Transform your PDFs into Flipbooks and boost your revenue!
Leverage SEO-optimized Flipbooks, powerful backlinks, and multimedia content to professionally showcase your products and significantly increase your reach.
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ<br />
kasım 2015 | yıl 21 | sayı 245<br />
“Siyasetçiler<br />
korku körükleyip<br />
oy hesabı<br />
yapmak yerine<br />
daha sorumluluk<br />
sahibi bir dil<br />
benimsemeli.”<br />
s. 18<br />
Dönüşümün Tetİkleyİcİsİ:<br />
Azınlık<br />
<strong>Etkİsİ</strong><br />
9 772195 547004 08<br />
İslami Terimler Alman<br />
Kamuoyunda<br />
Nasıl Tanımlanıyor?<br />
s. 26<br />
“Çoğunluk, Kendi Kötü<br />
Resmini Aktaracağı<br />
Kurbanlar Arar.”<br />
s. 36<br />
Yasalarla Desteklenen<br />
Bir Irkçılık:<br />
Myanmar<br />
s. 48
Üniversitelilere<br />
ve 25 yaş altı<br />
gençlere özel<br />
fiyatlar<br />
Çocuklu ailelere<br />
eğitmenler<br />
eşliğinde kreş<br />
hizmetleri<br />
55 yaş üstü<br />
emeklilere<br />
belirli tarihlerde<br />
özel fiyatlar<br />
Almanca ve<br />
Fransızca<br />
rehberlik eşliğinde<br />
müstakil kafile<br />
İslam Toplumu Millî Görüş - Hizmette Öncü Kuruluş<br />
Türkiye Temsilciliği| Hennes Tour<br />
T +90 332 3515055 (Konya)<br />
T +90 212 6355593 (İstanbul)<br />
T +90 312 3113130 (Ankara)<br />
info@hennestour.com<br />
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH<br />
Boschstraße 61-65<br />
D-50171 Kerpen<br />
T +49 2237 9746-0<br />
F +49 2237 9746-19<br />
www.igmgreisen.com<br />
igmgreisen
Selamların<br />
en güzeli ile<br />
Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />
Azınlık denildiğinde genellikle<br />
etnik ya da dinî anlamda içinde<br />
yaşadığı çoğunluk toplumuna<br />
kıyasla daha farklı ve ufak bir<br />
grup gelir akıllara. Oysa hepimiz<br />
her gün farklı bağlam ve ortamlarda “azınlık”<br />
konumuna düşeriz: Karşımızda 50 kişi ortak bir<br />
kanaate sahipken farklı bir fikri savunduğumuzda,<br />
kalabalıkların sesine zıt bir görüş dillendirdiğimizde<br />
ya da herhangi bir yerde öylece sürüp giden<br />
akışı sorguladığımızda… Siyasi anlamda “azınlık”<br />
tanımını bir kenara bıraktığımızda aslında içinde<br />
yaşadığımız çağda azınlık konumuna çok sık<br />
düştüğümüzü görürüz. Bu manada azınlık olmak<br />
ise bazı soruları beraberinde getirir: Çoğunluğun<br />
cezbedici ve ezici gücü karşısında azınlık her zaman<br />
uyum sağlayıp itaat etmeye mi mahkûmdur?<br />
Çoğunluğun tanımlama, yön verme, tayin etme<br />
tekeli karşısında azınlıkların elinde kendi istek ve<br />
pozisyonlarını sürdürebilme konusunda ne tarz<br />
araçlar bulunmaktadır? Bireyin düşünme süreci,<br />
bakış açıları, karar ve davranış biçimleri çoğunluk<br />
karşısında bir değişime maruz kalmak zorunda<br />
mıdır? Azınlık kalabalıkları dönüşüme nasıl ikna<br />
edilebilir? Hangi araç ve üsluplarla mevcut azınlık<br />
konumunun beraberinde getirdiği dezavantajlı<br />
durum bertaraf edilerek ortaya otantik, yeni ve dönüştüren<br />
bir pozisyon konulabilir?<br />
Avrupa’da Müslümanların oldukça dezavantajlı<br />
konumda bulunduğu bir azınlığa mensup oldukları<br />
göz önünde bulundurulduğunda bu soruların<br />
cevaplandırılmasının önemi de gün yüzüne çıkıyor.<br />
Biz de bu sorulardan hareketle bu sayımızda dinî<br />
ya da etnik azınlık vurgusundan bağımsız olarak<br />
azınlıkları sosyal dönüşümün tetikleyicisi olarak<br />
ele aldığımız bir dosya hazırladık. Dosyada “sosyal<br />
etki” denilen fenomenin yönünü ve azınlık ile<br />
çoğunluğun birbirini etkileme potansiyelini sosyal<br />
psikolojik bir açıdan ele aldık. Bu kapsamda Prof.<br />
Dr. Hans Peter-Erb, itaat ile inovasyon arasında<br />
azınlıkların etki potansiyelinin küçümsenmemesi<br />
gerektiğine dikkat çekti. Mevlüt Uyanık, azınlığın<br />
etki potansiyelinin araçlarından biri olan sivil itaatsizliğe<br />
değindi. Filistinli psikanalist Gehad Mazarweh<br />
ile azınlık olmanın kimlik ve insan psikolojisi<br />
üzerindeki etkisini, Avusturya’dan müzisyen<br />
Gernot Galib Stanfel ile ise azınlık içinde azınlık<br />
olmayı konuştuk.<br />
Gündem kategorimizde Maurizio Albahari küresel<br />
mülteci krizini ve Türkiye’nin bu krizdeki rolünü<br />
ele alırken, M.A. Ibrahim Birleşik Krallık’ta<br />
Müslüman kadınlara yönelik artan saldırıları ele<br />
aldı. Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel<br />
Sekreteri Selman Çalışkan ile Almanya’da mülteci<br />
yurtlarına yönelik artan saldırıları ve toplumda<br />
sadece aşırı sağ çevrelerde değil, merkezde de konumlanan<br />
ırkçılık hakkında konuştuk. Mohamed<br />
Saif, 1. Dünya Savaşı’nın ardından “cihat” kavramının<br />
Alman kamuoyunda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini<br />
örneklerle ele alırken Avusturya’da uzun<br />
süre şiddetli tartışmaların odak noktasında bulunan<br />
İslam Yasasıyla ilgili mevcut durumu hukukçu<br />
Ümit Vural ile konuştuk.<br />
Dünya kategorimizde 8 Kasım seçimleri öncesinde<br />
Myanmar’da Rohingyaları oldukça olumsuz<br />
etkileyen ırkçı yasaları Cennet Yılmaz, Yemen’deki<br />
Suud müdahalesini ise Mareike Transfeld ele<br />
aldı.<br />
Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere.<br />
Kalbî selamlarımla,<br />
» Bekir Altaş
İçindekiler<br />
12<br />
GÜNDEM<br />
Mültecilerin Güvenli<br />
Liman Arayışında<br />
Türkiye, AB ve Sivil<br />
Toplum<br />
Bu yazdan sonra artık hiçbir şey<br />
normale dönmeyecek. Önce deniz<br />
yoluyla Yunanistan’a oradan da<br />
Avrupa ülkelerine geçen yarım<br />
milyon insan bir gerçeği ortaya<br />
koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden<br />
ayrı değil, hiçbir zaman da<br />
değildi. Son mülteci krizi sadece<br />
göç ve mülteci politikalarının<br />
değil, aynı zamanda Avrupa’da<br />
yaşamanın ve Avrupa vatandaşı<br />
olmanın da ne anlama geldiğinin<br />
yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini<br />
sağladı.<br />
18<br />
GÜNDEM / SÖYLEŞİ<br />
“Almanya’nın Ciddi Bir<br />
Irkçılık Problemi Var.”<br />
22<br />
GÜNDEM<br />
Özgürlük ve<br />
Ayrımcılık Arasında<br />
Tarafsızlık İlkesi:<br />
Yargıda Başörtüsü<br />
Yasağı<br />
© Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.<br />
GÜNDEM<br />
16<br />
İngiltere’de<br />
Müslüman Kadınlara<br />
Yönelik Saldırılar<br />
Artıyor<br />
Ekim 2015’te Londra Başkent<br />
Polisi’nin yayımladığı istatistiklere<br />
göre geçtiğimiz on iki ay<br />
içerisinde Müslümanlara yönelik<br />
nefret suçlarında yüzde 70’lik bir<br />
artış gözlemlendi. Londra’da bu<br />
yıl temmuz ayına kadar olan on<br />
iki aylık süreçte 816 İslam düşmanlığı<br />
ile ilgili suç kaydedildi;<br />
önceki on iki ay içerisinde ise bu<br />
rakam 478 idi.<br />
26<br />
GÜNDEM<br />
İslami Terimler Alman<br />
Kamuoyunda Nasıl<br />
(Yeniden)<br />
Tanımlanıyorlar?<br />
© Ümit Vural<br />
Kapak Fotoğrafları<br />
30<br />
GÜNDEM / SÖYLEŞİ<br />
Aung San Suu Kyi<br />
©<br />
Flickr.com/Northern Ireland Office<br />
Siyasi Yansımalar,<br />
İtirazlar ve Avusturya<br />
İslam Yasası<br />
İslam Toplumu Millî Görüş<br />
Aylık Haber-Yorum dergisi<br />
Kasım 2015<br />
November 2015<br />
yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 245<br />
Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg.<br />
org | E-Mail: perspektif@igmg.org | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî<br />
Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel<br />
Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan<br />
• Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı |<br />
Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar,<br />
Elif Zehra Kandemir Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Rabia
© Flickr.com/Alexander Junghans<br />
32<br />
DOSYA<br />
Sosyal Dönüşümün<br />
Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />
36<br />
DOSYA / SÖYLEŞİ<br />
“Çoğunluk, Kendi Kötü<br />
Resmini Aktaracağı<br />
Kurbanlar Arar.”<br />
52<br />
DÜNYA<br />
Söylemler ve Karşı<br />
Söylemler: Yemen’de<br />
Suud Müdahalesi<br />
Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel<br />
gelişmelerin gölgesinde kalırken<br />
ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor.<br />
İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve<br />
El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden<br />
kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın<br />
gelmeyeceğinin de bir göstergesi.<br />
© Flickr.com/SnoRkel<br />
38<br />
DOSYA<br />
Azınlığın Etki Potansiyeli<br />
ve Sivil İtaatsizlik<br />
42<br />
DOSYA<br />
56<br />
ÜMMET MOZAĞİ<br />
Sancılı Bir Coğrafya:<br />
Dünya gündemine sık aralıklarla<br />
tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve<br />
işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları<br />
daha derinden bir incelemeyi hak ediyorlar.<br />
Filistin halkı ve bu coğrafyada<br />
cereyan edenler ancak bu tarz derinden<br />
bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek<br />
gibi gözüküyor.<br />
“Hepsi Yanılıyor<br />
Olamaz” Mı?<br />
1SORU/3CEVAP<br />
© Flickr.com/Rajesh_India<br />
44<br />
DOSYA / SÖYLEŞİ<br />
“Mühtedi Olmak, Sizi<br />
Güçlü Olmak Zorunda<br />
Bırakıyor.”<br />
65<br />
Akıl Azınlıkta Mı?<br />
Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa,<br />
azınlık içinde var olur. Akıl popüler<br />
olur diye kimse aklından geçirmesin.<br />
Tutkular ve duygular popüler olabilir;<br />
ama akıl her zaman için birkaç mükemmel<br />
insanın mülkiyetinde olacaktır.”<br />
der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz?<br />
Akıl gerçekten de<br />
azınlıkta mı?<br />
48<br />
DÜNYA<br />
Yasalarla Desteklenen<br />
Bir Irkçılık: Myanmar<br />
Önsöz<br />
İçindekiler, Künye<br />
Okuyucu Mektupları<br />
Basında Öne Çıkanlar<br />
Gündemden Kısa Kısa<br />
Portre<br />
Kitap Tanıtımı<br />
Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: info@perspektif.eu, redaktion@perspektif.eu<br />
Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için,<br />
99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Merheimer Straße 229 • D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die<br />
Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan<br />
Servisi: T +49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: ilan@perspektif.eu | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik<br />
Hizmetleri: Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: abone@perspektif.eu | Jahresabonnement/<br />
Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ<br />
EYLÜL/EKİM 2015 | YIL 21 | SAYI 244<br />
Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti;<br />
daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten ları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakın-<br />
kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hak-<br />
sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki<br />
merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalaba-<br />
yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amda<br />
bulunan camide veya Schwechat nehrinde<br />
lık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan nesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.<br />
yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle<br />
bu alan medyanın da odak noktasında. “Hoş Geldiniz”<br />
Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor<br />
ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin<br />
bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yar-<br />
Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sa-<br />
yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri<br />
korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl tekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,<br />
dım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve is-<br />
sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları<br />
zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili.<br />
Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için seferber ederek daha fazla bağış toplamayı he-<br />
desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını<br />
yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda,<br />
aralarında çocukların da bulunduğu 2 lar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya<br />
defleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadır-<br />
bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma<br />
içinde ve elinden geldiğince onların yanın-<br />
bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da<br />
10 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />
da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu<br />
mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri<br />
tarafından “Burada yeterince eşya var!<br />
Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!”<br />
denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki<br />
Selimiye Camii ramazan ayı boyunca<br />
her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden<br />
fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı.<br />
Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı<br />
ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce<br />
insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin<br />
sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.<br />
Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum<br />
bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece<br />
olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz<br />
tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa<br />
sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin<br />
geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin<br />
burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya<br />
mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden<br />
kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda<br />
dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki<br />
bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri<br />
tarafından işten çıkarılanlar bile var.<br />
Benim Küçük Katkım<br />
Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki<br />
mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin<br />
buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini<br />
göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde<br />
desteklemek adına internette bir bağış kampanyası<br />
başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim<br />
için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya<br />
mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım<br />
ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar<br />
çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki<br />
huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım<br />
etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz”<br />
çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı<br />
ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz”<br />
paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki<br />
kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük<br />
bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle<br />
beraber Traiskirchen’e doğru hareket<br />
ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.<br />
Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülteci<br />
kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir<br />
zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de<br />
yaşayan kayınvalidem acaba ne<br />
düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını<br />
geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti?<br />
Bu mekân, bende birçok farklı soru ve<br />
düşüncenin de önünü açtı.<br />
Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden<br />
biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2<br />
binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde<br />
erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.<br />
Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,<br />
burada bu saatten itibaren akşam yemeği için<br />
mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu<br />
insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.<br />
Park yeri ararken mülteci kampının yanından<br />
geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir<br />
şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak<br />
son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok<br />
dokunmuştu.<br />
Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki<br />
yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş<br />
ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla<br />
temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan<br />
iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü<br />
geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece<br />
küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek<br />
yıpratıcıydı.<br />
Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni<br />
ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam<br />
bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki<br />
yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi<br />
ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına<br />
ne geldiğini bilmiyorlar.<br />
Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya<br />
da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile<br />
kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı,<br />
yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye<br />
gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir<br />
muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün<br />
sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun<br />
merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını<br />
kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki<br />
acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.<br />
* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda<br />
Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır.<br />
EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />
11<br />
44 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />
Avustralya asıllı sağlık gönüllüsü Profesör Annie Sparrow uzun yıllar Avustralya ve Londra’da çocuk<br />
sağlığı alanında çalıştıktan sonra 2000’li yılların başında mültecilerle çalışmaya karar verdi.<br />
Bugüne kadar Afganistan, Haiti, Somali, Kenya ve Sudan gibi pek çok kriz bölgesinde görev yapan<br />
Sparrow 2014’ten bu yana Suriyeli mültecilere yönelik çalışmalar yürütüyor. Hâlâ New York Icahn<br />
Mount Sinai Tıp Okulunun küresel sağlık departmanında profesörlük görevini yürütmekte olan<br />
Sparrow ile Suriye’de sağlık alanındaki mevcut durumu ve tecrübelerini konuştuk.<br />
Çatışma bölgelerinde sağlık aktivisti olarak rındırdıkları takdirde başlarına nelerin geleceğini<br />
göstermek amacıyla yürüttüğü kapsamlı<br />
çalışmaya karar vermenize ne sebep oldu?<br />
Kariyerimin ilk on yılında Londra ve Perth’te bir strateji. Bariz bir şekilde savaş suçu olan<br />
yoğun bakım çocuk doktoru olarak çalıştım. bu stratejinin muhaliflerin kontrolündeki bölgelerdeki<br />
sağlık yardımı üzerinde de korkunç<br />
Sığınmacıların korkunç şartlarda tutuldukları<br />
Avustralya’daki Woomera ıslahevinde gönüllü etkileri oldu. Esad’ın yüksek hasar kapasiteli<br />
olarak çalışmaya başladığımda kariyerimdeki misket bombalarına maruz kalmamak için birçok<br />
hastane ile tıbbi birim kelimenin tam ma-<br />
yön de değişmeye başladı. Bir yandan hastalıklarını<br />
tedavi edip, bir yandan da sığınmacıların nasıyla yer altına inmeye zorlandı.<br />
hangi şartlarda tutuklu kaldıklarını görmezden Tıbbi bakım savaştan önce Suriye’deki nispeten<br />
daha gelişmiş sağlık şartlarıyla kıyaslan-<br />
gelemezdim. Böylece insanları sadece fiziken<br />
tedavi eden bir doktordan halk sağlığı uzmanlığına<br />
geçiş yaptım. Halk sağlığı alanında ek bir da pek çok insan normal şartlarda tedavi ediledığında<br />
oldukça yetersiz. Bunun sonucu olarak<br />
eğitim aldım ve halkın sağlığının en fazla tehlikede<br />
olduğu savaş ve kitlesel katliam bölgele-<br />
gibi hastalıklardan ölüyor. Aynı zamanda kızabilen<br />
hipertansiyon, kalp ve böbrek hastalıkları<br />
rinde çalışmaya başladım.<br />
mık, çocuk felci, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklar<br />
yayılıyor. Yalnızca bu sene sulardan bulaşan<br />
tifo ve hepatit A gibi on binlerce vaka var.<br />
New York Review of Books’ta yer alan makalenizde<br />
hapsedilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş Bakteri ve mikroplar için uluslararası sınırlar<br />
doktorlar, yerle bir edilmiş hastaneler ve hedef hiçbir anlam ifade etmez, dolayısıyla Türkiye<br />
alınan ambulanslardan bahsediyorsunuz. Suriye’de<br />
sağlık sektörü ne durumda?<br />
tında. Diğer yandan ciddi bir doktor açığı mev-<br />
ve diğer komşu ülkeler de ciddi bir tehlike al-<br />
Cenevre Sözleşmeleri ile uluslararası insan cut. Örnek vermek gerekirse Kasım 2012’den<br />
hakları anlaşmalarının ilk ilkelerinden biri tıbbi<br />
yardım sağlayan kişilerle tesislerin mutlak bin civarı nüfusa hizmet veren yalnızca 50<br />
beri kuşatma altında olan Doğu Guta’da 500<br />
şekilde korunması gerektiğidir; bu tıbbi yardım doktor var. Bu, oradaki pek çok doktorun 1000<br />
savaşçılara sağlanıyor olsa bile! Ne var ki Esad günden daha fazla bir süredir aralıksız mesai<br />
rejimi silahlı muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde<br />
sağlık çalışanları ile sağlık kurumları-<br />
yaptığı anlamına geliyor.<br />
nı kasıtlı olarak hedef aldı. Muhalif bölgelerde Rejimin sağlık çalışanları ve kurumlarına kasıtlı<br />
saldırılarının amacı ne?<br />
sivillere tıbbi yardım verdikleri için doktorlar<br />
kelimenin tam anlamıyla suçlandı, hapsedildi Esad yönetimi savaşı “topyekün harp” hâline<br />
getirmiş durumda. Dünya üzerinde Cenevre<br />
ve öldürüldü. Bu, rejimin muhaliflerin ele geçirdiği<br />
bölgelerde ayrım gözetmeksizin sivilleri<br />
öldürmesi, sivil kuruluşları hedef alması, laşmaları kabul edilmeden önce de bu topye-<br />
Sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları an-<br />
o bölgelerdeki nüfusun azaltılması ve diğer kün harbe rastlanıyordu. Yaralı savaşçılara da<br />
Suriyelilere muhalifleri kendi bölgelerinde ba-<br />
yardım edecekler korkusuyla sağlık çalışanla-<br />
EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />
45<br />
Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti;<br />
daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten ları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakın-<br />
kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hak-<br />
sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki<br />
merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalaba-<br />
yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amda<br />
bulunan camide veya Schwechat nehrinde<br />
lık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan nesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.<br />
yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle<br />
bu alan medyanın da odak noktasında. “Hoş Geldiniz”<br />
Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor<br />
ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin<br />
bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yar-<br />
Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sa-<br />
yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri<br />
korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl tekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,<br />
dım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve is-<br />
sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları<br />
zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili.<br />
Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için seferber ederek daha fazla bağış toplamayı he-<br />
desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını<br />
yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda,<br />
aralarında çocukların da bulunduğu 2 lar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya<br />
defleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadır-<br />
bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma<br />
içinde ve elinden geldiğince onların yanın-<br />
bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da<br />
10 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />
da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir<br />
mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri<br />
tarafından “Burada yeterince eşya var! kirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne<br />
zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Trais-<br />
Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!” düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını<br />
denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki<br />
Selimiye Camii ramazan ayı boyunca decekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve<br />
geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hisse-<br />
her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden<br />
fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıt-<br />
Mülteci kampının bulunduğu sokağa dön-<br />
düşüncenin de önünü açtı.<br />
tı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı meden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2<br />
ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde<br />
erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.<br />
insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin<br />
sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.<br />
burada bu saatten itibaren akşam yemeği için<br />
Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,<br />
Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum<br />
bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.<br />
mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu<br />
olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz<br />
tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhasdan<br />
geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir<br />
Park yeri ararken mülteci kampının yanınsa<br />
sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak<br />
geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin<br />
burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya dokunmuştu.<br />
son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok<br />
mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki<br />
kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda<br />
dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla<br />
yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş<br />
bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan<br />
iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyü-<br />
tarafından işten çıkarılanlar bile var.<br />
şü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece<br />
Benim Küçük Katkım<br />
küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek<br />
yıpratıcıydı.<br />
Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni<br />
ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam<br />
mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin<br />
buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki<br />
göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi<br />
desteklemek adına internette bir bağış kampanyası<br />
başlatıldı. İnternette yer alan resimler bena<br />
ne geldiğini bilmiyorlar.<br />
ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başınim<br />
için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya<br />
mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile<br />
ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar<br />
çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimyı,<br />
yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülke-<br />
kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramadeki<br />
huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım ye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir<br />
etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz”<br />
çağrısına katıldım. Hemen annemi, batün<br />
sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun<br />
muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bübamı<br />
ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz”<br />
paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskir-<br />
merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını<br />
kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük chen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.<br />
bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle<br />
beraber Traiskirchen’e doğru hareket<br />
ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.<br />
* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda<br />
Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte-<br />
almaktadır.<br />
EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />
11<br />
Okuyucu Mektupları<br />
NSU’da Neler<br />
Oluyor?<br />
s. 16<br />
“Müslüman<br />
Gençlerin Olumlu<br />
Katkıları Göz Ardı<br />
Ediliyor.”<br />
s. 38<br />
“Batı bu diktatör<br />
rejimleri<br />
destekleyerek<br />
affedilmez<br />
ahlaki, insani,<br />
siyasi ve tarihî<br />
hatalar işlemektedir.”<br />
s. 22<br />
İthamlar ve<br />
Beklentiler<br />
Arasında:<br />
Avrupa’da<br />
MÜSLÜMAN GENÇ<br />
Olmak<br />
9 772195 547004 08<br />
Suriyeli Mülteciler:<br />
“Keşke Herkes<br />
Onları Benim Gibi<br />
Görebilse…”<br />
s. 44<br />
Perspektif 244/2015<br />
Dosya konusu olarak Avrupa’da Müslüman gençleri<br />
ele aldığınız için teşekkürler. Gerçekten Avrupa’daki<br />
biz ikinci ve üçüncü nesil Müslümanlar toplumsal<br />
hayatta daha aktif olduğumuz için ebeveynlerimize<br />
nazaran başka ve aşılması güç sorunlarla karşılaşıyoruz.<br />
Bu dosyada Müslüman gençlerin okulda, işte<br />
ve kamusal alanda tecrübe ettiği daha somut problemlerden<br />
bahsedileceğini düşünmüştüm, fakat<br />
maalesef dergide bu içeriği bulamadım. Bence artık<br />
dışarıdakiler tarafından nasıl algılandığımıza kafa<br />
yormayı bir kenara bırakıp karşılaştığımız problemlerimizin<br />
çözümüne konsantre olmalıyız.<br />
Nilüfer Yemiş, Utrecht<br />
bölgelerine gidip yardıma en çok<br />
muhtaç olan insanlara ve çocuklara<br />
faydalı olmak istiyorum. Bu<br />
anlamda biz gençlere yaptıkları<br />
güzel işlerle örnek ve motivasyon<br />
teşkil edecek insanların<br />
hikâyelerine sayfalarınızda daha<br />
çok yer ayırabilirseniz çok memnun<br />
olurum.<br />
Safiye Ağır, Ankara<br />
İmha Edilen Dosyalar ve<br />
İstihbaratın Rolü: NSU’da<br />
Neler Oluyor?<br />
Avusturya İçin Bir Utanç<br />
Kaynağı: Traiskirchen<br />
Gündem<br />
Avusturya İçin Bir Utanç<br />
Kaynağı: Traiskirchen<br />
Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki<br />
mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica<br />
politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.<br />
JACQUELINE AREFIE *<br />
Mülteci krizinde sadece Avusturya<br />
değil pek çok Avrupa devleti<br />
sınıfta kaldı. Bilhassa Traiskirchen’deki<br />
görüntüler Avrupalıların<br />
tanımıyla bir üçüncü dünya<br />
ülkesini anımsatıyor. Bu krizin<br />
en az hasarla atlatılmasında ve<br />
mültecilerin yaralarının sarılmasında<br />
sivil toplum olarak bizim<br />
üzerimize düşen çok şey var.<br />
Her şeyi devletten beklemenin<br />
kolaycılıktan başka bir açıklaması<br />
yok. Tabii ki bir vatandaş<br />
Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma<br />
ve değiştirme hakkına sahiptir.<br />
Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun<br />
görüşlerini yansıtmamaktadır.<br />
Bize görüşlerinizi bildirmek için:<br />
Adres Perspektif<br />
Merheimer Strasse 229,<br />
D-50733 Köln<br />
Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47<br />
Fax +49 221 942 240 21<br />
e-posta okuyucu@perspektif.eu<br />
olarak devletten sınırlarımızı<br />
bu insanlara açmasını ve onlara<br />
daha yaşanılır şartlar sunmasını<br />
talep edecek ve bu konuda kamuoyu<br />
oluşturmaya çalışacağız.<br />
Fakat herkesin bu konuda bireysel<br />
olarak yapabileceği bir şeyler<br />
var. Biz Müslümanlar çoğu Müslüman<br />
olan mültecilere yardım<br />
ederken bilinçli veya bilinçsiz<br />
olarak dinî ve kültürel bağlarımızdan<br />
gelen bir saikle hareket<br />
ediyoruz belki ama, beni en çok<br />
etkileyen ve duygulandıran şey<br />
yazar gibi Batılı vatandaşların<br />
gösterdiği yardımlaşma örnekleri.<br />
Allah böyle güzel insanların<br />
sayılarını artırsın.<br />
Ayşe Göktürk, Hamburg<br />
Suriyeli Mülteciler: “Keşke<br />
Herkes Onları Benim Gibi<br />
Görebilse…”<br />
Dünya/Söyleşi<br />
Suriyeli Mülteciler:<br />
“Keşke Herkes Onları<br />
Benim Gibi Görebilse…”<br />
Her yere demokrasi götürme<br />
sevdasındaki Batı’dan maalesef<br />
Suriye söz konusu olunca çok<br />
cılız sesler çıkıyor. Annie Sparrow<br />
gibi örnekler insana moral<br />
veriyor. Ben de inşallah tıp eğitimimi<br />
tamamladıktan sonra kriz<br />
Gündem<br />
Avusturya İçin Bir Utanç<br />
Kaynağı: Traiskirchen<br />
Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki<br />
mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica<br />
politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.<br />
JACQUELINE AREFIE *<br />
Bu Anayasayı Koruma Dairesi<br />
gerçekten ne işe yarar? Kuruluş<br />
amacı nedir? Görev alanı nedir?<br />
Anayasayı mı yoksa aşırı sağcıları<br />
mı koruyor? Eğer bu katiller bir<br />
Alman polisine kurşun sıkmasaydı<br />
devlet acaba bildikleri ama<br />
engel olmadıkları bu cinayet serisini<br />
sessizce izlemeye devam<br />
mı edecekti? Kassel’deki cinayet<br />
mahallinde bir Anayasa Koruma<br />
Dairesi çalışanının bulunup<br />
olayla ilgili şahitlik yapmayı<br />
reddetmesinden beri kesinlikle<br />
ne devlet kurumlarına ne de polisine<br />
güvenim kalmadı. Devlet<br />
artık görmezden geldiği sağcı terörü<br />
ciddiye almalı.<br />
Hasan Acar, Wetzlar<br />
Redaksiyondan Not:<br />
Perspektif’in 244. sayısında yayımlanan<br />
Prof. Dr. Hannes Schammann<br />
söyleşisinin fotoğraflarının<br />
telifi Isa Lange’ye, Annie Sparrow<br />
söyleşisinin fotoğraflarının telifi<br />
ise Benedict Kurzen’e aittir. Geçtiğimiz<br />
sayıda tasarım aşamasında<br />
fotoğrafçıların isimlerinin eklenmemiş<br />
olması sebebiyle hatırlatmayı<br />
borç biliriz.<br />
6<br />
Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Basında Öne Çıkanlar<br />
İngiltere<br />
Anti-extremism drive puts British values at<br />
risk, says police chief *<br />
©<br />
The Guardian | 19.10.2015<br />
*Polis şefi: “Aşırılıkla mücadele İngiliz değerlerini tehlikeye düşürüyor.”<br />
David Cameron ve Theresa May’in ekim ayı içerisinde açıkladıkları aşırılıkla mücadele<br />
stratejisi Müslümanların da aralarında olduğu pek çok çevrenin tepkisini çekiyor.<br />
Manchester Emniyet Müdürü Sir Peter Fahy hükûmetin yeni terörizmle mücadele<br />
stratejisinin çok hassas bir denge gözetilerek uygulanmaması hâlinde Müslümanları<br />
yabancılaştırarak din ve ifade özgürlüğü gibi İngiltere’nin temel değerlerine darbe<br />
vuracağı uyarısında bulundu.<br />
Avusturya<br />
“Gesetzesverstoß”, wenn Asylwerber<br />
ohne Obdach sind *<br />
Danimarka<br />
©<br />
Der Standard | 18.10.2015<br />
*Mültecilerin barınacak yerinin olmaması kanuna aykırı<br />
Avusturya’ya sığınan mülteciler için yeterli sayıda barınak olmaması Traiskirchen’e<br />
ulaşan pek çok mültecinin Almanya’ya geçecek mülteciler için hazırlanan acil durum<br />
barınaklarına yönlendirilmesine neden oluyor. Diakonie Mülteci Hizmetleri Direktörü<br />
Christoph Riedl, Traiskirchen’e ulaşan pek çok mültecinin kalacak yer bulma konusunda<br />
kaderlerine terk edildiğini ve birçoğunun sokaklarda yaşamak zorunda kalıp ancak<br />
gönüllülerin yardımlarıyla ayakta kalabildiğini belirtti. Riedl ayrıca AB ve Avusturya<br />
yasal düzenlemelerine göre mültecilerin hukuki olarak korunma haklarının olduğunu<br />
ve bunun gerektiği gibi sağlanmamasının kanunlara aykırı olduğunun altını çizdi.<br />
Flygtninge dropper islam og får asyl *<br />
©<br />
Berlingske Tidende | 09.10.2015<br />
* İslam’dan çıkan sığınmacılara iltica hakkı veriliyor.<br />
Danimarka’da oturum izni alabilmek için her yıl pek çok Müslüman mültecinin din<br />
değiştirerek Hristiyan olduğu belirtiliyor. Bu yıl görülen 55 oturum davasında oturum<br />
alma hakkı kazanan 42 mülteciden 31’ini daha önce oturum talebi reddedilen fakat<br />
sonra Hristiyanlığa geçen Müslüman mülteciler oluşturuyor. 2013 yılından bu yana<br />
Danimarka’da çoğu Afgan ve İranlı 106 mültecinin din değiştirerek oturum aldığı belirtilirken<br />
Kopenhag Vesterbro’daki Apostel Kilisesi papazı Niels Nymann Eriksen, din<br />
değiştirmek isteyen mültecilerin en az 8 ay gözlemlendikten sonra Hristiyanlığa kabul<br />
edildiklerini ve Hristiyan olarak ülkelerine gönderilmeleri durumunda can güvenliklerinin<br />
olmadığı gerekçesiyle daha kolay oturum izni aldıklarını ifade ediyor.<br />
Almanya<br />
Angegriffene<br />
Spitzenkandidatin<br />
ist außer<br />
Lebensgefahr *<br />
Hollanda<br />
©<br />
Faz | 17.10.2015<br />
* Saldırıya uğrayan başkan adayının hayati tehlikesi<br />
ortadan kalktı<br />
Köln bağımsız belediye başkan adayı<br />
Henriette Reker, Braunsfeld semtinde<br />
seçim çalışmaları yürüttüğü sırada bir<br />
saldırgan tarafından bıçakla yaralandı.<br />
44 yaşında ve aşırı sağcı gruplarla ilişkisi<br />
olduğu belirtilen saldırganın bilinçli<br />
olarak Reker’i hedef aldığı ve siyasi bir<br />
motivasyonla saldırıyı gerçekleştirdiği<br />
sanılıyor. Başarılı bir operasyonla hayati<br />
tehlikeyi atlatan Reker, yerel seçimleri<br />
kazanarak Köln’ün belediye başkanı<br />
oldu. Reker mültecilere verdiği destek<br />
ve göçmenlerin entegrasyonuna yönelik<br />
projeleri ile tanınıyor.<br />
Aanhoudingen na<br />
bestorming noodopvang<br />
Woerden *<br />
©<br />
De Telegraaf | 10.10.2015<br />
* Woerden mülteci barınağına yapılan saldırı ardından<br />
tutuklamalar<br />
Ekim ayında yüzleri maskeli yaklaşık<br />
20 kişilik bir grup Hollanda’nın Woerden<br />
şehrinde çoğu Suriye ve Eritreli<br />
mültecilerin geçici olarak sığındığı<br />
spor salonuna saldırdı. Polisin verdiği<br />
bilgilere göre yaşları 19 ile 35 yaş<br />
arası değişen saldırganlar havai fişek<br />
ve yumurta fırlatarak binaya girmeye<br />
çalıştı. Saldırganların bir kısmı yakalanırken,<br />
söz konusu olayın Hollanda’da<br />
bu anlamda yaşanan ilk büyük saldırı<br />
olduğu belirtiliyor.<br />
Perspektif’i sosyal /perspektifeu<br />
medyada takip edebilirsiniz!<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
7
Gündem<br />
Gündemden kısa kısa<br />
© Flickr.com/dieterzirnig.com<br />
Viyana’daki<br />
Seçimler ve Aşırı<br />
Sağın Yükselişi<br />
Gençler Yabancı<br />
Düşmanlığından<br />
Endişeli<br />
11 Ekim 2015’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da<br />
gerçekleşen eyalet ve belediye seçimleri Avrupa’da<br />
yükselişe geçen aşırı sağın etkisini giderek<br />
artırdığını gösteriyor. Seçimlerde aşırı sağcı Avusturya<br />
Özgürlük Partisi (FPÖ) oyların yüzde 31’ini alarak<br />
her üç kişiden birinin tercih ettiği parti olurken,<br />
Türklerin yoğun olarak yaşadığı iki ilçede de yönetimi<br />
FPÖ kazandı.<br />
Uzmanlar bu sene nisan ve haziran ayları arasında<br />
17.395 iltica başvurusunun yapıldığı ve bu sayının<br />
sene sonuna kadar 80 bini bulabileceği Avusturya’da<br />
FPÖ’nün göçmen karşıtı popülist politikalarının<br />
hükûmetin mülteci politikalarından memnun<br />
olmayanları cezbettiğini belirtiyor.<br />
Aşırı sağın oy oranlarıyla ilgili durum diğer AB<br />
ülkelerinde de farklı değil. Macaristan’ın aşırı sağcı<br />
partisi Jobbik ve Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal<br />
Cephe Partisi (FN) yükselişe devam ederken, Almanya’da<br />
bugün seçim olduğu takdirde yabancı<br />
karşıtı politika ve söylemleriyle tanınan AfD’nin<br />
yüzde 7 civarında oy alacağı tahmin ediliyor.<br />
Shell firması tarafından Almanya’da dört<br />
senede bir yaptırılan ve bu sene 17.’si gerçekleştirilen<br />
gençlik araştırmasının sonuçları yayımlandı.<br />
Almanya çapında 12 ve 25 yaş arası 2.558 genç ile<br />
gerçekleştirilen araştırma gençlerin göçmen akımından<br />
değil yabancı düşmanlığının artmasından<br />
endişe duyduklarını gösteriyor. Almanya’ya<br />
göçmen akımının kısıtlanmasını isteyenlerin oranı<br />
yüzde 58’den yüzde 37’ye gerilerken, yabancı düşmanlığının<br />
artmasından endişelenenlerin oranı bir<br />
önceki araştırmaya göre yüzde 40’dan yüzde 48’e<br />
yükseldi. Araştırma ayrıca gençlerde geleneklere<br />
yöneliş olduğunu belirtirken bunun dinden ziyade<br />
ulusal bir aidiyet duygusundan kaynaklandığı<br />
belirtiliyor. Gençlerdeki dindarlık olgusunun da<br />
mercek altına alındığı araştırmada, dinin yaşamda<br />
önemli yer tuttuğuna inanan Protestan ve Katolik<br />
gençlerin oranında önceki senelere göre önemli bir<br />
düşüş gözlemlenirken, göçmen gençlerin ise dinî<br />
bağlarının daha güçlü olduğu ve Müslüman gençlerin<br />
yüzde 76’sının, Ortodoks Hristiyan gençlerin<br />
ise yüzde 64’ünün Tanrı inancını önemli buldukları<br />
belirtiliyor.<br />
8 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/İHH İnsani Yardım<br />
© Shutterstock.com/thomas koch<br />
İsrail Sokak<br />
İnfazlarına<br />
Devam Ediyor<br />
AB-Türkiye<br />
Mülteci<br />
Anlaşması<br />
Yahudi yerleşimciler ve İsrail askerlerinin sivillere<br />
yönelik saldırılarına her geçen gün yenisi<br />
ekleniyor. Filistin’in El-Efule kentinde 18 yaşındaki<br />
bir genç kız işgalci İsrail askerlerinin Hedil el-Heşlemun<br />
kontrol noktasından geçmek isterken İsrail<br />
askerleri tarafından vurularak öldürülmüştü. Bundan<br />
çok kısa bir süre önce ise El-Halil kentindeki<br />
bir kontrol noktasında bir genç kıza İsrail askerleri<br />
tarafından kısa mesafeden ateş edilmiş, askerlerin<br />
müdahale edilmesine izin vermediği genç kız yarım<br />
saat yerde bırakıldıktan sonra kaldırıldığı hastanede<br />
hayatını yitirmişti. Cinayetlerle ilgili olarak İsrail<br />
askerleri genç kızların kendilerine bıçakla saldırmaya<br />
çalıştığını iddia etmiş, fakat görgü tanıkları ve<br />
olay görüntüleri bu iddiaları yalanlamıştı. Kudüs’te<br />
ise 19 yaşındaki Mustafa Allun ırkçı Yahudilerden kaçarken<br />
İsrail polisi tarafından vurularak öldürülmüş,<br />
olay Filistinli gencin bir Yahudi’yi bıçakladıktan sonra<br />
kaçarken vurulması şeklinde basına yansımıştı.<br />
AB ve Türkiye arasında imzalanması planlanan<br />
mülteci eylem planı için prensipte anlaşmaya<br />
varıldı. AB ülkeleri mülteci sorununa kalıcı bir çözüm<br />
bulabilmek için Türkiye’nin yardımını hayati<br />
görürken, Türkiye ise Avrupa’ya mülteci akınını<br />
kontrol altına alması karşılığında AB’den Türkiye’ye<br />
vize serbestisinin hızlandırılıp 2016 yılı içerisinde<br />
hayata geçirilmesi, AB’nin mülteciler için<br />
Türkiye’ye tahsis ettiği fonun 3 milyar Euro’ya çıkarılması,<br />
AB üyeliği müzakere sürecinin hızlandırılarak<br />
yeni başlıkların açılması ve Türkiye’nin yeniden<br />
“üyelik müzakereleri yapan ülke” olarak AB zirvelerine<br />
davet edilmesi gibi taleplerde bulunuyor. Türkiye<br />
bunun karşılığında göçmen kaçakçılığı yapan<br />
çeteler ve adlarına sahte kimlik düzenlenen göçmenlerle<br />
mücadelede AB üye ülkeleriyle sıkı bir iş<br />
birliği yürüterek bu hususlarda bilgi ve istihbarat<br />
paylaşımını yoğunlaştıracak ve Türkiye üzerinden<br />
Avrupa’ya geçen ve mülteci statüsünde bulunmayan<br />
göçmenlerin geri kabulünü gerçekleştirecek.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
9
Gündem/Söyleşi<br />
10 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Macaristan, Budapeşte:<br />
Budapeşte’de polisin Keleti İstasyonunu<br />
kapatıp birkaç gün sonra açmasının<br />
ardından yüzlerce sığınmacı<br />
istasyona akın etti. Batı’ya giden herhangi<br />
bir trende boş bir yer arayan<br />
birçok sığınmacı nereye gittiğini bilmedikleri<br />
trenlere girmeye çalıştılar.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
11
Gündem<br />
Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında<br />
Türkiye, AB ve Sivil Toplum<br />
Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a<br />
oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği<br />
ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi.<br />
Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda<br />
Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin<br />
yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.<br />
MaurIzIo AlbaharI *<br />
12 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015<br />
© Flickr.com/Michael Gub
© Flickr.com/campact<br />
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine<br />
göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan<br />
mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor.<br />
Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü<br />
Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen<br />
akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan,<br />
Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve<br />
daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu<br />
ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak,<br />
Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten<br />
beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik<br />
alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta<br />
gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda<br />
kendisini hissettiriyor.<br />
Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi<br />
ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri<br />
rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den<br />
Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri<br />
görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu<br />
an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin<br />
teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna<br />
ev sahipliği yapan ülke konumunda.<br />
AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf<br />
ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro<br />
tutarında finansal destek vaadinde bulundu.<br />
AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok<br />
açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini<br />
kontrol altına alması.<br />
Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim<br />
ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin<br />
Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine<br />
engel olduğunu belirtmekte yarar var.<br />
Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan<br />
toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor.<br />
Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil<br />
Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük<br />
botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil<br />
şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan<br />
binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu<br />
yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda<br />
olsun?<br />
Neden mülteciler için alınması gereken küresel<br />
sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB<br />
liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe<br />
gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel<br />
ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan<br />
Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını<br />
ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri<br />
topraklarında daimi olarak ağırlamaya<br />
niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB<br />
içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler<br />
ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir<br />
konu.<br />
Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan<br />
kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin<br />
daha çok tercih edilen bir rota olmasına<br />
neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir<br />
AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güç-<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
13
Gündem<br />
2 Ekim 2015‘te polisler tarafından Macaristan‘da mültecilere kapatılan Bicske Tren İstasyonu‘nda bekleyen bir anne ve bebeği<br />
© Flickr.com/Michael Gub<br />
lendirdi. Slovenya ve Avusturya belli aralıklarla<br />
sınırlarını Suriyeli ve diğer mültecilere açıyor.<br />
Mülteciler koca bir domino etkisiyle karşı karşıya<br />
kalsalar da birçok sığınmacı, insan yapımı bu<br />
bariyerleri aşmayı başarıyor.<br />
Avrupa topraklarındaki sınır karakolları,<br />
tren istasyonları, otobanlar ve çamurlu tampon<br />
bölgelerde yaşanan bu insanlık krizi Avrupalı<br />
hükûmetlerin işlevsel olmaktan uzak mülteci<br />
politikalarının bir ürünü. Tel örgüler bir işe yaramadığı<br />
gibi bu politika birçok aileye ve zaten<br />
güçsüz olan insanlara ilave bir zorluk ve sıkıntı<br />
getiriyor. AB ve Schengen Bölgesine dâhil olmayan<br />
Türkiye, Makedonya, Sırbistan ve Hırvatistan’ın<br />
da içinde bulunduğu ülkeler istemeyerek<br />
de olsa kendilerini AB ve diğer geçiş ülkeleri adına<br />
eşik bekçiliği yapan bir konumda buluyorlar.<br />
Fakat gerçek şu ki, yanlış veya doğru, mülteciler<br />
Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere,<br />
İsveç ve daha başka Avrupa ülkelerine ulaşmayı<br />
kafalarına koymuşlar ve büyük ihtimalle de bir<br />
şekilde bunu başaracaklar. Slovakya ve Macaristan<br />
gibi ülkelerin önde gelen bazı siyasi yetkilileri<br />
hiç çekinmeden kapılarının Müslüman<br />
mültecilere açık olmadığını belirtmişken, mültecileri<br />
istenilmedikleri bu yerlerde kim tutabilir?<br />
Siyasi liderler ortak bir iltica politikası ve hâlihazırda<br />
Avrupa sınırlarında bulunan mültecilerin<br />
paylaşımı konusunda standart bir yaklaşım<br />
geliştirmeyi düşünse de bu konuda pek çok politik<br />
engel var. Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı<br />
Jean-Claude Juncker’in “120 bin mülteci mi?<br />
Problemin büyüklüğü karşısında bu çok gülünç<br />
(bir rakam). Acaba Lübnan ve Ürdün neden bahsettiğimizin<br />
farkında mı?” ifadeleri gibi…<br />
Uluslararası organizasyonlar ve insani yardım<br />
örgütleri denizlerdeki ölümleri azaltacak<br />
ve mültecilerin geçici veya devamlı olarak kalacakları<br />
AB ülkelerine usulüne uygun bir şekilde<br />
ulaşmalarına yardımcı olacak, Türkiye’de iş<br />
piyasasına yasal erişimlerini sağlayacak çeşitli<br />
düzenlemeler öneriyor. Bu düzenlemelerin bir<br />
kısmı hâlihazırda ulusal ve AB mevzuatının bir<br />
parçası fakat daha etkin bir uygulama gerektiriyor:<br />
Aile birleşimi, öğrenci vizeleri, geçici koruma,<br />
iltica karar komitelerinde personel artışı<br />
gibi… Aynı şekilde iş piyasasındaki ve Avrupa’nın<br />
yaşlanan toplumlarındaki ihtiyacı yansıtan (ve<br />
mevcut işçi haklarının gözetildiği) gerçekçi bir<br />
işçi göçü kotası da mülteci komisyonlarının iş<br />
yükünü hafifletmek adına yararlı olacaktır.<br />
Fakat bunlar politikanın alanı olan konular.<br />
Ya Avrupa sivil toplumuna düşen görev nedir?<br />
Bilhassa, değişmekte olan Avrupa’nın bir parçası<br />
olan göçmenlerin, diasporaların, seküler ve dinî<br />
toplulukların rolü nedir?<br />
Napoli’den Hamburg’a, yani yaşadığımız şehirlere<br />
her gün yeni mülteciler varıyor. Gelenlerin<br />
sosyal, ekonomik ve politik entegrasyonu<br />
ise mahallî bazda devletin, yerel kurumların ve<br />
şahısların destekleriyle gerçekleşiyor. Söz konusu<br />
yerdeki yerleşik topluluklar ise bu konuda<br />
kritik bir rol oynuyor. Örneğin tek başına gelen<br />
yüzlerce sahipsiz genç sosyal hizmet görevlileri<br />
ve öğretmenlerin olağandışı bir çaba göstermesini<br />
gerektiriyor. Acil olarak ihtiyaç duyulan şey<br />
gönüllülerin yanı sıra yeni öğretmen ve sosyal<br />
hizmet görevlilerinin yetiştirilmesi. Bu aynı za-<br />
14 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
manda çift dilli, birden çok kültürü tanıyan ve<br />
toplumda bir fark yaratmak isteyen herkes için<br />
eşsiz bir fırsat. Yeni gelen her bireyin onurlu bir<br />
yaşam sürdürebilmesi fiziki şartların yanı sıra<br />
onlarla birlikte inşa edilecek adaletli sosyal ilişkilere<br />
de bağlı.<br />
Binlerce insan kalacak bir yere ihtiyaç duyarken<br />
vatandaşlar yerel belediyelerle iş birliği hâlinde<br />
evlerini mültecilere açarak kalabalık mülteci<br />
barınaklarına alternatif sunarken, misafir<br />
ettikleri mültecilerin yaşadıkları çevreye entegrasyonunu<br />
da kolaylaştırıyor. Kültürel, sportif ve<br />
Berlin‘de açlık grevi yapan mülteciler<br />
dinî kuruluşlar ise yeni gelenlere ulaşmak için<br />
aktif bir çaba gösteriyor. Geniş yurtlarda kalıyor<br />
olsalar bile öğretimden mesleki eğitime ve<br />
dinî pratiklere kadar günlük yaşam aktivitelerine<br />
katılımlarının artırılması adına yapılabilecek<br />
çok şey var. Bu şekilde mültecilerin bilhassa çocuklarının<br />
karşısında yaşayabilecekleri hukuki<br />
belirsizlikten kaynaklanan çaresizlik ve can sıkıntısının<br />
da önüne geçilebilir. Bu anlamda her<br />
türlü fikir ve yardıma ihtiyaç var.<br />
Bununla birlikte mülteci yurtlarına yapılan<br />
saldırıların devam edeceğinin farkındayız. Almanya’da<br />
sadece bu sene 200 saldırı gerçekleşti.<br />
Bu provokasyonların devamı da gelecek. Fakat<br />
sözde “vatanseverler” kaybettikleri ayrıcalıkların<br />
yasını tutarken, bizler içerisinde yaşadığımız<br />
demokrasilerde toplumsal hayata aktif bir katılım<br />
sağlayarak iyi bir Avrupalının ne demek olduğunu,<br />
nasıl olması gerektiğini yeniden tanımlıyor<br />
olacağız.<br />
Peki, Avrupalı liderlerin entegrasyonun tek<br />
taraflı bir asimilasyon anlamına gelmediğini<br />
anlamaları daha ne kadar sürecek? Mülteci akınının<br />
engellenmesi gerektiğini söylerken buna<br />
ikna edici bir neden sunmak zorunda oldukları<br />
gerçeğini ne zaman görecekler? Zira buna bir gerekçe<br />
sunmakta aciz kalındığı takdirde göçmen<br />
kökenli Avrupalı gençler kendileri gibi insanların,<br />
ebeveynlerinin, kuzenlerinin, nişanlılarının,<br />
işverenlerinin, çalışanlarının,<br />
komşularının veya arkadaşlarının da<br />
etnik kökenleri nedeniyle istenmediği<br />
çıkarımına varacaklar.<br />
Pek çok insan Avrupa yönetimlerinden<br />
mülteciler için daha fazla şey<br />
yapmalarını istiyor, fakat esasında bu<br />
konuda yönlendirici güç sivil toplum.<br />
Cemiyetler mültecilerin günlük yaşamlarının<br />
kolaylaştırılması ve ortak bir<br />
paydada buluşmak için onlarla birlikte<br />
çaba göstermekte. Karar alıcılar bocalarken,<br />
toplum kendi içerisinde yeni kent<br />
vatandaşlığı ve ulusaşırı dayanışma biçimleri/anlayışları<br />
geliştiriyor.<br />
Eylül ayının başında binlerce mülteci<br />
Macaristan ve Avusturya arasındaki otobanda<br />
AB bayrağının arkasında yürüyordu.<br />
Önlerine konan ayrımcı sınırları<br />
geçip yolculuklarına devam ederken bir özgürlük<br />
ve hak arayışındaydılar. Diğer yanda Akdeniz’in<br />
akıntıları arasında hâlâ insan kaçakçılarının ve<br />
kurtarma ekiplerinin merhametine terk edilmiş<br />
insanlar var. Bu insanların güvenli bir liman arayışıyla<br />
yaptıkları yolculukta talep ettikleri tek<br />
şey insan onuruna yakışır bir hayat ve adalet.<br />
© Flickr.com/ linksfraktion<br />
*Albahari Pensilvanya Üniversitesi Yayınları’ndan yeni çıkan<br />
“Crimes of Peace: Mediterranean Migrations at the World’s<br />
Deadliest Border” isimli kitabın yazarı. ABD’de Notre Dame<br />
Üniversitesinde Antropoloji alanında dersler veren Albahari’nin<br />
Avrupa’daki göç akımı ile ilgili yorumları Fox News,<br />
History News Network ve CNN gibi yayın organlarında yer<br />
buldu.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
15
Gündem<br />
İngiltere:<br />
Müslüman<br />
Kadınlara<br />
Yönelik<br />
Saldırılar<br />
Artıyor<br />
Ekim 2015’te Londra Başkent<br />
Polisi’nin yayımladığı istatistiklere<br />
göre geçtiğimiz on iki ay içerisinde<br />
Müslümanlara yönelik nefret suçlarında<br />
yüzde 70’lik bir artış gözlemlendi.<br />
Londra’da bu yıl temmuz ayına<br />
kadar olan on iki aylık süreçte 816<br />
İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi;<br />
önceki on iki ay içerisinde ise bu<br />
rakam 478 idi.<br />
M.A. IbrahIm *<br />
*Ibrahim Birleşik Krallık’ta gazetecilik yapmaktadır.<br />
İnsan hakları gözlemci grupları, İngiltere’deki<br />
Müslüman kadınların nefret suçlarına<br />
maruz kalma ihtimalinin dünya üzerindeki<br />
herhangi bir yerden daha fazla olduğunu bildiriyor.<br />
Örneğin İngiltere merkezli Müslüman<br />
karşıtı saldırıları izleme grubu olan Tell MA-<br />
MA’nın raporlarına göre sokaklarda gözlemlenen<br />
nefret suçlarının yaklaşık yüzde 60’ı<br />
kadınlara yönelik. Organizasyon yetkilileri<br />
nefret suçlarına maruz kalan kadınların, işleri<br />
daha da kötüleştireceğinden korktukları için<br />
saldırıları çoğunlukla polise bildirmekten kaçındıklarını<br />
söylüyor.<br />
Müslüman Kadınlara Yönelik Taciz Vakaları<br />
İslam karşıtı saldırılar konusundaki en<br />
güncel istatistiklere dayalı bir rapora göre<br />
İngiltere’deki Müslümanlar, dünya genelinde<br />
gerçekleştirilen terör saldırılarına duyulan<br />
öfkeden kaynaklanan nefretin hedefi hâline<br />
geliyor. Teesside Üniversitesi’nin yaptığı bir<br />
araştırmaya göre henüz on yaşındaki çocuklar<br />
bile saldırılara maruz kalırken; nefret suçlarının<br />
faillerinin yaş ortalaması 40’in üzerinde.<br />
İngiltere Müslüman Kadınlar Ağı, Müslümanlara<br />
yönelik nefret suçlarının yalnızca<br />
Londra’da değil, tüm Birleşik Krallık’ta yükselişe<br />
geçtiğini bildirdi. Müslüman kadınlar,<br />
özellikle de başörtüsü takan Müslüman kadınlar<br />
ırkçıların bariz hedefi hâline gelmekle birlikte<br />
nefret suçlarına daha fazla maruz kalıyor.<br />
Kurum ayrıca çarşafları yırtılan, tekmelenen,<br />
peçeleri zorla çekilip çıkartılan, saldırıya uğrayan,<br />
itilen ve çakmak gazıyla tehdit edilen<br />
kadınların olduğunu belirtiyor.<br />
İngiltere merkezli eşitlikçi organizasyon<br />
Inspire ise, bir kadının kafasına köpek dışkısı<br />
fırlatıldığı, otobüs durağında beklerken müzik<br />
dinleyen başörtülü bir kadının bir adam tarafından<br />
yumruklanıp yüzünde morlukların<br />
oluştuğu benzeri vakaları kaydediyor.<br />
Raporlara göre başka bir İslam karşıtı<br />
saldırıda saldırganlar Müslüman bir kadının<br />
üzerine alkol dökerlerken trendeki diğer yolcular<br />
bu saldırıyı sessizce izledi. Bu olay Birmingham<br />
Şehir Üniversitesi’nden kriminolog<br />
Imran Awan ve Nottingham Trent Üniversitesi’nden<br />
Dr. Irene Zempi’nin araştırma-<br />
16 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/Metropolico.org<br />
sında yer alıyor. Tell MAMA organizasyonu<br />
tarafından onaylanan rapor 13 Ekim 2015’te<br />
Parlamento’ya sunuldu. Araştırma sonuçları<br />
Müslümanların maruz kaldığı şiddetli korku,<br />
tehdit ve gözdağı vakalarını gözler önüne sererken,<br />
Müslümanların reel dünyada fiziksel<br />
tehditlerle karşı karşıya kaldıklarında kamuoyundan<br />
destek bulamamaları ve sanal dünyadaki<br />
tacizlere karşı sosyal medya platformlarından<br />
tepki gelmemesi raporda yer alan diğer<br />
konular arasında.<br />
İslam’ı seçen Sarah isimli bir kadın da medyadaki<br />
IŞİD bağlantılı eylemler sonrasında tacize<br />
uğradığını söyleyenler arasında: “Müslüman<br />
olup başörtüsü takmaya başladığımda çirkin<br />
bakışlara, tehditlere ve tacize maruz kaldım.<br />
Bunlar hergün yaşadığım şeyler, özellikle de<br />
Beyaz İngiliz Müslüman olduğum için. Herkesin<br />
önünde tacize uğradığımda insanlar ya geçip<br />
gidiyor, ya da yalnızca izliyorlar... Alışveriş<br />
yapmak için dükkânlara girdiğimde insanlar<br />
bana ‘Neden başını kesmiyoruz ki?’ diye bağırıyorlardı.<br />
Müslüman karşıtı nefret ne yazık ki<br />
sıradanlaştı.”<br />
İngiltere Müslüman Konseyi’ne göre ise<br />
taciz ve tehdit vakalarının sayısı gerçekte olduğundan<br />
daha yüksek. Pek çok Müslüman<br />
saldırıları bildirmekten çekinirken, şahitlerden<br />
de yeterli destek bulamıyorlar.<br />
Müslüman Kadınların<br />
İşyerinde Karşılaştığı Ayrımcılık<br />
İngiltere’de bir meclis raporuna göre başörtü<br />
takan kadınlar istihdam için fazla tercih<br />
edilmiyor; ayrıca Müslüman kadınlar istedikleri<br />
işte çalışabilmek için kıyafet ve dış görünüşlerini<br />
değiştirmek zorunda hissediyorlar.<br />
Bunun yanı sıra raporda sık sık tekrarlanan<br />
diğer bir husus, kadınların yalnızca “bazı”<br />
roller ya da işlere indirgenmiş hissetmeleri;<br />
örneğin Müslüman gazetecilerden sık sık<br />
“Müslüman” haberleri yapmaları isteniyor;<br />
Müslüman avukatlar belirli topluluklara ulaşabilme<br />
amacıyla istihdam ediliyorlar. Çok<br />
sayıda kadın, kimliklerinin yalnızca taktıkları<br />
başörtüsüne ve insanların kendileri hakkındaki<br />
varsayımlarına indirgendiğini hissediyor.<br />
Staj yapmak zorunda olan kadınların, süpervizörlerinin<br />
kendileri hakkında ne düşüneceği<br />
konusunda duydukları kaygı, bu kadınları<br />
ön yargılara daha da açık hâle getiriyor. Örneğin<br />
bazılarına “müşteri dostu” görünmeleri<br />
için giyim tarzlarını ya da başörtülerinin rengini<br />
değiştirmeleri söylenmiş. Bazılarına ise<br />
başörtüsü takmaya devam edip etmeyecekleri<br />
sorulmuş. Bunlardan stajyerlerin başörtülerinin<br />
başvurdukları işlerin önünde büyük bir<br />
engel olduğu sonucu çıkıyor.<br />
Tell MAMA yöneticisi Fiyaz Mughal’a göre<br />
bunlar istisna değil: “Müslüman cemaat işe<br />
alımlardaki ayrımcılığın çok yaygın olduğunu<br />
tecrübe ediyor.” Tell MAMA’nın raporuna göre<br />
kadınların özgüvenli olmaları çok önemli;<br />
Mughal’in sözleri de bunu destekler nitelikte:<br />
“Ayrımcılıklara dair mevcut durum, kadınların<br />
kendi gelecekleri açısından bir özgüven<br />
eksikliğine sebep oluyor.” Genç kadınların<br />
çalıştıkları yerlerde ayrımcılıkla karşılaştıklarında<br />
pasif kalmaları ilerleyen zamanlarda iş<br />
bulmada zorluk çekmelerine de sebep oluyor.<br />
Pakistanlı ve Bangladeşli ailelerin fakirlik sınırında<br />
yaşadıkları gerçeği dikkate alındığında<br />
ya da siyahi ve azınlık etnik grupların kamu<br />
sektöründe sadece belirli alanlarda çalıştığı<br />
düşünüldüğünde ekonomik kesintilerden en<br />
fazla etkilenecek olanlar da bu gruplar oluyor.<br />
Ayrıca medyada Müslüman kadınların pasif<br />
kurbanlar olarak gösterilmesi işverenlerin<br />
Müslüman kadınları işe almalarını zorlaştırıyor.<br />
Avukat Sultana Tafadar, bazı iş sektörlerinde<br />
başörtüsü takan kadınların daha az<br />
becerikli ve müşteriler tarafından daha fazla<br />
yargılanacak biri olarak görüldüğünü söylüyor.<br />
Hizmet sektöründe çalışan kadınlar takım<br />
arkadaşlarına uyum sağlayabilmek için ekstra<br />
çaba göstermek zorunda kalıyorlar.<br />
Yıllardır insan hakları gruplarından gelen<br />
aralıksız baskılar ve İngiltere’deki Müslümanlara<br />
yönelik nefret suçlarının aralıksız artması<br />
nedeniyle İngiltere Başbakanı David Cameron<br />
Ekim 2015’te bir açıklamada bulundu. Açıklamasında<br />
İngiltere ve Galler’de hükûmetin<br />
daha fazla polis gücüne ihtiyaç duyduğunu,<br />
İslam karşıtı nefret suçlarının kaydedileceğini<br />
ve antisemitist saldırılar gibi ciddiyetle müdahale<br />
edileceğini bildirdi. Bu konuda hükûmetin<br />
tutarlı tavrını önümüzdeki zaman gösterecek.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
17
Gündem/Söyleşi<br />
“Almanya’nın Ciddi Bir<br />
Irkçılık Problemi Var.”<br />
Almanya’da camilere ve mülteci yurtlarına saldırılar artarak devam ediyor.<br />
Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel Sekreteri Selmin Çalışkan, Almanya’nın<br />
ırkçılıkla imtihanına dair sorularımızı yanıtladı.<br />
Cami duvarlarına gamalı haçların çizilmesi ve<br />
mülteci kamplarının kundaklanması maalesef<br />
nadir vakalar olmaktan çıktı. Almanya’da ırkçılık<br />
ne boyutlarda?<br />
Almanya ciddi bir ırkçılık sorununa sahip.<br />
Bu durumu Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU)<br />
cinayetlerinin araştırılması esnasında güvenlik<br />
güçlerinin ihmalleri, mülteci kamplarının<br />
önünde yapılan protestolar ve şiddete varan<br />
ırkçı saldırılar ortaya koyuyor. Bu saydıklarım<br />
mevcut sorunun aşırı sağcılığın sınırlarını<br />
aşarak toplumun merkezine kadar ulaştığını<br />
gözler önüne seriyor. Artık yüksek bir eğitim<br />
seviyesine sahip olmak ırkçı ön yargılardan korunmak<br />
için yeterli değil. Bu durum da hükûmetimizin<br />
ve siyasetçilerin “yabancılaşma” ve<br />
terör saldırılarına yönelik korkuyu körükleyip<br />
oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi<br />
bir dili benimsemek zorunda olduklarını<br />
gösteriyor. Siyasetçiler ayrımcılık yasağı ve din<br />
özgürlüğü gibi yasalarla garanti altına alınmış<br />
insan haklarının Almanya’nın temel değerleri<br />
olarak muhafaza edilmesi için çaba sarf etmeli<br />
ve kendileri de bu değerleri benimseyerek topluma<br />
örnek olmalılar.<br />
Öte yandan Almanya’da birçok kişi mültecileri<br />
geldikleri tren garlarında karşılayan ve onlara<br />
yardımcı olmaya çalışan çeşitli inisiyatifler<br />
kuruyor. Birçok kişi mültecilerle dayanışma<br />
hâlinde olduğunu gösterip onları ırkçı şiddetten<br />
korumak için siper oluyor.<br />
Irkçı saldırıların Almanya’da ciddiye alınmaması<br />
veya bu saldırıların peşine düşülmemesi<br />
temel bir sorun. Bu durum özellikle ırkçı<br />
şiddet mağdurlarına destek veren kuruluşlar<br />
ve yerel inisiyatifler tarafından da eleştiriliyor.<br />
Çoğu eyalette bu tür saldırılara dair güvenilir istatistikler<br />
yok; dolayısıyla devlet verilere dayanarak<br />
sorunla mücadele önlemleri de alamıyor.<br />
Mağdurların ve sivil toplum örgütlerinin danışabileceği<br />
ayrımcılıkla mücadele ofislerinin<br />
sayıları da ihtiyacı karşılayacak oranda değil.<br />
18 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Aynı zamanda Federal Alman Polisi’nin ayrımcı<br />
kontrolleri gibi uygulamalar ırkçı ön<br />
yargıları meşrulaştırıyor. Bu kontroller siyahi<br />
insanlar, tesettürlü veya “güney ülkelerinden<br />
geliyormuş gibi görünen” insanların “yasa<br />
dışı” olduklarına ve Almanya’ya ait olmadıklarına<br />
dair bir izlenim ortaya koyuyor. Bu gruba<br />
Müslümanlar da dâhil. Bu tür bir tutum sözde<br />
“farklı” olana bakışı da etkiliyor ve toplumdaki<br />
ötekileştirme eğilimini besliyor.<br />
Almanya’daki İslam düşmanlığının PEGI-<br />
DA’nın da maharetiyle toplumun her kesiminde<br />
giderek arttığı malum. Bu durum ırkçılığın sadece<br />
aşırı sağa dair bir olgu olmadığı anlamına mı<br />
geliyor?<br />
PEGIDA, Müslüman karşıtı ırkçılığın ve ön<br />
yargıların toplumun her kesiminde rastlanan<br />
bir durum olduğunu gösterdi. Üstelik bunun<br />
için bir şehirde gerçekte ne kadar Müslümanın<br />
ya da mültecinin bulunduğu da fark etmiyor.<br />
Fakat Müslüman karşıtı ırkçılık dışındaki başka<br />
gelişmelere baktığımızda da ırkçılığın aşırı<br />
sağcılıkla sınırlı olmadığını görüyoruz. Irkçı<br />
ön yargılar ve klişeler toplumun farklı tabakalarında<br />
çok yaygın. Irkçı şiddetin yükselmesi<br />
siyasete bu ön yargılarla mücadele konusunda<br />
bir sinyal vermeli.<br />
Irkçılığa karşı siyasetin girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Bizzat mültecilerin aleyhinde propaganda<br />
yapan ve temel bir hak olan ilticayı sorgulayan<br />
siyasetçiler var. Bu bağlamda uluslararası<br />
hukuk çok açık. Uluslararası hukuk mültecileri<br />
ve göçmenleri özellikle korunmaya muhtaç bir<br />
grup olarak tanımlıyor ve siyaseti, onları ırkçı<br />
kışkırtmalardan ve şiddet içerikli saldırılardan<br />
korumaları konusunda mecbur tutuyor. Almanya<br />
gibi bir ülkede siyasetçilerin sorumluluklarını<br />
yerine getirip mültecileri korumak yerine<br />
“kapasitelerini aştıklarını” öne sürmeleri<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
19
Gündem/Söyleşi<br />
utanç vericidir. Dünya çapında<br />
artan mülteciler karşısında siyaset<br />
çözüm üretme potansiyelini<br />
artırmalıdır.<br />
İnsanların ellerindekini<br />
kaybetme korkusu elbette<br />
önemli. Bu korku kendileri yerine<br />
mülteciler için harcanan<br />
maddi imkânlar veya “farklı”<br />
olan insanlar tarafından tehdit<br />
altında olma hissinden kaynaklanabilir.<br />
Toplumun sürekli bir<br />
değişim içerisinde olduğunun<br />
artık farkına varmalıyız. İnsanların<br />
bundan sonra da iltica<br />
nedeniyle ya da daha iyi bir<br />
perspektif ve iş imkânları için<br />
Almanya’ya gelmesi belki güvensizliğe<br />
yol açacaktır, fakat<br />
bu durum aynı zamanda büyük<br />
fırsatlara da gebedir. Burada<br />
hangi Almanya’da yaşamak<br />
istediğimiz sorusu önem taşımaktadır.<br />
Mevcut durumu imkâna<br />
çevirmek ve çoğulcu bir<br />
toplum içerisinde beraberce<br />
yaşamamız için insan haklarına<br />
dayanan bir vizyon geliştirmek<br />
hükûmetimizin görevi.<br />
İbadethanelere veya mülteci<br />
kamplarına düzenlenen saldırıların<br />
daha da artmaması için<br />
hangi değişiklikler yapılmalı sizce?<br />
Mültecilerle özel korunmaya<br />
muhtaç bir grup olarak ilgilenilmesi<br />
gerek. Zaten savaştan<br />
kaçarken travmalar geçirmiş,<br />
bir de üstüne mülteci kampları<br />
önündeki yürüyüşler ve nefret<br />
propagandaları ile karşı karşıya<br />
kalan, kundaklama ve saldırı<br />
20 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
tehdidi altında yaşayan veya<br />
güvenlik personellerinden kötü<br />
muamele gören erkek, kadın ve<br />
çocukları devlet korumalı. Devletin<br />
bu görevi medeni cesaretleri<br />
ile kendilerini hedef tahtası<br />
hâline getiren sivil gruplara bırakması<br />
kabul edilemez.<br />
Siyaset ve adli makamların<br />
sorunu ciddiye almaları ve<br />
ırkçılığın sadece aşırı sağla kısıtlanamayacak<br />
toplumsal bir<br />
sorun olduğunu anlamaları<br />
gerek. Siyasetçiler kendi üsluplarını<br />
gözden geçirip kendi<br />
saflarındaki polemikleri<br />
daha açık bir biçimde eleştirmeli.<br />
“İlticanın kitlesel istismarı”<br />
ya da “güvenli ülkeler”<br />
tartışmaları ile siyaset şiddete<br />
teşebbüs edenlere argüman sunuyor.<br />
Aynı zamanda bireylerin<br />
adil iltica hakları tehlikeye<br />
düşürülüyor ve Sırbistan veya<br />
Bosna Hersek gibi ülkelerde<br />
Romanlara karşı uygulanan yapısal<br />
ayrımcılıklar gibi haklı iltica<br />
sebepleri göz ardı ediliyor.<br />
Siyaset ayrıca bilhassa polis<br />
teşkilatı içerisinde, öğretmenlerin<br />
eğitimlerinde ve okullarda<br />
ırkçılıkla mücadele hakkında<br />
düzenli bilgiler sunmak gibi<br />
kapsamlı insan hakları eğitimleri<br />
tesis etmeli. Benzer şekilde<br />
sivil toplum inisiyatiflerinin,<br />
ayrımcılıkla mücadele ofislerinin<br />
ve devlet kurumlarının<br />
göçmen kökenli insanlar için<br />
açılımlarının da desteklenmesi<br />
gerek.<br />
Esra Lale sordu.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
21
Gündem<br />
© Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.<br />
Özgürlük ve Ayrımcılık<br />
Arasında Tarafsızlık İlkesi<br />
Yargıda Başörtüsü Yasağı<br />
Alman Anayasası, devletin<br />
her türlü inanç ve dine karşı<br />
tarafsız olması gerektiğini<br />
belirtiyor. Yargı personeline<br />
yönelik başörtüsü yasağına<br />
da temel oluşturan bu ilke<br />
birçok farklı tartışmayı da beraberinde<br />
getiriyor.<br />
Burak Altaş *<br />
Tarafsızlık ilkesi sıkça dışlayıcı, bir şeyleri<br />
müdafaa edici, koruduğu özne ile muhatapları<br />
arasında mesafe oluşturucu vasıflarla tanımlanır.<br />
Bu anlayışa göre bir tarafta devlet, diğer tarafta<br />
dinler ve dinî cemaatler konumlanır. Bu iki taraf<br />
arasındaki mesafe aynı zamanda devletin ne kadar<br />
tarafsız kaldığı sorusunun cevabına da dayanak<br />
teşkil eder. Diğer grupla girişilen her temas<br />
devlet tarafsızlığı açısından tehlike arz etmektedir.<br />
Bu denli basite indirgenmiş bir düşünce<br />
kalıbı içerisinde, tarafsızlık ilkesinin “tüm dinleri<br />
devletten aynı oranda uzak tutmak” 1 olarak<br />
nitelenmesi şaşırtıcı değildir. Dışlayıcı etkisi ön<br />
22 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
planda tutulan böyle bir tarafsızlık ilkesinin kişisel<br />
hakları ve bilhassa din özgürlüğünü kısıtlayıcı<br />
sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.<br />
Almanya Anayasa Mahkemesinin son başörtüsü<br />
kararından sonra 2 dikkatler yine bu konu<br />
üzerinde yoğunlaştı. Karara yönelik menfi eleştirilerin<br />
satır aralarında tarafsızlık ilkesinin giderek<br />
laiklik ilkesine yakınlaşmasını talep eden<br />
seslerin daha gür çıktığı gözlemleniyor. Oysa<br />
2004 yılında Almanya’da dönemin Cumhurbaşkanı<br />
Johannes Rau, “Fransız komşu ve arkadaşlarımızın<br />
laikliğini benimsememizi gerektiren<br />
bir durum göremiyorum.” demişti. Rau, dinlerin<br />
kamusal bir karaktere sahip olduklarını ve kamusal<br />
alanda faaliyet gösterip toplumda etkin olmalarının<br />
arzu edildiğini belirtmişti. 3 Tartışmaların<br />
bu denli zıt yürütülmesinden de anlaşılacağı gibi<br />
tarafsızlık ilkesinin doğru anlaşılması için üzerindeki<br />
muğlaklığın kaldırılması gerekiyor.<br />
İhtilafın Odak Noktası: Kamusal Hizmet<br />
Bireysel din özgürlüğü ile tarafsızlık ilkesi<br />
arasındaki çekişme bilhassa kamusal hizmet alanında<br />
kendini gösteriyor. Almanya’da kamu alanı<br />
dinden arındırılmış bir alan olarak telakki edilmiyor,<br />
ancak devletin hizmetinde çalışan bir personelin<br />
dinî sembolleri görünür biçimde taşıması<br />
devletin tarafsızlığı açısından soru işaretlerine<br />
yol açıyor. Bu durum bilhassa yargı için geçerli.<br />
Adliye ve yargının devletin en temel organlarından<br />
biri olması münasebetiyle burada daha sıkı<br />
bir tarafsızlığın tatbik edilmesi gerektiği kanısı<br />
hâkim. Bu değerlendirme neticesinde normalde<br />
dinden arındırılmış kamusal alan tanımayan Almanya,<br />
istisnai olarak yargıyı dinî sembollerden<br />
arındırıyor.<br />
Tarafsızlık İlkesinin İkircikli Yapısı<br />
Yargının bağımsızlığı ilkesine dayanarak tarafsızlığın<br />
mesafe koyucu olması gerektiği görüşünün<br />
karşısında tarafsızlığın tersine açıklık ve<br />
şeffaflık ile sağlanması gerektiği görüşü var. Bu<br />
konsepte göre devlet tarafsızlığını kendini dine<br />
kapayarak değil açarak sağlıyor. Çeşitli inanç ve<br />
ideolojileri benimsemeyen ama onlara inkişaf<br />
alanı tanıyan devlet, tarafsızlığını eşit davranmakla<br />
sağlıyor. 4 20 yıl önce Anayasa Mahkeme-<br />
si Alman Anayasasındaki tarafsızlık ilkesinin<br />
laiklik olarak algılanmaması gerektiğinin altını<br />
çizmişti. Mesafe koyucu tarafsızlığın laik ülkelerin<br />
tipik özelliği olduğu düşünüldüğünde bunun<br />
Alman hukuk sistemine yabancı bir bakış açısı<br />
olduğu anlaşılıyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı da<br />
anayasanın “din ve devleti kati bir şekilde ayırmadığını,<br />
devletin dinî cemaatlerle kooperasyonda<br />
bulunduğunu” söylüyor. 5<br />
“Anayasanın Etik Temeli”<br />
Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1975 senesinde<br />
tayin ettiği yön bellidir: “Anayasanın etik<br />
standardı dünya görüşleri ve inançların çoğulculuğu<br />
karşısında açıklık temeline oturur.” 6 Bu<br />
karar Anayasa Mahkemesinin 27.01.2015 tarihli<br />
başörtüsü kararında da yinelendi. Hâkimler tarafsızlık<br />
ilkesinin mesafe koyucu ve “devlet ile kiliseyi”<br />
kati şekilde ayrıştırıcı nitelikte olmadığını,<br />
tersine açıklık ve kapsayıcılık temelli anlaşılması<br />
gerektiğini ve bütün inançlar için din özgürlüğünü<br />
garanti edici özelliğe sahip olduğunu belirtti.<br />
Devlet kurumlarının tüm vatandaşlar için “yuva”<br />
(Alm. “Heimstatt aller Staatsbürger”) olmalarından<br />
ötürü toplumdaki dinsel çoğulculuğu da yansıtmaları<br />
gerektiğinin altı çizildi.<br />
Bu izahlar ışığında devletin kendisi için geçerli<br />
olan “kendini bir din ile özdeşleştirme yasağı”nı<br />
(Alm. “Identifikationsverbot”) vatandaşlara<br />
ve hatta memurlara uygulama hakkı yok. Şahısların<br />
kıyafet noktasında tarafsız kalmaları sadece<br />
dış görünümleri devlete mal edildiği takdirde<br />
talep edilebilir. Kişinin memur dahi olsa dış görünümünün<br />
neden devlete mal ediliyor oluşu ise<br />
izaha ihtiyaç duymaktadır.<br />
Bunlara rağmen Almanya’da ısrarla adliye ve<br />
yargıda yukarıda izah edildiği şekliyle açıklık ve<br />
hoşgörü temeline oturan tarafsızlık anlayışından<br />
istisnai olarak daha katı bir tarafsızlık ilkesinin<br />
tatbik edilmesi gerektiği savunuluyor. Başörtüsü<br />
karşıtları bu görüşlerini temellendirmek için hâkimlerin<br />
tarafsız ve bağımsız olmaları gerektiğine<br />
atıfta bulunuyorlar. Bu görüşe göre kamu nezdinde<br />
yargının güvenilirliğinin zedelenmemesi<br />
ve halkın yargıya itimat etmesi için bu güveni<br />
sarsabilecek faktörlerin engellenmesi gerek. Güven,<br />
mahkeme kararının sadece doğru ve adil olması<br />
ile değil, bilhassa yargıya mensup şahısların<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
23
Gündem<br />
tarafsızlıklarını şüpheye düşürecek bir görünüme<br />
sahip olmamaları ile mümkün sayılıyor. Başörtüsünün<br />
bu tarafsızlığı zedeleyen bir sembol olduğu<br />
ön yargısıyla tesettürlü bir hâkimin devletin<br />
tarafsızlığını tehlikeye attığı iddia ediliyor ve bu<br />
nedenle yargıda başörtüsü yasağı talep ediliyor.<br />
Bu gerekçelendirmeye göre başörtüsünün tarafsızlığı<br />
tehlikeye atan bir sembol oluşu objektif<br />
kriterlerle değil, mahkeme kararına muhatap<br />
kişinin sübjektif algısıyla delillendiriliyor. Eğer<br />
hâkimin karşısına çıkan bir şahıs başörtüsünü<br />
tehlikeli buluyorsa, bu durum otomatikman o<br />
şahsın güvenini sarsıyor ve böylece devletin tarafsızlığı<br />
zedelenmiş oluyor. Yani tesettürlü bir<br />
bayanın insan hakları, başörtüsüne karşı ön yargı<br />
besleyen bir kişinin şahsi değerlendirmesiyle<br />
hiçe sayılıyor. Cevaba muhtaç olan şu soru ise<br />
cevaplanmıyor: Başörtüsü neden devletin tarafsızlığını<br />
tehlikeye atan bir sembol olarak değerlendiriliyor?<br />
Hâkimler – Şahıs Mı, Nesne Mi?<br />
Öğretmenlerle ilgili verdiği kararda Anayasa<br />
Mahkemesi başörtüsünün bizatihi anayasal<br />
değerlere aykırı bir sembol olduğu zannını reddedip<br />
başörtüsünün değil, olsa olsa bazı davranış<br />
biçimlerinin anayasaya aykırı olabileceğini<br />
söyledi. 7 Öğretmenler için verilen bu net ve açık<br />
mesajın hilafına hâkimler ve hukuk stajyerleri<br />
için başörtüsünün siyasileştirilmesi ve ideolojik<br />
kavgalara alet edilmesi kabul edilebilir bir durum<br />
değil.<br />
Başörtüsünü siyasi bir angajman ile kıyaslamanın<br />
tutarsız olduğu anlaşılmalı. Siyasi aktivitelerde<br />
kişi belli bir dünya görüşünü ve kendi<br />
şahsi kanaatini faal bir şekilde dış dünyaya aktarır.<br />
Bu gibi faaliyetler bu sebepten ötürü çok daha<br />
yoğun bir fikir beyanı içerir. Aynısını başörtüsü<br />
hakkında söylemek için tesettürlü kişinin pasif<br />
bir biçimde başörtüsü takmasının dışında faal<br />
duruma geçmesi ve anayasaya aykırı söylem ve<br />
davranışlarda bulunması gerekir. Nitekim bu durum<br />
sadece tesettürlü bayanlar için değil, kamuda<br />
çalışan her şahıs için geçerlilik arz eder.<br />
Hâkim, devletin kişiselleşmiş hâli değildir.<br />
Bütün benliği ile devlet gücünü temsil etmez.<br />
Mesai esnasında dahi kendi şahsiyetini yansıtan<br />
anlar olabilir. Bir davranışın veya dış görünümün<br />
devlete mal edilebilmesi için o davranışa veya<br />
24 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
görünüme devletin sebep olması gerekir. Söz gelimi<br />
eğer devlet başörtülü bir üniformayı zorunlu<br />
kılıyorsa o başörtüsü devlete mal edilebilir, ancak<br />
kıyafet serbestisi varsa takılan hiçbir sembol<br />
devleti temsil etmez, çünkü o sembolü taşımak<br />
devletin değil kişinin iradesinden hasıl olmuştur.<br />
Kendi hâkimiyet alanında herhangi bir sembolü<br />
tolere eden devlet ise sadece tolere etmekle o<br />
sembolü içselleştirmiş sayılmaz. 8 Aksi takdirde<br />
şahısların dış görünümünün devletin kendini sunuş<br />
biçimi (Alm. “staatliche Selbstdarstellung”)<br />
olarak sayılması gerekir ki, bu da kişinin kamu<br />
binalarının dekorasyonu, yemin metinlerinin<br />
formülasyonu, devlet törenlerinin organizesi gibi<br />
maddi ve formel bir takım seremonilerle eşdeğer<br />
sayılması gibi absürt bir sonuca götürür. Bu gibi<br />
devlet törenlerinde ferdiyete yer yoktur, devlet<br />
bizatihi kendisi boy gösterir. Hâkimlerin böyle<br />
değerlendirilmeleri insan şahsiyetinin zenginliğini<br />
ve derinliğini göz ardı eder ve kişiyi nesneleştirir.<br />
Sonuç olarak mahkemelere karşı duyulan<br />
güven, şahısların dış görünümleriyle değil mahkeme<br />
kararlarının doğruluğu ve adaleti tahsis<br />
kabiliyeti ile ölçülür. Doğru ve adaletli bir karar<br />
verildiğinde başörtüsünün devletin tarafsızlığını<br />
zedelemesi düşünülemez.<br />
Hukuk Stajyerlerinin Durumu<br />
Almanya’da hukuk eğitimini tamamlamak<br />
için zorunlu staj döneminde başörtülü stajyerlere<br />
zaman zaman sıkıntı yaşatıldığı vaki. Aslında<br />
hukuk stajyerleri için başörtüsü yasağı hâkimlere<br />
kıyasla yukarda belirtilen sebeplerin yanı sıra<br />
başka nedenlerden dolayı da hukuka aykırı. Mahkeme<br />
kararlarına göre bazı davalarda oluşturulan<br />
jüri heyetinde başörtülü jürilerin bulunması yasal<br />
bir durum. 9 Bu kişiler hukukçu olmayıp genellikle<br />
sıradan vatandaşlar arasından seçiliyorlar<br />
ve bu görevi gönüllü olarak yürütüyorlar. Gönüllü<br />
olarak mahkemede bulunan bir kişinin başörtüsü<br />
serbestken, eğitimini tamamlamak amacıyla<br />
orada bulunmak mecburiyetinde olan bir stajyere<br />
başörtüsünün yasaklanması tezat oluşturuyor.<br />
Ayrıca stajyerlere başörtüsünün yasaklanması<br />
meslek özgürlüğünü ihlal ediyor. Meslek eğitiminin<br />
bazı kısımlarında başörtüsü yasaklandığı<br />
ve bu yasağın ihlal edilmesi durumunda not<br />
değerlendirmesinin menfi manada etkilendiği<br />
takdirde stajyerin hukuk eğitimini tamamlaması<br />
zorlaştırılıyor. Hukukta eğitim tekelinin devlette<br />
olmasından dolayı bu yasak mağdur kişi açısından<br />
bir meslek yasağı ağırlığını taşıyor. Böyle bir<br />
yasak ise orantısız olduğu için yasalara aykırı kabul<br />
ediliyor.<br />
Başörtüsü Yasağı: Tarafsızlık Değil Ayrımcılık<br />
Bazı eyaletlerde memurlara başörtüsü yasağı<br />
Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı. En<br />
yüksek hukuki merci olarak Anayasa Mahkemesi,<br />
tarafsızlık ilkesini ayrıştırıcı değil açık ve kapsayıcı<br />
bir biçimde tanımladı ve ayrıca adliye için<br />
istisnai bir tanımlamada bulunmadı. Bundan dolayı<br />
başörtüsünü ve dinî sembolleri dışlamayan<br />
bu tarafsızlık anlayışı adliye ve yargıda da geçerli.<br />
Hâkimlere ve stajyerlere karşı uygulanan başörtüsü<br />
yasakları mevcut hukuki duruma aykırılık<br />
arz ediyor.<br />
Dışlayıcı ve mesafe koyucu biçimde kavranan<br />
diğer tarafsızlık anlayışı, tarafsızlık adına bütün<br />
bir dine mensup kişileri birçok meslekten uzak<br />
tutucu ve ihraç edici etkiye sahip. “Mesafeli tarafsızlık”<br />
prensibinin tatbikatı, devletin dindarlarla<br />
arasındaki mesafenin dindar olmayanlarla<br />
arasındaki mesafeden daha yüksek olduğunu<br />
işaret ediyor. Böylece sözde tarafsızlık ilkesiyle<br />
eşitsizlik ve adaletsizlik tesis ediliyor. Tarafsızlık,<br />
ayrımcılık ile eşdeğer manaya sahip olmamalı.<br />
Aksine tarafsızlık, kişiyi devlet eliyle tatbik edilen<br />
ayrımcılıktan koruyan ve bireysel özgürlüklere<br />
alan tanıyan özellikleriyle ön plana çıkan bir<br />
prensip olarak yorumlanmalı.<br />
*Münster Üniversitesi hukuk öğrencisi ve FAIR international<br />
e.V. çalışanı<br />
1<br />
Kolat, Dilek, Berliner Zeitung: „Neutralität bleibt unsere Staatsmaxime“ http://www.<br />
berliner-zeitung.de/berlin/gastkommentar-zum-kopftuchverbot-neutralitaet-bleibt-unsere-staatsmaxime,10809148,31377476.html<br />
2<br />
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />
3<br />
Johannes Rau’nun Gotthold Ephraim Lessing’in 275. doğum yıl dönümünde yaptığı<br />
konuşma: http://www. bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Johannes-Rau/Reden/2004/01/20040122_Rede.html<br />
4<br />
Böckenförde, Ernst-Wolfgang, Bekenntnisfreiheit in einer pluralen Gesellschaft und die<br />
Neutralitätspflicht des Staates, in: Berghahn, Sabine/ Rostock Petra (Hrsg.), Der Stoff aus<br />
dem Konflikte sind, Bielefeld 2009, S. 183 f.<br />
5<br />
Bundesministeriums des Innern (BMI):„Anders als in laizistischen Staaten sieht das<br />
Grundgesetz allerdings keine strikte Trennung von Staat und Religion vor. Der Staat wirkt<br />
mit Religionsgemeinschaften zusammen (...)“ http://www.bmi.bund.de/DE/Themen/<br />
Gesellschaft-Verfassung/Staat-Religion/Religionsverfassungsrecht/religionsverfassungsrecht_node.html<br />
6<br />
BVerfG, Beschl. v. 17.12.1975 – 1 BvR 63/68.<br />
7<br />
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />
8<br />
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />
9<br />
KG Berlin, Urt. v. 09.10.2010 – Az. (3) 121 Ss 166/12 (120/12).<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
25
Gündem<br />
İslami Terimler Alman<br />
Kamuoyunda Nasıl (Yeniden)<br />
Tanımlanıyorlar?<br />
Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor<br />
ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi<br />
konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi<br />
tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan<br />
El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında.<br />
Mohamed SaIf *<br />
Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi<br />
veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde<br />
de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının<br />
ya da kullanılmamasının her zaman<br />
toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir.<br />
“İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami<br />
kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki<br />
toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50<br />
yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt<br />
dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde<br />
yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar<br />
ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz.<br />
Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından<br />
“molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”,<br />
“İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami<br />
kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar<br />
İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil<br />
kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra<br />
ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile<br />
bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim<br />
görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında<br />
“İslami terörün tehlikeleri“, “İslami<br />
terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami<br />
teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir.<br />
İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı<br />
sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez.<br />
Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya<br />
grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim-<br />
leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil<br />
kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla<br />
bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal<br />
değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır.<br />
Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri<br />
kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik<br />
tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya<br />
başlar.<br />
Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında<br />
çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan<br />
“cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu<br />
kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar<br />
atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi<br />
olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat”<br />
kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak<br />
bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar<br />
Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için<br />
El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin<br />
hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan<br />
yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için<br />
kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak<br />
araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu<br />
çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi<br />
aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın<br />
da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart<br />
1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer<br />
verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize<br />
emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız<br />
olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah<br />
26 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız.<br />
Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız<br />
Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz<br />
size düşman gibi davranmak istemiyoruz;<br />
sizi misafirlerimiz olarak görüyor<br />
ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz.<br />
Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize<br />
ve âdetlerinize uygun bir kamp<br />
kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle<br />
sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin<br />
hükümlerine uygun yaşayabilmeniz<br />
için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler<br />
dininizin şartlarına uygundur. Şu<br />
anda yüksek minaresinden peygamberinize<br />
itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami<br />
inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin<br />
refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır.<br />
Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam<br />
başlamaktadır!” 1<br />
Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların<br />
yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere<br />
göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini<br />
göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin<br />
savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde<br />
olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi.<br />
Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan<br />
olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ<br />
üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda<br />
devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an<br />
ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya<br />
ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla<br />
savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst<br />
Almanya’da 1.<br />
Dünya Savaşı<br />
esnasında<br />
İslam dünyasının<br />
ayaklandırılması<br />
konusunda<br />
çalışmalar<br />
yapan Şark<br />
İstihbarat Birimi’nin<br />
(Alm.<br />
“Nachrichtenstelle<br />
für<br />
den Orient”)<br />
merkezi.<br />
©<br />
Zeller, Joachim;<br />
Zimmerer, Jürgen:<br />
Das Oberkommando<br />
der Schutztruppen in:<br />
Zeller, Joachim; Von<br />
der Heyden, Ulrich:<br />
Kolonialmetropole Berlin<br />
- eine Spurensuche.<br />
Berlin-Edition. Berlin<br />
2002. Lizenz<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
27
Gündem<br />
tarafında da “Cennet, kılıcın gölgesi altındadır.”<br />
anlamına gelen bir Arapça atasözüne yer<br />
verilmiştir. Gazetedeki bu metin aynı zamanda<br />
“dost” ya da “düşman” şemalarının aktörlerin<br />
birbirleriyle ilişkileri etrafında yeniden nasıl<br />
tanımlandığını da göstermektedir. Dahası aynı<br />
metin, “cami” ve “minare” gibi kelimelerin o tarihteki<br />
ve günümüzdeki kullanımları arasındaki<br />
farkı da göstermektedir: Bugün bilhassa İsviçre’deki<br />
cami inşaatı veya minare yasağı ile ilgili<br />
tartışmaları göz önüne getirdiğimizde bu farkı<br />
daha iyi anlayabiliyoruz.<br />
Hitler rejimi zamanındaki aktörler de İslam’a<br />
dair günümüzden farklı bir konuma sahiplerdi.<br />
O dönem Müslümanlar olası müttefikler<br />
olarak görülüyordu. Uzun, yoğun ve giderek<br />
şiddetlenen savaş nedeniyle “her imkânı Alman<br />
kanından tasarruf edilmesi için kullanmaya”<br />
yönelik çabalar Korgeneral Ralph von Heygendorff<br />
tarafından desteklenmiş ve “bizim yanımızda<br />
bizimle beraber savaşacak her savaşçının<br />
kabul edileceği” tasdik edilmiştir. Bu bakış<br />
açısına göre o zaman İslam, Alman savaş hedefleri<br />
ile bir çelişki içerisinde bulunmuyordu.<br />
Ayrıca dinin yaşanması için herhangi bir insan<br />
ve materyal kaynağına ihtiyaç duyulmuyor, dolayısıyla<br />
Müslümanların dinlerini yaşamaları<br />
teşvik ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İkinci<br />
Dünya Savaşının sonlarına doğru İslam’ın, Alman<br />
savaş stratejisinin bir propaganda silahına<br />
dönüştürüldüğü görülür. Stalin tarafından kapatılan<br />
veya tahrip edilen camiler 1942 yılında<br />
tekrar hizmete açılmıştır. Müslüman lejyonerlere<br />
bayramlarda ve Cuma günleri öğleden sonra<br />
izin alma ve mümkün olan her zaman oruç tutma<br />
imkânı sunulmuştur. Asker mezarları Mekke<br />
yönüne çevrilmiş, Kur’an nüshaları basılıp<br />
askerlere dağıtılmış ve Göttingen Üniversitesi<br />
ile beraber ünlü Şarkiyatçı Bertold Spuler idaresinde<br />
imamlar için ileri eğitim kurumları tesis<br />
edilmiştir. Bu girişimlerden savaş hedeflerine<br />
ulaşılması için din özgürlüğünün bir araç hâline<br />
getirildiği anlaşılmaktadır. O zamanki aktörlerin<br />
İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterdiği<br />
özel ilgi de “İslam” ve “Müslümanlar” gibi ifadelerin<br />
kullanımını etkilemiştir. Siyasi aktörlerin<br />
siyasi tutumları “eski Muselman”ları “Muselgerman”lara<br />
dönüştürmüş, Müslümanlar hakkındaki<br />
tablo da zamanın tartışmalarında siyasi<br />
çıkarlara uygun olarak olumlu bir şekilde yeniden<br />
düzenlenmiştir.<br />
Öte yandan sadece aktörler arasındaki ilişki<br />
dil kullanımını etkilemez; daha ziyade aktörlerin<br />
bir olaya yönelik konumları da bu bağlamda<br />
1. Dünya Savaşında<br />
Osmanlı Devletinin<br />
savaşa girmesinin<br />
ardından Şeyh’ül-İslam’ın<br />
halka<br />
seslenişi<br />
28 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
İslami kavramlar dinî<br />
bağlamlarından uzaklaştırılmakta<br />
ve bu<br />
işlem sırasında lügat<br />
anlamlarını yitirmektedir.<br />
Bu da onları<br />
siyasi dil kullanımında<br />
isteğe bağlı farklı anlamların<br />
yüklenebildiği<br />
içi boş kılıflar mesabesine<br />
indirmektedir.<br />
kullanılan ifade araçlarını büyük ölçüde etkiler.<br />
1979 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı başlayan<br />
Afganistan Savaşı sırasında Türkçesi “mücahit”<br />
olan “Mudschahed” (çoğulu Mudschaheddin)<br />
kavramı Alman kamuoyunda sıkça kullanılmıştır.<br />
“Mudschaheddin” kavramı ile o tarihte Afganistan<br />
ve İslam ülkelerinden gelen Müslüman<br />
direniş gruplarına işaret edilmekteydi. ABD ve<br />
Batı o zamanda Sovyet işgaline karşı bir konum<br />
almaktaydı. Aktörlerin Sovyet işgaline karşı bu<br />
siyasi konumları “Mudschaheddin” kavramının<br />
kullanımını da etkiledi. O tarihte Almanya<br />
Federal İstihbarat Servisinin çalışanları “Afgan<br />
Mudschaheddin ile iş birliği hâlinde cephedeki<br />
riskli görevler hakkında” raporlar hazırlıyorlardı.<br />
Takip edilen strateji ise, “ABD gizli servisinin<br />
de beklentisine göre karşı tarafı, yani Mudschaheddin<br />
birliklerini, silah, donatım ve eğitim ile<br />
destekleyerek Sovyetler Birliği’ne bir ‘Vietnam<br />
deneyimi’ dersi vermek.” 2 şeklindeydi.<br />
O tarihte yazılan metinlerden örnekler<br />
“Mudschaheddin” kavramının bilhassa Sovyet<br />
saldırısının ilk aşamasında tarafsız, kimi zaman<br />
da olumlu yansıtıldığını kanıtlar. Bu bağlamda<br />
“Mudschaheddin” birliklerine karşı gösterilen<br />
büyük toplumsal desteğe, onların kötü eğitim<br />
ve organizasyonlarına rağmen dayanıklı olduklarına<br />
yer verilmekteydi:<br />
“Halkın neredeyse yüzde doksanı direnişçilere<br />
destek veriyor. Bu yüzden kötü organize<br />
olan ve yetersiz donanıma sahip Mudschaheddin<br />
birlikleri dayanabilmiş ve hatta yavaş yavaş<br />
operasyonlarının vurucu gücünü artırabilmişlerdir.”<br />
3<br />
“Farklı grupların birbirlerine rakip olmaları<br />
askerî bir dezavantaj değildir; Mudschaheddin<br />
birlikleri birleşmiş güçleri ile Sovyet saldırılarına<br />
karşı koyabildiklerini kanıtlamışlardır.” 4<br />
“Kızıl Ordu üç gün boyunca taarruzda bulundu,<br />
fakat piyade birlikleri kayda değer bir görev<br />
üstlenemediler. Dört veya beş kişilik küçük<br />
gruplarda hareket eden Mudschaheddin birlikleri<br />
direnebildiler. Nihayetinde Sovyetler Birliği<br />
eli boş geri dönmek zorunda kalan taraf oldu.” 5<br />
“Mudschaheddin” kavramının bu yöndeki<br />
kullanımı devamlılık gösterememiş ve sadece<br />
1979 yılındaki Afganistan savaşının ilk aşaması<br />
için geçerli olmuştur. Günümüzde “Mudschaheddin”<br />
kavramından değil de daha ziyade “cihatçı”<br />
veya “din savaşçısı”ndan bahsedilmektedir.<br />
Fakat “Mudschaheddin” kavramının tam<br />
tersine bu kavramlar küçük düşürücü çağrışımlara<br />
sahiptir. Oysa hem “Mudschaheddin” hem<br />
de “cihatçılar” kavramları “cihat” kelimesinden<br />
türemekte ve anlamsal olarak aynı içeriğe sahip<br />
olup “cihat yapanlar” anlamına gelmektedir.<br />
Buna rağmen “Mudschaheddin” ve “cihatçılar”<br />
kamuoyunda farklı siyasi veya ideolojik yönelimlere<br />
bağlı olarak farklı yorumlamalar kazanmaktadır.<br />
Bahsi geçen örnekler ile İslami kavramların<br />
kamuoyunda nasıl kullanıldığını görmek<br />
mümkündür. Bilhassa Alman kamuoyunda bu<br />
kavramlar ağırlıklı olarak siyasi toplumsal çelişkiler<br />
ve yurt dışında ve yurt içindeki çatışma<br />
durumları ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır.<br />
Bu durum da bu kavramların kamuoyunda siyasallaşmalarına<br />
yol açmaktadır. Böylece İslami<br />
kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta<br />
ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir.<br />
Bu da onları “siyasi dil kullanımında<br />
isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği,<br />
aslında anlamsız, içi boş kılıflar” mesabesine<br />
indirmektedir.<br />
*Dil bilimci olan Saif, İslami kavramların Alman dilindeki<br />
kullanımı ve bu kullanımın kültürlerarası iletişime etkisini<br />
araştırmaktadır.<br />
1<br />
http://www.eslam.de/begriffe/e/el_dschihad.htm<br />
2<br />
Die Welt 06.10.13<br />
3,4,5<br />
Die Zeit, 31.12.1982<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
29
Gündem/Söyleşi<br />
Siyasi Yansımalar ve İtirazlar<br />
Avusturya İslam Yasası<br />
Geçtiğimiz sene Avusturya’da oldukça<br />
tartışılan İslam Yasası, 31 Mart<br />
2015’ten beri yürürlükte. Yasaya dair<br />
Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz<br />
başvurularını ve yasanın kabulünden<br />
sonra yaşanan süreci Avusturya<br />
İslam Toplumu (IGGiÖ) Hukuk<br />
Departmanı yöneticisi avukat Ümit<br />
Vural ile görüştük.<br />
© Ümit Vural<br />
Avusturya İslam Yasası Bakanlar Kurulu’ndan<br />
geçtikten sonra ne tarz gelişmeler kaydedildi?<br />
İslam Yasası 10.12.14 tarihinde Bakanlar<br />
Kurulu’ndan geçtikten sonra Meclis’e gönderildi.<br />
Oradan da Anayasa Komisyonu’na havale<br />
edildi.<br />
Ardından IGGiÖ Şura Meclisi parlamento<br />
zemininde görüşmeler yürütmek üzere beni bir<br />
komisyon kurmak ile görevlendirdi. İçlerinde<br />
Dr. Metin Akyürek, Mouddar Khouja ve Prof. Dr.<br />
Richard Potz’un da bulunduğu 4 kişilik bir komisyon<br />
kurduk ve parlamentoda milletvekilleri<br />
ile görüşmeler yürüttük. Özellikle Meclis Anayasa<br />
Komisyonu’nda bulunan üyeler ile görüştük.<br />
Zira Meclis Anayasa Komisyonu’nun kanun<br />
tasarısını değiştirme yetkisi vardı. Bu görüşmelerde<br />
temel olarak hukuki bir çerçevede kalmayı<br />
hedef aldık, zira konuyu siyasi zemine taşıdığımızda<br />
hiçbir neticeye ulaşamayacağımızı biliyorduk.<br />
Müzakere için bir tasarı hazırladık ve<br />
bütün görüşmeleri onun üzerine şekillendirdik.<br />
Şubat ayına kadar takriben 40 görüşme yaptık.<br />
Netice olarak Meclis Anayasa Komisyonu<br />
kanun tasarısında bizim istediğimiz hukuki<br />
düzeltmelere dair olumlu bir kanaat geliştirerek<br />
mecliste oylamaya sundu. Bu düzeltmelerin<br />
en temelinde Viyana Üniversitesinde İlahiyat<br />
Fakültesinde görev alacak öğretim üyelerinin<br />
Müslüman olması şartının kanun metninde yer<br />
alması vardı. 25 Şubat 2015’te Meclis’te kanun<br />
oylamaya sunuldu. Ardından kanun Cumhurbaşkanının<br />
onayı ile 31 Mart 2015’te yürürlüğe<br />
girdi.<br />
Yasa parlamentodan geçip yürürlüğe girdikten<br />
sonra Avusturya’daki Müslüman cemaat ne<br />
tarz adımlar attı?<br />
Benim gözlemlediğim kadarıyla İslam Yasası<br />
30 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Ümit Vural<br />
bu sürecin ardından gündemden düştü. Hararetli<br />
tartışmaların yerini sakinlik aldı. Böylece<br />
herkes yeni İslam Yasasının getirdiği sorumluluklar<br />
ve düzenlemeler üzerine yoğunlaşmaya<br />
başladı.<br />
IGGiÖ yine bir komisyon kurmak ve IGGiÖ<br />
tüzüğünü yeni İslam Yasasına adapte etmek<br />
için beni görevlendirdi. Şu an bizim başkanlığımızda<br />
IGGiÖ’nün yeni tüzüğünü yazıyoruz. 31<br />
Aralık 2015 tarihine kadar IGGiÖ’nün Başbakanlığa<br />
yeni İslam Yasasına adapte edilmiş tüzüğünü<br />
teslim etmesi gerekiyor.<br />
Yasaya dair Anayasa Mahkemesi’ne bazı itirazlar<br />
da gerçekleştirildi. Bunlar hakkında bilgi verebilir<br />
misiniz?<br />
Medyaya da yansıdığı üzere iki büyük kurum,<br />
Viyana İslam Federasyonu ve ATİB İslam<br />
Yasasına karşı Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet<br />
haklarını kullandılar ve şikâyetlerini Anayasa<br />
Mahkemesi’ne bizim aracılığımız ile ağustos ve<br />
eylül aylarında ilettiler. Şu an bu şikâyetlerin<br />
neticesini bekliyoruz. Bu iki kurum dışında bizi<br />
avukat olarak görevlendiren başka dernekler<br />
de var. Muhtemelen kasım ayının başında daha<br />
fazla dernek Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş<br />
olacak.<br />
Bu itirazların başarıya ulaşma şansı nedir?<br />
Bu konuda net bir şey söylemek ya da herhangi<br />
bir tahminde bulunmak tabii çok güç. Lakin<br />
hukuki bir perspektiften bakılırsa olumlu<br />
sonuçlanma ihtimali gayet yüksek diye düşünüyorum.<br />
Bu konunun ister istemez hukuki bir<br />
değerlendirmeyi aşan, toplumsal derinliği olan<br />
bir mesele olduğunu görmemiz gerekiyor. İslam<br />
Yasası’nın siyasi anlamda da farklı yansımaları<br />
var. İtirazlarla ilgili bekleyip sonucu hep birlikte<br />
göreceğiz.<br />
İtiraz başvuruları kabul edilirse süreç nasıl devam<br />
edecek?<br />
Şu an yapılan itiraz özellikle derneklerin<br />
kapatılması maddesini ihtiva ediyor (31 Abs 3<br />
IslamG). İtirazda diğer dinî cemaatlere kıyasla<br />
bir eşitsizliğin söz konusu olduğunu ve bu<br />
maddenin devletin bir dinî cemaatin iç işlerine<br />
müdahale etmesi anlamına geldiğini izah ettik.<br />
Eğer itiraz başarılı olursa, Mart 2016 tarihine<br />
kadar İslami alanda hizmet veren derneklerin<br />
kapatılmasına dair madde yasadan kaldırılmış<br />
olacak. Bu madde daha yürürlüğe girmedi<br />
çünkü. Yasadaki bu maddeye göre Mart 2016<br />
tarihine kadar derneklerin tüzüklerinde İslami<br />
hizmet sunduklarına dair ifadeleri çıkarmaları<br />
gerek; aksi takdirde İçişleri Bakanlığı o dernekleri<br />
kapatacak. Diğer taraftan dernekler İslami<br />
hizmet verebilmek için IGGiÖ’nün çatısı altında<br />
bir yapıya bürünmek zorundalar.<br />
Yasa geçtiğimiz sene gündemden hiç düşmedi,<br />
şimdi ise kamuoyunda bir sessizlik hâkim.<br />
Bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Benim kanaatime göre meselenin medyatikleştirilmesinden<br />
olumlu bir netice çıkmadı.<br />
Ama mevcut durumda hukuki süreç<br />
başladı. Şu an bütün İslami dernekler IGGiÖ<br />
tüzüğünün değişmesi ile anayasanın öngöreceği<br />
şartlarda IGGiÖ çatısı altında yerlerini<br />
almayı bekliyor.<br />
Elif Zehra Kandemir sordu.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
31
Dosya<br />
Sosyal Dönüşümün<br />
Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />
Azınlık ve çoğunluk ilişkisinde “sosyal etki”, yani hangi grubun kimi hangi oranda<br />
etkileyeceği Avrupa’daki Müslümanlar açısından heyecanla takip edilebilecek<br />
bir alan. Zira azınlık olmak, hem uyum sağlama ve itaat etme durumunu<br />
beraberinde taşırken hem de sosyal dönüşümü başlatabilecek büyük bir potansiyeli<br />
içinde barındırıyor.<br />
Hans-Peter Erb *<br />
32 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/castgen<br />
Herkesin sizden farklı bir görüşü savunduğu<br />
bir tartışma ortamında kendi fikrinizi nasıl<br />
dikkatle, hatta biraz da şüpheyle dile getirdiğinizin<br />
farkına varırsınız. Başka bir ortamda<br />
üye olduğunuz spor derneğinin mensupları<br />
planlanan yaz şenliğinin detayları hakkında<br />
tartışırlar ve üyelerin çoğu birlikte mangal<br />
yapmak isterken birkaç üyenin folklor akşamı<br />
düzenlemeye dair istekleri göz ardı edilir. Veya<br />
parlamentoda muhalefetin bir yasa tasarısının<br />
oylamasında iktidar partileri çoğunluğa sahiptir,<br />
inisiyatif başarısız kalır.<br />
Bu örnekler çoğunluk ve azınlık görüşlerinin<br />
karşılaşma durumlarını ortaya koymaktadır.<br />
Günlük hayatta yaşanan, bazen düşük<br />
bazen yüksek oranda önem taşıyan bu örnekler<br />
hepimize kendi tecrübelerimizden tanıdık<br />
gelir. Bunun dışında sosyal etkinin çok belirsiz<br />
bir şekilde kendisini gösterdiği ve bizlerin<br />
farkına bile varmadan etkilendiğimiz başka örnekler<br />
de mevcuttur. Örneğin banka çalışanları<br />
koyu mavi bir takım elbisenin üstüne dikkat<br />
çekmeyen bir kravat takmak üzere aralarında<br />
önceden sözleşmiş gibidirler. Ya da<br />
bilmediğiniz bir havaalanına giden yolda<br />
levhalar yerine diğer arabaları –yani çoğunluğu-<br />
takip ettiğiniz için yolunuzu<br />
kaybettiğiniz zamanlar olmuştur.<br />
Bu tür fenomenler uzun süredir<br />
“uyum” ya da İngilizce tabirle “conformity”<br />
başlığı altında araştırılıyor.<br />
Henüz 19. yüzyılın sonunda Le Bon ve<br />
Tarde gibi sosyologlar kişinin çevreye<br />
uyma davranışı hakkında temel pozisyonlar<br />
ortaya koydular. 20. yüzyılın ortalarından<br />
bu yana önemli sosyal psikolojik<br />
teoriler geliştirildi ve 80’li yıllardan<br />
beri hangi koşullar altında çoğunluğun sözünü<br />
geçiremediği ve azınlığın sosyal değişim ve yeniliğin<br />
öncüsü olabileceği soruları araştırılıyor.<br />
Grup Aidiyeti Bağlama Göre Değişir<br />
“Çoğunluk” denildiğinde bir grup veya toplum<br />
için ortak tanımlayıcı özelliğe sahip insanların<br />
çoğunluğu kastedilir. Örnek olarak<br />
Almanya’da Almanlar veya Hristiyanlar çoğunluğu<br />
oluştururken, Türkler veya Müslümanlar<br />
azınlığı oluştururlar. Genelde “çoğunluk” sosyal<br />
güç ve yüksek statü ile ilişkilendirilirken,<br />
“azınlık” kolayca ön yargılara ve bunlara bağlı<br />
ayrımcılıklara maruz kalmaktadır. “Sosyal etki”<br />
alanındaki araştırmalar çoğunluk ve azınlık<br />
arasındaki ilişkide şu iki ihtimale dikkat çeker:<br />
Çoğunluğa intibak etmek “uyum/conformity”<br />
olarak nitelendirilirken, azınlığın etki alanını<br />
genişletmesi ise “sosyal yenilik/inovasyon”<br />
olarak nitelendirilir.<br />
Bununla birlikte “çoğunluk” ve<br />
“azınlık” kelimeleri sadece belirli<br />
bir topluluk bağlamında anlaşılmalıdır.<br />
Yani “çoğunluk” ya da<br />
“azınlık” atfını oluştururken kişiler<br />
değişken bir zeminde bulunurlar.<br />
Örneğin “Müslüman”<br />
özelliği Almanya’da yaşayan<br />
bütün insanlar ele alındığında<br />
bir azınlık niteliği olarak görülürken,<br />
Almanya’da yaşayan<br />
Türk kökenli insanlar açısından<br />
ele alındığında “Müslüman olmak”<br />
bir çoğunluk özelliği olarak<br />
kabul edilmektedir. Yani kişilerin<br />
kendilerini atıfta bulunacakları<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
33
Dosya<br />
grubun taşıdığı önem, bu kişilerin içinde bulundukları<br />
bağlama ve bu bağlamdaki öznel<br />
bakışlarına da bağlıdır. Örneğin “Almanlar”<br />
Almanya’da kendilerini genelde Alman olarak<br />
hissetmezlerken Türkiye’de tatil yaparken<br />
kendilerini tam anlamıyla “Alman” olarak hissedebilirler.<br />
Demek ki çoğu kez “bağlam” bir<br />
gruba aidiyet bilincini de daha güçlü bir şekilde<br />
ortaya çıkarabilmektedir. Bu durumda grup<br />
aidiyeti söz konusu olduğunda azınlık olmanın<br />
(“Almanya’daki Türkler”) çoğunluk olmaktan<br />
(“Almanya’daki Almanlar”) daha fazla önem<br />
taşıyor olması da anlaşılabilir bir durumdur.<br />
“Sosyal Etki”<br />
Kişinin kendisini atıfta bulunacağı grubu<br />
ve böylece azınlık-çoğunluk ilişkilerini tanımlaması<br />
bir dizi psikolojik süreci de tetikler.<br />
Klişeleştirme, ayrımcılık, mağdurların sosyal<br />
kimliklerinde değişim gibi süreçlerin yanı sıra<br />
çoğunluk ve azınlık arasında bir “sosyal etki”<br />
de gerçekleşir.<br />
Peki, nedir bu “sosyal etki”? Sosyal etki,<br />
bireylerin düşünme süreçlerinin, bakış açılarının,<br />
karar ve davranış biçimlerinin diğer<br />
insanların varlıkları sebebiyle değişmesi sürecine<br />
denir. Bu etkinin kasıtlı veya kasıtsız<br />
bir şekilde uygulanması ya da bu etki altında<br />
kalan kişinin etkilendiğinin farkında olup olmaması<br />
tamamen önemsizdir.<br />
Çoğunluğun sosyal etkisi bir dizi faktöre<br />
dayanır. Her insan kendisi için önem arz eden<br />
bir “çoğunluk”la kendi görüşlerini paylaşma<br />
ihtiyacı duyar. Bu görüşler paylaşıldığında<br />
“çoğunluk”la birey arasında fikir örtüşmesi<br />
mevcutsa olumlu bir sosyal kimlik oluşur. Bu<br />
fikir uyuşması kişiyi “normal” davranıştan<br />
sapmaktan veya görüş farklılığı sebebiyle grup<br />
içinde belirli yaptırımlara maruz kalmaktan<br />
korur. Burada bahsedilen kanaat ya da düşüncenin<br />
doğru veya yanlış olması ikincil bir<br />
öneme sahiptir. Ön planda daha ziyade sosyal<br />
ilişkiler yer alır. Bilhassa birey ile topluluk arasındaki<br />
ortak görüşün, bahsi geçen topluluğun<br />
(örneğin siyasi partinin ya da dinî cemaatin)<br />
tanımlayıcı özellikleri ile ilgili olması önemlidir.<br />
Çoğunluğa İtaat ve Uyum<br />
Çoğunluğa muhalif olmak itici bir şey olarak<br />
algılanır ve çoğu zaman kişinin kendi düşüncesini<br />
değiştirmesi ve çoğunluğa ayak uydurması<br />
ile sonuçlanabilir. Buna bağlı olarak çoğunluk<br />
ile muhalefete düşmek kişiyi bu çatışmaya dair<br />
sosyal çıkarımlar yapmaya sevk eder ve çoğu<br />
kez çoğunluk tutumunun sorgulanmadan ve<br />
yüzeysel olarak kabul edilmesine yol açar. İtaat<br />
(İng. “compliance”) olarak adlandırılan bu durum<br />
sosyal çatışmayı ortadan kaldırır ve birey<br />
kendisini kendi grubunun kucağında yeniden<br />
güvende hisseder. Bu şekilde bir itaatin, değiştirilen<br />
görüşün çoğu zaman sadece kısa vadeli<br />
olması ve samimi bir inanca dayanmaması gibi<br />
dezavantajları da vardır.<br />
Fakat çoğunluk başka psikolojik mekanizmalar<br />
ile de etki edebilir. Çoğunluğun tutumunun<br />
doğru olduğu inanışında etkili olan başka<br />
basit bir kural da şu düşüncedir: “Bu kadar çok<br />
sayıda insan benden farklı düşündüğüne göre<br />
bu yanlış olamaz.” Tüketim ürünlerinin reklamlarında<br />
da aynı prensip geçerlidir: Mümkün<br />
olduğu kadar fazla tüketicinin üründen memnun<br />
olduğu belirtildiğinde “bu kadar çok insanın”<br />
aynı ürünü tavsiye etmesi etkili bir reklam<br />
stratejisi olarak kendisini gösterir. Çoğunluk,<br />
kişinin kendi görüş ve pozisyonlarıyla uyumlu<br />
argümanlar öne sürdüğünde bunlar “doğru”<br />
olduğu için kişinin daha çok ilgisini çeker. Öte<br />
yandan aynı konuya dair farklı yorumlar da<br />
gerçekte olduğundan daha olumlu karşılanır.<br />
Böylece çoğunluğun etkisi, sadece çoğunluk ile<br />
hemfikir olarak değil, aynı zamanda çoğunluk<br />
34 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/Alexander Junghans<br />
pozisyonunun azınlık görüşünden daha doğru<br />
görülmesine dayalı bir mekanizma aracılığıyla<br />
da kendisini gösterir.<br />
Şunu belirtmekte fayda var: Eğer bütün insanlar<br />
çoğunluğun etkisine yenik düşseydi,<br />
sosyal değişim imkânsız olurdu. Bilindiği gibi<br />
çevre hareketi ya da kadın hakları hareketi gibi<br />
tarihî sosyal değişimler çoğu zaman yalnızca<br />
birkaç “öncü”ye dayanır, yani azınlık hareketi<br />
olarak bilinirler.<br />
Azınlık Çoğunluğa Nasıl Etki Edebilir?<br />
Sosyal değişime öncülük eden azınlıklar<br />
farklı düşünenleri cezalandırma gücüne ya da<br />
kendi görüşlerinin “doğru” olduğunu hissettirecek<br />
çoğunluğa sahip olmasalar da başarılı bir<br />
“etki alanı” oluşturabilirler. Azınlıkların başarılı<br />
bir şekilde etki edebilmeleri için aradaki farkı<br />
dengeleyecek değişik mekanizmalar söz konusudur.<br />
Bir azınlık sahip olduğu zayıf durumu, kendi<br />
pozisyonunu sürekli ve tekrar tekrar savunarak<br />
(örneğin istikrarlı bir şekilde sosyal bir çatışmayı<br />
körükleyerek) telafi edebilir. Bu tür bir<br />
etkiye maruz kalanlar bu dayanıklılık ve istikrardan<br />
dolayı azınlığın kendi tutumundan çok<br />
emin olduğu sonucunu çıkartırlar ve azınlığın<br />
istikrarı sebebiyle azınlığın haklı olup olmadığı<br />
hakkında daha teferruatlı bir düşünmeye sevk<br />
edilirler. Uzun vadeli olarak azınlığın çoğunluğa<br />
uyum sağlamasından (İng. “compliance”)<br />
daha uzun ömürlü ve dayanıklı bir fikrî değişimi<br />
içeren bu tür “dönüşüm”lere sıkça rastlanır.<br />
Fakat çoğunluğun fikirlerindeki bu tür değişimler<br />
genellikle kamusal düzeyde gerçekleşen<br />
toplu bir dönüşüm olmaktan ziyade sadece özel<br />
hayatta vuku bulur. Bu değişim, farklı görüşlere<br />
sahip azınlıklara kamusal algıda olumsuz nitelikler<br />
atfedildiği sürece sadece özel hayatta gerçekleşmeye<br />
devam eder.<br />
Öte yandan azınlıkların “etki” edebilmesi<br />
için illa da kendi zayıf pozisyonlarını telafi edici<br />
unsurlara başvurmaları gerekmeyebilir. İnsanların<br />
bir “azınlık görüşü”nü kabul ederek “eşsiz<br />
olma ihtiyacı”na sahip oldukları bilinen bir durumdur.<br />
Bu ihtiyaç kapsamında insanların “ait<br />
olmak” istemedikleri, bunun tam aksine daha<br />
ziyade bireysellik ve başkalarından farklılık<br />
aradıkları anlar da kendisini gösterebilmektedir.<br />
Bu aranan farklılık gerçekleşmediğinde kişi<br />
kendisini silik ve alelade bir insan gibi hisseder<br />
ve bu nahoş durumdan kurtulmak için çaba sarf<br />
eder. Bunun için de kişi hem kendisine hem de<br />
sosyal çevresine benzersiz olduğunu ve kitlenin<br />
silik bir parçası olmadığını göstermek adına<br />
azınlıkta olan bir fikri/bir azınlık fikrini kabul<br />
edebilir. Bu şekilde “azınlık” bir sosyal motifi<br />
karşılar ve azınlığın pozisyonu sadece çok az<br />
sayıda insan tarafından paylaşıldığı için ilginç<br />
ve cazip bir hâle gelir.<br />
Öte yandan azınlıklar sosyal bir risk ile de<br />
karşı karşıyadırlar. Sadece az sayıda insanın<br />
savunduğu bir “doğru” yüksek derecede takdire<br />
yol açabilir. Fakat azınlığın uygulama ve<br />
söylemlerinin yanlış olduğu ortaya çıkarsa<br />
aynı durum aşırı derecede bir aşağılamaya da<br />
yol açabilir. Buna karşın çoğunluk görüşü daha<br />
güvenli bir seçenektir. Birey çoğunluktan farklı<br />
bir pozisyonu kabul ederek hem olumlu hem<br />
de olumsuz açıdan aşırı değerlendirmelere maruz<br />
kalmayı göze alır ve böylece sosyal bir risk<br />
üstlenir. Buna paralel olarak risk almak isteyen<br />
insanların azınlık pozisyonlarını benimsemeye<br />
daha meyilli oldukları tahmin edilmektedir.<br />
Bütün bu anlatılanları ele aldığımızda bazı<br />
önemli soruların cevaplandığını görürüz: Öncelikle<br />
çoğunluğun etkisini tamamen bertaraf<br />
etmek imkânsız gibi görünmektedir.<br />
Bireysel açıdan “bir gruba ait olma”, görüş<br />
farklılığından kaynaklanan yaptırımlardan kaçınma<br />
ve çoğunluk tarafından savunulan fikrin<br />
doğru olduğu inancı da kişiler üzerinde oldukça<br />
etkilidir. Fakat bu durum, toplumda yaygın olan<br />
görüşün değişemeyeceği anlamına gelmez. Sosyal<br />
dönüşümler azınlıklar tarafından başlatılır<br />
ve tarihten örneklerin gösterdiği üzere gerçekten<br />
başarılı olabilirler.<br />
Bu açıdan azınlık ve çoğunluğun sosyal etkisi<br />
karşılıklıdır. Hangi görüşün nihayetinde kabul<br />
edileceği, kimin gerçekten haklı veya haksız<br />
olduğundan ziyade, toplumsal “gerçek”lerin kişisel<br />
olarak nasıl tasarlandığına bağlıdır.<br />
*Prof. Dr. Erb, Hamburg Helmut-Schmidt Üniversitesi’nde<br />
Sosyal Psikoloji dalında eğitim vermektedir.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
35
Dosya/Söyleşi<br />
“Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini<br />
Aktaracağı Kurbanlar Arar.”<br />
Filistinli bir psikanalist olan Gehad Mazarweh 1962 yılından beri Avrupa’da<br />
yaşıyor. Schwarzwald’daki muayenehanesinde hastalarına hizmet veren Mazarweh<br />
şu an dil sebebiyle Almanya’da travmatize olmuş mülteciler konusunda<br />
en çok aranan doktorlar arasında. Mazarweh ile azınlık ve çoğunluk ilişkileri<br />
üzerine konuştuk.<br />
Siz de ülkesini terk etmiş birisiniz. Ne tarz tecrübeleriniz<br />
oldu?<br />
1962 yılında Basel’e geldim. İsviçre’nin oldukça<br />
düzenli, tarafsız, insan haklarına saygı<br />
gösterilen bir ülke olduğu düşüncesi ile yola<br />
çıkmıştım. İltica etmemin sebebi İsrail’de Filistinlilere<br />
karşı sergilenen ayrımcılıktı. Bugüne<br />
dek sadece Yahudilerin yaşadığı bir ülke utkusu<br />
etrafında Filistinlilere uygulanan zulüm acımasızcaydı.<br />
Yabancı bir ülkede olmak benim için başta<br />
oldukça sorunluydu. Yemek kültürünün farklılığından<br />
başlayıp, insanlarla iletişime geçme<br />
zorluğuna kadar aşılması gereken birçok engel<br />
vardı.<br />
Bir Filistinli olarak İsrail’de sosyalleşmek nasıl<br />
bir tecrübeydi?<br />
Ben Filistin’de, henüz bir İsrail devletinin<br />
olmadığı bir zamanda dünyaya geldim. Savaş<br />
başladığında Haifa ve Jaffa’daki evlerinden kovulmuş<br />
mültecilerin güvenli bir yer bulabilmek<br />
umuduyla bize gelişlerine tanık oldum. İnsanların<br />
en basit alışkanlıklarının ve güvenli hayatlarının<br />
nasıl sistemli bir şekilde yok edildiğini<br />
gördüm. Büyüdüğümde doğum yerim İsrail<br />
devletinin bir parçası olmuştu. Orada ilişkiler<br />
oldukça açıktı: “Onlar” bizi istemiyorlardı, “biz”<br />
de onları! Nefret, milliyetçilik ve ayrımcılığın<br />
hüküm sürdüğü bu ortamda yetiştim ve özgürlük<br />
arzusu karakterimde büyük bir iz bıraktı.<br />
Hiç kimse ikinci sınıf insan olarak yaşamamalı;<br />
ben bunu yaşadım ve hissettim. Buna ar-<br />
tık tahammül edemediğimde ise aileme doğup<br />
büyüdüğüm topraklardan gideceğimi söyledim.<br />
Zulme uğrayan bir halkın parçası olup işgalcilerle<br />
aynı ülkede yaşayan biri neler hisseder?<br />
Bu her şeyden önce insanın kişiliğini değiştirir.<br />
Ayrımcılıkla karşılaşan kişi, merkezinde insan<br />
hakları olan bir birlikte yaşama dair inancını<br />
kaybeder. Benim doğduğum topraklarda da böyle<br />
oldu. İngiliz sömürgeciler tarafından yapılan<br />
ayrımcılık daha sonra İsrailliler tarafından devam<br />
ettirildi. Bu durum Filistinlilerin kendilerini<br />
“daha az değerli” hissetmelerine neden oldu.<br />
Oysa bizlerin yeni bir kılıfa değil, aksine restore<br />
edebileceğimiz yeni bir iç dünyaya ihtiyacımız<br />
var.<br />
Azınlık-çoğunluk ilişkisine dönelim: “Azınlık<br />
psikolojisi” ibaresinden neyi anlamalıyız?<br />
Öncelikle anlamamız gereken sadece çoğunluğun<br />
azınlık üstünde etkisi olmadığı, aynı<br />
zamanda azınlığın da çoğunluğu etkileme potansiyelinin<br />
bulunduğu. Fakat bu ikisi arasında<br />
bir fark var: Çoğunluğun etkisi hissedilebilir<br />
bir oranda açıkça olurken azınlığın etkisi yavaş<br />
yavaş ve dikkat çekmeden ilerler. Öte yandan<br />
“azınlık-çoğunluk” düşüncesi zamanla giderek<br />
azalacaktır. Bu ikisi birleşip kaynaşacak, bu birleşmeden<br />
ortaya kreatif bir şey çıkacaktır. Farklı<br />
ve yabancı olan unsurlar zamanla yeni ve güzel<br />
bir kokuya bürünür ve toplumda yer edinirler.<br />
Medyada Müslüman gençlerin “suça meyilli<br />
36 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
ve tehlikeli” olarak gösterilmesi onları nasıl etkiliyor?<br />
Çoğunluk toplumu belli yansıma alanlarına<br />
ihtiyaç duyar; bu sosyal psikolojinin yüz yıllardır<br />
bildiği bir gerçek. Çoğunluk toplumu kendisine<br />
dair kötü resimleri ve fiilleri bertaraf edebilmek<br />
ve bunları “başkası”na aktarabilmek için<br />
bir kurban arar. İslam’a karşı duyulan güvensizlik<br />
de bu anlamda yeni değil. Çoğunluk toplumunun<br />
bu refleksine karşı bizler çocuklarımızı<br />
sağlıklı bir öz bilinç ile eğitmeliyiz.<br />
Peki, ırkçılık tecrübesi insan psikolojisini nasıl<br />
etkiler?<br />
Karşısındakini aşağılayan, aslında kendisini<br />
aşağılamaktadır. Irkçılık da benzeri bir cehaletle<br />
bağlantılı. Irkçılar aşırı aşağılık duygularına sahipler.<br />
Öte yandan ayrımcılık ya da ırkçılık tecrübesi<br />
buna maruz kalan insanda korku ve geri<br />
çekilmeye sebep olur. Sonuçta güvensizlik, kendisini<br />
soyutlama ve agresyon ortaya çıkar.<br />
Birçok mülteci muayenehanenize geliyor.<br />
Genelde hangi şikâyetleri gözlemliyorsunuz?<br />
Kimse vatanını güle oynaya terk etmez. Zira<br />
vatan ruhun bir parçası, bize değer veren ve bize<br />
sevebileceğimiz bir şeyin olduğunu gösteren bir<br />
unsurdur. Birçok mülteci için de vatanlarında<br />
yaşadıklarını ya da oradan kaçarken tanık olduklarını<br />
atlatabilmek kolay değil. Birçoğu travmatize<br />
olmuş ve günlük hayatlarını tek başına<br />
idame ettiremeyecek durumda. Korkuları, depresyonları<br />
ve psikosomatik şikâyetleri var. Birçoğunun<br />
tek ve son tesellisi dinleri ve Allah’a<br />
olan inançları.<br />
Geçenlerde Lampedusa’da eşini ve üç çocuğunu<br />
kaybeden bir kadınla görüştüm. Onların<br />
boğulmalarını seyretmek zorunda kalmış. Bu<br />
kadın her şeyini yitirdikten sonra hayatın anlamını<br />
sorguluyordu. Ayrıca istismar edilen ve<br />
tecavüze uğrayan kadınların hikâyeleri de üzücü<br />
bir şekilde artıyor.<br />
İbrahim Yavuz sordu.<br />
Çoğunluk toplumu kendisine<br />
dair kötü resimleri bertaraf<br />
edebilmek ve bunları başkasına<br />
aktarabilmek için bir kurban<br />
arar.<br />
Avrupa’daki mültecilerin şu anki durumunu<br />
nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
İnsanlar ölümden ve katliamlardan korkarak<br />
sadece canlarını kurtarmak için vatanlarını terk<br />
ediyorlar. Güncel mülteci akınını tartışırken bu<br />
durumu genelde göz ardı ediyor, insanlar hakkında<br />
tartışmak yerine rakamlar hakkında tartışıyoruz.<br />
Lübnan, Ürdün ya da Türkiye’nin bütün<br />
Avrupa’dan daha çok mülteci aldığı bu tartışmada<br />
dile getirilmiyor bile.<br />
Oysa bir insanın yaşamaya, bağımsızlığa,<br />
özgürlüğe ve insan onuruna dair hakları kimse<br />
tarafından gasp edilemez ve bu haklar tartışma<br />
konusu da yapılmamalıdır.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
37
Dosya<br />
Azınlığın Etki Potansiyeli<br />
ve Sivil İtaatsizlik<br />
Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çoğunluk<br />
toplumu karşında kendi talep ve arzularının<br />
“azınlık” durumunda kalmaması<br />
için neler yapabilirler? Değerleriyle çelişen<br />
kanun, yönetmelik ve olası yanlış uygulamalar<br />
karşısında etki güçlerini nasıl artırabilirler?<br />
Bu sorulara cevaplar arasında<br />
“sivil itaatsizlik” kavramı ve bireysel direniş<br />
önemli bir yer tutuyor.<br />
Mevlüt Uyanık *<br />
Avrupa’daki Müslümanlar kendilerini<br />
“azınlık” olarak görmek yerine toplumun asli<br />
unsurlarından biri olarak görülmeyi temin için<br />
sivil örgütlenmelere gitmektedirler. Müslüman<br />
cemaatin hâlâ “azınlık” olarak görülüp ötelenmesi<br />
durumunda ise Müslümanların otoriteye/<br />
çoğunluğa karşı sivil ve eleştirel bir bilinç elde<br />
edebilmelerinin imkânını araştırmak ve tarihsel<br />
temellere gönderme yaparak örgütlü ve sivil<br />
direniş kodları bulmak gerekir. Müslümanlar<br />
iktidardan gelecek temel ilke ve değerlerine<br />
yönelik olası bir yanlış uygulamada grup/cemaat<br />
merkezli örgütlerle direnebilirler. Peki,<br />
grup/cemaat merkezli bu sivil örgütlenmelerle<br />
yapılan mücadelelerin, kanun ve yönetmeliklerle<br />
(hukuksuz) uygulamalara karşı direnişlerde<br />
başarı oranı nedir? Burada istenilen hedefe<br />
ulaşılmadığı, yani yasal yollar tükendiği zaman<br />
ne yapılabilir? Bu gibi durumlarda Müslümanlar<br />
“sivil itaatsizlik” ile yani şiddete başvurmadan,<br />
üçüncü şahısların haklarını ihlal etmeden,<br />
kamuoyuna açık ve hesabı verilebilir eylemlerle<br />
direnebilirler. Bireysel hak ve özgürlük merkezli<br />
bir direniş olduğundan dolayı grup ve cemaat<br />
zihniyetini de aşarak temel ilkeler adına<br />
yaşadıkları ülkelerdeki “değerlerin çoğulculuğu”na<br />
katkı sağlayabilirler. Böylece Müslümanlar<br />
dünyanın her yerinde göç ettikleri toprakları<br />
nasıl bir inanç ve ruhla “yurt”laştırdıklarını,<br />
oraya nasıl bir “aidiyet” duygusu beslediklerini<br />
de gösterebilirler. Ülkelerinde azınlık olarak<br />
görülmek yerine toplumun asli unsurlarından<br />
biri olarak değerlendirilmeleri imkânı bu şekilde<br />
sağlanabilir.<br />
38 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Kamu Yönetimi ve Sivil Toplum<br />
Demokratik yönetimlerde iktidar, çeşitli<br />
grup ve kurumlar arasında dağılmış olarak bulunur.<br />
Siyasi otorite karşısında bireylerin özgürlüğünün<br />
güvence altına alınması için başka bir<br />
alan gerekir. Sivil toplum, devletin müdahaleci<br />
olmayan koruması altında özgürce gelişen alana<br />
denir.<br />
Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin<br />
sağlanması ve birinin diğerine feda edilmeksizin<br />
var olması yönetim ve sivil toplum ilişkisinin<br />
tutarlılığına bağlıdır. Liberal demokrasilerde<br />
iktidar ve/veya muhalefeti oluşturan<br />
birimlerin temel amacı, ülkelerindeki dinî/ırki/<br />
kültürel farklılıkların değer çoğulculuğu içinde<br />
yaşayabilecekleri bir aidiyeti temin edecek<br />
politikalar üretmektir. Bu aidiyetin temel dinamiklerine<br />
yönelik muhtemel bir kırılmanın<br />
ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal sorunların<br />
ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini en<br />
aza indirgemek ve çözüme kavuşturmak için<br />
sivil itaatsizlik etkili olabilir. Bunun olabilmesi<br />
de alt dinî grup ve cemaatlerin, birer sivil toplum<br />
kuruluşu şeklinde örgütlenmesi ve cemiyet<br />
hâline gelerek iktidar-halk arasındaki ilişkilerin<br />
düzenlemesinde etkin olmasıyla mümkün olacaktır.<br />
Burada kastedilen Avrupa’daki “Müslüman<br />
cemaat” örneğinde “dinî cemaat statüsü”<br />
şeklinde tezahür eden hukuki kavram değildir.<br />
Kaldı ki bu yazının hedefi, bu terimin de zorunlu<br />
olarak “azınlık” kavramını içerdiğine işaret ederek,<br />
hak taleplerinin kolektif değil, bireysel hak<br />
ve özgürlükler bağlamında olması gerekliliğidir.<br />
Çünkü Müslümanların göç ettikleri ve artık yerleşik<br />
hâle geldikleri toprakları yurt edinmeleri,<br />
onları olası bir çatışma için “gerekli bir öteki”<br />
konumuna düşerecek grup/kolektif haklar bağlamında<br />
mücadele etmek yerine bireysel hak ve<br />
özgürlükleri temel alarak direniş kültürü oluşturmalarından<br />
geçmektedir.<br />
Mescitlerin bile ayrı olduğu, farklı dinî tasavvurların<br />
ve yaşam biçimlerinin her birinin “hakikatin<br />
biricik temsilcisi” olarak sunulduğu alt<br />
cemaat/grup yapılanmaları, Müslüman cemaate<br />
yönelik hak ve hukuk taleplerinde hukukun<br />
gerektirdiği “sivillik” içinde ne kadar etkin olabilir?<br />
Çözüm herkesin kendi mezhebi/tarikatı/<br />
cemaati, yani kolektif bağlamında yeterli görülürse,<br />
diğer alt grupların durumu ne olacaktır?<br />
Burada vurgulanması gereken şudur: Avrupa<br />
ülkelerinde Müslümanlara yönelik şiddetin artması<br />
ve İslam düşmanlığının güçlenmesini sadece<br />
“kolektif haklar” bağlamında ele almak<br />
Müslümanları “gerekli bir öteki” ve “azınlık”<br />
konumuna düşürür. Bunun yanında “bireysel<br />
hak ve özgürlükler” merkezli bir direniş kültürü<br />
oluşturmak gerekir ki, burada anahtar kavram<br />
sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlik, üçüncü şahısların<br />
belirli zümrelerin hakkını çiğnememelerinin<br />
yollarını araştırır, bunun için muhtelif<br />
eylemler hazırlar. Böylece hem devletin kolayca<br />
tahrip edemeyeceği bir kamu alanının varlığı<br />
devam ettirilir; hem de toplumun hiçbir kesimi<br />
diğeri üzerinde demokrasi aracılığıyla da olsa<br />
tahakküm tesis edemez.<br />
Niçin Sivil İtaatsizlik?<br />
Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına<br />
alınması ve muhalefetin örgütlenmesine ideolojik<br />
çoğulculuk adı altında müsaade edilmesi<br />
demokrasinin temel özelliğidir. Muhalefet, örgütlü<br />
veya örgütsüz çeşitli gruplar, topluluklar<br />
veya bireyler tarafından yasal, bazen de yasal<br />
olmayan yollarla yapılabilir. Siyasal ya da sosyo-ekonomik<br />
yapıya yönelik radikal veya kısmi<br />
reformlar şeklinde taleplerde bulunulabilir. Bu<br />
bağlamda muhalefet (parti, sendika, STK) bazı<br />
somut ideolojik amaçları veya manevi değerleri<br />
gerçekleştirmek için özellikle siyasal iktidarı etkilemeye<br />
yönelik faaliyetler sergileyebilir.<br />
Eğer daha demokratik, çoğulcu ve katılımcı<br />
bir siyasal hayat arzu ediyor, temel insan<br />
hakları ve özgürlüklerini içeren pozitif hukuk<br />
Özgürlük ve güvenlik arasındaki<br />
dengenin sağlanması<br />
yönetim ve sivil toplum ilişkisinin<br />
tutarlılığına bağlıdır.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
39
Dosya<br />
uygulamalarının ortaya konmasını istiyorsak,<br />
hukuk devleti idesiyle çelişen durumlarda kamu<br />
düzeninin bozulmaması ve hizmetlerin aksamaması<br />
şeklinde bir kaygımız varsa, yaşanan<br />
(hukuki) kırılmaların tashihi için şiddetsiz, aleni<br />
ve kamuya açık, barışçıl bir eylem tarzı olarak<br />
sivil itaatsizlik öncelenebilir.<br />
Pasif muhalefet ya da sivil itaatsizlik; “içinde<br />
yaşanılan sistemi meşru kabul etmekle beraber<br />
yapılan haksız ve adaletsiz uygulamalara karşı<br />
yasal imkânların tükendiği noktada şiddete başvurmadan<br />
vicdani bir şekilde ortaya konulan,<br />
yani siyasi ve ahlâkî motivasyonu olan; bununla<br />
birlikte sistemin yasalarına aykırı ve düşünülerek<br />
bir plan dâhilinde gerçekleştirilen hareket”<br />
şeklinde tanımlanabilir. Sivil itaatsizlik, sistemin<br />
bütününe değil; bireysel haksızlıklara karşı<br />
çıkış demektir. Kötülüğü karşı bir kötülükle ve<br />
şiddet kullanarak değiştirmeyi ret unsuru, aynı<br />
zamanda pasif muhalefeti, “isyan”, “direniş”,<br />
“devrim”, “ihtilal”, “başkaldırı” gibi hareketlerden<br />
farklı kılar. Bu nedenle hak ve hürriyetlerin<br />
korunmasında ve kazanılmasında oldukça etkili<br />
olarak kullanılmakla beraber, uygulanması<br />
hiç de kolay olmayan; aksine son derece çetin<br />
bir yoldur. Zira baskı ve şiddet karşısında barışçı<br />
direniş, şiddete şiddetle karşı koymaktan<br />
çok daha fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık,<br />
moral ve güç ister. Bu anlamda yeni bir hukuk<br />
ve devlet düzeni tipinde çağdaş bir tavır olarak<br />
ortaya çıkan sivil itaatsizlik, içinde gerçekleştiği<br />
uygarlığın, kültürün, temel insan haklarının ve<br />
hukukun koruyucusu ve savunucusudur.<br />
Yönetimin/iktidarın “doğru” tasavvuruna,<br />
iki temel öncül ile sivil direniş gösterilir: “Bir<br />
kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa karşı<br />
yapılmıştır.” “Kendine yapılmasını istemediğin<br />
bir şeyi başkasına yapma!” İslam siyasi tarihine<br />
baktığımızda, “Haksızlık karşısında susan dilsiz<br />
şeytandır.” ilkesini şiar edinen Hasan el-Basrî<br />
ve Ebu Hanife’nin direniş kodlarının bu tarz<br />
bir muhalefetten oluştuğunu görebiliriz. Hasan<br />
el-Basrî, “irade hürriyeti” anlayışıyla mevcut<br />
siyasal yapının yanlış uygulamalarına karşı bireysel<br />
ve olumlu muhalefetin temellerini ortaya<br />
koymuş, fikrî ve siyasi bağımsızlığını koruyarak<br />
mevcut Emevi devletinin icraatlarını halka benimsetmek<br />
için dayattığı cebr öğretisini reddetmiş,<br />
Haricilerin tekfir ideolojisini benimsememiş,<br />
imamet mitolojisinde yok olmuş Rafizileri<br />
eleştirmiş, tarih yapıcı, sivil/bireysel ve barışçıl<br />
bir muhalefet anlayışı geliştirmiştir.<br />
Ebu Hanife ise devlet görevlilerinin eylem<br />
ve işlemlerinden sorumlu tutulması, bireylerin<br />
devlet gücüne karşı korunması hususları üzerinde<br />
önemle durmuş, dinî/fıtri yapıya ve hukuka<br />
aykırı bir düzenlemeye rıza göstermemiş ve<br />
devlet başkanının yaptırımına meşruiyet sağlayacak<br />
hiçbir davranış içinde bulunmamıştır. Bu<br />
âlimlerimiz insanın zulüm ve baskıya karşı şiddete<br />
başvurmaya mecbur kalmaması için insan<br />
haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının<br />
gerekliliğini vurgulamıştır.<br />
Sivil İtaatsiz Duruş ve<br />
Avrupa’daki Müslümanların Çıkmazı<br />
Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da grup ve<br />
cemaat yapılarının etkinliğini sürdürdüğü malumdur.<br />
Oysa liberal demokrasilerde anayasa ile<br />
güvence altına alınan temel haklar birey merkezlidir.<br />
Burada yaşanılan kırılmalarda da mücadelenin<br />
kolektif hak talebi şeklinde olması iki<br />
açıdan sorun çıkarabilir. İlkinde cemaat ve/ya<br />
grup içi baskılar artarak, bu durum yeni mekânın<br />
yurtlaştırılmasına ve yeni aidiyetin oluşmasına<br />
engel olabilir. İkincisi buna bağlı olarak iktidar,<br />
“Avrupalılık” kimliğinin oluşmasına bir tehdit<br />
olarak görerek, bu cemaat ve gruplara yönelik<br />
baskısını artırabilir, etkilerini azaltmak için onları<br />
birbirine düşürecek politikalar geliştirebilir.<br />
40 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş,<br />
şiddete şiddetle karşı koymaktan çok daha<br />
fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık, moral<br />
ve güç ister.<br />
Kolektif haklar, nitelikleri gereği bireysel<br />
hak ve tercihleri kısıtlayıcı bir potansiyel taşırlar.<br />
Çünkü farklılık ve bireysellikler değil; onlara<br />
rağmen var kılınan etnik, dinî ve kültürel kimliklerin<br />
baskınlığı öne çıkar. Alt gruplar/cemaatler,<br />
temsil ettikleri hayat tarzlarıyla birlikte diğerleri<br />
için anlamlı ve öğretici deneyimler içerebilir;<br />
ama grup veya cemaatlerin mensuplarının bireysel<br />
tercihlerini bastırmaları da mümkündür.<br />
Bu da totaliter kimliklerin inşası demek olup,<br />
siyaset zemininde gruplar arası çatışmaları tetikleyebilir.<br />
Ayrıca liberal/bireyci, çok kültürlü/<br />
çoğulcu toplum yapısının cemaat çoğulculuğuna<br />
dönüşme ihtimali de ortaya çıkar. Durum<br />
böyle olunca, bireylere cemaat/grup içi baskıların<br />
yanında siyasal gücün cemaatlere baskı ihtimali<br />
de belirir. Ya da doğrudan iktidar, cemaat<br />
ve grupları kolektif haklar bağlamında birbirine<br />
çatıştırarak etki oranlarını azaltma politikası<br />
güdebilir. Bu çatışmalarla Müslümanların kendi<br />
aralarında politik ve inanç bölünmüşlüğü<br />
artınca bireysel hak ve özgürlük taleplerinin<br />
karşılanması zorlaşacaktır.<br />
Azınlık statüsü<br />
ve karşılanmayan<br />
bireysel hak ve talepler<br />
Müslümanlarda<br />
bir bilinç<br />
kaybına ve içinde<br />
yetiştikleri ortama<br />
yabancılaşmalarına<br />
neden olabilecektir.<br />
Oysa bilinçlilik<br />
durumu ve<br />
düşünmek, aslında<br />
daha çok toprakla<br />
yurtluk özdeşliğini<br />
kurmaktır. Bu<br />
özdeşlik ise devlete ve topluma içkinlik düzlemi<br />
sergilemeyi, yani bir aidiyeti gerektirir. O hâlde<br />
kişiliğimizi ve kimliğimizi şekillendiren değerlerimizi<br />
yeniden ele almalı ve güncel değerler<br />
karşısında bunları yeniden yorumlamalıyız. Bu<br />
değerlere yönelik haksız bir uygulamada sivil<br />
toplum kuruluşları bazında bireysel hak ve özgürlükler<br />
için yasal yollardan direniş gösterilebilir.<br />
Bunun da etkili olmaması hâlinde kamuya<br />
açık, hesap verilebilir ve şiddetsiz direniş tarzları<br />
olan sivil itaatsizlik eylemleriyle üst bir duruş<br />
sergilemek çözüm üretebilir. Bu yeni bilinçlilik<br />
Avrupa toplumlarında Müslümanların bireysel<br />
hak ve özgürlükler bağlamında mücadelesinin<br />
aşamalarını göstermesi ve azınlık olmadıklarını,<br />
mevcut yapının ana unsurlarından biri olduklarını<br />
göstermesi açısından önemlidir.<br />
*Prof. Dr. Mevlüt Uyanık Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi<br />
öğretim üyesidir.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
41
Dosya<br />
“Hepsi Yanılıyor Olamaz” Mı?<br />
Çoğunluk ile azınlık arasındaki etkileşimin yönü hep azınlıkların aleyhine midir?<br />
Aynı fikre sahip bir kalabalık karşısında fikirlerimizi neden değiştirme ihtiyacı<br />
hissederiz? Toplum tarafından kabullenilmek uğruna aslında benimsemediğimiz<br />
kanaatleri neden benimser gibi görünürüz? Bu ve benzeri sorular,<br />
Avrupa’daki Müslümanlar tarafından da cevap verilmesi gereken sorular arasında.<br />
Meltem Kural *<br />
“Sosyal etki”, “çoğunluk ve azınlığın karşılıklı<br />
etkisi”, “sosyal dönüşüm” gibi konular<br />
uzun senelerdir sosyal psikolojinin alanında<br />
yer alıyor. ABD’li psikolog ve sosyal psikolojinin<br />
öncülerinden Solomon Asch’ın çoğunluğun<br />
azınlık üzerindeki etkisini ortaya koyan meşhur<br />
deneyi, bu alanda yapılmış en önemli çalışmalardan<br />
biri. 1951’de yapılan deneyde bir psikoloji<br />
deneyine katılmak üzere bir grup genç bir<br />
masanın etrafında toplanmıştır. Katılımcılardan<br />
sadece biri gerçekten denektir ve bundan haberi<br />
yoktur. Diğer katılımcılar ise Asch tarafından<br />
belirlenmiş ve ne cevap vermeleri gerektiği önceden<br />
kendilerine tembih edilmiştir. Katılımcılara<br />
görsel değerlendirme testine tabi tutulacakları<br />
söylenerek önlerine bir çift kart konur.<br />
Kartların birinin üzerinde tek bir dikey çizgi<br />
vardır. Diğer kartta ise farklı uzunluklarda üç dikey<br />
çizgi bulunmaktadır. Katılımcılardan ikinci<br />
kartta resmedilen çizgilerden hangisinin boyut<br />
olarak birinci karttaki çizgiye benzediği sorulur<br />
ve hepsinin yüksek sesle cevap vermeleri istenir.<br />
Aynı tarz sorular farklı kartlarla 18 kez tek-<br />
rarlanır. Gerçek denek, grup içerisinde en sona<br />
oturtularak kendisinden önceki cevaplardan ne<br />
derece etkileneceği ölçülmek istenmektedir.<br />
Deneyi yapan profesör tarafından ayarlanan<br />
katılımcılar ilk sorularda doğru cevabı verirken<br />
daha sonraki sorularda yanlış olan cevabı tekrarlarlar.<br />
Herkesin aynı cevabı verdiğini gören<br />
ve en son kendisine sıra gelen gerçek denek ise<br />
tereddütlü bir ifade ile grubun verdiği yanlış cevabı<br />
tekrarlar. Deneye katılan deneklerden üçte<br />
biri çoğunluğun verdiği yanlış cevaplara katılır.<br />
Asch bu sonuçlarla toplumda mantıklı genç<br />
insanların çoğunluğa tabi olma eğilimlerinin<br />
ne derece yüksek ve rahatsız edici boyutta olduğunu<br />
ortaya koyar. Deney sonrası kendileriyle<br />
verdikleri cevap hakkında konuşulan deneklerin<br />
pek çoğu sadece diğerleri tarafından dalga geçilmemek<br />
veya tuhaf karşılanmamak için bile<br />
bile yanlış cevabı tekrarladıklarını söylerken,<br />
küçük bir kısmı ise çoğunluğun verdiği cevabın<br />
doğru olduğuna inandıkları için o cevabı tekrarladıklarını<br />
belirtmiştir. Asch deneyinde gerçek<br />
denekten, cevaplarını diğerleri gibi yüksek sesle<br />
42 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/SnoRkel<br />
vermek yerine kendisine verilen kağıda yazması<br />
istendiğinde çoğunluğa tabi olma eğiliminin<br />
3’te 2 oranında azaldığı gözlemlenmiştir. Deney<br />
kişinin “dışlanmamak” adına gruba uyum sağladığını,<br />
bariz olarak yanlış olduğunu düşündüğü<br />
durumlarda bile çoğunluğun görüşlerini benimseyebildiğini<br />
ortaya koyması açısından ilginçtir.<br />
İnsanlardaki uyum eğilimine neden olarak<br />
iki gerekçe gösterilmektedir. Bunlardan biri<br />
normatif sosyal etki (İng. “normative social influence”)<br />
diğeri ise bilgisel sosyal etkidir (İng.<br />
“informative social influence”). Birincisi sadece<br />
Dönüşüm azınlığın<br />
çoğunluğu<br />
etkilediği durumlarda<br />
gerçekleşir.<br />
Bu durum çoğunluğun<br />
azınlığın<br />
fikirlerinin doğru<br />
olduğuna ikna<br />
edilmesi ile başlar.<br />
grup tarafından kabullenilme isteğiyle gerçekleşirken<br />
(“Gruptan dışlanmamalıyım.”), ikincisi<br />
ise diğerlerinin kendisinden daha bilgili olduğu<br />
kanısından kaynaklanan bir uyumdur (“Herkes<br />
yanlış biliyor olamaz.”).<br />
Öte yandan uyumla alakalı pek çok deney,<br />
azınlığın çoğunluğa tabi oluşunu mercek altına<br />
alsa da Rumen asıllı Fransız sosyal psikolog<br />
Serge Moscovici azınlığın da çoğunluk üzerinde<br />
bir etkisinin söz konusu olduğunu savunur.<br />
Moscovici bu noktada uyum ve tabi olma (İng.<br />
“compliance”) ile dönüşüm/dönüştürme (İng.<br />
“conversion”) arasında bir ayrım yapar. Moscovici’ye<br />
göre Asch’in deneyinde olduğu gibi<br />
çoğunluğun cevabına uyan katılımcılar aslında<br />
içlerinden bunu reddetmektedir. Yani aslında<br />
azınlık o fikri benimsememiş, sadece sivrilmemek<br />
ve dışlanmamak adına fikri benimser gibi<br />
görünmüştür. Dönüşüm ise azınlığın çoğunluğu<br />
etkilediği durumlarda gerçekleşir. Bu durum çoğunluğun<br />
azınlığın fikirlerinin doğru olduğuna<br />
ikna edilmesi ile başlar. Bunun gerçekleşebilmesi<br />
için azınlığın savunduğu fikir ve sergilediği<br />
davranışta istikrar ve tutarlılık göstermesi<br />
önemlidir. Bu tutarlılık esnasında ortaya konulan<br />
orijinal argümanlar ve belli bir fikirde sebat<br />
etmek çoğunluğu etkiler.<br />
Moscovici’ye göre çoğunluk etkisi, azınlık<br />
üzerinde yasal veya toplumsal bir baskı söz konusu<br />
olabildiğinden daha çok normatif sosyal<br />
etkiyle gerçekleşirken, azınlık etkisi ise böyle<br />
bir baskının söz konusu olmaması<br />
nedeniyle büyük toplumsal dönüşümlerin<br />
öncüsü olabilir. Bunun en<br />
somut örneklerinden biri 20. yüzyılın<br />
başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de ortaya çıkan<br />
ve “Süfrajet Hareketi” olarak tarihe geçen<br />
kadın hareketleridir. Kısmen küçük bir grup orta<br />
sınıf kadın hakları savunucusunun kadınlara<br />
seçme ve seçilme hakkının tanınması için başlattığı<br />
ve zamanla etkisini genişleten bu hareketin<br />
talepleri hem söz konusu kadınların açlık<br />
grevi ve benzeri eylemlerinde gösterdikleri devamlılık<br />
hem de savundukları şeyde gösterilen<br />
tutarlılık nedeniyle zamanla çoğunluk tarafından<br />
da kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu<br />
örnek, “doğru” ya da “yanlış”, “iyi” ya da “kötü”,<br />
“gerekli” ya da “gerekli değil” olarak çoğunluk<br />
tarafından benimsenen normlardaki değişikliklerin<br />
azınlıklar tarafından değiştirilebileceğinin<br />
örneklerinden birisidir.<br />
Avrupa’da nüfus ve nüfuz olarak çok da etkin<br />
bir konumda olmayan ve helal kesim, erkek<br />
çocuklarının sünneti, karma yüzme dersleri, başörtüsü<br />
sorunları gibi sıkıntılarla sıkça yüz yüze<br />
kalan Müslüman azınlıkların bu taleplerini benimsetebilmesi<br />
sorunsalı, sosyal psikolojinin bu<br />
heyecan verici deneyleri ışığında yeniden okunabilir.<br />
* Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African<br />
Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Meltem<br />
Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
43
Dosya/Söyleşi<br />
“Mühtedi Olmak, Sizi Güçlü<br />
Olmak Zorunda Bırakıyor.”<br />
Gernot Galib Stanfel, Avusturya’nın Pressbaum kentinde yaşıyor ve 20 seneden<br />
fazla bir süredir müzikle uğraşıyor. Eski doğu müziğiyle müzik terapisi ve farklı<br />
atölye çalışmaları yapan, sonradan Müslüman olmuş Stanfel ile azınlık içinde<br />
azınlık olmayı konuştuk.<br />
Avusturya’da azınlık olan bir dinin üyesi olarak<br />
günlük hayatta hangi tecrübeleri yaşıyorsunuz?<br />
Bana kalırsa Avusturya toplumunda “dindar<br />
olmak” başlı başına azınlık olmak anlamına<br />
geliyor. Devletin yapısı dine göre değil, laik ve<br />
seküler bir anlayış çerçevesinde oluşturulmuş<br />
durumda. Din daha ziyade özel alana ait, sadece<br />
orayı düzenleyen bir şey olarak görülüyor. Bu<br />
durumda insanın kendi kararlarını dinî inancına<br />
dayanarak aldığını söylemesi bile başlı başına<br />
bir azınlık olmaya yetiyor Avusturya’da. Bence<br />
bizim ülkemizde en bariz zıtlık her türden<br />
inançlılarla inançsızlar arasında gerçekleşiyor.<br />
Bir de buna benim Müslüman olmamla “azınlık<br />
içinde azınlık” olmam gerçeği ekleniyor;<br />
zira inançlılar arasında Müslümanlar<br />
da farklı bir azınlığı oluşturuyorlar.<br />
Genelde insanların kararlarına<br />
baktığımızda dinî inançlardansa<br />
diğer nedenlerin daha<br />
baskın bir rol oynadığını görüyoruz.<br />
Çevre, insanların kendi kararlarını<br />
dinî inançlarına dayanarak<br />
almasını anlayamıyor. Örneğin dışarı çıktığımda<br />
benim Avusturyalı çevremde cinsellik konusunda<br />
benimle diğerlerinin davranışlarının arasında<br />
farklar olduğu, benim için evlilik dışı bir<br />
ilişkinin mümkün olmayacağı ortaya çıkıyor. Bu<br />
durumda sanki bu davranışınız modern değil ya<br />
da geri kafalı bir tavırmış gibi yapayalnız kalıveriyorsunuz.<br />
Biraz somutlaştıralım: Diyelim ki bir ortamda 8<br />
kişi de bir rengin siyah olduğunu, 2 kişi ise beyaz<br />
olduğunu söylüyor. Ve söz konusu renk gerçekten<br />
de beyaz. Bu durumda insan ne yapar?<br />
Bu durumda insan ya da kişinin savunduğu<br />
fikir o ortamdan dışlanıyor. Bu tarz durumlarda<br />
insanın kendi fikrinde sebat edebilmesi<br />
için çok güçlü bir karaktere<br />
sahip olması gerek. Ben –her ne<br />
kadar bu kavramı sevmesem debir<br />
“mühtedi” olarak “başka” bir<br />
şeye karar vermiş bir insanım, bu da<br />
verdiğiniz karar konusunda sizi güçlü<br />
olmak zorunda bırakıyor.<br />
44 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Meslek hayatınızda azınlık-çoğunluk arasındaki<br />
“farklılıklar” nasıl kendisini gösteriyor?<br />
Meslek hayatında farklar çok da belli değil,<br />
çünkü iş arkadaşlarım örneğin benim dindar bir<br />
insan olduğumu biliyor. Bu durum da benim Caritas’ta<br />
verdiğim müzik terapilerinde sorun olmuyor,<br />
herkes bu durumu kabulleniyor. Dindar<br />
oluşum örneğin noel zamanlarında sorun olabiliyor.<br />
Arkadaşlarım ya da ailem beni noel için<br />
davet ettiklerinde elbette seviniyorum. Genelde<br />
alışıldığı üzere bir şişe şarap hediye verilirken<br />
benim için sorular başlıyor: Şarabı başkasına mı<br />
hediye etmeliyim? Edebilir miyim? Böylece ihtilaflar<br />
oluşuyor.<br />
20’li yaşlarımdan da bir örnek verebilirim.<br />
Dışarıya Müslüman olduğumu ve İslam’da karar<br />
kıldığımı söylediğimde insanlarla ilişkilerimde<br />
bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. O zamana<br />
kadar bir genç olarak akşamları dışarı çıkar,<br />
Avusturya’da âdet olduğu üzere bir bardan diğerine<br />
giderdim. Daha sonra bu durum biraz daha<br />
zorlaştı, çünkü arkadaşlarımla birlikte gidiyor,<br />
fakat içki içmiyordum. Onlar da İslam’a karşı<br />
bir garezleri olduğu için değil, ama benimle bir<br />
şey yapamadıkları, daha önceki yaşamımızı idame<br />
ettiremedikleri ve ben bir kenarda portakal<br />
suyumla oturduğum için garip bir durum ortaya<br />
çıkıyordu.<br />
Peki, olumlu örnekler de var mı?<br />
Evet, örneğin oruç. Bazen oruçla ilgili anlayışsızlıkla<br />
karşılaştım, insanın yemekten feragat<br />
etmesinin anlamsız olduğu gibi ifadeleri<br />
dinledim. Ama oruç tutmanın aslında o kadar<br />
da zor olmadığını, o esnada oruçlu olduğumu<br />
söylediğimde, “Yani dayanabiliyorsunuz?” tepkisini<br />
alıyordum. Bu gibi durumlarda dinî nedenlerle<br />
bir günde bu kadar fazla bir disiplinin<br />
sergilenmesi bir hayranlık ve büyük oranda saygı<br />
oluşturuyor.<br />
Ölüm sonrası yaşam gibi temel inanç farklılıkları<br />
söz konusu olduğunda neler yapıyorsunuz?<br />
Şimdi burada farklı inançlardan insanlar<br />
arasındaki ilişkilere dair bir yaşam tavsiyesi veremem<br />
elbette. Fakat şunu söyleyebilirim: Bazı<br />
din kardeşlerimiz kendi kapılarının önünü hiç<br />
süpürmemelerine rağmen daima diğerleri için<br />
Bence bizim ülkemizde en bariz<br />
zıtlık her türden inançlılarla<br />
inançsızlar arasında gerçekleşiyor.<br />
neyin iyi olduğunu bildiklerini iddia ediyorlar.<br />
Ben insanın biraz daha münzevi olmasının, biraz<br />
daha arka planda kalmasının daha iyi olduğunu<br />
düşünüyorum. Hangi dinden olursa olsun birisinin<br />
gelip benim burnuma bir şeyler dayatması<br />
beni korkuturdu. Bizim toplumumuzda bunun<br />
bir karşılığı da yok. Kişi iç huzuru ve ruhsal tatmine<br />
ulaşmak için bunu kendi isteğiyle yapmalı.<br />
Bunun yerine insanı zorlamak, olumlu etkiden<br />
ziyade daha da sinir bozmaya neden oluyor.<br />
Genel olarak toplumumuzda Müslümanların<br />
örneğin domuz eti yememesi gibi temel bilgilerin<br />
eksik olduğunu görüyorum. Bence insanın<br />
diğer inançlara dair temel bir bilgisi ve dinler<br />
arasındaki farklara dair az da olsa fikri olmalı.<br />
Bu bence dindarlararası iletişimden daha ziyade<br />
eğitimin bir sorunu. Bu genel kültür eksikliği de<br />
iletişim sorunlarına neden oluyor.<br />
Azınlık-çoğunluk ilişkileri “kimlik”leri de yakından<br />
etkiliyor. Siz gençlerin “kimlik” konusundaki<br />
gelişimini nasıl gözlemliyorsunuz?<br />
Avusturya’da bu konuya dair pozitif bir yaklaşımın<br />
eksikliğini duyuyorum. Örneğin çok dilliliğin<br />
büyük bir potansiyel olduğunu ve olumlu<br />
gözlemlendiğini göremiyoruz. Herkesin Almanca<br />
konuşması gerektiğine dair talep abartılı bir<br />
şekilde dile getiriliyor. Elbette ben de herkesin<br />
Almanca konuşabilmesini isterim. Örneğin<br />
Müslüman öncülerimize ve onların dil yetkinliklerine<br />
baktığımda tatsız bir hisse kapılıyorum.<br />
Fakat öte yandan Avusturya’daki 400.000<br />
Müslüman’ın çok büyük bir kısmının çift dilli<br />
olduğunu ve bunun müthiş bir potansiyel anlamına<br />
geldiğini görmek gerekiyor. Modern<br />
zamanlarda “insan”dan ziyade “insan sermayesi”nden<br />
bahsediyorsak eğer, dilin de büyük bir<br />
sermaye olduğunu anlamamız gerek.<br />
“İyi” ve “kötü” diller var mı sizce?<br />
Kesinlikle var. Çok dilliliğin olumlu yanları<br />
özellikle Müslümanlarda göz ardı ediliyor ve<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
45
Dosya/Söyleşi<br />
bu çok anlamsız. Oysa en basitinden sadece<br />
ekonomik açıdan bakıldığında bile Türkiye’nin<br />
büyük bir ekonomiye sahip olması bu bakış açısını<br />
değiştirmeli.<br />
Kendinizi bir “azınlık üyesi” olarak nasıl hissediyorsunuz?<br />
“Çok kimliklilik” konseptini benim için oldukça<br />
uygun buluyorum. Müzisyenim, Müslüman’ım,<br />
Pressbaum’luyum… Bu farklı düzlemler<br />
üzerinden insan farklı gruplara aidiyet<br />
besliyor ve bu grupların üye sayısı bazen büyük<br />
bazen küçük olabiliyor. Burada ulus aidiyeti biraz<br />
daha ikinci planda kalıyor.<br />
Öte yandan Avrupa’da ortaya çıkan ve Avrupa’ya<br />
büyük zararlar veren ulusçuluğun büyük<br />
ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Bugünkü<br />
gelişmeleri izlediğimizde milliyetçi hareketler<br />
daha çok geçmişe öykünen, marjinal protesto<br />
hareketleri olarak göze batıyor. Günümüzde<br />
bazı güçlerin dini bölgeselleştirmeye çalıştığını<br />
görüyoruz. Bugün Müslümanların “geldikleri<br />
yere geri dönmeleri”, Hristiyanların da Batı’da<br />
kalmaları gerektiğine dair sesleri yeniden<br />
duymaya başladık. Bunlar aslında az ya da çok<br />
tedavülden kalkmış düşüncelerdi.<br />
Bununla birlikte mültecilerin Balkanlar<br />
üzerinden kullandıkları rota ile Osmanlıların<br />
Viyana’yı fethetmeye gelirken kullandığı rotanın<br />
aynı olmasını ilginç buluyorum. Bu sayede<br />
eski şablonlar –belki de bilinçsizce- yeniden<br />
güncel hâle getiriliyor, insanlar korku ve endişeye<br />
kapılıyorlar.<br />
Azınlık-çoğunluk arasındaki fikir farklılıklarını<br />
aşabilmek için kişinin kendi inancını daha açık<br />
bir şekilde ortaya koyması hakkında ne düşünüyorsunuz?<br />
Ben insanların örneğin göstere göstere namaz<br />
kılması taraftarı değilim. Açıkça söylemek<br />
gerekirse bu tarz şeyler hoşuma gitmiyor, zira<br />
bu ilk etapta benimle Allah arasında. Bu gösterişsel<br />
dindarlığın beraberinde getirdiği baskının<br />
çok fazla işe yaramadığını düşünüyorum.<br />
Baskı, karşı baskı oluşturur. Temiz, namazın<br />
asaletine uygun ve estetik duygularımızın da<br />
eşlik edebileceği bir mekânda namaz kılınır,<br />
ama daha fazlası aranmamalı bence.<br />
İbrahim Yavuz sordu.<br />
46 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
47
Dosya Dünya<br />
Yasalarla Desteklenen<br />
Bir Irkçılık: Myanmar<br />
48 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/Rajesh_India<br />
Myanmar’da azınlıklara yönelik uygulanan ve radikal yasalarla desteklenen<br />
politika Budist olmayanların, özellikle Rohingya olarak bilinen Müslüman<br />
azınlığın hayatını zorlaştırmaya devam ediyor. 8 Kasım seçimleri de Rohingyalar<br />
açısından umut vadetmiyor.<br />
Cennet YIlmaz * 49<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
49
Dünya<br />
Rohingyalara yönelik “sessiz soykırım”ın bir<br />
ayağı da bu senenin Ağustos ayında kendisini<br />
gösterdi: Irkçı Myanmar Vatanseverler Birliği<br />
(kısa adıyla Ma Ba Tha) rahiplerinin desteklediği<br />
yasalar Devlet Başkanı Thein Sein liderliğinde<br />
onaylandı.<br />
Müslüman azınlığa yönelik ırkçı tutumuyla<br />
bilinen Budist Ma Ba Tha rahipleri tarafından<br />
meclise sunulan ve kabul edilen dört maddelik<br />
yasa “Irk ve Din Yasaları” olarak biliniyor. Ülke<br />
dinini ve ırkını koruma adına oluşturulduğu savunulan<br />
yasa farklı dinden insanlar arasındaki<br />
evlilikleri ve Budist olmayanların çocuk sahibi<br />
olmalarını sınırlıyor. Getirilen kısıtlamalarda<br />
Budist olmayan erkeklerin Budist kadınlarla evlenmelerinin<br />
yetkili makamlarca kontrol edilmesi,<br />
yine Budist olmayan erkeklerin Budist eşlerini<br />
din değiştirmeye zorlamaları durumunda 2 yıla<br />
kadar hapse mahkûm edilmeleri ve para cezasına<br />
çarptırılmaları öngörülüyor. Çocuk sahibi<br />
olma yönünde getirilen sınırlamada ise Budist<br />
olmayan kadınların doğum yaptıktan sonra 3 yıl<br />
beklemeleri zorunlu hâle getiriliyor.<br />
Açık bir ırkçılığı, ayrımcılığı ve din düşmanlığını<br />
tetikleyen bu yasalar insan hakları örgütleri,<br />
dinî ve siyasi liderler tarafından eleştirilmelerinin<br />
yanı sıra uluslararası basında da yer aldı.<br />
Myanmar Katolik Başpiskoposu Charles Maung<br />
Bo parlamentoda kabul edilen tasarıyı azınlıklara<br />
yönelik bir nefretin sonucu ve zehirlenen<br />
demokrasinin yansıması olarak adlandırdı. İnsan<br />
Hakları İzleme Örgütü ise Myanmar’da “din ve<br />
ırkı korumak adına” onaylanan tasarının başta<br />
Rohingyaları hedef aldığını ve bu yasaların ileride<br />
endişe verici neticeler doğuracağını işaret ediyor.<br />
Siyasi otoritenin Rohingya Müslümanlarına<br />
en temel insan haklarını geri vermesi yönünde<br />
çağrıda bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü<br />
Asya temsilcisi Brad Adams, Myanmar yönetiminin<br />
Rohingyaların temel haklarını sistematik<br />
olarak ihlal ettiğini belirtiyor. ABD Başkanı<br />
Barack Obama da Myanmar yönetiminin azınlık<br />
politikasına duyarsız kalmayıp insan hakları ihlali<br />
devam ettiği takdirde Myanmar rejimine yönelik<br />
baskılarını arttıracağını kaydederken, 2014<br />
senesinin sonunda Birleşmiş Milletler Konseyi<br />
Myanmar yönetiminin ırkçı azınlık politikasını<br />
eleştirmiş ve azınlık haklarının geri verilmesi<br />
yönünde benzer bir çağrıda bulunmuştu.<br />
Bu çağrılara rağmen geçtiğimiz yıllarda marjinal<br />
Budist çeteler tarafından Müslüman köylere<br />
saldırılar düzenlenmesi, Rohingyaların evlerinin<br />
ateşe verilmesi ve binlerce Müslüman’ın katledilmesiyle<br />
dünya gündemine düşen Myanmar<br />
rejimi bütün sahteliğiyle dünyaya gülümsemeye<br />
devam ediyor. Batılı siyasetçiler Myanmar’a<br />
resmî ziyaretlerinde ülkenin demokrasisini ve<br />
ekonomik piyasasındaki gelişimleri methedip ülkede<br />
azınlıklara uygulanan şiddet ve katliamlara<br />
sağır ve dilsiz kalırken, rejimin övgü toplayan<br />
demokrasisi farklı etnik ve dinî grupları sessizce<br />
yok etmeye devam ediyor. Bu gidişatla Myanmar<br />
Batı dünyasının “barış” ve “demokratik” gelişimlerine<br />
gıpta ettiği ve sadece Budistlerin yaşadığı,<br />
turizmin gözdesi bir ülke olacak. Günden güne<br />
sindirilen, göçe zorlanan ve katledilen Rohingyaları<br />
ise hatırlayan olmayacak. Oysa gerçekte<br />
Myanmar’da neredeyse milyonu aşan Müslüman<br />
nüfus sessizce ve yasalar aracılığıyla meşrulaştırılan<br />
bir soykırıma maruz.<br />
Myanmar’ın batısında yasa dışı sığınmacılar<br />
olarak kamplara yerleştirilen Rohingyalar yıllardır<br />
en temel haklarından mahrumlar. Bulundukları<br />
kamplarda şiddete maruz kalan, ne sağlık ne<br />
de çalışma ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilen<br />
ve nesillerdir yaşadıkları Myanmar topraklarında<br />
vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar<br />
sonunda insan kaçakçılarıyla temas kurup<br />
farklı ülkelere göç ediyorlar. Çoğu Rohingya çevre<br />
ülkelere bırakılırken, birçoğu da açık denizlerde<br />
ölüme terk ediliyor. Nüfusunun yaklaşık yüzde<br />
90’ı Budist olan Myanmar’da nüfusun yüzde<br />
4’ünü oluşturan Müslüman Rohingyalar ülkenin<br />
ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle<br />
açıkça yok edilmek isteniyor.<br />
Myanmar Parlamentosu’nda Rohingya meselesine<br />
değinilmediği gibi ne mevcut rejim, ne ana<br />
muhalefet partisi National League for Democracy<br />
(NLD), ne Myanmar’daki demokrasi yanlıları,<br />
ne de insan hakları savunucuları “Rohingya<br />
meselesi”ni çözecek siyasi iradeye sahip değil.<br />
Bilhassa 1991 Nobel ödülüne layık görülen NLD<br />
Genel Başkanı Aung San Suu Kyi, Rohingyalar’ın<br />
durumu karşısında sessiz. Ülkede demokrat ve<br />
barışçıl profiliyle rol model olan Suu Kyi, Rohingyalara<br />
yönelik ırkçı tutumun aktörlerinden biri;<br />
50 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
sadece onun ırkçılığı mevcut rejim ve Ma Ba Tha<br />
örgütünün ırkçılığından biraz daha hafif.<br />
8 Kasımda ülkede yapılacak Genel Seçimlerde<br />
vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar<br />
seçmen olamadıkları gibi, seçim öncesi<br />
Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden adaylıklar<br />
Myanmar Seçim Komisyonu yetkililerince<br />
reddedildi. Çoğunluğunu Müslüman üyelerin<br />
oluşturduğu Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden<br />
seçimlere katılmaya hazırlanan 18 üyeden<br />
17’sinin adaylığının “vatandaş olmadıkları”<br />
gerekçesiyle kabul edilmediği açıklandı. Anayasaya<br />
göre seçimlere katılabilecek ve meclise<br />
girebilecek bir partinin en az 3 üyesinin aday<br />
gösterilmesi gerektiği için Demokrasi ve İnsan<br />
Hakları Partisi de böylece seçim listelerinden<br />
elenmiş oldu. Oysa 2011 yılında askerî cunta ile<br />
başa getirilen Thein Sein’in Birlik, Dayanışma ve<br />
Kalkınma Partisi (USDP) özgür ve tarafsız bir seçim<br />
sözü vermesine rağmen, ordu ve Ma Ba Tha<br />
baskısının ağırlığı seçim öncesi verilen ani kararlar<br />
ve onaylanan yasalarda kendisini belli ediyor.<br />
İktidar partisi USDP üyesi Shwe Mann, ana muhalefet<br />
partisi NLD ile birlikte çalışabileceği ve<br />
gelecek dönemde Devlet Başkanı olabileceği yönündeki<br />
açıklamalarının ardından Genel Başkan<br />
Sein tarafından azledilmişti. Seçimlerde kimlerin<br />
devlet başkanlığına aday olacağı bilinmiyor.<br />
Ana muhalefet partisi NLD’nin iktidar olması<br />
durumunda Suu Kyi anayasal düzenlemeye göre<br />
akrabalarının yabancı uyruklu olması nedeniyle<br />
devlet başkanı olamayacak. USDP’deki görevinden<br />
azledilen Mann’ın NLD’ye katılıp devlet başkanı<br />
olması da olası. Bu karmaşık seçim sistemi<br />
hangi partinin zaferi ile sonuçlanırsa sonuçlansın<br />
Rohingyalara karşı beslenen ırkçı tutumun ve<br />
hak ihlallerinin süreceği kesin. Ülkede ordunun<br />
siyaseti ve ekonomiyi kontrol etmesi, Ma Ba Tha<br />
rahiplerinin din ve ırklarını “muhafaza etme”<br />
adına halk tarafından seçilmiş parlamentoya<br />
müdahil olmaları ve Myanmar rejiminin Müslümanlara<br />
karşı ayrıştırıcı, ırkçı ve soykırım yanlısı<br />
tutumu değişmediği sürece Rohingyaların hakları<br />
her hâlükârda ihlal edilmeye devam edecek.<br />
*Bielefeld Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimini tamamlayan<br />
Yılmaz, sosyolojik teoriler ve toplum analizleri konularıyla<br />
ilgilenmektedir.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
NLD Genel Başkanı Aung San Suu Kyi<br />
51<br />
© Flickr.com/Northern Ireland Office
Dünya<br />
Söylemler ve Karşı Söylemler:<br />
Yemen’de Suud Müdahalesi<br />
Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde<br />
kalırken ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor.<br />
İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve<br />
El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden<br />
kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın<br />
gelmeyeceğinin de bir göstergesi.<br />
MareIke Transfeld *<br />
52 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Shutterstock.com/Dmitry Chulov<br />
Suudi Arabistan’ın Yemen’de ciddi savaş<br />
suçları işlemekte olduğuna dair birçok medya<br />
kurumu ve gözlemci insan hakları organizasyonlarının<br />
iddiaları, krallığın Yemen’de aslında<br />
“meşruiyeti savunduğu” ve ülkeye istikrar<br />
getirdiği gibi düşünceleri mesnetsiz bırakıyor.<br />
Suudi Arabistan’ın Birleşmiş Milletler (BM) İnsan<br />
Hakları Konseyi’ne kabulü ve Hollanda tarafından<br />
gündeme getirilen Yemen’deki savaş<br />
suçlarının tarafsız şekilde araştırılması teklifini<br />
başarılı şekilde bloke etmesi, Suud Krallığının<br />
Yemen’deki askerî müdahalesinin uluslararası<br />
anlamda kabul gördüğünün de göstergesi. Nitekim<br />
Suud Krallığının Husi hareketini sürerek<br />
Yemen’deki İran nüfuzunu sınırlamaya çalışması<br />
ve Ekim 2014’ten itibaren bu bölgelerdeki<br />
kontrolü ele geçirmesi Batılı karar mercileri tarafından<br />
da biliniyordu. Bu bağlamda Suudi Arabistan<br />
bölgedeki istikrar için Batılı siyasetçiler<br />
tarafından önemli bir partner olarak görülüyor.<br />
Suud Krallığı’nın Yemen’deki meşru hükûmeti<br />
savunduğu argümanı Batı’nın da desteğiyle<br />
kabul gördü. Aynı söylem, Yemen’in Körfez<br />
İşbirliği Konseyince başlatılan ve BM’nin maddi<br />
destekte bulunduğu başarılı bir geçiş sürecinden<br />
geçtiği söyleminin uzantısıdır. Bu bakış açısına<br />
göre Husiler’in devlet kurumları ve bölgeleri<br />
üzerinde hâkimiyet sağlaması meşru hükûmete<br />
karşı bir darbe niteliğinde olup Yemen’in bölge<br />
için barışçıl bir model olarak yansıtıldığı bu<br />
geçiş sürecini sabote etmektedir. Yine bu<br />
mantığa göre Suudi askerî müdahalesinin<br />
amacı Husileri kendi bölgesel kalelerine<br />
geri püskürtmek, Sana’a’da bir geçiş<br />
hükûmetini göreve getirmek ve ideal<br />
olarak da geçiş sürecinde olumlu<br />
ilerlemeler kaydetmektir.<br />
Ne var ki bu söylemin yanında<br />
bir de Yemen’deki durumu<br />
anlatan farklı bir gerçeklik<br />
var. Yemen halkına göre<br />
ülkedeki sorunları çözmek<br />
için hayata geçirildiği<br />
iddia edilen geçiş<br />
süreci pek çok faktör<br />
nedeniyle başarısızlığa<br />
uğramaya<br />
zaten mahkûm-<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
53
Dünya<br />
du. Örneğin 2011’de sokaklara dökülüp, adam<br />
kayırmacılığını, fakirliği ve işsizliği protesto<br />
edenler toplumun büyük bir kısmını oluşturmasına<br />
rağmen sözü edilen anlaşma, yalnızca<br />
siyasi sistemin içerisinde yer alan ve Sana’a’daki<br />
rejimle bir şekilde bağlantısı olan siyasi partileri<br />
muhatap kabul etmekteydi. Ayrıca bu plan, Husiler<br />
ve ayrılıkçı güney hareketi Hirak gibi taban<br />
örgütlenmelerinin Aralık 2011’de kurulan geçiş<br />
hükûmetinin bir parçası olmasını engelliyordu.<br />
Bunun yerine kurulan hükûmet eski yönetim ve<br />
muhalefet partilerinden oluşmaktaydı. Bu da<br />
geçiş sürecinin yalnızca eski elit tabakayla sınırlı<br />
kalması anlamına geliyordu. İkinci olarak, eski<br />
başkan Ali Abdullah Salih ve adamlarına sağlanan<br />
dokunulmazlık, eski rejimden geri kalanların<br />
siyasette faal olmasına ve geçiş sürecinin<br />
baltalanmasına zemin hazırladı. Bu iki faktör de<br />
eski elit tabakasını güçlendirdi. Böylece yaygın<br />
yolsuzluk ve iltimas siyaseti gibi protestolara<br />
neden olan siyasi dinamikler değişmeden aynı<br />
kaldı. Bu da, Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifinin<br />
yapıcı bir şekilde yürütülmesine engel teşkil<br />
eden elit ittifakları oluşturdu. Üçüncü olarak,<br />
Ulusal Diyalog Konferansı Yemen’deki iç çatışmaları<br />
çözemedi ve konferansta yürütülen müzakerelerde<br />
somut bir ortak karara varılamadı.<br />
Bir yandan da geçici hükûmetin pasif kalmasıyla<br />
somut herhangi bir reform yapılmadı ve işsizlik<br />
oranı düşmedi. Sık elektrik kesintileri ve hızla<br />
yükselen petrol fiyatları halkın çektiği sıkıntılara<br />
yenilerini ekledi ve sonuç olarak da hem ekonomi<br />
hem de güvenlik şartları kötüleşti.<br />
Yemen halkının büyük çoğunluğu, artık<br />
inancını kaybettiği bu geçiş sürecinin sonuçlarını<br />
beklemek yerine halkın kendi gerçeklerine<br />
dayanan birçok taban hareketi oluşturdu. Husi<br />
hareketi, Ulusal Diyalog Konferansı’ndaki yapıcı<br />
tutumuna paralel olarak milisleriyle birlikte<br />
Saada’daki ana üslerinin de ötesine ilerleyerek<br />
daha fazla bölge üzerinde hâkimiyet kurdu. Ulusal<br />
Diyalog Konferansı’nın başarısızlığı ve hükûmetin<br />
giderek azalan meşruiyeti göze alındığında<br />
Husiler kuzey Yemen’de geniş halk desteğini<br />
kazandı; bununla birlikte barışçıl protestolar ve<br />
şiddetli saldırılardan oluşan stratejileriyle başkent<br />
Sana’a’nın kontrolünü ele geçirdiler. Husiler<br />
her ne kadar şiddet kullanmış olsalar da bu<br />
şiddeti devletin meşru güç kullanım tekelinin<br />
olmadığı bir zamanda kullandılar. Dahası bazı<br />
aşiretler ordudaki eski Başkan Ali Abdullah Salih<br />
taraftarlarıyla birlikte bu silahlı hareketi des-<br />
54 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
tekledi; hareketin devletle yakın temasları oldu<br />
ve hatta kendilerini devletin bir parçası olarak<br />
görmeye başladılar. Bu bakış açısından bakıldığında<br />
Suudilerin askerî müdahalesi ülkedeki<br />
meşruiyetini çoktan kaybetmiş bir devlet başkanının<br />
çağrısıyla gerçekleşen ve ulusal egemenliğe<br />
yöneltilmiş bir saldırı olarak görülmektedir.<br />
Bununla birlikte Husiler’in merkez ve güney<br />
Yemen’de eski başkan Salih’in de desteğiyle<br />
şehirleri işgal ederek ilerlemesi ülkede istikrarı<br />
yeniden inşa etme çabası ve El Kaide’ye karşı verilen<br />
mücadelenin bir uzantısı olarak lanse edildi.<br />
Önceki yıllarda El Kaide, Hadramut ve Abyan<br />
gibi bazı güney bölgelerde kendi kalelerini oluşturmuştu.<br />
Fakat bu gelişmeler hakkında kullanılan<br />
söylem, güney Yemen’de mevcut olan hâkim<br />
inanışın tam tersini yansıtmaktadır. Zira Körfez<br />
İşbirliği Konseyi İnisiyatifi, ülkenin tek ve<br />
birlik içinde olması gerektiğini açıklamış, ayrılıkçı<br />
güney hareketi ise en başından beri geçiş<br />
sürecinde yer alma konusunda isteksiz olmuştur.<br />
Bu hareketin Ulusal Diyalog Konferansı’na<br />
katılması da sadece bir görüntüden ibarettir.<br />
Ulusal Diyalog Konferansı’nın, güneyi iki federal<br />
bölgeye bölme çözümü, hem ayrılıkçı hareket<br />
© Flickr.com/ Ibrahem Qasim<br />
hem de güneylilerin çoğu tarafından reddedildi.<br />
Husi hareketine benzer olarak güneydeki Hirak<br />
ve diğer gruplar Ulusal Diyalog Konseyi’nin<br />
başarısızlığını önceden tahmin ederek konsey<br />
daha bitmeden kamuoyu yaratmayı başardılar.<br />
Yerel halk tarafından kuzeyli işgal rejimi olarak<br />
kabul edilen yönetimin temsilcilerini kovmak<br />
için pek çok güç kendilerine ait bir güney bölgesi<br />
oluşturmak için birlikte çalıştı. Bu bölgelerde<br />
eski başkan Salih’e sadık ordular tarafından desteklenen<br />
Husi saldırıları, kuzey hâkimiyetini tamamıyla<br />
yeniden inşa etme teşebbüsleri olarak<br />
görüldü. Mart 2015’te, Aden ile merkez ve güney<br />
Yemen’deki diğer şehirleri savunmaları için sivil<br />
halk silahlanmaya zorlandı; Suud askerî müdahalesi<br />
ise kuzeyli milislerin saldırılarının önlenmesinde<br />
tek yol kabul ediliyordu.<br />
Suud müdahalesine bu denli desteğe karşın<br />
Yemen’de Başkan Hadi’ye ya da BM tarafından<br />
desteklenen geçiş sürecine çok az destek bulunmaktadır.<br />
Siyasi elitler halk arasında güvenirliğini<br />
tamamen kaybetmiş; içlerinde farklı pek<br />
çok siyasi grup arasında köprü görevini üstlenebilecek<br />
ve sağlam bir diyalog sürecine öncülük<br />
edebilecek pek az potansiyel aday kalmıştır. Bir<br />
taraftan da, IŞİD ve El Kaide gibi aşırı gruplar bu<br />
müdahaleden en kârlı çıkan taraflar olmuştur.<br />
Bu gruplar daha geniş alanlarda kontrolü ele geçirmişler;<br />
Aden’de geçici hükûmete ve hükûmetin<br />
Körfez’deki destekçilerine saldırılar düzenlemişlerdir.<br />
Suud müdahalesinin başarılı olması ya da<br />
eski başkan Salih’in desteğindeki Husiler’in<br />
Suud saldırılarına karşı koymaları bir yana bırakıldığında<br />
devam etmekte olan savaşın, Yemen<br />
toplumunda hâlihazırda mevcut olan anlaşmazlıkları<br />
daha da derinleştirdiği görülüyor. Savaş,<br />
devletin alt yapısını ve ekonomisini tahrip etmekle<br />
kalmayıp geçmişte belli bir noktaya kadar<br />
birlikte yaşamayı başarmış halkın toplumsal<br />
dokusuna da zarar veriyor. Böylelikle istikrar getirmekten<br />
çok bu askerî müdahale güvenliğin ve<br />
ekonominin daha da kötüleşmesine sebep olup,<br />
reel bir siyasi diyaloğun mümkün olmadığı bir<br />
ortam yaratıyor.<br />
*Siyaset bilimci olan Transfeld’in uzmanlık alanları rejim<br />
meşruiyeti, otoriterizm ve Yemen’dir.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
55
Ümmet Mozaiği<br />
Sancılı Bir Coğrafya:<br />
Filistin<br />
© Flickr.com/dierk schaefe<br />
Kudüs, Kubbetü’s-Sahra<br />
Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi<br />
Rabia Şanlıalp<br />
Filistin, insanları dünyanın dört bir yanına dağılmış, kan ve gözyaşının bitmezmiş<br />
gibi algılandığı topraklar. Dünya gündemine sık aralıklarla tekrarlanan<br />
savaş, ayrımcı politikalar ve işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları daha<br />
56 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Flickr.com/dierk schaefe<br />
© Flickr.com/dierk schaefe<br />
Kudüs’ün doğusundaki Zeytin Dağı’ndaki mezarlar<br />
© Flickr.com/dierk schaefe<br />
© Flickr.com/imke.stahlmann<br />
2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden<br />
derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada cereyan<br />
edenler ancak bu tarz derinden bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek<br />
gibi gözüküyor.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
57
Ümmet Mozaiği<br />
© Shutterstock.com/OLEGOLEGOLEG<br />
Beytüllahim sokaklarında dolaşan kız öğrenciler<br />
Beytüllahim şehir merkezi<br />
Filistin yaklaşık üç çeyrek asırdır<br />
acı, kan ve gözyaşıyla hatırlanan<br />
sancılı bir coğrafya. 1948,<br />
hatta daha öncesine uzanan İsrail<br />
işgali altında hakları, toprakları ve<br />
özgürlükleri günbegün yağmalanan<br />
bir halk Filistin halkı. Sadece<br />
mallarına ve canlarına değil aynı<br />
zamanda, belki de daha çok, insanlık<br />
onurlarına ve manevi değerlerine<br />
kasteden bir rejimin daimi<br />
gölgesinde bütün anormalliklere<br />
rağmen normal bir hayat sürmeye<br />
çalışmanın adı Filistinli olmak.<br />
Her gün aile fertlerinden biri veya<br />
birkaçının ölüm haberini duyma<br />
endişesiyle yaşamak zorunda kalmanın,<br />
sabah terk ettiğin evine akşam<br />
dönememe ihtimaline kendini<br />
herhangi bir yerdekinden daha<br />
yakın hissettiğin topraklar Filistin<br />
toprakları...<br />
Filistin sadece toprak olarak<br />
değil yönetim olarak da bölünmüş<br />
bir kimliğe sahip. Bugün uluslararası<br />
düzeyde tanınan Mahmud<br />
Abbas başkanlığındaki Filistin<br />
Yönetimi, 1994’te İsrail ve Filistin<br />
Kurtuluş Örgütü (PLO) arasında<br />
gerçekleşen Oslo Barış Görüşmelerini<br />
müteakip kurulan Filistin<br />
Ulusal Yönetimi (PNA)’nin devamı<br />
niteliğinde. PNA Batı Şeria ile Gazze’yi<br />
kapsayan Filistin topraklarında<br />
özellikle dış işleri konusunda<br />
tamamen işgalci İsrail yönetimine<br />
bağlı özerk bir yönetim olarak kuruldu.<br />
Ancak 2006’daki seçimleri<br />
İslami Direniş Örgütü HAMAS’ın<br />
kazanmasıyla İsrail ve Batılı devletlerin<br />
seçim sonuçlarını tanımadıklarını<br />
açıklamaları ve akabinde<br />
yaşanan gelişmeler üzerine Filistin<br />
yönetimi ikiye bölündü. Bugün<br />
Gazze’de HAMAS ve Batı Şeria’da<br />
Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi<br />
FATAH idaresinde olmak üzere<br />
2007’den bu yana Filistin topraklarında<br />
iki ayrı yönetim bulunuyor.<br />
Can güvenliği sebebiyle anonim<br />
kalmak isteyen Filistinli bir<br />
aileyle konuşuyoruz. Ailenin annesi<br />
Nur, 48 yaşında, doğma büyüme<br />
Filistinli, ortaöğretimini bitirmiş.<br />
Liseyi bitiren eşi oturdukları<br />
şehirde elektrikçi olarak çalışıyor.<br />
31 senelik evliliklerinden 5 çocuğa<br />
sahipler: En büyük oğulları 31<br />
yaşında ve zihinsel engelli. Onun<br />
ardından biyoloji lisansını yapıp<br />
bir üniversitede öğretim görevlisi<br />
olarak çalışan 25 yaşında evli bir<br />
kızları var. Ardından 21 yaşlarında<br />
ikiz evlatları geliyor. İkizlerden kız<br />
olan kimya, oğlan ise tıp eğitimi<br />
görüyor. Ailenin en küçük bireyi<br />
ise 11 yaşındaki kızları. Nur’un ailesi<br />
Kudüs’ün kuzeyinden 14, İsrail<br />
işgali altındaki Ramallah’tan ise 2<br />
kilometre uzaklıktaki Kofor Akab<br />
adlı küçük bir kasabada ikamet<br />
ediyor.<br />
Aile geçimini büyük oranda<br />
emlakçılıktan kazanıyor. Fakat Filistin’de<br />
hayatlarını iyi koşullarda<br />
sürdürebilmek için hayatlarının<br />
bir dönemini Amerika’da geçirmek<br />
zorunda kalmışlar. Böylelikle<br />
orada yeterince para biriktirip,<br />
Filistin’de iş kurup, aynı zamanda<br />
kendi vatanlarına yatırım yapmaları<br />
da mümkün olmuş. Nur, “Filistin’in<br />
bu talihsiz ekonomisinden<br />
dolayı belki de böyle büyük bir<br />
aileyle ve bu ailenin ihtiyaçlarıyla<br />
kendi vatanımızda yaşamımızı<br />
sürdürmek imkânsız olabilirdi.<br />
Eğer bunu yapmış olmasaydık,<br />
Filistin’de nasıl yaşayabilirdik, ne<br />
yer ne içerdik, hiç bir fikrim yok.”<br />
diyor. İstatistikler de Nur’u tasdikler<br />
nitelikte: 2014 yılında Filistin<br />
topraklarındakilerin yüzde<br />
45’i bir işe sahipken, işsizlik oranı<br />
ise yüzde 27’ye yakın. Bu sayılar<br />
ve işsizlik durumu özellikle Gazze<br />
Şeridinde çok daha vahim bir seyir<br />
takip ederken Batı Şeria’da ekono-<br />
58 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Kudüs’te bir Müslüman mahallesinde kurulan pazar<br />
© Shutterstock.com/Ryan Rodrick Beiler<br />
© Shutterstock.com/OLEGOLEGOLEG<br />
Bütün anormalliklere<br />
rağmen<br />
normal bir hayat<br />
sürmeye çalışmanın<br />
adı Filistinli<br />
olmak.<br />
Beytüllahim’in Al Kader isimli bir köyünde zeytin ağacıyla ilgilenen bir Filistinli<br />
© Shutterstock.com/danielcastromaia<br />
• İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından<br />
700 binden fazla Filistinliyi evlerinden<br />
sürüp pek çok sivili katlettiği 14<br />
Mayıs 1948 tarihi Al Nakba, yani “büyük<br />
felaket” olarak 1998’den beri her sene<br />
dünyanın pek çok yerinde anılmaktadır.<br />
• Filistin topraklarında para birimi olarak<br />
İsrail’in para birimi olan Yeni İsrail Şekeli<br />
ve Ürdün Dinarı kullanılmaktadır.<br />
• Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni<br />
kapsayan Filistin topraklarında nüfusun<br />
yüzde 88’ini Arap Müslümanlar, yüzde<br />
2.4’ünü Rum Ortodoks, Roma Katolik<br />
ve Protestan gibi farkı mezheplerden<br />
Hristiyanlar, yüzde 9.6’sını ise Yahudiler<br />
oluşturmaktadır.<br />
mik durum Gazze’ye kıyasla kısmen<br />
daha iyi.<br />
Nur, evde günlük yaşamın sabah<br />
namazıyla başladığını söylüyor.<br />
Evin babası işe gitmeden önce<br />
ailenin büyükleri olan babaanne<br />
ve dedenin ihtiyaçlarını karşılıyor<br />
ve ancak ondan sonra iş yerine<br />
doğru yola koyuluyor. Anne ise ev<br />
halkının ihtiyaçlarını karşılamak<br />
için didinen bir ev hanımı. Öğle<br />
vaktine doğru aile bir araya gelip<br />
öğle yemeğini yiyor; ibadetlerin<br />
ve Arap ülkelerinde sünnete dayalı<br />
yaygın bir gelenek olan öğle<br />
istirahatinin ardından yine herkes<br />
işlerinin başına geçiyor. İş dönüşünde<br />
ise dışarda gezmek veya<br />
aile ve arkadaş ziyaretleri ile vakit<br />
geçiriyor. Nur, boş vakitlerde Arap<br />
dünyasında olup bitenlere dair haberleri<br />
ya da belgesel, sinema gibi<br />
programları izlediklerini anlatıyor.<br />
İsrail’de Araplara yönelik haftanın<br />
belirli saatlerinde Arapça yayın<br />
yapan kanallar olsa da Filistinliler<br />
bu yayınlara İsrail propagandası<br />
yapıldığı gerekçesiyle pek iltifat<br />
etmiyor. Bununla birlikte İsrail,<br />
Filistin bazlı ve İsrail kontrolünde<br />
olmayan hiçbir Arap kanalına da<br />
sıcak bakmıyor. Geçen yaz Filistin<br />
Yönetimi’nin desteğiyle Batı Şeria’dan<br />
yayın yapmaya başlayan<br />
Palestine 48 adlı televizyon kanalı<br />
hakkında İsrail hükûmeti tarafından<br />
“İsrail’in bağımsızlığına zarar<br />
verdiği” gerekçesiyle kapatma kararı<br />
alınmıştı. İsrail’in daha önce<br />
de Gazze’de yayın yapan bir kanal<br />
binasını bombaladığı biliniyor.<br />
Dünya genelinde toplamda 12<br />
milyon Filistinli yaşıyor. Bu 12<br />
milyonun çok büyük bir kısmı İsrail<br />
işgalinin ardından vatanlarını<br />
terk etmek zorunda kalmış ve<br />
İsrail tarafından vatanlarına geri<br />
dönme hakları da gasp edildiği için<br />
dünya geneline yayılmış durumda.<br />
Toplam Filistinli nüfusun sadece<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
59
Ümmet Mozaiği<br />
© Shutterstock.com/badahos<br />
© Shutterstock.com/badahos<br />
Beytüllahim’in tarihî şehir merkezi<br />
Nur’un endişeleri<br />
dünyanın<br />
diğer bölgelerinde<br />
yaşayan<br />
annelerin endişelerinden<br />
farklı değil.<br />
5 milyona yakını Filistin topraklarında<br />
ikamet ediyor. 4.6 milyon<br />
Filistinliden 2.8 milyonu Batı Şeria’da,<br />
1.8 milyonu ise Gazze Şeridi’nde<br />
bulunuyor. Bunun dışında<br />
İsrail vatandaşlığına sahip Filistinliler<br />
de var ve İsrail nüfusunun<br />
hiç de azımsanmayacak beşte birlik<br />
kısmını oluşturuyorlar. Bu durum,<br />
birçok Filistinli için dünyanın<br />
pek çok farklı bölgesine dağılmış<br />
akrabalara sahip olmak demek.<br />
Nur’un ailesi de boş zamanlarında<br />
sosyal medya ve yeni iletişim teknolojileri<br />
üzerinden uzakta oturan<br />
aileleriyle irtibata geçtiklerini belirtiyor.<br />
Genel olarak zihinlerde Filistinliler<br />
ve İsrailliler arasında gerilim<br />
ve öfke yüklü bir ilişkiden<br />
başka bir ihtimal yokmuş ya da<br />
bu iki millet asla birbiriyle sağlıklı<br />
bir diyalog sürdüremezmiş gibi<br />
bir algı var olsa da Nur daha farklı<br />
bir bakış açısı ortaya koyuyor:<br />
“Biz insanlarla sağlıklı bir ilişki<br />
kurabilmek ve bu ilişkiyi dengede<br />
tutabilmek için çaba sarf ediyoruz.<br />
Bunun için herkese sevgi dolu yaklaşabilmek<br />
gerekiyor. Gayrimüslim<br />
arkadaşlarımız ve komşularımız<br />
var ve onlarla ilişkilerimiz gayet<br />
normal ve saygı dolu. Yani din, dil,<br />
ırk ayırt etmeden bir arada yaşayabiliyoruz.<br />
Bazıları için bu garip<br />
ve düşündürücü olabilir, ama<br />
aynı insanlığı paylaşıyorsak neden<br />
böyle olmasın ki?” Bununla birlikte<br />
ailesinin Müslümanlarla olan<br />
ilişkisinin daha düzenli olduğunu<br />
da ekliyor. Nüfusunun büyük bir<br />
bölümünü Sünni Müslümanların<br />
teşkil ettiği Filistin topraklarında<br />
Müslümanlar farklı mezheplerden<br />
Hristiyanlar ve Yahudilerle bir arada<br />
yaşıyor.<br />
Filistin toprakları, tüm dünyanın<br />
dikkatini çeken ve on yıllardır<br />
süren bir sorunun yaşandığı bir<br />
coğrafya olunca insan Filistinlilerde<br />
daha farklı bir şeyler arıyor<br />
belki; oysa Nur’un da kendi evlatları<br />
için endişeleri dünyanın diğer<br />
bölgelerinde yaşayan annelerin<br />
endişelerinden farklı değil: “Her<br />
ebeveynin hayal ettiği gibi biz de<br />
evlatlarımızın üniversitelerini bitirmelerini,<br />
mutlu ve bağımsız bir<br />
hayat sürdürmelerini istiyoruz.”<br />
Fakat bu “sıradan” isteklerin<br />
yanı sıra 1948’den sonra Filistinlilerin<br />
giderek daralan yaşam<br />
alanları, illegal yerleşimcilerin<br />
artışı, ayrımcı politikalar, ırkçı bireysel<br />
saldırılarla sıkça patlak veren<br />
savaşın Filistinlilerin karşısına<br />
çıkardığı bir gerçek var: İşgal<br />
Filistinlilerin tüm yaşam alanlarına<br />
nüfuz ediyor. Bilhassa Batı<br />
Şeria’da Filistin köy ve şehirlerini<br />
birbirinden ayıran kontrol noktaları<br />
yüzünden çocuklar okullarına,<br />
yetişkinler işlerine, çiftçiler<br />
tarlalarına ve hastalar hastanelere<br />
ulaşabilmek için her gün onur kırıcı<br />
muamele ve kontrollere tabi<br />
tutuluyorlar. Kontrol noktalarındaki<br />
uzun bekleyişler nedeniyle<br />
60 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
© Shutterstock.com/badahos<br />
Batı Şeria’da bir barikat<br />
İsrail ve Filistin arasında kurulan utanç duvarlarından geçen insanlar<br />
işine zamanında varabilmek için<br />
insanlar sabahın 2’sinde kapılarda<br />
kuyruk olmaya başlarken, yapılan<br />
bir araştırmaya göre 2000 ve 2007<br />
yılları arasında hastaneye ulaşmak<br />
isteyen 69 kadın İsrail askerlerinin<br />
geçişlerini engellemesi nedeniyle<br />
askerî kontrol noktasında doğum<br />
yapmak zorunda kaldı. Bu bebeklerden<br />
35’i, annelerden ise 5’i hayatını<br />
kaybetti.<br />
Nur şiddet eylemlerinin çirkinliğine<br />
vurgu yapmaktan geri<br />
kalmıyor: “İnsanların kolayca cinayete<br />
kalkışabilmesini izlemek o<br />
kadar korkunç ve iç karartıcı ki!..”<br />
Nur’a göre yaşadığı topraklarda<br />
insan hayatının kıymeti yok: “Filistin’de<br />
can almak kolay gibi görünüyor,<br />
ama insanlar bir gün kendi<br />
canlarını da teslim edeceklerini<br />
çok kolay unutuyorlar.”<br />
Birçok Filistinli kendilerini<br />
kendi vatanlarında, hatta evlerinde<br />
savunmasız ve çaresiz hissediyor<br />
Nur’a göre. Bu çaresizlik hissi<br />
© Shutterstock.com/posztos<br />
karşısında Filistin’i terk etmek de<br />
bir çözüm değil: “Ülkeyi terk etme<br />
düşüncesi her gün biraz daha olası<br />
hâle geliyor. Hatta buraları terk etmek<br />
kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bu<br />
düşüncelerle daha önemli bir soru<br />
gün yüzüne çıkıyor aslında: Biz<br />
Müslüman olarak her yerde zulme<br />
uğruyoruz. Burayı terk edelim, tamam,<br />
ama ondan sonra nereye gidelim?”<br />
Nur’a göre asıl çaresizlik<br />
burada başlasa da o bu çaresizlikten<br />
çok kısa bir süre içerisinde silkeleniyor:<br />
“Allah’a olan inancımız<br />
bizim bir gün kurtuluşa ve daha<br />
güzel günlere erişeceğimize dair<br />
tek ümidimiz ve sığınağımız.”<br />
Onun sığınacak limanı olan<br />
inancın Müslüman toplumda giderek<br />
silindiğini gözlemlendiğini de<br />
ekliyor Nur: “Müslüman toplumun<br />
Allah’tan, Kur’an’dan, sünnetten<br />
bu kadar uzaklaşmaları kıyamet<br />
alameti olsa gerek. Filistin’deki<br />
gençlerin birçoğunun hipnotize<br />
olmuş gibi sadece dünyalık yaşamlarının<br />
peşine düştüğünü görüyorum.”<br />
Yaşadığı topraklarda<br />
siyasi sorunların var olduğunu,<br />
ama gençliğin dinî, ahlaki ve ilmî<br />
çöküşünü izlemenin de en az işgal<br />
kadar iç karartıcı olduğunu belirtiyor.<br />
Ona göre gençlerden başlayarak<br />
tüm İslam toplumu dinî ve<br />
manevi değerleri ile ünsiyetlerini<br />
geri kazanmalı. Filistin’de siyasi<br />
sorunlardan etkilenip umutsuzluğa<br />
kapılan Müslüman bireylerin<br />
silkelenip bu doğrultuda faaliyete<br />
geçmeleri aynı ölçüde önemli.<br />
Filistin’de yaşayan Müslümanların<br />
ekonomik, sosyal ve kültürel<br />
anlamda en sıkıntılı günlerini yaşadıklarını<br />
belirten Nur, çizdiği bu<br />
oldukça kötümser tablonun dışına<br />
çıkıp Filistin’deki bayramlardan<br />
bahsediyor: Ülkede ramazan ve<br />
kurban bayramları cömertlik ve<br />
misafirperverliğin zirveye çıktığı<br />
zamanlar. Çocuklar için bayram<br />
neşe dolu geçerken Nur’a göre büyükler<br />
bayramı biraz daha buruk<br />
yaşıyorlar. Zira yetişkinlerin birçoğu<br />
son bayramlarıymış gibi bir<br />
halet-i ruhiye içinde yaşıyor bu<br />
zamanları… Bu durum da aslında<br />
Filistin’de Müslüman olmayı<br />
özetliyor. “En sevinçli zamanların<br />
arasına serpiştirilmiş burukluk”:<br />
Filistinli olmak, biraz da bu anlama<br />
geliyor.<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
61
Portre<br />
Bir Mevlana Aşığı:<br />
Eva de Vitray Meyerovitch<br />
Farklı kıta ve kollardan geçerek ummana kavuşan nehirler gibi, farklı dil ve dinlerden geçerek<br />
Mevlana ile buluşan Havva Hanım’ın karşılaştığı gerçekler merak etmeye değer. Çoğu<br />
zaman karşılaştığımız öyle mesajlar ve işaretler vardır ki, onları bazen görür, bazen yaşar, bazen<br />
hissederiz. Öyle mesajlar da vardır ki, ete kemiğe bürünür insan diliyle görünür, inci gibi<br />
sayfalara dizilir. Beklenmedik bir zaman ve mekânda karşımıza çıkan bu mesajlarla olan tanışmamız<br />
belki görünüşte tesadüfle başlar, hayranlıkla sürer, hikmet ve hakikatle sonuçlanır.<br />
İşte Eva de Vitray Meyerovicth’in Mevlana buluşması da böyle bir mesajla gerçekleşmiştir.<br />
*Selçuk Üniversitesi Beyşehir Ali Akkanat Turizm Fakültesi dekanı olan Öztürk, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi<br />
ve Havva Hanım’ın manevi oğludur.<br />
» Prof Dr. Abdullah Öztürk *<br />
62 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
Havva Hanım, 5 Kasım 1909 yılında Paris’in Boulogne<br />
Bölgesi’nde dünyaya gelir. Aristokrat ve dindar<br />
bir ailenin kızıdır. İlk zamanlar elit ailelere mensup<br />
öğrencilerin gittiği bir rahibe okuluna gider. Ama anılarında<br />
o dönemden ve rahibelerden pek memnun olmadığını<br />
söyler. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girer, akademik<br />
kariyer yapar ve kitaplara sığmayacak başarılara<br />
imza atar. Daha sonra Fransa’nın en büyük araştırma<br />
merkezi, İlmi Araştırmalar Millî Merkezi’nde Fizik Bölümü<br />
Daire Başkanlığı’na atanır. Bu kurumda 1935 yılında<br />
nükleer fizik dalında Nobel ödülü alan Fréderic<br />
Joliot ve eşi Irene’nin laboratuvarında yönetici olarak<br />
çalışır. Bu yıllarda, Muhammet İkbal’in Mevlana hakkında<br />
İngilizce yazdığı “İslam’da Dinî Düşüncenin<br />
Yeniden İnşası” adlı eserine rastlar ve onu okuyunca<br />
Mevlana’dan haberi olur; âdeta dünyası değişir. Kendi<br />
tabiriyle, “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefesinin<br />
söyledikleri, ya da Mevlana’nın söyledikleri doğrudur.”<br />
der. Fransızca yazılmış kaynak bulamadığı için<br />
İkbal’in İngilizce yazılmış kitaplarını Fransızcaya çevirir.<br />
O yıllarda başladığı “Eflâtun’da Simgeler” adlı doktora<br />
çalışmasını bırakarak “Mevlana Celalettin Rumi,<br />
Mistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktorasına<br />
başlar ve bitirir. Bu çalışmadan sonra İslam’a girmeyi<br />
düşünür. Ancak bu Fransa gibi bir ülkede kolay değildir.<br />
Akşamları ihtida etmeye karar verir, gündüzleri vazgeçer.<br />
Bir gün, “Ey Tanrım! İslam’a gireyim mi girmeyeyim<br />
mi? Bana bir işaret ver.” diye samimi bir dua eder.<br />
O gece rüyasında mezar taşında Eva adının Arapça<br />
“Havva” olarak yazıldığını görür. Sabah uyandığında ise<br />
Müslüman olur. Rüyasını anlattığı kişilere, “Anladım ki<br />
Allah Fransızca da biliyor.” diye espri yapardı.<br />
Müslüman olduktan sonra İslam ülkelerine geziler<br />
yapmaya başlayan Havva Hanım Türkiye’ye gelir. İstanbul’da<br />
Halil Can isminde bir neyzenle tanışır. Halil<br />
Can onu Galata Mevlevihanesi’ne götürür. Orada<br />
gözü mezarlığa takılır ve tüyleri diken diken olur: “Bir<br />
baktım, üç yıl önce rüyamda gördüğüm mezar taşımın<br />
aynısı orada.” Sözünü ettiği mezar Havva isminde bir<br />
kadına aittir. Mezarlık ise Mevlevi hanımların mezarlığıdır.<br />
Çok duygulanır, ağlar ve kendi kendine “Sen<br />
Mevlevi olacaksın.” der.<br />
Bir başka gün yolu Eyüp’e düşer. Orada abdest alıp,<br />
namaz kılar. Onu Eyüp Sultan’a götüren şoför de namaz<br />
kılar. Sonra geri dönerler. Havva Hanım borcunu<br />
ödemek üzere parayı uzatır. Şoför ise para almak<br />
istemez. Sonrasında “Ben uzatıyorum, o almıyor. Bu<br />
inanılmaz bir şey. Hiçbir ülkede bunu yaşamazsınız.”<br />
diyecektir. İsmini sorduğunda şoför “Ali” der. “Bak Ali!<br />
Bu benim için haram. Bende para çok, sen de bebe çok.”<br />
der. İnatlaşma sürerken Ali, Havva Hanıma dönerek,<br />
“Hac?” der. Havva Hanım da “İnşallah bir gün.” der.<br />
Şoför iki elini dua eder şekilde yüzüne sürer ve ona:<br />
“İnşallah sen bir gün hac yapar, Arafat’ta taksi şoförü<br />
Ali’ye dua edersin.” Havva Hanım da “âmin” diyerek<br />
kabul eder. Bunun üzerine şoför ücretin yarısını almayı<br />
kabul eder.<br />
Havva Hanım Paris’e döner. Paris’te Müslüman Yazarlar<br />
Derneği kurulur ve Havva Hanım derneğin genel<br />
sekreteri seçilir. Daha sonra bu yazarlar hep beraber<br />
hacca giderler. Havva Hanım hac mahallini görünce<br />
çok şaşırır ve onu mahşere benzetir. Kendini başka bir<br />
dünyada hisseder ve her şeyi unutur. Ne evlatları, ne<br />
kocası, hiç kimse aklına gelmez. Ama Arafat’a çıkar çıkmaz<br />
İstanbullu taksi şoförü Ali’yi hatırlar ve ağlayarak<br />
Ali’ye dua eder. Havva Hanım kendisine de ilginç gelen<br />
bu olayı Paris’teki dostlarına anlatırken gözlerinden<br />
yaşlar akar, “İslam kardeşliği böyle bir şey.” derdi.<br />
Bir ara Mısır Ezher Üniversitesinde felsefe hocalığı<br />
yapan Havva Hanım, dostlarına sık sık şu gerçeği<br />
vurgulardı: “Ne gariptir ki ben de dâhil, Roger Garaudy<br />
gibi birçok Fransız filozof İslam felsefesini tanımadan<br />
Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorası yaptık.” Paris<br />
Sorbonne Üniversitesinde lisans, yüksek lisans ve<br />
doktora yapmış eski bir öğrenci ve hâlâ o üniversite<br />
ile irtibatı olan bir öğretim üyesi olarak ben de bu gerçeği<br />
doğruluyorum. Fransa’daki üniversitelerin felsefe<br />
programları incelendiğinde, İslam felsefesi kürsüsü<br />
veya dersi olmadığı görülür. Bu gerçeği iyi bilen ve<br />
yaşayan Havva Hanım, Mevlana anlayışıyla Batı’daki<br />
İslam karşıtlığını yıkmaya çalışır. Batılılar için yazdığı<br />
“İslam, l’autre visage” (İslam’ın Güler Yüzü) bu eserlerinden<br />
biridir.<br />
“Ben bir Konyalıyım, kendimi de Türk hissediyorum.”<br />
diyen Havva Hanım, bir gün Konya’dan Paris’e dönerken<br />
bana, “Ne olur ben ölünce Konya’da Mevlana’nın<br />
arkasında mütevazı bir mezarlığa defnedilmemi sağla.”<br />
diye vasiyet etmişti. Ama kendisine ve İslam’a ters düşen<br />
oğulları yüzünden sağlığında bana yazılı bir vasiyet<br />
verememişti. Muhtemelen onları kırmak ve onlara<br />
anlamsız gelen böyle bir teklifle ailede sorun çıkarmak<br />
istemedi. “Sen de benim manevi oğlumsun. Ne fark<br />
eder, bir yolunu bul sen götür, gönülden iste, Allah yolumuzu<br />
açar.” demişti. Ben de belki bir belge ve bilgi<br />
olarak işe yarar diye, 1989 yıllarında Selçuk Üniversitesinde<br />
yaptığı bir konuşma sırasında, basın önünde<br />
Konya’da gömülmek istediğini sözlü olarak beyan etmesini<br />
sağladım ve böylece bu isteği yerel gazetelere<br />
yansıdı. Yıllar sonra nasip oldu, izin alabilmek için<br />
oğullarına yazdığım ikna mektuplarında bu beyanları<br />
belge olarak kullandım.<br />
Yalnız yaşayan Havva Hanım’a Fransa’da Ayşe Şaşı<br />
isminde bir Cezayirli bakıcılık yapıyor ve onunla kalıyordu.<br />
Bir gün Havva Hanım rahatsızlanmış. Sonra<br />
hastalığı ilerlemiş, yatağa düşmüş. On gün doktor olan<br />
büyük oğlunun çalıştığı hastanede kalmış. Kocası daha<br />
önce ölen Havva Hanım’ın evli iki oğlu vardı. Büyüğü<br />
14. Paris’teki bir hastanede tıp profesörü, küçüğü de 16. 63
Portre<br />
Paris’te oturan önemli bir avukattı. Ayşe Hanım onların<br />
annelerine olan ilgisizliğinden şikâyette bulunurdu.<br />
Ama onun oğullarını aratmayan ve kendisini yalnız bırakmayan<br />
yüzlerce yerli ve yabancı Mevlana dostu vardı.<br />
Mesnevi çevirisini tamamladıktan birkaç yıl sonra,<br />
yaşlılığı ve rahatsızlığı yüzünden bilimsel çalışmalarına<br />
ara vermiş ve yatağa düşmüştü.<br />
Nihayet o da her fani gibi, 24 Temmuz 1999 tarihinde,<br />
72 Rue Claude Bernard Paris 5’teki apartmanın<br />
beşinci katındaki dairesinde Hakkın rahmetine kavuştu.<br />
Bakıcısı Ayşe Hanım’ın anlattığına göre ölüm anı<br />
çok güzel geçmiş. Kendisini muayene eden ve onu çok<br />
seven Hıristiyan doktorunu beklerken bizleri, Konya’yı,<br />
Mevlana’yı, anmış. Gülümseyerek, “Ayşe seni çok seviyorum,<br />
hep beraber olacağız.” demiş ve şahadet getirerek<br />
hayata gözlerini yummuş.<br />
Havva Hanım’ın ölümüne gidemedik. Daha sonra<br />
Paris’te onu tanıyan Türk dostları bana, “Hocam mezarında<br />
bir mezar taşı bile yok. Mezarına bir taş dikebilir<br />
miyiz? Burada kimse ilgilenmiyor.” dediler. Ben,<br />
“Gerekirse Konya’da yaptırır göndeririz.” dedim.<br />
Sonra bir aylık bir araştırma izniyle Paris’e gittim.<br />
Onu tanıyan, Yıldız Ay ve Aziz Kaya gibi bazı Türk<br />
dostları beni Orly Havaalanı yakınındaki mezarlığa<br />
götürdüler. Her ülkeden insanların olduğu bir mezarlıktı.<br />
Müslümanların bulunduğu sade, gösterişsiz bir<br />
alan vardı. Mezarlıktaki yerini bulduk. Ama Havva Hanım’ım<br />
mezarında ismi yazılı bir mezar taşı yoktu. Mezarını<br />
da görevlilerin verdiği numaralardan arayarak<br />
bulmuştuk. Ben mezarı görünce çok kötü oldum. Bir<br />
anda aklıma vasiyeti geldi. Her şey gözümde canlandı.<br />
Olanlar karşısında içine düştüğümüz çaresiz ve<br />
ümitsizlik duygular içinde kıvranırken, bir an kıbleye<br />
döndüm, ellerimi semaya açarak, “Ya Rabbi, eğer bu<br />
kadın hakikaten samimi idiyse ne olur bunun vasiyetini<br />
yerine getirmemize yardımcı ol! Onu vasiyeti doğrultusunda<br />
Konya’ya Mevlana Türbesi’nin karşısında<br />
bulunan Üçler Mezarlığına nakledelim.” diye dostlarla<br />
ağlayarak dua ettik. Bu teşebbüsümüzün asıl sebebi<br />
orada mezar defterine bakan Fransız görevlinin bize<br />
aktardığı acı bir gerçekti: Havva Hanım’ın on yıllık<br />
mezar süresi bir yıl sonra dolacak ve bir on yıllık mezar<br />
ücretinin ödenmemesi hâlinde cesedi “Fosse Commune”<br />
(Ortak Çukur) denilen kimsesizlerin cesetlerinin<br />
atıldığı büyük bir çukura atılacaktı. Sonra oğullarına<br />
mektup yazdım. Çok uğraştık, çok zorlandık, ama sonunda<br />
Allah’ın izniyle mezarını Konya’ya getirdik…<br />
Havva Hanım Hz. Mevlana’yı dünyaya tanıtan çok<br />
önemli bir isim. Mevlana’nın dev eseri Mesnevi’yi ve<br />
diğer birçok eserini Fransızcaya çevirerek Mevlana’yı<br />
tüm dünyaya tanıtmıştır. Fransızca yazdığı, eşim Melek<br />
Öztürk ile Türkçeye çevirdiğimiz “Konya ve Kozmik<br />
64 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015<br />
Raks” olarak Ankara’da yayınlanan eseri Havva Hanım’ın<br />
Konya tarihi ve semaya verdiği önemi yansıtır.<br />
Yine Fransızlar için yazdığı ve imzalayarak Türkçeye<br />
çevirmemizi istediği başka bir eseri de “Mevlana ve<br />
Tasavvuf” eseridir. Bu eseri çevirip yayına hazırladık.<br />
Yayın için bir sponsor bulduğumuz an onu da yayımlayacağız.<br />
Cemal Aydın dostumuzun yine Fransızcadan<br />
çevirdiği “İslam’ın Güler Yüzü” Havva Hanım’ın<br />
İslam’ı Batılılara tanıtmak için yazdığı diğer önemli<br />
kitaplardandır.<br />
Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya<br />
çeviren Havva Hanım’la ne zaman bir araya<br />
gelsek, şu dört soruyu tartışır, onlara cevap arardık.<br />
Batılıların bize en çok sorduğu sorular bunlardı. Mevlana’yı<br />
anlamak ve anlatmak istetenlere bu dört soruya<br />
cevap bulmasını öğütlerdik: “Sizler Mevlana’da ne<br />
buldunuz? Batılılar onda ne buluyor? Mevlana’yı Batılı<br />
düşünürlerden ayıran nedir? Mevlana’nın mesajları 21.<br />
asır insanının sorunlarına hangi cevapları verebilir?”<br />
Eğer Havva Hanım gibi Mevlana’yı bilimsel olarak<br />
çeşitli dillerde Batılılara veya yabancılara tanıtmak<br />
istiyorsak mutlaka bu sorulara cevap bulmamız gerek.<br />
Mirasyedi Müslümanlar olarak belki biz bu cevaplara<br />
ihtiyaç duymayız. Ama o zaman da Mevlana törenlerinde<br />
Mevlana’yı tanıtıyoruz diye Konya’ya gelen yabancılara<br />
sadece çizgi film seyreder gibi sema seyrettirir,<br />
göndeririz. “Peygamberler bizim soyumuzdan geldi,<br />
dini de en iyi biz biliriz.” diyenler gibi biz de, “Mevlana<br />
bizimdir.” der; Mevlana diyarında sağır gezer, kör bakarız.<br />
Zaman zaman Mevlana’ya akın eden kalabalıkları<br />
görünce Mevlana’yı hatırlar, ev sahibi olarak yabancı<br />
kalmamak için beylik sloganlarla “Mevlanamız en<br />
şöyle, en böyle” diyerek nutuklar atarız. İnşallah kendi<br />
değerlerinin farkında olan yeni gençler ve araştırmacılar<br />
bir gün bu eksikliklerimizi telafi edecek ve sahip olduğumuz<br />
değerleri ortaya çıkarıp insanlığın hizmetine<br />
sunacaklar. Bugün dünyamızın Mevlana’nın evrensel<br />
mesajlarına daha çok ihtiyacı var. Zira bugün dünyamız<br />
“Varsa yoksa benim ailem, benim ülkem, benim<br />
insanım!” diyen lider, düşünür ve entellerle dolu. Bunlardan<br />
evrensel barış ve huzur çıkmaz.<br />
Mevlana değerlerini Havva Hanım vasıtasıyla tanıyanlar,<br />
Mevlana ile birlikte Havva Hanım’ın da mezarını<br />
ziyaret edip dua ediyorlar. Maalesef onu ziyaret etmek<br />
isteyen yerli ve yabancılar yol üzerinde veya Üçler<br />
Mezarlığında hiçbir yönlendirici işaret olmadığı için<br />
onu bulamıyorlar. (İlgililere duyurulur.)<br />
Sağlığında yaptığı bilimsel çalışmalarıyla Hz. Mevlana’nın<br />
tüm dünyada tanınmasına yardımcı olan<br />
Havva Hanım, Konya’da Mevlana’nın yakınına defnedilerek<br />
ölümünden sonra da Mevlana’nın tanınmasına<br />
devam etmektedir. Kendisine Yüce Allah’tan rahmet<br />
diler, hayat öyküsünün bizim gibi İslam’ı hazır bulan<br />
Müslümanlara ibret olmasını temenni ederiz.
1 Soru/3 Cevap<br />
Akıl Azınlıkta Mı?<br />
Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa, azınlık içinde var olur. Akıl popüler<br />
olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilir;<br />
ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde<br />
olacaktır.” der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de<br />
azınlıkta mı?<br />
Kendi duygularımız, akıl ve izan arayışımızın<br />
önüne geçmemeli.<br />
Allah bize akıl ve vicdan vermiş, İslam’ın yükseliş zamanlarında İslam insanlığa<br />
dair yeni keşifler ortaya koymuştur. Biz kendi kültürümüzü, kendi<br />
geleneklerimizi ve kendi duygularımızı; ilim, akıl ve izan arayışımızın<br />
önüne koyduğumuz müddetçe hangi dine ait olursak olalım ve ne kadar<br />
dindar olursak olalım Goethe bu cümlelerinde her zaman haklı<br />
olacaktır. Ne yazık ki!<br />
Denise Amal, Hijabiblog’un sahibi ve Basma Dergisi yazarı<br />
Akıl günümüzde kitleleri harekete geçirmeyen,<br />
sıkıcı bir şey olarak görülüyor.<br />
Goethe’ye katılıyorum, akıl popüler olmak için çok “sıkıcı” ve kitleleri harekete<br />
geçirmiyor. Bunun için her yerde asılı duran moda reklamlarını göz önüne getirebiliriz:<br />
Akıl daha ziyade arka planda var. Aklı siyasette de görmüyoruz aslında;<br />
eğer siyaseti akıl idare etseydi savaşlar olmazdı. Dinde de benzer bir şey var:<br />
İslam’a atıfla manşetlere taşınan terör haberlerini saymazsak toplumumuzda<br />
din de “sıkıcı” bir şey. Musevilik, Hristiyanlık ya da İslam fark etmeksizin<br />
“inanç” arka plana atılıyor ve önemli bir rol oynayamıyor. Oysa bana göre<br />
inanç büyük, büyülü ve zekice bir şey ve ben bu derin duyguları yaşayabildiğim<br />
için müthiş bir minnettarlık duyuyorum.<br />
Mahdiya Tatjana, tatjana-rogalski.de isimli bloğun sahibi<br />
© Özcan Coşar/Fatih Iltas Photography_Germany, Stuttgart<br />
Duygularla hareket etmek, akılla hareket<br />
etmekten daha kolay.<br />
Goethe’ye tamamıyla katılıyorum. Günümüzde insanlar mantık ve akıl ile<br />
hareket edeceklerine daha çok duygularıyla hareket ediyor. Bunun en basit<br />
misali Almanya’daki Pegida: Bu insanların dayandıkları duygunun adı<br />
korku! “Almanya’nın İslamlaşması” ya da “iş yerlerinin Müslümanlar tarafından<br />
kapılması” korkusu bu insanlara yön veriyor. Oysa bu insanlar akıllarıyla<br />
hareket etmiş olsalardı yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu<br />
anlarlardı. Ama bu genel bir sorun: Duygularla hareket etmek, insanoğlu<br />
için mantıkla hareket etmekten daha kolay.<br />
Özcan Coşar, komedyen<br />
kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />
65
Kitap Tanıtımı<br />
Azınlık Etkisi ve Yenilik<br />
(İng. “Minority Influence<br />
and Innovation: Antecedents,<br />
Processes and Consequences”)<br />
Dili: İngilizce<br />
Robin Martin & Miles<br />
Hewstone<br />
Psychology Press<br />
Bir toplumda çoğunluğu<br />
teşkil eden grubun diğer<br />
bireylerin olaylara bakış<br />
açısı ve davranışları üzerindeki belirleyici/şekillendirici<br />
etkisi yadsınamaz. Peki ya azınlığı oluşturan<br />
toplumsal grupların çoğunluk üzerindeki benzer<br />
bir etkisinden söz edilebilir mi? Bu kitap çoğunluk<br />
etkisinin yanı sıra aynı zamanda toplumun ufak<br />
bir bölümünü teşkil eden grupların da toplumsal<br />
değişimlere neden olan ve adına azınlık etkisi diyebileceğimiz<br />
bir olgunun varlığından bahsediyor. Kitap<br />
ayrıca azınlık etkisinin hangi şartlar altında toplumda<br />
var olan kalıpları/yerleşik düzeni değiştirip özgün<br />
düşünceye sevk edecek şekilde üstün gelebileceğini<br />
açıklamaya çalışıyor.<br />
Barış Suçları<br />
(İng. “Crimes of Peace:<br />
Mediterranean Migrations<br />
at the World’s Deadliest<br />
Border”)<br />
Dili: İngilizce<br />
University of Pennsylvania<br />
Press<br />
Bugün yaşadığımız mülteci<br />
krizi de gösteriyor ki<br />
Akdeniz belki de dünyanın<br />
en ölümcül sınırı. 2000’li<br />
yılların başından beri Avrupa kıyılarına ulaşmak<br />
isteyen 25 bin kişi bu sularda boğularak can verdi.<br />
Bugün hâlâ binlerce göçmen ve mülteci hayatlarını<br />
tehlikeye atma pahasına bu umut yolculuğuna çıkmaya<br />
devam ediyor. Maurizio Albahari Akdeniz’in<br />
neden dünyanın en tehlikeli doğal sınırı olduğunu<br />
irdelerken aynı zamanda kişisel tecrübeler, görgü<br />
tanıklarının ifadeleri, resmî belgeler ve medyada<br />
çıkan haberlerden yararlandığı belgesel niteliğindeki<br />
çalışmasında Avrupa Birliği ülkelerinin mülteci<br />
krizindeki kolektif sorumluluğunun altını çiziyor.<br />
İslam’ın Güleryüzü<br />
Eva de Vitray-<br />
Meyerovitch<br />
Şule Yayınları<br />
Katolik ve üst tabakaya<br />
mensup Fransız bir aileden<br />
gelen profesör Eva de<br />
Vitray Meyerovitch dünya<br />
çapında tanınan bir ilim<br />
insanı olmasının yanı sıra<br />
geçirdiği manevi dönüşüm<br />
ile de oldukça ilgi çekici bir<br />
şahsiyet. Onun ilmî yolculuğu önce İkbal sonra Mevlana<br />
ile kesişince yazar İslam ile tanışıyor. Müslüman<br />
olduktan sonra Havva adını alan yazar İkbal ve Mevlana’nın<br />
hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya<br />
çevirmiş. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan bu<br />
kitapta yazarın İslam’a yolculuğu ve yaşadığı manevi<br />
tecrübelerin yanı sıra Mevlana ile ilgili düşünceleri<br />
de bulabilirsiniz.<br />
Myanmar’da Azınlık Politikası<br />
(Alm. “Minderheitenpolitik<br />
in Myanmar: Möglichkeiten<br />
politischer Artikulation?”)<br />
Dili: Almanca<br />
Kerstin Schiele<br />
epubli GmbH<br />
1948’de bağımsızlığını ilan<br />
eden çokkültürlü Myanmar’da<br />
çoğunluk toplumu<br />
ile etnik azınlıklar arasındaki<br />
çatışmaların sonu gelmiyor.<br />
Uluslararası medyaya sadece askerî rejim ve<br />
muhalifler arasındaki çatışmalar boyutu ile yansıyan<br />
Myanmar’daki mevcut siyasi rejimin azınlıklara<br />
yönelik tavrı ise ihmal ediliyor. Yazar bu anlamda<br />
bir açığı kapatan kitabında mevcut çatışmaların<br />
sonlandırılmasında azınlıkların müdahil olmadığı<br />
hiçbir siyasi çözümün düşünülemeyeceğini belirtiyor.<br />
Kitap Myanmar’da azınlık politikasının nasıl<br />
şekillendirileceği ve etnik azınlıkların siyasi hayata<br />
katılımlarının nasıl sağlanabileceği sorularına cevap<br />
arıyor.<br />
66 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015
BİZ, EN ACILI<br />
GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ<br />
IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000<br />
HERKES ÖLECEK YAŞTADIR<br />
DER TOD KENNT KEIN ALTER<br />
BELGE<br />
URKUNDE<br />
RESMÎ İŞLEMLER<br />
BEHÖRDENGÄNGE<br />
DİNÎ VECİBELER<br />
RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN<br />
NAKİL<br />
ÜBERFÜHRUNG<br />
TESLİM<br />
ÜBERGABE<br />
IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri<br />
IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG)<br />
Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | cenaze@igmgukba.org | www.igmgukba.org<br />
Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33
Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele<br />
IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. | IGMG Sosyal Yardım Derneği<br />
T +49 2237 92942-17 | F +49 2237 92942-42<br />
www.hasene.org | yetim@hasene.org |<br />
haseneorg<br />
—<br />
Havale için banka bilgileri:<br />
Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.<br />
Banka: Kreissparkasse Köln<br />
IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33<br />
Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0002353<br />
YETİME<br />
AYLIK<br />
DESTEK<br />
35€<br />
Danimarka DKK | İsveç SEK | Norveç NOK | İngiltere £ | İsviçre CHF | Avustralya AUD | Kanada CAD<br />
300<br />
*Not: Aylık sadece 35€ ile bir<br />
yetime destek olabilirsiniz!<br />
350<br />
300 40<br />
Yetimi Yetim<br />
Bırakma!<br />
IGMG Sosyal Yardım Derneği Yetim Projesi<br />
65 55 55<br />
5<br />
yıl