02.11.2015 Views

Etkİsİ

perspektif-245_web

perspektif-245_web

SHOW MORE
SHOW LESS

Transform your PDFs into Flipbooks and boost your revenue!

Leverage SEO-optimized Flipbooks, powerful backlinks, and multimedia content to professionally showcase your products and significantly increase your reach.

AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ<br />

kasım 2015 | yıl 21 | sayı 245<br />

“Siyasetçiler<br />

korku körükleyip<br />

oy hesabı<br />

yapmak yerine<br />

daha sorumluluk<br />

sahibi bir dil<br />

benimsemeli.”<br />

s. 18<br />

Dönüşümün Tetİkleyİcİsİ:<br />

Azınlık<br />

<strong>Etkİsİ</strong><br />

9 772195 547004 08<br />

İslami Terimler Alman<br />

Kamuoyunda<br />

Nasıl Tanımlanıyor?<br />

s. 26<br />

“Çoğunluk, Kendi Kötü<br />

Resmini Aktaracağı<br />

Kurbanlar Arar.”<br />

s. 36<br />

Yasalarla Desteklenen<br />

Bir Irkçılık:<br />

Myanmar<br />

s. 48


Üniversitelilere<br />

ve 25 yaş altı<br />

gençlere özel<br />

fiyatlar<br />

Çocuklu ailelere<br />

eğitmenler<br />

eşliğinde kreş<br />

hizmetleri<br />

55 yaş üstü<br />

emeklilere<br />

belirli tarihlerde<br />

özel fiyatlar<br />

Almanca ve<br />

Fransızca<br />

rehberlik eşliğinde<br />

müstakil kafile<br />

İslam Toplumu Millî Görüş - Hizmette Öncü Kuruluş<br />

Türkiye Temsilciliği| Hennes Tour<br />

T +90 332 3515055 (Konya)<br />

T +90 212 6355593 (İstanbul)<br />

T +90 312 3113130 (Ankara)<br />

info@hennestour.com<br />

Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH<br />

Boschstraße 61-65<br />

D-50171 Kerpen<br />

T +49 2237 9746-0<br />

F +49 2237 9746-19<br />

www.igmgreisen.com<br />

igmgreisen


Selamların<br />

en güzeli ile<br />

Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />

Azınlık denildiğinde genellikle<br />

etnik ya da dinî anlamda içinde<br />

yaşadığı çoğunluk toplumuna<br />

kıyasla daha farklı ve ufak bir<br />

grup gelir akıllara. Oysa hepimiz<br />

her gün farklı bağlam ve ortamlarda “azınlık”<br />

konumuna düşeriz: Karşımızda 50 kişi ortak bir<br />

kanaate sahipken farklı bir fikri savunduğumuzda,<br />

kalabalıkların sesine zıt bir görüş dillendirdiğimizde<br />

ya da herhangi bir yerde öylece sürüp giden<br />

akışı sorguladığımızda… Siyasi anlamda “azınlık”<br />

tanımını bir kenara bıraktığımızda aslında içinde<br />

yaşadığımız çağda azınlık konumuna çok sık<br />

düştüğümüzü görürüz. Bu manada azınlık olmak<br />

ise bazı soruları beraberinde getirir: Çoğunluğun<br />

cezbedici ve ezici gücü karşısında azınlık her zaman<br />

uyum sağlayıp itaat etmeye mi mahkûmdur?<br />

Çoğunluğun tanımlama, yön verme, tayin etme<br />

tekeli karşısında azınlıkların elinde kendi istek ve<br />

pozisyonlarını sürdürebilme konusunda ne tarz<br />

araçlar bulunmaktadır? Bireyin düşünme süreci,<br />

bakış açıları, karar ve davranış biçimleri çoğunluk<br />

karşısında bir değişime maruz kalmak zorunda<br />

mıdır? Azınlık kalabalıkları dönüşüme nasıl ikna<br />

edilebilir? Hangi araç ve üsluplarla mevcut azınlık<br />

konumunun beraberinde getirdiği dezavantajlı<br />

durum bertaraf edilerek ortaya otantik, yeni ve dönüştüren<br />

bir pozisyon konulabilir?<br />

Avrupa’da Müslümanların oldukça dezavantajlı<br />

konumda bulunduğu bir azınlığa mensup oldukları<br />

göz önünde bulundurulduğunda bu soruların<br />

cevaplandırılmasının önemi de gün yüzüne çıkıyor.<br />

Biz de bu sorulardan hareketle bu sayımızda dinî<br />

ya da etnik azınlık vurgusundan bağımsız olarak<br />

azınlıkları sosyal dönüşümün tetikleyicisi olarak<br />

ele aldığımız bir dosya hazırladık. Dosyada “sosyal<br />

etki” denilen fenomenin yönünü ve azınlık ile<br />

çoğunluğun birbirini etkileme potansiyelini sosyal<br />

psikolojik bir açıdan ele aldık. Bu kapsamda Prof.<br />

Dr. Hans Peter-Erb, itaat ile inovasyon arasında<br />

azınlıkların etki potansiyelinin küçümsenmemesi<br />

gerektiğine dikkat çekti. Mevlüt Uyanık, azınlığın<br />

etki potansiyelinin araçlarından biri olan sivil itaatsizliğe<br />

değindi. Filistinli psikanalist Gehad Mazarweh<br />

ile azınlık olmanın kimlik ve insan psikolojisi<br />

üzerindeki etkisini, Avusturya’dan müzisyen<br />

Gernot Galib Stanfel ile ise azınlık içinde azınlık<br />

olmayı konuştuk.<br />

Gündem kategorimizde Maurizio Albahari küresel<br />

mülteci krizini ve Türkiye’nin bu krizdeki rolünü<br />

ele alırken, M.A. Ibrahim Birleşik Krallık’ta<br />

Müslüman kadınlara yönelik artan saldırıları ele<br />

aldı. Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel<br />

Sekreteri Selman Çalışkan ile Almanya’da mülteci<br />

yurtlarına yönelik artan saldırıları ve toplumda<br />

sadece aşırı sağ çevrelerde değil, merkezde de konumlanan<br />

ırkçılık hakkında konuştuk. Mohamed<br />

Saif, 1. Dünya Savaşı’nın ardından “cihat” kavramının<br />

Alman kamuoyunda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini<br />

örneklerle ele alırken Avusturya’da uzun<br />

süre şiddetli tartışmaların odak noktasında bulunan<br />

İslam Yasasıyla ilgili mevcut durumu hukukçu<br />

Ümit Vural ile konuştuk.<br />

Dünya kategorimizde 8 Kasım seçimleri öncesinde<br />

Myanmar’da Rohingyaları oldukça olumsuz<br />

etkileyen ırkçı yasaları Cennet Yılmaz, Yemen’deki<br />

Suud müdahalesini ise Mareike Transfeld ele<br />

aldı.<br />

Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere.<br />

Kalbî selamlarımla,<br />

» Bekir Altaş


İçindekiler<br />

12<br />

GÜNDEM<br />

Mültecilerin Güvenli<br />

Liman Arayışında<br />

Türkiye, AB ve Sivil<br />

Toplum<br />

Bu yazdan sonra artık hiçbir şey<br />

normale dönmeyecek. Önce deniz<br />

yoluyla Yunanistan’a oradan da<br />

Avrupa ülkelerine geçen yarım<br />

milyon insan bir gerçeği ortaya<br />

koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden<br />

ayrı değil, hiçbir zaman da<br />

değildi. Son mülteci krizi sadece<br />

göç ve mülteci politikalarının<br />

değil, aynı zamanda Avrupa’da<br />

yaşamanın ve Avrupa vatandaşı<br />

olmanın da ne anlama geldiğinin<br />

yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini<br />

sağladı.<br />

18<br />

GÜNDEM / SÖYLEŞİ<br />

“Almanya’nın Ciddi Bir<br />

Irkçılık Problemi Var.”<br />

22<br />

GÜNDEM<br />

Özgürlük ve<br />

Ayrımcılık Arasında<br />

Tarafsızlık İlkesi:<br />

Yargıda Başörtüsü<br />

Yasağı<br />

© Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.<br />

GÜNDEM<br />

16<br />

İngiltere’de<br />

Müslüman Kadınlara<br />

Yönelik Saldırılar<br />

Artıyor<br />

Ekim 2015’te Londra Başkent<br />

Polisi’nin yayımladığı istatistiklere<br />

göre geçtiğimiz on iki ay<br />

içerisinde Müslümanlara yönelik<br />

nefret suçlarında yüzde 70’lik bir<br />

artış gözlemlendi. Londra’da bu<br />

yıl temmuz ayına kadar olan on<br />

iki aylık süreçte 816 İslam düşmanlığı<br />

ile ilgili suç kaydedildi;<br />

önceki on iki ay içerisinde ise bu<br />

rakam 478 idi.<br />

26<br />

GÜNDEM<br />

İslami Terimler Alman<br />

Kamuoyunda Nasıl<br />

(Yeniden)<br />

Tanımlanıyorlar?<br />

© Ümit Vural<br />

Kapak Fotoğrafları<br />

30<br />

GÜNDEM / SÖYLEŞİ<br />

Aung San Suu Kyi<br />

©<br />

Flickr.com/Northern Ireland Office<br />

Siyasi Yansımalar,<br />

İtirazlar ve Avusturya<br />

İslam Yasası<br />

İslam Toplumu Millî Görüş<br />

Aylık Haber-Yorum dergisi<br />

Kasım 2015<br />

November 2015<br />

yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 245<br />

Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg.<br />

org | E-Mail: perspektif@igmg.org | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî<br />

Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel<br />

Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan<br />

• Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı |<br />

Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar,<br />

Elif Zehra Kandemir Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Rabia


© Flickr.com/Alexander Junghans<br />

32<br />

DOSYA<br />

Sosyal Dönüşümün<br />

Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />

36<br />

DOSYA / SÖYLEŞİ<br />

“Çoğunluk, Kendi Kötü<br />

Resmini Aktaracağı<br />

Kurbanlar Arar.”<br />

52<br />

DÜNYA<br />

Söylemler ve Karşı<br />

Söylemler: Yemen’de<br />

Suud Müdahalesi<br />

Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel<br />

gelişmelerin gölgesinde kalırken<br />

ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor.<br />

İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve<br />

El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden<br />

kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın<br />

gelmeyeceğinin de bir göstergesi.<br />

© Flickr.com/SnoRkel<br />

38<br />

DOSYA<br />

Azınlığın Etki Potansiyeli<br />

ve Sivil İtaatsizlik<br />

42<br />

DOSYA<br />

56<br />

ÜMMET MOZAĞİ<br />

Sancılı Bir Coğrafya:<br />

Dünya gündemine sık aralıklarla<br />

tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve<br />

işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları<br />

daha derinden bir incelemeyi hak ediyorlar.<br />

Filistin halkı ve bu coğrafyada<br />

cereyan edenler ancak bu tarz derinden<br />

bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek<br />

gibi gözüküyor.<br />

“Hepsi Yanılıyor<br />

Olamaz” Mı?<br />

1SORU/3CEVAP<br />

© Flickr.com/Rajesh_India<br />

44<br />

DOSYA / SÖYLEŞİ<br />

“Mühtedi Olmak, Sizi<br />

Güçlü Olmak Zorunda<br />

Bırakıyor.”<br />

65<br />

Akıl Azınlıkta Mı?<br />

Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa,<br />

azınlık içinde var olur. Akıl popüler<br />

olur diye kimse aklından geçirmesin.<br />

Tutkular ve duygular popüler olabilir;<br />

ama akıl her zaman için birkaç mükemmel<br />

insanın mülkiyetinde olacaktır.”<br />

der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz?<br />

Akıl gerçekten de<br />

azınlıkta mı?<br />

48<br />

DÜNYA<br />

Yasalarla Desteklenen<br />

Bir Irkçılık: Myanmar<br />

Önsöz<br />

İçindekiler, Künye<br />

Okuyucu Mektupları<br />

Basında Öne Çıkanlar<br />

Gündemden Kısa Kısa<br />

Portre<br />

Kitap Tanıtımı<br />

Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: info@perspektif.eu, redaktion@perspektif.eu<br />

Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için,<br />

99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Merheimer Straße 229 • D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die<br />

Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan<br />

Servisi: T +49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: ilan@perspektif.eu | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik<br />

Hizmetleri: Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: abone@perspektif.eu | Jahresabonnement/<br />

Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.


AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ<br />

EYLÜL/EKİM 2015 | YIL 21 | SAYI 244<br />

Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti;<br />

daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten ları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakın-<br />

kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hak-<br />

sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki<br />

merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalaba-<br />

yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amda<br />

bulunan camide veya Schwechat nehrinde<br />

lık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan nesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.<br />

yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle<br />

bu alan medyanın da odak noktasında. “Hoş Geldiniz”<br />

Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor<br />

ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin<br />

bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yar-<br />

Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sa-<br />

yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri<br />

korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl tekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,<br />

dım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve is-<br />

sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları<br />

zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili.<br />

Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için seferber ederek daha fazla bağış toplamayı he-<br />

desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını<br />

yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda,<br />

aralarında çocukların da bulunduğu 2 lar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya<br />

defleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadır-<br />

bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma<br />

içinde ve elinden geldiğince onların yanın-<br />

bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da<br />

10 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />

da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu<br />

mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri<br />

tarafından “Burada yeterince eşya var!<br />

Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!”<br />

denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki<br />

Selimiye Camii ramazan ayı boyunca<br />

her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden<br />

fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı.<br />

Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı<br />

ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce<br />

insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin<br />

sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.<br />

Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum<br />

bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece<br />

olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz<br />

tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa<br />

sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin<br />

geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin<br />

burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya<br />

mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden<br />

kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda<br />

dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki<br />

bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri<br />

tarafından işten çıkarılanlar bile var.<br />

Benim Küçük Katkım<br />

Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki<br />

mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin<br />

buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini<br />

göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde<br />

desteklemek adına internette bir bağış kampanyası<br />

başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim<br />

için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya<br />

mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım<br />

ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar<br />

çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki<br />

huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım<br />

etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz”<br />

çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı<br />

ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz”<br />

paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki<br />

kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük<br />

bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle<br />

beraber Traiskirchen’e doğru hareket<br />

ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.<br />

Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülteci<br />

kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir<br />

zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de<br />

yaşayan kayınvalidem acaba ne<br />

düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını<br />

geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti?<br />

Bu mekân, bende birçok farklı soru ve<br />

düşüncenin de önünü açtı.<br />

Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden<br />

biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2<br />

binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde<br />

erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.<br />

Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,<br />

burada bu saatten itibaren akşam yemeği için<br />

mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu<br />

insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.<br />

Park yeri ararken mülteci kampının yanından<br />

geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir<br />

şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak<br />

son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok<br />

dokunmuştu.<br />

Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki<br />

yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş<br />

ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla<br />

temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan<br />

iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü<br />

geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece<br />

küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek<br />

yıpratıcıydı.<br />

Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni<br />

ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam<br />

bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki<br />

yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi<br />

ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına<br />

ne geldiğini bilmiyorlar.<br />

Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya<br />

da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile<br />

kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı,<br />

yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye<br />

gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir<br />

muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün<br />

sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun<br />

merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını<br />

kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki<br />

acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.<br />

* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda<br />

Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır.<br />

EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />

11<br />

44 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />

Avustralya asıllı sağlık gönüllüsü Profesör Annie Sparrow uzun yıllar Avustralya ve Londra’da çocuk<br />

sağlığı alanında çalıştıktan sonra 2000’li yılların başında mültecilerle çalışmaya karar verdi.<br />

Bugüne kadar Afganistan, Haiti, Somali, Kenya ve Sudan gibi pek çok kriz bölgesinde görev yapan<br />

Sparrow 2014’ten bu yana Suriyeli mültecilere yönelik çalışmalar yürütüyor. Hâlâ New York Icahn<br />

Mount Sinai Tıp Okulunun küresel sağlık departmanında profesörlük görevini yürütmekte olan<br />

Sparrow ile Suriye’de sağlık alanındaki mevcut durumu ve tecrübelerini konuştuk.<br />

Çatışma bölgelerinde sağlık aktivisti olarak rındırdıkları takdirde başlarına nelerin geleceğini<br />

göstermek amacıyla yürüttüğü kapsamlı<br />

çalışmaya karar vermenize ne sebep oldu?<br />

Kariyerimin ilk on yılında Londra ve Perth’te bir strateji. Bariz bir şekilde savaş suçu olan<br />

yoğun bakım çocuk doktoru olarak çalıştım. bu stratejinin muhaliflerin kontrolündeki bölgelerdeki<br />

sağlık yardımı üzerinde de korkunç<br />

Sığınmacıların korkunç şartlarda tutuldukları<br />

Avustralya’daki Woomera ıslahevinde gönüllü etkileri oldu. Esad’ın yüksek hasar kapasiteli<br />

olarak çalışmaya başladığımda kariyerimdeki misket bombalarına maruz kalmamak için birçok<br />

hastane ile tıbbi birim kelimenin tam ma-<br />

yön de değişmeye başladı. Bir yandan hastalıklarını<br />

tedavi edip, bir yandan da sığınmacıların nasıyla yer altına inmeye zorlandı.<br />

hangi şartlarda tutuklu kaldıklarını görmezden Tıbbi bakım savaştan önce Suriye’deki nispeten<br />

daha gelişmiş sağlık şartlarıyla kıyaslan-<br />

gelemezdim. Böylece insanları sadece fiziken<br />

tedavi eden bir doktordan halk sağlığı uzmanlığına<br />

geçiş yaptım. Halk sağlığı alanında ek bir da pek çok insan normal şartlarda tedavi ediledığında<br />

oldukça yetersiz. Bunun sonucu olarak<br />

eğitim aldım ve halkın sağlığının en fazla tehlikede<br />

olduğu savaş ve kitlesel katliam bölgele-<br />

gibi hastalıklardan ölüyor. Aynı zamanda kızabilen<br />

hipertansiyon, kalp ve böbrek hastalıkları<br />

rinde çalışmaya başladım.<br />

mık, çocuk felci, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklar<br />

yayılıyor. Yalnızca bu sene sulardan bulaşan<br />

tifo ve hepatit A gibi on binlerce vaka var.<br />

New York Review of Books’ta yer alan makalenizde<br />

hapsedilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş Bakteri ve mikroplar için uluslararası sınırlar<br />

doktorlar, yerle bir edilmiş hastaneler ve hedef hiçbir anlam ifade etmez, dolayısıyla Türkiye<br />

alınan ambulanslardan bahsediyorsunuz. Suriye’de<br />

sağlık sektörü ne durumda?<br />

tında. Diğer yandan ciddi bir doktor açığı mev-<br />

ve diğer komşu ülkeler de ciddi bir tehlike al-<br />

Cenevre Sözleşmeleri ile uluslararası insan cut. Örnek vermek gerekirse Kasım 2012’den<br />

hakları anlaşmalarının ilk ilkelerinden biri tıbbi<br />

yardım sağlayan kişilerle tesislerin mutlak bin civarı nüfusa hizmet veren yalnızca 50<br />

beri kuşatma altında olan Doğu Guta’da 500<br />

şekilde korunması gerektiğidir; bu tıbbi yardım doktor var. Bu, oradaki pek çok doktorun 1000<br />

savaşçılara sağlanıyor olsa bile! Ne var ki Esad günden daha fazla bir süredir aralıksız mesai<br />

rejimi silahlı muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde<br />

sağlık çalışanları ile sağlık kurumları-<br />

yaptığı anlamına geliyor.<br />

nı kasıtlı olarak hedef aldı. Muhalif bölgelerde Rejimin sağlık çalışanları ve kurumlarına kasıtlı<br />

saldırılarının amacı ne?<br />

sivillere tıbbi yardım verdikleri için doktorlar<br />

kelimenin tam anlamıyla suçlandı, hapsedildi Esad yönetimi savaşı “topyekün harp” hâline<br />

getirmiş durumda. Dünya üzerinde Cenevre<br />

ve öldürüldü. Bu, rejimin muhaliflerin ele geçirdiği<br />

bölgelerde ayrım gözetmeksizin sivilleri<br />

öldürmesi, sivil kuruluşları hedef alması, laşmaları kabul edilmeden önce de bu topye-<br />

Sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları an-<br />

o bölgelerdeki nüfusun azaltılması ve diğer kün harbe rastlanıyordu. Yaralı savaşçılara da<br />

Suriyelilere muhalifleri kendi bölgelerinde ba-<br />

yardım edecekler korkusuyla sağlık çalışanla-<br />

EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />

45<br />

Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti;<br />

daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten ları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakın-<br />

kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hak-<br />

sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki<br />

merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalaba-<br />

yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amda<br />

bulunan camide veya Schwechat nehrinde<br />

lık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan nesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.<br />

yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle<br />

bu alan medyanın da odak noktasında. “Hoş Geldiniz”<br />

Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor<br />

ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin<br />

bu mülteci kampına girmeleri yıllardır yan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yar-<br />

Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sa-<br />

yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri<br />

korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl tekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,<br />

dım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve is-<br />

sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları<br />

zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili.<br />

Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için seferber ederek daha fazla bağış toplamayı he-<br />

desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını<br />

yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda,<br />

aralarında çocukların da bulunduğu 2 lar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya<br />

defleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadır-<br />

bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma<br />

içinde ve elinden geldiğince onların yanın-<br />

bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da<br />

10 PERSPEKTİF • SAYI 244 • EYLÜL / EKİM 2015<br />

da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir<br />

mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri<br />

tarafından “Burada yeterince eşya var! kirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne<br />

zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Trais-<br />

Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!” düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını<br />

denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki<br />

Selimiye Camii ramazan ayı boyunca decekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve<br />

geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hisse-<br />

her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden<br />

fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıt-<br />

Mülteci kampının bulunduğu sokağa dön-<br />

düşüncenin de önünü açtı.<br />

tı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı meden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2<br />

ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde<br />

erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.<br />

insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin<br />

sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.<br />

burada bu saatten itibaren akşam yemeği için<br />

Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,<br />

Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum<br />

bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.<br />

mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu<br />

olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz<br />

tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhasdan<br />

geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir<br />

Park yeri ararken mülteci kampının yanınsa<br />

sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak<br />

geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin<br />

burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya dokunmuştu.<br />

son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok<br />

mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki<br />

kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda<br />

dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla<br />

yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş<br />

bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan<br />

iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyü-<br />

tarafından işten çıkarılanlar bile var.<br />

şü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece<br />

Benim Küçük Katkım<br />

küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek<br />

yıpratıcıydı.<br />

Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni<br />

ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam<br />

mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin<br />

buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki<br />

göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi<br />

desteklemek adına internette bir bağış kampanyası<br />

başlatıldı. İnternette yer alan resimler bena<br />

ne geldiğini bilmiyorlar.<br />

ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başınim<br />

için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya<br />

mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile<br />

ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar<br />

çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimyı,<br />

yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülke-<br />

kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramadeki<br />

huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım ye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir<br />

etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz”<br />

çağrısına katıldım. Hemen annemi, batün<br />

sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun<br />

muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bübamı<br />

ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz”<br />

paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskir-<br />

merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını<br />

kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük chen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.<br />

bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle<br />

beraber Traiskirchen’e doğru hareket<br />

ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.<br />

* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda<br />

Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte-<br />

almaktadır.<br />

EYLÜL / EKİM 2015 • SAYI 244 • PERSPEKTİF<br />

11<br />

Okuyucu Mektupları<br />

NSU’da Neler<br />

Oluyor?<br />

s. 16<br />

“Müslüman<br />

Gençlerin Olumlu<br />

Katkıları Göz Ardı<br />

Ediliyor.”<br />

s. 38<br />

“Batı bu diktatör<br />

rejimleri<br />

destekleyerek<br />

affedilmez<br />

ahlaki, insani,<br />

siyasi ve tarihî<br />

hatalar işlemektedir.”<br />

s. 22<br />

İthamlar ve<br />

Beklentiler<br />

Arasında:<br />

Avrupa’da<br />

MÜSLÜMAN GENÇ<br />

Olmak<br />

9 772195 547004 08<br />

Suriyeli Mülteciler:<br />

“Keşke Herkes<br />

Onları Benim Gibi<br />

Görebilse…”<br />

s. 44<br />

Perspektif 244/2015<br />

Dosya konusu olarak Avrupa’da Müslüman gençleri<br />

ele aldığınız için teşekkürler. Gerçekten Avrupa’daki<br />

biz ikinci ve üçüncü nesil Müslümanlar toplumsal<br />

hayatta daha aktif olduğumuz için ebeveynlerimize<br />

nazaran başka ve aşılması güç sorunlarla karşılaşıyoruz.<br />

Bu dosyada Müslüman gençlerin okulda, işte<br />

ve kamusal alanda tecrübe ettiği daha somut problemlerden<br />

bahsedileceğini düşünmüştüm, fakat<br />

maalesef dergide bu içeriği bulamadım. Bence artık<br />

dışarıdakiler tarafından nasıl algılandığımıza kafa<br />

yormayı bir kenara bırakıp karşılaştığımız problemlerimizin<br />

çözümüne konsantre olmalıyız.<br />

Nilüfer Yemiş, Utrecht<br />

bölgelerine gidip yardıma en çok<br />

muhtaç olan insanlara ve çocuklara<br />

faydalı olmak istiyorum. Bu<br />

anlamda biz gençlere yaptıkları<br />

güzel işlerle örnek ve motivasyon<br />

teşkil edecek insanların<br />

hikâyelerine sayfalarınızda daha<br />

çok yer ayırabilirseniz çok memnun<br />

olurum.<br />

Safiye Ağır, Ankara<br />

İmha Edilen Dosyalar ve<br />

İstihbaratın Rolü: NSU’da<br />

Neler Oluyor?<br />

Avusturya İçin Bir Utanç<br />

Kaynağı: Traiskirchen<br />

Gündem<br />

Avusturya İçin Bir Utanç<br />

Kaynağı: Traiskirchen<br />

Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki<br />

mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica<br />

politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.<br />

JACQUELINE AREFIE *<br />

Mülteci krizinde sadece Avusturya<br />

değil pek çok Avrupa devleti<br />

sınıfta kaldı. Bilhassa Traiskirchen’deki<br />

görüntüler Avrupalıların<br />

tanımıyla bir üçüncü dünya<br />

ülkesini anımsatıyor. Bu krizin<br />

en az hasarla atlatılmasında ve<br />

mültecilerin yaralarının sarılmasında<br />

sivil toplum olarak bizim<br />

üzerimize düşen çok şey var.<br />

Her şeyi devletten beklemenin<br />

kolaycılıktan başka bir açıklaması<br />

yok. Tabii ki bir vatandaş<br />

Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma<br />

ve değiştirme hakkına sahiptir.<br />

Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun<br />

görüşlerini yansıtmamaktadır.<br />

Bize görüşlerinizi bildirmek için:<br />

Adres Perspektif<br />

Merheimer Strasse 229,<br />

D-50733 Köln<br />

Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47<br />

Fax +49 221 942 240 21<br />

e-posta okuyucu@perspektif.eu<br />

olarak devletten sınırlarımızı<br />

bu insanlara açmasını ve onlara<br />

daha yaşanılır şartlar sunmasını<br />

talep edecek ve bu konuda kamuoyu<br />

oluşturmaya çalışacağız.<br />

Fakat herkesin bu konuda bireysel<br />

olarak yapabileceği bir şeyler<br />

var. Biz Müslümanlar çoğu Müslüman<br />

olan mültecilere yardım<br />

ederken bilinçli veya bilinçsiz<br />

olarak dinî ve kültürel bağlarımızdan<br />

gelen bir saikle hareket<br />

ediyoruz belki ama, beni en çok<br />

etkileyen ve duygulandıran şey<br />

yazar gibi Batılı vatandaşların<br />

gösterdiği yardımlaşma örnekleri.<br />

Allah böyle güzel insanların<br />

sayılarını artırsın.<br />

Ayşe Göktürk, Hamburg<br />

Suriyeli Mülteciler: “Keşke<br />

Herkes Onları Benim Gibi<br />

Görebilse…”<br />

Dünya/Söyleşi<br />

Suriyeli Mülteciler:<br />

“Keşke Herkes Onları<br />

Benim Gibi Görebilse…”<br />

Her yere demokrasi götürme<br />

sevdasındaki Batı’dan maalesef<br />

Suriye söz konusu olunca çok<br />

cılız sesler çıkıyor. Annie Sparrow<br />

gibi örnekler insana moral<br />

veriyor. Ben de inşallah tıp eğitimimi<br />

tamamladıktan sonra kriz<br />

Gündem<br />

Avusturya İçin Bir Utanç<br />

Kaynağı: Traiskirchen<br />

Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki<br />

mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica<br />

politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.<br />

JACQUELINE AREFIE *<br />

Bu Anayasayı Koruma Dairesi<br />

gerçekten ne işe yarar? Kuruluş<br />

amacı nedir? Görev alanı nedir?<br />

Anayasayı mı yoksa aşırı sağcıları<br />

mı koruyor? Eğer bu katiller bir<br />

Alman polisine kurşun sıkmasaydı<br />

devlet acaba bildikleri ama<br />

engel olmadıkları bu cinayet serisini<br />

sessizce izlemeye devam<br />

mı edecekti? Kassel’deki cinayet<br />

mahallinde bir Anayasa Koruma<br />

Dairesi çalışanının bulunup<br />

olayla ilgili şahitlik yapmayı<br />

reddetmesinden beri kesinlikle<br />

ne devlet kurumlarına ne de polisine<br />

güvenim kalmadı. Devlet<br />

artık görmezden geldiği sağcı terörü<br />

ciddiye almalı.<br />

Hasan Acar, Wetzlar<br />

Redaksiyondan Not:<br />

Perspektif’in 244. sayısında yayımlanan<br />

Prof. Dr. Hannes Schammann<br />

söyleşisinin fotoğraflarının<br />

telifi Isa Lange’ye, Annie Sparrow<br />

söyleşisinin fotoğraflarının telifi<br />

ise Benedict Kurzen’e aittir. Geçtiğimiz<br />

sayıda tasarım aşamasında<br />

fotoğrafçıların isimlerinin eklenmemiş<br />

olması sebebiyle hatırlatmayı<br />

borç biliriz.<br />

6<br />

Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Basında Öne Çıkanlar<br />

İngiltere<br />

Anti-extremism drive puts British values at<br />

risk, says police chief *<br />

©<br />

The Guardian | 19.10.2015<br />

*Polis şefi: “Aşırılıkla mücadele İngiliz değerlerini tehlikeye düşürüyor.”<br />

David Cameron ve Theresa May’in ekim ayı içerisinde açıkladıkları aşırılıkla mücadele<br />

stratejisi Müslümanların da aralarında olduğu pek çok çevrenin tepkisini çekiyor.<br />

Manchester Emniyet Müdürü Sir Peter Fahy hükûmetin yeni terörizmle mücadele<br />

stratejisinin çok hassas bir denge gözetilerek uygulanmaması hâlinde Müslümanları<br />

yabancılaştırarak din ve ifade özgürlüğü gibi İngiltere’nin temel değerlerine darbe<br />

vuracağı uyarısında bulundu.<br />

Avusturya<br />

“Gesetzesverstoß”, wenn Asylwerber<br />

ohne Obdach sind *<br />

Danimarka<br />

©<br />

Der Standard | 18.10.2015<br />

*Mültecilerin barınacak yerinin olmaması kanuna aykırı<br />

Avusturya’ya sığınan mülteciler için yeterli sayıda barınak olmaması Traiskirchen’e<br />

ulaşan pek çok mültecinin Almanya’ya geçecek mülteciler için hazırlanan acil durum<br />

barınaklarına yönlendirilmesine neden oluyor. Diakonie Mülteci Hizmetleri Direktörü<br />

Christoph Riedl, Traiskirchen’e ulaşan pek çok mültecinin kalacak yer bulma konusunda<br />

kaderlerine terk edildiğini ve birçoğunun sokaklarda yaşamak zorunda kalıp ancak<br />

gönüllülerin yardımlarıyla ayakta kalabildiğini belirtti. Riedl ayrıca AB ve Avusturya<br />

yasal düzenlemelerine göre mültecilerin hukuki olarak korunma haklarının olduğunu<br />

ve bunun gerektiği gibi sağlanmamasının kanunlara aykırı olduğunun altını çizdi.<br />

Flygtninge dropper islam og får asyl *<br />

©<br />

Berlingske Tidende | 09.10.2015<br />

* İslam’dan çıkan sığınmacılara iltica hakkı veriliyor.<br />

Danimarka’da oturum izni alabilmek için her yıl pek çok Müslüman mültecinin din<br />

değiştirerek Hristiyan olduğu belirtiliyor. Bu yıl görülen 55 oturum davasında oturum<br />

alma hakkı kazanan 42 mülteciden 31’ini daha önce oturum talebi reddedilen fakat<br />

sonra Hristiyanlığa geçen Müslüman mülteciler oluşturuyor. 2013 yılından bu yana<br />

Danimarka’da çoğu Afgan ve İranlı 106 mültecinin din değiştirerek oturum aldığı belirtilirken<br />

Kopenhag Vesterbro’daki Apostel Kilisesi papazı Niels Nymann Eriksen, din<br />

değiştirmek isteyen mültecilerin en az 8 ay gözlemlendikten sonra Hristiyanlığa kabul<br />

edildiklerini ve Hristiyan olarak ülkelerine gönderilmeleri durumunda can güvenliklerinin<br />

olmadığı gerekçesiyle daha kolay oturum izni aldıklarını ifade ediyor.<br />

Almanya<br />

Angegriffene<br />

Spitzenkandidatin<br />

ist außer<br />

Lebensgefahr *<br />

Hollanda<br />

©<br />

Faz | 17.10.2015<br />

* Saldırıya uğrayan başkan adayının hayati tehlikesi<br />

ortadan kalktı<br />

Köln bağımsız belediye başkan adayı<br />

Henriette Reker, Braunsfeld semtinde<br />

seçim çalışmaları yürüttüğü sırada bir<br />

saldırgan tarafından bıçakla yaralandı.<br />

44 yaşında ve aşırı sağcı gruplarla ilişkisi<br />

olduğu belirtilen saldırganın bilinçli<br />

olarak Reker’i hedef aldığı ve siyasi bir<br />

motivasyonla saldırıyı gerçekleştirdiği<br />

sanılıyor. Başarılı bir operasyonla hayati<br />

tehlikeyi atlatan Reker, yerel seçimleri<br />

kazanarak Köln’ün belediye başkanı<br />

oldu. Reker mültecilere verdiği destek<br />

ve göçmenlerin entegrasyonuna yönelik<br />

projeleri ile tanınıyor.<br />

Aanhoudingen na<br />

bestorming noodopvang<br />

Woerden *<br />

©<br />

De Telegraaf | 10.10.2015<br />

* Woerden mülteci barınağına yapılan saldırı ardından<br />

tutuklamalar<br />

Ekim ayında yüzleri maskeli yaklaşık<br />

20 kişilik bir grup Hollanda’nın Woerden<br />

şehrinde çoğu Suriye ve Eritreli<br />

mültecilerin geçici olarak sığındığı<br />

spor salonuna saldırdı. Polisin verdiği<br />

bilgilere göre yaşları 19 ile 35 yaş<br />

arası değişen saldırganlar havai fişek<br />

ve yumurta fırlatarak binaya girmeye<br />

çalıştı. Saldırganların bir kısmı yakalanırken,<br />

söz konusu olayın Hollanda’da<br />

bu anlamda yaşanan ilk büyük saldırı<br />

olduğu belirtiliyor.<br />

Perspektif’i sosyal /perspektifeu<br />

medyada takip edebilirsiniz!<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

7


Gündem<br />

Gündemden kısa kısa<br />

© Flickr.com/dieterzirnig.com<br />

Viyana’daki<br />

Seçimler ve Aşırı<br />

Sağın Yükselişi<br />

Gençler Yabancı<br />

Düşmanlığından<br />

Endişeli<br />

11 Ekim 2015’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da<br />

gerçekleşen eyalet ve belediye seçimleri Avrupa’da<br />

yükselişe geçen aşırı sağın etkisini giderek<br />

artırdığını gösteriyor. Seçimlerde aşırı sağcı Avusturya<br />

Özgürlük Partisi (FPÖ) oyların yüzde 31’ini alarak<br />

her üç kişiden birinin tercih ettiği parti olurken,<br />

Türklerin yoğun olarak yaşadığı iki ilçede de yönetimi<br />

FPÖ kazandı.<br />

Uzmanlar bu sene nisan ve haziran ayları arasında<br />

17.395 iltica başvurusunun yapıldığı ve bu sayının<br />

sene sonuna kadar 80 bini bulabileceği Avusturya’da<br />

FPÖ’nün göçmen karşıtı popülist politikalarının<br />

hükûmetin mülteci politikalarından memnun<br />

olmayanları cezbettiğini belirtiyor.<br />

Aşırı sağın oy oranlarıyla ilgili durum diğer AB<br />

ülkelerinde de farklı değil. Macaristan’ın aşırı sağcı<br />

partisi Jobbik ve Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal<br />

Cephe Partisi (FN) yükselişe devam ederken, Almanya’da<br />

bugün seçim olduğu takdirde yabancı<br />

karşıtı politika ve söylemleriyle tanınan AfD’nin<br />

yüzde 7 civarında oy alacağı tahmin ediliyor.<br />

Shell firması tarafından Almanya’da dört<br />

senede bir yaptırılan ve bu sene 17.’si gerçekleştirilen<br />

gençlik araştırmasının sonuçları yayımlandı.<br />

Almanya çapında 12 ve 25 yaş arası 2.558 genç ile<br />

gerçekleştirilen araştırma gençlerin göçmen akımından<br />

değil yabancı düşmanlığının artmasından<br />

endişe duyduklarını gösteriyor. Almanya’ya<br />

göçmen akımının kısıtlanmasını isteyenlerin oranı<br />

yüzde 58’den yüzde 37’ye gerilerken, yabancı düşmanlığının<br />

artmasından endişelenenlerin oranı bir<br />

önceki araştırmaya göre yüzde 40’dan yüzde 48’e<br />

yükseldi. Araştırma ayrıca gençlerde geleneklere<br />

yöneliş olduğunu belirtirken bunun dinden ziyade<br />

ulusal bir aidiyet duygusundan kaynaklandığı<br />

belirtiliyor. Gençlerdeki dindarlık olgusunun da<br />

mercek altına alındığı araştırmada, dinin yaşamda<br />

önemli yer tuttuğuna inanan Protestan ve Katolik<br />

gençlerin oranında önceki senelere göre önemli bir<br />

düşüş gözlemlenirken, göçmen gençlerin ise dinî<br />

bağlarının daha güçlü olduğu ve Müslüman gençlerin<br />

yüzde 76’sının, Ortodoks Hristiyan gençlerin<br />

ise yüzde 64’ünün Tanrı inancını önemli buldukları<br />

belirtiliyor.<br />

8 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/İHH İnsani Yardım<br />

© Shutterstock.com/thomas koch<br />

İsrail Sokak<br />

İnfazlarına<br />

Devam Ediyor<br />

AB-Türkiye<br />

Mülteci<br />

Anlaşması<br />

Yahudi yerleşimciler ve İsrail askerlerinin sivillere<br />

yönelik saldırılarına her geçen gün yenisi<br />

ekleniyor. Filistin’in El-Efule kentinde 18 yaşındaki<br />

bir genç kız işgalci İsrail askerlerinin Hedil el-Heşlemun<br />

kontrol noktasından geçmek isterken İsrail<br />

askerleri tarafından vurularak öldürülmüştü. Bundan<br />

çok kısa bir süre önce ise El-Halil kentindeki<br />

bir kontrol noktasında bir genç kıza İsrail askerleri<br />

tarafından kısa mesafeden ateş edilmiş, askerlerin<br />

müdahale edilmesine izin vermediği genç kız yarım<br />

saat yerde bırakıldıktan sonra kaldırıldığı hastanede<br />

hayatını yitirmişti. Cinayetlerle ilgili olarak İsrail<br />

askerleri genç kızların kendilerine bıçakla saldırmaya<br />

çalıştığını iddia etmiş, fakat görgü tanıkları ve<br />

olay görüntüleri bu iddiaları yalanlamıştı. Kudüs’te<br />

ise 19 yaşındaki Mustafa Allun ırkçı Yahudilerden kaçarken<br />

İsrail polisi tarafından vurularak öldürülmüş,<br />

olay Filistinli gencin bir Yahudi’yi bıçakladıktan sonra<br />

kaçarken vurulması şeklinde basına yansımıştı.<br />

AB ve Türkiye arasında imzalanması planlanan<br />

mülteci eylem planı için prensipte anlaşmaya<br />

varıldı. AB ülkeleri mülteci sorununa kalıcı bir çözüm<br />

bulabilmek için Türkiye’nin yardımını hayati<br />

görürken, Türkiye ise Avrupa’ya mülteci akınını<br />

kontrol altına alması karşılığında AB’den Türkiye’ye<br />

vize serbestisinin hızlandırılıp 2016 yılı içerisinde<br />

hayata geçirilmesi, AB’nin mülteciler için<br />

Türkiye’ye tahsis ettiği fonun 3 milyar Euro’ya çıkarılması,<br />

AB üyeliği müzakere sürecinin hızlandırılarak<br />

yeni başlıkların açılması ve Türkiye’nin yeniden<br />

“üyelik müzakereleri yapan ülke” olarak AB zirvelerine<br />

davet edilmesi gibi taleplerde bulunuyor. Türkiye<br />

bunun karşılığında göçmen kaçakçılığı yapan<br />

çeteler ve adlarına sahte kimlik düzenlenen göçmenlerle<br />

mücadelede AB üye ülkeleriyle sıkı bir iş<br />

birliği yürüterek bu hususlarda bilgi ve istihbarat<br />

paylaşımını yoğunlaştıracak ve Türkiye üzerinden<br />

Avrupa’ya geçen ve mülteci statüsünde bulunmayan<br />

göçmenlerin geri kabulünü gerçekleştirecek.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

9


Gündem/Söyleşi<br />

10 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Macaristan, Budapeşte:<br />

Budapeşte’de polisin Keleti İstasyonunu<br />

kapatıp birkaç gün sonra açmasının<br />

ardından yüzlerce sığınmacı<br />

istasyona akın etti. Batı’ya giden herhangi<br />

bir trende boş bir yer arayan<br />

birçok sığınmacı nereye gittiğini bilmedikleri<br />

trenlere girmeye çalıştılar.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

11


Gündem<br />

Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında<br />

Türkiye, AB ve Sivil Toplum<br />

Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a<br />

oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği<br />

ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi.<br />

Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda<br />

Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin<br />

yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.<br />

MaurIzIo AlbaharI *<br />

12 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015<br />

© Flickr.com/Michael Gub


© Flickr.com/campact<br />

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine<br />

göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan<br />

mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor.<br />

Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü<br />

Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen<br />

akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan,<br />

Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve<br />

daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu<br />

ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak,<br />

Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten<br />

beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik<br />

alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta<br />

gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda<br />

kendisini hissettiriyor.<br />

Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi<br />

ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri<br />

rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den<br />

Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri<br />

görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu<br />

an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin<br />

teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna<br />

ev sahipliği yapan ülke konumunda.<br />

AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf<br />

ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro<br />

tutarında finansal destek vaadinde bulundu.<br />

AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok<br />

açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini<br />

kontrol altına alması.<br />

Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim<br />

ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin<br />

Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine<br />

engel olduğunu belirtmekte yarar var.<br />

Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan<br />

toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor.<br />

Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil<br />

Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük<br />

botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil<br />

şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan<br />

binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu<br />

yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda<br />

olsun?<br />

Neden mülteciler için alınması gereken küresel<br />

sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB<br />

liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe<br />

gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel<br />

ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan<br />

Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını<br />

ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri<br />

topraklarında daimi olarak ağırlamaya<br />

niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB<br />

içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler<br />

ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir<br />

konu.<br />

Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan<br />

kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin<br />

daha çok tercih edilen bir rota olmasına<br />

neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir<br />

AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güç-<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

13


Gündem<br />

2 Ekim 2015‘te polisler tarafından Macaristan‘da mültecilere kapatılan Bicske Tren İstasyonu‘nda bekleyen bir anne ve bebeği<br />

© Flickr.com/Michael Gub<br />

lendirdi. Slovenya ve Avusturya belli aralıklarla<br />

sınırlarını Suriyeli ve diğer mültecilere açıyor.<br />

Mülteciler koca bir domino etkisiyle karşı karşıya<br />

kalsalar da birçok sığınmacı, insan yapımı bu<br />

bariyerleri aşmayı başarıyor.<br />

Avrupa topraklarındaki sınır karakolları,<br />

tren istasyonları, otobanlar ve çamurlu tampon<br />

bölgelerde yaşanan bu insanlık krizi Avrupalı<br />

hükûmetlerin işlevsel olmaktan uzak mülteci<br />

politikalarının bir ürünü. Tel örgüler bir işe yaramadığı<br />

gibi bu politika birçok aileye ve zaten<br />

güçsüz olan insanlara ilave bir zorluk ve sıkıntı<br />

getiriyor. AB ve Schengen Bölgesine dâhil olmayan<br />

Türkiye, Makedonya, Sırbistan ve Hırvatistan’ın<br />

da içinde bulunduğu ülkeler istemeyerek<br />

de olsa kendilerini AB ve diğer geçiş ülkeleri adına<br />

eşik bekçiliği yapan bir konumda buluyorlar.<br />

Fakat gerçek şu ki, yanlış veya doğru, mülteciler<br />

Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere,<br />

İsveç ve daha başka Avrupa ülkelerine ulaşmayı<br />

kafalarına koymuşlar ve büyük ihtimalle de bir<br />

şekilde bunu başaracaklar. Slovakya ve Macaristan<br />

gibi ülkelerin önde gelen bazı siyasi yetkilileri<br />

hiç çekinmeden kapılarının Müslüman<br />

mültecilere açık olmadığını belirtmişken, mültecileri<br />

istenilmedikleri bu yerlerde kim tutabilir?<br />

Siyasi liderler ortak bir iltica politikası ve hâlihazırda<br />

Avrupa sınırlarında bulunan mültecilerin<br />

paylaşımı konusunda standart bir yaklaşım<br />

geliştirmeyi düşünse de bu konuda pek çok politik<br />

engel var. Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı<br />

Jean-Claude Juncker’in “120 bin mülteci mi?<br />

Problemin büyüklüğü karşısında bu çok gülünç<br />

(bir rakam). Acaba Lübnan ve Ürdün neden bahsettiğimizin<br />

farkında mı?” ifadeleri gibi…<br />

Uluslararası organizasyonlar ve insani yardım<br />

örgütleri denizlerdeki ölümleri azaltacak<br />

ve mültecilerin geçici veya devamlı olarak kalacakları<br />

AB ülkelerine usulüne uygun bir şekilde<br />

ulaşmalarına yardımcı olacak, Türkiye’de iş<br />

piyasasına yasal erişimlerini sağlayacak çeşitli<br />

düzenlemeler öneriyor. Bu düzenlemelerin bir<br />

kısmı hâlihazırda ulusal ve AB mevzuatının bir<br />

parçası fakat daha etkin bir uygulama gerektiriyor:<br />

Aile birleşimi, öğrenci vizeleri, geçici koruma,<br />

iltica karar komitelerinde personel artışı<br />

gibi… Aynı şekilde iş piyasasındaki ve Avrupa’nın<br />

yaşlanan toplumlarındaki ihtiyacı yansıtan (ve<br />

mevcut işçi haklarının gözetildiği) gerçekçi bir<br />

işçi göçü kotası da mülteci komisyonlarının iş<br />

yükünü hafifletmek adına yararlı olacaktır.<br />

Fakat bunlar politikanın alanı olan konular.<br />

Ya Avrupa sivil toplumuna düşen görev nedir?<br />

Bilhassa, değişmekte olan Avrupa’nın bir parçası<br />

olan göçmenlerin, diasporaların, seküler ve dinî<br />

toplulukların rolü nedir?<br />

Napoli’den Hamburg’a, yani yaşadığımız şehirlere<br />

her gün yeni mülteciler varıyor. Gelenlerin<br />

sosyal, ekonomik ve politik entegrasyonu<br />

ise mahallî bazda devletin, yerel kurumların ve<br />

şahısların destekleriyle gerçekleşiyor. Söz konusu<br />

yerdeki yerleşik topluluklar ise bu konuda<br />

kritik bir rol oynuyor. Örneğin tek başına gelen<br />

yüzlerce sahipsiz genç sosyal hizmet görevlileri<br />

ve öğretmenlerin olağandışı bir çaba göstermesini<br />

gerektiriyor. Acil olarak ihtiyaç duyulan şey<br />

gönüllülerin yanı sıra yeni öğretmen ve sosyal<br />

hizmet görevlilerinin yetiştirilmesi. Bu aynı za-<br />

14 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


manda çift dilli, birden çok kültürü tanıyan ve<br />

toplumda bir fark yaratmak isteyen herkes için<br />

eşsiz bir fırsat. Yeni gelen her bireyin onurlu bir<br />

yaşam sürdürebilmesi fiziki şartların yanı sıra<br />

onlarla birlikte inşa edilecek adaletli sosyal ilişkilere<br />

de bağlı.<br />

Binlerce insan kalacak bir yere ihtiyaç duyarken<br />

vatandaşlar yerel belediyelerle iş birliği hâlinde<br />

evlerini mültecilere açarak kalabalık mülteci<br />

barınaklarına alternatif sunarken, misafir<br />

ettikleri mültecilerin yaşadıkları çevreye entegrasyonunu<br />

da kolaylaştırıyor. Kültürel, sportif ve<br />

Berlin‘de açlık grevi yapan mülteciler<br />

dinî kuruluşlar ise yeni gelenlere ulaşmak için<br />

aktif bir çaba gösteriyor. Geniş yurtlarda kalıyor<br />

olsalar bile öğretimden mesleki eğitime ve<br />

dinî pratiklere kadar günlük yaşam aktivitelerine<br />

katılımlarının artırılması adına yapılabilecek<br />

çok şey var. Bu şekilde mültecilerin bilhassa çocuklarının<br />

karşısında yaşayabilecekleri hukuki<br />

belirsizlikten kaynaklanan çaresizlik ve can sıkıntısının<br />

da önüne geçilebilir. Bu anlamda her<br />

türlü fikir ve yardıma ihtiyaç var.<br />

Bununla birlikte mülteci yurtlarına yapılan<br />

saldırıların devam edeceğinin farkındayız. Almanya’da<br />

sadece bu sene 200 saldırı gerçekleşti.<br />

Bu provokasyonların devamı da gelecek. Fakat<br />

sözde “vatanseverler” kaybettikleri ayrıcalıkların<br />

yasını tutarken, bizler içerisinde yaşadığımız<br />

demokrasilerde toplumsal hayata aktif bir katılım<br />

sağlayarak iyi bir Avrupalının ne demek olduğunu,<br />

nasıl olması gerektiğini yeniden tanımlıyor<br />

olacağız.<br />

Peki, Avrupalı liderlerin entegrasyonun tek<br />

taraflı bir asimilasyon anlamına gelmediğini<br />

anlamaları daha ne kadar sürecek? Mülteci akınının<br />

engellenmesi gerektiğini söylerken buna<br />

ikna edici bir neden sunmak zorunda oldukları<br />

gerçeğini ne zaman görecekler? Zira buna bir gerekçe<br />

sunmakta aciz kalındığı takdirde göçmen<br />

kökenli Avrupalı gençler kendileri gibi insanların,<br />

ebeveynlerinin, kuzenlerinin, nişanlılarının,<br />

işverenlerinin, çalışanlarının,<br />

komşularının veya arkadaşlarının da<br />

etnik kökenleri nedeniyle istenmediği<br />

çıkarımına varacaklar.<br />

Pek çok insan Avrupa yönetimlerinden<br />

mülteciler için daha fazla şey<br />

yapmalarını istiyor, fakat esasında bu<br />

konuda yönlendirici güç sivil toplum.<br />

Cemiyetler mültecilerin günlük yaşamlarının<br />

kolaylaştırılması ve ortak bir<br />

paydada buluşmak için onlarla birlikte<br />

çaba göstermekte. Karar alıcılar bocalarken,<br />

toplum kendi içerisinde yeni kent<br />

vatandaşlığı ve ulusaşırı dayanışma biçimleri/anlayışları<br />

geliştiriyor.<br />

Eylül ayının başında binlerce mülteci<br />

Macaristan ve Avusturya arasındaki otobanda<br />

AB bayrağının arkasında yürüyordu.<br />

Önlerine konan ayrımcı sınırları<br />

geçip yolculuklarına devam ederken bir özgürlük<br />

ve hak arayışındaydılar. Diğer yanda Akdeniz’in<br />

akıntıları arasında hâlâ insan kaçakçılarının ve<br />

kurtarma ekiplerinin merhametine terk edilmiş<br />

insanlar var. Bu insanların güvenli bir liman arayışıyla<br />

yaptıkları yolculukta talep ettikleri tek<br />

şey insan onuruna yakışır bir hayat ve adalet.<br />

© Flickr.com/ linksfraktion<br />

*Albahari Pensilvanya Üniversitesi Yayınları’ndan yeni çıkan<br />

“Crimes of Peace: Mediterranean Migrations at the World’s<br />

Deadliest Border” isimli kitabın yazarı. ABD’de Notre Dame<br />

Üniversitesinde Antropoloji alanında dersler veren Albahari’nin<br />

Avrupa’daki göç akımı ile ilgili yorumları Fox News,<br />

History News Network ve CNN gibi yayın organlarında yer<br />

buldu.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

15


Gündem<br />

İngiltere:<br />

Müslüman<br />

Kadınlara<br />

Yönelik<br />

Saldırılar<br />

Artıyor<br />

Ekim 2015’te Londra Başkent<br />

Polisi’nin yayımladığı istatistiklere<br />

göre geçtiğimiz on iki ay içerisinde<br />

Müslümanlara yönelik nefret suçlarında<br />

yüzde 70’lik bir artış gözlemlendi.<br />

Londra’da bu yıl temmuz ayına<br />

kadar olan on iki aylık süreçte 816<br />

İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi;<br />

önceki on iki ay içerisinde ise bu<br />

rakam 478 idi.<br />

M.A. IbrahIm *<br />

*Ibrahim Birleşik Krallık’ta gazetecilik yapmaktadır.<br />

İnsan hakları gözlemci grupları, İngiltere’deki<br />

Müslüman kadınların nefret suçlarına<br />

maruz kalma ihtimalinin dünya üzerindeki<br />

herhangi bir yerden daha fazla olduğunu bildiriyor.<br />

Örneğin İngiltere merkezli Müslüman<br />

karşıtı saldırıları izleme grubu olan Tell MA-<br />

MA’nın raporlarına göre sokaklarda gözlemlenen<br />

nefret suçlarının yaklaşık yüzde 60’ı<br />

kadınlara yönelik. Organizasyon yetkilileri<br />

nefret suçlarına maruz kalan kadınların, işleri<br />

daha da kötüleştireceğinden korktukları için<br />

saldırıları çoğunlukla polise bildirmekten kaçındıklarını<br />

söylüyor.<br />

Müslüman Kadınlara Yönelik Taciz Vakaları<br />

İslam karşıtı saldırılar konusundaki en<br />

güncel istatistiklere dayalı bir rapora göre<br />

İngiltere’deki Müslümanlar, dünya genelinde<br />

gerçekleştirilen terör saldırılarına duyulan<br />

öfkeden kaynaklanan nefretin hedefi hâline<br />

geliyor. Teesside Üniversitesi’nin yaptığı bir<br />

araştırmaya göre henüz on yaşındaki çocuklar<br />

bile saldırılara maruz kalırken; nefret suçlarının<br />

faillerinin yaş ortalaması 40’in üzerinde.<br />

İngiltere Müslüman Kadınlar Ağı, Müslümanlara<br />

yönelik nefret suçlarının yalnızca<br />

Londra’da değil, tüm Birleşik Krallık’ta yükselişe<br />

geçtiğini bildirdi. Müslüman kadınlar,<br />

özellikle de başörtüsü takan Müslüman kadınlar<br />

ırkçıların bariz hedefi hâline gelmekle birlikte<br />

nefret suçlarına daha fazla maruz kalıyor.<br />

Kurum ayrıca çarşafları yırtılan, tekmelenen,<br />

peçeleri zorla çekilip çıkartılan, saldırıya uğrayan,<br />

itilen ve çakmak gazıyla tehdit edilen<br />

kadınların olduğunu belirtiyor.<br />

İngiltere merkezli eşitlikçi organizasyon<br />

Inspire ise, bir kadının kafasına köpek dışkısı<br />

fırlatıldığı, otobüs durağında beklerken müzik<br />

dinleyen başörtülü bir kadının bir adam tarafından<br />

yumruklanıp yüzünde morlukların<br />

oluştuğu benzeri vakaları kaydediyor.<br />

Raporlara göre başka bir İslam karşıtı<br />

saldırıda saldırganlar Müslüman bir kadının<br />

üzerine alkol dökerlerken trendeki diğer yolcular<br />

bu saldırıyı sessizce izledi. Bu olay Birmingham<br />

Şehir Üniversitesi’nden kriminolog<br />

Imran Awan ve Nottingham Trent Üniversitesi’nden<br />

Dr. Irene Zempi’nin araştırma-<br />

16 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/Metropolico.org<br />

sında yer alıyor. Tell MAMA organizasyonu<br />

tarafından onaylanan rapor 13 Ekim 2015’te<br />

Parlamento’ya sunuldu. Araştırma sonuçları<br />

Müslümanların maruz kaldığı şiddetli korku,<br />

tehdit ve gözdağı vakalarını gözler önüne sererken,<br />

Müslümanların reel dünyada fiziksel<br />

tehditlerle karşı karşıya kaldıklarında kamuoyundan<br />

destek bulamamaları ve sanal dünyadaki<br />

tacizlere karşı sosyal medya platformlarından<br />

tepki gelmemesi raporda yer alan diğer<br />

konular arasında.<br />

İslam’ı seçen Sarah isimli bir kadın da medyadaki<br />

IŞİD bağlantılı eylemler sonrasında tacize<br />

uğradığını söyleyenler arasında: “Müslüman<br />

olup başörtüsü takmaya başladığımda çirkin<br />

bakışlara, tehditlere ve tacize maruz kaldım.<br />

Bunlar hergün yaşadığım şeyler, özellikle de<br />

Beyaz İngiliz Müslüman olduğum için. Herkesin<br />

önünde tacize uğradığımda insanlar ya geçip<br />

gidiyor, ya da yalnızca izliyorlar... Alışveriş<br />

yapmak için dükkânlara girdiğimde insanlar<br />

bana ‘Neden başını kesmiyoruz ki?’ diye bağırıyorlardı.<br />

Müslüman karşıtı nefret ne yazık ki<br />

sıradanlaştı.”<br />

İngiltere Müslüman Konseyi’ne göre ise<br />

taciz ve tehdit vakalarının sayısı gerçekte olduğundan<br />

daha yüksek. Pek çok Müslüman<br />

saldırıları bildirmekten çekinirken, şahitlerden<br />

de yeterli destek bulamıyorlar.<br />

Müslüman Kadınların<br />

İşyerinde Karşılaştığı Ayrımcılık<br />

İngiltere’de bir meclis raporuna göre başörtü<br />

takan kadınlar istihdam için fazla tercih<br />

edilmiyor; ayrıca Müslüman kadınlar istedikleri<br />

işte çalışabilmek için kıyafet ve dış görünüşlerini<br />

değiştirmek zorunda hissediyorlar.<br />

Bunun yanı sıra raporda sık sık tekrarlanan<br />

diğer bir husus, kadınların yalnızca “bazı”<br />

roller ya da işlere indirgenmiş hissetmeleri;<br />

örneğin Müslüman gazetecilerden sık sık<br />

“Müslüman” haberleri yapmaları isteniyor;<br />

Müslüman avukatlar belirli topluluklara ulaşabilme<br />

amacıyla istihdam ediliyorlar. Çok<br />

sayıda kadın, kimliklerinin yalnızca taktıkları<br />

başörtüsüne ve insanların kendileri hakkındaki<br />

varsayımlarına indirgendiğini hissediyor.<br />

Staj yapmak zorunda olan kadınların, süpervizörlerinin<br />

kendileri hakkında ne düşüneceği<br />

konusunda duydukları kaygı, bu kadınları<br />

ön yargılara daha da açık hâle getiriyor. Örneğin<br />

bazılarına “müşteri dostu” görünmeleri<br />

için giyim tarzlarını ya da başörtülerinin rengini<br />

değiştirmeleri söylenmiş. Bazılarına ise<br />

başörtüsü takmaya devam edip etmeyecekleri<br />

sorulmuş. Bunlardan stajyerlerin başörtülerinin<br />

başvurdukları işlerin önünde büyük bir<br />

engel olduğu sonucu çıkıyor.<br />

Tell MAMA yöneticisi Fiyaz Mughal’a göre<br />

bunlar istisna değil: “Müslüman cemaat işe<br />

alımlardaki ayrımcılığın çok yaygın olduğunu<br />

tecrübe ediyor.” Tell MAMA’nın raporuna göre<br />

kadınların özgüvenli olmaları çok önemli;<br />

Mughal’in sözleri de bunu destekler nitelikte:<br />

“Ayrımcılıklara dair mevcut durum, kadınların<br />

kendi gelecekleri açısından bir özgüven<br />

eksikliğine sebep oluyor.” Genç kadınların<br />

çalıştıkları yerlerde ayrımcılıkla karşılaştıklarında<br />

pasif kalmaları ilerleyen zamanlarda iş<br />

bulmada zorluk çekmelerine de sebep oluyor.<br />

Pakistanlı ve Bangladeşli ailelerin fakirlik sınırında<br />

yaşadıkları gerçeği dikkate alındığında<br />

ya da siyahi ve azınlık etnik grupların kamu<br />

sektöründe sadece belirli alanlarda çalıştığı<br />

düşünüldüğünde ekonomik kesintilerden en<br />

fazla etkilenecek olanlar da bu gruplar oluyor.<br />

Ayrıca medyada Müslüman kadınların pasif<br />

kurbanlar olarak gösterilmesi işverenlerin<br />

Müslüman kadınları işe almalarını zorlaştırıyor.<br />

Avukat Sultana Tafadar, bazı iş sektörlerinde<br />

başörtüsü takan kadınların daha az<br />

becerikli ve müşteriler tarafından daha fazla<br />

yargılanacak biri olarak görüldüğünü söylüyor.<br />

Hizmet sektöründe çalışan kadınlar takım<br />

arkadaşlarına uyum sağlayabilmek için ekstra<br />

çaba göstermek zorunda kalıyorlar.<br />

Yıllardır insan hakları gruplarından gelen<br />

aralıksız baskılar ve İngiltere’deki Müslümanlara<br />

yönelik nefret suçlarının aralıksız artması<br />

nedeniyle İngiltere Başbakanı David Cameron<br />

Ekim 2015’te bir açıklamada bulundu. Açıklamasında<br />

İngiltere ve Galler’de hükûmetin<br />

daha fazla polis gücüne ihtiyaç duyduğunu,<br />

İslam karşıtı nefret suçlarının kaydedileceğini<br />

ve antisemitist saldırılar gibi ciddiyetle müdahale<br />

edileceğini bildirdi. Bu konuda hükûmetin<br />

tutarlı tavrını önümüzdeki zaman gösterecek.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

17


Gündem/Söyleşi<br />

“Almanya’nın Ciddi Bir<br />

Irkçılık Problemi Var.”<br />

Almanya’da camilere ve mülteci yurtlarına saldırılar artarak devam ediyor.<br />

Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel Sekreteri Selmin Çalışkan, Almanya’nın<br />

ırkçılıkla imtihanına dair sorularımızı yanıtladı.<br />

Cami duvarlarına gamalı haçların çizilmesi ve<br />

mülteci kamplarının kundaklanması maalesef<br />

nadir vakalar olmaktan çıktı. Almanya’da ırkçılık<br />

ne boyutlarda?<br />

Almanya ciddi bir ırkçılık sorununa sahip.<br />

Bu durumu Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU)<br />

cinayetlerinin araştırılması esnasında güvenlik<br />

güçlerinin ihmalleri, mülteci kamplarının<br />

önünde yapılan protestolar ve şiddete varan<br />

ırkçı saldırılar ortaya koyuyor. Bu saydıklarım<br />

mevcut sorunun aşırı sağcılığın sınırlarını<br />

aşarak toplumun merkezine kadar ulaştığını<br />

gözler önüne seriyor. Artık yüksek bir eğitim<br />

seviyesine sahip olmak ırkçı ön yargılardan korunmak<br />

için yeterli değil. Bu durum da hükûmetimizin<br />

ve siyasetçilerin “yabancılaşma” ve<br />

terör saldırılarına yönelik korkuyu körükleyip<br />

oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi<br />

bir dili benimsemek zorunda olduklarını<br />

gösteriyor. Siyasetçiler ayrımcılık yasağı ve din<br />

özgürlüğü gibi yasalarla garanti altına alınmış<br />

insan haklarının Almanya’nın temel değerleri<br />

olarak muhafaza edilmesi için çaba sarf etmeli<br />

ve kendileri de bu değerleri benimseyerek topluma<br />

örnek olmalılar.<br />

Öte yandan Almanya’da birçok kişi mültecileri<br />

geldikleri tren garlarında karşılayan ve onlara<br />

yardımcı olmaya çalışan çeşitli inisiyatifler<br />

kuruyor. Birçok kişi mültecilerle dayanışma<br />

hâlinde olduğunu gösterip onları ırkçı şiddetten<br />

korumak için siper oluyor.<br />

Irkçı saldırıların Almanya’da ciddiye alınmaması<br />

veya bu saldırıların peşine düşülmemesi<br />

temel bir sorun. Bu durum özellikle ırkçı<br />

şiddet mağdurlarına destek veren kuruluşlar<br />

ve yerel inisiyatifler tarafından da eleştiriliyor.<br />

Çoğu eyalette bu tür saldırılara dair güvenilir istatistikler<br />

yok; dolayısıyla devlet verilere dayanarak<br />

sorunla mücadele önlemleri de alamıyor.<br />

Mağdurların ve sivil toplum örgütlerinin danışabileceği<br />

ayrımcılıkla mücadele ofislerinin<br />

sayıları da ihtiyacı karşılayacak oranda değil.<br />

18 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Aynı zamanda Federal Alman Polisi’nin ayrımcı<br />

kontrolleri gibi uygulamalar ırkçı ön<br />

yargıları meşrulaştırıyor. Bu kontroller siyahi<br />

insanlar, tesettürlü veya “güney ülkelerinden<br />

geliyormuş gibi görünen” insanların “yasa<br />

dışı” olduklarına ve Almanya’ya ait olmadıklarına<br />

dair bir izlenim ortaya koyuyor. Bu gruba<br />

Müslümanlar da dâhil. Bu tür bir tutum sözde<br />

“farklı” olana bakışı da etkiliyor ve toplumdaki<br />

ötekileştirme eğilimini besliyor.<br />

Almanya’daki İslam düşmanlığının PEGI-<br />

DA’nın da maharetiyle toplumun her kesiminde<br />

giderek arttığı malum. Bu durum ırkçılığın sadece<br />

aşırı sağa dair bir olgu olmadığı anlamına mı<br />

geliyor?<br />

PEGIDA, Müslüman karşıtı ırkçılığın ve ön<br />

yargıların toplumun her kesiminde rastlanan<br />

bir durum olduğunu gösterdi. Üstelik bunun<br />

için bir şehirde gerçekte ne kadar Müslümanın<br />

ya da mültecinin bulunduğu da fark etmiyor.<br />

Fakat Müslüman karşıtı ırkçılık dışındaki başka<br />

gelişmelere baktığımızda da ırkçılığın aşırı<br />

sağcılıkla sınırlı olmadığını görüyoruz. Irkçı<br />

ön yargılar ve klişeler toplumun farklı tabakalarında<br />

çok yaygın. Irkçı şiddetin yükselmesi<br />

siyasete bu ön yargılarla mücadele konusunda<br />

bir sinyal vermeli.<br />

Irkçılığa karşı siyasetin girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Bizzat mültecilerin aleyhinde propaganda<br />

yapan ve temel bir hak olan ilticayı sorgulayan<br />

siyasetçiler var. Bu bağlamda uluslararası<br />

hukuk çok açık. Uluslararası hukuk mültecileri<br />

ve göçmenleri özellikle korunmaya muhtaç bir<br />

grup olarak tanımlıyor ve siyaseti, onları ırkçı<br />

kışkırtmalardan ve şiddet içerikli saldırılardan<br />

korumaları konusunda mecbur tutuyor. Almanya<br />

gibi bir ülkede siyasetçilerin sorumluluklarını<br />

yerine getirip mültecileri korumak yerine<br />

“kapasitelerini aştıklarını” öne sürmeleri<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

19


Gündem/Söyleşi<br />

utanç vericidir. Dünya çapında<br />

artan mülteciler karşısında siyaset<br />

çözüm üretme potansiyelini<br />

artırmalıdır.<br />

İnsanların ellerindekini<br />

kaybetme korkusu elbette<br />

önemli. Bu korku kendileri yerine<br />

mülteciler için harcanan<br />

maddi imkânlar veya “farklı”<br />

olan insanlar tarafından tehdit<br />

altında olma hissinden kaynaklanabilir.<br />

Toplumun sürekli bir<br />

değişim içerisinde olduğunun<br />

artık farkına varmalıyız. İnsanların<br />

bundan sonra da iltica<br />

nedeniyle ya da daha iyi bir<br />

perspektif ve iş imkânları için<br />

Almanya’ya gelmesi belki güvensizliğe<br />

yol açacaktır, fakat<br />

bu durum aynı zamanda büyük<br />

fırsatlara da gebedir. Burada<br />

hangi Almanya’da yaşamak<br />

istediğimiz sorusu önem taşımaktadır.<br />

Mevcut durumu imkâna<br />

çevirmek ve çoğulcu bir<br />

toplum içerisinde beraberce<br />

yaşamamız için insan haklarına<br />

dayanan bir vizyon geliştirmek<br />

hükûmetimizin görevi.<br />

İbadethanelere veya mülteci<br />

kamplarına düzenlenen saldırıların<br />

daha da artmaması için<br />

hangi değişiklikler yapılmalı sizce?<br />

Mültecilerle özel korunmaya<br />

muhtaç bir grup olarak ilgilenilmesi<br />

gerek. Zaten savaştan<br />

kaçarken travmalar geçirmiş,<br />

bir de üstüne mülteci kampları<br />

önündeki yürüyüşler ve nefret<br />

propagandaları ile karşı karşıya<br />

kalan, kundaklama ve saldırı<br />

20 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


tehdidi altında yaşayan veya<br />

güvenlik personellerinden kötü<br />

muamele gören erkek, kadın ve<br />

çocukları devlet korumalı. Devletin<br />

bu görevi medeni cesaretleri<br />

ile kendilerini hedef tahtası<br />

hâline getiren sivil gruplara bırakması<br />

kabul edilemez.<br />

Siyaset ve adli makamların<br />

sorunu ciddiye almaları ve<br />

ırkçılığın sadece aşırı sağla kısıtlanamayacak<br />

toplumsal bir<br />

sorun olduğunu anlamaları<br />

gerek. Siyasetçiler kendi üsluplarını<br />

gözden geçirip kendi<br />

saflarındaki polemikleri<br />

daha açık bir biçimde eleştirmeli.<br />

“İlticanın kitlesel istismarı”<br />

ya da “güvenli ülkeler”<br />

tartışmaları ile siyaset şiddete<br />

teşebbüs edenlere argüman sunuyor.<br />

Aynı zamanda bireylerin<br />

adil iltica hakları tehlikeye<br />

düşürülüyor ve Sırbistan veya<br />

Bosna Hersek gibi ülkelerde<br />

Romanlara karşı uygulanan yapısal<br />

ayrımcılıklar gibi haklı iltica<br />

sebepleri göz ardı ediliyor.<br />

Siyaset ayrıca bilhassa polis<br />

teşkilatı içerisinde, öğretmenlerin<br />

eğitimlerinde ve okullarda<br />

ırkçılıkla mücadele hakkında<br />

düzenli bilgiler sunmak gibi<br />

kapsamlı insan hakları eğitimleri<br />

tesis etmeli. Benzer şekilde<br />

sivil toplum inisiyatiflerinin,<br />

ayrımcılıkla mücadele ofislerinin<br />

ve devlet kurumlarının<br />

göçmen kökenli insanlar için<br />

açılımlarının da desteklenmesi<br />

gerek.<br />

Esra Lale sordu.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

21


Gündem<br />

© Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.<br />

Özgürlük ve Ayrımcılık<br />

Arasında Tarafsızlık İlkesi<br />

Yargıda Başörtüsü Yasağı<br />

Alman Anayasası, devletin<br />

her türlü inanç ve dine karşı<br />

tarafsız olması gerektiğini<br />

belirtiyor. Yargı personeline<br />

yönelik başörtüsü yasağına<br />

da temel oluşturan bu ilke<br />

birçok farklı tartışmayı da beraberinde<br />

getiriyor.<br />

Burak Altaş *<br />

Tarafsızlık ilkesi sıkça dışlayıcı, bir şeyleri<br />

müdafaa edici, koruduğu özne ile muhatapları<br />

arasında mesafe oluşturucu vasıflarla tanımlanır.<br />

Bu anlayışa göre bir tarafta devlet, diğer tarafta<br />

dinler ve dinî cemaatler konumlanır. Bu iki taraf<br />

arasındaki mesafe aynı zamanda devletin ne kadar<br />

tarafsız kaldığı sorusunun cevabına da dayanak<br />

teşkil eder. Diğer grupla girişilen her temas<br />

devlet tarafsızlığı açısından tehlike arz etmektedir.<br />

Bu denli basite indirgenmiş bir düşünce<br />

kalıbı içerisinde, tarafsızlık ilkesinin “tüm dinleri<br />

devletten aynı oranda uzak tutmak” 1 olarak<br />

nitelenmesi şaşırtıcı değildir. Dışlayıcı etkisi ön<br />

22 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


planda tutulan böyle bir tarafsızlık ilkesinin kişisel<br />

hakları ve bilhassa din özgürlüğünü kısıtlayıcı<br />

sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.<br />

Almanya Anayasa Mahkemesinin son başörtüsü<br />

kararından sonra 2 dikkatler yine bu konu<br />

üzerinde yoğunlaştı. Karara yönelik menfi eleştirilerin<br />

satır aralarında tarafsızlık ilkesinin giderek<br />

laiklik ilkesine yakınlaşmasını talep eden<br />

seslerin daha gür çıktığı gözlemleniyor. Oysa<br />

2004 yılında Almanya’da dönemin Cumhurbaşkanı<br />

Johannes Rau, “Fransız komşu ve arkadaşlarımızın<br />

laikliğini benimsememizi gerektiren<br />

bir durum göremiyorum.” demişti. Rau, dinlerin<br />

kamusal bir karaktere sahip olduklarını ve kamusal<br />

alanda faaliyet gösterip toplumda etkin olmalarının<br />

arzu edildiğini belirtmişti. 3 Tartışmaların<br />

bu denli zıt yürütülmesinden de anlaşılacağı gibi<br />

tarafsızlık ilkesinin doğru anlaşılması için üzerindeki<br />

muğlaklığın kaldırılması gerekiyor.<br />

İhtilafın Odak Noktası: Kamusal Hizmet<br />

Bireysel din özgürlüğü ile tarafsızlık ilkesi<br />

arasındaki çekişme bilhassa kamusal hizmet alanında<br />

kendini gösteriyor. Almanya’da kamu alanı<br />

dinden arındırılmış bir alan olarak telakki edilmiyor,<br />

ancak devletin hizmetinde çalışan bir personelin<br />

dinî sembolleri görünür biçimde taşıması<br />

devletin tarafsızlığı açısından soru işaretlerine<br />

yol açıyor. Bu durum bilhassa yargı için geçerli.<br />

Adliye ve yargının devletin en temel organlarından<br />

biri olması münasebetiyle burada daha sıkı<br />

bir tarafsızlığın tatbik edilmesi gerektiği kanısı<br />

hâkim. Bu değerlendirme neticesinde normalde<br />

dinden arındırılmış kamusal alan tanımayan Almanya,<br />

istisnai olarak yargıyı dinî sembollerden<br />

arındırıyor.<br />

Tarafsızlık İlkesinin İkircikli Yapısı<br />

Yargının bağımsızlığı ilkesine dayanarak tarafsızlığın<br />

mesafe koyucu olması gerektiği görüşünün<br />

karşısında tarafsızlığın tersine açıklık ve<br />

şeffaflık ile sağlanması gerektiği görüşü var. Bu<br />

konsepte göre devlet tarafsızlığını kendini dine<br />

kapayarak değil açarak sağlıyor. Çeşitli inanç ve<br />

ideolojileri benimsemeyen ama onlara inkişaf<br />

alanı tanıyan devlet, tarafsızlığını eşit davranmakla<br />

sağlıyor. 4 20 yıl önce Anayasa Mahkeme-<br />

si Alman Anayasasındaki tarafsızlık ilkesinin<br />

laiklik olarak algılanmaması gerektiğinin altını<br />

çizmişti. Mesafe koyucu tarafsızlığın laik ülkelerin<br />

tipik özelliği olduğu düşünüldüğünde bunun<br />

Alman hukuk sistemine yabancı bir bakış açısı<br />

olduğu anlaşılıyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı da<br />

anayasanın “din ve devleti kati bir şekilde ayırmadığını,<br />

devletin dinî cemaatlerle kooperasyonda<br />

bulunduğunu” söylüyor. 5<br />

“Anayasanın Etik Temeli”<br />

Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1975 senesinde<br />

tayin ettiği yön bellidir: “Anayasanın etik<br />

standardı dünya görüşleri ve inançların çoğulculuğu<br />

karşısında açıklık temeline oturur.” 6 Bu<br />

karar Anayasa Mahkemesinin 27.01.2015 tarihli<br />

başörtüsü kararında da yinelendi. Hâkimler tarafsızlık<br />

ilkesinin mesafe koyucu ve “devlet ile kiliseyi”<br />

kati şekilde ayrıştırıcı nitelikte olmadığını,<br />

tersine açıklık ve kapsayıcılık temelli anlaşılması<br />

gerektiğini ve bütün inançlar için din özgürlüğünü<br />

garanti edici özelliğe sahip olduğunu belirtti.<br />

Devlet kurumlarının tüm vatandaşlar için “yuva”<br />

(Alm. “Heimstatt aller Staatsbürger”) olmalarından<br />

ötürü toplumdaki dinsel çoğulculuğu da yansıtmaları<br />

gerektiğinin altı çizildi.<br />

Bu izahlar ışığında devletin kendisi için geçerli<br />

olan “kendini bir din ile özdeşleştirme yasağı”nı<br />

(Alm. “Identifikationsverbot”) vatandaşlara<br />

ve hatta memurlara uygulama hakkı yok. Şahısların<br />

kıyafet noktasında tarafsız kalmaları sadece<br />

dış görünümleri devlete mal edildiği takdirde<br />

talep edilebilir. Kişinin memur dahi olsa dış görünümünün<br />

neden devlete mal ediliyor oluşu ise<br />

izaha ihtiyaç duymaktadır.<br />

Bunlara rağmen Almanya’da ısrarla adliye ve<br />

yargıda yukarıda izah edildiği şekliyle açıklık ve<br />

hoşgörü temeline oturan tarafsızlık anlayışından<br />

istisnai olarak daha katı bir tarafsızlık ilkesinin<br />

tatbik edilmesi gerektiği savunuluyor. Başörtüsü<br />

karşıtları bu görüşlerini temellendirmek için hâkimlerin<br />

tarafsız ve bağımsız olmaları gerektiğine<br />

atıfta bulunuyorlar. Bu görüşe göre kamu nezdinde<br />

yargının güvenilirliğinin zedelenmemesi<br />

ve halkın yargıya itimat etmesi için bu güveni<br />

sarsabilecek faktörlerin engellenmesi gerek. Güven,<br />

mahkeme kararının sadece doğru ve adil olması<br />

ile değil, bilhassa yargıya mensup şahısların<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

23


Gündem<br />

tarafsızlıklarını şüpheye düşürecek bir görünüme<br />

sahip olmamaları ile mümkün sayılıyor. Başörtüsünün<br />

bu tarafsızlığı zedeleyen bir sembol olduğu<br />

ön yargısıyla tesettürlü bir hâkimin devletin<br />

tarafsızlığını tehlikeye attığı iddia ediliyor ve bu<br />

nedenle yargıda başörtüsü yasağı talep ediliyor.<br />

Bu gerekçelendirmeye göre başörtüsünün tarafsızlığı<br />

tehlikeye atan bir sembol oluşu objektif<br />

kriterlerle değil, mahkeme kararına muhatap<br />

kişinin sübjektif algısıyla delillendiriliyor. Eğer<br />

hâkimin karşısına çıkan bir şahıs başörtüsünü<br />

tehlikeli buluyorsa, bu durum otomatikman o<br />

şahsın güvenini sarsıyor ve böylece devletin tarafsızlığı<br />

zedelenmiş oluyor. Yani tesettürlü bir<br />

bayanın insan hakları, başörtüsüne karşı ön yargı<br />

besleyen bir kişinin şahsi değerlendirmesiyle<br />

hiçe sayılıyor. Cevaba muhtaç olan şu soru ise<br />

cevaplanmıyor: Başörtüsü neden devletin tarafsızlığını<br />

tehlikeye atan bir sembol olarak değerlendiriliyor?<br />

Hâkimler – Şahıs Mı, Nesne Mi?<br />

Öğretmenlerle ilgili verdiği kararda Anayasa<br />

Mahkemesi başörtüsünün bizatihi anayasal<br />

değerlere aykırı bir sembol olduğu zannını reddedip<br />

başörtüsünün değil, olsa olsa bazı davranış<br />

biçimlerinin anayasaya aykırı olabileceğini<br />

söyledi. 7 Öğretmenler için verilen bu net ve açık<br />

mesajın hilafına hâkimler ve hukuk stajyerleri<br />

için başörtüsünün siyasileştirilmesi ve ideolojik<br />

kavgalara alet edilmesi kabul edilebilir bir durum<br />

değil.<br />

Başörtüsünü siyasi bir angajman ile kıyaslamanın<br />

tutarsız olduğu anlaşılmalı. Siyasi aktivitelerde<br />

kişi belli bir dünya görüşünü ve kendi<br />

şahsi kanaatini faal bir şekilde dış dünyaya aktarır.<br />

Bu gibi faaliyetler bu sebepten ötürü çok daha<br />

yoğun bir fikir beyanı içerir. Aynısını başörtüsü<br />

hakkında söylemek için tesettürlü kişinin pasif<br />

bir biçimde başörtüsü takmasının dışında faal<br />

duruma geçmesi ve anayasaya aykırı söylem ve<br />

davranışlarda bulunması gerekir. Nitekim bu durum<br />

sadece tesettürlü bayanlar için değil, kamuda<br />

çalışan her şahıs için geçerlilik arz eder.<br />

Hâkim, devletin kişiselleşmiş hâli değildir.<br />

Bütün benliği ile devlet gücünü temsil etmez.<br />

Mesai esnasında dahi kendi şahsiyetini yansıtan<br />

anlar olabilir. Bir davranışın veya dış görünümün<br />

devlete mal edilebilmesi için o davranışa veya<br />

24 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


görünüme devletin sebep olması gerekir. Söz gelimi<br />

eğer devlet başörtülü bir üniformayı zorunlu<br />

kılıyorsa o başörtüsü devlete mal edilebilir, ancak<br />

kıyafet serbestisi varsa takılan hiçbir sembol<br />

devleti temsil etmez, çünkü o sembolü taşımak<br />

devletin değil kişinin iradesinden hasıl olmuştur.<br />

Kendi hâkimiyet alanında herhangi bir sembolü<br />

tolere eden devlet ise sadece tolere etmekle o<br />

sembolü içselleştirmiş sayılmaz. 8 Aksi takdirde<br />

şahısların dış görünümünün devletin kendini sunuş<br />

biçimi (Alm. “staatliche Selbstdarstellung”)<br />

olarak sayılması gerekir ki, bu da kişinin kamu<br />

binalarının dekorasyonu, yemin metinlerinin<br />

formülasyonu, devlet törenlerinin organizesi gibi<br />

maddi ve formel bir takım seremonilerle eşdeğer<br />

sayılması gibi absürt bir sonuca götürür. Bu gibi<br />

devlet törenlerinde ferdiyete yer yoktur, devlet<br />

bizatihi kendisi boy gösterir. Hâkimlerin böyle<br />

değerlendirilmeleri insan şahsiyetinin zenginliğini<br />

ve derinliğini göz ardı eder ve kişiyi nesneleştirir.<br />

Sonuç olarak mahkemelere karşı duyulan<br />

güven, şahısların dış görünümleriyle değil mahkeme<br />

kararlarının doğruluğu ve adaleti tahsis<br />

kabiliyeti ile ölçülür. Doğru ve adaletli bir karar<br />

verildiğinde başörtüsünün devletin tarafsızlığını<br />

zedelemesi düşünülemez.<br />

Hukuk Stajyerlerinin Durumu<br />

Almanya’da hukuk eğitimini tamamlamak<br />

için zorunlu staj döneminde başörtülü stajyerlere<br />

zaman zaman sıkıntı yaşatıldığı vaki. Aslında<br />

hukuk stajyerleri için başörtüsü yasağı hâkimlere<br />

kıyasla yukarda belirtilen sebeplerin yanı sıra<br />

başka nedenlerden dolayı da hukuka aykırı. Mahkeme<br />

kararlarına göre bazı davalarda oluşturulan<br />

jüri heyetinde başörtülü jürilerin bulunması yasal<br />

bir durum. 9 Bu kişiler hukukçu olmayıp genellikle<br />

sıradan vatandaşlar arasından seçiliyorlar<br />

ve bu görevi gönüllü olarak yürütüyorlar. Gönüllü<br />

olarak mahkemede bulunan bir kişinin başörtüsü<br />

serbestken, eğitimini tamamlamak amacıyla<br />

orada bulunmak mecburiyetinde olan bir stajyere<br />

başörtüsünün yasaklanması tezat oluşturuyor.<br />

Ayrıca stajyerlere başörtüsünün yasaklanması<br />

meslek özgürlüğünü ihlal ediyor. Meslek eğitiminin<br />

bazı kısımlarında başörtüsü yasaklandığı<br />

ve bu yasağın ihlal edilmesi durumunda not<br />

değerlendirmesinin menfi manada etkilendiği<br />

takdirde stajyerin hukuk eğitimini tamamlaması<br />

zorlaştırılıyor. Hukukta eğitim tekelinin devlette<br />

olmasından dolayı bu yasak mağdur kişi açısından<br />

bir meslek yasağı ağırlığını taşıyor. Böyle bir<br />

yasak ise orantısız olduğu için yasalara aykırı kabul<br />

ediliyor.<br />

Başörtüsü Yasağı: Tarafsızlık Değil Ayrımcılık<br />

Bazı eyaletlerde memurlara başörtüsü yasağı<br />

Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı. En<br />

yüksek hukuki merci olarak Anayasa Mahkemesi,<br />

tarafsızlık ilkesini ayrıştırıcı değil açık ve kapsayıcı<br />

bir biçimde tanımladı ve ayrıca adliye için<br />

istisnai bir tanımlamada bulunmadı. Bundan dolayı<br />

başörtüsünü ve dinî sembolleri dışlamayan<br />

bu tarafsızlık anlayışı adliye ve yargıda da geçerli.<br />

Hâkimlere ve stajyerlere karşı uygulanan başörtüsü<br />

yasakları mevcut hukuki duruma aykırılık<br />

arz ediyor.<br />

Dışlayıcı ve mesafe koyucu biçimde kavranan<br />

diğer tarafsızlık anlayışı, tarafsızlık adına bütün<br />

bir dine mensup kişileri birçok meslekten uzak<br />

tutucu ve ihraç edici etkiye sahip. “Mesafeli tarafsızlık”<br />

prensibinin tatbikatı, devletin dindarlarla<br />

arasındaki mesafenin dindar olmayanlarla<br />

arasındaki mesafeden daha yüksek olduğunu<br />

işaret ediyor. Böylece sözde tarafsızlık ilkesiyle<br />

eşitsizlik ve adaletsizlik tesis ediliyor. Tarafsızlık,<br />

ayrımcılık ile eşdeğer manaya sahip olmamalı.<br />

Aksine tarafsızlık, kişiyi devlet eliyle tatbik edilen<br />

ayrımcılıktan koruyan ve bireysel özgürlüklere<br />

alan tanıyan özellikleriyle ön plana çıkan bir<br />

prensip olarak yorumlanmalı.<br />

*Münster Üniversitesi hukuk öğrencisi ve FAIR international<br />

e.V. çalışanı<br />

1<br />

Kolat, Dilek, Berliner Zeitung: „Neutralität bleibt unsere Staatsmaxime“ http://www.<br />

berliner-zeitung.de/berlin/gastkommentar-zum-kopftuchverbot-neutralitaet-bleibt-unsere-staatsmaxime,10809148,31377476.html<br />

2<br />

BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />

3<br />

Johannes Rau’nun Gotthold Ephraim Lessing’in 275. doğum yıl dönümünde yaptığı<br />

konuşma: http://www. bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Johannes-Rau/Reden/2004/01/20040122_Rede.html<br />

4<br />

Böckenförde, Ernst-Wolfgang, Bekenntnisfreiheit in einer pluralen Gesellschaft und die<br />

Neutralitätspflicht des Staates, in: Berghahn, Sabine/ Rostock Petra (Hrsg.), Der Stoff aus<br />

dem Konflikte sind, Bielefeld 2009, S. 183 f.<br />

5<br />

Bundesministeriums des Innern (BMI):„Anders als in laizistischen Staaten sieht das<br />

Grundgesetz allerdings keine strikte Trennung von Staat und Religion vor. Der Staat wirkt<br />

mit Religionsgemeinschaften zusammen (...)“ http://www.bmi.bund.de/DE/Themen/<br />

Gesellschaft-Verfassung/Staat-Religion/Religionsverfassungsrecht/religionsverfassungsrecht_node.html<br />

6<br />

BVerfG, Beschl. v. 17.12.1975 – 1 BvR 63/68.<br />

7<br />

BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />

8<br />

BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.<br />

9<br />

KG Berlin, Urt. v. 09.10.2010 – Az. (3) 121 Ss 166/12 (120/12).<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

25


Gündem<br />

İslami Terimler Alman<br />

Kamuoyunda Nasıl (Yeniden)<br />

Tanımlanıyorlar?<br />

Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor<br />

ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi<br />

konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi<br />

tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan<br />

El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında.<br />

Mohamed SaIf *<br />

Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi<br />

veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde<br />

de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının<br />

ya da kullanılmamasının her zaman<br />

toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir.<br />

“İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami<br />

kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki<br />

toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50<br />

yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt<br />

dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde<br />

yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar<br />

ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz.<br />

Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından<br />

“molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”,<br />

“İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami<br />

kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar<br />

İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil<br />

kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra<br />

ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile<br />

bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim<br />

görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında<br />

“İslami terörün tehlikeleri“, “İslami<br />

terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami<br />

teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir.<br />

İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı<br />

sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez.<br />

Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya<br />

grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim-<br />

leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil<br />

kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla<br />

bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal<br />

değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır.<br />

Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri<br />

kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik<br />

tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya<br />

başlar.<br />

Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında<br />

çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan<br />

“cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu<br />

kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar<br />

atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi<br />

olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat”<br />

kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak<br />

bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar<br />

Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için<br />

El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin<br />

hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan<br />

yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için<br />

kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak<br />

araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu<br />

çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi<br />

aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın<br />

da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart<br />

1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer<br />

verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize<br />

emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız<br />

olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah<br />

26 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız.<br />

Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız<br />

Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz<br />

size düşman gibi davranmak istemiyoruz;<br />

sizi misafirlerimiz olarak görüyor<br />

ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz.<br />

Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize<br />

ve âdetlerinize uygun bir kamp<br />

kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle<br />

sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin<br />

hükümlerine uygun yaşayabilmeniz<br />

için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler<br />

dininizin şartlarına uygundur. Şu<br />

anda yüksek minaresinden peygamberinize<br />

itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami<br />

inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin<br />

refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır.<br />

Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam<br />

başlamaktadır!” 1<br />

Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların<br />

yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere<br />

göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini<br />

göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin<br />

savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde<br />

olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi.<br />

Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan<br />

olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ<br />

üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda<br />

devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an<br />

ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya<br />

ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla<br />

savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst<br />

Almanya’da 1.<br />

Dünya Savaşı<br />

esnasında<br />

İslam dünyasının<br />

ayaklandırılması<br />

konusunda<br />

çalışmalar<br />

yapan Şark<br />

İstihbarat Birimi’nin<br />

(Alm.<br />

“Nachrichtenstelle<br />

für<br />

den Orient”)<br />

merkezi.<br />

©<br />

Zeller, Joachim;<br />

Zimmerer, Jürgen:<br />

Das Oberkommando<br />

der Schutztruppen in:<br />

Zeller, Joachim; Von<br />

der Heyden, Ulrich:<br />

Kolonialmetropole Berlin<br />

- eine Spurensuche.<br />

Berlin-Edition. Berlin<br />

2002. Lizenz<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

27


Gündem<br />

tarafında da “Cennet, kılıcın gölgesi altındadır.”<br />

anlamına gelen bir Arapça atasözüne yer<br />

verilmiştir. Gazetedeki bu metin aynı zamanda<br />

“dost” ya da “düşman” şemalarının aktörlerin<br />

birbirleriyle ilişkileri etrafında yeniden nasıl<br />

tanımlandığını da göstermektedir. Dahası aynı<br />

metin, “cami” ve “minare” gibi kelimelerin o tarihteki<br />

ve günümüzdeki kullanımları arasındaki<br />

farkı da göstermektedir: Bugün bilhassa İsviçre’deki<br />

cami inşaatı veya minare yasağı ile ilgili<br />

tartışmaları göz önüne getirdiğimizde bu farkı<br />

daha iyi anlayabiliyoruz.<br />

Hitler rejimi zamanındaki aktörler de İslam’a<br />

dair günümüzden farklı bir konuma sahiplerdi.<br />

O dönem Müslümanlar olası müttefikler<br />

olarak görülüyordu. Uzun, yoğun ve giderek<br />

şiddetlenen savaş nedeniyle “her imkânı Alman<br />

kanından tasarruf edilmesi için kullanmaya”<br />

yönelik çabalar Korgeneral Ralph von Heygendorff<br />

tarafından desteklenmiş ve “bizim yanımızda<br />

bizimle beraber savaşacak her savaşçının<br />

kabul edileceği” tasdik edilmiştir. Bu bakış<br />

açısına göre o zaman İslam, Alman savaş hedefleri<br />

ile bir çelişki içerisinde bulunmuyordu.<br />

Ayrıca dinin yaşanması için herhangi bir insan<br />

ve materyal kaynağına ihtiyaç duyulmuyor, dolayısıyla<br />

Müslümanların dinlerini yaşamaları<br />

teşvik ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İkinci<br />

Dünya Savaşının sonlarına doğru İslam’ın, Alman<br />

savaş stratejisinin bir propaganda silahına<br />

dönüştürüldüğü görülür. Stalin tarafından kapatılan<br />

veya tahrip edilen camiler 1942 yılında<br />

tekrar hizmete açılmıştır. Müslüman lejyonerlere<br />

bayramlarda ve Cuma günleri öğleden sonra<br />

izin alma ve mümkün olan her zaman oruç tutma<br />

imkânı sunulmuştur. Asker mezarları Mekke<br />

yönüne çevrilmiş, Kur’an nüshaları basılıp<br />

askerlere dağıtılmış ve Göttingen Üniversitesi<br />

ile beraber ünlü Şarkiyatçı Bertold Spuler idaresinde<br />

imamlar için ileri eğitim kurumları tesis<br />

edilmiştir. Bu girişimlerden savaş hedeflerine<br />

ulaşılması için din özgürlüğünün bir araç hâline<br />

getirildiği anlaşılmaktadır. O zamanki aktörlerin<br />

İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterdiği<br />

özel ilgi de “İslam” ve “Müslümanlar” gibi ifadelerin<br />

kullanımını etkilemiştir. Siyasi aktörlerin<br />

siyasi tutumları “eski Muselman”ları “Muselgerman”lara<br />

dönüştürmüş, Müslümanlar hakkındaki<br />

tablo da zamanın tartışmalarında siyasi<br />

çıkarlara uygun olarak olumlu bir şekilde yeniden<br />

düzenlenmiştir.<br />

Öte yandan sadece aktörler arasındaki ilişki<br />

dil kullanımını etkilemez; daha ziyade aktörlerin<br />

bir olaya yönelik konumları da bu bağlamda<br />

1. Dünya Savaşında<br />

Osmanlı Devletinin<br />

savaşa girmesinin<br />

ardından Şeyh’ül-İslam’ın<br />

halka<br />

seslenişi<br />

28 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


İslami kavramlar dinî<br />

bağlamlarından uzaklaştırılmakta<br />

ve bu<br />

işlem sırasında lügat<br />

anlamlarını yitirmektedir.<br />

Bu da onları<br />

siyasi dil kullanımında<br />

isteğe bağlı farklı anlamların<br />

yüklenebildiği<br />

içi boş kılıflar mesabesine<br />

indirmektedir.<br />

kullanılan ifade araçlarını büyük ölçüde etkiler.<br />

1979 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı başlayan<br />

Afganistan Savaşı sırasında Türkçesi “mücahit”<br />

olan “Mudschahed” (çoğulu Mudschaheddin)<br />

kavramı Alman kamuoyunda sıkça kullanılmıştır.<br />

“Mudschaheddin” kavramı ile o tarihte Afganistan<br />

ve İslam ülkelerinden gelen Müslüman<br />

direniş gruplarına işaret edilmekteydi. ABD ve<br />

Batı o zamanda Sovyet işgaline karşı bir konum<br />

almaktaydı. Aktörlerin Sovyet işgaline karşı bu<br />

siyasi konumları “Mudschaheddin” kavramının<br />

kullanımını da etkiledi. O tarihte Almanya<br />

Federal İstihbarat Servisinin çalışanları “Afgan<br />

Mudschaheddin ile iş birliği hâlinde cephedeki<br />

riskli görevler hakkında” raporlar hazırlıyorlardı.<br />

Takip edilen strateji ise, “ABD gizli servisinin<br />

de beklentisine göre karşı tarafı, yani Mudschaheddin<br />

birliklerini, silah, donatım ve eğitim ile<br />

destekleyerek Sovyetler Birliği’ne bir ‘Vietnam<br />

deneyimi’ dersi vermek.” 2 şeklindeydi.<br />

O tarihte yazılan metinlerden örnekler<br />

“Mudschaheddin” kavramının bilhassa Sovyet<br />

saldırısının ilk aşamasında tarafsız, kimi zaman<br />

da olumlu yansıtıldığını kanıtlar. Bu bağlamda<br />

“Mudschaheddin” birliklerine karşı gösterilen<br />

büyük toplumsal desteğe, onların kötü eğitim<br />

ve organizasyonlarına rağmen dayanıklı olduklarına<br />

yer verilmekteydi:<br />

“Halkın neredeyse yüzde doksanı direnişçilere<br />

destek veriyor. Bu yüzden kötü organize<br />

olan ve yetersiz donanıma sahip Mudschaheddin<br />

birlikleri dayanabilmiş ve hatta yavaş yavaş<br />

operasyonlarının vurucu gücünü artırabilmişlerdir.”<br />

3<br />

“Farklı grupların birbirlerine rakip olmaları<br />

askerî bir dezavantaj değildir; Mudschaheddin<br />

birlikleri birleşmiş güçleri ile Sovyet saldırılarına<br />

karşı koyabildiklerini kanıtlamışlardır.” 4<br />

“Kızıl Ordu üç gün boyunca taarruzda bulundu,<br />

fakat piyade birlikleri kayda değer bir görev<br />

üstlenemediler. Dört veya beş kişilik küçük<br />

gruplarda hareket eden Mudschaheddin birlikleri<br />

direnebildiler. Nihayetinde Sovyetler Birliği<br />

eli boş geri dönmek zorunda kalan taraf oldu.” 5<br />

“Mudschaheddin” kavramının bu yöndeki<br />

kullanımı devamlılık gösterememiş ve sadece<br />

1979 yılındaki Afganistan savaşının ilk aşaması<br />

için geçerli olmuştur. Günümüzde “Mudschaheddin”<br />

kavramından değil de daha ziyade “cihatçı”<br />

veya “din savaşçısı”ndan bahsedilmektedir.<br />

Fakat “Mudschaheddin” kavramının tam<br />

tersine bu kavramlar küçük düşürücü çağrışımlara<br />

sahiptir. Oysa hem “Mudschaheddin” hem<br />

de “cihatçılar” kavramları “cihat” kelimesinden<br />

türemekte ve anlamsal olarak aynı içeriğe sahip<br />

olup “cihat yapanlar” anlamına gelmektedir.<br />

Buna rağmen “Mudschaheddin” ve “cihatçılar”<br />

kamuoyunda farklı siyasi veya ideolojik yönelimlere<br />

bağlı olarak farklı yorumlamalar kazanmaktadır.<br />

Bahsi geçen örnekler ile İslami kavramların<br />

kamuoyunda nasıl kullanıldığını görmek<br />

mümkündür. Bilhassa Alman kamuoyunda bu<br />

kavramlar ağırlıklı olarak siyasi toplumsal çelişkiler<br />

ve yurt dışında ve yurt içindeki çatışma<br />

durumları ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır.<br />

Bu durum da bu kavramların kamuoyunda siyasallaşmalarına<br />

yol açmaktadır. Böylece İslami<br />

kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta<br />

ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir.<br />

Bu da onları “siyasi dil kullanımında<br />

isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği,<br />

aslında anlamsız, içi boş kılıflar” mesabesine<br />

indirmektedir.<br />

*Dil bilimci olan Saif, İslami kavramların Alman dilindeki<br />

kullanımı ve bu kullanımın kültürlerarası iletişime etkisini<br />

araştırmaktadır.<br />

1<br />

http://www.eslam.de/begriffe/e/el_dschihad.htm<br />

2<br />

Die Welt 06.10.13<br />

3,4,5<br />

Die Zeit, 31.12.1982<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

29


Gündem/Söyleşi<br />

Siyasi Yansımalar ve İtirazlar<br />

Avusturya İslam Yasası<br />

Geçtiğimiz sene Avusturya’da oldukça<br />

tartışılan İslam Yasası, 31 Mart<br />

2015’ten beri yürürlükte. Yasaya dair<br />

Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz<br />

başvurularını ve yasanın kabulünden<br />

sonra yaşanan süreci Avusturya<br />

İslam Toplumu (IGGiÖ) Hukuk<br />

Departmanı yöneticisi avukat Ümit<br />

Vural ile görüştük.<br />

© Ümit Vural<br />

Avusturya İslam Yasası Bakanlar Kurulu’ndan<br />

geçtikten sonra ne tarz gelişmeler kaydedildi?<br />

İslam Yasası 10.12.14 tarihinde Bakanlar<br />

Kurulu’ndan geçtikten sonra Meclis’e gönderildi.<br />

Oradan da Anayasa Komisyonu’na havale<br />

edildi.<br />

Ardından IGGiÖ Şura Meclisi parlamento<br />

zemininde görüşmeler yürütmek üzere beni bir<br />

komisyon kurmak ile görevlendirdi. İçlerinde<br />

Dr. Metin Akyürek, Mouddar Khouja ve Prof. Dr.<br />

Richard Potz’un da bulunduğu 4 kişilik bir komisyon<br />

kurduk ve parlamentoda milletvekilleri<br />

ile görüşmeler yürüttük. Özellikle Meclis Anayasa<br />

Komisyonu’nda bulunan üyeler ile görüştük.<br />

Zira Meclis Anayasa Komisyonu’nun kanun<br />

tasarısını değiştirme yetkisi vardı. Bu görüşmelerde<br />

temel olarak hukuki bir çerçevede kalmayı<br />

hedef aldık, zira konuyu siyasi zemine taşıdığımızda<br />

hiçbir neticeye ulaşamayacağımızı biliyorduk.<br />

Müzakere için bir tasarı hazırladık ve<br />

bütün görüşmeleri onun üzerine şekillendirdik.<br />

Şubat ayına kadar takriben 40 görüşme yaptık.<br />

Netice olarak Meclis Anayasa Komisyonu<br />

kanun tasarısında bizim istediğimiz hukuki<br />

düzeltmelere dair olumlu bir kanaat geliştirerek<br />

mecliste oylamaya sundu. Bu düzeltmelerin<br />

en temelinde Viyana Üniversitesinde İlahiyat<br />

Fakültesinde görev alacak öğretim üyelerinin<br />

Müslüman olması şartının kanun metninde yer<br />

alması vardı. 25 Şubat 2015’te Meclis’te kanun<br />

oylamaya sunuldu. Ardından kanun Cumhurbaşkanının<br />

onayı ile 31 Mart 2015’te yürürlüğe<br />

girdi.<br />

Yasa parlamentodan geçip yürürlüğe girdikten<br />

sonra Avusturya’daki Müslüman cemaat ne<br />

tarz adımlar attı?<br />

Benim gözlemlediğim kadarıyla İslam Yasası<br />

30 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Ümit Vural<br />

bu sürecin ardından gündemden düştü. Hararetli<br />

tartışmaların yerini sakinlik aldı. Böylece<br />

herkes yeni İslam Yasasının getirdiği sorumluluklar<br />

ve düzenlemeler üzerine yoğunlaşmaya<br />

başladı.<br />

IGGiÖ yine bir komisyon kurmak ve IGGiÖ<br />

tüzüğünü yeni İslam Yasasına adapte etmek<br />

için beni görevlendirdi. Şu an bizim başkanlığımızda<br />

IGGiÖ’nün yeni tüzüğünü yazıyoruz. 31<br />

Aralık 2015 tarihine kadar IGGiÖ’nün Başbakanlığa<br />

yeni İslam Yasasına adapte edilmiş tüzüğünü<br />

teslim etmesi gerekiyor.<br />

Yasaya dair Anayasa Mahkemesi’ne bazı itirazlar<br />

da gerçekleştirildi. Bunlar hakkında bilgi verebilir<br />

misiniz?<br />

Medyaya da yansıdığı üzere iki büyük kurum,<br />

Viyana İslam Federasyonu ve ATİB İslam<br />

Yasasına karşı Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet<br />

haklarını kullandılar ve şikâyetlerini Anayasa<br />

Mahkemesi’ne bizim aracılığımız ile ağustos ve<br />

eylül aylarında ilettiler. Şu an bu şikâyetlerin<br />

neticesini bekliyoruz. Bu iki kurum dışında bizi<br />

avukat olarak görevlendiren başka dernekler<br />

de var. Muhtemelen kasım ayının başında daha<br />

fazla dernek Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş<br />

olacak.<br />

Bu itirazların başarıya ulaşma şansı nedir?<br />

Bu konuda net bir şey söylemek ya da herhangi<br />

bir tahminde bulunmak tabii çok güç. Lakin<br />

hukuki bir perspektiften bakılırsa olumlu<br />

sonuçlanma ihtimali gayet yüksek diye düşünüyorum.<br />

Bu konunun ister istemez hukuki bir<br />

değerlendirmeyi aşan, toplumsal derinliği olan<br />

bir mesele olduğunu görmemiz gerekiyor. İslam<br />

Yasası’nın siyasi anlamda da farklı yansımaları<br />

var. İtirazlarla ilgili bekleyip sonucu hep birlikte<br />

göreceğiz.<br />

İtiraz başvuruları kabul edilirse süreç nasıl devam<br />

edecek?<br />

Şu an yapılan itiraz özellikle derneklerin<br />

kapatılması maddesini ihtiva ediyor (31 Abs 3<br />

IslamG). İtirazda diğer dinî cemaatlere kıyasla<br />

bir eşitsizliğin söz konusu olduğunu ve bu<br />

maddenin devletin bir dinî cemaatin iç işlerine<br />

müdahale etmesi anlamına geldiğini izah ettik.<br />

Eğer itiraz başarılı olursa, Mart 2016 tarihine<br />

kadar İslami alanda hizmet veren derneklerin<br />

kapatılmasına dair madde yasadan kaldırılmış<br />

olacak. Bu madde daha yürürlüğe girmedi<br />

çünkü. Yasadaki bu maddeye göre Mart 2016<br />

tarihine kadar derneklerin tüzüklerinde İslami<br />

hizmet sunduklarına dair ifadeleri çıkarmaları<br />

gerek; aksi takdirde İçişleri Bakanlığı o dernekleri<br />

kapatacak. Diğer taraftan dernekler İslami<br />

hizmet verebilmek için IGGiÖ’nün çatısı altında<br />

bir yapıya bürünmek zorundalar.<br />

Yasa geçtiğimiz sene gündemden hiç düşmedi,<br />

şimdi ise kamuoyunda bir sessizlik hâkim.<br />

Bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Benim kanaatime göre meselenin medyatikleştirilmesinden<br />

olumlu bir netice çıkmadı.<br />

Ama mevcut durumda hukuki süreç<br />

başladı. Şu an bütün İslami dernekler IGGiÖ<br />

tüzüğünün değişmesi ile anayasanın öngöreceği<br />

şartlarda IGGiÖ çatısı altında yerlerini<br />

almayı bekliyor.<br />

Elif Zehra Kandemir sordu.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

31


Dosya<br />

Sosyal Dönüşümün<br />

Tetikleyicisi: Azınlıklar<br />

Azınlık ve çoğunluk ilişkisinde “sosyal etki”, yani hangi grubun kimi hangi oranda<br />

etkileyeceği Avrupa’daki Müslümanlar açısından heyecanla takip edilebilecek<br />

bir alan. Zira azınlık olmak, hem uyum sağlama ve itaat etme durumunu<br />

beraberinde taşırken hem de sosyal dönüşümü başlatabilecek büyük bir potansiyeli<br />

içinde barındırıyor.<br />

Hans-Peter Erb *<br />

32 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/castgen<br />

Herkesin sizden farklı bir görüşü savunduğu<br />

bir tartışma ortamında kendi fikrinizi nasıl<br />

dikkatle, hatta biraz da şüpheyle dile getirdiğinizin<br />

farkına varırsınız. Başka bir ortamda<br />

üye olduğunuz spor derneğinin mensupları<br />

planlanan yaz şenliğinin detayları hakkında<br />

tartışırlar ve üyelerin çoğu birlikte mangal<br />

yapmak isterken birkaç üyenin folklor akşamı<br />

düzenlemeye dair istekleri göz ardı edilir. Veya<br />

parlamentoda muhalefetin bir yasa tasarısının<br />

oylamasında iktidar partileri çoğunluğa sahiptir,<br />

inisiyatif başarısız kalır.<br />

Bu örnekler çoğunluk ve azınlık görüşlerinin<br />

karşılaşma durumlarını ortaya koymaktadır.<br />

Günlük hayatta yaşanan, bazen düşük<br />

bazen yüksek oranda önem taşıyan bu örnekler<br />

hepimize kendi tecrübelerimizden tanıdık<br />

gelir. Bunun dışında sosyal etkinin çok belirsiz<br />

bir şekilde kendisini gösterdiği ve bizlerin<br />

farkına bile varmadan etkilendiğimiz başka örnekler<br />

de mevcuttur. Örneğin banka çalışanları<br />

koyu mavi bir takım elbisenin üstüne dikkat<br />

çekmeyen bir kravat takmak üzere aralarında<br />

önceden sözleşmiş gibidirler. Ya da<br />

bilmediğiniz bir havaalanına giden yolda<br />

levhalar yerine diğer arabaları –yani çoğunluğu-<br />

takip ettiğiniz için yolunuzu<br />

kaybettiğiniz zamanlar olmuştur.<br />

Bu tür fenomenler uzun süredir<br />

“uyum” ya da İngilizce tabirle “conformity”<br />

başlığı altında araştırılıyor.<br />

Henüz 19. yüzyılın sonunda Le Bon ve<br />

Tarde gibi sosyologlar kişinin çevreye<br />

uyma davranışı hakkında temel pozisyonlar<br />

ortaya koydular. 20. yüzyılın ortalarından<br />

bu yana önemli sosyal psikolojik<br />

teoriler geliştirildi ve 80’li yıllardan<br />

beri hangi koşullar altında çoğunluğun sözünü<br />

geçiremediği ve azınlığın sosyal değişim ve yeniliğin<br />

öncüsü olabileceği soruları araştırılıyor.<br />

Grup Aidiyeti Bağlama Göre Değişir<br />

“Çoğunluk” denildiğinde bir grup veya toplum<br />

için ortak tanımlayıcı özelliğe sahip insanların<br />

çoğunluğu kastedilir. Örnek olarak<br />

Almanya’da Almanlar veya Hristiyanlar çoğunluğu<br />

oluştururken, Türkler veya Müslümanlar<br />

azınlığı oluştururlar. Genelde “çoğunluk” sosyal<br />

güç ve yüksek statü ile ilişkilendirilirken,<br />

“azınlık” kolayca ön yargılara ve bunlara bağlı<br />

ayrımcılıklara maruz kalmaktadır. “Sosyal etki”<br />

alanındaki araştırmalar çoğunluk ve azınlık<br />

arasındaki ilişkide şu iki ihtimale dikkat çeker:<br />

Çoğunluğa intibak etmek “uyum/conformity”<br />

olarak nitelendirilirken, azınlığın etki alanını<br />

genişletmesi ise “sosyal yenilik/inovasyon”<br />

olarak nitelendirilir.<br />

Bununla birlikte “çoğunluk” ve<br />

“azınlık” kelimeleri sadece belirli<br />

bir topluluk bağlamında anlaşılmalıdır.<br />

Yani “çoğunluk” ya da<br />

“azınlık” atfını oluştururken kişiler<br />

değişken bir zeminde bulunurlar.<br />

Örneğin “Müslüman”<br />

özelliği Almanya’da yaşayan<br />

bütün insanlar ele alındığında<br />

bir azınlık niteliği olarak görülürken,<br />

Almanya’da yaşayan<br />

Türk kökenli insanlar açısından<br />

ele alındığında “Müslüman olmak”<br />

bir çoğunluk özelliği olarak<br />

kabul edilmektedir. Yani kişilerin<br />

kendilerini atıfta bulunacakları<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

33


Dosya<br />

grubun taşıdığı önem, bu kişilerin içinde bulundukları<br />

bağlama ve bu bağlamdaki öznel<br />

bakışlarına da bağlıdır. Örneğin “Almanlar”<br />

Almanya’da kendilerini genelde Alman olarak<br />

hissetmezlerken Türkiye’de tatil yaparken<br />

kendilerini tam anlamıyla “Alman” olarak hissedebilirler.<br />

Demek ki çoğu kez “bağlam” bir<br />

gruba aidiyet bilincini de daha güçlü bir şekilde<br />

ortaya çıkarabilmektedir. Bu durumda grup<br />

aidiyeti söz konusu olduğunda azınlık olmanın<br />

(“Almanya’daki Türkler”) çoğunluk olmaktan<br />

(“Almanya’daki Almanlar”) daha fazla önem<br />

taşıyor olması da anlaşılabilir bir durumdur.<br />

“Sosyal Etki”<br />

Kişinin kendisini atıfta bulunacağı grubu<br />

ve böylece azınlık-çoğunluk ilişkilerini tanımlaması<br />

bir dizi psikolojik süreci de tetikler.<br />

Klişeleştirme, ayrımcılık, mağdurların sosyal<br />

kimliklerinde değişim gibi süreçlerin yanı sıra<br />

çoğunluk ve azınlık arasında bir “sosyal etki”<br />

de gerçekleşir.<br />

Peki, nedir bu “sosyal etki”? Sosyal etki,<br />

bireylerin düşünme süreçlerinin, bakış açılarının,<br />

karar ve davranış biçimlerinin diğer<br />

insanların varlıkları sebebiyle değişmesi sürecine<br />

denir. Bu etkinin kasıtlı veya kasıtsız<br />

bir şekilde uygulanması ya da bu etki altında<br />

kalan kişinin etkilendiğinin farkında olup olmaması<br />

tamamen önemsizdir.<br />

Çoğunluğun sosyal etkisi bir dizi faktöre<br />

dayanır. Her insan kendisi için önem arz eden<br />

bir “çoğunluk”la kendi görüşlerini paylaşma<br />

ihtiyacı duyar. Bu görüşler paylaşıldığında<br />

“çoğunluk”la birey arasında fikir örtüşmesi<br />

mevcutsa olumlu bir sosyal kimlik oluşur. Bu<br />

fikir uyuşması kişiyi “normal” davranıştan<br />

sapmaktan veya görüş farklılığı sebebiyle grup<br />

içinde belirli yaptırımlara maruz kalmaktan<br />

korur. Burada bahsedilen kanaat ya da düşüncenin<br />

doğru veya yanlış olması ikincil bir<br />

öneme sahiptir. Ön planda daha ziyade sosyal<br />

ilişkiler yer alır. Bilhassa birey ile topluluk arasındaki<br />

ortak görüşün, bahsi geçen topluluğun<br />

(örneğin siyasi partinin ya da dinî cemaatin)<br />

tanımlayıcı özellikleri ile ilgili olması önemlidir.<br />

Çoğunluğa İtaat ve Uyum<br />

Çoğunluğa muhalif olmak itici bir şey olarak<br />

algılanır ve çoğu zaman kişinin kendi düşüncesini<br />

değiştirmesi ve çoğunluğa ayak uydurması<br />

ile sonuçlanabilir. Buna bağlı olarak çoğunluk<br />

ile muhalefete düşmek kişiyi bu çatışmaya dair<br />

sosyal çıkarımlar yapmaya sevk eder ve çoğu<br />

kez çoğunluk tutumunun sorgulanmadan ve<br />

yüzeysel olarak kabul edilmesine yol açar. İtaat<br />

(İng. “compliance”) olarak adlandırılan bu durum<br />

sosyal çatışmayı ortadan kaldırır ve birey<br />

kendisini kendi grubunun kucağında yeniden<br />

güvende hisseder. Bu şekilde bir itaatin, değiştirilen<br />

görüşün çoğu zaman sadece kısa vadeli<br />

olması ve samimi bir inanca dayanmaması gibi<br />

dezavantajları da vardır.<br />

Fakat çoğunluk başka psikolojik mekanizmalar<br />

ile de etki edebilir. Çoğunluğun tutumunun<br />

doğru olduğu inanışında etkili olan başka<br />

basit bir kural da şu düşüncedir: “Bu kadar çok<br />

sayıda insan benden farklı düşündüğüne göre<br />

bu yanlış olamaz.” Tüketim ürünlerinin reklamlarında<br />

da aynı prensip geçerlidir: Mümkün<br />

olduğu kadar fazla tüketicinin üründen memnun<br />

olduğu belirtildiğinde “bu kadar çok insanın”<br />

aynı ürünü tavsiye etmesi etkili bir reklam<br />

stratejisi olarak kendisini gösterir. Çoğunluk,<br />

kişinin kendi görüş ve pozisyonlarıyla uyumlu<br />

argümanlar öne sürdüğünde bunlar “doğru”<br />

olduğu için kişinin daha çok ilgisini çeker. Öte<br />

yandan aynı konuya dair farklı yorumlar da<br />

gerçekte olduğundan daha olumlu karşılanır.<br />

Böylece çoğunluğun etkisi, sadece çoğunluk ile<br />

hemfikir olarak değil, aynı zamanda çoğunluk<br />

34 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/Alexander Junghans<br />

pozisyonunun azınlık görüşünden daha doğru<br />

görülmesine dayalı bir mekanizma aracılığıyla<br />

da kendisini gösterir.<br />

Şunu belirtmekte fayda var: Eğer bütün insanlar<br />

çoğunluğun etkisine yenik düşseydi,<br />

sosyal değişim imkânsız olurdu. Bilindiği gibi<br />

çevre hareketi ya da kadın hakları hareketi gibi<br />

tarihî sosyal değişimler çoğu zaman yalnızca<br />

birkaç “öncü”ye dayanır, yani azınlık hareketi<br />

olarak bilinirler.<br />

Azınlık Çoğunluğa Nasıl Etki Edebilir?<br />

Sosyal değişime öncülük eden azınlıklar<br />

farklı düşünenleri cezalandırma gücüne ya da<br />

kendi görüşlerinin “doğru” olduğunu hissettirecek<br />

çoğunluğa sahip olmasalar da başarılı bir<br />

“etki alanı” oluşturabilirler. Azınlıkların başarılı<br />

bir şekilde etki edebilmeleri için aradaki farkı<br />

dengeleyecek değişik mekanizmalar söz konusudur.<br />

Bir azınlık sahip olduğu zayıf durumu, kendi<br />

pozisyonunu sürekli ve tekrar tekrar savunarak<br />

(örneğin istikrarlı bir şekilde sosyal bir çatışmayı<br />

körükleyerek) telafi edebilir. Bu tür bir<br />

etkiye maruz kalanlar bu dayanıklılık ve istikrardan<br />

dolayı azınlığın kendi tutumundan çok<br />

emin olduğu sonucunu çıkartırlar ve azınlığın<br />

istikrarı sebebiyle azınlığın haklı olup olmadığı<br />

hakkında daha teferruatlı bir düşünmeye sevk<br />

edilirler. Uzun vadeli olarak azınlığın çoğunluğa<br />

uyum sağlamasından (İng. “compliance”)<br />

daha uzun ömürlü ve dayanıklı bir fikrî değişimi<br />

içeren bu tür “dönüşüm”lere sıkça rastlanır.<br />

Fakat çoğunluğun fikirlerindeki bu tür değişimler<br />

genellikle kamusal düzeyde gerçekleşen<br />

toplu bir dönüşüm olmaktan ziyade sadece özel<br />

hayatta vuku bulur. Bu değişim, farklı görüşlere<br />

sahip azınlıklara kamusal algıda olumsuz nitelikler<br />

atfedildiği sürece sadece özel hayatta gerçekleşmeye<br />

devam eder.<br />

Öte yandan azınlıkların “etki” edebilmesi<br />

için illa da kendi zayıf pozisyonlarını telafi edici<br />

unsurlara başvurmaları gerekmeyebilir. İnsanların<br />

bir “azınlık görüşü”nü kabul ederek “eşsiz<br />

olma ihtiyacı”na sahip oldukları bilinen bir durumdur.<br />

Bu ihtiyaç kapsamında insanların “ait<br />

olmak” istemedikleri, bunun tam aksine daha<br />

ziyade bireysellik ve başkalarından farklılık<br />

aradıkları anlar da kendisini gösterebilmektedir.<br />

Bu aranan farklılık gerçekleşmediğinde kişi<br />

kendisini silik ve alelade bir insan gibi hisseder<br />

ve bu nahoş durumdan kurtulmak için çaba sarf<br />

eder. Bunun için de kişi hem kendisine hem de<br />

sosyal çevresine benzersiz olduğunu ve kitlenin<br />

silik bir parçası olmadığını göstermek adına<br />

azınlıkta olan bir fikri/bir azınlık fikrini kabul<br />

edebilir. Bu şekilde “azınlık” bir sosyal motifi<br />

karşılar ve azınlığın pozisyonu sadece çok az<br />

sayıda insan tarafından paylaşıldığı için ilginç<br />

ve cazip bir hâle gelir.<br />

Öte yandan azınlıklar sosyal bir risk ile de<br />

karşı karşıyadırlar. Sadece az sayıda insanın<br />

savunduğu bir “doğru” yüksek derecede takdire<br />

yol açabilir. Fakat azınlığın uygulama ve<br />

söylemlerinin yanlış olduğu ortaya çıkarsa<br />

aynı durum aşırı derecede bir aşağılamaya da<br />

yol açabilir. Buna karşın çoğunluk görüşü daha<br />

güvenli bir seçenektir. Birey çoğunluktan farklı<br />

bir pozisyonu kabul ederek hem olumlu hem<br />

de olumsuz açıdan aşırı değerlendirmelere maruz<br />

kalmayı göze alır ve böylece sosyal bir risk<br />

üstlenir. Buna paralel olarak risk almak isteyen<br />

insanların azınlık pozisyonlarını benimsemeye<br />

daha meyilli oldukları tahmin edilmektedir.<br />

Bütün bu anlatılanları ele aldığımızda bazı<br />

önemli soruların cevaplandığını görürüz: Öncelikle<br />

çoğunluğun etkisini tamamen bertaraf<br />

etmek imkânsız gibi görünmektedir.<br />

Bireysel açıdan “bir gruba ait olma”, görüş<br />

farklılığından kaynaklanan yaptırımlardan kaçınma<br />

ve çoğunluk tarafından savunulan fikrin<br />

doğru olduğu inancı da kişiler üzerinde oldukça<br />

etkilidir. Fakat bu durum, toplumda yaygın olan<br />

görüşün değişemeyeceği anlamına gelmez. Sosyal<br />

dönüşümler azınlıklar tarafından başlatılır<br />

ve tarihten örneklerin gösterdiği üzere gerçekten<br />

başarılı olabilirler.<br />

Bu açıdan azınlık ve çoğunluğun sosyal etkisi<br />

karşılıklıdır. Hangi görüşün nihayetinde kabul<br />

edileceği, kimin gerçekten haklı veya haksız<br />

olduğundan ziyade, toplumsal “gerçek”lerin kişisel<br />

olarak nasıl tasarlandığına bağlıdır.<br />

*Prof. Dr. Erb, Hamburg Helmut-Schmidt Üniversitesi’nde<br />

Sosyal Psikoloji dalında eğitim vermektedir.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

35


Dosya/Söyleşi<br />

“Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini<br />

Aktaracağı Kurbanlar Arar.”<br />

Filistinli bir psikanalist olan Gehad Mazarweh 1962 yılından beri Avrupa’da<br />

yaşıyor. Schwarzwald’daki muayenehanesinde hastalarına hizmet veren Mazarweh<br />

şu an dil sebebiyle Almanya’da travmatize olmuş mülteciler konusunda<br />

en çok aranan doktorlar arasında. Mazarweh ile azınlık ve çoğunluk ilişkileri<br />

üzerine konuştuk.<br />

Siz de ülkesini terk etmiş birisiniz. Ne tarz tecrübeleriniz<br />

oldu?<br />

1962 yılında Basel’e geldim. İsviçre’nin oldukça<br />

düzenli, tarafsız, insan haklarına saygı<br />

gösterilen bir ülke olduğu düşüncesi ile yola<br />

çıkmıştım. İltica etmemin sebebi İsrail’de Filistinlilere<br />

karşı sergilenen ayrımcılıktı. Bugüne<br />

dek sadece Yahudilerin yaşadığı bir ülke utkusu<br />

etrafında Filistinlilere uygulanan zulüm acımasızcaydı.<br />

Yabancı bir ülkede olmak benim için başta<br />

oldukça sorunluydu. Yemek kültürünün farklılığından<br />

başlayıp, insanlarla iletişime geçme<br />

zorluğuna kadar aşılması gereken birçok engel<br />

vardı.<br />

Bir Filistinli olarak İsrail’de sosyalleşmek nasıl<br />

bir tecrübeydi?<br />

Ben Filistin’de, henüz bir İsrail devletinin<br />

olmadığı bir zamanda dünyaya geldim. Savaş<br />

başladığında Haifa ve Jaffa’daki evlerinden kovulmuş<br />

mültecilerin güvenli bir yer bulabilmek<br />

umuduyla bize gelişlerine tanık oldum. İnsanların<br />

en basit alışkanlıklarının ve güvenli hayatlarının<br />

nasıl sistemli bir şekilde yok edildiğini<br />

gördüm. Büyüdüğümde doğum yerim İsrail<br />

devletinin bir parçası olmuştu. Orada ilişkiler<br />

oldukça açıktı: “Onlar” bizi istemiyorlardı, “biz”<br />

de onları! Nefret, milliyetçilik ve ayrımcılığın<br />

hüküm sürdüğü bu ortamda yetiştim ve özgürlük<br />

arzusu karakterimde büyük bir iz bıraktı.<br />

Hiç kimse ikinci sınıf insan olarak yaşamamalı;<br />

ben bunu yaşadım ve hissettim. Buna ar-<br />

tık tahammül edemediğimde ise aileme doğup<br />

büyüdüğüm topraklardan gideceğimi söyledim.<br />

Zulme uğrayan bir halkın parçası olup işgalcilerle<br />

aynı ülkede yaşayan biri neler hisseder?<br />

Bu her şeyden önce insanın kişiliğini değiştirir.<br />

Ayrımcılıkla karşılaşan kişi, merkezinde insan<br />

hakları olan bir birlikte yaşama dair inancını<br />

kaybeder. Benim doğduğum topraklarda da böyle<br />

oldu. İngiliz sömürgeciler tarafından yapılan<br />

ayrımcılık daha sonra İsrailliler tarafından devam<br />

ettirildi. Bu durum Filistinlilerin kendilerini<br />

“daha az değerli” hissetmelerine neden oldu.<br />

Oysa bizlerin yeni bir kılıfa değil, aksine restore<br />

edebileceğimiz yeni bir iç dünyaya ihtiyacımız<br />

var.<br />

Azınlık-çoğunluk ilişkisine dönelim: “Azınlık<br />

psikolojisi” ibaresinden neyi anlamalıyız?<br />

Öncelikle anlamamız gereken sadece çoğunluğun<br />

azınlık üstünde etkisi olmadığı, aynı<br />

zamanda azınlığın da çoğunluğu etkileme potansiyelinin<br />

bulunduğu. Fakat bu ikisi arasında<br />

bir fark var: Çoğunluğun etkisi hissedilebilir<br />

bir oranda açıkça olurken azınlığın etkisi yavaş<br />

yavaş ve dikkat çekmeden ilerler. Öte yandan<br />

“azınlık-çoğunluk” düşüncesi zamanla giderek<br />

azalacaktır. Bu ikisi birleşip kaynaşacak, bu birleşmeden<br />

ortaya kreatif bir şey çıkacaktır. Farklı<br />

ve yabancı olan unsurlar zamanla yeni ve güzel<br />

bir kokuya bürünür ve toplumda yer edinirler.<br />

Medyada Müslüman gençlerin “suça meyilli<br />

36 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


ve tehlikeli” olarak gösterilmesi onları nasıl etkiliyor?<br />

Çoğunluk toplumu belli yansıma alanlarına<br />

ihtiyaç duyar; bu sosyal psikolojinin yüz yıllardır<br />

bildiği bir gerçek. Çoğunluk toplumu kendisine<br />

dair kötü resimleri ve fiilleri bertaraf edebilmek<br />

ve bunları “başkası”na aktarabilmek için<br />

bir kurban arar. İslam’a karşı duyulan güvensizlik<br />

de bu anlamda yeni değil. Çoğunluk toplumunun<br />

bu refleksine karşı bizler çocuklarımızı<br />

sağlıklı bir öz bilinç ile eğitmeliyiz.<br />

Peki, ırkçılık tecrübesi insan psikolojisini nasıl<br />

etkiler?<br />

Karşısındakini aşağılayan, aslında kendisini<br />

aşağılamaktadır. Irkçılık da benzeri bir cehaletle<br />

bağlantılı. Irkçılar aşırı aşağılık duygularına sahipler.<br />

Öte yandan ayrımcılık ya da ırkçılık tecrübesi<br />

buna maruz kalan insanda korku ve geri<br />

çekilmeye sebep olur. Sonuçta güvensizlik, kendisini<br />

soyutlama ve agresyon ortaya çıkar.<br />

Birçok mülteci muayenehanenize geliyor.<br />

Genelde hangi şikâyetleri gözlemliyorsunuz?<br />

Kimse vatanını güle oynaya terk etmez. Zira<br />

vatan ruhun bir parçası, bize değer veren ve bize<br />

sevebileceğimiz bir şeyin olduğunu gösteren bir<br />

unsurdur. Birçok mülteci için de vatanlarında<br />

yaşadıklarını ya da oradan kaçarken tanık olduklarını<br />

atlatabilmek kolay değil. Birçoğu travmatize<br />

olmuş ve günlük hayatlarını tek başına<br />

idame ettiremeyecek durumda. Korkuları, depresyonları<br />

ve psikosomatik şikâyetleri var. Birçoğunun<br />

tek ve son tesellisi dinleri ve Allah’a<br />

olan inançları.<br />

Geçenlerde Lampedusa’da eşini ve üç çocuğunu<br />

kaybeden bir kadınla görüştüm. Onların<br />

boğulmalarını seyretmek zorunda kalmış. Bu<br />

kadın her şeyini yitirdikten sonra hayatın anlamını<br />

sorguluyordu. Ayrıca istismar edilen ve<br />

tecavüze uğrayan kadınların hikâyeleri de üzücü<br />

bir şekilde artıyor.<br />

İbrahim Yavuz sordu.<br />

Çoğunluk toplumu kendisine<br />

dair kötü resimleri bertaraf<br />

edebilmek ve bunları başkasına<br />

aktarabilmek için bir kurban<br />

arar.<br />

Avrupa’daki mültecilerin şu anki durumunu<br />

nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

İnsanlar ölümden ve katliamlardan korkarak<br />

sadece canlarını kurtarmak için vatanlarını terk<br />

ediyorlar. Güncel mülteci akınını tartışırken bu<br />

durumu genelde göz ardı ediyor, insanlar hakkında<br />

tartışmak yerine rakamlar hakkında tartışıyoruz.<br />

Lübnan, Ürdün ya da Türkiye’nin bütün<br />

Avrupa’dan daha çok mülteci aldığı bu tartışmada<br />

dile getirilmiyor bile.<br />

Oysa bir insanın yaşamaya, bağımsızlığa,<br />

özgürlüğe ve insan onuruna dair hakları kimse<br />

tarafından gasp edilemez ve bu haklar tartışma<br />

konusu da yapılmamalıdır.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

37


Dosya<br />

Azınlığın Etki Potansiyeli<br />

ve Sivil İtaatsizlik<br />

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çoğunluk<br />

toplumu karşında kendi talep ve arzularının<br />

“azınlık” durumunda kalmaması<br />

için neler yapabilirler? Değerleriyle çelişen<br />

kanun, yönetmelik ve olası yanlış uygulamalar<br />

karşısında etki güçlerini nasıl artırabilirler?<br />

Bu sorulara cevaplar arasında<br />

“sivil itaatsizlik” kavramı ve bireysel direniş<br />

önemli bir yer tutuyor.<br />

Mevlüt Uyanık *<br />

Avrupa’daki Müslümanlar kendilerini<br />

“azınlık” olarak görmek yerine toplumun asli<br />

unsurlarından biri olarak görülmeyi temin için<br />

sivil örgütlenmelere gitmektedirler. Müslüman<br />

cemaatin hâlâ “azınlık” olarak görülüp ötelenmesi<br />

durumunda ise Müslümanların otoriteye/<br />

çoğunluğa karşı sivil ve eleştirel bir bilinç elde<br />

edebilmelerinin imkânını araştırmak ve tarihsel<br />

temellere gönderme yaparak örgütlü ve sivil<br />

direniş kodları bulmak gerekir. Müslümanlar<br />

iktidardan gelecek temel ilke ve değerlerine<br />

yönelik olası bir yanlış uygulamada grup/cemaat<br />

merkezli örgütlerle direnebilirler. Peki,<br />

grup/cemaat merkezli bu sivil örgütlenmelerle<br />

yapılan mücadelelerin, kanun ve yönetmeliklerle<br />

(hukuksuz) uygulamalara karşı direnişlerde<br />

başarı oranı nedir? Burada istenilen hedefe<br />

ulaşılmadığı, yani yasal yollar tükendiği zaman<br />

ne yapılabilir? Bu gibi durumlarda Müslümanlar<br />

“sivil itaatsizlik” ile yani şiddete başvurmadan,<br />

üçüncü şahısların haklarını ihlal etmeden,<br />

kamuoyuna açık ve hesabı verilebilir eylemlerle<br />

direnebilirler. Bireysel hak ve özgürlük merkezli<br />

bir direniş olduğundan dolayı grup ve cemaat<br />

zihniyetini de aşarak temel ilkeler adına<br />

yaşadıkları ülkelerdeki “değerlerin çoğulculuğu”na<br />

katkı sağlayabilirler. Böylece Müslümanlar<br />

dünyanın her yerinde göç ettikleri toprakları<br />

nasıl bir inanç ve ruhla “yurt”laştırdıklarını,<br />

oraya nasıl bir “aidiyet” duygusu beslediklerini<br />

de gösterebilirler. Ülkelerinde azınlık olarak<br />

görülmek yerine toplumun asli unsurlarından<br />

biri olarak değerlendirilmeleri imkânı bu şekilde<br />

sağlanabilir.<br />

38 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Kamu Yönetimi ve Sivil Toplum<br />

Demokratik yönetimlerde iktidar, çeşitli<br />

grup ve kurumlar arasında dağılmış olarak bulunur.<br />

Siyasi otorite karşısında bireylerin özgürlüğünün<br />

güvence altına alınması için başka bir<br />

alan gerekir. Sivil toplum, devletin müdahaleci<br />

olmayan koruması altında özgürce gelişen alana<br />

denir.<br />

Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin<br />

sağlanması ve birinin diğerine feda edilmeksizin<br />

var olması yönetim ve sivil toplum ilişkisinin<br />

tutarlılığına bağlıdır. Liberal demokrasilerde<br />

iktidar ve/veya muhalefeti oluşturan<br />

birimlerin temel amacı, ülkelerindeki dinî/ırki/<br />

kültürel farklılıkların değer çoğulculuğu içinde<br />

yaşayabilecekleri bir aidiyeti temin edecek<br />

politikalar üretmektir. Bu aidiyetin temel dinamiklerine<br />

yönelik muhtemel bir kırılmanın<br />

ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal sorunların<br />

ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini en<br />

aza indirgemek ve çözüme kavuşturmak için<br />

sivil itaatsizlik etkili olabilir. Bunun olabilmesi<br />

de alt dinî grup ve cemaatlerin, birer sivil toplum<br />

kuruluşu şeklinde örgütlenmesi ve cemiyet<br />

hâline gelerek iktidar-halk arasındaki ilişkilerin<br />

düzenlemesinde etkin olmasıyla mümkün olacaktır.<br />

Burada kastedilen Avrupa’daki “Müslüman<br />

cemaat” örneğinde “dinî cemaat statüsü”<br />

şeklinde tezahür eden hukuki kavram değildir.<br />

Kaldı ki bu yazının hedefi, bu terimin de zorunlu<br />

olarak “azınlık” kavramını içerdiğine işaret ederek,<br />

hak taleplerinin kolektif değil, bireysel hak<br />

ve özgürlükler bağlamında olması gerekliliğidir.<br />

Çünkü Müslümanların göç ettikleri ve artık yerleşik<br />

hâle geldikleri toprakları yurt edinmeleri,<br />

onları olası bir çatışma için “gerekli bir öteki”<br />

konumuna düşerecek grup/kolektif haklar bağlamında<br />

mücadele etmek yerine bireysel hak ve<br />

özgürlükleri temel alarak direniş kültürü oluşturmalarından<br />

geçmektedir.<br />

Mescitlerin bile ayrı olduğu, farklı dinî tasavvurların<br />

ve yaşam biçimlerinin her birinin “hakikatin<br />

biricik temsilcisi” olarak sunulduğu alt<br />

cemaat/grup yapılanmaları, Müslüman cemaate<br />

yönelik hak ve hukuk taleplerinde hukukun<br />

gerektirdiği “sivillik” içinde ne kadar etkin olabilir?<br />

Çözüm herkesin kendi mezhebi/tarikatı/<br />

cemaati, yani kolektif bağlamında yeterli görülürse,<br />

diğer alt grupların durumu ne olacaktır?<br />

Burada vurgulanması gereken şudur: Avrupa<br />

ülkelerinde Müslümanlara yönelik şiddetin artması<br />

ve İslam düşmanlığının güçlenmesini sadece<br />

“kolektif haklar” bağlamında ele almak<br />

Müslümanları “gerekli bir öteki” ve “azınlık”<br />

konumuna düşürür. Bunun yanında “bireysel<br />

hak ve özgürlükler” merkezli bir direniş kültürü<br />

oluşturmak gerekir ki, burada anahtar kavram<br />

sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlik, üçüncü şahısların<br />

belirli zümrelerin hakkını çiğnememelerinin<br />

yollarını araştırır, bunun için muhtelif<br />

eylemler hazırlar. Böylece hem devletin kolayca<br />

tahrip edemeyeceği bir kamu alanının varlığı<br />

devam ettirilir; hem de toplumun hiçbir kesimi<br />

diğeri üzerinde demokrasi aracılığıyla da olsa<br />

tahakküm tesis edemez.<br />

Niçin Sivil İtaatsizlik?<br />

Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına<br />

alınması ve muhalefetin örgütlenmesine ideolojik<br />

çoğulculuk adı altında müsaade edilmesi<br />

demokrasinin temel özelliğidir. Muhalefet, örgütlü<br />

veya örgütsüz çeşitli gruplar, topluluklar<br />

veya bireyler tarafından yasal, bazen de yasal<br />

olmayan yollarla yapılabilir. Siyasal ya da sosyo-ekonomik<br />

yapıya yönelik radikal veya kısmi<br />

reformlar şeklinde taleplerde bulunulabilir. Bu<br />

bağlamda muhalefet (parti, sendika, STK) bazı<br />

somut ideolojik amaçları veya manevi değerleri<br />

gerçekleştirmek için özellikle siyasal iktidarı etkilemeye<br />

yönelik faaliyetler sergileyebilir.<br />

Eğer daha demokratik, çoğulcu ve katılımcı<br />

bir siyasal hayat arzu ediyor, temel insan<br />

hakları ve özgürlüklerini içeren pozitif hukuk<br />

Özgürlük ve güvenlik arasındaki<br />

dengenin sağlanması<br />

yönetim ve sivil toplum ilişkisinin<br />

tutarlılığına bağlıdır.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

39


Dosya<br />

uygulamalarının ortaya konmasını istiyorsak,<br />

hukuk devleti idesiyle çelişen durumlarda kamu<br />

düzeninin bozulmaması ve hizmetlerin aksamaması<br />

şeklinde bir kaygımız varsa, yaşanan<br />

(hukuki) kırılmaların tashihi için şiddetsiz, aleni<br />

ve kamuya açık, barışçıl bir eylem tarzı olarak<br />

sivil itaatsizlik öncelenebilir.<br />

Pasif muhalefet ya da sivil itaatsizlik; “içinde<br />

yaşanılan sistemi meşru kabul etmekle beraber<br />

yapılan haksız ve adaletsiz uygulamalara karşı<br />

yasal imkânların tükendiği noktada şiddete başvurmadan<br />

vicdani bir şekilde ortaya konulan,<br />

yani siyasi ve ahlâkî motivasyonu olan; bununla<br />

birlikte sistemin yasalarına aykırı ve düşünülerek<br />

bir plan dâhilinde gerçekleştirilen hareket”<br />

şeklinde tanımlanabilir. Sivil itaatsizlik, sistemin<br />

bütününe değil; bireysel haksızlıklara karşı<br />

çıkış demektir. Kötülüğü karşı bir kötülükle ve<br />

şiddet kullanarak değiştirmeyi ret unsuru, aynı<br />

zamanda pasif muhalefeti, “isyan”, “direniş”,<br />

“devrim”, “ihtilal”, “başkaldırı” gibi hareketlerden<br />

farklı kılar. Bu nedenle hak ve hürriyetlerin<br />

korunmasında ve kazanılmasında oldukça etkili<br />

olarak kullanılmakla beraber, uygulanması<br />

hiç de kolay olmayan; aksine son derece çetin<br />

bir yoldur. Zira baskı ve şiddet karşısında barışçı<br />

direniş, şiddete şiddetle karşı koymaktan<br />

çok daha fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık,<br />

moral ve güç ister. Bu anlamda yeni bir hukuk<br />

ve devlet düzeni tipinde çağdaş bir tavır olarak<br />

ortaya çıkan sivil itaatsizlik, içinde gerçekleştiği<br />

uygarlığın, kültürün, temel insan haklarının ve<br />

hukukun koruyucusu ve savunucusudur.<br />

Yönetimin/iktidarın “doğru” tasavvuruna,<br />

iki temel öncül ile sivil direniş gösterilir: “Bir<br />

kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa karşı<br />

yapılmıştır.” “Kendine yapılmasını istemediğin<br />

bir şeyi başkasına yapma!” İslam siyasi tarihine<br />

baktığımızda, “Haksızlık karşısında susan dilsiz<br />

şeytandır.” ilkesini şiar edinen Hasan el-Basrî<br />

ve Ebu Hanife’nin direniş kodlarının bu tarz<br />

bir muhalefetten oluştuğunu görebiliriz. Hasan<br />

el-Basrî, “irade hürriyeti” anlayışıyla mevcut<br />

siyasal yapının yanlış uygulamalarına karşı bireysel<br />

ve olumlu muhalefetin temellerini ortaya<br />

koymuş, fikrî ve siyasi bağımsızlığını koruyarak<br />

mevcut Emevi devletinin icraatlarını halka benimsetmek<br />

için dayattığı cebr öğretisini reddetmiş,<br />

Haricilerin tekfir ideolojisini benimsememiş,<br />

imamet mitolojisinde yok olmuş Rafizileri<br />

eleştirmiş, tarih yapıcı, sivil/bireysel ve barışçıl<br />

bir muhalefet anlayışı geliştirmiştir.<br />

Ebu Hanife ise devlet görevlilerinin eylem<br />

ve işlemlerinden sorumlu tutulması, bireylerin<br />

devlet gücüne karşı korunması hususları üzerinde<br />

önemle durmuş, dinî/fıtri yapıya ve hukuka<br />

aykırı bir düzenlemeye rıza göstermemiş ve<br />

devlet başkanının yaptırımına meşruiyet sağlayacak<br />

hiçbir davranış içinde bulunmamıştır. Bu<br />

âlimlerimiz insanın zulüm ve baskıya karşı şiddete<br />

başvurmaya mecbur kalmaması için insan<br />

haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının<br />

gerekliliğini vurgulamıştır.<br />

Sivil İtaatsiz Duruş ve<br />

Avrupa’daki Müslümanların Çıkmazı<br />

Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da grup ve<br />

cemaat yapılarının etkinliğini sürdürdüğü malumdur.<br />

Oysa liberal demokrasilerde anayasa ile<br />

güvence altına alınan temel haklar birey merkezlidir.<br />

Burada yaşanılan kırılmalarda da mücadelenin<br />

kolektif hak talebi şeklinde olması iki<br />

açıdan sorun çıkarabilir. İlkinde cemaat ve/ya<br />

grup içi baskılar artarak, bu durum yeni mekânın<br />

yurtlaştırılmasına ve yeni aidiyetin oluşmasına<br />

engel olabilir. İkincisi buna bağlı olarak iktidar,<br />

“Avrupalılık” kimliğinin oluşmasına bir tehdit<br />

olarak görerek, bu cemaat ve gruplara yönelik<br />

baskısını artırabilir, etkilerini azaltmak için onları<br />

birbirine düşürecek politikalar geliştirebilir.<br />

40 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş,<br />

şiddete şiddetle karşı koymaktan çok daha<br />

fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık, moral<br />

ve güç ister.<br />

Kolektif haklar, nitelikleri gereği bireysel<br />

hak ve tercihleri kısıtlayıcı bir potansiyel taşırlar.<br />

Çünkü farklılık ve bireysellikler değil; onlara<br />

rağmen var kılınan etnik, dinî ve kültürel kimliklerin<br />

baskınlığı öne çıkar. Alt gruplar/cemaatler,<br />

temsil ettikleri hayat tarzlarıyla birlikte diğerleri<br />

için anlamlı ve öğretici deneyimler içerebilir;<br />

ama grup veya cemaatlerin mensuplarının bireysel<br />

tercihlerini bastırmaları da mümkündür.<br />

Bu da totaliter kimliklerin inşası demek olup,<br />

siyaset zemininde gruplar arası çatışmaları tetikleyebilir.<br />

Ayrıca liberal/bireyci, çok kültürlü/<br />

çoğulcu toplum yapısının cemaat çoğulculuğuna<br />

dönüşme ihtimali de ortaya çıkar. Durum<br />

böyle olunca, bireylere cemaat/grup içi baskıların<br />

yanında siyasal gücün cemaatlere baskı ihtimali<br />

de belirir. Ya da doğrudan iktidar, cemaat<br />

ve grupları kolektif haklar bağlamında birbirine<br />

çatıştırarak etki oranlarını azaltma politikası<br />

güdebilir. Bu çatışmalarla Müslümanların kendi<br />

aralarında politik ve inanç bölünmüşlüğü<br />

artınca bireysel hak ve özgürlük taleplerinin<br />

karşılanması zorlaşacaktır.<br />

Azınlık statüsü<br />

ve karşılanmayan<br />

bireysel hak ve talepler<br />

Müslümanlarda<br />

bir bilinç<br />

kaybına ve içinde<br />

yetiştikleri ortama<br />

yabancılaşmalarına<br />

neden olabilecektir.<br />

Oysa bilinçlilik<br />

durumu ve<br />

düşünmek, aslında<br />

daha çok toprakla<br />

yurtluk özdeşliğini<br />

kurmaktır. Bu<br />

özdeşlik ise devlete ve topluma içkinlik düzlemi<br />

sergilemeyi, yani bir aidiyeti gerektirir. O hâlde<br />

kişiliğimizi ve kimliğimizi şekillendiren değerlerimizi<br />

yeniden ele almalı ve güncel değerler<br />

karşısında bunları yeniden yorumlamalıyız. Bu<br />

değerlere yönelik haksız bir uygulamada sivil<br />

toplum kuruluşları bazında bireysel hak ve özgürlükler<br />

için yasal yollardan direniş gösterilebilir.<br />

Bunun da etkili olmaması hâlinde kamuya<br />

açık, hesap verilebilir ve şiddetsiz direniş tarzları<br />

olan sivil itaatsizlik eylemleriyle üst bir duruş<br />

sergilemek çözüm üretebilir. Bu yeni bilinçlilik<br />

Avrupa toplumlarında Müslümanların bireysel<br />

hak ve özgürlükler bağlamında mücadelesinin<br />

aşamalarını göstermesi ve azınlık olmadıklarını,<br />

mevcut yapının ana unsurlarından biri olduklarını<br />

göstermesi açısından önemlidir.<br />

*Prof. Dr. Mevlüt Uyanık Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi<br />

öğretim üyesidir.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

41


Dosya<br />

“Hepsi Yanılıyor Olamaz” Mı?<br />

Çoğunluk ile azınlık arasındaki etkileşimin yönü hep azınlıkların aleyhine midir?<br />

Aynı fikre sahip bir kalabalık karşısında fikirlerimizi neden değiştirme ihtiyacı<br />

hissederiz? Toplum tarafından kabullenilmek uğruna aslında benimsemediğimiz<br />

kanaatleri neden benimser gibi görünürüz? Bu ve benzeri sorular,<br />

Avrupa’daki Müslümanlar tarafından da cevap verilmesi gereken sorular arasında.<br />

Meltem Kural *<br />

“Sosyal etki”, “çoğunluk ve azınlığın karşılıklı<br />

etkisi”, “sosyal dönüşüm” gibi konular<br />

uzun senelerdir sosyal psikolojinin alanında<br />

yer alıyor. ABD’li psikolog ve sosyal psikolojinin<br />

öncülerinden Solomon Asch’ın çoğunluğun<br />

azınlık üzerindeki etkisini ortaya koyan meşhur<br />

deneyi, bu alanda yapılmış en önemli çalışmalardan<br />

biri. 1951’de yapılan deneyde bir psikoloji<br />

deneyine katılmak üzere bir grup genç bir<br />

masanın etrafında toplanmıştır. Katılımcılardan<br />

sadece biri gerçekten denektir ve bundan haberi<br />

yoktur. Diğer katılımcılar ise Asch tarafından<br />

belirlenmiş ve ne cevap vermeleri gerektiği önceden<br />

kendilerine tembih edilmiştir. Katılımcılara<br />

görsel değerlendirme testine tabi tutulacakları<br />

söylenerek önlerine bir çift kart konur.<br />

Kartların birinin üzerinde tek bir dikey çizgi<br />

vardır. Diğer kartta ise farklı uzunluklarda üç dikey<br />

çizgi bulunmaktadır. Katılımcılardan ikinci<br />

kartta resmedilen çizgilerden hangisinin boyut<br />

olarak birinci karttaki çizgiye benzediği sorulur<br />

ve hepsinin yüksek sesle cevap vermeleri istenir.<br />

Aynı tarz sorular farklı kartlarla 18 kez tek-<br />

rarlanır. Gerçek denek, grup içerisinde en sona<br />

oturtularak kendisinden önceki cevaplardan ne<br />

derece etkileneceği ölçülmek istenmektedir.<br />

Deneyi yapan profesör tarafından ayarlanan<br />

katılımcılar ilk sorularda doğru cevabı verirken<br />

daha sonraki sorularda yanlış olan cevabı tekrarlarlar.<br />

Herkesin aynı cevabı verdiğini gören<br />

ve en son kendisine sıra gelen gerçek denek ise<br />

tereddütlü bir ifade ile grubun verdiği yanlış cevabı<br />

tekrarlar. Deneye katılan deneklerden üçte<br />

biri çoğunluğun verdiği yanlış cevaplara katılır.<br />

Asch bu sonuçlarla toplumda mantıklı genç<br />

insanların çoğunluğa tabi olma eğilimlerinin<br />

ne derece yüksek ve rahatsız edici boyutta olduğunu<br />

ortaya koyar. Deney sonrası kendileriyle<br />

verdikleri cevap hakkında konuşulan deneklerin<br />

pek çoğu sadece diğerleri tarafından dalga geçilmemek<br />

veya tuhaf karşılanmamak için bile<br />

bile yanlış cevabı tekrarladıklarını söylerken,<br />

küçük bir kısmı ise çoğunluğun verdiği cevabın<br />

doğru olduğuna inandıkları için o cevabı tekrarladıklarını<br />

belirtmiştir. Asch deneyinde gerçek<br />

denekten, cevaplarını diğerleri gibi yüksek sesle<br />

42 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/SnoRkel<br />

vermek yerine kendisine verilen kağıda yazması<br />

istendiğinde çoğunluğa tabi olma eğiliminin<br />

3’te 2 oranında azaldığı gözlemlenmiştir. Deney<br />

kişinin “dışlanmamak” adına gruba uyum sağladığını,<br />

bariz olarak yanlış olduğunu düşündüğü<br />

durumlarda bile çoğunluğun görüşlerini benimseyebildiğini<br />

ortaya koyması açısından ilginçtir.<br />

İnsanlardaki uyum eğilimine neden olarak<br />

iki gerekçe gösterilmektedir. Bunlardan biri<br />

normatif sosyal etki (İng. “normative social influence”)<br />

diğeri ise bilgisel sosyal etkidir (İng.<br />

“informative social influence”). Birincisi sadece<br />

Dönüşüm azınlığın<br />

çoğunluğu<br />

etkilediği durumlarda<br />

gerçekleşir.<br />

Bu durum çoğunluğun<br />

azınlığın<br />

fikirlerinin doğru<br />

olduğuna ikna<br />

edilmesi ile başlar.<br />

grup tarafından kabullenilme isteğiyle gerçekleşirken<br />

(“Gruptan dışlanmamalıyım.”), ikincisi<br />

ise diğerlerinin kendisinden daha bilgili olduğu<br />

kanısından kaynaklanan bir uyumdur (“Herkes<br />

yanlış biliyor olamaz.”).<br />

Öte yandan uyumla alakalı pek çok deney,<br />

azınlığın çoğunluğa tabi oluşunu mercek altına<br />

alsa da Rumen asıllı Fransız sosyal psikolog<br />

Serge Moscovici azınlığın da çoğunluk üzerinde<br />

bir etkisinin söz konusu olduğunu savunur.<br />

Moscovici bu noktada uyum ve tabi olma (İng.<br />

“compliance”) ile dönüşüm/dönüştürme (İng.<br />

“conversion”) arasında bir ayrım yapar. Moscovici’ye<br />

göre Asch’in deneyinde olduğu gibi<br />

çoğunluğun cevabına uyan katılımcılar aslında<br />

içlerinden bunu reddetmektedir. Yani aslında<br />

azınlık o fikri benimsememiş, sadece sivrilmemek<br />

ve dışlanmamak adına fikri benimser gibi<br />

görünmüştür. Dönüşüm ise azınlığın çoğunluğu<br />

etkilediği durumlarda gerçekleşir. Bu durum çoğunluğun<br />

azınlığın fikirlerinin doğru olduğuna<br />

ikna edilmesi ile başlar. Bunun gerçekleşebilmesi<br />

için azınlığın savunduğu fikir ve sergilediği<br />

davranışta istikrar ve tutarlılık göstermesi<br />

önemlidir. Bu tutarlılık esnasında ortaya konulan<br />

orijinal argümanlar ve belli bir fikirde sebat<br />

etmek çoğunluğu etkiler.<br />

Moscovici’ye göre çoğunluk etkisi, azınlık<br />

üzerinde yasal veya toplumsal bir baskı söz konusu<br />

olabildiğinden daha çok normatif sosyal<br />

etkiyle gerçekleşirken, azınlık etkisi ise böyle<br />

bir baskının söz konusu olmaması<br />

nedeniyle büyük toplumsal dönüşümlerin<br />

öncüsü olabilir. Bunun en<br />

somut örneklerinden biri 20. yüzyılın<br />

başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de ortaya çıkan<br />

ve “Süfrajet Hareketi” olarak tarihe geçen<br />

kadın hareketleridir. Kısmen küçük bir grup orta<br />

sınıf kadın hakları savunucusunun kadınlara<br />

seçme ve seçilme hakkının tanınması için başlattığı<br />

ve zamanla etkisini genişleten bu hareketin<br />

talepleri hem söz konusu kadınların açlık<br />

grevi ve benzeri eylemlerinde gösterdikleri devamlılık<br />

hem de savundukları şeyde gösterilen<br />

tutarlılık nedeniyle zamanla çoğunluk tarafından<br />

da kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu<br />

örnek, “doğru” ya da “yanlış”, “iyi” ya da “kötü”,<br />

“gerekli” ya da “gerekli değil” olarak çoğunluk<br />

tarafından benimsenen normlardaki değişikliklerin<br />

azınlıklar tarafından değiştirilebileceğinin<br />

örneklerinden birisidir.<br />

Avrupa’da nüfus ve nüfuz olarak çok da etkin<br />

bir konumda olmayan ve helal kesim, erkek<br />

çocuklarının sünneti, karma yüzme dersleri, başörtüsü<br />

sorunları gibi sıkıntılarla sıkça yüz yüze<br />

kalan Müslüman azınlıkların bu taleplerini benimsetebilmesi<br />

sorunsalı, sosyal psikolojinin bu<br />

heyecan verici deneyleri ışığında yeniden okunabilir.<br />

* Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African<br />

Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Meltem<br />

Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

43


Dosya/Söyleşi<br />

“Mühtedi Olmak, Sizi Güçlü<br />

Olmak Zorunda Bırakıyor.”<br />

Gernot Galib Stanfel, Avusturya’nın Pressbaum kentinde yaşıyor ve 20 seneden<br />

fazla bir süredir müzikle uğraşıyor. Eski doğu müziğiyle müzik terapisi ve farklı<br />

atölye çalışmaları yapan, sonradan Müslüman olmuş Stanfel ile azınlık içinde<br />

azınlık olmayı konuştuk.<br />

Avusturya’da azınlık olan bir dinin üyesi olarak<br />

günlük hayatta hangi tecrübeleri yaşıyorsunuz?<br />

Bana kalırsa Avusturya toplumunda “dindar<br />

olmak” başlı başına azınlık olmak anlamına<br />

geliyor. Devletin yapısı dine göre değil, laik ve<br />

seküler bir anlayış çerçevesinde oluşturulmuş<br />

durumda. Din daha ziyade özel alana ait, sadece<br />

orayı düzenleyen bir şey olarak görülüyor. Bu<br />

durumda insanın kendi kararlarını dinî inancına<br />

dayanarak aldığını söylemesi bile başlı başına<br />

bir azınlık olmaya yetiyor Avusturya’da. Bence<br />

bizim ülkemizde en bariz zıtlık her türden<br />

inançlılarla inançsızlar arasında gerçekleşiyor.<br />

Bir de buna benim Müslüman olmamla “azınlık<br />

içinde azınlık” olmam gerçeği ekleniyor;<br />

zira inançlılar arasında Müslümanlar<br />

da farklı bir azınlığı oluşturuyorlar.<br />

Genelde insanların kararlarına<br />

baktığımızda dinî inançlardansa<br />

diğer nedenlerin daha<br />

baskın bir rol oynadığını görüyoruz.<br />

Çevre, insanların kendi kararlarını<br />

dinî inançlarına dayanarak<br />

almasını anlayamıyor. Örneğin dışarı çıktığımda<br />

benim Avusturyalı çevremde cinsellik konusunda<br />

benimle diğerlerinin davranışlarının arasında<br />

farklar olduğu, benim için evlilik dışı bir<br />

ilişkinin mümkün olmayacağı ortaya çıkıyor. Bu<br />

durumda sanki bu davranışınız modern değil ya<br />

da geri kafalı bir tavırmış gibi yapayalnız kalıveriyorsunuz.<br />

Biraz somutlaştıralım: Diyelim ki bir ortamda 8<br />

kişi de bir rengin siyah olduğunu, 2 kişi ise beyaz<br />

olduğunu söylüyor. Ve söz konusu renk gerçekten<br />

de beyaz. Bu durumda insan ne yapar?<br />

Bu durumda insan ya da kişinin savunduğu<br />

fikir o ortamdan dışlanıyor. Bu tarz durumlarda<br />

insanın kendi fikrinde sebat edebilmesi<br />

için çok güçlü bir karaktere<br />

sahip olması gerek. Ben –her ne<br />

kadar bu kavramı sevmesem debir<br />

“mühtedi” olarak “başka” bir<br />

şeye karar vermiş bir insanım, bu da<br />

verdiğiniz karar konusunda sizi güçlü<br />

olmak zorunda bırakıyor.<br />

44 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Meslek hayatınızda azınlık-çoğunluk arasındaki<br />

“farklılıklar” nasıl kendisini gösteriyor?<br />

Meslek hayatında farklar çok da belli değil,<br />

çünkü iş arkadaşlarım örneğin benim dindar bir<br />

insan olduğumu biliyor. Bu durum da benim Caritas’ta<br />

verdiğim müzik terapilerinde sorun olmuyor,<br />

herkes bu durumu kabulleniyor. Dindar<br />

oluşum örneğin noel zamanlarında sorun olabiliyor.<br />

Arkadaşlarım ya da ailem beni noel için<br />

davet ettiklerinde elbette seviniyorum. Genelde<br />

alışıldığı üzere bir şişe şarap hediye verilirken<br />

benim için sorular başlıyor: Şarabı başkasına mı<br />

hediye etmeliyim? Edebilir miyim? Böylece ihtilaflar<br />

oluşuyor.<br />

20’li yaşlarımdan da bir örnek verebilirim.<br />

Dışarıya Müslüman olduğumu ve İslam’da karar<br />

kıldığımı söylediğimde insanlarla ilişkilerimde<br />

bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. O zamana<br />

kadar bir genç olarak akşamları dışarı çıkar,<br />

Avusturya’da âdet olduğu üzere bir bardan diğerine<br />

giderdim. Daha sonra bu durum biraz daha<br />

zorlaştı, çünkü arkadaşlarımla birlikte gidiyor,<br />

fakat içki içmiyordum. Onlar da İslam’a karşı<br />

bir garezleri olduğu için değil, ama benimle bir<br />

şey yapamadıkları, daha önceki yaşamımızı idame<br />

ettiremedikleri ve ben bir kenarda portakal<br />

suyumla oturduğum için garip bir durum ortaya<br />

çıkıyordu.<br />

Peki, olumlu örnekler de var mı?<br />

Evet, örneğin oruç. Bazen oruçla ilgili anlayışsızlıkla<br />

karşılaştım, insanın yemekten feragat<br />

etmesinin anlamsız olduğu gibi ifadeleri<br />

dinledim. Ama oruç tutmanın aslında o kadar<br />

da zor olmadığını, o esnada oruçlu olduğumu<br />

söylediğimde, “Yani dayanabiliyorsunuz?” tepkisini<br />

alıyordum. Bu gibi durumlarda dinî nedenlerle<br />

bir günde bu kadar fazla bir disiplinin<br />

sergilenmesi bir hayranlık ve büyük oranda saygı<br />

oluşturuyor.<br />

Ölüm sonrası yaşam gibi temel inanç farklılıkları<br />

söz konusu olduğunda neler yapıyorsunuz?<br />

Şimdi burada farklı inançlardan insanlar<br />

arasındaki ilişkilere dair bir yaşam tavsiyesi veremem<br />

elbette. Fakat şunu söyleyebilirim: Bazı<br />

din kardeşlerimiz kendi kapılarının önünü hiç<br />

süpürmemelerine rağmen daima diğerleri için<br />

Bence bizim ülkemizde en bariz<br />

zıtlık her türden inançlılarla<br />

inançsızlar arasında gerçekleşiyor.<br />

neyin iyi olduğunu bildiklerini iddia ediyorlar.<br />

Ben insanın biraz daha münzevi olmasının, biraz<br />

daha arka planda kalmasının daha iyi olduğunu<br />

düşünüyorum. Hangi dinden olursa olsun birisinin<br />

gelip benim burnuma bir şeyler dayatması<br />

beni korkuturdu. Bizim toplumumuzda bunun<br />

bir karşılığı da yok. Kişi iç huzuru ve ruhsal tatmine<br />

ulaşmak için bunu kendi isteğiyle yapmalı.<br />

Bunun yerine insanı zorlamak, olumlu etkiden<br />

ziyade daha da sinir bozmaya neden oluyor.<br />

Genel olarak toplumumuzda Müslümanların<br />

örneğin domuz eti yememesi gibi temel bilgilerin<br />

eksik olduğunu görüyorum. Bence insanın<br />

diğer inançlara dair temel bir bilgisi ve dinler<br />

arasındaki farklara dair az da olsa fikri olmalı.<br />

Bu bence dindarlararası iletişimden daha ziyade<br />

eğitimin bir sorunu. Bu genel kültür eksikliği de<br />

iletişim sorunlarına neden oluyor.<br />

Azınlık-çoğunluk ilişkileri “kimlik”leri de yakından<br />

etkiliyor. Siz gençlerin “kimlik” konusundaki<br />

gelişimini nasıl gözlemliyorsunuz?<br />

Avusturya’da bu konuya dair pozitif bir yaklaşımın<br />

eksikliğini duyuyorum. Örneğin çok dilliliğin<br />

büyük bir potansiyel olduğunu ve olumlu<br />

gözlemlendiğini göremiyoruz. Herkesin Almanca<br />

konuşması gerektiğine dair talep abartılı bir<br />

şekilde dile getiriliyor. Elbette ben de herkesin<br />

Almanca konuşabilmesini isterim. Örneğin<br />

Müslüman öncülerimize ve onların dil yetkinliklerine<br />

baktığımda tatsız bir hisse kapılıyorum.<br />

Fakat öte yandan Avusturya’daki 400.000<br />

Müslüman’ın çok büyük bir kısmının çift dilli<br />

olduğunu ve bunun müthiş bir potansiyel anlamına<br />

geldiğini görmek gerekiyor. Modern<br />

zamanlarda “insan”dan ziyade “insan sermayesi”nden<br />

bahsediyorsak eğer, dilin de büyük bir<br />

sermaye olduğunu anlamamız gerek.<br />

“İyi” ve “kötü” diller var mı sizce?<br />

Kesinlikle var. Çok dilliliğin olumlu yanları<br />

özellikle Müslümanlarda göz ardı ediliyor ve<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

45


Dosya/Söyleşi<br />

bu çok anlamsız. Oysa en basitinden sadece<br />

ekonomik açıdan bakıldığında bile Türkiye’nin<br />

büyük bir ekonomiye sahip olması bu bakış açısını<br />

değiştirmeli.<br />

Kendinizi bir “azınlık üyesi” olarak nasıl hissediyorsunuz?<br />

“Çok kimliklilik” konseptini benim için oldukça<br />

uygun buluyorum. Müzisyenim, Müslüman’ım,<br />

Pressbaum’luyum… Bu farklı düzlemler<br />

üzerinden insan farklı gruplara aidiyet<br />

besliyor ve bu grupların üye sayısı bazen büyük<br />

bazen küçük olabiliyor. Burada ulus aidiyeti biraz<br />

daha ikinci planda kalıyor.<br />

Öte yandan Avrupa’da ortaya çıkan ve Avrupa’ya<br />

büyük zararlar veren ulusçuluğun büyük<br />

ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Bugünkü<br />

gelişmeleri izlediğimizde milliyetçi hareketler<br />

daha çok geçmişe öykünen, marjinal protesto<br />

hareketleri olarak göze batıyor. Günümüzde<br />

bazı güçlerin dini bölgeselleştirmeye çalıştığını<br />

görüyoruz. Bugün Müslümanların “geldikleri<br />

yere geri dönmeleri”, Hristiyanların da Batı’da<br />

kalmaları gerektiğine dair sesleri yeniden<br />

duymaya başladık. Bunlar aslında az ya da çok<br />

tedavülden kalkmış düşüncelerdi.<br />

Bununla birlikte mültecilerin Balkanlar<br />

üzerinden kullandıkları rota ile Osmanlıların<br />

Viyana’yı fethetmeye gelirken kullandığı rotanın<br />

aynı olmasını ilginç buluyorum. Bu sayede<br />

eski şablonlar –belki de bilinçsizce- yeniden<br />

güncel hâle getiriliyor, insanlar korku ve endişeye<br />

kapılıyorlar.<br />

Azınlık-çoğunluk arasındaki fikir farklılıklarını<br />

aşabilmek için kişinin kendi inancını daha açık<br />

bir şekilde ortaya koyması hakkında ne düşünüyorsunuz?<br />

Ben insanların örneğin göstere göstere namaz<br />

kılması taraftarı değilim. Açıkça söylemek<br />

gerekirse bu tarz şeyler hoşuma gitmiyor, zira<br />

bu ilk etapta benimle Allah arasında. Bu gösterişsel<br />

dindarlığın beraberinde getirdiği baskının<br />

çok fazla işe yaramadığını düşünüyorum.<br />

Baskı, karşı baskı oluşturur. Temiz, namazın<br />

asaletine uygun ve estetik duygularımızın da<br />

eşlik edebileceği bir mekânda namaz kılınır,<br />

ama daha fazlası aranmamalı bence.<br />

İbrahim Yavuz sordu.<br />

46 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

47


Dosya Dünya<br />

Yasalarla Desteklenen<br />

Bir Irkçılık: Myanmar<br />

48 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/Rajesh_India<br />

Myanmar’da azınlıklara yönelik uygulanan ve radikal yasalarla desteklenen<br />

politika Budist olmayanların, özellikle Rohingya olarak bilinen Müslüman<br />

azınlığın hayatını zorlaştırmaya devam ediyor. 8 Kasım seçimleri de Rohingyalar<br />

açısından umut vadetmiyor.<br />

Cennet YIlmaz * 49<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

49


Dünya<br />

Rohingyalara yönelik “sessiz soykırım”ın bir<br />

ayağı da bu senenin Ağustos ayında kendisini<br />

gösterdi: Irkçı Myanmar Vatanseverler Birliği<br />

(kısa adıyla Ma Ba Tha) rahiplerinin desteklediği<br />

yasalar Devlet Başkanı Thein Sein liderliğinde<br />

onaylandı.<br />

Müslüman azınlığa yönelik ırkçı tutumuyla<br />

bilinen Budist Ma Ba Tha rahipleri tarafından<br />

meclise sunulan ve kabul edilen dört maddelik<br />

yasa “Irk ve Din Yasaları” olarak biliniyor. Ülke<br />

dinini ve ırkını koruma adına oluşturulduğu savunulan<br />

yasa farklı dinden insanlar arasındaki<br />

evlilikleri ve Budist olmayanların çocuk sahibi<br />

olmalarını sınırlıyor. Getirilen kısıtlamalarda<br />

Budist olmayan erkeklerin Budist kadınlarla evlenmelerinin<br />

yetkili makamlarca kontrol edilmesi,<br />

yine Budist olmayan erkeklerin Budist eşlerini<br />

din değiştirmeye zorlamaları durumunda 2 yıla<br />

kadar hapse mahkûm edilmeleri ve para cezasına<br />

çarptırılmaları öngörülüyor. Çocuk sahibi<br />

olma yönünde getirilen sınırlamada ise Budist<br />

olmayan kadınların doğum yaptıktan sonra 3 yıl<br />

beklemeleri zorunlu hâle getiriliyor.<br />

Açık bir ırkçılığı, ayrımcılığı ve din düşmanlığını<br />

tetikleyen bu yasalar insan hakları örgütleri,<br />

dinî ve siyasi liderler tarafından eleştirilmelerinin<br />

yanı sıra uluslararası basında da yer aldı.<br />

Myanmar Katolik Başpiskoposu Charles Maung<br />

Bo parlamentoda kabul edilen tasarıyı azınlıklara<br />

yönelik bir nefretin sonucu ve zehirlenen<br />

demokrasinin yansıması olarak adlandırdı. İnsan<br />

Hakları İzleme Örgütü ise Myanmar’da “din ve<br />

ırkı korumak adına” onaylanan tasarının başta<br />

Rohingyaları hedef aldığını ve bu yasaların ileride<br />

endişe verici neticeler doğuracağını işaret ediyor.<br />

Siyasi otoritenin Rohingya Müslümanlarına<br />

en temel insan haklarını geri vermesi yönünde<br />

çağrıda bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü<br />

Asya temsilcisi Brad Adams, Myanmar yönetiminin<br />

Rohingyaların temel haklarını sistematik<br />

olarak ihlal ettiğini belirtiyor. ABD Başkanı<br />

Barack Obama da Myanmar yönetiminin azınlık<br />

politikasına duyarsız kalmayıp insan hakları ihlali<br />

devam ettiği takdirde Myanmar rejimine yönelik<br />

baskılarını arttıracağını kaydederken, 2014<br />

senesinin sonunda Birleşmiş Milletler Konseyi<br />

Myanmar yönetiminin ırkçı azınlık politikasını<br />

eleştirmiş ve azınlık haklarının geri verilmesi<br />

yönünde benzer bir çağrıda bulunmuştu.<br />

Bu çağrılara rağmen geçtiğimiz yıllarda marjinal<br />

Budist çeteler tarafından Müslüman köylere<br />

saldırılar düzenlenmesi, Rohingyaların evlerinin<br />

ateşe verilmesi ve binlerce Müslüman’ın katledilmesiyle<br />

dünya gündemine düşen Myanmar<br />

rejimi bütün sahteliğiyle dünyaya gülümsemeye<br />

devam ediyor. Batılı siyasetçiler Myanmar’a<br />

resmî ziyaretlerinde ülkenin demokrasisini ve<br />

ekonomik piyasasındaki gelişimleri methedip ülkede<br />

azınlıklara uygulanan şiddet ve katliamlara<br />

sağır ve dilsiz kalırken, rejimin övgü toplayan<br />

demokrasisi farklı etnik ve dinî grupları sessizce<br />

yok etmeye devam ediyor. Bu gidişatla Myanmar<br />

Batı dünyasının “barış” ve “demokratik” gelişimlerine<br />

gıpta ettiği ve sadece Budistlerin yaşadığı,<br />

turizmin gözdesi bir ülke olacak. Günden güne<br />

sindirilen, göçe zorlanan ve katledilen Rohingyaları<br />

ise hatırlayan olmayacak. Oysa gerçekte<br />

Myanmar’da neredeyse milyonu aşan Müslüman<br />

nüfus sessizce ve yasalar aracılığıyla meşrulaştırılan<br />

bir soykırıma maruz.<br />

Myanmar’ın batısında yasa dışı sığınmacılar<br />

olarak kamplara yerleştirilen Rohingyalar yıllardır<br />

en temel haklarından mahrumlar. Bulundukları<br />

kamplarda şiddete maruz kalan, ne sağlık ne<br />

de çalışma ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilen<br />

ve nesillerdir yaşadıkları Myanmar topraklarında<br />

vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar<br />

sonunda insan kaçakçılarıyla temas kurup<br />

farklı ülkelere göç ediyorlar. Çoğu Rohingya çevre<br />

ülkelere bırakılırken, birçoğu da açık denizlerde<br />

ölüme terk ediliyor. Nüfusunun yaklaşık yüzde<br />

90’ı Budist olan Myanmar’da nüfusun yüzde<br />

4’ünü oluşturan Müslüman Rohingyalar ülkenin<br />

ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle<br />

açıkça yok edilmek isteniyor.<br />

Myanmar Parlamentosu’nda Rohingya meselesine<br />

değinilmediği gibi ne mevcut rejim, ne ana<br />

muhalefet partisi National League for Democracy<br />

(NLD), ne Myanmar’daki demokrasi yanlıları,<br />

ne de insan hakları savunucuları “Rohingya<br />

meselesi”ni çözecek siyasi iradeye sahip değil.<br />

Bilhassa 1991 Nobel ödülüne layık görülen NLD<br />

Genel Başkanı Aung San Suu Kyi, Rohingyalar’ın<br />

durumu karşısında sessiz. Ülkede demokrat ve<br />

barışçıl profiliyle rol model olan Suu Kyi, Rohingyalara<br />

yönelik ırkçı tutumun aktörlerinden biri;<br />

50 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


sadece onun ırkçılığı mevcut rejim ve Ma Ba Tha<br />

örgütünün ırkçılığından biraz daha hafif.<br />

8 Kasımda ülkede yapılacak Genel Seçimlerde<br />

vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar<br />

seçmen olamadıkları gibi, seçim öncesi<br />

Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden adaylıklar<br />

Myanmar Seçim Komisyonu yetkililerince<br />

reddedildi. Çoğunluğunu Müslüman üyelerin<br />

oluşturduğu Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden<br />

seçimlere katılmaya hazırlanan 18 üyeden<br />

17’sinin adaylığının “vatandaş olmadıkları”<br />

gerekçesiyle kabul edilmediği açıklandı. Anayasaya<br />

göre seçimlere katılabilecek ve meclise<br />

girebilecek bir partinin en az 3 üyesinin aday<br />

gösterilmesi gerektiği için Demokrasi ve İnsan<br />

Hakları Partisi de böylece seçim listelerinden<br />

elenmiş oldu. Oysa 2011 yılında askerî cunta ile<br />

başa getirilen Thein Sein’in Birlik, Dayanışma ve<br />

Kalkınma Partisi (USDP) özgür ve tarafsız bir seçim<br />

sözü vermesine rağmen, ordu ve Ma Ba Tha<br />

baskısının ağırlığı seçim öncesi verilen ani kararlar<br />

ve onaylanan yasalarda kendisini belli ediyor.<br />

İktidar partisi USDP üyesi Shwe Mann, ana muhalefet<br />

partisi NLD ile birlikte çalışabileceği ve<br />

gelecek dönemde Devlet Başkanı olabileceği yönündeki<br />

açıklamalarının ardından Genel Başkan<br />

Sein tarafından azledilmişti. Seçimlerde kimlerin<br />

devlet başkanlığına aday olacağı bilinmiyor.<br />

Ana muhalefet partisi NLD’nin iktidar olması<br />

durumunda Suu Kyi anayasal düzenlemeye göre<br />

akrabalarının yabancı uyruklu olması nedeniyle<br />

devlet başkanı olamayacak. USDP’deki görevinden<br />

azledilen Mann’ın NLD’ye katılıp devlet başkanı<br />

olması da olası. Bu karmaşık seçim sistemi<br />

hangi partinin zaferi ile sonuçlanırsa sonuçlansın<br />

Rohingyalara karşı beslenen ırkçı tutumun ve<br />

hak ihlallerinin süreceği kesin. Ülkede ordunun<br />

siyaseti ve ekonomiyi kontrol etmesi, Ma Ba Tha<br />

rahiplerinin din ve ırklarını “muhafaza etme”<br />

adına halk tarafından seçilmiş parlamentoya<br />

müdahil olmaları ve Myanmar rejiminin Müslümanlara<br />

karşı ayrıştırıcı, ırkçı ve soykırım yanlısı<br />

tutumu değişmediği sürece Rohingyaların hakları<br />

her hâlükârda ihlal edilmeye devam edecek.<br />

*Bielefeld Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimini tamamlayan<br />

Yılmaz, sosyolojik teoriler ve toplum analizleri konularıyla<br />

ilgilenmektedir.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

NLD Genel Başkanı Aung San Suu Kyi<br />

51<br />

© Flickr.com/Northern Ireland Office


Dünya<br />

Söylemler ve Karşı Söylemler:<br />

Yemen’de Suud Müdahalesi<br />

Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde<br />

kalırken ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor.<br />

İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve<br />

El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden<br />

kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın<br />

gelmeyeceğinin de bir göstergesi.<br />

MareIke Transfeld *<br />

52 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Shutterstock.com/Dmitry Chulov<br />

Suudi Arabistan’ın Yemen’de ciddi savaş<br />

suçları işlemekte olduğuna dair birçok medya<br />

kurumu ve gözlemci insan hakları organizasyonlarının<br />

iddiaları, krallığın Yemen’de aslında<br />

“meşruiyeti savunduğu” ve ülkeye istikrar<br />

getirdiği gibi düşünceleri mesnetsiz bırakıyor.<br />

Suudi Arabistan’ın Birleşmiş Milletler (BM) İnsan<br />

Hakları Konseyi’ne kabulü ve Hollanda tarafından<br />

gündeme getirilen Yemen’deki savaş<br />

suçlarının tarafsız şekilde araştırılması teklifini<br />

başarılı şekilde bloke etmesi, Suud Krallığının<br />

Yemen’deki askerî müdahalesinin uluslararası<br />

anlamda kabul gördüğünün de göstergesi. Nitekim<br />

Suud Krallığının Husi hareketini sürerek<br />

Yemen’deki İran nüfuzunu sınırlamaya çalışması<br />

ve Ekim 2014’ten itibaren bu bölgelerdeki<br />

kontrolü ele geçirmesi Batılı karar mercileri tarafından<br />

da biliniyordu. Bu bağlamda Suudi Arabistan<br />

bölgedeki istikrar için Batılı siyasetçiler<br />

tarafından önemli bir partner olarak görülüyor.<br />

Suud Krallığı’nın Yemen’deki meşru hükûmeti<br />

savunduğu argümanı Batı’nın da desteğiyle<br />

kabul gördü. Aynı söylem, Yemen’in Körfez<br />

İşbirliği Konseyince başlatılan ve BM’nin maddi<br />

destekte bulunduğu başarılı bir geçiş sürecinden<br />

geçtiği söyleminin uzantısıdır. Bu bakış açısına<br />

göre Husiler’in devlet kurumları ve bölgeleri<br />

üzerinde hâkimiyet sağlaması meşru hükûmete<br />

karşı bir darbe niteliğinde olup Yemen’in bölge<br />

için barışçıl bir model olarak yansıtıldığı bu<br />

geçiş sürecini sabote etmektedir. Yine bu<br />

mantığa göre Suudi askerî müdahalesinin<br />

amacı Husileri kendi bölgesel kalelerine<br />

geri püskürtmek, Sana’a’da bir geçiş<br />

hükûmetini göreve getirmek ve ideal<br />

olarak da geçiş sürecinde olumlu<br />

ilerlemeler kaydetmektir.<br />

Ne var ki bu söylemin yanında<br />

bir de Yemen’deki durumu<br />

anlatan farklı bir gerçeklik<br />

var. Yemen halkına göre<br />

ülkedeki sorunları çözmek<br />

için hayata geçirildiği<br />

iddia edilen geçiş<br />

süreci pek çok faktör<br />

nedeniyle başarısızlığa<br />

uğramaya<br />

zaten mahkûm-<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

53


Dünya<br />

du. Örneğin 2011’de sokaklara dökülüp, adam<br />

kayırmacılığını, fakirliği ve işsizliği protesto<br />

edenler toplumun büyük bir kısmını oluşturmasına<br />

rağmen sözü edilen anlaşma, yalnızca<br />

siyasi sistemin içerisinde yer alan ve Sana’a’daki<br />

rejimle bir şekilde bağlantısı olan siyasi partileri<br />

muhatap kabul etmekteydi. Ayrıca bu plan, Husiler<br />

ve ayrılıkçı güney hareketi Hirak gibi taban<br />

örgütlenmelerinin Aralık 2011’de kurulan geçiş<br />

hükûmetinin bir parçası olmasını engelliyordu.<br />

Bunun yerine kurulan hükûmet eski yönetim ve<br />

muhalefet partilerinden oluşmaktaydı. Bu da<br />

geçiş sürecinin yalnızca eski elit tabakayla sınırlı<br />

kalması anlamına geliyordu. İkinci olarak, eski<br />

başkan Ali Abdullah Salih ve adamlarına sağlanan<br />

dokunulmazlık, eski rejimden geri kalanların<br />

siyasette faal olmasına ve geçiş sürecinin<br />

baltalanmasına zemin hazırladı. Bu iki faktör de<br />

eski elit tabakasını güçlendirdi. Böylece yaygın<br />

yolsuzluk ve iltimas siyaseti gibi protestolara<br />

neden olan siyasi dinamikler değişmeden aynı<br />

kaldı. Bu da, Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifinin<br />

yapıcı bir şekilde yürütülmesine engel teşkil<br />

eden elit ittifakları oluşturdu. Üçüncü olarak,<br />

Ulusal Diyalog Konferansı Yemen’deki iç çatışmaları<br />

çözemedi ve konferansta yürütülen müzakerelerde<br />

somut bir ortak karara varılamadı.<br />

Bir yandan da geçici hükûmetin pasif kalmasıyla<br />

somut herhangi bir reform yapılmadı ve işsizlik<br />

oranı düşmedi. Sık elektrik kesintileri ve hızla<br />

yükselen petrol fiyatları halkın çektiği sıkıntılara<br />

yenilerini ekledi ve sonuç olarak da hem ekonomi<br />

hem de güvenlik şartları kötüleşti.<br />

Yemen halkının büyük çoğunluğu, artık<br />

inancını kaybettiği bu geçiş sürecinin sonuçlarını<br />

beklemek yerine halkın kendi gerçeklerine<br />

dayanan birçok taban hareketi oluşturdu. Husi<br />

hareketi, Ulusal Diyalog Konferansı’ndaki yapıcı<br />

tutumuna paralel olarak milisleriyle birlikte<br />

Saada’daki ana üslerinin de ötesine ilerleyerek<br />

daha fazla bölge üzerinde hâkimiyet kurdu. Ulusal<br />

Diyalog Konferansı’nın başarısızlığı ve hükûmetin<br />

giderek azalan meşruiyeti göze alındığında<br />

Husiler kuzey Yemen’de geniş halk desteğini<br />

kazandı; bununla birlikte barışçıl protestolar ve<br />

şiddetli saldırılardan oluşan stratejileriyle başkent<br />

Sana’a’nın kontrolünü ele geçirdiler. Husiler<br />

her ne kadar şiddet kullanmış olsalar da bu<br />

şiddeti devletin meşru güç kullanım tekelinin<br />

olmadığı bir zamanda kullandılar. Dahası bazı<br />

aşiretler ordudaki eski Başkan Ali Abdullah Salih<br />

taraftarlarıyla birlikte bu silahlı hareketi des-<br />

54 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


tekledi; hareketin devletle yakın temasları oldu<br />

ve hatta kendilerini devletin bir parçası olarak<br />

görmeye başladılar. Bu bakış açısından bakıldığında<br />

Suudilerin askerî müdahalesi ülkedeki<br />

meşruiyetini çoktan kaybetmiş bir devlet başkanının<br />

çağrısıyla gerçekleşen ve ulusal egemenliğe<br />

yöneltilmiş bir saldırı olarak görülmektedir.<br />

Bununla birlikte Husiler’in merkez ve güney<br />

Yemen’de eski başkan Salih’in de desteğiyle<br />

şehirleri işgal ederek ilerlemesi ülkede istikrarı<br />

yeniden inşa etme çabası ve El Kaide’ye karşı verilen<br />

mücadelenin bir uzantısı olarak lanse edildi.<br />

Önceki yıllarda El Kaide, Hadramut ve Abyan<br />

gibi bazı güney bölgelerde kendi kalelerini oluşturmuştu.<br />

Fakat bu gelişmeler hakkında kullanılan<br />

söylem, güney Yemen’de mevcut olan hâkim<br />

inanışın tam tersini yansıtmaktadır. Zira Körfez<br />

İşbirliği Konseyi İnisiyatifi, ülkenin tek ve<br />

birlik içinde olması gerektiğini açıklamış, ayrılıkçı<br />

güney hareketi ise en başından beri geçiş<br />

sürecinde yer alma konusunda isteksiz olmuştur.<br />

Bu hareketin Ulusal Diyalog Konferansı’na<br />

katılması da sadece bir görüntüden ibarettir.<br />

Ulusal Diyalog Konferansı’nın, güneyi iki federal<br />

bölgeye bölme çözümü, hem ayrılıkçı hareket<br />

© Flickr.com/ Ibrahem Qasim<br />

hem de güneylilerin çoğu tarafından reddedildi.<br />

Husi hareketine benzer olarak güneydeki Hirak<br />

ve diğer gruplar Ulusal Diyalog Konseyi’nin<br />

başarısızlığını önceden tahmin ederek konsey<br />

daha bitmeden kamuoyu yaratmayı başardılar.<br />

Yerel halk tarafından kuzeyli işgal rejimi olarak<br />

kabul edilen yönetimin temsilcilerini kovmak<br />

için pek çok güç kendilerine ait bir güney bölgesi<br />

oluşturmak için birlikte çalıştı. Bu bölgelerde<br />

eski başkan Salih’e sadık ordular tarafından desteklenen<br />

Husi saldırıları, kuzey hâkimiyetini tamamıyla<br />

yeniden inşa etme teşebbüsleri olarak<br />

görüldü. Mart 2015’te, Aden ile merkez ve güney<br />

Yemen’deki diğer şehirleri savunmaları için sivil<br />

halk silahlanmaya zorlandı; Suud askerî müdahalesi<br />

ise kuzeyli milislerin saldırılarının önlenmesinde<br />

tek yol kabul ediliyordu.<br />

Suud müdahalesine bu denli desteğe karşın<br />

Yemen’de Başkan Hadi’ye ya da BM tarafından<br />

desteklenen geçiş sürecine çok az destek bulunmaktadır.<br />

Siyasi elitler halk arasında güvenirliğini<br />

tamamen kaybetmiş; içlerinde farklı pek<br />

çok siyasi grup arasında köprü görevini üstlenebilecek<br />

ve sağlam bir diyalog sürecine öncülük<br />

edebilecek pek az potansiyel aday kalmıştır. Bir<br />

taraftan da, IŞİD ve El Kaide gibi aşırı gruplar bu<br />

müdahaleden en kârlı çıkan taraflar olmuştur.<br />

Bu gruplar daha geniş alanlarda kontrolü ele geçirmişler;<br />

Aden’de geçici hükûmete ve hükûmetin<br />

Körfez’deki destekçilerine saldırılar düzenlemişlerdir.<br />

Suud müdahalesinin başarılı olması ya da<br />

eski başkan Salih’in desteğindeki Husiler’in<br />

Suud saldırılarına karşı koymaları bir yana bırakıldığında<br />

devam etmekte olan savaşın, Yemen<br />

toplumunda hâlihazırda mevcut olan anlaşmazlıkları<br />

daha da derinleştirdiği görülüyor. Savaş,<br />

devletin alt yapısını ve ekonomisini tahrip etmekle<br />

kalmayıp geçmişte belli bir noktaya kadar<br />

birlikte yaşamayı başarmış halkın toplumsal<br />

dokusuna da zarar veriyor. Böylelikle istikrar getirmekten<br />

çok bu askerî müdahale güvenliğin ve<br />

ekonominin daha da kötüleşmesine sebep olup,<br />

reel bir siyasi diyaloğun mümkün olmadığı bir<br />

ortam yaratıyor.<br />

*Siyaset bilimci olan Transfeld’in uzmanlık alanları rejim<br />

meşruiyeti, otoriterizm ve Yemen’dir.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

55


Ümmet Mozaiği<br />

Sancılı Bir Coğrafya:<br />

Filistin<br />

© Flickr.com/dierk schaefe<br />

Kudüs, Kubbetü’s-Sahra<br />

Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi<br />

Rabia Şanlıalp<br />

Filistin, insanları dünyanın dört bir yanına dağılmış, kan ve gözyaşının bitmezmiş<br />

gibi algılandığı topraklar. Dünya gündemine sık aralıklarla tekrarlanan<br />

savaş, ayrımcı politikalar ve işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları daha<br />

56 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Flickr.com/dierk schaefe<br />

© Flickr.com/dierk schaefe<br />

Kudüs’ün doğusundaki Zeytin Dağı’ndaki mezarlar<br />

© Flickr.com/dierk schaefe<br />

© Flickr.com/imke.stahlmann<br />

2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden<br />

derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada cereyan<br />

edenler ancak bu tarz derinden bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek<br />

gibi gözüküyor.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

57


Ümmet Mozaiği<br />

© Shutterstock.com/OLEGOLEGOLEG<br />

Beytüllahim sokaklarında dolaşan kız öğrenciler<br />

Beytüllahim şehir merkezi<br />

Filistin yaklaşık üç çeyrek asırdır<br />

acı, kan ve gözyaşıyla hatırlanan<br />

sancılı bir coğrafya. 1948,<br />

hatta daha öncesine uzanan İsrail<br />

işgali altında hakları, toprakları ve<br />

özgürlükleri günbegün yağmalanan<br />

bir halk Filistin halkı. Sadece<br />

mallarına ve canlarına değil aynı<br />

zamanda, belki de daha çok, insanlık<br />

onurlarına ve manevi değerlerine<br />

kasteden bir rejimin daimi<br />

gölgesinde bütün anormalliklere<br />

rağmen normal bir hayat sürmeye<br />

çalışmanın adı Filistinli olmak.<br />

Her gün aile fertlerinden biri veya<br />

birkaçının ölüm haberini duyma<br />

endişesiyle yaşamak zorunda kalmanın,<br />

sabah terk ettiğin evine akşam<br />

dönememe ihtimaline kendini<br />

herhangi bir yerdekinden daha<br />

yakın hissettiğin topraklar Filistin<br />

toprakları...<br />

Filistin sadece toprak olarak<br />

değil yönetim olarak da bölünmüş<br />

bir kimliğe sahip. Bugün uluslararası<br />

düzeyde tanınan Mahmud<br />

Abbas başkanlığındaki Filistin<br />

Yönetimi, 1994’te İsrail ve Filistin<br />

Kurtuluş Örgütü (PLO) arasında<br />

gerçekleşen Oslo Barış Görüşmelerini<br />

müteakip kurulan Filistin<br />

Ulusal Yönetimi (PNA)’nin devamı<br />

niteliğinde. PNA Batı Şeria ile Gazze’yi<br />

kapsayan Filistin topraklarında<br />

özellikle dış işleri konusunda<br />

tamamen işgalci İsrail yönetimine<br />

bağlı özerk bir yönetim olarak kuruldu.<br />

Ancak 2006’daki seçimleri<br />

İslami Direniş Örgütü HAMAS’ın<br />

kazanmasıyla İsrail ve Batılı devletlerin<br />

seçim sonuçlarını tanımadıklarını<br />

açıklamaları ve akabinde<br />

yaşanan gelişmeler üzerine Filistin<br />

yönetimi ikiye bölündü. Bugün<br />

Gazze’de HAMAS ve Batı Şeria’da<br />

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi<br />

FATAH idaresinde olmak üzere<br />

2007’den bu yana Filistin topraklarında<br />

iki ayrı yönetim bulunuyor.<br />

Can güvenliği sebebiyle anonim<br />

kalmak isteyen Filistinli bir<br />

aileyle konuşuyoruz. Ailenin annesi<br />

Nur, 48 yaşında, doğma büyüme<br />

Filistinli, ortaöğretimini bitirmiş.<br />

Liseyi bitiren eşi oturdukları<br />

şehirde elektrikçi olarak çalışıyor.<br />

31 senelik evliliklerinden 5 çocuğa<br />

sahipler: En büyük oğulları 31<br />

yaşında ve zihinsel engelli. Onun<br />

ardından biyoloji lisansını yapıp<br />

bir üniversitede öğretim görevlisi<br />

olarak çalışan 25 yaşında evli bir<br />

kızları var. Ardından 21 yaşlarında<br />

ikiz evlatları geliyor. İkizlerden kız<br />

olan kimya, oğlan ise tıp eğitimi<br />

görüyor. Ailenin en küçük bireyi<br />

ise 11 yaşındaki kızları. Nur’un ailesi<br />

Kudüs’ün kuzeyinden 14, İsrail<br />

işgali altındaki Ramallah’tan ise 2<br />

kilometre uzaklıktaki Kofor Akab<br />

adlı küçük bir kasabada ikamet<br />

ediyor.<br />

Aile geçimini büyük oranda<br />

emlakçılıktan kazanıyor. Fakat Filistin’de<br />

hayatlarını iyi koşullarda<br />

sürdürebilmek için hayatlarının<br />

bir dönemini Amerika’da geçirmek<br />

zorunda kalmışlar. Böylelikle<br />

orada yeterince para biriktirip,<br />

Filistin’de iş kurup, aynı zamanda<br />

kendi vatanlarına yatırım yapmaları<br />

da mümkün olmuş. Nur, “Filistin’in<br />

bu talihsiz ekonomisinden<br />

dolayı belki de böyle büyük bir<br />

aileyle ve bu ailenin ihtiyaçlarıyla<br />

kendi vatanımızda yaşamımızı<br />

sürdürmek imkânsız olabilirdi.<br />

Eğer bunu yapmış olmasaydık,<br />

Filistin’de nasıl yaşayabilirdik, ne<br />

yer ne içerdik, hiç bir fikrim yok.”<br />

diyor. İstatistikler de Nur’u tasdikler<br />

nitelikte: 2014 yılında Filistin<br />

topraklarındakilerin yüzde<br />

45’i bir işe sahipken, işsizlik oranı<br />

ise yüzde 27’ye yakın. Bu sayılar<br />

ve işsizlik durumu özellikle Gazze<br />

Şeridinde çok daha vahim bir seyir<br />

takip ederken Batı Şeria’da ekono-<br />

58 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Kudüs’te bir Müslüman mahallesinde kurulan pazar<br />

© Shutterstock.com/Ryan Rodrick Beiler<br />

© Shutterstock.com/OLEGOLEGOLEG<br />

Bütün anormalliklere<br />

rağmen<br />

normal bir hayat<br />

sürmeye çalışmanın<br />

adı Filistinli<br />

olmak.<br />

Beytüllahim’in Al Kader isimli bir köyünde zeytin ağacıyla ilgilenen bir Filistinli<br />

© Shutterstock.com/danielcastromaia<br />

• İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından<br />

700 binden fazla Filistinliyi evlerinden<br />

sürüp pek çok sivili katlettiği 14<br />

Mayıs 1948 tarihi Al Nakba, yani “büyük<br />

felaket” olarak 1998’den beri her sene<br />

dünyanın pek çok yerinde anılmaktadır.<br />

• Filistin topraklarında para birimi olarak<br />

İsrail’in para birimi olan Yeni İsrail Şekeli<br />

ve Ürdün Dinarı kullanılmaktadır.<br />

• Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni<br />

kapsayan Filistin topraklarında nüfusun<br />

yüzde 88’ini Arap Müslümanlar, yüzde<br />

2.4’ünü Rum Ortodoks, Roma Katolik<br />

ve Protestan gibi farkı mezheplerden<br />

Hristiyanlar, yüzde 9.6’sını ise Yahudiler<br />

oluşturmaktadır.<br />

mik durum Gazze’ye kıyasla kısmen<br />

daha iyi.<br />

Nur, evde günlük yaşamın sabah<br />

namazıyla başladığını söylüyor.<br />

Evin babası işe gitmeden önce<br />

ailenin büyükleri olan babaanne<br />

ve dedenin ihtiyaçlarını karşılıyor<br />

ve ancak ondan sonra iş yerine<br />

doğru yola koyuluyor. Anne ise ev<br />

halkının ihtiyaçlarını karşılamak<br />

için didinen bir ev hanımı. Öğle<br />

vaktine doğru aile bir araya gelip<br />

öğle yemeğini yiyor; ibadetlerin<br />

ve Arap ülkelerinde sünnete dayalı<br />

yaygın bir gelenek olan öğle<br />

istirahatinin ardından yine herkes<br />

işlerinin başına geçiyor. İş dönüşünde<br />

ise dışarda gezmek veya<br />

aile ve arkadaş ziyaretleri ile vakit<br />

geçiriyor. Nur, boş vakitlerde Arap<br />

dünyasında olup bitenlere dair haberleri<br />

ya da belgesel, sinema gibi<br />

programları izlediklerini anlatıyor.<br />

İsrail’de Araplara yönelik haftanın<br />

belirli saatlerinde Arapça yayın<br />

yapan kanallar olsa da Filistinliler<br />

bu yayınlara İsrail propagandası<br />

yapıldığı gerekçesiyle pek iltifat<br />

etmiyor. Bununla birlikte İsrail,<br />

Filistin bazlı ve İsrail kontrolünde<br />

olmayan hiçbir Arap kanalına da<br />

sıcak bakmıyor. Geçen yaz Filistin<br />

Yönetimi’nin desteğiyle Batı Şeria’dan<br />

yayın yapmaya başlayan<br />

Palestine 48 adlı televizyon kanalı<br />

hakkında İsrail hükûmeti tarafından<br />

“İsrail’in bağımsızlığına zarar<br />

verdiği” gerekçesiyle kapatma kararı<br />

alınmıştı. İsrail’in daha önce<br />

de Gazze’de yayın yapan bir kanal<br />

binasını bombaladığı biliniyor.<br />

Dünya genelinde toplamda 12<br />

milyon Filistinli yaşıyor. Bu 12<br />

milyonun çok büyük bir kısmı İsrail<br />

işgalinin ardından vatanlarını<br />

terk etmek zorunda kalmış ve<br />

İsrail tarafından vatanlarına geri<br />

dönme hakları da gasp edildiği için<br />

dünya geneline yayılmış durumda.<br />

Toplam Filistinli nüfusun sadece<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

59


Ümmet Mozaiği<br />

© Shutterstock.com/badahos<br />

© Shutterstock.com/badahos<br />

Beytüllahim’in tarihî şehir merkezi<br />

Nur’un endişeleri<br />

dünyanın<br />

diğer bölgelerinde<br />

yaşayan<br />

annelerin endişelerinden<br />

farklı değil.<br />

5 milyona yakını Filistin topraklarında<br />

ikamet ediyor. 4.6 milyon<br />

Filistinliden 2.8 milyonu Batı Şeria’da,<br />

1.8 milyonu ise Gazze Şeridi’nde<br />

bulunuyor. Bunun dışında<br />

İsrail vatandaşlığına sahip Filistinliler<br />

de var ve İsrail nüfusunun<br />

hiç de azımsanmayacak beşte birlik<br />

kısmını oluşturuyorlar. Bu durum,<br />

birçok Filistinli için dünyanın<br />

pek çok farklı bölgesine dağılmış<br />

akrabalara sahip olmak demek.<br />

Nur’un ailesi de boş zamanlarında<br />

sosyal medya ve yeni iletişim teknolojileri<br />

üzerinden uzakta oturan<br />

aileleriyle irtibata geçtiklerini belirtiyor.<br />

Genel olarak zihinlerde Filistinliler<br />

ve İsrailliler arasında gerilim<br />

ve öfke yüklü bir ilişkiden<br />

başka bir ihtimal yokmuş ya da<br />

bu iki millet asla birbiriyle sağlıklı<br />

bir diyalog sürdüremezmiş gibi<br />

bir algı var olsa da Nur daha farklı<br />

bir bakış açısı ortaya koyuyor:<br />

“Biz insanlarla sağlıklı bir ilişki<br />

kurabilmek ve bu ilişkiyi dengede<br />

tutabilmek için çaba sarf ediyoruz.<br />

Bunun için herkese sevgi dolu yaklaşabilmek<br />

gerekiyor. Gayrimüslim<br />

arkadaşlarımız ve komşularımız<br />

var ve onlarla ilişkilerimiz gayet<br />

normal ve saygı dolu. Yani din, dil,<br />

ırk ayırt etmeden bir arada yaşayabiliyoruz.<br />

Bazıları için bu garip<br />

ve düşündürücü olabilir, ama<br />

aynı insanlığı paylaşıyorsak neden<br />

böyle olmasın ki?” Bununla birlikte<br />

ailesinin Müslümanlarla olan<br />

ilişkisinin daha düzenli olduğunu<br />

da ekliyor. Nüfusunun büyük bir<br />

bölümünü Sünni Müslümanların<br />

teşkil ettiği Filistin topraklarında<br />

Müslümanlar farklı mezheplerden<br />

Hristiyanlar ve Yahudilerle bir arada<br />

yaşıyor.<br />

Filistin toprakları, tüm dünyanın<br />

dikkatini çeken ve on yıllardır<br />

süren bir sorunun yaşandığı bir<br />

coğrafya olunca insan Filistinlilerde<br />

daha farklı bir şeyler arıyor<br />

belki; oysa Nur’un da kendi evlatları<br />

için endişeleri dünyanın diğer<br />

bölgelerinde yaşayan annelerin<br />

endişelerinden farklı değil: “Her<br />

ebeveynin hayal ettiği gibi biz de<br />

evlatlarımızın üniversitelerini bitirmelerini,<br />

mutlu ve bağımsız bir<br />

hayat sürdürmelerini istiyoruz.”<br />

Fakat bu “sıradan” isteklerin<br />

yanı sıra 1948’den sonra Filistinlilerin<br />

giderek daralan yaşam<br />

alanları, illegal yerleşimcilerin<br />

artışı, ayrımcı politikalar, ırkçı bireysel<br />

saldırılarla sıkça patlak veren<br />

savaşın Filistinlilerin karşısına<br />

çıkardığı bir gerçek var: İşgal<br />

Filistinlilerin tüm yaşam alanlarına<br />

nüfuz ediyor. Bilhassa Batı<br />

Şeria’da Filistin köy ve şehirlerini<br />

birbirinden ayıran kontrol noktaları<br />

yüzünden çocuklar okullarına,<br />

yetişkinler işlerine, çiftçiler<br />

tarlalarına ve hastalar hastanelere<br />

ulaşabilmek için her gün onur kırıcı<br />

muamele ve kontrollere tabi<br />

tutuluyorlar. Kontrol noktalarındaki<br />

uzun bekleyişler nedeniyle<br />

60 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


© Shutterstock.com/badahos<br />

Batı Şeria’da bir barikat<br />

İsrail ve Filistin arasında kurulan utanç duvarlarından geçen insanlar<br />

işine zamanında varabilmek için<br />

insanlar sabahın 2’sinde kapılarda<br />

kuyruk olmaya başlarken, yapılan<br />

bir araştırmaya göre 2000 ve 2007<br />

yılları arasında hastaneye ulaşmak<br />

isteyen 69 kadın İsrail askerlerinin<br />

geçişlerini engellemesi nedeniyle<br />

askerî kontrol noktasında doğum<br />

yapmak zorunda kaldı. Bu bebeklerden<br />

35’i, annelerden ise 5’i hayatını<br />

kaybetti.<br />

Nur şiddet eylemlerinin çirkinliğine<br />

vurgu yapmaktan geri<br />

kalmıyor: “İnsanların kolayca cinayete<br />

kalkışabilmesini izlemek o<br />

kadar korkunç ve iç karartıcı ki!..”<br />

Nur’a göre yaşadığı topraklarda<br />

insan hayatının kıymeti yok: “Filistin’de<br />

can almak kolay gibi görünüyor,<br />

ama insanlar bir gün kendi<br />

canlarını da teslim edeceklerini<br />

çok kolay unutuyorlar.”<br />

Birçok Filistinli kendilerini<br />

kendi vatanlarında, hatta evlerinde<br />

savunmasız ve çaresiz hissediyor<br />

Nur’a göre. Bu çaresizlik hissi<br />

© Shutterstock.com/posztos<br />

karşısında Filistin’i terk etmek de<br />

bir çözüm değil: “Ülkeyi terk etme<br />

düşüncesi her gün biraz daha olası<br />

hâle geliyor. Hatta buraları terk etmek<br />

kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bu<br />

düşüncelerle daha önemli bir soru<br />

gün yüzüne çıkıyor aslında: Biz<br />

Müslüman olarak her yerde zulme<br />

uğruyoruz. Burayı terk edelim, tamam,<br />

ama ondan sonra nereye gidelim?”<br />

Nur’a göre asıl çaresizlik<br />

burada başlasa da o bu çaresizlikten<br />

çok kısa bir süre içerisinde silkeleniyor:<br />

“Allah’a olan inancımız<br />

bizim bir gün kurtuluşa ve daha<br />

güzel günlere erişeceğimize dair<br />

tek ümidimiz ve sığınağımız.”<br />

Onun sığınacak limanı olan<br />

inancın Müslüman toplumda giderek<br />

silindiğini gözlemlendiğini de<br />

ekliyor Nur: “Müslüman toplumun<br />

Allah’tan, Kur’an’dan, sünnetten<br />

bu kadar uzaklaşmaları kıyamet<br />

alameti olsa gerek. Filistin’deki<br />

gençlerin birçoğunun hipnotize<br />

olmuş gibi sadece dünyalık yaşamlarının<br />

peşine düştüğünü görüyorum.”<br />

Yaşadığı topraklarda<br />

siyasi sorunların var olduğunu,<br />

ama gençliğin dinî, ahlaki ve ilmî<br />

çöküşünü izlemenin de en az işgal<br />

kadar iç karartıcı olduğunu belirtiyor.<br />

Ona göre gençlerden başlayarak<br />

tüm İslam toplumu dinî ve<br />

manevi değerleri ile ünsiyetlerini<br />

geri kazanmalı. Filistin’de siyasi<br />

sorunlardan etkilenip umutsuzluğa<br />

kapılan Müslüman bireylerin<br />

silkelenip bu doğrultuda faaliyete<br />

geçmeleri aynı ölçüde önemli.<br />

Filistin’de yaşayan Müslümanların<br />

ekonomik, sosyal ve kültürel<br />

anlamda en sıkıntılı günlerini yaşadıklarını<br />

belirten Nur, çizdiği bu<br />

oldukça kötümser tablonun dışına<br />

çıkıp Filistin’deki bayramlardan<br />

bahsediyor: Ülkede ramazan ve<br />

kurban bayramları cömertlik ve<br />

misafirperverliğin zirveye çıktığı<br />

zamanlar. Çocuklar için bayram<br />

neşe dolu geçerken Nur’a göre büyükler<br />

bayramı biraz daha buruk<br />

yaşıyorlar. Zira yetişkinlerin birçoğu<br />

son bayramlarıymış gibi bir<br />

halet-i ruhiye içinde yaşıyor bu<br />

zamanları… Bu durum da aslında<br />

Filistin’de Müslüman olmayı<br />

özetliyor. “En sevinçli zamanların<br />

arasına serpiştirilmiş burukluk”:<br />

Filistinli olmak, biraz da bu anlama<br />

geliyor.<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

61


Portre<br />

Bir Mevlana Aşığı:<br />

Eva de Vitray Meyerovitch<br />

Farklı kıta ve kollardan geçerek ummana kavuşan nehirler gibi, farklı dil ve dinlerden geçerek<br />

Mevlana ile buluşan Havva Hanım’ın karşılaştığı gerçekler merak etmeye değer. Çoğu<br />

zaman karşılaştığımız öyle mesajlar ve işaretler vardır ki, onları bazen görür, bazen yaşar, bazen<br />

hissederiz. Öyle mesajlar da vardır ki, ete kemiğe bürünür insan diliyle görünür, inci gibi<br />

sayfalara dizilir. Beklenmedik bir zaman ve mekânda karşımıza çıkan bu mesajlarla olan tanışmamız<br />

belki görünüşte tesadüfle başlar, hayranlıkla sürer, hikmet ve hakikatle sonuçlanır.<br />

İşte Eva de Vitray Meyerovicth’in Mevlana buluşması da böyle bir mesajla gerçekleşmiştir.<br />

*Selçuk Üniversitesi Beyşehir Ali Akkanat Turizm Fakültesi dekanı olan Öztürk, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi<br />

ve Havva Hanım’ın manevi oğludur.<br />

» Prof Dr. Abdullah Öztürk *<br />

62 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


Havva Hanım, 5 Kasım 1909 yılında Paris’in Boulogne<br />

Bölgesi’nde dünyaya gelir. Aristokrat ve dindar<br />

bir ailenin kızıdır. İlk zamanlar elit ailelere mensup<br />

öğrencilerin gittiği bir rahibe okuluna gider. Ama anılarında<br />

o dönemden ve rahibelerden pek memnun olmadığını<br />

söyler. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girer, akademik<br />

kariyer yapar ve kitaplara sığmayacak başarılara<br />

imza atar. Daha sonra Fransa’nın en büyük araştırma<br />

merkezi, İlmi Araştırmalar Millî Merkezi’nde Fizik Bölümü<br />

Daire Başkanlığı’na atanır. Bu kurumda 1935 yılında<br />

nükleer fizik dalında Nobel ödülü alan Fréderic<br />

Joliot ve eşi Irene’nin laboratuvarında yönetici olarak<br />

çalışır. Bu yıllarda, Muhammet İkbal’in Mevlana hakkında<br />

İngilizce yazdığı “İslam’da Dinî Düşüncenin<br />

Yeniden İnşası” adlı eserine rastlar ve onu okuyunca<br />

Mevlana’dan haberi olur; âdeta dünyası değişir. Kendi<br />

tabiriyle, “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefesinin<br />

söyledikleri, ya da Mevlana’nın söyledikleri doğrudur.”<br />

der. Fransızca yazılmış kaynak bulamadığı için<br />

İkbal’in İngilizce yazılmış kitaplarını Fransızcaya çevirir.<br />

O yıllarda başladığı “Eflâtun’da Simgeler” adlı doktora<br />

çalışmasını bırakarak “Mevlana Celalettin Rumi,<br />

Mistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktorasına<br />

başlar ve bitirir. Bu çalışmadan sonra İslam’a girmeyi<br />

düşünür. Ancak bu Fransa gibi bir ülkede kolay değildir.<br />

Akşamları ihtida etmeye karar verir, gündüzleri vazgeçer.<br />

Bir gün, “Ey Tanrım! İslam’a gireyim mi girmeyeyim<br />

mi? Bana bir işaret ver.” diye samimi bir dua eder.<br />

O gece rüyasında mezar taşında Eva adının Arapça<br />

“Havva” olarak yazıldığını görür. Sabah uyandığında ise<br />

Müslüman olur. Rüyasını anlattığı kişilere, “Anladım ki<br />

Allah Fransızca da biliyor.” diye espri yapardı.<br />

Müslüman olduktan sonra İslam ülkelerine geziler<br />

yapmaya başlayan Havva Hanım Türkiye’ye gelir. İstanbul’da<br />

Halil Can isminde bir neyzenle tanışır. Halil<br />

Can onu Galata Mevlevihanesi’ne götürür. Orada<br />

gözü mezarlığa takılır ve tüyleri diken diken olur: “Bir<br />

baktım, üç yıl önce rüyamda gördüğüm mezar taşımın<br />

aynısı orada.” Sözünü ettiği mezar Havva isminde bir<br />

kadına aittir. Mezarlık ise Mevlevi hanımların mezarlığıdır.<br />

Çok duygulanır, ağlar ve kendi kendine “Sen<br />

Mevlevi olacaksın.” der.<br />

Bir başka gün yolu Eyüp’e düşer. Orada abdest alıp,<br />

namaz kılar. Onu Eyüp Sultan’a götüren şoför de namaz<br />

kılar. Sonra geri dönerler. Havva Hanım borcunu<br />

ödemek üzere parayı uzatır. Şoför ise para almak<br />

istemez. Sonrasında “Ben uzatıyorum, o almıyor. Bu<br />

inanılmaz bir şey. Hiçbir ülkede bunu yaşamazsınız.”<br />

diyecektir. İsmini sorduğunda şoför “Ali” der. “Bak Ali!<br />

Bu benim için haram. Bende para çok, sen de bebe çok.”<br />

der. İnatlaşma sürerken Ali, Havva Hanıma dönerek,<br />

“Hac?” der. Havva Hanım da “İnşallah bir gün.” der.<br />

Şoför iki elini dua eder şekilde yüzüne sürer ve ona:<br />

“İnşallah sen bir gün hac yapar, Arafat’ta taksi şoförü<br />

Ali’ye dua edersin.” Havva Hanım da “âmin” diyerek<br />

kabul eder. Bunun üzerine şoför ücretin yarısını almayı<br />

kabul eder.<br />

Havva Hanım Paris’e döner. Paris’te Müslüman Yazarlar<br />

Derneği kurulur ve Havva Hanım derneğin genel<br />

sekreteri seçilir. Daha sonra bu yazarlar hep beraber<br />

hacca giderler. Havva Hanım hac mahallini görünce<br />

çok şaşırır ve onu mahşere benzetir. Kendini başka bir<br />

dünyada hisseder ve her şeyi unutur. Ne evlatları, ne<br />

kocası, hiç kimse aklına gelmez. Ama Arafat’a çıkar çıkmaz<br />

İstanbullu taksi şoförü Ali’yi hatırlar ve ağlayarak<br />

Ali’ye dua eder. Havva Hanım kendisine de ilginç gelen<br />

bu olayı Paris’teki dostlarına anlatırken gözlerinden<br />

yaşlar akar, “İslam kardeşliği böyle bir şey.” derdi.<br />

Bir ara Mısır Ezher Üniversitesinde felsefe hocalığı<br />

yapan Havva Hanım, dostlarına sık sık şu gerçeği<br />

vurgulardı: “Ne gariptir ki ben de dâhil, Roger Garaudy<br />

gibi birçok Fransız filozof İslam felsefesini tanımadan<br />

Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorası yaptık.” Paris<br />

Sorbonne Üniversitesinde lisans, yüksek lisans ve<br />

doktora yapmış eski bir öğrenci ve hâlâ o üniversite<br />

ile irtibatı olan bir öğretim üyesi olarak ben de bu gerçeği<br />

doğruluyorum. Fransa’daki üniversitelerin felsefe<br />

programları incelendiğinde, İslam felsefesi kürsüsü<br />

veya dersi olmadığı görülür. Bu gerçeği iyi bilen ve<br />

yaşayan Havva Hanım, Mevlana anlayışıyla Batı’daki<br />

İslam karşıtlığını yıkmaya çalışır. Batılılar için yazdığı<br />

“İslam, l’autre visage” (İslam’ın Güler Yüzü) bu eserlerinden<br />

biridir.<br />

“Ben bir Konyalıyım, kendimi de Türk hissediyorum.”<br />

diyen Havva Hanım, bir gün Konya’dan Paris’e dönerken<br />

bana, “Ne olur ben ölünce Konya’da Mevlana’nın<br />

arkasında mütevazı bir mezarlığa defnedilmemi sağla.”<br />

diye vasiyet etmişti. Ama kendisine ve İslam’a ters düşen<br />

oğulları yüzünden sağlığında bana yazılı bir vasiyet<br />

verememişti. Muhtemelen onları kırmak ve onlara<br />

anlamsız gelen böyle bir teklifle ailede sorun çıkarmak<br />

istemedi. “Sen de benim manevi oğlumsun. Ne fark<br />

eder, bir yolunu bul sen götür, gönülden iste, Allah yolumuzu<br />

açar.” demişti. Ben de belki bir belge ve bilgi<br />

olarak işe yarar diye, 1989 yıllarında Selçuk Üniversitesinde<br />

yaptığı bir konuşma sırasında, basın önünde<br />

Konya’da gömülmek istediğini sözlü olarak beyan etmesini<br />

sağladım ve böylece bu isteği yerel gazetelere<br />

yansıdı. Yıllar sonra nasip oldu, izin alabilmek için<br />

oğullarına yazdığım ikna mektuplarında bu beyanları<br />

belge olarak kullandım.<br />

Yalnız yaşayan Havva Hanım’a Fransa’da Ayşe Şaşı<br />

isminde bir Cezayirli bakıcılık yapıyor ve onunla kalıyordu.<br />

Bir gün Havva Hanım rahatsızlanmış. Sonra<br />

hastalığı ilerlemiş, yatağa düşmüş. On gün doktor olan<br />

büyük oğlunun çalıştığı hastanede kalmış. Kocası daha<br />

önce ölen Havva Hanım’ın evli iki oğlu vardı. Büyüğü<br />

14. Paris’teki bir hastanede tıp profesörü, küçüğü de 16. 63


Portre<br />

Paris’te oturan önemli bir avukattı. Ayşe Hanım onların<br />

annelerine olan ilgisizliğinden şikâyette bulunurdu.<br />

Ama onun oğullarını aratmayan ve kendisini yalnız bırakmayan<br />

yüzlerce yerli ve yabancı Mevlana dostu vardı.<br />

Mesnevi çevirisini tamamladıktan birkaç yıl sonra,<br />

yaşlılığı ve rahatsızlığı yüzünden bilimsel çalışmalarına<br />

ara vermiş ve yatağa düşmüştü.<br />

Nihayet o da her fani gibi, 24 Temmuz 1999 tarihinde,<br />

72 Rue Claude Bernard Paris 5’teki apartmanın<br />

beşinci katındaki dairesinde Hakkın rahmetine kavuştu.<br />

Bakıcısı Ayşe Hanım’ın anlattığına göre ölüm anı<br />

çok güzel geçmiş. Kendisini muayene eden ve onu çok<br />

seven Hıristiyan doktorunu beklerken bizleri, Konya’yı,<br />

Mevlana’yı, anmış. Gülümseyerek, “Ayşe seni çok seviyorum,<br />

hep beraber olacağız.” demiş ve şahadet getirerek<br />

hayata gözlerini yummuş.<br />

Havva Hanım’ın ölümüne gidemedik. Daha sonra<br />

Paris’te onu tanıyan Türk dostları bana, “Hocam mezarında<br />

bir mezar taşı bile yok. Mezarına bir taş dikebilir<br />

miyiz? Burada kimse ilgilenmiyor.” dediler. Ben,<br />

“Gerekirse Konya’da yaptırır göndeririz.” dedim.<br />

Sonra bir aylık bir araştırma izniyle Paris’e gittim.<br />

Onu tanıyan, Yıldız Ay ve Aziz Kaya gibi bazı Türk<br />

dostları beni Orly Havaalanı yakınındaki mezarlığa<br />

götürdüler. Her ülkeden insanların olduğu bir mezarlıktı.<br />

Müslümanların bulunduğu sade, gösterişsiz bir<br />

alan vardı. Mezarlıktaki yerini bulduk. Ama Havva Hanım’ım<br />

mezarında ismi yazılı bir mezar taşı yoktu. Mezarını<br />

da görevlilerin verdiği numaralardan arayarak<br />

bulmuştuk. Ben mezarı görünce çok kötü oldum. Bir<br />

anda aklıma vasiyeti geldi. Her şey gözümde canlandı.<br />

Olanlar karşısında içine düştüğümüz çaresiz ve<br />

ümitsizlik duygular içinde kıvranırken, bir an kıbleye<br />

döndüm, ellerimi semaya açarak, “Ya Rabbi, eğer bu<br />

kadın hakikaten samimi idiyse ne olur bunun vasiyetini<br />

yerine getirmemize yardımcı ol! Onu vasiyeti doğrultusunda<br />

Konya’ya Mevlana Türbesi’nin karşısında<br />

bulunan Üçler Mezarlığına nakledelim.” diye dostlarla<br />

ağlayarak dua ettik. Bu teşebbüsümüzün asıl sebebi<br />

orada mezar defterine bakan Fransız görevlinin bize<br />

aktardığı acı bir gerçekti: Havva Hanım’ın on yıllık<br />

mezar süresi bir yıl sonra dolacak ve bir on yıllık mezar<br />

ücretinin ödenmemesi hâlinde cesedi “Fosse Commune”<br />

(Ortak Çukur) denilen kimsesizlerin cesetlerinin<br />

atıldığı büyük bir çukura atılacaktı. Sonra oğullarına<br />

mektup yazdım. Çok uğraştık, çok zorlandık, ama sonunda<br />

Allah’ın izniyle mezarını Konya’ya getirdik…<br />

Havva Hanım Hz. Mevlana’yı dünyaya tanıtan çok<br />

önemli bir isim. Mevlana’nın dev eseri Mesnevi’yi ve<br />

diğer birçok eserini Fransızcaya çevirerek Mevlana’yı<br />

tüm dünyaya tanıtmıştır. Fransızca yazdığı, eşim Melek<br />

Öztürk ile Türkçeye çevirdiğimiz “Konya ve Kozmik<br />

64 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015<br />

Raks” olarak Ankara’da yayınlanan eseri Havva Hanım’ın<br />

Konya tarihi ve semaya verdiği önemi yansıtır.<br />

Yine Fransızlar için yazdığı ve imzalayarak Türkçeye<br />

çevirmemizi istediği başka bir eseri de “Mevlana ve<br />

Tasavvuf” eseridir. Bu eseri çevirip yayına hazırladık.<br />

Yayın için bir sponsor bulduğumuz an onu da yayımlayacağız.<br />

Cemal Aydın dostumuzun yine Fransızcadan<br />

çevirdiği “İslam’ın Güler Yüzü” Havva Hanım’ın<br />

İslam’ı Batılılara tanıtmak için yazdığı diğer önemli<br />

kitaplardandır.<br />

Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya<br />

çeviren Havva Hanım’la ne zaman bir araya<br />

gelsek, şu dört soruyu tartışır, onlara cevap arardık.<br />

Batılıların bize en çok sorduğu sorular bunlardı. Mevlana’yı<br />

anlamak ve anlatmak istetenlere bu dört soruya<br />

cevap bulmasını öğütlerdik: “Sizler Mevlana’da ne<br />

buldunuz? Batılılar onda ne buluyor? Mevlana’yı Batılı<br />

düşünürlerden ayıran nedir? Mevlana’nın mesajları 21.<br />

asır insanının sorunlarına hangi cevapları verebilir?”<br />

Eğer Havva Hanım gibi Mevlana’yı bilimsel olarak<br />

çeşitli dillerde Batılılara veya yabancılara tanıtmak<br />

istiyorsak mutlaka bu sorulara cevap bulmamız gerek.<br />

Mirasyedi Müslümanlar olarak belki biz bu cevaplara<br />

ihtiyaç duymayız. Ama o zaman da Mevlana törenlerinde<br />

Mevlana’yı tanıtıyoruz diye Konya’ya gelen yabancılara<br />

sadece çizgi film seyreder gibi sema seyrettirir,<br />

göndeririz. “Peygamberler bizim soyumuzdan geldi,<br />

dini de en iyi biz biliriz.” diyenler gibi biz de, “Mevlana<br />

bizimdir.” der; Mevlana diyarında sağır gezer, kör bakarız.<br />

Zaman zaman Mevlana’ya akın eden kalabalıkları<br />

görünce Mevlana’yı hatırlar, ev sahibi olarak yabancı<br />

kalmamak için beylik sloganlarla “Mevlanamız en<br />

şöyle, en böyle” diyerek nutuklar atarız. İnşallah kendi<br />

değerlerinin farkında olan yeni gençler ve araştırmacılar<br />

bir gün bu eksikliklerimizi telafi edecek ve sahip olduğumuz<br />

değerleri ortaya çıkarıp insanlığın hizmetine<br />

sunacaklar. Bugün dünyamızın Mevlana’nın evrensel<br />

mesajlarına daha çok ihtiyacı var. Zira bugün dünyamız<br />

“Varsa yoksa benim ailem, benim ülkem, benim<br />

insanım!” diyen lider, düşünür ve entellerle dolu. Bunlardan<br />

evrensel barış ve huzur çıkmaz.<br />

Mevlana değerlerini Havva Hanım vasıtasıyla tanıyanlar,<br />

Mevlana ile birlikte Havva Hanım’ın da mezarını<br />

ziyaret edip dua ediyorlar. Maalesef onu ziyaret etmek<br />

isteyen yerli ve yabancılar yol üzerinde veya Üçler<br />

Mezarlığında hiçbir yönlendirici işaret olmadığı için<br />

onu bulamıyorlar. (İlgililere duyurulur.)<br />

Sağlığında yaptığı bilimsel çalışmalarıyla Hz. Mevlana’nın<br />

tüm dünyada tanınmasına yardımcı olan<br />

Havva Hanım, Konya’da Mevlana’nın yakınına defnedilerek<br />

ölümünden sonra da Mevlana’nın tanınmasına<br />

devam etmektedir. Kendisine Yüce Allah’tan rahmet<br />

diler, hayat öyküsünün bizim gibi İslam’ı hazır bulan<br />

Müslümanlara ibret olmasını temenni ederiz.


1 Soru/3 Cevap<br />

Akıl Azınlıkta Mı?<br />

Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa, azınlık içinde var olur. Akıl popüler<br />

olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilir;<br />

ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde<br />

olacaktır.” der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de<br />

azınlıkta mı?<br />

Kendi duygularımız, akıl ve izan arayışımızın<br />

önüne geçmemeli.<br />

Allah bize akıl ve vicdan vermiş, İslam’ın yükseliş zamanlarında İslam insanlığa<br />

dair yeni keşifler ortaya koymuştur. Biz kendi kültürümüzü, kendi<br />

geleneklerimizi ve kendi duygularımızı; ilim, akıl ve izan arayışımızın<br />

önüne koyduğumuz müddetçe hangi dine ait olursak olalım ve ne kadar<br />

dindar olursak olalım Goethe bu cümlelerinde her zaman haklı<br />

olacaktır. Ne yazık ki!<br />

Denise Amal, Hijabiblog’un sahibi ve Basma Dergisi yazarı<br />

Akıl günümüzde kitleleri harekete geçirmeyen,<br />

sıkıcı bir şey olarak görülüyor.<br />

Goethe’ye katılıyorum, akıl popüler olmak için çok “sıkıcı” ve kitleleri harekete<br />

geçirmiyor. Bunun için her yerde asılı duran moda reklamlarını göz önüne getirebiliriz:<br />

Akıl daha ziyade arka planda var. Aklı siyasette de görmüyoruz aslında;<br />

eğer siyaseti akıl idare etseydi savaşlar olmazdı. Dinde de benzer bir şey var:<br />

İslam’a atıfla manşetlere taşınan terör haberlerini saymazsak toplumumuzda<br />

din de “sıkıcı” bir şey. Musevilik, Hristiyanlık ya da İslam fark etmeksizin<br />

“inanç” arka plana atılıyor ve önemli bir rol oynayamıyor. Oysa bana göre<br />

inanç büyük, büyülü ve zekice bir şey ve ben bu derin duyguları yaşayabildiğim<br />

için müthiş bir minnettarlık duyuyorum.<br />

Mahdiya Tatjana, tatjana-rogalski.de isimli bloğun sahibi<br />

© Özcan Coşar/Fatih Iltas Photography_Germany, Stuttgart<br />

Duygularla hareket etmek, akılla hareket<br />

etmekten daha kolay.<br />

Goethe’ye tamamıyla katılıyorum. Günümüzde insanlar mantık ve akıl ile<br />

hareket edeceklerine daha çok duygularıyla hareket ediyor. Bunun en basit<br />

misali Almanya’daki Pegida: Bu insanların dayandıkları duygunun adı<br />

korku! “Almanya’nın İslamlaşması” ya da “iş yerlerinin Müslümanlar tarafından<br />

kapılması” korkusu bu insanlara yön veriyor. Oysa bu insanlar akıllarıyla<br />

hareket etmiş olsalardı yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu<br />

anlarlardı. Ama bu genel bir sorun: Duygularla hareket etmek, insanoğlu<br />

için mantıkla hareket etmekten daha kolay.<br />

Özcan Coşar, komedyen<br />

kasim 2015 • Sayı 245 • Perspektİf<br />

65


Kitap Tanıtımı<br />

Azınlık Etkisi ve Yenilik<br />

(İng. “Minority Influence<br />

and Innovation: Antecedents,<br />

Processes and Consequences”)<br />

Dili: İngilizce<br />

Robin Martin & Miles<br />

Hewstone<br />

Psychology Press<br />

Bir toplumda çoğunluğu<br />

teşkil eden grubun diğer<br />

bireylerin olaylara bakış<br />

açısı ve davranışları üzerindeki belirleyici/şekillendirici<br />

etkisi yadsınamaz. Peki ya azınlığı oluşturan<br />

toplumsal grupların çoğunluk üzerindeki benzer<br />

bir etkisinden söz edilebilir mi? Bu kitap çoğunluk<br />

etkisinin yanı sıra aynı zamanda toplumun ufak<br />

bir bölümünü teşkil eden grupların da toplumsal<br />

değişimlere neden olan ve adına azınlık etkisi diyebileceğimiz<br />

bir olgunun varlığından bahsediyor. Kitap<br />

ayrıca azınlık etkisinin hangi şartlar altında toplumda<br />

var olan kalıpları/yerleşik düzeni değiştirip özgün<br />

düşünceye sevk edecek şekilde üstün gelebileceğini<br />

açıklamaya çalışıyor.<br />

Barış Suçları<br />

(İng. “Crimes of Peace:<br />

Mediterranean Migrations<br />

at the World’s Deadliest<br />

Border”)<br />

Dili: İngilizce<br />

University of Pennsylvania<br />

Press<br />

Bugün yaşadığımız mülteci<br />

krizi de gösteriyor ki<br />

Akdeniz belki de dünyanın<br />

en ölümcül sınırı. 2000’li<br />

yılların başından beri Avrupa kıyılarına ulaşmak<br />

isteyen 25 bin kişi bu sularda boğularak can verdi.<br />

Bugün hâlâ binlerce göçmen ve mülteci hayatlarını<br />

tehlikeye atma pahasına bu umut yolculuğuna çıkmaya<br />

devam ediyor. Maurizio Albahari Akdeniz’in<br />

neden dünyanın en tehlikeli doğal sınırı olduğunu<br />

irdelerken aynı zamanda kişisel tecrübeler, görgü<br />

tanıklarının ifadeleri, resmî belgeler ve medyada<br />

çıkan haberlerden yararlandığı belgesel niteliğindeki<br />

çalışmasında Avrupa Birliği ülkelerinin mülteci<br />

krizindeki kolektif sorumluluğunun altını çiziyor.<br />

İslam’ın Güleryüzü<br />

Eva de Vitray-<br />

Meyerovitch<br />

Şule Yayınları<br />

Katolik ve üst tabakaya<br />

mensup Fransız bir aileden<br />

gelen profesör Eva de<br />

Vitray Meyerovitch dünya<br />

çapında tanınan bir ilim<br />

insanı olmasının yanı sıra<br />

geçirdiği manevi dönüşüm<br />

ile de oldukça ilgi çekici bir<br />

şahsiyet. Onun ilmî yolculuğu önce İkbal sonra Mevlana<br />

ile kesişince yazar İslam ile tanışıyor. Müslüman<br />

olduktan sonra Havva adını alan yazar İkbal ve Mevlana’nın<br />

hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya<br />

çevirmiş. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan bu<br />

kitapta yazarın İslam’a yolculuğu ve yaşadığı manevi<br />

tecrübelerin yanı sıra Mevlana ile ilgili düşünceleri<br />

de bulabilirsiniz.<br />

Myanmar’da Azınlık Politikası<br />

(Alm. “Minderheitenpolitik<br />

in Myanmar: Möglichkeiten<br />

politischer Artikulation?”)<br />

Dili: Almanca<br />

Kerstin Schiele<br />

epubli GmbH<br />

1948’de bağımsızlığını ilan<br />

eden çokkültürlü Myanmar’da<br />

çoğunluk toplumu<br />

ile etnik azınlıklar arasındaki<br />

çatışmaların sonu gelmiyor.<br />

Uluslararası medyaya sadece askerî rejim ve<br />

muhalifler arasındaki çatışmalar boyutu ile yansıyan<br />

Myanmar’daki mevcut siyasi rejimin azınlıklara<br />

yönelik tavrı ise ihmal ediliyor. Yazar bu anlamda<br />

bir açığı kapatan kitabında mevcut çatışmaların<br />

sonlandırılmasında azınlıkların müdahil olmadığı<br />

hiçbir siyasi çözümün düşünülemeyeceğini belirtiyor.<br />

Kitap Myanmar’da azınlık politikasının nasıl<br />

şekillendirileceği ve etnik azınlıkların siyasi hayata<br />

katılımlarının nasıl sağlanabileceği sorularına cevap<br />

arıyor.<br />

66 Perspektİf • Sayı 245 • kasim 2015


BİZ, EN ACILI<br />

GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ<br />

IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000<br />

HERKES ÖLECEK YAŞTADIR<br />

DER TOD KENNT KEIN ALTER<br />

BELGE<br />

URKUNDE<br />

RESMÎ İŞLEMLER<br />

BEHÖRDENGÄNGE<br />

DİNÎ VECİBELER<br />

RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN<br />

NAKİL<br />

ÜBERFÜHRUNG<br />

TESLİM<br />

ÜBERGABE<br />

IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri<br />

IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG)<br />

Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | cenaze@igmgukba.org | www.igmgukba.org<br />

Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33


Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele<br />

IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. | IGMG Sosyal Yardım Derneği<br />

T +49 2237 92942-17 | F +49 2237 92942-42<br />

www.hasene.org | yetim@hasene.org |<br />

haseneorg<br />

—<br />

Havale için banka bilgileri:<br />

Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.<br />

Banka: Kreissparkasse Köln<br />

IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33<br />

Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0002353<br />

YETİME<br />

AYLIK<br />

DESTEK<br />

35€<br />

Danimarka DKK | İsveç SEK | Norveç NOK | İngiltere £ | İsviçre CHF | Avustralya AUD | Kanada CAD<br />

300<br />

*Not: Aylık sadece 35€ ile bir<br />

yetime destek olabilirsiniz!<br />

350<br />

300 40<br />

Yetimi Yetim<br />

Bırakma!<br />

IGMG Sosyal Yardım Derneği Yetim Projesi<br />

65 55 55<br />

5<br />

yıl

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!