Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Füruzan:<br />
“Ben yazarım. Kadınım ve yazarım”<br />
Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Füruzan<br />
13 Aralık 2007’de kendi seçimi olan “I Served The King<br />
Of England” (Jiri Menzel, 2006) adlı filmin gösterimi öncesinde<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nde bir söyleşi gerçekleştirdi.<br />
Moderatörlüğünü Yamaç Okur’un yaptığı bu keyifli söyleşide<br />
Füruzan, Türk sineması üzerine görüşlerini, sinema<br />
deneyimini ve anılarını dinleyicilerle paylaştı.<br />
F<br />
üruzan: İlk seyrettiğim filmi çok hatırladığımı söyleyemem.<br />
Benim çocukluğum İstanbul’un iki yakasında<br />
geçti. Her iki yakadaki sinemalara da meraklıydım ve giderdim.<br />
Ama bu bana özgü bir ayırıcı özellik değildir. Çocuklar<br />
sinemayı sever. Bir çocuk olsun da sinemayı sevmesin,<br />
bu olacak iş değil. Çünkü karşısında karanlıklar<br />
içinde olağanüstü bir düş vardır ve o kendisini bu düşün<br />
ortaklığında çok iyi hisseder, heyecanlanır, coşkuyla ona<br />
katılır.<br />
Böyle bir zaman anılarımda uçucu şekilde beliriyor.<br />
Aslında Kadıköy’de Opera sineması vardı. 1970’lerde orayı<br />
yıktılar. Çok güzel bir sinemaydı. Bilmiyorum göreniniz oldu<br />
mu yahut büyüklerinden duyanınız. Girişi geniş yayılımlı<br />
modern mimariden oluşan etkileyici bir sinemaydı.<br />
Bir gün annem beni film görmem için oraya bıraktı. Bir<br />
koşulla: Geldiğinde beni alacak. Orada gişedeki hanım –ki<br />
genellikle yün örerdi gişenin arkasında– beni de göstererek:<br />
“Çocuk filmi” dedi. İşte “çocuk filmi” neymiş ben böyle<br />
anladım. Olaylarda elektrikli adam diye biri vardı. Adam<br />
hep elektrikle yürüyor. Tek anımsadığım filmi çok beğendiğim.<br />
Ve bir kere daha görmek için, film bittiğinde –o
550<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
kısmını unutmadım– tuvalete saklandım ve çıkmadım. E<br />
tabi kimse aramıyor, ufak bir kız girmiş, ne yapacak tuvalette<br />
diye. Sonra annem geliyor beni bulamıyor. Bulamayınca<br />
orada neredeyse karakolluk bir olay yaşanıyor. Onlar<br />
diyorlar ki “madem bu kadar meraklıydınız çocuğunuzu,<br />
bırakmasaydınız”. Bu kavga gürültü dışarıda sürerken<br />
ben film başlayınca siperimden çıktım yerime oturdum.<br />
Yer gösteren adam geldi, ensemden yakaladı beni, çıkardı<br />
dışarı. “Kızınız değil mi bu, tuvalete saklanmış, filmi tekrar<br />
seyrediyor” dedi. Tabi bir hayli kötü bir gün geçirdim annemle.<br />
Ondan sonra “bir daha katiyen seni sinemaya<br />
sokmayacağım” dedi. Dinleyen kim...<br />
<strong>Film</strong> Festivali’ne gidenler sizin ne kadar çok film seyrettiğinizi<br />
bilirler. Bilinçli bir seyirci haline ne zaman<br />
dönüştünüz<br />
F<br />
üruzan: Bu bilinç sözcüğünün önemini ayırmak istiyorum.<br />
Bilinçli halde sinemayla ilişkiniz ancak sizin<br />
dünyayla kurduğunuz ilişkinin katmanlarıyla oluşuyor.<br />
Okumakla düşünmekle, çevrenize bakmakla ve tüm bunları<br />
olayların sinemayla olan bağlantınızda sınamakla oluyor.<br />
Ondan önce birçok filme giderdik biz birkaç arkadaş.<br />
<strong>Film</strong>ler kötü olsa da benim en büyük savunmam şuydu:<br />
Atları seyrederim, ormanı seyrederim, olmazsa kenarları,<br />
kıyıları seyrederim; yani film oynasın ben seyrederimdi.<br />
Ama bir süre sonra bu öyle olmadı. Bazı filmlerden çok sıkılmaya<br />
başladım seçerek gitmeye başladım. Peki, seçim<br />
nasıl oluyor <strong>Film</strong>leri ayırt etmeye başladığınızda onunla<br />
ilişkiniz artık düz bir seyir olmuyor. Görüntülerin arkasına<br />
geçebilmeyi başarıyorsunuz, gösterilen şeyin tanımları yapılıyor<br />
tarafınızdan. Ne kadar tanım yaparsanız seyrettiğiniz<br />
şey o kadar derinleşiyor. Ben çok küçük yaşlarda daha<br />
okula gitmeden okumayı çok sevdim ve ilk gittiğim sinemalarda<br />
seçim yapamadığım gibi okuduğum şeyleri de seçerek<br />
okumuyordum. Fakat okumalarımda araya karışan<br />
farklılığını hissettiğim kitaplarla birlikte giderek okuduklarımda<br />
da seçici olmaya başladım. Ve her okuduğumun<br />
bana açtığı kapıdan girerek bilgilerimi –buna bilgiler dememiz<br />
lazım– derinleştirdim. Bu derinleştirme, sinemada
Füruzan 551<br />
da giderek seçici olmamı sağladı. Bu seçicilik, dünyayla ilgili<br />
seyahatimde (bu bir yolculuktu) o kadar çok kapı açtı<br />
bana, Gorki’nin üniversiteleri gibi, sinemalar da benim için<br />
bir ikinci üniversite eğitimi oldu. Çünkü ben eleştirirken<br />
de beğenirken de sözcüklerimi çoğalttım. Dilimdeki tüm<br />
sözcükleri bir filmi izlerken onları tanımlayabilecek kadar<br />
güçlendirdim. Ve bu sürgit hep böyle oldu, oluyor...<br />
Derken dünya sinemasındaki akımlarla ciddi olarak<br />
ilgilenmeye giriştim. Sinema klasiği nitelemesine değer bulunmuş<br />
nerdeyse her yapımı, yönetmeniyle, ülkesiyle, tarihiyle,<br />
buna siyaset, toplumsal sarsıntılar dâhil, anlayıp<br />
çözmeye çalıştım. Sonunda tüm sanatlar için değişmez ölçümü<br />
de buldum. İzleyici ne denli donanımlıysa, izlediğinde,<br />
okuduğunda, gördüğünde o denli kapsamlı bir değerlendirme<br />
yapabiliyor. Değişkenliklere açık fakat dikkatli<br />
olması koşuluyla, Son dönemin önemli yaratıcı yönetmenlerini<br />
de unutmamalı. Michael Haneke, Lars von Trier,<br />
Romen sinemasındaki yeni adlar Ruslar… Sinemayı önemli<br />
yapan şey nedir diye düşünmeye başladım. Sovyet sinemasından<br />
bazı örnekler hatırlıyorum. 60’lar da<br />
Kozintsev’in Hamlet 1 ’i oynadı. Pek çok Hamlet gördüm, bir<br />
klasik yapıt olduğu için bu konu hep çekilir. Ama bu<br />
Kozintsev’in Hamlet’inin çekimi, babanın ruhu ile Hamlet’in<br />
karşılaşma sahnesi, Şostakoviç müziği inanılmazdır.<br />
Çok isterdim filmi sizler de göresiniz. Belki gördünüz bilmiyorum.<br />
Olağanüstü bir filmdir.<br />
Sonra Dovjenko’nun filmleri, Eisenstein’in Korkunç<br />
İvan 1 ve 2’si. Bu adamların sinemayla ne alışverişleri olduğu,<br />
bu beni hep ilgilendirdi. Dünyada var oldukları süre<br />
içinde kendi ülkeleri ve zamanlarında yaşanan kültür çatışmaları<br />
onları nasıl etkiledi, sarstı diye baktım ve ancak<br />
o zaman anladım ki sinema herhangi bir sanat değildi.<br />
Çok ‘herhangi’ olabilen binlerce örneği var ama herhangi<br />
bir şey olmayıp ağırlık taşıyan bir sanat olmayı bu tür<br />
adamlara borçluydu. Çünkü onlar sinemayı salt bir eğlen-<br />
1 Bahsi geçen film Grigori Kozintsev tarafından yönetilmiş olan 1964<br />
yapımı Gamlet isimli filmdir.
552<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
ce olarak düşünmüyorlardı ve filmleri sinema tarihinin başındaki<br />
filmlerdi. Şarlo 2 da öyledir biliyorsunuz. İnsanlık<br />
serüveninde aldıkları yeri kanıtlamak istercesine düşünüp<br />
çalışıyorlardı ve sanatçıydılar. Çünkü sanat duyarlılığı taşımayan<br />
ve bu bilgilere sahip olamayan insanların bu denli<br />
iyi film çekmeleri olanaksız.<br />
Sevgili Atıf Yılmaz ağabeyimiz, “Sinema çabuk eskir”<br />
derdi (birçok yerde bu konuşması çıkmıştır). Ben bir şey<br />
söylemezdim, çünkü o kadar film çekmiş. Çok da sevgili<br />
bir insandı, yumuşak, dost bir insandı. Sevimlilik biliyorsunuz<br />
tehlikeli bir şeydir insanı kolay susturur, “Ama Atıf<br />
ağabey, öyle demeyiniz” diyemiyorsunuz ki. Terbiyeli terbiyeli<br />
dinlerdim. Oysa binlerce filmi düşünün, çoğunu anımsamanız<br />
olanaksızdır. Ama Dovjenko, Eisenstein, J. L.<br />
Godard, İtalyan yeni gerçekçileri, sayıları epey çoğaltılabilecek<br />
değerli önemli yönetmenler. Bunları hatırladığınız<br />
zaman ‘modası geçmiş bir sinema’ nitelemesini onların yanına<br />
koyamazsınız. Birçok örnek var böyle, çağımıza yaklaştığımızda<br />
da var. Onun için sinemaya olan ilgimi, hani o<br />
film düşkünü çocuk kısmından kesip buradaki zeminde<br />
anlatmak isterim. Çünkü beni sinemada etkileyen yön<br />
orada başlıyor.<br />
Aslında bir açıdan da siz şanslı bir zamanda yaşadınız. Özellikle<br />
gençliğinizi yaşadığınız zamanlar yönetmen sinemasının,<br />
sanat sinemasının çok kuvvetli olduğu 1950’lerin sonu<br />
ve 60’lar. O filmler geldi değil mi Türkiye’ye<br />
F<br />
üruzan: Geç geldiler, ama geldiler. Türkiye’ye öyle<br />
dünyayla ilk gösterimlerle birlikte filmler gelmiyorlardı<br />
ama yinede etkiliyordu geldikleri zaman. Şimdi dünya ile<br />
birlikte aynı anda gelenler çok çabuk yok ölüp gidiyorlar.<br />
Hani var ya ‘ilk gösterimi dünyayla birlikte’, şimdilerde o<br />
en büyük duyuru. Üstelik tekrarın tekrarıyla dolu filmler<br />
çoğu.<br />
2 Ünlü yönetmen ve oyuncu Charlie Chaplin Fransa ve Türkiye’de<br />
Şarlo (Charlot) adıyla da bilinmektedir.
Füruzan 553<br />
Türkiye’de sinemanın sanat olarak algılanması daha<br />
1960’larda başlayan bir süreç. Türk sinemasına baktığımızda<br />
1950’lerde geçiş dönemi var, 60’lardaysa yavaş<br />
yavaş daha farklı sinema dillerine geçiş. O dönem<br />
Sinematek ile bir ilişkiniz oldu mu<br />
Olmaz olur mu Sanırım 20. üyesiydim. Orada yine Sovyet<br />
sinemasından birçok örnek izledik, çeviriler biri tarafından<br />
nerdeyse anında yapılıyordu. Sonraki yıllarda bir süre İstanbul<br />
<strong>Film</strong> Festivali’nde de böyle sürdü. Ben hiç yadırgamadım<br />
her iki durumda da böylesi çeviriler beni filmlerden<br />
koparmıyordu asla. Asıl titizlik gösterilen seçilenin sanat<br />
niteliğinde olmasıydı bence. Bir gün arkamdan birisi<br />
dedi ki: “Böyle olmuyor çevirenle izlemek”. Ben de “Niye<br />
Gayet iyi” dedim. Kadın bana hayretle baktı. Biri bana yanımda<br />
ya da uzaktan durmadan çevirebilir izlediğimi ve<br />
ben yine de filmle ilişkimi kurabilirim. Diyorlardı ki ya altyazı<br />
girilsin ya da dublaj olsun. Zaten dublaj benim sevdiğim<br />
bir yöntem değil.<br />
Bu türlü zengin bir sinematek dönemi yaşandı. Ve<br />
orada benim ilk gördüklerimden biri de Piyanisti Vurun<br />
(Tirez Sur la Pianiste, 1960) filmiydi Truffaut’nun. Çok heyecan<br />
verici bir şeydi. Çünkü o güne kadar kendinize göre<br />
bir yol, yöntem bulduğunuz sanısıyla bir gösteriye giriyorsunuz.<br />
Başka bir anlayışla tanışıyorsunuz, büyük Yeni<br />
Dalgacılarla.<br />
“Beğenmeler” beğenmemeler tedirgin eder beni. Hani<br />
“Ben bu filmi beğenmedim”, “Ben bu filmi beğendim” en<br />
kolay en tembel laftır. Hiç değerlendirme zahmeti taşımayan<br />
böylesi bir yaklaşım... Beğenmezseniz çok rahatlarsınız.<br />
Benim kimi gördüğüm filmlerde bazı zamanlarda çok<br />
yadırgadığım şeyler oluyordu. Hatta bazen diyordum ki<br />
ben pek de akıllı değilim galiba, hiçbir şey anlamadım.<br />
Ama ısrarla beğenmedim demiyordum. Çünkü bir şey vardır<br />
gösterilende seçkin bir yönetmen gerçekleştirmişse.<br />
Sonra o anahtar sözcüğün beğenmemek olmadığını anladım<br />
ve tabi bütün sanatlar gibi sinemanın da karşı taraftan<br />
çok şey beklediğini böylece öğrendim.<br />
Benim son zamanlarda çok sevdiğim derinlikleri olan<br />
bir yönetmen var: Alexander Sokurov. Onun İstanbul <strong>Film</strong>
554<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
Festivali’nde Rus Hazine Sandığı (Russian Ark, 2002) filmi<br />
oynadı. Bilmiyorum gidip gördünüz mü Sokurov’un kaderi<br />
böyle: “A bu adam meşhurmuş” deyip biletleri alıyorlar.<br />
Bu benim gösterilerde çok karşılaştığım bir durum. Lafı<br />
edildiyse yönetmenin biletler alınıyor. Herkes içeri giriyor.<br />
20 dakika sonra sinema boşalıyor. Beş altı kişi kalınıyor.<br />
Kalanlar büyük bir ilgiyle yahut belki de sabırla filmi seyrediyor.<br />
Rus Hazine Sandığı da böyle oldu. Ve ben o zaman<br />
yeniden anladım ki bunun altını ikide bir çizmekteyim<br />
çünkü gerçekten önemli, sizin donanımınız ne kadarsa yapılan<br />
şeyle bağ kurmanız da o ölçüde oluyor. Alexander<br />
Sokurov bence çok önemli bir sinema adamı. Kolay biri<br />
değil, zor mu hayır değil. Tek planda çekilmiş bir filmlerde<br />
müzeye Ermitaj’a giriliyor. Bir baloyla başlıyor ve baloyla<br />
bitiyor film, o balo 19. yy. Rus edebiyatının bir büyük<br />
Tolstoy anlatımlı balosu gibi. Bütün bir Rus tarihiyle karşılaşma<br />
var. Baloda bir yerden bir yere kayıyoruz ve orada<br />
İran sefiri olan Şah’ın genç oğlu bir iyi niyet ziyaretindedir.<br />
İran seferine çıkmış olan Ruslardan bahsedilir. İçlerinden<br />
biri Gribiyedov 3 ’dur. ‘Akıldan Bela’nın yazarıdır kendisi.<br />
Orada öldürüldüğü için Ruslardan politik bir özür dilemedir<br />
bu bir anlamda. Yüzyılın ünlü Rus edebiyatçılarını,<br />
müzikçilerini, siyasal erkini bilmiyorsanız filmde boşluğa<br />
düşülür ya da ilgilenilip sonradan öğrenilebilir. Şimdi siz<br />
Gribiyedov’u bilmiyorsanız, 19. yy. Rus edebiyatını ve hayatını,<br />
Tolstoy’u ve bütün o çağın yazarlarını bilmiyorsanız<br />
bu film sıkıcı gelebilir. Olsa olsa bir tek teknik yapısını<br />
seyredebilirsiniz. Tek planda bu adam bütün bunları nasıl<br />
yapıyor diye. Epey de uzun bir film.<br />
Donanımınız ne kadar genişlerse, filmlerinde sanat<br />
taşıyan bu tür sinemacılarla ilişkiniz o kadar güçlü oluyor.<br />
O zaman sinemayı daha da seviyorsunuz. Artık birçok filmi<br />
seyredemiyorum. Çünkü o filmlerde bir çeşit aptallık<br />
katsayısı var. Vaktimi orada harcamak istemiyorum.<br />
Visconti’nin dediği gibi “Sinema yapabilmek için çok donanımlı<br />
olmak lazım”. O hem baleden anlıyordu hem ope-<br />
3 Bahsi geçen yazar Alexander Griboyedov’dur
Füruzan 555<br />
radan anlıyordu, hem edebiyattan büyük bir estetik duygusu<br />
vardı. Onun için de olağanüstü filmler çekti. “Ben sinemayı<br />
çok seçkinleştirdim” demek istemiyorum ama, sinemanın<br />
kimi yapıtlarının hayatının süreceğine olan inancımı<br />
kanıtlamak için bu adamları anlattım.<br />
60’lı yıllardaki politik sosyal konjonktüre göre, filmler<br />
geliyordu ama tartışma boyutu ne kadardı Üyeler Sinematek’te<br />
tartışıyor muydu Yeni sinema dergisi çıkıyordu<br />
o dönemde. Bir hareketlenme var mıydı<br />
F<br />
üruzan: Ben o tartışmaların içinde olan biri değildim<br />
fakat dergileri alıyordum. Hatta ben tanınan biri de<br />
değildim. Sadece ‘sinemaya çok meraklıdır’ diye bilinirdim,<br />
hâlâ da öyledir. Okumaya plastik sanatlara olan merakımı<br />
bulunduğum ortamlarda ilan edemediğimden başladım.<br />
Yani işin şakası ‘A ben sadece sinema meraklısı değilim,<br />
çizerim okurum da diyemediğimden böyle bu durumda yaşandı<br />
o yıllar. Onat’la bile tanışmıyordum. Daha sonra tanıştım,<br />
oysa İshak adlı öykü kitabını çok severek okumuştum.<br />
Hâlâ da çok severim.<br />
Sinemayla olan ilgi, sözcükler ve tanımlarla kimliğim<br />
zenginleştikçe, yönetmenlere olan ilgim de yoğunlaştı.<br />
Çünkü onlarla filmleriyle çok değerli metinleri okumuşçasına<br />
ilişki kurabiliyordum. Onlar bir enerji koyuyorlardı<br />
filmlere ve o enerjiyi söze geçirebiliyordum, tanımlıya biliyordum.<br />
Sinemada enerji bence salt belli bir ritim, belli bir<br />
hız filan değildir; bir duruş, bir duruşun arkasındaki bir<br />
diyalogtur.<br />
Kitaplarınızın sinemadan beslendiğinizi görmek mümkün.<br />
Sinema sizin edebiyatçı kişiliğinizi ne kadar etkiledi<br />
F<br />
üruzan: Bu güzel soruya uçarı bir cevap vermek istiyorum.<br />
Benim sinemayla olan ilişkim çevremde birazda<br />
alaya alınarak biliniyordu. O sırada sinematekteki tartışmalara<br />
katılmıyorduk ama benim değişik bir grubum<br />
vardı. Bu grupla sessiz film oyunu oynardık. Grup ikiye<br />
ayrılırdı ve beni aralarında paylaşamazlardı çünkü ben onların<br />
kanısınca dehşetli bir anlatıcıydım. Öyle bir ün kazanmıştım:<br />
Füruzan’ı grubuna alan oyunu kazanır. Sine-
556<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
ma üzerine bahse tutuşuluyordu. Kazanan grup öbür grubu<br />
sinemaya götürüyordu. Benim sayemde, ben de dâhil,<br />
cabasından çok sinemaya gittik. Sonunda dediler ki ‘Hayır<br />
Füruzan artık oyunda oynamayacak’. O zaman aralarında<br />
daha hakça bir denge kuruldu, kimi zaman bir grup gidiyordu<br />
sinemaya kimi zaman öteki, ama beni artık kimse<br />
götürmüyordu!<br />
Tabii bir etkisi var sinemanın edebiyatçılığıma. Fethi<br />
Naci, yazdığı bir eleştiride Benim Sinemalarım için diyor ki<br />
orada bir kamera ve yazarın kadrajı vardır adeta: Baba gelir<br />
sindiği yatağından kızı çıkarır. Tamamen bir plan, o<br />
planı görürsünüz. Ama çok önemli derin bir şeyde ekleniyor<br />
değerlendirmesine sonra. Bir sinemasal anlatımı var<br />
Füruzan’ın fakat içeriğini de dolduruyor, bir plan çizmiyor<br />
sadece.<br />
Şimdi aslında çok sevgiyle saygıyla hatırladığım Ömer<br />
Kavur’a geçmek isterim ki çok erken ölmüştür, sanırım<br />
hepimiz öyle düşünüyoruz. Bir gün bana haber yollamıştı,<br />
Ah Güzel İstanbul’u filme çekmek istiyorum diye. ‘Senaryoyu<br />
yazar mısınız’ dedi. Ben de büyük bir içtenlikle dedim<br />
ki “Ben senaryo yazmayı bilmiyorum ama size bölümler<br />
yazar yollarım”. Karşılıklı oturduk bana senaryo nasıl<br />
yazılır tarif etti, beğenmedim. Kız gelir kapıyı açar... Şimdi<br />
bu ne “Ben bunu yazarım kolay ama yazdığımı hiç beğenmem”<br />
dedim. Çok güldü, Ömer Kavur, “Allah Allah”<br />
dedi “Ben bir şey anlamıyorum, hem yazıp hem beğenmemek”.<br />
“Yok, hayır, böyle bir şey yapılmaz” dedim, “Ne olacak<br />
şimdi ben bu kurulukta yazacağım O kapı hangi kapı<br />
olacak, Ömer Bey” dedim. “Ne demek hangi kapı” dedi.<br />
“Kapının rengi nasıl olacak, boyu nasıl olacak, kız nerden<br />
çıkacak Siz kapı diyorsunuz, ben onu da anlatmalıyım<br />
dedim. Nasıl bir kapı, eski mi” Çok diretmedi bu konuda.<br />
Hemen “Yaz sen” dedi. “Peki” dedim ben de, “Yazayım”.<br />
O sıra Berlin’den yeni dönmüştüm. Türkiye’nin çok<br />
kötü bir zamanıydı, Eylül 1980. Bir arkadaşım dedi ki<br />
“Sen İstanbul’da kalma çok tatsız şeyler oluyor. Bodrum’da<br />
benim bir yerim var, boş, git orada yazmaya başla”.<br />
Sonra Ömer Kavur’a “Böyle yapabilir miyiz” dedim<br />
“Tabi yapabiliriz” dedi. Ben “Üç günde bir otobüse veririm
Füruzan 557<br />
yazdıklarımı, size yollarım” dedim. Ve gerçekten ben Ah<br />
Güzel İstanbul’u yazmaya giriştim. Kapı, masa, o masanın<br />
örtüsü, arkadaki perde. Hepsi var. Kadın şöyle giyinir, kolunu<br />
şöyle koyar, yolladım beğendiniz mi diye sordum.<br />
Yolladım. “Çok teşekkür ederim, fakat ben bunu bir işletmeciyle<br />
çekiyorum, o kadar fazla detaya giremiyoruz, yani<br />
kapı şöyle, perde böyle gibi”. Ben “Yazık sizin için üzüldüm”<br />
dedim. Konuyla ilgili son sözüm bu oldu.<br />
Sonra film çekildi gösterime girdi beğenmedim. Değerlendirmemi<br />
sordular. Varlık Dergisi’nde yazdığım için burada<br />
açıkça söylüyorum, çünkü söylediğim şeyleri yazdıysam<br />
söylerim, yoksa söylemem. Ben de ‘<strong>Film</strong> niye olmadı,<br />
niçin iyi değildir o film’ diye yanıtlayıp yazdım. Yayınladılar.<br />
Fakat film Ömer Kavur’un kendi söylediğine göre en<br />
çok para kazanan filmi oldu, çünkü onun değerlendirmesine<br />
göre bir duygu geçiyormuş seyredenlere. Olabilir. Ve<br />
Ömer Kavur benimle üç yıl konuşmadı, küstü. Sonra üç<br />
yılın sonunda bir festivalde karşılaştık, Emek’te. “Gel ben<br />
seni yanaklarından öpeceğim” dedi. Güldüm ben de. “Peki,<br />
ben ne yaptım küsmeler filan” dedi. “Hiç önemli değil” dedim.<br />
“<strong>Film</strong>i mahvettim haklısın çünkü bir işletmecinin koşullarıyla<br />
çektik filmi” dedi. Parayı veren yapımcı “Hadi<br />
çabuk bitirin” demiş.<br />
Ben Ömer Kavur’un sonraki filmleri içinde Anayurt<br />
Oteli (1987) ile Gece Yolculuğu’nu (1987) gerçekten beğendim.<br />
Anayurt Oteli başarılı bir edebiyat uyarlaması. Gece<br />
Yoluculuğu da Ömer’in dünyasını o kadar içten anlatan<br />
bir filmdi ki...<br />
Sonra yıllar geçti, ‘Gecenin Öteki Yüzü’ kitabım çıktı.<br />
Okan Uysaler diye bir yönetmen vardı. Ankara’da. <strong>Film</strong><br />
çekiyor TRT’ye. Kısa metrajlı hoş filmlerini de görmüştüm.<br />
Bir gün telefon açtı, “Sizin ‘Gecenin Öteki Yüzü’ adlı uzun<br />
öykünüzün filmini yapmak istiyorum” dedi. “Sağ olun, ben<br />
dizi sevmiyorum” dedim, “Sadece dört beş bölüm olacak,<br />
alışılan dizilerden değil” deyince “Peki, o zaman görüşelim”<br />
dedim. Sonra “Yalnız bir koşulum var, senaryoya ben karışırım”<br />
deyince sesi değişti “Öyle bir şey olamaz, ben senaryolaştırmayı<br />
isterim” dedi, “O zaman sanırım çekemeyiz”<br />
dedim.
558<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
Yine de geldi İstanbul’a. “Peki, dedi, senaryoyu birlikte yazarız.”<br />
“Bu öykünün kendi dünyasının sizin tarafınızdan<br />
iyi verileceğini bildiğim için –konuşmanın bu kısım iltifat<br />
kısmı– birlikte yapalım peki” dedi. Ve biz gerçekten oturduk<br />
(o baştaki giriş yok, bu diziye kendi koydu onu) senaryoyu<br />
oluşturmaya başladık. Bir hayli uzun sürdü çalışma.<br />
Senaryo bittikten sonra anlaşmayı imzaladım ben.<br />
Tuhaf bir şey. Çok hoş bir sinema tutkusu olan adamdı<br />
Okan. Bir şey yaparken kendini zorlayan coşkulu bir insandı.<br />
Sette sürekli koyu nescafe içiyordu. Neden öyle yaptığını<br />
ben anlamıyordum. Ve çok genç yaşta da ne yazık ki<br />
kalpten öldü. Fazladan bir koşul daha koymuştum: “Çekim<br />
boyunca sürekli sette olacağım, yoksa imzalamam anlaşmayı!”<br />
diye. Bundan hiç hoşlanmadı Okan haklı olarak.<br />
Ben de olsam sinirlenirim.<br />
Bu kuralı niye koymuştunuz<br />
F<br />
üruzan: Bakacağım ne yapıyor diye. Vır vır konuşacağım<br />
yani. Çok hoş bir katılım değil ama bunu yapabilirim<br />
diye düşündüm. Okan Uysaler anlaşmayı imzalayabilmek<br />
için buna da evet dedi. Ondan sonra başladık. Ben<br />
bir de Gülsün Karamustafa yanımızda olabilir dedim. O<br />
ara Gülsün, Atıf ağabeyle çalışıyordu. Çünkü biliyorum ki<br />
Gülsün ben ne dersem onu yapacak. Böyle küçük küçük<br />
kurnazlıklarım var o sıralarda. Ayrıca değerli bir ressam<br />
Gülsün. Neyse Gülsün geldi. Nerde çekelim diye düşünüyoruz.<br />
Gülsün dedi ki Bir plato yapalım, ev içi çekimleri<br />
rahat olur teknik açıdan”. “Yok dedim, olmaz. Yaşanmış<br />
geçmişi taşıyan bir yer bulalım”. Gerçekten şimdi otel olan<br />
Vardar apartmanını bulduk, iyi ki de orası kullanıldı. Aradaki<br />
duvarlar kaldırıldı çekim rahatlığı olsun diye. Ve biz<br />
filme başladık. Çekimler altı - yedi ay sürdü sanırım.<br />
Okan ilk zamanlar her sabah 5’te 6’da gelip her gece<br />
1’de, bazen sabaha karşı süren çekimleri bildiğinden en<br />
çok bir ay sonra cayarak gelmem diye düşünmüş. Bunu<br />
söyledi bana sonra. Bense bir tek Kars çekimlerine gitmedim.<br />
Beş gün Kars’a gittiler. Tüm çekim boyunca setteydim.<br />
1987 yılıydı üstelik müthiş bir kış oldu İstanbul’da.<br />
Sokaklarda kar duvarları yükseldi. Prodüksiyon ekibi beni
Füruzan 559<br />
almaya geldiklerinde sinir içindeler çünkü arabaları saplanıyor<br />
kara. O film böyle bitti.<br />
Bu arada filmin sonlarına doğru ünlü bir yapımcı geldi<br />
sete: Kadri Yurdatap! “Yahu Füruzan hep burada mı”<br />
dedi Okan Uysaler’e. Konuşmalar da epey komikti, Okan<br />
“Öyle, Kadri Bey hiç bıkmadan geldi” dedi. Benim elbette<br />
yardımım oldu, tabii sonuçta Okan’ın filmidir senaryo ortak<br />
bir senaryo. Kadri Yurdatap “Bana bir film yapsana”<br />
dedi. Bu doğrudan doğruya bana söylenmiş bir şeydir. Bu<br />
yedi aylık süre içinde yoğun bir sinema çıraklığı yapıyorsunuz.<br />
Yedi ay sabah altıdan gece on ikiye hatta sabaha<br />
kadar hep settesiniz...“Ama benim bir önerim, var, Kadri<br />
Bey biz bunu Gülsün’le yapalım” dedim. “Niye” diye sordu.<br />
“Daha iyi olur dedim, iki kişinin paylaşması”. “Peki,<br />
öyle olsun” dedi Kadri Yurdatap, gitti.<br />
Neyse dizi film de bitti. Kadri Yurdatap yeniden çağırdı,<br />
gittik. Konuşurken devamlı benimle konuşuyordu. Sonunda<br />
biz anlaştık. Tek konuştuğumuz konu, şu şöyle olacak,<br />
burası böyle çekilecek... Ama para falan hiç konuşulmadı.<br />
Benim konuştuğum tek şey “Atlas sinemasına şu perde<br />
takılacak, kenarının kıyısı böyle olacak, çocuk sineması<br />
şöyle olacak”.<br />
Böylece filmi çekmeye başladık. Öncesinde uzun süre<br />
oyuncu aradık. Ben hiç görülmemiş yeni bir yüz istiyordum,<br />
bilinmedik bir yüz oynasın. Konservatuvara gittik,<br />
orada bir genç kız bulduk “Siz bunu oynar mısınız” sorusuna,<br />
“Ben Zeliha öğretmenden izin almak zorundayım”<br />
dedi. Çünkü Zeliha Berksoy yerli film konusunda titizleniyormuş,<br />
“Tabi dedim, alabilirsiniz”. İzin alamadı, yerli film<br />
olduğu için. Ben gerisini anlatmayacağım. Olmadı ve o<br />
genç kız bu filmde oynayamadı.<br />
Sonunda birgün Kadri Yurdatap gelip “Hülya bekliyor”<br />
dedi. “Hangi Hülya”. Benim zaten yerli film bilgim çok<br />
zengin değil. Ömer Lütfi Akad gibi, Metin Erksan gibi değerli<br />
önemli yönetmenlerin adamakıllı izleyicisiyim ama o<br />
sıralar değişen şeylerle ilgilenmemişim. “Hangi Hülya”<br />
dedim, “Hülya Avşar” dedi. O sıralar çok ünlenmiş o. “Ne<br />
olacak” dedim, “O oynamak istiyor” dedi. Ben irkildim, “O<br />
mu oynamak istiyor” Ve bizim serüven başladı. Kalkıp biz
560<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
iki hatun, Etiler’de ‘Kırık Tarak’ adlı ünlü kuaföre gittik,<br />
baktık Hülya Avşar orada oturuyor, terbiyeli, çok zarif,<br />
kalktı karşıladı bizi, neler yapacağımızı anlattım. “Siz dedim,<br />
çok yanıksınız, bu kız öyle denizde güneşlenen biri<br />
değil”. Her şeye evet dedi. “Saçıma kaynak yaparım, beyazlanırım,<br />
denize girmem”, ben şaşırdım. Ve sete çıktıktan<br />
itibaren, Hülya bir tek gün denilen hiçbir şeyin dışına<br />
çıkmadı. İlk geldiği gün makyaj yapmıştı. “Hülya bakın<br />
dedim, siz burada 15 yaşında bir kızı oynuyorsunuz, kamera<br />
görüyor böyle görmemeli sizi”, indi aşağıya muslukta<br />
yıkadı yüzünü geldi. Ve Hülya bütün film boyunca o acayip<br />
yoksul basma elbiseler, takır tukur pabuçlarla, makyajsız<br />
bir haldeydi. İnanın bir tek gün starlık taslamadı.<br />
Başarıyla istekle yorumladı karakteri.<br />
Sonunda film bir noktaya geldi, Kadri beyin parası bitti,<br />
filmi durdurdu. Geldi dedi ki “Bende kalan para bu, siz de<br />
bu filmi bitirin”. “Bitirmem, eksik kalacak, bunların olması<br />
gerekli çünkü senaryo benim senaryom” dedim. “Yok bitirin<br />
dedi”. Gitti. Bir süre sonra Yavuz Özkan’la karşılaştım,<br />
Ferhan Şensoy’un tiyatro pasajında. Ben adamakıllı sinirliydim.<br />
“Ben bu filmi bitirmiyorum, çekmeyeceğim dedim<br />
Yavuz’a”. “Füruzan sakın öyle bir şey yapma” dedi Özkan.<br />
“Adam şunu çıkar diyor, bunu çıkar diyor” dedim, “Tamam,<br />
senaryonu yeniden yoğunlaştır, kesinlikle bir şey<br />
yap filmini bitir” dedi. Kadri Yurdatap haber yollamış bir<br />
de, “Ben filmi bitiririm” diye. Telif avukatı bulduk, avukat<br />
demiş ki telif, eser sahibine aittir, onun için bunu yapamaz.<br />
Bunu öğrenince ben tekrar filme başlamak için gittim.<br />
Kendisine dedim ki, “Şimdi bir kâğıt imzalayacağız sizinle<br />
ilk defa”. Şaşırdı. Ve böylece bu film kışın çekildi. Yaz<br />
filmi. Plaj kısmında herkes mayo giyiyor titriyor. Orada<br />
filmin ilk kameramanı gelmiş bana diyor ki, “Füruzan Hanım,<br />
eğer bu yazsa her gün 12’de çekilmeli yani aynı ışıkta,<br />
ışık sürekliliği önemli” diyor. “Aa dedim, çok iyi, bakın<br />
ben bunu hiç bilmiyordum, yani güneş saatini takip etmem<br />
gerektiğini ilk sizden öğrendim”. Sette adamakıllı sinirlendim.<br />
“Ben bunları biliyorum efendi” dedim, ama burada<br />
bu film bitirilecek şimdi. Laboratuarda mümkün ol-
Füruzan 561<br />
duğu kadar uygun bir hale getirilir ışık değerleri. Onlardan<br />
da benim haberim var” dedim.<br />
Kış ortasında yine Atlas sineması çekiyoruz. Benim<br />
üzerimde kocaman kabanlar, herkes kalın giyinmiş, oyuncular<br />
hep yazlık giysilerle ve içlerinden bir figüran kadın<br />
titriyor. Ertunç Şenkay dedi ki “Füruzan Hanım kadının<br />
titremesini kamera kaydediyor”. Ama kadın haklı, yani sıcaklık<br />
eksi 1 derece filan. Kadına “Şimdi titreme, dolly tarayıp<br />
geçince titrersin” dedim. “Peki, öyle yapayım” dedi<br />
kadın. Bir yaz filmini böylece kışın çektik. Ayrıca filme<br />
uzun aradan sonra ikinci kez başlarken Hülya Avşar da<br />
şarkıcılığa başladı. Kadıncağız gitti saçlarını da kestirdi,<br />
kaynakları söktürdü, haklı. O kadar hoştu ki gelip bana<br />
“Füruzancığım ensem yara oldu –kaynak yapınca yara yapıyormuş–bunları<br />
çıkardım” dedi. “E iyi ettiniz” dedim.<br />
Başlıyoruz ama Hülya şarkıcı oldu. Hülya’nın bütün<br />
kalan sahneleri gece çekilecek. Kadın da gece Maksim’de<br />
şarkı söylüyor. Kadri Yurdatap’a “Siz konuşun” dedim.<br />
“Ben konuşamam” dedi. “Peki, kim konuşacak” “O seni<br />
çok seviyor, sen konuş” dedi. Haydii... Hülya’ya gittim. O<br />
da beni sevgiyle sarılarak karşıladı. “Hülya filmi bitirmemiz<br />
lazım”. “A nasıl yapacağız” dedi, “Çok soğuk biliyorsunuz<br />
sesim gider”. O kadar hoştu ki çekinirken haklıydı<br />
da. “Hülya” dedim “Beş altı günlük iş var bunu yapmak<br />
zorundayız. Ve inan bu film iyi bir film olacak”. “Ben inanıyorum<br />
elbette. Öbür çektiklerime hiç benzemiyor” dedi.<br />
“Ama yine mi kaynak mı yaptıracağım. Ben yanıtlamadım<br />
ne diyeyim.” Sonra bu bir saç taktırdı kendine. Geldi. Tuhafiyeciden<br />
çıkıp muhallebiciye girdiği, şimdi yerinde olmayan<br />
kuyumcu Franguli’nin önünden geçtiği bölüm. O<br />
takma saç o kadar fena abartılı duruyor ki. Şimdi ne yazık<br />
ki filmde bu planı tekrarlamaya da olanak yok. “Hülya gel<br />
iş kopyasını gör. Ne biçim olmuş saçın. Sen git yine saçına<br />
kaynak yaptır, kalanları öyle çekelim ne dersin olur mu”<br />
dedim. Bakın o Hülya gidip yine kaynak yaptırdı. Ve o soğukta,<br />
basmaları giydi, bir yandan da ‘sesim gitti’ diye diye<br />
filmi tamamladı.<br />
Bu arada İstanbul <strong>Film</strong> Festivali’nde film ilk filmler<br />
kısmında oynadı. Ve Cannes’dan gelen bir grup, Cannes
562<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
<strong>Film</strong> Festivali ‘Eleştirmenlerin Yedi Günü ve Altın Kamera’<br />
bölümüne seçtiler filmi.<br />
<strong>Film</strong>in Paris Sinamatek’inde oynatıldığı akşam birden<br />
Abidin Dino salona girdi. Nasıl sevindim anlatamam, ilk<br />
tanışmamız Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde<br />
Çankaya Köşkü’ndeki sanatçılar için yaptığı davette olmuştu.<br />
Ben Dino’yu fotoğraflarından tanıyordum. Onu görünce<br />
yanına giderek kendimi tanıttım. Ülkesine dönmüş<br />
olmasından konan yasağın kalkmış olmasından duyduğum<br />
sevinci açıkladım. “Belki sevgili dostunuz Nâzım<br />
Hikmet de hayatta olsaydı şu an aramızda olabilirdi” dediğimde<br />
yüzünde beliren hüznü aynen anımsıyorum. Nasıl<br />
sevgi, bilgi dolu insanlardı onlar. <strong>Film</strong> çok yolculuk yaptı.<br />
Ödüller aldı. Eğer o film bu başarılar elde etmeseydi inanın<br />
3,5 yıl boşa gitmiş olacaktı. Ve film karışıp silinip gidecekti<br />
bir yerlerde.<br />
Cannes’a seçilen her film Paris’te Sinematek’te oynatılır.<br />
O zamana kadar Fransa’ya gidip geldiğimde Abidin<br />
Beyler’i arayıp rahatsız etmek istememiştim. Abidin Dino<br />
çok beğendi filmi. “Özgün, duyarlı, iyi bir film” dedi. Aslında<br />
çok daha önemli bir açıklama yaptı. “Bak Füruzan, ben<br />
Sovyetler’de filmi çektim, o arada birçok film gördüm, inan<br />
senin filmin başarılı bir film olmuş, ama şansı da olmuş.<br />
Çok iyi filmler vardır, kendilerini ortaya çıkarma yolu bulamazlar”<br />
dedi, işte bu film o yolu buldu. Cannes’a seçilmesi<br />
ona çok önemli bir sıfat bir kimlik ekledi”.<br />
Şimdiyse filmin şu anki haline bakalım: Bir kere film<br />
Sayın Kadri Yurdatap’a uzun geldiği için Memduh Bey’le<br />
oturup montaj yapmışlar, filmden bölümler yok. Kesilmiş<br />
TRT’de ‘ahlaka mugayir’ bulduğu için yeniden bir yerleri<br />
kesmiş. Geçenlerde bir arkadaşım yurtdışından telefon etti,<br />
“Gazetede gördüm, sen takip etmezsin, bir kanalda filmin<br />
tekrar oynuyor” dedi, ben de oturup filme baktım<br />
filmde o kadar can alıcı noktalar kesilmiş atılmış ki... Düşünün<br />
siz bir film yapıyorsunuz, tüm bu anlattıklarım çekimlerde<br />
eziyetle yaşanmış bir zamana aittir; bundan<br />
maddi bir çıkarınız olmuyor, en büyük kazancınız filmin<br />
kendine açtığı yollar. <strong>Film</strong> kendine yol açıyor. Ve onunla<br />
bir dünya yolculuğuna çıkıyorsunuz. Aldığı ödüller var.
Füruzan 563<br />
Önemli sinema yazarları olumlu yazılar yazdı. Cannes’ın<br />
resmi dergisinde de yazıldı, bir Hong Kong filmiyle karşılaştırılırken<br />
(yine ‘bir kızın sokağa düşmesi’ üzerine öyle<br />
tarif edilir ya bu tür bir filmler– o Hong Kong filmindeki<br />
anlatılanın asla Benim Sinemalarım gibi derinliği özgünlüğü<br />
yok değerlendirmeleri yapıldı.<br />
Bu film şimdi Nasrettin Hocanın ‘kuşa benzedin şimdi<br />
leylek’ hikâyesine dönmüş. Şu kısım yok, bu kısım yok, o<br />
kısım yok. Plaj kabinine giriliyor pat diye çıkılıyor. Bir yerden<br />
geçiliyor, orada bazı kadınlar vardı, ama şimdi yok.<br />
<strong>Film</strong>den birçok yer yok. Ve film şu anda bu halde.<br />
Sonra Boyut, CD’sini basmış. Ben Metin And hocayla<br />
bir çalışma yapıyordum. O çok ilginç bir adamdır, bilirsiniz<br />
herhalde. Ankara’daki çalışma boyunca “Nasıl film o, ben<br />
onu seyretmem, ben artık tiyatro seyretmem, opera seyretmem<br />
çünkü zamanımı kendi kitaplarımı bitirmeye ayırdım<br />
vaktiyle çok seyrettim. Benim kendi işlerim var” diyen<br />
ilginç bir adam. Ben “Tabi seyretmeyin hocam, niye filmi<br />
bana soruyorsunuz, yok ki film bende” diyorum. Derken<br />
merak etmiş kendisi Boyut’un çıkardığı CD’yi almış, bir<br />
gün Ankara’dan beni aradı. Dedi ki “Füruzan ben bu filmi<br />
çok beğendim, ama bu filmin sonu nasıl Yok gibi”. “Nasıl<br />
yok” dedim. “Yok. Bana mı öyle geldi, ama sanmıyorum,<br />
bunun sonu yok. Geliyor geliyor pat diye bitiyor” dedi. Sonu<br />
şöyleydi diyorum, “Yok öyle bir şey” diyor. Bir arkadaşım<br />
almış o da aynı şeyi söyledi.<br />
Ben de Kadrir Yurdatap’a dedim ki “Bakın siz filmin<br />
haklarını satmışsınız; iyi, satıyorsunuz, ama bu filmin<br />
CD’de sonu yok”. “Aa öyle mi basmışlar, bilmiyordum,<br />
uzun gelmiştir” diye bir yorum yaptı. Yani satıyorsan nasıl<br />
uzun gelmiştir Hayır, bu matine suare mi oynuyor, CD’yi<br />
alan evinde oynatacak. Böyle saçma bir durum yaşanıyor.<br />
Ve onun için bundan sonra yapacağım hiçbir görsel<br />
şeyde tüm hakları bana ait olmadıkça 3, 4 yılı daha harcamak<br />
istemem. Bir de düşünün o film değerli Abidin<br />
Dino’nun dediği gibi bu türlü önemli etkinliklerde yol almasaydı<br />
Sonunda ‘insan ruh veremi olur’. 3.5 yılı da böyle<br />
uçar gider filmle. Tabi müzik de gitmiş, pat diyor müzik<br />
atlıyor. Benim ilk yönetmenlik serüvenimin sonu bu.
564<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
Bizim iki arkadaş bir saflığımız olmuş, “film çekelim” demişiz.<br />
Tamam, o zaman siz yapımcılar da saygı gösterin.<br />
Bir film 110 dakika olmayacakmış. Ölçü 90 dakika. Her<br />
film 90 dakika olacak. Zaten insanlar da öyle bir hale gelmiş<br />
ki 2 saatlik filmi seyredemiyorlar. Sanki çok büyük işleri<br />
var. Eve gidip televizyona bakacaklar. Bu, kalabalığa<br />
hızlı servis bir anlamda. Ben o kalabalığın içinde değilim.<br />
Biliyorum ki bazı kişilerde değil, iyi ki değil. Şimdi bir film<br />
daha çek diyorlar, Nasıl, hangi koşullarda Bana değerli<br />
yazar Vedat Türkali de demişti ki “Bak Füruzan sen şimdi<br />
bir film yaptın, film de kendine çok iyi şanslar yakaladı,<br />
aman ha şimdi bir tane de yaparsan beş senen daha geçer,<br />
benim gibi seksenlerinde kitap yazmaya başlarsın. Hiç<br />
vaktin kalmaz” dedi.<br />
Şimdiye kadar iki kitabınız sinemaya uyarlandı. Siz<br />
kendi kitaplarınıza baktığınızda bir yapımcı olsaydınız<br />
ya da paranız olsaydı hangi kitaplarınızı filme çekmek<br />
isterdiniz<br />
F<br />
üruzan: Son kitabımdaki Sevda Dolu Bir Yaz’ın film<br />
olmasını çok isterdim. Çünkü çok etkili bir film olabilir<br />
diye düşünüyorum. Ama eksiksiz gür bir prodüksiyon<br />
gerekiyor. Hem bir zaman filmi, hem o dönem yaşamış karakterlerin<br />
iyi yorumlanabildiği film olarak.<br />
Sinema kurmacaya dayalı bir sanat. Siz kitaplarınızı nasıl<br />
kuruyorsunuz Nasıl bir yazma pratiğiniz var<br />
Bunun yanıtı sanırım şöyle. Hayatın bütün sahneleri iç içe<br />
geçtiği zaman bir kurgu oluyor. Hangi sahneler bunlar<br />
Mekân, kokular, zaman, ışıklar, insanların oradaki var<br />
oluş biçimleri, ilişkileri, o var oluşun karmaşıklığı ve geçtiği<br />
yollar. Bunların hepsi orada bir kitapta edebiyatta yer<br />
alıyor diye düşünüyorum.<br />
Sinemayla olan bağlarımı sakınmasızca anlattım fakat<br />
edebiyatçılığımı anlatmakta o kadar başarılı olamayabilirim.<br />
Çok ayrıntılı yazdığım söylenir. Ama şurayı bulunduğumuz<br />
yeri bile ayrıntısız anlatamazsınız. Ki çoğunluğu<br />
yapay malzemelerden üretilmiş oturmalıklardan, mikrofondan<br />
diğer araç gereçlerden oluşan bir salon burası.
Füruzan 565<br />
Zamanın gizlenemediği yerlerden biri, çoğu günümüz malzemesidir<br />
çevremizde. Yine de bütün kesitleri, renkleri<br />
söylemeden burayı betimlemeniz, fotoğrafla değilse eğer,<br />
zordur. Onun için ayrıntılar önemli. Dediğim gibi, mevsimler,<br />
koku... Yani hepimizin hayatında önemli olan zamanın<br />
zenginlikleri, hüzünler, mevsimler fark ettiğimiz ölçülerde<br />
önem kazanan bütün şeyler. Belki ben bu katmanları çok<br />
yoğun duyumsuyorum. Yazım biçimime gelince bütün şeylerde<br />
olduğu gibi edebiyatta da eksiksiz çok iyi bir matematik<br />
kurmak lazım. O matematiği ister istemez kuruyorsunuz.<br />
Çünkü sanat bütünlüğü olmadığı zaman, sanat<br />
olmuyor.<br />
Edebiyattaki gözlem gücü ve kurmaca faktörü hep ilgimi<br />
cezbeder. Mesela mekân kullanımında. Nasıl olur<br />
da daha önce o mekânda bulunmadan o kadar ayrıntıya<br />
girilebilir<br />
Onun için örneği kendimden vermeyeyim. Balzac,<br />
Boulogne ormanlarına hiç gitmemiş Paris’te yaşadığı halde.<br />
Ama Boulogne’u en iyi anlatan yazarlardan biri denilir.<br />
Bizim önemli yazarlarımızdan Orhan Kemal ve Kemal Tahir<br />
böyle bir konuda tartışıyorlarmış. Orhan Kemal galiba<br />
“Baba olmayan babayı yazamaz” deyince Kemal Tahir de<br />
şöyle bir cevap vermiş “Goriot Baba’yı yazdığında Balzac<br />
baba mıydı”. Sanatta bu türlü tanımlar da var, ama bu<br />
tür yaklaşımlara doğru değerlendirmeler diyemem. Suç ve<br />
Ceza’da Raskolnikov tefeci kadını öldürdüğü zaman<br />
Dostoyevski katil değildi. Yani çok çoğaltılır bu tür örnekler.<br />
Flaubert’i de anımsayalım “Madem Bovary benim” demesi<br />
gibidir kurgu.<br />
Çok hayal kırıklığı yaratan örnekler de var. Kitabı<br />
okuduğumuzda çok güzel kitap, ama sinemada gördüğümüzde<br />
hayal kırıklığı. Bazen tersi de olabiliyor sinemada.<br />
Ender, evet ama yetkin başarılı örnekler de var, ama ne<br />
yazık ki azınlıkta.<br />
Çok az evet. Siz nasıl buluyorsunuz bir edebiyatçı olarak<br />
bu aradaki ilişkiyi Başta Hamlet örneği var dediniz.<br />
Aklınıza gelen başka örnekler var mı
566<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
Eskilerden de, yenilerden de var, yeni örneklerden çok iyi<br />
olanlar var. Germinal’i (Yön: Claude Berri, 1993) çok başarılı<br />
bulmuştum ben. Hem duyarlı hem başarılıydı. Gerçekten<br />
de Emile Zola kalksa görse kanımca diyebilir ki işte<br />
film olarak Germinal’dir. Bir de Murnau’nun filmlerini<br />
Nosferatu’sunu önemli buluyorum ben. Çünkü dışavurumcu<br />
Alman sinemasını çok seviyorum. Dışavurumcu<br />
Alman sineması kendi dönemini gelmekte olanı faşizmi –<br />
resmi de öyledir onların– çok güçlü hissetmiştir. Ben dünya<br />
sinemasına baktığımda, dönemlerini başarıyla vurgulayabilmiş<br />
ülke yönetmenlerini özellikle önemsiyorum. Tarihlerine<br />
yönelttikleri eleştirel bakışın hayatla örtüşen akışı<br />
sanatla donandığında etkili ve unutulmaz oluyor. Dışı<br />
vurumcu Alman sinemasından Fritz Lang, Ernst Lubitsch<br />
ve diğerleri asla eskimeyecekler kanısındayım. Örnekler<br />
çoğaltılabilir yeni gerçekçi İtalyanlar, Sovyet sinemasının<br />
büyük adları, Fransızların yeni dalgacıları… Yaşadıkları<br />
çağın toplumsal algılarını filmlerindeki bireylere aktarırken<br />
bizlere nasıl zengin, önemli kayıtlar bıraktıklarına o filmleri<br />
her izleyişimizde tanık olabiliriz. İspanyol sinemasının<br />
unutulmayanları Endülüslü Köpek (Un Chien Andalou,<br />
Yön: Luis Bunuel,1929), Altın Çağ (L'Âge d'or, Yön: Luis<br />
Bunuel, 1930).<br />
Bunuel ve Dali’nin, arkadaşlarının arasında kimler<br />
yok ki, Max Ernst, Stravinski, Lorca, Dessau, şair, yazar,<br />
müzikçi adları peş peşe gelebilir. Hiçbiri, özellikle de<br />
Bunuel ortaçağ kalıntısı hiç bir anlayışa dayanmıyordu.<br />
Kilisenin dogmalarına sürekli karşıydı. Gerçeküstücülüğün<br />
altın çağı, ilk adamları... Hâlâ daha aşılmış bir sinema<br />
örneği değildir. Bu başarıları kendi ülkeleriyle, dünyayla<br />
olan zihinsel ilişkilerine bağlı. Çünkü sanat bellekle, birikimle,<br />
akılla yapılan bir şey. Bütün gördüklerinizi yaşananları,<br />
olayları topluyorsunuz, onların bir sağlamasını<br />
yapıyorsunuz.<br />
Bir sanat davetiyle Almanya’da iki yıl bulundum. Televizyon<br />
sık sık Nosferatu’yu (Yön: F. W. Murnau, 1929)<br />
oynatır. Hatta ben başta, “Ya bu kan içen adam yine mi<br />
çıktı ortaya” diyordum. Bir gün “Yeniden bir seyredeyim”<br />
dedim. İzleyince böylesi acıklı bir varlık olamaz diye dü-
Füruzan 567<br />
şündüm. Gece kalkıp insan kanı içerek yaşayan bu adamın<br />
şanssızlığı, dokunaklı çaresizliği sarsıcıydı. Bunu nasıl<br />
başarmıştı Murnau ‘Erken Alman sineması’yla dikkatle<br />
ilgilenmeme neden oldu. Dr. Caligari’nin Kabinesi (Das<br />
Cabinet des Dr. Caligari, Yön: Robert Wienne, 1921) gibi<br />
filmlerle. O zaman anladım ki bütün bu duygular, bütün<br />
bu yaklaşımlar çok değerli bir birikimin ödünsüz bir tartışmanın<br />
sonuçlarıdır.<br />
Sinemayı o açıdan önemli buluyorum. Eski bir örnek<br />
verdim ama günümüzde herkesin bol bol kan içen vampir<br />
adam filmi çektiği dönemde, Murnau’nun filmi farklı bir<br />
bütünün içinde işlenmiş, ekspresyonist sinemanın büyük<br />
filmlerinin içinde yerini alıyor. Şuna buna öykünerek, benzeterek<br />
değil, kendine ait olarak sağlam bir yer alıyor.<br />
Türk sinemacılarının Türk edebiyatını ne kadar kullandığını<br />
düşünüyorsunuz<br />
F<br />
üruzan: Halit Refiğ’in de bir iki çalışması var, Aşk-ı<br />
Memnu (1975) televizyon dizisi değil mi Ben görme<br />
fırsatını bulamadım hâlâ ama iyi konuşuluyor hakkında.<br />
Değerli bir yönetmendir Refiğ elbette o duyarlılığı yakalamıştır,<br />
çünkü önemli bir romandır Aşk-ı Memnu. Gerçek<br />
bir yazarın, Halit Ziya’nın kitabı. Onun dışında Yaşar Kemal’in<br />
Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray, 1981) ve Ağrı Dağı<br />
Efsanesi (Memduh Ün, 1975) eserleri var. Anayurt Oteli’ni<br />
de (Ömer Kavur, 1987) beğeniyorum. Zaten yazarın kendisinin,<br />
Yusuf Atılgan’ın da beğendiği biliniyor. Çok iyi yapıldığını<br />
söylemiş.<br />
Tabii iki ayrı dil var ortada. Bir metni görselleştirmek,<br />
okurun elinden onun ilerleyeceği özgür bir yolu almanız<br />
demektir. Bir kitapla bir okur, bir yere doğru yol alır. Deminden<br />
beri konuştuğumuz, yineleyip vurguladığımız şey:<br />
“Sizin birikiminiz doğrultusunda okuduğunuz kitap size<br />
ufuk açar, yollar açar”.<br />
Sinemada öyle değil, daha önce okumuş olduğunuz<br />
bir şeyi somutlaştırıyor, coğrafyasını, kentini, zamanını<br />
yüzlerini getiriyor.<br />
Benim Sinemalarım için aldığım eleştiriler çoğunlukla<br />
okurlarımdan geldi. “Biz Nesibe’yi öyle düşünmüyorduk,
568<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
istemiyorduk Nesibe’nin yüzünü görmek” dediler. Ama sinemada<br />
zorunlu olarak resimliyorsunuz çünkü sinema resimlerle<br />
anlatan bir sanattır.<br />
Görsel bir malzemeden zihne doğru dönmek, sinemacının<br />
iç enerjiyi ne boyutta yoğunlukta verebildiğine bağlı.<br />
Bir de sizin bunu ne kadar alabildiğinize. Bu zor bir şey.<br />
Ben öyle düşünüyorum. Zaten başarılan örnekler de az olduğuna<br />
göre. Hele ‘Anayurt Oteli’ üstelik daha çok zihinsel<br />
bir metindir. Düşünce, değişim, kendini kaybetme. Yani<br />
gazete haberi olmayan bir film. Olaylara dayanmayan durumları<br />
ele alan filmler zorlayıcıdır. Böyle bir senaryonun<br />
çekimi her zaman titizlik ve düzey ister. Çünkü sinemada<br />
alışılmış bir şey var, “Müthiş bir konu buldum ben bunu<br />
çekeceğim”. O müthiş konu genellikle –ki o da eleştirilemez–<br />
bir olayın oluşumu, bir kişinin vurgulanmasından<br />
ibaret. Belki o tür bir konuyu çekmek daha kolay. Ama<br />
dediğim gibi iç enerjiyi, pathosu anlatmaktır asıl bence zor<br />
olan.<br />
Bugün görülecek olan filmi 4 ben aşkla seyrettim. Sevdiğim<br />
bir film oldu. Neden Bir kere başarılı. Edebiyat<br />
uyarlaması bu da. Bohumil Hrabal’ın. Aynı yazarın bir de<br />
Sıkı Kontrol Edilen Trenler’i vardır, çok güzeldir.<br />
Bu Doğu Avrupa edebiyatı bizim fazla yakınlaştığımızı<br />
sanmadığım bir edebiyat. Ama özgün, güçlü, başarılı bir<br />
edebiyat. Hele mizahları ayrıca güçlü. Bu adamların mizahında<br />
böyle yerlere düşerek gülmek yok. O trajikomik denen<br />
olgunun çok ince bir çizgisi var. Bunu iyi, etkili bir biçemle<br />
yapıyorlar. Doğu Avrupa böylece bu kendine ait olağanüstü<br />
mizahı ‘satir’i meydana getiriyor. Son günümü bu<br />
filme ayırmıştım geçtiğimiz İstanbul <strong>Film</strong> Festivali’nde.<br />
<strong>Film</strong>den çıkarken dövünerek çıktım, “Ben bunu baştan niye<br />
görmedim, ben bu filmi niye sona ayırdım, üç defa görmeliydim!”<br />
diye. Çünkü bu adamlar sizi güldürürken, o<br />
kadar insani bir sıcaklığı da taşıyorlar ki, içinde kaçınılmaz<br />
bir hüzün de var tıpkı hayat gibi.<br />
4<br />
Söyleşi sonrasında Füruzan’ın seçimiyle Jiri Menzel’in yönettiği I Served the<br />
King of England (2006) filmi gösterilmiştir.<br />
6<br />
Bahsi geçen kitap L’Étranger’dir
Füruzan 569<br />
Bu tür trajikomik yapı hiç de kolay elde edilir bir şey<br />
değil. Ya durum komedisi yaparsınız, herkes kahkahalarla<br />
düşer kalkar yahut tuhaf kaba diyaloglar olur, o da size<br />
ters gelir gülersiniz. Burada o yok. Bir de kadınlara bu kadar<br />
güzel bakan bir yazar ve yönetmen, nasıl böylesine<br />
duyarlılıkla konuyu ele alırlar önemli bir sorudur... İnanılmaz<br />
bir şey. Kutuların içinde ipeklerle büründürülmüş,<br />
saklanmış size benzersiz çiçekler sunuyormuş gibi. Ve bu<br />
sunulan kadınlar parayla yatılan kadınlar, ama hayata bir<br />
başka türlü gözlükle bakıyorlar. Düşünebiliyor musunuz<br />
başkahraman adam hapisten çıkarken şöyle diyor. “Ne<br />
kadar şanslıyım on küsur yıl içerde yatacaktım ve bir hafta<br />
önce dışarı çıkarıyorlar”. Bu müthiş bir şey. Belli bir<br />
sistemi eleştiriyor ama o eleştirilen sistemin içindeki eleştiren<br />
de eleştirilen de bir arada, o kadar insani gariplikler<br />
yaşıyorlar ki bir erk varsa erke boyun eğen de komiktir erk<br />
de komiktir dedirtebiliyor size.<br />
Ben Doğu Avrupa sanatını edebiyatını, Macarlar da<br />
dâhil, beğeniyorum. Mesela son dönemde bir Romen filmi<br />
vardı: Bükreş’in Doğusu (East of Bucharest, Yön: Corneliu<br />
Porumboiu, 2006) böyle yalın bir film nasıl oluyor da, böylesine<br />
etkili olabiliyor. Çok sade, hem de büyük yatırımlar<br />
yok, Amerikan filmlerindeki gürültü patırtı, bunların hiçbiri<br />
yok. Siz oturuyorsunuz ve karşıda size bir kapı açılıyor.<br />
Belki yaşamadığınız bir dünya ama onu hemen tanımaya<br />
başlıyorsunuz. Ve tanıdıktan sonra hareket ediyorsunuz.<br />
Bütün sanatlar buna yarar. Yani görüp orada bırakıp<br />
çıkmaya unutmaya engeldirler.<br />
Şu anda yeni Türk sinemasına baktığımızda ana akım<br />
sinemasında Çağan Irmak, Yavuz Turgul gibi daha düzeyli<br />
örnekler var, ama özellikle daha bağımsız filmler<br />
yapan yönetmenlere baktığımızda Nuri Bilge Ceylan,<br />
Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi<br />
dünya sinemasında da tanınan, takip edilen yönetmenler<br />
var. Kitaplarınızdan hangileri filme çekilsin diye<br />
sorduk, ama şimdi benim sorum şu: Hangi yönetmen<br />
sizin kitaplarınızı uyarlasa sevinirdiniz
570<br />
F<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
üruzan: Ben pek çoğunu beğeniyorum. Geçenlerde<br />
galiba Yumurta (Yön: Semih Kaplanoğlu 2007) filmiyle<br />
ilgili Sinan Çetin “Bu festivallerde öyle filmleri seçiyorlar ki<br />
içeri girerken bir hanım kocasına, bu festivalde ödül alan<br />
filmlere beni bir daha getirme dedi, Sinan Çetin ‘çok kötü<br />
oluyor filmler’ dedi” demiş. Sinan Çetin de Yumurta’dan<br />
böyle bahsederse... Sonra Sinan dönüyor diyor ki “Ben<br />
haksızlık ettim orada, onu demek istememiştim!”<br />
Festivallerde bir jüri vardır, bunu hiç unutmamak lazım,<br />
jürinin değerlendirmesidir o. Bunu önden böylece kabul<br />
etmiş olursunuz. İtiraz etmek, vay efendim bu ne biçim<br />
seçim demek yersizdir abestir. Sinan Çetin’i sinemayla<br />
uğraşmış, şu anda yapımcılık yapan sinemadan biri olarak<br />
tanıyoruz. Ama Semih Kaplanoğlu’nun filmini eleştirmek<br />
nereden çıkıyor<br />
Yumurta başarılı bir film. Kalabalıklar gitmiyor olabilir.<br />
Kalabalıklar benim kitaplarımı da harıl harıl almıyorlar.<br />
Alsalar da “Aman Füruzan çıkmış, kim bilir neler neler<br />
yazmıştır” denecek hiç bir şey yazmıyorum kanısındayım.<br />
“Ben bunları yazmalıyım kesinlikle” dediğim şeyleri yazıyorum.<br />
Beğenirler beğenmezler, bir şeyi bir sanat yapıtını ortaya<br />
bıraktığınızda o her türlü görüşe açıktır. Ama o her<br />
türlü görüş içersinde yazar kendi özgün dünyasına baktığı<br />
açıdan o görüşlerin kimini önemser kimini önemsemez.<br />
Semih Kaplanoğlu’nun bir filmini görmüştüm, Herkes<br />
Kendi Evinde (2001). O da önemli bir filmdir. Bazı filmlerde<br />
sekans hatırlarsınız. <strong>Film</strong>de iki adamın lokantada buluşup<br />
konuşması var. Biri komünisttir Sovyetler’e gidip geri<br />
dönmüştür, öbürü hiç bir yere gitmemiştir. <strong>Film</strong>deki o bölümü<br />
aynen hatırlıyorum. <strong>Film</strong> başarılıdır. İçinde yer yer<br />
eleştireceğimiz şeyler olabilir. Yumurta da bence başarılıdır.<br />
Kaplanoğlu kendi sinema dili içinde belli bir olgunluğa<br />
gidiyor.<br />
Herkes ilk filminde en başarılı film çekmiyor. Öylesi<br />
de var elbette ama olmayabiliyor. Yani dışarıdan sanata<br />
kurallar getirmek, böyle böyle yapılmalı, kurallar bunlardır<br />
demek yanlış, yersiz. Piyasanın filmi olur herkes gider, ona<br />
kimsenin bir şey dediği yok. Keşke bütün o filmler daha<br />
çok para kazansa da bir sinema sanayi kurulsa. Herkes
Füruzan 571<br />
bir film çekmek için 2 sene, 3 sene para arıyor. Yazık değil<br />
mi, bu kadar yetenekli insanlar niye öyle çabalasınlar Dışarıda<br />
festivallerden ödüller alıyorlar, Oscar hariç –Oscar<br />
çok mu önemli<br />
Sinema bir sersemletme makinesi mi olsun, öyle mi<br />
isteniyor Gireceksiniz içeri, müthiş gürültülü, kanlı bir<br />
kargaşa olacak karşınızda, parça parça seslerle, bedenlerle<br />
çıkacaksınız. Ah ne kadar eğlenceli! Bütün hayatı böyle<br />
yaşamak isteyenler için dünya kadar film yapılıyor. Her yıl<br />
ABD nerdeyse milyonlarca film çıkarıyor.<br />
Adamlar dünyada bütün iletişimin tüm işitsel, görsel,<br />
büyük küçük bu tür aygıtların aklınıza ne gelirse toplamının<br />
% 97’sini ellerinde tutuyorlar. Daha ne diyeyim Ne<br />
demek bu rakam bir düşünelim % 97! Dehşet bir şey.<br />
Durmadan gişe filmi sanat filmi bu böyledir şöyledir<br />
diyoruz Tıpkı başta dediğim gibi beğendim beğenmedim.<br />
Bu tür değerlendirmelerimizi açıklamalıyız, bir sözcükle<br />
geçiştiremeyiz. Hayat bu kadar kolay yaşanıyorsa öyle yaşayanlara<br />
çokça gişe filmi var. Yukarda değindiğimiz yönetmenlerle<br />
ben de çalışmak isterim. Yalnız onların kendi<br />
senaryolarını oluşturmaları bana daha doğru geliyor.<br />
Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan sineması için ne düşünüyorsunuz<br />
Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’sinden sonra gördüğüm<br />
(çünkü onu da senaryo, diyaloglar, anlatım olarak gerçekten<br />
beğenmiştim) Beş Vakit’i (2006) de çok başarılı. Özgün<br />
bir sinema oluşturma çabasındalar. Zeki’de öyle. Konvansiyonel<br />
bir sinema yapmıyorlar. Bu yaklaşım benim sanatlardaki<br />
etik anlayışım açısından çok önem ve değer verdiğim<br />
bir yaklaşım. Bu arkadaşlar bunca çaba sonucu güzel<br />
çalışmalarını sürdürürken, ne olursa olsun sinemadan<br />
caymazken filmlerine çok alttaki bir çizgiden başlamadılar,<br />
gittikçe de yükseltiyorlar. Bu yönetmenler filmlerimiz çok<br />
gişe yapmıyor diye gişe filmlerine mi yönelsinler Benim<br />
aniden biraz daha para kazanmak için, şimdi artık ne modaysa<br />
o konulara yönelip yazmama benziyor bu. Hayır, bir<br />
de ben bu tür bir şeyi beceremem inanın ki. Bazen düşü-
572<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
nüyorum nasıl yapılıyor acaba Uyduruk ızdıraplar, abartılı<br />
cinsel şeyler...<br />
Çok ilginç bulduğum bir şey anlatayım. Demişler ki<br />
“Füruzan’ın edebiyatında cinsellik yoktur”. “Haydiii, nerden<br />
çıktı bu laflar” diye şaşıp kalmıştım. Ben edebiyatımda<br />
cinselliği de anlattım zannediyordum demek ki yanılmışım.<br />
Daha yoğun acaba nasıl olacaktı<br />
Benim tuhaf bir anım var. Berlin’den Amsterdam’a<br />
gittik arkadaşlarla. “Ben hayatta porno görmedim. Buralarda<br />
oynuyormuş görsem” dedim. Bilgim olacak ya her<br />
olan bitenden, ben meraklıyım ya! Yılmaz Özkan arkadaşım<br />
dedi ki “Bak biz seni oraya sokarız. Hemen çıkarsan<br />
pasta paranı sen verirsin”. “Yok dedim ben pekâlâ seyrederim,<br />
niye seyretmeyeyim. Ben sabırlı bir seyirciyimdir”.<br />
Onlar olacakları belli ki biliyorlar ama ben aymadım: “Biz<br />
seni burada bekleriz” diyorlar. “Beklemeyin, bu ne kadar<br />
sürer, en az 45–50 dakika, beklemeyin kanalın kenarında”<br />
dedim. İçeri girdim. Loş her yan. Küçük bir perde. Fakat<br />
salonda oturanların her biri mumya gibi kıpırtısız. Çok tuhafıma<br />
gitti. Hiç hareket yok. Herhalde öyle oluyor burası<br />
dedim. Daha sahneyi görmüş değilim. Ben önce bu kıpırtısızlığı<br />
izledim. Sonra bir yere oturdum. Bir koltuk arayla<br />
yanımda bir adamla bir kadın oturuyor, onlar da gerçekten<br />
mumya gibi, kasılmışlar. Perdeye baktım şöyle, bir irkildim<br />
ne görüyorum diye. Kadın ve erkeklerden ibaret bir<br />
sakatat grubu devinip duruyordu karşımda. Tüm iç organları<br />
dışına çıkmış gibi. Bu feci bir şey. İnsan bedenini böyle<br />
görmek nasıl olabiliyor. Korkunç geldi bana. İnanın iki<br />
dakika geçmedi. Nasıl dışarı attım kendimi bilmiyorum.<br />
Bu mu İnsanı, cinselliği, kösnüyü böyle mi anlatacağız<br />
İnsan kendi sevgisiyle birlikte, kendi vücuduyla birlikte<br />
kendi var oluşunu tayin eder. Bu kadar aşağılayarak<br />
olmaz. Cinsellik de etkili bir şeydir. Ama benim edebiyatımda<br />
yokmuş, ee bizden bu kadar!<br />
Hiç jüri üyeliği yaptınız mı Biraz onlardan anılar,<br />
anekdotlar alsak sizden.<br />
üruzan: 38. Antalya <strong>Film</strong> Festivali’nde 10.uncu kez<br />
F jüri üyeliği yaptım. Jüride başkanımız Şerif Gören’di.
Füruzan 573<br />
<strong>Film</strong>ler seyrediliyor. Ben Zeki Demirkubuz’un Yazgı (2001)<br />
filmini adam akıllı beğendim. <strong>Film</strong> Camus’un ünlü Yabancı<br />
6 ’sından yola çıkarak çekilmiş Zeki bunu elbette jenerikte<br />
belirtiyor. Büyük Adam Küçük Aşk beğeniliyor, Handan<br />
İpekçi’nin filmi. Olabilir, ne yapalım Ben ve birkaç arkadaş<br />
Zeki’nin filmini beğendik. Zor bir film seçkin bir edebiyat<br />
uyarlaması, iyi çekilmiş bir film. Sonra tartışmaya oturuldu.<br />
Fikrimi söyledim. Fakat diğerleri beğenmemişler.<br />
Ben de “O zaman karar ‘oy birliği ile’ diye değil, ‘oy çokluğu<br />
ile’ diyerek açıklansın” dedim. Bu ‘oybirliği’ nitelemesi<br />
yanlış bir açıklamadır arkadaşlar, sonuçları hep böyle<br />
açıklıyorlar. ‘Oy çokluğu’ diye dürüst bir açıklama yapılmalı.<br />
“Tutanak tutulmalı, tutanak yazılmalı. Burada çoğunluk<br />
oyu yok, seçilen konvansiyonel bir film benim için,<br />
siz seçtiniz seçiminize bir şey diyemem” diye de ekledim.<br />
Sonra festival başkanıyla konuştum, “Bakın bu filmde<br />
benim şu arkadaşların oyu Zeki Demirkubuz’un filminedir.<br />
(Adlarını anmayayım şimdi, kendimden bahsediyorum bilenler<br />
bilir) Ben kişisel olarak böyle bir tutanağı gerekli buluyor<br />
ve istiyorum. Tutanak yazılacak imzalayacağız. Gerçekten<br />
o şimdi Antalya <strong>Film</strong> Festivali jüri seçimleri dosyasında<br />
yerini aldı. Benim için olumlu bir anıdır bu. Sonra<br />
bu karşı çıkışım etrafa yayılmış, yayılmayacak gibi de değil.<br />
Bir gün sinemaya gidiyordum, karşıdan Nuri ve Zeki<br />
geliyor. Zeki “Neler yapmışsınız gene” dedi. “Bir şey yapmadım,<br />
beğendiğimi savundum, tek arzu ettiğim ‘oy birliğiyle’<br />
değil ‘oy çokluğuyla’ olduğunun sonuçta açıklanmasıydı.<br />
Açıklandı da. Bu tür açıklama çoğunlukla yapılmıyor<br />
biliyorsunuz, bunun kesinlikle yapılması gerekir kararların<br />
inandırıcılığı açısından. Oy çokluğu başka, oy birliği<br />
başka bir değerlendirmedir.<br />
Bir şeye daha değineyim: Angelopoulos’un 7 Kumpanya’sını<br />
(O Thiasos, 1975) daha hiç buralara gelmeden Berlin’de<br />
görmüştüm. Yanımda bir Rum arkadaşım vardı, o<br />
çevirdi ve ben hayran oldum filme. Derken Angelopoulos<br />
buraya geldi, iki yıl kadar sonra, İstanbul <strong>Film</strong> Festiva-<br />
7 Tanınmış Yunan yönetmen Theo Angelopoulos.
574<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
li’ne. Gene her zamanki gibi salon doldu, sonra hızla boşaldı,<br />
içeride beş on kişi kaldı. Yorum şu oldu: Ne kadar<br />
ağır çekilmiş bir film tek planlar bitmek bilmiyor. Canım<br />
adam öyle anlatıyor, otur seyret merak et en azından. Sonra<br />
Angelopoulos şöhret olunca, herkes ilgilendi yazdı. Bizdeki<br />
eleştirinin de kaynakları ünden şuradan buradan geliyor<br />
ne yazık ki. Bunlar tanıklıklarımdır.<br />
Dinleyici Soruları<br />
Çağan Irmak’ın sizin “47’liler” kitabınızı sinemaya<br />
uyarlamak istediğini duymuştum. Ne düşünüyorsunuz<br />
bu konuda<br />
F<br />
üruzan: Evet, okudum ben de. Birkaç gazetede açıklaması<br />
vardı. Tanırım Çağan’ı. İzmir’de öğrenciyken<br />
tanımıştım. Bir konuşmaya gitmiştim oraya. Son sınıf öğrencisiydi<br />
galiba. Zaten heyecanlı bir yapısı var, onu hoşlaştıran<br />
ona yakışan bir şey bu. Ben kitaplarımı imzalıyordum.<br />
Biri geldi bir sürü kitap elinde. O kadar heyecanlıydı<br />
ki- bunu anlatmayı isterim-, bütün o bekleyen sırayı görmeden<br />
öne geçti. Sıradakiler çok sinirlendiler haklı olarak.<br />
Ben hemen anladım karşımdaki öyle saygısızlık yapacak<br />
bir kişi değil. “Şurada durursanız” dedim, “Ha öyle mi”<br />
dedi arkaya geçti. Sonra birçok kez zaman zaman kısa haberleşmelerimiz<br />
de oldu.<br />
Bu isteğini söylüyor, evet, yalnız çok doğru ve önemli<br />
bir şey de ekliyor. Bu kitabın filme çekilmesi için bir yapımcının<br />
bunu göze alması lazım. Bu filmin hiç ucuz bir<br />
film olmayacağı kesinlikle ortada diyor.<br />
<strong>Film</strong>den, Menzel’in filminden bahsederken kadınlara<br />
yaklaşımından söz ettiniz. Bir kadın yazarsınız. Sinemadaki<br />
ve edebiyattaki kadın karakterlerle ilgili sormak<br />
istediğim bir şey var. Oyuncular hep yeterince<br />
sağlam kadın karakter çıkmamasından şikâyet eder.<br />
Yabancı oyuncuların röportajlarında da sıklıkla okuduğum<br />
bir şey bu. Siz bunu böyle görüyor musunuz<br />
Edebiyatta ve sinemada güçlü karakter deyince sizin<br />
aklınıza gelenler hangileri Sizin yazdıklarınız dışında.
Füruzan 575<br />
Ben yazarım. Kadınım ve yazarım. Erkeklere erkek yazar<br />
denmediği sürece; sanırım hiç de denmeyecek gibi görünüyor!<br />
Ben kadınım/Yazarım evet. Bu bir sıfat herhalde!<br />
Nasıl bir sıfat!<br />
Fakir Baykurt’un romanları geliyor hemen aklıma.<br />
Fakat o kahramanlar erkeksi bir kadın gibi çizilmiştir. Yani<br />
eline baltayı alıyor.<br />
Bizde feminist harekette garip bir yaklaşım var –ki<br />
saygı duyulacak bir harekettir feminizm.– Tam hedef olarak<br />
sistem gösterilmedi hiçbir zaman. Hedef açıkça sistem<br />
olmadı. Siz sistemi hedef alarak gösterirseniz o sistemi yönetenler<br />
zaten erkeklerdir. Erkeklerin binlerce yıllık, sistem<br />
içindeki yöneticilikleri onları yozlaştırıp duyarsızlaştırmıştır<br />
kaçınılmaz olarak. Yani bir insan düşünün ki<br />
dünyaya gelmesinden başlayarak bütün hayatı emir kabul<br />
etmek ve emir vermekle geçiyor. Ve sistemin içinde sizin<br />
tanımlanmanız, ayrımınız kadının tanımlanması hep ‘o<br />
sistem’ tarafından yapılmış. ‘Buna hayır diyebilmeniz için<br />
nasıl bir yapıda olmanız gerek’ çok açılım taşıyan bir soru<br />
Erkeksi olmak ister istemez burada ortaya çıkıyor.<br />
Onun gücünü öbürüyle tarif etmeye başlıyorlar. Irazca 8 kişiliği<br />
neredeyse bir erkek gibidir. Irazca yönettiği bütün<br />
kadınlara da böyle davranır. Ama çaresi yok. Yani yumuşak<br />
ve sevecen olarak toplumda pek bir şeyi düzeltemiyor<br />
sanki kadın. Çünkü karşı tarafın silahları bunlar değil.<br />
Demin Madam Bovary 9 ’den bahsettik burda dikkat<br />
çekici olan cinsellik (namus) taşıyıcılığının kadına yüklenmesidir.<br />
Aşk cinayetlerinin kurbanları da kadınlardır.<br />
Bırakılabilirler fakat erkeği terketmeleri suçtur. Elbette erkek<br />
aşık olduğu sürece. Kadınların trajik, kanlı genel tarihi<br />
budur.<br />
Yirminci yüzyılda Sosyalizme girişte parlak kadın kişilikler<br />
var. Rosa Lüksemburg hemen aklıma gelenlerden biri.<br />
Simone de Beauvoir ve gibiler önemli açılımlar getirdiler.<br />
Oysa üçüncü bin yılda dinlerin nerdeyse tüm coğrafyalarda<br />
yükselişi, yükselmeyi sürdürmekte oluşu kadın ha-<br />
8<br />
Irazca, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü kitabının ana karakterlerinden biridir.
576<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
reketlerinin önemini bence şimdi çok daha da ciddiye almamızı<br />
gerektiriyor. Hem de zıt iki uçta, gelenekselle aydınlanmacı<br />
Sosyalist deneyimin nerdeyse her noktada silinmesi,<br />
sistem tartışmasının kaçınılmaz güncelliğini daha<br />
da keskinleştiriyor. Tüm ahlak vaazları bence politiktir bu<br />
da hiç unutulmamalı. Bir de yer küredeki menkul ve gayri<br />
menkul maddi varsıllığın sahipleri yüzde 95 oranında erkekler;<br />
kalan yüzde 5’te de yine erkek parmağıyla sahiplenilmiş<br />
kadınları görüyoruz. ABD’li TV show’cusu Ünlü<br />
Oprah’ı bunun dışında tutarak... Anna Karenina 10 da nefis<br />
bir karakterdir. Bovary’le o intiharı seçen kadınların edebiyattaki<br />
kraliçeleridir. Toplumun onayladığına karşı koyanların,<br />
kadınların amansız sonunu çizerler.<br />
Şimdi bunlar 19. yy. karakterleri. 20. yy.’ın karakterlerine<br />
baktığınızda kim çıkıyor karşınıza Birinci adımda<br />
çarpıcı olan çıkıyor ortaya, bir şeye karşı çıkan, ikinci<br />
etapta cezalandırılan yine onlar. Bu ceza çeşitli biçimlerde<br />
olur, toplumun dışına atılarak örneğin. 20. yy.’da, kadının<br />
en büyük niteliği diye şirket yöneten kadın olmak, hep yöneten<br />
kadın olmak önemseniyor. Tabi yönetsinler, tabi işin<br />
içinde olsunlar, bunları söylerken bunu da eklemek zorunda<br />
kalıyorum çünkü karşıymışım gibi anlaşılmasın.<br />
Ben kadınların ne kadar çok yerde olabiliyorlarsa olmaları<br />
gerektiğine inanan biriyim. Çünkü bu eşit güç paylaşımıdır.<br />
Ama onlar oraya geldikleri zaman ne yazık ki sistemin<br />
genel geçer kurallarıyla uyum içindeler. Uymuyorlar mı<br />
Şimdi ben kime kuvvetli diyeyim Geneli konuşuyorum,<br />
bunun özel örnekleri olabilir. Edebiyattta da çok sık görmüyoruz.<br />
Şimdi Janne D’Arc demeyelim, çünkü o ilahi bir<br />
yüklemle haleyle çıkıyor ortaya, üstelik erkek kıyafetiyle,<br />
kılıcıyla. Doğru bir örnek değil. Gruşenka olabilir bakın.<br />
Yani Dostoyevski’nin Budala’sındaki Gruşenka da güçlü<br />
bir kadındır. Paraları yakar, adamları aşağılar. O acılarla<br />
da ayakta olsa duran kadındır. Ama o Gruşenka neyi temsil<br />
ediyor Romanda da ahlaklı gösterilmiyor. Çok saygı<br />
9<br />
Gustave Flaubert’in baş karakterinin adını taşıyan ünlü romanı.<br />
10 Leo Tolstoy’un ünlü romanı.
Füruzan 577<br />
değer sayılmıyor, tuhaf bir kadın; biraz öyle biraz böyle,<br />
babayla da yattı oğluyla da. Ben bu kadınlık durumunun<br />
erkeğe eşit noktaya gelip kolay kolay toparlanacağını, hele<br />
3. bin yılda olabileceğini hiç zannetmiyorum. Bu konuda<br />
karamsarım. Ne yazık ki güzel güçlü, olumlu bir cevap veremiyorum.
578<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007<br />
Füruzan Kimdir<br />
İlk kitabı Parasız Yatılı’yla 1972 Sait Faik Hikâye<br />
Armağanı’nı kazandı. 12 Mart dönemini anlattığı ilk romanı<br />
Kırk Yedi’liler ile 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü<br />
kazandı. Öyküleri denemeleri başta Almanca olmak üzere<br />
Fransızca, İspanyolca, Farsça, İtalyanca, Japonca, İngilizce,<br />
Rusça, Bulgarca gibi birçok dile çevrildi.<br />
1988–1990 yıllarında çektiği Benim Sinemalarım filmi<br />
1990’da Cannes <strong>Film</strong> Festivali’nin “Eleştirmenlerin 7 Günü”<br />
ve “Altın Kamera” bölümlerinden çağrı alarak 158 film<br />
arasından seçilen 8 filmden biri olarak gösterime girdi.<br />
1991’de uluslararası İran Fejr <strong>Film</strong> Festivali’nde,<br />
Uluslararası Jüri’den “En İyi İlk <strong>Film</strong> Jüri Özel Ödülü”nü<br />
kazandı. 1991’de Tokyo Uluslararası <strong>Film</strong> Festivali’nde<br />
seçilen “En İyi 10 Asya <strong>Film</strong>i” arasında yer aldı. (2000–<br />
2004). 2007’de DİE Kurumunun onur ödülünü aldı. 2008’de<br />
İzmir Pen Edebiyatçılar Birliğince Öykü Onur Ödülü verildi.<br />
Başlıca Eserleri<br />
Gül Mevsimidir (1985) (öykü)<br />
Gecenin Öteki Yüzü (1982) (öykü)<br />
Benim Sinemalarım (1973) (öykü)<br />
Kuşatma (1972) (öykü)<br />
Parasız Yatılı (1971) (öykü)<br />
Berlin’in Nar Çiçeği (1988) (roman)<br />
47liler (1974) (roman)<br />
Balkan Yolcusu (1994) (gezi)<br />
Ev Sahipleri (1981) (gezi)<br />
Yeni Konuklar (1977) (gezi)<br />
Lodoslar Kenti (1991) (şiir)