PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN YETMİŞBEŞ YILIANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİANKARA UNIVERSITY FACULTY OF POLITICAL SGIENCE(imafcnULUSLARARASI KONFERANS00 OPl»l iINTERNATIONAL CONFERENCE<strong>Ankara</strong>, 22-23 Ekim / October 1998<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi YayınıYayın No: 582
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİANKARA UNIVERSITY FACULTY OF POLITICAL SCIENCEULUSLARARASI KONFERANSINTERNATIONAL CONFERENCE00atmjmmİ mmmroınf<strong>Ankara</strong>, 22-23 Ekim / October 1998<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi YayınıYayın No: 582
ISBN 975-482-481-9<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> BasımeviBilgisayar sisteminde dizilip, ofset tesislerinde basılmıştır.<strong>Ankara</strong> 1999 - Tel: 213 66 55
İÇİNDEKİLERCumhurbaşkanı Sayın Süleyman DEMİREL'in Mesajlı<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Celal GÖLE'ninÖnsözüIXDüzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Sina AKŞIN'in SunuşuDr. Vladimir I. DANILOV: Atatürk ve Türkiye 'nin Siyasal Modernleşmesi 1Prof. Dr. Özer OZANKAYA: Türk Devriminin Demokrasi Kuramına Katkıları ... 7Prof. Dr. Sina AKŞİN: The Nature ofthe Kemalist Revolution 19Prof. Roberto Gonzâlez GOMEZ: Kemal Atatürk: the Emergence of ModemTurkey 29Ass. Prof. Llambro FİLO: Ataturkism an Initiative of a Modern Political Culture(Comparative Study) 41Nada ZIMOVA: Atatürk and the Idea of a Republican State 47Dr. Muhammed NUREDDİN: Cumhuriyetin İlânının 75. Yılı Avrupalılaşma veKemalizmin Karakteri 51Orhan KOLOĞLU: Hızlı Çağdaşlaşma Modeli Olarak Atatürkçülük 59Prof. Dr. Bülent DÂVER: Hümanizma ve Atatürk 67Dursun ATILGAN: Çağdaş Türkiye'nin Temeli Kemalist İlkeler 73Prof. Dr. Kamel Abu JABER: Mustafa Kemal Atatürk 85Prof. Carter V. FINDLEY: Reflections on the Early Turkish Republic in World-Historical Perspective 91Ord. Prof. Dr. Anna MASALA: Mustafa Kemal Türkiyesi ve Avrupa 99Edouard SABLIER: De Gaulle 's Turkey 103Prof. Dr. Nimetullah HAFIZ: Türkiye Cumhuriyeti'nin Balkan Devletlerinde Yankıları107Yrd. Doç. Dr. Mustafa TÜRKEŞ: Atatürk Döneminde Türkiye 'nin Bölgesel DışPolitikaları (1923-1938) 129Prof. Dr. İbrahim TATARLİ: İki Dünya Savaşı Arasındaki Dönemde Atatürk veModern Türkiye'nin Bulgaristan Parlamentosu'nda Değerlendirilmesi 143Prof. Dr. Baskın ORAN: Kalanların Öyküsü (1923 Mübadele SözleşmesininBirinci ve Özellikle de İkinci Maddelerinin Uygulanmasından AlınacakDersler) 155VIIXI
Gazmend SHPUZA: Arnavutluk İle Türkiye Arasında Diplomatik ilişkilerin Kurulması(1923-1926) 175Prof. Dr. Ljiljana COLIC: Reflections of Mustafa Kemal Atatürk's Reforms in theKingdom of Yugoslavia 183Mustafa MEHMET: "Atatürk İnkılâpları" ve Romanya Türk Toplumu 191Prof. Dr. David KUSHNER: Some Observations on İslam and Secularism inTurkey 197Erik CORNELL: The Essence of Secularism-Land shall by Law be Built 205Nazlı KANER: Atatürkçülüğün Çağdaşlık Görüşü ile İslamî Geleneklerin bir SenteziVar mıdır? Cumhuriyet Türkiyesi'nin Fikir Hayatındaki Gelişmeler:Sâmiha Ayverdi Örneği 209Prof. Dr. Eugen BUCHER: The Position of the Civil Law of Turkey in the WesternCivilisation 217Dr. Ali KAZANCIGİL: Turkey's Democracy in the 1990s: a Retrospective andProspective View 231Prof. Dr. A. Raşit KAYA: Siyaset, Demokrasi, Medya 251Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI: Küreselleşme ve Kemalizm 257Prof. Dr. Cem EROĞUL: Devletin Yeniden Yapılandırılması Söylemi ve Türkiye'ninDemokrasi Gereksinimi 275Vicente Guillermo ARNAUD: Atatürk and Modern Turkey 281Berııhard Tjin Liep SHIE: Atatürkism and Modern Turkey; the Early Reforms ofAtatürkism and the Perspectives towards the Development of a DemocraticSociety 1923-1950 287Prof. Dr. Djaparidze Shota ISMAILOVICH: Atatürk and Republic of Turkey onthe New Stage ofPolitical Orientation 297Dr. Meııter ŞAHİNLER: Atatürkçülük ile Demokrasinin Türkiye'de ve MüslümanÜlkelerdeki Geleceği 313Jean-Louis BACQUE-GRAMMONT (Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Berrin CEYLANATAMAN): 1938 Sonunda Paris Basınında Atatürk ve Eseri Üzerine BazıDüşünceler 331Prof. Dr. Gertrude DURUSOY: L'Impact des Initiatives d'Atatürk sur la Vie Culturelleen Turquie 361Dr. Xavier JACOB: Atatürk et la Laicite 371Prof. Robert MANTRAN: Souvenirs et Reflexions sur la Periode Post-Kemalienne de 1945 â 1954 387Prof. Jacques THOBIE: La Republique de Turquie: la Voie de la PuissanceRegionale 395Prof. Dr. Dan BERINDEI: Nicolae Titulescu et la Turguie d'Atatürk 423IV
Dr. Nahas M. MAHIEDDIN: L'Influence des Idees de Mustafa Kemal Atatürk surl'Elite Politique et Culturelle en Algerie durant la Periode de l'Entre Deux-Guerres 433Penda M'BOW: La Lecture de l'Experience Laıque du Senegal a la Lumiere deCelle de la Turquie sous Mustapha Kemal Atatürk (1881-1938) 455Prof. Rafâa BEN ACHOUR: Modern Tunisia and Turkey (A Comparative Studyin the Light of The Kemalist Principles) 467Dr. Bilâl N. ŞİMŞİR: Cumhuriyetin Başkenti <strong>Ankara</strong> 475Dr. Horst UNBEHAUN: Irade-i Milliye Gazetesi ve Millî Mücadele DönemindeSivas Basını Üzerine Gözlemler 487Prof. Dr. Justin McCARTHY: Population Change and the Creation of the TurkishRepublic 509Masami ARAI: Milliyetçilik İlkesinin Unutulmuş bir Öncüsü: Ahmed Ferid Bey ... 525Prof. Mehmet Ali EKREM: Atatürk Türkiyesi ile Romanya Arasındaki Diplomatikİlişkilere Toplu bir Bakış 533Prof. Dr. Yusuf HAMZA: Atatürk ve Makedonya Türklüğü 539Prof. Dr. Petrika THENGJILLI: Kemalist Türkiye'de ve Arnavutluk'ta KadınHareketi (Tarihi Kıyaslamalar) 553Constantine D. ZEPOS: Evolution of the Kemalist Doctrine, from a Greek aStandpoint 559Prof. Dr. Elmira MURADALIYEVA: Azerbaycan Tarihçiliğinde ve ÜniversiteKurslarında Atatürkçülük Kavrayışı 565Prof. Dr. Aııvar KASIMOV: Communication between Turk Republics 577Prof. Dr. Inom A. ASROROV: Using the Experience of Turkey in Economy Reformof the Republic of Tajikistan 581Dan TSCHIRGI: Turkey's Challenges in the Arab World 589Prof. Dr. Robert ANCIAUX: The Foreign Policy of Turkey in the Middle Eastand the Actuality of Atatürk's Thought: from the Pact of Saadabad to thePeace Process 601Dr. Youssef Mouhamed IRAKI: The Plane of the Ghazy Mostafa Kamal Pasha inthe Independence War and the Egyptian Attitude towards this War 1920-1923, According to the Egyptian Archives 613Dr. Yücel GÜÇLÜ: The Last Pitched Battle of the First World W ar and the Determinationof the Turkish-Syrian Boundary Line 623Prof. Abderrahmaııe el MOUDDEN: Bin Abd Al-Karim's and Kemal's Movementin the 1920s: what Connections? 639Dr. Arshi KHAN: State-Society Relationship in Turkey and India: a Comparative653StudyV
Prof. Dr. Zheng-hua DONG: Chinese Views of Atatürk and Modern Turkey 669Prof. Dr. Jaemahn SUH: Kore-Türk İlişkilerine Genel bir Bakış 677Prof. Duncan Bruce VVATERSON: Atatürk, ANZAC and Australia 689Prof. Gerrit OLIVIER: The Relevance of Kemal Atatürk in the Turkey of theFuture 701Prof. Dr. Victor Morales LEZCANO: Garcia Gomez, a Valuable Clog in theMediterranean Policy of Spain in the M ist of the Cold War 713Prof. Dr. Tapaııi HARVIAINEN: The Northemmost Turk Community- a Case ofEuro-Islam in Finland 723Arshad-uz ZAMAN: Atatürk Seen from Bangladesh 731Prof. Dr. Ergun TÜRKCAN-. Türkiye'nin Teknoloji Tercihleri: 1923-1998 Doğrular-Yanlışlar;İmkânlar-İmkânsızlıklar 741Prof. Dr. Dr. h.c. Şefik Alp BAHADIR: Turkish Economy on the Threshold of the2İst Century: a Critical Review of Some Recent International Appraisals 761Prof. Dr. Bilsay KURUÇ: Kamu Ekonomisinde bir Yöneticilik Örneğinden İzlenimler:Selahattin Şanbaşoğlu ve Sanayide Modern Girişimcilik 773Prof. Geoffrey LEWIS: Bilmeyen Ne Bilsin Bizin ? 781Adnan BİN YAZAR: Atatürk'ün Yaratmak İstediği Bilgi Toplumu 787Prof. Dr. Ezel Kural SHAW: The Language Factor as the Keystone of the TurkishRepublic 's Reform Program 797Prof. György HAZAI: Türkolojinin Türkiye'de Cumhuriyet Dönemindeki GelişmesininBazı Sorunları Üstüne 809Tamer BACINOĞLU: The Perception of Kemalism in German Journalism sincethe End of the Cold War 817Dusan MIHAJLOVIC: Atatürk, one View of the Life and Achievement of MustafaKemal Atatürk at the End of the 20th Century 835Konferans Programı 841Düzenleme Kurulu (Organizing Committee) 853VI
Bu bakımdan, Türk milleti Cumhuriyetin ve kurucusu büyük Atatürk'ündeğerini iyi bilmektedir. Onun ilkelerine bağlı olarak onun gösterdiğihedef doğrultusunda azim ve kararlılıkla yürümeye devam edecektir.Bu çerçevede, "Atatürkçülük ve Modern Türkiye" konulu konferansımemnuniyet ve takdirle karşılıyor, düzenleyenleri tebrik ediyorum. Konferansiçin ülkemize gelen değerli bilim adamlarına hoşgeldiniz diyorum.Bu vesileyle, konferansın başarılı ve verimli olmasını diliyor, tümkatılımcılara selâm ve sevgilerimi iletiyorum.VIII
ÖNSÖZTürkiye Cumhuriyeti'nin 75. Kuruluş yılı dolayısıyla 22-23 Ekim1988 tarihlerinde Fakültemizce düzenlenen "Atatürkçülük ve ModernTürkiye" uluslararası konferansında sunulan tebliğleri bu kitap ile yayımlamanınmutluluğunu yaşıyoruz.29 Ekim 1998 tarihinde 75. yaşını kutlayan Türkiye Cumhuriyetigenç, dinamik, uygar ve çağdaş bir devlettir. Bugün için Türkiye Cumhuriyeti,hür düşünceye ve insan haklarına saygılı, laik, demokrasi ilkelerinebağlı, güçlü bir devlettir. Modern Türk Devleti, fikri gücünü Atatürk ilkeve devrimlerinden kısaca Atatürkçülük'ten almıştır. îşte 22-23 Ekim1998 tarihlerinde düzenlediğimiz uluslararası konferansta da 75. yılınıkutlayan Türkiye Cumhuriyeti'nin bu başarısı ve onun kurucusu BüyükAtatürk'ün ilke ve devrimleri çeşitli yönleriyle ele alınarak iki gün boyuncatartışılmıştır.Bu konferansta yerli ve yabancı toplam 81 akademisyen ve araştırmacıbildiri sunmuştur. Yabancı akademisyen ve araştırmacılar, 22'si Avrupa,12'si Asya, 6'sı Afrika, 5'i Amerika, l'i de Avusturalya olmak üzere,46 değişik ülkeden ülkemize bu konferans için gelmişlerdir.<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Cumhuriyetimizin ilk üniversitesi olmasının yanısırabünyesindeki fakülteleri ile, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusundaCumhuriyetimizin temellerinin atılmasına ve yüceltilmesine çokdeğerli katkılarda bulunmuştur. <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>nin gelişim tarihi,Cumhuriyet ile bütünleşmiş; Üniversitemiz, Cumhuriyetin dayandığı temeldeğerlerin korunması ve toplumda yaygınlaştırılmasını varoluş nedenive ana misyonu kabul etmiştir.Siyasal Bilgiler Fakültesi de, ülkemizin en köklü eğitim kurumlarındanbirisi olarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin doğrultusunda Cumhuriyetimizin,siyasi, mali, hukuki ve idari yapısı ile anayasal düzeninin oluşturulmasındave korunmasında önemli sorumluluklar üstlenmiştir. SiyasalBilgiler Fakültesi'nin bu tarihi sorumlulukları arasında, hiç şüphesiz;Cumhuriyete, demokrasiye ve özellikle Atatürkçülüğe sahip çıkacak kadrolarıyetiştirme misyonu da bulunmaktadır. Dolayısıyla, Cumhuriyetimizin75. yılında, Atatürkçülük ve Modern Türkiye konusunda bu kapsamdauluslararası bir konferansın Üniversitemiz çatısı altında FakültemizIX
tarafından düzenlenmesi bir raslantı değildir; bilakis bizler için daima hatırlanacakbir onur kaynağıdır.Söz konusu uluslararası konferans ve tebliğleri toplayan bu kitap yoğunbir çalışma sonucunda hazırlanmıştır. Konferansın ve bu kitabın yayınahazırlanmasında özverili bir şekilde çalışan başta Düzenleme Kuruluüyeleri, asistanım Korkut Özkorkut, matbaa tashihlerini yapan FakültemizAraştırma Görevlileri olmak üzere, Dışişleri Bakanlığı yetkililerineve emeği geçen herkese Fakültem ve şahsım adına kalbi teşekkürlerimiiletiyorum.Cumhuriyetimizin 75. yılını bir kez daha kutlarken, bu kitabın Cumhuriyetimizinaydınlık yarınlarına, Atatürkçülüğe ve özellikle çağdaş,hür, demokrat, laik ve hukuk üstünlüğünü benimseyen Türkiye'nin, Atatürk'ünçizdiği yolda ilerlemesine olumlu katkılar yapmasını içtenlikle arzuluyorum.Prof. Dr. Celal GÖLE<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>Siyasal Bilgiler FakültesiDekanıX
SUNUŞKonferansımız Atatürk, Atatürkçülük ve Atatürk Devrimi konusundabir duruluğa, bir berraklığa ulaştığımız bir sıraya rastladı.Atatürk'ün ülkenin yazgısına önderlik etmeğe başlamasıyla birlikte,Türkiye'de ona karşı büyük bir sevgi ve hayranlık beslenmiştir. Atatürkhemen her adımında o denli başarılıydı ki, başka türlü olamazdı. Fakat busevgi ve hayranlığın anlamaya, değerlendirmeye engel olduğu da doğrudur.Ama aradan uzunca bir zaman geçti. Üstelik Türkiye'de 1980'densonra Atatürk'e karşı şiddetli eleştiriler yöneltildi. Bundan cesaret alanşeriatçılar, bu olumsuz koroya katıldılar. Böylece Atatürkçülük üzerindekafa yorulmaya ve Atatürkçülüğün ne olduğu "keşfedilmeye" başlandı.Bugün pek çok insan bu gelişmelerin ışığında Türkiye'nin sorunlarınınçaresini Atatürkçülükte görmektedir. Fakültemizin düzenlediği uluslararasıkonferans, yukarıda da belirttiğim gibi, böyle bir döneme denkgeldiği için daha da anlamlı olmuştur.***Konferansı ve bu yayını olanaklı kılan Dışişleri Bakanlığına ve katılmacılaraen başta teşekkür ediyorum. Ayrıca <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>ne, Fakültemizinmemurlarına, Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezine,Aristo Tours'a, ve tabii Düzenleme Kurulundaki ve düzeltmenlikyapan arkadaşlara pek çok teşekkür borçluyuz. Bizimle yakın işbirliği yapanDışişlerinden Sn. Dr. Menter Şahinler'i ve Sn. Can Önder'i de unutmuyoruz.Girişimi candan benimseyen ve başarısı için büyük çaba gösterenDekanımız Prof.Dr. Celal Göle'ye özel olarak teşekkür ederim.Şunu da belirteyim ki galiba bütün bu işleri genellikle zevkle yaptık.Kendi hesabıma söylüyorum, fakat sanırım Düzenleme Kurulundaki arkadaşlarda bana katılırlar, toplantılarımız hoş, arkadaşça bir havada geçiyordu.Toplantı günlerini adeta iple çekiyordum.Prof.Dr. Sina AKŞINDüzenleme Kurulu BaşkanıXI
ATATÜRK VE TÜRKIYE'NIN SIYASALMODERNLEŞMESIDr. Vladimir I. DANILOV*Türkiye Cumhuriyetinin 75. yılı Türk toplumu hayatına çok büyükdeğişiklikler getirmiştir. Asrın başlarında Türkler kendilerini bir milletolarak korunması için savaşmaya mecburdular. Bugün ise Türk devletibölgesel bir süpergüç olarak sayılabilir.Milli kurtuluş hareketinin teşkilâtlanmasıyla zaferle sonuçlanmasında,yeni Türk devletinin kurulmasıyla kuvvetlenmesinde, Atatürk'ünyakın arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyetin ilânından evvel hazırladıklarıtemel prensiplerin rolü son derece büyüktü.1919 yılı Mayıs ayında Mustafa Kemal Samsun'dan İstanbul'dakiSadarete şunu belirtiyor: "Millet milli hakimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğinikabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır". Böylece Osmanlı tarihindeilk defa şimdiye kadar egemenliğin timsali olan padişaha karşı milletkoyulmuştur. Aynı zamanda başlıca birleştirici faktör, kurtuluş hareketibayrağı ve sonra yeni Türk devletinin kurulmasıyla kuvvetlendirilmesininde bayrağı olarak Türk milliyetçiliği prensibi teyit edilmiştir.1920 yılı Nisan ayında açılan Büyük Millet Meclisi, ellerinde bütünyasama ve icra iktidarını temerküz ettiğini ve <strong>Ankara</strong> hükümetinin kurulmasınıilan etmiştir. Bu hususta Mustafa Kemal Nutkunda şöyle diyor:"Efendiler, bu esaslara müstenit olan bir hükümetin mahiyeti, suhuletleanlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hakimiyet-i milliye esasına müstenithalk hükümetidir. Cumhuriyettir". Böylece ta o zamanlarda müstakbeldevletin şekli prensip olarak belirlenmiştir. 1923'te gereken şartların olgunlaştıklarızaman Cumhuriyet ilân etmiştir. O zamanlardan beri Cumhuriyetçilik,Anayasada tesbit edilmiş olan devletin sarsılmaz bir temeliolmuştur.Daha 20'li yılların başlarında Kemalistler, halkçılık prensibinin geliştirilmesineözel bir önem veriyorlar. Görüşlerinin sisteminde halkçılık,hakimiyet-i milliye ile Türk milliyetçiliği yanısıra başlıca unsur olmakta-* Moskova.1
dır. Mustafa Kemal'in 1920-1921 yıllarındaki demeçlerinde söylediğigibi "...bizim nokta-i nazarlarımız -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hakimiyetin,idarenin doğrudan doğruyay halka verilmesidir, halkın elindebulundurulmasıdır". Ve "Siyaset-i dahiliyemizde şiarımız olan halkçılık,yani milleti bizzat kendi mukadderatına hakim kılmak esası Teşkilat-ıEsasiye Kanunumuzla tesbit edilmiştir".Aslına bakılırsa Mustafa Kemal bununla gelecek Türk devleti içinbaşlıca demokrasi prensibini ileri sürmektedir. Yani toplum, halk, padişahınAllah'tan almış iktidarını inkâr ederek idareyi ellerine alıyor. Tabiîtemsilî bir organ ve bunun kurduğu hükümet vasıtasıyla. 1921 yılı Ocakayında kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanununda yeni bir terim ortayaçıkmıştır "Türk Devleti". Böylece saltanatın mukadderatını önceden bellietmiştir.Kemalist prensipleri, yeni Türk devleti siyasal teşkilâtlanmasınınesaslarını tayin etmiştir. Cumhuriyet ilânı günü Mustafa Kemal; "Memleketimiziasrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye'de asrî, binaenaleyhgarbî bir hükümet vücuda getirmektir" diye belirtmiştir. O zamandanberi Türk toplumu siyasal Batılılaşma yolunu tutmuş demek birabartma olmayacaktır. Türkiye için Batılılaşma modernleşmenin şekli olmuştur.20'li yılların başlarında Türkiye, Batılı siyasal sisteminden örnekalarak demokratikleşme sürecine başlamıştır.Batılı siyasal sistemin muhakkak unsuru siyasal çokçuluktur. MustafaKemal bunun yani çok partili sistemin prensip olarak taraftarı idi.1924'te bir ecnebî muhabirin sorularına cevaben şöyle diyordu: "Hakimiyet-imilliye esasına müstenit ve bilhassa Cumhuriyet-i idareye malik bulunanmemleketlerde siyasi fırkaların mevcudiyeti tabiîdir. Türkiye Cumhuriyetindede, yekdiğerini mürakip fırkalar tekevvün edeceğine şüpheyoktur".Fakat Atatürk'ün zamanında Türkiye'de fiilen tek partili sistemvardı. Bunun için bazı batılı /hem siyasi hem ilmi/ çevrelerde kemalistler,otoriter, bonapartist bir rejim kurdukları için tenkit edilmiştir.Bununla ilgili hatırlıyalım ki Kemalistlerin başlıca prensipleri arasındadevrimcilik prensibi de yer almıştır. Türk Devletini yani Cumhuriyetikurarak Kemalistler siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel alanlarda muazzamreformların programını ileri sürmüşlerdir. Türk milliyetçiliği prensibi toplumunçeşitli çevreleri hamlelerinin bu programı gerçekleştirmek için seferberedilmesine yardım etmiştir. Öyle sanıyorum ki Atatürk baştaolmak üzere Kemalistler, bu safhada toplumun muhtelif kesimleri partilerhalinde bir birine karşı koymak değil bunları bir partiye milli karakter vererekbu partinin idaresinde birleştirmeye karar vermiştir. Galiba Kemalistler,reformlar işinin parti hizipleri ile anlaşmazlıklarında batabileceklerinisanmışlardır. Zannediyorum ki 20-30'lu yıllarda tek parti rejimireformların başarıyla yapılmasına yardım etmiştir.2
Siyasal çağdaşlaşma yani batılılaşmanın başarıya ulaşması için buyolda ciddi engeller yaratabilecek olan halifelikle ve umumi olarak İslâmdini ile münasebetler tanzim olunmalıydı. Bu hususta belli öncüller ittihatçılartarafından yapılmıştır. Bunlar, Batı değerlerinin benimsenmesiişinin kolaylaştıran laiklik anlamının aşılamasına başlangıç koymuşlardır.Kemalistler bu sahada daha ileri gitmişlerdir. Saltanatın kaldırılması1924'te halifeliğin de yokedilmesine yol açmıştır. Bununla beraber bütünmaarif sistemi laik bir esasa dayatılıp Batı örneklerine uygun olarak yenibir kanunlar sistemi yaratılmaya başlanmıştır. İslâm gibi nazik bir meseledeMustafa Kemal'in gösterdiği nezaketlilik kaydedilmelidir. 1924 yılıMart ayında mecliste konuşurken şunu belirtmiştir: "...İslâm dinini,., birsiyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğugerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi,karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslaragörünüş sahnesi olan siyasetten... kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevisaadetinin emrettiği ebir zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliğibelirir".Ama total bir batılılaşmanın gerçekleştirilmesi için halifeliğin kaldırılmasıkafi değildi. Gitgide laiklik ilkesi iktidarda olan CHP saflarındabenimsenmiş ve 1928 yılı Nisan ayında devlet dinine ait Anayasa maddesikaldırılmıştır. Laiklik prensibi, evvelâ iktidar partisinin sonra devletinde başlıca prensiplerinden biri olmuştur. Bu prensibin hayata geçirilmesi,siyasal modernleşme işini çok kolaylaştırdı.Kaydedildiği gibi tek partili sistem geçici bir mahiyet taşıyordu, Kemalistlersiyasal plüralizmi prensip olarak inkâr etmiyorlardı. İkinciDünya harbinden sonra iç ve dış koşullar değişmiş ve CHP idaresi başkapartilerin kurulmasına izin vermiştir. Böylece demokrasinin gelişmesindeönemli bir adım atılmıştır. Bu başlıca temsili organı olan meclis faaliyetindetesirini gösterdi. Çoğulcu demokrasi yerini pluralist demokrasi almıştır.Parlamento sonraki faaliyetleri tecrübesi, bir takım ilgi çekici hususiyetleriile arasıra ciddi buhranlara yol açan problemleri de göstermiştir.Malûm ki demokrasinin muhakkak bir emaresi, yapıcı bir muhalefetin,serbest tartışmanın ve uzlaşmanın var olmasıdır. Her toplum tartışma çerçevelerinikendi hususiyetlerine göre tayin eder. Söyleyebiliriz ki Türkiye'deçok partili sistemin kanunî çerçevelerin tesbit edilmesi bazı zamanlardasiyasi mücadeleyi ciddîleştiren bir problem olmuştur.1924 yılı Türkiye Anayasasında siyasal sistemin ancak bazı esaslarıbelirlenmiştir. Harpten sonraki yıllarda ise Anayasa hukuku büyük bir gelişmegöstermiştir. Bilindiği gibi Anayasada icra organları yasamadan ayrılmıştır,yargı organlarının yapısı ile yetkileri belirlenmiş, iktidarın üçdallarının fonksiyonları ayarlanmıştır. Anayasa mahkemesi kurulmuş, si-3
yasal partilerin, sendikaların, meslekî cemiyetlerin, derneklerin faaliyetleriesasları da ayarlanmıştır. Bütün bunlar Türkiye'yi toplumun siyasal teşkilâtlanmasıbatı standartlarına çok yaklaştırdı.Öbür taraftan Batı'da kaydedilmeyen bir fenomen Türkiye'de görülebilir:Harpten sonraki yıllarda Türk anayasasının gelişmesinde ordununrolü son derece büyüktü. Malûm olduğu gibi 1961 Anayasası, onun 1971-73 yıllarında değişmiş şekli, 1982 Anayasası ordunun aktif iştirakiyle veidaresi altında hazırlanmıştır.Zikredilen üç Anayasanın kıyaslanması ilginç bir şey gösteriyor.1961 anayasası Türkiye tarihinde en demokratik olmuştur. 1971-73'de vesonra 1982'de demokratik özgürlükleri kısıtlanmış ve aynı zamanda icraiktidarının bilhassa Cumhurbaşkanın yetkileri genişletilmiştir. Bu süreçTürk toplumunun ülkenin gerçek şartlarına uygun olabilecek vatandaşınhaklan ile vazifeleri, şahsiyetin özgürlükleri ile devlette istikrar arasındamuvazemenin arayışı olarak nitelendirilebilir. Bu süreç sona varmamış,devamı vardır.Diğer şark ülkeleri ile kıyasla Türkiye'nin siyasal modernleşme tecrübesidaha sürekli ve öğreticidir. Bu tecrübe kanıtlıyor ki modernleşmesüreci çelişkili ve arasıra acıtan bir mahiyet taşımaktadır. Bu süreç çerçevesindemuhakkak olarak Batı siyasal standartları yerli geleneksel değerlerlekarşılaşmaktadır. Böylece her asrileşmekte olan toplum modern ilegelenek arasında muvazene arayışı problemi önünde bulunmaktadır.Yıllar, Türk devletinin oluşmasında çok büyük rol oynamış olan Kemalistprensiplerini kaçınılmaz bir surette denemekte, bunlara düzeltmelergetirmektedir. Bu hususta milliyetçilik ve laiklik prensiplerine değinelim.Kaydedildiği gibi Türkiye'de asrileşme arasıra acıtan bir surettegeçmiştir. Türk devlet adamlarından ismail Cem bir makalede yazdığıgibi Türkiye modernleşme sürecinde bir şiddetli kültür sarsıntısını yaşamıştır.Türkiye'nin meriyette bulunmuş olan siyasal kurumlan ile ideolojihalamından demokrasiye ve plüralizme hiç hazır olmadığı için bunlar daülke için bir sarsıntı olmuştur.Bu faktörlerin tesiri altında toplumun çoğunu kurtuluş hareketindeve Cumhuriyetin inkişafında birleştiren Türk milliyetçiliği bazı sahalardaayırıcı bir karakter almıştır. Bir Türk yazarın kaydettiği gibi "Türk bayraklarınısallayan Kemalistler, liberaller, kurt işaretleri ve üç hilalli bayraklarlaülkücüler, sosyal demokratlar... hemen herkes orada..." İşte bugünkümilliyetçilik böyle.80'li yıllarda Anavatan Partisi, "yeni milliyetçiliği" kurmak, onunçerçevesinde başlıca siyasal eğilimlerini birleştirmek, böylece milliyetçiliğebirleştirici karakter geri vermek teşebbüsünü yaptı. Bir müddet içindebu teşebbüs başarılı olmuştur.4
Bugünkü Türkiye'nin jeopolitik durumunun bir özgünlüğü var: birtaraftan Doğu dünyasından kısmen çıkmış, İslâm dünyasında tam olarakentegre olmamış, diğer taraftan da Batı dünyasına tamamiyle kabul edilmemiş.Böyle bir durum dışa yönelmiş bir nevi milliyetçiliği doğuruyorki kendini "Türkün Türkten başka dostu yok" ifadesinde gösteriyor.Laiklik prensibi söylendiği gibi çabuk ve efektif modernleşmenin zorunlubir şartı olmuştur. Bununla beraber bu çabuk asrileşme, Batılılaşmatoplum için bir sarsıntı olmuştur. Yine İsmail Cem'in söylediği gibi"Yedi asır boyunca hakim olmuş dinî mahiyette kültür varlığından, buvarlığı temeli olan içtimai ve siyasi kurumlardan kısa bir müddet içindemodern kurumlara geçiş gerçekleştirilmiştir".Burada işin iki tarafına işaret edelim. Türkiye Anayasasında dini siyasiçıkarlar için istismar etmeyi yasaklıyan bir madde var ve böyle biryasak tasvip edilmelidir. Dinî fanatizm ile gericiliğin her belirmesi demuhakkak kınanmalıdır. Ama işin başka tarafı da vardır toplumun hayatındamodernizm ile gelenekçilik arasındaki muvazenedir. Hızlı Batılılaşmagelenekçi unsurları arka plâna itmiştir. Ama bugünkü toplumda buunsurlar gitgide daha fazla aranmaktadır. Böylece toplum dizginsiz kültürBatılılaşma taraftarları ile geleneksel varlıkları taraftarları arasında birçarpışma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir.Türk toplumu 75 yıl zarfında siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel gelişmesindemuazzam başarılar kazanıp dinamik bir inkişafta bulunmayadevam etmektedir. Bu ilerlemede çelişkilerin ortaya çıkması tabiî bir şeyolup dinamik bir toplumun gelecek gelişmenin optimal yolların arayışındabaşarılı olacağı şüphesizdir.5
TÜRK DEVRIMININ DEMOKRASI KURAMıNAKATKıLARıProf. Dr. Özer OZAN KAY A*I. GİRİŞBildirimin konusu, Atatürk'ün düşünce ve eylem önderliğinde gerçekleşenve bir "uygarlık projesi" değerinde olan Türk Devriminin, demokrasikuramına kalıcı nitelikteki temel katkılarını sergilemektir.Bir uygarlık projesi nedir? Bilindiği gibi bir insan topluluğunun"toplum" (=societe, society, Gesellschaft) oluşturabilmesi için, kurumlaşmışolarak yerine getirilmesi zorunlu olan temel işlevler vardır: devlet,aile, eğitim, ekonomi ve üstün değerler dizgesinin yerine getirdiği işlevlerdirbunlar. İşte bir insan topluluğunda bu temel işlevlerin çağın gereklerineve özlemlerine göre etkin biçimde karşılanmasını sağlayan düşünceve değerler dizgesine "uygarlık projesi" denilir.Atatürk'ün önderliğindeki Cumhuriyet devrimi, kanımca, devleti, aileyi,eğitimi, ekonomiyi ve üstün değerler alanını demokratik ilke ve ülküleregöre düzenlemeye yönelik böyle uygarlık projesi kapsamında birgirişimdir. Atatürk kadar, ölümünün üzerinden altmış yıl geçtiği haldehâlâ toplumuna yön verip hedef gösterebilen, onda umut ve heyecan yaratabilen,hatta bütün dünyada düşünceleri, eylemi ve kişiliği ile sevgi vesaygı ile anılan devlet adamı ya da politikacı her halde istisna sayılacakkadar azdır. Bu uluslararası sempozyumun kendisi de Atatürk'ün bu niteliğinebir kanıttır. Seçkin topluluğunuzun da aynı gözlemi paylaştığınainanıyorum. Daha önce de uluslararası düzeyde tanınmış bilimadamlarıve düşünürler bunu yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Fransa'da örneğinMaurice Duverger, Georges Duhamel, Arjantin'de Blanco Villalta, Almanya'daHerbert Melzig, tam da benim bildirimde savunduğum noktalarıön plana çıkarmış oldukları için hemen aklıma gelen isimlerdir. Ne varki uluslararası politikaların konjonktürü, bilimadamı ve düşünürlerin görüşlerinigeniş İadelere bazan duyurmak, bazan da duyurmamak doğrultusundaişlemektedir.Ortadoğu Teknik <strong>Üniversitesi</strong> Öğretim Üyesi.7
Bunların bu yolda sık sık başvurdukları bir tez var: Deniliyor ki, hiçbirşey yoktan ortaya çıkmaz. Atatürk'ün gerçekleştirdiği toplumsal devrimler,Osmanlı yönetimince, özellikle de II. Abdülhamit yönetimincebüyük ölçüde gerçekleştirilmişti. Atatürk var olan bu yapıyı geliştirdi(Gerçi kimileri de bozdu diyorlar). Bir de Atatürk yalnız değildi. O'nunlabirlikte çalışanlar bulunduğu da anımsanmalı uyarısı yapılıyor. Hiçbirşeyinyoktan oluşmadığı, her olayın bir öncesi, bir hazırlık süreci bulunduğuapaçık bir gerçektir; (evidence, bedahet) denilen bir şeydir. Birönderin tek başına herşeyi yapamayacağı da böyledir. Bu öneriler bilgilerimizebirşey katmaz. İnsanlık tarihinde çığır açmış hangi önder, hangidevlet kurucusu, hangi din kurucusu, toplum yaşamının hiç değilse sınırlıkesimlerinde bir gereksinim, bir özlem biçiminde hiç algılanmaya bilebaşlanmamış bir düzeni, hiç yoktan ortaya atmıştır? Ve bu önderlerinhangisi yalnız başına çalışarak düzenini kurmuştur? Atatürk'le ilgili olarakyapılan böyle söylemlerin en azından bilimsel ortamlarda yeri olmamasıgerektiğine inanıyorum. Çünkü bilimin geçerlilik ilkelerinden birinitelik ile nicelik arasındaki farkı gözönünde bulundurmayı gerektirir. Örneğinokulların bilgisiyarla, fizik, kimya laboratuarlarıyla, video göstericileriyledonatıldığını varsayalım. Ama o okullarda özgür düşünmeye yerverilmiyorsa, örneğin sosyolojiye, felsefeye katlanılmıyorsa, Darvin kuramıyasaklanıyorsa, bilimsel yöntemin objektiflik, sorgulayıcılık ilkelerianlatılmıyorsa, otoriter bir kültür veriliyorsa, böyle okulların, Atatürk'ün"Düşüncesi, kültürü, vicdanı özgür kuşaklar yetiştirme" görevini verdiğidemokratik cumhuriyet okullarının öncüsü olduğu öne sürülebilir mi?Bildirimin asıl konusuyla ilgili olarak da bir noktaya değinmek istiyorum."Türk Devriminin ve Atatürk'ün Demokrasi Kuramına Katkıları"yolundaki bildiri başlığı, hep Mustafa Kemal Atatürk'ün Batılı düşünürlerdenve Batı dünyasının kültüründen etkilendiğini duymaya alışmışolanların tuhafına gidebilir. Gerçi Atatürk'ün düşünce ve eyleminde BatıUygarlığının ve Batılı düşünürlerin etkisi olduğu açıktır. Ama MustafaKemal'in de üstelik başarılı uygulamasını da yaptığı düşüncelerinin aynıBatı düşüncesine yani demokrasi uygarlığına katkı niteliğinde olduğu gereğincebelirtilmelidir. Benim bildirimin amacı ve konusu da budur.Mustafa Kemal Atatürk'ün ve O'nun önderliğinde gerçekleşen TürkDevriminin demokrasi, yani özgürlük dâvâsına çok temelli birçok katkılarıolduğu söylenebilir. Sömürgeciliğe baş kaldırma, saltanat ve halifelikgibi kurumlardan toplumunu kurtarma, özgürlük kavramını yüceltme, insanlığınyarısını, hem de en iyi yarısını oluşturan kadınların erkeklerleeşit hak ve özgürlüklere kavuşmasına önderlik etme, sosyal adalete dayalıbir düzen kurma, yurt içinde ve uluslararası yaşamda barışı egemen kılmayaçalışma, hepsi kuşkusuz demokrasi davasına yapılmış çok değerlikatkılardır.Ancak bütün bu katkıların temelinde yatan, bu demokrasi devrimininbaşarı güvencesini oluşturan husus, Atatürk'ün ulusal egemenlik kavramınaverdiği tanım, bu tanımdan dolayı da topum düzenini her türlü dokt-8
iner ideolojik kalıplar altına düşme tehlikesinden sakınabilmiş olmasıdır.Bence bunlar demokrasi kuramına katkı sayılacak değerdedir.Bugün bütün uygar insanlığı yakından ilgilendiren üç önemli olayadikkatimizi çekerek görüşümü açıklamaya çalışacağım. Bunlardan biri,Cezayir'de yıllardanberi yaşanan kanlı olaylardır. Kanımca bu kanlı içkavgada, ulusal egemenlik ilkesinin yani demokrasinin, "Çoğunluk her neisterse yapabilir." biçiminde anlaşılmak istenmesi yatmaktadır. Buna karşılıkTürk Demokrasi devrimini 1924'te, 1930'da, 1960'ta, 1998'de koruyanana güç, Mustafa Kemal'in ulusal egemenlik ilkesinin basit bir "çoğunlukoyu"na indirgenmesini reddeden anlayışı olmuştuur.Değinmek istediğim ikinci olay, Sayın Mikhail Gorbatchev'in Perestroikaadlı kitabında Sovyetler Birliği'nin çöküş nedeni olarak gösterdiği"Kuramın dogmalaştırılması" olayıdır. Gorbatchev "Kuramı dogmalaştırdık,özgür düşünceyi boğduk, bireyliği sildik. Sovyet toplumununtüm yönleriyle demokratikleşmesi gereklidir." diyordu. Oysa Sovyetlerdekiyleaynı tarihlerde girişilen Türk Demokrasi Devrimi, Atatürk'ün düşünceönderliğinde doktrinleri reddediyordu. Mustafa Kemal'in toplumunherhangi bir doktrinin kalıpları içine sokulmaması için gösterdiği özenindemokrasi için ne değerli bir katkı olduğunu vurgulamak istiyorum.Üçüncü olarak dikkatlerinize getirmek istediğim olay, Polonya'daLeh Walensa'nın, bunca olup bitenlerden sonra, "Ne kapitalizm, ne desosyalizm, demokrasiyi sağlayamıyor. Üçüncü bir yol bulunmalı." demenoktasına gelmiş olmasıdır. Kapitalizmi kusursuzmuş gibi gösterip birdoktrin gibi uygulamaya koyulan, böylece demokrasinin ekonomik boyutlarınıgözardı eden ülkelerde anarşinin ve mafyanın kol gezmeye başladığınıgörenler, Mustafa Kemal'in şu uyarısını anımsamadan edememektedirler:"Devlet her türlü ekonomik etkinliğin dışına itilecek olursa,devlet kurmaktan asgari amaç olan güvenlik ve adalet hizmetlerini bilegereğince yerine getiremez!"Benim bildirimde Türk Devriminin Demokrasi Kuramına Katkılarıolarak dikkatlerinize sunacağım konular da bu üç konuyla ilgilidir: Ulusalegemenlik ilkesinin geçerli tanımı, doktriner yaklaşımın toplumlarda yıkımlarayol açması ve demokratik düzenin ekonomik düzene ilişkin boyutları.II. TÜRK DEVRİMİNİN DEMOKRASİ KURAMINA KATKI-LARIAtatürk devrimi, "demokratik düzenin meşruluk ölçüleri ile bilimselyöntemin geçerlilik ilkeleri arasındaki paralelliğin" bilinciyle yapılmıştır.Bu bilinçle, yeni Türkiye toplumu "Egemenlik kayıtsız, koşulsuz ulusundur!"ve "Yaşamda en doğru yol-gösterici bilimdir!" diyen iki sütun üzerinekurulmuştur.9
Atatürk, "Demokrasi, geleceğini akıl ve bilimden alır. Bunlardanyoksun bir yönetime demokrasi demeğe olanak yoktur." derken bu birlikteliğidile getirmektedir.A. Ulusal Egemenlik Kavramına Getirdiği TanımMustafa Kemal Atatürk'ün demokrasi kuramına katkı oluşturduğunainandığım ulusal egemenlik temelde, ulusal egemenliğin basit bir "çoğunlukegemenliği" demek olmadığını vurgular; tersine, ulusal egemenlik düzenindeinsan ve yurttaş hak ve özgürlüklerinin doğuştan, vazgeçilmez,devredilmez haklar olduğunu kabul eder. Bu haklar hiçbir gerekçeyle,hiçbir yolla ortadan kaldırılamazlar. İnsan ve yurttaş hak ve özgürlükleriçoğunluk oyuyla ortadan kaldırılmak şöyle dursun, böyle bir oylamanınönerilmesi bile ulusal egemenlik düzeninde gayrımeşrudur. Bundan dolayıher yurttaşın, din, mezhep, soy, sop, sımf, eğitim, cinsiyet ..farkları olmaksızındoğuştan ve vazgeçilmez, devredilmez olarak sahip bulunduğuinsan hak ve özgürlüklerinin oy yoluyla ortadan kaldırılmasının adı ulusalegemenlik değil, "çoğunluk diktatörlüğü"dür, yani baskı yönetimidir.İnsan hak ve özegürlüklerinin başta geleni ise "baskıcılığa karşı direnmehakkı"dır. Örneğin kadınların erkeklerle eşit yurttaşlık haklarından yoksunkılınması, ya da vergi düzeninin bir dinin ya da mezhebin ölçülerinedayandırılması, kamu görevlilerinin belli bir toplum kesiminden seçilipatanması, vb., oy yoluyla kararlaştırılacak şeyler değildir. Böyle bir oylamanınönerilmesi bile gayrımeşrudur; bu yola gidecek bir hükümet meşruluğunuyitirir ve bireylerin "zulme karşı direniş hakkı" doğar. Laik toplumve devlet ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti anayasasının değiştirilmesibile önerilemeyecek maddesi yapılması, ulusal egemenlik kavramının buiçeriğinden dolayıdır. 3 Mart 1924 tarihli Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'niKaldıran Yasa'nın ilk maddesi, "Türkiye Cumhuriyeti'nde insanlararasıilişkileri düzenlemek üzere yasa yapmak yetkisi yalnız Türkiye BüyükMillet Meclisi'nindir. Din adına yasa yapılamaz" derken, bu ulusal egemenlikilkesini temel almaktadır. Birkaç yıldanberi Cezayir'i kana boğanlarıngörüşlerinin temelinde, "çoğunluğun her istediğini yapabilmesi" gerekçesiyatmaktadır sanıyorum. Türkiye'de de çoğunluğun kendilerine oyvereceğini zan ve iddia ederek "Bakalım çoğunluğun isteği kanlı mı gerçekleşecek,kansız mı gerçekleşecek?" söylemine başvuranlar, yine ulusalegemenliği, basit bir çoğunluk oyuna indirgeyebileceklerini sanmaktadırlar.Oysa, "Demokrasi kendini savunmayan bir düzen değildir." diyenAtatürk Cumhuriyeti, 1924'te bu yola giden Terakkiperver CumhuriyetFırkasını hükümet kararıyla kapatmıştı. Aynı yolun yolcusu olmak isteyenbir başka parti, 75 yıl sonra bağımsız Anayasa Yargısıyla kapatıldı.Türkiye'de demokrasi kültürü, "ulusal egemenliği, insan ve yurttaş haklarınıinanç ve duygu sömürüsü eşliğinde oy yoluyla bile olsa ortadan kaldırmayoluna indirgeyecek her girişimi "gayrımeşru" sayacak ölçüde kökleşmiştir.Bu, Atatürk'ün ulusal egemenlik kavramı tanımının demokrasikuramına yaptığı bir katkıdır. Aslında bu katkı yalnız Türkiye için değil,bütünüyle İslam dünyası için çok değerli bir katkıdır. Özgürlük düzeninin10
aştacı edildiği bir çağda müslüman halkların dinsel inançları ile ulusalegemenlik düzeni arasında bir bağdaşmazlık bulunmadığını görmeleri yolundadeğerli bir katkıdır. Bunun bütün dünyada da, demokrasi ülküsününbaşarısına yapılmış bir katkı olduğu açıktır (Ne var ki, siyasal partilerin içişleyişi henüz yeterince bu anlayışa uydurulamamış, nasıl olursa olsun biroy çoklugıu liderlik mevkilerinde bulunanların sürgit partilerinin başındakalmaları sonucunu vermiştir).Ulusal egemenliği doğuştan devredilmez insan hakları temeline oturtanve baskıya karşı direnme hakkı güvencesine bağlayan Atatürk'ün kendisinibir bireysel insan olarak tanımlayışında, bu "baskıya karşı direnişhakkı" ögesiyle donanmış bir özgürlük anlayışı yattığını görüyoruz."Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Bence bir ulusta şerefin,haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve sürekliliği, kesinlikle oulusun özgür ve bağımsız olmasına bağlıdır. Ben bir kişi olarak bu saydığımniteliklere çok önem veririm ve bunların bende bulunduğunu öne sürebilmemiçin, üyesi olduğum ulusumun da özgür ve bağımsız olduğunugörmek ihtiyacındayım".Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, bireysel şeref ile ulusal şerefin ayrılmazbiçimde birbiriyle bağlantılı oluduğunu, özgür bir toplumda yaşamayanbireylerin gereğince şerefli insanlar olarak yaşayamayacaklarını düşünmektedir.Bundan dolayı da gençlik çağlarından başlayarak baskıcıyönetimlere karşı direnme hakkını da içerdiğini düşündüğü özgürlük ülküsünekendisini adamıştır.Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimlerini aynı anlayışla yürütmüştür.Saltanat yönetimini sürdürmek isteyenlere karşı, örneğinİzmir'de annesinin mezarı başında, bunların bir bölümü de yanında olduklarıhalde, sesini yükselterek:"Annemin mezarı başında and olsun ki ulusal egemenlik düzenini savunmakiçin annemin yanma gitmekte bir an duraksamayacağım!"Aynı konuyla ilgili olarak TBMM'nde, ulusal egemenlik ilkesinikabul etmek istemeyenlere karşı, bu yolda "kimi kafaların kesilebileceğini"söylerken işaret etmek istediği ilke yine "baskı yönetimine karşı direnmehakkı" ilkesidir.Konya'da gençlere seslenirken yine aynı açıklıkla bu öğeyi vurgular:"Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösterenhoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir. ..Artık bu ulusun ne oyle hükümdarlar,ne öyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktunEğer onlara karşı benim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim kı,ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacaklarıbir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumunyaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumunyüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynıdüşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımıatanı tepelemektir.11
Kuşku vok ki arkadaşlar, ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılımdaen sonunda elde ettiği yaş § am ilkesine kimseyikü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: bir varsayım olarakbunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısındaherkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yme öldürürüm!"Demokraside daha eski bir geçmişi olan Batılı devletlerin, ancak faşizmve komünizm belalarını yaşadıktan sonra 1946 Evrensel insan HaklarıBildirgesi'ne "Zulme karşı direnme hakkTnı temel insan ve yurttaşhakkı olarak koymuş olmaları, Türk Devriminin bu konudaki önceliğininkanıtıdır.B. Alt-Yapı, Üst-Yapı Ayrımının YapaylığıMarksist düşünceyi paylaşanlar, 1980'e gelinceye kadar Atatürk önderliğindekiTürk Devrimini "üst yapı devrimleri", "küçük burjuva devrimleri"diyerek eleştiriyorlardı. Bununla bir yandan toplum yaşamındaasıl belirleyici etkenin ekonomi olduğunu, eğitim, anayasa düzeni, ailekurumu, yazı ve dil, sanat ve bilim alanlarındaki devrimlerin etkisininönemli olmadığını savunuyorlardı; bir yandan da ekonomide genel, zorunluve kollektivist bir planlama yapmak gerektiğini öne sürüyorlardı.Oysa tam da bu konuda Friedrich Engels'in tarihçi Marc Bloch'a yazdığıve ağır bir öz eleştiri içeren mektupta belirttiklerini göz ardı ediyorlardı.Mustafa Kemal'in ise bu mektubu okuyup okumadığını bilemeyiz ama,Engels'in kaçınılması gerektiğini söylediği yanlıştan bilinçli olarak TürkDevrimini sakındığını biliyoruz. Artık çok bilindiğini sandığım bu mektuptaFriedrich Engel s şunu yazıyordu:"Ekonomi yanına gerektiğinden çok ağırlık tanıyan kimi gençlerinbu tutumlarının sorumlusu, Marx ve ben, biziz. Biz karşıtlarımızın inkârettiği temel ilkeyi vurgulamak için başka etkenlerin karşılıklı etkileşimiçindeki yerini belirtmeye zamanımız, yerimiz, hatta fırsatımız olmuyorduBizim önerimiz 'Ekonomik etken tek belirleycidir.' dedirtmek üzerezorlanırsa boş, soyut, anlamsız bir önermeye dönüştürülmüş olur Çünküanayasalar, hukuksal biçimler, siyasal, felsefi anlayışlar, din anlayışları..bunların hepsi de tarihsel mücadelenin gidişini etkilerler ve birçok durumdaağır basarak onun biçimini belirlerler".Engels'in belirttiği yanlışın yol açtığı ağır sonuçlar, 1980'lerdeSayın Mıkhaıl Gorbatchev tarafından Perestroika adlı kitabında şu acısözlerle dile getiriliyordu: "Kuramı dogmalaştırdık. Özgür düşünceyi vebireysel girişimi boğduk. Bugünkü Sovyet toplumunun tüm yönleriyledemokratikleşmesi zorunludur".Mustafa Kemal de hem de Kurtuluş Savaşı sırasında, "Adımızı bilelim,kapitalist miyiz, sosyalist miyiz, bolşevik miyiz; adımızı bilelim"eleştırısıyle karşılaşıyordu. Bu isteklere karşı verdiği yanıt, bilimsel yönteme,dolayısıyla demokrasinin ölçülerine uygun bir yanıttı: "Efendiler "12
diyordu, "Değişmelerin sabit ve durgun kuralları yoktur. Bir toplumamutluluk getiren bir sistem, bir başkasının yıkımına neden olabilir. Onuniçin biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz. Kendimiz olmalıyız".NUTUK'ta da izledikleri yolu daha açık bir biçimde bu gerekçeyedayandırır: "Bizim programımıza karşı çıkanlar, onu, görmeye alışık olduklarıbir kitaba, yani doktrine benzetemiyorlardı. Oysa bizim programımıztemelliydi ve işlemseldi. Biz de isteseydik, uygulanamayacak düşünceleri,kuramsal ayrıntıları yaldızlayıp bir kitap yazabilirdik. Öyleyapmadık. Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksinimleri doğrultusunda,sözlerin ve nazariyelerin önünde gitmeyi tercih ettik"."Sözlerin ve kuramların önünde gitmek". Bu, 'Yaşam kuramları izlemez,kuramların yaşamı izlemesi gerekir' bilincini anlatmaktadır.Bu bilinçle Atatürk, üst yapı-alt yapı ayrımının analitik bir çabadanöteye bir anlam taşımadığını, gerçekte toplumsal yapının her biri ötekiniderinden etkileyen bir bütünlük oluşturduğunu gözönünde bulundurarakdevrimi yönetmiştir. Bu bakımdan eğitim kurumunun ekonomik ve toplumsalgelişmenin başlıbaşına bir kaldıracı olarak kullanılabileceğini göstermiştir.Çünkü, Türk devrimi asıl olarak eğitim yoluyla gerçekleştirilenbir devrimdir. "Üretici bilgi, beceri ve alışkanlıklarıyla" çağdaş demokratikinsanı yetiştirmeği amaçlayan Türk eğitim kurumu, aynı zamanda ekonomikkalkınmanın da verimli etkeni olmuştur.'Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli, kültürdür." diyen Türk devriminin,bir toplumu toplum yapan, güçlü ve gönençli kılan güç kaynaklarınınhem düşüncel güçler, hem de maddi güçler olduğunu belirtmiş olmasınındemokrasi kuramı açısından önemi büyüktür."Bireyler düşünür olmalıdır. Bireyler düşünür olmadıkça bir toplumuiyiye de kötüye de herkes yöneltebilir. Onun için biz örgütümüzde işeköyden, mahalleden, yani bireyden başlıyoruz"."Düşünceler çağdışı, akıl ve mantığa aykırı ise, o toplumun hayatıhastalıklıdır." der Atatürk. Bir yandan "bilgi, beceri ve alışkanlıklarıylainsan" öğesinin "eğitim" kurumunun ürünü olduğu gerçeğini vurgulayarak,ayrıca halkın coşkulu katılımı sağlanmadıkça ne bir ulusal bağımsızlıksavaşını kazanmaya, ne de bir kalkınma plan ve programını başarıylauygulamaya olanak bulunmadığını görüp göstermekle, eğitimin "üstyapı" değil birinci sınıf bir "alt yapı" öğesi olduğunu gösermiş, "üst yapıaltyapı" ayrımının analitik amaçla başvurulan bir soyutlamadan başka birşey olmadığını ortaya koymuştur. Bu sayede "Demokrasi, asıl olarak düşünseldir,ahlakidir; asla bir mide konusu değildir. Demokrasiyi bir midekonusuna indirgeyenler, yurttaşın özgürlük ihtiyacını uyutmak isteyenlerdir."kavrayışına da ulaşmıştır; böylece toplumu her türlü diktacı yönetimdensakınmanın güvencesini de getirmiştir.Eğitimin ekonomik kalkınmanın etkin bir kaldıracı olduğunu kanıtlamakla,"kalkınma kuramına" da önemli bir katkı yapmıştır Türk Devrimi.13
C. Demokrasinin Ekonomik GerekleriPolonya'da Sosyalist diktatörlüğe son veren tarihsel olayların önderiLeh Valensa "Piyasa ekonomisinde on kişiden dokuzu başkası için çalışıyor.Ama on kişiden onu da oy hakkına sahip. Bu nedenle hem sosyalistsistemi, hem de kapitalist sistemi birlikte uygulamak gereklidir." demenoktasına gelmiş bulunuyor.Atatürk'ün ekonomi konusunda Türk Devrimine temel olan düşünceve eylemleri, sanıldığının tersine, yalnız Türkiye'nin o günkü koşullarıylasınırlı olmanın ötesinde, ekonomik demokrasiye ilke düzeyinde birkatkı niteliğindedir kanısındayım. Bence Atatürk'ün devletçiliği, kapitalizminde marksizmin de demokrasinin önde gelen ölçütleri açısındaneliştirisine dayalı bir uygarlık tasarımı niteliğindedir. Ekonomik düzenkonusundaki bu düşüncelerini, Atatürk 1929'da kendi eliyle yazdığı, amaProf. Afetinan imzasıyla yayınlanmasını uygun gördüğü ve tüm orta öğretimkurumlarında ders kitabı olarak okutulan "Yurttaş İçin Medeni Bilgiler"adlı kitapta dile getirmiştir.Bu sistemlerden kapitalizm bu güne değin söz konusu sorulan yanıtlamaya,eleştirileri karşılamaya girişmemiş, -her bunalıma düştüğünde enyetkili ağızları aynı sakatlıkları dile getirmekle birlikte- çoğunlukla yalnızcabunları duymazlıktan, bilmezlikten gelmekle yetinmiştir. Zorlayıcıgenel planlamaya dayalı sosyalizmin ise, yakın tarihte açıkça başarısızlığınıitiraf zorunda kalıp uygulanma iddiasını terkettiğini biliyoruz.aa) Atatürk'ün Kapitalizme Yönelttiği EleştirilerAtatürk Medeni Bilgiler'de kapitalizmi, "yalnız başına yaşayanbirey" düş-kurgusuna (fıksiyonuna) dayalı olmakla eleştirir; "yalnız serbestrekabetle bir ülkede ekonomik düzen kurulamaz; kurulabileceğini sananlar,kendilerini bir serap karşısında aldatılmaya koyuverenlerdir" der.Atatürk kapitalizm konusundaki bu görüşüne, bu sistemin tam da temelinioluşturan ana düşünceyi sorgulayarak varmaktadır: Bilindiği gibikapitalizm, "toplum yaşamında devletin, yalnızca güvenlik, adalet ve dışarıyakarşı savunma görevlerini yerine getirmekle yetinmesini, ekonomiketkinlikleri ise tümden bireylere ya da şirketlere bırakmasını" savunur.Atatürk, toplumda güvenlik, adalet ve bağımsızlığı korumanın yalnızcadevletin görevi olduğunu, bunların aynı zamanda devletin baştagelen, asıl görevleri olduğunu kabul ederek konuya girmekte ve kapitalizmebugün hâlâ yanıtlanmayan şu soruyu yöneltmektedir: "Devlet, hiç birekonomik etkinlikte bulunmadığı takdirde, devlet kurmaktan asıl amaçolan bu temel görevleri, yani güvenliği, adaleti ve dışa karşı savunmayıyerine getirmekte güçlüklerle karşılaşmayacak mıdır?" Atatürk, karşılaşacağıkanısındadır ve gerekçeleri şunlardır:14
"Devletin temel görevlerini gereğince yerine getirebilmesi, sağlığıyerinde, yurttaşlık bilinci gelişkin, çağın bilimi, tekniği ve sanatıyla donanmışyurttaşların varlığına bağlıdır. Bunu ancak devlet sağlayabilir."Devlet, ülkenin güvenlik ve savunması için yollarla, demiryollarıyla,limanlar, deniz araçlarıyla, her türlü ulaşım araçlarıyla, ulusun genelservetiyle yakından ilgilidir. Ülke yönetimi ve savunmasında bu sayılanlar,toptan, tüfekten, her türlü silahtan daha önemlidir. Özellikle para, hertürlü aracın üzerinde bir varlık silahıdır."Ekonomik ve kimi toplumsal işler, bir yandan bireylerin yararlarıile ilgilidir. Bunun için bireyciler, bu işlere devletin karışmasını kişi özgürlüğünesaldın gibi görürler. Ama bu işler içinde bütün ulusun ortakyararına ilişkin olan noktalar da vardır. Özel yarar, çoğunlukla genel yararlaçelişme içinde bulunur. Bir de özel yararlar en sonunda yarışmayadayanır. Oysa yalnız yarışmayla bir ülkede ekonomik düzen kurulamaz."Çünkü özgür yarışma, güçlü ile zayıfı karşı karşıya bırakır. İkinciolarak, kimi ortaklaşa yararlar vardır ki, bireyler ve şirketlerin bunlarısağlamaya güçleri yetmez. Ya da yeterince kârlı bulmadıkları içni o işleriyapmazlar. Oysa bunlar ulus için yaşamsal bir önem taşırlar ve devlet onlarıyapmak zorunda kalır. Devlet herkesin ortak yararını ve ilerlemesinidüşünür. Bireylerin ise özel çıkar duygusundan ne ölçüde uzaklaştırılabileceğiincelenmeğe değer. Ayrıca uluslarda özgürlük ve uygarlık geliştiğioranda devletin görevleri ve sorumlulukları da çoğalır.Ulusal servetin dağılımında daha yetkin bir adalet, emek harcayanlarıngönenç düzeyinin yükseltilmesi, ulusal birliğin, demek ki iç ve dış güvenliğin,zorunlu koşuludur. Genel yarara hizmet eden genel kurumlarınçoğaltılması ile yalnızca çıkarsever olan etkinlikler sınırlandırılır ve yurttaşlararasında ahlâki dayanışma gelişme olanağı bulur".Atatürk'ün kapitalizme yönelttiği bu eleştiriler, bu düzenin en eskiuygulayıcısı olan ülkelerde, en koyu yandaşı olan tanınmış önderlerce dedile getirilmiştir: Ancak, yalnızca yoğun bunalım dönemlerinde! Örneğinkapitalizmin anayurdu olan İnegiltere'de, kapitalizmin önde gelen siyasaltemsilcisi olan Muhafazakâr Parti'nin önderlerinden Winston Churchil,1920'lerde bir ara partisine küstüğünde, onun izlediği ekonomik politikayıyerden yere vurmuştur. Bunu yaparken dayandığı gerekçeler, Atatürk'ünkapitalizme karşı yaptığı bütün uyarıların haklı olduğunu gösterengerekçelerdir."Muhafazakâr Parti içerde sömürüye, bunu örtmek için dışarda saldırganlığa,gümrük ve vergi hokkabazlıklarına, bir parti makinesinin zulmüne,bol bol duuygusallığa ve yurtseverlik söylevlerine, milyonlarca insanapahalı yiyecek, milyonerlere ise ucuz işgücü sağlanmasına dayalı,kurulu büyük çıkarlar arasındaki bir konfederasyondur. ...İngiliz halkınaverilmekte olan en büyük zarar, kentlerde aşırı hızla nüfus birikmesi, köylerinboşalması, nüfusun topraktan kopması, zenginle yoksul arasında15
doğal olmayan aşırı fark, gençlere gerekli beceri ve çalışma düzeni sağlanamaması,çocuk işgücünün sömürülmesi, işçiler için hiçbir belirli rahatlıkve gönenç düzeyi sağlanamaması; öbür uçta ise, bayağı ve zevksiz birlüksün hızla büyümesi. İngiltere'nin asıl düşmanları bunlardır; engel olmazsanız,gücümüzün gerçek temellerini bunlar yerle bir edecektir".Nitekim İngiltere, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa'da kapitalizminbu yıkımlı sonuçlarını düzeltmek ve "gönenç devleti" kavramıylaanlatılan "toplumsal adalet"in gerektirdiği düzeltmeleri yapmak üzeredevleti ekonomik etkinliklerle doğrudan doğruya ilgilendirmek yolundabaşı çekmiştir.Kapitalizmin İngiltere gibi yine anayurdu sayılan Fransa'da yaşananbunalımlar çok daha ağır olmuş, ülke birçok kez iç savaşla karşı karşıyakalmıştır. Bunlardan birinde, 1958'de Fransızlar ulusal barışı ve birliğisağlaması için General de Gaulle'e başvurduklarında, bu koyu katolik vemuhafazakâr devlet adamı, bunalımın nedenlerini ve çözümünü, Atatürk'ünkapitalizmde işaret etmiş olduğu sakıncaları sanki aynen yinelergibi, şöyle açıklamıştı:"Bir gün makina ortaya çıktı. Sermaye de onunla evlendi. Bu çiftdünyaya sahip oldu. Pek çok insan, herkesten çok da işçiler ona bağımlıduruma geldiler. İşleri için makinelere, ücretleri için patronlara bağımlıolduklarından, kendilerini mânen, ahlâken düşkün, maddi bakımdan datehdit altında görüyorlar. İşte sonuç: Sınıf kavgası! Her yerde bu var; işliklerde,tarlalarda, bürolarda, sokakta; gözlerin, ruhların derinliklerinde.İnsan ilişkilerini zehirliyor, devletleri deliye çeviriyor, ulusların birliğinibozuyor, savaşlara yol açıyor. ..Her insan toplumda, yerini, payını ve saygınlığınıelde edemedikçe, bu demokles kılıcı başlarımız üzerinde sallanmayadevam edecektir".bb) Atatürk'ün Sosyalizme Yönelttiği EleştirilerAtatürk, devletin ekeonomik konularda da düzenleyiciliğini ilke olarakkabul etmek gerektiğini savunurken, bunun "demokrasinin belirginnitelikleri açısından" kimi sakıncalar doğuracağını da göz ardı etmiyordu.Bu konuda söyledikleri, doğrudan doğruya sosyalist ya da kollektivist düzenekarşı yönelttiği eleştiriler niteliğindedir:'Devletin ekonomide düzenleyiciliği kabul edildiğinde karşılaşılacakolan güçlük şudur: Devlet ile bireyin karşılıklı etkinlik alanlarını ayırmak:Bireylerin kişisel etkinlikleri ekonomik gelişmenin ana kaynağı olarakkalmalıdır. Bunun için, ilke olarak devlet bireyin yerine geçmemeli,bireysel girişim ve özgürlüğü sınırlandırmamalıdır. Ama bireyin gelişimiiçin genel koşulları gözönünde tutmalıdır. Bireylerin gelişimine engel olmamak,onların her bakış açısından olduğu gibi, özellikle ekonomik alanlardakiözgürlük ve girişimleri önünde devlet etkinlikleri ile bir engeloluşturmamak, demokrasi ilkelerinin en önemli temelidir'.16
'Devletin ekonomik etkinliklerinin sınırını çizmek konusunda dahazır reçete söz konusu değildir. Bu sınırın, yurttaşın bireysel girişim veözgürlüğünü kısıtlamayacak biçimde saptanması, her şeyin yanıtını bulduğuöne sürülen, değişmezlik iddiasındaki doktrinlerle olmaz; ülkeyi yönetmeğeyetkili kılınan, yani ulusun özgür seçimiyle işbaşına gelen hükümetleringeliştirecekleri programlarla olur'.Burada yine Atatürk'ün ulusal egemenlik ve bilimsel yöntem ilkelerinebeslediği derin güveni görüyoruz. Sosyalizmin kendi zamanındakiuygulamasını temsil eden bolşevikliğe yönelttiği eleştiri tam da bu noktalardadüğümlenmektedir:"Bir toplumu, bir bölüm insanlarının düşüncelerine zorla tutsaketmek ve cılız bağımlılar olarak yaşatmak, doğal ve akla uygun bir hükümetsistemi değildir. Bolşeviklikte biz bunu görüyoruz".Atatürk bunları yazdıktan yaklaşık 60 yıl sonra, Sovyetler Birliği'ninen yetkili kişisi, Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbatchev, sosyalistsistemi hemen aynı sözlerle en ağır bir biçimde eliştiriyordu:"Sosyalizmin dogmalaştırılıp dondurulması yüzünden kuram tekelikuruldu ve kişilere tapınma yolu açıldı. Yönetim ve işletmecilikte aşırımerkeziyetçilik kuruldu. Geniş yığınların girişim ve yaratıcılığına güvenilmedi...İnsan ilgi ve çıkarlarının çok türlülüğünün göz ardı edilmesi,bireylerin kamu yaşamına etkin biçimde katılmasının küçük görülmesi,eşitlikçiliğin abartılması, savurganlığı inanılmaz ölçülere vardırdı. Kamumalları çalışanlara değil, parti yöneticilerine sunuldu.Kuramı dogmalaştırdık, özgür düşünceyi boğduk, girişimi engelledik.Uşaklığı ve dalkavukluğu özendirdik. Bugünkü Sovyet toplumununtüm yönleriyle demokratikleştirilmesi zorunludur".Atatürk, kollektivist düzenin bu yıkım getirici yanlarını görmüş olduğuiçin,"bizim izlemeği uygun gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün üretimaraçlarını bireylerden alarak, özel ve bireysel ekonomik girişim ve çalışmayameydan bırakmayan sosyalizm ilkesine dayalı ..bir sistem değildir.Bizim izlediğimiz devletçilik, bireysel emek ve etkinliği ilke almakla birlikte,olanak ölçüsünde az zaman içinde ulusu gönence ve ülkeyi bayındırlığaeriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde,özellikle ekonomi alanında devleti fiili olarak ilgilendirmektir."diyordu.Atatürk, böylece, kapitalist düzenin "yalnız başına yaşayan birey",sosyalist düzenin ise bireylerden soyutlanmış devlet" gibi gerçek dışı düşünceleredayalı olduğunu görüyor ve şu uyarıyı yapıyordu:
"Devlet ve birey dediğimiz zaman bu sözcüklerin soyut anlamınıdeğil, tek gerçek olan "toplumsal insan"ı, yani toplum içinde yaşayan bireylerianlatmak istiyoruz. İşte bu insanın iki türlü çıkarı vardır: Bunlarınbir bölümü kişisel, öbürleri ortaklaşa çıkarlardır. Toplumun yaşamını koruyanbu ortaklaşa çıkarlardır. İyice düşünülürse, bu iki türlü çıkar birbirineeşittir. Çünkü toplumsal insanın yaşamı için her iki türlü çıkar aynı ölçüdegereklidir".Atatürk, kapitalizmin ve sosyalizmin bu doktriner özelliğini kendideyimiyle "demokrasinin belirgin nitelikleri açısından" böylece ortayakoyduktan sonra, "devletçilik" olarak adlandırdığı kendi ekonomi politikasınışu gerekçelere dayandırmaktadır:"Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Geçmişten kendisine miraskalan bütün yaşamsal işler, zamanın zorunluluklarını karşılayacak ölçüdedeğildir. Siyasal ve düşünsel yaşamda olduğu gibi ekonomik işlerde debireylerin girişmeleri sonucunu beklemek doğru olmaz. Önemli ve büyükişleri, ancak ulusun genel servetine ve devletin bütün örgüt ve gücüne dayanarak,ulusal egemenliğin uygulanıp yürütülmesini düzenlemekle görevliolan hükümetin olanak bulduğu ölçüde üzerine alıp başarması beklenmelidir.Öbür kimi devletlerin ikinci derecede görüp bireyleringirişimlerine bırakmakta sakınca bulmayacakları işlerden birçoğu bizimiçin yaşamsaldır ve birinci derecede önemli devlet görevleri arasında sayılmalıdır".Atatürk, daha İzmir İktisat Kongresi'nden başlayarak ekonomik bağımsızlığıngereğini vurgulamış ve "iktisat siyasetimizin önemli amaçlarındanbiri de, genel çıkarları doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlarıve iktisadi kuruluşları, mali ve teknik gücümüzün izni oranında devletleştirmektir"demiştir. 1927 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası genel kurulunasunduğu ve oy birliği ile kabul edilen program da, devletin ekonomi alanındakiyeri konusunda şunları öngörüyordu:"Ekonomik gelişim için getirilecek yasaların ve devletçe alınacakönlemlerin, yalnızca halkın genel yararlan düşüncesine dayalı olması başlıcaamacımızdır. Ne denli önemli olursa olsun, özel bir çıkarın sağlanmasıya da korunması için devletçe önlem alınmasına ve özellikle bireylerinözel çıkarları için devlet hazinesinden doğrudan ya da dolaylı herhangibir çıkar beklemenin olanaksız ve uygunsuz olduğunun bir inanç durumunagelmesine özellikle önem veriyoruz".SONUÇBu açıklamaların ışığında bakılınca, "Türk devrimi yalnız Türkulusu için değil, bütün uygar insanlık için dikkatle incelenmeğe değer birhareketin adıdır." diyen Atatürk'ün, yaptığı işin ne kadar bilincinde olduğuda görülmektedir.18
THE NATURE OF THE KEMALIST REVOLUTıONProf. Dr. Sina AKŞIN*1. The Renaissatıce of Kemalism: Foreigners who visit Turkey arein many cases surprised at the ommipresence of Mustafa Kemal Atatürk.Everywhere they see his statues, busts, pictures. I think they mostly interpretthis as a "personality cult" and tend to think of it in negative terms.The explanation for Atatürk's ommipresence is this: it is he that personifiesthe Turkish Revolution. Most other revolutions are the work of manypersonalities. The French Revolution cannot be identified with a singleperson. With the Soviet Revolution we see the preponderance of Lenin,but he was able to guide the revolution, after it came to power, for 7 yearsonly. Without Stalin, one cannot understand the Soviet Revolution. Perhapsthe role of Mao-Zedung in the Chinese Revolution is comparable toAtatürk. He ruled China for 27 years. However, his successors have wellnighrepudiated him. There is also the question of the complementarity ofvarious communist leaders. With Mao, one cannot help noticing the roleand complementarity of Stalin, Lenin and Marx. With Atatürk, no suchcomplementary figures come to mind. Atatürk is the victorious leader ofthe struggle for independence, he is the founder of the Turkish Republic,he is the leader of the Turkish Revolution. One can say that it is a complete"success story". That is why his person is the symbol of the Republicand its Revolution. What the motto liberty-equality-fraternity representsfor the French Revolution, Atatürk represents for the TurkishRevolution, he is its symbol. You cannot be for the Turkish Revolutionand against Atatürk. But I think you can be for the French Revolution andagainst, say, Robespierre, Rousseau, Danton, Voltaire ete.For many decades after the death of Atatürk, the great majority ofthe Turks have felt nothing else than an unadulterated love and admirationfor him. It is clear that such a elimate of opinion was not conduciveto a critical evaluation of Kemalism. Kemalism was explained rather superficiallyby the offıcial six principles (republicanism, populism, revolutionism,secularism, statism, nationalism) which were inseribed into theConstitution of 1924. It cannot be said (in general) that these principles<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi.19
were analyzed in depth. Criticism and, indeed, hatred for Atatürk and forali that he stood for existed among Islamic fundamentalists, but until1945 they were vigorously repressed. They continued to be repressed after1945, but with much less vigour. Nevertheless, they were generallytreated as a sort of lunatic fringe. Things began to get serious with thefounding of the religious-minded National Salvation Party (MSP) in1972, which polled nearly % 12 in the elections of 1973. This support forthe religious party and its successor was to increase över the years. Themilitary junta which engineered the coup of 1980, embarked upon a policyof creating an official ideology called "Turkish-Islamic synthesis",coupled with a policy of severe repression of the Left, including the Kemalists.The curious thing is that ali this was done in the name of Kemalisin'.With the resumption of multi-party politics in 1983, the Left intelligentsiabegan to criticize the junta. Some of this criticism was also directedtowards Kemalism itself. These were the so-called proponents of "civilsociety". Some of them also advocated the dismantling of the Republicfounded by Atatürk, in order to set up a "second republic". This often violentcriticism of Kemalism encouraged many Islamists to come out intothe open with their negative views of Kemalism. Thus, a strange alliancebetvveen some of the secular critics of Kemalism and certain Islamistswas struck 2 . Ali this was very painful for the Kemalists who were thusforced to think how the arguments of the anti-Kemalists could be refuted.It can be said that anti-Kemalist criticism has hastened the process tendingtowards a better comprehension of Kemalism. I say "hastened" becauseit is generally natural for social phenomena to be better interpretedand understood with the passage of time. Movements like the Renaissanceand Enlightenment receive their names and are better understoodwith the lapse of time. Turkey lived Kemalism from 1919 until Kemal'sdeath in 1938 and then until 1950. Today Turkey begins to comprehendKemalism and this comprehension has led to a renaissance of Kemalism.2. The Philosophical Nature of Kemalism: Kemalism is a movementof enlightenment. To give a single example, Atatürk expressed thisidea when he called, in the name of the Republic, on teachers to "raisegenerations with free ideas, free consciences, free knovvledge" 3 . Atatürkwas thus adopting the famous formula of the poet Tevfık Fikret, who in apoem had thus described himself. Suat Sinanoğlu defines the philosophi-1. For an account of recent Turkish history, see Bernard Lewis, The Emergence of ModernTurkey; S. Shaw and E.K. Shaw, History of the Ottoman Empire and ModernTurkey; F. Ahmad, The Turkish Experiment in Democracy, 1950-1975; S. Akşin,Türkiye'nin Yakın Tarihi, 1789-1980. For an account of the doings of the 1980 junta:B. Tanör, "Siyasal Tarih", Türkiye Tarihi ve BugünkU Türkiye, 1980-1995.2. S. Akşin, "Düşünce Tarihi", Bugünkü Türkiye, 1980-1995, pp. 267-73.3. 25 August 1924. E.Z. Karal, Atatürk'ten Düşünceler, p. 80.20
cal aspect of Kemalism as the "limitless freedom of the mind" 4 . Philosophyprofessors Bedia Akarsu and Macit Gökberk have also defined Kemalismas a movement of enlightenment 5 .Atatürk was a hümanist. Even in the most dangerous moments of theWar of Independence, he did not declare a holy war. His gentlemanlyconversation with the Greek Commander Trikupis who had fallen prisonerin 1922, his refusal to tread on the Greek flag that was laid out at hisfeet, the words he pronounced for the Anzac dead in 1934 6 , attest to hishumanism. On one occasion, he described war, unless fought in defenceof the motherland, as a erime 7 . While totalitarian and racist dictatorshipswere triumphing throughout most of Europe, and many Turks were attractedto these currents, Atatürk stood fast. His invitation and vveleometo 142 German academicians thrown out from their universities by theHitler regime in 1933 beause they were Jewish or dissident is another eloquentindication in this direetion.3. Kemalism as a Model for Development: The Kemalist model ofdevelopment can be characterized as "integral development". This meanswholesale, all-out development. To get hold of the West's machines, instruments,factories is not enough. Behind this technology lies the West'sscience. We have to adopt that too. Otherwise the technology we adoptwill look and be artificial in our hands. But the upper reaches of scienceenter into the domain of philosophy. Therefore we have to adopt Westernphilosophy and the humanities (human sciences) of which it is a part.Naturally we must not forget that social sciences are an indispensable partof the sciences. On the other hand, for the development of philosophy wemust not neglect its relation with the arts and culture in general. Thus wesee that technology-science-philosophy-the arts and culture form a whole.For them to thrive, we need freedom of thought, respect and appreciationfor science, culture, the arts and those engaged in these domains. Suclıpersons and institutions should not be under the pressure of social, political,religious dogmas. In the Kemalist model of integral development, thecreation of a university is as important as the construction of a railroad;the opening of a conservatory is as important as the building of a factory.To understand the model of integral development we can contrast itwith its opposite: the model of material development. One of the best ex-4. S. Sinanoğlu, Türk Hümanizmi.5. As early as 1960, B. Akarsu had described the Kemalist Revolution as the TurkishEnlightenment. "Atatürk ve Aydınlanma", Atatürk Devrimi ve Temelleri, pp. 93-7.M. Gökberk, "Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk", Çağdaş DüşünceninIşığında Atatürk.6. U. İğdemir, Atatürk and the Anzacs. Anzac stands for "Australia and New ZealandArmy Corps", troops that fought for the British in the Dardanelles campaign (1915-1916).7. 16 March 1923. M.K. Atatürk, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II.21
was Atatürk's watchword. This nationalism was not racist. Atatürk said,"Happy is he who calls himself a Turk" 8 (not "who is a Tıırk"). The definitionof Turkish nation was: "Turkey's people who founded the Republicof Turkey" 9 (1929). Every citizen of the Turkish Republic was considereda Turk, whether ethnically Greek, Circassian, Kurdish, Armenian orJewish. This nationalism was not rightist, conservative. It was a nationalismthat was not content with limited ambitions such as making Turkeythe most powerful state in the region or in the Islamic world. It aimed atmaking Turkey competitive among the most advanced nations in theworld and in every fıeld. Turkey had to be in the forefront not only in theeconomic or military fıelds, but also in art and literatüre, human rightsand science. Right-wing, conservative nationalists generally tend to accentuateeconomics, military power and politics.Revolutionism means spreading enlightenment everywhere and, ifpossible, to everyone in Turkey, to realize integral development and tostrive actively to achieve these ends. These aims have not yet been attainedand are relatively long-range, but it is necessary to get there assoon as possible. Until Turkey does that, revolutionism should be in theagenda.Populism means a policy favoring the people. The concept of peoplecan be (and was) interpreted to mean ali classes and groups in the population,but it encompasses primarily low-income groups such as the peasants,workers and others. It is a policy which tries to promote the materialand cultural development of such groups. It should not be confused withthe populism that means flattery of the masses. However, in a multi-partysystem this is not so easy to resist. In theory, at least, it can be said that ina single-party system policies which are not popular with the masses, butvvhich in the longer term will benefıt them, are easier to pursue. TheKemalist regime, except for two attempts at multi-party politics, was until1945 a single-party regime. If the Revolution has attained an appreciablediffusion among the population, it can presumably continue its progressionin a multi-party system as well. For this, one large political party atleast (even if it is not in power) should defend a principled Kemalism andthe other large parties too, should, in the last analysis be Kemalist.Statism (or etatisme) is a principle developed from experience. Turkey'snascent capitalist class was unable to create an appreciable level ofindustrialization in the 1920's. Further, the 1929 World Depression wasthe cause of much misery. Statism was born from these needs. During theKemalist era and afterwards, it was able to create an industrial system.Statism, beyond creating industry and enabling the state to regulate the8. Speech delivered on the lOth anniversary of the Republic (1933).9. A. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M.K. Atatürk 'ün El Yazıları, pp. 351 -2.23
economy, provided its workers with proper housing, schools, health-care,a social and cultural environment. In other vvords, the functions of populismand welfare state were also thereby fulfilled. Until 1980 statism performedimportant functions-not only in Turkey but also in some developedcapitalist countries as well. The French automobile manufacturingfırm Renault, for instance, has been for many years a successful state enterprise.In the 1980's a world-wide campaign was launched against theidea of state enterprises. The collapse of the Communist system furtherenhanced this campaign. Not only in former Communist countries, butalso elsewhere, the privatization of state enterprises has become the orderof the day.As regards Turkey, this can be said. Though the Turkish capitalistclass has made great progress, it is not possible to say that it is as developedas in most industrial countries. Thus, statism will necessarily continueto have a function to perform in Turkey. Further, I don't believe thatstate management is intrinsically unproductive. If governments, in othervvords, the political will so decide, they can make state enterprises profıtable.But if they unnecessarily plunge them into debt, if they refuse tomake new investments for renovation, if they are filled with workers whoare not needed, if qualified managers are not appointed, it means thatsuch governments do not wish state enterprises to thrive. Today if theState Monopoly in Turkey can provide the whole country with three differentbrands of rakı (a distilled alcoholic drink) but is unable to produceenough beer and matches, this is because it is so desired. The manufactureof beer and matches has been opened to private initiative and for thebeer and matches of private fırms to seli as much as possible, it is necessarythat the state should produce a small amount of these, that it shouldnot care to maintain their quality ete.Another point. However well-persuaded people may be of the iniquitiesof public enterprise, they are also aware that they provide employment.Public opinion polis show this. Thus, it is very likely that a partywhich is more prone to privatization will receive less votes. This meansthat the eleetors wil tend to cast protest votes that will strengthen extremistparties. This is something which is unhealthy for any democracy. Asfar as Turkey is concerned, at least, until Turkey attains European levelsof development, it seems necessary to maintain statism on the agenda. Anall-out privatization drive seems to me to fit very badly with a democraticmulti-party system.Another principle is secularism. This is the separation of religionand worldly affairs. No religion or sect can interfere in state affairs, andcannot claim any privileges vis-â-vis the state. The state's laws and policiescannot be affected by a religion or sect. The state should be impartialtovvards ali religious groups. On the orther hand, the state should not in-24
terfere in religious affairs. This is the rule, but the state may sometimesbe in the position of interfering in religious affairs. For example, if a religiousgroup calls its members to practice human sacrifice or wants themto commit suicide, the state should interfere. In the USA, the group calledChristian Scientists believes that faith is the cure for illnesses and theytherefore refuse medical care. If a child in that community is sufferingfrom appendicitis and the parents refuse medical care, I think the stateshould intervene and save the child. In Turkey, there is an official Directorateof Religious Affairs that looks after the religious affairs of SunniteMoslems. This is an intervention by the state, but I think it is necessary.This has two advantages. By supervising the majority (the Sunnis), it canprevent anti-secularist movements amongst them. Secondly, if the Directoratewere to be abolished, there would be a great scramble among Sünnigroups to control the mosques. In every case that a group or groupswould be left out, they would be forced to construct their own mosques.A large portion of the national wealth would have to be mobilized tobuild new mosques. Whereas now, mosques are under the jurisdiction ofthe Directorate and as such, are open to ali groups.Some advocates of the sheria (religious legal system) perceive secularismas a wrong done against islam. It is impossible to agree with thisview. The sheria was a chain which tied islam to the Middle Ages. Thebreaking of this chain in Turkey has given islam the opportunity to becomea religion of the modern world, of the advanced countries. Medievalislam can have little attraction for modern people. Besides, the abolitionof the sheria is for Turkey and other Moslem countries as well, aquestion of development and progress. The sheria and those who favourit, cali for the seclusion of women. This means that, for instance in Turkey,half the population will be pushed out of the universal race for developmentand progress. One cannot take part in a race using only one leg.Countries that seclude women can entertain little hope of becoming oneof the advanced countries of the world. Furthermore, the seclusion ofwomen generally means a regression of their cultural level. Male childrenlearn their language (mother-tongue) from their mothers, not from theirfathers. Our most important cultural instrument is our language, and theteaching of language by mothers is the most basic education. The basiceducation of a boy whose mother knows, say, only 500 words will bevery different from the basic education given by a mother who knows1500 words. In other vvords, the seclusion of women will negatively affectthe quality of the men too.Another advantage of secularism is that since it provides for the impartialityof the state before ali religious groups, it is a guarantee of domesticpeace. In Turkey, traditional enmity between Sunnis end Alevîscan be ended only by secular policies. Failing this, we will vvitness, as wedid in 1978 in Kahramanmaraş and in 1995 in İstanbul, bloody fıghts ormassacres.25
Some people in Turkey, unfortunately including some statesmen, areof the opinion "the state can be secular, a person (for instance, a Moslem)cannot be secular". I disagree with this view. A person who accepts secularismis, for me, a secular person. Such a person can also be a believer(Moslem, Christian ete). Thanks to the Turkish Revolution, there aremany secular Moslems in Turkey, Moslems who accept secularism. Naturally,many of them fully perform their religious duties. As enlightenmentspreads, the number of secular Moslems can be expected to inerease.islam is a religion which has spread to many corners of the globe. Itis to be expected that islam, like ali other great religions, should ineludemany branehes or seets. They are ali Moslem, but they have their differences.Otherwise, they would not form separate groups. Respect for othergroups is necessary for peace and brotherhood in islam. Secular islam innow one of these groups and other sects owe respect to Secular islam andvice-versa.5. The Necessity for the Kemalist Revolution: From time to timeone comes aeross certain observers who seem to assume that the KemalistRevolution was a sort of personal program of Atatürk, imposed on an unwillingnation by a victorious leader who had saved it from disaster. Ifthis were the case, the Revolution would not have survived him for long.It would have been soon dismantled and Turkey would have gone back toits old ways. Whereas it is now 60 years since his death and even if theRevolution has been dramatically slowed down since 1950, the edifıce ofthe Revolution is in many ways intact. Thus, we have to come to the conclusionthat the Revolution was an objeetive necessity, not the whim of adictator. Let us now see what that necessity was.The Turks, within the framevvork of the Ottoman Empire, hadachieved the feat of conquering South Eastern Europe up to "the gates ofVienna". With the treaty of Carlovvitz in 1699, began the process of pullingback from Central Europe and the Balkans. It lasted more than 200years, the result of successive military defeats. Since Balkan nationalismpracticed from the very start vvhat has lately been called "ethnic cleansing",this process was very painful for the Turks, for very many of whomthe Balkans were their homeland. Throughout this ordeal, the Turks hadone last consolation: in the last resort they could live with dignity in Anatolia,from where they had come centuries ago. On the eve of World WarI, the Ottoman Empire stili held on to a relatively small piece of territoryin Rumelia, namely, Eastern Thrace, including Edirne.World War I was another disaster for the Ottomans. Hovvever, thepeace treaty that the Empire had to sign at Sevres in 1920 was a traumaticshock of gigantic dimensions for ali Turks. They now realized that just asthey had been pushed out of Rumelia, now they vvere being pushed out of26
Anatolia. The Empire thereby lost not only Eastern Thrace, it was to losethe northern half of the Aegean to Greece, and East Anatolia to Armenia.There was no question of ascertaining the ethnic composition of these territories.These dispositions were purely based on the principle of "historicrights". A thousand years earlier there were no Turks in these territories,so the victorious Powers had no qualms about giving them out, whateverthe ethnic composition of the time. The Turks were thus being pushed outof Anatolia, or else being reduced to some kind of abject subjection. Itmust have appeared obvious to many Turks that this process would notstop with Sevres, but that it would -as it had in Rumelia- continue its inexorableprogression.Thanks to the War of Independence, this disaster was averted, andthe Treaty of Lausanne replaced that of Sevres. But it became clear thatto make the Treaty of Lausanne permanent, the backward social, political,cultural conditions of Turkish society had to undergo radical revolutionarychange. This is precisely what the Kemalist Revolution set out to do.It is also the reason why the Revolution has stood fast for so long. If theRevolution had not been launched, it was very likely that the Treaty ofSevres, or something similar would have reappeared on the first occasion.The aim of the Revolution was to give the Turks as much education andculture as was received by Europeans and to make them as productive asEuropeans, or in other words, to make Turkey a European country.6. The Partial Counterrevolution: In order to better understand thepresent position of Kemalism in Turkey, it is also necessary to explainthe partial counterrevolution of 1950. Already in the time of Atatürk,counterrevolutionary elements were at work within his party, the RepublicanPeople's Party (RPP). As I indicated, the counterrevolution in questionwas a partial one. Probably no one among Atatürk's followers wantedto go ali the way back. The trauma of Sevres prevented that degree ofreaction. What the conservatives wanted was to freeze or slow down theRevolution, while preserving the main body of revolutionary achievements.The end of World War II gave them their chance. Turkey's isolation,the result of non-participation in the War, pushed İsmet İnönü, successorof Atatürk, to establish a multiparty system. To make sure that themain opposition party should not question the Kemalist Revolution,İnönü partly forced and partly persuaded his rivals vvithin the RPP tocreate such a party (called the Democratic Party). They were mostlyrightist, conservative elements.This rightism was reinforced by two developments. Soviet Russia'srepudiation of the 1925 Treaty of Friendship and Non-Aggression in1945 and its attempt to establish control of the Straits and to gain territoryin East Anatolia became the pretext for a strongly anti-left, McCarthyistmovement. İnönü greatly reinforced this movement by banning socialist27
parties and socialist publications. This strong swing towards the right alsoaffected the RPP itself. Hasan Ali Yücel, the successful Minister of NationalEducation, who was one of the foremost architects of the famousVillage Institutes and truly a man of the enlightenment, had to abandonhis post. His successor set about to denature these 'miracular' Village Institutes.When the Democratic Party came to power in 1950, these tendenciesbecame a general movement. In 1951 the People's Houses (478of them) and the People's Chambers (numbering 4322) which were allaroundcultural centers, were closed down. In 1954 the Village Institutesshared the same fate.Gone was the enlightenment program of the Revolution. The integralmodel of development naturally suffered terrible blovvs by this development.The Kemalist Revolution was frozen. To conceal this fact, greatemphasis was placed on "ceremonial Kemalism". Kemalist anniversarieswere commemorated with increasing fervour and Atatürk's iconographyfılled every corner of public life. The RPP somehow was unable, or unvvillingto conduct an opposition based on the demand for a return to theKemalist Revolution. Its often very strong opposition was mainly basedon a demand for greater political freedom. After the military interventionor coup of 1960, which brought a new constitution and a great measure offreedom to the political system, intellectuals were attracted by socialismand social democracy, rather than by Kemalism. However, the fail ofcommunism, the rapid rise of fundamentalism in Turkey, the heavy criticismof Kemalism gave rise to the renaissance of Kemalism to which I referredto earlier.28
KEMAL ATATÜRK: THE EMERGENCE OFMODERN TURKEYProf. Roberto Gonzâlez GOMEZ*Modern Turkey emerged from the ruins of the formerly powerful OttomanEmpire, as a result of a struggle for national liberation led by a politicalgenius: Mustafa Kemal Atatürk. He headed the great movement ofeastern peoples for their national independence and development, againstthe hegemonic ambitions of the traditional European imperial povvers.The 75th Anniversary of the proclamation of the Turkish Republic isan excellent opportunity to take stock of that great historical experiencefrom which extremely valuable lessons can be learned, bearing in mindthat this century is about to end and humankind faces a new era of enormouschallenges and unsuspected possibilities..1.Although the Kemalist Revolution and the foundation of modernTurkey are, on their own right, a part of the great movement for the liberationof colonized peoples, the Turkish Republic emerged in the territoryat the center of what was a great empire that encompassed domains inAnatolia, as well as vast regions of Europe, Asia and the north of Africa.But the Ottoman Empire, that reached its apex under Suleiman theMagnifıcent (1520-1566), underwent a process of decline in the 17th centuryconducive, during the 19th century and the early 20th century, to analmost colonial dependence from the great powers of those times. The finalcrisis of the empire a Russian Tsar had called "the sick man of Europe"was brought about by its participation and defeat in World War I(1914-1918), as an ally of the Central Powers. The victors then set to thetask of definitively solving the so-called "Eastern Question", by virtuallydismembering the remains of the Empire by means of the Treaty of Sevres,perhaps the most stringent and despoiling one imposed upon the vanquished.Institute of International Relations, Havana, Cuba.29
A set of causes explains this protracted and painful process of decline:the use of the accumulated capital for military purposes and luxuries;the concessions made to the European povvers through capitulationsthat prevented true, autonomous development; the scant integrationachieved within the framework of a multi-national Empire, that wouldfoster broad movements for independence during the 19th and the 20thcenturies; the deterioration of the state administration and the army; thegrovving separation between the corrupt ruling elites and the masses; thesystem of obedience to the Sultanate, inspired in a brand of islam withdogmatic characteristics 1 . In short, like a distinguished Latin Americanpolitologist said, "the Ottoman Empire was essentially the result of a political'tour de force' that built, on the basis of an entirely servile dedicationto the Sultan, legitimized by religious conceptions, a militaryorientedsociety [...] vvhose inability for cultural and economic change,due to the double rigidity engendered by its set of values and by its notionsabout participation, proved to be fatal in the long run, despite its politicaland military successes" 2 .The attempts to curb that decline, that began in the late 18th centuryand lasted one hundred years, failed to change the nature of the system.Hovvever, it is worthwhile remembering some of the main stages experiencedby the movement that pitted "modernists" and "conservatives"against each other, from whose legacy benefıtted the revolutionary Kemalistmovement, in a dialectic of denial-integration-surpass, conducive tothe creation of modern Turkey.Reformist attempts began with the establishment of military schoolsafter the western model, under Selim III but mainly under the authoritarianrule of Mahmud II, who laid the groundwork for a modern army afterhe annihilated the jannizars in 1826, subdued the Islamic clergy, and wasthus able to rally the support of broad intellectual sectors and of the statebureaucracy, receiving the sobriquet of the Ottoman Peter the Great.These first steps were followed by the "Tanzimat" (reorganization) periodunder Sultan Abdu-l-Mejid, who reigned from 1839 until 1877.This stage culminated with the 1876 Constitution under the Sultanate ofAbdu-l-Hamid, that granted, albeit belatedly, the Ottoman citizenship toali of the Empire's subjects, at a time when nationalist movements werealready on the rise. This stage was characterized by some political andcultural reforms and by a formal constitutionalism that remained in placeuntil 1908, although it was ignored by the essentially despotic governmentof Abdu-l-Hamid. On that same year, the movement of the Young1. See Kemal H. Karpat, Turkey's Politics, Princeton University Press, 1959, pp. 4-6.Some interesting assessments about the decline of the Ottoman Empire in Paul Kennedy'sThe Rise and Fail of the Great Powers, Vintage Books, New York, 1987.2. Helio Jaguaribe, Sociedad, cambio y sistema politico, Editorial Paidos, Buenos Aires,1972.30
Turks deposed Abdu-l-Hamid and replaced him with the weak MehemetV, who was to reign until 1918. Their aim was to strengthen the Constitutionand see that it was obeyed as the law of the land. The Young Turkstook measures toward modernization and democratization, that were soondisrupted by contradictions with the national minorities within the Empire,and by the Pan-Turkish leanings that prevailed vvithin the Union andProgress Party, the movement's main political tool. The outbreak ofWorld War I and Turkey's alignment to Germany, driven by the top echelonsof the Young Turks, led to the consolidation of an authoritarian powerthat curbed the movement's reformist drive. Perhaps the most outstandingnationalist thinker of that time, Ziya Gökalp (1875-1924) wasassociated to the Young Turks. Gökalp tried to intellectually link theTurkish nationalism to the \vesterly-secularist trend and with a more moderatebrand of islam, that would attain a great influence över the Ottomanintelligentsia of his time 3 .One century of reformist endeavors did not succeed in substantiallyaltering the structure of the Ottoman power, nor in curbing the hopelessdecline of the Empire, but left a set of ideas and institutions aimed at awestern-style modernization, democratization, cultural reforms based onsecularization, and the assertion of the Turkish nation on a linguistic basis.This was an essential legacy of which the Kemalist nationalist Revolutionwould avail itself and excel it..II.The Revolution, fostered by Mustafa Kemal since he entered thenorth of Anatolia in May, 1919, was a movement primarily aimed at conqueringnational independence, facing the intentions of the imperialistpowers that had won the war, who sought to dismember the Ottoman Empire.At the same time, he integrated in a new, more coherent and radicalconception, in keeping with the 20th century, the modernizing tradition ofone century of failed attempts at reform. He availed himself of whatturned out to be specially favorable circumstances, brought about by theOttoman defeat in the world conflict, the neocolonial ambitions of thevictors, and the weakness and corruption of the Sultanate then headed byVahdettin, incapable of assuming the defense of the Empire, much less ofthe Turkish nation, and mobilized the popular reserves to forge a new nationfrom the ruins of the disappearing multinational Empire.3. I have based this synthesis mainly on the aforementioned work by Kemal Karpat,Turkey 's Politics, as well as in the historical background from the work by the Argentinianwriter Jorge Blanco Villalta Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi, <strong>Ankara</strong>,1982, firstpart.31
Mustafa Kemal, the most outstanding military man in the Empireduring the great war, the hero exalted by the defense of the Dardanellesthat earned him great national prestige, emerged as the unifier of the patrioticand popular forces and the undisputed animator, the leader of theprocess of national reassertion and modernization 4 . Not only other outstandingmilitary chiefs rallied around him; he also joined together importantsectors of the people, of the imperial offıcialdom, of the urban middleclasses, of the intelligentsia, and even of the provincial Islamic clergy,in a great national patriotic front.The nationalist movement's first aim —to defeat of the occupyingpowers which Greece had joined, and their intents to dismember the nation—was accomplished in barely four years, by virtue of an enormouswar effort despite the fact that its strength and resources were inferior tothose of its adversary. Mustafa Kemal's military genius stood out again atthat time, as did the quality of his leadership and his unbending will directedat consolidating his fatherland's independence. The 1923 Treaty ofLausanne culminated that heroic endeavor, for it declared null and voidthe Sevres' attempt at expoliation. Furthermore, the Treaty of Lausannewas the only one signed on an equal footing with the victors, by one ofthe powers defeated in World War I. That political and diplomatic triumphConsolidated the victory of the nationalist arms and the independenceof Turkey, and paved the way for the transforming and creativestage of the nationalist revolution, inaugurated by the abolition of the Sultanateand the proclamation of the Republic on October 29, 1923 5 .Mustafa Kemal would also be the main motive force and inspiratorbehind this task. The hero of the Dardanelles and of the war of liberationwas not only a great military leader, but also a man of culture, a connoisseurof history, a political thinker with a modern projection, influencedby the example of the French Revolution and by advanced democraticthinking. Since his early youth he wished to overcome the secular backvvardnessof the old Ottoman Empire by adopting the advances made bywestern civilization in various fundamental domains, albeit adapting andintegrating them into the Turkish national culture.Let us summarize the principal aspects of the process that transformedthe Turkish society so deeply:4. Kemal's reputation as a military leader, and his feats during World War I are sufficientlywell-known. About his decisive role in the defense of the Dardanelles, see themost recent and perhaps more complete history of that conflict, by British historianMartin Gilbert First Worlcl War, Weidenfeld and Nicolson, London, Second Impression,October, 1994, Chapter 8. Also see the aforementioned vvork Atatürk, by BlancoVillalta, second part, specially chapters 7 and 8.5. For an excellent revievv of the war of liberation by a Turkish source, see A. Afetinan,A History of the Turkish Revolution and Turkish Republic, The General Directorateof Press and Information of the Turkish Republic, <strong>Ankara</strong>, 1981. Also see BlancoVillalta, Atatürk, third and fourth parts.32
* The creation of republican institutions, with the Great National Assemblyand a presidential executive power as their main pillars, were thebasis of a modern, centralized political system that granted the citizenshipof the new Turkey to ali Ottoman subjects.* For Kemal and for the most advanced sector of the nationalistmovement, the cornerstone of the effort toward modernization was thesecularization of the state, an extremely diffıcult task in a Müslim country,almost 90% of whose population was illiterate and vvhere the old imperialleaders vvielded, at the same time, the spiritual leadership of islam.To a certain extent, abolishing the Sultanate was a step tovvard laicization,followed by the abolition of the Caliphate, the replacement of religiouslyinspired laws by legal codes based on European models, the assumptionby the State of the educational system based, since then, on scientifıcnotions, and the gradual, but relatively swift granting of equal civiland political rights to women.* Once the process of secularizing the State and the educational systemwas completed, a radical cultural reform was undertaken by replacingthe Arabic alphabet with the Latin one, and by simultaneously cleansingthe Turkish language of words taken from the Persian and Arabic languages.This reform would not only contribute powerfully to the developmentof the Turkish national culture, but it would also facilitate the hugeanti-illiteracy endeavor, essential for the country's development.* Once the national independence had been achieved, the republichad been proclaimed and the political and juridical institutions had beenrestructured within a secular framework, the economy vvould henceforthplay a central role in consolidating the new nation's sovereignty. LikeKemal Atatürk himself emphasized in a speech delivered in 1921, "[...]when one speaks of full independence this means, of course, total political,fınancial, economic, judicial, military, cultural, ete., freedom in alirespeets. Being deprived of any one of those I enumerated would mean,in the strictest sense, that the nation and the country lack full independence"6 . Being a great military leader, he knew that military victories hadno enduring meaning "unless they are crowned with economic victories[...] therefore, to continue reaping the benefıcial effects of our great andbrilliant victory, our economy and our economic independence must besecured, reinforced and expanded" 7 .The 1929-1933 world crisis impelled the adoption of a state-led developmentand industrialization program. The Soviet experience withfive-year plans was undoubtedly influential in this direetion, althoughthat experience was assumed pragmatically, without doctrinarian strict-6. Quotations from Mustafa Kemal Atatürk, Ministry of Foreign Affairs, <strong>Ankara</strong>, 1982,p. 18.7. Quotations..., op.cit., p. 69.33
ness, faced by the need to have the State play an essential role in this domaindue to the difficulties to attain foreign funding and the relativelypoor development of the national capitalist entrepreneurial sector 8 . TheState, as the paramount motive force of the country's development, totallyor partially assumed the direction of the main branches of the economy,and laid the groundwork for an industrialization process, the economicfoundation for the country's entry into modernity. The greatendeavor for economic transformation mainly influenced the urban environmentduring the first two decades of the Republic, whereas the agriculturedid not experience a similar development 9 .These political, institutional, educational, cultural, religious and economictransformations shaped an undoubtedly revolutionary change in acountry that had been the seat of a decaying empire for centuries. Ascholar who has carried out in-depth studies about this experience emphasizedthat "[...] within the span of three-quarters of a century, Turkish societyhad evolved from absolutism to constitutional monarchy and thenon to the Republic [...] from a multinational theocratic empire to a nationalsecularist state, from a peasant economy to industry, from total dependenceabroad for industrial products to relative self-suffıciency" 10 .It was indeed a transformation from above, carried out by a coalitionof social sectors that included important military leaders, representativesfrom the State's officialdom, most intellectuals and the urban bourgeoisie,but one that succeeded in attracting the support of broad masses ofthe people for the task of saving and renevving the fatherland, called forby Atatürk's political genius".8. The non-doctrinarian spirit that favored the introduction of economic planning isquite reveaiing for, although the Republican leadership was inspired by the Sovietmodel and was even adviced by a Soviet delegation headed by Professor Orlov, at thesame time it requested the cooperation of a North American commission led by W.D.Hines and E.W. Kemmerer. See William Hale's The Political and Economic Developmentof Modern Turkey, Croom Holm Ltd., London (reprinted), 1984, p. 56. Seealso Soviet author Gennadi Starchenkov, "Problems of Investment and EmploymentPlanning in Turkey" in the collection The Near and Middle East Countries: Economyand Policy, Academy of Sciences, Moscow, USSR, 1982.Like a senior French diplomat, also an expert in Turkish affairs, has aptly pointedout, two great revolutions influenced Atatürk's Revolution: the French Revolution inthe political and institutional realms, in the process of secularization and, in general,in the country's republican orientation; and the Soviet Revolution in regard to economicdevelopment and the State's leading role. See Eric Rouleau, "Turkey: BeyondAtatürk" in Foreign Policy, No. 101, Summer, 1996.9. In regard to the urban emphasis of endeavors tovvard economic transformation andthe relative stagnation of agriculture, see Helio Jaguaribe, opt.cit., p. 65, and alsoWilliam Hale, op.cit., p. 62.10. Kemal Karpat, op.cit., p. 75.11. For the conceptualization of revolutions from above, see Ellen Kay Trimberger, Revolutionfrom Above: Military Bureaucrats and Development in Japan, Turkey, Egyptand Peru, New Brunswick, New Jersey, 1977. Also, by Fred Halliday and MaxineMolyneux, The Ethiopian Revolution, Verso, London, 1981, pp. 25-31.34
The Kemalist Revolution was a national revolution, in the sense thatits leader limited it to the territory and the genuinely Turkish populationthat made up the historical core and the basis of the old Ottoman Empire,thus distancing himself from the hardly realistic aspirations of Pan-Turkish trends, traditional in certain previous nationalist modernizing circles,like that of the Young Turks; on the other hand, it was a nationalismbased on more secular and rational tenets than the one expounded bythinkers like Gökalp; the Revolution was also republican, for it abolishedthe Sultanate and assumed this form of government as the most apt for amodern, civilized State; it was also popular or popülist, in the sense thatit united various sectors of the nation in the struggle for effective independenceand transformation of the nation, considering such sectors notas divided into antagonic classes, but as functional and complementarysectors, joined by the shared interest of saving the fatherland; secular, becauseit separated the State from the Islamic religion, considered as acomponent of the citizens' private lives,as a basic requisite demanded bythe modernizing endeavor; etatist because it granted a central and basicrole to the new State in economic development, which made Turkey thefırst among developing countries to implement a state-directed industrializationprogram; lastly, it applied revolutionism, in that it deeply transformed,in a few years, the nation's structures, ossifıed under the Ottomanrule, vvithout becoming radically socialist like the Soviet Union, acountry with which the new Turkey maintained excellent relations duringthe fırst twenty years of the Republic, that proved to be quite importantand signifîcant during the war of liberation and the drive for industrializationin the 1930s.Bearing in mind that Turkey was a basically agrarian, backvvard, Islamiccountry and, furthermore, the see of that religion's spiritual leadership;that, 90% of its population was illiterate; that it lacked modern scientifıcand technical development and administrative and technicalpersonnel in sufficient quantities, and that it had been obliged to honor apart of the debts contracted by the Ottoman Empire and had grave limitationsfor receiving foreign funding, the Turkish national revolution probablywas the most feasible experience in those historical circumstances.Thus, nationalism, republicanism, secularism, populism etatism andrevolutionism were the bases of Kemalism, not only as the ideology of asingle party -the Republican People's Party founded by Atatürk, but of agreat national endeavor from which emerged the modern Turkish nation.The Kemalist Revolution -one of the first national-populist revolutionsof this century that took place in one of the continents subjected towestern colonization, in a region of primary geostrategic importance, thebridge between Europe and Asia, the question around vvhich revolved traditionaldiplomacy for several centuries- undoubtedly has an enormousmeaning in this century. For the peoples of Asia, and specially for Mus-35
lims, it had a strong demonstrative effect. It proved beyond the shadow ofa doubt that it was possible to conquer and consolidate national independence,and to undertake autonomous development, adapting the bestachievements of western civilization, while reaffırming national culturalvalues. It was the first State to prove it was possible to secularize islam asan essential step to enter modernity, vvhile it anticipated by decades thedemands of what would be later called the Third World, decidedly approachingthe prioritized task of economic development.Atatürk himself clearly expressed the international meaning of theTurkish Revolution, when he said in 1922: "Turkish struggle does notconcern Turkey only. If the struggle initiated by Turkey was only in itsname and for its own account, it would perhaps have been of shorter durationand less bloody. Turkey has mounted an enormous and substantialeffort. Because what it defends is the cause of ali oppressed nations, thecause of the entire Orient, Turkey is certain that until final victory, ali nationsof the Orient which support it will march along" 12 ..III.In these last years of the 20th century, when humankind is about toenter what is already envisaged as a new historic era, the pertinence andtopicality of the example of the great national movement headed by KemalAtatürk is unquestionable.It is quite well known that two majör processes are the original causesof the historic change we are witnessing:* The collapse through implosion of the bloc of European socialiststates headed by the Soviet Union, the event that had a more immediateresonance and greater significance in the politico-strategic sphere, put anend to the forty-year long world confrontation, the Cold War;* The process of globalization of the economy, that impels the formationof large regional spaces for integration and of competing geoeconomicblocs.With the end of the Cold War, the East-West rivalry has been displacedby the protagonism and the competence among economic megablocs,that will perhaps become geostrategic blocs in the near future, asnew power relations take shape and circumstances contribute to strengthenthe supremacy of the only extant superpower: the United States. Thebipolarity that dates back to the years of the Cold War has been replacedby the strategic unipolarity of the United States, vvhile a renewed trend towardmultipolarity has simultaneously appeared.12. Quotations..., op.cit., p. 35.36
The end of the great global East-West confrontation, however, hasnot meant a new era of peace. If the peril of a Third World War with nuclearweapons has moved away, local and regional conflicts based onworsening ethnic and national rivalries and by religious fundamentalismare increasing, in a context of ever deepening North-South differences, ofgrowing deterioration of the natural environment and the rise in transnationalerime. The much publicized dividends of peace are novvhere to beseen but, on the contrary, the world is entering a fluid, turbulent, convulsivetransition period, fraught with renevved perils, during which the yetobscure, unpredictable traits of the international system of the 2İst centurywill take shape.In this stage of historic transition and re-shaping of international relationsin a tremendously complex world scenario, the great powers pointto the creation of a "new world order" somevvhat prematurely announcedby the then President of the United States George Bush when he exultedöver his 1991 "splendid little war" in the Persian Gulf. The task seemsdifficult, given the dimensions and the complexity of the current internationalscenario, that rather appears "out of control", as a well-knownNorth American academic and statesman emphasized in one of his lastworks 13 . Mainly if that attempt at reordering the world is undertaken accordingto the traditional hegemonic policies of the great powers, if alithe peoples —but specially the peoples of the South, that make up theoverwhelming majority of humankind- are not brought into a just, equitableworld order. The attempt will prove inviable and will bring aboutnegative and unpredictable consequences, if it purports not to reorder, butrather to poliçe the world.And while two-thirds or humankind struggle in the midst of poverty,underdevelopment and exploitation, the big powers of the North try toimpose economic and political models; declare socialist and State-led experiencesobsolete; minimize, when referred to States in the South, basictenets of International Law such as sovereignty and self-determination,and proelaim a questionable "right to intervene" under the most unlikelypretexts. However, the indeed real and robust sovereignty of the greatpowers is reaffirmed more strongly than ever before, in the context of averitable crisis of values within the dominant nations of the North, acknovvledgedby outstanding seholars 14 , of a visible lack of great politicalfıgures and of a strategic thinking capable of creatively facing today'schallenges, of presenting a far-reaching, coherent project for the future ofali humankind, not only of one-third of it.That is why there is a special signifıcance in the legacy of the nationalistRevolution from which the modern Turkey emerged, and its great13. Zbignievv Brzezinski, Out of Control, Charles Scribner's Sons, USA, 1993.14. Brzezinski, op.cit.37
leader, Kemal Atatürk, whose thinking is, in many essential aspects, fullyvalid in a global sense as well as in —or mainly in regard to— facing thenew challenges that confront the peoples of the developing world. Let uslook at some aspects of that fundamental legacy:* To defend national independence and self-determination uncompromisingly,when faced with the hegemonic ambitions of the great powers,and to be willing to make ali necessary sacrifıces to defend it andmake everyone respect it.* To strengthen and consolidate national independence by means ofan all-encompassing development, but mainly by economic development.* To grant equal importance to educational and cultural development,assimilating the scientific and technical achievements of the mostadvanced civilizations, and adapting them to the national traits.* To east the State in a central role in the guidance of the developmentprocess, essential to Third World countries.* To strengthen one's own nation in a context of utmost respect forother nations, their culture and traditions.* To renounce unreal and absürd expansionist ambitions of a territorialnature, or based on ethnic or religious Messianisms.* To base one's own security on the respect for the security of aliother peoples, thus establishing an effective peace policy.The world has certainly changed since the Turkish Republic wasproelaimed 75 years ago. The current scientific and technical revolutionand the globalizing forces of the economy are impelling an inereasing interdependenceamong the peoples, and the need to integrate in order tocreate new markets and larger economic spaces. But integration can onlybe achieved by means of cooperation based on respect for the will and theinterests of the peoples, not by imposition. Interdependence must furtherthe links among peoples and cultures in a context of respect and mutualenrichment, not by a voluntarist and coercive reaffırmation of modelspreviously established by the hegemonic centers.That is why Kemal Atatürk, whose almost prophetic vision enabledhim to foresee in the mid-1930s the outbreak of the Second World Warand practically also its outeome, could foretell that "colonialism and imperialismwill disappear from the Earth and will be replaced by a new eraof harmony and cooperation betvveen nations without any diseriminationas to color, creed and race" 15 . Naturally, in order to achieve that new eraof harmony among the peoples he knew quite well, and said it clearly,15. Quotations..., op.cit., p. 114.38
that "mutual security is a basis for happiness which ali natioııs of theworld should strive for" and that, "unless such security is extended tocover ali nations, it will not serve to assure world peace" 16 . A thought tothe point, vvhose effective application stili is an aspiration of the internationalcommunity, specially of the peoples of the South, who are a majority,for whom security implies not only independence and the lack ofthreats, but also the possibility of an autonomous development, free ofimpositions, as a basis for well-being.In this context, and bearing in mind the role the United Nations iscalled upon to play in the aftermath of the Cold War, what the great leaderof the Turkish Revolution said about its predecessor, the League ofNations, is quite significant: "it must, he pointed out, manifest itself anddevelop as an institution which is not an instrument of domination by thestrong, but as one which assures harmony and balance betvveen nationsand which helps conflicts to be reviewed and settled within fair and equitablepremises" 17 . In short, a current, full-fledged program of action forthe supreme world organization was outlined.A new world order truly just and humane requires, to summarize,statesmen with far-reaching vision and a strategic thinking capable of designinga better future for ali. Men of the stature of Kemal Atatürk, wholeft an immortal legacy of struggle, of resistance against imperialist ambitions,of national reaffırmation and of brotherhood among the peoples,and an inspiring political thinking at vvhose center is the beautiful idea-for his country and for the world- that humankind's and civilization'sprosperity and progress depend upon achieving the aim, which to himwas essential, of "Peace at home, Peace in the World".16. Quotations..., op.cit., p. 108.17. Quotations..., op.cit., p. 108.
ATATÜRKISM AN INITIATIVE OF A MODERNPOLıTıCAL CULTURE(COMPARATıVE STUDY)Ass. Prof. Llambro FİLO*The formation of a political culture especially of a democratic one isnot an easy undertaking. A new political culture usually comes into lifewhen the former institutional tools are overthrovved or modifıed. As a resultit will reflect several viewpoints or complicated attitudes connectedto the past but also fixed into the memories, traditions, manners of peopleor different groups.Hovvever we must say that a political system of government has adecisive role on the political culture. On one hand it feeds her formationand on the other hand guarantees a successfull development.The establishment of a democratic order is a difficult undertaking, asa result in long historical periods few countries has reached the right to bedemocratic. Being aware of that, a great number of authors and scholarspaid attention to the same "possibilities" or "possible conditions" consideredas favourable for the success or failure of the democratic order.These "possibilities" are connected to:a) historical sequences;b) concentration in the social & economic order;c) the level of socio-economic development;d) equalities and inequalities;e) subcultures, cleavage, patterns and governmental effectiveness;f) foreign domination;g) the beliefs of political activists;Selecting the last "possibility" and studying it in a comparative spectereveryone could see decisive importance. Atatürk belongs to the cate-* University of Tirana.41
gory of illustrious people that completely addicted themselves to themodernization of Turkey. Since the first steps tovvards the country transformation,Turkey had the necessary features of a modern state; a) a nationalstate independent and compact out of the subordinate or superintendencecomplecities towards the others (for the first time in history Turkeycomes as a nation-state with a homogenity; 95 per cent of the populationwere Turks); b) popular sovereignty (the overthrow of the sultanate; liquidationof caliphate, proclamation of the republic confirming the separatepowers into the government); c) the undertaking of new governmentalfunctions connected to the legal guarantee of human rights and providementof general welfare (the approval of a ne w constitution; offıcialismof Atatürks principles).On the framevvork of a whole institutional detachment from theold empirial past, the Atatürk's propensities created the base of a newpolitical culture. His propensities reflected ali the activities of the future.The acceptance and the assimilation of the western civilization valueswere the prior purposes of the Ataturk's reforms. He said; "civilizationis the West, the modern world, Turkey must be a part of it if countryhas to survive. The nation has to apply explicitly in form and contain alithe manners that civilization offers to ali nations".Speaking about the western civilization he does not mean only themodern technology of production but also the embracement and the applicationof western ideals. These ideals setting on the bases of modernizationand durable systems were much concerned to the modern politicalculture and to the systems of government.The reverse case, the totalitarian regime gives and example of thepolitical culture as a ideological indoctrination imposed to the people.This phenomenon was accompanied by the acceptance of an uniqueideology; the marxism-leninism ideology, and by the submission towardsthe party-state will, things that created a whole barrier between twoworlds, forcing people to believe that the western world was an hostileone.The broad masses of the people in Turkey attempted, for the firsttime a defined distinction between state field of activity and social fıeldof activity. This distinction is one of the fundamental features of the modernstate. Such a state pretends to regulate or to control the economic, culturalor social activity without absorbing it.One of the Ataturk's principles was "etatism". It is concerned to thestate role in economy. its execution required creation of the state sector.Different authors have reached the conclusion that "etatism" of Atatürk42
applied in the 30 s has been influenced by the Russian model of planifıcation".As a matter of fact state undertakings in Turkey were fruits of neccessitiesnot of ideologies. The state sector was supposed to serve to theprivate initiatives and undertakings, in order to help them growing up.The private properties were never touched but were seen as fundamentalbase of development. At death's door, Atatürk required a further liberalizationon the bases of market economy. So the state field of activity andthe economic field of activity would be separate but also having an impactto each-other. Since the years of Atatürk's reforms the private sectorof industry grew up in a certain way, meanwhile the agricultural productremained behind and concentrated to the private owners' control. In thisway the framework for the individual initiatives on the bases of the freeeconomic undertakings has been created. This was one of the possibilitiesthat the democratic rule and the political culture offered to the people. Inthe same time the Atatürk's reforms in different fields of life as in society,cultural education, role of women, were concerned to what is called"the reveal of individuals" or "the birth of individuals". At the beginningof the nineteenth century in Turkey was seen the inclination towards similiarprinciples but without success. The exposure of the individuals andof their personalities was the core of the new political culture and of itsimplementation.For both countries, Turkey and Albania, the historical past brings alot of similiarites concerned to the heritage of agrarian society. In thiskind of society, people remained fixed in a community of closed enclavesbased on families, groups or social divisions. This small divisions werepray of a manipulation from state hierarchy. This relations suffocating theindividual personality put it independent place towards the state authority,stimulating at the same time the laziness, the poverty or the revoltsometimes in the harshest forms.The transformation that was result of Atatürk's reforms gave to theindividuals a decisive role in the building of a new society, opening to theindividuals new possibilities on having equal treatments on personalitydevelopment. These prerogatives made the base of individual developmentleaving an open path to some phenomenons like self-organization,self-dicipline, self-respect and tolerance among several social groups thataccepting rank differences denied class struggle.In such relations were seen the features of new political culture, oflegal acceptance, of concious responsibilities towards the systems of government.Communism as an ideology applied from Enver Hoxha and his followersvanished every distinction between state and society vanishing thefırst feature of a modern state that's a condition of existence for the rule43
of law and state. So the society was a tool of state and ali the human resourceswere now under the state control. Several slogans like "the socialistindustrialization", "agrarian collectivization", forced individuals to renouncetheir properties, and privileges. So the individuals were forced torenounce the economic liberty, their initiatives, things that are fundamentalfor the ongoing processes of a modern society, and which are consideredas natural rights of individuals.The totalitarian communist regime made a radical change. Everythingthat in a modern state belongs to the society and private sector wasturned into subject activity of parties and state-party. So every aspect ofsocial life and intellectual and cultural activities was control subject ofparty and state. A totalitarian regime was the contrary side of a liberaldemocratics tate with its individuals in center and base.The marxism-leninism indoctrination that grew up on the basis of aclass struggle gave some divine features to the state control. Changingevery aspect of individual life and keeping individuals much connected tothe state vanishing one of most important features of individuals-their"self-existence" the totalitarian regimes created their own "political culture".This was a political culture of a forced and blind obedience of spiritualand mental dividining. In such a context by, the totalitarian regime,state and government were as "closely allied" as "distant" to the mass ofpeople. "Closely allied" because the individuals were forced to expecteverything by the government. "Distant" because the individuals weresubject of state-party control that dissapointed them feeding only with theso called general welfare that consisted in lack of wide consume dailygoods. Pretentions of individuals on governmental system remained unfoldedand their responsibilities could'nt take the legal institutional colourbased on self-organization, self-dicipline, moral respect vvithin the society.The end of the totalitarian system shovved the falsiety of the regimeslogans, like "the creation of new individual". The explosion of an "absoluteliberty" that sometime was understood as destruction of public buildings,made clear to everyone that the so-called "culture & public behavior"or "order & silence" were only slogans imposed to the people.During the transition the democratic rule suffered the impact of the totalitarianpolitical culture claimed in the above-mentioned aspects of life;like a) in the closely allied relations between government & individuals,b) in a kind of ambiguity towards the government and its staff, c) in respectlessfeelings towards the government and legal-state, 7) in hardness,behavior that sometimes passed every limit and changed into extremism.Involving on further events, development in Turkey we could saythat Atatürk's reforms were fundamental for a ne w political culture thatreflected later on the functions of a modern state. However the formationof a political culture went on gradually, at the time when different things44
conditioned on some incomplete aspects. Based on Turkish studies andauthors, especially in Turgut Özal edition "Turkey in Europe & Europe inTurkey", everyone can reach some conclusions.The Turkish case witnesses a connection between political and culturalreforms from one hand and the economic benefıtions that modernizationbrings from the other hand. Since years ago in Turkey the populardemand on political rights stand above the economic possibilities, so withthe modernization, attention was paid to the political and cultural reforms.In such a context through political achievements and economicones a disbalance was created. This had its impact on internal disordersthat happened in every ten years so the governmental interventions overpassingthem stimulated the military interventions.The cultural reforms were more successful in the urban segments ofpopulation than in rural segments that made 80% of the population. Therural population was inclined by the identifıcation of cultural achievementwith diffıcult conditions of life, than the blame belonged to the governmentalcircles.In the case of Atatürk, the modernization, reforms and their successfulimplementations were personified to him, turning his figüre in a kindof salvator cult. These merits were attributed to Atatürk and he completelydeserved them but later on, a lot of politicians pretend such attributesrequiring to blame their opposite colleagues for the diffıcult moments thatevery nation passes through.Overpassing of these phenomenons was a neccessary thing becausenation-states are strong and they do have an economic and political stabilitywhen they do pay attention to the role and importance of state institutions.Such problems usually stimulate political scientists in studying differentaspects of political development like: the preparatory phase thatpeople need in order to accept the modern political culture or the fact thatborrowing from western worlds were just invitated or rightly applicatedand implemented in other countries.Of a great importance are the positive sides reflected in the recentpolitical culture of Turkey. An expression is the wide acceptation of democracyand democratic rule. Let us turn the point to some of TurgutÖzal's conclusions:• Comparing to the other nation-states a specifıc aspect is that the peacefultransition was fruit of a two-party system of government.• During the elections of 1950 we see a general suffarage and democraticperiods are longer than authoritary ones. This fact is strictly connectedto the people participation in more than 11 national elections and local45
elections. Observations and studies done by different people make clearto every one that people are inclined to support the multi-party systemswaiting to appreciate their personal well-being.• The social groups of interest will be essential democratic instrumentsespecially through respectation of human rights.• Comparing to some other countries the Turkish people are characterisedby a tolerant behavior towards the political opposite.• Touchable and radical transformations are fruit of an urbanization ofmasses (in 1923, 90% made the rural population while in 1990 60% ofpeople made urban population), and urban or rural development. Agreat impact had the industrial growth, the mass-media and cultural exchangesthrough European countries (more than 4-5 million touristscoming to Turkey every year).• In spite of great distinctions between rural and urban areas or diffırentsocial groups the mass of people was concious on effectivity that individualhas, an effectivity expressed in every attempt for creation orgrowth of welfare within the possibilites that individuals have. Recentstudy cases showed that every kind of improvement in social life, lifeconditions, new resources has only a minimal impact from governmentbecause the country development is not only a state prerogative. Ancomtemporary inclination is the so-called "limited government" or"minimal government" which assures on implementation of individualrights an an governmental undertaking of resposibilites that new technologicaldevelopments require.Ataturkism and reforms that belong to it, speedy developments thatwere results of reforms, implementation together with the achievementsof further periods, increased the prestige of Turkey in the world.46
ATATÜRK AND THE ıDEA OF A REPUBLICANSTATENada ZIMOVA *The dissolution of the Ottoman Empire and the transformation ofTurkey from the traditional Ottoman Sultanate into a modern republicanstate was one of the most impressive developments following World WarI. That transformation and foundation of the Republic of Turkey in 1923is conneced with the activity of the leader of the Turkish War of independence,Mustafa Kemal Atatürk. In 1981, we commemorated the lOOth anniversaryof his birth. Atatürk's centennial was an occasion not only forworld-wide celebration, but also an impetus for majör scholarly activitiesabout his role and achievement.Similarly, the 75th anniversary of the Republic of Turkey offers newopportunities to study how much the primary aims of the republican Turkeyand the main tenets of earlier Turkish modernization efforts had incommon. The present contribution does not attempt to deal with fullrange of issues that may be implied by its title. its purpose is a more modestendeavour, an account of one strand in the tangle of the large subjectfield: a reconsideration of the process of the formation of the Turkish republicanstate, or at least some of its most important features. Thoughthat process itself occurred in the early of the 1920's, its roots go back asfar as the mid-19th century.At that time, the beginnings were seen of the movement of theYoung Turks who were later to rise in the revolution of 1908. Their activityis to be seen within the entire context of the lengthy reform transformationof the Turkish society and the development of the Turkish nationalconsciousness. That development cannot be characterized as a mereprocesss of quantitative growth of one single quality. The Turks, as BernardLewis stresses, "despite the survival of the Turkish language and theexistence of what was in fact, though not in theory, a Turkish state" 1 hadidentifıed themselves as Muslims and subjects of the Ottoman state and* Charles University, Prague.1. Lewis, Bernard, The Emergence of Modern Turkey. OUP, London 1961, p. 2.47
dynasty. Hence, the basic elements of Ottomanism and the religious adherenceto a universal Islamic identity were absorbed into Turkism of thatnewly arising Young Turks Movement. its main alm was not yet the creationof Turkish national state; rather, it intended to transform the OttomanState into a constitutional monarchy.Although the Young Turks were organized into an effective movementwhich was able to seize power and take further initiatives, it did notfind positive solution to the main problems of the declining Empire andfailed to avert the profound crisis of the Ottoman society. The World WarI and the resulting defeat of the Ottoman Empire meant not only thethreat of partition by the victorious powers, but also an endangerment ofthe fundamental prerequisities for the existence of the Turkish nation.How did the Turks react to the changed situation and develop newattitudes to the different problems facing them at that period? As a reactionto the partition plans of the Allies, the Turkish resistance groupsknown as Societies for the Defence of Rights had already been formed invarious parts of Anatolia. One of the Turkish military leaders who had nointention of submitting to the occupying Allies was Mustafa Kemal.Disregarding the Sultan's instructions to pacify the country, he setabout the task of organizing a resistance movement, the main aim ofwhich was to prepare the ground for the armed defence of Anatolia. Duringhis early military career, he was very close to the Young Turks movementand even certain dynamic features of the Turkist ideology servedhim as an impetus for his further activities. In this connection. Let usmake reference to his mission to Libya in 1908 where he was sent by theCommittee of Union and Progress to look into that Ottoman province'spolitical and social problems. As Rachel Simon writes: "Although MustafaKemal's success in establishing modern politics in Libya was limitedby the region's traditionalist character... he did succeed in laying out thebasic pattern of Kemalist political activity of later years" 2 . Moreover,Mustafa Kemal shared the idea of maintenance of the Ottoman Empire ina constitutional form with the Young Turks Movement, at that time.After World War I, the traditional institution of the Sultanate andCaliphate were no longer capable of coping with their political and socialresponsibilities. There were the historical circumstances of the TurkishWar of independence that brought Mustafa Kemal from a moderate constitution-monarchicalthinking tovvards new thoughts on nation and statewhich led him to the acceptance of the republican doctrine. Hence, inspite of his earlier efforts to accommodate traditional political usages tonew necessities, he was to adopt a new, and radical position.2. See her contribution Prelude to Reforms: Mustafa Kemal in Libya. In: Atatürk andthe Modernization of Turkey Ed. by Jacob M. Landau. Boulder 1984, p. 21.48
He gave up the idea of maintaining the integrity of the heterogenousOttoman Empire, and he raised the idea of a state aiming at the transformationof the Turkish traditional ways of life and institutions as a necessaryinternal parallel to the defence of the survival and preserving the independenceof the Turkish nation-state 3 .Although not proclaimed until October 29th, 1923, the republic wasimplicit in a series of measures implemented by Mustafa Kemal in thecourse of the armed struggle for the Turkish independence. Thus the creationof the Grand National Assembly in <strong>Ankara</strong> in 1920 after the shortlivedOttoman Parliament in istanbul is worth mentioning. The formerbody adopted a large number of resolutions and laws intended to makecertain that the emerging republican state would be built on entirely newprinciples.As I have noted elsevvhere "...the newly forming state in Anatoliawould not have been able to exist either in the form of, or with content ofsome sort of monarchy or Ottoman Sultanate, if it were to remain operativein the long run. On the contrary, a vigorous, modern and internallystrong republican Turkey was the only long-run perspective and possibilityfor the Turkish nation and state" 4 .3. See Çaycı, Abdurrahman, Atatürk ve Tarih Boyutu İçinde Çağdaşlaşma. In: AtatürkAraştırma Merkezi Dergisi. Volume 6, No 16, 1989, p. 59-60. See also Eroğlu, Hamza,Atatürk ve Cumhuriyet, <strong>Ankara</strong> 1989, p. 22-38.4. Zimovâ, N., The formative roots of the Turkish republican state. In: Rapports, Corapports,communications tchecoslovaques pour le IV. Congres de l'Associatiorı Internationaled'Etudes du Sud-Est Europeen, Praha 1977, p. 492.49
CUMHURIYETIN ILÂNıNıN 75. YıLıAVRUPALıLAŞMA VE KEMALIZMINKARAKTERIDr. Muhammed NUREDDİN*29 Ekim 1923 tarihi Türk Devletinin, 1299 yılındaki ilk doğumundansonra ikinci doğum tarihidir. Bu tarihten sonra Türkiye'nin Avrupa'nıncoğrafi, kültürel ve uygarlık bakımından bir parçası olması umudunungerçekleştirilmesi imkanı da oluşmuştur.Esasen, Avrupalılaşma Atatürk'le beraber başlamamıştır. Bazılarınınkabul ettiği üzere, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile 1876Anayasası sadece devletin işleyişini iyileştirmek, dahili patlamalarınönüne geçmek ve ilerleme için yapılmış reformlardır. Bazılarına -Batıcıeğilimlere göre ise, Avrupa yolunda atılan adımlardır. Ancak, hayat tarzıve kültürel anlamda Avrupa'ya dönüş, pratikte Mustafa Kemal ATA-TÜRK' le başlamıştır.Atatürk, Avrupa'ya içerik ve şekil olarak uyulacak bir örnek nazarıylabakmıştır. Bu itibarla Atatürk, devlet için resmi bir yöntem olarak Avrupamedeniyetini kabul eden ilk Türk lideridir. Atütürk, "Yeni Türk neslininkurması gereken uygarlık, şekil ve içerik olarak Avrupamedeniyetidir. Zira tek bir uygarlık vardır. Bu, Avrupa medeniyetidir.Bütün dünya insanları, hayat ve saygınlık sağlamak için Avrupa medeniyetinialmak zorundadır." demiştir.Ancak, Türkiye'nin Avrupa'ya yolculuğu Atatürk'e göre bir bakımaİslam'dan ayrılması anlamına gelmektedir. Atatürk bununla Batı'yı Türkiye'yekarşı birleştiren "Türkiye'nin İslami kimliği" kartını Batılılarınelinden almayı hedeflemiştir.Ayrıca, uygulamada anlaşılmıştır ki, Atatürk'ün Batı medeniyetinison derece beğenmesine rağmen, modernleşme uygulaması bağlamındakendine özgü fikir ve görüşleri vardı. Bunlar temelde Avrupa medeniyeti-Lübnan <strong>Üniversitesi</strong>, Edebiyat Fakültesi, Beyrut.51
nin değerleri ile kesişmiyordu. Atatürk, milliyetçiliği, bütün toplumunTürk olduğu ve tek bir Türk milletine mensubiyet olarak anlamıştır. Buanlayışını "Ne mutlu Türküm diyene" sözü ile ifade etmiştir.Atatürk, 1929 yılı dünya ekonomik bunalımının yıkıcı etkilerindenkorunabilmek için Sovyet ekonomisini taklit etmiştir.II. Dünya Savaşının akabindeki uluslararası gelişmeler Batılılaşmaprojesini gerçekleştirmesi için Türkiye'ye altın bir fırsat yaratmıştı. Türkiye,NATO'ya 1952 yılında güvenlik bakımından katıldı. 1959 yılındanitibaren, Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburgarasında imzalanmış olan Roma Antlaşmasından sonra Ortak AvrupaPazar adına ışık gösteren Avrupa'nın yeni ekonomik projesinin bir parçasıolmak için uğraştı (Türkiye, bundan önce de 1946 yılında Batı'nın veAvrupa medeniyeti değerlerinden biri olan demokratikleşmeyi kabul etmişti).AT ile Türkiye arasındaki ilişkilerde, mevcut çeşitli ekonomik problemlereilaveten, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra demokrasi, özgürlükve insan hakları problemleri de ileri sürülmeye başlandı. Avrupa,Portekiz, Yunanistan ve İspanya'ya Topluluğa katılma için demokrasininuygulanmasını temel bir şart olarak kabul ederken, Türkiye bunu, kendininiçişlerine Avrupa tarafından bir müdahale olarak görüyordu. Anlaşmazlıkderindi ve her iki taraf demokrasi ve özgürlük kavramlarını kendigörüşleri esasına dayandırıyordu.1983 yılında demokrasiye çekingen şekilde dönüşle birlikte, Türkiyeile AB arasındaki ilişkilerinde biraz düzelme oldu. Seneler süren kesintidensonra her iki taraf arasındaki Ortaklık Konseyi tekrar 1986'da toplandı.Başbakan Turgut Özal, görünen bir nebze ümit ışığından faydalanmaküzere çabaladı ve 14 Nisan 1987 tarihinde sürpriz bir şekilde AT'yetam üyelik için talepte bulundu. Bu talebin gerisindeki ana etkiler, öncelikleTürkiye'nin batılılaşma projesinde adım atmaya devam etmek, Yunanistanengeli ile başetmek ve uyum sağlamaktır. Yunanistan, gerçektenAT ile Türkiye'nin bütünleşmesi yönünde ilerlemeyi engellemede rol oynadı.1988 yılında Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, "Türkiye Batı'nındiğer kurumlarında üye olduğundan, AT'ye de üye olması gereklidir" diyerekistemini tekrarladı.Türkiye'nin talebinin incelenmesi iki buçuk yıl sürdü. Beklendiğigibi, bu üyelik Türkiye'nin yaşamakta olduğu siyasi ve ekonomik problemlerinAT ile uyuşmadığı gerekçesi ile reddedildi.Soğuk savaşın sona ermesi ve 1991 yılında SSCB'nin dağılması ileTürkiye'nin çevresi önemli değişikliklere uğradı. Türkiye'nin menfaatleri52
ile doğrudan ilgili bazı alternatifler ortaya çıktı. "Türk Devletleri" arasındasiyasi bütünleşmenin yapılması girişimleri doğdu. Turgut Özal bunadoğru kuvvetle yöneldi. Aynı şekilde Özal, Karadeniz'e kıyıdaş ülkelerleekonomik birlik kurulmasına çalıştı.Fakat yeni alternatiflerin ufkunun sınırlı olduğu ortaya çıktı ve <strong>Ankara</strong>yeniden AB ile Gümrük Birliği alternatifine yöneldi. Anlaşma 16Mart 1995'te imzalanarak 1.1.1996'da uygulamaya geçti.Ancak, Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkilerin seyrinde önemli olay,AB ülkelerinin 12-13 Ekim 1997 günlerinde Lüksemburg'daki zirve toplantısıolmuştur. Burada daha önce komünist olan Avrupa ülkelerindenonbirinin topluluğa katılması kabul edilmiştir.Çarpıcı olan, Türkiye'nin AB'nde ve katılması öngörülen ülkeler listesindeyer almamasıdır. AB'ne kabul edilebilecekler listesi aşamasındasoyut müzakere vaadi bile alamamasıdır.Türkiye'nin tepkisi gerçekten sert olmuştur. Türkiye Ortaklık Konseyitoplantılarını boykot kararı aldı. Türkiye'nin üye olması nedeniyle katılmaktaolduğu AB kurullarının yaptığı toplantılara katılmasını dondurdu.KKTC ile federasyon yolunda adım attığını açıkladı. İki taraf arasındakarşılıklı suçlamalar ve keskin ihtilaflar ortaya çıktı. Türkiye'nin Tanzimattanberi başlayan Avrupa yolu bilfiil çıkmaza girmişti.TÜRKİYE NEZDİNDEAVRUPA'YA YÖNELMENİN GELECEĞİAvrupalılık seçeneği -genel olarak Batı- Kemalist sistemin direklerindenbirini teşkil etmiştir. Hatta 1996 Haziran ayı sonunda İslamcı NecmettinErbakan'ın kurduğu hükümet dahi AT ile bütünleşmeyi kuvvetlendirmegayretlerine devama işaret etmiştir.Ancak, her iki tarafta da kesin olarak cesaret verici bir durum sözkonusudeğildir.A) Türkiye YönündenSiyasi hayattaki askeri müessesenin kuvvetli etkisine ve 3 askeri tarbeyerağmen, sivil toplum kuruluşlarının, demokrasi ve özgürlükler alanındaTürk toplumunda gerçekleştirdiği büyük ilerlemeyi hiç kimse inkaredemez. Bu arada, parlamento ve belediyeler sahasında demokratik tecrübe,egemenliğin partiler arasında, bu bağlamda 1996 yılında hükümeteİslami bir partinin gelişi takdire değer. Aynı şekilde iletişim özgürlüğü-mevcut tüm kısıtlamalara rağmen- III. dünya ülkelerinden oldukça ileribir aşamadadır. Türkiye'nin ekonomik dinamikliğinin kuvvetinin, özelliklesanayinin ve Avrupa endüstrisi ile rekabetinin ve meydan okuması-53
nm farkedilmemesi mümkün değildir. Ancak, buna rağmen Türkiye'ninAvrupa'ya yönelişinin önünde, aşağıdaki engelleri kaydetmek mümkündür:Bir: Türk toplumunun çeşitli gruplarında AB'ye girme konusundahemfikir bir irade bulunmamaktadır. İslamcıların muhalefeti ki, etkiligüçler için de Türkiye'nin siyasi istikametinde önemli bir oran oluşturmaktadırlar.bu grup sadece bir siyasi parti, Refah (bugün Fazilet) Partisiile sınırlı değildir. Aynı zamanda çeşitli laik partilere de dağılmışlardır.Bunlara ilaveten, sivil ekonomik ve eğitim sektörlerindeki güçler laikleregeçince, onlar da tek bir görüşte birleşmemişlerdir. Yetmişlerin sonlarındaEcevit Hükümetinin tutumu Ecevit'in bizzat kendisinin 90'ların ortalarındabile Gümrük Birliği'ne karşı tutumu, birçok ekonomik sektörlerinin(tam üyelik için atılması gerekli bir adım olan) Gümrük Birliği'ne muhalefeti,Türkiye içindeki bu alandaki bölünmeye açık örnektir.İki: Türkiye'de egemenlik sorunu, son derece hassas bir konudur.Tam üyelik, büyük ölçüde bazı egemenlik kararlarından vazgeçmek anlamınagelmektedir. Türkiye için belirlenen siyasetlere izin veren işlerde,sınırlı olma durumunda, tarihi ve coğrafi sebeplerle, uzlaşılması mümkündeğildir. Türklerde geleneksel olarak yabancıdan çekinme eğilimi, kuşkulanmaduyguları mevcuttur. İşte bu durum AB ile tam üyelik yolundaTürkiye'yi son derece çekingen kılmaktadır.Üç: AB'ye üyelik, demokrasi, insan haklan ve özgürlüklerine saygıyıgerektirmektedir. Bu saygıların odağında azınlıkların kültürel kimliklerinesaygı bulunmaktadır. Türkiye bu noktada bir çok hassasiyet ve şüpheçekmektedir. Söz azınlıklardan olunca, Türkiye'de Kürt meselesinin durumuile bağlantılanmaktadır. Türkiye Kürtleri, siyaset ve kültür sokaklarındahakları olan bir azınlık olarak tanınmaları için uğraştı. Bu sorun karşısındaTürk siyasi geleneğinde geçmişin handikapları hakim olmaktadır.Bunlardan özellikle Türkiye'nin Güneydoğusunda Kürtler için otonomitesisi öngören 1920 tarihli Sevr Anlaşması handikapıdır. Türklerin uyguladığıLozan Anlaşması, ırkları azınlık olarak kabul etmemekte; sadeceYahudi, Yunan ve Ermeni gibi gayrimüslimleri azınlık olarak kabul etmektedir.Buna göre Türkler çeşitli siyasi yönelişlerinde tehlike ve parçalanma1923 Lozan Anlaşmasında çizilen bütünlüğe aykırılığa karşı çıkarak,müstakil ırkî azınlık olarak, Kürtlere kültürel kimliklerini ve siyasigelişimlerine yardım edecek şeylerden çekinmektedirler. Bu tehlike, enyüksek seviyede ifade edilmiştir. Bunlardan biri, Cumhurbaşkanı Demirel'in1995 Mayıs ayı başlarında Batı'yı Türkiye'yi bölmek istedikleri konusundasuçlamasıdır. Aynı şekilde 12 Aralık 1997 tarihinde AT BaşkanlarınınTürkiye'yi insan hakları konusunda <strong>Ankara</strong>'nın şüphesini arttıran"ırkî azınlıklara (dini değil) işaretle <strong>Ankara</strong>'yı azınlıklara saygı ve korumalarınıkabul ettiğini açıklamasına davet etmesini", Lozan Anlaşmasınınçiğnemesi sayması. Buna göre Türkiye'nin insan haklarına tam olarak uy-54
ması, AB'nin anladığına göre bu büyük bir şüphe konusu ve birliğe katılmaönünde engel teşkil etmektedir.Dört: AB'ye üyelik için demokrasinin tam olarak uygulanması şartı,Türk siyasi hayatında Türk askeri müessesesinin merkezi rolü ile Anayasave kanunlarında hürriyetlere konan tüm kısıntılarla çatışmaktadır. I.Dünya Savaşı enkazı arasından modern Türkiye'nin bir asker olan Atatürkönderliğindeki ordunun rolü ile kurulmasının irtibatı, 1918-1923 yıllanarasında milli kurtuluş sırasında 1923'den bugüne kadar Türkiye'niniç ve dış siyasetinde baştan sona kadar esaslı rol almasına zemin hazırlamıştır.Kamuoyu tarafından orduya Cumhuriyetin, laikliğin ve ülke bütünlüğününteminatı nazanyla bakılmaktadır. Bu şekil, yarı devamlı halegelen siyasi istikrarsızlığı ve sağcı, solcu ve İslamcı partiler arasındakiçatışmaları beslemiştir.Sözkonusu iktisadi ve harici sebeplerin bir araya gelmesi, Türkiye'ninAB'ye katılma sorununu birçok şüphelerle çevrelemektedir. Bu giriftetkenlerin, dini ve tarihi kökleri olan bazılarını yoketmek sadece kısavadede değil uzun vadede de zorluklara karşı karşıyadır. Türkiye AB'yekatılma önündeki engelleri kabullenmektedir. îşte Avrupa'nın "tacizci"şartlan kabul edilmeyince, AB'nin -özgürlüklerin yerleştirilmesi, demokrasi,insan haklarına saygı, enflasyonu durdurma için ciiddi gayret venüfus artışı gibi- koyduğu şartları yeterli şekilde tatbik edilmeye gayretedilmedi.Türkler bakımından, tarihi handikaplar ve varlığını çevreleyen tehlikelernazarı itibara alarak düşünülmektedir. İnsan hakları meseleleri, demokrasive özgürlüklerle ilgi kurulduğunda AB'ye üye olmaları taleplerindeduraksıyorlar. Bu konudaki Avrupa'nın şartlarına uyma ve aynızamanda tam üyelik talebi uğruna göz yummaları mümkün olmamaktadır.B) Avrupa YönündenRolü itibariyle temel olarak AB'ye bu ana kadar katılma konusundabaşarısızlıktan Avrupa sorumludur. Avrupa her defasında AT'ye katılmaimkanının tartışması öncesinde Türkiye'ye yeni şartlar ilave etmektedir.Şartlar listesi taciz derecesinde büyümüştür.Aynı şekilde Avrupa, Türkiye'nin AT'ye katılmayı ehliyetli kılacakşartların ne olduğunu hiçbir zaman dikkatle belirlememiştir.Avrupa, daha önce Portekiz, İspanya ve Yunanistan'ın durumlarımukayese edildiğinde, AB'ye katılmaya aday ülkelerin şartları ile halenDoğu Avrupa ülkelerinin durumları karşılaştırıldığında çifte standart vurgulanmıştır.Bu takılım için üyelik listesinin hazırlanmasında da ve üyeliğekabul sırasında da aynı şekildedir. Hürriyetlerin, demokrasinin, insan55
haklarının, azınlıkların tanınmasının durum ile tüm bu devletlerdeki iktisadidurum, çeşitli aşamalarda Türkiye'nin durumundan daha iyi değildir.Hatta Türkiye'nin durumu, bu problemlemlerin bazısında, özellikle ekonomidebu devletlerden çok daha iyidir. AT Türkiye'ye Yunanistan'la ihtilaflarınıçözmesi ve Kıbrıs problemini halletmesi şartlarını öne sürmektedir.O şartları daha önce Yunanistan'dan talep etmemiştir. Şimdi deKıbrıs Rum Yönetimine şart koşmamaktadır. Buna benzer örnekler çoktur.Dahası, Avrupa Türkiye ile ilişkilerinde istanbul'un 1453 yılında fethindenberi oluşan anlayışını aşamamıştır. Bu anlayış, hala Türkiye karşısındaAvrupa'nın tavrının dinamiğini oluşturmaktadır. Bu anlayış Türkve Müslüman arasında da bulunmaktadır. Islamı rakip bir din ve Avrupakimliği için tehlike olarak görmektedir. Bu hüviyet, doğuda Haçlı savaşlarınınbaşlangıcından (Miladi 11. asır sonları) ve 1453'ten beri olan Hıristiyandini kimliğidir.AT'nin tutumu, Avrupa medeniyeti "müstakbeli"ne giriş için, Türkiye'ninİslami geçmişi ve mevcut Islami çevresi ile kopmaya razı olan laikAtatürkçü seçkinler nezdinde büyük bir hayal kırıklığı olarak yankıbuldu. Türkiye'nin "Batılılaşma" tecrübesinin üzerinden 75 yıl geçmesinerağmen, "Kemalistler" kendilerini hala Avrupa kulubünün dışında vekendisine koştukları "rüya"nın dışında bulunuyorlardı. Avrupa'nın artanşartları, kemalist seçkinleri, Türkiye ile AT ilişkilerinde "gizli düğümü"veya "kayıp halkayı" aramaya sevkediyordu.Bu halkadaki araştırma bizi Osmanlı devletinin menşeinden bugünekadar iki taraf arasındaki ilişkilerin geçmişinin özetine götürmektedir.Türkiye'de, Avrupa Türkiye'yi Müslüman olduğu için reddettiği görüşündekiislamcılar, bu düşünce çemberinde, kendileri yalnız değillerdir.Hatta, Yılmaz, Çiller gibi diğer Türk laikleri de zaman zaman bunu imaetmişler ve AT'yi sadece Hıristiyanların klübü olarak nitelemişlerdir."Tüm bağları kessek, bütün camileri yıksak, Avrupa'nın gözündeOsmanlılar olarak kalacağız. Osmanlı, yani İslam: Karanlığın birikimi,tehlike ve düşman". Bu söz Türk düşünürü Cemil Meriç'e (1979) aittir vegerçeğin bir yüzünü yansıtmaktadır. Ancak bu ifade, bizatihi Avrupalınınağzından çıkınca büyük bir tasvib toplamıştır.Avrupalı liderlerin ve düşünürlerin dilinde terennüm olunan (bununen meşhuru AT Komisyonu Başkanı Jack Delor) görüş ve sözler çoktur.Bunlar, Türkiye ile Avrupa arasında dini, kültürel ve uygarlık uyuşmazlığınıaksettirmektedir.4 Mart 1997'de AT devletleri Hıristiyan Demokrat Partilerinin yaptıklarıtoplantı, ayrıldığında, şüphenin (belirsizliğin) ortadan kalkmasındaaçık, hatta nihai bir duraktı. Bu toplantıdan çıkan açıklamayı ve toplantıyı56
kat ve kat önemli kılan, Avrupa Komitesi Başkanı ve Avrupa ParlamentosuBaşkanının katılmasına ilaveten, Hıristiyan Demokrat 7 başkan, ülkelerininde (Belçika, Almanya, İspanya, Lüksemburg, İrlanda ve Avusturyayardımcısı) hükümet başkanlarının da katılmış olmaları onlarıngörüşlerini AT'nin resmi bir tutumu haline getirmektedir.Açıklamada, Türkiye'nin AT'ye katılmasının ne yakın vadede ne deuzun vadede mümkün olmadığı yer almaktadır; çünkü bugünkü Avrupa"Medeniyet projesini geliştirme" tutumu içindedir. Hıristiyan DemokratPartilerin genel başkanlarının toplantının sona ermesinden sonra cümleyeson noktayı açıkça koymak konusundaki açıklamasında, eski BelçikaBaşbakanı (Wilfrid Martinez) "Biz Türkiye ile çok yoğun yardımlaşmadanyanayız; ancak, Avrupa projesi bir uygarlık projesidir" beyanı yeraldı. Böylece eski Belçika Hükümet Başkanı Leo Tindemanz tarafından"Avrupa ile Türkiye arasında uygarlık uyuşmazlığı bulunmakta olduğunu"söylemiş oldu.Atatürk'ten sonraki Kemalist düşüncenin problemlerinden biri, Türkiye'ninAvrupalılaşma mefhumunun AT kurumlarında üyelikte temsiledilmesini sadece mekanik bir adım addolunmasıdır. Bu ise düşünce veilerleme üslubunu alma anlamındaki Avrupalılaşmanın özü ile AB üyeliğiarasını ayırdetmeye çalışmamıştır. Türklerin, ülkelerinin bir kısmının Avrupakıtasında oluşunu mesned kabul etmeleri onları tek başına Avrupamedeniyetinin bir parçası olmaları hakkını vermemektedir. Avrupa Kıtasınınbir parçası olmaksızın Avrupalı olmaları mümkün olduğu gibi, Avrupa'nıngöbeğinde olsalar bile Avrupalı olmamaları da mümkündür. Avrupa,kavramlar, örnekler ve değerler manzumesidir; coğrafi alan veyakurum iskeleti değil.AB'ye katılması 12-13 Ekim 1997 tarihlerinde kesin olarak reddedilmesindensonra Türkiye, bu gün, alternatiflerini, ilerleme ve sonra da Avrupalılaşmamefhumlarını yeniden belirlemeleri durumu ile karşı karşıyadır.Laik ve Kemalist seçkinlerin yeniden tarihi ve gerçeği daha ince birşekilde okunmaları gerekmektedir. İlerleme yollarını alacaklarından ümitettikleri belirginleşmiştir. Bu AT üyeliği ve onun gerekleri bakımındanveya onun dışındaki sebepler bakımından olsun, sabit olan odur ki, Türkiye'ninAvrupa'dan umudu Cumhuriyetin kuruluşunun 75. yılından sonra,gerek kısa ve uzun vadede küçümsenmesi mümkün olmayan zorluklarlayüz yüzedir.Ancak, yukarıda belirtilenler ışığında, Türkiye'de Kemalizmin mevcutmedeniyet örneklerinden herhangi birine tam olarak uyum sağladığısonucunu çıkarmak mümkün değildir. Onun, uygarlık reformları ameliyesibakımından kendisine has kavramları vardır.57
HıZLı ÇAĞDAŞLAŞMA MODELI OLARAKATATÜRKÇÜLÜKOrhan KOLOĞLU*Atatürk'ün Türk toplumuna kazandırdıklarını devrim niteliğiyleaçıklayabilmek için 1919-1938 yani kendi etkenlik dönemi çerçevesindedeğerlendirmek doğal bir yaklaşımdır. Devrim kendisinden, öncesindenkopmak ve sonrasını da biçimlendirmek özelliğine sahip bir girişimdir.Bu niteliğiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı Devleti'nden tamamenayrı bir yapı olduğunu söylemek doğrudur. Ancak devrimin kendisindenönceki oluşumlardan etkilenmemiş olması düşünülemeyeceği gibi, toplumunözümseme sürecinde yaşamaya devam edeceğini kabul etmemek demümkün değildir.Bu sebeplerle ben olaya Tanzimat girişimiyle başlamak ve devrimleri1945'de bir daha geri dönülmemek üzere demokrasiye geçilmesiyledevam eder saymak eğilimindeyim. Hatta 1950'de tarafsız seçimlerle iktidarınel değiştirmesini olayın doruğa erişmesi sayıyorum. Bütün bu çağdaşlaşmasürecimizde Atatürk Devrimlerini de etkileyen bir ortak yönteminvarlığı dikkati çekiyor.1839 Gülhane Fermanı'nda 150 yıldır toplumun kuvvet ve refahınıkaybettiği, yeni yasal ve kurumsal düzenlemelerle 5-10 yılda kalkınılabileceği,yani sorunların çözümlenebileceği belirtilmiştir. Böylesine 'Acilci'davranılmasında, bu kadar kısa bir sürenin öngörülmesinde hiç şüphesizdaha fazla beklemenin imkansızlığının farkedilmesi kadar, uygun vezamanlı olup olmadığı konusunda gelebilecek eleştirilerin etkisizleştirilmesiarzusu da rol oynamıştır.100 yıl sonra 1945'de demokrasiye geçiş kararı verildiğinde de aynısorunlar gündeme geldi. Amerikalı siyaset bilimci, profesör Dankvvart A.Rustow konu üzerinde İsmet İnönü'yle yaptığı konuşmaya dayanarakTürkiye'de demokrasinin sadece dış politika ihtiyaçlarının ürünü olmadığınıbelirtir:Araştırmacı Yazar, İstanbul.59
"Türkiye'de tek parti rejiminden hür seçimlere imkan verecek çokpartili rejime geçişi zorunlu kılan yeterli iç sebepler de bulunuyordu.Kemal Atatürk'ün temellerini attığı, günümüzün Türkiye Cumhuriyeti'nidoğuran Türk İstiklal Savaşı halkın egemenliği adına gerçekleştirilmiştirve geçmişinde iki yasal muhalefet tecrübesi de vardır..."Şüphesiz demokrasi kararıyla İnönü, 'İkinci Adam'ı olduğu AtatürkDevrimleri'ni hedefine ulaştırmış oluyordu; ama bu, onun da zamanlamanınuygun olup olmadığıyla sorgulanmasını engellemedi. Hem de, Atatürk'ünpartisi CHP'nin yönetici kadroları tarafından, toplumun henüz demokrasiiçin yeterince olgunlaşmamış, dolayısıyla kararın erken olduğugerekçesiyle 1920'de <strong>Ankara</strong>'da Büyük Millet Meclisi'nin çalışmaya başlamasındanitibaren yavaş yavaş adımları atılan devrimlerin topluma hazmettirilmesiiçin sadece yarım kuşaklık bir zaman geçmişti. Üstelik İkinciDünya Savaşı yılları, başlatılmış girişimlere ve sağlanmış kazanımlarazorunlu duraklamalar getirmişti. Bu durumda 1925 ve 1930'da rastlanandirençlerin tekrar belirmesi olasılığından endişe ediliyordu. Kısacası'acele etmeğe gerek olmadığı' belirtiliyordu.İnönü demokrasiye geçmekte kararlı davranmakla, hatta partisininiçinde aksi tezi savunanları tasfiye etmekle 100 yıldır süren 'Acilci gelenek'tenayrılmayacağını kanıtlamış oldu. Gerçekten bütün bu çağdaşlaşmaçizgimiz boyunca alınan her önemli karara zamanlamasının uygunolup olmadığı sorusuyla ve toplumun hazırlıksızlığı gerekçesiyle karşı çıkılmıştır.Tanzimatçılar Müslim-Gayrimüslim eşitsizliğini kaldırdığındada, 1876 anayasası ve meclisinde de 1923'de cumhuriyetin ilanında daaynı sorular gündeme gelmiş ve 'olmasa da olur' mantığını ileri sürenlergörülmüştür. Günümüzden geriye baktığımızda, 21. yüzyıla çağdaşlaşmaçabasında en ileri Orta-Doğu ve İslam ülkesi olarak girmemizin birbiriniizleyen 'gerekli miydi ve zamanı mıydı' sorularıyla karşılaşmış girişimleremedyum olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Hepsi de birbirini tamamlayan'acilci' kararlardır.Çağdaşlaşmayı hedefleyen bütün kadroların -Tanzimatçılar, YeniOsmanlılar, Jön Türkler, Kemalistler- neden böyle bir yöntemi tercih ettiklerisorusu hep akılları işgal etmiştir. Soruyu kaçınılmaz kılan Osmanlınındurağan, hiç değişmeyen bir toplum olmamasıdır. 16. yüzyılın sonçeyreğinden, bir zamanlar batılıları da hayrette bırakan sistemlerinin yozlaşmayabaşladığını farkettiklerinden itibaren Osmanlı yöneticileri çözümaramaya girişmişlerdir. 'Kitabı Müstebah' yazarından ve Koçi Bey'denbaşlayarak hep mevcut sistemin ıslahı ve uygulayıcıların dürüstleştirilmesiyleişlerin yoluna gireceği umudu beslenmiştir. Sisteme dönemlerin koşullarınauygun düzeltmeler de getirilmiştir. Ancak bunların yeterli olmadığısistemin dışından alıntılar gerektiği 18. yüzyılın ilk çeyreğindefarkedilmiş ve bu yola girilmiştir. 19. yüzyıla girerken sistemin sorgulanmasıbaşladı. Bir zamanlar geri sayılan batının başarılı bir sistem oluştur-60
duğu ve bunu çok hızlı ve sürekli yenileştirdiği de farkedildi. Hem arayıkapatmak hem de o yinelenme hızına erişebilmek için aynı derecede hattadaha hızlı olmak gerekiyordu. Batının aydınlanma ve Sanayi Devrimi ileeriştiği noktalara ulaşmanın zorunluğu belirmişti. Günümüzde de hâlâ,Osmanlı kurumlarının ıslahıyla çözüm bulunmamış olmasını eleştirenlererastlanıyor. Hataları, kurumları bu yöntemi Osmanlı yönetiminin üç yüzyıla yakın denediği ama başarı sağlayamadığını unutmalarıdır. Son anda,tam çözülmenin önlenemeyecek hale geldiğini farkettiklerinde Sultan veyardımcıları ortada görünen tek çözüm formülüne sarılmışlardır.Bir diğer sık eleştiri de bu yöntemin toplumun sorunlarını çözememişolduğu hakkındadır. Bu sebeple sürecin doruğunu oluşturan AtatürkDevrimleri ve Cumhuriyeti hedef alan eleştirilerin yoğunluğu dikkatiçeker. Unutulan husus Osmanlı dönemindeki girişimlerin iç sorunlardançok dış etkenlerle frenlenmiş olmasıdır. Parçalanma sürecine girmiş bulunandevlet, çağdaşlaşma azminden vazgeçmemekle birlikte emperyalistlerinhırslarını engellemek için daha da büyük çaba sarfetmek zorunda kalmıştı.Bu yüzden atılan bir ileri adımı bazen bir ya da iki geri adımizliyordu.Ancak, Sevr'i zorlayanlara silah gücüyle Lozan'ı kabul ettirip toplumutam bağımsızlığa kavuşturduktan ve ülkenin iç işlerine hiçbir yabancıdevletin karışmamasını sağladıktan sonra Atatürk'ün devrimci aceleciğinebaşvurması, en uygun zamanı yakalamış olmanın bilincinde olduğunukanıtlar.Gerçekten her biri en az 60-70 senedir tartışılan ama kesin şekil verilememişkonuların hepsi 6-7 yıllık bir süre içinde karara bağlandı. Bunlardatekrar geri adımlar atılmasını önlemek ve Osmanlı kararsızlığınadönmemek için de gereken kurumsal ve yasal yapılar oluşturuldu. CumhuriyetinOsmanlı'dan apayrı bir yapı olduğu görüşü ve eskiyle hiçbirbağlantısı kalmadığı anlayışının kökeninde bu farklılaşma vardır. Bu kopuşunen belirgin şekilde görüldüğü alanlar cumhuriyetin ilanı ve laikliğinkabulü olmuştur. İşin ilginç yanı çok hızla birbirini izleyen devrimkararlan içinde en ihtiyatla alınan ve aceleye getirilmeyen bu ikisi olmuştur.Hakimiyet-i Milliye deyimi 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıylayoğun şekilde kullanılmaya başlanmış, Parlamento'nun sultana nazaranyetki üstünlüğü pekiştirilmişti. <strong>Ankara</strong> Büyük Millet Meclisi daha da ileribir adım attı ve 1921 anayasasıyla bunu kesin olarak belirtti. Atatürk'ün,hemen cepheye gidip savaşmaya girişmesini isteyenlere karşı önce, yetkiyisadece milletten alan bir yasama ve yürütme organı oluşturmaya özengöstermesi, hatta buna tam devrimci nitelikle yargı yetkisini de verdirmesi,konuya ne kadar önem verdiğini gösterir. 1920-1922 arasında ulusalhareketimizi değerlendiren bütün Batılı gözlemciler, <strong>Ankara</strong>'da bir cum-61
huriyetin kurulmuş olduğunu belirtmişlerdir. Açıkçası 1923'te verilenkarar bir oldu bitti değildir. Faaliyete geçmiş bir oluşuma isim verilmesindenibarettir.Bu kararın, Kurtuluş Savaşı'na destek vermiş ve ilke olarak cumhuriyetekarşı olmadıklarını belirten bazı kimselerce de 'erken' diye nitelenmesi,asıl kendilerinin bu sürecin farkında olmadıklarını kanıtlar. Günümüzdedünyada sayısı zaten bir avuç kalmış olan hanedanlar hakkındakendi toplumlarından yükselen eleştiriler, işlevi kalmamış bir kurumu yaşatmayaçalışmanın ne sonuç vereceğinin kanıtıdır. Üstelik bu kurumundevamını isteyenlerin, batıdaki gibi simge olmasını değil, aksine eskiyedönüş için araç yapılmasını tasarlandıkları da hemen farkedilmiştir.Hilafet kurumunun kaderini de cumhuriyetin değil, son yarım yüzyıldaona oynatılan rolün belirlediğini kabul gerekir:- İslam dünyasının yüzde doksanını sömürgeleştirmiş olan Avrupadevletlerinin kontrolleri altında bir halife oluşturma çabaları; -Osmanlıyönetimi altındaki Arapların buna destek vermeleri; -ittihatçıların bütünMüslümanları kurtarma hedefli cihad girişimlerinin Müslümanlardan destekbulmaması; -Son Osmanlı sultan/halifesinin İngiliz politikasına tamteslim olması yetmiyormuş gibi ulusunun bağımsızlığını istemediğini kanıtlarşekilde zafer üzerine onlara sığınması; -1923 sonunda bu sömürgecigüçlerin Sünni İslamın halifesini Türkiye'nin çağdaşlaması çabalarınakarşı kullanmak için, Hintli Şii liderler aracılığıyla giriştiği kışkırtmaoyunlarına diğer Müslümanların da katılması.Son zamanlarda açık açık saltanat ve hilafet lehinde, cumhuriyet velaiklik aleyhinde yürütülen kampanyalar aslında bütün çağdaşlaşma girişimlerinigeriye döndürme arzusunun ifadesinden başka birşey değildir.Sadece gayri-müslim vatandaşlarımızı değil, nüfusumuzun büyük bir kısmınıoluşturan Alevi vatandaşlarımız gibi, din konusunu kendi özel sorunusayma ve başkalarını karıştırmama yanlısı asıl büyük kütleyi de dışlamayakalkışan bu davranışın, insan haklarını yok etmekten başka biramacı bulunmadığı açıktır.Her iki konudaki kararların aceleyle değil aksine uzun bir gelecekhesaplanarak alınmış olması, Atatürk'ün devrimlerini güvenceye sağlamakiçin peşinen tedbirli davranmış olduğunu kanıtlıyor.Gününde, örnek aldığı batı toplumlarının da önüne geçen bir içeriklekabul edildiği için aşırı aceleci bulunmuş ve bazılarınca Islama aykırı görülmüşolan 'Kadın haklan' konusunun da şimdi çağdaşlaşma karşıtlarıtarafından çağdaşlaşmayı baltalamak için kullanıldığı görülüyor. Başkaalanlarda insan haklannı kabul etmeyenlerin sadece türban için eylem düzenlemesidavranışına samimiyetsizliğinin kanıtıdır. İnsanın aklına'Neden bir fes eylemi yapmıyorlar?' sorusu geliyor. Oysa asıl tepki fesinbırakılmasına gösterilmişti. Bunun tek bir açıklaması vardır: Bırakınız62
Türkiye'yi, bir zamanlar bütün İslam dünyasında toplumun simgesi sayılanve yasaklanmasına tepki gösterilen bu başlığı şimdi Müslümanlarınhiçbiri ciddiye almıyor, eğlence aracı sayıyor.Devrimler içinde, bana göre, en hızlı gündeme getirilip, niteliğinegöre en hızlı şekilde gerçekleştirilen harf devrimidir. Geçmiş ihtişamı neolursa olsun, artık dünyada geçerliliği kalmamış bir kültürden kopmanınaracı olmuştur, Yeni Türk Harfleri. Buna da eleştiri kitlelerden değil, oeski kültürü çok iyi bilen nadir uzmanlardan geldi. 'Kökümüzden kopuyoruz'feryatları yükselmiştir de, neden o kökü anlayabilmek için Osmanlısisteminin, nüfusun yüzde üçünden fazlasını okur yazar hale getiremediğisorusunu kendilerine yöneltmemişlerdir? Yoksa hayallerindeki Türktoplumunun Osmanlı'daki gibi çobanlık yapacak bir azınlık tarafındanyönetilmesinden başka hedefleri yok mu?... Günümüzde de tembel araştırmacıların'Bize öğretmediler ki' diyerek Osmanlıcayı bilmemenin suçunudevrimlere yüklemeğe çalıştıklarına tanık oluyoruz. Osmanlıcaancak uzmanların işine yarar. Ingilizceyi, Fransızcayı, bilgisayarı, internetiöğrenmek için olağanüstü çaba sarfedenlerin, işlerine yarayacaksaOsmanlıca öğrenmeye gayret etmeyip başkalarını suçlamaya kallaşmalarınıtembellikten başka bir şeyle izah etmeye olanak yoktur.Bizdeki görüşün aksine batılı düşünürler harf devrimiyle demokratikleşmearasında, çok sonraları farkedeceğimiz bir ilişkiyi o dönemdekaydetmişlerdir. Prof. Pittard'ın eşi Noelle Reger şöyle yazmıştır:'Şurası muhakkak ki, eğer Küçük Asya sihirli bir çubukla bir gündendiğerine bütünüyle değişmezse, en azından okuma yazma bilen birkaçmilyon insan, bugün ülkeyi yöneten birkaç bin entellektüelin yerini alacaktır.Ve büyük bir çoğunluk küçük bir azınlığın yerine geçeceğine veher gün artarak güneşteki yerini isteyeceğine göre bir demokrasi kendiliğindenbelirecektir(...) Otoritelerinin kütlelerin eğitim noksanına bağlı olduğunusanmaları sebebiyle sultanların asla kabul etmek istemediklerişeyi cumhurbaşkanı hayal edebileceği en büyük iyilik olarak mütalaa ediyor.Bu mutlakiyetçi yönetici büyük bir demokratik ruha malik değil mi?'Şapka hariç bütün devrimleri onaylayan, kadın haklarının alelaceleverilmesini doğru sayan Halide Edib'in harf devrimini otuz yıla yaymayıönermesi de ilginç bir şaşkınlık örneğidir. Bunun 'hiçbir zaman yapılmasın'demekten başka bir anlam taşımadığı açıktır.Ekonomi ve Sanayi atılımlarının Atatürk döneminde yeterince gelişmemişolması da bir eleştiri konusudur. Kapitülasyonları kaybedenlerin1930'ların ortalarına kadar süren ambargolarını, bu alanlar için gereklikadroların yetiştirilme sürecini, yatırım ve girişimlerin ürün vermesininbağlı olduğu zamanı düşünmek istemeyenler, bugün Türkiye'de özel girişimineriştiği uluslararası düzeyin kökeninde o hazırlığın bulunduğunu63
unutmamalıdırlar. Türk sermayesi de, girişimciliği de ivmesini ve kadrolarınıdevlet kurumlarından almıştır.Yirminci yüzyılda dünyada yaşanan bu en kapsamlı ve en hızlı yapıdeğişikliğinin hataları, yanlışları, aşırılıkları olmamış mıdır Mümkün mü?...Herşeyden önce devrimin mantığı eskiyi aşmak için en uca gitmeyi emreder.Onu izleyecek hazmetme süreci sırasında kendiliğinden düzeltmeler,vazgeçmeler ve yeniden yapılanma gereksinmeleri belirecektir. Toplumsaldeğişmenin yasaları bunu zorunlu kılar. Hele bu son derece kısabir süreye sığdırılmışsa. Ayrıca Türkiye, demokrasiyi acilci bir şekildegündeme getirdiği gibi, emekçi haklarını da işçi sınıfı ülkede belirmedenyasallaştırarak, Atatürk geleneğini bütün çağdaşlaşma adımlarında kullandığınıgöstermiştir.Bütün bu girişimlerin sonucunda Cumhuriyetimizin 75. yılında, 21.yüzyıla girilmek üzereyken, Türk toplumu en kapsamlı yapı değişikliğiaşamasına ulaşmış bulunuyor. Tanzimattan itibaren yüzyıl boyunca hepyukarıdan yönlendirilmiş olan çağdaşlaşma şimdi toplumun tabanınakadar inmiş bulunuyor. Köylüsü, işçisi, aydını ve girişimcisiyle yepyenive Osmanlı döneminde görülmeyen bir 'cumhuriyet insanı' var ortada.Avrupa 'Rönesans insanının ortaya çıkmasıyla bütün dünyayı etkileyendönemini başlatmıştı. Türkiye de 'cumhuriyet insanı' ile dünyada yeniyerini alacak çağdaşlaşmasını tamamlayacaktır.Bu değişimde herşeyimiz yerine oturmuş bütün sorunlarımız çözülmüşmüdür? ...Tabii ki değil. Aksine her toplum kesiminin yerinin ve gücününbelirlenme aşaması tamamlanmamış olmasından doğan bir bunalımıniçinde bulunuyoruz. Bunu sistemin bozulmasından çok, kapsamlıdeğişmenin doğal sarsıntısı olarak görmek gerekir. Böylesine kapsamlıbir değişmenin hiç sarsıntısız kökleşmesi mümkün değildir. Üstelik biz,batılıların yüzyıllara yaydıkları bir oluşumu çok kısa bir süreye sıkıştırmakdurumunda da kaldık.75 yılın bilançosuna baktığımızda demokraside, bütün eksiklerinerağmen, önemli bir aşamaya eriştiğimiz, sanayi ve ticarette bölgemizdebir güç olarak belirdiğimiz inkar edilemez. Bunlar Osmanlı mirasından,sıfırdan eriştiğimiz alanlardır. Çevremizdeki, bir çoğu da petrolle zenginülkelere baktığımızda aradaki fark kolayca anlaşılır. Türkiye'den başkaçağdaşlaşmayı bu hızla gerçekleştiren başka Orta-Doğu ve İslam ülkesinerastlamıyoruz. Buna rağmen hepsi de bizden daha büyük bunalımlar içnidebulunuyorlar. Bir gün Türkiye'nin eriştiği noktalara varmayı düşünürlersedaha da fazlasını yaşamayacaklar mı? ...Çağdaş dünya düzeyi ilegittikçe açılan arayı kapatabilmek için bir gün örnek aramaya kalkarlarsanerelerden geçeceklerini Türkiye'nin son 150 yıllık tarihini okuyarak öğrenebilirler.64
Bugünün Türk gençliğinin aşırı yakınmaları da hızlı bir değişmeyiistiyor olmalarının ürünüdür. Çabuk sonuçlar bekliyorlar. Bunun sakıncalarınıyaşıyoruz, ancak iyi bir yanı da var: Daha çok çalışmak zorundaolduklarını kendileri de anlamış durumdalar. Vardığımız yeri yeterli bulmuyorlar.Bu da Atatürk'ün koyduğu hedefin ve gösterdiği yolun izlendiğinigösteriyor. Onuncu Yıl Nutku'ndaki sözlerini bir hatırlayalım:"Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeliTürk kahramanlığı olan ve yüksek Türk kültürü olan, Türkiye Cumhuriyeti'dir...Fakat yaptıklarımızı asla kâfi görmeyiz. Çünkü daha çok vedaha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzudünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız.Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millikültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bununiçin, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göredeğil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçenzamana nisbetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işleryapacağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur... Çünkü Türkmilletinin yürütmekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasındatuttuğu müsbet ilimdir".Atatürk, toplumumuzu bu hedefin raylarına oturttuktan sonra izlememizgereken yöntemi de çok çalışmak, ısrarlı ve hızlı davranmak ve nihayetyönlendiriciliğimizi bilime bağlamak böylece belirtmiştir. Bu toplumiçin yapabileceklerinin azamisini yapmış işi bizlere bırakmıştır. Günümüzünbunalımlarından, onu sorumlu tutmak yerine aramızdan ayrıldığındanberi geçen altmış yılda bizler neler yapmış olduğumuzu saptar yani özeleştirimize girişebilirsek kurtulabiliriz.65
HÜMANIZMA VE ATATÜRKProf. Dr. Bülent DÂVER*Hümanizm 1KavramıHümanizm nedir? En geniş anlamıyla hümanizm (hümanizma) insanıtemel ölçü, ana parametre olarak algılayan bir düşünce sistemidir. Hümanizm,bu açıdan, insanları sevmeyi, insana değer ve önem vermeyi, insanlarınrahat ve huzurunu sağlamayı amaçlayan bir hayat ve dünyagörüşü ve anlayışıdır denilebilir. Hümanizm olgusuna çeşitli yönlerdenbakılabilir. Edebi hümanizmden bahsedilebildiği gibi, felsefi ve dini hümanizmden,etik değerlere dayanan bir hümanizmden de söz edilebilir.Dar anlamda hümanizm denilince de, Orta Çağın sonlarına doğru İtalya'danbaşlayarak çeşitli Batı Avrupa ülkelerinde yayılmaya başlayan veeski klasik Yunan ve Roma dönemlerine ait eserleri tercüme etme, bunlarıinceleme ve yayma uğraşı anlaşılmaktadır.Hümanizm (hümanizma) kavramını bu şekilde tanımladıktan sonra,önce Batı'da tarihsel süreç içinde hümanist düşüncenin nasıl oluştuğunu,bu hareketin Rönesans, Reform hareketlerine ve Aydınlanma çağına nasıletkide bulunduğunu, ana hatlarıyla, ortaya koymaya çalışacağız.Hümanizm, geniş anlamda alınırsa, kuşkusuz eski dönemdeki klasikÇin ve Hint uygarlıklarını ve bu çağlarda yetişen din adamlarını ve filozoflarıda göz ardı etmemek gerekecektir. Örneğin, eski doğu kültürü vefelsefesinin en önemlilerinden biri olduğu herkesçe kabul edilen bilgeKonfıçyüs, tıpkı çağdaşı Sokrates gibi, "bütün insanlar iyi ve mutlu biryaşamın yollarını ve yöntemlerini bilmelidir" diyordu. Konfiçyüs bütüninsanları kucaklayan bir sevgi felsefesinde küçüğün büyüğe saygısını, büyüğünde küçüğe sevgisini, her zaman, göstermesini öğütlüyordu".Türklerde, geniş anlamda alınınca, hümanist düşüncenin, felsefi kökeni,düşün kaynağı, batıdan farklı olmakla beraber hiç olmadığı da söy-* <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi.1. Türkçemizde bu terim, hem Fransızcadan bize geliş şekliyle, hümanizm olarak kullanılmaktahem de asıl kök olan Lâtincede söyleniş biçimiyle, hümanizma olarak geçmektedir.Biz tebliğimizde bu iki terimi de aynı anlamda kullanacağız.67
lenemez Yunus Emre "yetmiş iki millete aynı gözle bakmayanınAllah'a asi olacağını bize söylememiş miydi? Yine O, Yaratan'ın ve yaratılanınaynı sevgi pınarında odaklaştığını bizlere duyurmamış mıydı-Yunus gibi bir diğer büyük düşünür ve mutasavvıf Mevlâna Celâlettin-iRûmi bir şiirinde "Müslüman, Mecusi, Hıristiyan, putperest kim olursaolsun, bize dergâhımıza gelsin" diyerek bütün insanları ayrım yapmaksızınsevginin potasında eritiyordu. Tıpkı Konfıçyüs gibi o da "bizim yolumuzşu güzelim dünyada bütün insanlarla birlikte mutlu yaşama yoludur"demekteydi.Batı 'da hümanist düşüncenin gelişimiHümanizmin dar ve geniş anlamlarına çeşitli açılardan baktıktansonra şimdi de Batı'da hümanist düşüncenin ve hümanist kültürün nasılgeliştiğini ana hatlarıyla gözden geçirelim. Tebliğimizin başında da söylediğimizgibi, hümanist hareket ilk defa Orta Çağda İtalya'da ortaya çıktıve diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. İnsanlık tarihinin en ünlü yapıtlarındanbiri olan "İlâhi Komedi" nin yazarı Dante Alighieri (1265-1321) ile,bilinen hıristiyan hümanistlerinin kuşkusuz en önemlilerinden biri de yineİtalyadan çıkmış olan şair Francesco Petrarca (1304-1374) Rönesans dönemininen göze çarpan hümanistlerinden biri olmuştur, O'nun en önemliyapıtı olan ve 1470 yılında yayınlanan Canzoniere (Şarkılar) adlı yapıtıgünümüzde bile tazeliğini ve diriliğini korumaktadır. Yine Ortaçağ İtalyanhümanistlerinden biri olan Floransa'lı Giovanni Boccacio (1313-1375)- Decameron adlı yapıtında, ortaçağa özgü dini tesirlerden ve kiliseningünah anlayışında uzak bir biçimde, Floransa burjuvazisinin aşk, şevkve neş'e yaşamını coşkulu biçimde dile getiriyordu.Batı'da yeni çağlarda da, İtalya dışında, bazı önemli hümanist düşünürlerinve yazarların ortaya çıktığını burada söyleyelim. Bunlara örnekolarak "Deliliğe Övgü" adlı yapıtın sahibi Hollanda'lı Erasmus'u (1469-1536) fikri ve inancı uğrunda başını vermekten çekinmeyen İngiliz St.Thomas Morus'ü (Utopia adlı eseri çok ünlüdür) (1478-1535); College deFrance'ın kurucularından Fransız G. Bude'yi (1467-1540); İncili fransızcayaçevirmiş olan Lefevre d'Etaples'i (1450-1537) gösterebiliriz. Busaydığımız hümanist düşünürlerin, Martin Luther ve Calvin gibi, katolikkilisesinin baskılarına karşı büyük mücadele vermiş ve tarihte adetâ yenibir sayfa aaçmış olan teologlar tarafından şiddetle eleştirilmesi oldukçadüşündürücüdür. Bu iki reformatör yukarıda adlarını zikrettiğimiz hümanistleriilk çağın pagan (putperest) anlayışını yaymaya çalışmakla suçlamışlardı.Yeni çağlarda, bu saydıklarımız dışında "De Jure Belli Acpacis(Savaş ve Barış üzerine)" adlı eseriyle bilim dünyasında önemli yankılaruyandırmış olan Hugo Grotius'u (1583-1646) burada anmak gerekir. Obu ünlü eseriyle çağdaş Devletler Hukuku'nun ilk temellerini de atmıştırdenilebilir.68
Yeni Çağların bir başka ünlü hümanist yazarı da Montaigne'dir(1533-1592). Etienne de la Boetie'nin çağdaşı ve arkadaşı olan Montaigne'nindilimize de çevirilmiş olan Denemeler (Essais) adlı yapıtı hümanistbir öncünün parlak ışıklarını bir deniz feneri gibi, yeni kuşaklara göndermekteve onları aydınlatmaktadır.Burada üzerlerinde uzun uzadıya durmayı gerek duymadığımız diğerhümanist aydınlar da yakın zamanlarda Aydınlanma Çağının gerçek öncüleriolmuşlardır. Tolstoi, Dostoyevski ve diğerleri batı'nın hümanistkültürünün temel direkleri olarak karşımızda durmaktadırlar.F.C.S Schiller "Hümanizm üzerine incelemeler" (1907) adlı yapıtında,yeni hümanist düşüncenin her türlü doğal metafiziği reddettiğini belirttiktensonra, her türlü bilginin insanın ihtiyaçlarına ve insanlara sağladığıyararlara göre değer kazandığını vurgulamaktadır.Sonuç olarak diyebiliriz ki; tâ eski çağlarda, Yunan ve Roma uygarlıklarında,Euripides, Sofokles, Aristofanes, Cicero, Marcus Aurelius,Epictetos gibi düşünürlerin ortaya attıkları insan ve insanın erdemleriüzerine kurulu felsefe, bazı kaba, otoriter ve totaliter sistemlerde, baskıcırejimlerde dönem dönem söner gibi olmuşsa da aslında hümanizma ruhu,tarihin hiçbir devrinde kurumayan bir ırmak gibi günümüze kadar ulaşmıştır.ATATÜRK VE HÜMANİZMAAtatürk'ün, tebliğimizin ilk kısmında değindiğimiz Ortaçağ'daki klasikhümanist düşünürleri örneğin, Dante, T. Morus ve Erasmus gibi düşünürleriincelediğine dair elimizde somut bilgi ve bulgular yok. Atatürkünkütüphanesiyle ilgili araştırma ve çalışmalarda da bu konuda biz yeterlibir ipucuna ulaşamadık. Yukarda bahsettiğimiz yazarlar ve düşünürler,Ortaçağ hıristiyan kilisesi inançlarına temelden bağlı kalmakla beraber,bu inançları Antikçağ Yunan ve Roma felsefeleri ve edebiyat ürünleriylebağdaştırarak, yeni bir insan ve dünya anlayışını dile getirmişlerdi. Yenive yakın çağlarda ise laikleşme hareketleriyle birlikte gitgide dini kaynaklardanuzaklaşan, G. Bude, H. Grotius, Montaigne gibi hümanistlerAtatürk'ün inceleme ve okuma kaynakları arasında yer almıyor.Ama hümanist düşünceyi sadece batıdaki bazı yazarların ve düşünürlerintekelinde saymak da, kanımızca hatalı bir yaklaşım olur. Tebliğimizinikinci kısmında da belirttiğimiz gibi, doğu dünyasının da kendineözgü bir insan ve dünya anlayışı ve felsefesi bulunmaktadır.Şu kadar var ki, daha çok mistik dini inanç ve temellere dayanan doğuluşair ve yazarlardan Atatürk'ün etkilendiğine dair resmi kaynaklardabir bilgi yoktur.69
Şu halde Atatürk'ün hümanist düşünce vee hareketlerle ilgisi nedirdiye haklı olarak sorulabilir. Evet hümanizmi dar anlamda alırsak, yanihümanizmi klasik Yunan ve Roma çağına dönmek, bu çağa ait dilleri veeserleri incelemek ve yaymak diye anlarsak, Atatürk'ün düşüncelerindeböyle bir şey bulamayız. Esasen ömrünün büyük kısmı uzun süren savaşve daha sonra hummalı devrim hareketleriyle geçen aksiyon adamı MustafaKemal Atatürk'ten böyle bir şey beklemek, onun yetiştiği Osmanlıtoplum ve kültür ortamı da göz önünde tutulursa, fazla bir şey ummakolur.Ama hümanizmi daha geniş bir perspektiften ele alırsak, yani hümanizmiinsan sevgisinden, barış özleminden, insanlararası dayanışma veyardımlaşmadan kaynak olan bir felsefe ve dünya görüşü olarak düşünürsekdurum değişir. Atatürk, aşağıda bahsedeceğimiz bir çok konuşmasındaemperyalizmi yermiş, sürekli barışı savunmuş ve yeni nesillerin saldırganlıktanve açgözlülükten uzak olarak yetiştirilmesini istemiştir.Evet Şimdi de Atatürk'ün barış, dayanışma, insan sevgisi ve onurugibi "hümanist" yaklaşımları sergileyen çeşitli konuşmalarına kısaca birgöz atalım: 2O, bir konuşmasında şöyle der:"... beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmekicab eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün azamüteessir olur" yine aynı konuşmasında şöyle devam eder "Dünyanınfilân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlıkvarsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız."Atatürk, aynı paralelde bir başka konuşmasında şunları söylüyor:"... bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır veolmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığınıve saadetini, huzur ve refahını düşünmeli, ama kendi milletinin saadetinene kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine yardımcıolmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır."Atatürk 1931 yılındaki bir konuşmasında insanlık kavramına değinirkenaynen şöyle der: "Artık insanlık mefhumu vicdanlarımızı temiz tutmayave hislerimizi yüceleştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir"Yine devamla O, "insanları mesut edeceğim diye onları biribirini boğazlatmakgayrı insani ve teessüfe şayan bir sistemdir. İnsanları mesut edecekyegâne vasıta, onları birbirine sevdirerek karşılıklı maddi ve maneviihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir."2. Bütün bu alıntılar için bkz. E. Ziya KARAL, Atatürk'ten düşünceler, Türk Tarih KurumuBasımevi, <strong>Ankara</strong> 1956.70
Atatürk yurtta ve dünyada devamlı barış idealinin yılmaz bir savunucusuolarak şu görüşleri de ortaya koyar "Eğer devamlı barış isteniyorsainsan kitlelerinin vaziyetlerini iyileştirecek uluşlararası tedbirler alınmalıdır.İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir.Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiyeedilmelidir". Evet, insanları "birbirine düşman eden faktörleri ortadankaldırmanın en önemli aracı, kuşkusuz eğitimdir ve Atatürk bu gerçeğiüstüne basa basa özenle vurgulamıştır.Atatürk daha 1921 yılında, Mecliste yaptığı bir konuşmada, bir ölümkalım savaşı veren Türk ulusunun asla savaş taraftarı olmadığını, dünyayaşöyle haykırır: "Meclisimiz ve onun hükümeti savaşçı ve maceracı olmaktanuzaktır. Bilâkis barış ve güvenliği tercih eder ve insanî, medenîideallerin gerçekleşmesine fevkalade taraftardır".SONSÖZAtatürk döneminden sonra Cumhuriyet Türkiye'sinin batılı hümanistdüşünce kaynaklarıyla doğrudan, ve ilk elden tanışması H. Ali Yücel'inMilli Eğitim Bakanlığı zamanında olmuştur. Cumhuriyet döneminde batılıve doğulu klâsiklerin türkçeye çevrilmesi, Liselere Yunanca ve Lâtincederslerinin konması, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde bu klasik dillere veonların kültürlerine geniş yer verilmesi daima olumlu çalışmalar ve çabalarolarak anılacaktır. Ne varki, hümanist kültürün Türk düşün hayatınaaydınların hayat felsefesine ve siyasal yaşama yeterli derecede nüfuz ettiğinisöylemekte, bu gün bile, pek mümkün gibi gözükmüyor.Özellikle son yıllarda, para gibi, rating gibi maddi ölçü ve değerlerinbütün değerlerin önüne geçmesi yoz bir kültürün ortaya çıkması sonucunudoğurmuştur. İnsan erdemleri, ve insan bilgisi böyle dönemlerde geriyegeriye itelenmekte, kolay yoldan ün ve statü kazanma ve aşın kazançtutkusu toplumları adeta bir kanser gibi kemirmektedir. Ama biz, Schiller'inNeş'eye övgüsünde canlı ifadesini bulan ve L. Van Beethoven'in 9.Senfonide ölümsüzleştirdiği yüksek insanlık duygularının birgün mutlakazafer kazanacağına inanıyoruz, Unutmayalım, lotüs çiçeği bataklıklardayetişir. Ama güzel şeyler de bir dönem sonra, bataklıklarda açmaz mı?71
ÇAĞDAŞ TÜRKIYE'NIN TEMELI KEMALISTILKELERDursun ATILGAN*GİRİŞTürkiye'nin kurtuluşu gerçekleşip, Lozan Barış Antlaşması yapıldıktanve yeni doğan Türkiye Devleti'nin sınırlarıyla birlikte uluslararası tanınmasındansonra, gazeteciler Mustafa Kemal'e: "hedefinize ulaştınızmı?" diye bir soru yöneltirler. Yanıt kısaca şudur: "En önemlisi asılşimdi başlıyor".Türkiye'nin kurtarılması, elbetteki, devlet olabilmesinin asıl temelinioluşturmaktadır; ancak, çağdaş uluslar arasında yer alabilmesinin sağlanması"Kemalizm" kavramına anlam kazandıran asıl sonuç olmuştur. Buda, askerî başarıdan sonra Kemalist ilkelerin temelini oluşturduğu olağanüstükapsamlı bir spektrum üzerine inşa edilen Türk devrimidir.Kemalist ilkeler programı, Mustafa Kemal'in başlattığı hareketin ilksafhalarında O'nun asıl ülküsü olmuştur. O, kurtuluştan kuruluşa gidenyolu buna göre çizmiştir. Altı ilkenin ancak 1937'de Anayasa'ya girmişolması, Kemalizm'in bir doktriner sistemi ya da irrasyonel temele dayananbir inanç sistemi değil, pragmatik bir düşünce sistemi olduğunun kanıtıdır.Kanımızca, bu ilkeler kronolojik bir sıraya göre değil sistematik birsıraya göre dikkate alınıp irdelenmelidir:Ulusçuluk, Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik.ULUSÇULUKMustafa Kemal'in yaşamında en geniş yer tutan ilke, bize göre,Ulusçuluktur. Bugün, Almanların ırkçı siyasetinden dolayı çeşitli Batı ül-Almanya Atatürkçü Düşünce Dernekleri Genel Başkanı, Köln.73
kelerinde, ama özellikle de günümüz Almanya'sında -bilinen nedenlerdendolayı- bazı çekimser tavırlara neden olan Ulusçuluk kavramı, AtatürkTürkiye'si için şu anlamlara gelmektedir:- Çokuluslu bir Osmanlı İmparatorluğu'ndan vazgeçme (hem deözellikle 1. Dünya Savaşı'nın galibi Batılı itilaf devletlerinin nüfuzalanları ve kolonial siyaset güttükleri yıllarda),- Panturanizm ve Panislamizm fikrinden vazgeçme,- "Ulusal Dikdörtgen" içinde (bugünkü Türkiye'nin haritası) ulusalegemenlik ve tam bağımsızlık. Bu konuda, Mustafa Kemal'inhaklı gerekçesi şudur: "çünkü bugün dünya ulusları sadece bir egemenliktürü tanıyor, o da ulusal egemenlik",- Ulus devlet olma, yurttaşlık kavramının gerçekleştirilmesi ve ümmetliğireddetme,- Bizzat kendisinin "Ne mutlu Türküm diyene" özdeyişiyle, yenidevletin yurttaşlarında yeni bir kendine güven ve ulusal değer bilinciuyandırma,- Saldırganlığı ve yayılmacılığı asla hedef edinmeyen ve dünya yüzündekitüm uluslarla barış içerisinde, kardeşçe yaşamayı ilke edinen,yeni bir yurtseverlik duygusunun başarılması,(Türk ulusçuluğunun bir tehlike olarak görülmemesinin en açık vekesin kanıtı, bu genç devletin 1932'de Milletler Cemiyeti'ne alınmaküzere davet edilmesidir).- Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin ne ırka, ne de dine, ancak kültüredayandırılması,- İmparatorluktan kalan tüm etnik gruplara eşit halklarla biraradabarış içerisinde yaşama olanağının sağlanması.Mustafa Kemal'in Ulusçuluk ilkesi ve anlayışı yine O'nun tanımıylaşu formülde aranmalıdır: "Yurtta barış, dünyada barış".HALKÇILIKHalkçılık (popülizm) ilkesinin anlamı, seçmene hoş görünme politikasıolarak algılanamaz. Bu ilkenin anlamı, kader siyaseti güdenlerin,halkı soktuğu uyuşukluktan kurtarıp, onun "birlik ve beraberlik gücü"nedinamizm kazandırmaktır.Halkçılık ve Ulusçuluk bu anlamda birlikte düşünülmelidir. "Eğerbir ulus kendi yaşamı ve hakları için tüm gücünü ortaya koymazsa, onuniçin kurtuluş yoktur. Biz işimize köyden, komşudan, çevremizdeki insanlardan,yani fertlerden başlayarak ilerleriz. Her fert kendini kurtarmakiçin tüm becerisini ortaya koymak zorundadır. Bu suretle aşağıdan yuka-74
iya, tabandan tavana sağlam bir yapı oluşturulur". Bu, MustafaKemal'in uygulamak istediği programın, bireylere yüklediği sorumluluğailişkin olağanüstü önem taşıyan bir saptamasıdır.Halkın ortak yaşam ve amaç bilincinin şekillenmesi ve güçlenmesi,işgalci kuvvetlere karşı başkaldırmada ve Kurtuluş Savaşı'nda olağanüstüözveriyle çalışmada ortaya koyduğu dayanışma sayesinde süreklilik veanlam kazanmıştır. Buna rağmen, bu gelişme kurtuluştan sonra da çeşitliönlemlerle desteklenmiştir. Buna ilişkin olarak en somut örnek eşit haklarkonusudur. Yeni devletin kuruluşunda halkın sadece bir bölümünün fiilikatılımı sözkonusu olsaydı, büyük bir bölümünden yükümlülük beklemeksafdilik olurdu.Mustafa Kemal tarafından kurulan "Halk Partisi "nin programında,ki adı bile başlı başına bir programdır, halkçılık şu şekilde tanımlanmıştır:"Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır.Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkınıçeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamıngereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz".Bu anlamda her ferdin eşit tutulmasının gerçekleşmesi, ancak, eskidenkalan eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Nitekimde öyle oldu.Bu konuda kaydedilen en etkili devrimci atılımlardan bazıları şunlardır:Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması,öğretim birliğinin gerçekleştirilmiş olması, her yurttaşın öğrenebileceğiyeni bir Türk alfabesinin hazırlanması ve her yurttaşın devlet organlarıönünde eşit muamele görmesi konusunda alınan önlemler.Görüldüğü üzere. Halkçılık ilkesi, köylüsüvle-kentlisiyle. yaşlısıvlagencivle.kadınıvla-erkeğiyle her ferdi yetki ve sorumluluk açısından bilinçlendirmetemeline dayandırılmıştır.CUMHURİYETÇİLİKBu ilkenin ana hedefi, Halkçılığın kamu hukuku açısından perçinlenmesidir.620 yıllık Osmanlı döneminde egemenlik sadece hanedanın, yanikişinin elindeydi. Artık egemenlik kişi işi değil, "res publica" yani kamuişidir. 29 Ekim 1923'te ilan edilen cumhuriyetin temel koşulu zaten 1921Anayasasının 1. maddesinde de öngörülmüştür: "Egemenlik kayıtsız,şartsız ulusundur". Bu da. Mustafa Kemal'in kafasındaki yönetim biçimininbaşlangıçtan beri ne olduğunun bir kanıtıdır.Çoğu yurttaşların bu yeni yönetim biçimini kavraması elbette zamanagereksinim göstermiştir. Yüzde yüzlük bir "halk hakimiyeti"nin ger-75
çekleştirilmesi her ne kadar Mustafa Kemal'in asıl amacı idiyse de, kigözlemciler buna tanıklık etmektedirler, bu sürecin de belirli bir zamankesitine gereksinimi olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin, 1924 ve 1930 yıllarındadenenen muhalefet partisi kurulması sonucu ortaya çıkan durumlargibi. Bilindiği üzere, bu partiler özellikle anayasal kazanımların karşıtıkimselerin biraraya geldiği partiler olmuşlardır.Mustafa Kemal ve arkadaşları, sorumluluk ahlâkı nedeniyle, tam anlamıylaçoğulcu olmayan bir demokrasiyi, amaçlanan ana hedefleri tehlikeyesokmamaya tercih etmişler ve böylece de karşıtlarının amansız eleştirilerinerıza göstermişlerdir. Aslında bu da o zamanki aşamadademokratikleşmenin bir gereği olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir.O günlerin muhalefetsiz partisindeki "kanatlar"ın fikir ayrılıklarının,bugünkü çok partili ve çok muhalefetli meclislerinkinden daha keskinve daha canlı olduğunu söylemenin bir abartma değil, bir gerçek olduğunuMeclis tutanakları da kanıtlamaktadır.Türkiye Büyük Millet Meclisi, hiçbir şekilde diktatörlerin sözde"Halk Temsilciliğinde olduğu gibi bir kukla değildi. Ve de en son kararıveren o Meclisti.Belki şunu da ifade etmek gerekir: Bugün Amerika Birleşik DevletleriBaşkanının yetkileri çerçevesinde bir müdahale hakkı vardır. MustafaKemal'in de o günlerde bu anlamda bir müdahalesi olduğu düşünülebilir(Son zamanlarda Başkanlık sistemi tartışması başlatıldı. Eğer bu sistemdaha halkçı ve daha demokratik bir sistem olsaydı, Mustafa Kemal, bunuzaten gerçekleştirmiş olurdu).Sonuç olarak denilebilir ki, Cumhuriyetçilik, halkçılık esasına dayanandemokrasinin ulusçuluk ilkesiyle ve de laiklik harcıyla birlikte değerlendirilmesigereken, akılcı uygulamayı sağlayan bir yönetim biçimidir.LAİKLİKEn etkili ve önemli ilke kesinlikle bu ilkedir. Aslında bu sözcüğünanlamı din ile siyaseti ve dolayısıyla da din ile kamu yaşamını birbirindenayırmaktır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında siyaset dinin emrine sokulmuştu.Hatta bazan din de siyasetin emrine sokulabiliyordu. Bunun böyleolmasındaki tarihsel neden, İslam dininin kurucusunun hem siyasî ve hemde dinî lider olmasından ve bunun yıllardan beri bir gelenek haline getirilmişolmasından kaynaklanmaktadır.Akla hemen şu soru gelebilir: "Mustafa Kemal'in kamu yaşamıyladini birbirinden ayırması kararı nereden kaynaklanmıştır?" diye. Buradabir din düşmanlığından söz etmek tamamen yanlış olur. Çünkü Laiklikdin karşıtı bir ilke değildir. Din, kişinin özel yaşamının bir parçasıdır. La-76
ikliğe göre, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, dine, dahadoğrusu kutsal kitaba göre değil, anayasaya, yasalara ve kurallara göreyapılır.Devlet yaşamında, hukukta, aile yaşamında, kültürde, eğitimde v.s.artık laiklik ilkesi ana temeldir. O'nu bu karara iten amaç dinî değil,siyasîdir. Bunun gerçekleşmesi için de önce siyasetin dinin emrinden kurtarılmasızorunluydu. Mustafa Kemal henüz genç bir subayken şu kanaatevarmıştı: "Mevzuatını ve hareket tarzını Kuran'dan ve hadisten alan birdevlet, bilimin ve çağdaşlığın gerisinde kalır".Bir ülkenin, çağı yakalamış olan ülkelerle boy ölçüşebilmesi, onlarınarasında sürekli olarak sesini duyurabilmesi, o ülke yurttaşlarının aklınıkullanmasına ve bilime öncelik vermesine engel teşkil eden kurum ve kurallarınortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal bugerçeği gözönünde bulundurmuş ve bazı çağdaşlık değerlerini -savaştadüşmanı olmasına karşın- Batılı ülkelerden almıştır.O, 1924 yılında yaptığı bir konuşmada "Dünya yüzündeki her şeyiçin, maddî ve manevî her şey için, yaşam için ve başarı için en doğru yolgösterici bilimdir, tekniktir. Bilimin ve tekniğin dışında yol gösterici aramak,düşüncesizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır" demiştir.Bilime ve tekniğe öncelik verme konusunda asıl engeli oluşturan Hilafet,Halife'nin şahsında siyasî ve dinî temsilcilik bulmuştu. Bunu ortadankaldırma planı, hem yurt içinde ve hem de yurt dışında karşıt güçlerindirenişiyle karşı karşıya kalmıştır.Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, dış güçlerin bu konudaki planlarınınTürkiye'nin iç işlerine karışmak olduğunu saptayarak, 1 Kasım1922'de Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi, enerjik bir şekilde Hilafetyanlılarına karşı çıkması sonucu, 3 Mart 1924'te Hilafet'in kaldırılmasıbüyük bir çoğunlukla gerçekleştirilmiştir.Böylece, Şeyhülislamlık, dinî mahkemeler ve fetva usulü, dervişliknişanı, medreseler de kaldırılmıştır.1928 yılında, Anayasa'daki "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dini İslamdır"maddesi kaldırılmıştır. Böylece din ve mezhep ayrılığını kurumlaştıranyasalara son verilmiş ve önce devlet laikleştirilmiştir. Yani, laikdevlet, bundan böyle meşruluğunu ne Tanrı'dan, ne de kişiden alacaktır;ancak ve sadece ulusal yönetimden alacaktır; planlanan devrimler birerbirer gerçekleştirilecektir: Eşit haklar, uygarlığa giden yolun açılması,eğitim birliğinin sağlanması, tek evlilik v.s.Özellikle Latin harflerinden oluşan yeni Türk alfabesi üç amaca hizmetedecektir:77
1. Yazı ve konuşma dilinin herkes için aynı olması,2. Sesli harfler açısından zengin olan Türk diline en uygun yazı çeşidininseçilmiş olması,3. Dünyanın büyük bir bölümüyle iletişimin kolayca sağlanabilmesi.Bu yenilikler olağanüstü bir tempoyla ama sadece okulda değil, okuldışı alanlarda da gerçekleştirildi. Mustafa Kemal'in eğitim ve öğretimeverdiği önem o kadar açıktır ki, kendisi bizzat yeni harflerle dersler vermiştir.Bu, dil bakımından yapılan ilk devrimdi ama hepsi değildi. Kemalistlerien fazla düşündüren husus, "Osmanlıca" denilen dilin sarayda veyüksek tabaka tarafından konuşulanı, bir de sade halk tarafından konuşulanıve de bu dilin önemli bir bölümünün, daha doğrusu % 70'e varan birbölümünün Farsça ve Arapça kökenli kelimelerden oluşmasıydı. Artık,Türk dilinin yabancı sözcüklerden temizlenmesi gerekiyordu. Bu başarılıbir şekilde gerçekleştirildi. Öyle ki, Mustafa Kemal'in 1927 yılındaki"Söylev"inin, daha sonraki yıllarda Türkçeleştirilmesi gerekti.Ezan bile artık Türkçe okunuyordu. Kur'an dili Arapça ise sadececamilerde geçerliydi, Hıristiyan dinindeki Latince gibi.Türk Dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması 1932 yılında kurulan"Türk Dil Kurumu" ile akademik bir seviyede de desteklendi. Bir yılönce de "Türk Tarih Kurumu" gerçekleştirilmişti. Bu kurumlar gerek"kültürel kimlik" ve gerekse "ulusal kimlik" bakımından da önemli görevleryapmışlardır ve Mustafa Kemal'in özel vasiyetnamesinde yer almışlardır.Laik devlete giden yolda en büyük engellerden birini Şeriat mahkemelerioluşturmuştur. Bu mahkemelerin kaldırılmasından sonra, TürkMedenî Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve BorçlarKanunu çıkartılarak, devletin temeli Batı Hukuk Sistemine oturtulmuştur.Bundan böyle, Türkiye Cumhuriyeti'nde bireylerin ilişkisini, yurttaşdevletilişkisini düzenleyen hükümlerin yasalaştırılması TBMM'ne, uygulamasıda T.C. hükümetine ait olmuştur.Artık her bakımdan özgürlüğüne kavuşturulan bir toplumun fertlerinindış görünüşüyle de uygar olması gerekirdi. Bu nedenle Türk toplumu,fes, sarık, çarşaf, peçe gibi dinsel olduğu sanılan baş ve beden giysilerindende kurtarıldı.Ataerkil bir aile yapısına sahip olan anlayışa göre, kadın, içgüdülerineegemen olamayan, zayıf bir varlık olarak görülmekte ve erkeğin koru-78
ması gerekmekteydi. Bu anlayış Türklerde olmamasına karşın, İslam dininikabûl ettikten sonra, Acem ve Arap etkileri sonucu edinilmiş ve deonlar gibi giyinmeye ve davranmaya başlamışlardı. Çok evlilik, cariyealma usulü, ailede her şeyin erkeğin emrine bırakıldığı bir anlayış hakimdi.İşte bu anlayış da tüm kurumlarıyla ortadan kaldırıldı.19 Mayıs 1919'dan itibaren Mustafa Kemal'in attığı her adımda laikliktemel alınmıştır.- Ulus kendi kaderini kendisi tayin edecektir (Amasya Genelgesi)- Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur (TBMM'nin kuruluşu)- Yeni Anayasa yapılması (1921)- Saltanatın kaldırılması (1922)- Cumhuriyetin ilanı (1923)- Halifeliğin kaldırılması (1924)- Cumhuriyet Anayasasının gerçekleştirilmesi (1924)- Hukukun laikleştirilmesi (Şer'iye mahkemelerinin, Mecellenin kaldırılması,yeni yasaların çıkarılması, kadın haklarına ilişkin köklüdüzenlemeler)- Eğitim ve öğretimin laikleştirilmesi (Medreselerin kaldırılması,eğitim birliğinin sağlanması, üniversitelerin kurulması)- Kültürde laiklik (Tekke, zaviye gibi kurumların kapatılması; dil,yazı, güzel sanatlar, giysi, takvim, ölçü konularında yeni düzenlemeler)- Hafta tatilinin pazar gününe alınması; miladî takvimin kabulü;ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerinin Batılı ülkelere göre düzenlenmesi- Soyadı yasasının kabulü.Bu yasa 1934 yılında çıkarıldıktan sonra. TBMM tarafından MustafaKemal'e ATATÜRK soyadı verilmiştir. Biz, buradan itibaren, artık ATA-TÜRK adıyla açıklamalarımızı sürdüreceğiz.DEVLETÇİLİKBu ilkenin anlamı, devletin iktisadî yaşama müdahalesidir. Yıllarcasavaş üstüne savaş yaşamış ve aydınıyla, işçisiyle, köylüsüyle büyük kayıplarvermiş olan bir imparatorluğun enkazı üzerine kurulmuş olan gençTürkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, iş yaşamının her alanında, yatırım yapıcı,üretici ve yol gösterici bir tutum içinde olması kaçınılmazdı.Türkiye tarım için elverişli ve büyük bir ülke olmasına karşın, tarımişgücü bakımından yeterli olanağa sahip olmadığından, toprağın büyükbir kısmı işlenemiyordu, ulaşım araçları yoktu, yeterli uzman yoktu, en-
düstriden söz etmek olası değildi, temel ihtiyaç maddeleri bile ithal edilmekzorundaydı, yatırım yapacak güçte kapital sahibi insanların sayısıhemen hemen yok gibiydi, üretim konusunda yeterli bilgiye sahip yetişmişeleman yoktu, demiryolları, limanlar, büyük kentlerin alt yapıları v.s.yabancı firmalar tarafından işletiliyordu. Bu nedenler dolayısıyla da devletkasasına giren bir gelir yoktu. Buna ek yük olarak da Osmanlı borçlarınınuzun bir süre ödenmesi gerekiyordu. Yeni devlet bu borçlar altındaezilmekteydi.Durumun bu derece acı ve ciddî olduğu ve Lozan antlaşmasınınhenüz yapılmadığı bir tarihte, Şubat 1923'te, Atatürk İzmir İktisat Kongresi'nitopladı. O, bu kongrede iktisadî hedeflerin öncelikliğini şu sözlerledile getiriyordu: "Askerî ve siyasî zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar,eğer bunlar iktisadî zaferlerle taçlandırılmazsa, yaratılan zaferlersürekli olamaz, kısa bir süre sonra söner. Bu bakımdan, en güçlü ve parlakzaferimizin sağlayacağı bayındırlık yararlarını saptayabilmek için, iktisadiyatımızın,iktisadî egemenliğimizin sağlanması, güçlendirilmesi veyaygınlaştırılması şarttır".Atatürk, bu anlamda varlıklı kimseleri yatırım yapmaya çağırıyordu.Ancak, o tarihte, varlıklı kimselerin sayısı yok denecek kadar azdı.Şunu da unutmamak gerekir: Halkçı bir siyaset izleyen Atatürk, elbettekimeydanı sadece zengin tabakaya bırakmazdı. Yabancılardan borç almayı-ulusal onurun zedelenmemesi, bağımsızlığa gölge düşürülmemesi veemperyalist ülkelerin tuzağına düşülmemesi için— düşünmüyordu.Tüm bu nedenlerden dolayı, devletin iktisadî yaşama müdahalesi kaçınılmazoluyordu.İzmir İktisat Kongresi'nde yeni devletin tez elden alması gereken önlemlerşöyle sıralanıyordu: Vergi sisteminde reform, yeni kredi kurumlarınındüzenlenmesi, ulaştırma sorununun çözülmesi, topraksız köylüyetoprak dağıtımı, ticarî spekülasyonlara engel olunması, yeraltı kaynaklarınınişletilmesi, yerli sanayiciyi gümrük vergileriyle korumaya gidilmesi,bunlara ilişkin yeni yasaların çıkarılması...İzmir İktisat Kongresinde alınan bu kararların ışığında şu önlemleralındı:80- Aşar denilen ağır vergi kaldırılarak, Atatürk'ün "Ulusun efendisi"olarak nitelediği köylü büyük bir yükten kurtarıldı.- Kooperatifler kurularak, aracılara, spekülatörlere fırsat verilmedi.- Ziraat Bankası geliştirildi, sermayesi arttırıldı ve bu bankanın kaynaklarındançok küçük faiz karşılığı küçük krediler sağlanarak,köylüyü özendirici önlemler alındı. Afetler ve benzeri nedenlerlezarara uğramış olan köylünün borçlarını erteleme gerçekleştirildi.
- Ziraat okulları açılarak, tarımda bilgili ve bilinçli teknisyenler yetiştirmeamaçlandı ve <strong>Ankara</strong>'da bir de "Yüksek Ziraat Enstitüsü"kuruldu.- Karadeniz bölgesinde çay ve tütün, Akdeniz bölgesinde narenciyeve pamuk yetiştirilmesi için özendirici önlemler alındı.- Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilmesi için yeni girişimlerdebulunuldu.- Atatürk, bizzat Orman Çiftlikleri kurarak, hem çağdaş tarım araçlarınıve yöntemlerini oralarda denettirdi ve hem de bu çiftlikleribirer Tarım okulu durumuna getirdi.- 1926 yılında çıkartılan bir yasayla, endüstriyi özendirici, Türk Ticaretyasası, Gümrükler yasası çıkartılarak da, sanayiciye yol göstericive onu koruyucu önlemler alındı.- Büyük bir ticaret filosunun kurulması konusunda üretim merkezlerinemalî destek sağlayacak çalışmalar başlatıldı. Havacılık ve Denizcilikdesteklendi ve teşvik edildi.- Etibank kurularak, Türkiye'de yeraltı kaynaklarını işletme konusundakaynak yaratıldı.- Bazı işletmeleri devlet üstlendi. (Demir yolları Osmanlı İmparatorluğuzamanında toplam olarak 3000 km'lik bir demiryolu mevcutiken, 8 yıl içerisinde buna 2000 km'lik bir demiryolu daha eklendi).- T.C. Merkez Bankası kurularak, devletin fınans temeli oluşturulmuşoldu.- Planlı kalkınma yöntemleri kabûl edildi.Burada, bugün bile henüz çözülememiş olan bir sorunun altını çizmekteyarar vardır: Atatürk, 1937 yılında toprak reformunu gerçekleştirmekiçin işe koyulmuştur, ancak ne yazık ki, önce hastalığı buna engelolmuş, sonra da ömrü yetmemiştir.Devlet, iktisadî amaca ulaşmak için, özel teşebbüsün olanaklarınınyetmediği yerde kendisi iktisadiyatı yönlendirici kuruluşlar oluşturdu. Örneğin,Makina Kimya Endüstrisi Kurumu. Aslında, yüzde yüz bir devletçiliktensözetmek olanaksızdır. Ancak, kısmî devletçilikten sözetmek olanaklıdır.Dolayısıyla Atatürk'ün ekonomik modeline "Karma EkonomiModeli" denilmektedir. Kapitalizm ile devlet sosyalizmi arasında bir ekonomikyol. Böylece Atatürk, insanın devlet tarafından sömürülmesine veinsanın insan tarafından sömürülmesine olanak vermeyecek olan birmodel oluşturmuştur.Yeri gelmişken şunu da vurgulamak gerekir: 1929 yılındaki dünyaiktisat buhranı sırasında, iktisadî olarak Türkiye'den çok güçlü devletler,totaliter rejimler kurmaya gidecek kadar sağ ve sol vurgunlara uğramışlardır.Ama. Atatürk Türkivesi. bu buhrandan sistem yarası almadan çıkmayıbaşarmıştır.81
DEVRİMCİLİKBu kavram Batı dillerine bazen "Revolution" bazen de "Reform"olarak çevrilmektedir. Osmanlı döneminde "Devrim" kavramından önce"İhtilal" ve "İnkılap" kavramları kullanılmıştır. "İhtilal, kurulu bir hükümetigüç kullanarak yıkıp, yerine bir başka hükümet kurma" anlamınagelmekteydi. "İnkılap ise, parlamento, hükümet ve çeşitli kurullarca saptanarakuygulanması düşünülen, ekonomik, kültürel v.b. alanlarda yapılacakdeğişiklikler" anlamında kullanılıyordu. Yani, "İnkılap" kurulu birdevlet düzenine ya da hükümet biçimine karşı çıkarak, onu değiştirme,kaldırma anlamında değil, tam tersine, gerçekleşmesi devletin, hükümetinaracılığı ile istenen değişiklikler getirilmesi anlamını taşıyordu. Bu kavramın,Batı dillerinde kullanılan "Reform" kavramına yakın bir anlam taşıdığısöylenilebilir. "Devrim" kavramı ise, var olan toplumsal düzenitemelden değiştirmek, yeniden organize etmek anlamına kullanılmaktadır.Batı dillerindeki karşılığı da "Revolution" kavramıdır. İçerik bakımdansiyasal devrim, sosyal devrim, kültür devrimi gibi farklı tanımlarıvardır.Atatürk'ün gerçekleştiridği Türk Devrimi sözkonusu olunca, "UlusalKurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra demode olmuş geleneklere dönerek,onlara bağlı kalarak kendilerini gelişmiş ulusların sömürüsüne bırakanuluslar, geri kalmışlıktan kurtulamazlar" düşüncesini anlamak gerekir.Özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşan uluslar, kendi geleceklerinin sorumluluklarınıkendileri taşıyacaklardır. Bu uluslar, kendi istekleriyle,kendi güçleriyle kendilerini her alanda yenileme yollarını bulmak zorundadırlar.Aslında, Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimler, Türk Devrimi'nioluşturan birer halkadırlar. O, çok iyi bir zamanlamayla Osmanlı dönemininköhne kurumlarını ortadan kaldırmış, boş ve anlamsız ideolojisineson vermiş ve düşünsel olarak tasarımını yaptığı devrimleri siyasal, sosyal,kültürel, iktisadî, sanatsal vb. alanlarda, birer birer gerçekleştirmiştir.Amaç, Türk ulusunun uygar ve çağdaş düzeyde tutulmasının sağlanmasıdır,yani sürekli devrimciliktir. Bu ilke, Osmanlı İmparatorluğu zamanındakifelç edici uyuşukluk yerine, özendirici ve canlı tutucu anlayışın vedavranışın öncelik almasını amaçlayan bir ilkedir.Türk devrimi, kaynağını şiddetten almayan, zorbalıktan almayan birdevrimdir. 1789 ve 1917 devrimlerinin temelinde şiddet vardır. Atatürk,bundan kaçınmak için çok büyük gayret sarfetmiş ve başarmıştır. Bunakarşın Türkiye'de 1920'lerde ve 1930'larda yapılan devrimler büyükçapta devrimlerdir ve tarihte çok önemli bir yer tutmaktadırlar.Bu ilkenin son ilke olarak alınmasının nedeni kavramsal bir özelliktenkaynaklanmaktadır: Türk devrimi, daha önceleri yapılmış olan Fransızve Rus devrimlerinde olduğu gibi, sadece (ulusçuluk, cumhuriyet ya82
da iktisadiyat gibi) siyasî açıdan değerlendirilmemelidir. Diğer ilkeler dedikkate alınarak, sürekli devrimin her alanda geçerli olmasını mümkünkılacak bir devrimler bütününden sözetmek yerinde olacaktır (Atatürk,bütün başarılarının kaynağının Türk ulusu olduğuna inanan bir devletadamıydı. O, "devrimler" yerine "Türk Devrimi" denmesini istemiştir).Osmanlı zamanındaki katı kuralcılık karşısında, özellikle devletçilikilkesinde görüldüğü gibi, çağın gerektirdiği ölçüde geliştirici önlemlerinalınması gereklidir.Devrimcilik ilkesinin gösterdiği ana hedeflerden birisi de, Türkiye'ninçağdaş ulusların düzeyine çıkarılmasıdır. Aynı zamanda, bireyinözgürlüğü ve mutluluğu konusundaki gelişmeler Türk ulusunun yaşamınada geçirilmelidir. Atatürk bu konuda şunu söylüyor: "Yaptığımız ve yapmaktaolduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye halkını, tamamen yeni vebütün anlam ve biçimleriyle uygar bir sosyal toplum durumuna ulaştırmaktır.Devrimlerimizin asıl amacı budur. Ülke mutlaka çağdaş, uygar veyepyeni bir ülke olacaktır."ABD başkan adaylarından Wendel W ilki e'ma 1942 yılında söylediğişu sözleri söylemeden geçmek istemiyorum:• "Mustafa Kemal ile arkadaşları tarafından yönetilen devrim, yalnızsiyasî olmakla kalmamış, uluslararası ilişkileri, bilim, kültür, toplumsalkalkınma sorunlarını içine alan bir genişliğe ulaşmıştır".• "Atatürk'ün ve O'nu izleyen yetenekli, azimli arkadaşlarının önderliğisayesinde, Türkler eski Şark'ın peçesini -kelimenin hemaslî hem de mecazî anlamıyla- yırtmış bulunuyorlar. Peçenin, ulusungözünden sıyrılmasıyla ortalığa yayılan ışık, emin olabilirsinizki, sürekli kalacaktır. Çünkü, eski gelenekleri yıkan bu devrim,kollara işaret takılmadan, üniformalara bürünülmeden, kitleleriasabî heyecanlarla dalgalandırmadan yapılmış, başka bir ülkeyesaldırmadan ortaya konmuştur".SONUÇİşte burada kısaca dile getirdiğimiz ilkelerin tasarımı, gerçekleştirilmesive Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaş uluslar arasındaki saygın yerinialması, onbeş yıl gibi çok kısa bir zaman dilimine sığıdırılan ve dünyadaeşi görülmemiş büyük bir eserdir. Bu eser, haklı olarak, hiçbir şeyi rastlantıyabırakmayan, kendisine ve halkına tam güven duyan, kararlılığınsimgesi olan ATATÜRK adıyla özdeşleşmiştir.O, devletimizin ve ulusumuzun, saygın devletler ve çağdaş uluslardüzeyine çıkarılmasını ve bölünmez bütünlüğünü silahla sağlamadı. O,bunu, yukarıda değindiğim ilkelerle, ama başta da laiklikle, öğretim birli-83
ğiyle, dini siyasetin dışında tutmakla ve altyapıya verdiği yoğun emeklesağladı.Hemen hemen 50 yıldan beri Atatürk Devrim ve İlkelerinden sapmanınülkemize ve ulusumuza, birliğimize ve dirliğimize ne denli zarar verdiğinigörmek ve ona göre en başta bireysel olarak sorumluluğumuzubilmek zorundayız. Bazıları "Atatürk'ü aşmak" düşüncesini ortaya atmaktadırlar.Onlara verilecek en yerinde yanıtın önce "Atatürk'e ulaşmak"olduğu kanısındayım.Bugün ne yapmalıyız ki, "O'nun gösterdiği yolda yürüyoruz" diyebilelim?Bunu dilimiz Türkçe'de; din ile devlet arasındaki gerginliğe sonveren, akla ve bilime öncelik veren, iç barışın —olmazsa olmaz— harcıolan laiklik ilkesinde; eğitim ve öğretim birliğinde görebiliriz.Devrimin sürekliliği dilimizde iyi görülür. Osmanlılar zamanındahemen hemen hiç konuşulmayan ve yazılmayan Türk dili, Atatürk'ün dildevrimi sayesinde bir bilim dili, bir kültür dili olarak kendini kanıtlamıştır.Dilimizi "din dili Arapça"dan, Acemce'den Atatürk kurtarmıştır.O'nun kurduğu Türk Dil Kurumu kurtarmıştır.Erkeklerinin ancak % 10'unun, kadınlarının ise sadece % l'ininokuma-yazma bilebildiği Türkiye, çağdaş ülkeler arasında ancak AtatürkDevrim ve İlkeleri sayesinde yerini alabilmiştir. Çıkarılacak en sade bilançove alınacak en büyük ders bu gerçekte yatar.84
MUSTAFA KEMAL ATATÜRKProf. Dr. Kamel Abu JABER*Since the advent of islam, no other man, ruler or otherwise, managedto challenge the system from within like Attatürk did. In other culturesperhaps only Martin Luther, Kari Marx and a few others have dared tochallenge the very fundamentals of the systems in which they foundthemselves.Were I an historian of the 24th or 25th century, I might have the benefıtof hindsight with regard to the Kemalist experiment. As it were, it isonly a few decades old; and ongoing experiment whose end results areyet to be seen. It is, nowadays, being met with fierce resistance by popülistislam vvhich clearly sees in it a challenge to its very core values. Infact, hardly had two or three decades passed when the first serious stirringsof resistance were witnessed. As time passed, two camps wereforming: the Kemalists, who were among the intellectuals and high rankingmilitary; and the masses of Anatolia who, like most peoples of theMiddle East are religious by the very nature of their existence. Religionto them, is the warm blanket wrapped around their lives, protecting andgiving sustenance to their spiritual and mundane needs, hopes, and aspirations,even their very lives.Among the three majör groups of the area: Arabs, Turks and Iranians,the dialectic between nationalism and islam is a continuing processwhose end result is an earnest search for identity. The search takes placeat several levels and in varying degrees of intensity depending on timeand place. Often it is violent, both physically and intellectualy, a symptomof societies in that very difficult historical process of transition.Caught between the imperatives of both modernity and traditionalism,with one foot firmly planted in the familiar, though increasingly less comfortablemansion of the past, with the other, already treading in the realmof change.Because of the traditional mode of life of these societies, the responsecame invariably from above. Since avvarness came in the wake of* President, Institute of Diplomacy, Amman.85
the first military contact with the west, the response was a perceived needto change accordingly to meet the coming challenge. Among the first tobe introduced to western ways were the military who were immediatelyaware of the imbalance betvveen their societies response and the outsidechallenge they faced.Unlike other Middle East reformers, however, Mustafa Kemal standsunique in his conception of the situation as well as the totality of his response."Change or Perish" meant to him change in every sphere of life,not just the military. Whereas Reza Pehlavi and later his son, as well asJamal Abdul Nasser, the Syrian military of the 1940's and many otherMiddle East reformers concentrated most of their efforts on the military,Atatürk's approach was total. There was need to change the mode and thestyle of thinking which, he thought, necessitated that the premises of lifeand living must be completely altered. It was not only the military, or theoutvvard manifestations of life that needed to be changed, but also thevery soul of the individual and the entire society.Hovvever, he was not out to negate religion nor did he wish to challengethe faith, but simply the system which had its own interpretation oflife 1 . This is evident from his proclamation to the Syrians "...As a co-Religionist I pray you not to heed the strife stirred amognst us..." 2 .From his early days Atatürk was tormented by what he vievved as theinadequecy of the Ottoman Empire in meeting both the domestic and foreignchallenges it was facing. He saw in the Ottoman Empire an archaicsystem that was too much entangled, not only by tradition, but also by itsassociaation with its subject peoples. As a Turkish nationalist, he was nottoo unhappy with the demişe of the Empire, a process which he sepeededup with energy. To him, the imperial system was tantamount to the traditionallife vvhich he saw as a cause for backwardness and retardation. PanTuranium was too romantic, unwiedly and also another form of outsideentanglement bound to retard the birth of a new purely Turkish nation.The principles of his revolution, nationalism, secularlism and rationality,populism and etatism had a deep intellectual and emotional impact on hisfollowers. However he "remained free ...to weigh strategies and costs intransforming the society..." 3 . Later, Halpern correctly adds that Attatürkwas a "...brilliant organizer, an educated propagandist, and a charismaticpersonality without ties to any group which hight obstract healthychange. He never allowed his ideology to become rigid, but rather itevolved as a broad guideline to pragmatic action" 4 .1. See Halpern, Manfred, The Politics of Social Change In The Middle East And NorthAfrica. Princeton, Princeton University Press, 4th printing, 1920, p. 1229 and p. 289.2. Zeine n. Zeine, The Struggle ForArab Independence, Beirut, Khayat, 1960, p. 123.3.4.Ibid, p. 36.Ibid, p. 362.86
Raised from early childhood in a non traditional manner, a processwhich his father espoused, it was natural for him to reject any associationwith the "backward" peoples the Empire ruled över. This explains notonly his emphasis on western, non-Arab, non Middle Eastern garb, headdress ...ete, but also his rejection of the very seript in which Ottoman language,history, culture and its religious core were written.His was not a piecemeal reformist program but a total revolutionagainst the existing order and its replacement with a new one. The corevalues must change and the core values of the order in which the Empirelanguished, he thought, were archaic and more concerned with form andceremony than substance. He seems to have arrived at his own conclusions,ali by himself, without the anticlerical tradition which Marx foundstrong in western societies and which encouraged him to think of religionas the opium of the masses. In a speech at inebolu in 1925 Atatürk spellsout clearly and rightly his view of the need to modernize. He says"...Before the impetuous torrent of civilization resistance is futile: it isquite without merey towards the heedless and refractory. In the face ofthe might and superiority of civilization, which pierces mountains, flies inthe sky, sees everything from the atoms invisible to the eye to the stars,and which enlightens and investigates, nations striving to advance with amedieval mentality and primitive superstitions are condemmed to perishor at least to be enslaved and humiliated. But the people of the TurkishRepublic have decided to live to eternity as a civilized and progressivecommunity, and have torn to pieces the chains of slavery with a heroismunequalled in history" 5 .It is the totality of his revolutionist approach that is astonishing aswell as his frank daring to challenge the existing status quo. It is notenough to say that his father inspired him, for however true that may havebeen, it does not explain the genuine commitment or the sustained determinationthat drove him to challenge the totality of the order of life inwhich he was born. After ali, the Ottoman Empire was a great achievmentof the genuis of the Turkish people: their disipline, their administrationand their sense of mission. Under the circumstances, one vvould haveassumed that reform, not total revolution, vvould have been the response.Would it not have been more natural for Mustafa Kemal, the proud Turkthat he was, to take pride in Ottomanism which was an expression ofTurkish civilization? Surely he was aware that the empire, with whatevershortcomings it may have had in his eyes, was one of the last great empiresthat survived on equal footing with other empires of its time.These and similar questions may never be satisfactorily answeredthough speculation may continue well into the future. The fact remains,5. Ibid, p. 289.
hovvever, that Atatürk had his own vision as well as the courage to pursueit. Not only that, but to inspire thousands of others, decades after hisdeath, to continue pursuing his dreara.Today's Kemalist Turkey is an expression of that dream which isnow, as it was in the beginning, attempting to assert itself and to expand.Resistance also is strong and the continuing clash of visions as to whatTurkey should look like deepens the sense of identity crises. It is an experimentin progress whose end result is not yet in sight and may neverbe resolved in a way that will satisfy ali Turks. For one of the most importantingredients of that experiment is that here is a country trying tobreak away from the imperatives of its geopolitical and cultural milieuand heritage.One may ponder vvhether Kemalist secularism can wrench a countrythat is predominantly in Asia not only geopolitically but also in tradition,culture and religion and push it into another cultural dimension and timeframe. The question receives further significance when one comtemplatesa comparison between Turkey and her neighbours, the Arabs and the Iranians.As a revolution from above, it has inspired not only successivegenerations of Turkish leaders but other Middle Eastern leaders as well.Yet it remains a unique experiment whose majör features have survivedits founder.Kemalism survives today in a tradition that continues to insist on distancingTurkey from its regional cultural context and the traditional religiosityof the people. Along with the attempt at this distancing has beenan attempt at the Turkifıcation of islam 6 .Atatürk also introduced the concept that change is an absolute necessityfor survival. "Change or Perish" he advocated, relying on the state asthe instrument to induce change. This in itself was yet another revolutionaryconcept he introduced. The traditional Middle East government keptaloof from any attempt at introducing change or interfering in the lives ofits people: its functions rarely exceeding being that of a policeman maintainingorder and a tax collector replenishing the treasury of the state.Neither function endeared it to its subjects.The Leader dropped a rock in a quiet pool. It is indeed diffıcult toenumerate the many svveeping changes he brought about. In an "other directed"society that received its inspiration from tradition and religioussources, he attempted to introduce western rationalism to the engineeringof life. The national approach, socio-politically and economically speak-6. See the editorial in Hurriyat, stating that "...The Turks are no longer followers of theArabs. They depend on their own interpretation of islam..." quoted in al-Dustur, Amman,January 17, 1998, p. 17.88
ing, meant that the old order had to be abandoned. That decisions, he alsorealized, must be made by more than one man and that responsibilityeventually must be shouldered by both the rulers and the ruled. However,he had no illusions about the need for leadership from above: a traditionwhich he introduced to the politics of the region. Like himself, Today'sguardians of the revolution, come from the military establishment.Religious political, social, cultural, linguistic, legal and even changesin dress and style, introduced by him were an expression of his belief intheir importance and in the absolute necessity to detach Turkey from onecentury and place it into another.In historical terms, very few persons, prophets or otherwise, challengedthe totality of their society the way Atatürk did. He was indeedone of the few such rebels who succeeded in making his dream a reality.The dream is stili an ongoing process, at some times accelerated andat other times challenged. This dialectic will certainly go on well into thefuture and however it may be assessed today, it has already changed theintellectual landscape not only of Turkey itself but way beyond its frontiers.Shaking the very fabric of the social order as well as its belief systemthe way Atatürk did, has already happened. What the outcome willbe may ne ver be known in our life time.Again, had I been writing from the perspective of the 24th or 25thcentury I may have reached firmer conclusions. Yet I cannot help butmarvel at this lone man who dared to stand outside the circle whose parameterswere drawn by an existing social order and shake it to its veryroots. His belief in the possibilities of social and spiritual engineering isindeed a rare occurrence in history.As we remember Kemal Atatürk today, we remember a man of courage,and vision; A man whose very name sheds light on his greatress. Asif Mustafa, the chosen, was not enough, he was given the title of Kemal,the perfect, by his teacher, and that of Atatürk, father of the Turks by hiscountry. Mustafa Kemal Atatürk is surely a national symbol, and will remainan icon in Turkey and the region at large.SELECTED BIBLIOGRAPHYBozkurt Güvenç, "Secular Trends And Turkish Identity", Perceptions, December 1997-February 1998.Brockelmann, Cari, History of The Islamic Peoples, London, 1944.Daniel Pipes, "The Birth of A New Middle East Alliance", Washington Times, January 2,1998.89
Dankvvart A. Rustow, "The Araıy And The Founding of The Turkish Republic", WorldPolitics, Vol. XI July 1959, No. 4.Ersin Kalaycıoğlu, "Turkish Foreign Policy Vis a Vis Regional Security and CooperationIn The Middle East", Paper presented at the Arab-Turkish Seminar, Amman, ArabThought Forum, 18-19 March, 1996.Harb, Mohammad, "Moaz Cohen: An Ottoman Jew and a Turani Leader", Majalat al-Arabi, No. 282, May 1982.Ibraham, John, "Turkey Living In The Long Shadow of Atatürk", The Financial Times,May 26, 1997.thsanoğlu, E, "Arab Turkish Relations", Occasional paper, No. 2, Jordan Institute of Diplomacy,1998.Kamel S. Abu Jaber, "The Dynamic of Change And Development In Jordan", in C.F. Pinkeleand A. Pollis, eds., The Contemporary Mediterranean World, New York,Praeger, 1975.Khadduri Majed, WarAnd Peace In The Law Of islam, Baltimore, 1955.Lenczowski, George, The Middle East In World Affairs, New York, Ithaca UniversityPress, 1962.Luke, Sir Harry, The Old Turkey And The New, London, 1955.M.C. Kurop, "Greece And Turkey: Can They Mend Fences?", Foreign Affairs, Vol. 77,No. 1, January/February 1998."Generals And Politics", The Economist, July 19, 1997.Peretz Don, The Middle East Today, 4th ed., New York., Praeger, 1983.Said Edward, Culture and Imperialism, New York, Vintage Books, 1994.The Encyclopaedia Britannica, 1997."Turkey At The Crossroads", Dialogue, London, April, 1995.Villalta, J.BAtatürk, trans. from Spanish to English by William Campbell, <strong>Ankara</strong>, TürkTarih Kurumu Basımevi, 1979.Zeine, N. Zeine, The Struggle For Arab Independence, Beirut, Khayat, 1960.390
REFLECTıONS ON THE EARLY TURKISHREPUBLIC ıN WORLD-HıSTORıCALPERSPECTıVEProf. Carter V. FINDLEY*As much as has been vvritten about modern Turkey in recent years,scholars seldom look at Turkey in a world-historical perspective. Archivalempiricism reigns so supreme among Turkish historians that somewould disdain this enterprise. For nationalist historians, the desire to formulatea canon of national uniqueness is another obstacle to the comparisonson which world history depends. This is unfortunate, because thehistory of modern Turkey differs from the histories of other nations in importantrespects, while also resembling them in others; and the only wayto evaluate these differences is in the broad, comparative perspective, towhich neither archival empiricism nor nationalist doctrine can give access.To illustrate this point briefly, I would like to explore several facetsof early republican history that can only be appreciated fully whenvievved in the vast space-time perspective of world history. I shall refer tothese facets under the follovving headings:* Turkey's reorientation toward the West* Turkey's national indepencence struggle* Early republican Turkey and the changing world system* Atatürk in global perspective.My presentation vvill be in the form of an essay, rather than a researchpaper. each of my points could, hovvever, be developed and documentedat length.TURKEY'S REORİENTATİON TOWARD THE WESTAli of us see the founding of the Turkish Republic as a decisive shifttoward the West, a shift that ended the Ottomans' protracted vvavering betweenIslamic Empire and secularist modernity. In a nationalist prespective,we see this as a unique change. While there is much truth in this* Ohio State University.91
view, it has a price. Being cut off from the past creates uncertainty aboutthe present and future. Ahmed Hamdi Tanpınar devoted his novels to exploringthis problem, and Turkey's experiences since his death in the early1960s have illustrated it with increasing complexity. A world historicalperspective helps, I think, both to emphasize the importance of Turkey'smodern transormation and to reconnect it with Turkey's past.Turkey is practically unique among the world's nations in being locatedat the pivot between two of the zones where the vvorld's most influentialcivilizations have developed. In Bozkurt Güvenç's words, Anatoliais "the West of the East and the East of the West"'. Whoever lives inthis land always has a choice betvveen cultural orientations in different directions.Anatolia's history includes many reorientations, with long periodsof stability in between. In the second millennium BCE, for example,the Hittites' sphere of influence extended as far as Aleppo. A visit to theantiquities museums of <strong>Ankara</strong> and Aleppo makes clear that both regionsshared Hittite culture. A millennium later Asia Minör was integrated intolarger political entities, first the Achaemenian Empire of Iran to the east,then the Empire of Alexander coming from the West. Later, the RomanEmpire made Anatolia a key component —as a visit to Ephesus remindsus— of an empire that encompassed the entire Mediterranean world andmore, before the breakup into eastern and vvestern empires again reinforcedties to the East 2 . The Turkish dynasties reshaped this eastward orientationin an Islamic mode, preserving it until the Turkish republic reorientedTurkey to the West. If there is anything that may change theancient phenomenon of pivoting betvveen East and West, it is the dawningera of globalization, which gives Turkey choices among a number ofregions that will be important to it in the future.In any event, only historical amnesia can make us see Turkey's culturalreorientation under Atatürk as a unique turning point in the historyof this country, rather than as the fulfillment of a potential often realizedbefore. To say this is not to dovvnplay the achievements of the Atatürkera. Rather, it is to relieve the sense of rootlessness that comes from notbeing able to see the events of the 1920s and 1930s in a larger contextthat recognizes the unique potential for cultural change that its geographyconfers on Anatolia. This is one important lesson from the world historicalperspective.TURKEY'S EXCEPTIONAL NATİONAL INDEPENDENCESTRUGGLETheoretical research now being done on the comparative history ofrevolution is beginning to formulate a distinction between constitutional1. Bozkurt Güvenç, Tiirk Kimliği, <strong>Ankara</strong>, 1993, 168.2. Geoffrey Barraclough, The Times Concise Atlas of World History, Maplewood, NJ,1992, 20-23,30-31.92
evolutions and social revolutions. Constitutional revolutions aim to seizepower within a model of parliamentary government vvhose legitimacy isaffırmed. Social revolutions aim to destroy a form of government whoselegitimacy is denied. They acquire their "social" character from the needto neutralize or eliminate the defenders of the old order 3 . To quote theFrench, who had a good bit of experience in this kind of thing, you haveto crack eggs to make an omelette. Of course, there is more to the characterizationof revolutions than the mere distinction between "constitutional"and "social". In countries that are dominated, or threatened with domination,from outside, there is the need to sever or at least minimizeexternal dependency ties. Some societies also attempt cultural revolution,which theorists of revolution have generally neglected. Finally, whatabout countries that do not exactly fit our analytical categories, or that areambivalent about whether the changes they live through should beclassed as revolutions or not?Where does Turkey's national independence struggle fit into thesecategories? If we think of the national independence struggle of 1919-1922 as part of a terminal crisis of the Ottoman empire, a crisis that lastedfrom 1908 until the founding of the republic in 1923, then it is easy to seethat Turkey belongs to the constitutional revolution category, if Turkeyhad a revolution. Even the abolition of the imperial government inİstanbul and the establishment in its place of a republican government in<strong>Ankara</strong> does not change this; what mattered was the revolutionaries'long-term loyalty to the model of parliamentary government. However,Turks of the period clearly differed among themselves över whether theyhad a "revolution" (ihtilal) or only a non-violent change (inkilap). Between1919 and 1923, they often used the term "national struggle" (millimücadele). Most Turks specifically did not want social revolution, althoughthey did opt in the 1920s for cultural revolution, which is usuallyan even-more-violent out-growth of social revolution. How does one explainthis puzzle?It may help to begin with the question of Turkey and imperialism.The Ottoman empire was a doubly imperial state. That is, terms like "empire"and "imperialism" applied to it in two senses, which were very differentfrom each other and implied very different levels of legitimacy.One imperialism, endowed with strong historical legitimation, was the indigenousOttoman-Islamic imperialism: rule över a multinational empire,which the Ottomans tried until the last possible moment to preserve. Theother imperialism was the European one: the attempt, based on inequalitiesin power, to reduce the Ottoman Empire to semi-dependency, to colonizeoutlying parts, and to suppport anti-Ottoman national liberation3. Nader Sohrabi, "Historicizing Revolutions: Constitutional Revolutions in the OttomanEmpire, Iran, and Russia, 1905-1908", American Journal of Sociology, 6 (1995),1383-1447.93
struggles among subject nationalities. The Ottomans' attempts to hold theempire together and to resist European encroachment generated complexresponses, including an effort to promote both an Ottoman supranationalismand, among progressive intellectuals, constitutionalism. After a brieffirst period of constitutional rule in 1876-1878, this combination of ideasresurfaced in the Young Turk movement of 1889-1918. The Young Turkstriumphed with the Young Turk Revolution of 1908, but their triumphwas undermined by European landgrabbing and the onset of the empire'sterminal crisis, which lasted roughly from 1908 until 1923.The Ottomans' commitment to constitutional revolution and theiravoidance of social revolution become comprehensible from the widespreadfear that revolution (ihtilal) would provoke the breakup of the empire,vvhereas the more moderate transformation implied by the vvorld inkilap,in a political context already committed to constitionualism, mighthelp hold it together. on into the early republican years, we fınd certainOttoman intellectuals, like Halide Edib Adıvar 4 , who did talk about revolution,and others, like Yakup Kadri Karaosmanoğlu 5 , who did not. Theidea of inkılap was also trivialized or tamed in a sense by using the termto refer, not only to Turkey's transformation in general, but to individualones of the early republic's reforms.While any hint of revolution seems to disappear at that point, wecould add that the breakup of the cosmopolitan empire and the creation inits place of a nation-state, or somethineg close to one, did serve as a kindof proxy for social revolution. The critical social variable for the late Ottomanshad been, not class, but ethnicity. The Ottomans did not experiencethe class conflict of social revolution so much as they experiencedthe ethnic conflict of a collapsing multinational state. With its fail, practicallyali the non-Turkish ethnicities disappeared from the domestic scene;what had been internal problems became external, and usually less pressingissues; and the Turkish leadership was left facing what it saw at thetime as a classless Turkish population that needed to be molded into nationalismand citizenship. Ali the forms of "difference" lodged within thiscitizenry would not become chronic and acute issues, for Turkey as forother countries, until the 1960s and later.In the brief comment on constitutional revolution with which Iopened this discussion, two elements remain to account for. One is howTurkey coped with external dependency relations. In the most immediate,short-term sense, it did so by winning against the Greeks in the military4. Halide Edib Adıvar, Ateşten Gömlek, İstanbul, 1997, consistently using the term ihtilal;for example see pp. 84, 90-91, 98, 99, 101, 104, 109, 121-123.5. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Panorama, İstanbul, 1987, many references to inkilab,for example on pages 43, 44, 45, 53, 56, 62, 65, 108, 109, 111-114, 118, 121-122,125, 148, 150, 175, 211, 215, 218, 222, 227, 301, 337, 350, 366, 484, 487, 494-496,500, 551-553, 555-557, 572.94
phase of its national independence struggle (1919-1922). This victory enabledTurkey to become the only one of the powers defeated in WorldWar I to secure a renegotiation of the peace settlement that had been imposedon it. In a longer-term sense, the restructuring of external economicrelations was affected by changes in the world system, changes so significantthat I would like to take them as the theme of my next section.The other element stili to account for is that of cultural revolution,which began at the end of the national struggle and continued through the1920s. Amid many social and cultural reforms, several measures can bethought of as revolutionary in impact. The most notable is the replacementof Islamic empire with secular republic. Building on an Ottomanfeminist movement that extends back to the 1860s, the emancipation ofwomen —including the abolition of polygamy and full voting rights by1935— also amounts to revolutionary change. So do the alphabet and languagereforms (inkılap) launched in 1928. The language reform was intendedto purify the Ottoman language of foreign, specifically Arabic andPersian elements, and give it a national character. The language and alphabetreforms together were designed to make the cultural inheritance ofthe Ottoman Empire inaccessible to later generations of Turks; for betteror worse, they have.American commentators, insufficiently sensitive to Turkish terminology,tend to refer to the Turkish experience of the 1920s as a revolution.Turkish terminology, as we have seen is more nuanced. Here, truly,is a "national struggle" (milli muadele) later generations speaking thenew Turkish have sometimes made it into a "national liberation struggle"(milli kurtuluş savaşı). This national struggle was carried out within theconceptual framework of a constitutional revolution. It eschewed violentrevolution (ihtilal), and yet produced cultural revolution. This is a casethat merits more careful study by theorists of revolution.EARLY REPUBLİCAN TURKEY AND THE CHANGINGWORLD SYSTEMThe story of how Turkey severed or transformed external dependencyrelations, while usually treated in terms of Turkish initiatives such asthe abolition of the capitulations, is also a story of changes in the vvorldsystem, particularly from 1929 on. The point I wish to stress is that in avvorld characterized throughout the last two centuries by progressivelytightening global interlinkages, the years betvveen the tvvo vvorld vvarsrepresented an exceptional conjuncture for any nation just emerging froma national liberation struggle. The military exhaustion of the majör europeanpovvers in vvorld War I vvas clearly one factor in enabling the Turksto emerge victorious in 1922. The 1929 depression and the collapse ofvvorld trade then ensured that the intervvar years vvould be the only majörinterval since 1800 during vvhich global interlinkage loosened rather than95
tightened. For a developing nation to be independent at this time, as fewin Asia or Africa were, implied majör opportunities, as well as challenges,if a way could be found to profit from this conjuncture. The stakesvvere high. Japan, the only independent developing nation in Asia that canbe compared with Turkey in this period, clearly made unfortunate choiceswith its turn toward militarism in the 1930s and ended up paying a hideousprice. If we interpret "Asia" in the inclusive sense, Turkey was thesecond most successful Asian developing nation, after Japan, at this time.How well did Turkey profit from this exceptional conjuncture?The most interesting point here has to do with Turkey's economic responseto the global crisis of 1929. If we compare Turkey's performanceafter 1929 with that of other independent developing countries, of whichmost were found in Latin America, we fınd that for most, the economiccrisis quickly provoked political crisis as well. Not only Japan's turnaway from democracy, but also the collapse of the old Liberal leadershipsin majör Latin American countries and their replacement with a variety ofpopülist strongmen, like Getülio Vargas in Brazil or Juan Peron in Argentina,illustrate this point. In Turkey, however, the early republican leadership,which had shown a lack of original ideas about economic policy inthe 1920s, showed a new capacity to innovate in economic policy in the1930s and —not incidentally— held on to power in a way that was almostunique among the developing countries with which Turkey can be compared.The critical innovation was the new policy of etatism or devletçilik,as it is called in Turkish. The policy was apparently distilled outof recent European and American economic policy and, perhaps especially,out of the Soviet Five-Year Plan of 1928. It involved centralized planning,import substitution behind high protective barriers, and creation of apublic sector in which the state would lead in the development of majörindustries.What is significant about this in world-historical perspective is thatTurkey was the fırst developing country to adopt this policy package.Mexico followed soon after and, incidentally, also avoided the kind of regimecrisis seen in Brazil and Argentina. This same import-substitutionpolicy package became typical of developing countries alî över the world,as their numbers increased with decolonization after World War II. Versionsof the policy characterized the entire Third World until the 1980sturn toward privitization. What is important here is not the ultimate profitabiltyof the policy: it did make sense during that loosening of global interlinkagethat led even the most highly developed countries tovvard protectionismand autarkism.What I want to emphasize is Turkey's vanguard role in formulatingthis policy. This does not mean that other developing countries adoptedthe policy from Turkey. There vvere countries, like Iran and Egypt, thatclosely follovved developments in Turkey; hovvever, countries further96
away probably came up with with similar policies because they facedsimilar problemss and had the same sources to draw on. For Turkey, thesignifıcance of this policy innovation should be rated highly. Hovvevermuch a drag this policy package may have become on development afterthe 1960s, for the 1930s, it helped Turkey deal with a global economiccrisis, and it may have played a key role in enabling the new republic toescape the kind of upsetting regime change that the Depression precipitatedin many other developing countries.ATATÜRK IN GLOBAL PERSPECTIVEThe worldwide demographic catastrophe of the years just before theTurkish Republic was founded -including not only World War I but thecomparably deadly influenza pandemic of 1918— are very diffıcult forhistorians to assess. Certainly, no country was hit harder than Turkey. Althoughnot often remarked on as such, one consequence is probably theweak or ill-inspired leadership that appeared in many countries in the1920s or 1930s. Who today can name in sequence ali the U.S. or Frenchpresidents, or ali the British prime ministers of this period? What a paradox,then, that the Turkish people, whom many statesmen of the WorldWar I era thought were as dead as the Ottoman Empire, should have producedperhaps the most charismatic leader of their entire history in themidst of such catastrophe.The scope of a brief presentation, and my declared purpose of lookingat the early Turkish Republic from a world-historical perspective,limits, but also guides, what I can say about this subject. The fastest wayto make the point I wish to make is to say that of ali the strongman leadersof the 1930s, Atatürk is the only one who is stili revered by a substantialproportion of his countrymen.I will leave it to specialists to examine why this is so. I cannot pretendto have done profound research on Atatürk myself. However, I canname a few qualities that the specialists will have more to say about. Forexample, he was not only a skilled military commander, but also a manwith a vision for the future of his country. He possessed the verbal skilsto articulate this vision in a clear and inspiring way. while a deciseve anddominant leader, he listened to a lot of other people. His creativity, andthat of the people with whom he surrounded himself, was well illustratedin the initiatives to end the cultural dividedness of the late Ottoman eraby reorienting Turkey as a secular, Western-style republic, and to launchthe statist economic policy of the 1930s. While aspects of his private lifeare controversial, his behavior suggests that he took seriously the idea ofbeing a father to his country, that he did not seek to create a dynasty andensure it riches, as some other leaders have done. Ali of these things havebeen said before, and others can say them better than I. Hovvever, I do notthink the global comparison with other leaders of the period, which I have97
just offered, has been commonly made; and it surely offers one of thebest indicators of Atatürk's exceptional character.CONCLUSIONIs it only a coincidence that the northeastern corner of the Mediterraneanworld has done more than its share to stimulate the development ofworld history as a field of study? Two of the most important pioneers ofthe field, Arnold Toynbee and William McNeill, both began in Greekstudies. I cannot claim to walk their footsteps, and indeed my interest inworld history is secondary to my interest in Turkish studies; however, I,too, came to the study of world history through an interest in this part ofthe world. Toynbee's thinking about relations among civilizations wasgreatly influenced by his experiences in Turkey in the early days of thenational struggle. He had come to like the Turks, and what he saw stimulatedhis thinking about what happens when civilizations collide. Many ofhis ideas are now quite outdated, and his theories about Ottoman historyare quite maddening to anyone in Turkish studies. Hovvever, he wrote eloquentlyabout other facets of Turkish history, such as the early Turks ofthe steppes, or Mustafa Kemal and the early republic. And, as a scholartrained in classical studies, he believed that the nation state provides toonarrovv a canvas for the study of history.However eccentric Toynbee was, these are lines of thought that historiansof the Turks ought to take seriously. The Ottoman Empire, certainly,was no nation-state. And where indeed is there a canvas bigenough to depict the entire history of the Turks, if it is not the canvas ofcomparative global or at least Eurasian history? I hope the few things Ihave been able to say here today will stimulate others, too, to comtemplatethe Turkish experience in global perspective.98
MUSTAFA KEMAL TÜRKIYESI VE AVRUPAOrd. Prof. Dr. Anna MASALA *Sayın Başkan, Ekselanslar, Aziz Dostlarım.Benim için <strong>Ankara</strong>'da sizlerle beraber Türkiye Cumhuriyetinin75inci kuruluş yıldönümünü kutlamaya davet edilmiş olmak büyük bir şereftir.Bence 29 Ekim 1923 uzun Türk tarihinde en önemli günlerden biridir;çünkü sadece Cumhuriyetin ve yeni Türkiye'nin doğuşuna bağlıdeğil, Mustafa Kemal'in büyüklüğüne ve Türk milletinin yeni ufuklarınada bağlıdır. 29 Ekim 1923'de Türk milleti Mustafa Kemal ile birliktebağımsızlık için savaşmış Atatürk ile hür ve modern bir ülke yaratmıştır.Ancak Atatürk'ün büyüklüğünü herkesten çok bilen sizlerle Atatürk'denbahsetmek çok zor. Bu, özellikle benim için çok zor. Benim içinkalbi Türk bir yabancının gözleriyle yeni Türkiye'nin gerçeğine bakmakçok zor. Belki de, benim gibi Türk tarih ve kültürünü iyi bilen ve Türkkalbi olan bir yabancının Türkiye Cumhuriyetinin 75inci yıldönümünübaşka yabancılarla kutlaması, onlara böyle kökenli ve onaltı devletin yaratıcısıolan ve Afrika, Asya ve Avrupa'da toprakları bulunmuş olan bumilletin, I. Dünya Savaşının sonunda ve İmparatorluğun yıkılmasıyla,tam 29 Ekim 1923'de yeni bir hayata doğduğunu, bugün imparatorlukdönemindeki kadar geniş olmasa da, yine Türk sınırları içinde hür olup,kültürünün, milli kimliğinin verdiği gururla Avrupa'ya yönelmekte olduğunuanlatması gerekir.Bu 1998 yılı Türkiye'nin önemli bir yıldönümünü daha belirtmektedir;bu, yeni Türk harflerinin kabulüdür, linçi Teşrin-i Sani yani 1 Kasım1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi 1353 sayılı kanunu kabuletti ve Atatürk Latin Harfleri Komisyonunun toplanmasından üç günsonra, bu reformu o kadar istiyordu ki, 10 Ağustos 1928 tarihinde Gülhane'deyeni Latin alfabesinden bahsetti. Daha sonra Atatürk'ün istemiş olduğudiğer kültürel ve sosyal reformlar geldi. Ama bence harf devrimi* Emekli Öğretim Üyesi, Roma.99
Kemalist cumhuriyetin aynası olup, Doğu için de, Batı için de önemli birders olmuştur.Şüphesiz Kurtuluş Savaşı, zaferi, Cumhuriyetin doğuşu, Atatürk'ünkişiliği, modernleşme dostlar için de düşmanlar için de sürpriz olmuştur.Ancak geçmiş olan 75 yıl ve gelecek yıllar o zaferin ve o reformların kalıcıve belirleyici olduğunu göstermektedir. Atatürk ile genç TürkiyeCumhuriyeti Avrupa'ya doğru bakmaya başlamıştır. Ama bugün, 75 yılsonra kabul edene etmeyene bu Türkiye'nin Avrupa'ya dahil olduğunusöyleyebiliriz.Geçtiğimiz yüzyılların Akdeniz tarihini iyi okuyacak olursak Osmanlıİmparatorluğu ile Hıristiyan devletler arasındaki savaşların ve İmparatorluğabağlı Avrupa topraklarının ötesinde Türklerin ticari, kültürelve siyasi alanlarda Avrupa ve Akdeniz'in hayatında her zaman bulunduklarınıgörebiliriz. Dünyada başka hiçbir ülke Osmanlı İmparatorluğuTürklerinin etnik, dini, kültürel ve dil farklılığında gösterdiği anlayışa veyine Osmanlı İmparatorluğu Türklerinin kendileri için teknoloji ve modernleşmealanlarındaki ilgilerine sahip olmamıştır. Bir İtalyan tarihçiolarak, geçen yüzyılda İmparatorluğun başkentinde dostluk, iş ve şerefbulmuş olan bütün vatandaşlarımı hatırlamalıyım. Müzisyen, doktor,subay, öğretmen, mimar, sanatçı ve her düzeydeki işçiden bahsediyorum.İmparatorluğun sonu ile Cumhuriyetin doğuşu arasında binlerce vatandaşımİstanbul'da yaşıyordu, hıristiyan kiliseler açıktı ve Türk ve Türk olmayanbirçok öğrenci yabancı okullara gidiyordu. Osmanlıların bu anlayışruhu hiçbir zaman ölmemiştir. Ancak Cumhuriyetle, Atatürk ile,reformlar ve laiklik ile Türkiye modern dünyaya açılmıştır.Avrupa Türkiye'ye "Asya'nın kapısı" diye bakıyordu, bugün Türkiye'ninDoğu için "Avrupa'nın kapısı" olduğu söylenebilir.Sevgili dostlarım,Türkiye Cumhuriyetinin hayatını derinlemesine okudum. Atatürk'üneserlerini ve reformlarını çok iyi öğrendim ve bu ülkenin geleceğini dedüşünüyorum. Burası, bu ülkenin 75 yılda kaydettiği ekonomik ve teknolojikilerlemeleri sıralamanın yeri değildir. Ben Türkiye Cumhuriyetininyüzünü, gençlerinin yüzünde görüyorum. Atatürk'ün çok genç yaştaölmüş olması ne yazık! 1938 yılından sonra yaşamış olsaydı sevgili ülkesininII. Dünya Savaşının yıkımlarından nasıl kurtulduğunu görecekti vevücudu fikirleri kadar dayanmış olsaydı Anadolu'da ve sevgili Rumeli'sindekigelişmeleri görecekti. Büyük kara ve demir yolları, yeni binalarve mahallelerin inşa edilmesi, su ve elektrik yollarının kuvvetlendirilmesiokul, fabrika ve üniversitelerin kurulması, bütün bunlar, üçüncü binegeniş toprakların değil, kendi topraklarının sahibi olan bir Türkiye getirmektedir.Üçüncü binin yeni Türkiye'si ise gençlerine tarihi ve şerefli100
kültürünü unutmadan ilerleme yolunda devam etme görevini vermektedir.Bu Atatürk'ün arzusuydu, bu sizin arzunuz olmalıdır.Bütün dünyada kadınların haklarından ve erkeklerle aynı düzeydeolabilmesinden bahsedilir. Ama Türkiye'de en önemli Kemalist devrimlerdenbiri kadının iş ve kültür hayatına katılmasını sağlayandır. Vatandaşımkadınlardan önce Türk kadınları oy hakkını kazanmışlardır. Türk kadınlarıöğretmen, devlet memuru, avukat, mühendis, diplomat, üniversiteprofesörü, doktor ve sanatçı olabilir.Daha önce, Türkiye'de veya başka ülkelerde yaptığım konferanslardaOsmanlı kadınını altın kafeste bir bülbül olarak tanımlamıştım; Atatürkbu kafesi açtı ve güzel bülbül uçarak havalandı ve bütün dünyadaTürkiye'nin adını ve şerefini korumaktadır.I. Dünya Savaşının yıkımlarından Türkiye'yi kurtarmak için sadeceAtatürk gibi bir asker ve O'nun ordusu gibi bir ordu yetmezdi. Bir hukukçu,bir kültür adamı ve siyasi bir deha gerekiyordu. Atatürk bunların hepsiydi,halkı da O'na layıktı. 1919'da Samsun'a ayak bastığında Atatürkyalnız değildi, Türkiye'nin kalbi orada, onunla beraberdi. Türk bayrağındaay ve yıldız var ama Atatürk o bayrağın güneşidir.Atatürk arkeoloji, tarih ve bütün bilim dallarında gelişmeyi sağlamakistemiştir. Yeni ve modern üniversitelerin, devlet orkestralarının,Türk Tarih Kurumunun, Halk Evlerinin ve diğer bütün kültürel kurumlarınTürkiye'ye yabancı bilim adamları getirerek de oluşmasını sağlamıştır.Sevgili dostlarım,Teknoloji yolunda devam eden geleceğinizi güçlendirin, ancak tarihiniziunutmayın. Atatürk Türkiye'nin geçmişini hiçbir zaman gözönündenkaçırmadı. Atatürk'ün isteği üzerine Türk Tarih Kurumu'nun çalışmalarıyla,Anadolu, restorasyon ve tarihi kazılarla bütün hazine vemedeniyetlerini gözler önüne sermiştir.Atatürk'ün bu kültürel sezgisi sayesinde Türkiye, topraklarındakibütün bu antik medeniyetleri dünyaya sunarak büyük bir müze haline gelmiştir.Bu eski sanat eserleri geçen yüzyılın anılarıyla birlikte yaşamaktadır;bu sebeple de Türkiye kardeşimiz sayılmaktadır.Gazi Kemal Paşa'ya Türk milleti Ata-Türk adını vermiş, siz deO'nun evlatlarısınız. O'na layıkolun. Türkiye yaşadıkça -bin yaşasın-Atatürk'ün adı yaşayacaktır. Atatürk'ün adı yaşadıkça Türkiye yaşayacaktır.XX. yüzyıl sizin doğuşunuzdu, gelecek bin yıl sizindir.101
Bence Türklerin dostu olmak bir şereftir. Türk olmanın bir şeref olduğunuson 75 yılda göstermiş olduğunuz gibi dünyaya göstermeyedevam etmek de gençlerin görevidir. Tanrı hepimize birlikte gelecekcumhuriyet yıldönümlerini kutlama imkanını, torunlarımıza da yüzyıllarcasevgili Türkiye'mizi kutlama mutluluğunu versin.Siyasal Bilgiler Fakültesine özel bir selam göndermek istiyorumçünkü büyük Türk diplomatları burada yetişmektedir. Yine özel bir selamımda, dünya çapında Türkiye'ye şeref katan ve geleneksel Türk diplomasisineuyacak şekilde onun haklarını tanıtan Türk diplomatlarına gitmektedir.Hepinize ve Atatürk'ün anısına saygılar.102
DE GAULLE'S TURKEYEdouard SABLIER*Like most of the great fıgures that made History, Charles de Gaulle,who shaped the destiny of his country, was an historian himself. He couldnot ignore the similarity of fate that the centuries imposed on France andTurkey. During five hundred years, the two Nations had relations that theGeneral described as "usually happy, sometimes painful, but always exceptional".Painful they were when, faithfull to the Entente Cordiale France sidedwith Britain, whose aim at the time was to wreft away provinces fromthe Ottoman Empire. Thus French and Turks fought cach other during theGreat War."The relations were happy, said de Gaulle to the Turks,when your Sultans and our sovereigns agreed on their policies. Itwas Sultan Soliman (that you Turks cali "Kanuni", the "Legislator",but that we, French, stubbornly cali "The Magnificient") it wasSultan Soliman who sided with François Premier against theAustrian Empire. Soliman granted France extremely favourableconditions for settlement and trade, known as the "Capitulations". Itwas Selim the Third with Napoleon; Abdul Aziz an Napoleon theThird".The General would recall the interventions of the Ottoman navy torelieve the pressure exerted by the ennemtes of France during FrançoisPremier's captivity in Spain. In my native town of Nice, people frequentlyrefer to the presence of the Turkish fleet, keeping at distance the Englishvessels during the Revolution. And, if I am not mistaken, the wife ofSultan Soliman was also a native of Nice.De Gaulle vvould proundly recall that France was the first country inthe West to recognize modern Turkey, built by Atatürk to succeed, aftertremendous upheavals, the Ottoman Empire.Historian, Paris.103
The General never concealed his admiration for Kemal Atatürk. Heoften compared the action of the Ghazi with his own: fıght to liberate thenational territory from the occupation forces; fundation of a republicadapted to our times; impositions of democratic institutions.For de Gaulle, the ties between France and Turkey did not resultonly from the reciprocal esteem the two countries pledged to cach otheracross so many events. As they conducted their action in the world, bothnations also felt the urge to coordinate their policy..Recalling the profound transformation of France in its structures andtraditions, the replacement of past protectionism by ever growing externalexchanges, de Gaulle praised the national affirmation and the genious impulsionthat Atatürk developed to push ahead ali the material resourcesand human capacities of the Turkish Nation.In the world as it is, Charles de Gaulle considered that the respectivesituation of Turkey and France gave the two nations reasons tobring their policies closer. "Turkey, he said, controls the Straightsbetween Europe and Asia. Her territory stretches along the hugeshelf of Anatolia, in contact with three continents, keeper of the gatesto Peace, but also, possibly, to War. Thus Turkey holds great andpositive potentials, but at the same time is exposed to the gravestrisks"."France opens out on the Atlantic, the Northern seas and theMediterranean. She is the center of a Western world formed by thecountries of the Rhine and the Danube, the British Isles, the Italianand Spanish peninsulas. For these reasons, he said, the country is underexternal pressures to shed her national personality".And de Gaulle concluded: "So both Nations are dedicated tomaintain their integrity and their independance, to a!low nobody todispose of their land, their sky, their coastlines. They are under pressureto maintain their territory and to press on with ali their weightin the events and the settlements that concern both".The best example of the common views expressed by the two countries,is found in the Middle East. Both France and Turkey condemn thedangier of destruction threatening the state of Israel and the occupation ofarab territories. As for Cyprus de Gaulle proclaimed that "nothing canprevent that those who are Turks remain turks and those who areGreeks remain greek.The visit of General de Gaulle in Turkey was a triumph. He wascheered by the people ali along his moves. Before leaving the country, he104
paid a hcariful hommage to the Mausolee of Kemal Atatürk, saluting inthe Livre d'Or: "Le Grand Homme qui a accompli la tâche exceptionnelledu Renouveau d'un Peuple.." (The Great Man who succeeded inthe exceptionnal task of renewing a People"). ("The Great Man who succeededin the exceptionnal task of renewing a people".) A dedication thatcould be adressed to himself!Charles de Gaulle was deeply conscious of the close links existingbetvveen France and Turkey. For him, as for ali historians, the nineteenthcentury in the Ottoman Empire, was the "French Century". In everyfield, trade, industry, culture, armed forces or social behaviour of the "effendis",the French model was present.In the course of History, for the French, everything that came fromthe East was Turkish: bath, meals, coffıee, dresses, a la turque". And forthe Turks, everything that came from europe was "French": food, toilets,dresses and, alas!, even venereal diseases!The association was specially important among the generationsof Turks to whom France provided a second culture. Almost everyonein the ruling classes spoke the French language as fluently as theirown.By a striking coincidence, the visit of Charles de Gaulle in Trukeymarked the hundredth anniversary of the foundation of Galatasaray. TheGeneral remembered with pride, that the year 1868, in which the illustriouscollege was founded, marked the begining of what was to be themarch toward modernization. He recalled that Sultan Abdul Azizcreated Galatasaray at the close of a solemn visit to France. The projectwas adopted thanks to the efforts of the grand Vizir Memet pâcha andFuat pacha, with the cooperation of the French minister of Education.Victor Duruy.De Gaulle also recalled that in France the Ecole des Langues Orientales,founded by Colbert, the Minister of Louis the Fourtheenth, gavebirth to generations of French men and women who discovered with lovethe Turkish language and culture. And the School of Administration wasorganized in Turkey, after the Second World War, with the collaborationof the French "Ecole Nationale d'Administration", created by de Gaullehimself.For Charles de Gaulle, the visit was a triumph. He was warmly andgenuinely acclaimmed by the people in ali his appearances. Before leaving<strong>Ankara</strong>, he paid a moving visit to the Mausolee of Atatürk. On the105
Livre d'Or, he wrote his salute to "le Grand Homme qui a accompli latâche exceptionnelle du Renouveau d'un Peuple". A dedication thatcould also be adressed to the chief of the Free French.As a Frenchman who had the privilege, thirty years ago to the veryday, to accompany general de Gaulle in ali his visits in this country. I canassure you that the sympathy he expressed was genuine. More than oncedid I hear him murmuring to himself: "Quel grand peuple! Quel Pays!". (What a great People! What a Nation!".)If Charles de Gaulle was alive to-day, I can assure you that not oneMember of the French Parliament would have dared to identify himselfwith declarations that represent insulting accusations against modern Turkey!...106
TÜRKIYE CUMHURIYETI'NIN BALKANDEVLETLERINDE YANKıLARıProf. Dr. Nimetullah HAFIZ*Yüzyıllarca Balkan topraklarında varlığını sürdüren Türk ulusu buralardakidiğer uluslarla tarihe dayanan akraba ve dost birlikleri vardı. Aynıtoprağı işlemişler, aynı kaderleri paylaşmışlardır. Dıştan gelen büyük düşmanlıkneticesiyle yüzyıllar içerisinde dostluk ilişkileri sonuna dek zedelenmiştir.Sıra ile devletler bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz yıllarcakurdukları dostlukları düşmanlıklara çevirmişlerdir. Korunmuş olan şehir,köy ve dini objelerini Türklerin yakıp yıktıklarını göstermişlerdir. Vergisiniödemiyenleri asıp kestiklerini hatta kazığa koyduklarını yaymışlardır.Bir kilise terkedilmekten hasara uğramışsa Türklerin yaptıklarını, bir duvarınbir köşesi veya bir taşı kırılmışsa Türklerin yıkmak istediğini, amabuna halkın tepki gösterdikleri nedeniyle yıkılmadan günümüze dekböyle korunabildiklerini ileri sürmektedirler. Balkan tarihinin hiçbir dönemindeOsmanlılar döneminde olduğu Türkler ile Balkan yarımadasındakihalklar arasında eşi bulunmayan huzur ve güven bozuldu. 1699 yılındaKarlofça antlaşmasından sonra Osmanlı devleti bölge kayıplarınauğradıktan sonra Rumeli'den yavaş yavaş büyük ölçüde Türk ulusu güneyeakmaya başladı. Bunun dışında oldukça sayıda Türk, canlarını kurtarmakiçin Anadolu'ya göçmüşlerdir. Rumeli Türkleri'nin karanlık günleribu yıldan başlamıştır. Bu karanlıklar gittikçe hem genişlemiş hem dekabarmıştır. Çoğu, saclar altlarındaki böreklerini, ateşliklerindeki yemeklerini,tüm mal ve mülklerini bırakarak başlarını, çoluk çocuklarını kurtarmakiçin kimileri Kosova ve Metohiya şehirlerine, kimileri ise Yunanistan'dan,Bulgaristan'dan, Romanya ve hatta Arnavutluk'dankaçanlarla birlikte anavatanlarına yerleşmişlerdir. Bu nedenle Kosova veMetohiya hemen tüm şehirlerinde "muhacir mahleleri" vardır. Türk ulusununbu korkunç göçleri tek Osmanlı döneminde değil, Osmanlılar'ın buyerlerden büsbütün uzaklaştıklarından sonra bile devam etmiştir. Bu nedenleMacaristan'dan güneylerde Türklerin yerleştikleri köy ve kentlerinedek tüm öteki yerlerde yüzyıllarca Türk mimarisi, Türk edebiyatı, birsözle tüm Türk kültürü büsbütün tarihten silinmiştir. Türklerin veya Müs-Priştina <strong>Üniversitesi</strong>, Filoloji Fakültesi, Türkoloji Bölümü Öğretim Görevlisi.107
lüman dinine mensup olanların yaşadıkları yerlerde camilerin, hamamların,çeşmelerin, tekkelerin, türbelerin kimileri Bosna Hersekte, Yugoslavya'nınKaradağ Cumhuriyeti'nin güneyinde, Sırbistan Cumhuriyeti'ningüney ve güney doğusunda, Arnavutluk'un bir iki kentinde, Romanya,Bulgaristan ve Yunanistan'ın doğu bölgelerinde kimi Türk mimari yapıtlarıgünümüze dek ayakta kalabilmiştir. Fakat yine bunların büyük bir sayısıharap durumdalar. Bunların onarmalarıyla ilgilenen yok, hatta, özellikleYunanistan, Bulgaristan ve Romanya'da Osmanlılardan kalma tarihîdeğeri olan ev, cami, tekke, türbe, çeşme gibi objelerin onarılmalarınaizin verilmemektedir.Fakat her şeye rağmen 1912 yılından sonra Balkan yarımadasındaher devlette kalan Türk ulusu, azınlık olarak her kültür gelişiminden gerikalmışsa da, günümüze dek kulak ve gözleri Küçük Asya'ya dikili olmakla,yaşadığı bölgedeki tarih yapıtlarını, dillerini, ağızdan ağıza taşınanher tür halk edebiyatı metinlerini, kendi özel kitaplıklarında divan edebiyatındankalan yazma yapıtları ve gelenek ve göreneklerini gözbebeklerigibi kıskançlıkla korumuş, günümüze dek yaşatmışlardır. O sürelerdeTürkiye'de olup bitenleri gözetliyor, orda yayınlanan kitap, dergi ve gazetelerikimi giden gelenler aracılığıyla okur, başka dost, akrabalarınaverir, Türkiye'deki olan bilenlerle ilgili tartışmalar sürdürürlerdi. 1915 yılındapatlayan Çanakkale Savaşı ayrıca Balkanlardaki Türk ulusunun ilgisiniçekiyordu. O sürelerde Çanakkale Savaşı'nda ortaya çıkan türküyühemen aralarında söylemeye başlamışlardır. Hatta Çanakkaletürküsünü söylerken coşarak kendi duygularını da eklemeden kalamamışlardır:"Çanakkale içinde sıra sıra söğütlerSöğütler altında yatar baba yiğitler".Büyük önder Atatürk'ün ortaya çıkmasıyla onun yürüttüğü İstiklâlSavaşı ile ilgili bura Türk halkı çok yakınlardan ilgilendi.Hudut dışı yaşadıkları halde gerek Türk İstiklâl Savaşı'ndaki başarılarıylagerekse ulu önder Atatürk'le ilgili Türkiye'de yayımlanan kitap, dergive gazete aracılığıyla metinler, şiirler elde edilmiştir. Bunların arasındaTürkiye'de söylenen kimi türküler de kaydedilip söylenmiştir. Butürkülerin söylendiklerini ancak burada yazılmış iki yazma mecmuadanöğrenebildik. Bu mecmualarda aynı türkü birinde "Yıldırım GaziMustafa Kemâl Paşa Şarkısı" ve ötekisinde "Kemal Paşa Şarkısı" başlığıaltında bulunmuştur. Bu türkünün birkaç kıtasını almadan geçemiyeceğiz:108İstihkâmın sağı soluDüşman dolmuş şose yolu,Aman yetiş Kemal PaşaGider elden Anadolu.
<strong>Ankara</strong> 'da şanlı orduHer tarafa çadır kurdu,Kemal Paşa harp edecekCümle asker hazır durdu.Elveda sana ey pederimBağlasanız ben giderim,Kapımıza düşman gelmişTepeleyerek defederiz."Pek namıyız ""Pek şanlıyız"'.Bura Türkleri kendi çevrelerinde okudukları gibi bu yazılara kenditaraflarından kendi duygularıyla kimi eklemeler de yapmışlardır, hattaözgün şiirler de yazmışlardır. Elimize geçen bir yazma yapıtta henüzadını öğrenemediğimiz bir halk ozanı İstiklâl Savaşı ve Atatürk'le ilgilibir destan yazmaya girişmişse de ne yazık ki üç dörtlükten başka yazmasınısürdürememiştir.Yaşasın Mustafa Kemâl Paşa ol Hoda 'nın arslanıYıktı ta'süs eyledi Devlet-i Alâ-i Osman'ıAnın şerefine yazdım iş bu destanıDinleyin nice mağlup eyledi Yunanistan'ı?İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Balkan yarımadasında yetişen Türkazınlığının kimi şairleri özellikle Atatürk'ün ölüm yıldönümü münasebetiyleşiirler yazıp onun ululuğunu, kahramanlığını ve ona karşı duyduklarıiçten sevgi ve sonsuz saygılarını dile getirmişlerdir.Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucusu Atatürk'ün otoritesi ve büyüklüğüBalkan yarımadasında tek Türkler arasında görülmüş, övülmüşve onlarla ilgili kimi türküler, destanlar söylenmiş, onlarla ilgili övgülüşiirler, makaleler ve hatta kitaplar da yayınlanmıştır. Girişte söz ettiğimizgibi tarih boyunca Türkiye aleyhinde yapılan yüzyıllarca propagandalaryapıldıysa da Türk ulusuyla başbaşa yaşayan Arnavut, Boşnak, Bulgar,Makedon, Romenler ve hatta Rumlar bile Balkan Savaşları ve BirinciDünya Savaşı'ndan yani Osmanlı İmparatorluğu'nun çözmesinden sonraTürkiye'de yürütülen Kurtuluş Savaşları ve Türkiye Cumhurbaşkanı ileilgili ya türküler söylenmiş, ya da destanlar, şiirler, övgüler, hatta kitaplar1. "Yıldırım Gazi Mustafa Kemâl Paşa Şarkısı" için daha geniş bkz. Prof. Dr. NimetullahHafız, "Yugoslavya Türk Şiirinde Atatürk -Güldeste-" 1983, <strong>Ankara</strong> s. 89-93.2. Bu destanın bütünlüğü şu yazıda yayınlanmıştır: Nimetullah Hafız, "Yugoslavya'daTürk Destanları", Uluslararası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, 27-29Ekim 1975; 1976, <strong>Ankara</strong>, s. 58 ve Çevren, No. 10, Haziran 1976, Priştine, s. 131-138 (37-46).109
ile yazılıp yayınlanmıştır. Fakat 1938 yılında Atatürk'ün ölmesiyle onunher alanda ölçülmez değerli yapıtları ortaya atılıp aydınlanmış ve onlarlakesin olarak sayılarını bilemiyeceğimiz düzyazı yazılar, kitaplar basılmıştır.Örnek olarak alfabetik sırasıyla Balkan memleketlerini ele alıyoruz.ARNA VUTLUK'DA-Arnavutluk'ta Türklük söndürülmüştür. Yeni yetişen Türk asıllı kuşaklaranadilinden büsbütün uzaklaşmış, kendi duygularını edebi yapıtlarınıtek Arnavut dilinde yazıp duyurtabilmişlerdir.Arnavutluk' daki Türk ulusu buralarda ne kadar söndürülmüşse deTürk asıllı olan ve belki de anadilini büsbütün unutmuş Türkler, Arnavutdilinde bir destan kuşkusuz ağızdan ağıza Arnavutluk'dan Makedonya'yataşınarak orada işitilip derlenmiştir."Ey Sultan 'ı deviren yüce milletYaşa yüce millet, acılı millet,Bir devri kapatıp yeniyi açan kuvvet.Sultan bizi nasıl da anladı hey,Milleti üç paralık etmişti hey,Yeni adı Paşa 'ya biz taktık hey,Yeni bir ad, büyük bir ad verdik hey,Mustafa Kemal adını verdik hey.Yedi kral hepten kalktı ayağa,Mustafa Kemal'e durdu kavgaya.Kemal kalktı kahramanca ayağaKim ki Türktür diniyle, imanıyla,Hemen kalksın ayağa, oturmasınHazırlansın vatanın savaşına " 3 .Bu aşığı bilinmeyen destandan başka Arnavutluk'da Türkiye Cumhuriyetiveya Atatürk için bir şey yayınlanmamıştır. Ancak 1987 yılındaKopi Kuçuku'nun "Mustafa Qemal Ataturku" (Mustafa Kemal Atatürk)adlı ilk kitabı yayınlandı. Bu kitapta "Giriş"ten sonra Atatürk'ün çocukluğuve gençliği, Jön Türkler ve Atatürk, Ulusal Savunmada Savaşçılar(1918-1920), Halk Kurtuluş Savaşı (1920-1922), Reform Yılları (1924-1938) ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Dış Siyaseti ve Atatürk İdeleri başlıklıyazılarda hem Türkiye Cumhuriyeti'nin siyaseti hem de Atatürk'ün ço-3. Atatürk için söylenen bu Arnavut Halk Destanı için hem özgün hem de çevirisi içindaha geniş 1. tabannotu yapıtına bkz. S. 96-99.110
cukluğundan ölümüne dek yaşamı, savaşları, çalışmaları, devrimleri ve ilkelerigeniş biçimde okuyuculara açıklanmıştır 4 .Ayrıca 1987 yılında Arnavutluk tarihçisi Gazmend Shpuza da "Ataturkudhe Shqiptaret" (Atatürk ve Arnavutlar) adlı, başka değerli bir kitabıTirana'da yayınladı. Gazmend Shpuza bu kitabıyla yüzyılımızın 20-30yıllarında Arnavut-Türk İlişkileri ve Arnavutluk'da Kemalizm reformculuğununyankılarını ortaya atmaya çalışmıştır. Bu ana konu dışında bu kitaptaGiriş'te Atatürk'ün inkilapçılık karakterini ve kısaca Türkiye İstiklâlSavaşı ile Atatürk'ün askeri komutanlığını, eskiden Arnavut veTürkler arasındaki bağ geleneğini ve Türk İstiklâl Savaşı ve Kemalizmreformlarının Arnavut basınındaki yankılarını göstermeye çalışmıştır 5 .Kopi Kyçku "Mustafa Qemal Ataturku" (Mustafa Kemal Atatürk)adlı kitabını yeniden 1993 yılında Tirana'da yayınladı. Kopi Kuçuku'nunbu kitabı bu kez genişletilmiş ve Enver Hoca'dan sonra yayınladığındanüzerinde bir sürü düzeltmelerle yayınlanmıştır 6 .BULGARİSTAN'DA-Bulgaristan'da 2.000.000 Türk yaşadığı ise de sıkı komünist baskılarındanyeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne ve onun kurucusu ulu önderMustafa Kemal Atatürk'e duydukları büyük sevgilerini dile getirememişlerdir.Hatta Bulgar milliyetçileri orada büyük sayıda olan Türk ulusunuTürkiye Türklerinden olmadıklarını, onların Azeri Türklerinden geldikleriniinandırmaya çalışmışlardır. Başlangıçta Azeri okullarını açmayı düşündüler7 . Bunu başaramayacaklarını gören Bulgar büyükleri daha geçTürkçe okullar açtılar ve bura Türklerine Türk düşmanlığını kalemlemeyeçalıştılar. İşte bu nedenle kimi Türkler bu duygularını kaleme alamamıştır,hatta kimileri kendi anayurtları olan Türkiye'ye aleyhtarlığını göstermiştir.Fakat tek bir Bulgar, Atatürk'ün büyüklüğünü görerek onun ulusalamacına yetişmek için göstermiş olduğu kahramanlığını ve ulusuna aydınlıkvermek için cehaleti öldürüp gömdüğünü Bulgar dilinde Bulgarlaraduyurmaya çalışmıştır:"Fırtınalar denizlerin üstünde koştu,Hemen korkunç dalgalar estirip coştu,Bütün engelleri yıktı, devirdi,Ne korkuttu,seni, ne yolundan çevirdi 8 .4. Bkz. Kopi Kyçyku, Mustafa Qemal Ataturku, 1987, Tirane.5. Bkz. gazmend Shpuza, Ataturku dhe Shqiptaret, 1987, Tirane.6.7.Bkz. Kopi Kyçyku, Mustafa Qemal Ataturku, 1993, Tirane.Bu bilgileri Bulgaristan türkbilimcisi Dr. Rıza Mollov'dan edinmişimdir.8. İrfan Unver Marsattınoğlu, Atatürk İçin Türkiye Dışında Yazılan Şiirler —Güldeste—1994, <strong>Ankara</strong>.111
Kitap olarak Atatürk'le ilgili yayınlanan ilk kitap Paraşkev Paruşev'in"Mustafa Kemal Atatürk" başlıklı yapıtıdır. Geniş olarak hazırlanmışbu kitap beş bölüme ayrılmış bir durumda sunulmuştur. Birincibölüm olarak Osmanlı İmparatorluğu çöküşünün nedenleri, ikinci bölümkahramanlığı üçüncü bölüm İstiklâl Savaşı, dördüncü bölüm reformatörolarak Atatürk ve beşinci bölüm Atatürk'ün dediği "Yurtta sulh, cihandasulh" deyimi ayrıntılı olarak verilmiştir 9 .Daha geçlerde, yani 1983 yılında Bulgar Türkleri'nden Halil Recebov14 X 20 sm. Boyutlu ve 161 sayfalı "Ideologijata na Mustafa KemalAtatturk" (Mustafa Kemal Atatürk'ün İdeolojisi) adlı kitabını yayınladı.Bu kitapta Atatürk ideolojisi üç ana bölümden verilmiştir. Birinci bölümdeKemal Atatürk ideolojisinin kuruluşunda sosyal-siyasi durum, ikincibölümde felsefe ve sosyoloji açısından Kemalizm, ve üçüncü bölümdeKemal Atatürk ideolojisinde başlıca prensipler diye incelenip açıklanmıştır'0 .ROMANYA'DA-Romanya'da 140.000 Türk vardır. Bunlar da Bulgarlar gibi hemenhemen aynı baskılar içinde Atalarına anonim bir türküyü kulaktan kulağaduyurtmuş ve unutulmasın diye kaydetmişlerdir. Bu türküyü derleyenMehmet Ali Ekrem Bey 1991 yılında Bükreş'te "Bülbül Sesi" kitabındayayınlamıştır. Bu türküde Romanya Türkleri İnönü Dağları'nda savaş yürütüldüğünü,savaşta düşen şehitler yüzünden çocukların babasız kadıklarınıdile getirmiş ve sonunda bunun bir kader olduğunu bilerek kan kardeşlerininkurtuluşu için bu İstiklâl Savaşı'nı yürüten Atatürk'e "YaşaMustafa Kemal Paşa, yaşa" mısrasıyla desteklemişlerdir:İnönü Dağları 'nda oturduk kaldıkŞehit olanları, deftere yazdık,Kader böyle imiş ey garip anaYaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa.İnönü Dağları 'ndan bir top patladıKarşı düşmanların ödü çatladıKader böyle imiş ey garip anaYaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa.İnönü Dağları 'nda aylarca kaldıkBabasız yetimlerin haline baktık.Kader böyle imiş ey garip anaYaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa.9. Paraşev Paruşev, Mustafa Kemal Atatürk, 1977, Sofıja.10. Halid Redzepov, Ideologijata na Mustafa Kemal Atatürk, 1983, Sofija.112
İnönü Dağları 'ndan neferler gezerKarşıda düşmanları martinan sezerKader böyle imiş ey garip anaYaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa u .Fakat yazılı ve Türk dilinde kitap olarak Romanya'daki Türk ulusundanancak Dr. İbrahim Temo Atatürk daha sağ iken 1937 yılında Bükreş'te"Atatürk'ü Niçin Severim?" adlı ve 13 X 21 sm. boyutlu kitabınıyayınlamıştır. Bu 16 sayfalı kitapçıkta Dr. İbrahim Temo Atatürk'ünportresini vermeye çalışmış ve onun, tüm çalışmaları sayesiyle göstermişolduğu büyük başarılarını olduğu biçimde aydınlatmıştır. Temo, Osmanlıİmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919yılında Samsun'a çıktığını gün gece uykularını feda ederek vatanı kurtarmakiçin çizdiği stratejik ve siyasi programlara dayandığını, Anadolu'yaayak basan ve leşe konan kargalar gibi ve İslam kanı içmekle sarhoş düvelimüttefıkanın kararmış gözleri önünde millete hakimiyet, cesaret sûrumuzerk ettiğini, askeri ve mülk-i idareler perişan bir halde iken biraraya topladığını ve üzerlerine hakimiyet ve cesaret yağmurları yağdırmaklaTürkiye'ye yeniden hayat verdiğini yazdıktan sonra "Atatürk'üNiçin Severim?" adlı kitabının sonuna "İşte bundan ötürü Atatürk'übütün yürekle severim. Evet severim ve seveceğim" cevabını eklemiştir 12 .Kitabçığın sonunda nazari dikkate olarak "Kırk senelik hareketi milliyeait nota ve hatıratım yakında neşrolunacaktır." bir tümce de eklenmişbulunmaktadır. Gerçekten iki yıl sonra (1939) bu söz ettiği kitap Romanya'daMecidiye kentinde "İttihad ve Terakki Cemiyetinin Teşekkülü veHidemati Vataniye ve İnkılâbı Milliye Dair Hatıralarım" adlı kitabı da yayınlanmıştır13 .Bu yapıt dışında Romen ulusundan da Atatürk'e dair şiir yazan olmuştur.O da İon arion adında bildiğimiz bir Romen Türkçe'yi iyi tanıdığındanBalkan yarımadasında Türk yayınlarını oldukça izlerken Atatürkilkelerini iyi kavramış ve bu nedenle şiir yazmakla Atatürk'e duyduğusempatisini göstermeden geri kalamamıştır. İon Arion Türkçe "Atatürk'ünAnıt Kabri Önünde" ve "Atatürk'e Candan Selâm" başlıklı iki şiiryazmıştır. İkinci şiirinden iki kıtasını örnek olarak alıyoruz:Barışça, kardeşçe dalgalanmakta bugün bayrakAtatürk'ün umutları dile gelmişAlfabede bakınız mavi gözlerineEylemleriyle çiçeklenmiş bugün toprak.11. 8. Tabannotundaki aynı yapıt, s. 145.12. Dr. İbrahim Temo, Atatürk'ü Niçin Severim?, 1937, Bükreş.13. Bu kitap 1987 yılında Arba Yayınları'nda "İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Kurucusuve 1/1 No'lu Üyesi İbrahim Temo'nun İttihad ve Terakki Anılan" adıyla 278 sayfaolarak yayınlanmıştır.113
Rüzgârda sesleniyor bize büyük ÖnderUykusunu hiç rahatsız etmesin düşmanKardeşçe yaşasın Toros, Karpat, BalkanVe yaşasın Ata 'nin ürünü Türkiye CumhuriyetiVe yaşasın Türkler.Romanya'da Romen dilinde Atatürk'le ilgili iki kitap da yayınlanmıştır.1969 yılında "Atatürk fauritorul turciei moderne" (Modern Türkiye'ninKurucusu Atatürk) kitabım Mehmet Ali Ekrem, 1974 yılında ise"Atatürk" kitabını Petre Ghiata hazırlayıp yayınlamıştır. Mehmet AliEkrem bu kitabında Jön Türklerden başlayarak general oluşuna dek genişbilgiler verdikten sonra onun Anadolu'da ulusal örgütlüğü, Cumhuriyetilânı, savaşlarda tüm başarıları, modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuve tüm reformları ayrıntılı ayrıntılı göstermiştir 15 .Mehmet Ali Ekremden sonra Petre Ghiata da 1975 yılında Bükreş'te"Atatürk" adlı kitabını yayınladı. Bu yapıtta Petre Ghiata Atatürk'ün yaşamıile askerliği, savaşçılığı, inkilâpçılığı, harf, dil devrimciliği ve tümdiğer çalışmaları ile ilgili bilgiler Romen ulusuna sergilemiştir 16 .YUGOSLAVYA'DA-Eski Yugoslavya'da Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ,Sırbistan ve Makedonya diye altı cumhuriyet oluşturuyordu. SırbistanCumhuriyeti'nde ise Voyvodina ve Kosova Özerk Bölgeleri de bulunuyordu.Slovenya'da Slovenler, Hırvatistan'da Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar,Bosna Hersek'de Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar, Karadağ'daKaradağlı ve Arnavutlar, Sırbistan'da Sırplar, Arnavutlar, Romlar (Çingeneler),Goralılar (Müslüman Pomaklar) 15.000 Türk, Makedonya'da iseMakedon, Arnavut, Sırp, Torbeşler (Müslüman Pomaklar) ve 150.000Türk yaşamakta idi. Krallık Yugoslavyası'ndan sonra yani 1944 yılından1991 yılına kadar birlikte yaşamış ve her yönde başbaşa büyük başarılargöstermişlerdir. Bir bütün olarak Yugoslavya'da Türkiye ve kurucusuAtatürk'le ilgili Balkan yarımadasındaki öteki devletlere nazaran, oldukçakitap, yayınlanmıştır. Bu kitapların bir kısmı Sarejevo'da ötekileri ileBelgrat'da yayınlanmıştır 17 .Bosna Hersek'de Boşnaklar da dört yüzyıldan fazla Osmanlı idaresindekaldığından din, kültür, gelenek, görenek ve hatta dil alanında ayrılmazbir parçası olmuştur. Tarih baskıları yüzünden uzun bir süre Avus-14. 8. Tabannotundaki aynı yapıt, s. 143-144.15. Mehmet Ali Ekrem, atatürk fauritorul Turciei moderne, 1969, Bucureşti.16. Petre Ghiata, Atatürk, 1975, Bucureşt.17. Araştırmalarımız sayesinde 1938-1998 yılları arasında Krallık, Eski ve Bugünkü Yugoslavyabölgelerinde, Sırpça, Türkçe ve Arnavutça tefrika biçimindeki yazılar dışında,Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'le ilgili 20 kadar kitap yayınlandığını öğrenmişolduk.114
turyalıların ve Krallık Yugoslavya'nın bölgeleri olmuştur. Fakat bunarağmen her süre Türkiye ile bağlarını sıkı tutmuştur. 1912 yılından başlayarakgünümüze dek Türkiye'deki olayları gözetlemiş, çına karşı var güçleriyledestek göstermişlerdir. Atatürk'ün yürüttüğü İstiklâl Savaşı'nauzaktan destanlar söylemişlerdir. Fakat ne hayır ki tüm bu destan ve türkülerdentek bir destan Aliya Nametak sayesiyle derlenebilmiştir. Bu destanıolduğu gibi örnek olarak alıyoruz:Bu yaz Beş Nisan 'daMustafa Kemal'in Fermanı geldiYunan hududunda, Ethem Paşa 'ya:"Tüm erler bugün hazır olsun.Cumartesi saat on birdeÇocuklar hücum etmemiz gerek,Kim uzun savaş meydanında şehit olur siperdeMustafa Kemal'e hakkını helâl etmek dilek.Onu unutmayacaktır KemalGüneşin evreni çevresince ".Yunanlılar kendilerini kurt sanırlar, misalAma Türkler bugün onları yendi ercesineYallah, dediler, Allah'ı andılarVe keskin kılıçlarını çıkardılar.Süvariler meydana saldırdılarİki taraftan piyadeler hücuma geçtilerKoçların kurban için beslendiği gibiKahramanlar ise bugünler için, ebedi.1925 yılında Belgrat'da "O naşim Muslimanima" (MüslümanlanmızHakkında) adlı bir kitap yayınlandı. Bu kitabın adına bakarak kitabıyazan Dragişa Lapçeviç bizim tanıtmak istediğimiz Türkiye ve Atatürk'edair değil, o, Yugoslavya'nın güneyinde bulunan Makedonya'daki Müslümanlarhakkında söz etmektedir. Fakat sonunda iki sayfa kadar ferecehakkında konuşurken iki fotoğraf da eklemiştir. Fereceyle ilgili HalifeAbdül Mecit ve Atatürk'ü andığından bu yapıtı da zikretmeden geçemiyoruz.Yazar 61. sayfasında Halife Abdül Mecit, oğlu ve ferecesiz kızı,60. sayfada ise Mustafa Kemâl Paşa eşi Lâtife Hanım ve Mehmet Paşa ileçekilen iki fotoğrafı da verilmiştir. Bu fotoğraf Türk kadınlarının gözleriniaçtığını göstermek amacıyla alınmıştır 19 .Daha geçlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Türklerin atası veen büyük reformcusu Mustafa Kemal Atatürk, ululuğuyla, otoritesiyle18. 2. Tabannotundaki yapıt, s. 94-95.19. Dragisa Lapcevic, O naşim Muslimanima (Socioloske i etnogerafske beleske), 1925,Beograd, s. 61-62.115
dünyayı fethetmeye başlıyor. Dünyanın birçok memleketlerinde olduğugibi Yugoslavya'da da büyük bir hızla onun hakkında çeşitli kitaplar yayınlanmayabaşlıyor. Bu kitaplar Yugoslavya'da Müslüman alemi Atatürk'ekarşı büyük bir sempati duyduğunu, kendi kumandanları gibi saydığınıgöstermiştir. Böylece Maksim Svara adında bir yazar "GaziMustafa Kemal-Paşa" adlı yapıtını 1931 yılında Sarayevo'da yayınlıyor.Yazar önsözüne çok gerçi bir biçimde başlamaktadır: "Beş yüz bin kandaşve dildaşlarımız Türk Cumhuriyeti içinde yaşamaktadır. O devletterejimin az çok tanınmış kişileri muhacirlerimizin torunlarıdır. Bunun içinmemleketimizde Türkiye durumunun gelişmesiyle ilgilenmektedir. Yalnıztek bundan değil, zaman akımına güçlü tutulmasıyla ulusunun geleceğinibaşka ve yeni yöne çevirmeyi bilen büyük bir kişiyi takdir etmek içinbu kitabı yazmaya giriştim. Bu kişi gerçekten bir yandan kendisinin ortayaçıkmasıyla, öte yandan gösterdiği başarıları için özen kazanmıştır...","Onlarca yıl önce Lord Salisburry Türkiye'yi reformlaştırmak, öldürmekdemektir" dedi. Bukadar ağır söz Avrupa'da uzun süre kulaktan kulağataşındı, fakat Gazi Mustafa Kemal-Paşa'nin eserleri bunun doğru olmadığınıgösterdi. Hiç olmazsa Türkiye'yi reformlaşması için olanak vardı.Zaten reformsuz Türkiye kalamaz. Bu olanak ise Türkiye Cumhuriyeti'ninelindedir..." Yazar eserinde Gazi Mustafa Kemal'in yaşamı, devrimi,Jön Türkler, savaşları, Enver Paşa, I. Dünya Savaşı, Cumhuriyet'inkuruluşu ve tüm getirdiği reformları hakkında 109 sayfada oldukça genişbilgi vermiştir.1928 yılında İstanbul'da Dolma Bahçe Sarayı'nda Mustafa Kemal'inyönetmenliğinde düzenlenen toplantıdaki dil devrimiyle ilgili kararlarMaksim Svara'ya göre bu tür eğitim ve öğretim Türk ulusuna bir yurtseverlikniteliğini kazandırmıştır 20 .1932 yılında Belgrat'da "Turska" (Türkiye) adlı bir kitap daha yayınlandı.Bu kitabı hazırlayıp yayınlayan Dr. Zivko Topalovic (Jivko Topaloviç)dir. Dr. Zivko Topalavic bu kitabın 1931 yılında İstanbul'da düzenlenenİkinci Balkan Konferansına gittiğinde kaynaklanıphazırlandığını ve içindeki malzemelerin bir kişisel yaşantının düşünce veduygularının ifadesi olduğunu, okuyuculara bu biçimin en sevimli olacağınıve böylece az çok eğlence ile Türkiye gerçekliğinin anlaşılmasınayönelteceğini ve ayan gördüklerini ve etkilendiklerini ileri sürmektedir.Kitapta Eski Doğu Uygarlık, Dolma Bahçe Sarayı'nda Türk Gecesi,Topkapı-Eski Slutanların Sarayı, Eski İstanbul'dan, Bosfor Boğazında,Peri Sarayları, Gerçi Türkiye'den, Türkiye'nin Hareket Güçleri, UygarlığınYatağı ve Türkiye Bilmecesi başlıkları altındaki yazılarda Yeni TürkiyeCumhuriyeti'nin gerçekleri sergilenmiştir. Fakat yazar 16 sayfalık"Türkiye'nin Hareket Güçleri" başlığı altındaki yazısında Türkiye'nintarım, zanaat, inşaat ve diğer zenginlikleriyle ilgili bilgiler verdikten20. Maksim Svara, Gazi Mustafa Kemal-paşa, 1931, Sarajevo.116
sonra "Bu şekildeki Türkiye, gerçekten dünyada en demokrat bir devlettir.Tüzüğü, İngiltere ve İsviçre'de olduğu gibi her yurtdaşa maksimumsiyasi hak vermektedir" tümcelerini de eklemeden geçememiştir 21 .Belgrat'da Knez Pavle Müzesi de 14-30 Nisan 1937 tarihlerinde düzenlenenresim ve yayın (kitap, gazete ve dergi) sergisinin katalogunu hazırlayıpaynı yılda "Izlozba turskih slika i publikacıja" (Türk Resim veYayın Sergisi) adıyla yayınlamıştır. Önsözünde Salah Cimcoz: "TürkiyeCumhuriyeti rejimi Avrupa enstitüsünü örnek alarak Sanat Akademisi'niörgütlemiştir. Gençlerin seve seve gittiği bu akademi Türk sanatının gelişmesiiçin ümit vermiştir" dedikten sonra Piri Reis'in Amerika haritasını,M. Çalı'nın Atatürk portresini ve ondan sonra Namık İsmail, Hikmet,Şefket, Sabiha, Arif Bedin Şefik Bursad ve Bedri Rahmi'nin birer resminikitabın içine almıştır 22 .Fakat 1938 yılından sonra Türk ulusunun ulu önderi Atatürk'ün ölümündenbiraz önce M. Svetovski'nin "Atatürk Türkiyesi" Balkan Enstitüsütarafından yayınlandı. 227 sayfayı bulan bu kitapta "Anadolu", "Anadolu'nunÇiçeği <strong>Ankara</strong>", "Asker Olarak Kemal", "İnkılapçı OlarakKemal", "Yurt Atası Olarak Kemal", "Yeni Temeller Üzerinde Türkiye","Tek Ulus-Tek Parti", "Halk İktisadi", "Milli Kültür", "Askeri Güç OlarakTürkiye" ve "Dönüşün Hatıraları" başlıklar altında yazılar bulunmaktadır.Yazarın önsözünden anlaşılıyor ki bu kitap halk Mebusu RıfkıAtay'ın hazırlayıp yayınlayacağı Yugoslavya monografisi kitabının karşılığıolarak bu kitap Kemal Atatürk'ün düşündüğü ve gerçekleştirdiği YeniTürkiye'nin tanıtımı olacaktır 23 .Aynı 1938 yılında, aynen Belgrat'da H.C. Aumstrong'un 1932-1935yılları arasında sekiz kez basılan "Kemal Paşa (Bozkurt)" adlı yapıtınıMihajlo A. Ozerovic İngilizce'den çevirerek Atatürk'ün ölümünden önceilk baskısında (XXX+399 s.) 12, Atatürk'ün ölümünden sonra(XXX+447s.) ikinci baskısında ise 18 sayfalık kendi önsözü ve 50 sayfalıksonsözü ile yayınlamıştır. 448 sayfayı bulan bu yapıtta bizi en çok ilgilendirenMihaylo A. Ozeroviç'in bu sayfalarıdır. Yazar XXII sayfasındaşunu kaydetmiştir: "Gazi Mustafa Kemal kilometre kare sayısıbakımından oldukça az, fakat daha güçlü, düzenli Türk ulusal ve bağımsızdevletini gerçekleştirebilmiştir"."Sonsözü"nde Ozrenoviç "Balkan Antlaşmasından Saadabad AntlaşmasınaDek", "Güçlü İktisat-Bağımsızlığın Garantisi", "MarmaraÜzerinde Sonsuz Özgürlük", "İskenderun Sorununda Atatürk'ün Yenilgisi","Kültür ve Ulusal Eğitimci Atatürk", "Onbeşinci Yıldönüm", "SaatKaç", "Atatürk, Nereye?!", "Atatürk'ün Son İsteği", "Yugoslavya'da21. Dr. Zivko Topalovic, Turska, 1932, Beograd.22. Muzej Kneza Pavla, Izlozba turskih slika i publikacija, 1937, Beograd.23. M. Svetovski, Ataturkova Turska, 1983, Beograd.117
Yankılar" ve "Başkan İsmet İnönü", altbaşlıklı yazılarda genel olarakAtatürk'ün yaşamı, çalışmaları, savaşları, ölümü ile ilgili geniş bilgilerverdikten sonra "Yugoslavya'daki Yankılar yazısını şöyle bitirmiştir:"Kemal Atatürk'ün değerli yapıtları tüm insanlık uğruna her süre ürün verecektir"24 .Yine Belgrat'da 1937 yılında Türkiye'yle ilgili yeni bir kitap basındançıkıyor. Fakat bu kitap başka açıdan hazırlanmıştır. Bunu, kitabınadından da anlıyabiliriz. "Privreda savremene Turske" (Çağdaş Türkiye'ninİktisadı). Evet kitap Türkiye'nin iktisadini geniş bir biçimde açıklamaktadır.Yazar bu kitabı, kitabın ilk sayfasında söylediği gibi "KralAleksandar ve Kemal Atatürk'ün temel vurdukları Yugoslavya-TürkiyeDostluğuna" yazmış olduğunu bildirmektedir. Yazar bu tümceden sonraKemal Atatürk'ün yaşamı ve yapıtları ile ilgili üç buçuk sayfada kısacabilgi vermektedir. Bu yazıdan sonra Celâl Bayar'ın önsözü gelmektedir.Celâl Bayar o sürelerde Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı idi 25 .Bu kitaplardan sonra İkinci Dünya Savaşı'na kadar Türkiye Cumhuriyetiile ilgili üç kitap daha yayınlandı. "La Nouvelle Turquie" (YeniTürkiye'nin Doğuşu) adlı kitap iki sayfalık Fransızca yazılmış bir yazıyaTürkiye tarihi, mimarı, sanayi, eğitim... ile ilgili 69 fotoğraf eklenerek birfoto albüm olarak yayınlanan bu kitabın ilk sayfalarına Sırpça tercümeside eklenmiştir. Fakat 1969 yılında yayınlanan bu kitabın kimin tarafındanhazırlandığı henüz bilinmemektedir 26 .1939 yılında Belgrat'da Dr. Zoran Sv. Tomiç'in 287 sayfalı "KemalAtatürk tvorac Nove Turske" (Yeni Türkiye'nin Kurucusu Kemal Atatürk)adlı 27 ve Sarayevo'da Edhem N. Bulbuloviç'in 239 sayfalı "Turci irazvitak Turske Drzave, sa uvodom u kulturnu i politicku povijest İslama"(Türkler ve Türk Devleti'nin Gelişmesi, İslam Siyasal Tarih ve KültürüneGirişiyle) 28 değerli kitabı yayınlandı.İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yani 1944-45 yıllarında Eski Yugoslavya'nınMakedonya Cumhuriyeti'nde Türk varlığı kabul edildi ve Türkdilinde okullar açıldı ve gazeteler yayınlanmaya başladı. Fakat KosovaTürklerinin hakkı çiğnendi. 1951 yılına dek Kosova ve Metohiya Türkhalkı kendi dilinden, tarihinden, bir sözle kendi kültüründen uzak kaldı.1951 yılında Kosova ve Metohiya Türkleri de bu kültür özgürlüğüne kavuştu.Okullar Türk dilinde açıldı, Kültür Güzel Sanat Dernekleri kuruldu.O yıllarda Türkiye ile Yugoslavya arasındaki ilişkiler de genişlemeyebaşladı. Bu bağlar nedeniyle gazetecilerin hazırladıkları makalelerden24. H.C. armstrong, Kemal Pasa (Sivi Vuk), 1. ve 2. Baskı, 1938, Beograd.25. Dr. Dragoslav P. Mihajlovic, Privreda savremene Turske 1937, Belgrat.26. La Nouvelle Turque, 1939, ?27. Dr. Zoran Sv. Tomic, Kemal Atatürk tvorac Nove Turske, 1939, Beograd.28. Edhem N. Bulbulovic, Turci i razvitak Turske drzave sa uvodom u kulturnu i politickupovijest Islama, 1939, Sarajevo.118
oluşan "Savremena Turska" (Çağdaş Türkiye) adlı kitap da tarihi zikredilmemişama bildiğimiz kadar 1952 yılında yayınlandı 29 . İki yıl sonra,yani 1954 yılında Mithat Çontiç'in hazırladığı "Turska i njen polozaj usvetu" (Türkiye ve onun Dünyadaki Durumu) adlı 30 kitabı basıldı. Ondansonra 1998 yılına kadar daha dört kitap yayınlandı. Bunlar da Sinan Sermet'inSarayevo'da (1976) "Turska-Turisticki vodic" (Türkiye-TuristRehberi) 31 , Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün Türk dilinde (1994) Usküp'de"Atatürk" 32 , Voj islav Lalic'in Belgrat'da (1997) "Turska bez Ataturka"(Atatürksüz Türkiye) 33 adlı kitaplarıdır.Yugoslavya'da Türk halkı (Makedonya ve Sırbistan'daki Türkler)arasında Atatürk'le ilgili, önce nazım şeklinde yazılar yayınlanmaya başladı.Böylece ilk şiir 1964 yılında İlhami Emin'in "Kan" mahlasıyla yazdığıve Türkiye'de "Varlık" dergisinde basılan oldu. Ondan sonra 1966/67 yıllarından itibaren Üsküp'de çıkan "Birlik", "Sevinç", "Tomurcuk"ve "Sesler" adlı çıkan gazete ve dergilerde Atatürk'le ilgili şiirler yazılmayave yayınlanmaya devam ediyor. Öyle ki 1967 yılında NimetullahHafız tarafından yazılmış ve "Sesler" dergisinde "Ben" (Yugoslavya'dakiTürk), "Sen" (Türkiye Cumhuriyeti), "O" (Atatürk), "Biz"(Balkan yarımadasındaki Türkler), "Siz" (Türkiye Cumhuriyeti'ndekiTürkler) ve "Onlar" (İstiklâl Savaşı'nda Ölen Kahramanlar) başlıkları altındayayınlandı 34 . Nimetullah Hafız'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne yazdığı"Sen" şiirinde Türkiye Cumhuriyeti'nin tad, boyak, sevimlilik, aydınlıkve onun bu en büyük özlemi ve umudu olduğunu göstermeye çalışmıştır."SenAcunun en tatlı deniziDenizin en derinliğiDenizin en güzel gökçüllüğüsün.SenYılçağların en sevimli ilkyazıİlkyazın en boyaklı çiçeğiÇiçeğin en sevimli kokususun.SenDağların en sık ormanıOrmanın en yeşil ağacıAğacın en büyük yaprağısın.29. Savremena Turska, ?, Beograd.30. Midhat Concic, turska i njen polozaj u svetu, 1954, Beograd.31. Sinan Sermet, Turska-Turisticki vodic, 1976, Sarajevo.32. Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk, 1994, Üsküp.33. Vojislav Lalic, Turska bez Ataturka, 1997, Beograd.34. Bkz. Nimetullah Hafız, Ana Kucağı, 1983, Üsküp.119
SenGündüzlerin güneşiGecelerin ayı, yıldızıGökyüzünün den ışıldayanısın.SenBenim en sıcak özlemimÖzlemimin en büyük umuduUmudumun en yüce özgürlüğüsün.Senİğneden ipliğe benimsinBen tırnaktan tepeye seninimİster yürekli olayım, ister yüreksiz".Fakat Atatürk'ün adını şiirlerde kullanmak korkulduğundan NimetullahHafız "Atatürk" adını "O" kişi adılı ile hitap etmekle mecbur kalmıştır.Örneğin:"O, en büyük savaşı kazandı sizeO, en büyük olduğunu gösterdi onlara ".Ondan hemen sonra Arnavut ulusu ilk olarak Kosova Özerk Bölgesi'ndeİskender Bey'in ölümünü ve Türklere karşı gösterdiği kahramanlığıile ilgili toplantılar, hatta akademiler düzenlemeye başladı. Türk halkıda bu haktan yararlanarak 1967 yılında Doğruyol Kültür Sanat Derneği'nebağlı "Nazım Hikmet" yazın kolu, ilk olarak Atatürk Akademisinidüzenlendi. O yılda Tito Yugoslavyası'nda, belki de Balkan yarımadasındailk olarak Prizren Kültür Evi salonunda Hûda Leskovçalı'nın yaptığı3 X 5 m. boyutlu Atatürk'ün portresi asıldı. İlk Atatürk Akademisi'niYazın Kolu Başkanı Nimetullah Hafız açarak Atatürk ilkelerini dinleyicileretanıttıktan sonra Yazın Kolu üyeleri 20 kadar şiir ulu önder Atatürk'esundular. Bundan sonra Atatürk'ün ölüm yıldönümleri bir gelenek durumageldi. Her ölüm yıldönümünde yazın saatleri düzenlenmekte, onunlailgili bilgiler verilmekte, şiirler okunmakta ve Üsküp'de "Birlik", "Sevinç","Tomurcuk" ve "Sesler", Priştine'de "Tan",.."Çevren", "Kuş" ve"Çığ" adlı gazete ve dergilerde yayınlanmaktadır. Örneğin, Nusret DişoÜlkü "Ağıt" adını taşıyan şiirinde Atatürk'ü şu şekilde tasfir etmektedir:"-Atalarımız arasında bir ata, Atatürk.-Yalnız gökler mavi değil, gözlerin de maviydi,Yalnız ormanlar gür değil, kaşların da gürdü,Masmavi göklerde bir güneş pırıl pırıl parıldardı,Gür ormanlarda bir anaceylan için için ağlardı " 35 .35. Yugoslavya'da Atatürk'e Dair Yazılan tüm şiirler için 1. Tabannotundaki yapıta bkz.120
Daha geçlerde, özellikle Atatürk'ün ölüm yıldönümü nedeniyle, Priştineve Prizren'de yayınlanan Türkçe gazete ve dergilerde Atatürk'le ilgilibirkaç şairin şiirlerinin yayımlandığını görmekteyiz. Örneğin 1970 yılındaİsmet Jable'nin "Atatürk" başlıklı şiirinin ilk kıtası aynen şöyledir:"Herkes ağlıyor 10 Kasımlardaİstanbul sokaklarında,Bakıyorum, ağaçlar titriyor ormanlarda,Kadınlar siyah güller takmış saçlarına,Bangır bangır gençler ve ihtiyarlar ağlıyor ardına".Altay Suroy Recepoğlu, Arif Bozacı, İskender Muzbeğ, Bayram İbrahimRogovalı, Özbeyin Aksoy, Bahise Potok, Nimetullah Hafız,Zeynel Beksaç ve Osman Baymak şiirlerinde Atatürk'ün edebiyetegöç etmesiyle duydukları büyük üzüntülerini şiirleriyle dile getirmeyeçalışmışlardır. Bayram İbrahim bu duygularını "Ağlıyoruz ardınızdan"başlıklı şiiriyle şiirinin son kıtasıyla şu şekilde belirtmeye çalışmıştır:"İstanbul ağaçları tam sarı yapraklarını dökerkenKılıç kılıç topluyoruz güneşlerinizi,Söylenen şiirlere baka baka kürsülerdeAğlıyoruz hüngür hüngür ardınızdan biz de ".Belirtmiş olduğumuz bu şiirler meyanında, bu büyük kaybı, şiir şeklindeYugoslavya'daki Türk çocuklarına duyuran ve öğretenler de vardır.Örneğin: "Ne mutlu bize Atacığım" adlı şiir aynen şöyledir:"Ne mutlu bize AtacığımNe mutlu bize ki,Bütün çocuklarımız Sana şarkı söylerSenin yolunu izler,Bütün analar en ilkSenin adını çocuklarına öğretir,Senin fotoğraflarını gösterir".Bu şiirlerden sonra Yugoslavya'da Türk azınlığınca Atatürk'le ilgilişiirler süre süre yazılmaya ydevam etmiş ve Türk dilinde yayınlanan gazeteve dergilerde yayınlanmaya ydevam etmiştir. Böylece şimdiye dekArif Bozacı'nın Avni Engüllü'nün, Bahise Potok'un, Bayram İbrahimRogovalı'nın, Hasan Mercan'ın, İskender Muzbeg'in, İsmet Jable'nin,Mürteza Buşra'nın, Osman Baymak'ın, Özbeyin Aksoy'un, SabitYusuf un, Suat Engüllü'nün ve Şükrü Ramo'nun birer veya birkaçar şiiriyazılmış bulunmaktadır.121
YUNANİSTAN'DA-Yunanistan'a gelince durum biraz başkadır. Yunanistan ile TürkiyeNATO üyeleri oldukları halde aralarında kendi komşu halklarına eşit derecedekültür ve eğitim hakların verilmesi aralarında imzalanmıştır. TürkiyeCumhuriyeti tüm imzaladıklarına son derece özenle önem vermektedir.Yunanistan ise yıllardır bu imzaladıklarını çiğnemektedir. Çeşitlibaskılar yaparak bura Türk ulusunu yurtlarından uzaklaştırmaya çalışmaktadır.Objeler tarihi yapıtları olsa bile eski evlerin tamir edilmesineizin verilmemektedir. Mal ve mülkünü satabilme hakkı verilmiş, fakat satınalmahakkı alınmıştır 36 . Böylece her alanda bura Türk ulusunun huzurunubozmuştur. Çoğu fırsat bularak Batı Trakya'dan Anadolu'ya göçetmişlerdir.Bu nedenle Türk ulusunun sayısı oldukça azalmaktadır.Günümüzde Yunanistan'da Batı Trakya adlandırılan bölgede 150.000'eyakın Türk yaşamaktadır. Onlar kendi yağlarıyla kavrularak yayın dünyasınısürdürmekle edebiyatlarını, gelenek göreneklerini, bir sözle kültürlerinisürdürüp genişletmektedirler. Bu kültür etkinlikleri içinde laik TürkiyeCumhuriyeti'nin günümüzdeki değeri ve onun kurucusu Türk lideriAtatürk'ün ilkeleri ile ilgili yazılar da yazıp duygularını ortaya atmışlardır.Lozan Antlaşmasından sonra 70 yıl kadar Batı Trakya Türk edebiyatındaşiir türü en yaygın olduğundan Atatürk'e ve onun doğum ve ölümyıldönümleri ile ilgili en çok şiir yazan Alirıza Saraçoğlu'dur. Ondanfazla şiiri yayınlanmıştır. "Sabahın Müjdesi" şiirinde Alirıza Saraçoğlu şudizeleri sıralamıştır:"Mustafa Kemal Paşa millî heyecandı dünUlusal şahlanıştı, umuttu, imandı dün,Sabahın müjdecisi ebedi bir şafaktıO, Türklük'ün güneşiydi hep aydınlatacaktı"."Türklüğün Güneşi Atatürk" şiirinde ise:"Ey Türklüğün güneşi, ey Türklüğün önderiBüyük bir istikbâle yaklaşıyor ulusunHer gün gidiyor biraz biraz daha ileriEn büyük engelleri de aşıyor ulusun ".Alirıza Saraçoğlu "Dünüm" şiirinde ile Atatürk'ün bir Türk evlâdıolarak gösterdiği en büyük hizmetini göstermiş ve bununla gerçekten"Atatürk" Unvanını alması hakkına sahip olduğunu bu iki mısrası ile göstermiştir."İşte o kara günde çıktı Mustafa KemalimDünyaya bir kez daha öğretti Türk kim"36. Bunları Yunanistan'ı geçerken oradaki Türk halkıyla yürüttüğüm konuşmalar aracılığıylaişitmiş ve görmüşümdür.122
Alirıza Saraçoğlu'ndan başka Rahmi Ali de Atatürk'le ilgili oldukçaşiir yazmıştır. İki sıralı "Sen" başlıklı şiiri O'nun değeri nedeniyle ölmediğini,daha yaşadığını güzel bir biçimde göstermeye başarmıştır:"Sen, durmadan yürüyen altın çağsınGönüllerdesin, ölmedin, sağsın".Rahmi Ali Anıtkabir'i ziyaret ettiğinde Atasının büyüklüğündencoşmuş ve O'nun büyüklüğünü Özel Defter'de yazmak istediğini"Anıtkabir'deki Özel Deftere" başlıklı şiirinde aydınlatmaya çalışmıştır:Ben ilim bilirim seni,Yaşamda en gerçek yol.Türkü bilirim dillerden düşmez,Çalışmak, mutluluk, insan,Savaşa karşı barış,Hastaya doktor.Ve elveda ana, yoksula ekmek,Bir de hürriyet bilirim zincire inat,Tüm insanlığa saygı duymuş.Rahmi Ali "10 Kasım İçin Dörtlükler" başlıklı üç dörtlüklü şiirindeO'nun ölümünden sonra her Türkün gönlünde bir sevgi, sayesinde alınlarınınve yarınlarının aydın olduğunu, O'nun gidilecek doğru yol olduğunu,gün geçtikçe izinde giden evlâdan olduğunu ve sonunda yolda sapanolan olsa da bile bugün veya yarın gene onun yolunu izleyeceklerini dilegetirmektedir:"Halk dilinden düşmez oldunGidilecek doğru yoldunTürk yurdunun kaderiniDeğiştiren kişi oldun...""Gün geçtikçe büyür adın,İzindeyiz, der, evlâdın.Yoldan sapan sana gelir,Bugün olmasa da yarın... "Batı Rumeli Türk yazarlarından Mustafa Tahsin de Atatürk için oldukçaşiir yazmadan geçememiştir. Mustafa "Atatürk ve Barış" şiirindeAtatürk'ün "Yurtta barış, cihanda barış" demesiyle başladıktan sonraTürk kardeşliğini unutanlar ile ilgili birkaç dize sıralamaktan geçememiştir:123
"Tüm insanlar kardeş, barış ne güzelNe var ki ATAM,Barışı için üzerinde titrediğinBu bölgede,Kardeşliği unuttularFitneliği soktular".Bu tür konuya "Öğretmenliğini silmek istersen Atam" şiirindedevam etmiştir:"Yazı tahtasının başında,Elinde tebeşir...Öğretirsin kolay okuyup yazmayı.Ama gel gör ki,Adamların içinde eskiye özlem debreşir".İşte Mustafa Tahsin bu nedenle "Atam O Kadar Lazımsın ki" şiiriniyazmış, her şeye rağmen yine de Atasının yokluğunu ve O'na büyüközlem hissettiğini göstermiştir:Sen herşeyimiz olmuşsun,Gözümüz, düşüncemiz, yolumuz,Bilincimiz ve yorumumuz.Öylesine aydınlıksın ki,Yolunda şaşmak olanaksızken;Yine de o kadarlâzımsın ki... 31Bu şairlerden başka Hüseyin Alibabaoğlu "Atatürk", "Yaralıyız","Atatürk"; Naim Kâzım "Aşk Her Yanımız Sana", Gülten Mustafa "EvreninÜçüncü Güneşi"; Hüseyin Salihoğlu "Atatürk", "Yolunu Benimsiyorum","Atam"; Sevkan Tahsinoğlu "Atamın Gözleri", "Eğer" ve diğerlerişiirleri yazarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'e sonsuzsaygı, sevgi ve sadıklıklarını göstermeye çabalamışlardır.Batı Trakya Türk aydınlan şiirler dışında Türkiye Cumhuriyeti veAtatürk konulu siyasal ve yazınsal makaleler, denemeler, masal ve mensurşiirler de oldukça yazmışlardır. Bu konulu yapıtlar arasına Alinza Saraçoğlu'nun"Atatürk ve Laiklik İlkesi"; Salâhaddin Galip'in "AtatürkCumhuriyeti'nin 10. Yıldönümü ve Batı Trakya"; Mustafa Kasabalı'nın"Başöğretmen Atatürk ve 10 Kasım"; Mücahit Mümin'in "Gelişen DünyaOlaylan ve Atatürkçülük", "Atatürk'ü Anarken"; Mustafa Hafız Mustafa'nın"Gücünü Halktan Alan", "Ölümsüz Atatürk, Sen Müsterih Ol","İzlenecek Gerçek Yol Atatürkçülük"; Salih Halil'in "Olayları Yüreğinde37. Yunanistan'da Türk yazarlarının tüm şiirleri ile ilgili bilgi için bkz. Feyyaz Sağlam,Yunanistan (Batı Trakya) Türkleri Edebiyatı'nda atatürk, 1992, İstanbul.124
Durmak" yazılan ile ve "Atatürk ölebilir mi?" "Atatürk Oldü Diyemem","Atatürk ve Gençlik", "On Kasım Yaprakları", "Atatürk'ün ÖlümsüzlükYıldönümü" gibi başlıklı yayınlanan gizli (rumuzlu) yazılar girmektedir.Bundan başka Yunan asıllı olanlar da Atatürk'ün doğru, dürüst, sulhsever,dostsever olduğunu görmüş, ona karşı sevgileri doğmuştur. İşteKıbnslı Yunan halk ozanları arasından Azinas, Atatürk'ün ölümünüduyar duymaz duygulanarak onun hayatı, çalışmalan, savaşları ve sonundaölümü ile ilgili Rumca "Kemal Atatürk'ün Hayatı ve Ölümü" başlıklıve 154 dizeli destanıyla bilgilerini Rumlara dökmüştür. Biz bu destanınancak en önemli bölümlerini almaya çalışacağız:Bu büyük adamın, Türkiye önderininNefret ve kötülüğü kaldırmak oldu ilk işi.Diyelim açmazlık içinde olduğu Yunan 'laKi hiç nedensiz barışmaz düşman idilerOturup anlaştılarVe köklü bir dostluğun temelini attılar.Arkasından bu dostluk halkası büyürVe tüm Balkanları içerirBitsin artık nefret ve savaşÜlke kalkınması önde gelir.Uyan ulu önder, Türkün atası, uyan.Halkın övüncü, ulusun baştacı uyan.Uyan ve çevreni gözet:Yarattığın yeni kuşağı göresinSevdiklerini, konuşmak istedikleriniVe seni izleyen dostun Metaksas 'ı göresin:Bak nasıl yaş dökerek yanında durmaktalar.Sen ölmedin Kemal, ölümsüzsünYaşıyorsun ve herkes hayrandır sanaDost yüreklerdedir senin yerinSen unutulmazsınAdın unutulmazdır 3 *.Atatürk'ün ölümünden sonra Yunanistan'da, Rumlar tarafındanRumca hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Atatürkle ilgili pek yazı yazılmamış,fakat sonunda Atatürk'le ilgili ilginç bir kitap basından çıkıyor.38. 8. Tabannotundaki yapıta bkz. S. 112-125.125
Bu "Kemal Atatürk" adlı kitabı yazan Simeon Soltaridis'dir. Simeon Soltaridisİstanbul'da doğmuş ve 20 yaşında iken Yunanistan'a göçettiktensonra Selanik <strong>Üniversitesi</strong>'nde Türkoloji eğitimini gören bir kişidir. 45yaşında Atina'da Elefterotipia gazetesinde gazeteci ve yazar olarak çalışanbu kişi şimdiye dek Türk-Yunan ilişkileriyle ilgili sekiz kitap yayınlamıştır.Bu nedenle Abdi İpekçi barış ödülünü de kazanmıştır. "Atatürk"adlı bu kitap Atatürk'ün 1927 yılında Halk fırkasında yaptığı konuşmalarınıntercümelerini içermektedir.Simeon Soltaridis bu kitabın Önsözü'nde Atatürk'ün söylevlerini değerlendirirkenonunla ilgili şunları söylemiştir:"Mustafa Kemal Atatürk'ün, Cumhuriyet Halk Partisi'nin ikinciKongresi'nde (15-20 Ekim 1927) yaptığı söylevlerinin çevirisi, tarihiaraştırma bakımından çok önemlidir. Diğerlerinin yanı sıra "konu kaderi"hazırlayan Yunan strateji planları ve Pontus'da Elen Cumhuriyeti kurulmasıgibi konulara da değiniyor olması nedeniyle, bu önem bizim açımızdandaha da artmaktadır. Çevirinin amacı, Türk askeri ve siyasi yöneticilerinindüşünce tarzının anlaşılmasına olduğu kadar, Yunan tarafının odönemde yaptığı olası yanlışların kaydedilmesine de yöneliktir. Karşılaştığımbirçok güçlükler nedeniyle çevirinin gecikerek altı yıl sürmüş olmasınakarşın, çalışmanın Yunan-Türk ilişkilerinin dönem noktasında bulunduğubir döneme rastlamasından dolayı yine de büyük mutlulukduyuyorum"."Her iki cildin çevirisi büyük harcamayı gerektireceğinden, işbu çeviri,söylevlerin bazı bölümlerini içermektedir. "Büyük Hasta"nm yaniOsmanlı İmparatorluğu'nun, 1919 Mayısında can çekiştiği malumdur.Eğemenliğindeki birçok topraklarını işgal etmiş olan Büyük Güçler Bab-ıAli'yi dağılma sürecine sokmuşlardı ve halkın büyük bir çoğunluğu ilegenç askerlerin kabullenmediği antlaşmalara zorluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nundağılmasını öngören bu çözümü kabullenmeyen veNamık Kemal ile Ziya Gökalp'in fikirlerinden etkilenenler arasında da birPantürkizm ve milliyetçilik duygusu ve mücadele ruhu taşıyan MustafaKemal Atatürk'de vardı".Simeon Solaris Atatürk söylevlerinin demokratik rejime ve yeni Türkiye'ninkorunmasını ve idamesini emanet ettiği gençlere büyük önemverdiğini, askeri ülküleştirmekte, gençleri mücadeleye özendirmekte,ortak dış politikaya dikkat edilmesini salık vermekte, dinî liderlerin gücünüsınırlayıcı Batı tipinde yeni bir devlet modeli yaratmakta ve Türk politikasınınana eksenini oluşturduğu son derece önemli olduğunu ileri sürmektedir.Bu nedenle Atatürk söylevlerinin Türk politikasının ekseninioluşturduğundan bu çevirinin de Yunanlılara oldukça önem taşıdığınısalık verirken sonunda şunları da eklemiştir:126
"Bu yapıtı okurken, Yunan tarafının o zaman izlediği taktik ve özellikleMustafa Kemal'e karşı meydana gelen ayaklanmalardan ve özellikleÇerkez Ethem'in isyanından zamanın Yunan yöneticilerinin yararlanıpyararlanmadıkları, hatta Bab-ı Ali ile danışmalarda bulunup bulunmadıklarıkonusunda kendi kendimize birçok sorularla karşılaşacağız. Bunlardanbaşka, kendi kendimize, Mustafa Kemal'in dışa ve özellikle deRusya'ya yaptığı açılımlar görüldükten sonra, Yunan ordusunun KüçükAsya kıyılarında ilerlemeyi durdurmasının gerekip gerekmediğini ve ayrıcaDoğu Trakya konusunda doğru politika izlenip izlenmediğini de soracağız...Nihayet elde edebilecekleri ekonomik ve siyasi çıkarları zamanındasezen yabancı güçlerin neden Türk liderleriyle anlaşmalar yaparakYunan güçlerini uçsuz bucaksız Anadolu topraklarında terk ettiklerini görecekve anlayacağız. Hatta bunun cevaplarını da bu yapıtta bulacağız. Buyapıt okunduktan sonra varılacak sonuçlar, bize yeni beliren durumlarıgöğüslemekte de yardımcı olacaktır 39 .Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ulu önder Atatürk'ün Balkan yarımadasındatarih boyunca yayın ve basın ile ilgili yankıları üzerine enkısa bir biçimde durduk. Fakat bunu tamamiyle incelemek, tüm yapıtlarıortaya atmak ve üzerlerinde gerektiği kadar durup her devlette yaşayanulus ve halklardaki tüm yankıları inceleyip eleştiriler yapmak için dahaçok geniş bir süreye gereksinme vardır. Çünkü bu yankıların kimisi TürkiyeCumhuriyeti'nin kurucusu ve Türk çağdaşlaşma hareketinin lideriAtatürk'ün büyük asker komutanlığı, kimisi onun "Ya istiklâl ya ölüm"ilkesiyle Türk bağımsızlık savaşını kazanmak için tüm engelleri yenereklâik, demokratik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarakulusuyla başbaşa büyük inlalâpçılığı, kimisi ise onun "Yurtta barış,cihanda barış" ve "İnsan herşeyden evvel mensup olduğu milletin varlığıve mutluluğu için çalışmalı; fakat başka milletlerin de huzur ve refahınıdüşünmelidir" ilkeleri ile ilgili ayrıntılı bir sürü övgüler sunmaktadır.Süre geçtikçe hem Türkiye Cumhuriyeti'nin hem de kurucusu Atatürk'ündeğeri artmaktadır. Bu nedenle bu konularda daha çok düşünceler ortayaatılacak ve bir sürü daha yazı ve kitaplar yayınlanacağı düşüncesindeyiz.39. Simeon Soltaridis, Kemal Atatürk, 1995, Atina.127
ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKİYE'NİNBÖLGESEL DIŞ POLİTİKALARI (1923-1938)Yrd. Doç. Dr. Mustafa TÜRKEŞ*Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte, Türkiyeiki devrimi bir arada yaşamıştır. İlki, yabancı işgal kuvvetlerine karşıverilen silahlı mücadele ile egerçekleşirken, ikincisi; Osmanlı dönemindenkalan yönetici sınıfı tasfiye etmeye-dönüştürmeye yönelikti. Bu ikisüreç birlikte yaşanarak birbirini beslemiş ve imparatorluktan ulusdevletegeçişte kavramsal düzeyde hem iç politika hem de dış politikaalanlarında algılama farklılaşmasını birlikte getirmiştir.Mondros mütarekesini takiben Osmanlı devletini temsil eden İstanbulyönetiminin kendi güç dayanaklarını, yani; askeri örgüt, siyasi örgütve aydınlarını muhafaza edememesi ve dış politikada zamanında taktikselve fiili ricatta bulunamaması İstanbul yönetiminin bir anlamda sonunuhazırlamıştır. Buna karşın, Mondros mütarekesinden sonra Anadolu'da filizlenendireniş güçlerini birleştirerek, askeri güç dayanağı haline dönüştürenOsmanlı devletinin resmi eğitim kurumlarında yetişen 'yeni' bürokratsınıf, Amasya, Erzurum, Sivas ve birçok yerel kongrelerde ortayaçıkan oluşumu Birinci Meclis'e taşıyarak meşru bir platformda, siyasiotorite haline gelerek, hem kavramsal düzeyde hem de fiilen imparatorlukalgılamasından sıyrılarak, ulus-devlet oluşturma girişiminde geri dönülmezadımlar atmıştır. Bu süreçte İstanbul'dan <strong>Ankara</strong>'ya gelen aydınlarbu oluşumun ideolojisini yaymışlardır. <strong>Ankara</strong> yönetimi, aynı zamanda,düzensiz direniş güçlerini birleştirip düzenli bir ordu haline dönüştürerekiktidarın askeri güç dayanağını da gerçekleştirmiştir. Anadolu ve RumeliMüdafa-i Hukuk Cemiyetleri bir siyasi parti olmamakla birlikte, iktidarınsiyasi örgüt dayanağını oluşturması ve <strong>Ankara</strong>'nın meşru siyasi merkezolmasını gerçekleştirmesi bakımından önemli roller oynamıştır. Kısaca,bu dönemde iktidar olma ve iktidarda kalmanın vazgeçilmez üç güç dayanağı;askeri örgüt, aydınlar ve siyasi örgüt, <strong>Ankara</strong> yönetiminin eline geçmiştir.Bu üç güç dayanağını yabancı işgal kuvvetlerine karşı yönlendirmeyibaşardığı ölçüde <strong>Ankara</strong> yönetimi uluslararası nitelikte tanınmış veODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.129
kabul görmüştür. Aynı dönemde, <strong>Ankara</strong> yönetimi İttihatçılardan kalanideolojik eğilimlerin bazılarını reddederek bazılarını ise içselleştirerekkendisinden önceki dönemin ideolojik eğilimlerini rafineleştirmiştir 1 .İdeolojik düzeyde imparatorluktan ulus-devlete geçişi gerçekleştiren'yeni' bürokratik yönetici sınıf, Osmanlı kurumlarının çoğunu yenidendüzenleyerek, bir kısmını ise ilga edip yerine yenilerini kurarak Kemalizmintemellerini atmıştır. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'negeçiş süreci elbette iktisadi ve siyasi değişiklikleri de birliktke getirmişve Türkiye'de iktisadi ve siyasi gücün yeniden dağılımına yol açmıştır.Bu süreçte Kemalistler iktisadi alanda kapitalizmi inşa ederken ikiDünya Savaşı arası dönemin global düzeyde genel geçer özelliklerinin dışındaolmayan kapitalist kalkınma stratejisini uygularken bu dönemdeyaygın bir eğilim olan kapitalizmin otoriter özelliklerini benimsemişlerdir.Uluslararası ilişkiler alanında, Kurtuluş Savaşı döneminde uygulananTürk dış politikasını formüle edip uygulayan asker-sivil kökenli bürokratiksınıf, Sevr'den Lozan'a kadar geçen sürede ortaya çıkan uluslararasıdüzeydeki faktörel değişiklikleri kendi lehine dönüştürebilecekpolitikaları zamanında üreterek siyasal bağımsızlığı gerçekleştirmişlerdir.<strong>Ankara</strong>'nın başarısı, Lozan anlaşmasıyla resmileşmekle birlikte,Lozan'da çözümlenemeyen kimi sorunlar da mevcuttu. Haluk Ülman,Oral Sander, İsmail Soysal ve Ömer Kürkçüoğlu'nun bu dönem üzerineyaptıkları çalışmalar, Lozan'da çözülemeyen, ertelenen ve Lozan'da görüşülmeyenfakat Lozan ertesinde dış politika sorunsalları olarak ortayaçıkan öncelikli sorunları; musul sorunu, Türkiye-Suriye sınır sorunu, Türkiye'ninİngiltere ve Fransa ile Sovyet Rusya arasında bir denge oluşturmasorunsalı, İtalyan tehditi, Batı'dan korku, Osmanlı borçları, nüfus mübadelesisorunu, Patrikliğin durumu, yabancı şirketlerin millileştirilmesive yabancı okullarda yapılacak Türkçe eğitim olarak tanımlamaktadırlar 2 .Ülman, Sander, Soysal, Kürkçüoğlu ve diğer birçok araştırmacının dilegetirdiği gibi, bu sorunlar zamana yayılmış ve diplomatik yolla çözümbulunmaya çalışılmıştır. Bu çalışmalar Atatürk'ün dış politika anlayışınıngenel çerçevesini çizmektedirler. Bu nedenle, burada, yukarıda bahsedilençalışmalara göndermeler yapılmakla birlikte 1923-1938 dönemi Türkdış politikası bölgesel düzeyde ve konu bazında irdelenerek bu dönemdeTürkiye'nin karşılaştığı bölgesel problemler ve bunlara karşı geliştirilenstratejiler tanımlanarak Atatürk döneminde Türk dış politikası analiz edilmektedir.1. İdeolojik alanda yaşanan rafıneleşme eğilimi için bkz; Mustafa Türkeş, İdeolojik Tendenciesin the Republic of Turkey: the Case of Kadro (1932-1935), Doktora Tezi,(Manchester University, 1993), ss. (11-46).• 2. A. Haluk Ülman, "Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968) I, SiyasalBilgiler Fakültesi Dergisi, 23/3 (1968), ss. (241-273) bu makalenin devamı olan ikincisiA. Haluk Ülman ve Oral Sander tarafından kaleme alınmıştır; Ömer Kürkçüoğlu,"An Analysis of Atatürk's Foreign Policy 1919-1938", Milletlerarası MünasebetlerTürk Yıllığı, 1980-1981, Sayı XX, (<strong>Ankara</strong>, 1986), ss. (133-187).130
Osmanlı İmparatorluğu'ndatı Türkiye Cumhuriyeti'ne GeçişdeTaktiksel ve Fiili RicatOsmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte ulusdevletoluşturma ve dönemin uluslararası ilişkiler anlayışını analiz etmeaçısından önemli bir yeri olan Misak-ı Milli, altı çizilerek belirtilmelidirki, zamana göre geniş ve dar anlamlarda yorumlanmıştır: Misak-ı Millisınırları ilk etapta geniş yorumlanarak Müslüman Türk ahali algılamasıön planda tutulurken, zaman içinde değişen koşullara bağlı olarak dörtbölgenin ikisinde taktiksel diğer ikisinde ise fiili ricat yapılarak Misak-ıMilli dar anlamda yorumlanmıştır. Petrol rezervlerinin bulunduğu Musul,Türk nüfusun çoğunlukta olduğu Batı Trakya'da fiili, stratejik önemi olanBoğazlar ve doğal hinterland açısından önem arzeden Sancak bölgesindetaktiksel ricat yapılmıştır. Türk nüfusun çoğunlukta olmasına rağmen Yunanistanile Bulgaristan arasında önemli sürtüşmelere neden olan BatıTrakya ve geniş anlamda Makedonya sorunu karşısında Türkiye BatıTrakya'da bulunan Müslüman Türk azınlığın haklarını kurumsal düzeydekorumaya özen göstermekle birlikte, bu bölge üzerinde fazla ısrarlı olmamayıtercih etmiştir. Lozan görüşmeleri öncesi ve sırasında Musul konusundaTürkiye diplomatik çözüm arayışı politikasını kabullenmiştir. <strong>Ankara</strong>hükümetinin Birinci Meclis döneminde Musul konusunda askeri birharekata kalkışmayışının temel nedenini şunlar olduğunu ileri sürmekmümkündür: Bu bölgenin Britanya için vazgeçilmez öneme sahip olması,dolayısıyla ciddi bir askeri çatışmayı gerektirmesi ve bölgenin Türkiyeiçin önemli olmakla birlikte, öncelikli ve vazgeçilmez olmamasıyla ilgilidir.Musul konusunda Birinci Meclis döneminde yapılan diplomatik girişim,yani Chester projesi ile ABD'nin devreye sokulması çabası da, <strong>Ankara</strong>hükümetinin lehine dönüşmemiştir. Musul konusunda İngiltere ileyeniden bir savaşa girmek Türkiye açısından oldukça riskliydi. Ayrıca,başka hesaplar da yapılmış olabilir. Spekülatif olmakla birlikte, <strong>Ankara</strong>'nınşu noktayı hesaba kattığını varsaymak mümkündür: Musul'un Türkiyesınırları içinde kalması durumunda, Britanya desteğinde bu bölgedebir Kürt devleti kurulması politikası tekrar tekrar gündeme getirilebilirdiki, bu, Türkiye için süreklilik arzeden bir istikrarsızlık kaynağı olabilirdi.Hızlı bir şekilde dış ilişkilerinde normalleşme sürecini başlatmak isteyen<strong>Ankara</strong> için, bu, istendik bir durum olamazdı. Bu nedenlerden dolayı, <strong>Ankara</strong>,Musul sorununu önce erteleme ve mümkün olduğunca diplomatikyoldan çözme stratejisini seçmiştir. Sorun, Lozan'da ertelenmiş, dahasonra Milletler Cemiyeti'ne intikal etmiş fakat sonuçta Musul Türkiye sınırlarıdışında kalmıştır. Türk-Fransız ilişkilerinin genel çerçevesini çizen1921 <strong>Ankara</strong> anlaşması Türkiye-Suriye sınırı konusunda kimi belirsizlikleriiçerse de Sancak sorununun diplomatik yolla çözümüne de zeminoluşturmuştur. Bu konuda Türkiye sorunu zamana yayarak bir anlamdataktiksel ricat yaparak uluslararası konjonktürün kendi lehine olduğu dönemibekleyerek aşama aşama sorunu çözmüştür. Musul ve Sancak konularındabenzer strateji takıp edilmekle birlikte Musul konusunda taktiksel131
icat fiili ricata dönüşürken, Hatay konusunda uluslararası konjonktürünTürkiye lehine dönüşmesiyle Türkiye fiili ricatta bulunmak durumundakalmamış ve diplomatik bir zafer kazanmıştır.Lozan'da önemli bir dış olitika sorunsalı olan Boğazlar konusu,Lozan'da bir anlaşma zeminine oturtulmakla birlikte aşağıda ayrıntılı birşekilde irdeleneceği üzere Lozan'daki çözüm ileriye yönelik savunmaproblemini de birlikte getirmiştir. Boğazlar konusunda <strong>Ankara</strong> hükümeti,1921 Moskova anlaşmasıyla İngiltere, Fransa ve İtalya'ya karşı SovyetlerBirliğini devreye sokmuştur. Lozan'da ise yeni bir manevra yapmıştır.Lozan'da üç tez tartışılmıştır: Türkiye'nin tezi; Boğazların egemenliğininTürkiye'ye verilmesi, Sovyet tezi; Boğazların egemenliğinin Karadeniz'ekıyısı olan ülkeler tarafından belirlenmesi ve Batı'nın tezi olan üçüncüsüBoğazlar yönetiminin ve dolayısıyla egemenliğinin Avrupalı devletler tarafındanbelirlenmesi. Kendi tezinin kabul edilmemesi üzerine Türkiye,Sovyetler Birliği'nin Boğazlar'da kalıcı olabileceği endişesiyle diplomatikbir manevra yaparak, ilerde değiştirmek umuduyla taktiksel ricat yaparakBatı'nın tezini kabul etmiştir.Lozan Sonrası Bölgesel Sorunlar ve Bölgesel Güvenlik Ağları ArayışıLozan anlaşmasını takiben Türk dış politikasında üç öncelikli sorunsalkendisini açıkça hissettirmiştir. Bunlardan ilki, Türkiye'nin yakın veuzak komşularıyla olan ilişkilerinin normalleşme sürecine sokulması,ikincisi; bölgesel düzeyde güvenlik ağları oluşturma ihtiyacı ve üçüncüsü;Türkiye'nin tehdit algılaması ve buna karşı güvenlik ağı oluşturmaarayışıdır.Lozan sonrasında Türkiye'nin imzaladığı anlaşmalar incelendiğindegörülmektedir ki; Türkiye bir dizi iyi komşuluk ve saldırmazlık anlaşmalarıimzalamıştır. Bu anlaşmalar açıkça ifade etmektedir ki, Türkiye öncelikleyakın komşularıyla ilişkilerini hızlı bir şekilde normalleştirmeye çalışmıştır.Uzak komşularıyla olan ilişkilerinde, özellikle Britanya veFransa ile olan ilişkilerinde normalleşme süreci doğal olarak Musul veHatay sorununun çözümlenmesi ve uluslararası konjonktürün değişmesinebağlı kalmıştır. Sovyetler Birliği ile olan ilişkisinde ise; lozan Boğazlarsözleşmesinin Sovyetler Birliğini büyük ölçüde dışlaması nedeniyleKurtuluş Savaşı sırasında kurulan yakın ilişki yerini daha temkinli olmayabırakmıştır. Nitekim, 1925 yılında Musul konusunda, Türkiye Britanya'yakarşı Sovyetler Birliği'nin desteğini almaya çalıştığı durumda SovyetlerBirliği'nin cevabı olumsuz olmuştur.Türkiye ilişkilerini hızlı bir şekilde normalleştirmeye özen gösterdiğisınır komşuları ağırlıklı olarak Balkanlar'da olmuştur. Lozan görüşmelerisırasında Bulgaristan'ın Ege denizine Batı Trakya'dan bir koridor ile132
çıkış sağlanması talebine sıcak bakan Türkiye 3 , dönemin anti-revizyonistBulgaristan başbakanı Stambuliski ile karşılıklı iyi niyet ilişkisi kurarakBulgaristan ile ilişkisini kısa sürede normalleştirmeyi gerçekleştirmiştir.Fakat 1923 yılında Stambuliski'nin bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasıve bu tarihten itibaren Bulgaristan'da iktidara gelen hükümetlerinrevizyonist politika arayışları içinde olması Türk-Bulgar ilişkilerini bozmamaklabirlikte, ilişkiler normalleşmenin ötesine geçememiştir. Aynıdönemde Türkiye'nin ilişkilerini özenle normalleştirmeye ve geliştirmeyeçalıştığı sınır komşusu Yunanistan'dır. Türk-Yunan ilişkilerinde Lozananlaşmasıyla önemli mesafe kat edilmekle birlikte, ilişkilerin normalleşmesiancak 1926 yılında nüfus mübadelesinden arta kalan mülkiyet sorunununçözülmesinden sonra başlamış ve 1930'lu yılların ilk yarısında ikiülke arasında savunma, uluslararası platformlarda birlikte hareket etme vebirbirinin haklarını gözetme gibi konularda oldukça ileri düzeyde ikiliilişkiler kurulmuştur. 1930'lu yılların başında hem iki ülkenin üst düzeyyöneticilerinin karşılıklı ziyaretlerine hem de iki ülke arasında ve özellikleTürkiye'nin Yunanistan'a yönelik özverili ticari ilişkisine 4 bakınca ikiülkenin de ilişkileri geliştirme konusunda özen gösterdikleri açıktır. Bugelişme yalnızca iki ülke yöneticilerinin iyi niyetli olmalarıyla açıklanamaz.Kaldı ki, iki ülke yönetiminde bulunan insanlar kısa süre önce savaşmakdurumunda kalmışlardı. İlişkileri bu derece iyileşmeye yöneltennedenler irdelendiğinde görülmektedir ki iki ülke arasında çıkar örtüşmeleriiki ülke yöneticilerini yakınlaşmaya sevk etmiştir. Örtüşen çıkarlarnelerdi? Türkiye açısından bakıldığında Türkiye'nin Yunanistan ile yakınlaşmasınıgerektiren önemli bir savunma sorunu vardı. Şöyle ki;Lozan anlaşmasına göre Türkiye'nin Balkanlar sınırında (Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-Bulgaristan sınırlarında) ve Boğazlarda birbirineyakın askerden arındırılmış iki bölge oluşturulmuştur. Arada kalan bölgedeise Türkiye ancak ağır silahlardan yoksun inzibat görevini ifade edenaskerler bulundurabilecekti. Bu durum açıkça Türkiye için ciddi bir savunmazaafı oluşturmaktaydı. Nitekim bu dönemde yapılan yorumlaragöre Türkiye'ye karşı Balkanlar'dan gelebilecek bir askeri saldırı durumundaTürkiye'nin Trakya'ya en yakın askeri merkez olan Bursa'danasker sevk edebilmesi bir hafta alabilirdi. 1924 yılı değerlendirmelerinegöre, eğer Türkiye aynı anda hem Balkanlar'dan hem de Akdeniz'denaynı anda bir saldırıya uğrarsa Türkiye'nin savunma gücünün oldukçariskli olacağı doğrultusundaydı. Hatta 1924 yılındaki bir söylentiye göreİtalya ile Yunanistan arasında bu doğrultuda gizli bir anlaşma yapılmıştı 5 .Doğruluk derecesi düşük olsa da bu tür bir söylenti dahi Türk siyasi veaskeri elitini bu konuda ciddi bir şekilde düşünmeye sevk etmiş olmalıdır.Ayrıca, iç politika açısından radikal reformların uygulanmaya koyulduğu3. Tevfık Rüştü Aras, Görüşlerim, Birinci Kitap (İstanbul, n.d.); T.I. Geshkoff, BalkanUnion: A Road to Peace in Southern Europe, (New York, 1940).4. Bu konuda bkz; Mustafa Türkeş, Turkish Balkan Relations in the Light of the BalkanEntente 1930-1934, M. Phil Thesis, (Manchester University, 1990), ss. (77-91).5. ibid.133
ir dönemde Türkiye'nin herhangi bir savaşa girmesi oldukça riskliydi.İşte bu savunma problemidir ki Türkiye'yi Yunanistan ile olan ilişkisindehızlı bir şekilde normalleşmeye ve geliştirmeye sevk etmiştir. Yunanistanaçısından da Balkanlar'da savunma problemi vardı. Geniş Makedonyabölgesi Yunanistan, Bulgaristan ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı(1929'dan itibaren Yugoslavya adını aldı) tarafından bölüşülmüş ve Bulgaristan'dabulunan IMRO örgütü Bulgaristan yönetimini revizyonist politikalarateşvik etmekteydi. Yunanistan, Bulgaristan'ı potansiyel tehditolarak algılamaktaydı. Dolayısıyla Yunanistan'a karşı oluşabilecek bir ittifakYunanistan'ın savunmasını zor duruma sokabilirdi. Bu nedenle Yunanistanda Türkiye ile olan ilişkisini iyileştirmeye özen göstermek durumundakalmıştı. Diğer bir ifade ile Lozan sonrası dönemde her iki ülke desavunma ihtiyaçlarından doğan nedenlerle birbirlerine karşı cephe almakyerine yakınlaşmayı terci ettiler. Sorun yalnızca savunma ihtiyacıyla sınırlıda değildi. Her iki ülkede iç politika açısından dış politikada tansiyonundüşürülmesini gerektiren nedenler vardı. Yunanistan Kralcılar ve Venizelossürtüşmesi ile çalkalanırken 6 Türkiye'de yeniden inşa dönemi içreformlarla gerçekleşmekteydi ki dış politika alanında risk almamayı gerektiriyordu.Yunanistan ve Türkiye açısından birbirlerine karşı irredentistbir politika takip etmek hiç de anlamlı değildi. Lozan'da tanımlanansınırlar her iki ülke için de korunması gereken sınırlar olarak kabul gördü.Bu demekti ki Yunanistan ve Türkiye oluşan statükoya bağlı kalmayı tercihetmişlerdi. İşte bu nokta da artık bir motto haline gelen 'Yurtta BarışDünyada Barış' söylemi hem bölge hemde Türkiye açısından statükonunkorunması anlamına geliyordu. 1930'lu yılların ortalarına kadar TürkiyeYunanistan ile kurduğu yakın ilişki tarzını Bulgaristan ile de kurmayagayret sarfetti. Fakat, Bulgaristan kavramsal düzeyde statükoyu kabuledemedi. Köylü partisi lideri Stambuliski'nin 1923 yılında iktidardanuzaklaştırılmasıyla birlikte IMRO ve Bulgar ordusunda bulunan revizyonistkanatın oluşturdğu koalisyon statükoyu kavramsal düzeyde redderekdış politikasını Neuilly anlaşmasıyla belirlenen sınırların değiştirilmesitemeline oturtmağa çalıştığı ölçüde Bulgaristan ile komşuları arasındaciddi sürtüşmeler yaşanabilirdi. Bulgaristan'ın sınır anlaşmazlığı olmadığıtek komşusu Türkiye idi ve Bulgaristan'da azımsanamayacak sayıdaTürk azınlık bulunmasına rağmen Türkiye irredentist taleplerde bulunmamaktave Türk azınlığı bu doğrultuda yönlendirmekten kaçınmaktaydı.Bulgaristan'da Doğu Trakya bölgesi üzerindeki taleplerinden vazgeçmişti.Bu nedenlerle Türk-Bulgar ilişkileri normalleşti. Ancak bu Türk-Bulgar ilişkilerinin daha ileri düzeye çıkarılmasına yetmeyecekti çünküBulgaristan halen statükoyu kabul etmemekte ve bu nedenle de dış politikaalgılayışında Türkiye'den farklı bir çizgi takip etmekteydi.1920'li yılların ikinci yarısı ikili ilişkilerde Türkiye'nin komşuları ileilişkilerinin normalleşmesi ve iyileştirilmesi politikası 1930'lu yıllarda6. Bkz, G. Th. Mavrogordatos, Stillborn Republic, (Berkeley, 1983).134
yeni bir boyut kazanacaktı. 1930'lu yıllarda Türkiye üç bölgede ilişkilerinibölgesel oluşumlarla sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Bu bölgeler Balkanlar,Akdeniz ve Orta Doğu'dur.1934 yılında Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan arasındaimzalanan Balkan Paktı ile 1930'lu yılların ortalarından itibaren Akdenizbölgesinin güvenliği konusunda Türkiye'nin ısrarla Britanya ve Fransa'yıiçine alan bir savunma ittifakı arayışına girmesinin temelinde yatan nedenOrta Doğu bölgesinde 1937 yılında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasındaimzalanan Sad-Abad Paktı'ndan bir kaç açıdan farklıydı. İlk iki bölgedeTürkiye Mussolini İtalya'sını Türkiye'nin savunmasına karşı tehditolarak görmesi ve buna karşı askeri bir savunma ittifakı oluşturma arayışıiçinde olmasına karşın, Sad-Abad Paktı'nda temel sorunsal askeri bir savunmaittifakı arayışı değil fakat istikrarsızlıklara yol açabilecek faktörlerinkontrol altına alınması ve bölgede hiç değilse asgari istikrarın sağlanmasınıhedeflemekteydi.Konuyu biraz daha açmak gerekirse, yukarıda bahsedilen Lozan sonrasıTürkiye'nin karşılaştığı savunma zaafı hem Balkanlar hem de Akdenizbölgesini ilgilendiriyordu. Ayrıca, aynı anda hem Balkanlar'dan hemde Akdeniz'den gelebilecek bir saldırı karşısında Türkiye'nin savunmagücü kolayca kırılabilirdi. Bu nedenle, Türkiye iki cepheden saldırı gelmesiniönleyecek oluşumlara katılmak ve desteklemek ihtiyacı duymaktaydı.Bu doğrultuda, Türkiye öncelikle Balkanlar'da Türkiye, Yunanistanve Bulgaristan arasında bir ittifak oluşturulmasına gayret etti 7 . FakatYunanistan ile Bulgaristan'ı statükoyu koruyacak bir zeminde bir arayagetirmek mümkün olmadığı için Türkiye, Bulgaristan ile ilişkisini bozmamaklabirlikte Türk-Yunan ikili ilişkisini güçlendiren 1933 tarihli EntenteCordial oluşturuldu. Türkiye Bulgaristan'ı bu oluşuma katmaya teşvikedici formüller aramasına rağmen Bulgaristan ısrarla bu oluşuma katılmadı.İç politika açısından Bulgaristan'ın bu oluşuma katılması mümkün gözükmemekteydi,çünkü revizyonizmi reddeden bir hükümetin iktidardakalması oldukça zordu. Üçlü bir ittifakın gerçekleştirilmesinin mümkünolmadığı bir durumda Türkiye için hedef Bulgaristan'a karşı askeri bircephe oluşturmaktan çok Bulgaristan'ın veya herhangi bir Balkan devletininBalkanlı olmayan bir devletle (bunun İtalya olduğu açıktır) birlikteTürkiye'ye karşı bir cephe oluşturmasını önlemek ana hedeflerden biriydi.Balkan Paktı'nın üç maddelik ana metnine eklenen 9 maddelik protokolve Balkan Paktını takiben Türkiye-Yugoslavya ve Türkiye-Romanyaarasında imzalanan askeri anlaşma 8 birlikte incelendiğinde görülmektedirki Türkiye'nin Balkan Paktından beklentisi Bulgaristan'a karşı bir cepheoluşturmaktan çok İtalya'nın herhangi bir Balkanlı devletle ittifak halindeTürkiye'ye karşı askeri bir saldırı durumunda Türkiye'nin Balkanlardayalnız kalmasını önlemekti. Türkiye açısından Balkan Paktı savunma7. Bkz, Türkeş, Turkish-Balkan Relations ..., ss. (63-77).8. ibid., ss. (92-132).135
zaafı sorunsalından yola çıkılmakla birlikte Balkan Paktı'nin siyasi boyutuda bir kaç açıdan oldukça önemliydi. Balkan Paktı, Balkanlı devletlertarafından oluşturulan bölgesel bir oluşumdu. Balkan Paktı Milletler Cemiyeti'ninöngörülerine aykırı değil, ona uyumlu idi. Diğer bir ifade ile,Balkan Paktı uluslararası sisteme karşı oluşturulan bir girişim değildi.Son olarak, Balkan Paktı ne Almanya ne de Sovyetler Birliği'ne karşı yönelenbir oluşumdu. Balkan Paktı üyeleri hiç bir anlamda Almanya'yakarşı bir hedef belirtmediler. Böyle bir sorunsalları da yoktu. Yani, BalkanPaktı ne Küçük Antant'ın bir uzantısı ne de Fransa'nın bu dönemdekurmaya çalıştığı Almanya'yı çevreleme politikasının bir parçası idi 9 .Balkan Paktı Sovyetler Birliğine karşı oluşturulan bir girişim de değildi.Nitekim Türkiye bunu Balkan Paktı'na iliştirilen bir çekince mektubuylabelirtmişti: Türkiye Sovyetler Birliğine karşı silahlı bir harekata girişmeyeceğinibelirtti. Benzer bir çekincede muhalefette bulunan Venizeloes'unısrarı üzerine Yunanistan tarafından koyulmuştu. Yunanistan'ınçekincesi ise İtalya'ya karşı Yunanistan'ın askeri bir harekata girmeyeceğinibelirtmesiydi 10 . Bu iki çekince Balkan Paktı'nın Balkan dışından gelebilecekbir saldırıya karşı savunma geliştirmesini daraltmakla birlikteBalkan Paktı'nı takiben imzalanan askeri anlaşmalar Türkiye, Yugoslavyave Romanya'yı İtalya'ya karşı birlikte hareket etmeye sevk edebilecekzemini oluşturmuştur. Açıkça görüldüğü gibi, Türkiye ince bir diplomasiile kendisini askeri anlamda Sovyetler Birliğine karşı riske atmayacakancak kendisine karşı askeri bir tehdit olarak gördüğü italya'ya karşı Balkanlardaittifak zeminleri oluşturmaya çalışmıştır. Yine siyasi nitelikteBalkan Paktı'nın önemli bir özelliği bu pakt ile Balkanların pasifleştirilmesi,diğer bir ifade ile, Balkanlı devletlerin birbirlerine karşı ittifak halindesaldırıya geçebilecek bir zemin oluşturmaması bakımından daönemlidir. Balkan Paktı'na üye iki ülke arasında bir anlaşmazlık sonucusavaş çıkarsa diğer ülkeler bu savaşa katılmak zorunda değillerdi. Ancak,saldıran ülke bir başka ülke ile ittifak halinde imzacı devletlerden birisinesaldırırsa diğer imzacı devletler saldırgan devletlere karşı saldırıya uğrayandevletin yardımına geleceklerdi. Balkan Paktı, sonuç itibarıyla anlaşmazlıklarınsavaşa dönüşmesini önlemeye çalışan bir diplomasi örneğiydi.Türkiye'nin savunma açısından kendisini zayıf hissettiği bir başkabölge Akdeniz'di. 1919-1923 arası yıllarda Türk-Italyan ilişkileri Yunanistan'ınAnadolu'ya yönelik işgalci tutumuna bağlı olarak değişimlergöstermektedir. Birinci Dünya Savaşı'ndan galip çıkan devletler arasındayer almasına ve 1915'de Londra'da kendisine Anadolu ve Kuzey Afrika'datoprak verilmesi sözü verilmesine rağmen bunların gerçekleşmemesive Anadolu üzerine yapılan paylaşım hesaplarında İtalya yerine Yunanistan'ınön planda tutulması İtalya'yı politika değişikliğine yöneltmiştir.9. Mustafa Türkeş, "The Balkan Pact and its Immediate Implications for the BalkanStates", Middle eastern Studies, 30/1, 1994.10. Türkeş, Turkish-Balkan Relations ..., ss. (92-132).136
İtalya, Yunanistan'ın Anadolu'yu işgaline sıcak bakmamıştır. Bu durum<strong>Ankara</strong> ile İtalya yönetimleri arasında yakın ilişkiler kurulmasına zeminhazırlamakla birlikte, bu yakınlaşma uzun süreli olamamıştır. Bununtemel nedeni Mussollini'nin 1922'de iktidara gelmesiyle birlikte İtalya'nıngiderek yayılmacı emellerini ön plana çıkarması ve İtalya'nın Akdeniz'deciddi bir tehdit oluşturma potansiyelinden kaynaklanmıştır. BirinciDünya Savaşı sonunda Almanya'nın yenilmesi bir anlamda İtalya'yıbölgesel bir güç pozisyonuna getirmiş ve hem Balkanlar'da hem de Akdeniz'dehesaba katılması gereken bir güç olarak algılanmaya başlamıştır.İtalya, Balkanlar ve Merkezi-Doğu Avrupa'da bulunan revizyonist devletleresiyasal destek vererek bu bölgelere nüfuz etmeye çalışmakta,Kuzey Afrika'da kendisine toprak verilmesi taleplerinde bulunmaktaydı.Bununla birlikte açıkça Türkiye'yi telaffuz etmese de Anadolu'nun Akdenizbölgesine yönelik talepleri olduğunu ima etmesi Türkiye'de ciddikaygılar uyandırmıştır. Mussolini İtalya'sının gerçekten Türkiye'ye yönelikreel hesaplar yapıp yapmadığı, yapsa dahi bunu hayata geçirmesininmümkün olup olamıyacağı bir tarafa, İtalya'nın Oniki Adaları elinde bulundurmasıve genişlemeci bir politika izleyeceğini hem söylem düzeyindehem de pratikte Habeşistan'ı işgal ederek göstermesi doğal olarak Türkiye'yiİtalya'ya karşı temkinli olmaya zorlamıştır. Türkiye açıkçaİtalya'yı tehdit olarak algılamıştır. Bu durumda Türkiye Akdeniz güvenliğiniilgilendiren bir savunma ittifakı arayışına girmiştir. İtalya'ya karşısavunma ittifakı ancak Türkiye'nin uzak komşuları ile gerçekleştirilebilirdi.Bu doğrultuda Türkiye Britanya, Fransa ve mümkün olursa SovyetlerBirliği'nin içinde bulunduğu bir savunma ittifakı arayışına girdi. Türkiye1935 ve 1936 yıllarında italya'ya karşı oluşturmayı tasarladığı ittifakıdile getirmesine rağmen Britanya ve Fransa Sovyetler Birliği'nin içindebulunduğu akdeniz güvenliğini ilgilendiren bir savunma ittifakına karşıçıktıkları gibi 1939 yılına kadar İtalya'ya karşı Fransa, Britanya ve Türkiye'denoluşabilecek bir oluşuma da sıcak bakmadılar. Britanya ve Fransa'nınhesaplarına göre İtalya hem Akdeniz'de hem de Balkanlar'da Almanya'nınrakibi durumundaydı ve bu nedenle Türkiye'nin İtalya'yayönelik Akdeniz'de oluşturmayı öngördüğü savunma ittifakı önerisinesıcak bakmadılar. 1939 yılına gelindiğinde ise artık öncelikler değişmişti.Türkiye için öncelik savaşın dışında kalmak iken Britanya ve Fransa geçkalmış bir ittifak arayışına girdiler. Bu nedenle 1939 yılında Akdeniz güvenliğiniilgilendiren Türkiye, Fransa ve Britanya arasında imzalananüçlü anlaşma Türkiye açısından geç kalmış bir anlaşma idi.Türkiye'nin Akdeniz bölgesinde tehdit olarak algıladığı İtalya'yakarşı askeri bir ittifak arayışına girmesine rağmen Britanya ve Fransa'nınçıkarları ve öncelikleri Türkiye'ninkilerle örtüşmediği için Türkiye'ninbu çabası sonuç vermemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, Türkiye bu süreçdeiki önemli konuyu gündeme getirmiş ve ikisinde de kendi lehinekararlar alınmasını gerçekleştirmiştir. Bunlardan ilki Lozan Boğazlar sözleşmesinin1936 yılında Montrö sözleşmesine dönüştürülerek Boğazların137
yönetiminin ve egemenliğinin Türkiye lehine dönüştürülmesidir. İkincisiise, Hatay'ın Türkiye sınırlarına katılmasıdır. Her iki durumda da Türkiyezamanlama konusunda dikkatli davranmış ve konuyu özellikle Fransa'nınitiraz edemeyeceği durumlarda gündeme getirmiştir. Her ne kadar Akdenizgüvenliği konusunda Britanya ve Fransa'yı yanına alan bir savunmaittifakı oluşturamasa da Montrö Boğazlar sözleşmesiyle Türkiye Balkanlarsınırında karşılaştığı savunma zaafından büyük ölçüde kurtulmayı başarmıştır.Hatay sorununun çözülmesiyle birlikte Türk-Fransız ilişkilerindekigerginlik yerini yakınlaşmaya bırakmakla birlikte Türk-Suriyeilişkilerinde gerginlik dönemi başlamıştır.1923-1938 arası yıllarda Türkiye'nin önem verdiği bir başka bölgeOrta Doğu bölgesidir. Burada Türkiye'nin bölgesel oluşumlara katılmaisteğinin temelinde yatan neden açık bir tehdit algılamasından ziyade bölgedeortaya çıkabilecek istikrarsızlık faktörlerini pasifleştirmeye yönelikolmuştur. Bu doğrultuda imzalanan Sad-Abad Paktı bir savunma ittifakıdeğildir. Dolayısıyla her hangi bir devlete karşı askeri anlamda yönelmekve ona karşı cephe oluşturmak gibi bir noktadan hareket edilmemiştir.1937 yılında imzalandığı haliyle Sad-Abad Paktı Türkiye, İran, Irak veAfganistan tarafından oluşturulan bir saldırmazlık ve bölgesel siyasi istikrarısağlamaya yönelik bir anlaşmadır. Bu anlaşma ile taraflar birbirlerinesınır sorunlarından dolayı saldırmayacağını ve en önemlisi birbirlerinin içişlerine müdahale etmeyeceklerini beyan etmekteydilir". İran ile Irak arasındaŞattül-Arab konusunda anlaşmazlıkların sürdüğü bir ortamda İranile Irak'ın birbirine karşı saldırmazlık sözü vermeleri tarafların anlaşmazlığınsavaşa dönüşmesini önlemek gibi temel bir hedefi ortaya koyduklarınaişaret etmektedir. Bunun kadar önemli bir başka konuda bölge devletlerininbirbirlerinin iç işlerine karışmamayı ve bu doğrultudateşkilatların kurulmasına izin vermemeyi taahhüt etmeleridir ki, budurum bölgedeki Kürt aşiretlerinin pozisyonları ile ilgilidir. Kürt aşiretleribölgede dağınık bir şekilde bulunmaktaydı ve bölge devletlerinin birbirlerininiç işlerine müdahale etmelerine zemin oluşturmaktaydı. Budurum bölgede kendini yeniden üreten istikrarsızlık kaynağı haline gelebilirdi.İstikrarsızlık kaynağı oluşturabilecek bir başka potansiyel isebölge devletlerinde bulunan Türki nüfustu. Hem Irak'da hem İran'da bulunanTürki nüfus istendiği durumda bölgede istikrarsızlık kaynağı halinegetirebilirdi. Türkiye bu doğrultuda bir politika izlemese de böyle bir potansiyelinbulunması karşılıklı müzakerelerde söz konusu edilmiş olmalıdır.Bölgede yaşanabilecek her türlü istikrarsızlığın Türkiye'yi etkileyebileceğinikestirdiği için, Türkiye bölgede bulunan Türki nüfusuistikrarsızlığa sevk edecek politikalardan özenle sakındığı gibi Sad-AbadPaktı 'nı imzalamakla Türkiye bölgesel düzeyde istikrarsızlık kaynağıoluşturmayacağını beyan etmekteydi. Türkiye irredentist taleplerinden11. İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasi Andlaşmaları (1920-1945), I, (<strong>Ankara</strong>, 1983); İsmailSoysal, "1937 Saadabad Pact", Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı, 3, (İstanbul,1988).138
vazgeçmiş ve tasarladığı ulus-devlet modelinde dışa yayılmak yerine içbütünleşmeyi sağlamaya yönelik iç reformlara öncelik vermişti. Türkiyeiç bütünleşmeyi sağlamak amacıyla yapılan reformları yerleştirmek içindışarıdan yapılabilecek müdahaleleri azaltmaya ve etkisizleştirmeye yönelikdış politikalar üretmeye çalışmıştır.Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde diğer bölgesel oluşumlardanfarklı bir yapı vardı. Türkiye kuzey komşularıyla ilişkilerini SovyetlerBirliğini oluşturan birlik üyeleriyle ayrı ayrı yürütmek yerine SovyetlerBirliğinin merkezi yönetimini esas almıştır. Bu durum 1920 Gümrü anlaşmasınıtakip eden yıllarda açıkça görülmektedir. Gümrü anlaşmasıylaDoğu sınırında sorunları dondurmakla sağladığı avantajı 1921 yılındaMoskova anlaşmasında Türk-Sovyet yakınlaşmasına dönüştürmüş fakatbu yapı Lozan anlaşmasının Boğazlar sözleşmesiyle eski yakınlığını kaybetmeklebirlikte ilişkiler gerginleşmemiştir. 1930'lu yıllarda iki ülke arasındakiilişki iki bölgede kavramsal düzeyde, uluslararası arenada ise diplomatikgirişimlerle birbirlerini destekleyici nitelikte olmuştur. 1933 yılıHaziran ayında Britanya, İtalya, Fransa ve Almanya'nın imzaladığı DörtlüAnlaşmanın öngördüğü Avrupa Direktörlüğü oluşturulmasının aksineaynı yıl Sovyetler Birliği'nin önerdiği ve hem Doğu'da İran ve Afganistan'ınhem de Balkanlar ve Merkezi-Doğu Avrupa'da Yunanistan hariçbütün devletlerin imzaladığı Mütecavizin Tanımlanması girişimini Türkiyeimzalayarak desteklemiştir 12 . Bu girişim bölgesel düzeyde bir savunmaanlaşması olmamakla birlikte, bölgesel ve kavramsal düzeyde bölge ülkelerininbirbirlerinin iç işlerine karışmamayı öngördüğü için Türkiye'ninBölgesel politikalarıyla uyum içindeydi. Bu nedenle Türkiye-SovyetlerBirliği ilişkilerinde kavramsal düzeyde bölgesel politikalarda örtüşen dışpolitika normlarını yakalamak mümkündür. Uluslararası arenada Türkiye,Sovyetler Birliği'ni yanına çekmeye çalışmıştır. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'neüyeliği konusunu Sovyetler Birliği ile görüşmesi ve onun olurunualması ayrıca 1934 yılında Sovyetler Birliği'nin Milletler Cemiyeti'neüyeliğini açıkça savunması, Akdeniz bölgesi güvenliği konusundaSovyetler Birliği'nin içinde olduğu bir oluşum arayışında bulunması veBalkan Paktı'nın imzalanması öncesinde Sovyetler Birliği'nin uyarılarınıdikkate alması göstermektedir ki Türkiye uluslararası ve bölgesel politikalarındaSovyet faktörüne önem vermekteydi.Uluslararası Sistemin Öngörüleri ve Atatürk Döneminde BölgeselDış Politikaİki Dünya Savaşı arası dönem bir bütün olarak ele alındığında Atatürkdöneminde uygulanan bölgesel dış politikaların ne ölçüde uluslararasısisteme karşı veya öngörüleriyle uyum içindeydi sorusu üzerinde düşünülmesigereken bir konudur. Savaş sonrası uluslararası sistemin üç temel12. Dörtlü anlaşma için bkz; Türkeş, Turkish-Balkan Relations..., ss. (46-63).139
önceliği vardı. Uluslararası sistemi savaş öncesi uluslararası ilişkiler anlayışınagöre; yani güç dengesi anlayışına göre yeniden düzenlemek uluslararasısistemin iki baş aktörü olan Britanya ve Fransa'nın öncelikleri arasındaydı.Paris Barış anlaşmaları adıyla bilinen sınır düzenlemeleri veMilletler Cemiyeti bu doğrultuda gerçekleşti-oluşturuldu. Birleşik DevletlerBaşkanı Wilson'un idealist yaklaşımı, kimi ilke ve normları yerleştirmeyeçalışması itibarıyla önemli olmakla birlikte, bu genel çerçeveyedamgasını vuran realist anlayışın dışına çıkan bir girişim olmaktan uzaktı.Diğer bir ifade ile uluslararası sistem güç dengesi politikasına dayalı realistyaklaşıma göre yeniden inşa edilmeye çalışılıyordu. Dönemin ikiönemli aktörü, Britanya ve Fransa'nın iki ayrı önceliği daha vardı: SovyetRusya'nın çevrelenmesi ve Almanya'nın güçden düşürülmesi. Bu önceliklerinyanısıra uluslararası sistemin önemli aktörleri ulus-devletlerin kurulmasınakarşı çıkmadılar ve hatta teşvik ettiler, fakat ulus-devlet modellerindebölgesel düzeyde farklı politikalar ürettiler. Orta Doğu bölgesindemanda yönetimlerini kurup teşvik ederlerken Merkezi-Doğu Avrupa'dabağımsız egemen ulus devletlerin oluşmasını desteklediler' 3 . İşte tam bunoktada Türkiye önemli bir örnek teşkil etmiştir. Uluslararası sistemin aktörlerininöngördüğü manda yönetimi kurulması projesine karşı bağımsızulus-devlet oluşturma doğrultusunda Türkiye'de ciddi bir hareket gelişti.Bu anlamda Kurtuluş Savaşı uluslararası sistemin öngörülerini bölgeseldüzeyde kendi lehine çevirmesi itibarıyla Orta Doğu'daki örneklerdenfarklılık arzetmekle birlikte, Merkezi-Doğu Avrupa'daki örneklerle benzerliklergöstermektedir.İki Dünya Savaşı arası dönemde Türkiye'de uygulanan dış politika,uluslararası sistemin önemli aktörlerinden Britanya ve Fransa'nın SovyetRusya ve Almanya'nın çevrelenmesi politikasına uygun hareket ettiğinigösteren bir ip ucu yakalamak mümkün gözükmemektedir. Fakat, aynızamanda, Türkiye, Britanya ve Fransa'nın bu politikasına karşı bir politikada uygulamamıştır. Türkiye Britanya ve Fransa'nın öncelikleri farklıydıve herbiri kendi öncelikleri doğrultusunda politika ürettiler.Kısaca belirtmek gerekirse, iki Dünya Savaşı arası dönemde Türkiye'deuygulanan dış politikanın uluslararası sistemi yıkmak veya onu radikalbir şekilde değiştirmek gibi bir hedefi yoktu. Fakat, altı çizilmesigereken nokta, bu dönem dış politikasının ana hedeflerinden birisi uluslararasısistemin öngördüğü bölgesel politikaları askeri ve diplomatik manevralarlakendi lehine dönüştürmeye çalışmasıdır. Bunu takiben, bölgeseldüzeyde oluşturulan güvenlik ağlarına katılarak Türkiye karşılaştığıbölgesel nitelikli sorunları bölgesel düzeyde çözmeye gayret etmiştir. Buda uluslararası sisteme aykırı değildi.13. Bkz. Elie Kedourie, Politics in the Middle East, (Oxford: Oxford University Peress,1992); Elie Kedourie, England and the Middle East: the Destruction of the OttomanEmpire 1914-1921, (Boulder: Westview Press, 1987).140
SONUÇ<strong>Ankara</strong>'da oluşan 'yeni' bürokratik sınıf, dış politika alanında uluslararasısistemin öngördüğü bölgesel politikaları kendi lehine dönüştürmeyiamaçlamış ve bunda azımsanamıyacak derecede başarı göstermiştir.Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş dönemi kimialanlarda taktiksel ricat yapmaya elverişli ortam sunmuş, <strong>Ankara</strong> hükümetide bu tarihsel kavşakta, silahlı mücadeleyi değişen koşullarda ortayaçıkan yeni faktörlerle anlamlı irtibatlandırarak gerektiğinde taktiksel vefiili ricat yapmıştır.Atatürk döneminde uygulanan bölgesel dış politika, uluslararası sisteminkendisini yapısal anlamda değiştirmeye yönelik olmamıştır. Bu dönemdeTürkiye uluslararası sistemin öngörülerini kendi lehine dönüştürmeyeçalışarak bu dönemin realist yaklaşımına uygun bir strateji takipetmiştir. Bölgesel güvenlik anlaşmaları iki Dünya Savaşı arası dönemintipik özelliklerindendir. Dönemin uluslararası örgütlerinden Milletler Cemiyetiağırlıklı olarak Britanya ve Fransa'nın kontrolü altında olması,bölgesel sorunlara çözüm üretecek mekanizmaları üretememesi ve halen19. yüzyıldaki güç dengesi politikasına dayalı realist yaklaşımın aşılamamasıdoğal olarak diğer aktörlerde olduğu gibi Türkiye'yi de realist bölgeselpolitika arayışına sevk etmiştir. Bu dönemin diğer önemli bir özelliğiise Türkiye'nin ikili anlaşmalarını çoklu anlaşmalara çekmeyeçalışmasıdır. Bunun temel nedeni yukarıda tartışıldığı gibi Türkiye'ninkarşılaştığı savunma problemiyle ilgilidir. Türkiye savunma zaafı olanbölgelerde çoklu güvenlik ağları oluşturmaya çalışmış ve bu konuda BalkanPaktı örneğinde hedeflerine büyük ölçüde ulaşmıştır. Fakat Türkiyetehdit algılamasının en keskin olduğu Akdeniz bölgesinde İtalya'ya karşıBritanya ve Fransa'yı uzunca bir süre ikna edememiş ve dolayısıylaBalkanlarda elde ettiği başarıyı Akdeniz bölgesinde elde edememiştir.Türkiye Sad-Abad Paktı'nı imzalayarak Güney Doğu sınırında savunmasorunsalından çok bölgedeki istikrarsızlık faktörlerinin kendileriniyeniden üretmesini ve çatışmaya dönüşmesini önlemeye yönelikolmuş ve dolayısıyla bu bölgede siyasi istikrarın sağlanmasını hedeflemiştir.Bu dönemde Türkiye'nin savunma giderlerinin genel bütçedeki yeri% 30'lardan giderek yükselişe geçmesi ve ikinci dünya savaşı arifesinde% 50'ye ulaşması 1930'lu yılların ikinci yarısında uluslararası konjonktürünne kadar hızlı değiştiğini göstermektedir. Bu eğilim bir anlamda budönemde güvenlik anlayışında askeri savunma boyutunun ne kadar önemsendiğinigöstermesi açısından önemlidir. Fakat, aynı derecede önemliolan bir başka nokta; bu dönemde Türkiye'nin diplomasiye de önem vermesidir.Sağlıklı ve temellendirilebilir analiz yapabilmek için gerekli olankabine tutanakları bulunmadığı için kesin sonuçlar çıkarmanın mümkünolmamasına rağmen, izlenen dış politikanın verdiği ip uçlarından yola çı-141
karak bu dönemde dış politikayı formüle eden asker-sivil bürokratlarıngüç algılayışında hem savunma gereçlerine sahip olma hem de güçün ikilive çoklu ilişkilerle sağlamlaştırılması gerektiği doğrultusunda bir kanılarıolduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Atatürk döneminin dış politikasınadamgasını vuran bir başka özellik bu dönemde Türkiye'nin Lozan'da belirlenensınırları ve Savaş Sonrası oluşan statükoyu kabul etmesidir. BuAtatürk döneminde Türkiye'nin statükocu bir yaklaşımı kabul ettiğinigösterir ve bu kendisini "Yurtta Barış Dünya'da Barış" özdeyişinde yeterinceifade etmiştir.142
İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDAKİ DÖNEMDEATATÜRK VE MODERN TÜRKİYE'NİNBULGARİSTAN PARLAMENTOSU'NDADEĞERLENDİRİLMESİProf. Dr. İbrahim TATARLİ*Türkiye'de ve bütün dünyada olduğu gibi, Bulgaristan'da da Atatürk'ün60. Ölüm yıldönümü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 75. yıldönümüile bağlı olarak geniş boyutlu etkinlikler yapılmaktadır 1 . Bunun başlıcanedeni, Mustafa Kemal'in XX. yüzyılın en büyük kumandanlarından,ender düşünürlerinden ve devlet adamlarından biri, Türk halkının UlusalKurtuluş Savaşı'nın (1919-1922) önderi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuve ölümüne değin Cumhurbaşkanı olması ve her alanda büyükhizmet ve katkılarıdır. Onun yetenekli liderliğinde Türk halkı bağımsızlığınıkorumuş ve yepyeni bir devlet ve toplum düzeni kurmuştur. ModernTürkiye Balkanlar'da, Yakın Doğu ve Orta Doğu'da Akdeniz bölgesinde,* Hak ve Özgürlükler Hareketi Eski Milletvekili, Sofya.1. Bu bağlamda 8-9 Ekim 1998 tarihinde Sofya'da Bulgar Ordusunun Askeri Kulüb'ün,zamanında Atatürk'ün iki kez ateşe militer olarak bulunduğu tören salonunda MustafaKemal ve Türkiye Cumhuriyeti konulu bilimsel konferans, Bulgaristan'ın il merkezlerindenKircali'de (3 Ekim 1998), Burgaz'da (5 Ekim 1998), Şumen'de (10Ekim 1998) ve Razgrat'ta (11 Ekim 1998) Atatürk, Modern Türkiye ve Bulgaristanarasındaki iyi komşuluk ilişkileri konulu bilimsel seminerler yapılmıştır. BirincisineTürkiye Cumhuriyetinden Güvenlik Askeri Akademisi komutam Tümgeneral OrhanYöney ve Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Okutmanlarından Prof. Dr. Cihat Özönder katılmışlardır.Bilimsel Konferansı Bulgaristan'ın Cumhurbaşkan Yardımcısı Todor Kavalciyev,Bulgar Ordusunun Genelkurmay Başkanı General Miho Mihov, Bulgaristan'daAtlantik Kulübü Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Sofya Büyük Elçisi TahsinBurcoğlu tarafından selamlanmıştır. Birçok rapor ve bildiri okunmuştur. Birçokresmi şahıs, bakan, milletvekili, toplumcu, politika adamları ve bilginler hazır bulunmuştur.Rejiyonel seminerler Belediye Başkanları, Türkiye Cumhuriyeti'nin PlovdivGenel Konsolosu İhsan Yücel ve TC Burgaz Genel Konsolosu Babür Hizlan tarafındanselamlanmış, Bulgaristanlı bilim adamları ile Türkiye bilginleri rapor ve bildiriokumuşlardır. Kircali'de Edirne Trakya <strong>Üniversitesi</strong>nden Doç. Dr. Cevat Celep, TekirdağEğitim Müdüriyetinden müfettiş Yavuz Yalçın, Burgaz'da tekrar Doç. Dr.Cevat Celep, Şumen'de Edirne Trakya <strong>Üniversitesi</strong> Rektörü Prof. Dr. Osman inci,Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Recep Mesut ve Rektör Danışmam Prof. Dr. Bilgi Çakır,Razgrat'ta Bursa Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Yardımcısı veTarih Bölümü Başkanı Doç. Dr. Yusuf Oğuzoğlu seminerlere katılmışlardır.143
dünyada uluslararası ilişkilerde güvenliği, barış ve işbirliğinin bölgesel vebölgeüstü devlet gücü haline gelmiştir. Atatürk'ün çizdiği bu yolda TürkiyeCumhuriyeti 75 yıl devam etmiş ve gelecekte de bu yolda yürüyeceğindekuşku yoktur.Bundan önceki bilimsel çalışmalarımda Atatürk ve devrimlerininBulgaristan'da 1919-1939 yıllarında bilim alanında 2 , kısmen o zamanınbasınında 3 , sonra da 1944 ile 1990 döneminde değerlendirilmesi 4 ve Bulgar-Türkdostluğunun oluşum ve gelişimi üzerinde durmuş 5 , TürkiyeCumhuriyeti'nin dış politikasını araştırmıştım 6 . Şimdiki bildirimde Atatürkve Modern Türkiye'nin Bulgaristan Parlamentosu'nda değerlendirilmesiniaraştıracağım, çeşitli yanaşım ve konumları izleyeceğim, yeni verilerortaya koyacağım. Temel kaynak olarak Bulgaristan Milet Meclisiistenografık günlüklerini, oturum zabıtalarını, Resmi Devlet gazetesinivs. 7 kullanacağım.Önce şunu belirtmek istiyorum ki, Bulgaristan'da, Osmanlı hakimiyetindenayrılmasından, bağımsızlığını kazandıktan sonra iki devlet yönetimbiçimi uygulanmıştır: 1. Monarşizm (1879-1946) 2. Cumhuriyet(1946'dan bugüne değin). Birinci dönemde Bulgaristan'ın devlet ve toplumyapısı, 1879'da Tirnovo'da kabul edilen Anayasa ile düzenlenmiştir,bu Anayasa çağı için oldukça demokratik niteliktedir. O zamana değinAvrupa politik düşünüşün ve uygulamaların buluşlarını göz önünde bulundurulmuştur.Özellikle insan hak ve özgürlüklerine önem verilmiştir.Bulgaristan anayasal monarşizm ilan edilmiştir. Devlet Başkanı makamınaönce Prens Aleksandir Batemberg (1879-1876), sonra Ferdinand I2. Tatarlı I., Deloto na Atatürk votsenkata na bilgarskite uçeni ot perioda 1919-1939 g.(1919-1939 Döneminde Atatürk'ün Bulgar Bilim Adamları Tarafından Değerlendirilmesi).-"Balkanistika" N 1, Bulgar Bilimler Akademisi Balkan Ülkeleri AraştırmalarıEnstitüsü, Sofya, 1986, s. 292-308. Atatürk ve reformlarının Bulgaristan'da DeğerlendirilmesiÜstüne.- X. Türk Tarih Konegresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, c. VI,TTKB, <strong>Ankara</strong> 1994, s. 2812-2849.3. Tatarlı I., İkinci Dünya Savaşı Öncesi Bulgar Basınında Atatürk ve Reformları. I.Büyük Bulgar Toplumcusu, Yazar ve Gazetecisi Todor Kojuharov'un Gözüyle MustafaKemal. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XIII, Temmuz 1997, s. 38, s. 451-464.4. Tatarlı I., Savaş Sonrası Döneminde Atatürk ve Reformlarının Bulgaristan'da DeğerlendirilmesiÜstüne (1944-1990). XI. Türk Tarih Koenegresi, <strong>Ankara</strong> 5-9 Eylül 1990,Kongreye Sunulan Bildiriler, c. VI, TTKB, <strong>Ankara</strong> 1994, s. 2603-2614.5. Tatarlı I.T., En Yeni Zamanda Bulgaristan-Türkiye Dostluk İlişkilerinin Fikir Yönü.III. Uluslararası Türk Kültür Kongresi, 25-29 Eylül 1993 <strong>Ankara</strong>. Bulgaristan-Türkiye İyi Komşuluk, Dostluk ve İşbirliği İlişkilerinin Gelişiminde Yeni Bir Aşama.Hak ve özgürlük, s. 9, 18 Şubat 1993. Mustafa Kemal Atatürk'ün Balkanlarda İşbirliğive Dostluk Politikası. Üluslararası İkinci Atatürk Sempozyumu, 9-11 Eylül 1991,<strong>Ankara</strong>.6. Retrospeksiya na vinşnata politika na Republika Turtsiya. ot distansiyata na vremeto(Türkiye Cumhuriyetinin Dış Politikasının Rejonstruksiyonu. Zaman Mesafesinden)Prava ei svobodu, S. 28, 22 Temmuz 1998.7. Bulgar Parlamentosu'nun "Stenogratski dnevnitsi" başlığı altında sürekli stonografgünlükleri (ig), bunlara ekler ve ayrıca da resmi "Dırjaven vestnik" (Devlet Gazetesi)ayınlanmaktadır.144
Saks-Koburg-Gotski (1887-1908) Çar sıfaüyla (1908-1918) ve Boris III(1918-1943) almışlardır. Onun ölümünden sonra da Simeon II zamanındaregentlik yönetimi uygulanmıştır (1943-1946). Kralcılık ilkeleriyle parlamentarzimarasında bir balans, bir birlik ve bütünlük aranmıştır. Bir yandandevlet başkanına genelde ülkenin iç ve dış politikasının yönetimi, silahlıkuvvetlerin kumandanlığı, Başbakanın ataması gibi yüksek yetkilertanınmaktadır. Öte yandan seçim yolu ile gelen çok partili bir parlamento,ülkenin yasa organıdır, yürütme gücü parlamenter kontrolü altında bulundurulmaktadır.Anayasada güçlerin yasa, yürütme ve yargılama olmaküzere ayrımı, esaretin yasağı, insan hakları ve özgürlükleri ilkeleri kabuledilmiştir. Ortodoks hıristiyanlık devlet dini ve öteki dinlere özgürlük tanındığıhalde, genelde Bulgaristan laik bir devlettir 8 . Şöyle la, DevletBaşkanı, Bakanlar Kurulu ile birlikte Parlamento, temel devlet gücü merkezlerindenbirini oluşturmaktadır. Ülkenin iç ve dış politikasının oluşumve gelişiminde büyük rol oynamaktadır. Halkın idaresini ve bağımsızlığınıifade etmektedir. Bu açıdan Atatürk'ün ve Modern Türkiye'nin BulgarParlamentosu'nda değerlendirilmesi, çeşitli politik formasyonların,güçlerin yanaşımı ve pozisyonlarının açıklanması bakımından büyükönem taşımaktadır. Bu konuya bazı araştırmalarda fragmenter olarak değinilmiştir.Fakat bir bütün olarak Atatürk'ün ve Modern Türkiye'nin değerlendirilmesiele alınmamıştır. Nitekim bildirimin konusu da budur.İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde Mustafa Kemal'in kişiliği vetutumu, Türkiye'nin iç ve dış politikası Bulgaristan'ın Millet Meclisi çalışmalarında-gerek parlamenter komisyonlarda, gerekse genel oturumlarda-geniş yer almaktadır. Bu da çok doğaldır. İki komşu ülke arasında pekçok ortak sorunlar vardır. Bunların araştırılması ve çözüme bağlanmasıgerekmektedir. Atatürk ise bunlara damgasını vurmuştur. Bütün bu sorunlargeniş monografik araştırmalara konu olabilir. Ben bildirimde bu yıllardaBulgaristan'ın Millet Meclisi'nde geniş tartışmalara konu olan bazıtemel sorunlara değineceğim.Savaş sonrası yıllarında birçok bakımdan Bulgaristan ile Türkiyekader kardeşleridir. Her iki ülkenin halkları Birinci Dünya Savaşı'na sürülmüştür.Savaş sonrası döneminde yenilgiye uğrayan devletler arasındabulunmaktadırlar. Birine Neuilly Anlaşması, diğerine Sevres Anlaşmasıdayatılmak istenmiştir. Özellikle 29 Eylül 1918 tarihli Selanik ve 30Elam Mondros Silah Bırakışımından sonra, İstanbul'daki Müttefik Komiserleri,Merkez Güçlerle, bu arada Bulgaristan ve Türkiye arasındaki diplomatikilişkileri yasak etmişlerdir. Bundan dolayı iki ülke arasındaki direktdiplomatik ilişkilerin yeni baştan kurulması gerekmektedir. Buamaçla gizli, yarı resmi, sonra da resmi girişimlerde bulunulmuştur. BizzatMustafa Kemal ve Aleksandir Stamboliyski Türk-Bulgar dostluk veişbirliğine büyük önem vermişlerdir. Mustafa Kemal daha 24 Ekim1919'da Trakya-Paşa İli kumandanlarından Cafer Tayyar ve Arif Bey'e8. Bk. Bılgarski konstitutsii i konstitutsionni proekts (Bulgar Anayasaları ve AnayasaTaşanları) Drl.: V. Metodiev, L. Stoyonv, Sofya (S.) 1990, s. 20 vd.145
kadar direktiflerinde Bulgarlarla işbirliği yapılmasını öğütlemektedir,Bulgar dostlarına selamlarının ulaştırmasını dilemektedir 9 . San Remokonferansında Doğu ve Batı Trakya'nın Yunanistan'a verilmesi kararınakarşı Türkler ve Bulgarlar beraber savaş vermektedirler. Cafer TayyarBulgar temsilcileriyle temasta bulunmuş, hatta onun Yunanlılara esir düşmesindensonra yüzlerce Türk subayı ve binlerce Türk askeri Bulgaristan'dasığınak ve konukseverlik bulmuş, sonra da Türkiye'ye dönerekUlusal Kurtuluş Savaşı'na katılmıştır. Gemilerle Anadolu'ya yardım gönderilmiştir.<strong>Ankara</strong>'da TBMM'nin 23 Nisan 1920 tarihinde açılışından bir haftasonra, 30 Nisan 1920'de Mustafa Kemal Parlamento adına Fransızca olarakBulgaristan'ın Başbakanı Aleksandir Stamboliyiski'ye bir mektupgöndermiş, TBMM nin kararlar ile tanıştırmıştır 10 . Haklı olarak bu YeniTürkiye ile Bulgaristan arasında ilk diplomatik temas olarak sayılmaktadır.1921 Mayısında Aleksandir Stambolyiski'nin öğütleri üstüne BÇHPmilletvekillerinden Angel Groskov Kundalov, Jandarma Yaveri YüzbaşıGrigor Pisarev, tüccar Paskal Ehçev vs. katıldığı bir heyet Türkiye'yegönderilmiştir. <strong>Ankara</strong>'da bizzat Mustafa Kemal Bulgar milletvekili, ismetİnönü de Jandarma yüzbaşısıyla görüşmüşler, bazı cepheleri ziyaretetmişlerdir. Bunu başka Bulgar heyetleri izlemiştir. Sofya'da da bir zaman<strong>Ankara</strong> hükümetinin resmi temsilcisi olarak Mustafa Kemal'in yakınadamlarından Cevat Abbas (Gürer) bulunmuştur. Bulgaristan'ın EdirneKonsolosu T. Markov 25 Ocak 1923'de İzmir'e gitmiş. Onu MustafaKemal iki kez kabul etmiştir. 28 Şubat 1923 görüşmesi iki saat sürmüştür.Büyük kumandan ve devlet adamı ona şöyle demiştir: "Bize Balkanlar'dadost bir halk lazımdır. Bulgar halkı ise, coğrafi, politik ve ekonomikbakımdan bizim gereksinimlerimize en uygundur, iki halk arasındabir dostluk bizi de, sizi de daha güçlü ve daha bağımsız yapacaktır"".Bulgaristan'ın Başbakanı, büyük devlet adamı Aleksandir Stamboliyskide 26 Ekim 1922 tarihli Millet Meclisi oturumunda, ülkenin dış politikasınısunarken Mustafa Kemal'e ve Türk halkının Ulusal Kurtulu Savaşı'naen yüksek değer vermiştir: "Yeniden incelenmesi gereken şimdikiYakın Doğu sorunu üzerinde duracağım. Türkiye'nin, onun büyük devlet,politika ve askeri faaliyetçisi Kemal Paşa'nin şahsında hizmetini itiraf etmemizgerekir. Ölüme yargılanmasına sebep olan bir zamanki cüretkarlığı,onun gayretleri ve etrafında bulunanların gayretleri sonucunda biz busorunun yeniden incelemeye getirildiğini görmekteyiz" 12 . Bütün dünyadakietkilerini belirtmiştir: "<strong>Ankara</strong>, haksızlıklara uğrayan müslüman dünyasıiçin Mekke ve Medine'dir; haksızlıklara uğrayan hıristiyan dünyası9. Gazi Mustafa Kemal, Nutuk-Söylev, Vesikalar-BElgeler., c. III AKDTÇYK, TTYK,TTKB <strong>Ankara</strong> 1989, s. 1893.10. Velikov, St. Kemaliskata Revolutsiya i Bılgarskata obştestvenost (1918-1922) KemalistDevrimi ve Bulgar Kamuoyu (1918-1922) Sofya 1966, s. 61.11. Aynı yapıt, s. 75.12. Stenografik Günlükler, XIX AMM. III Döne, 70. Oturum, 26 Ekim 1922, s. 135.146
için Kudüs'tür. Ve eğer haksızlığa uğrayan insanlık herhangi bir kimseyeherhangi bir zaman yapıt kaldırması istiyorsa bu <strong>Ankara</strong> faaliyetçilerineyapılmalıdır" 13 .Büyük analiz ve sentez gücüne sahip olan Bulgar politika adamı vedemokrat Aleksandir Srabloliyski büyük asker ve devlet adamı, çağdaşıMustafa Kemal'in liderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'nin dünyada doğuracağısonuçları ve özellikle Versalle-Neuilly düzenini altüst edeceğinipekala sezmiştir: "Anlaşmaların revizyonu sorunu artık incelenmeye konulmuştur;sizler ise hatırlıyorsunuz ki, Türklerin gayretlerinden öncehatta revizyon sözünün hatırlatılmasına bile olanak verilmiyordu. Revizyondansöz edilmemesine İsrar edenler bugün bu fikri en çok benimsemişlerdir.Sevr Anlaşmasının revizyonu ile bu anlaşmalarda yer alanbütün ağır maddelerin revizyonu gereklilik icabı başlıyacaktır" 14 .İstanbul'a doğru Mustafa Kemal'in kumandanlığında ilerleyen Türkordularının karşısında Yunanistan'ın Doğu Trakya'yı boşalttığını, Bulgaristanile Türkiye ileride de hem hudut olacaklarını bildirmiş ve iki devletarasında dostluğu bir kez daha belirtmiştir: "Büyük güçlerin şimdiye kadarkianlaşmalarına göre de Türkiye ilerde de bizim komşumuz kalacaktır.Bizim onunla ilişkimiz yalnız dostluk olabilir. Bizim ekonomik çıkarlarımızonunla dostluk içerisinde yaşamamızı dikte etmektedir. Onunpolitik çıkarları da Avrupa'da Bulgaristan ile barış içerisinde, dostluk içerisindeyaşamasını dikte etmektedir. Biz hoşgörüşümüzü, onun topraklarınael koymamak yolunda bütün gereken delilleri vermiş bulunuyoruz ve obunda şüphe gösteremez..." 15Aleksandir Stamboliyski, barış, dostluk ve işbirliğine yönelik dış politikayıbütün Balkan devletlerine karşı uygulamak istemiştir. Bu açıdanYunanistan'a da münasebet almaktadır. Bu bağlamda yeni bir Yunanistan'ahitap etmektedir. Eski cinayetlerine dönmemesine çağırmaktadır:Anadolu ve Trakya saldırganlığını kesinlikle yargılamaktadır: "Şimdi onuoradan kovdular. Hatta Türkler onları kovmamış olsalardı dahi, başkalarıonları kovacaklardı. O arada kalamazdı." 16 Hatta Yunanlıları Batı Trakya'dangeri çekilmeleri ve barış politikasına dönmelerini istemektedir.İki komşu devlet arasında diplomatik ilişkilerin yenileceği günlerdeBulgaristan'da askeri hükümet darbesi yapılmıştır. Bunu, III. KomünistEnternasyonalin ve Sovyet Rusya'nın kışkırtmalarıyla yapılan Eylülayaklanması izlemiş ve iç gerginliği derinleştirmiştir, iki ülke arasındakidiplomatik ilişkilerin ihyası iki yıl ertelenmiş. Bu sırada Lozan Konferansıbaşlamış ve Barış Anlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Yeni Türkiye artık13. Aynı kaynak, s. 135.14. Aynı kaynak, s. 135.15. Aynı kaynak, s. 136.16. Aynı kaynak, s. 135.147
andlaşmayı yenilen bir devlet olarak değil, yenen, eşit bir devlet konumundanimzalamıştır. Barış koşullarında Kemalist devriminin yeni aşamasıbaşlamış, politik, ekonomik ve kültür alanlarında, yeni hukuk devletive politik yaşamda, her yönde gelişmeye gereken bütün devletlerlebarış ve işbirliği politikası uygulanmıştır, nihayet 1936 Montrö Konferansıylaher türlü yabancı güçlerin müdahele kalıntıları ortadan kaldırılmıştır.Bulgaristan'da Prof. Aleksandir Tsankov'un hükümeti 9 Haziran1923'ten 1926 yılına değin erkte kalmıştır. Dış İşleri ve Mezhepler Bakanıtanınmış asker ve politika adamı Hristo Kalfov olmuştur. İç politikasındaBHÇB hükümetlerinden tamamen ayrılan yeni hükümet, bazı aşırısağcı ve saldırgan partilerin gayretlerine rağmen, Aleksandir Stamboliyskizamanındaki izolasyon politikasından çıkmak hattı sürdürülmüştür. İkiyıl gergin görüşmelerden sonra <strong>Ankara</strong>'da 18 Ekim 1925 tarihinde Türkiye-BulgaristanDostluk Anlaşması ve oturma Sözleşmesi imzalanmıştır.Fakat ratifikasyonu Andrey Lyapçef (1866-1933) hükemeti zamanındayapılmıştır. Dışişleri ve Mezhepler Bakanlığına tanınmış politika adamıAtanas Burov (1875-1945) getirilmiştir. XXI. AMM.nin 28 Mayıs tarihli95 ve 96 oturumlarında bazı parti ve çevrelerin temsilcileri antlaşmayıeleştirmiş ve ratofıkasyonuna karşı çıkmışlardır. Böyle olduğu halde, hükümetparlamentoda destek bulmuş ve anlaşma tasvip edilmiştir. UlusalLiberal Parti'nin iki kanadı da Aleksandir Tsankov ve Andrey Lyapçevhükümetlerinin dış politikalarını desteklemiştir, özellikle bu partinin milletvekillerindentanınmış toplumcu ve politika adamı Dimo Körçev(1884-1928) Mustafa Kemal'e ve Türk halkının Ulusal Kurtuluş Savaşınayüksek değer vermiştir. O şöyle demiştir: "Türk Cumhuriyeti'ni rahatınabırakınız da, Türkiye'nin tarihide yaşamadığı bir şanını, mutlak, tamamenyalnız başına diyeceğim, uluslararası bağımsızlığının ilk günlerini sevgiyleyaşasın. Bu ülke başka insanlardan gereksinimini duyacaktır. O zamanlarda gelecek, o zamanlar da basacaktır. Zaman çabuk geçecek. Memleketşimdi tarihsel bir romantizm döneminde bulunmaktadır" 17 . Osmanlıİmparatorluğu zamanından miras kalan milliyetler ve dinler mozaiğinigözönünde bulunduran Bulgar milletvekili ulusal sorunda kemalistlerehak vermektedir: "Siz sanıyor musunuz ki bu dinler, milliyetler -bunlaraTürk dinsel tarikatlarını da katarsak- mozaiği, Türkiye ve dinleri milliyetsayan bir anlayış bugün daha fazla tahammül edilebilinir mi?" 18 Bu bağlamdaLozan Anlaşmasında azınlıkların dinlere göre milliyet sayıldığı anlayışınıda belirtmiştir. Belki de Balkanlar'da ilk kez Dimo Körçev, HalklarCemiyetindeki tartışmalardan ilham alarak ulusal devletlerinegemenliği, toprak bütünlüğü temelinde insan haklarını ve azınlıklaradahil vatandaşların hakları tezini savunmuştur. Bu ilke, İkinci Dünya Sa-17. Stenografık Günlükler, XXI AMM. III. Muntazam Dönem, 94. Oturum, 25 Mayıs1926, s. 1863.18. Aynı kaynak.148
vaşından sonra, Birleşmiş Milletler Örgütü ve Avrupa Birliğinin uluslararasıbelgelerinde temel prensiplerden biri olmuştur 19 .Millet Meclisinde Bulgaristan-Türkiye Dostluk anlaşmasını, kendisininDışişleri ve Mezhepler Bakanlığı zamanında imzalayan Hristo KalfofParlamentoda raporcu olarak arzetmiştir. Bu diplomatik belgeye büyükdeğer vermiştir. O anlaşmanın imzalanmasının motifleri üzerinde durmuştur.O şöyle demiştir: "Nedenler şunlardır: Yöneticilerinin şahsındaTürklerin, 1922 yılı Kasımında onların silahlarının kazandığı zaferle görüşlerindederin değişiklikler oldu, onlarla savaşta bulunan ve onlarlabüyük savaşa katılmayan ülkeler için önemli sonuçlar veren görüşler benimsediler"20 . Bunlar ifadesini imzaladıkları anlaşmalarda buldular. Bunlarınbaşlıcaları, kapitülasyon rejimini kaldırmak, tam eşit koşullarla andlaşmaimzalamaktır. Bu, Bulgaristan Türkiye Dostluk Anlaşmasında dagörülmektedir. Örneğin, bundan önceki dönemlerde, XX. yüzyılın başındanberi askıda kalan sorunların bir Prokol'le çözülmesidir. Bu, sağlıklıve sürekli bir barışın ve dostulğun güvencesidir. Başbakan tanınmış devletadamı Andrey Lyapçev de özetinde şöyle demiştir: "Ben şimdiyekadar hatipleri ve onların eleştirilerini dinledim ve müsadenizle büyük birmemnuniyetle şunu belirtmeliyim ki, hiçbiri bu anlaşmalarla tam razı olmayananlamda bizim Güney-Doğu komşumuzla, Bulgar halkının en iyiilişkiler isteğiyle eretik bir fikir ifade etmemiştir" 21 .Protokol'ün getirdiği çözümlerle ilgili kesinlikle şunu belirtmiştir:"Eski durumu nasıl geri çevirebiliriz? Sizden hiçbiriniz bu sorunla ilgiline yapılabileceğini gösteremedi, ne de gösterebilir, ne de göstermek istemedi;ben dahasını da söyleyeceğim: kovulan ahalinin yerlerine yenidenyerleşmesi için çare aramak arzu edilir birşey değildir. Bu, halkları iyi birsonuca hiçbir zaman görülemez" 22 . Onun fikrince, Anlaşma ve Protokolfaktik bir durumu biçimlendirmektedir. Sonra 1913 olayları ve BirinciDünya Savaşı sonundaki süreçler üzerinde durmuştur. Batı Trakya'nınNeuilly Anlaşmasına göre Büyük Güçlere, fakat sonra Yunanistan'a verildiğini,Yunanlılar bu bölgeyi, Doğu Trakya'yı ve İstanbul'u almakamacıyla kullanmak istediklerini, fakat Sakarya'dan sonra, MustafaKemal'in zaferinden sonra Anadolu'dan ayrıldıklarını ve Doğu Trakya'danayrılmalarını belirtmiştir. Anlaşmanın imzalanmasının sağlıklı birmantığa dayandığını ve gerçeklere uygun olduğunu bir kez daha kaydetmiştir.Oturma Sözleşmesine de yüksek değer vermiştir. Bu bağlamdagene Mustafa Kemal'in yönetiminden söz etmektedir. Bulgaristan Başba-19. Bk.: Tatarlı 1., Zaştita na Pravata na Maltsinsvata (Vıtreşna i Mejdunarrodnopravnauredba) (Azınlık Haklarının Savunusu) (İç ve Uluslararası Hukuk Düzenlemesi),"Demokratiçeski progled", s. 1 (1996) Sofya s. 377-400. Ulusal Azınlıklar HaklarıÇerçeve Anlaşması. "Hak ve Özgürlük", No. 12 25.3.1998, No. 13 1.4.1998, No. 1415.3.1998.20. Stenografık günlükler XXI AMM., III. Muntazam Dönem, 94. oturum, 5 Mayıs1926, s. 1871.21. Aynı kaynak, s. 1875.22. Aynı kaynak, s. 1875.149
kanına göre, anlaşmalarının imzalanmasının başlıca sonuçları şunlardır:1. Bulgaristan'da hukuk düzenini sağlamlaştıracaktır, özellikle mülkiyetigözönünde bulundurmaktadır. 2. Yüksek gümrük vergileri kaldırılacaktır.3. Komşulardan biriyle bütün münakaşalar ortadan kaldırılacak, her ikiülke arasında itimat kurulacak, her türlü şüphe kaldırılacak. Bunlar Başbakanagöre, çok önemlidir. 4. TBMM, dönemi sonunda bulunmaktadır.BTDA'nin ratifikasyonunu yapmak niyetindedir. Özet olarak şöyle demiştir:Bizim çalışmalarımızı, dünyada barışın sağlamlaştırması içinkaygı gösteren bütün devlet adamları tarafından en adilane bir biçimdedeğerlendirilecektir. Bu türde her anlaşma durumun sağlamlaşmasına yararlıolacaktır. Bugün Bulgaristan'ın, endişesi olmayan sağlam bir devletolmaktan büyük ihtiyacı vardır. Bu yönde biz Güney-Doğu komşumuz ilekabul ettiğimiz bu anlaşmalarla gitmekteyiz. Biz bu istikamette kararlıolarak bütün öteki komşularımızla da hareket edeceğiz. Bizim bu hareketimizadilane değerlendirilecektir. Ümit ettiğimiz sonuçlar en iyi olmaktanbaşka olamaz" 23 .BTDA.nin ve Oturma Prokolü'nün imzalanmasından beş yıl, onaylanmasındanda dört yıl sonra, <strong>Ankara</strong>'da 6 Mart 1929'da Türkiye ileBulgaristan Arasında Tarafsızlık, Uzlaştırma, Yargısal Çözüm ve HakemlikAnlaşması (TBUÇHA) imzalanmıştır. Üç ay sonra XXII. AMM.ndeAndrey Lyapçev Hükümeti tarafından oylamaya sunulmuştur. AnlaşmaParlamento'nun 23, 27 ve 28 Mayıs tarihlerinde 101, 102 ve 103. oturumlarındaincelenmiştir. Anlaşmanın Onaylama Yasa tasarısı milletvekillerindenHristo Silanov tarafından okunmuştur. Parlamento'da DemokratikSgovors partiler koalisyonun çoğunluğu vardır. O anlaşmayı Bulgar-Türkilişkilerinde bir aşama saymaktadır.XXII. AMM.nde, koalisyona katılan göçmen Trakya örgütü milletvekilleri,bundan önceki Parlamento'da olduğu gibi, bu kez de,BTUYÇHA'ya karşı çıkmışlardır. Onların görüşlerini Dimitir Popnikolovileri sürmüştür. Onun konuşması adeta saldırı niteliğini almıştır. Türklerve Yunanlılar düşman ilan edilmiştir. Trakya, Bulgar yurdunun kopmazbir parçası, her zaman bir sırf Bulgar bölgesi sayılmıştır. Konuşması, Dışişlerive Mezhepler Bakanı tanınmış politika adamı ve banker AtanasBurov'un sert yanıtına uğramıştır. Elementer popüler tarih bilgilerine dayanankonuşmayı ürütmüş ve parlamento düzeyi altında ve politik bakımdanmuzir bulmuştur.Ulusal Liberal Parti milletvekillerinden V. Kozniçki anlaşmayı ikidevlet arasında ilişkilerin önemli bir başarısı saymıştır. O şöyle devam etmiştir:Biz bu anlaşmayı sevinçle karşılıyoruz ve komşumuz olan Cumhuriyeteulu reformcusunun rejiminde yeni ekonomik ve kültür gelişmesindebüyük başarılar dileriz; Gazi Mustafa Kemal dünyayı dahisiylehayran etti o ülkesini İslah etti. Savaştan yenilgiyle çıkan memleketindehalkını galip zirvesine yükseltmiştir 24 .23. Stenografik Günlükler, XXII AMM. II. M. Dönem, 101. Oturum, 23 Mayıs 1929, s.2305.24. Aynı kaynak, s. 2335.150
Milletvekillerinden G. Vasilev anlaşmaya büyük önem vermiştir.Bulgaristan'ın savaşta çok kayıplar verdiğinden üzülmüştür, fakat Türkiye'ninçok daha büyük kayıplar verdiğini belirtmiştir. Böyle oldğu haldeTürkiye kendisini toparlamış ve her alanda kalkınmaktadır. Bu bağlamdaG. Vasilev şu gerçeği saptamıştır: "...Şunu belirtmeliyiz ki, Türkiye bizebakarak çok daha büyük kayıplar vermiştir. Ben size beyan etmek istiyorumki, size inançla konuşuyorum. Bugün karşımızda başka bir Türkiyebulunmaktadır. Bu, 1912 Türkiye'si değil; bu hatta 10 yıl önceki Türkiyedeğil. Bu, Abdül Hamid'in ve onun ecdadının zamanının imparatorluğundaolduğu gibi değil, şimdi oluşmakta olan gerçekten bir Türk ulusuşimdi tamamen başka temeller üzerinde konsolide olan bir Türk devletidir"25 . O Türkiye'deki köklü değişikliklerin etkenlerini araştırmıştır. Bulgaristan'abakarak bunların başlıcaları şunlardır: "Türkler iki olumlu şeydenfaydalanmışlardır: topraklarından, Küçük Asya gibi bir materikten vediğer yandan gerçekten kendilerinin Cumhurbaşkanı, Gazi MustafaKemal gibi yeni bir insandan yeni bir devlet adamının varlığından" 26 konuşmasınındevamında G. Vasilev Atatürk'ün bazı çok önemli çizgilerinibelirtmiştir: "Bildiğiniz gibi, Mustafa Kemal burada ateşe militeyi olarakbulunmuştur, biraz Bulgarca bilmektedir, Bulgar toplumu ve Bulgar ordusuile temasları vardır, bu biz Bulgarları, ona Avrupa'da olduğundan dahafazla tanımak olanağını verdi. O, 1908'den sonra tanıdığımız Genç Türktipinden değildir. Genç Türkler eski Türkler'den İmparatorluğu o zamanadeğin yöneten Sultan oligarşisinden önemli dende farklaşıyorlardı. FakatMustafa Kemal her ihtimalde bambaşka, Genç Türkler'den de bambaşkabir niteliktedir; Mustafa Kemal Türk halkını kurtardı; kendisinden öncekimsenin yapamadığı bir biçimde, onları son barış anlaşmasının en iyi koşullarınınkazanılması için çareler buldu; Mustafa Kemal Türk kadınınıkurtardı; Mustafa Kemal Türk yurttaşını, mülk sahibini, Türk sanayicisiniyarattı; benim kanatimce Mustafa Kemal'in yaptığı en büyük reform, Latinceninkabulüdür. Benim mütevazi, fakat samimi kanımca memleketteyaptığı en büyük, en verimli devrimdir..." 27 Yeni alfabe Türk ulusuna veyeni kuşaklara kolaylık yaratacaktır, Avrupa halklarına Türk dilini öğrenmelerine,on yüzyıllık kültürlerini öğrenmelerine yardım edecektir.G. Vasilev bazı çok değerli, evristik nitelikte düşünceler ileri sürmüştür.Onun kanaatine göre, ancak Bulgarlarla Türkler bir bütün olarakAsya ile Avrupa arasında köprü olabilirler, iki kıtayı coğrafi ve ekonomikbakımından birleştirebilirler. Bu açıdan ve her bakımdan anlaşmaya değervermiş ve desteklemiştir.Parlamenter tartışmalarının sonunda, Andrey Lyapçev'in koalisyonHükümeti'nin Dışişleri ve Mezhepler Bakanı, büyük demokrat ve devletadamı Atanas Burov geniş ve esaslı bir konuşma yapmıştır. Milletvekillerininkonuşmaları üzerinde durmuş, muallefetin iddialarını çürütmüş, so-25. Aynı kaynak, s. 2336.26. Aynı kaynak, s. 2336.27. Aynı kaynak, s. 2342.151
uları yanıtlamıştır. Uyumu bozmak isteyen birkaç muhalif milletvekillerininhatalı pozisyonlarını şiddetle eliştirmiştir, memleketin büyük ulusalçıkarları ile bazı bölgesel ve özel çıkarların arasındaki ilkesel ayrımı vurgulamıştır:"Bulgaristan Parlamentosu'nda ve Bulgaristan'ın yönetimindehepimiz Bulgar politikası yapmalıyız. Trakya politikası değil, Makedonyadeğil, Dobruca politikası değil" 28 . Gerek 1925'de imzalanan anlaşmave aneksinin, gerekse yeni antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmektedir.O BTDA'nin iki ülke arasındaki sorunların kompromis sonucunda imzalandığınıbelirtmiştir: "Bu kompromisler (uzlaşma) in faydası şudur ki, bukarşılıklı özverilerle, iki devlet arasında normal dostluk ilişkilerinin ihyaedilmesine engel olan sağlıksız bir durumu ortadan kaldırılmıştır. İşteBulgaristan'ın başarısı bundadır, işte Türk Cumhuriyeti'nin başarısı dabundadır. Yenilen yok, yenen yok; aldatılmış yok, aldatan yoktur; ikiakıllı hükümet vardır. Onlar, kendi devletlerinin doğru değerlendirilmesisayesinde bu anlaşmayla aralarında sağlıklı bir durum yaratmışlardır vearalarındaki daha büyük bir yakınlık ve en büyük barışçıl işbirliği yolundadaha da gelişmeler olanakları kazandırmışlardır..." 29Trakya göçmen örgütlerine dayanan milletvekillerinin temelsiz vetehlikeli iddialarını yargılayan Dışişleri ve Mezhepler Bakanı AtanasBurov gerek Bulgaristan'da, gerekse Türkiye'de iki devlet arasındakidostluk ve işbirliği politikasını çıkmaza sokmak isteyen güçleri şiddetleeleştirmiş ve bunların ne tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini vurgulamıştır:"Eğer Türk hükümeti onların aklına uysaydı, burada biz sizin aklınızauysaydık nasıl bir durum ortaya çıkacaktı? Benim tasvir ettiğim olacaktısessiz bir harp durumu. Ben sizin hepinize bir çağrı da bulunuyorum: yanümakaşalı sorunlarınız olan bir devletle anlaşacaksınız ya bunları harpleçözeceksiniz yahut da barış isteyen bir devletin çıkarlarına uygun olmayanbir gerginlik ve dış ilişkilerde sağlıklı olmayan bir durum kalacaktır.Bu üçlemden başka çıkış yolu yoktur" 30 . İngilizlerin izlediği "splendidiizoleyşin", kendi güçlerine mutlak güvenlik politikası Bulgaristan güdemez.Böyle romantik saflık politikası devleti soyutlamaya, bütün komşularıylaiyi olmayan ilişkilere sevketmektedir. O, çağdaş sorunların geçmişinkanlı prizması açısından çözülemeyeceği kanısındadır. Yalnız akıllıinsanlar ve akıllı devlet adamları dostluk ve işbirliğini seçmektedirler. NitekimAtanas Burov yeni çağdaş uluslararası, insansever bir politika yanlısıdır.Bulgar-Türk ilişkilerini bu açıdan değerlendirmektedir.İşte büyük devlet adamı Andrey Lyapçev Hükümeti ve özellikle Dışişlerive Mezhepler Bakanı büyük politika adamı atanas Burov gibi kişilerinİsrarlı ve sistemli çalışmaları sayesinde Bulgaristan'da iki komşuarasındaki dostluk, barış iyi komşuluk ve işbirliği dış politikası hattı üstünlükkazanmıştır. XXII. AMM BTTUYÇHA.ni kabul etmiştir. Böyle-28. Aynı kaynak, s. 2342.29. Aynı kaynak, s. 2342.30. Kemal Atatürk, Izbrani reçi (Seçilmiş Nutuklar) Sofya 1981, s. 279-280.152
likle Bulgaristan-Türk ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiştir. Bu anlaşma1934 yılında daha beş yıl uzatılmıştır.Bundan sonra da Bulgar Parlamentosu'nda zaman zaman Bulgar-Türk ilişkileri konu olmuştur.Bulgaristan'ın politik yaşamında önemli değişiklikler olmuştur. 29Temmuz 1931'de Andrey Lyapçev hükümeti son bulmuştur, iktidaraBaşbakan olarak Aleksandir Malinov (1867-1938) hükümeti gelmiştir. Oda Halk Blok koalisyon hükümetidir. Dört ay sonra Başbakan Nikola St.Moşanov (1872-1951) olmutur. Bulgaristan ile Türkiye arasındaki dostlukilişkileri sürdürülmüştür. Bizzat Başbakanın yönetiminde bir Hükümetdelegasyonu Türkiye'yi ziyaret etmiş. Bizzat Atatürk'le Nikola Muşanovarasında görüşmeler olmuştur. Mustafa Kemal Türk-Bulgar dostlukilişkilerinin gelişimine yeni güç vremiştir. 21 Aralık 1931 tarihinde şöyledemiştir: "Bulgaristan'da geçirdiğim güzel (hoş) günleri unutmayacağım.Bulgar halkının dostu idim, dostuyum ve dostu kalacağım. Çocukluğumdanberi Bulgar halkına sonsuz sevgi beslemekteyim. Selanik'de herzaman Bulgar çocuklarıyla arkadaştım. Bulgarların her mutsuzluğu banatasavvur edilmez istirap çektiriyordu. Her zaman Bulgaristan'a yardımetmek için mümkün herşeyi yapmışımdır.Türkiye ve Bulgaristan dost olmalıdırlar. Bulgaristan'a kim karşı ise,o Türkiye'ye de karşıdır" 31 .Nikola Muşanov'un Hükümeti 19 Mayıs 1934'e değin devam etmiştir.Fakat askeri hükümet darbesi yapılmıştır. Devlet yönetimine BaşbakanKimon Georgiyev'in hükümeti gelmiştir. Takriben bir yıl sonra tekrarçok partili politik yaşama geçilmiştir.Bu dönemde de Bulgar-Türk dostluk ve işbirliği ilişkileri devam etmiştir.Bazı konular zaman zaman çeşitli vesilelerle Bulgar Parlamento'sundakonu olmuştur. Bunların arasında özellikle Müftü (Şeriat) MahkemelerininYetkilerinin Sınırlandırılması Yasa Tasarısı'nın incelenmesive kabul edilmesiyle ilgili parlamento tartışmaları birçok yönden önemlidir.Biz bazı etütlerinizde bu konu üzerinde durmuş bulunuyoruz. Bu sorunaXXIV. AMM.nin I. Olağanüstü Döneminin 8, 13, 14 Temmuz 1938tarihli 28., 29. ve 30. oturumlar hasredilmiştir. Bizim konumuzla ilgiliolarak bu tartışmalarda Atatürk'ün bir kumandan ve devlet adamı olarak,modern Türkiye'nin değerlendirilmesidir. Bu dönemde artık Atatürk devrimlerininoluşumu ve gelişimi tamamen kesinleşmiş, yeni Tüerkiye'niniç ve dış politikası büyük başarılar kazanmıştır. Bunlar Bulgar Parlamentosu'ndakitartışmalara da yansımaktadır. Şimdi de çeşitli partiler bu sorunlarakendi açılarından münasebet almaktadırlar. Atatürk'ün kişiliği veDevlet kuruculuğu alanındaki devrimleri ve Türkiye Cumhuriyeti'nin içve dış politikasını en doğru tanınmış politika adamlarından, toplumcu vebüyük bilim adamı Prof. Petko Stoyanov değerlendirmiştir. O şöyle demiştir:"B.B. milletvekilleri saygı ve iyi niyet göstererek şunu ifade etme-31. Stenografık Günlükler, XXIV AMM. 1938 c. II, s. 8124.153
liyiz ki son 20 yıl içersinde Türkiye Cumhuriyeti muazzam bir ilerlemeyaptı... Biz, Türk halkının ve Cumhuriyeti'nin şahsında -tekrar ediyorumtarihin,gericilik olarak, bıraktığı herşeyden özgür bir ulus karşısındayız.Gerçi tarihsel artıkların ortadan kaldırılması için -çoğu kez acılarla- çeşitliyöntemler uygulanmış ve uygulanmaktadır; fakat uluslararası rekabetler,birbiriyle yarışlar ve bölge taksimatı alanı olan, 15 milyondan fazlanüfusu bulunan bir ülkede, ulusal köstek engel olan herşeyi bertaraf etmeninkolay birşey olmadığını bilmek gerek. Bir ulusal birliğe ulaşabilmekiçin pek çok araca ihtiyaç vardır. Türk halkının, gerçekten de ülkeyi yükselterekbugün Yakm-Doğu'da, Türk devletinin şahsında, en modern veher türlü özverilere hazır, kültür ve ilerleyişin temsilcisi yapan yöneticilerininidealizmini tanımak gerek". O modern Türkiye'de sanayiin ve özellikleköy ekonomisinin büyük başarılarını belirtmiştir. Bu yönden devletçilikyanaşımı ve ilkesinin büyük önemi olmuştur.Petko StoyanovBulgar-Türk Dostluğu Cemiyetinin başkanlığını uzun zaman yapmıştır. Oşöyle demiştir: ...Ben iddia ediyorum ve sanıyorum ki, bunları kimse çürütemezve siz, hepiniz kabul edeceksiniz ki, bütün önemli sorunları çözdüğümüz,Türkiye Cumhuriyetinden başka komşumuz yoktur ve yöneldiğimizgerektiği tarihsel çizgiye hemen hemen gelmiş bulunmaktayız.Şöyle ki, düzenlenecek ne varsa, bunlar tarihsel esasından fazla, gerçekyaşam ve gerçek çıkar temeli üzerinde yapılacaktır... Bizim komşu olmamızve bu halk ile her zaman komşu kalmamız daimi bir politika gerektirecektir"32 . Onun kanısına göre, Türkiye'nin zengin kaynakları, önemlicoğrafi konumu ve önemli bir ekonomik birim olmasının iki devlet arasındakiilişkilerin gelişmesinde büyük önemi vardır.Özetleyerek diyebiliriz ki, Bulgaristan'ın yüksek yasama ve anayasalÇarlık devletinin en yüksek merkez yönetim kurumlarından biri olan MilletMeclisi'nde iki dünya savaşı arasındaki dönemde, Bulgraistan-Türkiyebarış, iyi komşuluk, işbirliği ve dostluk ilişkileri sistemli ve sürekli konulardanbiri olmuştur. Çok partili parlamenterizm koşullarında çeşitli politikgüçler bu sorunlara karşı kendi konumlarından münasebet almışlardır.Genelde Bulgar Parlamentosu Mustafa Kemal Atatürk'e yüksek bir kumandan,Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti'ninkurucusu ve ölümüne kadar değişmez Cumhurbaşkanı, modernTürkiye'nin iç ve dış politikasının mimarı, çağdaş boyutlu bir devlet vepolitika adamı olarak ve yeni Türkiye'nin oluşumu ve gelişimine en yüksekdeğer vermiştir. Bu bakımdan Bulgaristan Balkanlar'da ve belki dünyadabirinci yerlerden birini almaktadır.Atatürk ve Stamboliyski'nin temellerini attıkları Bulgar-Türk dostluğuİkinci Dünya Savaşı yıllarında bile korunmuş ve Savaş sonrası yıllarında,Bulgaristan'da totaliter politik ve toplumsal düzen dönemindekibazı müstesnalarla, devam etmiştir. Bulgaristan'da totalitarzmden demokrasive piyasa ekonomisine, plurastik bir kültür dönemine geçiş yıllarındayeni boyutlar almıştır.32. Aynı kaynak, s. 8124.154
KALANLARIN ÖYKÜSÜ(1923 Mübadele Sözleşmesinin birinci ve özellikle deikinci maddelerinin uygulanmasından alınacakdersler)*Prof. Dr. Baskın ORAN**I. GİRİŞ1923 Nüfus Mübaledelesinin Tarihsel OrtamıTürkiye ile Yunanistan arasında yapılan 1923 zorunlu nüfus mübadelesi1 , Birinci Dünya Savaşının sonunda Müttefiklerce desteklenenYunan işgalinin bir sonucu olan Türk Kurtuluş Savaşının (1919-22) bitimindetoplanan Lausanne Barış Konferansının bir parçasıdır.'Türk ve Rum Nüfuslarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol2 , "Yakın Doğu Sorunları Üzerine Lausanne Konferansı, 1922-23"biçiminde adlandıran konferansta kabul edilen on sekiz belgeden biridir.* (İngilizce'den çevirenler: Ar. Gör. Atay Akdevelioğlu ve Ar. Gör. Dr. Özlen Kün-? ek )- ..** <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi.1. Bundan sonra kısaltılarak, sadece "Mübadele" olarak yazılacaktır.2. Bundan sonra kısaltılarak, sadece "Sözleşme" olarak yazılacaktır.Sözleşmenin ikinci maddesinde sözü geçen karşılıklı etabii' lere ilişkin olarak bu makaledekullanacağım terminoloji hakkında bir açıklamada bulunmak istiyorum.Sözleşmenin ikinci maddesinin a fıkrası, istanbullu etabli'leri (ve sonuçta iki adadaoturanları da) ifade etmek için "Yunanlılar" (Greeks) terimini kullanmıştır çünküBatı dillerinde başka bir seçenek yoktur. Bu terim yerine, Osmanlı İmparatorluğundave Türkiye'de yaşayan, Yunanca'nın bir diyalektini konuşan Bizans kökenli (neredeysesırf) Ortodoks nüfusu belirtmek için "Rumlar" terimi tercih edilecektir. (Türkçe'de1820'den beri Rum terimi, Yunanistan dışında yaşayan ve bu ülkenin vatandaşıolmayan tüm Hellenler için kullanılmaktadır).Bu yapılırsa öncelikle, "Rum"un bir Yunanistan vatandaşı olan "Yunanlı"dan (Türkçe'deYunanlı kelimesi "İyonyalı"dan türetilmiştir) farkı ortaya konulabilir, ikincisive daha önemlisi, bu şekilde bir kullanım tercih edilmelidir çünkü sözkonusu azınlıkkendisini "Yunanlı" biçiminde değil, "Rum" (Romalı [Doğu] anlamında Romios/Romioi) olarak adlandırır. Bunun da nedeni, Yunanistan'ı güçlü biçimde bir akrabadevlet olarak benimsemiş olsalar da soylarının doğrudan Roma-Bizans'tan geldiğineinanmalarıdır. (Bkz. Alexis Alexandris, The Greek Minority of istanbul andGreek-Turkish Relations, 1918-74, second edition, Athens, Centre for Asia Minör155
Bu belgelerden (en önemlisi olan Lausanne Barış Antlaşması dadahil olmak üzere) on altısı Konferans'ın sonunda 24 Temmuz 1923'de,geriye kalan iki belge de (Konferans'ın başlamasından yaklaşık iki aysonra ve diğer on altı belgenin imzalanmasından da yaklaşık altı ay önce)30 Ocak 1923'de imzalandı.Bu iki belgeden biri sözkonusu Sözleşme, diğeri ise "Savaş EsirlerininMübadelesi ve Sivil Tutukluların İadesine İlişkin Türk-Yunan Antlaşmasıydı.Bunların konularının "barış antlaşmasıyla hiçbir ilgisi yok"tu,ama bunlar "mümkün olan en kısa zamanda ele alınmalı"ydı\ Bir diğerdeyişle, erkenden imzalanmasının da gösterdiği gibi, Sözleşme Barış Antlaşmasınınbir ön koşuluydu.Sözleşme ve özellikle de zorunlu niteliği, 1990'ların özel konjonktüründeözel bir öneme sahiptir. Ama, bu tarihsel deneyimin bugünün azınlık,mübadele ve mülteci konularına bir miktar ışık tutabilmesi için öncedencevaplanması gereken bir soru var: Mübadeleyi kim istedi, zorunluolmasını kim istedi ve neden?1) Her şeyden önce, Mübadele ve onun zorunlu niteliği Müttefikler(özellikle İngiltere) tarafından teklif edildi 4 .Studies, 1992, s. 17). "Rum Ortodoks" yerine "Rum" teriminin tercih edilmesinin asılnedeni, Sözleşmenin ikinci maddesinin a fıkrasında Ortodoks kelimesine yer verilmemişolması değil, Katolik veya Protestan Rumların (azınlık içinde çok az sayıda birazınlık oluşturan bu gruba, bu makalede yer verilmeyecektir) varlıklarına rağmen,"Rum" teriminin daima "Ortodoks Rum"la aynı anlamda kullanılagelmiş olmasıdır.Diğer yandan, Sözleşmenin ikinci maddesinin b fıkrası, Batı Trakyalı etabli'leti ifadeetmek için "Müslümanlar" terimini kullanmıştır çünkü mübadelenin yapıldığı dönemdedin kavramı etni kavramından çok daha önemlidir ve büyük olasılıkla Müttefiklerve Yunanistan Türklerle birlikte tüm Müslümanların Yunanistan'ı terk etmesinisağlamak için bu kullanımı istemişlerdir. Ayrıca Türkiye de, Batı Trakya'da Türklerlebirlikte diğer Müslümanların da kalması için bunu istemiştir. Buna rağmen bu makaledebazı nedenlerle, "Müslümanlar" terimi yerine "Müslüman-Türkler" kullanılacaktır.Bunun ilk nedeni, Türklerin Osmanlı İmparatorluğunun kurucu ve temelunsuru olmaları ve a fortiori, Millet Sisteminin tüm Müslümanları tek bir toplulukolarak kabul etmesiydi. Bunun doğal sonucu, özellikle Balkanlarda "Türkler" ile"Müslümanlar"ın aynı anlamda ve birbirleri yerine kullanılagelmesidir. (DöneminAvrupalıları tarafından yapılan çok sayıda haritada Osmanlı İmparatorluğu "Türkiye"adıyla gösterilmiştir. Fransızca se faire Turc (Türk olmak) deyişi, Müslüman olmayıifade eder. Bu yüzyılın başında Şili'ye göç eden Araplar ve Filistinliler hâlâ "Turkos"olarak adlandırılırlar). "Türkler" teriminin kullanılmasının ikinci ve daha önemli olannedeni, günümüzde yüz on bin küsur kişiden oluşan (yaklaşık yetmiş bin etnik Türk,otuz beş bin Pomak etnik kökenli Müslüman, ve beş bin Roman etnik kökenli Müslüman'ınbileşimi olan) bu azınlık, çok derin dinsel inanca sahip olmasına rağmen,özellikle 1980'lerden bu yana kendisini "Türk" olarak kabul etmekte ve Türkiye'yitam bir akraba devlet biçiminde görmektedir. Bu düşüncenin nedenleri otuz ikincidipnotta ele alınacaktır.3. Azınlıklar (ve Mübadele) Alt-Komisyonu Başkanı Montagna'nın 10 Ocak 1923'debelirttiğine göre. (Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler,Takım I, C. I, Kitap 1, Tutanak No. 20, <strong>Ankara</strong>, <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal BilgilerFakültesi Yayınları, 1969, s. 321.4. Egemenlik sorunlarının ve Boğazların görüşülmesinin ardından, Konferans 1 Aralık1922'de savaş esirlerinin değişimini görüşmek üzere toplandı. Ama, İngiliz DışişleriBakanı ve konferansın başkanı olan Lord Curzon, gündemde bulunmamasına rağ-156
Lord Curzon mübadelenin zorunlu olması gerektiğini düşünüyorduçünkü, mübadele zorunlu olmazsa anlaşmayı uygulamak aylarca sürerdi.Mübadele kapsamındaki Türkler bir an önce Trakya'da ekime başlamalıydı,Yunanistan durmadan gelmeye devam eden mültecilere yer bulmakzorundaydı; mübadeleye tâbî olan halkın geride bıraktığı mallar için tazminatödemek de böylece daha kolay olacaktı 5 .Bununla birlikte, bütün bunların ardındaki asıl neden, Müttefiklerin,azınlıklar sorununa radikal bir çözüm bulunursa "yeni dünya düzeni"nikurma sorunlarının önemli ölçüde azalacağını düşünmeleriydi.2) Mübadeleyi arzulayan ikinci taraf Yunanistan'dı çünkü herşeydenönce, bozguna uğrayan Yunan ordusuyla birlikte Türkiye'den kaçanKüçük Asyalı Rum mültecileri (o dönemde Yunanistan nüfusunun dörttebiri olan, bir milyon kadar insanı) yerleştireceği geniş alanlara ihtiyacıvardı.Mübadelenin zorunlu niteliğine gelince, Venizelos bunun gönüllü olmasıgerektiğini, ama zorunlu veya gönüllü, konuyu herhalükârda tartışmayahazır olduğunu açıkladı. Venizelos için asıl önemli olan, İstanbul'dakiRum nüfusu (gayri mübadil olarak belirlenen bölgedeki yüz onbin kişi sonuçta mübadele edilemez olarak kararlaştırıldı) zorunlu mübadeledışında tutmaktı. Çünkü diyordu Venizelos, Rum mültecilerinin sayısıöyle çok artacaktır ki, "Yunanistan ABD'den kendisine uyguladığı göçmenkotasında artış yapmasını talep etmek zorunda kalacaktır" 6 .Tabii, Venizelos'un bir başka ve büyük olasılıkla daha önemli bir nedenivardı: Yunan irredantizminin (Megali İdea, büyük ülkü) şampiyonuolarak, uzun zamandan beri Yunan kamuoyunu "İyonya" (Batı Türkiye)Yunan olacak ülküsüyle besliyordu. Şimdi İstanbul Rumlarının mübadelesiniYunan halkına hazmettirmek çok zor olacaktı çünkü bunun anlamıaçıkça Megali İdea'dan ve hatta İstanbul'dan ("İkinci Roma", KutsalFener Rum Ortodoks Patrikliğinin bulunduğu yer) vazgeçilmesiydi 7 . Damen,Milletler Cemiyetinin Mülteciler Yüksek Komiseri ünlü Dr. Nansen'in Türk veYunanlı nüfuslarının mübadelesi konusunda bir rapor okuyacağını açıkladı. Dr. Nansen'egöre Yakın Doğu'da ve hatta Avrupa'da barışın ve ekonomik istikrarın sağlanabilmesiiçin asıl önemli olan konu bu sorundu. Dr. Nansen, Başlıca Müttefik ve OrtakDevletlerin temsilcileri tarafından, barış antlaşmasını beklemeden acilen uygulanmaküzere azınlıkların mübadelesi konusunda bir antlaşma hazırlaması için İstanbul'adavet edilmişti. Ayrıca, Yunanistan hükümetinin resmî onayını alan Dr. Nansen, <strong>Ankara</strong>hükümetiyle de konu üzerinde az veya çok konuşmuştu. <strong>Ankara</strong> da Dr. Nansen'emübadele konusunda yapıcı bir tutuma sahip olduğunu en az dört kez bildirmişti.(Meray, op. cit., Tutanak No. 8, s. 115-16).5. Ibid, s. 123.6. idem.7. Konferansın sonraki aşamalarında Venizelos, zorunlu bir mübadele fikrini geri çekmeyeçalışıyor göründü ama bu tutumu gerçekçi değildi ve büyük olasılıkla sadecebir diplomatik hareketti. "Özel komite"deki (sonradan Azınlıklar Alt-Komisyonu157
hası, Patriklik kurumu büyük olasılıkla Yunanistan'daki Aynaroz'a taşınacaktıve bu da kaçınılmaz olarak, iki rakip kurum (bağımsız YunanistanKilisesi ile Ekümenik ve Primus inter Pares olan Patriklik) arasındakisürtüşmeyi müthiş artıracaktı.Yunanistan'ın tam Türk sınırında bulunan, önemli sayıdaki Türkünmübadele dışı tutulmasını kabul etmesine gelince, bu da Patrikhane'ninve İstanbul Rumlarının çok önemli olan yerlerinde kalması için Venizelos'unödemek zorunda kaldığı bir fiyattı.3) Mübadeleyi isteyen, hatta çok isteyen 8 , üçüncü taraf da Türkiye'ydi.Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa, bir mübadele olursa bunun İstanbulve İzmir dahil olmak üzere tüm Türkiye'deki Rumları kapsamasınıistiyordu 9 . İsmet Paşa, Batı Trakyalı Müslüman-Türklerin mübadele dışıbırakılmasını da ileri sürdü.İsmet Paşa'nin tüm Rumların gitmesi gerektiği yolundaki düşüncesiningerisinde yatan nedenler çeşitliydi: Bir kere, Hıristiyan azınlıklar Osmanlılarıniçişlerine karışmak için Büyük Devletler tarafından kullanılandaima 1 numaralı neden olmuşlardı. İkinci olarak, yapılacak barış antlaşmasında"Azınlıkların Korunması" başlıklı bir bölüm de bulunacaktı vebu açıdan, (en önemli gayri Müslim azınlık olan) Rumlardan mümkün olduğuncakurtulmak bu "pozitif haklar"ın olası müdahale etkisini en azaindirecekti. Üçüncü olarak, Rum azınlığın ve Patrikhane'nin işgalciYunan ordusuyla işbirliğine ilişkin anılar henüz çok tazeydi ve Kemalistler,şimdi ortam uygunken, Yunan irredantizminin hâlâ sürdürülebileceğiumutlarını kesin biçimde yok etmeye kararlıydılar.Diğer taraftan, tam ve zorunlu bir mübadele için Türk isteğinin arkasındayatan dile getirilmemiş bir neden vardı: O dönemde Doğu Avrupave Balkanların tüm devletleri (özellikle yeni devletleri) gibi Türkiye deA'dan Z'ye bir ulus inşası sürecine girmeye hazırdı ve bu girişimindegayri Müslim azınlıkları ciddi bir engel olarak değerlendiriyordu.İsmet Paşa'nın Batı Trakyalı Müslüman-Türkleri mübadele dışı tutmakisteyişinin nedenine gelince, Türk heyeti bunu şöyle ifade etti: Millidaha sonra da Mübadele) Türk delegesi olan Dr. Rıza Nur, 1928'de yazdığı ve1960'da açıklanmak üzere elyazması halinde British Museum'a teslim ettiği anılarında,o sırada Yunanistan hükümetinin mübadeleye karşı çıkma olasılığından bahseder(Lausanne Konferansı sırasında Venizelos hükümet üyesi değildi). Bkz. Rıza Nur,Hayat ve Hatıratım, C. III, İstanbul, Altındağ Yayınevi, 1967, s. 1113.8. Müttefiklerin zorunlu mübadele önerisi Dr. Rıza Nur için çok hoş bir sürpriz olmuştu.Anılarında şöyle yazar: "Hayrette kaldım. Bu mübadele benim Türkçülük noktasındanesas emelim idi; fakat böyle tarihte görülmemiş bir şeyi nasıl teklif edeceğimdiye ötedenberi düşünüp duruyordum. Şimdi kendi kendine ortaya geldi. Yani göktendüşmüş minkudret oldu". Rıza Nur, C. III, s. 1040.9. Meray, op. cit., s. 121.158
Misakımızın 10 üçüncü maddesi, Türklerin çoğunlukta olduğu bu bölgedeplebisit yapılmasını öngörür. Buranın kaderi henüz belirlenmemiştir.Diğer taraftan Türkiye, bu rasyonel nedenin yanısıra, İstanbullu RumlarınMübadele dışı tutulmaları artık kaçınılmaz olduğuna göre, kendi sınırınabitişik bu Yunan bölgesinde İstanbullu Rumlarla bir "simetri" oluşturulmasınıister görünüyordu".Mübadelenin Hukuksal/Sosyo-Politik Yönleri ve SonuçlarıSözleşme on dokuz maddeden ve bir protokolden oluşmaktaydı.Ama, sözü edilecek önemli iki ana maddesi vardı:1) Birinci maddeyle Sözleşme, kuralı zorunlu mübadele olarak koyuyorve kesin olarak gidecekleri tanımlıyordu: Türkiye'den Rum Ortodoks12 dinine mensup Türk uyruklarıyla, Yunanistan'dan İslam dininemensup Yunan uyrukları.Bu maddenin sonucu olarak üç yüz elli beş bin altı yüz otuz beşMüslüman Yunanistan'ı ve yüz seksen dokuz bin dokuz yüz on altı RumOrtodoks Türkiye'yi terk etti 13 . Yukarıda belirtildiği gibi, Yunanistan birmilyonu aşkın mülteciye ev sahipliği yapmak zorundaydı çünkü Ağustos1922'de Yunan ordularının yenilgisiyle ("Mikrasiatiki Katastrofi") Türkiye'denkaçan bir milyon civarında mülteciyi 14 kabul etmek zorunda kalmıştı15 .2) İkinci maddeyle Sözleşme, istisnayı belirliyor ve kalmalarına izinverilecek olanları ("etabli") tanımlıyordu: Türkiye'de 30 Ekim 1918'denönce İstanbul Belediyesi sınırları içinde yerleşmiş olan İstanbul Rumları16 , Yunanistan'da da Batı Trakya Müslüman nüfusu.10. Meclisi Mebusan tarafından 28 Ocak 1920'de kabul edilen bir bildiri olan MisakıMilli, adil ve kalıcı bir barış için minimum talepleri içeren bir belgeydi. Kemalistlercebu belge, ulaşılması gereken kutsal hedef olarak kabul edildi.11. Batı Trakyalı Türklerin mübadele dışı tutulmasını görüşmelerin hemen başında LordCurzon önerdiğinden, İsmet Paşa kârlı çıkmış oldu. Bkz. Meray, op. cit., s. 124.12. Bu nedenle, Mübadele Katolik veya Protestan Rumları kapsamıyordu. Türk heyeti"Türk vatandaşı Rumlar" ifadesini önermişti çünkü "Türkiye'de Yunan irredantizminiortadan kaldırmak" istiyordu. (16 Ocak 1923 öğleden sonraki oturum, Meray, op.cit.. Seri I, C. I, Kitap 2, Tutanak No. 4, s. 312).13. C. A. Macartney, National States and National Minorities, London, Oxford UniversityPress, 1934, s. 446.14. Şimşir kaçanların sayısının yarım milyondan az olduğunu ve bunlardan yüz elli binkadarını da 1919 sonrasında Yunanistan'dan veya Rusya'dan Anadolu'ya göç edenlerinoluşturduğunu söylemektedir. (Bilal N. Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, 1921-22,İkinci basım, <strong>Ankara</strong>, Bilgi Yayınlan, 1989, s. 381.)15. Üçüncü maddeye göre, mübadele konusu olan bölgelerden 18 Ekim 1912'den sonragöç edenler, birinci maddenin kapsamında kabul edileceklerdi.16. Bununla birlikte, birinci maddenin tersine, sadece Ortodoks Rumlar değil, İstanbul'dakitüm Rumlar mübadele dışı yani etabli olarak ilan edilmişlerdi. Bunların birkısmı Yunan uyruğu idi.159
İkinci maddenin sonucunda yaklaşık yüz otuz bin Müslüman-TürkBatı Trakya'da ve yaklaşık aynı sayıda Rum da İstanbul'da kaldı.Altı ay sonra, Lausanne Barış Antlaşmasının on dördüncü maddesininikinci paragrafı, Çanakkale Boğazının ağzındaki iki adayı güvenliknedeniyle Türkiye'ye verirken, Gökçeada (İmroz; Yunanca İmbroz) veBozcaada (Yunanca Tenedos) adalarının esas itibariyle Rum olan nüfuslarınımübadele dışında bıraktı. 1920'de iki adada yaklaşık dokuz binRum yaşamaktaydı 17 .Birinci madde göçmenler yarattı. Bu insanlardan, taşıyabileceklerieşyaları alıp yaşadıkları yerleri terk etmeleri istendi. Geride bıraktıklarımülklerinin eş değerini, gittikleri akraba devletlerinde alacaklardı.Bu göçmenler pek çok nedenden dolayı acı çektiler: Önceden düşünülemeyenpek çok sorun, Sözleşmenin uygulanması sırasında ortayaçıktı ve sekiz yıl sonraya kadar çözülemedi. Bu insanlar vatanlarındakomşularına ve anılarına kadar arkalarındaki herşeyi terk etmek zorundakaldılar. Bazıları yeni ülkelerinde konuşulan dili bile anlamıyorlardı 18 .Uzun zaman iki taraf da yeni vatandaşları tarafından yabancı gibi algıladılar19 .Diğer yandan, böyle kökten bir değişimin kaçınılmaz olarak yarattığısayısız sorunlar, 10.6.1930 <strong>Ankara</strong> Antlaşması mübadillerin özel ve kişilikhaklarıyla ilgili sorunlarını çözünceye kadar Türk-Yunan ilişkilerinizehirledi ve bu ilişkiler ancak bu tarihten sonra normale ve hatta dostçabir ilişkiye döndü.İkinci madde ulusal azınlıklar yarattı. Kalmasına izin verilen bu insanlara,barış antlaşması yapıldığında "Azınlıkların Korunması" kısmındaformüle edilmiş olan azınlık hakları verilmişti: Gayri Müslim Rumlar içinotuz yedinci maddeden kırk dördüncü maddeye kadar (temel olarak 1919Polonya Azınlıklar Anlaşmasındaki hakların benzeri) ve Müslüman-17. Alexis Alexandris, "Imbros and Tenedos: A Study in Turkish Attitudes Toward TwoEthnic Greek Island Communities Since 1923", Journal of the Hellenic Diaspora,Vol. VII, No. 1, Spring 1990, s. 27.18. Sadece Türkçe konuşan Karamanlı Ortodokslar ve sadece Yunanca konuşan bazı Egeadaları Müslümanları (özellikle Giritliler) gibi.19. Yunanistan'a gitmek için Türkiye'yi terk eden özellikle İzmir ve İstanbul'dan pekçok Rum Ortodoks, Yunanistan'daki Yunanlılardan daha yüksek bir toplumsal sınıfamensuptular. Bu nedenle, otokton Yunanlılar bu olayı kıskançlıkla karşıladılar veyeni gelenleri Turko Sporos (Türk dölleri) diye küçümsediler. Diğer yandan, onlar dakendilerini otokton Yunanlılardan ayırdılar, izmirli Rumlar Nea Smirni'yi ve Panionionspor kulübünü kurdular. İstanbullu Rumlar Faliron'a yerleştiler (hâlâ burada yaşıyorlar)ve AEK (Athletiki Enosis Konstantinopol) spor klübünü desteklediler (hâlâdestekliyorlar). Bir diğer yandan, Türkiye'ye gitmek için Yunanistan'ı terk eden çoksayıdaki Müslüman'ın alışkanlıkları, muhafazakar Anadolulu Türklerden daha liberaldi.Yerliler onları "yarı gavur" olarak adlandırdılar, muhacir olarak küçümsedilerve iki grup arasında uzun süre karma evlilik görülmedi.160
Türkler için karşılıklılık yaratan kırk beşinci madde (Türkiye'nin gayriMüslim azınlıklarına tanınan hakları Yunanistan kendi Müslüman azınlığıiçin de tanıyacaktır) 20 .Ama bu hakların çoğu ileride ayrıntılarıyla anlatılacağı gibi, kağıtüzerinde kaldı. Sonuç olarak, kalmalarına izin verilenlerin tecrübeleri, ayrılmalarıgerekenlerinkinden daha zor oldu.Birinci maddeyle terk etmesi gerekenler çok acı çekmelerine rağmen,onların sorunları az çok bir kuşağa özgü oldu. 1923 göçmenleri yeniülkelerine uyum sağladıkça bu sorunlar tamamen yok edilemese deönemli bir oranda azaldı. Ama, kalmasına izin verilenlerin tecrübeleribazı nedenlerden dolayı son tahlilde daha zor oldu:Birincisi, aradan yetmiş küsur yıl geçtiği halde bu insanlar akraba ülkelerindehiçbir zaman benimsenmediler ve daima bir köşede, bazen tacizgörerek yaşadılar.İkincisi, bu iki taraflı olumsuz davranış biçimi geçen zaman içindehiç azalmadı. Tam aksine, iki etabli topluluğun yaşamları, 1960'lardansonra bir başka insanî unsur konusu (Kıbrıs sorunu) Türk-Yunan ilişkilerinizehirlemeye başladığında daha da zorlaştı.Üçüncü ve bu makalenin konusu açısından daha önemli olanı, ikincimaddeyle yaratılan bu iki etabli topluluk yarım asırlık bir arayla birincimaddeyle terk etmeye zorlananların kaderini paylaşmaya zorlandılar:Kendi akraba devletlerine göç etmek zorunda kaldılar. Bazıları mülteci veuyruksuz durumuna düştüler.Gerçeği söylemek gerekirse, kentli olduğu için son derece düşüknüfus artış oranına sahip İstanbul'daki Rum azınlık, yüz on bin civarındangünümüzde iki bin beş yüz civarına ve iki adadaki Rum nüfus da20. Rum azınlığın hakları Lausanne sisteminde (Barış Antlaşmasının yukarıda belirtilenmaddeleri, Mübadele Sözleşmesi ve bir de 10.6.1930 antlaşması) getirilenlerden ibaretolduğu halde, Batı Trakyalıların azınlık hakları iki ayrı belgede daha dile getirilmiştir:1) Atina Antlaşması ve 3 numaralı protokolü (14 Kasım 1913). İkinci BalkanSavaşının sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan arasında yapılan bu ikiliantlaşmayla Yunanistan'daki Müslümanların haklan koruma altına alınmıştır. (Bkz.Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, güncelleştirilmişikinci baskı, <strong>Ankara</strong>, Bilgi, 1991, s. 62-64. Antlaşma metni için bkz. Nihat Erim,Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, <strong>Ankara</strong>, TTK, 1953, s. 477-88);ve 2) Yunanistan'daki Azınlıkların Korunmasına İlişkin Antlaşma (Sevres, 10 Ağustos1920). Bu çok taraflı antlaşma, Yunanistan ile Başlıca Müttefik ve Ortak Devletlerarasında yapılmıştır. (Bkz. Oran, op. cit., s. 72-75. Antlaşmanın metni için bkz.British Foreign and State Papers, Vol. 113, s. 471). Buna rağmen, Yunanistan çeşitlidiplomatik yazılarla, bu iki antlaşmanın geçerliliğini tanımadığını Türkiye'yebildirmiştir. (Bu antlaşmaların geçerliliğinin hukuksal bir değerlendirmesi ve Yunanistan'ınbu tavrının olası nedenlerine ilişkin politik bir analiz için bkz. Oran, op.cit., s. 101-112).161
yaklaşık beş yüze gerileyerek, uygulamada kurutuldu 21 . Kırsal nitelikli olduğundançok yüksek bir nüfus artış oranına sahip olan Yunanistan'dakiMüslüman-Türk azınlığın 1923'te yüz yirmi bin küsur olan nüfusu ise artacağınaazaldı. Çünkü o tarihten beri üç yüz bin ilâ dört yüz bin arasındabir Müslüman-Türk nüfus Yunanistan'ı terk etti 22 .Bu bakımdan, kalmalarına izin verilenlerin öyküsü, gidenlerin öyküsüneoranla bize daha çok şey öğretir. Bunu göstermek için her iki azınlığındurumuna, sözü edilen uluslararası belgelerin verdiği haklar bağlamındave Türk-Yunan ilişkileri kapsamında göz atmaya çalışacağım 23 .II) İki Azınlık ve Türk-Yunan İlişkileriHer iki azınlığın durumunun tarihsel süreçte karşılıklı ilişkileri birşekilde etkilediği bir gerçektir. Ama, Sözleşmenin uygulanmaya başlamasıylaiki ülke arasındaki ilişkiler, bu iki azınlığın yaşamlarını mukayesekabul etmeyecek kadar daha fazla etkilemiştir.Bu konu üç ana dönemde incelenebilir.1) İlk İhlaller: Stratejik bölgelerden etabli boşaltılması (1923-30)Sözleşme'nin uygulanmaya başlamasıyla ihlaller de başladı. İlk olarak,iki taraf da stratejik bölgelerde bir çoğunluk oluşturan etabli'lerdenkurtulmaya çalıştı.Yunanistan'da sınırdaki Evros ilindeki Müslüman-Türkler boşaltıldıve 1922'de Batı Trakya'da çoğunluğu oluşturan Müslüman-Türkler (tümBatı Trakya'da yüz yirmi dokuz bin yüz yirmi Türk'e karşılık, otuz üçbin dokuz yüz on Yunanlı vardı ve bu bölgedeki toprakların %84'ü Türklereaitti 24 ) kendi topraklarında sayısal bir azınlığa dönüştüler. Çünkü,1922 Sonbaharında Meriç nehrini geçerek Doğu Trakya'dan gelen Rum21. Helsinki Watch [Lois Whitman], Denying Human Rights and Ethnic Identity -The Greeks of Turkey, USA, March 1992, s. 29.22. Helsinki Watch'ın Ağustos 1990 tarihli bir raporunda, %2'lik nüfus artışı oranıylabile (bu oran çok düşük verilmiştir) Batı Trakya Müslüman-Türk azınlığının sayısınıngünümüzde beş yüz bin civarında olması gerektiği hesaplanmıştır. (Helsinki Watch[Lois Whitman], Destroying Ethnic Ideııtity - The Turks of Greece, USA, October1990, s. 2.23. Batı Trakya Müslüman-Türkleri uzmanı olarak önce onların açısından sorunlara bakacağımve sonra da Türkiye'deki Rum azınlık üzerine tartışmasız uzman olanAlexis Alexandris'in daha önce değindiğim kitabı ve makalesinde yazdığı biçimdemadalyonun diğer yüzünden sorunların görünümünü özetlemeye çalışacağım. Türkiye'dekiRumların durumu, Alexandris'in çalışmalarından (bkz. ikinci ve on yedincidipnotlar) ve ayrıca ABD'nin yayımladığı yıllık insan hakları raporlarının Türkiyebölümünden takip edilebilir. Yunanistan'daki Türklerin durumu ise, benim kitabımdan(yirminci dipnot), Helsinki İzleme raporlarının Yunanistan'daki Türklere ilişkinolanlarından (yirmi ikinci dipnot) ve de ABD'nin yayımladığı yıllık insan haklan raporlarınınYunanistan bölümünden takip edilebilir.24. 23 Kasım 1922, Meray. op. cit., Seri I, C. I, Kitap 1, Tutanak No. 3, s. 41, 42, 54, 61.162
mülteciler serbestçe Batı Trakyalı etabli'lerin mülklerine ve sürülerine elkoydular ve güvenlik güçleri onları durdurmadı. Sonunda, Türkler herşeyibırakmak ve Türkiye'ye sığınmak zorunda kaldılar 25 . Bir yıl sonra(1924) Batı Trakya'daki Yunanlıların sayısı yüz seksen dokuz binibuldu 26 .Aynı zamanda, 1913 Atina Antlaşması (yirminci dipnota bakınız)gereğince Türk toplumunun Müftü ve Başmüftü seçimleri için 1920'debir yasa yapıldı (yasa 2345/1920) ama hiç uygulanmadı ve Türk toplumukendi dinî liderlerini seçemedi.Türkiye'de Çanakkale Boğazı ağzı yakınındaki iki adanın sakinleriiçin özel bir kendi kendini yönetme ayrıcalığı içeren yerel yönetim kurulmasınıöngören Barış Antlaşmasının on dördüncü maddesi de hiçbirzaman uygulanmadı. Hatta, 1927'de 1151 sayılı yasayla bu insanlarınkendi ana dillerinde eğitim yapma hakları da reddedildi 27 .2) Yakınlaşma Dönemi (1930-54):Etabli sorunu ve diğer ikili sorunlar 1930'da çözüldü. Ortak korkularında yardımıyla (önce 1930'larda Mussolini'nin "Mare Nostrum" politikasıve daha sonra da Stalin'in 40'larda ve 50'lerin başında izlediği politika)Türkiye ile Yunanistan dostça ilişkiler kurdular.Bu dostluk atmosferi aynı zamanda iki etabli toplumuna da yansıdıve sorunları yatıştırdı. 1951'de imzalanan bir "Kültür Anlaşması", azınlıkokulları için öğretmen değişimini mümkün kıldı ve "yanlış bilgilerin"ders kitaplarından ayıklanmasına karar verildi.Yunanistan'da ilk defa 1954'te azınlık okulları resmen "Müslüman"yerine "Türk" adıyla anıldı ("Papagos Yasası", 3065/1954).25. Alexandris, The Greek..., s. 120-121. Bu gerçek, Konferans'ta Venizelos tarafındanitiraf edilmişti (Bkz. 1 Aralık 1922, Meray, op. cit., Tutanak No. 8, S. 122). YunanlıTarım Bakanı Anastas Bakkalbaşı 1950'de yeniden seçilebilmek için bastırdığı broşürünikinci sayfasında yaklaşık altmış bin Rum mültecinin, TUrkelere ait olan evlerdentahliyesine ilişkin bir emri iptal etmişti (Bkz. Trakya [O. N. Fettahoğlu tarafından Iskeçe'de1932'den 1964'e kadar yayımlanan Türkçe gazete], 24 Mayıs 1954).26. Dimitri Rentzopoulos, The Balkan Exchange of Minorities and its Impact UponGrecee, Paris, La Hague, Mouton et Co., 1964, s. 136 içinde, A. A. Pallis, RacialMigrations in the Balkans, s. 327.27. Burada, 1926'da Rum Ortodoks Partikhanesi'ne, barış antlaşmasının kırk ikinci maddesininilk paragrafının (kişisel ve aile statüsü) verdiği haklardan feragat etmesi içinuygulanan baskılardan söz etmiyorum. Çünkü bu sadece Rumları değil, tüm gayriMüslim azınlıkları ilgilendiriyordu ama bu da Rumların durumlarına ilişkin olarakanılmalıdır. (O tarihte, İsviçre Medeni Kanunu Türkiye'ye uyarlandı ve resmî nikahzorunlu oldu. Gayri Müslim azınlıklara da buna uygun biçimde önce resmî nikahınve ardından isteniyorsa dinsel törenin yapılması yolunda telkinlerde bulunuldu. Yahudilerve Ermeniler bunu hemen kabul ettiler ama Rumlar daha sonra "ikna edildiler."Bkz. Alexandris, The Greek..., s. 136 ve sonrası).163
Önemli bir bölümü İstanbul'da doğmuş olup 1922'de Türkiye'denayrılmış olan Yunanistan uyruklarının 28 30.10.1930 antlaşmasıyla Türkiye'denoturma ve çalışma izni alarak Türkiye'ye yerleşmeleriyle, Türkiye'deRum azınlığın "altın çağı" başladı. İki ülke Balkanlarda en iyi ortaklarhaline geldi. 50'lerde iki adada Yunanca eğitim yeniden başlatıldı.Amerikan etkisiyle ikili ilişkiler gelişti ve bu da Partikhane'nin yenidencanlanmasını sağladı.Diğer yandan, her iki eîabli toplumu açısından, sorunlar özüne dokunulmadanolduğu gibi bırakıldı.Yunanistan'da 1953'te "Bulgaristan'dan gelebilecek komünist sızmalarakarşı" bir "Yasak Bölge" ilan edildi. Kuzeydeki bu dağlık alanlardayaşayan Pomak kökenlileri güneydeki Türk kökenlilerden ayırmak içinBatı Trakya'nın 1/8'i batıdan doğuya doğru, "Askerî Münhasır Bölge"yleçevrildi (bu durum hukuken hâlâ devam etmektedir). Bugün hâlâ devameden arazi sorunları, yukarıda sözü edilen Trakya gazetesinin koleksiyonlarındaMayıs 1952'de başladı.Türkiye'de o sırada laik Türk milliyetçiliğinin en parlak dönemi yaşanıyorduve bu durum, Rum toplumu üzerine özellikle, Karamanlı birRum Ortodoks din adamı olan Papa Eftim'in Türk Ortodoks hareketi biçimindeyansıdı. Dünya kiliselerince tanınması reddedilen bu hareket, Türkiye'dekien önemli Rum kurumu olan Patrikhane'yi baskı altına aldı 29 .28. O dönemde Türkiye'de bazı sektörlerde uzman zanaatkârlar bakımından işgücü açığıvardı çünkü ülkeden ayrılan gayri Müslimler bir boşluk bırakmışlardı. Yunanistan'daise tam tersine fazla nüfus ve işsizlik vardı. 30.10.1930'da imzalanan üç anlaşmadanbiri, iki ülke arasında serbest dolaşıma imkan tanıyordu. Böylece, işsiz Yunanlılarbaşta İstanbul olmak üzere, Türkiye'ye geldiler ve yerleştiler. Sayıları bilinmemeklebirlikte, Robert Skinner'ın Atina'dan ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği özel birraporda (25 Ekim 1930, 767.68/684), Venizelos'un 1930'da antlaşmaları imzalamakiçin <strong>Ankara</strong>'ya geldiğinde çok acil "yeni iş alanlarına" ihtiyaç duyduğu belirtilmiştir.Bkz. Records of the Department of State Relating to the Political Relations ofTurkey, Greece and the Balkan States, 1930-39, mikrofilm No. MT1245. (Dr.Ayhan Aktar'a bu belge için teşekkür ederim). Diğer yandan, 30.10.1930 antlaşmasınınYunan uyruklular için getirdiği geniş olanaklar, sayılarının çok fazla olmadığı anlaşılanYunanistan'dan gelenlerden çok, 1923'te etabli sayılmış Yunan uyruklu istanbulluRumlar için önemli olmuş, onlara bir statü sağlamıştır.29. Bu hareket Türk hükümeti tarafından ne yaratıldı ne de desteklendi ama çok fazlahoşgörü gördü. Bkz. Alexandris, The Greek..., s. 149 ve sonrası. Bu makalede "Vatandaş,Türkçe konuş" kampanyalarından, 1930'larda ticaretin Türkleştirilmesindenve 1942 Varlık Vergisinden bahsedilmemesinin nedeni bu uygulamaların sadeceRum azınlığa değil, tüm gayri Müslim azınlıklara yönelik milliyetçi hareketler olmasıdır.Örneğin, Kemalist ekonomik milliyetçiliğin kötü ünlü Varlık Vergisi, ülke ekonomisiüzerinde gayri Müslimlerin kurduğu yarı-tekeli kırmak için kullanıldı. Savaşdöneminin sefalet ortamında bu olağanüstü vergiye çok ihtiyaç duyulduğu da bir gerçekti;ama sonuçta, dönemin pro-faşist atmosferinde, gayri Müslim azınlıklara karşıayrımcı bir uygulama yaşandı. Bu olayın Rum azınlığın başlıca şikayetlerinden birinioluşturması doğaldır.164
3) Dönüşü Olmayan Nokta: Kıbrıs Karmaşasının Başlaması(1955 sonrası)Müslüman-Türk Azınlığın Şikayetleri:1954'te Yunanistan Kıbrıs sorununu 30 Birleşmiş Milletlere taşıdı vebundan sonra iki toplum için de felaket dönemi başladı. 6-7 Eylül 1955'teKıbrıs sorununu protesto eden sokak gösterileri kısa sürede İzmir ve özellikleİstanbul'daki Rum mülklerini tahrip eden ve can da alan bir vandalizmedönüştü 31 .1963 Noelinde Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs Rumlarınca katledilmesi de1964'te İstanbul Rum toplumu için felakete dönüşen diğer bir Türk tepkisineyol açtı: Bu olaylara tepki olarak Yunanistan'a karşı misilleme arayışındaolan Türk hükümeti, 30.10.1930 antlaşmasını feshederek Türkiye'dekion üç bin Yunanistan vatandaşının oturma ve çalışma izinleriniiptal etti. Bu Yunanlılara sadece 1930 antlaşmasının sonucunda gelenlerdeğil, doğal olarak, Yunan vatandaşı İstanbullu Rumlar da dahildi. Yaygınbiçimde Yunanistan vatandaşlarıyla evlendiklerinden ve Kıbrıs sorunuda ortadan kalkacak gibi görünmediğinden, zamanla bunlarla birlikteRumların çekirdek kısmı da gitti. İstanbul'un tarihî Rum toplumu neredeysetamamen yok oldu. Ayrıca, iki adada Yunanca eğitim 1964'te yenidenyasaklandı ve 1965'te pek çok Rum mülkü, açık hava hapishanesiinşa etmek için istimlak edildi. Bunun sonucunda adalardaki Rum azınlıkda Yunanistan'a gitti.1964 olayı sadece Rumlar için bir felaket başlangıcı değildi; çünküiki azınlık aynı paranın iki yüzü gibiydi ve Yunanistan'a karşı mütekabiliyetkalmadığından Batı Trakya Müslüman-Türklerinin durumu da çokzorlaştı. 1967 Albaylar Cuntasının Atina'da iktidarı ele geçirmesiyle herşeydaha da kötüleşti.Eğitim: Azınlık okullarının yönetim kurullarının seçilmesine izinverilmedi. İçinde "Türk" kelimesi geçen tüm işaretler ve başlıklar yasaklandı."Papagos Yasası" (1109/1972) iptal edildi ve Türk okullarına yeniden"Müslüman" okulları denmeye başlandı. 695/1977 sayılı yasayla,1966'da Pomak kökenli gençleri öğretmen olarak eğitmek için kurulanSelanik Özel Pedagoji Akademisi mezunları bu okullara öncelikli olarak30. Nüfusunun 1/5'i Türk, 4/5'i Rum olan Kıbrıs adası Büyük Britanya'ya bağlandıktansonra Yunanistan ve Kıbrıs Rumları Enosis (Yunanistan'la birleşme) istemeye başladılar.31. Diğer gayri Müslim azınlıklara zarar veren bu üzücü olay ilk başta, Londra Konferansısürerken halkın desteğine sahip olduğunu ispat etmek için hükümet tarafından organizeedilmiştir. Fakat, lümpenlerin katılımıyla ve polisin hoşgörüsüyle tam bir çapulculuğadönüşmüştür. Devrin Başbakanı Menderes, 1960 hükümet darbesindensonra yargılanmış ve Türkler, herşeyi başlatan Selanik'teki Atatürk evinin bombalanmasıolayının aslında bir tertip olduğunu öğrenebilmiştir.165
tayin edildiler ve bu özellikle Pomak 32 öğrencilerin uzun süreli okul boykotlarınayol açtı. 1984'ten itibaren lise öğrencilerinin Türkçe dersleri dedahil sınavlarını Yunanca vermeleri zorunluluğu getirildi ve bunun sonucunda1985'ten sonra Gümülcine Lisesi mezun vermemeye başladı. Diğeryandan, 1968 Kültür Prokolüne göre Türkiye'den gelmesi gereken öğretmenve kitapların Yunanistan'a girmesine izin verilmedi.Sonuçta, İstanbul'daki benzerlerinin aksine Amerikan, İngiliz,Alman okullarına gitme şansları olmayan Batı Trakyalı gençler orta vedaha yüksek dereceli eğitim için Türkiye'ye gitmeye çalıştılar. Bunlarınbüyük çoğunluğu geri dönmediler çünkü Türkiye'den alınan diplomalarındenkliğini Yunan makamları tanımıyorlardı.Toplumsal Örgütlenme: 2345/1920 sayılı yasaya göre, toplumundinî liderleri (Müftüler) Müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Bu yasahiçbir zaman uygulanmadığı gibi, Aralık 1990'daki bir kararnameyle (No.182) iptal edilerek, müftü atama yetkisi Milli Eğitim ve Din İşleri Bakanlığınaverildi. Toplum bu müftüyü "Hıristiyanların Müftüsü" olarak adlandırmaktave bu durumu dinsel özgürlüğe ağır bir darbe biçiminde algılamaktadır.Yunanistan'da devlet Ortodoks din adamlarının seçilmesisürecine müdahale etmemektedir. Diğer yandan, toplumun ekonomik vetoplumsal omurgasını oluşturan Müslüman vakıfları, Ocak 1991'de çıkarılanCumhurbaşkanlığı kararnamesi gereği bölgesel idarecilerin sıkı kontrolüaltına girmiştir.32. Batı Trakya'daki Pomaklar "Türklerden daha Türk" ve "Romanlar Pomaklardan dahaTürk" diye bilinir. Bu sübjektif kimliğin çok sayıda nedeni vardır: 1) Yunan yönetimiPomaklan "Büyük İskender'in zorla Islamlaştırılmış torunları" diye anar. Bu dindartoplumda bu durum büyük bir tepkiye yol açmaktadır. 2) Pomaklar yaşamlarını güçlüklesağlayan dağ insanlarıdır, insanlar bu tür zorluklarla mücadele ederken sürekliolarak ideolojik bombardımanla karşılaşırlarsa bu ideolojiye ters etkiler ortaya çıkabilir.Yunanistan hükümeti onlara kendileri için kullanmadıkları isimlerle hitap edince,bu "ideolojinin olumsuz işlevi" devreye girmekte ve aynı hükümete karşı tepkiyaratmaktadır. 3) Hükümet daha az kötü olanı seçip ısrarla "Türk" yerine "Müslüman"terimini kullandığında, azınlığı üç parçaya bölmek yerine, istemeyerek de olsabirleştirmektedir. 4) "Onlar/diğerleri" kavramı başka bir din tarafından temsil edildiğindedin ulusal kimliği daima desteklediğinden, Yunanistan'da İslam Türklüğün belkemiğidir.5) Daha önce yukarıda bahsettiğim gibi (bkz. ikinci dipnot) Balkanlarda"Türk" "Müslüman"la aynı anlamdadır. 6) Pek çok nedenden dolayı Türk olmak,Pomak olmaktan (a fortiori, Roman olmaktan) daha prestijlidir: Türkler Osmanlı İmparatorluğununvarisidir, azınlığın en zengin unsurudurlar, Batı Trakya azınlığınınçoğunluğunu (yüz on binde yetmiş bin) oluştururlar, akraba devletleri vardır, diğeriki unsurun yoktur. Ve dahası, Türkiye aktif biçimde Batı Trakya azınlığının sorunlarıylailgilenen tek ülkedir. 7) Azınlık Yunan çoğunlukla kıyaslanamayacak kadar fakirdir.Burada üç önemli özellik yanyanadır: Müslüman (dinsel özellik), Türk (etnikulusal özellik) ve yoksul (sınıfsal özellik). Bilindiği gibi, bir özelliklerden herhangiikisi yanyana geldiğinde çok patlayıcı bir durum oluşturmaktadır.Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, Pomak kökenli azınlık konusundaki Yunanresmî politikası 1990'ların sonunda radikal biçimde değişmiştir. Yunan yetkililer buazınlık mensuplarına artık "Siz Pomaksınız" propagandası yapmakta, Pomakca sözlükve gramer yayınlamaktadır. Bu değişiklik, dağlık bölgeye yapılan yoğun yatırımlarlabirlikte götürülmektedir.166
Sivil toplumun örgütsel yapısı açısından tarihleri 1927, 1929 ve1936'ya kadar geriye giden üç azınlık derneği, başlıklarındaki "Türk" kelimesininTürkiye vatandaşlığını ifade ettiği ve bunun Yunan Müslümanlarınıtarif etmek için kullanımının kamu düzenini tehlikeye sokacağı gerekçesiyle,Kasım 1987'de kapatılmıştır. Gümülcine'de özelliklekuzeydeki "Yasak Bölge"den gelen Pomakların katılımıyla bu uygulamayıkınayan büyük bir gösteri düzenlenmiştir.Temel Haklar ve Özgürlükler: Eskiden sadece polis baskısı varken,azınlık içinde Türklük bilincinin artmasına paralel olarak yetkili makamlarda baskıyı arttırdı ve can ile mala yönelik kitlesel saldırılar görülmeyebaşlandı. 29 Ocak 1990'da yerel bir radyodan yayınlanan yanlış birhaber sonucu bazı gruplar Müslüman-Türklerin işyerlerini tahrip ettilerve aralarında müftü vekili ile bir milletvekilinin de bulunduğu elli kişiyiyaraladılar. Polis olaylara müdahale etmedi. Ağustos 1991 ve Temmuz1998'de benzer saldırılar meydana geldi ve yine etkin bir polis müdahalesiolmadı.Dava açma hakkı, seçme ve seçilme özürlüğü ve adil yargılanmahakkı ortadan kalktı. Eski bir milletvekili olan (ve şüpheli bir trafik kazasındaölen) Sadık Ahmet "Batı Trakya'da Yaşayan Müslüman Türk AzınlığınŞikayetleri ve İstekleri" başlıklı bir metin hazırlayıp on üç bin imzatopladığı için otuz ay hapse ve yüz bin Drahmi para cezasına çarptırıldı.(Buna ilaveten, Sadık Ahmet ve eski bir milletvekili olan İbrahim Şerifon sekizer ay hapis ve üçer yıl siyasal haklardan mahrumiyet cezası aldılar).Bu cezalara neden olan suçlamalar, kampanyalarında "Türk" kelimesikullanarak vatandaşları açıkça veya dolaylı yollardan şiddete yöneltmekya da toplumsal barış zararına halk arasında ayrımcılığı kışkırtmaktı.Mahkeme salonunda traji-komik sahneler yaşandı. Yargıç Komünist PartisindenHıristiyan bir tanığa "Politik propaganda yapıyorsunuz" diye bağırdı.Savcı da Sadık Ahmet'e dönerek "Bak dinleyiciler senin hakkındane düşünüyor, senin sonun Çavuşesku'nunki gibi olacak" dedi. Nisan1990 seçimlerinde Dr. Sadık Ahmet bağımsız milletvekili olunca, Kasım1990'da seçim sistemi değiştirilip bağımsız adaylara %3 ülke barajı şartıgetirildi ve böylece bir Müslüman'ın bağımsız olarak milletvekili seçilmeolasılığı ortadan kalktı.Yunan vatandaşlık yasasının (3370/1955) on dokuzuncu maddesikullanılarak (sayıları tam bilinmeyen ama yüzlerle binler arasında değişen)Batı Trakya Müslüman-Türkleri ifadelerine bile başvurulmadan veyaetkili bir itiraz hakkı olmadan vatandaşlıklarını kaybettiler ve uyruksuzkişiler oldular. ABD yönetimi, "Yunanlı olmayan etnik kökenli kişilergeri dönmeme niyetiyle ülke dışına çıkarlarsa vatandaşlık hakkını kaybedebilirler"diyen bu ırkçı maddeye gönderme yaparak: "[Yunanistan'da]sürgün anayasaya aykırıdır ve uygulanmamaktadır, fakat yönetimin tektaraflı kararıyla, Yunanlı etnik kökenden olmayan sözkonusu Yunanistanuyruklarının vatandaşlık haklarını kaybetmeleri buna istisna oluşturur"167
demiştir. Yunanistan'ı savunmasız bir duruma sokan bu madde 1991'deBaşbakan Mitsotkis tarafından "başka bir dönemin ürünü" olarak suçlanmış,ama Avrupa Birliğinin yoğun baskısı sonucu ancak Temmuz 1998'dekaldırılmıştır. 1955-98 arasında uyruksuz kalan kişilerin statüsü hakkındahâlâ hiçbir açıklama yapılmamıştır.On dokuzuncu madde Batı Trakya azınlığının seyahat özgürlüğünüengelleyen başka bir metotla birlikte de kullanılmıştır. 1985'ten başlayarakpolis, Türkiye'ye ziyarete giden ve çoğunlukla okuması-yazması olmayanMüslümanların pasaportlarındaki "geri dönmek dahil" ibaresinikaralamıştır. Bu kişilerin geri dönüşte Yunanistan'a girişine izin verilmemişve bu kişiler on dokuzuncu madde gereğince vatandaşlıktan çıkarılmışlardır.Yukarıda belirtilen "Yasak Bölge"den dolayı seyahat özgürlüğününkısıtlanması son zamanlarda yumuşatılmış olmakla birlikte, ülkedesüregelen bir diğer uygulamadır.Azınlık, ev tamir ruhsatı ve çiftçiler için yaşamsal önemde olan traktörehliyeti almakta ve işyeri açmakta ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Bununlabirlikte bu konularda da son yıllarda Avrupa Birliğinin etkisiyle yumuşamagörülmektedir.Ekonomik Alan: Batı Trakya azınlığının %70'i çiftçidir. 1922'deBatı Trakya'daki toprakların %84'üne sahiptiler ama şimdi bu oran sadece%20-40'tır. Bu durum, Yunanistan'ın şu dört uygulamasından kaynaklanmaktadır:İlk olarak, Ortodoks nüfus devlet tarafından sadece bu işiçin verilen ucuz kredilerle Müslümanların topraklarını satın almaya teşvikedilmektedir. İkincisi, yasalar sistematik biçimde ayrımcı bir şekildeuygulanmaktadır. Azınlığın verimli arazileri politik nedenlerle (hapishane,üniversite inşası gibi nedenlerle) istimlak edilmektedir. Toprak birleştirme(anadasmos) kuralı Türklerin aleyhine işletilmektedir. Üçüncüsü,zilyetlik belgeleri ve tapular tanınmamaktadır. Dördüncüsü, 1965'ten beri1366/1938 sayılı yasayla azınlığın yeni mülk edinmesi engellenmektedir.Bu yasayla, Yunanistan'ın yüzölçümünün neredeyse yarısını kapsayankıyı bölgeleri, sınır bölgeleri ve adalarda gayri menkul alım satımı vehatta zilyetlik hakkı özel bir izne bağlanmıştır. Hıristiyanlar için herhangibir sorun yoktur ama Müslümanlar için vardır. Bununla birlikte bu sorun,bir İngiliz vatandaşının kıyı bölgesinde arazi satın almak isterken zorluklarlakarşılaşmasından sonra Avrupa Birliğinin yoğun baskısıyla hafifletilmiştir(bkz: 30 Mayıs 1989 tarihli Avrupa Adalet Divanı kararı).Genel Değerlendirme: Yunanistan'ın Batı Trakya'da ikili bir hedefiolduğu görülmektedir. Pomak kökenli Müslüman azınlığı asimile etmekve Türk kökenli Müslüman azınlığın göç etmesini sağlamak. Bu baskılarınve ihlallerin sonucunda Batı Trakya azınlığı daima Türkiye'ye göçetme eğilimine sahip olmuştur. Azınlığın bazı üyeleri Almanya'ya çalışmayagitmiş ve burada Batı Trakya'daki ihlalleri anlatan aktif kuruluşlaroluşturmuşlardır.168
Yukarıda belirtildiği gibi, 1923'ten beri yaklaşık dört yüz bin kişiBatı Trakya'yı terketmiştir. Bunlardan bazıları on dokuzuncu madde sonucuuyruksuz kalan kişilerdir. Diğer yandan, dört unsur bu azınlığın sayısınınaşağı yukarı aynı kalmasını sağlamaktadır: Birincisi, Yunanistanyaşamak için ekonomik açıdan Türkiye'den daha uygun bir yerdir. İkincisi,Türkiye 1960'ların sonundan beri anarşiyle ve 1984'ten beri de terörleçalkalanmıştır. Üçüncüsü, bu topluluk esas olarak bir köylü toplumudurve köylüler kolay kolay topraklarını terketmezler. Dördüncüsü ve enönemlisi, Batı Trakya azınlığının nüfus artış hızı %2,8 gibi yüksek birorandır (Yunanistan ortalaması sıfıra yakındır).Rum Azınlığın ŞikayetleriEğitim: Türkiye Rumlarının eğitim konusundaki sorunları, Yunanistan'dakiMüslüman-Türk azınlıkla aynıdır: <strong>Kitaplar</strong>, öğretmenler, okulyönetimi, okul binasının tamiri vs.Bununla birlikte, Batı Trakya'daki durumla bir fark vardır: "Rum"kimlikleri inkar edilmemektedir 33 . Bir istisna dışında, okul tabelalarındaki"Rum Azınlık Okulu" ibaresi yerinde durmaktadır: İstanbul Rum FenerLisesinin girişindeki tabelada Yunan harfleriyle yazılı olan "IrkımızınBüyük Okulu" yazısı, 114 yıllık İskeçe saat kulesinin Arapça harflerle yazılmışmermer tabelası Mayıs 1970'de kırıldıktan sonra indirilmiştir.Toplumsal Örgütlenme: Türkiye Rumlarının bu alanda YunanistanTürkleriyle benzer sorunları vardır: Patriğin Ortodoks din adamları tarafındanseçilmesine rağmen, 1862 tarihli "Rum Patrikliği Nizamatı"na dayanangelenek gereği, Türk yönetimi Hıristiyan din adamlarının hazırladığıseçim listesinden bazı isimleri çıkartarak her seçime mühahaledebulunmuştur. Bununla birlikte, son seçimde hiçbir isim listeden çıkartılmamıştır.Rum dinsel vakıfları, Türk yönetiminin baskısına maruzdur.Yeni vakıf ve okul kurulamamakta, mevcutlar da yeni taşınmaz mal edilememektedir.1971 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla, Heybeliadaİlahiyat Okulu kapatılmış ve Ortodoks din adamlarının Türkiye'de eğitilmesiimkansız hale gelmiştir. Hatta, bu yüzden Patrikhane'nin bizzat kendisiyok olma sürecindedir.Temel veya ekonomik haklarla ilgili diğer ihlaller sürekli meydanagelmektedir. Örneğin okul ve vakıf kurulu üyelerinin seçimine müdahalelervardır.33. Lois Whitman'xn The Greeks of Turkey çalışmasında bu yönde bir paralellik arandığındanhataya düşülmüştür. Yukarıda daha önce belirtildiği gibi (bakınız ikinci dipnot),"Rum" terimi İstanbul azınlığının eski zamanlardan beri kendi kendine verdiğibir isimdir: [Doğu] Romalı anlamındaki Romios, Romioi kelimelerinden gelir. 1821ihtilalinden sonra kurulan Yunanistan yurttaşı demek olan "Yunanlı" adını kendileriiçin hiçbir zaman kullanmamışlardır. Bu bağlamda, Osmanlı Sultanlarının 1453'te İstanbul'ufethinden sonra kendilerine "Sultan-ı İklimi Rum" demeleri anlamlıdır.Tıpkı Kürtlerin en azından 1639'dan beri Türk askerlerine yine aynı nedenle "Rumaskeri" demeleri gibi.169
Genel Değerlendirme: Bu baskıların ve ihlallerin sonucunda, İstanbulve iki adadaki Rum azınlık Yunanistan'a göç etmiştir. Atina'daki Falironve Nea Smirni civarında yaşayan bu kişiler hâlâ Türk vatandaşlıklarınıkorumaktadırlar ama, torunları Türkçe bilmeyen Yunan vatandaşlarıolmuşlardır. Sayısı iki bin beş yüzü geçmeyen ve çoğunluğu yaşlı olanTürkiye'deki Rum azınlık neredeyse yok olmuştur.Öte yandan, Batı Trakya'daki Türk azınlık aynı sorunlara rağmen sayısalgücünü korumayı başardığına göre bu azalmanın başka nedenleri deolmalıdır.Birincisi, 1964'te Yunan vatandaşları Türkiye'den çıkarıldıktansonra Türk ordusuna görev yapmak istemeyen (ve subay olamayan) gençRumlar da Türkiye'yi terk ettiklerinden, Türkiye'deki Rum toplumununevlilik olanakları çok daralmıştır. İkincisi, Rum azınlık yüzyıllardır ekonomikbakımdan rahat kentliler olarak yaşamışlardır ve Batı Trakyalılarınaksine toprağa bağımlı değillerdir, dolayısıyla ufukları da sınırlı değildir.Avrupa'yla kurulan ticari bağlar sayesinde ve özellikle 1975'te Yunanistan'ınAET'ye üyelik süreci başladıktan sonra, Kıbrıs olaylarından dolayıbaskıların da yoğunlaşmasıyla Rumlar, kişi başına geliri Türkiye'nin dörtkatı olan Yunanistan'a gitmeye başlamışlardır. Bu göç hareketi çok sancılıolmuş, fakat bu insanlar sermayelerini Atina'ya transfer etmişler ve işleriniorada yeniden kurmuşlardır. Bu durum, bir Japon araştırmacısının"footloose Greek merchant" 34 terimiyle ifade etmek istediği şeydir. Üçüncüsü,polis tacizinin yanısıra, ortanın üstü ve orta sınıf toplum olan RumlarTürkiye'nin anarşik atmosferinden çok etkilenmişlerdir. Dördüncüsü,kentli oldukları için çok düşük bir nüfus artış oranına sahiptirler.Bu ölçütlerin bazıları iki adadaki Rumlara uygulanamaz. Daha ziyadekırsal olan bu azınlık açısından, topraklarının ellerinden alınışının yanısıra,İstanbul Rumlarının neredeyse yok oluşlarının yarattığı psikolojikatmosferin olumsuz bir etki yaptığı söylenebilir.III) 1923 Deneyiminden Çıkarılabilecek SonuçlarSovyet deneyiminin sona ermesi 1990'larda uluslararası politikadayeni bir dönem başlattı. Avrupa'da artık uzak geçmiş sayılan birtakımacıları azınlıklar ve mülteciler tekrar ve daha güçlü biçimde yaşamayabaşladılar. Pandora'nın Kutusu yine açılmıştı.Avrupa'da ve her yerde yeniden ortaya çıkan bu sorunun çözümüiçin, bu konuda uygulanmış en radikal çözümden, yani Yunanistan ileTürkiye arasındaki 1923 zorunlu mübadelesinden dersler çıkarabilirmiyiz?34. Iwao Kamozavva, "Ethnic Minority in Regionalization, The case of Turks in VVesternThrace", Population Mobility in the Mediterranian World, Tokyo, MediterranianStudies research Group at Hitotsubashi Universitey, 1982, s. 129.170
Yetmiş beş yıl sonra Sözleşme'yi ve uygulamalarını bu açıdan tekrargözden geçirmek en azından ilginç olacaktır. Çünkü Birinci Dünya Savaşısonrası dönemle, Soğuk Savaş sonrası dönem arasında önemli paralelliklerolduğunu düşünmekteyim.1) İki dönem de ulus devlet için çok önemli geçiş dönemleridir. İlkindetemel olay İmparatorluk'tan Ulus'a geçişti. İkincisinde ise Ulus'tanKüreselleşme'ye geçiştir 35 .2) İki dönem de, zamanlarının iki çelişkili eğilimine sahne olmuştur.a) Milliyetçilik rüzgarları: İlk dönemde bir yandan 1820'lerde Osmanlıimajını kullanarak kendi ulusal kimliğini oluşturan Yunanistan'ınirredantist politikası devam ederken, öte yandan Türkiye yüz yıl sonra ortayaçıkan Yunan tehdidini kullanarak kendi ulusal kimliğini oluşturmayaçalışmıştır 36 .İkinci dönemde bir yandan ilk dönemde yayılmacılığı engellenenSırpların irredantist politikası devam ederken, diğer yandan Bosnalılarkendi ulusal kimliklerini, Arnavutlar ve Makedonlar da kendi ulusal devletleriniSırp tehdidini kullanarak oluşturmaya çalışmaktadırlar.35. Küreselleşme çok tartışılan bir kavramdır ve bundan dolayı bu konuda daha uzun birdeğerlendirme yapmak gerekmektedir.Küreselleşme, üstyapısı (kapitalizm) ve alt yapısıyla (akılcılık, laiklik, insan ve azınlıkhakları, demokrasi, vs.) Batı sisteminin yayılmasını ifade eder.Bugün (1990'lar) küreselleşme üçüncü dönemini yaşamaktadır. Daha önceden kapitalizminihtiyaçlarına cevap veren iki dalga olmuştu: 1) 1490'ların küreselleşmesi:Bugün bizim "sömürgecilik" olarak adlandırdığımız olguyla sonuçlanan merkantalistdevrenin ticaret politikalarının zorunlu kıldığı coğrafi keşifler ve 2) 1890'ların küreselleşmesi:Endüstri devriminin tekelci döneminin ihtiyaçlarının (ucuz hammadde,yeni pazarlar, sermayenin marjinal verimliliğini artırmak için yeni bölgeler, aşırınüfus için yeni yerler gereksinmesi) zorunlu kıldığı Batı yayılması; kısaca bugünküdeyişimizle, "emperyalizm". Birinci küreselleşme zayıftı. İkincisi daha güçlüydü veüçüncüye giden yolu açtı.Bu son küreselleşme son otuz yıl içinde gerçekleşen üç başarılı ve birbirini tamamlayangelişme tarafından yaratılmıştır: 1) 1970'lerde çokuluslu şirketlerin ortaya çıkması,2) 1980'lerde iletişim alanında devrim, 3) 1990'larda Sovyet sisteminin çöküşü.İlk gelişme bütün dünyayı içine alabilecek şekilde pazarı genişletti. İkinci gelişme insanlarınülkeleri yerine kafalarını fethetme olanağı sağladı ki, bu karşı çıkılması çokzor bir fetihti. Üçüncüsü (ilk ikisinin birleşik bir sonucu olarak) ekonomik ve siyasiuluslararası gelişmeler üzerinde Batı'nın tekelci denetimini sağladı.Burada, "territory" kavramındaki köklü değişikliğin (pazarın ulusal devletten dünyayagenişlemesi) tüm dünyadaki insanlar üzerinde iki çok önemli etki yapacak olduğununaltını çizmek önemlidir. 1) Territory kavramı çok büyük önem taşıdığından,"anavatan" algılaması değişmektedir: O değişince zamanı gelince bireyler için herşeydeğişecektir. 2) Küreselleşme tüm dünyayı Batı'nın bir yansıması haline dönüştürdüğünden,Avrupa tarihi, dünya tarihinin bir yansıması haline gelmektedir.36. Herkül Milas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Tencere Dibin Kara, İstanbul,Amaç, Şubat 1989, s. 21.171
) Küreselleşme rüzgarları: İlk dönem ikinci küreselleşmenin doruknoktasıydı. İkincisiyse, küresel pazarın biçimlendirici etkisi altında ulusalkimliklerin yok oluşlarının uzun dönemde kaçınılmaz gibi göründüğüüçüncüsü küreselleşmenin başlangıcıdır.3) İki dönem de, karşıt nedenlerle, aşırı milliyetçi patlamalara tanıkolmuştur.Sözleşmenin iki ana maddesi, bugünün bilinciyle tekrar gözden geçirildiğinde,mübadelenin yetmiş beş yıllık tecrübesine ait son gözlemleriyapabiliriz.Madde 1:1) Birinci maddenin uygulaması çok başarılı olmuştur.Başarılıdır, çünkü amacını gerçekleştirmiştir: Ulus devleti etnik temizliklearındırmak. Bütün olayın beklenenden daha fazla zamanda veçabaya malolduğu ve daha çok acıya yol açtığı doğrudur ama, Sözleşme'nin/ulusdevletin bakışıyla 1930'un sonuna kadar herşey yatışmıştır.Bu başarının asıl teknik nedeni, sahnedeki tüm önemli aktörlerin (İngiltere,Yunanistan ve Türkiye) halkların radikal hatta zorunlu mübadelesinigüçlü bir biçimde istemeleridir.2) Bu durum günümüzde de benzer bir tecrübenin yinelenebileceğianlamına gelmemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönem, insan haklarıyerine azınlık hakları kavramına önem vermişti. İnsan hakları, uluslararasıhukuk ve uluslararası ilişkiler terminolojisinde bile yoktu. Bu kavram,Soğuk Savaş sonrası dönemin "kutsal ineği" olmuştur ve insankitlelerinin uluslararası organizasyonla zorla yerlerinden edilmelerine izinvermeyecektir.Madde 2:i) İkinci maddenin sonucu başarısızlık olmuştur.Başarısızlıktır, çünkü ilan ettiği amacı gerçekleştirememiştir: Ulusdevleti çok kültürlü/etnili/dinli bir topluma hoşgörü göstermeye zorlayamamıştır.Bu "amaç"a öyle isteksizce girişilmiştir ki, karşılıklı azınlıklarevsahibi devletlerinin bir parçası olduklarını hiçbir zaman hissetmemişler,evsahibi devletler de onları reddedilmesi gereken yabancı bir dokuolarak algılamışlardır.Bu başarısızlığın pek çok nedeni vardır:a) Geriye doğru bir bakışla bugün, uluslararası alandaki bazı nedenlerdendolayı, karşılıklı azınlıkların bu kaderinin daha Sözleşme'nin imzalandığıilk gün apaçık olduğu görülmektedir.172
İki devlet de kendi uluslarını ve ulus devletlerini yaratmak için doğalolarak sabırsızlanan Doğu Avrupa'nın yeni küçük devletleri arasındaydı.Fakat kısa sürede bir gerçeğin farkına varmakta gecikmediler: "YeniDünya Düzeni'ni kendileri için mümkün olduğunca sorunsuz kılmak vebu arada da bu küçük devletleri denetim altına almak isteyen BaşlıcaMüttefik ve Ortak Devletler, birtakım özel azınlık koruma maddeleri empozeediyorlardı. Küçüklerin devlet ve ulus kurması, bu maddeleri kabulşartına bağlanmıştı. Oysa, küçük devletlerin hiç böyle bir şeye niyetleriyoktu. Bu maddelerden kurtulmaya, hatta daha iyisi, azınlıkların hayatınızorlaştırarak bizzat bunlardan kurtulmaya çalıştılar.Bu nedenle, bu başarısızlığın temel nedeni, karşılıklı azınlıklarındaha en başta "istenmeyen çocuk" olmalarıydı. İki ana aktör (Türkiye veYunanistan), bu azınlıkları mecburen kabul ettiler veya daha kötüsü bunlarıkarşı tarafın bıraktığı "beşinci kol" olarak algıladılar.b) Yunanistan ve Türkiye bu çok güç tecrübe için hiç de ideal partnerdeğillerdi. Tarihî geçmişleri çatışmalarla doluydu, ulus kurma süreçleriniyaşıyorlardı, dinleri farklıydı, insanî konuların yanısıra çekiştikleribaşka noktalar vardı (Ege, Kıbrıs vb.). Özellikle Kıbrıs sorunu korkunçbir çarpan etkisi yaptı.c) Azınlıkların iki önemli stratejik alanda (Yunanistan'da Türkiye sınırınabitişik olan Evros ili ile Türkiye'de Çanakkale'nin ağzındaki ikiadada) kalmalarına izin vermek iyi bir fikir değildi.d) Karşılıklılık, iki azınlığın da başlıca kozuydu. Fakat sonunda burasyonelliğin fazlasıyla kırılgan olduğu ortaya çıktı: Bozulduğunda, istenenintam aksi bir işlev görmeye başlandı.2) Bütün bunlar, bugün de benzer bir tecrübenin tekrarlanamayacağıanlamına gelmemektedir. Küreselleşmenin yayılmasıyla, çok kültürcülükSoğuk Savaş sonrası dönemde en önemli öğe haline gelmiştir.Örneğin, Yunanistan'ın son iki yıldaki sicili, bazı dış dinamiklerin(küreselleşme), bir devletin azınlıklarına karşı olan sağlıksız tutumunuiyileştirmede olumlu bir etkisinin olabileceğini göstermektedir. Yunanistan'ınAB'ye tam üyeliği, uyruksuz insanlar ve göçmenler yaratmak içinYunan hükümetince yaygın biçimde kullanılan iki çok önemli yolun tıkanmasınıberaberinde getirmiştir: İnşaat ruhsatı ve arazi alım izni verilmemesive vatandaşlık yasasının on dokuzuncu maddesinin uygulanması.Diğer yandan, böyle bir gelişme için Balkanlar hiç de ideal bir yerdeğildir. 1920'lerin milliyetçi aşırılıkları, milliyetçilik çağının açılış şenlikleriydi.1990'ların milliyetçi aşırılıkları ise bu çağın kapanış törenleridir.Bu nedenle daha da renkli olmaları olağandır.173
ARNAVUTLUK İLE TÜRKİYE ARASINDADİPLOMATİK İLİŞKİLERİN KURULMASI(1923-1926)Gazmend SHPUZA*28 Kasım 1912'de Arnavutluk bağımsızlığının ilan edilmesi Arnavuthalkı ile Türk halkı arasındaki ilişkilerde yeni bir aşama açtı. ÜlkemizinOsmanlı İmparatorluğu'ndan siyasal açıdan koparılması iki ülkenin halklarınınyüzlerce yıllık bir dönemde kurup pekiştirdikleri yakın dostlukbağlarına son vermek anlamına gelmiyordu, iki halkın en ilerici unsurlarınıniki ülkenin siyasal, toplumsal ve kültürel ilerlemesinin yararına yakınişbirliği, bu dostluğa hız kazandırdı'.Mustafa Kemal daha genç iken Arnavutluk'ta olayların bilgisindeidi. Arnavut sorunuyla yakından ilgilendi. Bu, bir rastlantı değildi. Selanik'tedoğmuş ve Manastır'da öğrenim görmüş atatürk Arnavutlar veTürklerin yakın temaslarda bulundukları ve evlilikler aracılığıyla birbiriylekaynaştıkları bir ortamda büyüdü. Mustafa Kemal'in Arnavut sorunuylailgilenmesinden, genellikle Balkan sorunuyla ilgilenmesinden kopukdeğildi.Birinci Dünya Savaşı sonunda Arnavutluk ve Türkiye savaş galipleriBüyük Devletlerin ve uşakları olan Sırp, Yunan vb. devletlerinin şovenegemen çevrelerinin pazarlıkları ve ilhak planlan sonucunda ulus olarakkaybolma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Bu planlar 26 Nisan1915 tarihli kötü ünlü Londra Antlaşması gibi gizli antlaşmalarda belirlenmişti.1878 Berlin Kongresi'nde ve 1913 yılı Londra BüyükelçilerKonferansı'nda başlamış son derecede Arnavut düşman siyaseti sonunakadar götürmeyi amaçlayan Londra Antlaşması, 7. Maddesiyle, Arnavutluk'untam parçalanmasını öngörüyordu 2 . Antlaşmanın 3. Maddesi İtal-* Tirana Bilimler Akademisi.1. G. Shpuza, Ataturku dhe shqiptaret, Shtepia Botuese "Nentori", Tiranw, 1987, 11.19-47, G. Shpuza, Ataturku dhe shqiptaret, Shtepia Botuese "dituria", Tirane,1964, ff. 24,55; G. Shpuza, Ataturku dhe shqiptaret, "FLAKA e vellazerimit" gazetesinde,Üsküp, Augstos 1996.2. M. Çami, Lufta antiimperialiste e popullit shqiptar ne vitet 1918-1920, Tirane,1969, f. 16-17; Çeshtja shqiptare ne aktet nderkombetare te periudhes se imperi-175
ya'nın Anadolu'da alacağı toprakları da öngörüyordu. Dahası İtalya, Türktopraklarını parçalamak için caniyane eylemde yalnız olmayacaktı, ortaklarıda vardı.Barış Antlaşmaları ve Paris Konferansı, gizli antlaşmaların öngördüklerinikesinleştirmek ve yaşama geçirmek için çalışmaya başladılar.Arnavutluk ve Türkiye siyasal-ulusal açıdan ölüm cezasına çarptırıldılar.Yenik devlet olarak Türkiye, Mustafa Kemal'in söylediği gibi, Osmanlılarİmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nın yenik çıkması salt bir gerekçeolarak hizmet ediyordu. Büyük Devletlerin tarafsız kalmış Arnavutluk'unörneği de bunu doğruluyordu. Buna karşın Arnavutluk haritası engüçlünün emperyalist mantığından hareket edilerek yeniden parçalanmakiçin diplomasinin yeşil masasına konuldu.Ulusal ölümle karşı karşıya bulunan Arnavut halkı ve Türk halkı,kendi anayurtlarını kurtarmak için ölüm kalım savaşa katılmak için ayağakalktı.Ulusal Luşnya Kongresi (Ocak 1920) ve Kurtuluş Vlora Savaşı(Mayıs-Eylül 1920) ile Arnavut halkı Esat Paşa Toptani tarafından önderlikedilen ve dış düşmanların uşağı olan en karanlık gericilikle hesaplaştıktansonra emperyalistlerin Anıavutluk'u tamamen parçalamak içinplanlarını un ufak etti. Arnavut halkı, İtalyan askerlerini Vlora'dan, yaniBalkanlar'dan uzaklaştırıp denize dökerek komşu egemen şoven çevrelerinülkemizin kuzey, doğu ve güney bölgeleri konusunda iddiaları boşaçıkardı. Yeni uygun durumda ve halk kitlelerini kapsamış yurtsever coşkuortamında, büyük Sup şovenlerin kuzeyde Işkodra'ya ve doğuda Peşkopi'yeyönelik askeri müdahalesine göğüs germek zor değildi. Bu savaşta,halkımız, küçük olmasına karşın, hem sayıca hem de silah açısından birçokkat daha büyük ve daha güçlü olan askeri birliklere, düşmanların koalisyonunacesaret ve güvenle mücadele etti. Aynı zamanda ilerici dünyakamuoyunun yardımını gördü 3 .Aynı dönemde Türk halkı da güneydoğuda İngiliz-Fransız işgalcilerinekarşı savaşıyordu. Bu savaş daha 1919 yılının başında başlamıştı.Bu savaşın başına çıkan Mustafa Kemal bağımsızlığın sağlanmasıuğruna Türk halkının bütün ulusal güçlerinin birleşmesini gerçekleştirmekiçin yetenekli ve kuvvetli bir kişi oldu. Türkiye'nin dış ve iç düşmanlarınakarşı, emperyalist-şoven gericiliğe, saltanata ve gerici dinadamlarına karşı sonuna kadar kararlı bir tutum takındı, ülkenin çıkarlarınıngerektirdiğinde tereddüt edilmedi, halife sultana ve kliğine de karşıçıktı.alizmit, Permbledhje dokumentesh me nje veshtrim historik nga Prof. Arben Puto,veli. II (1912-1918), Tirane, 1987, f. 634-641.3. Kongresi i Lushnjes dhe Lufta e Vlores, Tirane, 1974, 1. 207-215.176
Uzun tarihsel dönemler için, özellikle geçen yüzyılın son çeyreğindenbaşlayarak Arnavut halkı ve Türk halkının aynı kaderi paylaştıklarısöylenebilir. Onlar, topraklarının parçalanması tehlikesinden sürekli olaraktehdit edilmiştir, hatta ulus olarak varlıklarını da yitirebilirdi. 1876-1878 yıllarında Rus-Türk savaşından, Balkan Savaşları ve emperyalist savaştansonra iki halk, aynı kandan kardeşlerinin kitle halinde uzaklaştırılmasıylaeşlik edilmiş görülmedik soy kırımına tabi tutuldu.Arnavut halkı ve Türk halkı, kendi devletlerinin bağımsızlığım vetoprak bütünlüğünü koruma savaşında, Büyük Devletlerin emperyalistilhak siyaseti ve Balkan egemen çevrelerinin şoven siyasetiyle karşı karşıyabulundu. Balkan egemen çevreleri emperyalist siyasetin hizmetinegirerek bundan yararlanmaya çalıştılar. Bunun sonucunda, o dönemde Arnavuthalkının savaşı halkların antiemperyalist cephesinin parçası idiler.İki halk arasında siyasal ya da askeri anlaşmalar yoktu, ama ortak zaferlerdi,halklarımızın birbirine verdikleri karşılıklı, değerle yardımdı. Arnavuthalkının Güney bölgelerde şoven tehlikeye karşı direnişi İzmir'inTürk-Yunan cephesini zayıflattı. General N. Trikupis'in kabul ettiği gibi,bir tümen bu cepheden çekildi 4 . Bu cephenin zayıflaması İngiliz kumandasınıilgilendirmiyordu. Çünkü İngilizler o dönemin Yunan siyasetçilerineBatı'da ikinci cephenin açılmasının durdurulması yönünde baskı yapıyordu5 .Bu koşullarda, ülke içinde ve dışında Arnavut yurtsever basını Türkhalkının haklı savaşına büyük bir ilgi gösterdi. Savaşın başlanmasını dikkatleizledi. "Kosova Ulusal Savunması" (Mbrojta Kombüwtare e Kosorvüs)Komitesi yayın organı "Populli" (Halk) gazetesi, daha 1919 yılında,Türk halkının antiemperyalist savaşını haklı dava ve bütün halkın eseridiye niteliyordu 6 .Arnavutluk'ta halk, ulusal kurtuluş uğruna mücadele eden Türk halkınımanevi açıdan destekledi, Türkiye'de az bir kitle oluşturmayan Arnavutlarda Türk kardeşlerinin yanında yer aldı, onların davasının zafere kavuşmasınakatkıda bulundu 7 . Arnavutların bu savaşa katılması müdahaleciyetkililerin Arnavutlara karşı bulundu 7 . Arnavutların bu savaşakatılması müdahaleci yetkililerin Arnavutlara karşı düşmanca tutulundandolayı da yaygınlaştı 8 . Birçok Arnavut, Türk halkının özgür-4. N. Trikupis, Dhiiqis megallon monadhon en polemo 1918-1922, athen, 1934, 99-100.5. Historia e Shqiperise, veli. 2, Tirane 1965, f. 486; M. Çami, Protokolü shqiptarogreki Kapshtices, Studime historike, 1975, nr. 4.6. Gazeta "Populli", nr. 4, 13 Kasım 1919; G. Shpuza, Pikepamjet epolitikoshoqerorete gazetes "Populli" (1919-1920), in: "Studime historike", nr. 1, 1970;Kongresi i Lushnjes dhe Lufta e Vlores, Tirane, 1974.7. AQSH, F. Nr. 251, D. Nr. 200, v. 1923, f. 3, Lozan'da Arnavut delegesinin İsmetPaşa'ya gönderilmiş mektup, 14.1.1924.8. Aynı yerde, D. Nr. 103, v. 1922, f. 1-2, tarih: 9.8.1922.177
lük savaşında verdikleri yardım nedeniyle nişanlar aldı Türk hükümetince9 .Öte yandan, esir olmuş ve daha sonra kaçabilmiş Türk askerleri vesubayları Arnavutluk'ta sığınak ve konukseverlik buldu 10 .Bu koşullarda Arnavut-Türk ilişkilerini güçlendirme koşulları yaratıldıve iki ülke arasında diplomatik ilişkilerinin kurulmasına yol açıldı.Arnavutluk ile Türkiye arasında ilişkileri kurma koşullan Arnavutluk'ta1920 yılında ulusal devrimin ve Türkiye'de 1918-1923'te ulusaldevrimin zaferlerinin sonucunda kuruldu.Arnavutluk'ta gerici elemanları çökmüş Osmanlı imparatorluk ileyeni Türkiye arasında eşitlik işaretini koymaya başladı. Aynı zamandaasılsız iddialarda bulunarak Arnavut hükümetinin Mustafa Kemal'in hükümetiyleher anlaşmasına kesinlikle karşı olduğunu açıkladı 11 .Bu arada, <strong>Ankara</strong>'da milletvekili Cevat Abas'in yönetimindeki 10kişilik bir komisyonun, Arnavutluk ile diplomatik ilişkiler kurma girişimlerinebaşladığı haberi, resmi Arnavut organlarına duyuruldu. Söylendiğigibi, bu komisyonun temsilcileri İtalya'ya ulaşmıştı 12 .1923 yılı Haziranın ortasında Arnavutluk'un Belgrad temsilcisi Türkiye'ninBelgrad temsilcisi Cevat Bey'e, Arnavutluk hükümetinin <strong>Ankara</strong>hükümetiyle diplomatik ilişkileri kurmak istediğini açıkladı. Türk temsilcisiArnavut hükümetinin siyasetinden olumlu biçimde söz ettikten sonra,hükümetinin de bunu istediğini cevap verdi 13 .Bu görüşmeden sonra, Arnavut basınına göre, Türk hükümeti Arnavuthükümetine iki devlet arasında konsolosluk anlaşmasını hazırlamakamacıyla temsilcilerini <strong>Ankara</strong>'ya göndermesini davet etti 14 .Parlamento başkanı Eşref Fraşeri'nin yönetimindeki Arnavut heyeti17 Ekim günü İstanbul'a gidip dostça karşılandı. Ertesi gün <strong>Ankara</strong>'yahareket etti 15 . Arnavut heyeti Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesi veMustafa Kemal'in başkanlığa oybirliğiyle seçilmesi öncesinde <strong>Ankara</strong>'yaulaştı. <strong>Ankara</strong>'dan Tirana'ya rapor veriyorlar 16 . Güzel bir rastlantı idi.9. Gazeta "Demokracia", Gjirokaster, nr. 175, 6.10.19228.10. Arkivi Qendror Shteteror (Shkurtimisht: AQSH), F. Nr. 251, D. Nr. 147, v. 1923, f.5-6, 6.4.1923.11. Bisedimet e KeshiUit Kombetar, 1921, nr. 6, f. 80-83, 87.12. AQSH, F. Nr. 249, v. 1922, D. Nr. 1-453, Tirane, 28 qershor.13. Aynı yerde, F. Nr. 251, D. Nr. 199, v. 1923, f. 23, Tirane, 19 qurshor.14. Gazeta "Shqiperia e re", 24.6.1923.15. AQSH, F. Nr. 251, D. Nr. 200, v. 1923, f. 8, İstanbul, 17 Ekim 1923.16. Aynı yerde, f. 11, <strong>Ankara</strong>, 30 Ekim 1923.178
Kasımın ilk haftasında heyeti onurla kabul eden Dışişleri Bakanıİsmet Paşa, Arnavut tarafına, Balkanlar'da Arnavutluk'un güçlenmesi vesağlamlaşmasının Türkiye'nin yararına olduklarını belirtti, ayrıca komşuülkelerin Arnavutluk siyasetiyle ilgilendi 17 .13 Kasım 1923 tarihli "Vakit" gazetesi Arnavut-Türk görüşmelerininbaşlandığını bildirdi. Türk tarafını temsil eden Şükrü Kaya yaptığı açılışkonuşmasında Arnavut halkını Türk halkına bağlayan eski dostluk gelenekleriüzerinde durarak, Türk hükümetinin Arnavutluk'un bağımsız birsiyasal yaşama layık olduğunu belirtti. Şükrü Kaya'nin vurguladığı gibi,görüşmelerin hızlı ve memnuniyet verici biçiminde tamamlanmasına hizmetedecekti. Şükrü Kaya görüşmelerin Türk-Polonya antlaşmasını örnekalacağını da ekledi 18 .Görüldüğü gibi, Türk temsilcisi genellikle Arnavut-Türk dostluk geleneklerindensöz etti. Arnavut temsilcisi de Arnavut halkı ve Türk halkınınyeni devrimci geleneklerini, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve Savaştansonra özgürlük çabalarını vurguladı. O, yine Arnavutluk ve Türkiyearasında ortak çıkarlarını var olduğunu söyledikten sonra iki ülkenin özgüçlerine dayanarak kendisini kurtardığını ve mevcut durumları için bugüçlere borçlu olduğunu belirtti 19 . Bu sözler iki halkın geçmişi için önemlive büyük bir gerçeği yansıtıyordu.İstanbul'da çıkan Arnavut "Paqja" (Sulh) gazetesi Şükrü KayaBey'in sözlerine cevap vererek bu Arnavut temsilcisinin açıklamalarınıpekiştirerek şunların üzerinde duruyordu: "Bu iki halkı yalnız uzun beraberlikve aile ilişkileri bağlamamış, yalnız mali ve ticari ilişkiler yakınlaştırmamıştır;diğer birçok şey de iki ulus arasında dostluk ve güveni artırıyor.Her Halk, birbirine, bağımsızlık uğraşmaları için de manevi sempatiduyuyor. Türkiye yalnız bir ulusal düşünceye sadık olan evlatlarının yardımısayesinde kutsal topraklarını yabancıların çizmesinden kurtardı;küçük Arnavutluk'da yalnız kendi evlatları sayesinde ülkeyi düşmanlarınişgalinden kurtardı" 20 ...Arnavut heyeti bu görüşmelerde iki tarafın görevinin iki ülke arasındaeski dostluğu pekiştirmek olduğunu açıkladı ve Arnavut devletinin ilkdostluk anlaşmasını Türk kadeşleriyle bağlamasından sevincini dile getirdi.İki devlet arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasına işaret edenDostluk Anıtlaşmasına ve Konsolosluk Anlaşmasına gelince de, iki heyet17. Aynı yerde, f. 34, <strong>Ankara</strong>, 30 Ekim 1923.18. Libri i Qarkoreve i vitit 1923-1924-1925, (Ministria e puneve te Brendshme), nr. 6,Tirane, 1925, f. 317, 320, 321; Gazeta "Paqja" (Sulh), İstanbul, 19 Kasım 1923,Türk-Arnavut Dostluğu makalesinde.19. Aynı yerde.20. Aynı yerde, 17 Aralık 1923, Türkiye ve Arnavutluk makalesinde.179
ütün konularda hemen anlaşmaya vardı. 15 Aralık 1923'te <strong>Ankara</strong>'daArnavutluk ile Türkiye arasında Dostluk Antlaşması imzalandı 21 .Antlaşmada şunlar deniyordu:"Madde 1. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve Arnavutluk hükümetiarasında ve vatandaşları arasında barış, sevgi ve ebedi dostluk devamedecektir.Madde 2. İki yönetim, iki hükümet uluslararası hakların temelindediplomatik ilişkiler kurmak için bir araya geldi. İki taraf her ülkenin diplomatikve konsolosluk yetkilerinin aynı haklar, aynı onurlar ve bağışmalarasahip olacakları koşullarını kabul etti.Madde 3. İki taraf vatandaşlık antlaşması için anlaşmaya vardı.Madde 4. Bu antlaşma tasdik edilecektir. Bu, <strong>Ankara</strong>'da yapılacaktır.Belgelerin teati edilmesinden sonra, antlaşma 15 gün içerisinde yürürlüğünegirecektir.İki tarafın delegeleri bu antlaşmayı imzaladı ve mühürlediler" 22 .O dönemde İstanbul'da çıkan Arnavut basını da daha derin ortakmenfaatleri yansıttı. Görüşmelerin devam ettiği günlerde "Paqja" (Sulh)gazetesi şunları yazıyordu: Bu antlaşma, bu dostluk anlaşmaları birbirimizesürekli güven ve dostluğa yol açacaktır. İki taraf bu dostluk ve güvendensayısız yararlar sağlayacaktır 23 .Ülke içinde yayımlanan basın da Arnavut-Türk ortak menfaatlerininvar olduğunu belirtiyordu. Korça'da yayımlanan "Shqiptari i Amerikes"(Amerika'nın Arnavut) gazetesi şunları yazıyordu". "İki devletin, iki halkıniyi niyetlerine dayalı içten dostluk ilişkileri kuracağına seviniyoruz 24 .İşte, bu anlaşmaların imzalanması ülke içinde ve dışında Arnavut basınındageniş bir yankı buldu. Anlaşılan ki, o Dönemde istanbul'da Arnavutdilinde yayımlanan "Paqja" ve "E drejta" gazeteleri görüşmeler ve tamamlanmalarınıdaha büyük bir ilgiyle, daha yakından izlediler. Onlar buanlaşmaları, bunların iki halk arasında dostluğun güçlenmesi ve iki ülkearasında ilişkilerin daha da gelişmesi yönünde önemlerini doğru biçimdedeğerlendirdiler. Ama yine de bu gazeteler, yurttaşlık antlaşmasının, Türkiye'dekiArnavutların hukuki ve mülk konumun düzenlenmesine ilişkin21. "Gazeta e Korçes", 12.1.1924, makale: Traktatet turko-shqiptare; Gazeta "Dielli",Boston (USA), 9.2.1924, makale: Traktatet midis Shqiperise dhe Turqise; N.P.Alpan, Tarihin ışığında bugünkü Arnavutluk, <strong>Ankara</strong>, 196, s. 96.122. "Paqja" gazetesine göre, nr. 5, 11 Aralık 1923.23. Aynı yerde, 17 Aralık 1923.24. "Shqiptari i Amerikes" gazetesi, 1 Aralık 1923.180
ümitlerini haklı çıkarmadığını 25 ve diğer milliyetlere göre Arnavutlarıdaha uygun duruma getirdiğini yazdılar 26 .Birkaç Balkan gazetelerinin yazdıkları tersine 27 , Arnavut-Türk ilişkilerinkurulması ve güçlenmesi dinsel temeller üzerinde ya da Osmanlı İmparatorluğu'nunyıkıntıları temelinde yapılmadı, bu vesileyle imzalanmışanlaşmalar saldırgan nitelikli değildi, diğer komşu ülkelere karşı değildi.Tarih, bunun en iyi kanıtı idi.Arnavut-Türk dostluk ilişkileri Balkanlar'da barışın güçlenmesinehizmet etmiştir, hizmet etmeye devam ediyor.Mustafa Kemal 13 Mart 1926 tarihinde de Arnavutluk'un ilk <strong>Ankara</strong>büyükelçisini kabul ederek bu isteği ifade etti. Arnavutluk temsilcisi "Tarihinakışında ortak kaderleri paylaşmış iki ulus arasında yüzlerce yıllıkdostluk bağlarını pekiştirmeye var güçleriyle çalışacağına hazırlığını dilegetirdi. Mustafa Kemal şu cevabı verdi:"Tarihin çok eski dönemlerinde birçok alanda kaderler paylaşmış ikihalk arasında dostluk bağlarının sağlamlaşması çalışmamızda, iki ülkeninmenfaatlerine hizmet etme ve iki ulus arasında yakın işbirliği döneminiaçma çalışmamızda benim ve cumhuriyetçi hükümetin yardımını bulacağınızaemin olabilirsiniz" 28 .1928 Eylülünde Arnavutluk'ta krallığın ilan edilmesi ve Zog'un kendinikral ataması Arnavut-Türk ilişkilerinin daha da genişleyip derinleşmesineengel oldu. Mustafa Kemal yeni krallığı ve kralını tanımadı 29 .Sonra, Türkiye Arnavutluk arasındaki ilişkilerinde bunalımdanhemen önce, bir Arnavutluk heyetinin 1931 Ekiminde İstanbul'da BalkanKonferansına katılmasıyla olağan duruma dönmeye başladı.Ama, iki devletin arasında bu yumuşak iklimi çok devam edemedi.Zog'un kızkardeşi Prenses Saniye ikincisi ikinci Abdülhamit'in oğluPrens Abid ile evlendi. İç ve dış kamu oyunun hiç beklenmediği bu akrabalıbağlarının Arnavutluk-Türkiye ilişkilerini olumsuz yönde etkilenmemeolanaksızdı.25. Aynı yerde.26. "E drejta" (Hak) gazetesi, nr. 17, 3.1.1924; "Shqiptari i Amerikes" gazetesi,2.1.1924.27. "Amalthia" gazetesi, 20.10.1923; 5.12.1923 tarihli "Hora" gazetesinde "Yunanistan'akarşı bir Arnavut-Türk antlaşması" başlı bir makale vardı.28. Bilal N. Şimşir (Türk Kurumu üyesi), Atatürk'ten elçi Ruşen Eşref Ünaydın'a yönerge(Türk-Arnavut ilişkileri üzerine), in: Prof. Dr. Ahmet Şükrü Esmer'e Armağan,<strong>Ankara</strong>, 1981, s. 299-316.29. G. Shpuza, Atatürk ve Arnavutluk-Türkiye İlişkileri, in: "Atatürk Yolu", Mayıs1993, yıl 6, cilt 3, sayı 11, ss. 311-322.181
Dostluğumuz konjöktürlerin ya da anın siyasetleşmesi ve ideolojikleşmesininüvünü değildir. Tam tersine, bunlara göğüs germiş ve İkinciDünya Savaşından önce ve Soğuk Savaşın ilk döneminde pek uygun olmamışaşamaları başarıyla açmıştır.Arnavutluk-Türkiye ilişkilerinde görülen yalpalamalara rağmen builişkilerin kötüleştiği durumlarda da Arnavutluk ilerici kamuoyu Atatürk'ünsiyasal ve toplumsal reformlarını dikkatle izleyip yansıtıyordu.Bu yankı, ülkemizdeki duruma, Arnavutluk halkının önünde dürün ve çözülmesigereken görev ve sorunlara yakından bağlı olarak yapılıyordu.Bu yönde ilerici gözeticiler hükümetten sansürün saptadığı sınırları aştılar30 .Arnavutluk'ta demokratik devriminin zaferi ve Türk hükümetlerininMustafa Kemal Atatürk'ün ilkelerine uygun dış bir siyaseti izlemeleri, ikiülkenin çıkarlarına uygun olarak halklarımız arasındaki dostluk ilişkileriningelişmesi için koşullar yarattı.Ülkemizle Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, dostluk ve işbirlikruhu içinde geliştirmiştir ve gittikçe daha fazla bu yolda gelişiyor. Bu,1992'nin hazırında imzalanmış yeni Dostluk Antlaşması ifade ediyor.Halklarımız ve ülkelerimiz arasındaki sevgi ve saygı gelecekte bu ilişkilerindaha da genişletilip pekiştirilmesine iyi bir zemin yaratıyor.30. G. Shpuza, Türk Inkilabın arnavutluk'ta yankısı, Boğaziçi University InternationalConference on Atatürk, İstanbul, November 9-13, 1981; G. Shpuza, Jehona e RevolucionitKombetar Turk dhe e reformave qemaliste ne Shqiperi, in: "Studimehistorike", nr. 1, 1987, ff. 39-60; G. Shpuza, La revolution turque et les reformeskemalistes. Leur echo en Albanie, in: "Studia albanica", 1987, nr. 2, pp. 105-124;G. Shpuza, Türk İnkılabının ve Kemalist Reformların Arnavutluk'ta Yankıları,Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu, IX. Türk TarihKongresi, <strong>Ankara</strong>, 5-9 Eylül 1990; G. Shpuza, Dr. İbrahim Temo ve Atatürk Üzerine,Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu, XII. TürkTarih Kongresi, <strong>Ankara</strong>, 12-16 Eylül 1994.182
REFLECTIONS OF MUSTAFA KEMALATATURK'S REFORMS IN THE KINGDOM OFYUGOSLAVIAProf. Dr. Ljiljana COLIC*"The Turkish revolution has achieved complete success and broughtTurkey towards prosperity... The unanimously elected president of thenew republic is Kemal whose revolutionary determination, national consciousnessand ability of a statesman are firmly woven into the events announcingand, I dare say, providing great and universal renaissance ofTurkey... Regarding the prospect of a long period of national progeressand International peace secured by the epoch of prosperity and consciousness,hardly few individuals among our people will not look forward tothis new and happy epoch in Turkey".It was on November 24, 1923 that Dragisa Lapcevic, a journalist,cultural and political worker, had made such a judgement. Two chaptersin his analysis of our Muslims were dedicated to the current political situationin Turkey and to its creator Mustafa Kemal Atatürk, with a photo ofhim and his wife printed at back page 1 .Since then the events that took place in the Republic of Turkey, itscultural, economic and entire progress as well as its legendary presidenthad become the inexhaustible topic of the Yugoslav press, newspapers,magazines and several books in the succeeding years and decades up tothe Second world war.The cited quotation clearly states that the new-born Kingdom ofSerbs, Croats and Slovenians (i.e., the Kingdom of Yugoslavia since1929), which was striving for national and international peace and prosperityitself had excepdet the prospective reforms and changes in the Republicof Turkey with obvious affınity, though they were indicated just inclues down there.* Faculty of Philology, Belgrade.1. Dragisa Lapcevic. O nasim muslimanima, (Of our Muslims), Belgrade 192, 50-56;61-62.183
"My humble body is going to turn to dust one day, but the Republicwill eternally remain!" These celebrated words were propounced by MustafaKemal Atatürk; nevertheless, the memory of him and of his deedswill last forever.His name, as one of the greatest and wisest statesmen of the 20thcentury, echoes occasionally in the Yugoslav press even nowadays; thereforethe author of this text has recently published an appropriate article onthe anniversary of Kemal Atatürk's death; titled Ataya Saygı 2 , it appearedin the vveekly newspaper "TAN", which is issued in Turkish language inPristina.However, let's stick to the chronological order. In the beginning, aquestion appears whether it was a difficult assignment for Yugoslav ldngAlexander and mister Mustafa Kemal Atatürk to bring the two previouslyconfronted peoples together and make them truthful friends.Serbian literatüre and historiography from the beginning of the 20thcentury offer us several examples of sincere friendship betvveen individualrepresentatives of the Serbian and Turkish people. Such a friendshipwas a frequent topic in the short stories of the Serbian writer, GrigorijeBozovic, who wrote under the pseudonym Ömer Filipovic. Hovvever, ourattention will be paid to a Turkish-Serbian friendship from real life that,with brotherly devotion and mutual respect, tied Fethi Pasha, Turkishdeputy in Serbia of that time and Atanasije Popovic, professor and a journalistin the first decade of the 20th century.It was recorded that Fethi Pasha had once told mister Atanasije thefollowing words: "We, the Turks, know very well that we have takenyour lands from you by the sword; and that we shall have to bring themback to you by the sword again when the time comes for that for theyhave always belonged to you" 3 . It was but a few years later, during thefirst Balkan war, that the last remaining areas of land were freed from therule of the Turkish Empire. Fethi Pasha was killed in the war, as the Seventhcorps commander in chief, he met his death, fighting bravely, loyallyand persistently at the head of his army to the last moment. He died honourablyand was celebrated by his own kindred and respected by theSerbs.The Serbs had realized historic inevitability of being slaves to a greatempire; on the other hand, the Turks had acknowledged the inevitableend of their imperial power in due course.2. Ljiljana Colic, Alaya Saygı, TAN, Pristina, yıl XXVII, sayı 1413, 9.11.1996, 1-2.3. Cika Tasa, (Anniversary book dedicaret to professor Atanasije M. Petrovic, on hisseventieth birthday), Belgrade 1936, 26.184
Exhausted by the wars that lasted for centuries and the turmoil of themoment, both the Serbs and the Turks felt they wanted national and internationalpeace, domestic prosperity and entire vvelfare; they had enoughconcern and wisdom to offer friendship to one another.President of the Republic of Turkey Gazi Mustafa Kemal and kingAlexander Karadjordjevic performed this act in their name.The only negative reactions to Atatürk's reforms in the Kingdom ofYugoslavia came from Islamic conservative circles which kept warningYugoslav Muslims of the danger that islam would die out in Turkey.Namely, they highly disapproved of ali local changes that could even indirectlyaffect the regulations of behaviour and everyday life of the Muslims.As professor Darko Tanaskovic, Ph.D., correctly observes, "Theybelieved the cracks of a whip had driven people in Anatolia away fromislam and inappropriately distorted Islamic religious values" 4 .ibrahim Hakkı Cokic, who ovvned and edited the Müslim journal"Hikjmet", led that clique. During the years 1929 and 1930, he publisheda feuilleton titled "Views on Turkish anti-Islamic reforms", using the penname Charmen. He wished to point out the allegedly disastrous effects ofAtaturk's reforms, with the only affırmative judgement for his plans ofconstructing roads and railway, building factories and improving industrialproduction. However, ali other changes had to face great resistance andkeen criticism. Dressing standards, schooling system reforms, introducingcivil law and banking system, ete., were understood as an inappropriateapproach to Europe that would lead to extinction of Islamic religion inthe Turkish nation. "Kemal's follovvers have taken the national alphabetaway from their peeople by mere force, in spite of its being healthier,more practical, advanced and useful since it can be learnt and exercised inreading with less difficulties. I am convinced Koran can not be written inKemal's alphabet, for it would make unpardonable confusion in themeaning of Koran", claimed ibrahim Cokic, having precisely informedthe readers about the Arabic phonetic system and the confusion thatwould come out of writing Arabic words in Latin letters 5 .During Austro-Hungarian rule in Bosnia and Herzegovina, suchopinions were opposed by the wishes for progress that appeared amongelite cultural circles of Yugoslav Muslims. Mustafa Mualic's book Orientin the West, was dedicated to the efforts of these circles and to the meritoriouspromoters of progressive ideas, who fought against the economic4. Darko Tanaskovic, La Scene politique Yougoslave travers le journal de langueturque Sada-yi Millet (1927-1929), in N. Clayer, A. Popovic, T. Zarcono, Presseturque of presse de Turgie, Varia Turcica, T23, Institut Français d'Etudes Anatolienneset Editions ıssis, İstanbul 1992, 314-325.5. "Hikjamet", 29. Muharrem 1348. Tuzla (7.7.1929), god. I, br. 4, 116.185
and cultural backvvardness of Yugoslav Muslims. The author pointed outthe influence modern Turkey had on the cultural emancipation of YugoslavMuslims above ali. He considered Kemal Atatürk one the threegreatest reformers in the history of the world; according to him, the othertwo were Russian emperor Peter the Great and Japanese emperor Micuhito6 . Among Yugoslav Muslims, modern views were represented by themembers of "Gajret", the Society for Cultural and Educational Progressof the Muslims, founded in 1903; it was initiated by some progressiveMüslim intellectuals, who published the magazine vvith the same nameand Gajret's annual calendar. Besides, several pro-Muslim journals, withexceptionally progressive correspondents, were issued in the Kingdom ofYugoslavia 6 .Among them, the most prominent were correspondents of the Sarajevojournals "The Reform" 1 and "The New Time"*. One of the initiatorsand associates was Dzevad Sulejmanpasic who, being an ardent MustafaKemal Atuturk's supporter, was remembered as the leading cultural reformeramong Yugoslav Muslims in the first decades of the twentiethcentury.ibrahim Cokic used the pseudonym Chareman to criticize and ridiculesocial changes in Turkey in his nevvspaper "Hikjamet", "Kemal'ssupporters arouse greatest affinity among the Russian Bolsheviks" 9 , hepointed out. With the same fervour, he attacked Dzevad Sulejmanpasicfor trying to popularize the Turkish national development on "The Reform"and "The New Time" pages.The admiration Dzevad Sulejmanpasic felt for the personality anddeed of the modern Turkey creator is best illustrated by the fact that in1928 the Müslim Organization of Reformation was founded in the Kingdomof Yugoslavia at his initiative; this organization owned the journal"The Reform".The polemic between these two influential Muslims was not led onthe pages of the two journals exclusively. Alluding at Cokic's journal"Hikmajet", Dzevad Sulejmanpasic published the book "IndependentThought and Pro-Hikmajet Ideas ", in which he stressed how archaic ideasobstructed social development of Yugoslav Muslims. Sulejmanpasicintended to prove the possibility to connect islam with modern civilizationin each of his writings, either political or artistic. He found constantinspiration in Atuturk's deeds, and that had marked his work; hence, he6. Mustafa Mualic, Orijentna zapodu, (Orient in the West), Belgrade 1936, 337.7. "Reforma", (The Reform), Sarajevo, 1928.8. "Novo vrijeme", (The New Time), Sarajevo 1928-1931.9. "Hikmajet", god. II, br. 16, Tuzla 3. Rebiul-ahir 1349. (28.8.1930), 125.186
emained recorded in Yugoslav historiography as "Kemal of Yugoslav'sMuslims" 10 .Save few rare exceptions, with ibrahim Hakkı Cokic as the leadingfigüre, the development of friendly relations and cooperation betweentwo states aroused undivided affınity and complete approval of entire Yugoslavpublic. It is evident not only from the way the Yugoslav press reportedof each event that occurred in the Yugoslav-Turkish relationshipbut also from the considerable attention that was paid to the breach of thenew Turkish state with its past as well as to its cultural and economicprogress.Some two hundred newspaper articles, studies and books vvere dedicatedto Atatürk and to the Turks up to the Second world war u . Yugoslavpublishers vvere particularly effıcient after the First Conference of theBalkans, held in October 1930. It was not until then that a firm convictionin the peaceful principles Kemal Atatürk led in foreign affairs vvas established,although the pact of friendship had been signed fıve years before.On the other hand, time had to pass to demonstrate the contribution ofMustafa Kemal's reforms in their highlight.The first considerable paper on Gazi Mustafa Kemal in Yugoslaviawas published in 1931; it was exceptionally appreciated by the readersand appeared in the second edition 12 . In the follovving year, a book vvaspublished titled "Turkey", whose author Zivko Topalovic, Ph.D., wasthe member of Yugoslav delegation at the Second Conference of the Balkansthat vvas held in istanbul 13 . This work, like other texts on the youngand prosperous Republic of Turkey, was a result of personal evidence anddirect perception. Though the first Yugoslav visitors to Turkey vvere intellectuals,well informed about the social, economic and political situationdown there, their descriptions express surprise at first sight, and consequentdelight at the second; that's vvhy both popular and scientifıcessays have an emotional touch that resulted out of the political climate.On the tenth anniversary of the date when the Republic of Turkeyvvas proclaimed, the vvhole series of convenient articles vvere publishednearly in ali Yugoslav nevvspapers. During October and November 1933,the Belgrade daily "Politika", a nevvspaper with the largest circulation inthe country, issued seventeen texts dedicated to the Republic of Turkey10. Mustafa Mulaic, Orient in the West, 405.11. Mirjana Teodosijevic, Prilog bibliografıji radova o Müstafi Kemalu Atuturku u Jugoslavijiod 1921 da 1984 godine, (Supplement to the bibliography of works on MustafaKemal Atatürk in Yugoslavia from 1921 to 1984), Istorijiski casopis, (Historicaljournal) XLII-XLIII, Belgrade 1997, 373-4000.12. Maksim Svara, Gazi Mustafa Kemal Pasa-njegov zivot i djela, (Gazi Mustafa Kemalpasha-life and deeds) Sarajevo 1931, 111.13. Zivko Topalovic, Turska, (Turkey), Belgrade 1932, 87.187
and Kemal Atatürk. It was then that king Alexander had paid an offıcialvisit to Turkey and the Yugoslav press reported of the heartly welcomehe had been given in istanbul.Personal friendship and mutual respect of the two statesmen immenselyhelped develop friendship and cooperation between Yugoslaviaand Turkey. The Turkish public and particularly Mr. Kemal Atatürk acceptedthe news of king Alexander's assassination in Marseillos in 1934with genuine sorrow and sympathy with the Yugoslav people in theirgrief. In the telegram he had sent to Prince Paul to commemorate the lateYugoslav king, Gazi Mustafa Kemal expressed, "his delight to have thehonour of having been his sincere friend and truthful brother" 14 .The death of Yugoslavia's king didn't affect close political, economicand cultural relations between the Turks and the Serbs. Not only thatthey were described with affinity by the press, but they were discussed onpolitical debates and sessions in offıcial institutions. During the sessionof the Yugoslav Senate held on July 9, 1934, Uros Kurulj, Ph.D., had givenan addres on the Balkan Treaty and the Convention with Turkey. Onthat occasion Mr. Kruulj, Ph.D. said: "Thanks to the great reformer andhero Gazi Mustafa Kemal Pasha, the modern national Republic of Turkeyhas become a phenomenon worth to be admired and followed as an example.Altogether with the other states of the same views, it is going to playanother historical part. It's no wonder the Republic of Turkey and theKingdom of Yugoslavia have come to the same track since we are connectednot only by identical interests but also by identical opinions andviews on modern political relations" 15 .It is difficult to make the right choiece among such a variety of interestingeliteratüre. One of the most interesting pieces is certainly a specialissue of the illustrated journal "Sunday" from May 19, 1935. It was titled"The New Turkey" and had the image of Mustafa Kemal Atatürk printedon the covers 16 . Most of articles were written owing to Mrs. Anita Delijanic,nicknamed Mirit and resulted from personal experience and contactswith her respectable contemporaries of the Turkish cultural and publiclife, like Mr. Rushdi Aras, Shukri Kaja, Hajdar Aktaja and others. Thejournal was enriched by many illustrations and texts that described almostali aspects of Turkish reality of that period; therefore, it is an exceptionallyreliable and interesting guide through Turkey that could have beenmade solely by a woman with sharp look and keen mind. Mustafa Shait'spoem "Waterfall" and three short stories by Shirin Ajdin and Faik Rıfkı14. Hadzi-Todor Dimitrijevic, Spomenica o tragicnoj sınrti viteskog kralja Aleksandra IUjedinitelja, (The memary oftragie death of our brightly King Alexander I, the Unijier).15. Ures Kralj, Senatski govori, (The Senate Addresses), Belgrade 1934, 50.16. "Ilustrovani list NEDELJA ", (SUNDAY, illustrated weekly), god. XVI, br. 428, Belgrade19.5.1935.188
Ataja were translated and published in order to present modern Turkishliteratüre to Yugoslav readers, while the six final pages were dedicated tobusiness advertisements.When a treaty was signed between the two countries in 1936, Yugoslavscientists got the access to Turkish documentary archives. Expectationof the treaty was widely publicized among Yugoslav scientists. Thedaily paper "Politika" had issued an article with the follovving headline"On the Brink of Opening istanbul Archies-New Working Field for OurHistory"' 1 .Turkish scientific institutions welcomed Yugoslav explorers on onehand, while Yugoslav science opened the door to Turkey on the other. Alithese activities were marked by the influence of an outstanding man towhom the Yugoslav people had expressed their gratitude on every occasion.The third scientific publication edited by the Institute of the BalkanStudies, which was founded in Belgrade in 1933, was a book by DragoslavMihajlovic, Ph.D., titled "Economy of Modern Turkey". As stated atthe beginning, the author dedicated the book "to the Yugoslav-Turkishfriendship initiated by king Alexander I and his exxcellencyy Kemal Atatürk,the modern Turkey creator". The scientific text is preceded by introductorypages with a photo of Mr. Mustafa Kemal's figüre altogetherwith a biography of his; instead of his own introduction, D. Mihajlovichad published a letter written by Mr. Dzelal Bajar, minister of the people'seconomy of Turkey, considering it the best possible introduction onthe topic.Inspired by the friendly feelings after his stay in Turkey, Mr. MilanSvetovski wrote the book "Atatürk's Turkey" that was published, as statedin the introduction, "On the great fıfteen anniversary of the revolution".The book described Gazi Mustafa Kemal and his deeds in almostlyrical manner and was enriched by occasional quotations from the mostcelebrated Atatürk's speeches 19 .The book that, in our opinion, presented a great Turkish hero, patriot,reformer and statesman in the best way was published a year later. It isthe work "Kemal Atatürk-the creator of modern Turkey", whose author,Zoran Tomic, Ph.D., used to be a Yugoslav diplomat in Turkey in thethirties. Great part of this large analysis (page 11-105) occupied the intro-17. A. Ivic, Pred otvaronjem carigradskih arhiva, (On the Brink of Opening İstanbul Archives)"Politika", Belgrade, 27.11.1933.18. Dragoslav Mihajlovic, Privreda savremene Turske, (Economy of Modern Turkey),The Institute of the Balkan Studies, Belegrade 1937, 171.19. Milan Svetovski, Ataturkova Turska (Atatürk's Turkey), Belgrade 1938, 227.189
duction of his excellencyy Mr. Subhi Tanner, Turkish ambassador in Romaniaof the time 20 .Writing about the Republic of Turkey, Yugoslav authors had completelyaccepted and esteemed authentic opinions of the respectable menfrom Turkish political and public life. This fact indicates great mutualconfidence that existed between the intellectuals of two countries andhelped making firm friendship between our peoples."If only we had been better acquainted with the Turks, we wouldhave felt more respect for each other" 21 , wrote Glisa Elezovic, the pioneerof the Turkish studies in Serbia, who was also an expert in Turkish languageand history and ex-student of the Serbian Grammar school in istanbul.Gazi Mustafa Kemal Atatürk and king Alexander Karadjordijevichad helped us get to know each other better and become closer. What weowe them is mutual respect.20. Zoran Tomic, Ph.D., Kemal Ataturk-tvorac nove Turske, (Kemal Ataturk-ModernTurkey Creator), Belgrade 1939, 285.21. Glisa Elezovic, Bolnica Bajazito II u Jedrenu, (Bayazit U's Hospital in Jedrene), Priloziza istoriju zdravstvene kültüre, (Supplement to The History of Medical Culture),XVII, 5, Belgrade 1942, 16.190
"ATATÜRK İNKILÂPLARI" VEROMANYA TÜRK TOPLUMUMustafa MEHMET*Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla, Anadolu'da, birbiri ardıncagerçekleştirilen göz kamaştırıcı yenilikler, Büyük ATATÜRK'ün muazzameserlerinden sayılmakla, bu gibi yeniliklere "Atatürk İnkılâpları" demekle,en doğru bir tanımlamayı yapmış oluruz, kanısındayım.Lâkin, Atatürk İnkılâplarını ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasîsınırları içinde mütalaâ etmek, konuya dar bir açıdan bakmak demek olur.Zira, aslında, bu inkılâplar, bir taraftan, Doğuya-İslâm dünyasına doğruuzanırken, diğer taraftan da, özellikle, Balkanlarda yaşayan Türk-İslâmtoplumları arasında derin etkiler yaratmıştır.Fakat, Balkan Türkleri arasında gelişen modernleşme hareketleri,derli-toplu bir şekilde araştırma konusu teşkil etmemiş olup, birkaç makaleveya dolaylı temaslar haricinde, daha çok, o zamanlarda yayımlanangazete sütunlarında yansıtıldığı hâlde, hâlâ araştırmacılarını beklemektedir,diyebiliriz. Aynı durum, büyük Türk milletinin Avrupa'ya doğru biruzantısını oluşturan: Romanya Türk-İslâm toplumu için de geçerli sayılabilir.Ancak, burada takdim etmeye çalışacağımız tebliğde de, zaman dikkatealınarak, konuyu bütün ayrıntılarıyla inceleme fırsatını bulamayacağımızıitiraf etmeliyiz. Buna rağmen, bu vesileyle, konuya daha yakındanilgi uyandırmış ve bazı hususları belirtmek fırsatını bulmuş oluruz tahminederim.Gerçekten, Atatürk İnkılâplarıyla ilgili olarak, Romanya'da yaşayanve Evlâd-ı Fatihan adıyla bilinen Türk halkının geçirdiği merhaleler, dikkatedeğer bir örnek teşkil eder.Nitekim, Anadolu'da gerçekleştirilen yenilikler, Romanya Türk-İslâm toplumunu da şaşırtacak derecede etkilemiş ve onun yaşam tarzındabüyük değişiklikler meydana gelmesine yeni yeni ufuklar açmış bulunmaktadır.Tarih Araştırmacısı, Bükreş.191
Fakat, çeşitli inkılâpların, topyekûn, yani, hep birden uygulanmayıp,peşi peşine ve bazı aralıklarla gerçekleştirilmiş olmaları, her reform vesilesiyle,ortaya çıkan konularla ilgili olarak, Romanya Türk toplumu arasındada, muhtelif boyutlarda heyecan uyandırmış ve yankılar meydanagetirmiştir, diyebiliriz.Nitekim, daha Saltanatın kaldırılmasından (1922) başlayarak, Cumhuriyetinilânı (29 Ekim 1923), Hilâfetin ilgası (1924), Medrese ve Şer'îMahkemelerin ortadan kaldırılması (1924), Tekke ve Zâviyelerin kapatılması(1925), Kıyafet Değişimi (1925), Medenî Kanunun kabulü (1929)ve özellikle, Alfabe inkılâbı (1928), Türk kadınlarının toplumdaki yerinibelirleyen kararlar (1930-1934) ve diğer yenilikler, Romanya Türk-lslâmhalkı arasında da derin izler bırakmıştır. Bunları ve çeşitli yorumları, ozamanlarda Romanya'da basılan gazete sayfalarında görebiliyoruz.Bazı karşı propagandalara rağmen, özellikle genç ve aydın tabakaların,Atatürk inkılâplarını uygulama hususunda büyük gayret sarf ettikleribelirtilmektedir. Hattâ, o zamanlar, Romanya'ya sığınan ve "Firariler"olarak tanımlanan bazı kimselerin karşı faaliyetlerini önlemek amacıyla,derhal harekete geçenler olup, "Memleketimizdeki firariler ne âlemde?","Rahat durmayan firariler" ve daha başka başlıklar altında makaleler yayınlanıyordu(Dobrogea, Sayı: 484-498, 502 1923).Cumhuriyetin ilânından sona, o zamanlar, Romanya'nın 4 Sancak(İl) Müftüsünden müteşekkil bir heyet, <strong>Ankara</strong>'ya giderek, bizzat, GaziMustafa Kemal Paşa'ya: "Cumhuriyet kararını tebrik eylemişlerdir"(Dobrogea, 1923, Sayı: 507-513).Aynı zamanda, Hilâfet Makamının ilgasıyla, böyle bir makamın halknazarında mukaddes sayıldığı dikkate alınarak, bu hususta "hiç birma'zûr-i Şer'î olmadığı" anlatılmak suretiyle, halkın aydınlatılmaya çalışıldığıanlaşılmaktadır (Dobrogea, 1924, Sayı: 532). Hattâ, Halifelik konusuylailgili olarak, bazı Avrupa gazetelerinde, şurada veya burada "yenibir Halife bekleniyormuş" şeklinde çıkan haberlere verilen cevapların birisinde:"Fakat, bilmiyorlar ki, bu asırda, Halifenin ve Hilâfetin mânâsıkalmamıştır" deniyordu (Yıldırım, Sayı: 71, 1933).Yani, sırası geldikçe, Atatürk İnkılâplarının, birer birer, ele alınarak,incelenmekte olduğunu ve bir taraftan, cehalete ve koyu taassuba karşımücadele edilirken, diğer taraftan da, halkın bilinçlendirilmesi hususunda,âdeta, kampanyalar yürütülmekte olduğunu söyleyebiliriz.Bu tür mücadeleler ve kampanyalar, özellikle, 1928 yılında, LâtinAlfabesinin uygulanmaya başlamasıyla, daha da belirgin hâle gelmiştir.Bu konu ile ilgili olarak, şöyle bir hususu da belirtmekte yarar olduğukanısındayım:Türkiye'de Lâtin harfleri kullanılmaya başlar başlamaz (1 Ekim1928), Romence başlıklı dergilerin birinde (Revista Musulmanilor din192
Dobrogea=Dobruca Müslümanlarının Dergisi; No. 1-6, 1928), II. Meşrutiyetinönemli simalarından sayılan Makedonyalı Nikolaye Batzaria, 30Kasım 1928 tarihinde, Lâtin harfleriyle bazı ilânlar, şiirler ve çeşitli makaleleryayınlamaya başlamıştır. Önceleri, ı ve ğ gibi harfler bulunmasada, sonraları, bunlar da temin edilmiştir.Şüphesiz, Alfabe inkılâbının en fazla etki yapmakta olduğu alanlar,okullar ve gazetelerle, diğer nevi yayınlar olmuştur, diyebiliriz.Diğer reformlarda olduğu gibi, alfabe konusunda da, Atatürk'ün ismiön plâna çıkarılmakla, halk, daha çok, "bekleme"yi tercih ediyor ve TürkiyeCumhuriyeti'nin nereye doğru gitmekte olduğunu saptamaya çalışıyordu.Aynı zamanda, Romanya Türk toplumu da, Balkanlarda yaşayandiğer Türk toplumları gibi, Anadolu'da gerçekleştirilen yenilikleri uygulamayaçaba sarf ediyordu.Nitekim, burada da, Arap harfleriyle tedrisat, ancak Kur'an okumayıöğrenmekle sınırlanıyor ve diğer tedrisatın Lâtin alfabesiyle yapılmasınaçalışılıyordu. Bu hususta, özellikle, Türkiye'den getirilen okul kitaplarındanda yararlanılıyordu.En büyük güçlüklerden birisi, şüphesiz, yeni alfabe ile tedrisat yapabilecekelemanların bulunmayışı idi. Ancak, Romen okullarından mezunolanlar, bu hususta bazı kolaylıklara sahip oluyorlardı, diyebiliriz.Lâkin, özellikle 1935 yılından sonra, yani, o zamanın T.C. BükreşBüyükelçisi Hamdullah Suphi Tannöver'in Mecidiye Medresesini ziyaretetmesinden sonra, gerek burada ve gerekse Silistre Medresesinde, LâtinAlfabesiyle tedrisata önem verilmeye başlanmasıyla ve diğer Türk okullarındayetişen genç aydınlarla, Modern Türk Alfabesiyle okuma-yazma dao derecede artmaya başlamıştır. Zira, özellikle, din görevlileri yetiştirmeküzere kurulmuş olan Medreseler, bu kez, öğretmen de yetiştiriyorlardı.Gerçi, Romanya'da yayınlanan Türkçe gazetelerde, Lâtin harfleriyleneşriyata geçişin hayli zaman aldığını söyleyebiliriz. Bazıları, hem Arapharfleriyle ve hem de Lâtin alfabesiyle yayınlanıyordu. Ancak, bu süreci,Modern Türk Alfabesine karşı gelmekten ziyade, başka sebeplere atfetmek daha doğru olabilir. Bunun bir sebebi, maddî zarara uğramak korkusuve diğer sebebi de, okuyucu bulmakta güçlük çekme endişesi olabilirdi.Nitekim, gazetelerden birinde, okullarda Lâtin alfabesiyle tedrisatıngenelleştirilmesi açıkça savunuluyor, fakat, aynı gazetede, "umumî düşüncelerimizibildirmek için, Arap harflerini kullandık", zira, bunda, biz,bir mecburiyet gördük ve bu mecburiyeti az bir zaman daha hissediyoruz"şeklinde mütalaâlar yürütülüyordu (Yıldırım, 1934, Sayı: 118).Hattâ, aynı gazeteye gelen mektupların birinde gazetenin, her nekadar, Müslümanlara münasip görülmediği söylense de, gazeteyi iade etmeninasıl sebebinin, başka olduğu anlaşılıyor: "Gazeteniz, deniyor -bu193
mektupta- biz Müslümanlara lâyık olmadığı için, Gagavuz milletinelâyıktır. Sebebi de, okumayı bilmiyoruz" (Yıldırım, 1935, Sayı: 142).Lâtin alfabesi uygulanırken, aydın tabaka, aynı zamanda, Türkçeninsadeleştirilmesine de hizmet ediyordu. Nitekim, "Halkın lisanı, hakkın lisanıdır"veya "halkçı olmak, hakçı olmaktır" gibi sloganlar ortaya atarakve yeni türetilen kelimelerle, gazete sayfalarında lügatçeler dahi düzenlemeksuretiyle, Türkçenin kolay anlaşılmasına yardım etmeye gayret sarfedildiğini görmekteyiz. Hattâ, bazı ağır kelimelere parantez içinde, yenikelimelerle açıklık getirerek, bunları, okuyuculara öğretme yoluna da gidiliyordu.Aslında, Romanya'da yaşayan Türk-İslâm toplumu, uygulamayakonan yeniliklerle, geleceği hakkında endişeye düşmüyordu, demek,doğru olmaz kanısındayım. Zira, Balkanlarda bulunan diğer Türk-İslâmtoplulukları gibi, bu toplum da, yüzyıllardan beri gelen bir takımâdetlerle, gelenek ve göreneklerle haşır-neşir olmuş ve onlarla günlük yaşamınadevam ediyordu. Bunları, bir çırpıda söküp atmanın kolay olmayacağıherkes tarafından bilinmekte idi.Aynı zamanda, Türk toplumunun yaşadığı ortam dahi, bambaşka,yani, Hıristiyan âleminden oluşan bir ortam ve tâbi olduğu Devletin yasalarıdahi, başka başka mahiyetler arz ediyordu. Keza, iki toplum arasındaderin, dil, din, kültür, gelenek ve görenek farkları da bulunuyordu.İşte, bu gibi unsurları ve özellikleri dikkate alarak, halkın endişesinive "Ne oluyor?" veya "Nereye doğru gidiyoruz?" gibi sorularını anlayışlakarşılamak gerektiğini söyleyebiliriz.Fakat, bütün bu gibi endişelere rağmen, gerek Kadılık müessesesininkaldırılması ve gerekse kadın haklarıyla ilgili reformlar da, RomanyaTürk toplumu arasında, güçlükler çıkarılmaksızın, zaman içerisinde, uygulanmayakonulmuş ve bu toplumun da, modernleşme yolunda, gözlegörülür adımlar atmasına engel olunmamıştır, diyebiliriz.Nitekim, Kadılıklarla ilgili tartışmalar, daha 1925 yılında başlamışolup, ancak, Romen yasalarında, bu konu ile yapılan tadilât,tedricen uygulandığından dolayı, tamamıyla tatbikine on yıl sonra geçilebilmiştir.Meselâ, 14 Nisan 1925 tarihinde, Kadılıklarla ilgili bir yasaya: "Tarafeyn,isterlerse, Şer'î meselelerini Romen mahkemelerinde gördürebilirler"şeklinde bir madde eklenmiştir (Tuna, 1932, Sayı: 230).Fakat, ancak, 3 Nisan 1935 tarihinde, Kadılık müessesesi kaldırılarak,bunlara ait davalar, Romen mahkemelerine devredilmiştir (Yıldırım,1935, Sayı: 127). Bununla beraber, "Sancak" (İl) mahkemelerinde, Türk-İslâm cemaatin sorunlarına cevap verebilecek özel müsteşârlar bulundurulmayadevam edilmiş olup, bunlar, İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar194
görevlerini sürdürmüşlerdir. Halk arasında, hep "Kadı" olarak adlandırılıyorlardı."Fes" ve "çarşaf' gibi, kıyafetle ilgili Reformlar da, hayli tartışmakonusu olmuş, fakat, yine de, derin sorunlara sebebiyet vermemiştir, diyebiliriz.Zaten, bunların uygulanmasına, ortam da müsait görünüyordu.Bu hususta, fesin, bir Yunan serpuşu olduğu söylenirken, şapka giymeninde, tabiî bir şey olduğu, halka açıklanıyordu (Yıldırım, 1936, Sayı: 145).Diğer taraftan, kadınların da, dünyayı kendi gözleriyle görmeleri gerektiğinisavunanlar bulunduğu kadar, "peçe" veya "çarşaf' gibi, "çirkinkıyafetler de", yabancıları, "Türkler hakkında yanlış fikirler beslemeğesevk etmektedir" veya "kıyafet meselesinin, medenî âlemdeki ehemmiyetinianlamanın zamanı gelmiştir" diyenler de ortaya çıkıyordu (Yıldırım,1935, Sayı: 127 ve 137).Aslında, Romanya Türk toplumu arasında cereyan eden modernleşmehareketlerini, o zamanın Romen Devleti de hoşgörü ile karşılıyordu,diyebiliriz.Nitekim, daha 14 Kasım 1878 tarihinde, Romanya Prensi ŞARL(Carol), İbrail (Braila) Kasabasından, Dobruca Halkına hitaben yaptığıbir ilânda, bir taraftan, Romen Devletinin, Türk-İslâm toplumunu, himayesialtına almakta olduğunu ve diğer taraftan da, gerek dil, din ve gereksegelenek ve göreneklerine riayet edileceğini resmen beyan etmiş bulunuyordu.Sonraları, Dobruca'nin idarî teşkilatı, mezhepler ve adlîkuruluşlar, eğitim ve öğretimle ilgili birçok yasaların veya düzenlemelerinuygulandığı da görülmektedir. Bunlardan bazıları, Dobruca bölgesindeyaşayan Türk-İslâm toplumun kaderiyle ilgili ve onun modernleşmesineyardım edecek mahiyette yasalar veya düzenlemeler olarak telâkkîedilebilir. Hattâ, Atatürk inkılâplarını takip eden maddeler, söz konusuinkılâpların, Romanya Türk toplumu arasında uygulanmalarını teşvikedici maddeler sayılabilir.Modernleşme davasında, Romen Devletinin göstermekte olduğu anlayışıtakdirle karşılarken, aydınlarımız: "Romen Devleti, her zaman olduğugibi, bu hususta da bizleri hür bırakmıştır" şeklinde yorumlarda bulunuyorlardı(Çardak, 1938, Sayı: 10).Hattâ, bazıları, daha da ileri giderek, bir taraftan: "Romanya'da yaşayanDobruca Türkü, Balkan Hükümetlerinde en büyük müsâmaha ve himayeyemazhar olmuş ekalliyet bir millettir" derken, diğer taraftan da,"Romen Hükümeti ve milleti de bize ölçüsüz bir sempatik vatandaş nazarıyla,en büyük cemîlekârlıkları ihsan eylemiş bir Devlettir" gibi hükümlerede yer veriyorlardı (Çardak, 1938, Sayı: 17).Bu gibi cemîlekârlıklardan bahsederken, aynı Kral Carol, biri Köstencekasabasında ve diğeri de Bükreş Şehrinde olmak üzere, Türk-İslâm195
toplumuna iki cami de inşa ettirmiş ve onları ibadete açtırmıştır. Bunlardan,Bükreş Camisini, Komünist rejim yıktırarak, onun yerine, KomünistPartisinin ileri gelenlerine ait bir Anıt yaptırmıştır. Ancak, onlara o mükaddestoprakta ebediyyen kalmak nasib olmadı zira, 1989 ihtilâlindensonra, oradan çıkarıldılar ve onların yerine "Meçhül Asker" Anıtı kuruldu.Bizlere tahsis edilen cami ise, etrafı binalarla çevrili olup, keşfedilmesimüşkül bir yerdedir.Zaten, yarım yüzyıl kadar süren dikta rejimi döneminde, yüzlercecami ve mescitlerimizden, bugün ayakta kalanların sayısı, 40-50'yi geçmesegerektir. Ötekiler, yıktırılmış veya harabeye çevirilmiştir. Bu itibarla,Romanya Türk-tslâm toplumu, şimdiki durumda, diğer dinlere kıyasla,en geri saflarda yer almaktadır.Aynı zamanda, çocuklarımıza anadilleri olan Türkçeyi öğretmekiçin, elimizde hiç bir okul binası yoktur. Çocuklarımız, âdeta, tolere edilmişgibi, Romen okullarına ait binalarda, hafta sonlarında, 2-3 saat Türkçeokumakla, ana dillerini öğrenmeye çalışmaktadırlar.Bu da, her sınıf için, ellerinde ancak bir kitap bulunmak suretiyle yapılmaktadır.Bu şekilde devam ettiği takdirde, yarım yüzyıldan beri anadilleriniancak aile içinde konuşmaya maruz bırakılan halkımıza, güzelTürkçemizi, gerektiği şekilde ve yeteri kadar öğretmenin imkânı olmadığımeydandadır.İşte, bu gibi nedenlerden dolayıdır ki, Romanya'da hâlâ ayakta kalabilenTürk toplumu, bizler, anadilimiz başta olmak üzere, her bakımdan,kendimize çeki-düzen vermek ve kendimizi ihya etmek zorundayız.Şayet, Romanya'da, bundan sonra da, Türkçe konuşulması arzu ediliyorsave eski dönemlerde olduğu gibi, gerek Karadeniz sahilinde ve gerekseTuna boylarında, camilerimizin ve mescitlerimizin minarelerindeezan sesleri işitilmesi isteniyorsa, bütün imkânlarımızı seferber ederek,canla-başla çalışmak ve mücadele etmek, hepimizin üzerine düşen kutsalbir görev sayılmalıdır.Bunlara cevap veremediğimiz takdirde, Avrupa'da kenar Türklerinioluşturan bizlerin, geçmiş dönemlerde, Peçenek, Kıpçak ve daha başkaTürk kavimlerinin, oralarda, tarihe mâl oldukları gibi, er veya geç aynıakibete maruz kalacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır, kanısındayım.İşte, birkaç kelime ile de olsa, Romanya'da yaşamaya devam edenTürk-Islâm toplumunun geleceği hakkında ümitvâr olabilmek için, kendigücümüzün yanısıra, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de, hattâ, tüm Türkdünyasının da, yakından ilgilenmeleri gerektiğini ve zamanın, her günveya her yıl ile, biraz daha gelip geçmekte olduğunu bilgilerinize arzeder, saygılar sunarım.196
SOME OBSERVATIONS ON İSLAM ANDSECULARISM IN TURKEYProf. Dr. David KUSHNER*Much has been said and written about the position of islam in Turkeywith a variety of interesting approaches and interpretations. Thispaper attempts to deal with the subject solely from the point of view ofsecularist political leaders and public figures who belong to the Turkishmainstream, ignoring for the moment spokesmen of extremes eitheramong Islamists or pious secularists. It is suggested that a characterizationof their views would give us an idea of what the common notions onislam and secularism in the Turkish public are. To a great extent these politicalleaders reflect in their discourse the views of the Turkish elite, ifnot the vast majority of the people generally, while at the same time they,in turn, make an impact of their own on Turkish public opinion. Thepaper is based on the speeches and statements of different Turkish leaders.On the danger of fundamentalism or reaction in Turkey, politicalleaders can be said to have displayed a mixture of self confıdenceand apprehension. Confıdence in the survival of the secular order hasbeen typically expressed by those who were criticized by their politicalopponents for tolerating manifestations of reaction or cooperatingwith Islamist groups. It has also been typically expressed when talkingto concerned vvesterners worried about the fortunes of secularism inTurkey. Virtually every political leader has, at one time or another,shared this confıdence with several reasons mentioned: the constitutionwas a sufficient guarantee against reaction and would simply not allow areturn to the old order; the secularist politicians and parties themselveswere alert to the dangers and would not allow a return to the past; and thefact that secularism, in the eyes of many of these leaders, has had time toestablish itself in Turkey and that the principle of secularism has been internalizedby the new generations which rose after the Kemalist revolution.* University of Haifa.197
And yet, this self confıdence of the Turkish secularist elite has notprevented political leaders from voicing their concerns and worries överthe threat of fundamentalism. This might sound contradictory but is explainable,first, in terms of the political battle between parties and politiciansand, secondly, in terms of the common fear that even though fundamentalistswere perhaps not going to win the war, they might stili winsome battles along the way. There have been two main sins which Islamistgroups have been accused of by the secularists: For one, the Islamistsvvished to return Turkey to a medieval order, with its outdated notionsand rules. In Kenan Evren's speeches, for example, we can fındstrong attacks on reactionaries on this account. In his view the old beliefsand practices of the Islamists did not befıt modern nations and just asthey vvere the reason for the decline of the Ottoman Empire in the pastand threateen Turkey's progress in the present 1 . The other sin attributedby the secularist leaders to the Islamists, has been their exploitation of religionfor political purposes. Secularists have argued that the goal of thesegroups vvas not at ali religion but to gain political povver for themselvesand in this sense these movements vvere political not religious. In the processthey have not only mixed religion vvith politics -a grave matter in itself-but helped enhance division and strife vvithin Turkish society. Theyhave also committed a serious offense against religion itself vvhich by naturepreached love and brotherhood.With ali their attacks on fundamentalism and reaction, secularistleaders have alvvays stressed that their criticism had nothing to do vvithislam itself. Secularism did not mean being anti religious or atheist andthe fact vvas that in Turkey, vvhile the state vvas secular, the people vverenot vvithout religion-they vvere by and large Muslims. Moreover, for thepeople of Turkey, islam vvas not just a mark of identity but, as many leadersvvould say, a living and practiced religion. As Süleyman Demirel oncedescribed them the Turks vvere, in fact, the "best Muslims" 2 . Turkishleaders vvould often describe themselves, too, as actual believers. In thevvords of Erdal inönü, for example, "Our religious sentiments are ourmost lofty and sensitive ones" 3 and as Evren recalled, even Atatürk vvasnot a man vvithout religion (dinsiz). His sole purpose vvas to separate religionfrom politics and save religion from fanaticism (yobazlık) 4 .The concept of islam that emerges in the pronouncements of Turkishleaders is then of a religion vvhich is totaly devoid of extremism and fa-1. Speech in Kastamonu, 13 August 1983, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in Söylev veDemeçleri, 1982-1983, (<strong>Ankara</strong>, 1983), p. 382.2. Turkish TV, 22 April 1992, quoted in BBC, Summary of World Broadcasts (SWB),Central Europe and the Balkans, 24 April 1992.3. Anatolia in Turkish, 3 July 1993, quoted in FBIS, Daily Report-West Europe (DR-WE), 6 July 1993.4. Speech in Kahramanmaraş, 17 January 1981, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in Söylevve Demeçleri, 1980-1981, (<strong>Ankara</strong> 1981), p. 164.198
naticism, is stripped of ali medieval rules, and has no role to play inshaping political institutions. It is, instead, a declaration of faith in Godand his messenger, and a moral message. As prescribed in the Holy Book,it enjoins man to abstain from evil, do good and carry out certainreligious rituals and social duties. It is a religion which is based on theprinciples of love, brotherhood, peace, equality and justice. The value ofislam for Turkish society is seen accordingly on several levels: It is aninstrument for elevating the moral standards of society; it serves, togetherwith national values, to combat foreign and destructive ideologies; andmost important, it plays a crucial role in unifying society and nation. Itdoes so because it is, after ali, the common denominator between peoplewhich transcends divisions of sect, religious order or ethnic backgroundand also because its very teachings do not permit rancour and feud, butspeak of love and brotherhood. As such it is closely bound with Turkishnationalism itself. This point was explained by Özal:What holds together or rather brirıgs together our urıity andour cohesiveness is the fact that we are ali citizens of theTurkish Republic. This is the fırst point. Everybody who livesin this land, everybody who was born here and everybodywithin the boundaries of the Turkish Republic who is a citizenof this country is a fırst class citizen... with no distinctionbeing made. Our state is secular. But wlıat holds our nationtogether and what serves in a most powerful way is our nationalcohesivenesss and what plays the essential role is islam5 .It is with this message of islam that, Turkish leaders have, not suprisingly,addressed the various religious and ethnic groups in the countrywhich in past decades have in some cases shown signs of alienation andrestlessness. It has been felt that islam, perhaps even more than nationalism,can bring the desired unity among ali these groups. Since Sunnis andAlevis are, after ali, Müslim, and so are Turks and Kurds, islam can serveas an effective link betvveen them. It is no wonder that in speeches deliveredin reegions where Sünni Alevi strife was evident, and where Kurdishmilitant groups have been active, Turkish leaders would often emphasizethis common religious belief.Furthermore, it is with this kind of islam, a religion of faith, ritualand moral and social message, that Turkish secularist leaders have beenready to promote among people, whether through sermons in mosques orin religious classes in the school system. Some secularist intellectuals, itis true; may have rejected any role in Turkey for islam, but virtually alipolitical leaders have seen the need for it. In this sense, the Türk islamSentezi, has not only been the article of faith of a particular group among5. Milliyet, 30 January 1989.199
intellectuals or politicians, but has been shaped by ali of the mainstreampolitical leaders.With this brief expose of islam in the eyes of mainstream Turkishleaders, two basic questions come to the fore. One has to do with thecompatibility of the secularists' conception of islam and the traditionalone. It has been widely accepted, after ali, that islam does regulate the behaviorof believers in every aspect of their lives and sees the political organizationof the religious community as an important foundation of religionitself. How is it possible to reconcile this with the vievv of islamwhich resolutely rejects any notion of a religious-political communityand the binding character of the Holy Law? Remarkably, some of thepublic figures and politicians have adressed themselves to the problem.According to Erdal İnönü, his was the very reason Atatürk and his associateswere forced to set boundaries betvveen what was regarded as the affairsof the state and the affairs of religion and view islam as a religion offaith and ritual alone 6 . In this sense, Atatürk may have been a religious reformerhimself. Özal, on his part, stated that islam should not actually beseen as one single path but a middle road, and there were many ways ofcompromise betvveen the paths 7 . What was needed perhaps was a freshlok at islam and Evren may have been pointing in that direction when heclaimed that certain Koran verses ostensibly sanctioning outmoded ruleshad not been properly interpreted 8 . The most interesting statement, perhaps,belongs to Demirel, in whose speeches one often detects and intellectualbent. Many times, he said, secularists did not understand islamwhile Islamists did not understand secularism. He admitted that some ofthe laws in islam actually deal with earthly issues and regulate relationshipsbetvveen mand and man, which are, according to the strict secularistapproach, the domain of society alone. But though Turkey may have deviatedfrom this in her legislation, these laws were adapted to the conditionsof the time just like had been done in early islam and just like whatwas done in other Müslim countries. It is true that the Koran refers to therule of God, but the right of a nation to rule itself is not contradictory tothe divine orders of God. In his vvords:Many times in the Koran God telis the Muslims to rule thecountry through justice. God also says give the right to ruleto those who are capable. Here we see that God wants thepeople to be ruled by the people. So, ifyou hand power överto those who are capable of running the country, then youare fulfılling God's wishes. The country may stili be consideredMüslim and is considered so by others 9 .6. TBMM, Tutanak Dergisi. 20 January 1987, B: 56, O: 1, p. 557.8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın...Konuşma, 5 March 1991 (<strong>Ankara</strong> 1991), pp. 18-19.Speech in Van, 24 August 1983. Evren 'in Demeçleri, 1982-1983, p. 422.9. Turkish Daily News, 21 April 1994.200
The other question relates to the compatibility betvveen islam's rolein society and state as seen by the secularists and the principle of secularismitself. This is essentially a debate betvveen secularists, and more specificallybetvveen those who are prepared to give islam a greater role insociety and those who consider themselves the devout guardians of secularism.The mere view of Turkey as Müslim country has been one issueof debate. Referring to the above quoted statement by Özal on islam as afactor making for cohesiveness in Turkish society, one commentator,Coşkun Kırca, for example, raised his objection saying that Özal's wordswere contradictory to the nationalist conception. "Defıning the foundationof society as religion", he said, "would, in addition to dividing citizensaccording to religious and philosophical beliefs and practices, alsoproduce the result of splintering society by ethnic group. That is whysecularism and nationalism are a whole"'°. The issue featured strongly inthe late 1960's when Turkey decided to join the Islamic Conference.Some writers and commentators raised the question vvhether this was inaccordance with secularism, and government leaders sounded somevvhathesitant at first about the move and opted for a kind of gradual affiliationwith reservations put on resolutions. In answer to criticism, they wouldrefer to the fact that Turkey's population was, after ali, Müslim, that itshared a heritage with other Müslim countries and that the organizationwas political, not religious. With time, challenges and criticisms of thissort have largely subsided.More important, presumably, have been the debates regarding theright relationship betvveen state and religion in Turkey. The mostcommon definition of secularism has been the one which stands on theseparation between state and religion. Secularist leaders have ali beenunited in ruling out any interference by religion in state affairs, but theproblem was whether the state was allowed, on its part, to involve itselfin religious matters. Ironically, perhaps, it was often the Islamiststhemselves who argued that by regulating women's garb, or religiouseducation, for example, the state vvas acting in a vvay vvhich wasinconsistent with the total seperation betvveen the two domains prescribedby strict secularism. That the issue vvas problematic vvas admitted byDemirel vvhen he said, "We have one problem vvhen the governmentwithdraws its hand from religion. We have another type of problem vvhenits does not. The secularism of the government is a debatable issue" 11 . Butmost secularist leaders seem to have accepted the right of the state toinvolve itself in religious affairs, if only because the traditional"guardians" of religion could not be trusted to disseminate and promotethe right kind of islam. If the state vvants islam to be progressive, andfulfil its proper role in society, it simply had to interfere. Many vveresurprised vvhen the secularist offıcers vvho instigated the 1980 takeover in10. Milliyet, 30 January 1989.11. Nokta, 13 October 1991.201
Turkey initiated the expansion of religious education in state schools, butEvren explained this in the following terms:Our childretı will thus learn about their religion in stateschools, through state lessons. In this manner we are servingthe principles oflaicism. Laicism does not mean that the citizensshould be left ignorant on the issue of religion and thusbe left in the hands of the instigators of sectarian differences12 .One aspect of secularism, most common in addresses made to membersof different denominations or sects vvithing Turkish society or else inthose directed to the outside wold, has been "religious freedom". Eachcitizen is allovved to believe in whatever religion or faith he wishes, ornot to believe at ali. As put by Tansu Çiller, "the concept of contemporarylaicism vvhich means that the state vvill respect the right to beliefsand function independent of these differences in belief vvill continue to beour fundamental principle" 13 . Obviously, no challenges to the principle ofreligious freedom could have appeared in the discourse of political leaders,but this definition of secularism could also be open to question. Didreligious freedom hinge upon the state being secular? Was it not possiblefor states based on religious foundations to be tolerant tovvards other religions,or, conversely, could secular states not be hostile to one particularreligion or religion generally? These questions seem not to have featuredat ali in the pronouncements of political leaders. Hovvever, it has beennoted by some that the Ottoman Empire vvhich vvas far from being a secularstate, stili did not limit the freedom of religion and allovved its citizensto practice vvhichever religion they vvished 14 .In any event, vvhatever contradictions exist betvveen the Turkishsecularists' vievv of islam and the traditional conception islam, orbetvveen islam as they see it and strict secularism, political leaders are, ofcourse, excused if they are sometimes inconsistent or do not succeed inbridging betvveen al these concepts. The point to stress is that for Turkishpolitical leaders both islam and secularism have been important inserving the interests of Turkish society and state in that they uphold theprime goals of national unity and territorial integrity. islam can be usedto bridge betvveen different ethnic groups and denominations, vvhilesecularism serves the same purpose by lessening the value of religiousdifferences. islam is the obvious link betvveen Turks and Kurds. For themembers of the different Müslim denominations and sects both islam andsecularism are instrumental. In its broad lines islam is, after ali, shared byali of them, but if this is not enough, one has secularism to obliterate the12. Speech in Erzurum, 23 July 1981, quoted in SWB-Middle East, 25 July 1981.13. TRT TV, 30 June 1993, quoted in DR-WE, 2 July 1993.14. Metin Güven, President of Council of State, Dünya, 21 February 1994.202
eligious differences. Secularism is also important as supporting theintegration of Turkey's non Müslim minorities and is valuable infacilitating Turkey's integration in the family of Western nations.In conclusion, ali too often secularism in Turkey has been seen asbeing motivated predominantly by the need to overcome the forces ofreaction and to ensure the country's modernization. Equal value shouldbe given, however, to considerations of national unity. Theseconsiderations must have played their part in Atatürk's promotion ofsecularism, and they are certainly recognized by present day politicalleaders. But islam, too, although not a constitutional principle, has had animportance of its own and should be recognized for what it is -a vitalbond holding Turkish society together. Their coexistence is nothing newin Turkish history. Back in Ottoman times statesmen spoke in Ottomanistterms to win över the non Muslims and in the process accelerated theprocess of secularization of the state. At the same time they continued touphold the religious institutions and symbols of the Empire for thepurpose of assuring the loyalty of their Müslim citizens. Facing similarproblems, Turkish statesmen in both periods followed similar policiesand there is thus more continuation between the Ottoman Empire and theTurkish Republic than meets the eye.203
THE ESSENCE OF SECULARISM-LAND SHALLBY LA W BE BUILTErik CORNELL*IWhen the Ottoman Empire some 200 years ago commenced itspolicy of modernization the decision was taken against a background ofrepeated military defeats. It was obvious that somtehing had to be done toregain strength and ability equitable with the Central and West Europeanpowers. Not only military technology but also military training -i.e. notonly technical capacity but also psychological aspects- had to be broughtback to international standards. This second aspect met with resistancefrom conservative circles who believed that technical capacity could beimported in isolation. A growing realization that modernization requirednot only modern weapons but must be accompanied by psychological andintellectual aspects led, after some half century to the introduction of'Tanzimat', the Ottoman policy of Reorganization of the 1830's, whichcan be compared to the Soviet Union's 'perestrojka' of the 1980's. Whenreorganizing a key issue consists of the introduction of new laws and thereformation of the entire legal system. Consequently Tanzimat broughtwith it the importation of Western laws and the establishment of lawcourts which coexisted with but, however, were not allowed to contradictSharia. This meant that the constitution of 1876 consequently establisheda Parliament which was no legislative body as this power stayed with theSultan/Caliph as the representative of God.IIA characteristic feature of the Western legal system is that its rootsgo back to pre-Christian times-Roman law and the various laws of theGermanic peoples. In Sweden for instance the provincial laws were keptalive through oral tradition and the oldest manuscripts date back to the13th century. On that basis a unified body of laws for the whole countryreplaced them in the 1350's and remained valid untill they were in turnFormer Ambassador of Sweden to Turkey; Bromma.205
eplaced by new and revised laws in the year 1734, which is stili the symbolicdate of the now existing law of the land. It is interesting to note thatin 1347 the Church refused to accept changes in its status and consequentlyin Sweden no new church law, valid for the whole country, couldbe promulgated. It is incontestable that the Church exerted a strong influenceon legislation but the example mentioned clearly illustrates how secularlaw was able to assert itself. It managed to do so not only against religiousdomination but also against the absolutism of kings. In westernsocieties there has been ali through history a medley of legal counterweightsto absolute power, be it from the side of religious or temporalpowers: local assemblies with judicial rights, feudal lords, parliaments,estates, guilds and similar institutions which managed to safeguard andlegalize inalienable rights for individuals as well as for corporations. Certainlythese rights could be violated or abrogated, as illustrated by e.g. theinquisition, but only temporarily. From these starting-points, in spite ofnumerous setbacks, development slowly proceeded along the line orstages: state governed by law -democracy- human rights.To explain this development two factors, related to religion, shouldbe highlighted. The first is Jesus's maxims "My kingdom is not of thisworld" and "Render therefore unto Caesar the things which be Caesar'sand unto God the things which be God's". The second factor is thatChristianity started as the religion of the oppressed who during the firstcenturies were persecuted by the Roman state. Disobedience to overlordsas welll as the individual's right to protection against the state enjoyed religioussanction from the very outset. Violent oppression was neverthelessoften abused by both religious and temporal powers. But the dualismbetween State and Church encouraged propensity for change and facilitatedthe secularization process of Western countries. It was of paramountimportance that the religious establishment could not monopolize the educationalsystem. When universities were established they had separatefaculties for theology and for law.IIIBy contrast islam was the religion of the conquerors and the religioncomprised the law. From the very beginning the ruler's power and religionwere united. This meant a totaly different attitude to state power andto people of another opinion. The cold hard truth of these divergent attitudesis to be found, on the one hand in the original Christian sanction ofrebellion against state power and, on the other hand the claim of islam torepresent an order of state and law which is founded on divine revelation.The fundamental validity of this divergence must not be blurred bycontradictory historic events and circumstances. It is an undeniable factthat religious tolerance was much more characteristic of the world of islamthan of Christianity, as exemplifıed by the treatment of Jews and the206
'Millet' system of the Ottoman empire. This is a reflection of power politics.Unbelievers did not constitute a threat to the Caliphate in its heydaywhilst the Christian states at that time in their fight for survival cultivatedintolerance. During later centuries and especially under colonialism thesituation became reversed.In principle there existed no source of law or legislative power otherthan Sharia. But, as Prof. Feyzioglu has also shown, the running of theenormous and complex Ottoman Empire made it inevitable to institute legalregulations "which were not of Şeriat origin, and sometimes not evencompatible with it". An interestinge case in point is the 'Devshirme' systemwhereby Christian boys vvere forcefully converted to islam andserved as the Sultan's slaves both as soldiers and civil servants up to theposts of Pasha and Grand Vezir-in spite of the fact that the Koran prohibitsboth conversion by force and a Moslem to be the owner of Moslemslaves. The very concept of law could not avoid being influenced by anorder where not only the rank and file of Government service but also theEmpire's highest dignitaries by defınition had limited legal capacity.It becomes an observation only, not a conclusion, that lawmakingand legal practices are an expression of human activities aimed either atcontrol över society for the rulers' own benefit, or aimed at progress andimprovement to society. As such law-making constitututes a creation andexpression of human thought. If a 'fetva' proves unrealistic, as the famousone prohibiting the use of a printing press, the reason could onlybe a human shortcoming. If individuals who are responsible for suchshortcomings are allovved to exert a dictatorial or monopolistic influence,propensity for change will be strangled and progress will not be achieved.Monopolistic influence inevitably leads to failure and must be replacedby a procedure which encompasses popular participation, i.e. manifestationof "common sense" in the original and true meaning of the expression.IVThanks to the reforms in practice and thought introduced by Tanzimata base for the creation of a secular Turkish Republic already existed.However, the forces of tradition and resistance to change vvere stili strongand Atatürk had to overcome them in order to accomplish his task, whichwas based on the conviction that ali political power should derive fromthe will of the people. The unprecedented size of this task and his performancehas been eloquently illustrated by the great historian Toynbee,who wrote: "Imagine for a moment that in our Western vvorld, the Renaissance,the Reformation, the scientific and intellectual revolution at theend of the 1700's, the French Revolution, and the industrial revolutionhad ali been compressed into one human lifetime...". To this list must, Ithink, be added both the thorough legal reforms as manifested in e.g. the207
introduction of Code Napoleon, and also the progress of parliamentarydemocracy of the 19th century and of Atatürk's own times. Atatürk inspiredone of the most far-reaching legal reforms in history, the consistentfullfilment of the reforms initiated by Tanzimat in securing the supremerule of secular law. He also made sure that the will of the people becamereflected in legislation by a freely elected legislative body.Atatürk's impressive successes in this field are ali the moreadmirable when the political and intellectual climate of the 1920'sand '30's is taken into consideration. At the same time that Atatürkfounded the Turkish Republic and set up the future route according tothe famous six arrows, a number of both Western and Eastern Europeancountries experienced serious setbacks into dictatorship and lavvlessness.These countries were liberated partly due to a devastating war fromwhich Turkey was spared, partly thanks to the principle final lyacknovvledged ali över Europe only a few years ago, that political powermust derive from the vvill of the people.VThe theme of this Conference is "Atatürk and Modern Turkey".Against the background sketched above it is easy to state that vvithoutAtatürk there vvould be no modern Turkey as vve knovv it. His visionvvas farsighted and cleared the vvay for propensity for change bothimmediately and gradually, depending on conditions set by the circumstances.This method reveals that his intention vvas to create, not onlya political system satisfied vvith its own achievements, but a vigoroussociety capable of coping vvith ali the unforseeable challenges vvith whichit vvould inevitably be confronted in both the near and distant future. Thisinspiration served Turkey vvell during Atatürk's lifetime, and our presencehere today bears vvitness that it has also served Turkey vvell since hisdemişe. Moreover, it teaches us that the struggle for the preservation andcontinuous refınement of these democratic, scientific, and intellectualgoals demands vigilance and conviction from the men and vvomen ofeach emerging age class. Each generation must again and again, like linksin a chain, in a never ending process be convinced of the validity of thesegoals and the necessity to defend them. This is a concern not only for theTurkish people and Turkey; it is valid for ali of us regardless of his or herplace in life.208
ATATÜRKÇÜLÜĞÜN ÇAĞDAŞLIK GÖRÜŞÜ İLEİSLAMI GELENEKLERİN BİR SENTEZİVAR MIDIR? CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NİNFİKİR HAYATINDAKİ GELİŞMELER:SÂMİHA AYVERDİ ÖRNEĞİINazlı KANER *Bugünkü sempozyumda sunmak istediğim tebliğin konusu ilk bakıştabelki bazı sorulara sebep olabilir, çünkü Sâmiha Ayverdi gibi, eserlerindeAtatürk'ün adı hemen hiç geçmeyen ve Türkiye Cumhuriyeti'ninkuruluşunu, muhteşem Osmanlı-Türk tarihinin bitiş noktası sayan, mutasavvıf,tutucu-müslüman, hatta reaksiyoner bir yazarın, Türkiye Cumhuriyeti'nin75. kuruluş yıldönümünü konu alan bir sempozyumda ne ilgisiolduğu sorulabilir.Sâmiha Ayverdi 1905 yılında doğdu, 1995'te vefat etti. Yaşamı TürkiyeCumhuriyeti'nin tüm devam süreci içindedir. Biyografisi, yazar olarakeserleri ve diğer bütün etkinlikleri -ki burada onun sempozyumumuzlaolan ilişkisi ortaya çıkıyor- Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından,günümüze kadar ki, sosyo-politik gelişmelerle karşılıklı bir etkileşimiçinde bulunmuştur. Onun örneği Cumhuriyetin ilk dönemindeki Atatürkreformlarının belirli insanların kişisel yaşam duygularını nasıl ve ne ölçüdeetkilediklerini, öte yandan da bu etkilerin yansımalarının ne suretletoplumda önem kazanabildiklerini gösterecektir -ki burada Türk-lslamsentezigibi bir ideolojinin gelişmesine bulunduğu katkı da ortaya çıkmaktadır.Konumuz "Atatürkçülük ve Modern Türkiye"dir. Tebliğim Atatürkdevrimlerinin belli bir bölümüne: tarihî, millî tarih olarak yeniden yazmaksuretiyle yeni bir kimlik yaratmak girişimi ile ilgilidir. Aynı zamandaCumhuriyet'in ilk döneminde başlayan bu sürecin günümüzde ne ölçüde-özellikle Osmanlı tarihine bakışında- belirgin olduğu sorusunu tarihîakışı içinde ele almak istiyorum.Freiburg <strong>Üniversitesi</strong>.209
Çok sık belirtildiği gibi Cumhuriyet'in kurucuları, Cumhuriyet'inkuruluşu ile birlikte, Osmanlı geçmiş ve kimlikleri ile bağlarını resmenkoparmışlardır. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış sebepleriniislamî ortamına dayandırmışlar ve sadece tarihin Osmanlı yüzyıllarındandeğil aynı zamanda İslam ile de bağlarını koparmışlardır. Özellikle1920 yıllarının İslam'ı yalnız devlet hayatından değil, kamu ve kültür hayatındanda uzaklaştırma önlemleri belirli örneklerdir. Batı uygarlığınındeğerlerini bir kültür devrimi şeklinde müslüman bir halka yakınlaştırmağaçalışmışlardır. Atatürk'ün amacı yeni bir ruh yaratmaktı: 'kaderci' ve'âtıl' Osmanlı insanın yerine, yeniliğe inanmış, aktif bir insan geçecekti.Yeni kimliğin, Türk kimliğinin -ki bu Türk kavramı 20. yüzyıl başlarınakadar daha çok 'kaba, cahil, köylüyü' tanımlıyordu- oluşturulmasınınaraçlarından biri Osmanlı tarihi yerine yeni bir Türk tarihi yaratmak, modern,uygar ve batıya yönelmiş bir Türklüğe dayanmak, bir de Osmanlıkültür mirasından uzaklaşmaktı.Sâmiha Ayverdi'yi Türk fikir hayatının dikkati çekecek kadar erkenbir döneminde, yani 1940 yıllarında, büyük özellik taşıyan bir konu çalışmalarınıntemelini teşkil edecek yoğunlukta ilgilendirecek ve kendiniartık bütün hayatı boyunca, yakın zamanda esasını İslam ile Türklüğünbirleştirmesi olarak tanımlayacağı Osmanlı toplum ve tarihinin parlak veözlemli anlatımına, hatta ütopyalaştırmasına adayacaktır.Aşağıda 1. Sâmiha Ayverdi'nin, kültür kimliği veren unsurların kopuşununbir sonucunu açıklayan kısa bir biyografisini sunmak, 2. Ay verdive çevresinin politik gelişmelerle karşılıklı etkilenişini göstermek ve 3.kendi kişiliğinin ve etkinliklerinin, kimlik arayışı konteksti içinde toplumcabenimsenmesini dile getirmek istiyorum.IISâmiha Ayverdi 1905 yılında siyasal kargaşa ve bir çözülme ortamıiçinde dünyaya geldi. Yakın tarih ve içinde bulunduğu zaman, bir yandanaskerî yenilgiler, milliyetçi azınlıkların isyan ve İmparatorluktan kopmaları,öte yandan İmparatorluğu ayakta tutmak için, batıdan ilhamını alan,siyasî ve idarî reform önlemleri, yeni ideolojiler, yeni fikir akınlarının birbirinekarışmasıyla belirlenir. Sonunda, Birinci Dünya Savaşı felaketi veOsmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesinden silinip yerini genç TürkiyeCumhuriyeti'ne bıraktığı bilinir.Sâmiha Ayverdi'nin çocukluğu ve gençliği görüldüğü gibi son derecehareketli ve sarsıntılı bir zamana rastlar. Bu durum onda, sosyal çalkantılaraözellikle hedef olan bir sınıfa, eski aristokrasiye mensup olduğundan,derin izler bırakacaktır: Ayverdi Osmanlı konak hayatının klasikçerçevesi içinde, bu yaşam biçiminin gelenek ve alışkanlıkları ile çevriliolarak yetişti. Bu hayatın kendine göre nasıl olduğunu -uzakta kalan birgerçeğin ardından bakarak- kitaplarında bütün ayrıntılarıyla tarif eder.Eski Osmanlı toplumunun sosyal uyum içindeki ortak hayatını, yoksulla-210
ın aleyhine değil onların faydasına kullanılan maddî refahı, maddî kültürünestetiğini ve daha bir çoklarını burada vurgular.Oysa ben, Ayverdi gibi o çağın elit tabakasına mensup olan nesildebu yaşam biçiminin kaybolması özellikle aynı zamanda maddî refahın dakaybolması, sonuç olarak yaşam güveninin de kaybolması, derin izler bırakıponu etkileyen birinci husus olduğunu belirtiyorum. Onu etkileyenikinci husus ise mutasavvıf Ken'an Rifâî Büyükaksoy ile olan ilişkisidir.1908 yılında İstanbul'da dergâhını kuran Ken'an Rifâî, Ayverdi'nin deannesinin mürşidi idi. Onu çocukluğundan beri tanıyordu ve 1927 yılındakendisi de o çevreye katılarak, önce müridi ve daha sonra 1950'de, ölümüüzerine, halifesi olmuştu.Şu halde Sâmiha Ayverdi'nin yetişmesini (socialization) büyük ölçüdebelirleyen unsurlar, bir yandan Osmanlı aristokrasisinin yaşam alışkanlıkları,öte yandan da annesi üzerinden kendisine intikal eden İslamtasavvufuolmuşdur. Cumhuriyet'in kuruluşunda ve Kemalist devrimlerçerçevesi içinde gerçekleştirilen sosyo-politik değişimi, devrimcilerin hedeflediğikimlik değişimi bakımından, Ayverdi'nin sosyalizasyonunadamga vuran hususları içeren bir bakış açısından yeniden yorumlamak istiyorum:Bu yeni cumhuriyetçi değer ölçüleri içinde, Sâmiha Ayverdianakronik, obsolet'in yani Osmanlı elitinin ve İslam-tasavvuf çevresinintemsilcisi olarak modern bir toplum olmak yolundaki engellerin temsilcisidurumuna düşmüş. Buna tepkisini de -çoğu çağdaşlarından burada ayrılır-bu "obsolet"e bağlı kalarak göstermiştir.IIIİlgi çekici olan, daha sonraki yıllarda, bu "obsolef'in çağın gelişmesüreci doğrultusunda gördüğü kabuldür. Bu bağlamda, Sâmiha Ayverdi'ninçalışmalarına -çok sınırlı da olsa- bir göz atmak gerekir. Ayverdigeniş bir edebî eser bırakmış, bazılarını kendi kurduğu bir çok kültür derneklerindede faaliyet göstermiştir. Atatürk'ün ölüm yılı, 1938'de, yayınlanan-mistik konulu- ilk romanı ile çağının edebî eğilimlerinin(trend) dışında kalmışsa da 1946 yılına kadar yedi roman daha yazmış,bunlarda gerçi tasavvuf ana temayı oluşturmakla birlikte, Ayverdi çağdaşı,bir çok yazarın ilgi gösterdiği ve 1950 yıllarına kadar edebiyat dünyasınınbaşlıca teması: batılılaşma konusunu da işlemiştir. Ayverdi'nin dileğidinî ahlak ve doğunun geleneklerini anlatmaktı. Batı önündeki tutumu,batının değer ve ilkelerini kendi kabule açık olmamakla birlikte, batılı öğrenimve öğretimi gerekli gördüğünden, batı karşıtı olarak nitelendirilemez.Ayverdi görüşlerini 1940'lı yıllardan itibaren belirli bir değişimingözlendiği fikir dünyası içinde savundu. 1946 yılında çok partili sistemgetirilmiş, İslamın kamu hayatına dönüşü (1945-50 yılları arasında kurulan24 partiden sekizi İslamî karakter ve amaçlarını açıkça vurgulamışlardı)ve Türkçü milliyetçi akımların yeniden canlandığının ilk işaretleri görülmeyebaşlanmıştı. Bu akımlar giderek karşılıklı etkileneceklerdir. 1950yılında yapılan seçimlerin sonucunda Demokrat Parti iktidar olur. De-211
mokrat Parti, önde gelen yöneticilerinin devletin sekülerlik ilkelerinedokunmamak için büyük çaba göstermelerine, dinî siyasete karıştırmıyacaklarınıve dinî akımları cesaretlendirmeyeceklerini vurgulamalarınarağmen, gerek sekülerlik anlayışına gerekse sekülerliğin uygulanmasınabelli bir ölçüde genişlik getirdi.1950 yılı Sâmiha ve kardeşi mimar Ekrem Hakkı için önemli bir yılolur. Ekrem Hakkı ve Aydın Yüksel "Fetih Cemiyeti"ni kurarlar. GeneEkrem Hakkı'nin katılımı ile, etken üyeleri arasında Sâmiha Ayverdi'ninde bulunduğu "İstanbul enstitüsü" tesis edilir. Bu derneklerin hedefi öncelikledinî değil, tarihî İstanbul kenti ve Osmanlı mimarisiyle uğraşmaktır.Osmanlı kültür ve geleneklerini tekrar canlandırmak gayesi ön plandadır.Ne var ki bu çabaların ardında, cumhuriyetçi tarih yazımının gelişiminebir göz atmamızı gerektiren belli bir tutum yatmaktadır: Cumhuriyetmilliyetçiliğinin yerleşmesi ile Türk tarihi fiilen yeniden yazılmışoldu. Çok halklılık kimliğini temsil eden Osmanlı kavramı 19. yüzyılakışı içinde ve azınlık milliyetçiliği karşısında anlamını kaybedince, yerinebaşka bir kavram getirmek gerekti. Saray vak'a nüvislerinin gelenekseltarih yazımında "hanedanı tanrısal irade tarafından yönetimine gönderilenebedî devlet" ("devlet-i ebed'müddet") kavramı azınlıkların milliyetçilikakımları sürecinde anlamını kaybetmiş, ortaya yeni bir gerekçeçıkmıştı. Bu görüş, bir yeni Türk tarihinin varlığını idrak ettikten sonrabu tarihin İslam ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini irdeledi: ya İslamtarihi içinde ya da tamamen ondan ayrı -ve öncelikle kendi millî devletininmeşruiyetinin hangi temele dayandırılacağı. Başlangıçta milliyetçiliğinİslam'la bağdaştığı savunulurken, Atatürk bir bakıma "Türk TarihTetkik Cemiyeti"nin öncüsü olarak 1928/30 yıllarında, Osmanlı tarihinireaksiyoner olarak gösteren ve Osmanlıdan önce var olan, özgür ve demokratikbir Türk ulusunu ona karşı çıkaran Türk Tarih Tezini ortaya attı.1931'de kurulan "Türk Tarih Tetkik Cemiyeti" (sonradan "Türk TarihKurumu" adını almıştır) tarafından yazılıp yayılan bu resmî Türk tarihiözellikle yeni Cumhuriyet'in yayımladığı okul kitaplarında görünüyorduve Osmanlı devletini olumsuz tasvir ediyordu. Başkentin <strong>Ankara</strong>'ya taşınması,dilin arap ve farsça sözcüklerden arındırılması ve Türk dilinibütün dillerin kaynağı ilan eden "Güneş Dil Teorisi" gibi modeller, "özTürklük" düşüncesinin ve Osmanlı geçmişinden soyutlanmak siyasetininen belirli örnekleridir. Bir süre Osmanlı devleti, Orta Asyadaki "AltınÇağ"ın yanında kabul edilmez nitelikte sayılmıştır. Artık bu değişecekti.Atatürk milliyetçiliği millete gurur duyacağı yeni bir kimlik ve geçmişvermek istemekle beraber aslında az ya da çok belirgin bazı eksikliklerbırakmıştır. Çok zaman temalaştınlan, yeni başkenti inşa için <strong>Ankara</strong>'yagiden bazı Cumhuriyet aydınlarını rahatsız eden İstanbul hasreti bununsembolik bir ifadesini taşır (mesela Yakub Kadri Karaosmanoğlu "<strong>Ankara</strong>"romanında Cumhuriyet aydınlarının bu ruhî durumunu anlatır).Şimdi burada konuyu tekrar Sâmiha Ayverdi'ye bağlayabiliriz. Ayverdi,değindiğim gibi, Cumhuriyet elitinin başlangıçta ortadan kaldırmak212
istediğini, bilinçle ve doğrudan doğruya temsil etmektedir: Cmhuriyet'inbir bakıma tahtından indirdiği İstanbul tarafından temsil edilen Osmanlılıkve İslam'la özdeşleşmek. Sâmiha Ay verdi ve onun mistik -dinî çevresinintutum ve etkinlikleri, Cumhuriyet'in yarattığı bu eksikliklerihedef alıyordu. Onun 1950 yıllarından itibaren, kendince üzücü ve yıkıcısayılan- ve artık Türk ve İslam geleneğinden kopmak Olarak yorumladığı-Osmanlı geçmişinden kopmağa karşı çıkmak formülü altındaki çalışmaları,bir kimlik boşluğunu doldurma çabası olarak nitelenebilir. Eski İmparatorluğunsembolü İstanbul'u yoğun bir tartışmaya açmanın ilk adımıolarak daha önce anılan iki derneğin ("Fetih Cemiyeti" ve "İstanbul Enstitüsü")kurulması da, oldukça yeni bir eğilimi gösterir. Osmanlı ve İslamtarihini yeniden 'keşfetmek'- ve bu tarihe yeni bir unsur, Türk milliyetçiliğini,katmak.Sâmiha Ayverdi 1952 yılında iki bakımdan anılmağa değer "İstanbulGeceleri"ni yayımladı. İstanbul'un çeşitli mahallelerinin tasviri Ayverdi'yi'eski', Osmanlı Türkiyesi zamanına götürür. Bu Türkiye ona, Türklerinkendi elleri ile geliştirip incelttikleri, ancak batı etkisi ile yozlaşanuygarlığını -bu dönemin çağdaş edebiyatça soysuzlaşmış sayılıp reddedilmesinerağmen- hüzünle hatırlatır. Ve Ayverdi burada çağının geçmişi algılamatarzının da açık bir eleştirisi olan kendi anlayışını dile getirir:"geçmiş zamana harb ilân etmek onunla olan münâsebet ve âşinâlığımızıbir cehil ve gaflet süngüsü ile tepelemek de gene bizi kurutup tüketir.Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişininoldurduğu bir keyfiyettir. Biz geçmişimizin meyvesiyiz "•Pedagojik amaçlarını ise 1964'te çıkan ve aile tarihi olan "İbrâhimEfendi Konağı"nda belli bir şekilde açıklıyor: "Biz, İmparatorluk Türkiyesi'ninhemen de son evlâdları. (...) görüp duyduklarımızı, tadıp kokladıklarımızı,kudretimiz ölçüsünde, gelecek nesillere intikal ettirmekmecburiyet ve mes'ûliyetinin altında bulunuyoruz". Burada sultanlık kuşağınınson mensubu, görgü tanığı bir çocuk ve eski toplumu benimsemeklekalmayıp, İkinci Sultan Abdülhamid'i şiddetle savunan bir tutucuolarak, batmakta olan, daha doğrusu batmış bir dünyayı anlatır. İmparatorluğunyıkılmasından itibaren yükselmekte olan Türkiye'yi millî uyanışınbir eseri olarak kabul etmez, tam tersine, öncelikle batının zararlı fikirlerininetkisi, Genç Türkler, masonlar ve Selanik dönmelerinin eliyle,Türk-İslam birliği ve kültürünün yıkılışı olarak görür. Artık "Osmanlı"kavramı Ayverdi için "Türk-İslam birliği" kavramı ile eş anlamdadır vemilliyetçi fikirlerin onun İslamî-mistik temeline yaptıkları etkiler çokaçık bir biçimde görülür. İslam ve Türk milliyetçiliği bileşiminde Ayverdinihayet düşüncelerinin somut çerçevesini bulmuş ve yazılarını artık buçerçeveye sığdırmışdır. Ne var ki Ayverdi yepyeni bir düşünceyi benimsemişolmuyordu. İslam ile Türklüğün birleştirilmesi fikri yüzyıl başlarındaZiya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi bazı milliyetçileri de heyecanlandırmıştı.Mesela Halide Edib Adıvar'ın 1912 yılında yayımlanan ütopikromanı "Yeni Turan"da, radikal Türkçülüğün savunucuları "Yeni Turan-213
lılar"ın müziği dinsel bir biçim ve mevlevî karakteri taşır ya da mahalleninimamı onların safındadır. İttihat ve Terakkinin yayın organı"Tanin"de -ki "Yeni Turan" o gazetede tefrika edilmişti- 1918 yılında yayımlananbir baş makalede "Türk kültürünün yüksek ahlakı kuvveti" ile"İslam ve hilafetin manevî kuvveti" birleştiğinde Türkiye'nin yenidenbüyük güç olacağı savunuluyordu. İşte bu formül 1970'lerde "Türk-İslamSentezi" olarak tanımlanmıştır.IV1961 anayasasından sonra bütün siyasal akımların yelpazesinde birhareketlenme ve sağda bir ölçüde yeniden yapılanma görüldü: İslamî veTürkçü-milliyetçi cereyanlar iç içe girdiler. Bu gelişmede itici güç 1960yılı başlarında kurulan ve Türk soluna karşı daha etkili bir savaşım içinortak bir ideolojinin manevî dayanağını arayan tutucu Türk aydınlarınınderneği olan "Aydınlar Kulübü"nden kaynaklanmıştır. Bu kuramsal çerçevedaha sonra, 1970 yılında kurulan "Aydınlar Ocağı" ve onun başkanve şef ideologu İbrahim Kafesoğlu'nun yönetiminde hazırlandı. Böylecemilliyetçi ve islamcı çevrelerin ortak bir ideolojik çatı -"Türk-İslam Sentezi"-altında birleşmesi, geniş ölçüde gerçekleşti ki, bunun ilk başarıları1970'li yıllarda kurulan sağ koalisyon hükümetlerinde görülür. Türk-İslam Sentezi'nin varlık gerekçesi Türk kültür mirasının İslam ile kaynaşmasınıilke alan bir Türk tarihini yeniden yazma talebi içindedir. Türklerinİslam'la karşılaşmaları sonunda "millî kültür" meydana gelmiş olmaktadır.Türk kültürünün payı toplumsal kurumların yaratıcı gücünüoluştururken, İslam kültürünün payı şeriat temelinde bir islam devlet düzenininkuruluması değil, modern, tutucu, bir Türk millî devletinin inşasıdır.Türk fikir hayatındaki gelişmeler uzun yıllar göz önünde bulundurulursa,Ayverdi'nin yazı ve etkinliklerinin giderek ve Türk-İslam Sentezi'ningelişmesine paralel olarak "outsider" konumundan geldiği görülür.Bu akıma çok yakın bulunmakta idi -şüphesiz burada onun bu akımınoluşumuna ne ölçüde katkısı olduğu sorusu akla gelmektedir. Bilindiğiüzere Ayverdi daha 1950'li yıllarda Osmanlı (yani 'Türk-İslam') geçmişinbenimsenmesi gibi daha sonra Türk-İslam Sentezi'nin temel düşüncesiolarak gelişecek konuları ele almıştı.Türk-İslam Sentezi savunucularının etkili siyasal ve kültürel alanlardaönemlerinin giderek artması, Sâmiha Ayverdi'nin 1970-1980 yıllarındaresmî çevrelerde mazhar olduğu takdirlerden de anlaşılabilir. <strong>Kitaplar</strong>ıokullara tavsiye edilmiş, toplumsal ve edebî angajmanı sebebiyle bir çokarmağanlara layık görülmüştür.VGittikçe artan popülaritesinin gösterdiği gibi Sâmiha Ayverdi'ninedebî ve diğer çalışmalarının Türkiye, daha doğrusu İstanbul toplumununbelli bir kesiminin ihtiyacına cevap verdiği ve onun bu ihtiyacı karşılaya-214
ildiği açıktır. Pedagojik amaçlarına göre belli bir çevreye, yani Osmanlısonrası kuşağa doğrudan doğruya yönelmiş, 1960 yılından itibaren yaşamıve eserlerinin gençlerde uyandırdığı ilgi de kanıtladığı gibi, aradığı hedefeulaşmıştır. Kendi Osmanlı çocukluğu ve gençliğini yazması isteğide, esasen dışardan, 1974'te genç bir edebiyat bilimcisinden gelmişti.Bugün hepsi en az sekiz kitapta toplanan anılarını yazmağa başlamaklada kendi dışındaki beklentilere karşılık vermiş olmaktadır. Önceliklegenç kuşakta bu kadar ilgi gören bu anılara göre, temeli İslam ve Türklükolan, âdil ve uyumlu bir toplum düzeni Ösmanlı döneminde gerçekleşmiştirve hatta Ayverdi'nin taraftarlarına göre bu düzeni kendi çocukluğundayaşadığı biçimi ile nakletmektedir. Ayverdi kendisine verilen oçağın görgü tanığı niteliği ile, artık var olmayan ve kendince her şeyindaha güzel, daha iyi olduğu bir çağ ile genç nesiller arasında bir köprü olmuştur.Ve Ayverdi İslam ve Türklüğü yüceltirken hayali bir geçmişe dayanarak-Türk-İslam bir millet olarak- kendi kendilerini yüceltmek çabalarınında kaynağı olur.VIBurada artık kimlik konusuna değinmek gereği ortaya çıkıyor ve burayakadar tanımladıklarımın Türk toplumu içinde bazı eğilimler ile ilişkisindensöz etmek istiyorum. Sâmiha Ayverdi'nin edebî çalışmalarınınçıkış noktası; bir yanda mistik İslam'ın yayılmasıdır ki, ona göre, bu,Türk'e öz nitelikleri ile bağlantılı olarak Türk milletinin insanlarına davranışkuralları ve yönleri getiren bir ahlak sistemi, değerler ve normlarsistemi teşkil eder; öte yandan da batı dünyasına yönelmeyi eleştirmektir.Ayverdi'ye egemen olan düşünce, Türk toplumunda gözlemlediğini sandığıve her zaman dile getirdiği kültürel kimliğin kaybolması korkusudur.Atatürk devrimleri; daha önce de değindiğimiz gibi, Ayverdi'ninkimliğinin kaynağını oluşturan alanları: Osmanlılık, İslam, daha doğrusumistik İslamı hedef almıştı.Edward Said: "kültürel kimlik kolayca verilmez. Geçmişin getirdiğibirikim, görenek ve gelenekler ve çok çeşitli kültürel, politik ve sosyalpratiklerin ve ifade tarzının temelinde ortaklaşa inşa edilir" diyor. Atatürkçülükbirikim, görenek ve gelenekleri kopararak yeni kimlik yaratmakistemişti. Görünen odur ki toplumun bütün kesimleri için muhtevalıve sürekli bir kimlik tesisinin alternatifi olamadı. Kemalizmin çeşitli yorumlarınıngelişmesi, vaktiyle kovulmuş bazı -özellikle İslam'la ilgiliunsurlarınyavaş yavaş geri döndüğünü göstermektedir.Sâmiha Ayverdi'nin eser ve etkinlikleri önceleri küçük bir reaksiyonerhücre sayılan çevresinde ve bu çevrenin daha sonra edindiği büyüksosyo-politik etkenlik, Kemalizm'in yarattığı bir kimlik boşluğuna karşıbir tepki olarak yorumlanabilir. İslam'la özdeşleştirilen ve resmen reddedilenOsmanlı kültür mirası, eksik duyulan bir toplumsal durumu yorumlamaörnekleri sağlayan yeni bir terkible adım adım tekrar canlandırılmış-215
tır. Bu yeni terkib İslam dini ile Türk milliyetçiliğinin kaynaşmasıdır.Kaynağından 'millî kültür'ün doğduğu böyle bir kültür mirası, hem Osmanlıgeçmişine ve buna bağlı olarak İslamî geleneğe devamlılık verir,hem de öte yandan 'modern çerçeve', yani Türk millî devlet düşüncesi vebir anlamda da Kemalist mirası muhafaza etmiş olur. Professor Udo Steinbachda Türk-lslam Sentezi'ni çok yerinde olan bir ifade ile "islamischgefârbter Kemalismus" yani "islamlaşmış Kemalizm" olarak nitelemektedir.Ayverdi'nin çabası, 'aydınlatma' vazifesi görmek ve özellikle gençnesilleri kendi anladığı biçimde tek gerçek ahlak sistemi ve davranış kodeksisaydığı İslama yaklaştırmaktı. Burada geçmişi kullanıyordu. Milliyetçiliktendoğan bir "Türk-İslam" Osmanlığı düşüncesi, onun ahlakî tasavvurlarınınve aynı anda sosyal uyum içinde birlikte yaşamanın idealtoplum ütopyasının gösterileceği bir düzey oluyordu.Kemalizm'in doğuşu ile birlikte bir negatif kavrama dönüşen "Osmanlılık",ideolojik bir kavram olarak, tersine dönüştü. Yozluk, çöküntü,gericilik ve hurafecilik olan sembolik içeriği, toplumsal uyum, yüksekuygarlık düzeyi ve gerçek inancın gerçek Türklükle sentezi gibi olumlukavramlarla yer değiştirdi. Toplumun eleştirisinde ölçüt işlevini koruyarak'kötü örnek' sayılırken, bir ideal durumuna geldi.Sâmiha Ayverdi bu sübstitüsyon süreci içinde önemli bir rol üstlenir.Aynı anda tarihin hem objesi hem süjesi olarak ve otantik olduğu sayılananılarını yazmak suretiyle, eski cemiyetin "gerçekten" nasıl olduğuna,neden öyle olduğuna ve şimdi neden öyle olmadığına hem tanıklık hemde aracılık edebilmiştir.Böyle bir ideolojiyi genç ve Cumhuriyet'te büyümüş nesillerin birbölümünün kendine çekecek güce nasıl sahib olabildiğini sormak gerekiyor.Buna bir yanıt bulmaktan çok uzak olmama rağmen, bir görüşünönemli olduğunu sanmaktayım; tek yanlı olarak kutuplaştınlan ve uzunbir zaman ihmal edilen Osmanlı geçmişinin siyaset alanına çekilmesidir.Sonuç olarak şu düşünceyi ileri sürmek istiyorum ki, Sâmiha Ayverdi'ninçalışmalarının sebeb ve sonuçları, Osmanlı'dan Türk toplumunageçişin büyük değişim döneminde, yani Atatürk'ün büyük devrimlerinigerçekleştirdiği ve özellikle Osmanlının yerine modern, Batı'ya yönelmiş,seküler Türk yaratmak istediği süreçle başlayan ve bazıları için hâlâçözülememiş olan Türk toplumunun bir ihtilafına işaret etmektedir. Bu'yeni Türk yaratma' düşüncesi, özellikle aydın çevrelerin geniş bir kesimincebaşarı ile gerçekleştirilmiş olsa bile; geride 'doğu' ile 'batı' arasındahâlâ yerini arayan, kendi topluluğunu her şeyin üstünde görmek eğiliminitaşıyan ve uzun süre ihmal edilen tarihi yücelterek, çağdaşlaşmaklagittikçe çetinleşen gerçeğe bir alternatif yapacağına inanan bir kütle kalmıştır.216
THE POSITION OF THE CIVIL LA WOF TURKEY IN THE WESTERNCIVILISATIONProf. Dr. Eugen BUCHER*I. Turkish Civil Laws is not only Swiss, but European in characterIt is common knovvledge that the legislator of modern Turkeywhen in 1926 codifying its civil law, followed the example of thecodes of Switzerland, i.e. the Swiss Civil Code (SCC) and the Code ofObligations (SCO), both in force there since 1912. The Turkish andSwiss Civil Codes are (except for minör modifications) identical,therefore allovving the view that Turkish and Swiss private law are thesame. This understanding is not only the view of the layman and of foreigners,but is also prevalent amongst the lawyers and in the doctrine ofTurkey.Said interpretation of the legal situation in Turkey is most flatteringto Switzerland and to every Swiss lawyer but it is correct only,as long as we are prepared to apply the understanding of law as predominantin the heroic periods of the creation of the modern codifıcations,i.e. the identifıcation of the law with the then fathered codifıcationsor, the other way round, to reduce law to the then born codes. This conceptof law is no longer valid but gives more and more room to otherviews.The celebration of the birth of modern Turkey, including its westernisedprivate law seems to be the appropriate occasion to discuss the consequencesof the new understanding of law for the situation of Turkishprivate law which in many respects is historically exceptional. Eventuallyit shall be shown that Turkish law is in character Swiss, but at the sametime predominantly European.University of Bern.217
II. Law is increasingly understood as not being represented by codificationsexclusively, but by legal traditionFor quite a while in Continental Europe the identification of law andcodification has been predominant. This approach attributed unheard authorityto the codifıcations, reducing law to more or less well made textslabelled "codes". But in the last decades things have changed. The evolutionsince the coming into existence of the great codes has shown that lawis a phenomenon much more complex than what can be deducted fromthe texts of the existing legislation, the rules of the codes not offeringmore than general guidelines whilst the ali to numerous legal questionsraised by daily life may be answered only on a higher level of lawunderstanding.In order to fınd and apply the law correctly it is indispensableto consider not only the wording of the codes, but legal tradition in adouble sense: First the legal tradition as existing before the act of codification,ruling details which vvhere not preserved in the codes which necessarilygeneralise and abstract from details. Fundamental is the fact thatthe Codes, vvhatever dimension they may have (be they short as theFrench Code Civil, or verbose as the old Allgemeine Landrecht of Prussia)can never be comprehensive, i.e. cover ali thinkable problems of life.Second since the coming into existence of the codes a tradition of legalpractise and court decisions develops which cannot be disregarded in thefuture. The court decisions (hopefully inspired by sensible legal doctrine)produce evolution as well as modification of the law: By adding rules notprovided for in the codes they amplify the law, by departing from whathas previously been understood to be the law of the code they change thelaw from time to time.That the identification of law and codes is no longer admissible becomesevidenced by the fact that in the area of the Civil Law tradition,i.e. in continental Europe (where the concept of codification of the lawhas its origin), the creation of codes complying with the original greatand ambitious concept of codification is no longer possible. Today nobodyis prepared to believe that e.g. the French Civil Code, the GermanBGB or the Austrian or Swiss Codes could in a foreseeable future be substitutedby a new national text or by a text created collectively by the EuropeanUnion: Not only foreseeable divergences of views of the legislatorsin the substance make such plans illusionary, but first of ali theabsence of any generally admitted concept of codification; there would beno agreement on what substance to include rules in a code, everybody beingaware that to the unforeseeable bulk of questions raised by daily lifeat ali events only a modest amount of answers can be provided.The pretension attributed to codes to represent the law in its entiretydoes not meet reality. But justice must be given \vhether or not the applicablecode is providing an appropriate basis for the issue. Therefore, ifthe code is silent, another set of rules must become applicable should the218
decision pretend to be based on law. Such rules are valid law even if notcontained in a code. This part of law is called most appropriately "tradition",a term making reference to two fundamental elements:- "Tradition" connects law with the dimension of time, i.e. makingclear that its sources go back to the past, and its claim to be applied goesto the future, an element missing in the notion of "code" which by its natureis abstract from time, i.e. without any reference to past and future.Law and its rules must be of general application, i.e. not consist in individualand casual decisions. Non-codified law vvhich necessarily is constitutedby single occurrences (court decisions, establishing of rules intreaties by law-authors ete.), has no other means to grant the element ofgeneral applicability than pretending that its rules come from the past andgo to the future. Such generalisation över time, or continuity, is an indispensableelement of non-codifıed law, discontinued law being possiblycreated only by codifıcation. The precondition of generalisation impliesfurthermore the restriction that principles presented as being exceptionaland not supported by general acceptance do not become part of the legaltradition. —The element of time opens the possibility to limit traditiontime-wise, i.e. at its beginning, at its end or both. Obviously it vvould bepossible in a given context to restrict the notion of a determined traditionto a determined time-period (e.g. the 17th century), to a period ending bythe time of the enaetment of a given code or starting with the same event.In its nicest concept tradition is without limitation, thereby implying thatgood law may adapt to changing circumstances but in its core remains unchangedfor a considerable and unlimited period. In many contexts -andpresumably in this short presentation- the range of time comprised by theterm tradition is self— explanatory.- While codes by definition are limited to the area of sovereignty ofthe state enaeting it, "tradition" lacks delimitation in space and thereforerequires specification. Tradition may be limited to the area of a nationalunit, but may be common to a much bigger area (e.g. the area of a language,to Continental Europe or may in some contexts even have globalapplication).For more precision it may be worth-while to fınally state that "legaltradition" in the above sense is a remainder, a notion defined by negation,i.e. the law which is not contained in the given codes. It can mean manythings. In the present context it should be understood in its largest possibledelimitation, i.e. comprising ali law rules, whatever their origin maybe, vvhich could, be it by direct or by so called analogous application, influenceus (may we be lavvyers or laymen) when looking for the aetuallaw-rule applicable to a legal problem upcoming today. The material representingsuch tradition comprises the legal literatüre and law practice(first of ali the court decisions), may they refer to the period before or afterthe act of codifıcation.219
III. National codifications lose ground to a supranational approachto law.The excessive authority attributed to the codes as a consequence oftheir being identified with the law is today not only questioned by theirincapacity becoming evident to provide sufficient solutions to the problemscreated by every days' life. These days the European unifıcation isreducing dramatically the importance of national boundaries, thereby necessarilyquestioning the predominance of the national codes which relyon them: The in Brussels persistently reiterated claim for a unifıcation ofthe Civil Law of the nations participating in the EU illustrates the reducedauthority of the existing codes of the member states regardless the factthat such claim has actually little chance to be realised. This evolutionquestions the understanding of the codifications as exclusive sources oflaw and implies the belief in the existence of a legal culture of supranationalcharacter and of a common legal tradition existing since time immemorial.Thereby the actual idea to form a unified European Code ofCivil Law stimulates and requires an until now unknovvn interest in thecommon legal tradition existing before the creation of the modern codeswhich had put an end to it. This comparative interest (be the comparisonhistorical or inter-local) goes by far beyond the (for the time being not realistic)perspective of European unification of the core area of the Europeancivil law. Therefore it shall involve also Swiss and Turkish researchersand law-teachers although neither Switzerland nor Turkey actuallyparticipate in the European unification.IV. To what extend do Swiss (and therefore Turkish) codificationsreflect local Swiss or common European traditions?When comparing a national legal system with the legal tradition of agreater area, necessarily the question arises with respect to each of its detailswhether the rule under consideration is influenced by the supranationaltradition or constitutes an element developed in the framevvorkof the respective national law.To know to what extent two Swiss codifications adopted by Turkey,i.e. the Swiss Code of Obligations (SCO) and the Swiss Civil Code(SCC), show the influence of the supranational Continental law traditionor represent legal solutions as developed inside the area of today's Switzerlandis a question so comprehensive and general that an ansvver (whichnecessarily would consist of thousands of remarks clarifying the backgroundof any and every detail oif the SCC and the SCO) cannot be providedin the present text. Only a few general observations may be presented.Codes never rise out of a legal desert; they presuppose a basis of legalculture and a background of juridical science and theory. In the first220
part of the nineteenth century such a basis of autonomous character couldnot come into existence in a small area such as Svvitzerland, ali the less asat that time said area vvas predominantly agrarian and as such providinglittle incentive to develop a class of lavvyers having profound professionaltraining. The juridical culture in the 19th century could only consist in theparticipation of Svviss lavvyers in the legal culture of the neighbouringcountries. Personalities such as Friedrich Ludvvig Keller (1799-1860) andJohann Caspar Bluntschi (1808-1881), both originated in Zürich (in theearly 19th century stili a very small city) studied in Germany and becamelegal authorities in their home tovvn contributing to the foundation of theUniversity and its Law Faculty (1833). Bluntschli has direct involvementin our problem being the main author of the "Privatrechtliche Gesetzbuch"(PGB) for the Canton of Zürich of the years 1854/56 vvhich did notonly receive vvide international attention vvith noticeable impact in Germanybut vvas the most influential model for the SCO and SCC, thereforebeing part of the historical background of the actual Turkish codes. Bymid-century both Keller and Bluntschli made an important career in Germanyas lavv Professors and legal vvriters, even participating in Germanpolitics, their deeds giving evidence of the close intellectual connectionof Svvitzerland vvith the Gennan area. -The main author of the old SCO ofthe years 1881/83, Walther Munzinger (1830-1873), had studied in Berlinas vvell as in Paris; he vvas teaching at the Bernese Faculty i.e. FrenchLavv, and his draft of the SCO shovvs considerable influence of the Frenchtradition. Eugene Huber (1849-1923), best knovvn of ali Svviss authors inTurkey, vvas for four years Professor in Halle (Germany) before acceptinga chair at the Bernese Lavv Faculty vvhen in 1892 being invited to draftthe Swiss Civil Code. As a rule Svviss students of lavv, vvhenever theycould afford it, performed a substantial part of their studies at GermanUniversities; a tradition vvhich came to an end only in the nineteenthirties.Altogether the involvement in the legal culture of central Europeof Svvitzerland as vvell as of the personalities directing the several proceduresof codifıcation is evident, and likevvise evident the integration ofthe Svviss codifications in the framevvork of the Continental legal tradition.When trying to allocate the content of the Svviss codes either to authenticnational Svviss lavv-sources or to the lavv-tradition common to alicountries of Europe the assumption vvill be realistic that the latter (i.e. theEuropean) influence is -contrary to the actually prevailing vievv- by farmore important than that of national character. Said rule is, as may beadded, not restricted to the Svviss codes but applies also to a codificationsuch as the German Bürgerliche Gesetzbuch (BGB) vvhich is to a muchlarger extent than realised by the today's German lavvyers indebted to theFrench Code Civil, to the Zürich PGB and to the old SCO of 1881/3 (seebelovv). Undoubtedly the SCC, considerably more than the SCO, includesa large amount of details vvhich are authentic, i.e. reflecting local lavv-221
traditions or being original creations of Eugene Huber. But even when coensideringdetails of minör importance the assumption of their being oflocal (national) heritage can be erroneous: The Art. 719/III and Art.725/11 of the SCC making reference to swarms of bees have been praisedas typically Swiss and symptomatic of the legislator's realism and lovefor details. But looking closer to the history of codification one realisesthat swarms of bees swarm not only in the SCC but in many Europeancodification (see e.g. ABGB of Austria § 384, Cödigo Civil of Spain art.612/1, II, German BGB § 958, Italian Codice Çivile art. 924) as well as inmany codifıcations of other continents (see e.g. the Civil Codes of Argentina,Art. 2545 and Brasil, Art. 593 par III), the origin and cause of thisswarming being the Institutes of Justinian, book II/1, 14 and 15 dealingwith the matter.The most important authentic contributions of the authors of theSwiss codes and their personal merits are fırst the formal presentation ofthe code-texts, second the wise selection of the one to adopt from divertingsolutions offered by the then existing codes and literatüre, and thirdlyand fınally their having avoided shortcomings and mistakes of othercodes, substituting questionable mechanisms by better solutions.It is not questioned that the legislative technique and language of theSwiss Codes, that of the SCO as well as of the SCC, is hardly surpassedby other codes. Inspired by the example of the French Code a model hasbeen developed realising a convincing balance betvveen acceptable legislativesimplification and comprehensiveness in substance as far as necessary.The systematic is easy to understand; more than most others theSwiss code may aspire to be consulted and understood even by laymen.important progress has been realised in the law of obligations byevolving the heritage of the French Code Civil (FCC): Remarkable is e.g.that the SCO gives immediate effect to the declaration of the thereto entitledparty to terminate a contract as a consequence of non-performance(SCO Art. 107) vvhereas the FCC art. 1184/III only admits dissolution ofthe contract by judicial decision. The same situation exists with respect tothe termination of a sales-contract for defects of the delivered object(FCC art. 1648; SCO art. 205) or rescission of the contract for lesion(FCC art. 1674; SCO art. 21).In general the SCO and the SCC in its basic elements are close to theGerman BGB, although this code is different in style and in the subtanceof many details. The similarities may be more the consequence of thelavvyers designing the Swiss codes being thoroughly familiar with theGerman tradition than that of influence by the existing text of the BGB orthe drafts to it. -Nevertheless the position of the SCO in relation to theBGB needs special attention. The SCO and the SCC, both becoming effectiveas per İst. of January 1912, create the impression that the SCO is222
subsequent to the German BGB of 1900. That is correct for the the SCObut not for the SCO. The fact is falling more and more into oblivion thatthe actual SCO is based on the original Code of Obligations of the years1881/83 preserving its elementary features. Therefore most German lawyerscannot be aware of the fact that a series of very fundamental elementsof the BGB are clearly influenced by if not copied from the SCOof 1881/3:- the rule of § 326 BGB allowing to rescind a contract if the otherparty fails to offer performance in due course did not exist in previouscodifications in german language nor in the "Dresdener Entvvurf" (Draftto a German Law of Obligations; 1866). This solution was first introducedto a modern codifıcation by the SCO of 1881/83 and from theretaken över by the German legislator, forerunners being the condition resolutoire,art. 1184 of the FCC and §§ 1401s. of the Zürich PGB (1854/6)which in tura influenced the German Commercial Code of 1861 (selescontract, §§ 354-356; for more details see Bucher, p. 419 ss. in "Pacte,convention, contrat", nelanges en l'honneur de Bruno Schmidlin, Geneva1998).- Error (and other cases of defective consent) is not nullifying thecontract as in the tradition of Roman Law and ali previous codificationsincluding the FCC, the Austrian Allgemeine Bürgerliche Gesetzbuch(ABGB) and even the "Dresdener Entvvurf' of 1866 (Art. 59). Instead ofconstituting nullity it only creates a cause for annulment by the erringpartner, a solution better meeting the needs of early clarification of the legalsituation in questionable contracts. This innovation was suggested forthe first time by Munzinger (Art. 33 of his draft of 1870 to a Swiss Codeof Obligations) and became law subsequently in Art. 18 of the SCO of1881/83 (actually Art. 23 of the SCO). §§ 119-124 of the German BGBare clearly following the example established by the old SCO.Other elements of the BGB have their model and example directly inthe PGB of Bluntschli: The innovation to separate the entrusting of thepower of representation from the contractural relationship of the parties(i.e. abandon the then generally accepted model integrating the power ofrepresentation in the contractual relationship betvveen the authorising andthe authorised person; see ABGB of Austria §§ 1002 ss. and even moreexplicit the Art. 1984-2010 of the French Civil Code integrating the rulesof representation in those of the mandat-agency), goes back to §§ 949-954 of the Zürich PGB vvhich introduced that system for the first time. Itwas subsequently adopted by Art. 83-91 of the "Dresdener Entvvurf' fromvvhere it passed to the BGB (in German literatüre thesee merits are attributedto German authors).On the other hand the fact is vvorth being noted that the authors ofthe Svviss codes successfully resisted the temptation to follovv the Germanevolution, i.e. the example of the legislator of the BGB, with respect tosome of their decisions vvhich are fundamental but questionable and to-223
day mostly qualified as being unlucky. In the present context three examplesmay be mentioned:- The Svviss legislator renounced to install the notion of "Rechtsgeschaft"as a key element of contract law and handling of private law relationsin general, this notion being on one hand highly abstract and missingany specifıc relation to practical problems as its content, on the otherambiguous and contradictory. The model followed by ali other codificationsto decide on the relevant issues in the context of contract avoidsmany diffıculties caused by said notion.- "Verzug" (mora, demeure, a kind of default) presupposes under theBGB a fault of the non-fulfılling debtor: This prerequisite is neither adequatein the contex of interests for delay nor does it fit the possibility of §326 to terminate the contract for default of the debtor.- In the context of the contract-type of "Auftrag" (mandate) the legislatorof the BGB slavishly followed (and even overstated) the Roman lawby establishing the condition of the mandate to be gratuitous, a rule deprivingthis important type of contract of practical application and leavingthe members of the liberal professions, lavvyers, doctors, bankers and othergroups, without an adequate contractual basis of their professional activity.V. The antagonism between the traditioııs of the continental CivilLaw and the Common LawFinally we have to determine what constitutes the so called "contimental"or "European" law tradition of which the Svviss lavv is a part.The modern civilised vvorld, as far as its law systems are concerned,may be divided in two parts: the group of the English speaking countrieson one hand, ali the remaining countries on the other (some interestingintermediate, "mixed" systems or archaic local traditions do not requireconsideration in the present context). Although these days the theory isprevalent that the differences of these two systems are diminishing and inthe outcome of minör importance, the undersigned takes the oppositeview and thinks that notvvithstanding similarities on the surface and a processof mutual influence the existing differences are fundamental. Themore fundamental the legal issue under consideration, the greater the givendivergences. This is explained by history. The diverging evolution ofthe two systems started when the Normans, having conquered England,established strict rules and order including a well organised framevvork oflaw-courts there. This event vvas new and unique for the Middle Ages, asituation in total opposition to what was then knovvn in Europe.In Europe the political power was split in innumerable fractions excludingthe emergence of reliable court-systems. Substantive lavv, as faras determined, vvas of local applicability only; its diversity hindered its224
eing developed or taught properly. The universities as created since the12th century did not teach local laws which where of limited intellectualinterest and doubtful practical importance. Their teaching subject was RomanLavv vvhich admittedly had in the first centuries of its being taughtno validity and direct applicability. This lavv vvas presented as a historicalsubject but at the same time as an imaginable model of an ideal lavvvvhich could come into existence in a better future. For the majority of thestudents the studying of Roman Lavv may have been simply a means ofeducation in a non-ecclesiastical subject and a medium of intellectualtraining. Whereas on the continent education in the actual applicable lavvhardly existed, in England, a caste of barristers emerged forming professionalgroups (the inns of court) vvho took över the professional formationand subsequently even received the competence to elect the judiciary.This legal education provided by the inns vvas focused on lawpracticeexclusively, thereby giving emphasis to its procedural aspectsvvhereas substantive lavv vvas of less importance and by tradition consideredto be simply the reflex of the existing procedural remedies. Romanlavv vvas taught at the English Universities but had, as vvell as any kind ofa thereto related theory, no importance for the application of lavv and vvastherefore of no interest to the practitioner of lavv (Canon Lavv, originatingin the Roman tradition and applicable in succession and family-or maritimematters --"vvills, vvives and vvrecks"— before the Admiralty Courts,makes an exception to said rule but eventually had no permanent influenceon the English legal tradition in general).In the outcome, the lavv tradition as created in England (and subsequentlyadopted in its outline in the colonies) is determined by the practitioners'approach to lavv. Theoretical legal treatises having a decisive influenceon the substantive lavv as realised in courts do not exist nor islegislation present vvhich in its importance could be compared vvith codesof the continental tradition: The substantive lavv is basically contained inthe court decisions vvhich are binding; by the maxim s t are decisis theyconstitute in their entirety the legal system. —On the continent we havethe opposite situation: By tradition, Court decisions have no influence onthe creation and development of substantive lavv. Creating and develeopinglavv has been (and stili is) the task of the legal theory, i.e. legal teachingand legal vvriting: The Civil Lavv tradition of the continent cannot beunderstood vvithout the stupendous phenomenon of the reigning legal theorythere, represented on one hand by innumerable lavv faculties attractingfabulous numbers of students and on the other a prolific mass productionof lavv books. It vvas again this tradition of legal theory vvhich createdthe concept of codification, providing the basis for the drafting of thegreat codes of private lavv vvhich up to these days are deemed to be thedecisive source of lavv. It is only very recent that these codes are loosingground insofar as court practice starts claiming attention and establishingitself as a secondary source of lavv.225
In our days the antagonism of the basic structures of the two legalsystems (mostly called "Civil Law" and "Common Law") continues todominate the global legal scenery. It consists in the fact that one of themis determined by legal theory which has a background of a tradition oftwo millenia and being actually reflected to a large extent by codifications,whereas the other gives no room to theory but is relying mainly onthe experience of court practice gathered during a couple of centuries.Simplifying the picture on may say that the English speaking countriesadhere to the system of England of which they were formerly colonies,while the other areas follow the tradition of Continental Europe. Thisis obvious for the countries being former colonies of Spain, Portugal orFrance (i.e. mainly Latin America), but the same is true for most parts ofthe near and the far East as well as for the countries having been formerlypart of the Sovjet empire. Whereas the adoption of the Common Lavvsystemis practically restricted to former colonies of England, the same isnot at ali true for the modern Civil Law tradition: it was created in Europeduring almost a millenium and gained in the last three centuries acceptanceworld-wide: The fact that Japan, old China, Korea and other empiresof the far east adopted codes following that tradition, shows that thisconcept of law was not introduced as a consequence of perseverance offormer colonies but as a result of free choice. That is also the situation ofTurkey having never been dominated by a foreign power implanting itslegal system there.Turkey, by choosing Swiss law as a model for its own codes, declaredat the same time its determination to integrate itself into the communitycreated by the European civil Law and integrated itself into thetradition of the Civil law area. Turkey therefore must adhere to the elementscharacteristic for said tradition. This country seems to be determinedto preserve the great clutural heritage of the Continental Europeancivil law. That being so, it is bound to follow the approach to law whichis dominated by legal theory and science. To adopt the approach to law asprevalent in the English speaking vvorld vvhich renounces to a large extentto reliance on theoretical thinking would constitute a breach with a traditionvvhich is its ovvn since three quarters of a century.VI. Some conclusions as to the füter e of the Civil Law, its being developedand taughtThe above references to the past should allovv some conclusions forthe future. As the development of the Civil Law up to its actual statuswas determined by the evolution of the underlying legal science and theory,the history of continental law is the history of the thereto related scienceand theory. What is the actual situation of this discipline, vvhat areits tasks and actual aims? The most spectacular element appearing in ourdays and changing the ideas of contemporary society and even of lavvyers226
(by tradition a conservative breed) may be labelled as "internationalisation":an increase of information with respect to other countries, an increaseof uniformity of thinking and lifestyle. The consequences for thelawyers-community in Europe: The need to get acquainted with foreignlegal systems and even to familiarise with plans to give up national lawsin favour of unifıed laws, will result, so we dare hope, in an increased interestfor foreign lavv. Such an interest necessarily leads back to the past,i.e. to times preceding the "nationalisation" of European law and antecedentto the creating of national codes. It was the period of "nationalised"law which put an end to the previously existing common legal culture;the search for a futurecommon legal culture cannot but start from the oneexisting in previous centuries. The actual evolution favours a change ofthe thinking and academic habits of the lavvyers-community: They are invitedto a more comparative approach to lavv and to an increased integrationof past evolutions into the understanding and interpretation of the today'slavv. This evolution vvill probably on longer ranges have even moreimpact in Turkey because there -as vvill be explained belovv- the understandingof the lavv vvas more than elsevvhere focused on the nationalcodes and neglecting the historical basis of the actual (code-) lavv.Every act of codifıcation constitutes a long-term risk to legal scienceand investigation, vvhich are in danger to reduce themselves to an interpretationor even rephrasing ofı the legal texts -not only neglecting thehistorical background of the codified lavv and therefore partly missing tounderstand the raison d'etre of the existing codes, but disregarding somethingeven more important than the understanding of the codes: the anticipatedexposition of possibly upcoming practical legal problems even ifthose are not covered by codified lavv offering solutions to them. Historicalexperience shovvs that in the tvventieth century in France the legal literatürededicated to the FCC could not maintain its previous standing; theGerman literatüre of the last years is not sufficiently reassuring that it vvillbe able to maintain its previous Standard and vvill not degenerate to an uncriticaland mainly technical reporting of actual court decisions and recentlegal vvriting. To sum up: History provides some evidence that thecreation of a civil code constitutes a shock and long-term threat to ourdiscipline, the science of lavv.If this is true, the legal researchers in Turkey suffered tvvo shocksand a double threat: The act of national codifıcation, i.e. the creation ofthe Turkish Civil Code vvas only one of tvvo events, because the adoptingof the Svviss Code led back to the event of the Svviss codification. If theTurkish lavvyer tries to overcome the bar to the past established by his nationalcodification, he does not fınd himself in an ambience of precodifıcation,but in the Svviss procedure of codifying lavv: His search forthe substance as existing before codification and providing the basis forcodification must surmount tvvo barriers separating the actual code-lavv227
from its pre-existing legal background. That may explain that the Turkishscientific tradition is perhaps more unhistorical (i.e. disregarding the traditionpreceding the process of codifıcation) than that of Switzerland orGermany.Swiss lawyers knowing about the scientific endeavours of theirTurkish colleagues are surprised and deeply impressed by their thoroughknowledge of the actual Swiss literatüre and court-decisions. The situationis flattering both to the courts of Svvitzerland and to the legal authorsof this country. That cannot hinder the undersigned to plead for an increaseddedication (be it by reducing the time devoted to the Swiss aspectsof their law) to the supra-national and common European lawtraditionwhich is the basis and a constituting element of the Swiss codesand therefore also of the Turkish codes.The material inviting to be considered when looking to the commonsources of Swiss and Turkish law may be outlined as follows. If we concentratemainly on the law of obligations and contracts the legal traditioninfluencing the Swiss codifıcation (i.e. mainly the SCO of 1881/3), itsmain source is the German tradition of the 19th Century and to a lesserextent French law. In the area of today's Germany two lines concurred:The Roman Law-tradition as represented by the doctrine of the "Pandects"on one hand, on the other the then existing codifications (the Handelsgesetzbuch,some Codes of particular States and, most important, the"Dresdener Entvvurf für ein Obligationenrecht" i.e. the Draft of Dresdenfor a Code of a German Code of Obligations published in 1866). TheFrench tradition relevant for the Swiss codes was represented by the literatüreto the FCC of the 19th Century.More profound investigation will not restrict itself to the mentionedmaterial near at hand. More radical research will take into account thatboth lines of tradition, i.e. the German as well as the French, cannot beunderstood without looking into the materials of the preceding centuries.Then Roman Law was dominant, almost exclusively in the German tradition,but —contrary to a vvidespread vievv— also in the French tradition. InGermany authors like Carpzov (1595-1666), Vinnius (1588-1657) orVoet (1647-1713), the latter two of Dutch origin, have been amongst themost influential, in France Jean Domat (1625-1696), author of "Les loixciviles dans leur ordre naturel" ("The Roman Lavv principles put in an orderas taught by natural reasoning") and Robert Jos Pothier (1699-1772),i.e. the author of a renovvn "Droit des Obligations". In addition, for theLaw of the Coutumes, one has to look to the short "Institutes Coutumieres"of Loysel (round 1600) and Bourjon, who was not only providinga systematic presentation of the principles of ali then existing coutumesbut inspired the authors of the Code Civil to the three-partition of its text(Consultation of Roman Law authors of previous generations such asthose of the late sixteenth century, e.g. Cujacius and Donellus, or three228
centuries back, Azo, Accursius, Bartolus or Baldus, vvill be exeptionalonly). -In order to shovv that an understanding of the actual French codeis not possible vvithout going back to its Roman sources tvvo examplesmay serve: The possibility of legal representation vvhen concluding contractsis introduced to the code by inclusion in the mandat (CC art. 1984-2010), vvhich rather strange concept can only be understood by knovvingthat the Roman lavv tradition rejected altogether representation("procuration" in the French text) by the rule a iteri stipulari nemo potest,vvhilst mandatum vvas a vvell established type of contract. The unlucky"effet translatif' of contractual obligations, i.e. the effect to transfer titlein the moment of the conclusion of the sales-contract, vvas not onlyagainst the (Roman Lavv-founded) tradition of the European continent ingeneral, but also against traditional French lavv. As the undersigned recentlytried to shovv in ZEuP (Vol. 1998, p. 615-669) this surprising substitutionof an old and until then not questioned rule for a new system inthe Code of 1804 is the attempt to recast the old Roman rule periculumest emptoris (the risk is vvith the emptor). It is self-evident that not onlyFrench lavv, but even more its German counterpart cannot be understoodvvithout considering the legal literatüre of the centuries preceding the actsof codifıcation.The undersigned cannot refrain from putting a personal footnote toexpress his vievv that in a long-term prespective the inclusion of some elementsof classic Roman lavv both in the curricula of the Lavv Faculties asvvell as in legal vvriting vvill be inevitable. Investigations vvith respect tothe original Roman Lavv may be left to specialists; the existing secondaryliteratüre, mainly in German but also in Italian, Spanish, French or English,provides an adequate basis to open a comparative Roman Lavv dimensionfor the Turkish lavvyer. It may be added, that as a consequenceof the internationalisation of our lives the actual trend favours RomanLavv vvhich is in many places of popularity previously unknovvn: One ofthe facts evidencing this allegation is the most comprehensive book ofReinhard Zimmermann, The lavv of Obligations - The Roman Foundationof the Civilian Tradition (İst ed. 1990) vvhich had and stili has incrediblesuccess in the area of Civil Lavv and not less in that of Common Lavv.This comprehensive publication is perfectly appropriate to provide thereader vvith insight into the background of the actual lavv of obligations asit may add a supplementary dimension to his understanding of lavv in general.Promising signals (as said success of Zimmermanns magnum opus)exist so that actually in Germany as vvell as in Svvitzerland amongst theyoung generation of lavvyers in academic research there is more interestin understanding the historical background of modern lavv. In the area ofLatin speaking countries the connection to the past has never been as seriouslyinterrupted as in Germany and Svvitzerland (Frence, vvhere an unhistoricapproach to lavv is deeply rooted for över a century is an excep-229
tion to the other countries of Roman language). Certainly, in the futuremore should be done in ali these places to understand the past. Turkey, asI tried to show, has good reasons to go the same way. —A last remark:Turkish Law may now or in the future have the chance to become a modelfor other countries: We think primarily of some areas of the formerSovjet empire. Not knowing how far actually the Turkish influence reaches:A comprehensive knowledge of the historical background of the Turkishlegal system could not only contribute to an even better understandingof their own law by the lawyers of this country but could make this lawbetter understandable and more attractive to others.VII. Final remark: Die concept of codification as promoted by EugeneHuber and being realised in the SCCAccepting the view that ali codes and also the Svviss and Turkishcodes cannot pretend to represent the entirety of law but presuppose thecollateral existence of an unwritten, but none the less real and effectivelaw tradition, is diminishing the prestige and importance of the codes.This view inevitably lessens the historic weight of the reception of theSwiss codes in Turkey. The position as develeyod in these lines is apparentlyapt to reduce the prestige of the Svviss codifications and that of theauthor of the Civil Code, Eugenue Huber. Be that as it may: Whateverprestige the Svviss Codes and their author have, it is not the consequenceof said reception only but in ali events most vvell deserved. On the contrary:vvhen the community of lavvyers begins to question the validity ofthe traditional (and in the ideology of codification itself comprised) identificationof law and codification today, this position has been anticipatedby Eugene Huber, pretending for "his" code application only in cases"vvhich come vvithin the letter or the spirit of any of its provisions" (SCCArt. 1 par. 1, English text by Ivy Williams). This relativism with respectto the importance of codes was at the last turn of centuries much ahead oftime, impressing the legal community of that period. The ideas developedhere can therefore claim to be in line vvith the understandineg of the natureand impact of the codes by Eugene Huber.230
TURKEY'S DEMOCRACY IN THE 1990s:A RETROSPECTIVE AND PROSPECTIYE VIEWDr. Ali KAZANC1GİL*The democratization of Turkey has been a cyclical process, alternatingexpanding cycles (1946-54; 1961-70; 1983-92) and regressive cycles(1955-60; 1971-80; 1993-?). The country vvas under military rule in1960-61, 1971-73 and 1980-83. This paper vvill first describe, briefly, thelatest and stili on-going regressive period. It vvill, then, analyze some ofthe long-term features of the Turkish polity, vvhich may help in understandingthe up and dovvns of Turkish democracy. Finally, it vvill considerthe prospects and conditions for a sustainable democratization process.A DECADE OF DEMOCRATİC REGRESSIONThe 1990s vvill not be remembered as a particularly favourable periodfor Turkish democracy. Early in the decade, the 1991 general electionsvvere held in a climate of optimism about the democratic regime's chancesof consolidation and its ability to cope vvith majör challenges such asthe Kurdish question, political islam and socio-economic reforms. Thenightmarish second half of the 1970s, during vvhich the governmentshelplessly vvatched the country sink into a quasi-civil vvar, the 1980 coupd'Etat and the ensuing equally disturbing three long years of militaryrule, vvere left behind. As of 1983, the democracy had gradually recovered.By 1991, it looked as if the elimination of non-democratic featuresvvere a serious possibility. After ali, such an outcome vvould have beenvvell-deserved, given the strong determination shovvn by the nation tobuild a democracy through a long democratic transition, vvhich had startedvvith the introduction of multipartism in 1946, and the first free electionsin 1950, vvhich savv the victory of the opposition.The optimistic mood soon changed and a spiral of democratic regressionset in. Despite the progress democratization had made since 1983,the legacy of the military regime vvas stili there. The left vvas permanentlydisabled, the trade unions, professional organizations, and other civil so-* Director, UNESCO, Paris.231
ciety bodies, were cut off from political activities. Democratic politicswas severed from its social base. The constraints against political and socialplurality were too firmly entrenched in the new Constitution and lawsto be dispensed with easily.An important factor in such a pessimistic turn was the absence ofparliamentary majorities follovving the 1991 and 1995 elections. This producedheterogeneous and ineffective coalition governments, in contrast tothe stronger majoritarian governments of the 1983-91 period. A successionof weak governments and lack of credible leadership (Turgut Özalwas, from 1983 to 1991, a controversial but effective Prime Minister) leftthe majör problems unattended, hence their aggravation. Hence also, themore active involvement of the Army in the political process, as the militarybureaucracy was worried about the inability of the civilian power tocope adequately with two issues they considered to be vital: the terroistactions of the Kurdish guerrilla movement, PKK (The Workers' Party ofKurdistan) in South-East Anatolia, and Islamic fundamentalism. Both hadgrown in the 1980s and continued to do so in the 1990s.The result was the Army's interference in the civilian political process.On 28 February 1987, when the National Security Council ~a constitutionalbody, where the military members are in the majority andelected ones in minority, and vvhich is the real seat of power~ imposed aseries of anti-islamist measures upon the coalition government led by theislamist Prime Minister Necmeddin Erbakan, in association vvith TansuÇiller's True Path Party. This government resigned in June 1997. TheWelfare Party vvas subsequently banned for anti-constitutional (antisecular)activities, and immediately replaced by the Virtue Party. Whetherjustified or not, this "soft" intervention was a defeat of democracy. Itmeant the resurgence of a familiar configuration in Turkish polity: weakand ineffective representative institutions (both the executive and the legislative)on the one side, and a tutelary Army, resuming its role as the ultimatedefender oef the secular republic and the integrity of the country,on the other.It is remarkable that, so far, democratization survived such recurrentcrises, and expanded again up to a certain point, to take another regressiveturn. Within such cycles, gradually, a number of fundamental elementsof democracy have been established. They include regular elections;active political parties (but they are clientelistic and their internalfunctioning is non-democratic) representing different ideologies, rightistand leftist, as well as elitist-secular and conservative-islamist; and theemergence of an organized and dynamic civil society.However, democratization has not been able to gain enough strength,against numerous anti-democratic features. There is a conspicuous absenceof transparency and accountability in the state and public adminis-232
tration (Etat de droit, Rechîsstaat). Certain state orgeanizations, includingthe military and the intelligence service (MİT), are not subject to the controlof representative institutions. Domestic security issues are to a largeextent given to the Army, instead of the poliçe forces, which are undertrainedand under-equipped. There is no appropriate system of checks andbalances betvveen the executive and legislative povvers. The Parliament isineffective, with little investigative povvers and not alvvays involved inmajör domestic and external issues. The judiciary is not independent. Thestate security courts are not compatible with an independent justice. Therecord on human rights and fundamental freedoms is dismal. Numerousarticles in the 1982 Constitution are not democratic, and there are some800 laws and decrees stili in force, adopted by the 1980-83 military regime.The above-mentioned democratic deficiencies are well-known to thepublic opinion. Most of the non-democratic features remain unattendedand generate unacceptable situations. There are violations of humanrights, torture and brutality by security forces, political assassinations(some 4.000 since 1991), the authors of which are very exceptionally arrested,and journalists in prison (some 40 according to European sources,10 according to a declaration made by the Minister of Justice in August1998).Another majör problem is the Kurdish question vvhich has been onthe political agenda ever since the PKK started its violent activities in1984. None of the governments över 15 years ever seriously tried, in parallelto the legitimate military action against terrorism, to look for democraticsolutions to the problem. Fundamentally, a question of identitarianclaims and recognition of cultural rights, as well as a problem of socioeconomicdevelopment, it should have been treated as a democracy andhuman rights problem. With a deplorable lack of political wisdom, theKurdish question vvas reduced to PKK terrorism. Democratically electeddeputiees, defending a non-violent solution were jailed in 1984; politicalparties promoting the same approach have been banned. In the meantime,35.000 persons have died, över 3.000 villages have been destroyed oremptied, 3 million persons had to emigrate to urban zones.The penetration of the state and political parties by criminal organizations,and corruption have reached incredible proportions. The "cleanhands" operation started in 1998 by the current government, if it is to besuccessful, will have to be accompanied by a serious pruning of corruptindividuals in the political parties and State administrations.The legal system is anachronic. For example, while the Mafıa chiefs,protected by the secret services and corrupt politicians are only very exceptionallyarrested and condemmed, 16-17 year-old secondary schoolstudents who had vvritten leftist slogans on street vvalls in Manisa have233
een condemned and jailed for several years; university students whowere peacefully protesting in front of the National Assembly in <strong>Ankara</strong>against the rise of public university registration fees are being prosecutedfor having threatened the security of the state! Expressing an opinion canstili be a erime.Understandably, the citizens' confıdence in the political system islow. According to an opinion poll taken in August 1998, 76% think thatthere are elose links between the criminal organizations and the politicalparties, and 66% believe that such links vvill never be elucidated. Thetrust in democracy has been decreasing: accordineg to another poll, theconfıdence in the Parliament was 44.9% in 1995 and 37.7% in 1997. Thehighest rate of trust was for the Army: 70% in 1995 and 68.8% in 1997.The political and moral crisis has affected the relations betvveen individuals.According to the "World Values Survey" fıgures concerning Turkey,in 1991, only 10% of Turks found their fellow citizens vvorthy oftrust. This figüre dropped to 6.6% in 1997, vvhile it is 60% in Svveden,52% in China and 36% in the USA, Turkey being at the bottom of a listof 44 nations vvhich participate in the vvorld-vvide survey 1 .LONG-TERM FEATURES OF THE TURKİSH POLITY: AHİSTORİCAL SOCIOLOGY PERSPECTİVEModernity from above: Democracy is indissociatably linked vvithmodernity, but so is totalitarianism as the 20th century has amply demonstrated.Democracy savv day-light in Western Europe, vvhere modernityemerged through interaction betvveen a specific mode of political sovereignty2 -fragmented and de-totalized, from feodality onvvards-, the capitalistmarket economy and the civil society. It also involved a secular politicalculture, vvhich developed through the 16th century Renaissance andthe 18th century Enlightenment. Where modernization vvas generated notby the society, but by the State, such as in Germany and Italy, demoeratizationvvas delayed.Turkey's historical path vvas different: there vvas no fragmentation ofpolitical sovereignty, no capitalism, no civil society. Modernization vvasinitiated, in the 19th century, from above, led by the bureaucratic elites,in the absence of an organic society and a modern nation. The Kemalistrevolutionaries, thanks to vvhom this process culminated in the establishmentof the Republic in 1923 and the subsequent radical reforms, hadno other alternative: their approach to modernity could only be from1. Figures quoted in Kongar, Emre (1998), 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul, Remzi Kitabevi.2. Weber, Max (1978), Economy and Society, Berkeley, University of California Press,Vol. 2 (G. Roth and C. Wittich, eds.).234
above 3 . The chance of the Turkish Republic vvas that Mustafa Kemal andhis follovvers were authoritarian by necessity and not by ideology, in contrastto other non-democratic regimes in Europe, betvveen the tvvo WorldWars. As noted above, the Kemalists' overarching goal of raising thecountry to the level of the "contemporary civilization", i.e. Westernsocieties, included modernization and secularization as a first priority,and democratization as a later priority. In fact, they made tvvo controlledattempts to create opposition parties (Progressive RepublicanParty in 1924 and Free Republican Party in 1930), but both experiencesfailed.The authoritarian modernization process vvas instrumental in creatingcertain conditions vvhich facilitated the emeregence of a democracylater. These included a Republic based on the principle of popular sovereignty;the legitimisation of the modernization through an elected parliament;various institutional arrangements to routinize the charismatic authorityof Atatürk (the "Father of the Turks"); the separation of the Stateand religion. The priority vvas given to secularization and socio-economicas well as cultural modernization. These vvere to be protected, if necessaryat the expense of democracy. This option became clear early, follovvingthe 1925 Sheikh Said revolt vvhich expressed a mixture of rural, Islamistand Kurdish resistance, in eastern Anatolia. The instrument ofmodernization vvas to be the State elites only. The groups vvhich vvere notvvithin the State framevvork, such as the ones organized along religion andethnicity, as vvell as leftist movements and social classes; vvere eitherbanned or considered vvith suspicion. The approach to modernity vvasnon-participative, solidaristic and nationalistic.High stateness, civil society and individuation: A strong "State tradition"is central to the Ottoman-Turkish historical formation 4 . The modernState established by the Kemalists had continued this pattern 5 . Gramsci'scharacterization of the Eastern European countries, vvhere "the state is verything",vvhile society is "primitive and gelatinous", in opposition to theWest, vvhere the state is "the moat" of the civil society, vvhich is a fortress-like"Study structure" 6 , applied also in Turkey, at least until the1950s. The republican State elites monopolized political povver, initiatedand carried through the cultural and social reforms, created a State-led na-3. For a more detailed analysis, see Kazancıgil, Ali (1991), "Democracy in MüslimLands: Turkey in Comparative Perspective", International Social Science Journal,N. 1128.4. Heper, Metin (1983), The State Tradition in Turkey, Walmington, UK, The EothemPress.5. Kazancıgil, Ali (1994), "High Stateness in a Müslim Society: the Case of Turkey", inDoğan, M. and Kazancıgil, A. (Eds), Comparing Nations, Oxford, Blackvvell.6. Birnbaum, Pierre (1986), "State, Ideologies and Collective Action in VVestern Europe",in Kazancıgil, A. (Ed), The State in Global Perspective, Aldershot, UK, Gower/UNESCO.235
tional economy and industry, quite remarkable achievements, due to aState that was almost "everything".In 1945, the decision to introduce multipartism was taken in a topdownfashion, by the President of the Republic, İsmet İnönü. It was a"pacted transition", negotiated betvveen two elite groups, one group representingthe political "centre", and the other the socio-economic "periphery"7 . This type of transition presents the advantage of avoiding violentconflicts, but the disadvantage of starting a non-participatory process,a feature vvhich has survived until now.The 1945-50 period is a vvatershed in the history of the Turkishdemocracy, with the "peripheral" elites starting to have a share in politicalpovver. The monopoly of power vvhich the state elites were exercizingwas going to be increasingly challenged. The public sector-led establishmentof a national economy and industry had induced a private businesssector (the timid beginnings of which went back to the Young Turkera -1908-1918). The groups of entrepreneurs, vvho also benefited fromthe vvar years for further capital accumulation, as well as the groups ofbig land ovvners and farmers became more vocal and claimed participationin political povver. This vvas a considerable novelty in Turkish polity,where political sovereignty vvas traditionally not fragmented. Now, nextto the status groups, dravving their povver from the State, social groups,getting their strength from the economy and society —a bourgeoisieemerging from its infancy- vvere to have access to government. The fragmentationof sovereignty, a fundamental condition of democratization,had at long last been introduced into the Turkish historical formation.In the 1960s and 1970s, the market economy expanded, and togethervvith it, the class differentiations betvveen the entrepreneurial class and abetter organized vvorking class. The centre-periphery (a characteristic of astatus society) did not completely disappear, but Turkey became a capitalisteconomy and a class society. The pluralist regime had allovved differentideologies to compete openly in the political arena. The statistvvorld vievv vvas now faced vvith the social democratic, extreme-left, conservative-liberal,ıslamist, extreme-rihgt ideologies. The State vvas stilithe central actor, but it vvas challenged by different social groupt, vvhichthe mode of modernization, chosen in the 1920s and 1930s, had tried tokeep under control or suppress.To such social, ideological and religious differentiations, as of the1950s, the State elites and especially the military bureaucracy respondedby activating their historical role of the ultimate guardian of the secularrepublic. They exercized a tutelage över representative institutions andgovernments, and intervened in 1960, 1971, 1980 and 1997 vvith different7. Mardin, Şerif (1973), "Center-Periphery Relations: a Key to Turkish Politics?", Daedalus,Winter.236
degrees of involvement in the political game, vvhenever they consideredthat "deviation" from the original pattern became too wide.In the course of these four decades of democratic transition and theestablishment of a dynamic market economy (Turkey is by now a majörregional economic power), two related basic features oef a modern democracy—a civil society and a process of individuation- have emerged.Together with the market economy, these two elements indicate the irreversibledifferentiation and plurality of Turkish polity. As a result, the politicalpovver has a multiplicity of sources. The State institutions, and especiallythe military bureaucracy, see some of the expressions of thesedevelopments as threats to the unity of the Republic.The civil society has grown in opposition to the State, but also, insome respects, to politics 8 . The development of a strong market economy,the remarkable expansion of entrepreneurship, the on-going individuationprocess have fostered a more autonomous and pro-active civil society. Itis stili not as "stury" as the Western ones, but it is grovving and gettingstronger. According to offıcial fıgures, the civil society bodies include50.000 associations, 2.700 foundations (vakıf) and 1.200 employers' andworkers' organizations, co-operatives and professional bodies 9 .Civil society mobilized itself in the 1990s around the issues of humanrights violations, the anti-democratic legacy of the 1980-83 regime,the absence of a political solution to the Kurdish question, and the criminalizationof the State and politics. The most important role of civil societyin democratization, especially in the specific historical circumstancesof Turkey, is the structuration of the claims and actions emerging fromindividuals and social groups, which have not so far been adequately recognizedby the State elites, and often by political parties. Against the inabilityof the State to accept the reality of a pluralist society, the weaknessof representative institutions and the lack of credibility of clientelistic politicalparties, the civil society is channelling the public protest and generatingideas for democratic policy reforms. In this respect, the more articulateproposals to reform democracy come from civil society, such as theTÜSIAD (Turkish Industrialist' and Businessmen's Association) reporton "Perspectives on Democratization in Turkey", vvhich identifıes antidemocraticlegal and administrative instruments and practices, and proposesdemocratic alternatives 10 . The same is true as far as the political so-8. In Turkey, the concept of civil society is sometimes confused with the civilianizationof politics, justice and domestic security matters, as against their militarization. Thisis an important issue for the democratization, but civil society has another meaning.It refers to autonomous structures and organizations, differentiated from the State andthe political class, even if it is closely articulated with the latter.9. Türk Tarih Vakfı (1996), Sivil Toplum Kuruluşları Rehberi, İstanbul.10. TÜSIAD Publications, 1997, No. T/97, 1-212. TÜSİAD also diffused reports on thecreation of an Ombudsman, on local authorities and on Associations.237
lutions to the Kurdish question are concerned: a first report was issued in1996, by the Turkish Union of Chambers of Commerce. In 1998, another"Report on the East and South-East", presented by business organizationsand foundations" called for a free public debate on the question and proposedconcrete measures, such as the teaching of Kurdish in publicschools, radio and television programmes in Kurdish, arabic and Persian.It made proposals concerning economic development, and educationaland health services in these regions. The social democratic political partieshad also made similar proposals, but they vvere timid and vvere notfollowed-up by their promoters vvith the necessary vigour.The civil society mobilization against criminalization and corruptiontakes various forms: a month-long, country-vvide citizens' protest in February1997, "a minute in the dark for transparency" against human rightsviolations, corruption, as vvell as Islamic fundamentalism, the "SaturdayMothers", manifesting once a week in İstanbul against unidentified politicalcrimes, or the "City Mothers", a campaign by Islamist vvomen againstreal estate speculation in İstanbul. There are also mobilizations aroundthe social question (education and health), gender issues and the rights ofhomosexuals. The themes of local democracy and citizenship, as the linkbetvveen the individual and his rights and freedoms, and the politicalsphere are also regularly raised. Individuals in Turkey are learning,through their associative actions, that in a democracy citizenship alsomeans the appropriation of human rights, and protestation against misconductby the political and economic povvers.Another important development is the participation of Islamistgroups in civil society mobilization, vvhich has generally been conductedby the secular, Westernized groups. This creates something unusual andpromising for the future of democracy: a dialogue and co-operation betvveenideologies and cultures vvhich have alvvays been antagonistic andhostile.Civil society introduced into the public debate concepts (and neologisms)vvhich have been ignored by the State and politics: partnership (ortaklık),caucus (koza) plurality of agency (çok aktörlük) participation(katılım), multiculturalism (Çokkültürlük). These nations enrich and modifythe citizens' behaviour, and the very definition of citizenship. Theyalso reflect the grovving autonomy of the individual, his/her gradualemancipation from primordial, communitarian bonds.What remains to be seen is vvhether the resources and initiatives ofthe civil society can be linked to representative political system. Such adevelopment vvould help the latter to become more responsive to societal11. The İstanbul chamber of Commerce (İTO), the Economic Development Foundation(IKV), Foundation for Social and Economic Studies (TÜSEV).238
demand, more participatory and deliberative and thus stronger. An obstacleto this is the anti-democratic constitutional and legislative frameworkinherited from the 1980-83 period, vvhich had established barriers betvveenthe societal plurality and the political sphere. There is a campaign,vvhich started in 1994, to obtain a modification of the restrictive lavv onassociations, dating from 1980. It vvas launched by a group of some 90foundations, vvhich vvork tovvards the establishment of a "Third Sector",betvveen the public and private sectors 12 . This initiative enjoys the supportof the President of the Republic, Süleyman Demirel, as vvell as of the majörindustrial groups. Majör political parties, even the social democraticones (Democratic Socialist Party —DSP, and the Republican People'sParty- CHP), are not yet permeable enough to civil society. There arecertain small parties vvhich vvork along those lines, like the ÖzgürlükçüDayanışma Partisi (ÖDP), Demokratik Cumhuriyet Partisi (DCP), DemokratikBarış Hareketi, and a vvomen's movement, Kader, the aim ofvvhich is to increase the participation of vvomen in politics. Their existenceis an important indicator of the rise of an open society in Turkey,but their influence is stili limited. Such developments aim at actingagainst the current tendency of the State to homogenize artificially socialplurality, by excluding and banning, in the name of an authoritarian understandingof modernity and secularism, instead of interpreting themdemocratically. Their influence is stili very limeted, but their significanceis considerable.One cannot overemphasize the crucial role of the civil society, andof the individuation process, for the future consolidation of a stable, participativeand deliberative democracy in Turkey, through a State and apolitical system vvhich vvould eventually accept, accommodate and representthe plurality of society. In Western Europe, the emergence of a dominantsocial class vvith an independent economic base —the bourgeoisiearoundvvhich an autonomous civil society vvas structured, through tensionsand struggles vvith the vvorking class, to a democratic status and notions13 . When the Kemalist revolutionaries established the modern Republic,Turkey had neither a capitalist economy, nor a bourgeoisie or anorganized vvorking class 14 . Novv there is a bourgeoisie vvith an independenteconomic base and an increasingly autonomous civil society. TheKemalist Republic played a central historical role in this, but the State isstili not able to accept the plurality that such a development entails. It istime that the State vvhich had initially modernized Turkey from above,become the protective "moat", to repeat Gramsci's metaphor, and let the12. Türkiye Üçüncü Sektör Raporu, İstanbul, TÜSEV, 1994.13. Moore, Jr. Barrington (1966), Social Origins of Dictatorship and Democracy, Harmondsworth,UK, Penguin Books.14. As Yusuf Akçura had observed in 1917, "If the Turks fail to produce among themselvea bourgeois class, the chances of survival of a Turkish society composed onlyof peasants and offıcials will be very slim". Berkes, Niyazi (1964), The Developmentof Secularism in Turkey, Montreal, McGill University Press.239
civil society and representative institutions continue the democratic modernization,in articulation with a Rechtsstaat.Laiklik, Secularization and Islamism: Laiklik, the separation of theState and the religion, the core principle of the Republic, introduced intothe Constitution in 1937, has undoubtedly been a factor favourable toTurkey's transition to democracy. However, this Turkish version of theFrench concept of laicite, from which it differs in many respects, doesalso create problems for democracy. In France, laicite involved a strictseparation of the State and the Church. In Turkey, religion was expelledfrom the State, but it was brought back in the political arena, after thepassage to competitive party politics. Hovvever, the dissociation was notcomplete, since the State has kept control över religion. The Directoratefor Religious Affairs (Diyanet İşleri Başkanlığı), situated within thePrime Minister's office and managed by a Sunnite Müftü, controls cultmatters; the imams are paid by the State. Ali this is the continuation ofthe Ottoman practice of State control över religion 15 . In France, laicitemeans the strict neutrality of the State vis-â-vis ali religions. The religiousadministration in the Ministry of the Interior is managed by secular bureaucrats.The Turkish Republic is not neutral vis-â-vis religion. The religiousadministration represents Sunnite islam. The three minorities recognizedunder the Lausanne Treaty —the Greeks, Armenians and Jevvs—have their own religious authorities, also controlled by the Turkish State.Only recently has the Republic realized that the Alevis (a heterodox religionof Shiite origin), who are an estimated 20% of the population, havenot been treated as fairly as they should have been. The identity cards ofTurkish citizens carry the mention of their religion, vvhich is not consistentvvith the republican principle oef the privacy of religious belief. Tosum up, religion is not altogether pushed out of the public sphere.Laiklik is to be compared to secularism, vvhich is a broader notion.Secularism may or may not include the constitutional separation of theState and religion, but, de facto, in secularized societies, the plurality ofreligions and their equal treatment are accepted vvithout restriction. Thisis the case, for instance, in Norway, where the King is the Chief of theLutheran Church, and yet this country is secular. The reason I chose theexample of a Protestant nation is that the configuration of State-religionrelations in Müslim societies is comparable to those existing in the Reformcountries: unlike the French laicite in vvhich tvvo povverful, centralizedinstitutions —the State and the Catholic Church— have confrontedeach other for centuries and ended up vvith a negotiated separation in1905, in Protestant and Müslim societies, the State is facing a multiplicityof confessions, such as the Lutherans, Calvinists and a vvhole range ofother denominations in the first case, and the Sunnites, Shiites, legalschools such as Hanefıtes, and a host of tarikats in the second case.15. The Ottoman practice in this respect vvas close to the Byzantine ceasoro-papism, as Iargued in: Kazancıgil, Ali (1991), op-cit.240
Therefore, while the constitutional separation of the State and religionin Turkey is obviously an excellent measure and should not be modifıed(amongst Protestant countries, Sweden is currently in the process ofdoing the same), the secularization model fıts Turkey's conditions betterthan laiklik' 6 . Ali the more so that secularization means, in the broadestsense, the acceptance of plurality, vvhether religious, social or cultural. Italso means a clearer distinction of the private and public spheres in relationto religion. It is thus more democratic. What is needed in Turkey isto foster a secularization which concerns individuals, society and theState. The way laiklik is currently understood and practised is not democratic.It is exclusionary, generates polarization and hence is detrimentalto social cohesion and peace. It forces the State-society relations to revolvearound a cultural issue --laiklik vs. Islamism- instead of economicand social issues. Culturalism has monopolized the public space, to thedetriment of secular, pluralistic, democratic politics.The antagonistic counterpart of laiklik is Islamism, or the political islam.This opposition dates from the very beginning of the Ottoman-Turkish modernization vvhich started in the 19th century, around thequestion: how can the State be saved? The answer by the Ottoman religiousbureaucracy -ulema— was to return to a strict application of shariat,and that of the palace bureaucracy was to turn to the West and import thenecessary administrative and technological innovations. The latter approachprevailed, but the former never gave up the struggle throughoutthe 19th century. This opposition betvveen two irreconcilable vvorld viewswas radicalized under the Young Turks and the Kemalists in the 1910sand 1920s. The current State elites stili operate along the idea of the absoluteincompatibility of these two vvorld views. So do Islamist leaders andtheir followers. They position themselves in relation to the State and aimat comquering it. In the 1980s and 1990s, they moved in this direction,through education in religious secondary State schools (İmam Hatip Liseleri)and a strategy of entrism in public administration. When the WelfareParty was in povver, leading the coalition government, from July 1996 toJune 1997, the temptation to take över the Republican State existed.However, the Welfare Party never resorted to violence. its chief, NecmeddinErbakan, a seasoned traditional politician, and most of its leadingfıgures were, vvith a few exceptions, rather moderate. Radical Islamistpoliticians vvere vocal and implemented a "stategy of tension", butformed a small minority. In the public, even under the Welfare government,opinions against the imposition of shariat (60%) outnumbered thepro-shariat ones (25%) 17 . In the 1995 elections, the Welfare got 20.7% ofthe votes. While the totalitarian tropism of Islamists is not to be underestimated,they vvere, by and large, respectful of the democratic rules.16. see ibid.17. Erder, Necat (1966), Türkiye'de siyasi parti seçmenlerinin nitelikleri, kimlikleri veeğilimleri, İstanbul, TÜSES.241
They appealed to a larger percentage oef voters, because of their betterorganized party structures and militants who work actively at the grassrootslevel, the generally competent management of the municipalitiesthey control. Also a sizeable leftist popular electorate voted for them, becausethey vvere disappointed by the social democratic parties. Welfareestablished netvvorks at the local political level, co-operated vvith the tarikat,vvhich have a large social base, and developed charitable and educationalassociations. Clearly, Welfare vvas on its vvay tovvards a mass party,vvhich vvould have inevitably led it tovvards becoming more of a very conservativeright-vving party, and less of an extremist one. After the closingof the Welfare, in December 1997, its successor, the Virtue Party, inheritedthe same characteristics. Furthermore, it seems to have been moremoderate and to abandoned the objective of conquering the State. Theprogramme of the Virtue refers only to the principles of democracy, humanrights, freedoms, and socio-economic development. In fact, Islamistshave been vvorking for years vvith a civil society context, on issues suchas human rights there is an Islamist human rights association, Mazlumder(Association of the oppressed), the counterpart of the secular TurkishHuman Rights Association, as vvell as the environment, pluralist democracy,gender, inter-religious dialogue and individuation. There is now anincreasing transversal dialogue, vvithin civil society, betvveen the Islamistassociations and social democratic and other secular democratic associationson problems of common interest.The Virtue Party's leadership is more moderate than the Welfare's.its social base is getting broader and more heterogeneous. There is an increasinglypovverful group of Müslim entrepreneurs and industries. Ultimately,the majority of Islamists today are individuals and groups vvhoare already part of modernity, or strongly aspiring to be part of it, butthrough their ovvn discourse, symbols and cultural codes, and their discourseis becoming more open to the issues of modern society and to publicdebate. It is less radical, more consensual; less obsessed by the conquestof the State and more inclined to act vvithin competitive politics andthe civil society. The individuation process is influenceing islamists. Theindividual choice concerning the relation to the religion and its understandingis gaining ground.This does not mean that the majority of them has already becomestrict democrats. Also, given the historical experience of Turkey, it is unavoidablethat democratic and ideological vigilance —but not unnecessarycoercion, vvhich vvas recently used against the Islamist mayor of istanbul,Mr. T. Erdoğan— be exercized vis-â-vis Islamists. Hovvever, to ignore theabove developments that are gradually changing the outlook of politicalislam is not in the interests of democratization. There vvill probably bemore conflictual situations and tensions betvveen the Islamists and secularists,but the likelihood is that the Turkish society is in the process of242
overcoming the perennial diffıculty posed by the political islam to aliMüslim societies trying to achieve democracy.Nation, identity, citizenship and plurality: The modern nation wasbuilt in Republican Turkey around the idea of one State, one nation. TheKemalist reforms aimed at giving the modern nation a cultural and 1inguisticcontent. They were successful, particularly in introducing a Turkishlanguage shared by ali strata of the society. Mustafa Kemal's projectvvas to vvork tovvards a civic nation, follovving the French model, based onthe voluntary participation of citizens, regardless of their ethnic origin.Ali those vvho considered themselves a Turk and spoke Turkish vvould bepart of the nation. The Republican State vvas, after ali, able to build somethingevvhich did not exist in 1923: a modern Turkish nation. This is asignifıcant achievement. In reality, hovvever, despite the secular State theethnic and religious components kept their importance. Thus, the modernTurkish nation became a mixture of civic as vvell as ethnic nation, borrovvingfrom both the French and German traditions. Turkey had to faceand is stili facing the problem created by the ethnic nation model: the incorporationof communities is more difficult in this model. The identitarianproblems are more acute. Furthermore, the Republic vvas not able toallocate the resources necessary to accelerate the incorporation of differentethnic and language groups through economic development, and provisionof adequate social, health and educaetional services. one reasonvvas the scarcity of resources. The other vvas the unvvillingness to acceptthe social and identitarian plurality and thus build the nation from such adiversity, in a proactive manner.Instead, the course chosen vvas not to acknovvledge the existence ofdifferent ethnic origins and different languages. As a result the integrationinto the nation of these groups vvas left to a great extent to individual trajectories.This short-sighted approach inevitably carried a heavy price tag,vvhich is being paid novvadays.Under such circumstances, the ideal of a civic, or as the President ofthe Republic, Süleyman Demirel, calls it, "constitutional" citizenshipcould not be fully realized. Today, the concept of citizenship stili containsethnic (Turkishness) and religious (Sunnite Müslim) components asvvell as civic ones. Hence, the continuous public reference to citizens'ethnic or religious origins, such as "citizen of Greek, Armenian, Jevvishorigin", "Alevi citizen", and more recently "citizen of Kurdish origin".No-one vvould think of referring to a person as a "Sunnite citizen". If theChristian Turks migrated to Anatolia from Moldavia, and ShamanistTurks from Central Asia, vvould they also become citizens vvith an "origin"?Ali these practices are, of course, incompatible vvith a secular State,in vvhich the origins of citizens are not to be referred to in public sphere,since they belong to his private life; they should be abandoned if the Republicis committed to a civic, constitutional citizenship and to dovvnplay-243
ing its ethnic and religious components. The only legitimate utilization ofsuch elements of individual identities in the public sphere would be in thecontext of the implementation of "positive discrimination" policies, suchas the "affirmative action" in the USA, to help underprivileged ethnicgroups to improve their living conditions and thus integrate fully the nation.The Canadian political philosopher, Charles Taylor, called this approachthe "politics of recognition" 18 of the identities of individuals belongingto minoritarian groups, in order to respond to their specific needs,and thus strengthen the cohesion and unity of the nation, not by coercion,but through democratic multicultural policies.The Kurdish question illustrates perfectly some of these contradictions.The two basic dimensions of this question are: firstly, it is an issueof cultural identity and claims for the recognition of cultural rights. Secondly,its emergence (beyond the specific aspect of PKK terrorism) is aconsequence of Turkey's having become a modern, pluralist society. TheKurdish question follovvs a different pattern in Iran and Irak, where feudal-typewar-lords and their communities struggle against the centralpovver and vvith each other. In south-eastern Turkey, pre-modern communitarian,tribal social structures have been vveakened, if not altogethereliminated; the social relations and the linkage and/or opposition to theState are being individualized. The PKK mobilized a limited number ofpeople for terrorist actions around modern concepts such as nation, nationalismor class, and not around tribalism. To violence, vvhich has arisenin the context of modernity, the response should be elaborated throughmodern democratic approaches. The Kurdish question in Turkey cannotbe reduced to PKK and the military solution can only vvin över —and thisvvas largely achieved- terrorism. But it cannot replace the necessary recognitionof cultural rights and pro-active policies oef integration. There isa recognition, at least, in the civil society, and amongst a limited numberof politicians, that the Kurdish problem is a problem of democracy andhuman rights. Such a recognition should be shared by the State institutionsand ali the political parties, as a matter of national policy-making.WHITHER TURKEY'S DEMOCRACY?What are the prospects for democracy in Turkey? its current outlookis a very contrasted one. We have seen above that there are quite a numberof established democratic institutions and practices. They are, hovvever,counter-balanced, and even out-vveighed, by non-democratic features.What vvould be the conditions that vvould allovv the consolidation ofthe Turkish democracy, so that it escapes cyclical fatality?18. Gutman, Amy (ed.) (1992), The Politics of Recognition, Princeton, Princeton UniversityPress.244
Before attempting to formulate some of the required conditions, letus remember what democracy is. I shall not provide here a definition,since a number of them can be found in social science literatüre 19 , butdraw attention to a fundamental characteristic of this regime vvhich is particularlyrelevant to the current situation in Turkey: democracy is a formof government based on the principles of transparency and certainty ofprocedures and uncertainty of outcomes. The outcome will be vvhat a majorityof citizens and their elected representatives adopt, through democraticprocedures. Only in non,democratic regimes are the outcomes predefınedby povver-holders, and some allegedly democratic proceduresused to confirm them. The quality and strength of democracy depends onthe participation of citizens and ali stake-holders in the decision-makingprocess. Tocqueville observed, in 1835, that in democratic regimes, citizen'sparticipation is the most important element, and that "selfgovernment"has its ovvn specific efficiency in terms of active citizensand societal peace 20 .Let me turn novv to certain conditions vvhich vvould help the Turkishdemocracy to resume its expansion:1. The reinforcement of representative institutions and introductionof participatory proceduresOn representation, the proposals made in the already mentionedTÜSİAD report constitute a good basis for discussion. An institutional reform,vvhich vvould include changes in the 1982 Constitution and the legislationin different areas so as to eliminate systematically ali clauses thatlimit human rightss and fundamental liberties and give greater prerogativesto non-elected bodies, över the elected ones. None of the State institutionsshould be placed above the Parliament and the elected government.The National Security Council should be civilianized. The justiceshould become independent and democratic, through legal reform and theabolition of the State security Courts. A better balance is to be establishedbetvveen the executive and the legislative povvers. The prerogatives of theParliament, especially its investigative povvers, should be up-graded. Theexecutive is povverful in Turkey, provided that the electoral systemguarantees stable majorities. I do not think that a Presidential, or aFrench-type semi-presidential system vvould fit Turkey's conditions,for in not so vvell-established democracies, they generate legitimacy crises21 .19. For an extensive overvievv, see for example, Lipset, Seymour Martin (editor-in-chief)et al (1995), The Encyclopedia of Democracy, London, Routledge (4 volumes).20. Tocqueville, Alexis de (1951), De la democratie en Amerique, in Oeuvres completes,T. 1, Vol. 11, Paris, Gallimard (published fırst in 1835).21. Linz, Juan (1990), "The Perils of Presidentialism", Journal of Democracy,, Vol. 1,No. 1.245
The much-talked-about modifications in the electoral lavv, from theproportional tovvards a majoritarian system, to avoid fragmentation andincrease governmental stability, may provide good results, only if theyare done not on short term tactical considerations. Rather such a reformshould aim at a fair representation of ali majör political movements andencourage the re-grouping of similar ones, vvhich are split in Turkey, notso much around political differences but around competing leaders. Currently,this is the case in the centre of the right and centre of the left, theonly united majör political movement being the islamists. In parallel, thelavv on political parties should be amended, so that they become democraticallyorganized bodies, vvhose main function is to agregate demandsfrom the citizens vvho vote for them, instead of being, as they are novv,clientelistic machineries exclusively serving a leader. Institutional reformsconcerning the electoral system and political parties are not unimportant,but the main reason for the volatility of voters and fragmentationare the secular political parties' inability to satisfy the demands of theirelectorate.As regards mechanisms for the participation of citizens, they are stilito be invented, at the national and local levels. Advisory citizens' councils,mixed committees involving the administration and citizens' representatives,contractual arrangements betvveen the State, local authoritiesand civil society organizations on social, educational, health, cultural, urbanissues of direct relevance to the daily life of individuals and groupsare some of the measures that can be debated and promoted. An authenticpublic participation in public administration's decision-making processrequires a dynamic deliberative process. This concern should be a priorityin an institutional reform.The combination of representative and participative deliberative democracyis the best way to put into practice the principle of popular sovereignty,the condition of vvhich in present-day Turkey reminds one of the18th century French essayist Chamfort's aphorism: sovereignty belongsto the people, but the people should not exercize it!2. A democratic, transparent, accountable and decentralized Stateand public administrationAs noted above, the modern Turkish State stili has an extremely stronegcentrality in the political system and society. A vvell-structured State,concentrating on its classical sovereignty functions —defence, external security,justice— is an asset. An effıcient public administration, vvhichserves the common interests of citizens and provides the necessary publicinfrastructures and services, is also an asset. This is vvhat Turkey needs.Beyond this, in a complex, differentiated society, vvith a strong marketeconomy and an increasingly organized and vocal civil society, the Stateinstitutions should exercize a minumum interference in domestic political246
prosses and lavv and order issues. The republican State is to become ademocratic State. This involves transparency and accountability. In Turkey,the State and public administration operate as "black boxes". The recentscandals, vvhich displayed the extent of the criminalization of thepublic space, should be an occasion to proceed vvith far-reaching reformof the State institutions and administrations. indeed, curbing corruptionand de-criminalizing the State and political parties is a basic requirementof democracy.Another feature of a democratic state is the deconcentration of povverand decentralization of the administration. Devolution of central prerogativesto regions, departments and municipalities bring the public authoritycloser to local realities and to the needs of the citizens. In recent years,more decision-making povver vvas granted to municipilaties. Much moredecentralization is needed. The example of France, another land of Statecentrality, vvhich implemented an ambitious programme of decentralization,vvith elected regional assemblies, increased povver to departmentalassemblies and to municipalities can be follovved.3. The Public debate: a fundamental requisite of democracyA comparative advantage of democracy is its ability to adjust continuouslyto nevv situations and generate appropriate solutions and decisionsthrough negotiation and mutual concession, betvveen competing organizedinterests. At the centre of this prosses, there is the continuous debatein the public space, in vvhich ali stake-holders in democracy vvouldparticipate, vvithout taboos, or holy covvs, to raise majör political and societalissues and to look for solutions supported by a majority of citizensand political forces. public debate vvould contribute to the policy-makingprocess.It is striking to notice hovv limited is the critical and contradictorydebate on vital issues such as the Kurdish question, human rights, a nevvdefınition of citizenship and nation, the management of diversity in society,the declining quality of life and grovving social inequalities and pauperization,gender and environment. Innovative ideas and proposals fromcivil society do not penetrate the political sphere, yet, unless democraticallydebated, there vvill be no maturation and a relative consensus onvvhat vvould be the solution to the flavvs of democracy. Thus the establishmentof conditions for a public space of free debate on ali important pastand present issues in Turkey is a majör priority.4. The MediaThe role of the media is, of course, crucial in fostering the public debateand beyond, supporting the democratic process as a vvhole. There is247
no democracy without complete presss freedom (with certain legal limits,such as the protection of private life), and an economically healthy, independentmedia. Like in many other areas, the situation is contrasted.There is a plurality of journals, and public and private radio and televisionchannels, both national and local, which actively contribute to thedemocratic process, especially by disclosing numerous scandals concerningcorruption and criminalization of the public life.Hovvever, there are two majör problems in the privately owned mediasystem. One is that, with few exceptions, ali majör journals and privateradio/television channels are owned by big industrial groups. Theother is the limitations to the freedom of the press, because of antidemocraticlegislation, limiting the freedom of speech. Consequently,Turkey has both a dynamic, influential media and one of the vvorstrecords in the world of journalists in jail! A new democratic legislationon the media is a must, to protect the media freedom from infringementby the State, political parties (information of public television and radio isstili too offıcial) and the capital.5. Regulating the market economy and placing the social questionon top of the nation's agendaTurkey has a dynamic market economy. It needs, hovvever, a modernizedregulatory framevvork vvhich does not constrict the dynamism ofbusiness, but protects the consumers, collects taxes, secures a fair redistributionof the fruits of economic grovvth.A democratic regulation of the market is necessary, not only for reasonsof social equity, but for ethical reasons as well: like politicians andthe State, there is too much corruption and criminalization in business.The political parties, even at the left, seem to have forgotten not onlythe necessity of regulating the market but the social question as a whole,the problems of unemployment, grovving poverty and social exclusion,declining real wages, the plight of vvage-earners and salaried people underannual inflation rates of 100%. The only political force vvhich has anaudible discourse on social inequalities is the islamist one, vvhich partlyexplains its appeal amongst the popular classes, at the expense of socialdemocratic parties. Without the rediscovery of the social question by thepolitical parties, democratization vvill not progeress in Turkey.6. Removing constraints against civil societyThere is a vvhole anti-civil society legislation to be reformed. Democracycannot blossom vvithout full freedom of association, strong tradeunions and a vigorous associative sector, ali the more so that civil society248
is a majör source of ideas and proposals for politicians, in terms of socialand political innovation and reform.7. Human right, human dignity and ethics över and above the"raison d'Etat"The recognition and implementation of the civil and political, as vvellas socio-economic and cultural rights and fundamental freedoms of individualsare a conditio sine qua non of democracy. They are the institutional/legalexpression of respect for human dignity.Human rights have been built on the principle of the superiorityof the rights of the individual över the rights of the community andthe State. There can be no democratic society unless this principle isaccepted and implemented as a legal, ethical and political commitment.This should become a norm shared by the Turkish State and socie-ty-Human rights teaching, at ali levels of the educational system,should be promoted. This is the more effective vvay of establishing respectfor human rights and dignity amongst the future generations. Suchprogrammes should also aim at eliminating stereotypes concerning the"other", racism and xenophobia. They should promote humanistic values.A related issue is the elaboration of ethical norms of behaviour inpublic aministrations, politics, business and various professions, as amode of self-regulation, generated through debate and consent. In democraticsecularized systems, democratically elaborated ethics is a centralelement, rather than the imposition of a moral order.CONCLUSIONThe implementation of such democratic reforms vvould need longyears of effort. It vvould not be a smooth and easy path to take. Two factorsvvould be instrumental in triggering such a process of reforms: widespread,systematic public debate, supported and facilitated by ali the democraticinstitutions, groups and the media, as vvell as mobilization of thecivil society organizations for political and social reform.The case is an urgent one. Democracy in Turkey is in danger.Yearsof political immobility, the deplorable score on human rights, the absenceof institutional and legal, as vvell as economic and social reforms, deepsocial inequalities (Turkey is among the top 10 as regards rates of socialinequality, according to UN figures), and corruption and criminalization249
have created a situation of anomie in the country. The extreme-right vvingelements have a strong hold in certain centres of power. There is a climateof aggressive nationalism. The ingredients of an authoritarian rulehave been accumulating.The moment of truth has come, as regards democratization. For mostof the 1990s, successive governments declared their strong determinationto consolidate democracy, stop human rights violations, modify the legislation,ete. Sad to say, not much was done.Yet, Turkey has institutions, civil society organizations, and dedicatedcitizens working tovvards a Consolidated, non eyelieal democracy. Willthey be able to achieve this goal? I am confident that, ultimately, theywill.250
SİYASET, DEMOKRASİ, MEDYAProf.Dr. A. Raşit KAYA*Siyaset, kitle iletişim araçları ve demokrasinin birbirleriyle doğrudanilişkili olduğu çok eskilerden bu yana bilinir. Ancak, varsayılan, kabuledilen bu ilişki farklı kuramsal açıklamaların da konusudur. Öyle olsa datüm yaklaşımlar giderek karmaşıklaşan toplumsal yaşamda kendisi defarklılaşarak daha karmaşık bir nitelik kazanan siyasetin (iktidar ilişkilerinin)kitle iletişim araçlarıyla daha fazla iç içe girmiş bir görünüm kazandığınıkabul ederler. Söz gelimi, temsili demokrasinin kitle iletişim araçlarıolmaksızın maddi gerçeklik kazanması olanaklı değildir. Bu nedenleliberal düşünceden kaynaklanan "demokratik teorinin" temelinde kitleleredüzenli, doğru ve yansız bilgileri özgürce aktardığı varsayılan bir medyasistemi bulunur.Günümüzde sadece hacmi çok genişlemiş olan medya çalışmalarındadeğil, siyaset biliminde ve genel olarak toplum biliminde medya sorunlarımerkezi bir konum kazanmıştır. Bunda, kuşkusuz, küreselleşme olarakisimlendirilen içinde yaşadığımız sürecin önemli bir payı bulunmaktadır.Bilindiği gibi küreselleşme olarak isimlendirilen sürecin temel öğesi iletişimteknolojilerindeki sıçrama, yeni gelişen iletişim araçları ve artan iletişimolanaklarıdır. Medya bundan böyle, gerek bir ekonomik faaliyet alanıolarak, gerekse de toplumsal yada bireysel günlük yaşamın içinde çokgeniş bir zaman kaplayan, merkezi bir konum kazanmıştır. Bu baskındurum hem özel alan hem de kamusal alan için geçerlidir, iletişim alanındakiteknolojik ilerlemelerden beslenerek gelişen bir söylem bu durumunhem günlük yaşama sunduğu olanakları hem de demokrasi bağlamımdaaçabileceği yeni ufukları güçlü bir biçimde dile getirmektedir. Kimilerinegöre gelişmeler yeni türden doğrudan demokrasiye geçişin olanaklarınısunmakta, teledemokrasi gibi yeni demokrasi formlarından söz edilmektedir.Doğal olarak eleştirel yaklaşanların vurguladıkları artam sosyalkontrol ve manipülasyon olanaklarıdır.Konu etrafında yaygın ve ciddi bir tartışma vardır. Farklı ve çok aykırıdeğerlendirmeler olsa da tartışmaya katılan tarafların tümünün kabul* ODTÜ, Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi.251
ettiği ortak nokta kitle iletişim araçlarının demokrasiye katkılarının esasınınonların toplum üyelerine doğrudan deneyimlerinin dışında kalan olayve oluşumlar hakkında doğru, yeterli ve yansız bilgi ile düşünce aktarımınısağlamalarından kaynaklandığıdır. Kitle iletişim araçlarınca böyle donatılanbireyin hem rasyonel kararlar alabileceği hem de katılımının artacağıvarsayılmaktadır. Kısacası çağdaş toplumda demokrasinin olmazsaolmaz koşullarından birisi özgürce enformasyon sağlayan medyadır.Oysa, gerek medya araştırmaları gerekse kolayca yapabildiğimiz gözlemlermedyanın bilgi ve düşünce aktarım işlevinin günümüzde tüm dünyadamedya etkinliği içerisinde ikinci plana düştüğünü göstermektedir. Artık,medya içerikleri, özellikle görsel-işitsel medya da esas itibariyle eğlenceye,eğlendirmeye hasredilmektedir. Çünkü, medyayı yönlendiren vehakim anlayış tarafından yönlendirmesi arzulanan piyasa kurallarıdır. Demokrasiyigözeten bir medya belirli bir gazetecilik anlayışına dayanır. Piyasakurallarına temsil edilerek işletilen medya ise böyle bir gazetecilikanlayışına sahip olamamaktadır. Nitekim, doğru, yansız ve düzenli haberdarkılma işlevi, yalın bir anlatımla yerini abesle ve sululukla dolu ya davurdulu-kırdılı bir içeriğe bırakmıştır. Artık, medyanın enformasyon sağlamaişlevi yerini büyük ölçüde İngilizcede "information" ve "entertainment",Türkçede "haber" ve "eğlence" sözcüklerinin birleştirilmesiyleoluşturulan "infotainment" ya da "habeğlence" işlevine bırakmıştır.Bu noktanın doğuracağı sonuçlar açısından üzerinde önemle durulmalıdır.Durumu, günlük yaşam içerisinde siyaset-dışının (non-political)ağırlığının artışı olarak niteleyip, geçemeyiz. Bu aynı zamanda kitlelerinsiyasal yaşama katılımı bağlamında siyasete karşı (anti-political) bir gelişmedir.Çünkü, herşeyden önce siyasete hasredilen zamanın daraltılmasıve kamusal ilginin siyasal boyutlar taşıyan sorunlardan uzak tutulması demektir.Demokrasi deneyiminde ileri mevzilerde yer alan ülkelerde bilegünümüz de siyaset-medya-yurttaş ilişkisinin yeniden ve demokratik birişleyiş sağlıyacak biçimde yeniden kurulması istemi bu durumdan kaynaklanmaktadır.Özelleştirme, "deregulasyon" ve "tekelleşme" gibi süreçlerleve "yeni sağ" düşüncenin sağladığı hegomonya ile piyasa mantığınatümüyle teslim olmuş olan medyanın sağlıklı demokratik bir toplum içinson derece sakıncalı işleyişini aşmaya yönelik yeni medya düzenleri tanımlanmayaçalışılmaktadır.Bu genel değinmeler ışığında Türkiye'ye bakıldığında kısaca küreselleşmeolarak ifade edilen süreç çerçevesinde medya ortamı ve düzenibağlamında son derece köklü değişimler yaşandığı görülüyor.Osmanlı toplumuna gazetenin yani modern kitle iletişim aracının girişiülkenin yeni bir aşamasına sıçramakta olan kapitalizm ile eklemlenmesürecinin yani bir bakıma küreselleşme olgusunun ürünüdür. Dış dinamiklerinzorlamasıyla ülkede oluşan basın kısa bir süre içinde siyasalmücadelenin temel bir alanı olmuştur. Genel bir değerlendirme yapılacak252
olursa basının demokrasi yönünde saf tuttuğu ve demokratik bir işlev yerinegetirdiği söylenebilir. Nitekim, siyasal erkin baskı ve denetimi de bunedenle Temmuz 1908'i izleyen bir yıldan az bir süre ayrı tutulursa çokyoğun olmuştur.Cumhuriyet Türkiye'sinde ise, 1950'lere kadar özgürlükler bağlamındakısıtlılıklar ve yetersizlikler sürse de basının toplumsal gelişmedeözel bir misyon üstlendiği, toplumsal ilerleme için önemli görevler yerinegetirdiğini söyliyebiliriz.İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin yeniden biçimlendiğibaşka bir aşamada, 1950'ler Türkiye'sinde yaşanan değişim basın alanındada yansıma bulmuştur. Yeni bir basın yasası ve gazetecilere örgütlenmehakkının verilmesi ile özgürleşme yolunda yetersiz de olsa göreli ileriadımlar atılmıştır. Ancak, siyasal iktidar ile basın patronları ve yöneticileriarasında akçalı ilişkiler de bu dönemde kurumlaşmaya başlamıştır. Bununlaberaber, basının ana gövdesinin güzergahı demokrasi fikrini geneldeönde tutan bir yol olmuştur.1980'li yıllarda gerçekleşen yeni küreselleşme süreci ise 1990'lı yıllardaTürkiye'de medya alanını tümüyle farklı bir görünüme taşımıştır.Nicel olarak çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Türkiye yoksul birmedya ortamından varsıl bir medya ortamına geçmiştir. Buna karşılıktoplumun demokratikleşmesine ve katılımın artmasına hizmet edebilecek,sosyal ve kültürel gelişmeye katkıda bulunabilecek, toplumsal çeşitliliklerinartması ve çoğulcu bir toplumun gelişmesi yönünde katkıda bulunabilecekniteliklerde bir medya ortamının oluşmadığını görmekteyiz. Önemlibir dönüşüm anlamına gelen ortamdaki değişmeleri şöyle özetleyebiliriz:1. Alanda mülkiyet konusunda önemli ve köklü değişiklikler olmuştur.Öncelikle radyo-televizyon alanında kamu tekeli kalkmış ve çok sayıdaözel radyo ve televizyon kurulmuştur. Bunun kadar önemli başka birgelişme de medya alanında faaliyet gösteren sermayenin niteliğinin değişmesidir.Esas itibariyle medya (basın) dışı alanlarda birikmiş sermayemedya alanına hakimiyet kurmuştur. Basın alanında mevcut sermayegruplarından da ayakta kalabilenler varlıklarını basın dışı alanlara da yayılaraksürdürebilmişlerdir. Bu gelişmeyi getiren bir etmen doğal olarakmedya kuruluşu sahibi olmanın sağladığı güç ve prestij ile medya organınınbaskı uygulamak için kullanılabilme potansiyelidir. Bir ikinci temeletmen ise bundan böyle medya alanına yapılan yatırımların eski durumuntam aksine çok yüksek karlılık oranı gerçekleştirebilmekte oluşlarıdır.Hızlı ve köklü teknolojik gelişmenin üzerinde durulmayan, sözü pek edilmeyenancak, çok önemli bir etkisi de budur.2. Sözü edilen gelişmelerin bir başka sonucu Türkiye'de medya alanındatekelleşme eğilimi tüm olumsuz unsurlarıyla birlikte sınır tanımaz253
ir aşamaya ulaşmıştır. Tüm dünyada belirgin biçimde gözlemlenmekteolan tekelleşme hareketlerinin Türkiye'ye özgün boyutu bu gelişmelerin'Avrupa düzeyinde dev kuruluşlar' oluşturulması gibi bir retorikle gururlailan edilebilmesidir. Bu durum tekelleşmenin olumsuz sonuçlarınakarşı alınabilecek önlemleri baştan olanaksız kılmaktadır.3. Yeni oluşan radyo-televizyon düzeni hukuksal ön düzenlemesi olmaksızın,Anayasa ve yasalara rağmen, kaotik bir biçimde gerçekleşmiştir.Bu gelişme radyo-televizyon alanında da, basın alanında da kural tanımazlığıkural haline dönüştürmüştür. Örneğin, RTÜK frekanslarıbelirleme ve imtiyazları tahsis etme görevini yerine getirmemiştir, hala dagetirememektedir. Yine yasanın tekelleşmeyi engellemek için öngördüğühükümler yokmuş gibi davranılmaktadır. Basın alanında da promosyonudüzenliyen kurallar dikkate alınmadan etkinlikler rahatça sürdürülebilmektedir.4. Ticari başarıyı sağlıyan herşey mubahtır anlayışıyla hareket edenmedya kuruluşları siyasal yaşamın tıkanıklıklarla dolu ortamında bir türözerk konum kazanarak zaman zaman yargı ve yürütme organları yerinekendilerin ikame eden bir tutum alabilmektedirler.5. Medya kuruluşları ticari çıkarlarına doğrudan engel çıkarmadığısürece düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü ile basın özgürlüğü konularınailgilerini önemli ölçüde yitirmiş durumdadırlar. Buna karşılıkalanda yasal kısıtlılıklar ve fiili engeller varlıklarını sürdürmektedirler.6. Gazetecilik mesleği tümüyle tahrip olmanın eşiğindedir. Bu yanda'reyting' yaptığı ya da tiraj getirdiği varsayılan astronomik ücretli ancakçoğu kez basın yasasına göre yapılmış bir sözleşmesi -ve güvencesi- olmayanköşe yazarı ya da yönetici görevdeki vedetlerin diğer yanda dadüşük ücretli ve hiçbir güvencesi olmayan haber yapımcılarının yer aldığımeslek ciddi bir inandırıcılık bunalımı içindedir. Gazetecilik mesleğininsendikal örgütlenmesi neredeyse tümüyle tasfiye olmutur. Buna karşılıketkinlik alanlarına göre uzmanlaşmış dernek sayısı artmış; profesyonel örgütlenmelermesleğin yapılış ve ahlaksal ilkelerinden çok dernek üyelerininmeslek dışı bireyci, hedonist çıkarlarını savunur hale gelmiştir.Sıralanan bu gelişmeler sonrası bir değerlendirme yapılırsa günümüzdeTürk medyasını demokratik siyasal sürece katkı bağlamında, geneliitibariyle, 'yararlılar' safından çıkarıp, 'zararlılar' safına yerleştirmekdurumundayız. Konunun önemini artıran bir başka etmen de Türkiye'desiyasal sistemin yapısı ve politik kültür itibariyle medyanın olumsuz etkilerinidengeleyebilecek kitle iletişimi araçlarını demokratik, katılımcı birsiyasal-toplumsal yaşam için katkılarda bulunabilecek hale dönüştürecekönlemlerin acil olarak tartışmaya açılmasında daha fazla gecikilmemelidir.254
Kitle iletişimi alanında sorunların aşılabilmesi için ne tür önlemleralınabileceği düşünüldüğünde ise mutlaka şu iki konu göz önünde tutulmakzorundadır:1. Kitle iletişimi alanında yapılacak düzenlemeler mutlaka genel birdemokratikleşme perspektifi içeren, demokratikleşmeye katkıda bulunmayahedefleyen bir bakışla ele alınmalıdırlar. Kitle iletişim araçları demokrasiyekatkılarını ancak sağlıklı demokratik bir toplumda yapabilirler.Dolayısıyla kitle iletişiminin demokratikleşmesi genel demokratikleşmesürecinden soyutlanamaz. Bu nedenle medyanın durumu birçok başka kurumlabirlikte ele alınıp yeniden düzenlenmelidir.2. Bu genel perspektif yanında öncelikli bir başka konu da 'gazeteci'kavramı ile 'gazetecilik mesleği'nin rehabilite edilmesidir. Bu amaçla gazetecilikmesleği yeniden tanımlanmalı, gazetecinin pratiğinin kitle iletişimalanındaki ticari amaçlı etkinliklerden ayırt edilebilen çok özel, kamusalnitelikli bir etkinlik olduğu ve bununla sınırlı kalması gerektiğikabul edilmelidir.255
KÜRESELLEŞME VE KEMALİZMProf. Dr. Alpaslan IŞIKLI*Küreselleşme herkese hoş çağrışımlar yaptıran bir sözcük. Herkes,kendi bağlı olduğu inanç sistemi veya ideoloji açısından, küreselleşmekavramına sıcak bakmasını tahrik eden ve mümkün kılan nedenler bulabilir.Fareli köyün kavalcısının kavalından da herkesin kulağına hoş gelennağmeler döküldüğü içindir ki bütün köyün çocuklarını peşinden sürükleyebilmişti.Tarih Boyunca Küreselleşme YanlılarıGerçekten de bütün büyük dinler ve başlıca ideolojiler, belli anlamdabir küreselleşme özleminin öğretisini yaymışlar, takipçisi olmuşlardır.Hazreti Muhammet, tüm insanları İslamiyet çatısı altında birleştirmekmisyonunu taşıyordu. Onun kurmak istediği devlet, belli bir uluslaözdeşleşmeyen ve belli sınırlarla çevrili olmayan bir ümmet kavramınadayanmaktaydı. Dolayısıyla, o da küresel boyutlu bir değişikliğin savaşımınıvermişti.Diğer büyük dinlerin kurucuları da (İsa da, Musa da, Buda da...) küreselliğibakımından benzer bir hedefe yönelmiş değiller midir?Bambaşka bir dünya görüşünü ele alalım: Marks da belli anlamda birküreselleşme öngörmüştür. Onun kavramsallaştırdığı proletarya enternasyonalizmide evrensel ölçekli bir küreselleşme temelinde biçimlenmiş birdünya demektir.Öte yanda, Hitler'i de küreselleşmeci saymamız gerekir. Ünlü komedyenCharlie Chaplin'in, onu karikatürize ederken küre şeklindeki birbalonla oynarken temsil etmesinin başka ne anlamı olabilir?Acaba Mustafa Kemal Atatürk'ün küreselleşme konusundaki yerininasıl belirleyebiliriz?<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi.257
Atatürk'ün tutuşturduğu kurtuluş alevi, Anadolu bozkırlarıyla sınırlıbir amaca yönelmiş değildi. O, sömürgeciliğin ve emperyalizmin yeryüzündenebediyen silineceği bir dünyanın kurulmasına katkı sağlamakamacıyla yola çıkmıştı. O, başından beri bilincinde olduğu bu durumu, 9Temmuz 1922'de yaptığı bir konuşmasında şöyle açıklamaktadır:"Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydıbelki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiyeâzîm ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütünmazlum milletlerin, bütün şarkın dâvasıdır." 1Atatürk emperyalizme karşı savaşmış ve bu yolda unutulmaz bir dersvermişti. Ancak, o, dünya uluslarının birbirlerine yakınlaşmasından yanaydı.Onun için "yurtta sulh" demekle yetinilemeyeceğini bilmiş; "cihandasulh" arzusunu da eklemeyi ihmal etmemiştir. Atatürk'ün, insanlarınküresel boyutta birlikteliğine işaret eden görüşleri, Romanya DışişleriBakanı Antonescu ile konuşmasında çok açık bir biçimde dile getirilmiştir.Diyor ki:"...insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğükadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendimilletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerininsaadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllıadamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez.Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendihuzur ve saadetini temine çalışmak demektir." 2Atatürk'ün, insanlığın kurtuluşunun bir bütün olarak küresel çözümlerlegerçekleşebileceğini ve bu yolda varılması gereken nihai hedefin bir"birleşik dünya hükümeti"nin kurulması olduğunu çok daha açık bir biçimdeortaya koyan ifadeleri de vardır. Bunun için, onun "Söylev"indekişu cümlelere göz atmamız gerekecektir:"Baylar, tüm insanların, deneyim, bilgi ve düşüncedeki ilerlemesi vegelişimi [sonucunda]; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerekbasitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş, evrensel,saf ve lekesiz bir dinin kurulması ve insanların şimdiye kadar kavgalar,pislikler, kaba arzu ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamaktaolduklarını kabul ederek bütün vücutları ve zekaları zehirleyen kötülüktohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekleşmesini gerektirenbir 'birleşik dünya hükümeti' hayal etmenin tatlı olduğunu yadsıyamam."31. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih KurumuBasımevi, 1989, 4.baskı, cilt:2, s.44.2. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, age, s.325-6.3. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1962, s.713.258
Bütün bunlardan sonra, bugüne dek yeryüzünün sahne olduğu bellibaşlı düşünce akımlarının ve inanç sistemlerinin hemen hepsi gibi Kemalizm'inde küreselleşmeci olduğu sonucuna varabiliriz. Ancak, bunlarınher birini diğerinden ve diğerlerinden ayıran derin farklar bulunduğunugörmek zorunda olduğumuzu da unutmamamız gerekir. Bu farklılığı yaratan,ne türde, ne nitelikte bir küreselleşme sağlanmak istendiğidir. Buçerçevede önem taşıyan en can alıcı fark ise nasıl bir iktidarın egemenliğialtında küreselleşileceği sorusuna bulunacak yanıta göre açıklık kazanabilir.Dolayısıyla, Kemalizm'in nihai amacı ile günümüzdeki küreselleşmeninyöneldiği hedef arasındaki farkı da bu soru bağlamında araştırmak gerekecektir.Nasıl Bir Küreselleşme?Yukarıda değindiğimiz küreselleşmeci eğilimlerin her birinin kendisineözgü bir iktidar yapılanması öngürdüğü ve bu iktidarın belirlediği biregemenlik kavramına göre biçimlenmiş bir dünya amaçladıkları bellidir.Günümüzün küreselleşmecilerinin ne tür bir iktidarın egemenliği altında,nasıl bir küreselleşmeden yana oldukları her zaman açıkça ortaya konulmuşdeğildir.Çoğu yerde, küreselleşmek için uluslararası pazara açılmak ve bu pazarınyasalarına kayıtsız şartsız teslim olmak gerektiğini ileri sürerler.Onlara göre, Adam Smith'in 19. yüzyıl başlarında söylediği gibi, uluslararasıpazarın da bireysel kararların bileşkesinden ibaret olan ünlü "görünmeyenel"den başka yöneticisi yoktur. Üstelik iddia etmektedirler kiezen-ezilen, sömüren-sömürülen çelişkisinden söz etmek modası geçmişbir şarkıyı terennüm etmekten farksızdır; artık, uluslar arasında kendi deyimleriylebir "karşılıklı bağımlılık" dönemi başlamıştır ve emperyalizmdönemi sona ermiştir. Bu iddialar karşısında İncil'deki ünlü sözü anımsamamakelde değil: "Şeytanın en büyük kurnazlığı kendisinin olmadığınabizi inandırmasıdır".Gerçekte ise Adam Smith'in sözünü ettiği gibi bir serbest rekabetdüzeni, yalnızca bazı ders kitaplarında yer almış; gerçek yaşamda hiç birzaman gerçeklik kazanmamıştır. Gerçekte tüm pazarlar gibi uluslararasıpazarın da sahibi vardır. Uluslararası pazar, tüm pazarlar gibi, bir görünmeyenelin değil; giderek görünen, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararasıodaklarda somutlaşan uluslararası boyutlu tekellerin egemenliği altındadır.Yeryüzünde bir "dev şirketler ve cüce devletler" dönemi başlamış bulunuyor4 . Sayıları beşyüze varan çok uluslu şirket, dünya ticaretinin%70'ini elinde tutmaktadır.Küreselleşmeye koşut olarak etkinlik alanları genişleyen uluslarüstüiktisadi güç odakları, tek kutuplulaşan dünyada rakipsiz kalan süper4. Ignaciot Ramonet, "Firmes geantes Etats nains", Le Monde diplomatique, juin 1998,s.l.259
gücün ve onun başında yer aldığı G7 halkasının siyasal üstünlüklerinin veiktidarlarının asıl dayanağını oluşturmakta ve bu iktidarın hizmet ettiğitemel çıkarı temsil etmektedirler.Bugüne dek açıklanmış olan görüşler içinde, günümüzde giderek belirginleşmekteolan küreselleşme gerçeğinin gerçek yüzünü ortaya koyanbir örneğe, ünlü İngiliz yazarı Bernard Shavv'un yazdıkları içinde rastlamaktayız.Bernard Shaw, Fabian Cemiyeti'nin bir üyesi olarak bu yüzyılın başındayayınladığı 3Fabiancılık ve İmparatorluk3 isimli kitapçığında bugününküreselleşme olgusuna şaşılacak ölçüde benzeyen ve dolaylı birsonuç olarak bu olgunun gerçek yüzünü teşhir eden görüşler ortaya koymuştur.Shavv'a göre, "bir ulusun kendi topraklarında, dünyanın gerikalan kısmının çıkarlarını nazara almaksızın dilediğini yapma hakkınasahip olması fikri, artık geçerliliğini yitirmiştir". Çünkü Shaw, dünyanın,insanlığın ortak malı olarak görülmesi ve dünya kaynaklarının etkin birbiçimde kullanımının, tüm diğer "dar ulusal çıkarlara" göre öncelik taşımasıgörüşündeydi. Dolayısıyla, ideal çözüm bir Dünya Federasyonununkurulması olabilirdi. Ancak bu gelişmenin çok uzağında bulunulduğunukabul eden Shaw, "mevcutlar içindeki en sorumlu İmparatorluk Federasyonunun(imperial Federation) onun yerini alması"nı savunmaktaydı 5 .Bu çok samimi anlatım çerçevesinde savunulan, elbette ki emperyalizminegemenliği altında tam bağımsızlık ilkesinin silinip gitmesinden,bir başka deyişle, çok sayıda bağımsız ve demokratik rejimler yerine tekve evrensel bir imparatorluk rejiminin kurulmasından başka bir şey değildir.Günümüzde, küreselleştiği söylenen dünyayı bekleyenin de bundanibaret olduğu her gün biraz daha iyi anlaşılıyor. Bu yöndeki gözlemler veteşhisler giderek yaygınlaşmaktadır. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George,bir "Dünya Bankası İmparatorluğu"ndan söz eder olmuştur 6 . Öte yandan,Kanada'lı profesör Chossudovsky, bir "küresel totalitarizm" çağınınbaşlamakta olduğuna işaret etmektedir 7 . Fransız düşünür Alain Mine ise,yeni bir Orta Çağ'a dönüşten söz etmektedir 8 .Küreselleşmenin yeni bir tür imparatorluk demek olduğuna dair görüşler,yalnızca bu oluşuma eleştirel bir gözle bakanlar tarafından ileri sü-5. Bernard Shaw, Fabianism and the Empire, bkz:G.D.H. COLE, A History of SocialistThougt, Volume III, Part I, Londra, Macmillan, 1963, s. 190-191.6. Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank's Secular Empire,Penguin Books, Londra, 1994.7. Michel Chossudovsky, "Comment eviter la mondialisation de la pauvrete", LeMonde diplomatique, Ocak 1997, s.4.8. Herbert Kitschelt, The Transformation of European Social Democracy, CambridgeUniversity Press, Cambridge, 1994, s.33; Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge,1998, s. 138.260
ülmüyor. Küreselleşmenin yandaşları arasında da kurulmakta olan küreselyapılanmanın düpedüz bir imparatorluk olduğuna dair görüşler eksikdeğil.Amerikadaki ünlü ve etkin kuruluşlardan biri olan, Carnegie Endowmentvakfının kıdemli araştırmacılarından Robert Kağan'ın da yeni birimparatorluğun kurulmakta olduğundan kuşkusu yok. Ancak, ona göre,tepesinde Amerika'nın yer aldığı bu yapılanma bir "alicenap imparatorluk"turve "aslına bakarsanız Amerika'nın alicenap hegemonyası dünyanüfusunun büyük çoğunluğunun çıkarmadır". Bu şekilde biçimlenen yenidünya düzeninde, demokrasi tamamen gündem dışına itilmiştir ve sorun,hangi imparatorluğun daha iyi olacağı tartışmasına indirgenmiş bulunmaktadır.Kağan, hangi imparatorluğun daha iyi olduğunu şöyle açıklamaktadır:"ABD'nin hataları ne olursa olsun başka bir güç onun yerini aldığıtakdirde dünya yeni durumu daha sevimsiz bulacaktır. Amerika zamanzaman küstah ya da bencil olabilir, gücünü kullanmada aç gözlülüğe kaçabilir.Ancak, kusura bakılmasın ama kiminle karşılaştırıldığında? Amerika'nıngücü Fransa'da olsaydı Fransızlar'ın daha az zorba, bencil vehata yapmaya az meyilli olduklarına inanan çıkar mı? (...) Eğer dünyadatek bir süper güç kalacaksa bu gücün ABD olması herkesin yararınadır." 9Amerika'nın ulusal güvenlik danışmanlarından ve yakın tarihininönde gelen isimlerinden Brzezinski de, 1997 tarihli kitabında, bugünündünyasını benzer çizgilerle tanımlamaktadır. Ona göre, "rakibinin çöküşü,Amerika Birleşik Devletleri'ni eşsiz bir konuma soktu. Birbiri ardınahem ilk hem de tek küresel güç haline geldi. Amerika'nın küresel üstünlüğübazı bakımlardan, daha sınırlı bölgesel etkinlik alanlarına rağmeneski imparatorlukları andırmaktadır. Bu imparatorluklar güçlerini vasallar,tâbiler, protektoralar ve sömürgeler hiyerarşisine dayandırmışlardı;bunların dışında kalanlara da genellikle barbar gözüyle bakılırdı." 10Küreselleşmenin Demokrasiyle Çelişen Sonuçları Karşısında KemalizmGörülüyor ki, yalnızca ulusal devlet olgusunun son bulduğu birdönem başlatılmış olmamakta; aynı zamanda, demokrasi de sözde kalmayamahkum edilmekedir. Amerikan hegemonyası olarak tanımlanan, gerçekte,uluslararası sermeyenin küresel egemenliğidir. Amerikan halkı da,Amerika da sayıları giderek artan yoksulluk sınırının altındaki nüfus dabu imparatorluğun tebaasıdır. Dolayısıyla, Kemalizm'in "egemenlik kayıtsızşartsız ulusundur" ilkesine karşılık, "egemenlik kayıtsız şartsızuluslararası sermayenindir" ilkesi egemen kılınmaktadır. Bugünün dünya-9. Robert Kağan, "Alicenap İmparatorluk", Foreign Policy (Türkiye baskısı-İstanbul<strong>Üniversitesi</strong> yayını), Yaz 1998, s.24, 26.10. Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Sabah kitapları, s.13.261
sındaki Küreselleşmenin, Kemalizm ile derin çelişkisi de öncelikle bunoktada kendisini göstermektedir.Demokrasinin tarihe gömülmesi yolundaki bu gidişin, başka pek çokşey ile birlikte Kemalizm ile çelişmesi ve Kemalizm'i kendisi için birayak bağı gibi görmesi doğaldır ve kaçınılmazdır. Çünkü Kemalizm, tarihselolarak demokratikleşme ile eş yönlü ve hatta özdeş bir akımdır.Atatürk döneminin ne kadar demokratik olduğu konusunda bir yargıyavarabilmek için, bu dönemi örnek olarak kabul ettiğimiz veya zihnimizdecanlandırdığımız ideal bir modelle karşılaştırmamız elbette ki yanlışolur.Herhangi bir rejimin veya hareketin demokrasi açısından taşıdığıanlam ve önem, öncelikle, içinde yer aldığı topluma demokratikleşmedoğrultusunda sağladığı kazanımlarla ölçülebilir.Konuya bu açıdan bakılınca, her şeyden önce şu çok açık ve sade tarihselgerçeğin anımsanmasında yarar vardır: Bağımsızlık olmadan demokrasiolmaz. "Ekonomik sömürüye yönelmiş büyük devlet, sömüreceğivesayet altındaki devlette demokrasiye razı olmaz." 11 Atatürk,egemenliğin saldırgan devletlerin ve onların kuklası durumuna düşmüşolan padişahın elinden alınarak milletin eline geçmesini mümkün kılanbir kurtuluş hareketine önderlik etmekle, demokrasinin kurulması için gereklive vazgeçilmez olan temellerin atılmasını sağlamıştır.Kemalizm'in demokrasi açısından ülkeye ne kazandırdığını gerçekçibir biçimde değerlendirebilmek için, ülkeyi nereden alıp nereye getirdiğiniönyargılardan arınmış olarak görmek gerekir. Şu çok açık gerçeğin bilinmesigerekir ki Kemalizm, ülkeyi saltanattan alıp, "çok partili" düzenegetirmiş olan rejimin adıdır. Bunu söyleyince kimilerinin, "uluslararasıkonjonktürün zorlamalarının kaçınılmaz sonuçlan Kemalizm'le açıklamayalım"diyeceklerini biliyorum. O zaman sormak gerekir, bu uluslararasızorlamalar, niçin İran için, Suudi Arabistan için geçerli olmamıştır dabu bölgede yalnızca ülkemizde hükmünü icra edebilmiştir.Atatürk'ün ifade ettiği boyutlarda bir çok partililik, bugün dahi sağlanabilmişdeğildir. Atatürk'e göre, kapitalist toplumda, sınıf temelindebir siyasal örgütlenmenin gerçekleşmesi ve her sınıfın kendi siyasal partisinikurması "pek tabiidir". O, bu konudaki düşüncelerini, 7 Aralık1923'te Balıkesir'de Paşa Camisi'nin minberin yaptığı ünlü konuşmasındaşöyle açıklamıştır."Şunu arzedeyim ki, başka ülkelerde partiler mutlaka iktisadi maksatlarüzerin kurulmuş ve kurulmaktadır. Çünkü o ülkelerde çeşitli sınıf-11. Muammer Aksoy, Atatürk ve Tam Bağımsızlık, Cumhuriyet yayını, İstanbul, Eylül1998, s.13. Kemalizm ve demokrasi ilişkisi içinde bkz: A. Işıklı, Sosyalizm Kemalizmve Din, ikinci baskı, Tüze Yayıncılık, <strong>Ankara</strong>, 1998, s.28-49.262
lar vardır. Bir sınıfın çıkarını korumak için kurulan bir partiye karşılık,diğer bir sınıfın çıkarını korumak maksadıyla bir parti kurulur. Bu pek tabiidir."12Bir rejimin demokratikliğinin ölçüsü, çağının diğer ülkelerindeki rejimlerlekarşılaştırılarak da ortaya konulabilir. Bu çerçevede yapılacak birkarşılaştırma, Atatürk döneminde ülkemizde yürürlükte olan rejimin demokratiklikdüzeyinin, aynı dönemde, değil Ortadoğu veya Arap ülkelerinde,Avrupa ülkelerinde görülenlerden de daha ileri olduğu sonucunuortaya çıkarır.Batıda o dönemde, İtalya'da faşizm egemendir. Almanya'da nazizmtırmanışa geçmiştir. Fransa, hızla nazi egemenliği altına girmiştir. DoğuAvrupa'da da durum farklı değildir. Batıda diktatörlüğe kaymış olan ülkelerinhepsinde, Türkiye'de Atatürk döneminde görülen durumdan farklıolarak, ırkçılığın, azgın bir Yahudi düşmanlığının ve azgın bir sol düşmanlığınınkol gezdiği bilinmektedir.Kuşkusuz, Batıda yukarıda değinilen ülkelerin dışında İngiltere veABD gibi ülkeler de bulunmaktadır. Bu ülkelerle yapılacak bir karşılaştırmada Atatürk dönemi Türkiye'si açısından olumsuz bir yargıya varmamızsonucunu doğurmaz. Yeter ki bu ülkelerin demokratiklik düzeyi değerlendirilirken,egemenlikleri altında bulunan tüm toprakların ve tüminsanların durumu nazara alınarak yargıya varmak gerektiği unutulmasın.İngiltere, yalnızca adadan ibaret değildir ve Büyük Britanya olarakele alınması gerekir. İngiltere "köpekler ve Çinliler giremez" türündenlevhalarla donattığı Çin'de, Hindistan'da ve tüm sömürgelerinde yaptıklarıylabirlikte düşünüldüğünde; keza, ABD, günümüze dek ülkesindekizencilere karşı uyguladığı politikayla... birlikte değerlendirilince; Kemalistdönemin demokrasi ve insan hakları sicilinin göreli olarak bir haylidüzgün olduğu sonucuna varmamak mümkün değildir.Atatürk döneminin demokratiklik düzeyi irdelenirken, demokratikkatılımın ne ölçüde sağlanmış olduğuna da bakmamız gerekecektir. Bukonudaki tespitler ortaya konulurken, 1924'te seçmen yaşının 18'e indirilmesive 1934'te kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması öncelikleakla gelir. Gerçekten de henüz ortada belirmiş bir talebin bulunmadığı birdönemde gençlerin ve kadınların siyasal katılım hakkının tanınmasınaböylesine özen gösterilmiş olması son derece anlamlıdır. Ayrıca, unutmamamızgerekir ki demokratiklik açısından örnek sayılan pek çok ülkedebile kadınların siyasal haklarını elde etmeleri, çok daha sonraki dönemlerdeve çetin mücadeleler pahasına mümkün olabilmiştir.Siyasal katılımın sağlanması açısından çok büyük önem taşıyan,fakat nedense, üzerinde yeterince durulmayan çok önemli bir gelişme de12. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, cilt: 2, s. 101.263
seçme-seçilme hakkına sınıfsal statüyü belirleyen bazı ölçütlere göre konulmuşolan sınırların kaldırılmasıdır.1876 Tarihli 1. Meşrutiyet Anayasasında yer alan ve 1908'de başlayan2. Meşrutiyet döneminde de yürürlükte kalan bir hükme göre, "hiniintihapta (seçim zamanında) bir kimsenin hizmetkârlığında bulunan"laramilletvekili seçilme hakkı tanınmamıştı. Böylece işçilerin milletvekili olmalarıyasaklanmış oluyordu.Ayrıca, 28 Ekim 1876'da çıkarılan Talimat-ı Muvakkate, seçilmehakkını "az çok emlak sahibi olma koşulu" ile sınırlandırmıştı ve milletvekilleriniseçecek olan ikinci seçmenin "merkezi vilayet, liva ve kazalarınidare meclisi üyeleri"nden oluşmasını öngörmekteydi. Sözü edilenidare meclisi üyelerinin seçimi ise, iller Kanununa göre, önce yılda en az50 kuruş vergi ödemek ve daha sonra da miktarı belirlemeksizin vergi yükümlüsüolmak koşuluna bağlanmıştı. Keza, 1908'de yürürlüğe giren İntihab-ıMebusan Kanununa göre de seçmen olabilmek için "Devlete az çokvergi ödemek" gerekmekteydi.Tüm bu sınırlamalar, Cumhuriyetle birlikte yürürlükten kalktı. 1921ve 1924 Anayasaları, seçme ve seçilme hakkını tüm yurttaşlara tanıdı. İntihab-ıMebusan Kanunu, 1934'e kadar yürürlükte kalmasına karşın, seçmenolabilmek için "Devlete az çok vergi ödemek" koşulunu öngörenhükmü, 3 Nisan 1923'te kaldırıldı 13 .Başka ülkelerde herkese seçme ve seçilme hakkını sağlamaya yönelikhareketlere ve bu hakkın tanındığı tarihlere, çok büyük tarihsel önemverilmiştir. Örneğin, İngiltere'de bu misyonu görmüş olan Çartist hareketin,yalnızca İngiltere tarihinde değil, dünya tarihinde çok müstesna biryeri vardır. Fransa'da genel oy hakkını ilk defa tanıyan 1848 Anayasası,çok derin bir devrim hareketinin sonucunda yürürlüğe girmiştir ve dünyatarihinin önemli dönüm noktalarından biri olarak anılır.Emperyalizmin boyunduruğundan yeni kurtulmuş bir ülkede, seçmeseçilme hakkının tüm yurttaşlara tanınması bakımından da tüm mazlummilletlere örnek ve öncülük etmiş olan Kemalist devrimin bu yönününçoğu yerde ihmal edilmiş olması; bu devrimi, zora dayanan ve zora dayalıbir rejim kurmayı amaçlayan bir hareket olarak gösterme çabalarıyla uyuşansonuçlar vermiştir.Atatürk döneminde siyasal katılımın yaygın bir biçimde gerçekleştirilmesiyönünde gösterilen kararlılığın daha pek çok örnekleri vardır. Buçerçevede, halkevlerinin ve köy enstitülerinin işlevlerinin yalnızca kültürve eğitim alanıyla sınırlı kalmayıp, demokrasiye içerik kazandırmak vedemokratikleşmeye katkı sağlamak bakımından da büyük önem taşıdığınaişaret etmek gerekir.13. Bkz. Cem Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge, <strong>Ankara</strong>, 1991, s. 200-201.264
Kemalist devrim, padişahın kulu olmaya koşullandırılmış bir ümmetten,eşit ve özgür yurttaşlardan oluşan bir ulus doğması yönünde çokbüyük bir azim ve kararlılık göstermiştir. Bunun içindir ki Atatürk, öğretmenlereşöyle seslenmekteydi: "Biz sizden düşüncesi özgür, vicdanıözgür, anlayışı özgür kuşaklar istiyoruz."Atatürk, kendi döneminde kurulmasına ön ayak olduğu pek çokönemli kurumun, devlete bağımlı, tepeden inme emirlerle yönetilen bürokratikkuruluşlar olarak değil; katılıma açık, özerk bir yapılanma içindekurulmasına özen göstermiştir. Anadolu Ajansı, Telgraf Telefon AnonimŞirketi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu bunlar arasında sıralanabilir.Atatürk, ekonomik alanda da katılımdan yana olduğunu göstermiştir.Bu konuda kooperatiflerin bir numaralı üyesi olmak suretiyle öncü veörnek olmak istemiştir 14 .Atatürk döneminde gözlemlenen bu genel durum, basın yayın hayatındada yansımalarını göstermiştir. "Kurtuluştan hemen sonra basının azçok özgür olduğu söylenebilir." Daha sonraki dönemlerde de bir takım kısıtlamalarave sınırlamalara rağmen, "basın hayatının hayli canlı olduğusöylenebilir". 15Kemalizm'in kendi dışındaki sola tanıdığı düşünce, ifade ve basınözgürlüğünün sınırlarının da göreli olarak belirgin bir biçimde geniş olduğunuayrıca gözlemleyebilmekteyiz.Kimileri, Halk Fırkasının altı okun içinde demokrasi ilkesine yer verilmemişolmasını, Atatürk'ün demokrat olmayışının kanıtlarından biriolarak ileri sürerler. Oysa, Atatürk'ün bizzat kaleme alarak Afet İnan'ınimzasıyla yayınlattığı "Medeni Bilgiler" kitabında, "halkçılık" ilkesinin,"demokrasi prensibi"nin eşanlamlısı olarak kullandığı anlaşılmaktadır."Bu prensibe nazaran, irade ve hâkimiyet milletin umumuna aittir ve aitolmalıdır. Demokrasi prensibi, hâkimiyeti milliye şekline inkılâp etmiştir."16Kemalizm'in yüzünün hiç bir tereddüde yer bırakmayacak ölçüdedemokrasiye dönük olduğunda kuşku yoktur.Bu nedenledir ki Mustafa Kemal, bizzat kendisinin Halife olmasıdoğrultusundaki önerileri elinin tersi ile geri çevirmiştir.Bu nedenledir ki Mustafa Kemal, yaşamının son dönemlerindeRecep Peker tarafından hazırlanan, rejimin faşist modele göre yeniden yapılanmasıdoğrultusundaki program önerisini son derece şiddetli bir tepki14. Bkz: Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge, <strong>Ankara</strong> 1994, s.26-27.15. Sina Akşin, agm, s. 246.16. A. Âfetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları, 2. Baskı, TTK Yayınları,<strong>Ankara</strong>, 1988, s.27.265
göstererek reddetmiştir. Üstelik, Peker'in bu önerisi, İsmet Paşa tarafındanda okunmadan imzalanmış olmasına rağmen...Bu olay karşısında söyledikleri düşündürücüdür:"Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlartarafından bile, zerre kadar anlaşılmış değildir... biz öyle bir idare, öylebir rejim istiyoruz ki; bu memlekette bir gün -eğer dünyada hükümdarlıkaleyhinde gittikçe artan kuvvetli cereyan muvacehesinde kalanlar varsa-Padişahlığa taraftar olanlar dahi fırka kurabilsinler..."' 7Aradan geçen zaman, Atatürk'ü anlamayanların, daha doğrusu anlamamaktaısrar edenlerin sayılarının azalmadığını, hatta artmakta olduğunugösteriyor. Bugün, "Kemalist teokratizm", "Kemalist faşizm" gibi anlaşılmazyakıştırmalarla ortaya çıkanları hoşnut etmek için Atatürk'ün neyapmış olması gerektiğini kestirmek kolay değil. Acaba Atatürk'ün, demokrasiarayışı içinde olduğunu bu baylara kanıtlayabilmesi için, KurtuluşSavaşını başlatmadan önce İngiliz işgal kuvvetleri komutanının gözetimialtında bir referandum düzenlemesi mi gerekirdi!Kemalizm, tüm propagandaların aksine, bağımsızlıkçı, antiemperyalistözü dolayısıyla yalnızca Türkiye'de değil, tüm mazlum uluslar açısındandemokratikleşme çabalarının en temel dayanaklarından biridir. Atatürk,çeşitli yazılarında ve konuşmalarında yansıyan bu doğrultudakigörüşlerini 13 Eylül 1920 günü Meclis'e sunduğu ve tartışmalarda "HalkçılıkBildirisi" olarak anılan "Teşkilatı Esasiye Kanunu Lâyihası"nın ikincimaddesinde şöyle özetlemiştir:"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayat ve istiklalini kurtarmayıtek ülkü ve amaç bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm egemenliğindenve zulmünden kurtararak, yönetim ve egemenliğin gerçek sahibikılmakla amacına varacağı kanısındadır." 18Küreselleşme yanlılarının ulusal devleti bir "dinozor" olarak ilanetme ve tarihin karanlığına gömme çabalarının ciddiyeti de asıl buradakendisini göstermektedir. Çünkü, ulusal devletin yıkılması, eğer sağlanabilirse,aynı zamanda demokrasiye indirilmiş bir darbe olacaktır.Bugün için yeterince demokratik olmayan ulusal devleti daha da demokratikleştirmeninyolları bulunabilir. Oysa, ulusal devletin yerine kurulmakistenen uluslararası sermayenin egemenliğine dayalı bir tür imparatorlukrejimi ile demokrasinin bağdaştırılması mümkün değildir.Çünkü, uluslar üstü denilen iktidar odaklarının, uluslararası sermayeninçıkarlarının ifadesi olan öncelikleri ile halkın özlemlerinin gerçekleşmesineortam sağlama potansiyelini taşıyan demokrasi arasında aşılmaz bir17. Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, Yapı Kredi Bankası, İstanbul, 1973, s. 57-59.18. Ceyhun Atıf Kansu, Ya Bağımsızlık Ya Ölüm, Bilgi Yayınevi, <strong>Ankara</strong>, 1997, s. 109.266
çelişki vardır. Bu nedenledir ki demokrasiye yönelik saldırıların bir parçasıolarak, Kemalizm'in somut kazanımlarının en önemlilerinden birisiolan ulusal devleti yıkma niyetleri de gündemdedir.Ümmet esasına dayalı devlet kurma veya ırkçı temele dayalı bölünmeleryaratma hevesleri, ulusal devleti yıkarak uluslararası sermayeninboyunduruğunu güçlendirme doğrultusundaki planlarla mükemmelen örtüşmektedir.Ümmet esasına dayalı devlet demek, Suudi Arabistan gibiolmak demektir. Türkiye Cumhuriyeti'nin yerine ırkçı temele dayalı devletçiklerinkurulması ise, en iyi olasılıkla, yöresel feodal unsurların dizginlerindenbüsbütün kurtulmaları demektir. Her iki durumun da bölgeninpetrolleri üzerinde çıkarları bulunan küresel güçler açısından bulunmaz ittifaklarve fırsatlar sunacağında kuşku yoktur.Küreselleşmenin Getirdiği Ekonomik ve Sosyal Modelin Kemalizmile ÇelişkisiKüreselleşme ve Kemalizm arasındaki bir diğer çelişki de nasıl birekonomik ve sosyal modelin benimsenmesi gerektiği konusunda kendisinigöstermektedir.Batılı sanayileşmiş ülkeler, içine düştükleri bunalımı aşmak veemekçi kitlelerde yükselen talepleri savuşturmak amacıyla 2. Dünya Savaşısonrası dönemde sosyal devlet kurumlarını hayata geçirmişler vebundan bekledikleri yararları önemli ölçüde sağlamışlardır. Kuşkusuz,Batılı egemenlerin sosyal devletin hayata geçmesi yolunda tavizler vermelerindekomünizmin emekçi kitlelere yönelik vaatlerinin cazibesindenduyulan kaygı da önemli bir rol oynamıştır.Sosyal devletin doğuşu, liberal görüşe duyulan güvenin temellerininsarsılması sonucunda mümkün olabilmiştir. Liberal görüşe karşı, iktisadidoktrinler yelpazesinin çok değişik dilimlerinden 19. yüzyıl boyunca daçok önemli eleştiriler yöneltilmiş; ancak, bunların etkileri vakitsiz ötenhoroz örneğine benzer sonuçlara varmıştı. Liberal düşünceye karşı eleştirilerinciddiye alınmaları ve etkili olabilmeleri için pek çok bunalımın ardından2. Dünya Savaşı felaketinin de yaşanması gerekmiştir. Sonuçta,vakitli öten horoz rolü İngiliz iktisatçısı Keynes'e düşmüştür. Keynesçikuram, sosyal devlete yeşil ışık yakacak biçimde yorumlanmış ve buyönde belirleyici etkiler doğurmuştur.Bu arada, Keynes öncesi Keynesçileri de unutmamak gerekir. Amerikandevlet adamı Roosevelt bunlardan biridir ve uyguladığı New Dealpolitikası ile Keynesçi kurama uygun, devletin müdahaleci ve düzenleyicirolüne ağırlık veren bir iktisat politikası sergilemiştir.Atatürk'ün ekonomik ve sosyal politikasını, sanayileşme öncesi birtoplumda uygulama alanı kazanmış olması dolayısıyla, sanayileşmiş ülkelerdeortaya çıkmış olan sosyalist akımlarla tıpatıp benzerlik içinde gör-267
mek olanağı yoktur. Ancak, şurası tartışılmaz bir gerçektir ki Atatürk, 19.yüzyıl liberalizminin Avrupa'yı ne denli felaketlere sürüklediğini çok iyigörmüş; bu nedenle, izlenmesine öncülük ettiği yolun liberalizmden farklıolduğunun altını ısrarla çizmiştir. Bu nedenledir ki konuşmalarında,"bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme"karşıt bir doğrultuya işaret ederek "emeğiyle geçinen zavallı birhalk" olmanın gerektirdiği bir yapılanmayı hedeflediğini ortaya koymuştur.Hepsinden önemlisi, altı ok halinde belirlediği hedefler arasına halkçılık,devletçilik ve devrimcilik ilkelerini koymak suretiyle, ekonomik vesosyal felsefesinin özünü hiç bir tereddüde yer bırakmayacak bir biçimdeözetlemiştir. Böylelikle belirlediği yol, liberalizm ile taban tabana zıttırve devlet müdahaleciliğinin ve düzenleyiciliğinin önemini Keynes'tençok önce kavrayıp, hayata geçirmek suretiyle ileri görüşlülüğünü bu alandada kanıtlamıştır.Evrensel düzeyde Keynesçiliği tahtından indirmiş; "devleti küçültmek"doğrultusunda çığlıklar atarak kamu girişimciliğine ve sosyal devletekarşı bir savaş başlatmış bulunan küreselleşmeciler, bu konuda da karşılarındaKemalizm'i buluyorlar. Küreselleşmenin kaçınılmaz uzantısınıoluşturan özelleştirme çabalarından tutunuz, parasız eğitime karşı sürdürülenkampanyalara kadar, küreselleşmenin ayrılmaz sonuçlarını oluşturanher ters adım, ister istemez Kemalizm'in kazanımlarını tahribe yönelmişoluyor; dolayısıyla, temelinde Kemalizm ruhunun yattığı engellereçarpması kaçınılmaz oluyor.Böylece, küreselleşmenin demokrasinin yanı sıra sosyal devleti dehedefleyen saldırıları, Kemalizm ile ve onun ayrılmaz bütünleyicisi olanTürkiye Cumhuriyeti ile zorunlu bir hesaplaşmayı gündeme getiren ayrıbir unsur oluşturuyor.Küreselleşme, Uluslararası Sömürü ve KemalizmUnutmamak gerekir ki Kemalizm'in, tarihsel olarak, bir diğer önemliözelliği de sömürgeciliğin çözülmesi sürecine öncülük etmiş bir hareketolması gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzdendir ki küreselleşme,ayrıca, uluslararası sömürüye kazandırdığı olağanüstü boyut ve ivme dolayısıylada Kemalizm ile derinden çelişen sonuçlar doğurmaktadır.Günümüz dünyası ile ilgili belli başlı veriler, esasen çok bozuk olanuluslararası gelir adaletsizliğinin, küreselleşme süreci ile birlikte hızla derinleşmekteolduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, sömürgecilikyeniden kalkışa geçmiştir.Oysa dünyanın bugün içine düştüğü bunalımdan kurtulabilmesiningerçek çözümü, sosyal adalete evrensel bir boyut kazandırmaksızın mümküngörünmüyor. Batı, bugüne dek yalnızca ve her ne pahasına olursaolsun kendisini kurtarmak istediği için, bir türlü kurtulamamaktadır. Yoksulluk,adaletsizlik içinde kıvranan ve sömürüye araçlık eden baskıcı re-268
j imler altında inleyen insanların çoğunlukta olduğu bir dünyada, sosyalrefah adacıklarını yaşatmanın bir sınırı olduğu görülmüştür. Sankiİncil'de denildiği gibi "canını koruyanın canını kaybedeceği" bir keredaha kanıtlanmaktadır.Willy Brandt bu gerçeği, şu cümlelerle ortaya koymuştu: "...zenginve yoksul ülkeler arasındaki mesafeyi küçültmek, fırsat eşitliğine adımadım yaklaşmak, bizatihi önem taşıyan sosyal adaleti gerçekleştirme mücadelesindenibaret olmayan bir meseledir. Bu, aynı zamanda, yalnızcayoksul ve çok yoksul uluslar açısından değil, varlıklılar için de bir özçıkar sorunudur." 192. Dünya Savaşı sonrasında temelleri atılmış olan Bretton Woods kurumlarındanbeklenen, dünyanın yoksul ülkelerinin ihtiyaç duyduğu doğrultudabir sermaye transferinin sağlanmasına hizmet etmeleriydi. Ne varki ekonomik gücü elinde bulunduranların istekleri doğrultusunda bu kurumlarınişlevlerinin tamamen tersine çevrildiği görülmüştür.Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geridebırakacak ölçüde Güney'den Kuzey'e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır20 . "Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardanzenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrasıdönemde Amerika'nın Avrupa'ya yaptığı Marshall yardımlarının sekizkatı tutarında bir gelir tranasfer edilmiştir". Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalamayurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 defadaha yoksul olduğundan [IMF gibi uluslararası kuruluşlar aracılığıylasağlanan bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte". 21Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan, 1992 yılına ait veriler,dünya nüfusunun en zengin %20'sini oluşturan kesimin, dünya gelirinin%82,7'sini aldığını; buna karşılık, en yoksul %20'sini oluşturan kesiminise %1,4'ünü aldığını göstermektedir 22 . Küreselleşme olgusu uluslararasıgelir dağılımındaki adaletsizliği büsbütün derinleştirmiştir.1965'te G7 ülkelerinde kişi başına düşen gelir miktarı, dünyanın enyoksul 7 ülkesinin 20 katıydı. 1995'te ise G7 ülkelerinde kişi başınadüşen gelir, en yoksul 7 ülkedekinin 39 katına yükselmiştir.Bazı gelişmekte olan ülkeler sanayileşmiş ülkelerden daha hızlı büyümektedir,fakat yine de bu büyüme oranı kişi başına düşen gelir oranınıkapatacak kadar hızlı değildir. Afrika'da son 30 yıldır bu fark gittikçe art-19. "An introduction by Willy Brandt", Nord-South, A Programme for Survival, TheMİT Press, Cambridge, 1980, s. 17.20. Susan George, The Debt Boomerang, Pluto Press, Londra, 1990, s. XVII.21. Aynı eser, s. XV-XVI.22. UNDP, Human Development Report 1992, Oxford University Press, New York,1992.269
mıştır. Ortalama kişi başına gelir sanayileşmiş ülkelere göre %7'dir. LatinAmerika'da değişim birden bire olmuştur; 1970'lerin sonunda Kuzeydekidüzeye göre ortalama kişi başına gelir 1/3'ten 1/4'e düşmüştür." 23 1998'depatlak veren Asya Krizi, "Asya Kaplanları" denilen ülkeler grubunda daçok hızlı bir çöküşe neden olmuştur.Konunun çok çarpıcı bir yanı da IMF'nin yapısal uyum programlarınınhedefi olan ülkelerin durumunun, diğerlerine kıyasla göreli olarakdaha da kötüye gitmiş olmasıdır. "Eylül 1997'de bizzat IMF tarafından,yapısal uyum programlarının etkilerini araştırmak için hazırlanan, uzun'düzeltmelerden' geçtikten sonra yayınlanan bir çalışmanın sonuçları çoköğretici. Kişi başına milli gelir, 1981-1995 yılları arasında yapısal uyumprogramlarından 'faydalanan' ülkelerde yüzde 0,1 düşmüş, faydalanmayanülkelerde ise artmaya devam etmiş." 24"Yine IMF'nin bu kendi araştırmasına göre programlardan 'faydalanan'ülkelerin dış borçlarının GSMH'ye oranı, 1980-85 arasında yüzde82'den yüzde 154'e, 1991-1995 arasında da yüzde 56'dan yüzde 76'yayükselmiş." IMF, yapısal uyum programlarının uygulandığı "en yoksul"ülkelere de bakıyor. 1980-1995 arasında dış borçların GSMH'ye oranınınyüzde 52'den yüzde 154'e yükseldiğini tespit ediyor. 25 Demek oluyor kiuyum programlarına tabiiyet ölçüsünde, IMF'ye bağımlılık artmış oluyor.Uluslararası gelir dağılımındaki bu bozukluk, yoksul ülkelerde, beslenmeyetersizliğinin neden olduğu hastalıkların ve çocuk ölümlerinin artmasıgibi göstergelerle eşlenmektedir.Türkiye'de de, Cumhuriyetin en yoksul dönemlerinde bile alt edilmişolan hastalıkların dirilmesi ve "sokak çocukları" dramının LatinAmerika'yı hatırlatacak ölçülerde baş göstermesi gibi belirtiler, Kemalistdevlet anlayışından ayrılıp, küreselleşmenin yörüngesine kaymanın zorunlukıldığı bir modelin benimsenmesinin bedeli olarak yorumlanabilir.Küreselleşme, Mikro Milliyetçilik ve KemalizmKüreselleşme, bir yandan ulusal devleti tarihin karanlıklarına gömmekararlılığını taşıyan bir oluşum niteliğiyle varlığını duyururken; diğeryandan ve bu durumla eş zamanlı olarak, mikro milliyetçilik denilenakımların hız kazandığına tanık olmaktayız. Bu yolla, ulusal devleti zayıflatmayave sonuçta tahribe yönelik bir başka unsur daha elde edilmişolmaktadır. Etnik temele dayalı ayrılıkçı hareketlerin tahriki ve himayesi,bu yöndeki eğilimlerin en etkili ve en çok görülen tezahürü olarak karşımızaçıkmaktadır.23. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Ticaret ve Kalkınma Raporu1997 (Türk-İş tarafından çevirtilip yayınlanmıştır), Ocak 1998, s. 13-14.24. International Herald Tribüne, 29.4.1998; Ergin Yıldızoğlu, "Camdesus'un Gülümsemesi",Cumhuriyet, 20.5.1998.25. Le Monde diplomatique, Mayıs 1998; E. Yıldızoğlu, agm.270
Türkiye'deki sorunun temelinde yatan ve ayrılıkçılık tahriklerineortam hazırlayan unsurların başında bölgeler arası gelir adaletsizliği gelmektedir.İtalya örneği de göstermektedir ki etnik veya dinsel ayrılıklarolmasa da, bölgeler arası gelir adaletsizliği olduğu sürece, ayrılıkçı eğilimlerinortaya çıkması kaçınılmazdır. İtalya'nın kuzeyindeki zenginlerarasında, güneyin yoksullarından ayrılarak Avrupa ile daha avantajlı birentegrasyona girme arayışları bu yüzden güçlüdür. Keza Yugoslavya örneğiortaya koymaktadır ki değişik etnik topluluklar açısından kültürelhakların tanınmış olması bile, bölgeler arası gelir adaletsizliğinin bölünmeyolunda tahrikini ve istismarını önlemeye yetmemektedir. Hırvat iktisatçısıBranko Horvat, Yugoslavya'nın parçalanmasına yol açan nedenlerinbaşında, Slovenya ve Hırvatistan gibi zengin yörelerin, yoksulbölgeleri sırtlarından atmaları halinde Avrupa ile birleşme konusunda kavuşacaklarınıumdukları olanakların cazibesinin rolüne işaret etmiştir.Dolayısıyla, Türkiye'de mevcut sorunun çözümü bakımından öncelikleyapılması gereken, bölgeler arası gelir dağılımını, bölücülük tahriklerineyer bırakmayacak bir yapıya kavuşturmaktır. Bunu yapmak yerine,yoksul bölgelerden büyük kentlere yönelik akını önlemek gerekçesiyle,bir süre önce İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerin belediye başkanlarınınOsmanlı şehreminini örnek göstererek savundukları gibi vize uygulamayakalkışmak, kimsenin, özellikle de yoksul kesimlerin yararına olmayanbir bölünmenin ilk adımı olmaktan başka bir sonuç vermez.Kısa bir süre önce Kuzey Irak'tan ve ülkemizin güneydoğusundanyola çıkan yoksullar, kafileler halinde gemilere binerek iş bulmak umuduylaİtalya sahillerinden Avrupa'ya giriş yapmak istemişlerdi. Onlar, küreselleşmeninkendileri bakımından da olanaklar sunacağını sanmışlardı.Kadın, çocuk, hasta demeden gerisin geri denize döndürüldüklerinde acıgerçeği tatmış oldular. Küreselleşme sermaye içindi. Sermaye, ışık hızıylayeryüzünde kol gezmek olanağına sahip olmuştu; ama, emek için serbestdolaşım hakkı yoktu. Berlin duvarı yıkılmıştı; ne var ki Avrupa kalesininetrafındaki surlar eskisinden daha muhkem hale getirilmişti.Buna karşılık, aynı İtalya, parlamentosunun salonlarını ayrılıkçı teröristörgüt PKK'nin temsilcilerine tahsis etmekte bir sakınca görmemiştir.Kuşkusuz, bu örgüte kanat geren; gizli açık desteklerini esirgemeyen tekülke İtalya değildir. Tek kutuplulaşan dünyanın hiyerarşik düzeninde,kendine düşenleri sadakatle yerine getiren Rusya da Suriye'den kaçan teröristörgüt başkanına kapılarını açmıştır.Bir süre önce, ülkemizde mevcut ayrılıkçılık "sorununa çözüm bulmakgerekçesiyle, TESEV (Türkiye Ekonomik Sosyal Etüdler Vakfı) birgirişim başlatmıştı. TESEV, "Kürt Sorunu" olarak tanımladıkları sorunaçözüm bulmak amacıyla, İsrail-Filistin barışının sağlanmasında rol oynamışiki Amerikalı uzmanı da davet ettiğini açıklamıştı 26 . Keza, aynı tarih-26. Milliyet, 24 Ocak 1996.271
lerde İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'ın davetlisi olarak Türkiye'yegelen, 68 Paris'inde anarşist kanadın lideri olan, şimdi Avrupaparlamentosu üyesi sıfatını taşıyan Daniel Cohn Bendit de benzer açıklamalardabulunmuştu. Yakın tarihlerde Almanya'daki yurttaşlarımızın katıldığıbazı toplantılarda konuştum. Bu toplantılarda bazı kişiler, ellerineverilmiş bir kağıttan okuyarak sanki aralarında anlaşmışçasına bana şusoruyu sordular: "Yaser Arafat'a da yakın zamana kadar terörist deniyordu.Şimdi aynı masaya oturuldu. Abdullah Öcalan ile de aynı masayaniçin oturulmasın; Türkiye'de de siyasi çözüme niçin gidilmesin?"Onlara verdiğim yanıt şu oldu:Israil-Filistin sorunu ile Türkiye'de etnik olarak tanımlanan sorunarasında paralellik kurabilmek için insan, eğer kötü niyetli değilse, çokcahil olması gerekir. Türkiye'de her türlü etnik kökenden yurttaşlara açıkolan işler, İsrail'de Filistinlilere kapalıdır. İsrail'de bir Filistinli cumhurbaşkanıolabilir mi, Meclis Başkanı veya bakan olabilir mi? İsrail'de birFilistinli Odalar Birliği Başkanı olabilir mi? Yargıç olabilir mi? Generalolabilir mi?... Hepsinden geçtik, işçi olabilir mi? İşçi olursa eşit işe eşitücret alabilir mi?Kimileri, bütün bu gerçekleri göz ardı ederek, İsrail-Filistin sorunuile Türkiye'deki sorun arasında paralellik kurmak suretiyle Misak-ıMilli'ye karşı ciddi bir saldırıya alet olduklarının farkında değillerdir.Gerçekte, İsrail-Filistin sorunu, aralarında derin düşmanlıklar bulunan ikiulusu bir arada yaşatma sorunudur. Türkiye'deki sorun ise asırlardır birarada yaşamış bir ulusun insanlarını iki düşman kampa ayırma sorunudur.Benden önce tebliğ sunan Sayın Kazancıgil, Türkiye'de insanlarınetnik kökenlerinin anımsanmasını eleştirmiştir.Bir kere daha görülüyor ki Türkiye'nin işi kolay değildir. Bir yandan,bazı etnik kimlikleri tanımamakla itham edilmekte; diğer yandan,bazı etnik kökenlerin anılması eleştiri konusu olmaktadır.Kaldı ki insanların etnik kökenlerinin anılması, Türkiye ile sınırlı birtutum değildir. Son olarak Prenses Diana olayı dolayısıyla, tüm Batı basınında,Diana ile birlikte ölen (veya öldürülen) gencin babası olan, ünlüHarrod mağazalarının sahibinin adı anılırken "Arap asıllı" olduğunun belirtilmesineözel bir özen gösterildiğini görmüş bulunuyoruz. Bu arada,Kissenger'in de, Monica Lewinsky'nin de ve daha pek çoklarının da Yahudiasıllı olduklarını bizler Batı basınından öğrenmedik mi?Kimi Batılı çevrelerin önyargılarının aksine, Türkiye'de Avrupa'dagörüldüğü türde bir etnik ayırımcılık hiç bir zaman olmamıştır. Avrupa'dafaşist veya nazist rejimler kurulduklarında, yaptıkları ilk şey,azınlıktaki etnik grubu baskı altına almak, konsantrasyon kamplarındatoplayarak yok etmek olmuştur. Oysa, Türkiye'de demokrasinin ve öz-272
gürlüklerin en çok tahribe uğratıldıkları dönemlerde bile böyle bir durumgörülmemiştir. 12 Eylül rejimi döneminde çok sayıda kamu görevlisininve üniversite öğretim üyesinin görevine, savunmalarına baş vurulmaksızınve gerekçe gösterilmeksizin son verilmiştir. Bunlar arasında, etnik nedenlerlegörevine son verilmiş olan tek kişi yoktur. Değişik etnik kökendeninsanlar, 12 Eylül rejiminin kurduğu üniversite düzeninde de etkin veönemli görevlerini sürdürmüşlerdir.Türkiye'nin durumundaki bu farklılığın, kimi Batılı gözlemcilerinanlamaları zor olan bazı tarihsel nedenleri bulunduğunda kuşku yoktur.1492'de İspanya'da Katolikler tarafından yakılma tehlikesiyle karşıkarşıya gelen Yahudiler, sığınacakları yeri Osmanlı topraklarında bulmuşlardı.Hitler'in zulmünden kaçan Yahudi asıllı bilim adamları da Atatürkzamanındaki üniversitelerde, yalnızca sığınmak değil, özgürce bilimselfaaliyette bulunmak olanağını elde ettiler.Türkiye'nin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusundaki farkını doğuranunsurlar arasında, geleneksel Anadolu hümanizmasına ek olarak veondan etkilenmiş bir unsur olması dolayısıyla Kemalizm'in önemli biryerinin bulunduğunu kabul etmek gerekir.SonuçCumhuriyetin, 75. yılına eriştiği bir tarihsel aşamada, tüm dünyadaetkisini duyuran bir gerçek olarak ortaya çıkmış bulunan küreselleşme olgusuyladerinden çeliştiğini görmüş bulunuyoruz. Bu çelişki, ulusal devlet,demokrasi, sosyal devlet ve uluslararası sömürü gibi konularda yoğunlaşmaktadır.Cumhuriyete ve onun temellerinde yatan Kemalizmeyönelik saldırıların son yıllarda olağanüstü bir kabarma göstermesini, buçelişkiden bağımsız olarak açıklığa kavuşturmak olanaksız görünüyor.Cumhuriyete ve Kemalizm'e yönelik saldırılar, hedefleri aynı olmaklabirlikte, değişik saflardan kaynaklanıyorlar.Bu saldırıların başında, dinsel görünüme bürünmüş olanlar geliyor.Cumhuriyetin ilk yıllarında, hemen hepsinin arkasında emperyalizminçirkin yüzünün sırıtmakta olduğu belirlenmiş olan bu tür saldırıların sayısızörnekleri görülmüştür. Atatürk'ün "Söylev"inde anlatılan Sait mollaolayı, Şeyh Sait isyanı vs.... bunlardan ilk ağızda akla gelenleridir.Din sömürüsü olgusu, 2. Dünya Savaşı sonrası yıllarda ve özellikle50'li yıllarda yeniden baş kaldırmıştır. Bu durum, dış politika açısındantam bağımsızlıkçı çizginin terk edilmesi ve "Küçük Amerika" olma hayalleriylesüslü yeni bir yörüngeye girilmiş olmasıyla yakından ilgilidir.Bu olgunun, 80'li yıllardan bu yana, küreselleşme rüzgarlarını da arkasınaalarak olağanüstü bir ivme kazandığını görüyoruz.273
Kemalizme ve Cumhuriyete yönelik saldırıların bir diğeri de 2.Cumhuriyetçi olarak tanımlanan harekette ifadesini bulmaktadır. Bunlarıngörüşleri, Türkiye'nin demokratikleşmesinin Kemalizm'den kurtulmuşbir Cumhuriyetin kurulmasıyla sağlanabileceği biçiminde özetlenebilir.Gerçekte ise onların yaptıkları, ülkeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekisteyenlerle veya bölücü eğilimlerle, doğrudan veya dolaylı yollarla elevermek suretiyle demokrasinin en basit gerekleriyle ilgisi olmayan bir"küresel totalitarizm"in oluşumuna katkı sağlamaktır.Cumhuriyetin daha demokratik ve daha sosyal olması, elbette ki gereklidir.Ancak, bu gerekliliğin yerine getirilmesinde Kemalizm'in vazgeçilmezbir temel oluşturduğunu görmezlikten gelmek, insanın bindiği dalıkesmesinden farksızdır.Ancak şu da var ki Kemalizm'e ve Cumhuriyete yönelik saldırılar,halkın bu değerlere sahip çıkması konusundaki duyarlılığını artırmak sonucunuda beraberinde getirmektedir. 75. Yılın böylesine içten ve canlıbir ilgiyle kutlanmasının anlamı da budur.Demokratik kazanımların yeni bir tehditle karşı karşıya geldiği vesömürgeciliğin yeniden hız kazandığı mevcut küreselleşme aşamasında,bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu mücadelesini başlatmışolan Türk halkının, ayrı bir sorumluluğu vardır.Elbette ki tarihin çarkını geri döndürmek olanağı yoktur ve küreselleşmegörmezlikten gelinemez. Ancak, küreselleşen dünyanın aynı zamandademokratik olması ve sosyal adalet temelinde biçimlenmesi dereddedilemeyecek bir zorunluluktur. Bunun için, evrensel ölçekli bir demokrasininoluşumuna ve azgın bir canavar gibi yeryüzünde kol gezenuluslararası sermayeye gem vuracak bir uluslararası demokratik iktidarınyapılanmasına katkı sağlamak da hiç bir ulusun uğruna mücadele etmektengeri kalmaması gereken bir hedef olarak somutlaşmaktadır. Giderekdaha yüksek sesle dile getirilen, yoksulların da söz sahibi olacakları birGüvenlik Konseyinin oluşturulması 27 ve Avrupa parlamentosuna koşutgerçekten demokratik ve etkin bir "Dünya parlamentosu"nun kurulması 28 ,bu hedef yönünde ulaşılması gereken ilk menziller olarak tüm insanlığıbeklemektedir.Kemalizm'in çağdaş yorumundan çıkarılabilecek sonuç da ancak buyönde olabilir.27. Nijeryalı Nobel edebiyat ödülü sahibi Wole SOYİNKA, soruyor: "Niçin GüvenlikKonseyini demokratikleştirerek işe başlamayalım? Yetkilerini niçin genişletmeyelimve oluşmakta olan bu yeni düzende kaderleri söz konusu olanlara, niçin biraz dahagerçek anlamda söz hakkı tanımıyalım?". Bkz: Ignaciot Ramonet, "Changer l'ONU",Le Monde diplomatique, Ekim 1992, s. 1.28. Anthony Giddens, age, s.145-146.274
DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASISÖYLEMİ VE TÜRKİYE'NİN DEMOKRASİGEREKSİNİMİProf. Dr. Cem EROĞUL*1. "Devlet" konusu, 1980'li yılların başından beri, hem gelişmiş dünyada,hem de Türkiye'de, siyasal gündemin ana maddesi haline gelmiştir.Geliştirilen söylem şöyle özetlenebilir: Çeşitli bilim alanlarında gerçekleştirilendev ilerlemeler, üretim güçlerinde bugüne dek benzeri görülmemişbir atılıma yol açmıştır. İletişim devrimi, bilgiyi, dolayısıyla da üretimgizilgücünü (potansiyelini) anında bütün dünyaya yayabilmektedir.Üretim etmenleri içinde en devingen olanı sermayedir. Öyleyse, üretiminen üst düzeye çıkması, sermayenin herhangi bir engelle karşılaşmadandoğal kaynakların ve emek gücünün bulunduğu yerlere erişebilmesinebağlıdır. Bu da, mal ve para dolaşımı önündeki bütün engellerin ortadankaldırılması demektir. 1991 yılında sosyalist blokun yıkılması, dünyanındüşüngüsel (ideolojik) bölünmesine son vermiştir. Şimdi artık tek engel,ulusal içe kapanıklıklardır. Bunun da bekçiliğini ulusal devletler yapmaktadır.Bugün dünya çapında en büyük sermaye birikimi arsulusal ortaklıkların(çok uluslu şirketler) elindedir. Bu ortaklıklar çağımızın üretim akıncılarıdır.Bu akıncıların at oynattıkları tümleşik (entegre) dünya pazarınınistikrarı paranın değerinin korunmasına bağlıdır. Bunu sağlamak da, bağımsızmerkez bankalarının görevidir. Öyleyse, dünyada gelişmenin, gönencin(refah), ilerlemenin, dolayısıyla da barışın ve mutluluğun egemenolmasını istiyorsak, ulusal devletleri, arsulasal ortaklıklara ve bağımsızmerkez bankalarına ayak bağı olmaktan çıkarmalıyız.2. Aynı söylemin Türkiye'deki uzantısı şöyle özetlenebilir: Türkiye'dedevlet, hem kafa yapısı (zihniyet), hem de örgütlenme biçimi bakımındançağ dışı kalmıştır. Bugünkü dünya gerçekleri karşısında, titiz bağımsızlıkçıve ulusçu Kemalist anlayış artık bir tutuculuğa dönüşmüştür.Treni kaçırmak istemiyorsak, hemen dünyaya açılmak, devleti hantallıktankurtarmak, yönetimde ve eğitimde Amerikanvari bir anlayışı benimsemekzorundayız. Bunun için, tıpkı bilimyurtlarında (üniversitelerde)<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi.275
yaptığımız gibi, devletin doruğunda da başkancı bir yönetim yapısı kurmalıyız.Devleti üretim alanından tamamen çekmeliyiz. Kamunun elindekibütün geçimsel (iktisadi) araçları özelleştirmeliyiz. Merkez bankasınıtam bağımsız kılmalıyız. Özeksel (merkezi) karar yetkisini olabildiğincedağıtmalıyız. Yerel yönetimleri alabildiğine güçlendirmeliyiz. Devlet birimlerinibir işletme anlayışı ile yeniden yapılandırmalıyız. Yurttaşı, devletdenen işletmenin hem paydaşı hem de müşterisi olarak görmeyi devleteöğretmeliyiz.3. Bu söylemin öngördüğü köklü değişiklikler, hem dünyada hem deTürkiye'de yirmi yıldır aralıksız olarak gerçekleştirilmekte. Bu yöndekibaskı da durmadan artmakta. Dünya çapında, mal ve para dolaşımınınönündeki engeller geniş ölçüde kaldırılmıştır. Özelleştirme, bir ormanyangını gibi bütün dünyayı sarmıştır. Dünya Bankası, yapısal uyumödünçleri (kredileri) yoluyla, el atabildiği bütün ülkelerde yeni devlet anlayışınıkurumlaştırmakta. Ulusal devletin arsulusal ortaklıklara güçlükyaratabilecek tüm yetkilerinin elinden alınması için uslara durgunluk verecekçabalar harcanmakta. Son zamanlarda geliştirilen Yatırımlara İlişkinÇok Taraflı Sözleşme (MAI) tasarısı bunun en çarpıcı örneklerindenbiri. Türkiye'nin de buna taraf olması için, hem dıştan hem de içten baskıyapıldığını herkes biliyor.4. Yirmi yıldır yürütülen küreselleşme siyaseti, dünyada olsun Türkiye'deolsun, artık kolaylıkla gözlenebilecek somut sonuçlara ulaşmıştır."Gelişmiş kapitalist ülkeler içinde dahi yoksulluk sosyal bir afet halini almayabaşlarken, dünya ölçeğinde gelir eşitsizlikleri dayanılmaz boyutlaravarıyor. Dünya ölçeğinde en zengin % 20'lik nüfus diliminin dünya geliriiçindeki payı, 1960 ile 1991 arasında, % 70'den % 85'e çıkıyor! Dahasıvar: Dünyanın en zengin 358 kişisinin servetleri toplamı, yeryüzü nüfusununen yoksul % 45'lik bölümünün yani 2,3 milyar insanın toplam yıllıkgelirine denk düşüyor!" 1 Ayrı ayrı her ülkede buna olanak veren şey de,kendi yurttaşını koruyabilecek olan ulusal devletin gitgide devreden çıkarılması."Türkiye'de son on beş yılın iktisat politikaları, belki ilk kez bukadar açık bir şekilde yönetim reformları ile iç içe girerek ilerlemiştir.Yapısal uyarlama olarak anılan reformlar, hem merkezi hem yerel kamuyönetiminin ve genel olarak devletin tasfiyesi anlamına gelmiştir." 25. Bütün bu gelişmelere, ancak siyasal söylemin "bilimsel, nesnel veyansız" olabileceğine inananlar şaşabilir. Küreselleşme söylemi, istendiğidenli demokratik, usçu (akılcı), özgürlükçü, bireyselci bir kılıfa büründürülsün,işin gerçeği şudur ki, bu söylemin arkasında sermayesini arsulasal1. Prof. Dr. Oğuz Oyan (1998), "Küreselleşme Paradoksu: Söylenceden Gerçeklere",Türk-İş Yıllığı '97, C.2, <strong>Ankara</strong>, Türk-lş Araştırma Merkezi, s. 18.2. Doç. Dr. Birgül Ayman Güler (1998), "Yapısal Uyarlama Reformları ve Devlet",aynı kaynak, s. 83. Burada alıntılanan görüşün kapsamlı bir açıklaması için aynı yazarınşu yapıtına bakılabilir: Yeni Sağ ve Devletin Değişimi, Yapısal Uyarlama Politikaları,<strong>Ankara</strong>, TODAtE Yay. No: 266, Nisan 1996.276
ortaklıklarda toplamış olan sınıfın çıkarları yatar. Bu sınıfın "ülkesi", yeryüzündekihiçbir devletin ülkesiyle çakışmaz. Arsulusal sermayenin ülkesi,bu sermayenin girdiği devletlerde nüfusun aşağı yukarı beşte birinioluşturan ve yeterli alım gücüne sahip olan bir dilimi kapsar. KonuyaTürkiye açısından bakarsak durum şöyle özetlenebilir: Nüfusun yaklaşık% 20'si, küreselleşmiş dünyanın yurttaşıdır. Geriye kalan % 80'i ise budünyanın kölesidir, kurbanıdır, ya da son zamanlarda çok tutulan bir deyişle,"dışlanmış"ıdır.6. Türkiye'nin önünde iki temel seçenek vardır. Ya, 1980'li yıllarınbaşından beri izlenen yolda yürümeyi sürdürmek. Ya da, nüfusun büyükçoğunluğunun çıkarlarına öncelik veren yeni bir yola girmek. Çoğunluğunçıkarlarına öncelik vermek, demokrasinin yolunu izlemek demektir.Görüldüğü gibi demokrasi, sınıfsal bir yeğlemin (tercihin) adıdır. Demokrasi,ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınların, arsulusalsermayenin küreselleştirme saldırısına karşı koymasının aracıdır. Siyasalçatışmada, ana güç odağı devlettir. Devlet kimin elindeyse, güç ondadır.Arsulusal sermaye bunu çok iyi bildiği içindir ki, yirmi yıldır kendine başerek (hedef) olarak devleti seçmiştir. Devlet eritilerek, parçalanarak, yerelleştirilerek,özelleştirilerek iyice etkisiz duruma düşürülebilirse, ozaman demokrasi bile bu sermaye için bir tehlike olmaktan çıkar. Bütünkavganın odağının devlet olması bundandır. Kısacası bugün Türkiye'dedemokrasi sorunu bir avuç aydının özgürlük davası olmanın çok ötesinde,kıran kırana bir sınıf savaşının en etkili silahıdır. Bu sınıf savaşında arsulusalsermayeden yana olanlar devletin "yeniden yapılandırılması"nı savunmakta;emekçi yığınlardan yana olanlar ise "demokratikleştirme"yi istemekte.7. Hiçbir devlet, yalnızca şu ya da bu sınıfın ya da toplumsal katmanınaracı değildir 3 . Ancak hiçbir devlet de tarafsız değildir. Bugün Türkiye'dedevlet esas olarak varlıklı sınıflardan yanadır. Üstelik de içindemide bulandıracak ölçüde zorbalık eğilimleri barındırmaktadır.Çağcıl (modern) tanıma göre demokrasi, çoğunluğun tüze (hukuk) devletikurallarına bağlı yönetimidir. Çoğunluğun yönetimi, devletin yoksulsınıfların etkisine açılması demektir. Tüze devleti de, zorbalık eğilimlerininarıtılmasını gerektirir. Çoğunluğun yönetimi, birkaç yılda bir, o dabirtakım düşünce ve örgütlenme yasaklarıyla sıkı sıkıya kuşatılmışbir ortamda yapılan seçimlerle sağlanamaz. Demokrasi, halkın her alandave sürekli olarak devlet yönetimine katılmasıyla gerçekleşebilirancak 4 .3. Devletin kuramsal bir çözümlemesi için bkz. Cem Eroğul (1990), Devlet Nedir?,<strong>Ankara</strong>, İmge Kitabevi Yayınları. (Tükenmiş olan bu kitap aynı yayınevince yenidenbasılmakta).4. Devlet yönetimine katılmanın koşulları ve yolları için bkz. Cem Eroğul (1991), DevletYönetimine Katılma Hakkı, <strong>Ankara</strong>, imge Kitabevi Yayınları. (Tükenmiş olanbu kitap aynı yayınevince yeniden basılmakta).277
8. Demokrasinin ilkeleri evrenseldir. Uygulamada, bu evrensel ilkelerher ülkenin somut koşullarına göre biçimlenirler. Türkiye'de de demokrasininçerçevesi tarihsel koşullar tarafından çizilmiştir. Türkiye gerçektendemokratikleştirilmek isteniyorsa, bu koşullar göz ardı edilmemelidir.Türkiye, birtakım tarihsel nedenlerle, devlet biçimi olarak ulusalegemenliğe dayalı cumhuriyeti seçmiştir. Örneğin hükümdarlık, örneğinTanrı egemenliğine dayanan bir devlet biçimi ile Türkiye demokratikleşemez.Aynı şekilde Türkiye, ta 1909'dan beri, siyasal dizge (sistem) olarakparlamenter dizgeyi seçmiştir. Siyaseten sorumsuz ve yetkisiz devlet başkanıile meclis karşısında siyaseten sorumlu hükümet esasına dayanan budizge, tıpkı cumhuriyet gibi, bizim demokrasi geleneğimize mal olmuştur.Bu dizgede her zaman düzeltim yapma olanağı vardır. Ancak, dizgebütünüyle bir yana atılıp başkanlık ya da hele yarı-başkanlık gibi dizgelerkurulmaya kalkışılırsa, var olan kırık dökük demokrasinin bile ortadankalkması büyük bir olasılık olarak belirir.9. Türkiye'de demokratikleşmenin sağlanması için ne yapmak gerektiğiherkesçe biliniyor. Bu alanda yeterince araştırma, inceleme ve yayınyapıldı. Türkiye'de çoğunluğun yönetim hakkını tüze devleti çerçevesiiçinde gerçekleştirmenin biricik yolu, insan haklarını uygar ölçünlere(standartlara) yükseltmektir. Bunun için de, başta anayasa olmak üzere 12Eylül buyurganlığının kalıtı olan tüzel yapı ortadan kaldırılıp demokrasiyearaç olacak yeni bir yapı kurulmalı, öte yandan da, yönetim ile yargıiçinde yuvalanmış olan demokrasi düşmanı öğeler arıtılmalı. Bu demokrasidışı öğeler, yine herkesin bildiği gibi, faşistler, şeriatçılar ve devletzorbalığı ile kişisel çıkarlarını birleştiren "çete"lerdir.10. Ne var ki, bugün devlette demokratikleşme istenci (iradesi) yoktur.Bugünkü sınıfsal dayanağı ve içinde barındırdığı zorba eğilimlerle,devletin kendi kendine böyle bir istenç geliştirmesini beklemek de boş birdüştür. Öyleyse, demokrasiyi devlete dayatmaktan başka çözüm yoktur.Bunun da yolu, istekli partilerin, partililerin, sendikaların, derneklerin,odaların, örgütlenmemiş kümelerin, kısacası, örgütlü olsun ya da olmasıntüm yurttaşların katılacağı bir demokrasi cephesi oluşturmaktır. Bu cepheherkesin üzerinde kolayca anlaşabileceği önerilerin sıralanacağı bir "ilkerekler bildirgesi" benimsemelidir. Sonra da, bu erekler için, hiç beklenmedenhemen demokratik eylemlere girişilmelidir. Eylemlerde hep demokratikyollar kullanılması ve hep tüzel değişiklikler istenmesi, bunlarıbastırmak için bahane arayanlara fırsat vermeyecektir. Bu biçimde açılacakher yeni yasal kapı, demokrasi alanının bir parça daha genişletilmesineolanak verecektir.11. Halk bilinçlenmeden gerçek çıkarlarını koruyamaz. Sömürücülerinve demokrasi düşmanlarının arkasına halkın takılmasını engellemeninbirinci koşulu, halka bilinç götüren düşünce ve eylem insanlarının güvenliğinisağlamaktır. Onun için, bir kere yaşam hakkı kesenkes (mutlaka)278
korunmalıdır. İşkence bitirilmelidir. Düşünce ve örgütlenme haklarını demokratikölçüler dışında sınırlayan bütün yasal düzenlemeler ayıklanmalıdır.Ayrıca, kadın-erkek eşitliğine gölge düşüren bütün düzenlemeler dekaldırılmalıdır. Bu söylenenlerin hangi somut önlemlerle gerçekleştirilebileceğiise çok iyi bilinmektedir. Bunlar birçok kez yazılıp söylenmiştir.Burada herşeyi bir kez daha yinelemeye kallaşmanın anlamı yoktur. Demokrasiyolunda nasıl ilerleneceği bellidir. Yeter ki istensin.12. Son olarak şu da belirtilmelidir ki, ulusal çıkarları savunmanıniçine kapanmayla hiçbir ilgisi yoktur. Aksine. Bugünkü dünyada ulusalçıkarları savunmanın zorunlu koşulu dışa açılmaktır. Ne var ki, bu açılmadaeşitlik ilkesine titizlikle uyulmalıdır. Bunu sağlayacak olan da devletgücüdür. Bir devlet ancak demokratik olursa, kendi halkına eşit davranılmasınısağlayacak gücü toparlayabilir. Dolayısıyla seçim, dışa açılmaile açılmama arasında değildir. Seçim, yapısal uyum yoluyla arsulusalsermayeye teslim olma ile demokrasi yoluyla onurlu bir dünya işbirliğinekatılma arasındadır.279
ATATÜRK AND MODERN TURKEYVicente Guillermo ARNAUD*The life and military career of Mustafa Kemal, Atatürk since TheGrand National Assembly in its session of the 24th November 1934 gaveKemal the surname of "Atatürk", vvhich means the Ancestor or Father ofthe Turks, as vvell as his impressive achievements on the military, political,economic and social life of Turkey, has been studied thoroughly bymany authors and scholars, both Turkish and foreign. One of his moreimportant biographies vvas vvritten by an Argentine, Jorge Blanco Villalta,vvho lived in Turkey, first accompanying his father vvho vvas an ArgentineDiplomat accredited in Turkey, as Consul General of Argentina in istanbul,and aftervvards as an Argentine Diplomat himself, beginning hiscareer as a Viceconsul in istanbul and aftervvards as Argentine Ambassadorin Turkey in 1975. His book "Atatürk" vvas firstpublished in BuenosAires, in Spanish, in early 1939, and Blanco Villalta's Atatürk's biographyvvas the first in the vvorld to be published after the death, in istanbul,on November lOth, 1938, of the great reformer that vvas Atatürk.Blanco Villalta's book on Atatürk is based on documents and hispersonal experience during the five intense years he spent in Turkey from1930 to 1935. Thanks to Jorge Blanco Villalta's father's position as ConsulGeneral of Argentina in istanbul and his ovvn position as Vice-Consul,he had the privilege of attending receptions of an official nature vvhereAtatürk vvas also present. He also came across Mustafa Kemal at the ParkHotel, vvhere the latter vvas in the habit of going, and vvhere he used todine and enjoy dancing, in the hail on the lovver floor. Blanco Villaltatelis us that Atatürk vvas interested in the vvay he danced the Argetine tango,a style of music that is stili very popular tin Turkey, specially in istanbul.Blanco Villalta admired, and stili admires, the great figüre of KemalAtatürk. He vvrote "As a military leader, his genious in strategy placeshim among the most outstanding of those captains vvhom history hasraised high, and it is enough to reember him as the victor in those legen-Ambassador, Buenos Aires.281
dary scenes at the Hellespont and on the high Anatolian plateau, in battleswhich remain as lessons in the military art, and in amazing stength ofwill. Again Kemal the statesman succeeds the general, and in a matter ofa few years causes his people to advance centuries along the road toprogress, through a revolution both in law, social affairs, politics and economics;along the true road to spiritual and material progress".In his Prologue to the fırst English edition of "Atatürk", Blanco Villaltaalso says: "... we can now see that the victory was not merely a localtriumph, as was then thought. No; it was the sign of the deliverance of alithe oppressed peoples of the East and Africa, the beginning of the end ofcolonialism, and the advent of so many countries's struggle for freedomand their entry to the international community. Atatürk is the banner ofali those who believe that ali peoples and ali men should have equalrights and opportunities. Hovvever, he did not only make a change in thedirection of political history at world level: also transcendent are the principleson vvhich he founded the organization of the new Turkish Statewhich he created; principles vvhich were realisic and advanced, suffıcientfor the urgent needs of the moment, yet which have been shown sound inretrospect through time. Kemal was against any theocratic form of government,yet he allovved religious belief to labour in the broad field of theindividual's free conscience".At the end of his Prologue to the English edition of his "Atatürk",Blanco Villalta, vvriting in <strong>Ankara</strong> in 1976, says: "Atatürk has passed beneaththe bronze arches of history not so much as one of the greatest commandersof ali time, nor as a man who liberated a nation and built a new,modern and prosperous state, but rather and principally, as one of thegreatest philosophers of political theory. He contributed a political planvvhich has wide possibilities for the future of man; a system vvhich at themoment it vvas proclaimed vvas completely revolutionary: a political systemof an economic and social character, in vvhich the direction of theeconomy is the fundamental responsability of the State, vvhich intervenesas far as is necessary and useful, and no further; and a people vvhich is absolutelyfree to elect its rulers, free to adopt its ovvn ideas, free in conscience,and possessing the right of choice."Blanco Villalta's biography of Atatürk has been translated to Turkish,English and other languages. During my ovvn term of duty in Turkey,as Argentine Ambassador (1984-1988), I vvitnessed the great respect andinfluence that Blanco Villalta's book had in Turkey. Before passing on tothe organization of Modern Turkey I vvanted to emphasize that Atatürk'slife and achievements and the inception of modern Turkey is vvell knovvnin Argentina and in the Spanish speaking vvorld, especially, but not only,through Blanco Villalta's biography of Atatürk. Also this is a vvay to paymy respect to a colleague that has done so much to strengthen the relationsbetvveen our tvvo countries: Argentina and Turkey.282
We are now going to concentrate on the Republic of Turkey and howit developed under the guidance of Atatürk. First we vvill give a chronologicalguide to the social changes that occured in Turkey.October 13th, 1923, <strong>Ankara</strong> vvas declared the capital of Turkey.October 29th, 1923, vvas the proclamation of the Republic of Turkey.Also the election of Mustafa Kemal as First Magistrate.March 3rd, 1924, abolition of the Califate.April 8th, 1924, abolition of the religious courts.February 17th, 1925, abolition of the tithe.September 2nd, 1925, decree closing the tekkes (monasteries) anddissolving the religious orders.November 25th, 1925, lavv compelling the vvearing of hats.December 26th, 1925, adoption of the international calendar.February 17th, 1926, adoption of the nevv Civil Code.October 28th, 1926, first population census.May İst, 1928, adoption of international numerals.November 3rd, 1928, reform of the alphabet.June 5th, 1929, lavv on agricultural credit cooperatives.July 2nd, 1932, first Turkish Historical Congress.July 18th, 1932, entry of Turkey to the League of Nations.September 26th, 1932, first Turkish Language Congress.In 1934 the first five-year industrial plan vvent into practical application.With the dissolution of the Ottoman empire, by 1922 the Turks hadcreated a nevv independent Turkish State. The nevv Turkey had abolishedthe capitulations and signed treaties vvith other States. The country vvasfree to begin a nevv era of progress and reconstruction. In that momentMustafa Kemal proposed a constitutional amendment by vvhich Turkeybecame a Repuclic on October 29th, 1923. This amendment vvas acceptedand Mustafa Kemal vvas elected the first President of the Turkish Republic.283
After adopting the republic form of government Turkey vvas determinedto complete secularization and to prevent ali interference by religiousinfluence, vvhich vvas regarded as having been the principal obstacleto modernization. On March 3rd, 1924, the Great National Assemblypassed three laws: 1) expelling the Ottoman dynasty; 2) abolishing theCaliphate, the Commissariat of sheria, the recognized office for the religiousaffairs, and evkaff, the pious foundations; and 3) attaching ali the educationaland scientifıc institutions, including the religious colleges, tothe Commissariat of public instruction. For the first time Turkey tried toseparate religion from the State.A nevv constitution vvhich vvas extremely democratic in form vvasadopted on April 20th, 1924.To vvin över the peasantry, vvho constituted the majority and vvho didnot regard the nevv adopted radical measures favourably, the tithes, vvhichlay heavily on the agricultural classes, vvere abolished and military servicevvas reduced to 18 months. The deficit in the revenue resulting fromabolition of the tithes vvas met by a heavier taxation of the urban population.Because of a Kurdish insurrection, religious orders vvere arbolishedand the tekkes, monasteries, vvere closed as having influenced the Kurdishrising.A decree ordered the army to adopt a kepi and the civil servants tovvear hats. A lavv passed in November 1925 abolished the fez and obligedevery man to vvear hats, vvomen vvere not included.On February 1926 the National Assembly adopted a nevv civil code,vvhich vvas almost a translation of the Svviss civil code. With this nevv civilcode Turkish legislation vvas vvholly freed from Islamic influence. Thelavvs concerning marriage, divorce and inheritance, vvhich had been totallydifferent from those of vvestern Europe, vvere altered, and polygamyand repudiation of vvives vvas legally prohibited.A decree of 1928 discarded the Arabic alphabet and imposed the Romaninstead.In spite of the economic depression of the 1930's a big effort vvasmade to proceed vvith the economic reconstruction of the country. Thisvvas fostered by the formation of a number of State banks to each ofvvhich vvas delegated the establishment and control of State industrial andmining enterprises and public Utilities. Many occupations, until thenmostly exercised by foreigners, vvere reserved for Turks, vvith the purposeof promoting and encouraging their education in trade and commerce.284
In 1932 a flve-year industrial plan was promulgated and an importantprogram of economic and educational reforms vvas launched.The metric system vvas adopted. English replaced French, Arabic orPersian as the principal foreign language to be taught in the schools.On December 6th, 1934, the Great National Assembly changed theconstitution so that ali Turkish men and vvomen vvere henceforth entitledto vote in legislative elections as soon as they had reached the age of 23and to become elected at the age of 31. At the same time it vvas also decidedthat the President of the Republic vvas to be elected from among thedeputies.During 1935 vvomen vvere for the first time elected to the Great NationalAssembly. The International Women's Congress met at istanbul inApril of the same year.Sunday vvas introduced as the vveekly rest day, in place of Friday asis the habit in Arab and Islamic countries.The old Turkish titles -such as "pasha"- vvere abolished. Familynames vvere introduced, as in vvestern Europe.Today, and we are speaking novv of 1998, the Republic of Turkey isa modern country and the memory of Atatürk's policies and deeds are rememberedvvith devotedness.I myself have travelled in modern Turkey (1984-88) and have seenthe permanent progress in industry, infrastructure, communications systems,building of good roads ali along the country, the grovvth of touristfacilities, ete.Also today the Republic of Turkey is an aetive member of the UnitedNations; a member of NATO; of the Black Sea Economic Cooperationthat has its Permanent International Secretariat in istanbul; of the OECD;of the Council of Europe; of the Western European Union; of the EconomicCooperation Organization. Since September 12th, 1963, Turkeyhas an association agreement with the European Economic Communityand from January İst, 1996 Turkey has entered in a Custom Union vviththe European Union. A member of the World Economic Organizationsince March 26th, 1995. Also of U.N. specialized agencies; economic,political and fınancial organizations, ete..The relations of the Rebuplic of Turkey vvith the Republic of Argentinaare excellent. During my term as Argentine Ambassador to Turkeytwo agreements vvere negotiated betvveen our tvvo countries: a TradeAgreement and a Nuclear Cooperation Agreement.285
With reference to the international trade betvveen our two countries,in 1996 Argentina exported goods to Turkey valued at 139 millions ofdollars and imported for the amount of 13 million US dollars. In 1997, upto November, Argentina exported for 183 million dollars and importedfrom Turkey for 27 million US dollars.In the years 1996-1998 there has been negotiations, seminars andbusiness vvorkshops betvveen the MERCOSUR and the Black Sea EconomicCooperation, vvith the special participation of Turkey and Argentina.286
ATATURKıSM AND MODERN TURKEY; THEEARLY REFORMS OF ATATURKıSM AND THEPERSPECTıVES TOWARDS THEDEVELOPMENT OF A DEMOCRATIC SOCIETY1923-1950Berrıhard Tjin Liep SHIE*Central QuestionWith this essay I want to show that the basis for Modern Turkey waslaid in the period of 1923-1950 and that despite several constraints a beginwas made with the actual democratization of the Turkish Society.1923 and 1950 delimit this period, because the former is the yearwhen the Turkish Republic vvas proclaimed, while the latter marks theyear when the Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) -founder of Modern Turkey-vvas legally put out the center of povver by the Demokrat Parti -theDemocratic party- after the first democratic elections in this country.introductionIt is knovvn that Turkey has evolved from the Othman empire vvhichculminated in 1680. The decline started after a fruitless effort to conquerVienna. Circa 1900 this processs of decline reached its peak: economicallyseen, the country vvas bankrupt, it vvas torn due to social unrest and itvvas mostly in a situation in vvhich there vvas a permanent state of vvarvvith the majority of the surrounding countries.The Europeans then referred to this country as the "ili man" and consideredthe Turks to be barbarians and an incompetent nation. The youngTurks tried to end this desperate situation for the country. After severalfruitless efforts they succeeded in taking över povver in 1908. The movementin vvhich young offıcers vvould later play a central role vvanted to re-Suriname.287
form the country on the basis of European state principles modern forthose days.Two trends can be distinguished in this movement. A more liberalwing advocating a great Turkey in which also non-Turks could be includedand a Turkish nationalistic school vvanting to form an exclusivelyTurkish state. It is this group that founded the Committee of the Unityand Progress and that laid the basis for the Turkish Republic.Their efforts to stop the deterioration of the Empire were not successful.During the Balkans war at the eve of the first World War ali regionsof the Balkan peninsula vvere lost except for Constantinople and itssurroundings. Their leaders saw to it that an alliance vvas formed betvveenthe Othman Empire and Germany. These countries fought together in thefirst World War against the Allied Povvers. This fıght ended up againstGermany and its allies, thus also against the Othman Empire. This resultedamong other things in an intense interference of the Allied Povversvvith the course of events vvithin this Empire after the vvar. Certain partsvvere ripped off, foreign troops invaded the country and considerableparts vvere occupied.Meanvvhile the future of the Othman Empire vvas also a point of discussionat the peace talks held in Paris. In 1920 the treaty of Sevres vvasconcluded, in vvhich among other things capitulation of the Othman Empirevvas formally settled.This treaty vvas disastrous for the Othman Empire: it had to give uppractically ali areas in the north-east, south-east and the West of the countryand moreover the Allied Povver got practically complete military andeconomic control of the Turkish nuclear area, Anatolia.. No vvonder thatin Turkey itself great opposition arose against this treaty very disadvantageousand even humiliating for Turkey.Mustafa Kemal and the realization of the Republic of TurkeyOne of the most remarkable leaders of the early hour of the oppositionvvas the officer Mustafa Kemal. As the leader of the army he had arespectable record of services. It is vvell-knovvn that he played an importantrole in 1915 in beating off the invasion of the Allies at the Dardanelles.He had not very much moved in politics up to then.It is knovvn that although not participating in the movement of theyoung Turks, he sympathizes vvith their ideas up to a certain extent. Novvonder that he mainly emphasizes foreign oppression in organizing theopposition. Practically everyone in Turkey agreed on this; also the traditionalleaders of the country. His reform plans vvould only later take in acentral position. After he had ended up the fıght for independence suc-288
cessfully, a treaty vvas signed on 24 July 1923 in Lausanne in vvhich theAllied Povver corrected the humiliating treaty of Sevres of 1920. Turkeyregained complete sovereignty and also the regions vvith a Turkish population.Amidst this favourable situation for Turkey Kemal founded theCumhuriyet Halk Partisi (CHP) the Republican People's Party on 29 August1923.The ReformsRepublicNo w it vvas high time to proclaim the Republic. This happened on 29October in <strong>Ankara</strong>, the nevv capital city. Within this nevv form of governmentthe Sovereign Povver vvas vvith the people. And it is this people thatchoose the leader, the President. Actually it vvas Kemal Pasja that had thepovver together vvith a number of loyal military and civilian employers aliof vvhom belonging to the Republican people's Party. As from 1934 vvhenchoosing a family name became compulsory by lavv for everybody inTurkey, Kemal got the surname of Atatürk "Father of the Turks".NationalismIn this period of transition political stability and strong political leadershipvvas required. The position vvas often silenced or ruled out vvith abrutality that vvas not necessary. We cannot speak of a movement of thepeople here. We can better describe it as a movement lead from the topby a small and very povverful group or sometimes even by one man.Stili we see nationalism taking a central place in reforming the country.This had to give the Turkish nation a feeling of pride anevv and it hadto teach them national solidarity after ali those humiliating situations duringthe Othman Empire I. The linguistic reform vvith its eliminating nonTurkish (mainly Arabic and Persian) vvords suited in this. The replacementof the Arabic alphabet by the Latin one also fitted in this policy. Asa part of this policy several codes vvere introduced as vvell. These codeshad to emphasize unity and equality of ali citizens for the lavv. The penalcode of Musoline served as the example for the organization of penal lavv.In doing this sometimes articles vvere copied that hampered grovving intoa democratic state. So it vvas decided in article 141 that founding organizationsbased on class could be punished vvith the capital punishment andarticle 142 says that efforts to throvv social order could be punished vvithlong imprisonment. In every day life these articles vvere often interpretedin such a vvay that nearly ali opposition or alleged opposition vvas ruledout and on ground of these articles people vvere taken to court. The defendant'slot depended in these cases on the judge's being accidentally liberal.It is not until 1945 that this vvould improve vvhen other parties vvere allovvedto participate in the elections besides the only part -the Republican289
People's Party- that could do so up to then. It is understandable that insuch a political climate not too rapid a growth of democratic opinionswill occur.Economics reformsAt the start of the new republic it already had ali economic characteristicsof a developing country: among other things a economy that doesnot grow, a negative balance of payment, very great differences betvveenrich and poor. Furthermore more than 60% of the labour force vvorkedin the agricultural sector, of which the greater part as small-scale farmerswho produced mainly with simple means particularly for theirovvn consumption and they vvere exploited by the landovvning class.Moreover the country had a poorly developed industry and infrastructureand it vvas economically dependent on foreign countries, especially onEurope.This had to be tackled vvith immediately. The state vvas assigned acentral role in reforming the economy. Economic independence of foreigncountries vvas the aim. As a part of this policy enterprises vvere nationalizedand national companies vvere set up to increase industrial production.The state vvas forced to take the lead in doing this, because thevveak private sector could not use the space oered to set up enterprises itself.Around 1951 51% of the industrial production came from stateovvnedenterprises. industry had been boosted heavily, also because incomeof the rural areas vvas allocated for investment in industry. The infrastructure,particularly to improve industrial development, vvas dealtvvith seriously. Private individuals vvere more successful in small-scalehandicraft enterprises, mainly producing utensils, simple agriculturaltools and other handicraft products. From times immemorial istanbul hadbeen the main center oef these activities. It vvould be among other thingsthis group in the urban centres vvhere democratic vievvs vvould grovv. Theopposite vvas the case vvith the great masses in rural areas vvhere reformsof the Republic hardly got through. Then for a long time people had beenat the mercy of the landovvning class and the skimming practices of thegovernment vvith respect to industry.The ongoing economic reform in the neighbouring U.S.S.R. servedas a model in realizing economic reforms. Working vvith five year plansand the strong ties of the reformers vvith the only political party permittedvvere the things taken över from this model among other things. This oftenresulted in not putting the right man on the right place vvith ali its consequencesfor the economic process. A democratic tradition cannot developpositively in such a sphere vvhere officers dominate.290
SecularizationFor the Kemalists it vvas clear that the islam vvould be one of thegreatest obstacles in reforming the Turkish society according to vvesternstandards. The Kemalists thought this religion to be inextricably linkedup vvith the abuses of the Othman Empire.No vvonder that the Khallifaat vvas abolished in 1924. It formally vvasthe highest spiritual leadership that the Turks have had since the sixteenthcentury. Instead of this the Directorate of Religious Affairs vvas introduced.It vvas under direct supervision of the prime minister. In this vvaythe state could control islam considerably. Formally the separation ofchurch and state vvas provided for constitutionally. In everyday life thisvvas translated into: replacing Islamic schools by governmental institutes,prohibiting being dressed religiously in public, no longer reading the Koranin Arabic, closing shrines and other holy Arabic places as vvell as agreat number of mosques and only educating religious leaders at institutesapproved of by the state. The introduction of nevv codes meant toregulate everyday life in society vvas radical as vvell. This vvas modelledafter civil lavv and lavv of obligations of Svviss and commercial lavv ofGermany and Italy. These regulations replaced the Şeriat, the holy Islamiclavv vvhich had been the foundation of Othman society for ages.Islamic characteristics vvere also vvithdravvn from family proceedings,the latter vvere adjusted to European vievvs. So everybody had tochoose a surname. Women vvere legallyy equal to men and in 1935 vvomenalso acquired the rights to vote and to be eligible for election. Divorceshad to be pronounced by the judge. Polygamy vvas prohibited and a minimumage for boys and girls to get married vvas introduced. Latin lettersreplaced Arabic. The Islamic calendar vvas substituted by the Europeanand Sunday became the official day of rest. This secularization process isone of the most important reforms that took take place vvithin the framevvorkof the revolutionary process and that had to help to create a favourablebreeding ground for a real society modelled according to Westernstandards.Initially especially urban life vvas changed due to these reforms. Inrural areas vvhere the majority of the Turkish population lives, the situationvvas practically unaffected. Big groups vvere even hostile to these reforms.The question arises if the reform of such emotive matters had notbeen dealt vvith too radical and militaristic as a result of vvhich the effectsaimed at vvere not or at least insuffıciently achieved.Many Turks, the majority Islamic from origin vvere therefore verysuspicious of Kemalism and its reforms. In such an unsteady situation invvhich people did not trust reforms one could not expect the developmentof a nevv society based on democratic principles. I think the reformers291
made big mistakes in the secularization process. These mistakes concernedthe content and were of a tactical nature as well. A happy few, theelite of society (soldiers and civilians) formulated an ideology without involvingthe mass or their organization to thereupon impose this ideologyon the mass. No wonder that they have not reached their main objectiveof making Turkey a modern European state in vvhich the secular elementdominates just like that.EducationAccording to the Kemalist education was the means par excellenceto modernize society. As from 1931 a general compulsory education vvasintroduced and primary, secondary and vocational education vvere set up.Higher and university education vvere also taken care of. <strong>Ankara</strong> becamealso the second city for university and higher education.The nevv language of instruction vvas Turkish, purifıed from foreigninfluences as much as possible. This education vvas very much nationalistic-oriented.Sili big groups, especially in rural areas, vvould not haveacess to education due to poor facilities and even the absence of shhoolsin some places. For many children that got education, primary educationvvas terminal education. In general vve may state that education facilitieshave not been satisfactorily. There vvere therefore not enough educatedleaders, graduates, technicians and skilled labourers. The majority of societyvvas illiterate by then. This resulted in the mass staying out of the reformingprocess vvith ali its consequences for their place in society andtheir social mobility. This also meant that they could not be made open tonevv ideas among vvhich to democracy.Womens's liberationWithin Islamic tradition as applied in the Othman Empire vvomenvvere assigned a very subordinate role in relation to men. The Kemalistsvvere determined to put an end to this situation. As stated earlier vvomenvvere legally equal to men and they acquired the rights to vote and to beeligible for election. Prohibiting polygamy also improved the social positionof vvomen. Despite the legalized equal states of man and vvoman, theTurkish society kept being a typically male society. As a result of the reformsvvomen could also be employed, but not on an equal base. In ruralareas vvhere they vvere the vvorkers together vvith their children the situationstayed practically unchanged.The nevv legal regulation indeed improved the position of vvomensomevvhat but for real emancipation vvomen vvould have to organizethemselves and fight long and hard. In such circumstances the majority ofthe vvomen living in rural areas could impossibly develop democratic ideas.In the cities the situation vvas another, here vvomen made the first stepstovvards a more democratic society.292
The role of the armyThe coramand of the Turkish army played a central role in the makingof the Turkish Republic. It played a leading role in the battle againstforeign oppression shortly after the first World War. It were the generalsespecially Kemal Pasja that mobilized the people and that led it from victoryto victory, so that the treaty of Sevres 1920, very humiliating for theTurks could be corrected at concluding the treaty of Lausanne (1923). Itis therefore not surprising that the military played a fundamental role inorganizing and arranging the nevv republic. Very often even military techniqueshad been applied to rapidly impose reforms. In the arrangement ofthe republic after Western model not very much vvas to be noted of democraticprinciples already accepted generally in Europe. This is not surprisingbecause the situation in Turkey vvas quite another one after the fail ofthe Othman Empire. Secularization of society vvas emphasized mainly. Indoing this they acted radically upon the islam, the other povverful elementof Turkish society. Most Turks vvere islam and they opposed actively asvvell as passively to these measures, hovvever vvithout success.The country vvas ruled vvith the one party system until 1945. The RepublicanPeople's Party vvith a military dominance vvas the only party.The Kemalists vvere forced to abandon their neutralistic policy, formallypursued in the vvar, for a pro Western one. From that period on the Turkisharmy had been more and more supported by the American army especiallyvvith respect to technology and material. The pressure of the Americanforced the Turkish governmet to give their citizens more freedom andlet them involve and participate really in ruling the country, as long asTurkish ideas vvere not opposed to American interest. This meant thatmore democratic reforms vvere carried through. Among other things morepolitical parties vvere allovved. As soon as the people got the opportunityto organize politically for an election, that vvas in 1950, the military (RepublicanPeople's Party) vvere resolutely rejected by the electorate. Theelections vvere vvon by the Demokrat Parti, the Democratic Party, vvith anenormous majority. In the first elections in 1946 they gained only someseats.It is a fundamental merit of Atatürk and his follovvers that they havelaid the basis for modern Turkey vvhich is mostly expressed by secularization.No vvonder that the military vvill do their utmost to preserve thesecular nature of state Turkey, one of the pillars of Kemalism, next to aliother reforms introduced after Kemalism.After AtatürkUntil his dead in 1938 Atatürk vvas the undisputed leader. Formalyhe had ruled the Republic of Turkey as president, but he did it vvith dictatorialauthority. Appointing a successor vvith as much prestige as he had,293
vvas thus very diffıcult. Eventually ismet inönü his right-hand-man andhis comrade-in-arms vvas elected Presidend. In the beginning he continuedpursuing his guru's policy. After breaking out of the second WorldWar he vvas forced to adjust his domestic as vvell as foreign policy. AlthoughTurkey kept its membership of the League of Nations (since1932) and vvas formally neutral, this country concluded a treaty of friendshipvvith Germany in 1941 vvhich vvas later ceomplemented vvith a commercialand a payment treaty.The Allied Povver did its utmost to vvin President inönü över to theirside. They succeeded in doing this only tovvards the end of the vvar, becausethe founders of the nevv organization of nations, namely the UnitedNations, demanded from Turkey that they had to declare vvar to the AxesPovvers to be allovved to participate in the inaugural meeting in San Francisco.Turkey declared vvar to Germany and Japan in 1945. From then onthe country mainly joined the West. This development vvas favourably forthe West, as a result of Turkey's strategic position. After ali the countryforms the link betvveen the Balkan and the Middle East and betvveen theBlack sea and the Atlantic Ocean. Furthermore this couuntry vvas also economicallyimportant because of its big amount of natural reseources. Iearlier mentioned the military link that began to develop vvith the UnitedStates. This orientation tovvards the West also happened because of Russia'sterritorial claims on the regions in north-east Turkey after the secondWorld War. In 1948 Turkey thus became a member of the organization ofEconomic Cooperation and Development (O.E.C.D.). In 1949 it became amember of the Council of Europe and in 1952 it ganied membership ofN.A.T.O. The pressure of this change in direction in foreign policy forcedthe Turkish government to further democratize the country. This alsohappened as a result of the influence the large landovvners and the commercialbourgeoisie played in the economy of the country, this had alreadybegan during the second World War. They demanded a liberal approachvvith respect to economy as vvell as to politics. In this vvay theTurkish government had to abolish the one party system formally (1945).A series of very small political parties vvere then founded.In the general elections, held for the fırst time in 1946, they had notthe slightest chance to vvin, due to their mutual disunity and the short timethey had to prepare for the elections. The Republican People's Party, havingali opportunities to prepare vvell for these elections and having at theirdisposal the public service, vvon the elections gloriously. Soon it appearedthat this democracy introduced also had its constraints. Left-orientedgroups did not got the space to organize themselves in the grovving coldvvar-atmosphere.Turkey more and more tied itself to the united Stateslavv. "Aid to Turkey and Greece" came into force on 22 May 1947 andthe United States and Turkey concluded the agreement on Aid to Turkeyon 12 July 1947. It vvas decided on in this agreement that the Turkishgovernment vvas not allovved to use the information and material supplied294
y the U.S. for other purposes than those acceptable for the Americangovernment. As from 1948 Marshall aid was thus made available as vvell.These funds vvere used to improve agriculture. In this vvay the Americannow had, besides the strong military influence, a strong hold on the Turkisheconomy.In this political climate the Democratic Party dominated by the largelandovvners and the commercial elite got ali chances to develop fast. Theymanaged to bundle practically ali oppositional groups. The binding elementwas the loathing for military oppression, for the dictatorship of therepublican People's Party. The above shovvs that during the rule of Presidentinönü, especially after 1945 democracy could once again develop itself.Leftist groups vvere formally ruled out by the pressure of right andthe cold-vvar-atmosphere. This restricted the chances of the Turkish societyto further develop into a democratic society according to Western standards.CONCLUSİONSThe current problems of Turkey can only be solved vvell after makinga good analysis of the faults made vvithin the period 1923-1950.The basic for Turkish democracy vvas laid by Kemalism vvith ali itsshortcomings. The central role of the army vvithin the center of povver atthe times of realizing democratization should have been finished earlier.This in order not to have the majority of the population alienated fromthis process.If reforms should become rooted to the society than they should notbe imposed upon from the top or by a small group. These reforms shouldbe made in consultation vvith the people or its real representatives.Abandoning the neutralistic policy by the Turkish government for amore Western (American) attitude has not brought about a sound democraticdevelopment in this part of the vvorld due to the situation of coldvvar.Leftist groups vvere not given a chance suffıciently or not ali andvvere even prohibited often.Kemalism succeeded in restoring national pride of the Turkish nationvvithin a reasonable term.With this the basic condition vvas laid for he develeopment oef ademocratic society.In formally separating church and state and in the secularization processnot enough space to move had been left for the islam. Due to this themajority of the Turkish society began to feel itself enemies of the reformprocess and behaved as such, every time they got the chance to do so.295
LİTERATÜRE1. Barchard D. Turkey and the West. London 1985.2. Info-Türk. Extreme right in Turkey. Brussels 1988.3. Kinross L. Atatürk. The rebirth of a nation. London 1964.4. Landau J.M. Radical politics in modern Turkey. Leiden 1974.5. Lewis B. The emergence of modern Turkey. London 1961.6. Lijphart Arend Democracy in plural societies. A comparative exploration. NewHaven and London 1977.7. Mansur Fatma. Process of independence. London 1962.8. Özgüden Doğan. Turkije facisme en verzet. Amsterdam 1973.9. Palmer R.R. A History of the modern world. Nevv York 1978.10. Pierce J.E. Life in a Turkish village. Nevv York 1964.11. Sunier Thijl. Turkije. Amsterdam 1989.12. Shaw S.J. History of the Ottoman empire and modern Turkey (Vol. 1 en 2). London1977.296
ATATÜRK AND REPUBLIC OF TURKEY ON THENEW STAGE OF POLITICAL ORıENTATıONProf. Dr. Djaparidze Shota ISMAILOVICH*The history of mankind, the history of the human society at a fullspeed is rushing people to the future. Historical ascents and dovvnfallsrapidly alternate. Every elapsed year, month and even day instantly becomesthe property of the past; however, changes of centuries ali themore draw people nearer to the present times, putting ne w aims beforethem global problems to solve. Just it is at this cross-roads of the historicalchanges, during the search of the global problems solution that ourdreams, experiences, daily thoughts and troubles, vital adversities entangleus into the common pool of the social or family routine activities sostrongly that we sometimes forget the merits of the people vvho havetraced invaluable signs in the history of social progress, in the perfectionof the state governance structure, in the restoration of state independenceof the enslaved nations, in the cause of joining the state to the advancedcivilization.In defınite scientific circles, in the judgements of vvestern politicalfıgures the vievvpoint concerning the search and establishment of nevvforms of state governance stands out, it supposes that every stage, everysocial-economic structure is alvvays led by advanced people vvho preparea solid basis of palitical mentality, instil nevv theoretical regulations andhumanitarian ideas; that every stage had erudite and far-sighted people;they established political parties and organizations to foresee the futureon a scientific level and to convince the population; they vvere not afraidof being arrested, exiled and repressed, They made a sacrifice of theirown lives in the struggle for the truth; they helped the society to acceptnevv and progressive ideas and to inculcate them in life.Thomas Cariyle (1795-1881), the English publicist, historian andphilosopher, to vvhom the conception about "The Cult of Heroes" belogns,notes: "It's a very simple truth, that the man vvho possesses the* Shota Rustaveli University, Batoum.297
highest wisdom, its hidden spiritual povver, is much stronger than notonly dozens or thousands of people, but the vvhole mankind; he standsamong them like the one possessing the strength of an angel vvith a heavenlysvvord against vvhich and shield or tovver is helpless".It's knovvn that historical regularity an epoch gives rise to great publicor political figures; these people influence the historical regularity,foresee many social and political phenomena, accelerate progressivemovement ahead thanks to their erudition, organization latent and energy.But at the cross-roads of the tvventy-first century vvhen disiptegrationof socialism begins transition to market economy, search of the nevv stategovernance forms has became an irrevocable process, the abovementionedpeople must not be turned into icons or monuments, buttheir activities in every sphere of life must be studied deeply as their richspiritual and scientific inheritance presents a huge interest for us.Ali the more so that at the cross-roads of the tvventy-first century thehistory of mankind and famous political, state and social figures shouldbe vvritten anevv; not only because nothing has been vvritten and publishedduring 70 years vvhen everything vvas seen through the prism of a singlepartysystem and the philosophy of marxism-leninism, but because, firstly,the history of human society, its political mentality, the history and biographyof the famous political, state and military figures is deeper andricher than it is given in already published vvorks, secondly, the generationof the tvventy-first century has a nevv and healty vision of the vvorld,people and phenomena; the nevv generation sometimes eritically valuesthe activities of the previous generation; thirdly, every branch of the historicalscience has been supplied vvith the nevv and fresh political mentality,vvith the nevv documents and facts requiring deep studies and interpretation.Proceeding form this censideration we decided to introduce to thestudents and to the readers, vvho are interested vvith the problems of politology,the famous son of the Turkish people, the vvell-knovvn politicalfigüre and statesman, the leader of the national liberation movement, thefirst president of the Rebuplic of Turkey and the founder of the Republicof Turkey Mustafa Kemal Atatürk. His name is firmly connected vvith thehistory of Turkey, vvith the perfection of its political system and advanceof the Turkish people to the vvorld arena.The attention of the author of these lines to this political man iscaused by the follovving factors: firstly, vvhile visiting the Republic ofTurkey, in particular, the Samsung University, vve vvitnessed a great respectand love to Atatürk on the part of scientists, students, ordinary peoplefor his historical merits; secondly, unfortunately, for many years the298
history of interrelation between Georgia and Turkey vvas only describedas hostile; certainly, it's true that there were both vvars and bloodsheds,but we mustn't forget that at the cross-roads of the twenty-first centurythe history has to be written anew taking into consideration the new mentalityand the new political method of approach; the time and the epochrequire to research and to write positive moments and friendly reladionsbetween the two peoples; the president of the Republic of Turkey SuleimanDemiral says: "Epochs have sperated people from one another; thenew epoch restoras broken relations; peoples embrace one another. It hasbrought a great joy to the Earth"; just proceeding from this standpoint wemust consider the history of the relations betvveen Georgians and Turks;thirdly, the study and scientific generalization of Kemal Atatürk's politicaland state activities will help to deepen and to strengthen the friendshipbetvveen the two peoples and betvveen Georgia and Turkey; Mustafa KemalAtatürk begueathed to the famous representatives of the Turkish people:"Turkey needs a strong neighbour to the east of Turkey and Geargiancan became such neighkour.During the reception o fthe delegation from Turkey the Chairman ofthe Supreme Soviet of the Autonomous Republic of Adjaria Mr. AslanAbashidze said: "The interchange of historical documents will help tostrengthen and to develop the relations betvveen Georgia and Türkiye Thehistory of Georgia, the 300-year history of Adjaria are firmly connectedvvith the past of Turkey" (The nevvspraper "Adjara", May, 30, 1998).***The personality of Mustafa Kemal Atatürk accupies a place of honourin the long and very interesting history of Adjaria; the political andeconomic situation of Turkey in the 20-th century is directly connectedvvith his name.Mustafa Kemal Atatürk succeeded in creating the basis for the developmentof his country, vvhich alloved to retain the national originalityand to play a special political and economic part in the region. KemalAtatürk put into the foundation of the Turkish State those important principlesvvhich today turned Turkey into one of the most significant countriesin the vvorld.In the contemporary history of the state among political and socialfigures, Kemal Atatürk occupies a place of honour not only in the Turkishhistory, but in the history of the vvhole Müslim (and not only Müslim)vvorld. That's vvhy the studying of Kemal Atatürk's biography needs acreative and scientific method of approach.Today the names of Mustafa Kemal Atatürk and Turkey are indivisible.299
Ali his life vvas fırmly connected vvith the thoughts of the future ofTurkey and the Turkish people. His main problem vvas to include Turkeyand its population into modern civilization.From his childhood he dreamed to conduct such reforms in Turkeyvvhich vvould turn his country into a strong and developled state.Kemal Atatürk vvas born on the lOth of December 1881 in Salonika,in the family of an official. Atatürk's father Ali Riza Efendi died in 1888and his mother Zubeidie Hanim died in 1923.Atatürk get the primary education in a private school. When he became12 years old, he vvas sent to a military progymnasium in Salonika,then he continued to study also at a military secondry school, in 1899 hebecame an officer. Beginning from 1902 he vvas a student of the istanbulMilitary Academy vvhich he gradiuated in 1905 and became a commanderof the Turkish Army.At the military school Kemal Atatürk took an interest in the ideas ofTurkish bourgeois nationalists of Tanzimat period. He became an activepartiacipant of the departures of oppositionally disposed officers against.Sultan Abdulhamid II.Kemal Atatürk and his follovvers considered it necessary to overthrovvthe Turkish empire and to establish good relations vvith neighbouringcountries.The defeat in the First World War caused a difficult situation in Turkey.On the 30th of October, 1918 the Great Britain and the governmentof Sultan Turkey signed a peace treaty. The peace treaty gave a right tothe countries of Atlanta to lead their troops in the Bosphorus and Dardanellesstraits, to occupy strategical points near the straits, According tothe peace treaty Turkey had to vvithdravv its troops from ali Arabian regions,Iran and the Transcaucasus. Alliad povvers got a right to engageBaku and Batumi vvhich vvere earlier occupied by Turkey in 1918. TheTurkish empire found itself before the danger to lose its state. But itwasn't in the interests of Atlanta to defeat Turkey completely as Atlantaconsidered Turkey to become in the future the povverful bridge-headagainst the increasing possible aggression in the Caucasus and in the NearEast.The young Kemal Atatürk understood that the peace treaty createdthe danger for existence of the Turkish State. He noted that the FirstWorld War caused the impoverishment of the Turkish people and that itvvas necessary the selfless struggle to keep the independence of Turkey.He had a capable of observation and foresight. He could think analyticallyand operatively decided the most complicated problems. He united ali300
layers of the societys intellectuals, landowners, peasantry, poor and richmen. He declared the rescuing of the country as a common affair. That'swhy he hadn't special orientation at some class or layer.In the period after the Mudros Treaty the allied povvers occupied theBosphorus and the Dardanelles straits, the East Trakia, a great many regionsof Anatolia, landed a descent in izmir. England instituted controlöver Anatolia-Bagdad railvvay also sent its own troops to the Black-Seacoastports; factually England, France and Italy divided the Turkish territoryamong themselves, and on May, İ5, 1919, stimulated by Antanta,Ggreece occupied the city of izmir and its surroundigns.On August, 10, 1920, the Antanta countries forced the Turkish gorvenmentof that period to sign the Sevre Treaty, according to which theTurkish territory vvas divided among the allied povvers, the England protectoratevvas instituted över Egypt, and the Antanta countries control vvas "instituted över the Bosphorus and the Dardanelles straits. The Antantacountries vvere also given the right to interfere in Turkish home affairs, atany time convenient for them. In fact, Turkey became a colony of England,France and Italy.Turkish state found itself on the verge of loosing its statehood and atsuch critical time it needed on energetic and courageous state and politicalfigüre vvith a bright mind, vvho vvould manage to save the country.Fortunately for the Turkish people it vvas Mustafa Atatürk, vvho undertookhis mission.As early as in 1919 he already called Sultan Mehmed VI and hisgovernment for an organized opposition against the Antanta countries,hovvever, the Turkish Sultan and his follovvers revealed a complete lossand proved to be unable to organize the Turkish people for a fıght againstthe invaders. It vvas only Kemal Atatürk, vvho managed to organize peoplefor a fıght to secure the country's independance. On May, 19, 1919 hevvas sent from istanbul to Anatolia for inspection. At this time KemalAtatürk vvas a general and had the title of Pasha, also he vvas considered apersonal aide-de-camp of his excellence the Turkish Sultan. Ali thishelped him to manage a speedy organization of people against their enemy.From Anatolia Kemal Pasha notified Sultan that the vvhole populationof Anatolia is ready for a fight to save the national interests and thoseof the state, to dravv the enemy out of the Turkish territory.Of course, the demands of Atatürk vvere absolutely inadmissible forSultan and the circles around him, vvho vvere under the influence of the allies,so he vvas summened back to istanbul. Atatürk did not return to istanbul,he resigned from his military past and on August, 9, 1919, at theorder of the Turkish Sultan, Kemal Atatürk vvas devoid of ali his military301
titles for disobedience to Sultan's order, and he vvas sentemed to death bycourt-martial.In spite of this Kemal Atatürk turned Anatolia into a centre of national-liberationmovement. He gathered around himself patriotically disposedpeople, at whose direct participation the "freedom-saving Society"vvas established, and on vvhich Kemal Atatürk took an active part. Thissociety presented a \vhole program of conducting a fight against the invadersandthe country's liberation. On July, 21, 1919 a secret meeting ofsome army corps commanders, vvhich decided to convene an A11-. Turkeycongress in Sivas, vvith the purpose of elaborating a program of the nationalmovement, and cali a meeting of the Turkish eastern vilayets rightsdefend society in Erzurum. This meeting vvas going on from July, 23,1919 till August, 7. Before the opening of the meeting Kemal Atatürkvvas elected president of the eastern vilayets right defence committe. Andin Sivas, in September 1919, at the All-Turkey congress, the committeeof patriotic forces vvas elected vvith Kemal Atatürk at the head. This committeebecame, in fact, provisional government of Turkey. Because of thetreacherous policy of Sultan and his goverment the representational committeheaded by Mustafa Kemal, officially took över the function of theprovisional goverment, so that they could be in readiness for the fightagainst the occupants. On March, 19, 1920, the representational committeeadopted a resolution to convene a national assembly in <strong>Ankara</strong>. Theassembly (mejlis) vvas convened in the April of 1919, in <strong>Ankara</strong>. Out of175 participants of mejlis 116 deputees vvere the supporters of KemalAtatürk.The declaration says the follovving. On the reasons of convocationthe national assembly: Turks are a nation, vvhich decided to take up thevvhole povver in its hands, restore its legislative state, retain state independenceand for this reason it convened a national assembly in <strong>Ankara</strong>. Thenational assembly declared the independence of Turkey and its integrity.Mustafa Kemal Pasha vvas elected the first chairman of the natinonal assembly.And on May, 3, 1920, the government vvas formed vvith MustafaKemal Atatürk at the head. The national assembly cancelled ali prior statutes,agrements and legislative acts adopted by the Sultan's goverment.Of course, such situation vvas absolutely inadmissible for Antantaand they started to activate levers against Kemal Atatürk and his authorities.In April 1920 at the instigation of outside forces Cherkez and Abazrevolts began in Turkey. Antanta also instigated Greece and promised itgreat help in its fıght against Turkey putting forvvard territorial claims.At first the Greek army vvas successful and it broke far into Turkey,hovvever, thanks to Kemal Atatürk's military talent the Turkish army, inan unequal fıght, on March, 31, 191 vvon a victory över the Greek army,302
the Turkish army vvas headed by ismet Pasha. The formation of nationalauthorities in Angora vvith Kemal Atatürk at the head greatly raised thevvarriors' spirit and predetermined the success of the half-starring unarmedTurkish army vvinning a victory after a victory över the numerousand vvell-armed enemy.The victory at Inenious exhilarated the Turkish population greatly. InMay 1920 the Turkish "Green Army" vvas formed, incorporating, besidesthe regular army parts, ali partiotically disposed Turk citizens, vvho vvereindignant at the shameful agreement of Sevre and mudros. On the vvhole,Kemal Atatürk became a man, around vvhom ali patriotic forces vveregathered, and, vvhat is more important, his strong vvill made it possible togive a great rise to Turkish national-liberation movement, vvhich in thelong run played a decisive role in ousting the enemy from the country.On July, 9, 1921, also supported by Antanta, Greece launched agreat battle against Turkey, seizing strategically important cities. TheGreek army approached <strong>Ankara</strong> at 50-km's distance. At this time theTurkish authorities summoned the last reserves to the army, and vvhat ismost important, despite a great opposition the national assembly grantedMustafa Kemal the rights of the highest commander-in-chief, simultaneouslyendovving him vvith extraordinary rights for a three-month period.On September, 13, 1921 an unparalleled in the Turkish history battle ofSaharia, vvhich ended in a great victory of the Turkish army, here MustafaKemal displayed an excellent talent of a commander-in-chief.The Saharia victory strengthened the international positions of Turkeyand, vvhat is more important, created an opposition in the allies'camp. In August, 1921, the armed forces of Italy vvere vvithdravvn fromAnatolia, and in 1921 Turkey-France treaty vvas signed in <strong>Ankara</strong>. Franceevacuated its armed forces from Kiliki, and Turkey confirmed its friendshipvvith Russia.In 1922 at Kemal Atatürk's immediate leadership the Turkish armyvvas reorganized, in the result of vvhich it became more ablebodied and ona morally higher level.Turks rendered a deadly blovv to Greeks, in the result of vvhich onSeptember, 9, 1921, regiments of the Turkish army entered the city of izmir.The Greek army defeat on Turkey vvas a great sensation for Europe,it vvas ranked as the Antanta policy failure in Turkey, so the Antanta leadersoffered turkey an agreement, and a treaty vvas signed betvveen Antantaand Turkey, vvhich is knovvn as Mudani Treaty. It vvas a comparativecompromise, Turkey regained east Trakia, and the Antanta military forcesvvere given the right to stay in istanbul, in the Straits Zone, till a peacetreaty vvas signed.303
After the ousting of the invaders Turkey became an arena for farreachingdescussions, especially the right-wing opposition vvas active, itexpressed the interests of feudals and clerical circles, vvhich stood in oppositionagainst the rights defence sociaty vvith Kemal Atatürk himself atthe head. The opposing parties tried to recognize the rights of the Turkey,Sultan and his goverment. In order to put an end to the opposition partiesantinational activity the Turkish great national assembly decided to accusethe Sultan goverment members vvith a charge of high treason, andliguidate Sultan's povver altogether. This issue vvas under discussion inthree commissons simultaneously constitutional, lavv and Shariat. Theclergy representatives vvere against cancellation of the Sultan povver,vievving it as encroachment against religion. In order to free himself ofthis charge Mustafa Kemal came out vvith a great speech on the history ofislam, Arab haliphat and Osmans. When the three commissions joint sessionvvas held vvith Mufrid-Efendi as the chairman, the bili on Sultanpovver and haliphat liguidation cancelled, opposition vvon, hovvever,Mustafa Kemal made a speech for a second time, in vvhich he soundedmost argumentative against this fruitless discussion. These argumentsvvere so important, that they may be accepted as the fundamental statutesin the cause of the future. Turkish state constitutional legislative construction,"Dear Sirs-he said-vve ought to remember sovereignty and nobodycan be given povver in the result of academic discussion. Sovereignty acquisitionis possible through forceful actions, or, it may be said, throughviolence. Through violence, by force did Osman's children acquire povveröver ali Turks, for över six centuries did they domineer över this nation.At present this nation has risen against its usurpers, it claims to achievevvhat belongs to it by the right of sovereignty. We are vvitnessing thefact... İf you vvho are gathered here-commissions together or separately -realized and savv this, in my opinion the nation acted vvorthily. In anothercase the truth vvill speak for itself. In this case several heads may "flyaway" altogether. When Mustafa Kemal started to discuss the theologicalside of this question, one deputy from <strong>Ankara</strong>, Hoja Mustafa Efendi interrupted him. "Excuse me, vve have been discussing this question froman absolutely different vievvpoint. Novv vve understand."Bili on Sultan liquidation vvas adopted on November, 1, 1922, and atthe great assembly Haliphat sessation from Sultanat vvas approved. Bythe same Bili the vvhole povver vvas fransferred to the national assembly;as a compensation nevv Caliph election vvas allovved only from the circleof Osman dynasty. On November, 17, 1922, Sultan Mehmed VI furfıvelyleft istanbul, and on November, 18 Prince Abdul Mejid vvas inauguratedcaliph and he vvas recognized caliph of the vvhole muslim vvorld, vvhichfact had just a nominal significance.304
Mustafa Kemal became, in fact, the founder and organizer of thenew staty of Turkey.In 1922 a number of measures vvere taken to strengthen the authorityand tho weaken the Sultan supporters' circles.In 1923 Mustafa Kemal published nine principles of the national partyorganization. These principles declare the independence of Turkeyform foreign states, also, provided for protection of justice and lavv in thecountry, it also recognized creation of favourable conditions for successfulimplementation of radical reforms in every part of Turkish social life.These principles became profram documents for the national party, theyprovided for its success in the elections.In the Great national Assembly elections national party vvon 263seats out of 286.On August, 13, 1923 Mustafa Kemal vvas elected the head of theTurkish State, and Fekhti Ali-bey became head of government.Despite the fact that Turkey starting on a road of state republicanrule a long time age, stili, declaration of Turkey as a republic vvas connectedvvith great diffîculties. Crerical circles and feudals close to themopposed it strongly.On December, 29, 1923, Mustafa Kemal presented a draft composedof three articles to the national party and mejlis for discussion:1. The Turkish state government form-republic.2. The highest legislative body of the Turkish state-the Turkish greatnational assembly.3. The council of ministers in the executive body of the Turkish stategoverment. This draft vvas approved and adopted by mejlis on the sameday. The opposition could not contradict them.Turkey declaration as an offıcial republic vvas Mustafa KemalAtatürk's one more great victory. The republican government form vvasjuridically formulated, and Mustafa Kemal declared it in Anatolia onApril, 23, 1920, Mustafa Kemal became the first president of Turkey, andismet Pasha organised the first government.On the very next day of declaring the rebuplic the question of Caliphatearose. Mustafa Kemal made speeches in different regions of thecountry bringing arguments for Caliphate being absolete, theocratic regimebeing baseless, this helped that part of population, vvho lived in rela-305
tively bad canditions, to share the essence of Mustafa Kemal policy. Populationunderstood, that Haliphat already belonged to history, but MustafaKemal was a great supporter of Islamic religion, and it vvas his greatdesert, that the 2nd article of the provisional constitution of 1921 said:"the offıcial religion of the Turkish state is islam", the great national assemblymejlis adopted it vvithout debates. This article entered the 1924constitution in an unchanged form.In 1924 Caliphate vvas cancelled, likevvise in the same year vacaf'sand Shairat's ministry vvas also cancelled. It vvas replaced by ahead offıceof religious cults, vvho undertook the management of mosques, they hadthe right to give posts or to dismiss imams, sheiks the head of the head offıcevvas appointed by President at the presentation of the cabinet of ministers,and he vvas subjected to the council of ministers.Shariat courts vvere gradually liquidated and they vvere replaced bycivil courts. Thus, under the vvise leadership of Kemal Atatürk Turkey byits home and foreign policy gradually became a civil state.Ali these changes vvere depicted in the Turkish republican constitution,adopted by the great national assembly on April, 20, 1924.According to the Turkish Constitution the vvhole povver belonged topeople.The constitution of 1924 endovved President vvith great povver. Hevvas the commander-in-chief of armed forces, received diplomatic representationof foreign countries, appointed the chairman of the council ofministers, signed the bills adopted by the great national assembly, hovvever,president like ali other deputees, vvas responsible to the great nationalassemble,At Kemal Atatürk's initiative Turkey vvas divided into provinces, regions,villages, ete.At the same time, it is thanks to Kemal Atatürk that the Turkish consittutionfınally introduced such general for mankid principles as a person'sinviolability, freedom of consciousness and elision, freedom ofspeech and press, inviolability of personal property.The constitdution strengthend the general character of the state goverment,carried out centralization of authorities, vvhich became a turningpoint for the Young Turkish state.Kemal Atatürk's one of the greatest success vvas the introduction ofa ne w civil code in 1925, on the result of vvhich Turkey once and for aliput an end to the mediaeval norms of life.306
Civil marriage was introduced.From January, 1, 1929, the law of "Turkish citizenship" was introduced.Mustafa Kemal directed his policy forwards recreating the system ofeducation. A great many foreign specialists vvere invited to the country,nevv curricula vvere elaborated, a unified elementary school vvas formed"ilk okul", 5-year schooling system vvas introduced.Teacher's salaries of lyceum and schools got raised.Nevv teacher-training colleges for girls vvere opened in istanbul and<strong>Ankara</strong>; library vvork vvas ameliorated, sports vvas centralized.Kemal follovvers carried out cultural reforms, vvhich helped Turkeyto do avvay vvith mediaeral backvvardness.The Turk village cultural advance vvas especially naticeable.The Turk republic foreign policy vvas greatly changed, KemalAtatürk developed entirely nevv principles of foreign policy; the solutionof those issues, vvhich remained unsolved at the Lozana conference, becamethe most important task of the Turkish foreign policy. The firstamong them vvas the problem of Iraq-Turkey border-the tovvn of Mosuli.In 1924-27 Turkey established diplomatic relations vvith Poland, Albany,Hungary, Australia, Svveden, Netherlands, Spain, Czechoslovakia,Bulgaria and other s.On the vvhole, the aim of Turkish foreign policy vvas to establishfood neighbourly relations especially vvith neighbouring countries. MustafaKemal has alvvasys emphasized this task. He noted that Turkey "isimmediately interested in establishing good-neighbourly friendly relationsvvith Balkan neighbours". It is natural that this question did notmean Balkans only, Georgia vvas also neighbouring to Turkey country,though at this time Georgia had lost its state independence. It had byforce been placed in the structure of the Soviet Union, hovvever Turkeyhad never lost interest in Georgia. And Georgia, on its part, did not havethe right to establish independent relationship vvith Turkey.In spite of this, an agreement vvas signed betvveen Turkey and Georgiain the tovvn of Karse, knovvn as the Karse agreement. Mustafa Kemaldid not limit himself by deeping the relations vvith just the Europeanstates. He vvas likevvise interested in strengthening relations vvith Asiancountries, namely, vvith Iran and Afganistan, as vvell as vvith orientalcountries.307
In the period of Mustafa Kemal's government Turkey made peacefuldevelopment the first and foremost task of its foreign policy. So MustafaKemal tried to normalize relations vvith ali countries, especially westernstates, since Mustafa Kemal and his follovvers did not want to have anyfactors interfering vvith those great reforms, that vvere under vvay in Turkey.Their successful implementation depended on peace, so in 1931 oneof the poits of the Turkish leading party program vvas "peace in the country,peace in the vvorld". The same idea vvas sounded in the speech of theforeigh minister Tevpik Rushti- bei in 1931, July, 16, in mejlis, vvhere hesaid, that the main line of Turkish foreign policy is establishing relationsvvith ali the countries of the vvorld. The USA ambassador Mr. Grue notedconcerning the Turkish foreign policy: "The Turkish government in mostsensitive to its prestige, it concludes and is ready to conclude numeroustrade agreements vvith representatives of ali other nations".Turkey managed to normalize relationship vvith England, France,USA, vvhat is most important, vvith Greece, vvhich fact allovved Turkey toparticipate in the conference of balkan countries held in Athens in 1930,vvhere the Balkan Union vvas formed as a constantly active organization,vvith its secretariat and assembly. The Balkan Union second conferencevvas held in Turkey, first in istanbul, then in <strong>Ankara</strong>, Mustafa Kemal metthe conference participants. Then follovving conferences vvere held inBukarest and Saloniki, hovvever, because of some internal contradictions,especially because of Bulgaria and Albany, vvho invariably put forvvardthe question of national minorities inhabiting other countries, this Unionvvas soon disintegrated, and in 1933 vvas replaced by Balkan Antanta,vvith Turkey, Grece, Rumania and Yugoslavia as its memkers.In 1931 Turkey declared readiness to enter the League of Nations. InJuly 1931, at the session of mejlis, the forign minister Tevpik-Rushtubeydeclared: "The idea of the League of Nations existence, is an ideathat is looked on vvith respect by the Turkish population, vve can say, it isour idea". He also said: "Turkey has a lot of friends in the League of nations".In 1932 the League of Nations Council unanimously approved Turkeyas a member state of the League. A French delegate rightly noted:"Turkey vvill be a bridge betvveen the West and the East, vvhich is mostuseful for the League"."Turkey joining the league of Nations has confirmed the fact, as theTurkish historians say, that Turkey refused to cooperate vvith only onecountry-Russia".Turkey also continued to cooperate vvith the Soviet Union, vvhichvvas its principal trade partner.308
Of course, Turkey's recognition on the international arena enabled itto solve its own economic problems, especialy in the development of industry.Mustafa Kemal's main motto vvas that "it vvas impossible toachieve independence vvithout industry". In 1934 the economic programaimed at construction of textile factories, metallurgic plants, sugar factoriesand chemical factories. At the same time it vvas necessary to create afırm market. In 1934 the adapted economic program vvas successfully implemented.In fact, industrial rise started in Turkey. This enabled Turkeyto raise Standard of living and strengthen internal positions.At the same time Mustafa Kemal continued political reforms. Theidea of the unity of Turks stood on the foreground.In 1934 the population census vvas held, and in 1934, June, 28, thebili on surnames vvas adopted, vvhich facilitated civil registration and by aspecial bili of the great national assembly Mustafa Kemal vvas given thename Atatürk, meaning "Father of Turks".In 1934 changes vvere introduced on the election system and vvomenvvere for the first time given the right to be elected deputees.In the second part of the 30-ies Turkey came nearer to the vvesterncountries. The European capital vvas given a free way, vvhich blevv a nevvspirit in the Turkish economy.In 1938 Kemal Atatürk died. Kemal Atatürk formed such a strongbasis for the conutry's construction, that Turkey vvas strongly built on it.Turkey vvas turned into one of the advanced states of Asia Minör and Europe,and influences neighbouring countries; political principles and thesystem of the country's economic government elaborated by KemalAtatürk plays a leading role in the life of Turkey today, and can be follovvedby those countries vvhich have started on a nevv vvay of life. This isespecially true of the countries placed on the post-soviet situation, makingthen first steps of independence; Georgia, Turkey's closest neighbour,among them.Turkey, in spite of complicated zigzags stili continued the politicalcourse established by Kemal Atatürk, vvhich changed it into an independentand free country. This political course communicated Turkey vvithleading countries of the vvorld and svvitched it into the vvorld's economicprocess, vvhere it plays its own role and has great perspectives for the future.In 1961 the nevv constitution of Turkey vvas adopted in 1980, January,29, the Turkish Parliament adopted a program of Turkey's economystabilization, elaborated by President Turgut Ozal, the program gave riseto the Turkish economic potential complete activation. It is the result of309
this program realization, that since the 80-ies a new program of economyimprovement is being elaborated.The former foreign minister of Turkey Hikmet Çetin wrote, that Turkey'sgeopolitical location and its being among civilized countries isunique. Turkey entered the western vvorld vvith its diplomacy, by vvay ofagreements, and vvith its religion, vvhat is most important. Turkey is, atthe time, a bighly developed democratic country, it is a member of the Islamicvvorld, it is a model for those republics of the former Soviet Union,vvhich have started on road of nevv life and vvhen the population speaksTurkish... Because Turkey is a bridge for Asia. Turkey is Europe's shortestvvay to neighbouring countries. Turkey shores democratic changes incivilized countries. That is why it transferred from an associate to a realmember of European Parliament, vvhich is a phenomenon of great importancefor Turkey.On the vvhole, the leaders of today's Turkey emphasize their continuingthe great policy to vvhich Kemal Atatürk laid a foundation, the greatestfact vvas establishing peace in the region and Turkish policy vvas directedto cooperating vvith other countries in a civilized vvay, vvhenpossible, render help too to vveak states. Georgia and Azerbaijan in theCaucasus being a vivid example of this. Not once did they get help fromTurkey in the cause of local economy and independence strengthening.An economic support is alvvays follovved by a political support, in the resultof vvhich a real friendship is formed betvveen countries, based on theprinciple of mutual profıt.Today eminent political figures of Turkey continue the road of KemalAtatürk, among them today's President Suleiman Demirel - a figüreof great renovvn. He, during the time of his being President, did a lot ofgood for the Turkish republic. He is a person, vvho is leading a rightfulpolicy of raising Turkey to the standards of a civilized country. Led byhim Turkey today is a politically active country, vvhose vievvpoint isshared by advanced states of the vvorld. Turkey has most close economicand vvarm political relations vvith caucasian countries, especially vvithGeorgia, vvhich is undoubtedly President Demirel's desert.President Demirel's speech at the opening ceremany of Akbaltsikhepassing point attests to the policy."People arrived in this geographical part, - said Mr. Suleiman Demirel,- serve that future, vvhich vvill lay a foundation for tvvo countries asvvell as of multilateral relationships. The relationships not only of thesetvvo countries, but also multilateral ones, the barriers betvveen us vvere notthe fault of either Georgian or Turkish authorities. Today we are celebratingthe cancellation of these barriers.310
Today the people, who had stood vvith their backs on each other,have turned round and are looking each ather in the eyes, luggins eachother. This border point opened between Georgia and Turkey is and willbe a gate of exemplary friendship.This border point, closed 70-80 years ago, is being opened today,and near is the day, vvhen it will no longer be necessary to issue a visa, aman entered from here will continue his way as Far as Mid-Asia" (nevvspaper"Bridge", August, 18, 1995).Turkish consistent policy is attested to by President Demirel'swords: "By developing cooperation vvith Mid-Asian and Transcaucasianstates we do not attempt at creating zones of influence, vve do not rivaland do not have conflicts vvith other countries (nevvspaper "Milieti", June,18, 1993).The political orientation of Turkey, as vve have already noted, is Europeanvvay, the way of progressive civilization development. The life ofthe former prime-minister Tansu Chiler is a vivid example of this. He figurativelynoted, that many people consider Turkey to be a Europeancountry, its future being closely connected vvith Europe. It vvas so in thepast and Turkey will go on this road in the future. This is a nevv intrepretationof traditional political road, to vvhich Kemal Atatürk laid a foundation.Turkey is a very close country for Georgia. The complex historicalprocesses vvere natural, hovvever, there vvere also moments of friendship,friendly political relations from the 90,ies, especially since Georgia declaredindependence, entered a completely nevv phase. Both countries arepaying a great atcention to the caucasion regional problems, both countrieshave simultaneously confirmed their devotion to Helsinki closingact, to nevv Europe, to the principles given in Paris Chart, significantsleps vvere made to deepen relations in the fıelds of science, culture, tourism,education.There is a nevv turning point in the Georgian-Turkish relations. OnApril, 1, 1996, a declaration signed in <strong>Ankara</strong> by the presidents of Georgiaand Turkey, "Presidents expressed their fırm opinion, that everybodymust protect the principles of independence, sovereignty, eqsual rights,territorial integrity, in any form, noninterference in each others activitiesfor the sake of establishing peace and security in the region". (nevvspaper"Bridge", July, 29, 1996). In the same declaration one more question ofTurkey-Georgian economic relations vvas touched upon, the question ofKarsi-Tbilisi railvvay construction, ete.311
The present Georgia-Turkey relations is a sample of how goodneighbourlyand good will relations can be developed betvveen tvvo states,even vvhen on the states is strong and the other is just making the firststeps tovvards independence, and it is natural, that the external and internalenemies are doing their best that these steps should not be made.The present allitude of Turkey to Georgia shovved that it is possibleto establish honest and equal relations betvveen a vveak and a strong countrypolicy. It vvas this that Kemal Atatürk vvas aspiring to, he alvvays triedto obtain good vvill neighbours for Turkey, peace is and vvill be the mainguarantee for any country's development and success.312
ATATÜRKÇÜLÜK ILE DEMOKRASININTÜRKIYE'DE VE MÜSLÜMAN ÜLKELERDEKIGELECEĞIDr. M enter ŞAHİNLER*Atatürkçüler önlerine çıkan tüm engelleri aşarak, güçlü ve modernbir devlet oluşturmak için çalışmışlardır. Atatürkçü ulusçuluk dini konuda,dışarıdan gelen her türlü baskıya karşın halkın bağımsızlığı ilkesindensapmamıştır. Bu kararlı sürecin sonucunda Türkiye, Osmanlı İmparatorluğuzamanında ülkedeki tüm kesimlere sızan yabancı etkilerden giderekkurtulmuştur. Dini tarikatların özellikle halkın gerici kesimi üzerinde sürdürdükleribaskı karşısında etkin bir laiklik kavramı, başka bir deyişleAtatürkçü laiklik oluşturulmuştur. Atatürkçüler bağımsızlıklarını korumakaygısından ödün vermeksizin, çağdaşlaşma amacıyla teknolojisi ve fikirleriylemodel oluşturan Batı'ya bilinçli olarak yönelmişlerdir. Bu bağlamdaAtatürkçüler, yurtdışında başta SSCB olmak üzere, tüm güçlü devletlereve komşu ülkelere yönelik dürüst bir dış siyaset izlerken, yurt içindegerçekleştirdikleri devrimlere karşı oluşabilecek her türlü engeli ortadankaldırmışlardır. Nitekim 1924'de kurulan muhalefet partisinin kapatılmasıolayı, bunun en belirgin örneğidir.Bununla birlikte Atatürkçü devrimlerin öncelikle demokrasiye geçişsüreci sırasında korunması gerekirken, Demokrat Parti hükümetinin, busüreç içinde, demagojiye yönelerek Atatürk ilkelerinden saptığı gözlenmiştir.Köktendinciler, Atatürkçülüğün temel ilkesi olan laikliğe karşıtutum alması için siyasi iktidara baskı yapıyorlardı. Ekonomik alanda iseDemokrat Parti hükümeti, ülkedeki ekonomik gelişmeyi sağlayabilmekiçin kendi ödeme gücünü dikkate almaksızın, Osmanlı döneminde getirilenuluslararası mali denetimi hatırlatırcasına, yabancı kredilere başvurmuşve sonuçta yabancı mali güçlerin eline düşmüştü. Devrimlerin gerçekleştirilmesiamacıyla, diplomatik alanda izlenen barış ve güvenliksiyaseti, 1945'ten itibaren yeni dış tehditlerin oluşması nedeniyle bir savunmasiyasetine dönüştürülürken, yurt içinde Atatürkçü devrimlerinyozlaştırılmasına yönelik tehditlerden ötürü bir kaygı duyulmamıştı.* Dışişleri Bakanlığı.313
Menderes hükümeti bu alanda daha da ileri giderek, Kıbrıs anlaşmazlığısırasında, 6 Eylül 1955 günü, İstanbul'da ortaya çıkan halk gösterilerindeolduğu gibi, dış siyasetteki olayları bir iç siyaset aracı olarak kullanmaktançekinmemişti 1 .İslamiyetçiliğe dönüş yolunu açan Demokrat Parti dönemi, Atatürk'ün,devrimlerin, gericiler ve köktendinciler tarafından, demokratikbir düzende saptırılabileceği konusundaki kaygılarını haklı çıkarmıştı.Demokrat Parti'nin yerini, iktidara gelen Adalet Partisi almıştı. AdaletPartisi hükümetinin başına ilk kez kırsal kesimi temsil eden bir Başbakan;Süleyman Demirel seçilmişti. Süleyman Demirel otoriter bir düzenyerine, demokratik bir siyaset izleyerek Menderes'in hatalarını yinelememeyebüyük özen gösterdiyse de, köktendincilere ödünler verilmesini önleyemedi.CHP'nin yeni başkanı Bülent Ecevit ise 1973'de, Erbakan'ınİslamcı Milli Selâmet Partisi ile hükümet ortağı olmaktan çekinmemişti(Milli Selâmet Partisi 1983'de Refah Partisi adıyla ortaya çıkacaktı). Ecevit'inİslamcılara verdiği ödünler, 1947'de İnönü'nün verdiği ödünlerebenzer niteliktedir. Bu bağlamda 1975 yılında Demirel, hükümet ortaklığınınvazgeçilmez koşulu haline gelen Milli Selâmet Partisi ile ortaklıkkurmakta hiçbir sakınca görmemişti.12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, Atatürkçü laiklik kavramına tamamiyleuygun bir doğrultuda gerçekleşmemişti. Fakat Atatürk ilkeleri hervesileyle vurgulanmış, özellikle Kenan Evren'in konuşmalarında ve yeniokul programlarında, Atatürk'ün yüceltilmesi üzerinde ısrarla durulmuştu2 . Oysa yalnızca Atatürk'ün kişiliği üzerinde ısrarla durulmasının yanlışyorumlara yol açabileceğine daha önce değinmiştik. Evren 1982 Anayasasının24. maddesi ile ilkokul ve ortaokullarda dini öğretimi zorunluhale getirmişti 3 . Bu gelişmeyi Füsun Üstel şöyle yorumlamaktadır: "Ger-1. Türkiye, 1923 Lozan Antlaşması ile Kıbrıs'ın Büyük Britanya'nın egemenliğine girmesinikabul etmişti. Büyük Britanya'nın adada iki ayrı halkın varlığını kabul ettiğibir sırada, Kıbrıs Rumları için "kendi kaderlerini saptamak" hakkını isteyen Yunanistan,sorunu 1954 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü'ne götürmüştü. Adada Türkler veRumlar yaşarken, yasadışı bir kuruluş olan "EOKA", terörist bir kampanya başlatarakadayı Yunanistan'a bağlamak anlamına gelen, "Enosis" istiyordu. Türk halkınınbu olayları öfke ile izlediği bir ortamda, Selanik'te, Atatürk'ün evine bomba koyulduğusöylentisinin yayılması üzerine 6 Eylül 1955 günü İzmir, <strong>Ankara</strong> ve İstanbul'daoldukça sert geçen tepki gösterileri başlamıştı. Biz bu olayları Menderes hükümetininkamuoyunun dikkatini iç olaylardan uzaklaştırarak, dış sorunlara çekmek için uyguladığıbir siyasi yöntem olarak değerlendirmekteyiz (Bakın. Menter Şahinler-Türkiye'nin 1974 Kıbrıs siyaseti, Rumeli Kültür ve Dayanışma Derneği, istanbul,1979, s. 24). Fransa Maslahatgüzarı da olayları "dini fanatizmin gösterisi" olarak değerlendirmektedir.(Fransa Dışişleri Bakanlığı arşivleri, seri 37. Maslahatgüzar PierreSiraud'nun Bakan A. Pınay'a gönderdiği 17 Ocak 1956 günlü rapor, s. 62).2. Xavier Jacob, "les tendances actuelles de l'enseignement" in Paul Dumont ve FrançoisGeorgeon, La Turquie au Seuil de L'Europe, L'Harmattan, Paris, 1991, S. 119-120.3. Xavier Jacob, a.g.e., s. 23.314
çek bir toplumsal destekten yoksun olan askeri rejim, bu eksikliği kendiideolojisinin kapsamına din faktörünü sokarak gidermeye çalışmıştı" 4 .Aslında rejimi, Ulusçuluk ve İslamiyet ittifakıyla güçlendirmek iradesi,Türk-İslam sentezini savunanlarla tamamen denk düşüyordu. TürkerAlkan'a göre Evren konuşmalarında sık sık Atatürkçü laikliğe ters düşengörüşlere yer vermekteydi. Öte yandan ordunun sert düzeninin etkisi altındakalan aydınlar, hiçbir hukuki yöntem uygulanmaksızın tutuklanmış,işçilerin sendika kurma, grev yapma hakları kısıtlanmıştı. Bazı siyasi partilerinve siyasetçilerin 1983 genel seçimlerine katılmaları yasaklanmıştı 5 .Evren tarafından desteklenen ve Adalet Partisi'nin mirasçısı olan AnavatanPartisi'nin (ANAP) kurucusu Turgut Özal, Türk-İslam sentezinde çokdaha ileri bir aşamaya yönelmişti. Özal, Menderes hükümetini hatırlatırbir yol izleyerek ülkeyi liberal ekonomiye açmıştı. Özal, ekonomik alandakaydettiği başarılardan sonra, Menderes'in bile cesaret edemediğitemel bir yasağı çiğnemiş ve Atatürkçülüğü, geçerliliğini yitirmiş bir ideolojiolarak yargılamıştı. Özal'ın yeni laiklik anlayışı tarikatlara ve köktendincileriyüreklendirmişti. Özal, Erbakan örneğinde olduğu gibi katıksızbir Müslüman olarak hareket ederken, "Allahın ipine sımsıkı sanlın"şeklinde bildirilerde bulunmuş 6 , Başbakan olarak Mekke'de büyük birHac ziyareti gösterisini yapmaktan da çekinmemişti.Refah Partisi, 1991 Ekim ayında yapılan genel seçimlerde %17 oranındaaldığı oylarla 40 milletvekili çıkardıktan sonra, 27 Mart 1994 günlüyerel seçimlerde de İstanbul ve <strong>Ankara</strong> Belediye Başkanlıklarım kazanmıştı.Bunun yanısıra Doğru Yol Partisi'nden İzmir Belediye Başkanı seçilenÖzfatura, Refah Partisi'nin eski bir üyesiydi. Bu sürecin sonundaRefah Partisi'nin 1996 yılında yapılması öngörülen genel seçimlerde enaz %20 oy alması olasılığı ortaya çıkmaktaydı. Bu oy oranının gerçekleşmesidurumunda, Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi içinde bulunanve Refah Partisi'ne göre elbette daha ılımlı olan İslamcıların birleşmelerive üçlü bir hükümet ortaklığını oluşturmaları olasılığı akla gelmektedir.İslamcıların kuracağı ortaklık ise, Atatürkçü laikliğe indirilen sert birdarbe olacaktır. Köktendinciler, resmi makamların hoşgörüleri sayesindedevlet kuruluşlarına sızmışlardır. Değerli Atatürkçü ilhan Selçuk, 1993Kasım ayında, köktendincilerin resmi kuruluşlara sızdıklarını ve şeriatyanlılarının özellikle Milli Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığındayoğunlaştıklarını açıklamıştır 7 .Türkiye'nin enflâsyon, işsizlik gibi ekonomik güçlüklerle, PKK gibisiyasi sorunları çözebileceğine inanmaktayız. Ancak Türkiye'nin enbüyük sorunu, köktendincilerin demokratik görüntü altına sığınarak, uzun4. Jacques Thobie ve Salgur Kançal, Industrialisation, communication et rapports sociauxen Turquie et en Mediterranee depuis 1850, Editions Isis, Analecta Isisiana, İstanbul1993, s. 393.5. Türker Alkan, 12 Eylül ve Demokrasi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, s. 32-33.6. Çağlar Kırçak, Türkiye'de Gericilik 1950-1990, İmge, <strong>Ankara</strong>, 1993, s. 373.7. 15 ve 25 Kasım 1993 günlü Cumhuriyet gazeteleri.315
sürede de olsa mutlaka iktidarı ele geçirmek istemeleridir. Bu bağlamdaAnayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Göngör Özden, Günaydın gazetesine13 Eylül 1994 günü verdiği bir demeçte, dini duyguları sömürerek yaratılantehlikenin Kürt teröristlerle, ekonominin bozulmasından doğan tehkilerendençok daha ciddi nitelik taşıdığını vurgulamıştır.İncelememizde İslamiyetin, demagog siyasetçiler tarafından1945'den 1994 yılına kadar siyasi amaçlarla kullanılmış olduğunu saptarken,Alexandre Jevakhoff un bu siyasetçileri Menderes, Demirel ve Ecevitolarak sıraladığını gözlemekteyiz 8 . Bu listeye Özal'ı da ekleyebiliriz.Güncel yaşamda dini unsurlar hâlâ siyasi partilerin en güçlü yanlarınıoluşturmaktadır. Siyasi partilerin en önemlileri, Refah Partisi ile ileridekurmaları olası hükümet ortaklıkları nedeniyle bu partiye karşı esnek birtavır takınırken, ılımlı Müslümanlar, Atatürkçü ilkelerden ödün vermepahasına bu partideki seçmen kitlesine hoş görünmeye çalışmaktadırlar.Bize göre köktendincilerin oluşturdukları tehlikeyi önlemenin tek çaresi,Atatürkçülerin birleşmesidir. Anavatan ve Doğru Yol Partileri kendikuruluşlarındaki köktendincilerden arınmalıdırlar. Ayrıca bu partiler sosyaldemokratlarla hükümet ortaklığına girişmekten çekinmemelidirler.Nitekim DYP ile SHP hükümet ortaklığında olduğu gibi CHP ve DSP ilede işbirliğine gidilebilmelidir.Turgut özal'ın 1993 Nisan ayında ölümünden sonra siyaset yaşamındayeni "Genç Türkler" akımı başlamıştır. Hükümet ortağı SHP GenelBaşkanı Erdal İnönü'nün istifasıyla birlikte yeni siyasetçiler kuşağı oluşmaktadır.Eski siyasetçilerin hatalarını yinelemeyecek nitelikte görünenyeni Atatürkçü genç liderler, laikliğin ve demokrasinin savunucusu olmakzorundadırlar. Anavatan Partisi Başkanı Mesut Yılmaz, DYP BaşkanıTansu Çiller, SHP Başkanı Murat Karayalçın, CHP Başkanı Deniz Baykalgibi. Bu bağlamda 1961 Anayasası'nın hazırlayıcılarından biri olanbağlantısızlık, bağımsızlık, ulusal gurur ve ülkeler arasında tam eşitliğisavunan, yeniden Atatürkçü dış siyasetin güdülmesini amaçlayan ProfesörMümtaz Soysal'ın 1994 Ağustos ayında Dışişleri Bakanı olarak atanmasını,Atatürkçülüğe doğru bir açılım olarak kaydedebiliriz. Yeni "GençTürkler"in günümüzde karşılaştıkları köktendinciliğin yükselmesi tehlikesi,ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında mücadele ile çağrışım yapmaktadır.Ulusal birliği sağlamak, laiklik ve Cumhuriyet ilkeleriyle, devrimlerin korunmasıiçin günümüzde verilen mücadele, yine aynı mücadeledir.Günümüzün genç siyaset yöneticileri, güçlerini laiklik yanlısı kesimdenalırken, ulusal egemenlik kavramının önemini, artık askeri bir müda-8. Alexandre Jevakhoff, a.g.e., s. 463, Oktay Akbal, "Nasıl bir demokrasi?", 26 Haziran1994 günlü Milliyet.316
haleyi öngörerek değil, tam aksine demokratik yollara başvurarak vurgulamaktadırlar.Bu bağlamda Refah Partisi'nin demokratik yöntemle genelseçimleri kazanması durumunda, ordunun müdahale edebileceği kuşkusuüzerinde duran Ruşen Çakır'ın görüşünü, yabancı ülkelerden gelebilecekbir saldırı veya terörizmin şiddetlenmesi durumları dışında, gerçekçi birtemele oturtamıyoruz 9 . Başbakan Çiller, 22 Temmuz 1994 tarihinde LeFigaro gazetesine verdiği bir demeçte, askeri darbeye ilişkin görüşünüaçıkça belirtmektedir: "Hayır. Askeri darbenin yapılabileceğine inanmıyorum,çünkü demokratik güçler hiçbir zaman Türkiye'de böylesinegüçlü olmamışlardı. Ordu, demokratik yöntemler sonucunda belirlenenbir seçeneği engellemek için müdahale etmeyecektir (...) Bizim bu siyasigelişme aşamasına ulaştığımıza inanıyorum. Ordu, demokrasi yolunu önlemekgibi bir düşünce içinde değildir" 10 .Bu görüş doğrultusunda hareket edersek, Michel Bozdemir'in "1950yılından bu yana, Türkiye'de sivil toplumun seçkin yöneticileri devlet yönetiminegetirildikleri her dönemde, siyasi düzenin parlamento kurallarıçerçevesinde gelişmesini istikrar içinde sağlamayı başaramamışlardır"görüşünü 11 ters yüz ederek, sivil Türk toplumunda ilk kez tam bir siyasiolgunluktan söz edebiliriz. Nitekim siyasi yöneticiler, devrimlerin sorumluluğunuyüklenip bunları uygulayamadıkları için üç kez askeri müdahaleile karşılaşmışlardır. Atatürkçülerin, bir daha böylesine büyük bir tepkigöstermeleri için, ancak şeriat düzeninin yeniden kurulması gibi çok ciddibir tehlikenin söz konusu olması gerekecektir. Bundan böyle 75 yıllıkAtatürkçü dönemi miras alan Türk gençliğinin vereceği mücadelenin,artık "Halkın çoğunluğuna karşın halk için" düşüncesiyle değil, "Halkınçoğunluğu ile birlikte halk için" ilkesiyle sürdürülmesi beklenmelidir.Bu gelişim sürecinde Avrupa'ya da sorumluluk düşmektedir. Atatürkçülerinaydınlanma girişimleri sonucunda Türkiye, 1 Aralık 1964günü Avrupa Topluluğu'na üye olmak üzere ilk başvuruda bulunmuştur(13 Aralık 1995'de Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girmesi onaylanmıştır).Türkiye, 14 Nisan 1987'de Avrupa Ekonomik Topluluğu'na bu keztam üye olmak üzere başvururken, daha sonra ortaya çıkan güçlüklerdenoldukça tedirgin olmuştur. Çünkü Türk halkının bir kesimi, Avrupa seçeneğinekarşı çıkmakta, İslamiyete ve Müslüman ülkelere yönelmeyi yeğlemekteydi.Ozal'ın, 1980'li yıllarda izlediği iktisat siyaseti de aynı amacıgütmekteydi 12 . Refah Partisi, Avrupa seçeneğine karşı çıkma hareketinde9. Ruşen Çakır, a.g.e., s. 130.10. 22 Temmuz 1994 günlü Le Figaro gazetesinde Claude Lorieux ile "Isoler <strong>Ankara</strong>,c'est faire le lit des islamistes" başlığı altında yapılan söyleşi.11. Michel Bozdemir, "Societö çivile versus societe militaire en Turquie" in JacquesThobie et Sungur Kançal, dir. Industrialisation, communication et rapports sociaux,a.g.e., s. 405-406.12. Valerie Morel, La Turquie entre l'Europe et l'Asie, maîtrise d'etudes europennes(Basma Kodmani-Danvish yönetimindeki tez) Marne la Valle <strong>Üniversitesi</strong>, 1993, s.9.317
öncülüğünü sürdürmektedir. Bu partinin yöneticisi Şevket Kazan, AvrupaBirliği'ni, "Papa'nın buyruğu ile sadece Hıristiyan uluslar arasında oluşturulanHıristiyanlar kulübü" olarak yorumlamaktadır 13 .Tansu Çiller ise verdiği bir demeçte, İslamcı eğilimin tehlikesini vurgulamaktadır:"İslamcılar, Batı'nın olumsuz tutumunu ve iktisadi buhranıkullanmaktadırlar. Ben iktisadi durumu düzeltme yükümlülüğünü üstümealıyorum. Ancak Türkler gururlu insanlardır. Avrupa'nın onları sürekliolarak dışlaması sonucunda bir tepki doğacak ve bundan İslamcılar yararlanacaktır.İşte bu aşamada, Batılı dostlarımız etkili olabilirler (...) EğerBatılılar gereğini yapmazlarsa, Avrupa'nın onları sürekli olarak dışlamasısonucunda bir tepki doğacak ve bundan İslamcılar yararlanacaktır. İşte buaşamada, Batılı dostlarımız etkili olabilirler (...) Eğer Batılılar gereğiniyapmazlarsa, Avrupa'nın eşiğinde kurulacak olan İslamcı rejimler barışıtehdit edeceklerdir" 14 . Türkiye'nin dini bir rejime mi yöneleceği, yoksalaik mi kalacağı konusunu, Bernard Lewis şöyle açıklamaktadır: "Her ikiseçenek de olasıdır. Bu alanda Avrupa'nın alacağı karar etkileyici olacaktır.Türkiye Avrupa Birilği'ne girmek için başvuruda bulunmuştur. Sözkonusu başvuruya verilecek olan yanıt önemli sonuçlar doğuracaktır.Türkler, yüzyılı aşkın bir süredir yöneldikleri Avrupa'dan dışlandıklarınıhissettikleri anda, büyük bir olasılıkla düş kırıklığı içinde diğer tarafadoğru yönelebilirler 15 . Başka bir deyişle Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesisonucunda, köktendinci İslamcıların güç kaybına uyrayacakları önesürülebilir. Sonuç olarak Türkiye, aydınlanma mücadelesinde her şeydenönce kendi gücüne güvenlidir.Türkiye, İslamcılardan kaynaklanan tehlikeyi önlemekteki sorumluluğunötesinde, Doğu ve Batı arasındaki ilişkilerin can alıcı unsurları olanHıristiyanlık ve İslamiyet arasında dengeleyici bir rol oynamak durumundadır.SSCB'nin dağılması, Irak'ın bozguna uğraması, iran'ın yalnızlığaterkedilmesi, Türkiye'yi bölgedeki tek güç ve istikrarın temeli haline getirmektedir16 . Bu bağlamda Türkiye Karadeniz ülkeleriyle birlikte "KaradenizEkonomik İşbirliği Örgütü"nü kurmuştur 17 . Müslüman, Hıristiyanve Museviler arasında gerginliğin arttığı bir dönemde, Müslüman dünyasınıngerçek anlamda tek laik ülkesi Türkiye, büyük dinler arasında yatıştırıcı,ılımlı bir ortamın yaratılmasında etkili olabilir. Çünkü TürkiyeMüslüman dünyasına laik bir demokrasi örneği sunarken, izlediği gerçekçidış siyaset yanında, Atatürkçülük, İslamiyet ve çağdaş dünya arasında13. Alain Louyot, a.g.e., s. 107.14. 22 Temmuz 1994 günlü "Le Figaro" gazetesi.15. 6 Kasım 1993 günlü "Le Monde" gazetesinde Profesör Bernard LEWIS ile yapılansöyleşi.16. Dominique Lagarde, "La Turquie entre reve d'Orient et reve d'Occident", in Arabiesaylık yayın, 1994 yaz sayısı, s. 16-17.17. Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne üye olan ülkeler: Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan,Romanya, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan.318
en etkin uzlaşma yöntemini yaratmıştır. Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nekatılmak üzere başvurmasının en haklı nedenini çağdaş dünya ile bütünleşmeiradesi oluşturmaktadır. Avrupa, bu aşamada Türkiye'nin etkin konumundanyararlanacak ya da bu ülkeyi, "yeni kimlik arayışı"na doğruyönlendirecektir 18 . Avrupa Birliği'ne tam üye olarak katılması, Avrupa'nınDoğu'daki görüntüsüne olumlu bir değişiklik kazandıracağı gibi,iki ayrı kültür dünyası arasındaki çatışma unsurunu yatıştırıcı nitelikteolacaktır. Bunun ötesinde Batı modeli Müslüman ülkelerde yeniden değerkazanmaya başlayacaktır.Müslüman Ülkeler ve Atatürkçü DevrimlerAtatürkçü devrimler, Müslüman ülkelerin geleceği üzerinde de gerçektenönemli rol oynayacaktır. Nitekim Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanülkelerde "ümmet" yerine "ulus" kavramını getirmiştir. Atatürkçülük,teokratik ve yarı-teokratik rejimlerin tam aksine, halk egemenliğinedayanmıştır. Bu açıdan Atatürkçülük, halkın dini inançlarının sömürülmesineson vererek, demokrasiye geçiş sürecinin en etkin siyasi yönteminioluşturmuştur. Demokrasi halkların dini inançları doğrultusundabaşkaldırmaya eğilim göstermedikleri Müslüman ülkelerde, teokratikrejimlerin yıkılması, Atatürkçü siyasi yöntemle gerçekleştirilebilecektir.Halk egemenliğini gerçekleştirme mücadelesi veren aydınlar ve subaylar,aradıkları siyasi yöntemi başından beri Atatürkçülükte bulmuşlardır.Bu siyasi yöntem, Müslüman ülkelerde Atatürkçülük adını taşımasada, demokrasi ve laiklik kavramlarının yerleştirilmesinde başarı kazanmaolasılığı, Batı ülkelerinin etkisinden çok daha fazladır. Örneğin Cezayir,Batı'ya en yakın ve Batı modelinden doğrudan etkilenmiş bir ülke olarak,hiçbir zaman Türkiye'nin demokratik ve laik koşulları düzeyine ulaşamamıştır.Fransa 1962'den bu yana sürdürdüğü etkinliğe karşın, Cezayir'insiyasetine yön verememiştir. Bu nedenle Cezayir'de demokrasi sürecinin,ancak aydınlarla birlikte subayların bir kısmının, Atatürkçülüğün, "halkınçoğunluğuna karşı, halk için" yönetimini vurgulayarak gerçekleşebileceğikanısındayız.Atatürkçülük, İslamiyetin yeniden doğuşunu sağlamıştır. 1920'li yıllarınbaşında, Türklerin İslamiyet görüşü yarı-teokratik bir düzen kalıbıiçinde dondurulmuştu. Şeriat kuralları ile dini eğitimin ağırlığı yanında,tarikatlar, tekkeler, bâtıl itikatlar varlıklarını sürdürüyorlardı.Atatürkçülük, tarikat ve tekkelere son vererek Kuran'ın Türkçeyeçevrilmiş olması, halkın İslamiyetin temeli olan bir kaynağa ulaşmasını18. Donıinique Lagarde, a.g.e., s. 20.319
sağlamıştır. Bu bağlamda dini yönetimlerin geliştirilmesi ve camilerin yenilenmesi,dinin halk içinde benimsenmesi ve halka mal olması süreciniyoğunlaştırmıştır.Nitekim dini alanda Atatürk, insan onuruna saygı ile birlikte akıl vepozitivist değerlere ağırlık veren öz bir İslam anlayışını savunuyordu. Bukonuda düşüncesini şöyle açıklamaktaydı: "Bir dinin doğal olması içinakla, tekniğe, bilime ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimizbütün bu niteliklere uygundur" 19 . İslamiyetin gerçek değerini tekrar kazanmasıiçin, yeniden manevi yerini bulması, dolayısıyla din adamlarınınsiyasi alandan çekilmesi, tarikatların, şeyh, emir, derviş gibi dini unvanlarınkaldırılması gerekmekteydi. Geleneklerin aşılması ve dünya işleriylemanevi yaşamın ayrılması hareketi, İbni Badis gibi bazı yenilikçi Müslümanlarınarzularıyla da uzlaşmaktaydı. Atatürkçülük, özellikle gelenekselOsmanlı hoşgörüsünü daha anlamlı bir biçimde kullanarak, Türk Müslümanlarınyaşamında ilk kez dinin zorlayıcı niteliğini bireysel bilinç özgürlüğünedönüştürmüştür. Köktendincilerin ortaya sürdükleri savın tamtersine, bu özgürlük İslamiyetten kopma hareketini oluşturmamış, Türkiye'ninnüfusunun yüzde 96'sı Müslüman kalmıştır. Bilinç özgürlüğü veAtatürkçülük ile getirilen ılımlı uygulama sonucunda daha çekici bir niteliğebürünen Türk İslam anlayışı, Müslüman dünyasında da uygun birörnek oluşturmuştur.Atatürkçüler, şeriat düzeni altında yaşayan diğer Müslümanlardanfarklı olarak, özgür Müslümanlardır. Halk egemenliği ilkesi, herhangibir kişiye veya gruba dini ve siyasi ayrıcalığın tanınmasına karşıgeldiği için, İslamiyetin doğuşundaki halkçı niteliği yeniden ortayakoymaktadır. Atatürkçülük her ne kadar köktendincilerin değişmezsaldırı hedefi olarak sayılmışsa da, Müslümanların demokrasiye ulaşmalarıve aydınlanmalarının en etkin örneğini oluşturmaktan geri kalmamıştır.Anadolu İhtilâli, kitlelerin Anadolu'da ölüm-kalım mücadelesi olarakgerçekleşmişti. Daha sonra Atatürkçü devrimler, öncelikle kentlerdebüyük bir hızla uygulanırken, birçok etnik grupla birlikte dini değerlerineyüzyıllarca bağlı kalarak İmparatorluk içinde yaşamaya alışmış olan kırsalkesimlerin, devlet-ulus ile laiklik kavramlarını benimsemeleri öylesinekolay olmamıştır. Bu nedenledir ki Türkiye için köktendincilere ve tutucularakarşı sürdürülen "bitmeyen mücadele", yaşamsal değerini hâlâkorumaktadır.Demokrasi ile laiklik savaşı, aynı amaçla verilen mücadeledir. Teokratikdüzene son vererek, onun yerine "halk egemenliği" adıyla demokra-19. Akil Aksan, Citations de Mustafa Kemal Atatürk, Kültür Bakanlığı, <strong>Ankara</strong>, 1982, s.54.320
siyi yerleştiren, laiklik ilkesidir. Genç Atatürkçüler bu mücadeleyi sonunakadar sürdürmekte kararlıdırlar. Avrupa'nın yardımı olsun veya olmasın,Türkiye amacına ulaştığı zaman, Atatürkçülüğün Müslümandünyası üzerindeki etkileri artacaktır. Tarih, yakın bir zamanda, Müslümandünyasında laikliğin gerçekleşmesine, sonuçta başka isimler altındada olsa, özde Atatürkçü demokrasilerin kurulmasına tanık olacaktır.Tarihi açıdan Atatürkçülüğün, güvenilir ve sürekli bir siyasi deneyimolduğu bir gerçektir. Nitekim Atatürkçü rejimin, Birinci Dünya Savaşı'ndansonra devrimci bir hareket olarak uygulanan komünizmle karşılaştırıldığında,çok daha olumlu gelişmeler kaydettiği gözlenmektedir.Otoriter devlet düzenlerindeki benzerliklere ve yeni bir halk kimliği yaratmakyolundaki benzer iradelerine karşın Atatürkçülük ve komünizmçok farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Türkiye kaydettiği ekonomik gelişmeile farklılık yaratmış, OECD, NATO, AB ve Avrupa Konseyi gibi uluslararasıkuruluşlara doğru yönelmiştir. Ayrıca Türkiye, komünist rejimlerindemokrasiye geçiş döneminde karşılaştıkları dağılma olgusunu yaşamaksızın,bazı sorunlara karşın demokrasiye geçiş sürecini başarıyla gerçekleştirmiştir.Profesör Maurice Duverger'e göre Atatürkçülük yolu, demokratikgeleneklerden yoksun ve gelişmekte olan ülkelerin,demokrasiye geçiş süresini hazırlayan en gerçekçi örnektir 20 . Duverger,Atatürkçülüğü, Jacobinci ve Marksist-Leninist modellerden ayırmakta,"devrimci diktatörlüğün" üçüncü özgün örneği olarak ortaya koymaktadır.Gelişmekte olan ülkelerde halk kitlelerinin siyasi eğitim sorunu, demokratikkoşulların olduğu gibi benimsenmesini zorlaştırmaktadır. Bubağlamda Müslüman dünyasıyla kıyaslandığı zaman, güncel değerleriyleetkin bir örnek oluşturan Atatürkçü laikliğin, amaçlanan çağdaş düzeyehenüz ulaşmadığı görülmektedir. Türkiye'de laiklik ve demokrasi yolundaverilen mücadele, bu düzeye ulaşılmasını sağlayacaktır. Her şeye karşınAtatürkçülük, "sürekli bir devrim hareketi" niteliği ile Müslüman ülkelerdeulusal bağımsızlık ve egemenliğin, çağdaşlaşmanın ve laikliğinsağlanması yolunda, her zamankinden daha etkin ve uygun bir yöntemolarak ortaya çıkmaktadır.Atatürkçülük, 52 Müslüman ülkenin geleceğini değiştirebilecek veen azından islamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik arasında bin yıl sürengerginliği yatıştırabilecek en uygun toplumsal ve siyasi aydınlanma hareketinitemsil etmektedir.İslamcı köktendinciliğin özellikle Akdeniz bölgesinde egemen birideoloji olarak yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, Atatürkçü değerlerinmirasçısı Türkiye, Müslüman dünyası ile Batı dünyası arasında karşılıklıanlayışı sağlayabilecek tek ülkedir.20. Prof. Maurice Duverger, Les Partis Politiques, Paris, 1951, s. 308-309.321
THE FUTURE OF KEMALİSM AND DEMOCRACY IN TUR-KEY AND THE MÜSLİM COUNTRİES*The Kemalists have worked to establish a strong and modern countryby surmounting ali obstacles in their path. Despite outside pressures onthe subject of religion, Kemalist nationalism has not deviated from theprincipal of popular independence. At the end of switch in time frameTurkey had got rid itself of ali foreign infiltration of influence vvithin differentregions of the country as it had in the Ottoman times. With effectivepressures on the religious fundamentalist sector the laicism of Kemalismhas been established. Kemalists approximated Western models intechnology and aimed to become contemporary vvith Western countries,but vvithout making compromises such that Turkey's independence vvouldgo unprotected. While observing a very direct and honest foreign policyvvith ali povverful countries and neighbours, especially the USSR, they removedali obstacles to the implementation of reforms vvithin the country,an example being the closure of the opposition party formed in 1924.Whereas the protection of the Kemalist reforms, particularly in thenation's transition to democracy vvas necessary, the Democratic Party'sdemagogic deviations from the Kemalist principles of government havebeen noted. The religious fundamentalists vvere pressuring the governmentto stand against laicism, the basic principle of Kemalism. The government,to be able to ensure economic development, had overlooked itsspending ability and had, in borrovving, fallen into the hands of foreign financialpovvers reminiscent of the fınancial capitulations made during thelast stages of the Ottoman Empire. The firm policy of peace and stabilityin matters of international diplomacy, maintained to ensure the continuityof reforms, vvas transformed to a policy of defense after 1945 vvhen theformation of outside threats vvas perceived. But internal threats to theKemalist principles had not been a cause for concern. The governmenthad in fact taken risks in using events in foreign policy as tools in internalpolicies, as in the 6 September 1955 events in İstanbul vvhich arose inconnection vvith the Cyprus conflict of the same year 1 .* This is the english translation of the previous text vvhich was written by Dr. MenterŞahinler.1. According to the Lausanne Treaty in 1923, Turkey accepted that Great Britain woulddominate Cyprus. During a period vvhen Great Britain accepted the existance of tvvoseparate populaces on the island, Greece vvho desired Cyprus Greeks to have the rightto "determine their own destiny", brought up the problem in U.N. in 1954. WhileTurks and Greeks vvere living on the island, "EOKA" vvhich vvas an illegal organisationaiming for "ENOSIS" vvhich meant annexation of the island to Greece. WhileTurks vvere observing these events vvith anger, demonstrations took place in İzmir,<strong>Ankara</strong> and İstanbul on 6 September 1955 upon the spread of the rumour that a bombvvas placed in the house of Atatürk in Salonica. We evaluate these events as a politicalmethod by the Menderes government to divert the attention of the publicopinion. French Ambassador considers these events as a "demonstration of radicalism".322
Having reopened the path to Islamism the government confırmed itsworries that it could be misled by the religious fundamentalists throughuse of the democratic processes to compromise reforms.The Justice Party replaced the Democratic Party and came to powerwith a Prime Minister vvho represented the rural people, Süleyman Demirel,who observed democratic policies and vvho, much as he tried not torepeat his predecessors' errors of judgement, could not prevent makingconcessions to the religious fundamentalists. The nevv leader of the RepublicanPeople's Party, Bülent Ecevit, did not hesitate to form a coalitiongovernment vvith the religious National Salvation Party of NecmettinErbakan (National Salvation party re-emerged as Welfare Party in 1983),in 1973, and the compromises made to him by Ecevit are comparable tothose made by İnönü in 1947. Later in 1975, Demirel formed a coalitionvvith the National Salvation Party.The military coup d'etat of 12 September 1980 did not altogether developin a line compatible vvith Kemalist laicism. Hovvever, the Kemalistprinciples vvere emphasised at every opportunity, especially in the publicaddresses of Kenan Evren and in nevv school programs, and respect forAtatürk vvas insisted upon 2 despite the possibility of encouraging misinterpretationsof Kemalism by focusing attention on the person of Atatürk.Religious education became mandatory in primary and middle schools 3 .Füsun Üstel interprets this as an effort by the army to insert religion intothe context of its ovvn ideology to make up for the void of true popularsupport for the military government 4 . The attempt to support the regimeby an alliance of religion vvith nationalism suited those vvho defended thisalliance. According to Türker Alkan, Evren frequently expressed vievvs inhis speeches vvhich conflicted vvith Kemalist laicism. On the other hand,under the harsh order of the army many intellectuals vvere arrested vvithoutdue legal process, and the rights of vvorkers to form unions and strikevvere restricted. The participation of some of the politicians in the 1983elections vvas prohibited 5 . The Motherland party, heir of the Justice Partyand supported by Evren, came to povver vvith Turgut Özal, vvho advocatedfurther advances vvithin the Turk-Islam alliance. He follovved theDemocratic Party's liberal economy line. After his success, he venturedto criticise Kemalism as an outdated ideology. His understanding of laicismgave heart to the religious sector. Adopting a strict Müslim personahe had advised "firm adherence to God's leash" 6 , and made a very conspicuousHaj trip to Mecca.2. Xavier Jacob, "les tendances actuelles de l'enseigmement" in Paul Dumont and françoisGeorgeon, La Turquie au Seuil de L'Harmaffan, Paris, 1991, p. 119-120.3. Xavier JACOB, Ibid, p. 23.4. Füsun Üstel, "La Synthese turco-islamique entre traditionalisme et modernisme" inJacques Thobie and Salgur Kançal, Industrialisation, communication et raports sociauxen Turquie et en Mediterranee depuis 1850, Editions Ists Analecta Isisiana,İstanbul, 1993, p. 393.5. Türker Alkan, 12 Eylül ve Demokrasi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, p. 32-33.6. Çağlar Kırçak, Türkiye'de Gericilik 1950-1990, imge, <strong>Ankara</strong>, 1993, p. 373.323
At the 1991 general elections, the Welfare Party won 17 % of thevotes and took 40 seats at the Grand National Assembly. Subsequently,on 27 March 1994, the party won in local elections in istanbul and <strong>Ankara</strong>while the winner of the İzmir local elections for the seat of mayor vvasa former Welfare Party member. At the time, Welfare vvas expected towin 20 % of the votes in the elections estimated to be held in 1996. If thisvvere realised, a tripartite coalition, formed vvith the support of pro-Islamic members of the Motherland Party and the True Path Party, vvasexpected. This vvould be a severe blovv to Kemalist laicism. The religiousfundamentalists had infıltrated the civil service and state institutions. Pro-Kemalist İlhan Selçuk revealed that they vvere especially entrenched inthe Ministry of Education and the Religious Affairs Directorate 7 .It is believed that Turkey vvill solve economic problems such as inflationand unemployment and political problems such as the PKK Kurdishterrorism. But Turkey's gravest problem lay in the ambitions of thereligious fundamentalists to acquire povver under the guise of democracy.In this respect, the President of the Constitutional Court, Yekta GöngörÖzden in an intervievv vvith Günaydın nevvspaper on 13 September 1994commented that the danger created by exploitation of religious sensimentsin Turkey vvas a more serious issue than either terrorism or economicproblems.Those politicians vvho had, betvveen 1945 and 1994, manipulated islamdemagogically tovvard achieving political ends have been identifıedas Menderes, Demirel and Ecevit 8 , Ozal could also be added to this list.In daily life, religious issues stili constitute the strongest platform of thepolitical parties. While the main parties entertain a placatory stance tovvardsWelfare for, perhaps, possible political partnership, pro-Islamicmembers compromise Kemalist principles to appeal to the electorate ofWelfare.To prevent the dangers posed by the religious fundamentalists, Kemalistsmust ünite. The Motherland and True Path Parties must clear theirmembership of fundamentalist elements, and must not refrain from enteringcoalition partnerships vvith the Social-Democratic parties. Hence, asin the case of the True Path Party and the Social Popülist Party, the RepublicanPeople's Party and the Democratic Left Party can cooperate.After the demişe of Turgut Özal in 1993, a movement of YoungTurks emerged on the political scene. Also vvith the resignation of Erdalİnönü from the Social Popülist Party a nevv band of politicians emerged,those vvho strive not to repeat old mistakes and regard the necessity of de-7. Cumhuriyet, 15 and 25 November 1993.8. Alexandre Jevakhoff, loc. cit., p. 463, Oktay Akbal, "Nasıl bir demokrasi", 26 Hazirangünlü Milliyet.324
fending laicism and democracy. The leaders of the main parties, MesutYılmaz of Motherland, Tansu Çiller of True Path, Murat Karayalçın ofthe Social Popülist Party and Deniz Baykal of the Republican People'sParty are examples of these politicians. In this respect, the appointment ofMümtaz Soysal, one of the authors of the 1961 Constitution and the proponentof Kemalist foreign policy, as the Minister of Foreign Affairs inAugust 1994 can be regarded as a proper step toward advancing the principlesof Kemalism. The confrontation of the nevv Young Turks vvith contemporaryreligious fundamentalism is reminiscent of the Liberation War.The struggle novv as it vvas then is to ensure national unity, and to protectlaicism, republican principles and Kemalist reforms.The young political leaders of today must dravv their povver fromsupporters of laicism and must assert the importance of national sovereignty,not by military means, but by democratic methods. The fears ofRuşen Çakır about a possible military overthrovv of a Welfare governmentis very unlikely unless terrorism increases or another overseas attacktakes place 9 . The vievvs of Tansu Çiller on a future military coupd'etat, as expressed to Le Figaro nevvspaper on 22 July 1994 vvere thatshe didn't believe it possible, as democratic povvers had never beenstronger in Turkey. She furthered that the army vvould not interfere vviththe democratic desicions of the people, as Turkey had indeed reachedsuch a stage of political maturity, and that the army is not intent to impededemocracy 10 .If one accepts this, one can refute the statement by Michel Bozdemirthat "since 1950 the distinguished leaders of the civilian population,vvhenever brought to manage the state, have not been able to manage theprogress of the political order according to the parliamentary codes" 11 .The political leaders have faced overthrovv by military coups three timesbecause they have taken on the responsibility of reforms and have implementedthem. For the Kemalists to allovv such a reaction again, a seriousdanger such as the reintroduction of Sharia vvill have to arise. Therefore,the struggle of the Turkish youth novv should be "vvith the people, for thepeople", rather than the old "against the people, for the people".In this struggle Europe bears responsibility as vvell. As a consequenceof Kemalist principles enacted Turkey made an application formembership to the E.E.C on 1 December 1964. and on 13 December1995 its entry to the Customs Union vvas confırmed. After reapplying formembership to the EU on 14 April 1987. Turkey faced internal conflictsas some Turks expressed preference for economic union vvith the Müslim9. Ruşen Çakır, loc. cit., p. 130.10. Le Figaro 22 July 1994: Claude Lorieux and 'Isoler <strong>Ankara</strong> c'est faire le nid des islamisies'.11. Michel Bozdemir, "Societe çivile versus societe militaire en Turquie", in Thobie etSungur Kancal'dır. Industrialisation, communication et rapports sociaux. loc. cit., p.405-406.325
countries. The economic policy of Özal in the 1980's pursued this aim 12 .The Welfare Party, spearheading this movement allowed its presidentŞevket Kazan, to refer to the E.E.C. as "The Christian Club formedamongst Christian countries according to the will of the Pope" 13 .Tansu Çiller has emphasized the dangers of Islamism in Turkey byreminding the people that "the Islamists are using Europe's negativestance towards Turkey and the economic situation to their political advantage.I take on the responsibility of setting the economy right. Hovvever,Turks are a proud nation and if the E.E.C. continues to reject. Turkey'spublic reaction vvill only develop to be used by the Islamists. At this stageour European friends can be effective (...) If the West doesn't do what isnecessary Islamic regimes at the threshold of Europe vvill threatenpeace" 14 . On vvhether Turkey vvill remain laic or take up a religious regimethe speculations of Bernard Levvis have been that "both choices areviable and the decisions of Europe vvill be effective. Turkey has appliedfor entry to the E.E.C., and the response to this vvill bear significant consequences.If Turks feel rejected by a Europe they have oriented to forseveral centuries, they may shift their allegiances" 15 . In other vvords, inthe event of Turkey's joining the European Union, it could be assumedthat Islamists vvill lose povver. Hence, Turkey must shovv its strength in itsstruggle for advance.Beyond the issue of preventing the dangers posed by the resurgenceof Islamism, Turkey plays a balancing role betvveen islam and Christianityin vital East-West interaction. The collapse of the former Soviet Union,the uncertainty of ties vvith Iraq, and the West's rejection of Iranshovvs Turkey to be the sole povver and basis of peace and stability in thearea 16 . In this respect, Turkey has established the "Black Sea EconomicCo-operation Organisation". At a time vvhen the tensions betvveen Muslims,Jevvs and Christians is mounting, Turkey being the only truly laiccountry among the Müslim countries, can be effective in the maintenanceof conciliatory and vvarm relations betvveen the great religions. Turkeyhas already created a most effective reconciliation betvveen islam. Kemalismand the modern vvorld, vvhile constituting a model of laic democracyfor the Müslim World. The aim of joining the E.E.C. is justified by thenation's desire to be a modern and civilised one. Europe vvill either makeuse of Turkey's stance or vvill push it to seek "a nevv identity" 17 . Turkey's12. Valene Morel, La Turquie entre l'Europe et l'Asie, maitrise d'etudes europennes,Basma. Kodmani-Danvish yönetimindeki tez, Marne la Valle <strong>Üniversitesi</strong>, 1993, p.9.13. Alain Louyot, loc. cit., p. 107.14. Le Figaro 22 July 1994.15. Le Monde 6 November 1993: Professor Bernard Levvis.16. Dominique Lagarde, "La Turquie entre reve d'Orient et reve d'Occident", in AraimesSummer, 1994, p. 16-17.17. Dominique Lagarde, loc. cit., p. 20.326
acceptance by Europe along vvith its positive influence on the Eastern aspectof the continent vvill create a peaceful zone for the skirmish tendenciesof the tvvo cultural worlds. Furthermore, the European model will regainvalue in the Islamic vvorld.The Müslim Countries and Kemalist ReformsThe Kemalist reforms vvill in reality play an important role in the futureof the Müslim countries. The Liberation War set the concept of 'nationhood'against the existence of 'Ümmet' or (religious community atlarge). Kemalism, in contrast to the theocratic or semi-theocratic regimesis based on popular sovereignty. Kemalism has thus ended the politicalexploitation of public desires and has provided an effective model for atransition to democracy. In the Müslim countries vvhere people do not riseup against religious domination, democracy can be established throughKemalist policies.Those Müslim offıcers and intellectuals seeking means to realisepopular sovereignty can find the appropriate political model and methodin Kemalism. The influence of Kemalism in establishing laicism and democracysurpasses that of the West. For example Algeria very close toand under the influence of Europe, has never been able to attain thedemocratic and laic conditions of Turkey. Despite its efforts since 1962,France has not been able to influence the political climate in Algeria, asthe Kemalists's approach "against the people, for the people" could.Kemalism has ensured the rebirth of islam. At the start of the 1920'sTurkey's understanding of islam vvas frozen in a semi-theocratic order.Given the countervveight of the Sharia and religious education, the religiousorders, temples and superstitions vvere comfortably afloat.Kemalism, by bringing an end to the religious organisations, hasmaintained the Quran as the only source of islam. The translation of theQuran has enabled the people to go directly to the source for spiritualguidance. This, together vvith the organisation of religious affairs, and therenovation of the mosques, has brought religion to the level of the people.Thus, Atatürk defended an islam vvhich allovved for the dignity ofthe mind and positive thinking of the individual and explained that "for afaith to be natural it has to be compatible vvith the mind, and the logic ofknovvledge and technology. Our religion harbours ali of this" 18 . For islamto reestablish its true spiritual place, the removal of religious men and in-18. Akil Aksan, Citations de Mustafa Kemal Atatürk Dışişleri Bakanlığı, <strong>Ankara</strong>, 1982,p. 54.327
stitutions from politics and education vvas necessary. The separation ofstate and religion to surmount the backvvard pull of tradition vvas also recommendedby reformist Muslims like Ibn Badis. Kemalism has transformedthe oppressive nature of religion to a matter of personal belief andconsideration through the Ottoman basis of tolerance. This, contrary tothe claims of religious fundamentalits, has not alienated people from islambut has, in fact, helped 96% of the Turkish population to maintaintheir faith in islam. Thus, the Kemalist liberation of islam has providedan attractive model for a true understanding of faith in the Müslimvvorld.Kemalists, as distinct from the Muslims living under the order ofSharia, are free Muslims. The principle of popular sovereignty forbidsany individual or group from claiming religious or political sovereigntyand therefore has allovved islam to return to its popular essence. Thoughcriticised by the religious fundamentalists, Kemalism has indeed been instrumentalin the democratization and intellectual enlightenment of Muslims.The Anatolian Revolution developed as a struggle for survival. TheKemalist reforms had been easier to implement in tovvns and cities buthad not been so easy in rural Anatolia, vvhere people had been steeped inethnic values for many years and vvere incapable of understanding themerging concepts of nation and state, and the secular necessity at thefoundation of such a merger. Thus the fıght against religious fundamentalismmaintains its vital importance today.The struggles for democracy and laicism are made for a commonaim. It is the basic principle of laicism that establishes the democraticcharacter of a society, establishing hence a "people's sovereignty".Young Kemalists are dedicated to this fight, and vvith or vvithout the helpof Europe, vvhen Turkey succeeds in ridding itself of religious intolerancecompletely, it vvill have constituted an exceptional model for aliMuslims in the vvorld. History vvill soon vvitness Kemalist democracy establishedin the Müslim vvorld even if under other banners and terminologies.From a historical point of vievv it is a fact that Kemalism is a soundand enduring political philosophy. In fact the comparison of Kemalism asa revolutionary regime vvith the Soviet order after the World War I provesit to be the more effective and progressive, despite the similarities of theauthoritarian basis of both governments. Turkey has achieved distinctionin its reform efforts in orienting itself to such organisations as O.E.C.D.N.A.T.O., the E.E.C. and the Council of Europe. Turkey has not sufferedpolitical and social collapse in its transition to democracy as did the formercommunist orders; indeed. Kemalism has been desribed by scholars328
like Maurice Duverger as a model for the democratization process 19 . Indeveloping countries, the political education of people endangers thedemocratic process. In this respect, although Kemalist secularism standsas a great accomplishment in the Müslim world as a whole, Kemalismhas not been able to meet the standards of the modern world. The strugglein Turkey to meet this standard constitutes an even more effective modelfor the future of Müslim countries.In conclusion, Kemalism represents the most suitable model of politicaland social development for the future of ali 52 Müslim countries andfor the achievement of a moderation of world tensions betvveen islam,Christianity and Judaism. Thus, at a time vvhen religious fundamentalismis vvaginig a fıght to establish itself in the Mediterranean, Turkey, as theheir to Kemalist principles, stands as the sole country to realise the mutualunderstanding that it is possible to create betvveen the Müslim and theWestern Worlds.19. Prof. Maurice Duverger, Les Partis Politiques, Paris, 1951, p. 308-309.329
1938 SONUNDA PARIS BASıNıNDA ATATÜRK VEESERI ÜZERINE BAZı DÜŞÜNCELER*Jean-Louis BACQUE-GRAMMONT**(Çeviri: Yrd. Doç. Dr. Berrin CEYLAN ATAMAN)***İyi belgelenmiş ve biçimlenmiş, Atatürk'ün' ölümü karşısında SemihVaner'in Paris basınının tutumu üzerinde bugün klasik olan eseri, çokzengin malzemelere değerli bir başlangıç oluşturur. Yazarın kullandığınaek olarak başlık bakımından zengin ve hassas noktalar yakalayan, bölgeselbasını da eklemek yerinde olacaktır. Ayrıca, başkentte yayınlanan haftalıkveya aylık süreli yayınların da yakından incelenmeyi hakettiği kanaatindeyiz.Bu sunuşun çerçevesi bizi bunlardan üçünü seçmeyegötürmektedir. Bir yandan ulusal ve uluslararası dağıtımı çok büyük olanhaftalık bir gazete: l'Illustration. Diğer yandan, önemli kişilerce beğenilenaylık dergi La Revue des Deux Mondes, son olarak ise, o dönem içinyapılmış, öncelikle 'geniş kitlelere' seslenen haftalık resimli haber dergisi,Vu dergisinden söz edeceğiz.Yaklaşık Yüzyıllık bir Kurum: L'IllustrationSon derece saygın bir dergi söz konusu olunca, tanıtımı için birsunuş gerekmektedir. L'Illustration 1843'de kurulmuştur. Resimli basınıilk kullanan Fransız örneği olarak kendisini okuyucularına tanıtmış,ününü ve gelişmesini bu şekilde elde etmiştir. Zaman içinde, röportajlarındürüstlüğü, yazıların kalitesi, litografyalar, fotoğraflar l'Illustration dergi-* Bu çalışma yazarı tarafından yönetilen "Tarih ve Osmanlı tarihinin yardımcı bilimleri"araştırması programı ve Paris'teki Milli Bilimler Merkezi'ne bağlı Araştırma ÜnitesiDerneği no: 390 ile İstanbul'daki Fransız Anadolu AraşUrmalan Enstitüsüişbirliği çerçevesinde oluşturulmuştur. Burada sunulan araştırma, basında Atatürk'ebakış içinde "olduğumuz gibi"nin hazırlanmasında gerçekleştirilen ile eşanlı yürütülmüştür.** Directeur, Centre National, Sucy-en-Brie.*** <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi.1. Semih Vaner, "Bilans du regime rĞpublicain turc dans la presse française â la mortd'Atatürk", Paul Dumont et Jean-Louis Bacque-Grammont ed., La Turquie et laFrance â lepoque d'Atatürk, collection Turcica, I, Paris, 1981, s. 273-295. Aynı olaykarşısında başka ülkelerin basınındaki tutum üzerine benzer çalışmaların sunulmasınınbüyük yarar sağlayacağını bu vesile ile belirtmek isteriz.331
sini gerçek bir kurum haline getirmiştir 2 . 1900 yılında baskısı 50 000'igeçmiş, 1 908'de 100 000'i bulmuş ve birinci dünya savaşı sırasında200 000-300 000 arasında olmuştur. Bizi ilgilendiren 1938 yılı ise142 000 adetle on yılın en düşük baskısının olduğu tarihe karşılık gelmektedir:Bunun 115 000'i abonelik yoluyla satılmıştır. Bununla birlikte1932 yılı için elimizde bulunan veriler bize baskının dörtte birinin, basımdanhemen sonra ihraç edildiğini göstermektedir 3 . Büyük formatta (28x36cm), lüks değilse bile özenli sunumu ve yıllık olarak üç özel sayı ve çeşitliedebi eklerle donanmış olan bu haftalık dergi yabana atılacak gibi değildi.Bununla beraber, son derece belirgin politik angajmanlara karşıyüzyılın başından beri yayın üzerinde güçlü olan, Bashet ailesinden çekindikleriiçin, kamuoyundaki etkisi göreli olarak düşüktü. 1938 dolaylarındaüç düşmanca tutum ortaya çıkmıştır: Allerjiyi andıran bir antisovyetizm,birçok kez ifade edilmiş olan Roma ve Berlin rejimlerinekarşı bir antipati ve Front Populaire hükümetine ve onun bıraktığı tüm işlerekarşı çıkma. Bugünün "sessiz merkeziyetçiliğine" karşılık gelen, döneminkökten sosyalizmi ile yakınlığı olan bazı sütunlar açık olarak görülüyorolsa dahi, bu net bir politika çizgisi belirlemeye yetmemektedir. İkiuç arasında ilan edilmiş mesafe, ılımlı olarak nitelendirilebilecek kamuoyugözünde, yıllar boyu elde edilmiş objektif olma ününü güçlendiriyordu.İçeriğe gelince, sanatsal aktüalite yanında, ulusal olduğu kadar uluslararasıpolitikalara ayırdığı önemli yeri saptamak için, bu derginin ulaşılabilirtüm kolleksiyonlarına bakmak gerekmektedir.Bu saygın haftalık derginin yeni Türkiye'ye atfettiği değeri görebilmekiçin yapmış oldumuz sondajlar bize açıkça derginin, Türkiye'ye, biryakınlık ve sempati duyduğunu gösteriyordu. Bu yakınlık genç bir politiksınıf ve dönemin fransız entellektüelleri tarafından da paylaşılmaktaydı.Ayrıca, genç cumhuriyet tarafından ortaya atılmış idealler ve aynı zamandaonlara ulaşabilmek için duyulan ve yayılmakta olan büyük istek yankılarıuyandırıyordu.2. [HGPF], Histoire generale de la presse française, publiee sous la direction de ClaudeBellanger, Jacques Godechot, Pierre Guiral et Fernand Terrou, III, De 187 â1940, Paris, Presses Universitaires de France, 1972, s.387: L'lllustariton (...)fransızların rakipsiz kalite dergisi olmaya devam ediyordu ve okuyucu kendisini budergiye adeta adamıştı. Uzun bir geçmişi ile bu dergi teknik ilerlemelerin de öncülüğünüyapmıştır. 1933'deki açılışında, Bobigny matbaası Avrupa'nın en moderndonammlanndandı.3. Jean-Noel Marchandiau, L'Illustration, 1843/1944. Vie et mort d'un journal. ParisBibliotheque historique Privat, 1987, s.325-329. 206.855 adet basımdan 12.280'ifransız sömürge ve kolonilerine ve 45.106'sı diğer ülkelere gönderilmiştir. 6 ülkede2000 abonmanı geçmiştir. Belçika (10.306), İsviçre (3.995), ABD (2.996), Hollanda(2.225), İtalya (2.118), Romanya (2.024) ve 7 ülkede de 1000 abonmanı geçmiştir:İspanya (1.971), Polonya (1.788), Portekiz (1.902), Kanada (1.361), Brezilya (1.168),Arjantin (1.178), Mısır (1.157). Türkiye 694 aboneye ulaşıyordu. Almanya (895) veİngiltere (864) ile karşılaştırıldığında oldukça az gözüküyor. Fransız koloni ve sömürgelerindesadece Magrebli olanlar 1000'i geçiyordu (4.172 Cezayir'de, 2.123Fas'ta, 1.272 Tunus'ta), bunlara bir de Çin hindi eklenebilir: Kouang-Tcheou(1.381).332
Neredeyse yüzyıllık olan l'Illustration, kendi yolunda devam ediyordu,haberin ivediliğine göre, gerek resimlerde, gerekse yazılarda kaliteyifeda etmek konusunda çok fazla endişe duyulmuyordu. Bu bakımdan 10Kasım 1938'de Atatürk öldüğünde, 12 Kasım tarihli ve 4993 no.lu haftalıkdergi durumu pek yansıtmıyordu. Hatta 19 Kasım tarihli gazetede bununlailgili en küçük bir haber boşuna aranıyordu. "İstanbul'da Dolmabahçesarayının eski hükümdarlık salonunda Atatürk'ün naaşı etrafındasabahlama'yı gösteren, tam sayfa bir fotoğrafı görmek için 26 Kasım tarihlive 4995 sayılı dergiyi beklemek gerekiyordu (s.405): Fotoğrafın altındakısa bir yazı "19 Kasım'da İstanbul'da ve daha sonra 21'inde <strong>Ankara</strong>'dayapılan görkemli cenaze törenlerine 4 " ayrılmıştı. Resim oldukçaetkileyici biçimde - hiç de aşırı görülmeyen bu sıfatı resmin alt yazısındanalıyoruz- sarayın başdöndürücü ve şatafatlı dekoru ile, yarım dairebiçiminde hazırlanmış altı tane yanan meşale ve bunların ortasındasönmüş yirmi kadar lambadan oluşan oldukça büyük bir Osmanlısokak lambasından oluşan katafalkın sadeliği arasındaki tezatlığın altınıçizmişti 5 .Diğer yandan, 405. sayfadaki resmin altındaki yazıda, cenazeyekatılan Fransız temsilcilerinden önemli bazılarının isimleri ve aynı zamandaAtatürk üzerine bir makale yer almaktadır. Gerçekten de 411 ve412. sayfalarda "Cenevre muhabiri" Noelle Roger'nin "Türkler'in AtasıÜzerine Hatıralar" başlıklı ve çok hüzünlü olmayan bir yazısı bulunmaktadır.Yüzyılın başında yayınlanan, bu yazarın Türkiye ile ilgili ilkeseri olan, En Asie Mineur, La Turquie du Ghazi, oldukça tanınmış bireserdir. Paris'te Doğu Dilleri Kütüphanesinde bulunan bir kopya bize4. Bu altyazının tam metni şöyle: Birkaç sayfa sonra özel muhabirimiz Mme NoelleRoger'nin Kemal Atatürk'ün eserinin kişisel hatıralarından oluşan bir makalesi yeralacaktır. Dolmabahçe sarayında "Türklerin babasının tabutu etrafındaki gecelemeyigösteren son derece etkileyici olan bu fotoğraf elimize geçti. Katafalka konur konmaz,ipekten bir Türk bayrağına sarılı dört general ve iki piyade erinden oluşan şerefbölüğünce beklenen naaş eski kraliyet salonuna konmuştu ve burada, üç gün boyunca,çok büyük bir kalabalık, 19 Kasım da İstanbul'da, sonra da görkemli şekilde 21Kasım 'da <strong>Ankara</strong> 'da yapılan cenaze törenlerinden önce, naaşın önünde saygı yürüyüşüyaptı. Fransız delegasyonunu İçişleri Bakanı Albert Sarrault'nun başkanlığındaGeneral Georges, Labord'un yardımcı Amiral'i Albay Collet ve deniz kuvvetlerindenbir görevli temsil ediyordu. Fransa'ya hareket etmeden önce, M. Albert Sarraultİnönü tarafından kabul edildi. L'îllustration'nun Atatürk ismindeki tremaya gösterdiğisaygıdan, İnönü aynı şekilde yararlanamıyordu. Sadece fransızcanın kullamınadikkat edersek, trema bir sesli harf boşluğudur ve e, i ve u harfleri üzerine konur bukurala uyulursa İnönü yazılır. Dergide bu konuda bazı tereddütler yaşandığı görülmektedir.5. Biraz tartışmalı da olsa, sol sayfa (s.404) törenin havasını kuvvetlendirmeye katkıdabulunmaktadır: şık giyimli olarak, alt üçte bir sayfayı, güven mektubunu sunmaküzere bir saltanat arabasına binmeye hazırlanan İtalya'daki yeni Fransız BüyükelçisiAndre François-Poncet'nin fotoğrafi süslemektedir. Bu diplomatik sahneler kapaksayfasının üçte ikisini kaplayan fotoğraflardı: "Roma'da güven mektubunu sunmaküzere, Fransız Büyükelçiliğinin bulunduğu yere gitmek için Farnese sarayını terkedensaltanat arabalarının kortejini konu alıyor."333
kaynakçaya ilişkin yararlı bilgiler sunmaktadır 6 . Başlık sayfasının arkasınayapıştırılmış 14-15 Nisan [1930] tarihli dergiden kesilmiş ancak başlığıbelirtilmemiş bir yazı bulunmaktadır 7 . Yazarına olduğu kadar, KemalistTürkiye'ye de övgüler yağdıran ve Noelle Roger'nin 8 daha öncekieserler listesinden hemen sonra yer alan bu anonim yazı, yazarın eserlerininbüyük röportaj lardaki kurgu literatürüne geçtiğini göstermektedir 9 .Şunun da altını hemen çizmek gerekir ki, uzmanlıkta sadece bir başlangıçdenemesi yapan Noelle Roger için, tarihçi olarak ünlü olduğukadar politika insanı da olan Gabriel Hanotaux tarafından bir önsöz eldeetmesi az bir şeref sayılmazdı 10 . Sadece bu iki başlık için dahi olsa akademisyenolanlar Noelle Roger'nin sunduğu Türkiye imajına kayıtsız kalamazdı:1928'de gerçekleşen Latin Alfabesinin kabul edilmesi ve eğitimseferberliği için kampanya, Anadolu'ya gerçekleşen ilk seyahat bu hanımaeğitimin genelleştirilmesi ile politik, sosyal, bilimsel ve entellektüelyaşamın tüm alanlarında Avrupa örneğinden beklenebilecekler arasındakimantıki zinciri özel olarak vurgulama fırsatını vermiştir. Böylece GabrielHanotaux, 3. Cumhuriyetçilere yakın fikirleri olanlara coşkulu bir destekvermekten geri kalmıyordu. Ayrıca Danion, Condoret ve Lakanal gibiisimleri de kendisine referans gösteriyordu. Bunun yanında ideallerin barışçıkoşullarda ve "Cumhuriyetin siyah süvari erleri"nin sempatik türkkuzenleri sayesinde gerçekleşmesinde yine Gabriel Hanotaux'un katkılarıvardır.Türk halkı "ölmek istememiş bir halk"tır, işte Türkhalkı gerçekte budur. Bu halkın yaşamak ve ayaktakalmak için gereğini yapacağına nasın inanmayalım?Bu gerekli yenilenmeyi Gazi ve ekibi halkın disiplinine,bir okul öğretmeni edasıyla emanet etti ve (herşeyien basit haliyle söylemek gerekirse) Anadolu Türkiye'sisöz dinliyordu: Anadolu okumayı, düşünmeyi,6. [RAM], Noelle Roger, En Asie Mineure. La Turquie du Ghazi. Preface de GabrielHanotaux, collection Voyageuses de Lettres, Paris, Fasquelle, 1930 [L'exemplaire dela BILO porte la cote AP.VIII.70.] BILO sayısı AP.VII.70 kodunu taşıdı.7. Bir sayfa arasına konulmuş rusça bir gazeteden bir kupür farkediliyor. Üzerinde elyazısıyla Rul'ün, 21 Mayıs 1930 tarihli, 21. sayısından geldiği yazıyor. Bu notta,Noelle Roger'nin kitabının eleştirisi oldukça olumludur.8. Onbir roman başlığından sadece La Route de L'Orient romanı yazarının yeni ilgi alanıylailişkilidir.9. (....) On ya da 15 cilt olan eser ona haklı bir ün kazandırdı.10. 1894'den 1898'e kadar dışişleri bakanı, diplomat Gabriel Hanotaux (1853-1944)Fransız-Rus işbirliğinin temel sorumlularından biriydi. 1897'de Fransız Akademisineseçildi, diğer yandan tarih eserleri ile tanınıyordu ve özellikle de l'Histoire du Cardinalde Richelieu ve L'Historie de la Nation Francaise. Gabriel Hanotaux daha sonradeğinileceği gibi sayısız kere bu dergiye katkıda bulunmuştur. L'Illustration'nun 10Kasım 1938 tarih ve 4994 sayısı (s. 503-505). "Gabriel Hanotaux au prieure d'Orchaise"makalesine ayrılmıştır.334
çalışmayı öğreniyordu. Anadolu, klavuzunun yolundaydı.Hiçbir şey, tutuk tutuk ve heceleyerek latin alfabesinitorunları yanında okuyan bir büyükbabanınbulunduğu sınıf tablosu kadar etkileyici olamazdı. Buyazı artık büyük babayı şaşırtmıyordu, herkes bu sayfayaeğilmiş ve okuyordu, artık fessiz ve peçesiz birhalkın yeni hayatı başlıyordu.(...) Bugün, Doğu'da, imparatorluklar kurmak öğretmeneaittir. Kim kutsal tanrının yollarını deşeleyebilir?Amaca ulaşan kim olursa olsun, şüphesiz bu çabayıgösteren bir ulus, evrenin dikkatini hakketmiştir. Bueski topraklarda, kendi isteğiyle kendini yenileyen birinsanlığın gösterisini bize sunan bu kitabın Fransa'dayayınlanması iyidir".Kitapta önsözü oluşturan, betimlenmiş örneklerden büyük ölçüdeesinlenmiş, halka ve yöneticilerine seslenen bu övücü cesaretlendirmelerKemalist Türkiye ile ilgili o zamanın frankofon edebiyatında bir istisnateşkil etmiyordu. Yapılması gereken bir anket kaydıyla, bize göre, NoelleRoger, son on yılın, sadece türk halkının gelecekteki sorumlulukları üzerindekiısrarının etkili olduğu yazarlardan biri değil, aynı zamanda Atatürk'ünaynı konu üzerindeki söylemlerinin yankılarının çok erken bulduğuküçük sayıdaki topluluk içinde yer almaktadır. Bu konu en karmaşıkama en tanınmış şekliyle şudur: "İki Mustafa Kemal vardır: Biri, benim,ölümlü ve yok olacak; diğeri biz, diye konuşmam gerekir, ulusu yenidenyaratan ve sonsuza kadar yaşayacak olan"İşte Noelle Roger'nin 26 Kasım tarihli l'Illustration dergisindeki makalesibu alıntı ile tamamlanmaktadır.. Dördüncü sütunda dört ayrı konubaşlığı yer almaktadır: İlk ikisi yedi yıl önce "Küçük Asya"da çok genişbir biçimde geliştirilmişti: "Başşehrin yaratılması", "alfabe reformu","Atatürk, çalışma odasında, dilbilimci" ve "Atatürk ve evlatlık kızları".Yazar ve redaktörün yeni Türkiye'nin kurucusu için vermeyi düşündüğü11. RAM, s. 12. Kendince anonim bir sayımcı, yukarıda sözünü etmiş olduğumuz basınkupüründe akademisyenin önsözü hakkında şunları yazıyordu: Bayan NoelleRoger'nin yeni cildini takdim eden Bay Gabriel Hanotaux'dur. Hiç kimse bunu dahafazla bir otorite ile yapamazdı. Uzun zaman, Bay Gabriel Hanotaıvc, Fransa 'nin eskibir politika geleneğini dikkate alarak kendisini Türkiye'nin, eski Türkiye'nin, PierreLoti'nin ve "Desenchanitees"lerin Türkiye'sinin dostu olarak gösterdi. Eski sempatileronun kalbinde ölmemişti. O, bu halkın şaşırtıcı enerjisine şahit olagelen ve tarihtetek olduğu söylenebilecek, kendi ayakları üzerindeki dikilişin keşfini, beklenmedik yenilenmesiniselamlıyordu. Yeni Türkiye, geçirmekte olduğu bu yeni dönemde başındaMustafa Kemal ve İsmet Paşa gibi adamlar bulduğu için inanılmaz bir şansa sahipoldu, bu karşı konulmaz birşeydi. Ama bunun yanında şunu da belirtmek gerekir ki,ulus olarak da bu cesur reformcuların kendisinden istedikleri çabayı taşıyacak güceve yeteneğe sahipti (...).335
içerik okuyucuya bu bir dizi simgesel görüntülerden başka hiç bir şeysunmamaktadır. Ülkenin radikal olarak yüzünü değiştirecek, beklenmedikbir başkentin oluşturulması çerçevesinde, bilgiye 12 ve modern uygarlık seviyesineduyulmamış bir çabayla taşınan bir halk, bilime meraklı devletadamı ve nihayet kadın haklarının koruyucusu: Makaleye herbiri bu yüzleriyansıtan dört fotoğraf eşlik eder: "<strong>Ankara</strong>'nın yeni semti, Yenişehir'deGazi Bulvarı" 411. sayfanın üst yarımını oluşturmaktadır; iç kısımdaise "İlk kadın pilot Sabiha Gökçen Türkiye çevresinde bir seyahat içinmanevi babası Atatürk'ten izin almaktadır", 412. sayfada "Etnografyamüzesi, <strong>Ankara</strong>'da Anıtkabir yapılana kadar Atatürk'ün cenazesinin bekletileceğiyer, sağda önünde <strong>Ankara</strong> şehrine hakim ata binmiş Atatürkheykeli olduğu halkevi" Gazi'nin kişiliğini bilimin ve şehirciliğin gelişmesinebağlıyordu. Nihayet dördüncü fotoğraf 412. sayfanın sol üstündekısa bir süre önce ırkçılık üzerine bir incelemesini okuduğumuz Prof. Pittardile ırk ve dil üzerindeki raporları çalışma odasında inceleyen Atatürk'ügöstermektedir. Solda, manevi kızlarından biri, tarih öğretmeniAfet". Fotoğrafların alındığı kaynağın yokluğu bizi bu fotoğrafların yadergideki arşivlerden ya da Noelle Roger tarafından bize ulaştırılan arşivlerdenelde edildiği varsayımına götürmektedir.Son resmin altındaki yazı, şimdiye kadar gördüğümüz unsurları birbirinebağlamıştır. Şunu belirtmek gerekir ki, Noelle Roger, Helene Dufour'unkaleminin adıydı ve İsviçre Antropoloji etüdlerinin öncülerindenbiri olan Eugene Pittard (1867-1962) ile evliydi, 1916'dan itibaren Cenevre<strong>Üniversitesi</strong>nde Profesör, 1901'de bu şehrin etnografya Müzesini ve1912'de de İsviçre Antropoloji Enstitüsü'nü kurmuştu. 1949'a kadar sürmüşolan hocalığı bazı önemli görevlerle sürmüş: Bilimler Fakültesindedekan (1929-1933), Cenevre <strong>Üniversitesi</strong>nde rektör (1940-1942) 13 gibi.Eugene Pittard'ın araştırmaları, Dordogne'un tarih öncesi araştırmalarındanBalkan yarımadasındaki halka ve oradan da kısakafalı insanların buradanayrılarak Avrupa'ya cilalı taş devrini getirdiğine inanılan, KüçükAsya'yı uyarıyordu. Atatürk ise çok yakın bir İslami geçmiş ile YukarıAsyadaki Turancılık tohumlarından Türkiye Cumhuriyetini belli bir mesafedetutmaya çalışıyordu. Eugene Pittard ile Noelle Roger'nin otomobilile 1928'de Doğu Anadolu'ya çok iyi koşullarda gerçekleşen seyahatleri,12. Noelle Roger'nin makalesinden bir önceki makalenin Becquerel'ler olarak anılan çokitibarlı bir fizikçi ailenin yüzyıllık faaliyetlerine ayrılması bir rastlantıdan ibaret olabilirmi?13. Cenevre <strong>Üniversitesi</strong>nin, Eugene Pittard'ca kurulan Antropoloji ve Ekoloji bölümününşimdilik müdürü Alain Gallay'a Eugene Pittard'ın ölümü üzerine yazılan dört yazınınbasımını borçluyuz ve burada ona bu değerli belge için teşekkürlerimizi sunuyoruz.Üçü Mare R. Sauter'e ait bu yazılar Actes de la Societe helvetique des sciencesnaturelles, 1962, p.231-235; les Archives suisses d'Anthropologie generale, XXVII.1-2, 1962, p. 1-12; les Archives des Sciences editees par la Societe de Physique et aHistoire Naturelle de Geneve, 16/1, 1963, p. 152-157. M. Lobsiger-Dellenbach, leBulletin Annuel du Musee et Institut d'Ethnographie de la Ville de Geneve, 5, 1962,dergilerinde yayınlanmıştır.336
devlet adamı ile antropolog arasındaki birleşme üzerine dayanmıştı vetakip eden yıllarda bu seyahat bazı somut sonuçlar getirecekti.Bir yandan Eugene Pittard, karısının örneğinden hareket ediyor veaynı seyahati 14 yazıyordu, bu bilginin ilgi alanı ve merakları hissedilir biçimdefarklılık gösteriyordu. Her durumda, Mustafa Kemal çok ateşli birpartizandı, tartışmasız bir bilimsel ve ahlaki otoriteye sahipti. Eğer anabilimi,o zamanın koşullarında titizlikle değerlendirirsek aşağıdaki ditirampıbugün okurken biraz titreyebiliriz 15 :Şu sıralar - Yunan buzları çözüldüğünden beri- birtürk mucizesinin olduğu sonucu kaçınılmazdır.Bu mucizeyi tüm ülkenin tartışmasız itaat ettiği istisnaibir adam yaratmıştır.Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet diktatörü, büyükHalk Partisinin Başkanı, Türkiye'nin kaderini elleriarasına almayı, en güzel insani isteklerle bu halkıyeniden yaratmayı ve silahsız çobanlar yardımıylabir ordu yapmayı, bir ülkenin yıkıntılarıyla refahyaratmayı bilmiştir.Diğer yandan, Eugene Pittard ve Atatürk arasındaki, Atatürk'ünyaşamının son aylarına kadar devam eden konuşmalar, sadece TürkTarih Toplumu Dergisinde 16 bir antropolog makalesi olmakla kalmamış,aynı zamanda, Afet înan tarafından Türkiye'de yürütülmüş ve sonuçlarıCenevre <strong>Üniversitesi</strong>nde Doktora tezi olarak sunulmuştur veEugene Pittard başkanlığında bir jüri önünde savunulmuştur. Sonra bueserin son hali isviçre'de 17 yayınlanmış ve Atatürk'ün ölümünden sonra14. [PAM], Eugene Pittard, Â travers l'Asie Mineure. Le visage nouveau de la Turque.(...) Paris, Societe d'Editions Geographiques, Maritimes et coloniales, 1931.15. Op. cit. s.68. Bugün, "ırk" konusunda uzman bir antroplog, cumhuriyetçi de olsa bir"diktatör"ün övgüsünü yaparken, siyaset olarak namuslu olmadığının düşünülmesinirisk edebilir. Oysa, ikinci dünya savaşından önce "diktatör" Romalıların atfettiklerianlam içinde, küçültücü anlamı olmaksızın kullanılıyordu. "Irk" konusuna gelincebu, bazı ünlü kuramcılar dışında, Littre'nin deyimiyle sadece "aynı aileden gelenler"diye kabul ediliyordu. Halk üniversitelerindeki hareketlerde demokrat ve insanseverliğeinanmış olan Eug&ne Pittard, ne totaliter rejimlere ne de "ırk"ları hieraşize edendoktrinlere sempazi duymazdı.16. Eugene Pittard, "Neolitik devirde Küçük Asya ile Avrupa arasında antropolojik münasebetler",Belleten, U/5, 6, 1938, p.19-38, Fransızca version'u ise "Les relations antropologiquesentre l'Asie Mineure et l'Europe â la periode neolithique... Belleten, II/5-62, p.21-39.17. Anadolu, türk "ırk"ının ülkesidir. Cenevre <strong>Üniversitesi</strong>nde sosyoloji doktoru, <strong>Ankara</strong>Dil Tarih'te Prof. Türk Tarih Kurumu Başkanı, Bayan Afet inan tarafından Türkiye'ninnüfusunun antropolojik özelliklen üzerine yapılan araştırma (64 000 kişiye biranketi M. Eugfene Pittard'ın Cenevre <strong>Üniversitesi</strong> Rektörü önsözü ile Cenevre <strong>Üniversitesi</strong>Ekonomik ve Sosyal Fakülte Dergisi Yayını. Cenevre.337
onun anısına iki yazı yayınlanarak merhumun bilime 18 katkıları hatırlatılmıştır.Kısaca, Atatürk'ün eserlerine ve kişiliğine çok aşina olmayann frankofonbir okuyucu, L'Hlustration dergisinin 4995 nolu sayısından şu sonucuçıkartabilirdi. Uluslararası politik hayatından çok değerli (seçkin)bir çehre kaybolmuştur, bu çehre Loti'den intikal eden tüm şark hatıralarındankopuk ve şüphe yok ki dünün sultanlarından çok Jules Ferry'ninfransız okulundaki öğretmenlerine yakındır.***L'Illustration'nun 3 Aralık (4996 nolu) özel sayısı, tamamen sonbaharSalonuna ayrılmıştır. 19-21 Kasım'da olan, Atatürk'ün cenaze töreniyleilgili bir yazı bulmak için 10 Aralık tarihli 4997 sayılı dergiyi beklemekgerekiyordu. Ama, bu gecikme, olaya ayrılan istisna yer ile telafiedilmiştir: Parlayan 19 resimlerle bezenmiş dört sayfalık bir ek, "Yeni Türkiye'ninKurucusunun Duygulu Cenazesi" başlığı altında yayınlanmıştır(s.491-494). On fotoğraf eşlik etmektedir:- "Limana giden cenaze korteji İstanbul Yeni Cami önünden geçerken"s.491, sağ üst köşede çeyrek sayfa (foto: Engelmenn);- "<strong>Ankara</strong>'ya nakledilecek olan cenazenin İstanbul limanlarına gelişi"s.491. Yarım Sayfa aşağıda, (foto: Saboh Juaye)- "İstanbul'daki törenler esnasında halkın üzüntüsü (acısı)"İki fotoğraf, çeyrek sayfa, s.492 (foto: Anadolu Ajansı)- "Kortejin geçişinde yaşlı bir kadın ağlıyor", s.492, sol alt açı (foto:belli değil)18. "Hommages â la memoire d'Atatürk. Atatürk'ün hâtırasını tazim." Belleten, III 10,1939, p.172-182, 183-189; "Un chef d'Etat, animateur de l'antrhropologie et de laprehistoire: Kemal Atatürk", Revue Antropologique, 49, 1939, p.5-16. BuradaPAM'ıns. 309'daki son cümleleriyle birçok açıdan çok sayıda fikre konu oluşturanEugene Pittard'ı terketmeyi öneriyoruz. Bugünün sunduğu tüm vahim sorunlar arasında,tüm dünyada, meditasyon birlikteliği, Türkiye 'nin Batı 'ya eğilmesi, bana göre,her bakımdan en şereflisi olarak gözükmektedir. Türk halkına uzun seneler politikhuzur, ekonomik ilerleme dilemek gerekir. Kendisine verdiği görev o kadar yüksektirki, bütün düşüncesini ve gücünü uygulamaya ihtiyacı vardır. Bu sadece tüm iyi niyetlerinbir araya gelmesiyle gerçekeşir. Türkiye 'nin geleceği Avrupa 'yı bu ülkeye karşıduyarsız bırakmaz.19. L'Illustration'un bu dönemdeki kullanımında, özellikle ön plana çıkarılmış dördersayfalık iki tip özel ek ayırt ediliyordu. Bir yandan helinogravürlü klişe defteri, "kirlibeyaz" kağıt üzerine basılmış, derginin geri kalanından daha az kaygan ve klişelerininceliğine değer katan. Diğer yandan, daha ağır bir kağıt üzerinde, mat yüzeyli ve pütürlüdizgiciliğin güzelliğini ortaya koyar. 4997 no.lu sayı eski konsey başkanı, 3.Cumhuriyetin seçkin simalarından, Josephe Caillaux'nun (1863-1944) "ÖlümsüzFransa için" başlıklı makalesine ayrılmıştır.338
- "<strong>Ankara</strong> sokaklarında cenaze kortejinin geçişi, cenaze kılıçlarla donatılmış,yüzlerce asker tarafından taşınmakta. Fonda ise, silahlar ve fransızdenizcileri s.492 ve 493 üçte bir sayfa (foto: Anadolu Ajansı)- "<strong>Ankara</strong>'da Atatürk'ün naaşının törenli sergisi. Türk ordusunun generallerieski şeflerinin önünden resmi geçit yaptılar", s.493, sağdaki sayfanınüçte ikisi, (foto: Engelmann)- "Cenaze töreninden başkan Atatürk'ün kız kardeşi' s.494, sol üstaçıdan (foto: Ali).- "Cumhurbaşkanı İnönü öncüsünün tabutu önünde saygı duruşunda"s.494 bir öncekinin altında, aynı boyutta, (foto: Trampus)- "<strong>Ankara</strong> etnografya müzesinde Türkiye Cumhuriyetinin kurucusununcenazesinin sergilenmesi", s.494 aşağıda üçte bir sayfa (foto: Tramplus).Bu yoğun resimli baskıda, yazı çeyrekten az yer kaplamaktadır ve ilkbakışta çok dikkate alınmamaktadır. Yazı cenazenin "olgusal" anlatımıdırve diğer birçok kaynaktan bildiklerimiz dışında bize hiçbir şey öğretmemektedir.Yabancı delegasyon şeflerinin adlarının hatırlatılması ve ayrıcarütbelerinin bilinmesi her ülkenin olaya verdiği önemin bir takdiri açısındanyararlıdır. Fransa tarafında, değerli bir kariyere sahip 20 ve o sırada içişleri bakanı 21 olan radikal sosyalist ve 1925-26 arasında Türkiye CumhuriyetindeFransız Büyükelçisi Albert Sarraut'nun seçilmesi çok anlamlıdır.Ayrıca bu yazının sonnunda, İsmet İnönü tarafından, cenaze günündenbir gün sonra Atatürk'ün anısını selamlamak için, millete yöneltilmişbir konuşmanın tercüme edildiği uzun bölüme özel bir önem atfetmek gerekir.Gerçekte, röportajdaki diyalogları bir kenara koyarsak, zamanınfransız basınında bu türden deklarasyonlara bu kadar yer ayrılması sıkçayapılmamıştır. Burada bizi ilgilendiren sağlam bir yapılanmayla farkedilençağ için aklı başında bir ifade ve sonuçta durumlara ve ilgili halkauygun hitabettir 22 .20. Milletvekili, senatör, Çinhindinin 1911'den 1914'e ve 1916'dan 1919'a kadar genelguvernörü, 1933'de ve 1936'da Konsey başkanı ve birçok kez bakan21. Özellikle düşündürücü ve daha sonra üzerinde duracağımız uluslararası politika durumudikkate alındığında, 10 Nisan 1938'den beri Konsey başkanı olan Eduard Daladier'ninkişisel olarak bu vesileyle Türkiye'ye gelmesi kolayca anlaşılıyor.22. Söz konusu metin şöyledir: Atatürk'ün ölümlü cesedi, hayatını hizmete adamış olduğu,sevgili milletinin saygılı kollarında ebedi istirahatine taşınmıştır. Atatürk, tarihininen haksız ve en zalim suçlamasına maruz kaldığımız zaman kendisini göstermiştir;o türk ulusunun suçsuzluğunu ve haklı davasını ilan etmiştir. Onun yüksek sesi ki,başlangıçta önemini farkedememiştik, tüm dünyanın vicdanına hiçbir zayıflık belirtisigöstermeyen bir güçle girmiştir. En büyük zaferleri kazandıktan sonra Atatürk hayatımsadece türk milletine haklarını vermek için geçirmiştir. Ulusumuzun büyüklüğüne,gücüne, erdemlerine, uygarlığa, yatkınlığına ve bunun kendisine getirdiği insanigörevlere sarsılmaz bir inancı vardı. Onun esas uğraşı kötü bir yönetimle ve kötü biranlayışla geride bırakılmış türk toplumunu güçlü ve insanlığın en temiz anla-339
Gerçekte, eğer I'Illustration'nun Atatürk'ün ölümüne ve cenaze törenineverdiği önemi takdir etmek istiyorsak iki noktanın öncelikli olarakdikkate alınması gerekmektedir. Önce, karşılaştırılabilir durumlar ile birkarşılaştırma oluşturulmalı. Oysa bu son on yıllık dönemde son dereceender görülmektedir. Doğal olarak kraliyet cenazelerini ayrı bir kategoriyekoymak gerekmektedir: Monarşik geleneklerin üzerinde olan şatafatlıtörenler 1934'de I. Albert ve 1936'da V. George'un törenleri büyük savaşınittifakçıları dost ulusların simgesel kişiliklerini oluşturmaktadır vebunlar sınırlı katkılarıyla kaydadeğer bir politik eser bırakmamışlardır.Paralel olarak Polonya rönesansının kahramanı Mareşal Pisudski'ye(1867-1935) önce Varşova'da görkemli bir tören, daha sonra da Krakov'dabir tören yapılmıştır. Bu kişi, çok yüksek düzeyde 23 yabancı temsilciçektiyse de, L'Illustration'da bu olay 24 üzerine yazılmış iki makale,üç yıl sonra Atatürk için yazılacak olana göre son derece sönük kalmaktadır.Oysa, söz konusu olan Polonya hepimizin dost ülkesiydi, ama yenidiplomatik gelişmeler, Paris'te kuşkular uyandırıyordu 25 . Diğer yandan,bunun iyi bir nedeni olsa da Almanya'ya açık bir biçimde düşmanca davranışınarağmen ve kızılorduya karşı ortak mücadele birliği tekrar birarayagetirmiş olsa da, Piltsuski'nin Avusturya Macaristan ordusundakieylem başlangıcı ve ne Atatürk'ün hümanist idealleri ne de onun açık biyışla,en mükemmelinden modern bir devlet yapmaktır. .... Onun ölümünün dünyadabulduğu saygıyı insanlığın geleceği için umut verici bir belirti olarak selamlıyorum.Bu sözler türk milleti adına, bizim yasımıza yazılarıyla ve topraklarımızda şövalyeaskerleriyle ve seçkin kişilikleriyle katılanlara karşı, benim minnetimin ifadelerinioluşturmaktadır. Eşsiz kahraman Atatürk, ülke sana minnettardır. Hayatınıadadığın Türk halkıyla birlikte senin önünde eğiliyoruz. Hayatın boyunca, bizi ruhundakiateşle canlandırdın Senin söndürülemez bir meşale gibi yanan aziz hatıran,emin ol, ruhlarımızı daima uyanık tutacaktır" Fransızca açısından düzgün olsa dabazı kullanımlar bu yazının türk yöneticilerce tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır.23. Fransız tarafında o zamanki konsey başkanı Pierre Laval ve büyük savaşın yaşayantek maraşeli Mareşel Petain. Bu kişinin varlığı aynı savaşta şef olan bir kumandanınıncenazesinin söz konusu olmasıyla açıklanmaktadır. Bu savaş Fransa'da ve İngiltere'demareşal olmuş Ferdinad Fosh (1851-1929)'un dirilmiş Polonya'dan üçüncükademesini elde etmesini sağlamıştır. L'Illustration'da yayınlanmış fotoğraflarda,Konsey başkanı ile mareşelin yan yana durmaları, sonra da nazi Almanyasının temsilcisiMareşel Goering'in makamında görünmeleri, garip bir şekilde dikkat çekici görünmektedir.24. 18 Mayıs 1935 tarihli ve 4811 nolu sayı s.75'de helgravurlü görüntüdeki tek sayfanınarkası, "Polonya'nın kurtarıcısının" ölümüne kısa bir yazı ve biri tam sayfa üç fotoğrafayırmaktadır. Aslında Normandiya yolcu gemisinin denize indirilmesine ayrılan 1Haziran tarihli 4813 sayıda, altı resimle, sadece iki sayfa Foch'un cenaze törenlerineayrılmıştır.25. Polonya ve SSCB arasındaki saldırmazlık anlaşması 25 Ocak 1932'de sonuçlandı.Aynı yıl Dışişleri bakanı olarak atanan Albay Beck, kendi tarafında nazi hükümetiylebir yakınlaşma içine girer ve bu 26 Ocak 1934'de "karşılıklı silahsızlanma ahlak anlaşmasınlaile somutlaşır. Fransa ise müttefikinin kırmızı veya kahverengi sirenlerinşarkısına boyun eğmesinden dolayı endişelenmiştir. 12 Mayıs 1935'de Pilsudski öldüğüsırada Laval 1921 anlaşmasının bağlarını kuvvetlendirmek için -özellikle- Varşova'dabulunur. Bu 3 Aralık 1937 anlaşmasıyla yapılacaktır.340
çimde destek bulduğu geniş halk katılımının olmadığı 1926'da kurulandikta rejimi, fransız kamu oyundaki imajınna zarar veriyordu.Diğer yandan, o zamanki aktüaliteyi dikkate almak gerekir. 10Kasım 1938 tarihli I'IHustration dergisi, Münih anlaşmalarından iki aysonra ve uygulamaya konulduğunu izleyen haftalarda yayınlandı. Budurum kapak fotoğrafından başlayarak ağırlığını koyuyordu: "ÇekoslovakCumhuriyeti'nin yeni bakanı Hacha" ve yasa boğulmuş yüzler -karanlık bir fon üzerinde açık lekeler- Avrupa haritasından üç ay sonra silineceğinibildiğimiz Çekoslovakya bugün çok dokunaklı gözüküyordu.Bu meşgul edici aktüalite Atatürk'ün cenaze töreni ile birleşiyordu, 490.sayfadan bir önceki sayfanın başlığı "Şimdiki Çeko-Slovak". Yukarda,geniş olarak sunulmuş bir parçalanma haritası ve her yönden saldıran birvücut 26 . 495 sayfa Türk devletinin başkanının cenaze töreniyle ilgili özeleki izleyen 495. sayfa bir kaçış girişimi sırasında öldürülen, "demirperde"nin şefi "Cornelius Codreanu ile bir söyleşi" başlığını taşımaktadırve bizzat nazilerce can sıkıcı aşırılık olarak nitelenen rumen hareketininkurucusunun sözlerini korkunç bir şaşkınlıkla vermektedir. Sonra 496 ve497. sayfalarda "Ebre'in yeni savaşı" üzerine bir yazıya çarpıcı hava fotoğraflarıeşlik etmektedir, bu fotoğraflar o zaman 28 aydan beri sertliklesüregelen İspanyol iç savaşındaki güçlükleri ve bize Cumhuriyet direnmesininson sıçrayışlarının üç ay sonra sona ereceğini hatırlatıyordu.Daha ileride s.507-510'da, I'Illustration'nun özel muhabiri Robert Chenvier,Führer'in bilinmeyen bir yüzü mimar ve şehirci Adolf Hitler başlıklıröportajı dış politika konusunda hiç bir soruna değinmediği gibi söyleşiyapıldığı kişinin konusunda da güven vermiyor 27 , s.511-512 "Atlantikdeniz filosu" başlığı taşıyan bu iki sayfa, gerçekten bu nedenle azgın denizdeyol alan güçlü fransız gemilerinin güzel resimleriyle okuyucuyu telkinederek bu kötü izlenimleri silmeye çalışıyordu. Silahlanma yarışı,topraklardaki başkaldırmalar, milliyetçilik ve totaliter ideolojiler üzerindekiısrarlar kuşkusuz, 1938 sonundaki dünya yenilikleri hırçınlığı teşvikediyordu ve bu bünyede Atatürk'ün eseri, Avrupa uygarlık değerlerinininancını canlandırabilecek bir şeydi.26. Küçük yağmacılar, büyükler tarafından yenilmiştir, metni okurken birazda rahatsızlıkiçinde, Güney Karpatya'daki Ruthenie'yle ilgili aşırı istekleri gözlemliyoruz: Polonyave Macaristan onları ayıran dar toprak parçasını kaldırmak ve ortak bir sınıroluşturmak istemektedir. Almanya, şimdiye kadar Roma 'da çok olumlu karşılanan buprojeye radikal olarak sıcak bakmaktadır, ama Polonya Berlin 'i kendi fikrini kabulettirmekten vazgeçmemiştir. Bir yıl sonra, tarihinde beşinci kez paylaşılan, Polonya,Çekoslavakya'dan fazla toprağa sahip olamayacaktır. Hiç bir Macarın yaşamadığıRuthenie, Hitler yönetimince 1939 ilkbaharında Budapeşte'deki müşterisine hediyeedilmiştir.27. Berchtesgaden'deki ünlü ikametgahında Hitler, normalde, kendi özel fotoğrafçısınmkindenbaşka objektif görmek istemezdi. Hitler, L'Illustration'un özel muhabiri LouisDeschamps'ın hatırını sayarak onun rahat davranmasına izin verdi. Hitler bu dergininkendisine pek sıcak bakmadığını bilmiyordu. Diğer yandan, onun en tercih ettiği boşzaman uğraşları üzerine yaptığı gösterinin Robert Chenevier'yi etki altında bıraktığınıfarkediyoruz.341
ÖNEMLİ KİŞİLERİN DERGİSİ: LA REVUE DES DEUXMONDES1829'da kurulmuş, edebi, politik ve bilimsel bir aylık dergi, oldukçaciddi görünümlüydü ve kesinlikle resim içermiyordu. Bu dergi, iyi durumda,muhafazakar, seçkin bir okuyucu kitlesine hitap ediyordu. Edebiyateleştirmeni Ferdinand Brunetiere (1893'den 1907'ye) yönetimindeılımlı bir katolikliğe geçen dergi, Büyük savaşın hemen öncesinde eldekiokuyucu kitlesini biraz kaybetmekle birlikte (1914'de 40 000 baskı) 28Rene Doumic (1916-1937) zamanında Action Francaise fikirlerine yakındı.Atatürk'ün ölümünden önceki iki ayda, dergi Rene Pinon'un sancak 29olayı üzerine ve 1928-1933 arasında <strong>Ankara</strong>'da Fransız büyükelçiliğiyapmış ve Türkiye'yi fevkalade tanıyan Charles de Chambrun'un Gazi ileilk karşılaşması üzerine iki makale yayınlar 30 . Noelle Roger Atatürk'ünölümünü izleyen haftalarda, onun anısına saygı olarak geldiğinde 31 Türkiye,hala etkili olan bu sütunlarda üstün bir şekilde vardı.Bu makale, yazarın 1928'de Türkiye seyahati sırasındaki hatıralarıile 1938 ilkbaharı ve yazı esnasında yapmış olduğu seyahatlerindeki izlenimlerininbir karşılaştırmasıydı: <strong>Ankara</strong>'nın görkemli gelişmesi (s.603-608), tarımsal ilerleme (s.616-618), sağlık (s.618-6199) ve kamu eğitimindeki(s.616-623) ilerlemeler gibi... Noelle Roger makalesini, Atatürk'ünülkenin bağımsızlığını, Cumhuriyet ve ülkenin geleceğini emanetettiği gençliğe hitabesinden aldığı geniş alıntılarla sonuçlandırılmaktadır.Önemli olan, 23 sayfalık metnin bize öğrettiğinden çok, bu yazınınönemi, bu değerli dergide işgal ettiği yer ve Atatürk'ün ve etkin ve zenginolan seçkin bir tabaka nezdinde uzun süre ve olumlu bir şekilde yönettiğiKemalist Türkiye'nin imajıydı.ÖNCÜ BİR GAZETECİLİK: VUBu yenilikçi dergi ile az önce değindiğimiz dergi arasındaki zıtlıkbüyüktür. Lucien Vogel adında biri tarafından on yıl önce kurulmuş olan"Vu" dergisi, I'Illustration formatına benzer bir formatta haftalık yayınla-28. HGPF, s.391: [La Revue de deux Mondes] prestijini koruyordu ama akademik katkılarınkalitesine rağmen Rene Doumie'nin yönetiminde formülünü yenilemeyi bilemedive çağdaş düşünce akımlarının dışında İcaldı. 1938 Ocak'ında Andre Chaumeix desDebats, Doumic'in yerini alıyordu fakat o da hala çok olumlu bir girişim olan bu yüzyıllıkdergiyi canlandırmayı başaramıyordu.29. "La Turquie et le sandjak d'Alexandrette", no 37, l er fevrier 1937, p.719-720; "Lesaccords franco-turcs", no 46, l er août 1938, p.713-719.30. "De Stamboul â <strong>Ankara</strong>. Ma premiere entrevue avec Ghazsi Mustapha Kemal", no47, l er octobre 1938, p.762-769. Bu makalenin yayını ile Atatürk'ün sağlık durumundakikötüleşmenin aynı zamana denk gelmesinin tamamen bir rastlantı olup olmadığınıbilmiyoruz.31. "La Turquie de Kemal Atatürk, Anadolu", no 48, novembre-decembre 1938, p.601-623.342
nıyordu ve aynı kalınlıktaydı 32 , fakat bazı önemli farklılıklar vardı: resimönemliydi ve içeriği belirtiyordu; sayfa düzeni genelde şaşırtıcı etkilerihedef almakta, daha sonra Match, Lifew ve benzer haftalık diğer dergilerdegörüleceği gibi, zafer "şok fotoğraflar" 33 sayesinde elde edilecekti. Vuile olaylar hemen, birden sınıra ulaşıyordu. Bu magazin siyasal yaşamdançok, "toplumsal olaylar" starların ve hükümdarların hayatı, sansasyonlarve politik hayatın gizemleri ile ilgileniyordu.557 sayı ve 16 Kasım 1938 sayısında s. 1446-1447'de Atatürk konusunubuluyoruz. Şunu söylemek gerekir ki, bu dönemde, bir makaleninsol sayfadan başlayıp iki sayfaya yayılması çok görülen birşey değildi.Bir mesaj aktarılması için kullanılmış teknikleri anlamaya çalışan birokuyucunun bakış açısından incelenirse, magazin stilinde bir özellik ortayaçıkmaktadır. Göz, hemen ve canlı bir biçimde okumanın başlayacağınoktaya çekilmekte, sol üst köşede, siyah bir dikdörtgen içinde beyazbüyük puntolarla iki satır olarak yazılmış: "Türklerin babası" latin harfleriyle(en romain) "öldü" italik olarak yer almıştır. Takiben, hemen sağdaaltı satırlık üç blok, itinalı olarak hierarşize edilmiş, bir başlık. Önce "tanıdım"küçük harflerle, sonra ikinci bloktan önce ikonografi çizgi şeklinde,Atatürk'ün fraklı herbiri aynı formatta (4,5x5,8 cm) sekizlik bir serifotografi, bir resim alt yazı olmayacak deyimlerle 34 sunulmuş ve solda şutanımlanıyor: "üstünlük, alay, aşağılanma, inanma: Kemal Atatürk savaşsonrasının ilk diktatörü". Bu başlık altında ikinci satırda büyük harflerle:"Mustafa Kemal Paşa" sonra üçüncü blokun dört satırı, kelimelerin ilkharfleri koyu ve diğerleri soluk büyük harflerle: "Başkent Yaptığı Bir KasabadakiDiktatör" yazıyordu. Bir kaç dakika içinde, okuyucu, belki deAtatürk hakkıda çok yüzeysel bir bilgiye sahiptir, onun öldüğünü ve çokbüyük şeyler yaptığını öğrenir ve görüntüler bu kişi ile okuyucu arasındaaşinalık yaratır. Bundan sonra, artık bakış bütüne yönelmektedir, onun ikifarklı yönünü temsil eden iki büyük boy resim vardır, böylece onun hakkındadaha derin bilgiler elde edilebilmektedir. Sol sayfada: "Kemal Atatürk,büyük harekatlarda cumhurbaşkanı sıfatıyla "Türklerin Atasının' yerinikısa bir süre önce almış olan, İsmet İnönü ile (solda) konuşuyor".Gece kıyafetini giymiş olan manşette görülen kişi, arabasında ayakta,kendisi gibi sivil olan inönü'ye ve iki subaya enerjik talimatlar verirmişçesinehükmetmektedir. Şefin otoritesini eyleme döktüğü bu resim, başlığagöre simetrik ve az yer kaplayan sağ üst açıda yer alan ve onu gömlek-32. Her iki durumda da 28 sayfa olan l'Illustration buna gönüllü olarak 40 sayfa kadarilan, reklam ve karikatür ekliyordu.33. HGPF, s. 598: Lucien Vogem 1921'de Jardin des Modes'a geri döndü. 1928'de kurduğuVU ilk büyük fotoğraflı fransız dergisiydi: Modern, helogravurle basılan buderginin başarısı hemen farkedilmedi. 1938'e ait baskı sayısını bulamadık. İki yılönce, sahibi ile arasında geçen bir tartışma Lucien Vogel'i yönetimden uzaklaştırmıştı.Oysa Lucien Vogel diğer yandan, ölümüne kadar l'Humanite gazetesininde redaksiyonşefi olan Paul Vaillant-Couturier'nin (1892-1937) kayın pederi idi.34. Bu fotoğraflardan en azından dördü, Türkiye'de resmi arşivlerde korunmadı ve dahaönce hiç görme fırsatını bulamadık.343
li ve kravatsız olarak tüm sadeliği ile gösteren "Kemal Atatürk halkınayakın bir diktatör oldu" alt yazılı başka bir resimle dengeliydi, onu bu resimdetanınmış bir Türk dansı olan 'zeybek'i yaparken görüyoruz. Alt solaçıda, son bir resim 1447. sayfanın solunda, hemen hemen ortada şöylebir alt yazı ile yer alıyor: "Angora, çobanların kasabası. Bugün <strong>Ankara</strong>,modern başkent, ön planda, Kamu İşleri Bakanlığı". Yeşilin yokluğu iledaha da ağırlaşan bu beton bloklarındaki sertlik ağırlaşsa da buradançıkan fikir, imkansızın başarısıdır. İki sayfanın üçte ikisini işgal eden vebilginin yoğunluğu, kelimeler ve resim bileşiminden dolayı bu kadar etkiliolan ikonografık mesaj burada sona ermektedir.Bu koşullarda ve sayfanın üçte birinin kaplandığı bu yazı sınırlı biröneme sahip ikonografinin sanki sözlü bir anlatımı gibiydi. Bu işin emanetedildiği yazar, kendisi hakkında söylemediği hiç bir şeyi bilmediğimizTitanya tarafından tutulmuştu. Paris-<strong>Ankara</strong> arasını hava yoluyla onsekizgünde yapmayı başaran ve Türkiye başkentinde geçirdiği altıhaftanın unutulmaz hatıralarını koruyan genç gazeteci 1924 sonunda Türkiye'deilk röportajını yapmıştı. Her ne kadar buna benzer çok şey okuduysakda, görkemli bir şantiye, aynı zamanda geçici yapılaşma halindeolan bir başkent, yeni Türkiye'nin bakanlıklarının yer aldığı ve saygınkordiplomatiğin derme çatma koşullarındaki yerleşimi, yarı uykulu kasabaolan <strong>Ankara</strong>'nın 35 son derece diri tanımlamasından zevk alınıyordu.Neşeli bir toplumu bir araya getiren ulus tarafından seçilmiş birinin gazlambası ile aydınlatılmış salaş mekanında resmi olmayan bir akşam sırasındamillet meclisinde Mustafa Kemal'in bürosunda onunla yapılan görüşmelerinhikayesi, insan ve eseri, kişisel zenginliğinden çıkan otoritesibizzat kendi kendine muhalif olması, kısaca başkaları gibi olmayan budiktatörle büyülenen bir Titanya'yı ortaya çıkarıyor.***Bu çalışmanın başında da hatırlattığımız gibi Atatürk'ün ölümü fransızbasınında çoğunluğun saygısını uyandırmıştır. Burada sunduğumuzörnekler aykırılık teşkil etmemektedir. Sütunlarında onlara ayırdıkları veyararlı bir ölçüm aracı olabilecek göreli yer bir yana bırakılırsa, sonuçtaonlar bize Atatürk ve Türkiye hakkında bilgi vermekten çok, tür ve okuyucukitlesi açısından çok farklı fransız süreli yayınlarının haberi ele alışanlayışları hakkında bilgi veriyor. Bu yazıyı, Fransız basın organlarınındaha çok monografiyi 36 konu aldığını görmeyi ve aynı zamanda modernTürkiye tarihinin büyük ve toplumsal tarihinin karşısında eş zamanlı tepkilerleilgili araştırmaların artmasını dilemekten başka nasıl sonuçlandırabiliriz?35. Yine de unutulmuş bir gerçeğin hatırlatılmasın: not etmek gerekir. Bu bir adamlarşehriydi, birkaç köylü haricinde, kadın yoktu, Avrupalılar gelmeyi düşünmemişlerdive Türkler sarayların ve ipek atölyelerinin bulunduğu şehirlerde kalmışlardı.36. L'Illustration veya Petit Parisien'nin konu aldıkları gibi.344
VU. 557, 16.XI.1938, s. 1446.VU. 557, 16.XI.1938, s. 1447.345
VU. 557, 16.XI.1938, s. 1446.VU. 557, 16.XI.1938, s. 1447.346
VU. 557, 16.XI.1938, s. 1446.VU. 557, 16.XI.1938, s. 144.347
350L'ustration, 4997, 10.XII.1938, s. 494.
fL'Illustration, 4997, 10.XII.1938, s. 494.L'lustration, 4997, 10.XII.1938, s. 49.351
352L'lllustration, 4997, 10.X1I.1938, s. 491.
L'Illustration, 4995, 26.XII.1938, s. 412.L'IUustration, 4995, 26.XI.1938, s. 412.353
L'Illustration, 4995, 26.XI.1938, s. 411.L'Illustration, 4995, 26.XI.1938, s. 411.354
L'IUustration, 4997, 10.XII.1938, s. 492-493.L'ustration, 4997, 10.XII.1938, s. 49.356
357
L'lllustration, 4997, 10.XII.1938, s. 492.L'lllustration, 4997, 10.XII.1938, s. 492-493.358
L'Illustration, 4997, 10.XII.1938, s. 494-495.L'llustration, 4997, 10.XII.1938, s. 493.359
360L'lllustration, 4997, 10.XII.1938, s. 494.
L'IMPACT DES INITIATIVES D'ATATÜRK SURLA VIE CULTURELLE EN TURQUIEProf. Dr. Gertrude DURUSOY*C'est pour moi un grand honneur de pouvoir prendre la parole devantcette assemblee dans le contexte des celebrations du 75eme anniversairede la Republique de Turquie. Je tiens â remercier les organisateursde m'avoir donne cette occasion car s'il n'y avait pas eu Atatürk et ses reformes,personnellement, je n'aurais pas eu le courage d'epouser un Turc,de venir m'etablir â vie dans ce pays oü je peux pratiquer ma foi aussibien qu'en France. En tant que femme, et d'origine etrangere, je n'ai passenti la moindre discrimination dans ma carriere academique. Indirectement,je le dois aux initiatives d'Atatürk qui ont pris racine dans la vie republicainedu pays.Beaucoup de nations sont fıeres des figures de proue de leur histoire.La Turquie contemporaine a eu le privilege de germer d'abord dans l'espritde Mustafa Kemal, cet homme exceptionnel et polyvalent qui lui afait prendre, de façon resolue, la voie de l'Occident. D'autres chercheurssont mieux qualifies que moi pour retracer la vie unique de ce leader; cesur quoi je voudrais insister aujourd'hui, c'est de voir quelles sont les initiativesde cet homme d'Etat qui ont, encore de nos jours, un impact indeniablesur la vie culturelle de cette jeune republique qu'est la Turquie.II nous faut, pour ce faire, jeter un tres bref coup d'ceil sur les aspectsculturels de la vie du temps de l'Empire Ottoman. Ayant pour capitaleİstanbul, c'est dans cette ville que battait le cceur administratif, politiqueet culturel de l'empire. Le sultan etait un souverain temporel en memetemps que spirituel puisqu'il etait le calife, l'autorite supreme de l'Islam.La reference â la religion d'Etat avait imprime un caractere propre â lavie publique et aux coutumes du pays. Les evenements culturels d'importance(rejouissances publiques lors de la circoncision du prince heritier oudu mariage d'une princesse imperiale ete...) avaient done toujours lieu âistanbul et l'Anatolie se sentait moins concernee. Le theâtre, au sens Occidentaldu terme, a timidement fait son entree dans l'Empire Ottoman â Is-Universite d'Ege, İzmir.361
tanbul et izmir vers la moitie du XIX£me siecle mais n'a connu son veritableessor que sous la republique. Les formes traditionnelles de spectacles,le Meddah, 1'Ortaoyunu ou le celebre Karagöz etaient prisees du publicaussi bien dans la capitale que dans les villes de province. Elles sonttoutes caracterisees par l'absence de texte. La tradition orale fournit lesujet et c'est l'improvisation des acteurs qui, â chaque fois, donne un caracterenouveau â la representation. Cette derniere pouvait avoir lieu dansle palais du Sultan pour lui et la Cour ou en ville, sur une place publique,pour la masse des spectateurs. Metin And, specialiste du theâtre turc, resumeles caracteristiques des formes traditionnelles de la maniere suivante:l'imitation est de mise, aussi bien imitation d'une action que d'unepersonne; les dialogues sur la scene doivent produire un contraste, de maniereque deux heros se profılent et que l'un ait la possibilite de surpasserl'autre; â cöte des dialogues, des chants et des danses agrementent lespectacle; grâce â l'improvisation l'effet de l'illusion est complet 1 . II enva de meme pour la musique classique. II faut attendre la Republiquepour qu'un large public s'initie â la musique occidentale, si differente dela musique traditionelle turque qui continue toujours â prendre sa placedans la vie culturelle du pays. Nous en reparlerons.Dejâ en 1934 Rene Rinon ecrivait ceci: "L'oeuvre de Mustafa Kemalest une des plus etonnantes tentatives qui aient jamais ete osees pourtransformer un peuple, le rajeunir, le galvaniser et l'organiser" 2 . Or, letemps allait effectivement lui donner raison. Le fait que Mustafa Kemalait choisi la bourgade d'<strong>Ankara</strong> pour en faire la capitale du nouvel Etatrepublicain (loi du 13 octobre 1923) temoigne de son profond desir defaire participer le pays entier â toutes les reformes et activites du nouvelEtat de modele occidental. Rudolf Nadolny, ambassadeur du IllemeReich en Turquie de 1924 â 1932, caracterise, dans un article publie en1936, la personnalite du premier president de la maniere suivante: "Er istnun einmal der Schöpfer der neuen Türkei, der Nationalheld ihrer Freiheitund der spritus rector ihres Aufstiegs. Seine energisch zupackende, dabeimit Weisheit und Überlegung gemischte Initiative ist die anerkannteTriebfeder aller Neuerungen, und diese haben sich bisher bewâhrt" 3 Nadolnyn'est pas le seul â avoir fait ces observations. Avec le recul, ArnoldJ. Toynbee a formüle ainsi la grandeur de l'impact d'Atatürk sur sa nation:"Sa politique ne consistait en rien moins qu'â obtenir la conversiontotale des Turcs au mode de vie occidental. Entre 1920 et 1930 il mit enoeuvre un programme, le plus revolutionnaire peut etre qu'on ait jamaisapplique deliberement et systematiquement dans un pays en un espace detemps aussi court. (...) En Turquie, l'emancipation de la femme, la sepa-1. Cf. Metin And; Geleneksel Türk Tiyatrosu. <strong>Ankara</strong>, 1969. pp. 47-49.2. Rene Pinon: Mustafa Kemal, in: Atatürk-Pensees et Temoignages. <strong>Ankara</strong>, 1981. p.186.3. Rudolf Nadolny: Die Turkische Innenpolitik unter Atatürk, in: Atatürk in deutscherSicht, Köln, 1988, 5 âme edition, p. 19.362
ation de la religion et de l'Etat, le remplacement de l'alphabet arabe parl'alphabet latin, furent decretes entre 1922 et 1928..." 4Edouard Herriot, homme politique français ayant occupe plusieurspostes de ministre - entre autres celui de ministre de l'Education Nationale-,souligne en rentrant de Turquie en 1934, entre autres, la grande transformationsubie dans ce domaine: "L'une des ceuvres les plus remarquablesdu nouveau regime est certainement celle qu'il a realisee pourl'instruction publique. La Republique proclamee le 29 octobre 1923 setrouvait en presence de deux sortes d'ecoles: les medresses - ecoles religieuses- et les etablissements d'Etat. Les medresses furent supprimes parla loi du 3 Mars 1924. Le nouveau regime se proposa de repandre uneculture moderne en meme temps que laîque, democratique et nationale,les cours religieux furent supprimes, l'enseignement secondaire devintgratuit et accessible â tous les merites; les jeunes filles s'instruisaientselon les memes programmes que les jeunes garçons. Le regime republicainavait adopte l'alphabet latin; le Ghazi imposa cette nouvelle reforme,proceda lui-meme â des demonstrations au tableau noir et provoqua unmouvement d'emulation que la loi consacrait. On dut transformer les caracteresd'impression, les signes telegraphiques, les grammaires, les dictionnaires,les enseignes, les inscriptions publiques. On estime que cettesimplification permet aux ecoliers turcs de gagner deux annees dansl'etude de leur langue. De toute evidence, elle facilite les relations de laTurquie avec le reste de 1'Europe; elle lui permettra de jouer un role actifdans la vie et la culture internationales..." 5 II est evident que sur la base detelles transformations, la vie culturelle tout entiere allait prendre un essorimmense que nous allons evoquer par la süite.L'alphabet latin est dans l'esprit d'Atatürk le meilleur moyen d'entreren contact avec le monde Occidental. Comment realiser cette tâche? IIdemande en juin 1928 au ministre de l'Education Nationale de creer unecommission pour l'introduction du nouvel alphabet. Voici comment FalihRıfkı Atay rapporte la maniere dont Atatürk prit la decision: "When Ibrought the alphabet which our Commission had devised to Kemal in istanbul,he asked me what our ideas were about bringing it into use. I toldhim we had discussed tvvo schemes, one involving a fifteen-year changeoverperiod, the other a fi ve year. (.••) He looked at me and said, "Thisvvill either happen in three months or it vvon't happen at ali." 6 Cette energieautoritaire a permis â Mustafa Kemal de mettre en pratique sa visiond'une Turquie moderne dont nous profitons encore de nos jours. Cettemaniere radicale avait un revers, la perte du contact avec les ceuvres du4. Arnold J. Toynbee: Conversion â la vie occidentale. in: Atatürk - Pensees etTemoignages. <strong>Ankara</strong>, 1981. p.229.5. Edouard Herriot çite dans: Paul Dumont: 1919-1924 La emoire du siecle. MustafaKemal inverte la Turquie moderne. Bruxelles, 1983. p.157/158.6. Falih Rıfkı Atay: The Atatürk I knew. Traduit par Geoffrey Lewis. İstanbul. 1981.p.244363
passe, mais les avantages ainsi acquis depassent de loin ce handicap in6-vitable. L'ecole et l'enseignement ne se bornerent pas au primaire et ausecondaire, l'enseignement superieur connut du temps d'Atatürk un essorextraordinaire, meme si au debut ce ne fut qu'â istanbul et <strong>Ankara</strong>. Latoute nouvelle üniversite d'<strong>Ankara</strong> dut ouvrir une Faculte des Lettres, denommeeFaculte des Langues et d'Histoire-Geographie, marquant l'accentdes priorites â donner. D'ailleurs, Atatürk a instaure en dehors del'Universite deux institutions chargees de faire des recherches supplementaires,l'une dans le domaine de l'Histoire et l'autre dans le domainede la langue turque. "Atatürk avait tres bien compris combien il est indispensablepour une societe nationale qu'une langue se developpe en partantde ses propres sources et selon ses propres regles et il