Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
A. M. CELÂL ŞENGÖR
zümrüt
name
A
ZÜMRÜTN ÂME
A li M ehm et C elâl Şengör, 24 M art 1955'te İstanbul'da d o ğ
du. 1973'te Robert A cadem y'yi bitirdi. 1978'de A lbany'deki
State University of N e w York'tan suntrtta cunı laude derecesiyle
jeolog olarak m e zun oldu. 1979'da aynı üniversiteden
master diplom ası, 1982'de de doktor u n v a n ı aldı. 1981'de
ITU M aden Fakültesi, Genel Jeoloji kürsüsüne asistan olarak
atandı. 1984 yılında “T ürkiye'nin ve D o ğ u A kd e niz'in tektonik
gelişim inin incelenmesine yaptığı katkılardan ö tü rü "
Londra Jeoloji C em iyeti'nin "Başkanlık O d ü lü " n ü aldı.
1986'da TÜBİTAK'ın Bilim Ö d ü lü 'y le ödüllendirilen Şengör,
aynı yıl İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji A n a b ilim Dalı'nda
doçent oldu. 1988 yılında dağ kuşaklarının incelenmesine
yaptığı katkıların kalitesi ve kapsam ı nedeniyle kendisine İsviçre'deki
Neuchâtel Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından
şeref b ilim doktoru payesi verildi, 1988-1989 akadem ik yılında
Royal Society'nin davetli araştırmacısı olarak Oxford
Üniversitesi Yerbilimleri B ö lüm ü'n d e çalışan Şengör, 1990"-
da Academ ia Europaea'ya ilk Türk üye olarak seçildi. A ynı
yıl Avusturya Jeoloji Servisi m u h abir üyeliğine seçildi.
1991'de Avusturya Jeoloji Derneği şeref üyesi oldu. Aynı yıl
K ültür B akanlığı'nm Bilgi Ç ağı Ö d ü lü 'n ü kazandı. 1992'de
İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji A nabilim D alı'nda profesörlüğe
yükseltildi. 1993'te Türkiye Bilimler A kadem isi kurucu
üyesi oldu, A kadem i Konseyi'ne ve aynı yıl TÜBİTAK
Bilim K u ru lu üyeliğine seçildi. Şengör, 1997'de de Fransız
Bilimler A kadem isi tarafından yerbilimleri dalında büyük
ö d ü l olan Lutaud Ö d ü lü 'n e layık g ö rüldü. 28 M ayıs 1998'de
College de France'm geleneksel m adalyası takdim edildi.
1999'da Londra Jeoloji Cem iyeti Şengör'ü Bigsby M adalyası
ile ödüllendirildi.
146 araştırma makalesi yazm ış olan ŞengöKün üçu İngilizce
biri de Çince olarak yayım lanm ış dört kitabı ve 1990'dan beri
50 kadar popüler bilim makalesi bulunuyor. Hasan-Âli Yücel
ve Türk Aydınlanmasının M etabılinısel Temelleri adlı kitabı
] 998'de Yükseköğretim K urulu'nca yayımlanmıştır.
A. M. CELÂL ŞENGÖR
ZÜMRÜTN ÂME
Yapı K ie d i Y a y ın ları 1279
C o g itc 88
Z ü m r iit n â m e / A M C e lâ l Ş e n g ö r
K ita p E d itö r ü : V e d a t Ç o r lu
D ü z e lti: A le v Ö z g ü n e r
1. B askı: İs ta n b u l, A r a lık 1999
1ÇPN] 975-08 0156-3
K a p a k T a s a rım ı N a h id e D ik e l
H asla A lla n M a tb a a c ılık L fd Şti.
Y a p ı K re d i K ü lt ü r S a n a t Y a y ın c ılık T icaret v e S a n a y i A Ş- 1999
Yapı K ie d i K ü lt ü r S a n a t Y a y ın c ılık T icaret v e S a n a y i A Ş.
Y apı K re d i K ü lt ü r M e r k e z i
is tik la l C a d d e s i N o . 285 B e y o ğ lu 80050 İs ta n b u l
T elefon: (0 21 2) 252 4 7 00 (p b x ) Faks: (0 21 2) 293 07 23
h t t p : / / w w w .y k y k u lt u r .c o m tr
h t t p : / / w w w .s lio p .s u p e r o n lin e .c o m / y k y
e-posta: y k k u lt u ı@ y k y k u lt u r .c o m .t r
i ç i n d e k i l e r
Önsöz (Orhan Bursalı) • 11
Zümrütten Aksedenler «15
I-Bilim Yalnız Bilmediğini Değil,
Bilemeyeceğini de Bilmektir. • 25
II-Çakıltaşları ve Konglomera • 28
III-Aklın Vekili • 33
IV-Cahit'in Vasiyeti • 34
V-Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? • 38
Vl-Ustünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları •
VII-Newton/ Goethe ve Sosyal BilinileK • \5
VIII-Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin! • 48
IX-Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi • 51
X-Tiyatronun Hegel'i • 55
XI-Zümrütten Akis Konusu • 58
XII-Ortak ve Gerçek • 61
XIII-Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe • 64
XIV-Tartışamamak: Neden ve Sonuçları • 67
XV-Bilim Adamları ve Profesörler • 71
XVI-Masal Deyip Geçme! • 74
XVII-"Nihaî Gerçek" Meselesi • 78
XVIII-Klasiklerin Tercümesi • 81
XIX-17 Nisan! • 85
XX-Çocuk ve Bilim • 88
XXI-Çocuğunu Yiyen Satürn • 91
XXII-Doğu ve Batı • 95
XX[II-BılimseI Bir Kitapta Kendini Gösteren Bilimsel Kafa • 98
XXIV-Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl • 101
XXV-Türkiye'nin Kültür Sorunları • 104
XXVI-Yerbilimlerinin Geleceği • 107
XXVlI-Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya • 110
XXVIM-Collegc de France: Karşılıklı güven ve saygı ürünü
yüce bir gelenek «114
XXlX-Bilimler Akademisi (Paris) • 117
XXX- Ve Paris... • 120
XXXl-Deprem Kimi Vurur? • 124
XXXII Güncelcilik mi, Tekdüzecilik mi, Geçmişçilik mi? «128
XXXIII " İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates «131
XXXlV-Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark »134
XXXV-Uygarlık Nedir? • 137
XXXVI-Af erin İsviçre! »140
XXXVII-Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine • 143
XXXVIII-Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe »145
XXXIX-Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak • 148
XL-Hata ve Evrim • 151
XLI-''Osman Bey" ve Ekibi • 154
X! .11-Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak • 158
XLIII-Yalan, Bilim ve Yalancılar »161
XLIV-Les Alpes • 164
XLV-Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak
Görmek «167
X1.V!-İstanbvıl'da Depreme Karşı ^ivil Örgütlenme!?!? • 170
XLVII-Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,
Yerine Ne Koyacağız? • 173
XLVni-Onu Katlettiğimiz G ün • 176
XL1X-Bilimsel Dehâ • 175
L-Tiirk Aydınlanmasının Meşalelerinden Dostum
H âm it Nâfiz Pamir • 183
LI-C.BTvde İki Yazı, Evrim ve Tarih • 186
LH-Santa Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararlan • 189
LlIJ-Her Dağa Tırman • 192
LJV- 101. Yaşında Türk Aydınlanmasının İkinci Mimarı
Hasan-Âli Yücel • 195
LV-Eleştiri ve Suçlama • 198
Notlar • 201
Dizin • 209
Bu küçük kitap,
yaşamını halkının refah ve uygarlık düzeyini
yükseltmek için geçirmiş olan
Kâzım Taşkent'in
aziz hatırasına ithaf edilmiştir.
Ci sueno de ,a ra, , , produce m o n M , (A k hn ^
ıavarltir yaratır), Fm n c*co d e Goya y Lucim tcs, l?97- ı 798
Önsöz
Bu kitabın kısa öyküsü, her cumartesi günü Cumhuriyet gazetesiyle
birlikte okurlara iletilen Cumhuriyet Bilim Teknik'i
(CBT), 10. yayın hayatında yenileme projesiyle başlar.
Proje, CBT'yi daha kapsamlı, daha zengin içerikli, dünya
bilim ini daha çok kucaklayan ve Türkiye'de bilim i, her yönüyle
gelişmesi için daha çok destekleyen bir yayın organına dönüştürmeyi
hedefliyordu.
Ç ünkü bilim , genç Türkiye Cum huriyetim izin üzerinde
kurulduğu sacayaklardan, Türkiye aydınlanma hareketinin, aydınlanm
a düşüncesinin dayandığı temellerden biriydi.
Cum huriyet'in kurucusu Mustafa Kemal, bizlere, bizden
sonraki nesillere gerçekten de sadece bilimsel düşünm eyi, eleştirel
aklı miras bırakmıştır. Mustafa Kemal, evrenin 15 milyar,
yeryüzünün 4 milyar yıllık devinimiyle uyum lu ve insanlığın
bütün gündelik yaşamına, bütün kuramlarına meydan okuyan,
doğanın geçerli tek devinim ini içeren şu sözleri, laf olsun diye
söylemedi:
"Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş
ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasını ilim
ve akıldır."
* * *
CBT'yi geliştirme projesi, ülkede en çok ihtiyacım duyduğum
uz bilim in, bilimsel düşünm enin, eleştirel akim yaygınlaşmasına
yönelirken, bu ilkeler ışığında Dünya ve Türkiye'deki
bilimsel gelişmeleri yoğuracak, yorumlayacak; tartışmalar aça
12 Zümrümâme
cak, yeni bakışlara ve düşüncelere kapılar aralayacak; evreni ve
insan yaşamını bilimsel düşüncenin imbiğinden geçirerek damıtacak,
okurlara sunacak yeni yazarlara da yer verilmesini öngörüyordu.
Oluşturulacak köşelerde, bilimin ön cephesinde duran değerli
bilim insanlarımızın dönüşümlü olarak yazmaları planlanmıştı.
Celâl Şengör'e ise her hafta yazma önerisinde bulundum.
Bir A4 sayfasının hacmini üç parmak kadar aşan yazılar yazacaktı.
Önce duraladı ve "yazamam" dedi.
Güldüm. Tabiî ki yazardı.
Celâl, uzun yazan bir insan. Bir düşünceyi, bir savı, bir
olayı, hak ettiği ölçülerde, hak ettiği derinlikte, üzerinde yapılan
bütün tartışmalar ve olayın ilk çıkış kaynaklarıyla birlikte,
bulabildiği bütün referanslarıyla ve dipnotlarıyla zenginleştirerek
yazar. Böyle yazmazsa rahat da edemez, tatmin de olamaz.
Bilimsel çalışmanın disiplini de ona böyle davranmasını
emreder. CBT de yayımlanan Pirî Reis gibi araştırma yazılan,
bu tutumun çok iyi örnekleridir. Ayrıca, tabiî ki, bilimsel dergilerde
yayımlanan meslekî bilimsel makalelerini de yine bu disiplin
içinde yazmak zorundadır. Üzerinde düşüneceğiniz ve
yazacağınız konunun dününü ve bütününü iyi bilmezseniz,
düşüncelerinizi, tezlerinizi sağlam bir temel üzerinde yükseltemezsiniz.
Hem eksik kalırsınız, hem de geçmişe haksızlık yaparsınız.
"Yazamam" derken, Celâl'in duyduğu sıkıntının nedeni
buydu.
İkinci bir görüşmemizde, köşe yazısıyla, geniş araştırma
yazısının farklılıkları üzerinde konuştuk.
Bir köşe yazısındaki düşüncenin ardında da, geniş bir araştırma
arka fonu vardı ve olmalıydı. Köşe yazısında düşünceler
biraz sıkıştırılmış' tı.
Ama, Celâl'in köşe yazılarının, araştırmaya dayalı bilimsel
bir altyapısı zaten olacaktı. O, araştıran, okuyan ve okuduklarını
da, zengin bilgi birikimiyle ve deneyimiyle yoğur-
Önsöz 13
duktan sonra büyük bir heyecanla dışa vurmaya can atan bir
insandır.
O yazamayacaktı da kim yazacaktı!
Yerbilimlerinde, kendi alanında dünyanın en usta az sayıda
bilim insanları arasında yer alır. Önde gelen bütün yerbilimcileriyle
tam bir bilimsel ilişki içindedir. Dünyanın en zengin
yerbilimleri yazılı kaynaklarına sahiptir. Amerikalı bilim insanları
bile gelirler ve onun evini bir kütüphane gibi kullanırlar.
Kendi alanını çok iyi izler. Yerbilimleri tarihini, bütün çevre bilimleriyle
birlikte çok iyi bilir. Mesleki dergilerde yayımlanan
verilere bakar, onları yeniden yorumlayarak değerlendirir ve
yeni bilimsel sonuçlara vararak makaleler çıkartır.
Celâl, merakının peşinde koşar.
Bakmışsınız, Hasan-ÂIi Yücel'e dalmış. Yücel üzerine ne
yayımlanmışsa toplamış, evine kapanmış onları okuyor.
Veya Mustafa Kemal'e dalmış.
Veya, hiç okumadığı, ancak ideolojik olarak sinirlendiği
Kari Marx'ın Kapital'i ve diğer kitaplarıyla odasına kapanmış.
Bir gün gazetede sohbet ederken, çeşitli konular arasında
daldan dala sıçramalarına söz dokundurdum ve "Kendi dalından
çok fazla uzaklara gitme" dedim. Niyetim, bazen beni sinirlendiren
yorum ve değerlendirmelerine taş atmaktı.
"Bilim adamı, neye ihtiyaç duyarsa onun peşinden gider'
dedi.
Haklıydı. Uzun zaman uzmanlık alanının sınırları içine zorunlu
olarak kapanıp kalan ve bunun semeresini de, Nature gibi,
dünyada makalesini yayımlayabilmek için herkesin can attığı
bir dergide kapak konusu olabilecek araştırmalara imza atmakla
toplayan Celâl Şengör, bu süre içinde uzak kaldığı konulara
aç kurtlar gibi saldırmış, son iiç-beş yıl içinde Türkiye
Cumhuriyeti'ni, Mustafa Kemal'i, bugünün Türkiyesi'nin gerçeklerini,
politikayı -bu konuda hâlâ emekleme aşamasında!-
vb. keşfetmeye girişmişti!
Sözü uzatmadan bitirmeliyim. Çünkü bu sadece bir önsöz,
bir Celâl Şengör biyografisi değil.
Celâl, kendisine emanet edilen köşeyi, ortak amaçlar doğ
14 Zümrütnâme
rultusunda hakkıyla değerlendiriyor. Bu kitapta yer alan yazıları
bunun kanıtı.
Belki son bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Yazarken
duyduğu heyecan, satır aralarında değil, yer yer yazılarının
bütününden dışarı fışkırıyor. Bu heyecan da yazılarını daha
büyük bir keyifle okunur kılıyor.
Orhan Bursalı
Zümrütten Aksedenler
Bu kitapta toplanan makaleler, 1997 Aralık ayıyla 1998 yılı
içerisinde Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinin 5. sahifesin-
deki "Züm rütten Akisler" başlıklı köşemde yayımladıklarımdır.
Bu köşe, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinin 560. sayısından itibaren
edindiği yeni çehrenin, ekin yayın yönetmeni Orhan Bursalı'nın
daveti üzerine oluşturulan bir parçasıdır. Bu kitaba ricam üzerine
yazmak inceliğini gösterdiği önsözünde Orhan, bu köşenin
hangi düşünce ve amaçlarla oluşturulduğunu anlatıyor. O nun
bana verdiği görevi, bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden
eleştirel aklın, bilim in ve gündelik yaşamın her cephesinden
okurlara anlatılması şeklinde algıladım. Bu kitabı oluşturan denem
e/ fıkra arası makalelerin hemen hepsinin temelinde eleştirel
aklın tanıtılması, çerçevesinin çizilmesi ve insan yaşamının tüm
cephelerinde ve tüm safhalarında öneminin vurgulanması yatmaktadır.
Aydınlanma Çağı'nın büyük filozof ressamı Francisco
de Goya y Lucientes'in "Aklın uykusu canavarlar yaratır" sözü,
bu kitabın ana temasını çok güzel vurguladığından kitaba vecize
olarak seçilmiştir. Konuların yalnızca "zümrütten aksettikleri"
şekilde ele alınabilmiş olmasının nedenlerini bu kitabın XI. bölüm
ünde anlattım. Kitabın adı ise Erhan Karaesmen'in "Z üm rütten
Akisler" köşesindeki yazılarıma koyduğu addır.1 Ben de
onun bulduğu ve çok hoşuma giden bu adı kitabıma koydum.
Yazıların bir kısmı okuduğum herhangi bir eserin veya sözün,
yahut seyrettiğim bir film in veya televizyon programının
bana verdiği bir ilhamın, diğerleri gündelik olayların, gezilerin
bende çağrıştırdıklarının, bazıları da belirli tarihlerin akla getirdiklerinin
ürünleridir. Bazısı kalemimden d ök üld üğü gibi ba
16 Züm rütnâme
silmiş, bazıları meslektaşlarımla, dostlarımla tartışılıp elden geçirildikten
sonra Orhan'a teslim edilmiş, bu kitapta bulamayacağınız
bazıları da ya ben tatmin olmadığım, ya da Orhan uygun
bulmadığı için hiç basılmamışlardır. Yazılarda verilen bilgiler
elden geldiğince kaynaklara başvurularak kontrol edilmiş,
geliştirilen argümanlar en az bir kişiye daha okutularak mantıksal
bir zayıflığın gözden kaçmamasına çalışılmıştır. Ayrıca
Orhan her makaleyi tek tek okuyarak kontrol etmiş, belirsizlik
gösteren her nokta için benimle temasa geçerek belirsizliğin ortadan
kaldırılmasını temin etmiştir.
Yazıları yazarken önümdeki büyük ve tarafımdan erişilmesi
imkânsız örnekler, A. Adnan Adıvar2, Ekrem Akurgal3, M. Fuad
Köprülü4 ve Hasan-Âli Yücel'in5 deneme/fıkra mahiyetinde
yazdıkları yazılarıdır. Birincisi eşine ender rastlanan bir filozof/bilim
adamı/devlet adamı sentezi, ondan sonra gelen ikisi
büyük birer bilim ve kültür adamı, dördüncüsü de büyük bir felsefeci/filozof/kültür
ve devlet adamı ve eğitimci olan yazarların
makalelerini hom bilgi edinmek, hem düşünce ilhamı alm a k ,
hem de keyiflenmek için, hatta bazı bedbinlik anlarında tekrar
cesaret bulmak ümidiyle, çok değişik yer ve zamanda, tekrar
tekrar okumuşumdur ve okumaya da devam etmekteyim.
Yazılarımın dili, gündelik konuşma dilimdir. Bu dil aynı
zamanda İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü'nde on sekiz yıl"
dır verdiğim derslerde kullandığım dildir. Ben, hâlâ, İstanbul
lehçesinin Türkçenin en zengin, en esnek, en akıcı, en kullanışlı
lehçesi olduğu ve Türkiye'de Türkçe öğretimine temel alınması
gerektiği görüşünün savunucularındanım. Hem ailemden hem
de okulda ben bu lehçeyi öğrendim. Dil nihayet bir düşünce ve
iletişim aracı olduğundan, onun zenginliğini, elastikiyetini, akıcılığını
ve bilhassa kullanışlılığını zedeleyecek gereksiz özleştirmelere,
sözde sadeleştirmelere, kasıtlı fakirleştirmelere, nedeni
ve kaynağı ne olursa olsun, karşıyım6. Bu tür değişimler, hele
sık aralıklarla ve dil dışı maksatlı programlar çerçevesinde yapılırlarsa,
dilin en önemli fonksiyonlarından biri olan iletişim
imkânsız hale gelir. Meselâ ben Atatürk'ün 1927 yılında basılmış
olan Nııtuk'ımu zorlanmadan, elde bir Osmanlıca sözlük
bulundurmadan okuyamazken, İngilizce, Fransızca ve Alman-
Zümrütnn Aksedenler 17
Zümrüt'ten akisler
a m c oı
Uygarlık nedir?
44 I L.y.. | , ^
jı»*»ı4»t* w ıi t-Iü«i mo*
« M # flj»V r««* j U « İ M
* U . W . ^ ^ < İ -*
• i ' — « * • * . ı •
yfiN K «/*•<
P H / ‘ rf-> - t t t ^
< M m V (ı/9hKl|<^N4uıw< >J jih
« " » * * W « ) • * j h * / “ *> •* J N a rw^<M
f « . W « lifi'* «la l« > - • - « «r ,
> • * ' I *" « ■ *. ı t ı a l ^ g ^
t * » -- h i i A l r i « ı M M İİM W - i ,
A l AutLkU <JfLhW • ->jj t * » ım * r*i)e Ig H
*Tr«lffHIWJ»aW«İM ^ , , 1^ , ,
/•«* <».> HN« ——Jn*tf * .
««imımon alfrttiÇ ^ r** p ( u)ı<m /««a --‘ I*
4»rwı **> l-ı■
f*i)IW' I 1 1’tfi tOtf‘1+0* m ■ıMJİ J(w|at W*>*
ıy«u /i.fi., ha Vj ü»V3<>i «Miiıı^ul !«<■■ dM d ||rm...t -,
■V < * W |K>»lH t» luJltJi a « « . M »
* <ıuı •* mi • Aana •*■*••! -•*■ •<». *«■%»! ı >■ ~ m .
■ Ji 1,4 ü fDI1 A. -%ı&l/OOT ı^JıM , ■ ■ * , İ- T J O I 4.
■Jti i.■• 4 - • I r * r t ‘ ' ■ «■> »■■■ ■ «■» «ta • •■ >. » .
fa. (-_ J Iia A M ■ .. . -- 1 , t ı L
‘ *01 lA O M l UJ ■* *■“ * * ! «A <‘k-4*> i| ia i t *«<tl • M J ti v * -J -
«•A » * • • M \ 1~~jM *tıfr«'r » « O <■ M M .
■«• * « ( * « • » » • *
^ - « « I> iIm .t u n J» Lu
<*!*■*• « V H İ ıd 1 w - M M I ■«*•!<*••» 1^ . - „
•«Ijıı t,*«j< İI0II
I • gaııifr- v •# »’fiKw
— m r * •> ■ 4 * u . r ^ iw kfw a . - «W *
»1 li I M « « M i » y « ( « < A lıt'U ıi ' --- - j - t
■*• *.' » w « « u m I»* 1
•*■^ V «i
* -!•*•
'•'I*
’*â
MMfl#*ni|WU
4 J ImIA— ■
»-1 «■ x^iırt «<i« ı
•* i s a *4*< * ^ a » ■-am* l><«wı «^«r«ı>ıu
• »•■. ■•«ngiıM(l(>A y*
« * n ^ ( U>U |*< M r ı M ■< ıDİK » # ^ f . « . . w « V M »
^ / a 4 i • » t
« I »«<•* 1 ■>» «J ı ^ A . « T ^ i « m > h
l> 1 « » ıl ^ u - ^ n k « <
i *1d ıilo #» »ıı*nıii<ı^»>ıtt» »■» t*
» M fr- W W I . — M »H * » * 1 » t M « « M * » * » ,
nınlw|a»M.«lJlAM «*W^ IM<rt» >»<Vl r<i-*^ıü«
İM. 4IİM dUl
hMİ«m»>M<flİMIİw
# U . I I » W w > ■! M M «— *U H ^ I4 «|l
-1-'- -yV -1f > *>-ı-ı- ■*- ■•|- ^ ^ — -- ^ ^ - » — .İM O'Mfctftfti
k > ♦ >» t> Iiffc ff<n1 t t M İ
üU^ kl gH jl | m İJk M L<^l
I . M M L ».T» /• • •* A â ı j ı ^ « M]
* • » »*— * ^ M * Ö <
«#%** .. >4»< H^'J1m| (Jrmât~*ı «ufm ^ u «
« A M ■»>«» • » - J M M I j g j — i W ı M * < •
/ « A M * *
*«»| (« WfM»»t> • • Jl IM/^J İIİMİMf Ok
m ^ Aftrfo *0 p M «n#<aı •mİ* « w ta
«« *****■»■ b b tu m i\ a A «■< ta /a n
X tm iüâMArui İMİ •<!« rf>< ı n a » < M )
•■ « > > * —h»%U ,**<-*»*- f % f *
— » » » ıy « » r » » » <»*ww
i Jİ1UİM (kJıı«ı^, M IBM4M
VI tf«MW|İMNaU |U İW
M usl^
Ş e k il I. A rsl.m K ^ynurd.^'m T/îT >nyı 5^-1
(HAğustos 1V9») te y.tyıml.ın.ıı\ Uyg-ırl'k
Ih'iiif?" b.ışlıklı y.ızjlll (bk? bu kil.ıp X X X V
Inılutnj u/i'rm J*1y.ıpli|*ı Turbç»- ^ik^lırın tjliTi
A rb l.ııı Dı y brnıın kııl tandırı m kvliu1^,l4.’li•
hı*m»?n bul.ıbıldijp O /iurkçt1k.ırfilıkl.ın
y.ı/m ı>( b.ı/ı deyim, t^mt.ım.ı vb içinde gt^r**
ve K 'lk ı d*.1bur.iti.ı^ı içerikk*kı kar^ılıkUifilliH
»e gereklisinden l.ım cinin ülnı.ıdıj*!
"rski“ ki'lıııu'İL'iı du **ını ıj.ifelıylt* guslerlT>l>.
Tek bir yerde bir kı'lın vyı geu*k:i/ bulmuş, btr
di)*ı*r yerde de b ulduğu k.ır^tlıkl.ıtı l.ım eıviın
o!m.ıdi)*ını j^ırvl rd rn bir sıin ı •»*rx ’•ı'k)enn>
v'uk.ujd;» »>.ır\*« elliğim >jıbı. beınnı A n i,w
Hey'in nıh'tlırın elcrlııe eu kııçuk bir ılır.uım
yokiur A ıu .ık mıun .ık.ıdcm ık bir ekilim
-ojiiulu lervib i'dcgıldigı kelimeler, benm
günlük dilim de k ııllıin n u .ılışk^nlı^ım
ülın.ıy.ın kelimelerdir Aı^l.ın Eky felsefeci
kimlimi ile dılı ^ iırc ie ır ve inceleyen biı
j’ nıî'un iıyebidır Hl ii ive dili, tı/ırıııd e çıık
f ı/l.l lıiıiliu n e d e n ktıll.ıının kütlenin bir leın
-* Mim Denım k.ın.ı.ıhm, lıcııı A r^Lııı Dey'ııı
buı.ıy.ı ı^.ırırl e»lt£ı yom. l^em de benim kul
l.ıııdığTm cr.ki kelimelerin ku ll.ın ih ıı dilıını/de
k.ılnı.ı^nm . Iürkmeyi ^en^mlt’şhrece^idır
1.ı»<fıy»‘Ci zılım yel dili p< rij.ın etmekle k.ılıı\.ı/,
m-Hİleı ve biliseler .ır.iMitd.ıki ilelı^m i d r b.ıl
Lıl.-r (kı Im nur böyle olduğunu ben o ^ e n o
lenm Ve n^lnın u^enndı •mekii K<ıjiuy<ıniınl
18 Zümrütnâme
cada 17. hatta 16. yüzyılda basılmış kitapları rahatlıkla -göz bir
kere yer yer g ünüm üzdekinden farklılıklar gi>steren imlaya
alıştıktan sonra- okuyabiliyorum .
Ancak, yukarıda söylenenler benim kullandığım dilin eleştirilcmeyecek
bir m ükem m ellikte olduğu iddiasını içermez. Şekil
l'd e k i tıpkıbasım, sayın dostum felsefeci ve sahaf Arslan
Kaynardağ Beyefendi'nin "Uygarlık nedir?" başlıklı yazım'
üzerinde yapmış olduğu düzeltmeleri göstermektedir. Bunlar
arasında benim kabul edemeyeceğim tek bir düzeltme dahi
yoktur. Bu sayfa, Arslan Bey'in benim yazılarımın pek çoğu
üzerinde büyük bir dikkat ve özveriyle yaptığı düzeltmelerden
yalnızca biridir. Ben Arslan Bey'in düzeltmelerinden pek çok
şey öğrendim . Fakat belki de öğrendiğim en önemli şey, yaş1
benden bir hayli büyük olan Arslan Bey ile aramızda kelime
hâzinesi kullanım ındaki farklılıklardır. Arslan Bey benim kullandığım
kelimelerin tüm ünü tabiî ki biliyor, ama daha sonra
yaratılmış olan öztürkçe veya öyle olduğu iddia edilen kelimeleri
tercih ediyor. Bu bir eğitim in sonucudur —Arslan Bey'in beni
hayrette bırakan bir kişisel disiplin sonucu çoğunu uzun yıl"
lar boyunca kendi kendine verdiği bir eğitimin! Ben ise evimde
ve okulum da öğrendiğim Türkçeyi hiç zorlam adan, tüm zenginlik
ve elastikiyetiyle kullanm ayı yeğliyorum. Arslan Bey felsefeci
ve edebiyatçıdır. Dil, onun esas meşgalelerindendir. Ben
ise doğabilimciyim. Dil benim için yalnızca bir araçtır.
Ben, üstelik 14 yaşımdan beri bildiğim ve en az 25 yıld>r
profesyonel olarak kullandığım İngilizcenin m uazzam gücünün
önemli bir kısmını, kelime hâzinesini kaynağına hiç mi hiç aldırmadan,
hatta yerli dillerinden bile kelime devşirerek, genişletmesinden
aldığını gördüm. Amerikalı şair ve filozof Ralph Wal"
do Emerson ne diyor? "İngiliz dili gökyüzünün kapladığı her cihetten
gelen nehirlerin boşaldığı bir um m andır"8 Ben işte u m
mana akan nehirlerin hiçbiri üzerine baraj çekmemek taraftarıyım.
Mesela küçük yaşımdan beri bildiğim Almanca aynı liberal
tutum u sergileyememiştir. Hele Fransızca, kelime hâzinesi açısından
İngilizceyle kıyaslanırsa iyice fakirdir.
Ancak söylediklerimden üstü kapalı bir şekilde Osmanhcayı
savunduğum izlenimi asla edinilmemelidir. Osmanhca bir
Zümrütten Aksedenler 19
um m an değil, bir bataklıktır. Yapısı yeknesak olm adığı gibi, bazen
bir kesiminin diğerleriyle ilişkisi zamanda ve/veya m ekânda
tamamen kesilir. Ne Sinan'ın Sâi Çelebi'nin kaleminden bize
ulaşan Osmanlıcası Nedim 'inkine, ne N edim 'inki Kâtip Çele-
bi'ninkine, ne Çelebi'ninki Şemsettin Sâmi'ninkiııe, ne de onunki
Fikret'inkine benzer. Bunların hepsi ayrı kelime hâzineleri,
hatta ayrı yapıları olan dillerdir. Bunun nedeni, tabiî ki O sm anlI'nın
kendi içinde bir arı kovanı gibi işleyen muhtar bir aydınlar
kütlesinin, onu besleyen geleneksel okullarının ve bunların
kullandıkları bir basın/yayın ürün kaynağının olmamasıdır. Osmanlıca
kendine akan nehirlerin rejimlerini ve çığırlarını düzensiz
aralıklarla değiştiren depremlerle ve yer kaymalarıyla ikide
bir sarsılan duraysız bir toprak parçası üzerindeki bir, hatta bir-
biriyle ancak arada bir temas eden birkaç su kütlesi gibidir. Ne
kendi yapısı, ne de su rejimi düzenli olabildiğinden burada
meydana gelen su birikintisi de işte ancak bataklık olur. Atatürk'ün
dil devrimi, bataklığı, düzenli bir okyanus teknesi haline
getirmeyi amaçlıyordu, onu besleyen nehirleri kurutm ayı değil.
Bir tek Hasan-Âli Yücel dışında, Atatürk'ten sonra gelen dil
devrimi tutkunlan, bataklığı unutup nehirlere saldırdılar, H a
san-Âli Yiicel'in bazen sabrının taşıp feveran ettiği gibi Türkçe
değil, mesela "Ataçça" konuşmaya ve yazmaya başladılar. Bunun
pek feci etkileri, Türkiye'de örneğin jeolojide merhum Enver
Altınlı'nın yazılarında görülür. A ltm lı'nm Türk jeoloji çevrelerinde
bazen "Enverce" diye betimlenen yayınları ve ders notları
nesiller boyu Türk jeologların önemli bir kesiminin ne birbirlerini
ne de uluslararası fikir akımlarını anlayamamaları sonucunu
doğurmuştur. Ben bu tür yolları izlemedim. İstanbul'da
öğrendiğim Türkçemden fedakârlık etmeden yazdım.
Okurlarım dan gelen genel tepki de olum lu oldu. Pek çoğu,
yazılarımın akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme alınm ış o lduğunu
söylediler. Gelen birkaç olum suz eleştiri, benim dil devrim ini
tam izlem ediğim gibi ideolojik bir çizgide yoğunlaşmıştır. Bu
eleştiriyi yapanlara verebileceğim tek cevap G. L. Levvis'in
1936'dan sonra A tatürk'ün de kelime hâzinesinde bir ara ciddiyetle
uyguladığı tasfiyecilikten vazgeçerek, eskiden kullandığı
pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeyi, Öztürkçe karşılıkla
2 0
Z ü m rü rn âm e
rı bulunm uş veya icat edilm iş o lduğu halde, tekrar konuşma ve
yazılarına aldığını belgeleyen çalışmasına bakmalarıdır.9 Ben
de dil devrimini Atatürk ve Hasan-Âli Yücel kadar izlemek
yanlışıyım. Ne daha az, ne de daha fazla.10
Yazılara bir-iki yer hariç dipnot koym adım . Pek çoğu dipnotlarla
zenginleştirilebilirdi. Ancak yazıların yazılış amaçları
--Orhan'ın önsözünde belirttiği gibi- okuru bir sürü kaynağa
götürmek veya bir yazı içinde çeşitli düşünceleri vuvalandırmak
değildi. Bu kitaptaki makaleler, bilimsel dergilerdeki makaleler
gibi "mini-kitaplar" değildirler. Burada her makale tek bir
fikri veya tek bir tanıtımı konu edinmiştir. Amaç, bir cumartesi
sabahı okuru, belki kahvesini yudum larken, bir fikir, bir olay
veya bir kişi etrafında düşünm eye teşviktir. Makale yalnızca bir
araç olduğundan hızla okunarak aradan çekilmeli, dürünce ile
düşünürü karşı karşıya bırakmalıdır. Orasından burasından
dipnotlar sarkan bir makale aradan kolay sıyrılamaz, ya düşüncenin
ya da düşünenin bir tarafına takılır. Bu, belki fikirler ve
verilerle yüklü bilimsel bir kitapta veya makalede arzulanır bir
hal olabilirse de deneme/fıkra türünde m inik makaleler okurun
defterinde veya kartlarında değil, beyninde işlenmelidir.
Dipnotların ender verilmesine tek istisna, her makaleye eklediğim
ilk yazılış ve yayımlanış tarihleri ve yerleridir. Her makalenin
altındaki ilk (veya, genellikle o lduğu gibi, tek) dipnott.ı
önce yazılış tarihi; bir kesir işareti (/) ile bundan ayrılan yayımlanış
tarihi; nerede yayım landığı (CBT=Cunıhuriyet Bilim Teknik);
sayı ve sayfa numarası bulunur. CBT kısaltmasının her defasında
verilmiş olması, kitabın kimi nüshalarının parçalanarak
bazı makalelerin tek başlarına dosyalanma olasılığı k a rşısın d a
kaynak kaydının kaybolmaması için düşünülm üş bir tedbirdir.
İlk yazılış tarihleri diye verdiğim tarihler aslında bilgisayarımın
kaydettiği son düzeltme tarihleridir. Nadir istisnalar dışında
bu tarih, makalenin ilk yazılış tarihinden ancak bir veya iki
gün uzaktır. İlk yazılış tarihlerinin verilmesindeki ısrarın sebebi,
yazıların ilham kaynakları ile ilgilenebilecek okura bir dayanak
noktası sunmaktır.
Bu kitapta derlenen yazıların bazıları kim i yayın organlarında
iktibas edildi. Ben bunların hepsine ulaşam ad.ğım dan
Zümrütten Aksedenler 21
beni çok m utlu etmiş olan bu iktibasların burada bir listesini
veremiyorum. Ayrıca yazılarım daki fikirler çeşitli yayın organlarında
m uhtelif yazarlar tarafından eleştirildi, geliştirildi. Bu
tabiî ki bir yazar için çok hoşa giden bir durum dur, insanın
boşluğa seslenmemiş o lduğunu gösterir. Bir ara bu yazıları da
yazarlarından izin alarak, bazılarına vermiş o lduğum yayım
lanmış cevaplarla birlikte bu kitaba katmayı düşündüm . Bu d ü
şüncemden vazgeçmiş olm am ın iki temel nedeni var: Birincisi,
yazıların uzunluk ve takdim şekilleri açısından büyük farklılıklar
göstermeleri. Kimileri birkaç paragraflık; kimileri birkaç
sayfalık, resimlerle ve dipnotlarla zenginleştirilmiş; kimileri ise
yalnızca şahsıma yazılmış mektuplar şeklinde. İkincisi, bazı
eleştirilerin polemik şeklinde, bazılarının daha mesafeli, bazı
katkıların benim söylediklerimi geliştiren yazılar olmaları, bu
nedenle kitabın yeknesak havasını ve dolayısıyla okurun okuyuş
tem posunu ve düşünce akışını belki de yalpalatabilecek
farklılıklar sunmaları. Bu yazıların haberdar olabildiklerim in
kaynaklarını detaylı bir şekilde ilgili m akalenin bir dipnotunda
göstererek bunları mutlaka okum ak isteyen okura kılavuz olmakla
yetinmeyi tercih ettim sonunda.
Bu kitapta derlenen fikirlerin herhangi bir kıymeti varsa, bu
benim son derece verimli bir ortam içinde çalışma fırsatını bulabilen
ender şanslı insanlardan biri olm am dan kaynaklanmaktadır.
1981'den beri araştırıcılık ve öğretmenlik yaptığım İTÜ M a
den Fakültesi Jeoloji Bölüm ü içindeki çalışma arkadaşlarımla
burada yazdıklarım hakkında çok sık konuşmuş, tartışmışımdır.
Her biri başarılı birer bilim adam ı olan dostlarımla pek ender
olarak tamamen aynı fikirde olmuşuzdur. Bu farklılıkların yarattığı
tartışma ortamı, kıyasıya yapılan fikir mücadeleleri, bu m ü
cadelelerden türeyen bilgi derleme ihtiyacı, benim en önemli teşvik
kaynaklarım arasındadır. Bu çerçevede bilhassa m erhum hocam,
büyük bilim adamı ve bilgin İhsan Ketin'i, ülkemizdeki
tüm yerbilimcilerin şu andaki duayeni hocam ve aziz dostum
Sırrı Erinç'i, Türkiye'nin günüm üzde en önde gelen yerbilimcileri
olan sevgili çalışma arkadaşlarım Naci Görür, Aral Okay ve
Yücel Yılm az'ı anmak isterim. Aynı gruptan N üzhet Dalfes'in,
insan bilgisinin bütünlüğünü ve yerbilimlerinin ancak bu bütün
2 2 Z ü m rütnâm e
lük içinde birşey ifade edebileceğini unutm am a 1973 yılından
beri izin vermemesi nedeniyle, ayrı bir yeri vardır. Aykut Barka
ve Mehmet Sakınç'la yapılan pek çok sohbet ve tartışmaların da
bu kitapta yansımaları bulunur. Benzer şekilde, yerbilimleri
dünyasının dışından hocalarım m erhum Kâzım Çeçen, M. Cengiz
Dökmeci, Y. Doğan Kuban, M. N im et Ö zdaş ve Erdoğan S.
Şuhubi bana hem pek çok bilgi vermiş, hem de pok çok fikri ilham
etmişlerdir. Türkiye'ye geldiğim den beri Gürol Irzık felsefe
konusundaki en önemli danışm anım ve tartışma ortağım olmuşsa
da, benim felsefî fikirlerimde kendisinin -otuz yıla varan
dostluğum uza rağmen- en ufak bir günahının olm adığını burada
bilhassa vurgulamak isterim. A nabilim dalım ızın araştırm a
görevlilerinden Cenk Yaltırak bitip tükenmeyen enerjisiyle Türkiye'de
Atatürk'ün düşünceleri hakkındaki fikirleri ve yayınları
izleyebilmemde bana son yıllarda çok yardımcı olmuştur
N am ık Kemal Pak pek çok konuda tartışma ortaklığı yapmakla
kalmamış, benim bilhassa Hasan-Âli Yücel konusuna
bulaşm am da en önemli rolü oynamıştır. B üyük dâhinin hamarat,
cömert ve bilgili kızı Canan Yücel Eronat da babasının yaşamı
ve çalışmaları konusundaki eğitim im i üstlenerek elindeki
m uazzam ve m untazam arşivi bana bıkıp usanm adan tanıtmış»
bu hâzineden rahatça faydalanabilm em i temin etmiştir.
Burada Kemal Gürüz'e bu kitapla ilgili olarak çeşitli yönlerden
ve büyük oranda minnet borcumun olduğunu vurgulayarak
belirtmeliyim. TÜBİTAK başkanı olduğu andan itibaren Kemal
benim ve arkadaşlarımın çalışmalarına içten bir ilgi göstermiş, biz*
leri her yönden desteklemiştir. Beni, Türkiye'de başka türlü tanıma
şansımın pek olamayacağı geniş bir çevreye takdim etmiş, eğitim
ile ilgili bazı projelere almış, buralarda bilimin, sesini kısmen
de olsa benim ağzımdan duyurmasını m üm kün kılmıştır. YÖK
başkanı olduktan sonra bu ilgisi azalmamış, yardım elini her sıkıntımızda
daha ben ve arkadaşlarım istemeden uzatmıştır Ayrıca
özellikle bilim politikası ve eğitim konularında Kemal her zam an
keyifli ve yararlı bir tartışma ortağı olmuştur. Bu kitaptaki pek çok
makalede onunla yapılan tartışmaların, sohbetlerin izleri vardır
Ailem in katkısını da burada şükranla anm alıyım . Annem le
babam yalnızca büyük m addî ve m anevî katkılarla benim her
Z ü m r ü t te n A ksedenler 2 3
tiirlü entelektüel çab am ı desteklem ekle k a lm a m ışlar, bilhassa
C u m h u riy e t ta rih in in şahit o lm a k b a h tiy a rlığ ın a eriştikleri geniş
kesidini b e n im le paylaşm ışlar, bana pek çok k a p ın ın a ç ılm a
sını sağlam ışlardır. Fedakâr h ayat a rk adaşım O y a 'n ın e ngin
sabrı, b itip tükenm e k bilm eyen iyi niyeti, sadece g ü ç lü bir zekân
ın besleyebileceği b ü y ü k ve şefkatli sevgisi ve b ilim d ış ın d a
bana hem en h içbir s o ru m lu lu k b ıra k m a y a n h a m a ra tlığ ı o lm a
saydı, ben b u ra d a tartıştığım ko n u lara kafa y o ra m a z, o nları d ü
şünecek rahat ve s ü k û n u b u la m a z d ım . O y a ayrıca z a m a n zam
an y azılarım ı o k u y u p eleştirecek vakti bile b u lab ilm iştir.
K itabın hatırasına ithaf e d ild iğ i K âzım Taşkent'in b e n im yetişm
em de dolaylı ve dolaysız hayatî katkıları olm uştu r. A n n e a n
nem in teyzesinin ço cuğu olan K âzım A ğabey (ailede kendisine
anneannem hariç herkes böyle h itap ederdi; anneannem ve b a
zen dedem yalnızca A ğabey derdi), R u m e li'd e n her şeyini arkada
bırakarak gelen ailenin o tu zlu yıllarda servet ve to p lu m d a bir
yer kazanm asının en ö n e m li â m ili olm uştur. Ben b u servetten
faydalanarak o k u y u p yetiştim . Ayrıca K â z ım A ğ abey b ize belirli
aralıklarla Yapı ve K re d i'n in , Doğan Kardeş'in, Hayat'ın vs. y a y ın
larını yollardı. B ü y ü k karton k u tu la r içinde gelen b u kita p lar ben
im ilk o k u m a tem elim i o luşturm uşlar, bana ilk coğrafya, tarih
ve doğa b ilim i zevkini tattırm ışlardır. A n n e a n n e m i ve d e d e m i
görm eye g e ld iğ in d e ben çok k ü ç ü k o ld u ğ u m d a n çok nadire n
sohbeti d in le y e b ilm işim d ir. A m a d in le y e b ild iğ im her seferinde
K âzım A ğ abey'in söyledikleri bana m ü th iş keyif verm iştir. O n u
en son an n em le b a b a m ın evinde g ö rd ü m . K ız kardeşi Rabia
(A tagan) A b la ile birlikte annem e ailenin b a zı fo toğraflarını ve
galiba en son kitabını verm eye gelm işti. O ziyarette K a fk asy a'd a
ki Birinci D ü n y a Savaşı h atıralarından sonra A ta tü rk 'le bir anısını
anlattı: "E skişehir Şeker F abrikası'nın inşaatı esnasında A tatürk
g e ld i" dedi. Şantiyeyi gezerken h e n ü z tem ellerinden y ü k
selm em iş olan fab rik anın ne zam a n biteceğini so rm u ş K â z ım
Ağabey'e. "İlk m a h s u lü işleriz Paşam , d e d im . A ta tü rk y a n ın d a
kilere dönerek, 'Bu çocuk delidir' d e d iy d i. A m a ben ne d e d iğ im i
b iliy o rd um . Fakat G ü le rc iğ im " diye annem e dönerek d e v a m etti
"bir taraftan da tabancam ı h azırla m ıştım ." K â z ım A ğ abey g ittik
ten sonra a n n e m in söy le d iği sözleri hiç u n u ta m ıy o ru m : "B ana
24 Züm rütnâm e
bak, bu var ya, hakikaten dediğini yapardı ha! O fabrika ilk mahsulü
işleyemeseydi, Kâzım gitmişti!"
Orhan Bursalı'ya olan şükran borcum ise çok özeldir. Kendisi
bu yazıların yazılmasına sebep olan köşenin yaratılmasını istediği
gibi, yazılarımın vücut bulması esnasında da benim için en güvenilir
eleştirmen, en faydalı danışman da olmuştur. Orhan'ın bilimin
halka sunulması konusundaki çabalan burada anlatılamayacak
kadar bol, ülkemizde bugüne değin yapılamadığı kadar yüksek
düzeyli ve bütün dünyada ender rastlanılacak kadar fedakarcadır.
Beni popüler bilime eğilmeye zorlayan Orhan olmuştur.
Sosyal bilim, hele politika bilimi kökenli olması, geniş gazetecilik
tecrübesi ve doğa bilimlerine olan hayranlığı ve hakimiyeti, Orhan'ın
çeşitli konulara alışılmışın dışında geniş bir perspektiften
bakmasını sağlamış, beni sosyal tecrübesizliğim ve politik safdilliğim
nedeniyle bazı çukurlara düşmekten kurtarmıştır. Sosyal bilimle
politikanın o sisli ve sarp engebeli sınır bölgesinde Orhan ın
emin kılavuzluğu olmasaydı bir gazete eki köşesinin rahatlığ*
içinde bilim dışına sapıvermek işten bile değildi. Hele bir doğnbilimci
için nice tuzaklarla dolu bu bölgeye her yaklaştığımda Orhan
bana büyük bilgin Fuad Köprülü'nün o sınırın ötesine geçtiğinde
başına gelenleri hatırlatır, kendisine İsrail cum hurbaşkanlığı
teklif edildiğinde "Yapamam, çünkü objektif düşünmeye çok
alıştım" cevabını veren Einstein'ın izinden ayrılmamamı tavsiye
ederdi. Bu kitap, bir yerde benim kadar onun da çabalarının ve
katkısının sonucudur (ama bu onu benim fikirlerimden sorumlu
kılmaz). Orhan ayrıca bu kitaba bir önsöz yazmak nezaketini göstermekle
beni bir defa daha kendisine borçlu bırakmıştır.
Nihayet bu kitabı Yapı Kredi Yayınları arasına büyük bir
hızla kabul eden Enis Batur'a da en içten hislerle teşekkür etmek
isterim. O nun bilgi düzeyinde bir entelektüelin ve onun
tecrübesine sahip bir yayımcının kitabımı yayıma değer bulması
benim için çok ciddî bir taltif olmuştur.
A. M. C. Şengör
A n a d o lu h isarı, 8 Nisan 1999
I
Bilim Yalnız Bilmediğini D eğil,
Bilemeyeceğini de Bilmektir. 1
Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan eğer.
Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol.
NeH
Bilim, bilmeyi gerektirmez mi? Türkçede bilim bilmek sözcüğünden
türer ve I. Z. Eyuboğlu'nun etimoloji sözlüğüne göre
'bilinen, bellekte iz bırakan" anlamına gelir. Batı dillerinin pek
çoğunda kullanılan scierıce terimi bir Hint-Avrupa dil kökü olan
ve "ayırabilmek, fark etmek" anlamlarına gelen skei-'den türemiştir.
Latince scientia Yunanca episteme’nin karşılığıdır ki, bu
kelime "anlayış, bilgi, bilim " anlamlarına gelir ve "bir şeyin
önünde durm ak, bir şeyle yüz yüze gelmek" anlam ında bir
kökten türemiştir. Arapça 'ilm kelimesi bilmeyi belirttiği gibi,
Çince "bilim " anlamına gelen xueshıı (şueşu okunur!) aynı zamanda
"bilgi, öğrenim " anlam ındadır ve "öğrenmek, incelemek"
anlamındaki xue'den üretilmiştir. Bu kısa listede görülen,
tüm büyük kültür dillerinde "bilim " yerine kullanılan kelimenin
olum lu bir anlamı olduğu ve bilmeyi simgelediğidir.
Ancak bilim tarihine bir göz attığımızda, bunun belki daha
doğru olarak bir yanılgılar tarihi olarak betimlenebileceğini görürüz.
Bugün, ne eski Yunan'ın görkemli doğa kuramları, ne
Ortaçağ'ın mütevazı keşifleri, ne de bize çok daha yakın olan
2 6
Z ü m rü cn â m e
R önesans, A k ıl Ç a ğ ı, hatta 19. y ü zy ılın bilim sel teorileri, ilk ortaya
çık tıkları şekilde ders kitaplarım ızda yer almaktadır. Pek
çok b ilim d a lın d a , örn e ğin benim ihtisas d a lım olan jeolojide,
b u g ü n o k u tu la n temel teorilerin pek ço ğ u n u n yaşı kırkı geçmem
ektedir. Kısacası, b ilim sürekli bir yanılgılar silsilesi içinden
geçerek g ü n ü m ü z e gelmiştir. A ncak, g ü n ü m ü z d e kendimiz,
çevrem iz, d ü n y a m ız , hatta evrenim iz h akkında bildiklerimiz
a ta la rım ızın b ild ik le rin d e n o kadar çoktur ki, g ü n ü m ü zd e tüm
insan bilgisi en çok her bir y ıld a bir ikiye katlanm aktadır! Bu
h ız, daha geçen y ü zy ılın ortasında her y ü z yılda birdi. Şim di şu
soru karşım ıza çıkm aktadır: T ü m geçm işi bir yanılgılar tarihinden
ibaret o lan bir faaliyet nasıl oluyor da bu kadar o lum lu işler
y apabiliy o r, bu kadar çok bilgi üretebiliyor? Bu soruya cev
a p verebilm ek için b ilg in in nasıl e d in ild iğ in i tartışm am ız gerekir.
Bu d a bizlere, insan u y g a rlığın ın , bizleri diğer canlılardan
çok farklı y apan insan olm a öze lliğ in in de ö z ü n ü gösterecektir.
Tekil nesneleri d o ğ ru d a n d u y u la rım ızla bilebiliriz. Bu d u
y u la rın sık sık y anılm ası, tekil nesnelerin "bilinebilm esinde" tek
ilin d ışın a çıkan genel kavram ların k u lla n ılm a zoru nlu luğu
(ö rn e ğ in cam bir bardağı "b ile b ilm e k " d u y u la rım ızla algıladığ
ım ız ın da ötesinde cam ve bardak kavram larının bilinm esini
gerektirir) g üçlü k le r çıkarır, am a bu g üçlükler kolay aşılabilir.
A ncak genel kavram ları onları o luşturan tekil nesnelerden hareketle
bilem eyiz, zira b u n ların hepsini gözlem eye ö m rü m ü z
ve im k â n la r ım ız yetm ez (bilim sel bir problem olarak tüm evren
in e v rim in i d ü ş ü n ü n !). Ö rn e ğ in yerçekim i kanunlarını, dağ
o lu ş u m u n u n nedenlerini, canlıların evrim süreçlerini ancak
kendi uydurduğum uz kuram larla açıklayabiliriz. Bu kuramlar,
u y d u r u ld u k ta n sonra eldeki gözlem lerle sınanırlar. Sınavı geçem
eyen k u ra m la r derhal terk edilir, sınavı şim d ilik geçenler bilim
c in in bir âleti olarak k u lla n ım d a kalırlar; ta ki ters bir g özlem
, o n u da geçersiz kılana kadar. O zam an bilim ci, yanlışlanan
k u ra m ın açık ladığı tü m gözlem leri ve açıklayam adığı gözlem i
d e açıklayacak yeni bir k u ram uydurm aya çalışır. Bu şekilde
yeni u y d u r u la n k u ram lar giderek kendilerinden öncekilerden
d a h a ze n g in g özle m dem etlerini açıklayan zengin zekâ ürü n le
ri ve aynı z a m a n d a evren yorum ları olarak insan bilgisini zen
B ilim Y alnız B ilm e d iğ in i D e ğ il, Bilem eyeceğini de B ilm e k tir 2 7
ginleştirmeye devam ederler. Ancak bilim ci, bilim in başdöndürticü
başarılarına rağm en incelediği nesneler karşısında kendi
aczini bildiğinden, hiçbir zam an son gerçeğe ulaştığını iddia
edemez; hatta buna tesadüfen ulaşm ış olsa bile b u n u fark edemeyeceğini
bilir. Bilim i, insan bilgisine katkı yaptığını iddia
eden ve içinde kesinlik iddiaları bulunan tüm inanç sistemlerinden
ayıran ve onların hepsinden daha başarılı kılan işte bu
haddini bilirlik ve aynı zam anda inatçı sorgulam acılık/eleştiricilik
özelliğidir. İnsan, ilk günlerinden beri halk arasında "deneme-yanılma
yöntem i" de denilen bu yöntem le bilgisini genişletmiş,
kesin ve tartışılm az bilgiye ulaştığını iddia eden hiçbir
otoriteyi ciddiye alm ayan, ancak her g ö rd ü ğ ü n ü ve d u y d u
ğunu sürekli sorgulayıp eleştiren toplum lar tarihte uygar ve
müreffeh olabilmişlerdir.
II
Çakıltaşları ve Konglomera12
16 A ralık 1995 tarihi tü m Türk ve d ün y a jeologlarının büy
ük bir acıyla hatırlayacakları bir tarihtir. 16 Aralık 1995 Cumartesi
g ü n ü sabaha karşı saat ikiye doğru yirm inci yüzyıl en
ö n d e gelen jeologlarından birini, Türkiye b ü y ü k bir evlâdını,
insanlık da b a ş d ö n d ü rü c ü başarıyla engin tevazuu bir bedende
birleştirebilen n adir centilm enlerinden birini, ITÜ jeoloji profesörü
İhsan K etin'i kaybetti. İhsan Hoca ö lü m süz olalı iki koca
yıl geçti. İki küsur asırlık İTÜ, bu iki yılda iki devini daha yitirdi:
K etin'in kendilerine b ü y ü k bir sevgi ve saygıyla bağlı olduğ
u meslektaşları, dostları, b ü y ü k bilim adam ları K âzım Çeçen
ve R atip Berker de her İT Ü 'lü nün son durağı olan Taşkışla dan
dost ve öğrencilerinin elleri üzerinde ebedî istirahatgahlarına
uğurlandılar.
R atip H o ca'n ın cenazesine yurt dışında görevli o ld u ğ u m
d an katıla m a d ım , am a yolda göreve giderken hep o n u ve yoldaşlarını
d ü ş ü n d ü m : Bir R atip Berker, bir Bekir D izio ğ lu , bir
M ustafa İnan, bir E m in O nat, bir İhsan Ketin, bir K âzım Çeçen;
dah a gerilere gidelim : bir Kari von Terzaghi, bir P hilipp
Forchheimer, bir H üseyin Tevfik Paşa; daha da geriye gidelim
bir H oca İshak E fe n d i ve daha niceleri. Her biri, z a m a n ın d a
T ürk iy e'n in en bilgili, en zeki insanları arasında. Hele hele Ratipler,
Bekirler, M ustafalar, Eminler, İhsanlar, K âzım lar, kendilerine
d ü n y a d a saygı d u y u la n adlar. B ugün IT Ü 'de hatta daha
iyileri bile var: O n la rın öğrencileri, ITÜ'ye mirasları, Y Ö K başkanı
Prof. K em al G ü r ü z 'ü n saygıyla "IT Ü 'n ü n vırtüozları" de-
Çakıltaşları ve Konglomera 29
cc
LU
UJ
ı/y
LU
—t
0Q
Kaya parçaları J ’
Mineral parçaları
Doğal
çimento
/
KONGLOMERA (=ÇAKILTAŞI)
Ş e k il 2.A. Bir kttnglomera ııın olucum u. Kayaç kırıntıları ve minemi parçaları ("çakıllar") kum,
kil voy.ı kireçtaşındnn uluşnn doğal bir çim ento ile tutturuluraa ortaya çık a n yeni kayaca k o n
glom era (Latince coıı, rım ı'dan birlikte ve ghıııııs=top haline g elin i; iplik, sözcüklerinden, "bir
likte bir top lıaline gelm ek" anlam ında) adı verilir. Türkçe'de buna çakıltaşı da denm ektedir
<rakıltaşları, dolayısıyla, çakılların doğnl bir çim entoyla tulturulınalarından oluşan taştır.
30 Zümrücııâm c
d iğ i, tüm T ürk üniversitelerinin g ıp ta o d a k la rı o canlı abideler!
G elgelelim İTÜ, T ürkiye'nin o her gencin yüreğinde çarpan,
başbakanlar, cum h u rb aşk anları d o ğ u ra n , bence ü n iv e rsite
olarak en iyi k u ru m laşa b ilm iş 225 y ıllık d e v müessesesi, vasat
bir Batı üniversitesi bile değil. İçindeki v ir tü o z la n n ın muadille-
Şekil 2. B. N orveç'ten (akılları çuk çeşitli kayaç türlerinden
oluşan ("p olijcııik") bir konglomera örneği (ölçek 1 /2).
Burada dikkati çakılların çektiği, onları b ir arada tutan çim entonun
ise belirgin hiçbir özelliğinin bulunm adığı görü lm ektedir.
Ancak o "silik" görünüm lü çim ento olm asa, "gösterişli"
çakılları birarada tutup konglomerayı yapm ak m üm kün
olma/.. İnsan toplum larında dn durum boyledir. Birkaç p arlak
kişilik tüm dikkatleri üzerlerine toplar. D üşünülm ez ki, o
kişilikleri bir arada tut.ın toplum çim entosu olm asa on lar o
parlak konum larını oluşturam azlar Başarılı toplum lara
dışarıdan bakanlar, dikkat etm ezlerse sanırlar ki o toplum lar
başarılarım yalnızca göze çarpan birkaç parlak kişility-
borçludurlar. H albuki hiçbir toplum da birey tek baf ın« bır»ı-y
yapam az A m a o parlak birey de olm azsa, toplum g- »tcrıyvU
bir kum taşı kütlesi gibi sıradanlaşır. D olayısıyla hem çim ento
hem de çakıllar tam b ir konglom era için gereklidir.
Çakılcaşları ve Konglomera 31
rinin ancak dünyanın en öndeki üniversitelerinde bulunabilmesine
karşılık, kendisi vasat bir üniversite bile olamamış. Bu
nasıl mümkündür?
Makedonya'ya otomobille giderken, yolda gözümün önünde
Ratip Berker'in o asil ve kıymetli başı, hep bu muammayı
düşündüm. Düşünürken, birden yolda gözüme bir konglomera
takıldı. İri çakıl tanelerinin doğal bir çimento ile tutturulmasıyla
oluşan bir kayaç. Ah! dedim birden: İTÜ'de konglomerayı
yapacak çakıl taneleri var da, aradaki çimentoyu oluşturacak
kum, siit, çakıl, su yok! Ender bulunan, zor olan var da, kolay
olan, sıradan olan yok! Ratip'i Mustafa'ya, Mustafa'yı Kâzım'a,
Kâzım'ı İhsan'a bağlayacak öğrenci yok, kütüphane yok, teknisyen
yok, insanları bilim düşünmekten alıkoyan fakirliği bertaraf
edecek ciddî bir maaş yok. Türkiye ha babam nadide çakıl
toplayıp bunları boş bir kovaya atıyor, sonra neden konglomera
oluşmuyor diye hayıflanıyor. Çakıllar tek başlarına bir araya
gelerek konglomera yapamazlar. Çok çok, çarpışarak birbirlerini
kırar, ufalar, kum ve kil ederler, ortada çakıl kalmaz. Konglomera
yapacaksak, çakılları destekleyecek ara çimentoyu oluşturmamız
şarttır.
Zaman zaman tüm devleti çöküntüden kurtaranlar arasında
yerini almış olan 225 yıllık ITÜ'ye, bu en eski üniversitesine,
Türk devleti bu sürede vasat bir üniversite olabilmesi için gereken
basit şartlan bile temin edememişse, Avrupalılar acaba bizi
aralarına neden istemezler diye daha uzun uzun sormamıza
gerek yoktur sanırım.
Şekil 3. Kanımca Atatürk'ün Türkiye'ye vermek istediği
yönü en iyi anlayan ve anladıklarını en içtenlikle tatbik
eden kişi, gelmiş geçmiş en başarılı ve en büyük Millî
Eğitim Bakanımız olduğunda hemen herkesin fikir birliği
ettiği Hasan-Âli Yücel'di. Bu resimde A tatürk'ü en iyi
anlayanla en iyi anlatanı yanyana görüyoruz. 1945 yılında
devrin M aarif Vekili Hasan-Âli Yücel Londra Halkevi'nde
o zam an Londra Büyükelçimiz olan Ruşen Eşref
Ünaydın'la (Yücel, H.-Â., 1958, Ingiltere Mektupları, İş
Bankası K ültür Cep Kitapları, 8, Ankara, 105. sayfadan
önceki fotoğraf levhasından alınmıştır.). Daha sonra, Yücel
bakanlıktan, Ünaydın da elçilikten ayrıldıktan sonra, ikisi
bir araya gelerek Atatürk'ün felsefî görüşlerini
anlam am ızda önemli rolleri olan Nutuk'tan önceki
kitaplannı yayımlayacaklardır.
III
Aklın Vekili13
Bundan 2500 yıl önce Anadolu'nun batı kıyılan bugünkünden
daha da girintili-çıkıntılıydı. Bugün artık olmayan girintilerden
birini güneyden çeviren bir burnun ucundaki ufak ama
hür şehirde yaşayan iki insan aklın ve duyuların -tüm eksiklik
ve yanıltıcıhklarına rağmen- kendimiz ve içinde yaşadığımız
evren hakkında bize en güvenilir bilgileri sağladığını keşfettiler.
Bu keşifleri önce doğa bilimlerini, hemen arkasından da doğa
bilimlerine dayanan insan uygarlığını doğurdu. Uygarlık giderek
büyüdü ve uygarlaşamamış olan kültürleri bir bir yuttu.
Ne Mısır'ın eskiliği, ne Hint'in zenginliği, ne de Çin'in inzivası
uygarlığı durdurabildi. Uygarlığa direnirim sananlar tarihin
sayfalarından bir bir döküldüler.
Osman'ın o muhteşem mirası uygarlıkla hep iç içeydi, ama
onu yüzyıllar boyunca yok saydı. Ona muhtaç olduğunu fark
ettiğinde artık iş işten geçmişti; tek dişli zannettiği canavarın
marifetli bir pehlivan olduğunu gördüğünde sırtı çoktan yerdeydi.
Osman'ın mirasçılarından sarı saçlı bir adam pehlivanın
oyunlarını o talihsiz güreş olurken gözlemişti: Osman'ın dev
mirası yerde bitkin yatarken o ufak tefek adam doğruldu, iri
pehlivanı yeni bir güreşe davet etti ve galip geldi. Pehlivanla el
sıkıştılar, sarı saçlı adam pehlivana oyunlarını nereden öğrendiğini
sordu. Pehlivan döndü, Osman'ın ülkesindeki yeşiJ bir sahil
ovasını işaret etti: "Bak!" dedi, sarı saçlı adama, "benim bildiklerimi
öğretenler bir zamanlar orada yaşıyorlardı. Ben onla-
34 Zümrütnâme
rın kitaplarını okudum. Senin ataların oraları hep fethettiydi.
Siz onları okumadınız mı?"
Sarı saçlı adam o kitapları Osman'ın mirasçılarının da okumaları
gerektiğini anladı. Ancak ömrü yeşil ovaya varmaya
yetmedi. Arkasından gelenlerden iri kaşlı güzel gözlü bir genç,
sarı saçlı liderin arayışını sürdürdü. Eskiden deniz olan yeşil
ovada yaşamış bilgelerin kitaplarını arattırdı, bulabildiklerini
Osman'ın mirasçılarının diline çevirttirdi. Onlara o kitapları
okuyabilecekleri okullar, üniversiteler, öğrendiklerini uygulayabilecekleri
enstitüler, konservatuarlar yaptırdı, bunları anlatıp
tartışabilecekleri kongreler düzenledi, öğrendiklerini ve bulduklarını
başkalarına yazabilecekleri dergiler, ansiklopediler
bastırdı. Böylece Osman'ın mirasçıları, sarı saçlı adamın hayal
ettiği gibi pehlivanlar olmaya başladılar.
Ancak yüzü batıdaki yeşil ovaya dönük heyecanla çalışan
iri kaşlı ve güzel gözlü adam, doğudan gelen tehlikeyi göremedi.
Sırtındaki hançerin sızısını hissettiği zaman iş işten çoktan
geçmişti. Cansız vücudu yüzükoyun sarı saçlı liderin mezarının
dibine düştü. Hançeri tutan pençe, onun atölyesini de dağıtmaya
yeltendi, bir kısmını yok etti. Ancak hepsini yok edemeden
sarı saçlı adamın pehlivanları yetiştiler, onu gırtlağından
yakaladılar, çirkin salyaları o kutsal mezarların üzerine
damlayamadan kenara fırlatıp attılar. Genç pehlivanlar niteliklerini
tam anlayamasalar bile, eserlerin kıymetini biliyorlardı.
Ancak en gençleri sarı saçlı liderin dışındaki mezarda kimin
yattığını bilmiyordu - kendisine öğretmemişlerdi.
O gece rüyasında, eskiden deniz olan zümrüt ovayı eski
haliyle gördü. Denizin kenarındaki küçük şehirden iki bilge
çıktı, onun elinden tuttular, içinde kimin olduğunu bilmediği
mezarın başına getirdiler. "Burada" dediler, "akim vekili yatıyor.
Senin neslinin uygar insanlardan oluşabilmesi için o bir
ömür tüketti. Sarı saçlı lideri en iyi anlayan oydu. Sen iyi bir
pehlivan olmak istiyorsan, onun yolunu ara, bul. Çünkü senin
ülkende ondan beri bizi artık kimse tanımıyor."
IV
Cahit'in Vasiyeti14
Cahit Arf ölmüş! Akşam eşim annesiyle telefonda konuşur-
■en birden dudaklarından bu kelimeler döküldü. Üstad epey
*>ır zamandır rahatsızdı. O velût, yaratıcı beyni adeta istirahat
etmek istiyormuşçasına giderek güçten düşen vücutla arasına
mesafe koymaya başlamıştı. Türk matematikçilerinin duayeni,
urk bilim dünyasının karanlık semasına ışık saçan o birkaç
muhteşem yıldızın en parlaklarından biri Cahit Arf, son yıllarında
sırlarına nüfuz etmek istediği tabiat ile başka bir güreşe
tutuşmuştu. Süresi belli olmasa bile bu dengesiz mücadelenin
sonu herkesçe malumdu. Fakat Cahit Arf m yalnızca varlığı bile
pek çok bilim tutkununa cesaret veriyordu. O yüzden onun
ölmüş olduğunu duymak beni birden yerime mıhladı, ebeveynini
kaybetmiş bir çocuk dehşetiyle kendimi birden pek yalnız
hissettim. Nasıl etmeyeyim ki? Dört aydan az bir zaman içinde
Türk bilim dünyası iki büyük istinat kolonunu, iki devini kaybetti:
Ratip Berker ve Cahit Arf. Her ikisinin de etkisi kendi
alanlarının çok dışına taşmış olan bu iki büyük insan, Türkiye
de bilimsel düşüncenin, bilimin hâkim kılınması için ömürlerini
tüketmişlerdir.
Cahit Arf m bilime bakışı tavizsizdi. Bilim, bilmek için, öğrenmek,
keşfetmek, icat etmek zevklerini tatmak için yapılırdı
ona göre. Zeki bakışlarını çevirdiği her köşede Cahit Hoca mutlaka
çözüm bekleyen bir problem bulur, bunu ancak çocuklarda
görülebilen bir heyecanla etrafındakilere anlatmaktan zevk
alırdı. Bilimsel faaliyetin etrafım sarmış olan tüm kurumlar, ku-
36 Zümriirnâme
rumların içinde dal budak veren bürokrasi, bu bürokrasiyi te1'
lara ayıran akademik hiyerarşi, onun gözünde en iyisinden ka<
lanılması belki gerekli olan çıbanlardı. İstanbul Üniversite'
i'nden istifa ederken rektörün, kendisine "Cahit, sem ordinaryüs
yaptık, daha ne istiyorsun?" şeklindeki sorusuna Işı»1 0
yüzden gidiyorum" cevabını verdiğini zevkle anlatırdı.
CaHıt Arf m bilimin önceliklıği konusunda en küçük bir
kuşkusu yoktu Kendisini en son gördüğümde de bizlere bu
konuda çok açık bir mesaj daha verdi. Bu mesaj to p lu m u m u Z '
da bilim dünyası dışında bulunanlar kadar ne yazık ki bilimcilerimi/m
de pek çoğu tarafından tekrar tekrar işitilmesi gerekli
bir cağndır. Bu nedenle bu haftaki yazımı yalnızca o çağrıya
ayırmayı uygun buldum.
Türkiye Bilimler Akademisinin (TÜBA) İstanbul grubunun
toplantılarından bırındeydi. ITÜ'nün Maçka'daki sosyal
tesislerinde toplanmıştık. Yemekten once toplanan akademisyenler
ar ısında heyecanlı bir tartışma başladı. Konu, sosyal bilimlerle
doea bilimleri arasında bilimsel üretimin kişisel bazda
Ş ckil4.c> rd l‘ro< Ur A ı! <1910, Selanik -1997, İstanbul). TÜ BİTA K /lifim t>r
ıcKiıık dorgısı c 31 (1998), no. ile v ıtılcn Cahit Ari Anıtına b.r-lıklı ek t cm.
Cahit’in Vasiyeti 37
karşılaştırılmasının nasıl yapılması gerektiği idi. Akademi'ye
uye seçerken hem konseyin hem de genel kurulun başına sil.
sık dert olan bu konu doğal olarak herkesin ilgisini çekiyordu.
Tartışmanın heyecanlı bir noktasında, daha once konuşmalara
hiç katılmamış olan Cahit Hoca' nın gür sesi birden bizleri kendimize
getirdi: "Yahu, burada biraz da bilim konuşalım!" Cahit
Hoca, bilim yapmak için kurulmuş Akademi'nın bilimsel problem
çözümünden çok kendi iç organizasyonu halkındaki konulara
vakit ayırmasına tahammül edememişti. Daha once dr
enzer davranışları nedeniyle onun "realist olmamat la", "ço
cuk gibi davranmakla", "ayakları yere basmamakla" suçlandığını
duymuştum. Ancak Türk bilimi eğer bir gün gerçektc'iı
■unya çapında saygınlığa ulaşacaksa, bilimcilik oyunu olmak
tan 8erçekten bilim olacaksa, Cahit Arf gibi realist olmayan,
Çocuk gibi davranan, ayaklan yere basmayan, bilim için
as as bağıran tutkunlara ihtiyacı olacaktır.
En r^a'1U k'raz da bilim konuşalım!" Konuşacağız aziz Cahit!
cuk Wln^ an kazı^arımız konuşacağız! Konuştukça da senin o ço
Rün ^arteımızru^unuŞad edeceğiz. Belki, kim bilir, belki bir
İece *T ^ 1I7!I ve ilimcileri sana olan şükran borçlarını boy-
ruIT)0, ey0bİ,eceklerdir! Sana rahat uyuyabilirsin demek istiyo-
/ ama, bilmem ki, seni inandırabilir miyim?
V
Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi?'*
Bugün birisine "Büyük Coğrafî Keşifler" hangileridir diye
sorarsanız pek değişik cevaplar alabilirsiniz. İyi ve Avrupa
tarzı klasik bir eğitim görmüş bir insan bunları 15. yüzyıl sonu
ile 16. yüzyılda yapılan ve Afrika, Amerika ve Uzak Doğu'yu
AvrupalIlara tanıtan keşifler diye betimleyebilir. Profesyonel
bir coğrafyacı size büyük coğrafî keşiflerin halk arasında
yukarıda anlatılan şekilde bilinen keşifler olduğunu,
ancak bunlara eski çağda yapılmış olanlarla, daha sonra 18.
yüzyıla kadar yapılanların da eklenmesi gerektiğini söyler-
Eğer Amerikan eğitimi görmüş sol politika sempatizanı birisine
çatarsanız o da size coğrafî keşif kavramının zırva olduğunu,
sözde keşfedilen Afrika, Uzak Doğu ve Amerika gibi ycr"
lerin de keşfedildikleri" tarihlerde meskûn olduklarını ve bu
"keşif" masalının sömürgeci ekonomik düzenin bir u y d u r m a
sı olduğunu söyleyebilir. Ben bu yazımda büyük coğrafî keşifleri
profesyonel bir coğrafyacının anladığı şekilde ele alacağım.
Büyük coğrafî keşiflerin ne zaman başladığını bilmek doğal
olarak mümkün değildir. Alman tarihçisi Richard Hennig
Bilinmeyen Yerler adlı büyük eserinde ilk belgelenmiş c o ğ ra fî
keşif gezisi olarak Mısır Kraliçesi Haçepsut'un M.Ö. 1493/2
yıllarında efsanevi Punt ülkesine (bugünkü Somali) yaptığ1
geziyi anlatır. İlkçağ da coğrafî keşiflerde kuşkusuz Akdeniz
Büyük Coğrafî Keşifler B itti m i? 39
halkları en ön saftaydılar. Ortaçağ'da coğrafyanın liderliğini
Arapiar ve onlarla birlikte M üslüman kültür to p lu lu ğuna katılan
halklar üstlenmişler, bu şekilde Sibirya sınırına kadar
Asya, Afrika'nın kıyı bölgelerinin tamamı, H int O kyanusu'-
nun tamamı büyük bir hassasiyetle haritalanabilmiştir. Bu b ilgilerin
Bizans, Sicilya ve İspanya kanalıyla 11. yüzyıldan itibaren
tedricen batı Avrupa'ya geçmesi yaklaşık dört y ü z yıllık
bir "kuluçka" döneminden sonra, Ceneviz ve Venedik gibi
Italyan cumhuriyetlerinin Doğu ile yapılan baharat alışverişi
tekelleri sayesinde hızla zenginleşmelerinin yarattığı bir refah
dönemiyle birleşince burada bir coğrafî bilgi patlamasına yol
açmıştır. Bunlara ilâveten, hüm anizm in dirilttiği eski Yunan
bilgilen, fakat daha da önemlisi eski Yunan araştırıcı ruhu,
1ilgili bazı İtalyan denizcilerin, denizaşırı ülkelerde ze n g in lik
arayan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin hizm etine girerek
bilinmeyenlere uzanmalarına neden olmuştur. B unların en
Meşhuru kuşkusuz insanlığa belgelenmiş ilk okyanus aşırı ke-
Şif gezisini hediye eden denizci/bilim ci Kristof K o lo m b 'd u r.
Kolomb, zamanının tüm coğrafya bilgilerini gözden geçirerek
sürekli batıya gidildiği takdirde kısa bir zam anda A sy a'n ın
r^°gu kıyılarına varılabileceği tezim geliştirmişti. Bu varsayımını
sınamak için İspanya kralı ve kraliçesi kendisine pek k ı
sıtlı bir imkân verdiler. Kum kapı'da eskiden çalışan k u m takalarından
daha küçük üç gemicıkle Atlas O kyanusu n u ge-
Çen bu bilgili ve kahraman adam insanlığa o zam ana kadar
hiçbir zaman hissedemediği bir kendine güven hissi verdi:
Yalnızca bilime güvenerek kendini bilinm eyenin içine atan
Kolomb, varsayımının yanlış olduğunu öğrenem eden ö ld ü ,
ama yeni bir dünya keşfederek büyük bir zafer kazanm ıştı ve
peşinden sayısız kâşifi ve bilimciyi sürükledi. O n u n izin d e n
gidenler yeni yöntemler de geliştirerek üç yüzyıl gibi kısa bir
zamanda kutuplar hariç dünyanın tü m denizlerini haritaladılar,
tüm kıtalarını birbirlerine bağladılar, kendi ülkelerini z e n
ginliklere boğdular ve sık sık iddia edilenin tersine, gittikleri
yerlerdeki halklara da uygarlık götürerek tü m insanlığın b ile i
ve refalı düzeyini yükselttiler.
o
40 Zümrücnfıme
Büyük coğrafî keşiflerin günümüzde sona erdiği, dünyada
keşfedilecek yer kalmadığı bugün yaygın bir kanıdır. Ancak
büyük coğrafî keşiflerin günümüzdeki en önemli hedefi
Güneş Sistemi içindeki gezegenlerdir. İnsanlık bu yeni cephede
kendi geleceğini aramakta, Güneş Sistemi'nin iskânını düşlemektedir.
Bu müstakbel sömürgelerde dünyayı zenginleştirecek
kaynakların olduğu kesindir. Bugün bilimin insanlığı felakete
sürüklediğini iddia eden bilgisiz ve düşüncesiz kişiler,
coğrafî keşiflerin uzandığı bu yeni âlemin insanlığın müstakbel
yuvası olacağının farkında değildirler. Kristof Kolomb'un
12 Ekim 1492 sabahı (.uanalıanı adasına çıkışı nasıl insanlığa
yepyeni bir gelişme basamağı sunduysa, Neil A r m s t r o n g 'u n
'I 'emmuz 1969 günü Aydaki Sükûnetler Denizi'ne ayak
basması da benzer bir gelişme sıçramasının müjdecisiydi. Bir-
Şcl.ıl i A 12 Ekim 1-192. Kristof Kulomb ymundakileıle birlikte yerlilerin Cu.ıııalıani ndııu
verdıl 'on ad<ıy<ı ayak basarak yalnızca yeni bir kara parçası keşfetmiş olmakla kalmıyor, son
buzul çagmın sona ermesinden ı* y hemen 10.000 yıldır birbiri eriyle hiç teması olm am ış
iki ınsaıı topluluğunu «i ı 1 "■■■un ■ l'i Kültürel farklılıklar ve çevre koşullarının
yaşam üzerine y«ıpiigi etki 1onu I bilgisizlik bu ilk temasın çok acı bazı sonuçlar
« ıırm.v.nı.ı neden tltıı.ıl l.« beraber, uygarlık buyiik coğrafî keşifler sayesinde tum insanlığın
m.ılı «ılı m i-*,
her köşesine uzanabılmiştir.
Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? 41
Şekil 5. B. 21 Temmuz 1969.
Amerika Birleşik Devletleri bayrağı
yanında Apollo 11 astronotu, Bu an
astronotun yaptığı, kendisinden 477
yıl önce Kolom b'un yaptığından hiç
farklı değildir. Her ikisi de uygar
dünya için o ana kadar bilinmeyen
bir diyara, uygar dünyada yaşayanların
çabalarının ortak sonucu
olarak -ellerinde kim in bayrağı
olursa olsun- gene uygar dünya
adına ilk adımları atmışlardır. Ay'a
ilk ayak basan Neil Armstrong da,
kendisiyle Ay'a inişten sonra
konuşan devrin AB D Başkanı
Richard Nixon da bu ilk Dünya-Ay
konuşmasında bunun böyle
olduğunun altını çizmişlerdir. Nasıl
ki Kolom b'un zaferinde Yunan,
Roma ve Arap coğrafyacılarının,
Venedikli Marco Polo'nun,
Floransalı Toscanelli'nin,
CompiĞgneli Pierre d 'A illy 'nin payı
varsa, Armstrong'unki de Ingiliz
Nevvton, Am erikalı Goddard,
Alm an Oberth ve von Braun ve
daha niceleri tarafından
paylaşılıyordu. Bugün insan
uygarlığı büyük bir heyecan ve
şevkle uzayın sonsuz derinliklerine
uzanmakta, bügisini ve o bilgiye
dayanan güvenini geliştirmeye
çalışmaktadır (bkz. Şekil 6).
^ Zümrütnâme
birinden neredeyse 500 yıl uzak bu her iki olayda da, ne acıdır
ki, çocuklarına ne o zaman ne de şimdi doğru dürüst bir coğrafya
eğitimi ve anlayışı verebilen Türkiye'nin katkısı veya
herhangi bir şekilde katılımı yoktu!
.uDnıtf.» »U* 1°°°
AOOMEHHDPBOOBAM
ŞeUil f NASA Danışma
K o n s e y i t a r a f ın d a n 1986
y ılın d a y a y ım la r m ı ş b ir
ra p o r: 2oon Yılı ve öteni
İçii»ı Gezegen Keşifleri
R a p o r , çekirdek p r o g r a m
vg ö z e li ile g e n iş le tilm iş
b ir p r o g r a m d a n o lu ş m a k
ta d ır B u r a p o r d a te k lif
edilenlerin bir kısmı
g e rç e k le ş m iş , b ir k ıs m ı da
g e rç e k le ş m e k ü z e r e d ir
VI
Üstünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları16
I urkiye boyutlarında ve nüfusunda bir ülke eğer uzun bir
bilim geleneği geçmişine sahip değilse, bilimde üstün başarıya
ulaşması son derece zordur. Bilimde üstün başarı her şeyden önce
üstün nitelikli bir altyapı ister: Zengin koleksiyonlara sahip ve
dünya ile bağlantıları güçlü kütüphaneler, günün ihtiyaçlarına
uygun araştırma mekânları, araç ve gereç, bunları gelişen gereksinimlere
göre hızla yenileyebilecek bürokratik yapı ve bütçeler,
dünya ile kolay entegre olmayı sağlayacak seyahat, telefon,
elektronik posta, elektronik konferans imkânları, bilimcileri ve
kütüphaneleri besleyecek uzman kitapçılar, bilimsel âlet edevat
satanlar ve bunların işlerini kolaylaştıracak gümrük mevzuatı ve
nihayet fikirlerin kolayca doğup pişeceği bir ortamın oluşabilmesi
için yeter sayıda birbiri ile sürekli temasta ve iyi beslenen bir
bilimciler nüfusu. Türkiye'nin bunu 70 küsur üniversitesinin ve
diğer bazı resmî ve özel araştırma kurumunun hepsinde derhal
gerçekleştirmesini beklemek hayalin de ötesinde, düpedüz akılsızlıktır.
Bunun görünen bir istikbâlde olabileceğini söyleyen ya
ahmak ya yalancıdır. Bunu dünyanın en zengin devleti ABD bile
gerçekleştirememektedir. O halde Türkiye ne yapmalıdır?
Bilimsel araştırma ve bunun yönetimi işinden bir nebze anlayan
pek çok bilgili ve akıllı kişinin bugüne kadar defaatla
yazdığı ve söylediği gibi, Türkiye, olan azıcık bilimsel gücünü
mümkün olduğu kadar az yere teksif etmelidir. Bu yerler, olabildiğince,
pek çok altyapı sorununu zaten halletmiş, diğer so-
4 4 Z ü m r ü tn â m e
ru n la rı d a m in im u m a in d ir m iş yerler o lm alıd ır. Kısacası, Anglosakson
â le m in d e centres o f excellenct (ü s tü n lü k merkezleri) diye
b ilin e n , ancak A lm a n la r ın çok d a h a önce Einstein'ı da kadro
su n d a b a rın d ırm ış o la n K aiser VVilhelm Enstitüleri ile modelin
i ortaya k o y d u k la rı yerler gerekm ektedir Türkiye'ye. Buraların
nerelerde o labile ceğin i bir başka y a zım a bırakacağım . Burad
a ü s tü n lü k m e rk e zle rin in bir deza v a n tajın a d ik k at çekerek bu
d e za v a n tajın nasıl bertaraf e dilebile ceğin i a n latm a k istiyorum.
Ü s tü n lü k m erkezleri (üniversiteler, enstitüler, araştırma
m erkezleri veya b irim le ri) araştırm a g ru p la rın d a n oluşurlar.
A raştırm a g ru p la rı bir k o n u n u n d e ğ il, bir p ro b le m in etrafında
o p ro b le m i çözm e k için çalışan b ilim c ile rd e n oluşur. Bu kişiler
genellikle çok d e ğ işik a la n la rd a u z m a n la ş m ış , çok değişik karakterde
bireylerdir. Y aygın o larak en kaliteli araştırm a grupları,
üyeleri b irb irin d e n en farklı kişilerden oluşanlardır. A n c a k
b u çeşitliliğin bir so nucu, araştırm a g ru p la rın ın kısa ö m ü rlü olm
asıdır. G enellikle ü s tü n d e çalışılan p ro b le m çözü lü n ce, hatta
b u n d a n bile önce, iş belli bir safhaya g eldi m i g ru p dağılır, en
azın d a n bazı üyeler g ru p ta n ayrılırlar.
Ü stünlük m erkezi eğer katı b ir iç yapıya sahipse, erupların
u akıcılığına izin veremez ve zam anla iç sürtüşm eler, gereksiz
mücadeleler, çekişmeler başlar ve çok kısa bir zam anda merkez
?a ışarnaz hale gelir. T ürk üniversitelerinin güncel p ro b le m le rin
i n n dur. Araştırm a g ruplarının öm ü rle rin in ortalam a biran
en ' on-onbeş yıl olabileceği hesaplanarak kurulan
ım k S. y;?,P n i nU V k ° nuc*an ǰk problem e d ö n ü k çalışmaya
nin İci„iU»en If
kahcl idarî bölüm lerden çok bilirncib
C t t îS S îî
T “nbir ştma' knk>mk>~ bölünmu*
a n s tın n .l~ m , 1/:ln vermeyecek bir torba bütçe,
veren (nnXw f T iy‘ * rte9t,rm eyen, profesyonel idarecilere yer
eren (ancak fazla otorite tanım ayan) ve idari k adro nun her
adım da danışm ak zorunda olacağı bilim ciler arasındaki rütbelenmeyı
yalnızca ve yalnızca b ilim d e faziletin t a y in ettiği bir h iy e r a r
şi, sanırım Türkiye'deki bilim sel bir üstü n lük m erkezi için en ideal
şartları oluşturm anın başlangıç koşulları olarak alınabilir B u
merkezin tü m çalışanlarının şim diki devlet m em uru k a n u n u n u n
dışında tutulm ası, merkezin başarısı için vazgeçilm ez bir şarttır
VII
Neırtorı, Goethe ve Sosyal Bilimler17
1 -edenlerde bir toplantı için Zürih'teyken, toplantı aralıklarında
mutadım olduğu üzere sahhaf dükkânlarını dolaştım. Bu
dükk-'mların birinde meşhur fizikçi VVerner Heisenberg'in
Wandl imgen m den Grundlagen der Natunvissenschaft (Doğa Biliminin
Temellerindeki Değişimler) adlı eserinin 8. baskısını buldum
lîır haftalık bir seyahatte kolayca okunabilecek boyutta
ol ,n 1u eseri satın aldım ve İstanbul'a gelmeden okudum.
1 n*l ■üzerimde büyük bir etki yaptı. Heisenberg bu kitaba
aldığı birçok makalesinde doğa bilimlerinin giderek soyutlaşan
'»'■-İliğine dikkat çekiyor, "Doğayı daha iyi anlamak için çabaladıkça
onun somut yanlarından da hızla kopmak zorunda ka-
!■>■uz diyordu. Genelin anlaşılması, özel bilgiden feragat etmekle
mümkün olabiliyordu Heisenberg'e göre. Özel bilgi ise
el tek toplandığı sürece kendi başına genel bir bilgiye götürmüyordu
insanı.
Heisenberg bu ikiliğe örnek olarak Goethe'nin Nevvton'un
optik teorisine karşı geliştirdiği renk teorisini veriyordu. Bilindiği
gibi Nevvton beyaz ışığın değişik dalgaboylarına sahip yedi
renkten oluştuğunu iddia etmişti. Goethe'ye göre ise bu, doğaya
bir aletle (cam prizma) müdahale sonucu elde edilen sunî
bir sonuçtu. Goethe beyaz ışığın insanın algıladığı şekilde incelenmesi
ve temel olay (Urphanomen) kabul edilmesi gerektiği
fikrindeydi. Goethe ışığı "anlamak" iddiasındaydı, Nevvton ise
ışığın tüm özelliklerinin önceden kestirilebilecek olaylara bölii-
4 6 Z ü m rü tn âm e
Ş e k il 7. Sir Isaac N e w to n (1642-1727).
C h a rle s Je rv as'ın tu v a l ü ze rin e
y a ğ lıb o y a tablosu. 1717 y ılın d a Sir
Isaac ta ra fın d a n 1703'ten beri
b a ş k a n lığ ın ı y a p m a k ta o ld u ğ u R o y al
S o ciety 'ye h e d iy e e d ilm iştir.
n e r e k
in s a n la r c a k u l l a n ı l a b i l i r b ir n e s n e o lm a s ın ı s a ğ la '
m ış t r B u G o e t h e 'y e g ö r e , d ü r ü s t b ir y a k l a ş ı m d e ğ ild i . Iş ık , ışık
o la r a k a n l a ş ı l m a l ıy d ı.
KI . ^ e^ e n ^ er8' k ita b ın d a k i bir m a k ale sin d e , "İn s a n Goethe'ye
,•..
,L|,Ki için değil, itirazını sonuna kadar götürtand-in
k >n^ " G o e th e , N e w t o n 'u n t ü m t e o r ile r in in ş e y '
t a n d a n t ü r e d iğ in i s ö y le m e liy d i" d iy o r .
Dilthev'ın ° ~ X n H 'e ; ^ antik tanhçilerm, özellikle Wilhelm
ran,, a k h m , K-l,„ r!, bU'a" V" s“ h‘ " (anlamak) k e
çiler bir olay, "olduüu*»bl~ von.Rankf den beri sosyal tanhsarabilmek
^çin tariht.- rol I Z “e^ .a s ,n d ,d ,rU r Bunu barektiğıni
iHH,n w l,.rı. , a , yan klŞIler'n 'anlaşılması" gem
ılfb n " r, l- j u aynen Goethe gibi bu "anlaşıl"
maktan neyin kastedildiğini, bizlerden önce meydana eelmiş
olan ve izlerim ancak bölük pörçük bulabildiğim iz o la y la rd a
rol almış kişileri, onların somut izlerini belirli bir soyut m o d e l
çerçevesinde incelemeden nasıl anlayabileceğimizi bir türlü
söylemezler. Tarihçilik adeta sihirli bir iş olup çıkar.
I3u durum un yarattığı çaresizliktir ki, kanaatimce, tarihte
Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler 47
Şekil 8. Johann VVolfgang von
Goethe (1749-1832). George Dawe
tarafından 1819'da yapılan bu
yağlıboya tablo VVeimer'daki Goethe
Ulusal Müzesi'ndedir.
-el üretmeyi tasvip edilmeyen bir iş haline getirerek mikro-
^ 1 m°dasıyla tarih bilimini bir veri tufanına boğdurmak üze-
--lr-I lalbuki sosyal bilimleri yalnızca deney imkânının kısıtlı
n,ası doğa bilimlerinden ayırır. Bunun dışında, herhangi bir
lr>celemede doğa bilimlerinin akılcı yolunu terk etmek, insanın
1 aşılmasına doğanın diğer öğelerinin anlaşılmasına gidenden
alla başka bir yol olduğunu sanmak, sosyal bilimleri Goetle
nın renk teorisinin uğradığı hezimete mahkûm eder.
Tek tek özellerin birikmesi bilim değil, bilgi yığını oluşturur.
Bilgi yığınından bilim in kendiliğinden çıktığı ise görülm e
miştir.
V III
Hasan-Âli Yücel Yılı BitmesinZ18
U N E S C O 1997 yılını büyük Türk aydını ve eğitimcisi Hasan-Âli
Y ücel'i anm a yılı olarak ilan etmişti. Geçen yıl hepimiz
T ürk aydınlan m asının Atatürk'ten sonraki bu en büyük mimarın
ı bir defa daha andık ve gördük ki, bugünkü karanlık semam
ız d a n Ata nınkinden sonra sızan en güçlü ve ferahlatıcı ışıl*
o n u n k id ir. Aşağıya bu ışığın birkaç ışınını aldım: Ümit ederim
ki I lasan-Âli Yücel yılı bitmesin, onu bir daha unutmayalım,
o n u n b ü y ü k Atatürk'ünkilere paralel uzanan ve bizleri uygar
insanlığa davet eden ışık huzmelerini artık milletçe izlemeye
başlayalım :
C um huriyet, lâiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini
ta* ıat üstü görüşten alıp tabiat içi anlayışa getirerek cem iyet
h ayatım ızda kesin, verimli bir değişme yaptı... Bugün artık ne
1 1 iy ° rsak' m usPet bilgiden ne istiyorsak, deneyli teknikten çiğniyoruz.
Bilim in ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fixi~
g m ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla, tek tanrının
Jir eştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve
anlayış, bu birleşmede tam serbesttir."
"H ususî itikatlar bir vicdan meselesi olduğuna göre hayatın
yaratıcılığı içinde serbest ve tabiî bir tarzda olgunlaşan ferd
in vicdanını muayyen bir dinî inanç şekline uydurmak devletin
işi değildir."
"H er ilerleme, hiç kimse tereddüt etmemelidir ki, pozitif
b ilim in ışıkları altında olmaktadır. Tarih içinde, Avrupa Röne-
H asan-Âli Y ücel Y ılı B itm e sin ! 4 9
sansı'ndan sonraki asırlarda ilerleyen m illetlere ayak u y d u rm a
da zaman kaybetmiş bir m illet olarak biz, aradaki açığı k a p atmaya
mecburuz."
"Medeni bir kütle olarak geçmiş yakın devirlerim izde gördüğüm
üz en fena alışkanlık yalnız zekâya güvenm ek, y alnız
sağduyularla yeterlenmek ve denem e esasını kabule y anaşm a
yan vehimlerle m illet hayatında gölge oyunları oynatm aktır.
Pozitif bilim , g ü n lü k hayata girm edikçe, cem iyetin işleri, o işleri
bilenlerin toplu fikirlerine dayanm adıkça, hayat, fakir realiteler
halinde kalm aya m ahk ûm d ur. O n u n için, insan zekâsına en
geniş uçma ve yükselm e im kânını veren p o zitif b ilim , m em leketimizin
hayat desteklerinden biri olacaktır."
"Hakikat, ideal sayılm aya değer en n u rlu bir amaçtır. Saadetinizi,
ona yaklaşm akta b u lu n u z, genç arkadaşlarım ."
"C um huriyet devrinde orta tahsil m üesseselerim izin hedef
Ş < ? k i l 9 H asan-Â li Y ü c e l (Ön p la n d a en s a ğ d a , b n d e rr b ıy ık lı) H ü s e y in R a h m i G ü r p ın a r 'ın k o lu
na g irm iş, O d a P e y am i S a fa 'n ııı e lin d e n tu tm u ş , 6 Şub«ıt 1943'te, ilk im z a s ın ı e n a z e lli y ıl once
Iıirfe b a s ın ın a v e rm iş u la n y a z a r la r için M illî E ğ itim B a k a n lığ ı'n e n d ü z e n le n e n " M u h a r r ir le r
Jü b ile s i"n e g iderlerken. O g iin b a k a n o la n H asan - Â li Y ü c e l, to p la n tıy a g e le n p e k ço k y aşlı
y azarı b iz z a t k arşıla m ış, o n la ra iltifa t etm işti
50 Ziimrütnâme
bildiği ana prensiplerden biri de müspet ilimdir. Hâdiseleri old
u ğ u gibi görmek, onlara hiçbir mistik ve metafizik mülâhaza
karıştırmaksızın kanunlara yükselmek, öğretimde esaslı gayelerimizden
biridir. Bununla gençler, tecrübe ve müşahadeye
alıştırılıyor ve boylere dünyevi bir terbiye ve telâkki ile kâinata
bakabilmek melekesini kazanmış oluyorlar. Denemeden inanmak,
indî mütealarla hayat ve dünyayı görmek sakim usulünden
kurtuluyorlar Böylece yarınki Cumhuriyet eliti, hem vatansever,
hem insaniyet dostu, hem ilim sahibi olmuş bir şekilde
yetişecektir. Yeni programlar ve onun esas hedefleri hulâsa
olarak ^unlardır."
"Y üzü geriye dönük olanlar elbette rahatsızlık duyacaklardır
Hayvanına ters binmiş bir yolcu gibi bunların başı döner,
genden uzaklaştıkça eşyayı küçülmeye başlar görürler; sıkıntıdadırlar,
ıstıraptadırlar ve bazen bunda samimidirler de ... Yüzü
istikbale dönükler, uzakta küçücük gördükleri ideallerim
ona yaklaşmak için sarf ettik’eri emekle her zaman büyümekte
görürler; onu, daima daha aydın, daha canlı bulurlar. Onun
için iyimserdirler, bahtiyardırlar, hayatları daima verimli olur.
Yürürler ve beraberlerinde başkalarını da yürütürler. Yeni inanlar,
kendi yarattıkları tanrıların insanlarıdırlar. Bu türlü ideallerin
doğduğunu duyanlaradır ki, kahraman diyoruz. Onlar
yeni hayata acıkmış yoldaşlarına göğüslerini yarıp kendi elleriyle
ılık kanlan dolu yüreklerini yiyecek diye verebilenlerdir.
Fedakâr olmadıkça, özgeci olmadıkça bu sırra ermeye, bu mertebeye
yücelmeye yol yoktur "
IX
Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi19
Bilimle dinin işbirliği, hiçbir yer ve dönemde 17. yüzyılda
Çin'de Cizvit tarikatının misyonlarında olduğu kadar içten ve verimli
olmamıştır. Güney Çin'de Guangdong eyaletinin o zamanki
başkenti Zhaoqing'de 1582 yılında ilk defa küçük bir kilise ile işe
başlayan Peder Matteo Ricci (1552-1610) uzun, yorucu ve tehlikeli
uğraşlar sonucu 1601 yılında nihayet Ming Hanedanı'nın 14. imparatoru
olan VVanli imparatoruna (1563-1620) hediyeler sunarak
Pekin'de Cizvit misyonuna kalıcı bir konak sağlayabildi. Daha
Zhaoqing'deyken Ricci, kültürlerinin eskiliği ve ihtişamıyla mağrur
olan Çinlileri Batı uygarlığının bilimiyle etkilemeyi kafasına
koymuştu. Orada kendilerine türlü güçlükler çıkaran mandarine
meşhur kartograf Abraham Ortelius'un (1527-1598) dünya haritasını
gösterdi. Böyle bir haritayı hayatında ilk defa gören Çinli memur,
Ricci'ye niçin Merkezi Ülke'nin (Çin'in Çince adı: Zhonghua)
dünyanın ortasında olmadığını sordu. Ricci haritanın bir küre yüzeyinin
düzlem üzerindeki projeksiyonu olduğunu anlattı. Çinli
bu haritadan bir tane kendisine Çin karakterleri ile yapmasını istedi.
Ricci mandarinin ricasını yerine getirdi, ama bu sefer orta
meridiyeni Çin'den seçerek Çin'i haritanın ortasına yerleştirdi.
İmparatora giden hediyeler arasında dinsel eşya yanında
Ortelius'un Theatrum Orbis Terrarunı adlı atlası, muhtelif saatler,
iki cam prizma, sekiz ayna ve çeşitli boyutlarda şişeler de vardı.
Hediyeler, hele Çin'de daha önce görülmemiş saatler ve atlas
imparatoru pek memnun etmişti. Ricci Pekin'de kendisine
5 2 Züm rütnâm e
verilen m e k â n d a derhal faaliyete başladı: din propagandası ve
b ilim e ğ itim i kol kola g id iy o rd u . Ricci'nin Ç in'de yazdığı 19 kitab
ın d o k u z u m ate m atik , coğrafya ve astronom i üzerineydi.
R icci'den sonra Pekin'e gelen Peder Johann Adam Schall
v o n Bell (1592-166fS) hatırı sayılır bir astronom ve m atem atikçiy
d i. Ç in li yöneticilere Ç in 'd e k i Budist ve M üslüm an astron
o m la rın y ön te m le rin in batalı o ld u ğ u n u ispat ederek büyük
otorite k a zan d ı, Ç in 'in Astronomi Bitrosu'nun (chin tien chien)
ü y e liğ in e kabul e d ild i, hanedan değişikliğine rağmen mandarın
rütbesine k adar yükseldi, bir yabancının hayal dahi edemeyeceği
b ü y ü k nişan ve rütbelerle donatıldı. Schall'in halefi Belçikalı
Peder F erdinand Verbiest (1623-1688) im paratorun otoritesini
tem sil eden ta k v im in yanlış hesaplandığına işaret etti ve
ta k v im in to p latılm asını sağlayarak Ç in 'd e o güne kadar görülm
e m iş b ir otorite kazan dı. Q in g hanedanından aydın Kang Xi
im p a ra to r u n u n (1654-1722) desteği ile ilk defa modern yöntemlerle
Ç in in jeodezisi y ap ıld ı, m eşhur C izvit Atlası y a y ı m l a n d ı
(1 737) y
M ItJ. <,.11 ılı<kı (.t/.vıl d e n e y in in b .ıyııuıınırl.trı; w>lıi.ın ■, - Pcclcr M .ıiivo R ic ıı (6 Ekim
12. M .K i n l . ı ll.tly.t H W->yı 1610,1*^1 m «di l.ı M a lou). Pcd rr Johann A danı
S c h a ll v o ıı B ell (1 M a yıs 1592, K ü ln , A lm a n İm p arato rlu ğu 15 A ğu sto s 1666. P o k ın .Ç in ; Ç ince
ad ı T 'a n g Jo -W ang), P eder Ferd in a n d Verbiest (9 Ekim 1623, Pitthem , İspanyol H ollandası.
ş im d i B e lçika 23 O c a k 1688, Pekin , Ç in ; Ç in c e adı N a n Huai-Jen). Peder J B. D\ı H .ılde»n
i 7 36'clii y a y ım la n a n Ut eri}flimi Gcugraphujııe, HistarUjuc, ChronoIogiqttc, Pulitûjuc. et I,/ıy.n|Hı‘ ıfc
J fcnifiirc tie İn Clıine ct ılc İn Ttirfnrie Chiııaise a d lı dört ciltlik b ü y ü k eserinin 3 cildinden (Çin ce
ç c v ir iy a z ı VVade-Giles sistem in e fcöre).
Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi 53
Bütün bu bilimsel faaliyet yanında Hıristiyanlık propagandası
da yavaş fakat emin adımlarla ilerliyordu. Bizznt imparator
ailesinden dine kazanılanlar vardı. Ancak tam Cizvitler
Çin'de zafere ulaşacakken, birden yıllardır gizli gizli Papalık ile
sürdürülen savaş su üstüne çıktı: Dominikan ve Fransikan misyonerleri,
Cizvitleri Çinlilerin putperest âdetlerine göz yummak,
hatta bunları Hıristiyan tapınımıyia karıştırmaya izin vermek
suçuyla, yani küfre hoşgörü ile itham ediyorlardı Cizvit
misyonerleri ise, Çinlilerin kendi atalarına ve Konfüçyüs'e duy-
Şekil 11. Kang Xi im paratoru (1645 1722). Bu resim Peder D u H alde'ın Şekil 10 da bahsedilen
eserirıin T. çildir d endir
dukları saygının bir tapınma değil, bir anmadan ibaret olduğunu
savunuyorlardı. Aslında Cizvitler de yaptıklarının tam doğru
olmadığını biliyorlardı. Bu yüzden dinden çok bilim yoluyla
gönülleri fethe yeltenmişlerdi. Ümitleri Hıristiyanlığın, bilimin
peşinden kendini hissettirmeden Çin'e sızmasıydı. Ama Papalık,
dine akıldan sonra yer veren bu yöntemi tasdik edemezdi.
Cizvitler birkaç defa sertçe uyarıldılar. Ama iki yüzyıldır ektikleri
hasadı almadan toprağı çevirmeye Cizvitlerin gönülleri el
vermedi. Sonuçta, Cizvit Cemiyeti 1773'te kapatıldı ve yasaklandı.
Çin'deki büyük başarı vaat eden misyon parça parça oldu
ve Hıristiyanlık Çin'e bir daha giremedi. Cizvitlerin, her gördüğünü
sorgulayan, her doğruyu edinen ve her adımda yeni görüş
üreten bilimle, kendi dışındaki doğrulara ve yanlışlara bak-
54 Zümriirnâme
madan önceden saptanmış belirJi kalıplar içinde kalmak zorunda
olan dini harmanlayarak din ve kültür propagandasında ve
eğitiminde kullanma deneyleri, tüm bilimsel ihtişamına rağmen,
geçmişteki pek çok benzen gibi, hem savunulan din, hem
bilim, hem de uluslararası ilişkiler açısından feci bir trajediyle
noktalandı.
X
Tiyatro'nurı Hegel'i20
Bu başlık benim değil. Edebiyat uzmanı olmadığım için,
20. yüzyılın en çok tartışılan, kendisi hakkındaki görüşlerin ona
adeta tapanlarla ondan nefret edenler arasında kutuplaştığı Alman
şairi ve tiyatro yazarı Eugen Berthold Friedrich Brecht'in
(Bertolt veya Bert Brecht) doğumunun 100. yılı nedeniyle yazacağım
eleştirel bir yazının başlığını kendim atmaya cesaret edemedim
Buna karşılık bir Brecht uzmanının, T. Hürlimann'ın,
kendi amacıma en uygun bulduğum bir başlığını aldım21. Hegel
ve Brecht! Bu iki ismi bir köşede tartışıp karşılaştırmak ne
mümkün? Onun için derhal sadede gelmeliyim.
Bilindiği gibi Brecht, bilhassa Kari Korsch'un yanındaki
etütlerinden sonra tiyatroda politik bir tutuma yönelmiş, "bilimsel
çağın tiyatrosu"nun temsilcisi olarak giderek artan dozda,
ilk şekli daha 1918'de kaleme alınan Baal'de bile karşımıza
Çıkan "soğuk", bir yoruma göre "nesnel" eserler vermiş bir
edebiyatçı, bir toplum eleştirmeni olarak görülmüştür. Şiirlerinde
dahi lirizmi adeta yeniden tanımlamış, kahramanlara ve öznel
öğelere değil, nesnel düşüncelerle toplumsal, gerçekçi mesajlara
yer vermiş bir şair olarak betimlenegelmiştir. Ancak son
yıllarda giderek artan Brecht eleştirisi, felsefede Hegel'inkine
benzer bir çizgi boyunca, onun ne sanıldığı kadar nesnel, ne de
iddia edildiği gibi bilimsel çağın temel öğesi olan bilimin gerçekten
etkisinde olduğunu belgelemeye başlamıştır.
Benim Brecht ile karşılaşmam Robert Kolej yıllarıma rast-
56
£ iim riiınâm e
S e k il 12 E u g e n B e rth o ld
Friedrich B ıc c ^ l in
1£Î56) 1<33 1 y ılın d a B e rlin 'd e
P aul H a m a n n tn raf«n dan
ç e k ilm iş b ir resm i.
lar. O yıllarda tiyatro k u lü b ü Brecht'in Galile'sini sahneye koymuş,
büyük bilim ciyi daha sonra şöhretli bir tarihçi olan Cemal
Kafadar oynamıştı. Galile'yi okurken ben o zam anlar ister istem
ez Brecht'in piyesinde alaya aldığı G alile'nin karşıtlarına da
—kendi tüm eğilim lerim e rağm en- sempati duym aktan kendimi
alam am ıştım . Bu d u ru m u n Brecht tarafından planlanm ış o ld u
ğu n u çok sonradan öğrendim . Galile yazılırken H iroşim a'ya atılan
ilk atom bombası Brecht'i korkutm uş, bilim e kuşkuyla bakmasına
neden olm uştu. Brecht'in bu tutum u daha sonra aralarında
bilim düşm anı felsefeci, bir zam anların tiyatrocusu Pauî
Feyerabend de olan pek çoklarını etkiledi. Brecht m erakım beni
onun diğer eserlerini de okum aya ve seyretmeye itince,
Brecht in gerçeği eleştirel bir tutum la arayan toplum sal bir gözlemci
değil, inancını eleştiriye taham m ülsüz bir tutum la haykıran
bir yazar o ld u ğunu gördüm . 1930'da yazdığı Önlem adlı
eserinde Brecht, partiye kendi eleştirel süzgecini ortadan kaldıracak
derecede inanm ayan genci ölüm e m ahkûm etmeyi savunacak
kadar bağnaz; Stalin'in katliam larını bilm esine rağmen,
edıtoru Klaus-Detlef M ülleKin yakınlarda vurguladığı gibi,
Sovyetler Birliği'nin "tarihsel m isyonu" nedeniyle "B üy ük Ö n
d e r e sadakat gösterilmesi gerektiğini 1950'lerde iddia edecek
derecede de imanlıdır. Bu tutum da adeta Prusya m utlakiyetini
yasallaştırmak için felsefe yapan Hegel'in yansımasını görürüz.
Ancak aynı "inançlı" Brecht, eserlerinde John Fuegi'nin geçen
yıl yayım lanan kitabında22 belgelediği gibi Elisabeth Hauptm
ann, Margarete Steffins, Ruth Berlau ve daha pek çok sev
Tiyacro’nun Hegel’i 57
gilisinin ürünlerini onların adlarını anmadan veya telif haklarından
onlara tek kuruş vermeden kullanacak kadar da dürüstlükten
taviz verebilmektedir.
Bütün bunlardan benim yıllardır varlığından şüphelendiğim
bambaşka bir Brecht manzarası çıkmaktadır tamamen öznel,
içe dönük nedenlerle oluşturulmuş eleştiriye kapalı inançların
güdümünde, bir zamanlar Hegel'in dediği gibi kendi yarattığının
"kendisini nesnel olarak yaratan bir nihaî amacı" olduğu
konusunda tereddütü olmayan, "amaç aracı belirler" eğiliminde
bir politik düşünür ve kişisel reklamına düşkün bir yazar.
Bu özelliklere sahip bir insan, ne olursa olsun, ne bilimin,
ne de onu temel alan bilim çağının yazarı, şairi veya tiyatrocusu
olabilir. Gerçeği aramak yerine ona sahip olduğu imanında
olan kişiler, doğal olarak "gerçeğin" her tutum ve davranışı
haklı çıkaracağı kanısında olurlar. Halbuki evrensel gerçeğin
veya gerçeklerin keşfedilmiş olduğu iddiası gayri bilimseldir.
Bilimsel düşünen insanlar, jeolog Charles Lyell veya fizikçi Richard
Feynman gibi edebiyat yaptıkları zaman da, biyolog Jacques
Monod veya matematikçi Henri Poincare gibi felsefe yaptıkları
zaman da, ne nesnellikten ne de dürüstlükten ayrılabilmişlerdir.
Bilimsel düşünce, yalnız bilim için değil, tüm yaşam
ve uygarlık için asla vazgeçilmemesi gereken bir temeldir. Ama
Brecht'in 1923'te dediği gibi "şairler hep insanın kafasında canlandırdığından
başkadırlar."
XI
Zümrütten Akis Konusu
Bu köşe CBTde yayımlanmaya başladığından beri "Zümrütten
Akisler" ibaresinin nereden geldiği konusunda birçok
soru ile karşılaştım. Hatta bir meslektaşım "bunu İslamcı bir
işaret sanan bile var" dedi! Bu merakları tatmin için ben de
zümrütten akisleri niçin köşeme isim olarak seçtiğimi anlatm a
ya karar verdim.
Önce bu köşenin oluşturulmasını benden isteyen Orhan
Bursalı'nın bana verdiği görevi söyleyeyim: "Bu köşede bilimin
her konusunda ilginç ve öğretici bulduğun şeyleri okur ile paylaşmak!"
Görev bu şekilde yöneltilince, ben de Orhan'a bütün
bilim tayfma birden bakmanın gözlerimi kamaştıracağını, bunun
benim yetenek ve bilgimi çok aşan bir iş olduğu gerekçesiyle
itiraz ettim. Orhan her zamanki inanç ve cömertliği ile:
"Sen yaparsın" dedi; "ama önce köşene bir ad bul." Ben de "Peki"
dedim. "O zaman tüm bilim tayfını bir zümrüt ayna iç i n d e
seyretmek zorundayım ki, ışık zenginliği benim ancak belirli
bir ışık gücüne dayanabilecek olan gözlerimi rahatsız etmesin.'
Orhan, bu zümrüt ayna lafının nereden çıktığını sordu. Ben de
anlattım.
Konu M.S. 1. yüzyılda meşhur Doğa Tarihi (Historia Natııralis;
bu adı belki de historia kelimesinin orijinal anlamına göre
Doğu Araştırmaları olarak tercüme etmek daha doğru olacaktır)
kitabını yazan Romalı bilgin devlet adam ı Gaius Plinius Securıdus'un
("yaşlı Plinius": M.S. 23 veya 24-79) XXXVII. kitabının
Zümrütten Akis Konusu
i' İT îbpkapı SarayıH azine Dairesi'nde sergilenmekte olan amorf zümrütler. Roma
impaı morlarının kullandıkları züm rüt aynalar muhtemelen b u tür züm rütlerden yapılıyordu
’ paragrafının son cümlesi olan "Nero princeps gladiatorum
pugnas speetabat in smaragdo" cümlesinden çıkmaktadır. Bu
cümle genellikle ekseri elyazmalarında görüldüğü gibi in edatı
I onulmadan "İmparator Neron gladyatörler arasındaki dövüşü
zümrütte seyrederdi" şeklinde tercüme edilmekteydi. Ancak
Bristol Üniversitesi Klasikler doçenti D. E. Eichholz, bunu en
eski elyazması olan 10. yüzyıldan kalma Codex Banıbergensis'te
görüldüğü gibi in edatıyla "İmparator Neron gladyatörler arasındaki
dövüşü yansıtan bir zümrütte İtam karşılığı ‘zümrüt
üstünde'] seyrederdi" şeklinde düzelterek, zümrütün genellikle
sanıldığı gibi bir mercek rolünde değil, fakat bir ayna olarak
kullanıldığını iddia etmiştir. Aynı paragrafta Plinius'un "Gözlerimiz
bir başka nesneye bakarak yoruldukları zaman onları bir
zümrüte bakarak dinlendirebiliriz. Plaka şekilli zümrütler düz
yatırıldıkları zaman ışığı ayna gibi aksettirirler" cümleleri de
Eichholz'un okuyuşunun haklı olduğunu göstermektedir. Gerçekten
de arenada beyaz kum (arena=kum) üzerinde dövüşen
gladyatörlere sürekli ve dikkatli bakışın gözleri kamaştıracağı
60 Zümrıitnâme
muhakkaktır. Bu kuvvetli yansımadan gözü korumanın bir yolu,
gözü dinlendirdiği muhakkak olan yeşil renkli zümrüt aynalar
kullanmaktır. Zümrüt ayna üzerinde seyredilen akisler
gozu korudukları gibi, bakılan nesne üzerinde dikkatin daha
kolayca teksif edilmesini de sağlarlar. Plinius'un bu paragrafında,
Eichholz'un da benim de anlamakta güçlük çektiğimiz söz
"zümrütler doğal olarak mııkavvestirler ve dolayısıyla îjiğ1
teksif ederler" cümlesidir. Belki de Neron gladyatör akislerim
büyütmek için içbükey zümrüt aynalar kullanıyordu. Ancak
bunun .-umrütün doğal bulunuşuyla olan ilgisi açık değil- Bel^1
de Plinius kristalden değil de Topkapı Sarayı'nda da teşhir edilenler
gibi amorf zümrütlerden bahsediyordu. Ama bunların
benim bugüne kadar gördüğüm örneklerinde yüzeyler içbükey
değil, dışbükeydir.
Zümrütten akis, doğal olarak hiçbir zaman doğrudan gözlem
kadar güvenilir bilgi veremez; en azından renkler yeşil,e"
mel tarafından değiştirilir, zümrüt üzerindeki çatlaklar görüntüyü
kırar. Ben /ümrıit ayna mecazını, bilimin göz kamaştın^
parlaklığı ile bonim tüm bilim tayfına bakışımda eksiklik ve bozuklukların
kaçınılmaz olacağım bir arada v u r g u l a y a b i l m e k
için seçtim.
XII
Ortak ve Gerçek24
Bir zamanlar Efes'te kral sülâlesinden gelen ve dolayısıyla
krallık unvanını taşıması gereken bir adam, bu şerefi ve ayrıcalığı
kardeşine terk ederek daha önemli gördüğü bir işle uğraşmaya
karar vermişti. Herakleitos, doğanın gizemleriyle ve insanoğlunun
bu gizemleri anlamak için gösterdiği çabayla ilgiliydi.
M.Ö. 500 gibi bir tarihte, filozofluğu krallığa bu yüzden
tercih etmişti. Fakat ne çağdaşları, ne de ondan sonra gelenlerin
büyük bir çoğunluğu bu garip Efesliyi anlayabildiler. Herakleitos
çağdaşlan olan Efeslilere o kadar kızmıştı ki "Hepsini
aşmalı" diyordu. “Doğa Üzerine" olduğu rivayet edilen kitabını
yayımlatacak yerde bu yüzden gitti Artemis tapınağına sakladı.
Kendinden sonra gelenler, hele meşhur Alman filozofu Hegel'in
öğrencileri, Herakleitos'un öğretilerinde diyalektiği bulduklarını
sandılar; büyük Efesliyi Hegel'in, Marx'ın, hatta Hitler’in
öncüsü sayanlar bile oldu - ta ki Herakleitos'un bir gerçek
meslektaşı, bir büyük doğabilimcisi onu ele alana kadar.
Kuantum fiziğinin babası Ervvin Schrödinger, 1954 yılında
Londra'da University College'da verdiği Shearman konferanslarında
Herakleitos'un derdini kısmen de olsa anlayabildiğini
gösterdi: Herakleitos duyularımızın gerçeğin anlaşılmasında
yeteri kadar güvenli olmadıklarını görmüştü. Dış dünya ile duyularımız
dışında da bir temasımız olmadığına göre, gerçeğe
nasıl ulaşabilecektik?
6 2 Zümrücnâme
Herakleitos duyularımızın —ne kadar eksik olurlarsa olsunlar-
doğarım ufacık da olsa bir kısmını doğru olarak yansıttıklarını
kabul ediyordu. Üstelik, her birey doğayı kendi açısından,
yani değişik bir başvuru sistemi çerçevesinde tasvir ediyordu.
Kanımca Herakleitos'un en büyük keşfi bu başvuru sistemlerinin
önemini kavraması olmuştur. Pek çok açıdan görü-
Ş e k il 1 d R essam ve "ko zm o gra fyacı" (R önesans term i-
ııcılojisindc "harita y a p a n " ) D o n a ta B ram an tc'n in (1444
15 14] M i l a n o 'd a b u lu n a n P anigarola Evi'n d e yaptığı
m eşh u r adam fresklerinden b iri o lan " D e ın o k rilo s ve
H erakleitos" a d lı hu m eşh u r resim , evde b it k a p ı n ı n
ü zerinde hu lıı n iti a ktad ır C u rad a H erakle itos ilk defa
Soneca'nm bocası olan Sotion tarafından b etim len d iği
şekliyle "ağlayım filo zof" Dennokrilos ise C ice ro ve
H o ra tiu s tarafından ta n ıtıld ığ ı gibi "gülen filo zo f" olarak
ka rcım ıza çık m a k la d ır Gir başka ifade ile freskte, bir
R önesans san atçısın ın elin d en , ilkçağın iki b ü y ü k d â h isin
don b iri in sa n lığ ın ap ta llığ ın a ağlaya rak, b iri d c gülerek
lopki verm ektedir
Ortak ve Gerçek 63
l ir nesnenin doğruya en yakın bir şekilde algılanabilmesi
için. p'-'V , »1 gözlemcinin gözlemlerini anlatması, bunların ortak
van! irinin birleştirilerek doğruya en yakın olduğu şimdilik
kabul edilebilecek bir ifadenin elde edilmesi Herakleitos'a göre
en akılcı yöntemdi. İşte üzerinde herkesin anlaştığı bu "gerçeğe
en y.'.kın" ifadeye Herakleitos "ortak" adını vermişti. Ancak
Herakleitos "tartışılamaz gerçeğe" ulaşılamayacağı kanaatindeydi
1 ı •. uV Kfesli gerçeğe ulaşılamayacağı için mi "ortak" bir fikir
bir r.nriı peşmdeydi? Herakleitos'a bugünlerde pek moda
olan ve halk kütlelerinin ortak kararlarının en doğru karar olması
gerektiği görüşünü temsil eden bir rölativizmi atfetmek
büyük bir haksızlık olur. Herakleitos'un, bizden bağımsız bir
dıınya, bir gerçek evren olduğu ve bu gerçeğin fikir ve düşiin-
•• rımız hakkmdaki en son hakem olması gerektiği konusunda
en ufak bir şüphesi yoktu. Ortak ve gerçek aynı şeyler değildi.
■er gerçeğe ancak deneme-yamlma yöntemiyle ve tüm deneyimlerimizi
birleştirerek yaklaşabilmekteydik. Ancak bir adam,
'e> başma bazı fikirlerin yanlış olduğunu ispat edebilirdi.
Herakleitos'un, fikirlerin tartılmasında insan kütlelerine
asla itimadı yoktu. İnsan kütlelerinin faydası, gerçeğin pek çok
oşesini bir anda görerek onun hakikate olabildiğince yakın bir
resmim ortaya çıkarmaktı. Bu resmin gerçekle çelişen tek bir
köşesini görmek için tek bir insan yeterdi. Ortakla gerçeğin aynı
olmadığını gösteren ve bu şekilde bilimle demokrasinin ara
kesidini 2500 yıl önce çırılçıplak ortaya koyan büyük Efesli bu
yüzden antidemokratlıkla suçlandı, kendisine sosyalistlikten
faşistliğe kadar her türlü felsefe yakıştırıldı. Halbuki o, doğa bilimlerinden
hareketle, demokrasinin bir güruh sloganı olmaması
gerektiğini, olursa doğanın gerçeklerine çarparak parçalanabileceğim
vatandaşlarına anlatmak istiyordu.
O gün olduğu gibi bugün de Herakleitos'un çığlığı insanlığın
çoğunluğunun sağır kulaklarına çarpıp boşlukta kaybolmaktadır.
XIII
Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe2
Tüm uygar ülkelerde, jeoloji ve jeofizik bölüm leri yerbilimlerinde
altmışlı yıllarda başlayan ve levha tektoniği devriminın
ilk haberciliğini yaptığı baş d öndürücü gelişmeler karşısında
birleşmek ihtiyacını duydular. A dları "yerbilimi bölüm ü" veya
"jeobilimler b ö lü m ü " şekillerini aldı. Daha sonra uzaydaki keşif
gezileriyle bunların bazıları -ve en gelişmiş olanları- "yer ve
gezegen bilimleri b ö lü m ü " diye anılm aya başladılar. Daha sonra,
yerbilimlerinin atmosfer bilim lerinden ayrılamayacağı, buzullaşma,
paleoklimatoloji (eski iklim bilgisi), paleoseanografi
(eski okyanus bilgisi) gibi en klasik bazı sorunların çözümüyle
beraber t ü m eksojen (dış) jeodinam iğin anahtarının a t m o s f e r
bilim lerinde yattığı görüldü. Bu sefer yine bazı bölüm lerin adları
değişti: "yer, atmosfer ve gezegen bilim leri b ölüm ü" oldu-
Bu gittikçe uzayan bölüm adlarına Fransız yerbilimcileri nihayet
bir çare buldular: "kâinat bilim leri" (Sciences de l'Univers)-
Buna bugünlerde çevre bilim leri de, insan boyutunu kazandırmak
işleviyle, katılmak üzeredir.
Sonunda, değişik bir ad altında karşımıza, 19. yüzyılın büyük
doğabilimcisi ve "son evrensel d â h i" kabul edilen Alexander
von H um boldt'un ölüm süz eseri Kosnıos'ia bizlere s u n d u ğ u
"tüm kâinat bilim inin" çıktığını görüyoruz. Ama d a h a o zaman
dünya, von H um boldt'un bilim ine bir ad yakıştırmıştı. İlk çağın
büyük evrensel dâhisi Eratostenes'in en önemli kitabına uygun
gördüğü bir isim: Coğrafya. Doğal o rtam ı, içinde yaşayan
Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe 6 5
etk'*eyen insanla birlikte k u c a k la y a n co ğra fy a , 2500 yıl
dı ^k * te yaPllan ^ bilim sel s p e k ü la s y o n la rın d a komısııy-
J, . .r diğer deyişle ilk b ilim d i.
nı 11111u bin yıllık bir aradan sonra insanlık ttk ra r coğrafya-
°ja "j0 ve sosyal bilim leri bir sentez içinde k u c a k la m a k
sonu' ,ea^n<^e birleşti. Coğrafya artık hem en her d o ğ a b ilim c in in
nQa ulaşmayı hayal ettiği bir "N irv a n a " m ertebesine g eldi.
**k|*ıs. Mı.-* T . ,
KctS'lı, (!,jp s , e n Bu z U,1 (1875-1950) f ır ç a s ın d a n S e y d î A li
yılında . ” " j İ0 k u Z k ild lr sas'ylî> A r a p D e n iz i'n d e 1554
T u fâ n ı F îl ( H ü s n ü T e n g ü z, 1995, O s m a n lt
^ahriv
Komut
^ ’ ,n ' 'sı Resim A lb ü m ü : D e n iz K u v v e tle r i
■skondcTP^|' KUİ,Ur Y n y m la r l. S a n a t D iz is i, N o . 3, H a z ır la y a n
eotirj
O s m ü l ■
/ . * * h l7> 05111311,1 d o n a n m a s ın ı b ir e n k a z h a lin e
S ahi,lerine V uran b u felaket, c o ğ r a fy a c a h ili
Jls in L>' 111n dU n yil ln lp a ra to r lu ğ u id d ia s ın ı f iz ik o la r a k ken-
terkrt ° ^ daH a 8ÜÇSÜZ a m a c o 8 ra fy a b ilg in i ü lk e le re
fi m e s m ın h a z in a d ım la r ın d a n b irid ir. N e M ıs ır K a p ta n ı
•'y ru d d in H ız ır B e y 'in 1568 y ılm d a k u z e y S u m a t r a 'd a k i
ǻn
u ltn m A lâ ü d d m ın y a r d ım ç a ğ ır ış ın a c e v a b e n 22 g e m i
* BM ışi. n e de M u r a t R e is 'in 17. y ü z y ıld a ta İz la n d a 'y a ve
■"<-‘W lo u n d la n d 'a k a d a r y a p tığ ı d e n iz a k ın la n O s m a n lI'n ın
Kalıcı b ilg i h â z in e s in e tek b ir d a m la ilâ v e e d e b ilm iş tir . S o n
o k y an u saşırı O s m a n lı seferi d e M u r a t R eis v e g e m ile r in in
■İ2H .le N e v v fo u n d la n d d ö n ü ş ü b ir fırtın a y a tu tu la r a k k a y
b o lm a la rıy la n o k ta la n m ış tı.
6 6 Züm rütnâm e
Tıp gibi, hukuk gibi, uygar ülkelerde dört yıllık bir eğitimin kendisine
yetmediği, ancak temel kavramlarının daha ilkokul, ortaokul
sıralarında çocuklara en iyi bir şekilde verilmesi gereken bir
"süper-bilim", bir "yaşam kılavuzu", hatta "ya^am felsefesi" oldu
Ne yazık ki Türkiye'de bilimlerin bu kraliçesi, bu ilk temsilcisi,
uygarlıkların ve imparatorlukların bu besin kaynağı
şim dilik sürgüne gönderilmiştir. Ne üniversitelerimizin herhangi
birinde ona lâyık tek bir bölüm, ne de ilk ve ortaöğretimde
ona lâyık bir eğitim kalmıştır. Bazı başbakanlar, bırakın coğrafyanın
modern kavramlarını anlamayı, kendi ülkelerinin şehirlerinin
yerini unutacak kadar coğrafya bilmez olmuşlardır-
Her gün karşımıza çıkan ve binlerce vatandaşımızın hayatına
mal olan heyelan, sel, çığ gibi doğal afetler, Kardak kayalıkları
krizinde karşılaştığımız temel kartografya eksiklikleri, şu anda
pislikten ölmekte olan ve üzerindeki ilk çalışma geçen yüzyılda
büyük Rus jeologu Andrusov tarafından Sultan II. Abdülham ıt
tarafından tahsis edilen Selanik adlı gemide yapılan Marmara
Denizi hakkında süregelen bilgisizliğimiz ve umursamazlığı'
mız, bizlere coğrafya bilgisizliğinin ne kadar pahalıya patlayabileceğini
her gün gösteren canlı örneklerdir.
Bunun muhakkak ticaretimizde de benim bilemediğim
yansımaları vardır. Doğan Kuban'm büyük şehirler için geliştirdiği
ve İstanbul'a uyguladığı "âni çöküş" kuramının temel tetiği
coğrafya cehaletidir.26 T üm uygar dünyanın, insanlığın ük'
çağdan beri ideali olan bütün kâinatın bilimsel kavranmasını
kendine konu edinmiş olan coğrafyayı -değişik adlar altında
olsa bile- tekrar ilgi odağı yaptığı şu günlerde Türkiye'nin her
düzeyde coğrafya eğitimini çok ciddî olarak gözden geçirmesinin
zamanı gelmiştir ve ne yazık ki hızla da geçmektedir.
XIV
Tartışamamak: Neden ve Sonuçları27
Geçenlerde ABD'den sekiz meslektaşımız bir "beyin fırtınası"
kapsamında bir bilimsel sorunu detaylı bir şekilde tartışmak
amacıyla İTÜ Jeoloji Bölümü'nde bizim grubu ziyarete
geldi. Bir iş haftası süren bu ziyaret esnasında benim ITÜ'deki
140 nı 'lik odam kelimenin tam anlamıyla bir arı kovanına döndü.
Amerika'dan ve Güney Afrika'dan tecrübeli yerbilimciler
1 urkıye'nin en önde gelen yerbilimcileriyle haritalar, kitaplar,
sismik profiller, ve beyaz tahtalar önünde kıyasıya tartışıyorlardı.
Hafta bittiğinde, her birimiz sorunumuz hakkında en azından
ortak bir dil konuşur olmuş, ana problemlerin neler olduğunda
anlaşmaya varmıştık.
Hafta sonunda eldeki doyurucu sonuca bakınca, aklım şöyle
bir hafta içine doğru geri gitti: Bu verimli beyin fırtınasında en
Çok ne yaptık diye düşündüm. Bulduğum cevap tartışma idi; kıyasıya,
kıran kırana tartışma! Bu tartışma, odamda sabahın dokuzundan
akşamın yedisine kadar çalışan grubun orada bulunma
sebebi ve tek çimentosuydu. Odamda hafta içinde gördüğüm
manzara ise, ne yazık ki, Türkiye'de kendine bilimsel adını yakıştıran
çevrelerde bile pek ender görmeye alıştığım bir manzaraydı.
Hafta sonu, haftalık bilimsel çalışmalarımızın yanı sıra, bu
üzücü gözlemimi de kafamda dolandırdım durdum. Biz milletçe
niçin verimli bir şekilde tartışamıyoruz? Mesela, milletvekillerimiz
niye verimli bir şekilde tartışmak yerine ikide bir -hem de
milletin gözü önünde- sille tokat birbirlerine giriyorlar?
£ « ı.ı ıl ı ti 'Ş t n g o ı 'ü n o d a s ın d a 5 - 9 O c a k 1998 ta rih le ri a ra sın d a y a p ıla n , A m erikalı ve Rus
y e r b i l i m c i l e r i n 1 i ı l d ı ğ ı ta r t ış m a to p la n tıs ın d a n b ir sa h n e A j t G re en yere uzanm ış, kendisin*
H in le y e n le r * » U ^ riL ı ü y j-r in d c iz a h a t v r rîy n r Y ü cel Y ılm a z d a sak alıy la oynayan C elâlŞengoı7*
A r f ı n a n l a t t ı k l a r ı n ı y o r u m lu y o r
T ü r k i y e 'd e y e tiş e n in s a n la r ın o rta la m a tartışına b e c e r is in in
d ü ş ü k o l m a s ı n ı n b a ş lıc a sebebi, k a n ım c a , b ize pek küçükten itib
a r e n a ş ı l a n a n n ih a î b ir gerçeğin o ld u ğu ve onun insanlar tarafın'
elan b ilin e b ile c e ğ i in a n c ıd ır . N ih a î gerçek —her ne konuda olursa
o l s u n in s a n l a r t a r a f ın d a n b ilin e b iliy o r s a , kim se o n u bilememe
k ü ç ü k l ü ğ ü n ü k e n d in e y a k ış tır a m a z . Ya o gerçeği gerçekten bil"
d i ğ i n i s a n a r v e y a e n a z ın d a n b ild iğ i n u m a ra s ın ı yapar. B ir laf'
t ış m a e s n a s ın d a , k a r ş ıs ın d a k i b ild iğ in i id d ia ettiği g e r ç e ğ in
d o ğ r u o l m a d ı ğ ı n ı is p a t e d e c e k g ib iy se , oto rite kaybını ö n l e m e k
i ç i n t a r t ış m a y ı o v e y a b u ş e k ild e k e sm e k z o ru n lu lu ğ u hasıl
o lu r . B u y a S e n n e a n la r s ın ? " ş e k lin d e b ir k ü çüm sem e veya
" O n u b e n b i l i r i m " ş e k lin d e b ir o to rite id d ia s ı veya " S e n .... 'dan
i y i m i b ile c e k s in " d iy e b ir ü s t o to rite y e m ü ra c a a t h alin de ortay
a ç ık a r . B u ş e k ild e k e s ile n ta rtış m a la rla h e rh an g i bir sonuca
v a r ı l a m a y a c a ğ ı g ib i, ta r tış a n k iş ile r a ra s ın d a d iy a lo g da geçici
o l a r a k v e y a s ık s ık t a m a m e n k o p a r. Y ani in s a n ın en ön e m li vasf
ı o l a n a k ılc ı m u h a v e r e s o n b u lu r .
Tartışamamak: N eden ve Sonuçları
6 9
> ckıl 17. 1.ırt şiTtj I f ta s ım ı so n u: re sim d e g ö r ü le n e k ip T ürk , A m e rik a lı, G ü n e y A fr ik a lı v«
Kus jeologlardan o lu şu y o r K ara g ö z lü k le r, re sm in o rta s ın d a ak saçlarıyla d u r a n Y iicel Y ıtıı.« v 'ı
b aba" ro lü n d e m-ete riyor (N o rm a l o larak o r o lü ü s tle n e n N a c i G ö r ü r b u e s n ada d e k a n o ld ııftıı
•çln resim Çfl.i*lrk-.-n k im b ilir lıa n g i çok c id d î k o m is y o n v e y a y ö n e tim k ıır u lu toplan tısın* laydı!)
Ilıı şekilde bir diyalog kaybı her şeyden evvel çalışma
erııj rının kurulam am ası sonucunu doğurur, her iş ve atılım
tekil kışııer tarafından yapılm ak ve onların im kân ve becerileriyle
sınırlı olmak zorunda kalır. G rupların kurulam am ası bu
yV ilde tartışamayanların oluşturduğu bir toplum da kişinin be
cerilerini aşan büyük projelerin planlanıp icra edilmesini im
ansız kılar. Ayrıca, işler kişilerle sınırlı olm ak zorunda olacağından
genellikle kişinin öm rünü de aşamaz ve bu şekilde zaman
içinde sürekli işler yapılam az. Büyük projelerin oluşam a
ması ve bu tür işlerin bir an için oluşsalar bile sürekliliklerinin
olamaması, kurum laşm ayı olanaksız kılar. Toplum kendini çimentolayacak
ve aynı zam anda sürekli kılacak akılcı kontrol
m ekanizm asından yoksun kaldığı gibi, içinde yetişen bireysel
yeteneklerin de etkileri hem m ekânda hem de zam anda sınırlı
olur.
Kanımca, sırf nihaî bir gerçeğin olduğu ve onun insanlar
tarafından bilinebileceği inancı. Türkive'nin ve 1 ürkive eibi se-
7 0 Z ü m r ü tn â m e
ri k a lm ış tü m to p lu m la r ın n iç in geri k a ld ığ ın ı açıklayan sihirli
b ir a n a h ta r o la ra k k a rş ım ız a çık m aktadır. E ğitim , bu inancın
d o ğ r u o lm a d ığ ın ı, y a n i n ih a î gerçeklerin —o lduklarına inansak
b ile — k e sin b ilin m e le r in in hiçbir şekilde m ü m k ü n olmadığını,
b u n la r a a n c a k tartışarak yaklaşabileceğimizi anlatabilecek şekilde
d ü z e n le n ir s e , uaııı bilimsel olursa, tartışa m am a hastalığından ve
o n u n la b e ra b e r şu a n d a b e lim iz i b ü k e n pek çok sosyal h a s ta lık
ta n k u r tu la b ile c e ğ im iz b ü y ü k b ir ih tim a ld ir.
XV
Bilim Adamları ve Profesörler28
«sında ve televizyonda sık sık toplumun çeşitli kesimlerinden
en alttan en üste kadar- pek çok kimsenin "bilim adamından''
bahsederken tüm üniversite öğretmenlerini kastettiğini
'oruyoruz !>ıı yanlış, çıg gibi artan üniversitelerimizin sayılarının
pek çok katı bir hızla artan üniversite öğretmenlerinin
:>urel !j şişen adedine bakarak ülkemizin bilim adamlarınca da
hızla zenginleşmekte olduğu izlenimini vermekte olduğundan
•anımca son derece zararlı olmaktadır. ITÜ'nün efsanevî hocasından
Prof. Dr. Mustafa İnan, bir gün âlimlik taslayan, ancak
bi|ım adamlığı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir meslektaşına
sinirlenerek kendine has Adana şivesi ile, "Bah garda-
Şim demiş, "Einstein de adının önüne Prof. Dr. yazıyordu, sen
de. Sanmayasın ki ikisi aynı şeydir." Rahmetli Mustafa Hoca
nın çok çarpıcı bir şekilde dile getirdiği, bazen aynı unvan
altına gizlenen iki kavram arasındaki fark aslında çok önemlidir
ve gerçek üniversiteler ile üniversite müsveddelerini birbirinden
ayırmaya yarar.
Bilim adamı, veya bugünlerde artık "bilimci" dediğimiz kişi
bilgi üreten kişidir. Bilgi üretimi büyük ölçüde yaratıcı bir iştir,
yani önceden olmayanı yaratmaktır. İnsan bilgi üretmek için
çeşitli yollara başvurabilir. Örneğin, doğrudan bilgi edinmek istediği
nesneyi gözleyebilir ve gözlemlerini kaydedebilir. Veya,
bilgi edinmek istediği nesne hakkında bugüne kadar yapılanları
gözden geçirerek, bunlarda yanlış veya tutarsızlıklar olup ol-
72 Zümrütnâme
madiğim inceleyebilir veya bugüne kadar yapılan incelemeleri
dayanarak incelenen nesne veya süreçlerin yeni özellikleri mİ
keşfedebilir. Bu şekilde ya tasvirî ya da kuramsal olmak üzere
iki değişik tür bilgi üretilebilir.
Tasvirî bilgi, incelenen nesnenin gerçeğe mümkün olduğu
kadar yakın bir betimlenmesi diye tanımlansa bile, her betim le
me mutlaka bazı genel kavramlar gerektirdiğinden (örn. blı
bardağı betimlerken cam ve bardak genel kavramlarının gerek
mesi gibi) ve gözlem işlevi bazı yaratıcı unsurlar içermek /o
runda olduğundan (örn. bir portre ressamının yaratıcılığı gibi)
sanıldığı kadar sıradan bir iş değildir. Bu şekilde üretilen tasviri
veya kuramsal bilgi bilimsel yayınlarla dünyanın bilgisine ve
sınamasına sunulur. Bu şekilde bilgi ve değeri onu ürettiğini
iddia edenin şahsından menkul olmaktan kurtulur, herkesin
değerlendirmesine açılmış olur ve bu şekilde bilim âleminin
malı durumuna gelir.
______ t/V/ /"'tCZY^-T\nnNJ .. ıı. .. ı. ı ... . ■----- -O M t n l l l l l l j r ^
İ
-BU NE CEHALET YAHU; PROFESÖR MÜSÜN YOKSA SEN?..
Şekil 18. Turhan Selçuk'un Milliyet gazetesinde doksanlı yılların başında yayımlanmış !>!»
karikatürü. Her profesörün mutlaka bilim adam ı ve/veya bilgin olmayacağının en g ü /fl
ifadelerinden biri.
Bilim Adamları ve Profesörler 73
Sürekli sınanmayan, yenilenmeyen, yenisi yaratılmayan
l'll)’,ı olduğu gibi kalmaz. Kişiden kişiye geçerken iletişimdeki
I ıi'.ımlmaz eksiklikler nedeniyle aşınmaya uğrar ve pek kısa
ıim.mda yozlaşır. İlk- ve ortaöğretimde yapılamayan bilgi üre-
IMilini üniversite dengeler, buralarda yozlaşmayı önler. Bu ne-
, lı ııle üniversitede "nakl-i ilim" olamaz.
lîilgi üretmeyen kişi, unvanı ne olursa olsun, bilim adamı
"lı 1 1,1ilığı gibi, bilgi üretmeyi öğretemeyeceğinden üniversite
İnn .ılığına da lâyık değildir. Üniversite öğrencileri hocalarını,
i MilIIikacılar üniversite profesörlerini, halk da karşısına muhtelıl
ortamlarda, hatta siyasî partilerde bile, çıkan "akademik unvuıılllım"
bilgi üretip üretmediği sorusuyla tartmalı, bunun için
,lı nrtlk ulaşması pek kolay olan muhtelif uluslararası atıf en-
• I*I '.Icrine mutlaka göz atmalıdır. Orada adı olmayanın üniver-
1 1 1 1' hocalığında da yeri yoktur.
XVI
Masal Deyip Geçme! 29
Bugün, iki hafta önce yayımlammış (14 Mart 1998; CBT no.
573) bir yazıma30 CBT yayın yönetiminin eklediği bir öz cümlede
yapılan bir yanlışı31 tartışmak niyetindeydim. Eyvah ki
mümkün değilmiş! Eyvah ki 17 Mart Salı sabahı gazetelerde
halkbilimlerindeki büyük bilginimiz Pertev Naili Boratav'ın
ölüm haberini okudum! O Boratav ki, insanoğlunun bilimsel
yöntem kullanmadan veya, en azından, bunu bilinçli bir biçimde
yapmadan ürettiği akıl ve el ürünlerininin bulunması, toplanması,
sınıflanması ve yorumlanmasına bir omur vermiş bir
insanoğluydu. O Boratav ki, insanoğlunun fikir ve zevk zenginliğinin
ortaya dökülmesi için taban tepmiş, dirsek çürütmüştü.
O Boratav ki, Atatürk'ün zindandan çıkardığı halkının
unutulmuş akıl ve el emeklerini bilimin korumacılığına almak
için didinmişti. O Boratav ki, Atatürk ve Hasan-Âli Yücel aydınlığından
sonra ülkemize çöken o meş'um gecenin ikiz zebanileri
aptallık ve cahillik tarafından yerinden, yurdundan, kürsüsünden
edildiği halde, elleri tuttukça, gözleri gördükçe, kulakları
duydukça, insanın yarattıklarının peşinden koşmaktan
geri kalmamıştı - yetişemediği, sokulmadığı yerlere sadık hayat
arkadaşıyla ulaşmıştı. O Boratav ki, insan olma onurunun
insana saygı duymakla başladığını anlatmak için nefes tüketmişti.
Az Gittik Uz Gittik'in yazarı, Zaman Zaman içinde çalışan
Boratav'a kuşkusuz pek çok gerçek ağıt, pek çok da tekerleme
d üzülecektir. Ben ne birini ne de diğerini yapabilirim. Kaldı ki
Ş e k il 19. B ü y ü k fo lk lo r b ilg in im iz P ertev N a ili
B o ratav (1907 16 M a r t 1998). C u m h u r iy e t
G a z e te s i A r ş iv i.
onun ilk izcilerinden o ld u ğ u , insan bilgisini genişlettiği alanın
ben doğru dürüst ne dinleyicisi ne de o kuru olabildim . D enebilir
ki zaten bir jeologun masal âlem iyle ne işi vardır?
Benim m asal âlem inde ço cukluğum d an sonra yapm aya
başladığım ikinci gezinti Asya kıtasının jeolojik yapısı hakkındaki
fikirlerin tarihçesini incelerken karşım a çıkan Kaşgarlı
M a h m u d 'u n Divân-ı L ûgat-it-T ürk'ündeki bir dünya haritasıyla
başlamıştı. 1077 yılında Bağdat'ta yapıldığı sanılan bu haritada
Belhî ekolü denilen A rap beşerî coğrafyacılarının inkar edilemez
bir etkisi vardır. Dairesel şekil, bilhassa Asya yı çevreleyen
dünyanın neredeyse şematik denilebilecek çizim i, deniz, nehir,
göl, şehir sembolleri hep insana Belhî, al-İştahri, Ibn f av a ve
M aksidi gibi b ü y ü k coğrafyacıları içeren b u ekolun ürünlerim
hatırlatır. A ncak iş A sya'nın iç kısım larını çizm eye gelince, Kaşgarlı'nm
kullanm ış o ld u ğ u açıkça g ö r ü l e n bilgileri hiçbir A rap
coğrafyacısında bulam ıyoruz. H atta al-Harizm î n in .»«raf a t
(D ünyanın Resmi) adlı kitabında verilen koordinatlardan 1rot.
7 6 Züm rütnâm e
Fuat S e zg in 'in baştan
k u ra b ild iğ i 9. y ü z y ılın
m e ş h u r M a'm un h a rita
sın da bile b u bilg ile r
yoktur. K a şg arlı'n ın h a
ritası O rta ve K u ze y A s
ya h a k k ın d a şaşılacak
derecede d o ğ ru b ilg ile r
le d o lu d u r. Bu bilgileri
insan Ç in k a y n a k la rın
da da b u la m a z . Kaşgarlı,
D iv â ıı'd a ne y azık ki
bu h a rita n ın k a y n a k la n
h a k k ın d a h içbir şey
y azm am ıştır. Kaşgarlı'n
ın k a y n a k la n O rta
A sy a'd a 11. y ü z y ıld a
—ve hiç k u ş k u s u z b u n
d a n önce de- c id d î bir
coğrafî b ilg i h a v u z u
n u n v a rlığ ın ı gösterm
ektedir. Bu ta h m in ,
pek kabaca da olsa,
o n u n m em leketlisi ve
çağdaşı Y u suf H as Hac
ib 'in Kııtııdgu Bilik'ince d e d o ğ ru la n m a k ta d ır. Elde başka y.ızılı
k a y n a k o lm a d ığ ın a göre b u coğrafî hâzineye nasıl ulaşılacaktır?
İşte b u rada m asallar im d a d ım ız a yetişm ektedir. Boratav'ııı
söy le y ip y a z m a k ta n u s a n m a d ığ ı gibi, m asallar k â ğ ıd a d ö k ü l
m e m iş h alk b ilg is in in en ze ngin a n o n im arşividir. Bu nedenle
b ü y ü k b ilg in y ay ın la rın d a "H e m genel olarak m asal o k u ru n u n ,
hem de h a lk b ilim i incelem elerinde T ürk m a salın ın som u t, yeri
y u rd u belirli belgelerine b aşv u rm ak isteyeceklerin yararlanab
ilm e le rini sağlam ak a m a c ın ı" g ü tm ü ştür. Bu yeri y u rd u belli
m asallar, bizlere dağlar, ovalar, nehir ve göller gibi yerci coğrafya,
hatta v o lk a n iz m a , sel, d ep re m gibi jeoloji v e rile rinin halk
b ilin cine geçm iş şekillerini sunm akta, artık k aynakları kaybol-
Masal Deyip Geçme!
77
\
\
muş eski haritaların
hangi bilgi dağarcığının
eseri olduklarını,
hatta bazen bu
bilgilerin nasıl toplanmış
olduklarını
öğretmektedir.
Boratav bize bilimciyle
halkın birbirlerine
el uzattıkları o
henüz keşfedilmemiş,
haritalanmamış
âlemde kılavuzluk
eden bilgelerden biriydi.
Onun kıymetini
bilmek eserini
yaşatmak ve sürdürmekle
mümkün olacaktır.
Acaba onu
yapabilecek kadar
akıllandık mı?
*
Şekil 20. K a ra r lı M.ıhınutl un 1077 yjlımlo Bağdat tn bitirild
i sanılan Uiufiıt-t Lügat-it Türk’ü ım n dünyada bilinen tek
yazma nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesi tidedir ve Ar
4189 num arada kayıtlıdır. Bu tek nüshanın 22. ve 23.
Varaklarında bulunan dünya haritası bir Iü rk üıı yaptığını
sandığım ız en eski harita olmakla kalmayıp, Orta ve Kuzey
Asya'nın da yer şekillerini yerel bilgiye dayanarak gösteren en
eski haritadır. Ne yazık ki Kaşgarlı, Lügat'ta bu haritanın kay
na kİ arım -kendisinin Türk illerinde çok gezdiğini söylemek
dışında-belirtmemiştir. Eldeki yazılı Ç in ve Arap
kaynaklarına ilâveten Orta Asya'nın masal ve destanlarından
bize ulaşan sözlü coğrafya bilgisi, ancak Pertev N aili Doratav
gibi bilginlerin çok büyük bir sabır ve sebat gerektiren
çalışmaları sayesinde gün ışığına çıkabilmektedir. Buradaki
resim K ültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında yayımlanan
Lügat'm bir tıpkıbasım ından alınmıştır.
i
XVII
"Nihaî Gerçek" Meselesi32
Üç hafta önce (14 Mart 1998; CBT no. 573; bu kitapta s. 65)
"Züm rüt'ten Akisler" köşemde yayım lanan 'T a r t ış a m a m a k :
Neden ve Sonuçları" başlıklı yazım için CBT yayın yönetiminin
koyduğu öz cümle '"N ihaî gerçeklerin olm adığını ve gerçeklere
sadece tartışarak yaklaşabileceğimizi öğrenmeliyiz" şeklindeydi
(27. dipnota bkz.). Bu köşedeki öz cümlelerin yazar dışında koyulm
asının bir faydası, yazarın meram ını tam anlatamadığı durumlarda
bunun pek çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmasıdır, iki
hafta önce de böyle olmuş. Ö z cümle -aslında kendi içinde çelişkili
olmasının yanı sıra- benim anlatmak istediğimin yalnız ya'
rısını doğru ifade ediyor. Doğru ifade ettiği yarı, öz cümlenin
ikinci kısmı: gerçeklere yalnız tartışarak yaklaşabileceğimizi ög'
renmeliyiz (tabiî bu da aslında "gözlem sonuçları ışığında tartışarak"
olmalı). Yanlış olan kısmı ise "nihaî gerçeklerin olm ad1'
ğı" iması. Eğer nihaî gerçeğin peşindeysek, onun olm adığını önceden
iddia etmek, olduğunu iddia etmek kadar yanlış bir davranıştır.
Nihaî gerçeğin olup olm adığını bilmiyoruz. Üstelik, kâinat
içinde sonsuz olgu bulunduğuna, en azından bizim gözleyebileceğimizden
çok fazlası olduğuna göre, kâinatın t a m a m ı n ı
içermek zorunda olan nihaî gerçeği bilebilmemiz de ihtimal dışıdır
(benim 13 Aralık 1997, CBT no. 560'taki " B ile m e y e c e ğ in i
Bilmek" başlıklı köşe yazıma bkz.; bu kitabın I. bölüm ü).
Bu durum da iki hareket tarzından biri seçilebilir: Ya nihaî
gerçeği nasılsa bilemeyeceğiz deyip, kâinatın sırlarını aramaktan
vazgeçmek - ki bu daha rahat, daha emin, daha verimli, da-
'Nihaî Gerçek’’ Meselesi 7 9
ha zevkli bir yaşam arayışından vazgeçmekle aynı anlam a gelir
ve insan doğasına, hatta biyolojik evrim in y ön üne aykırıdır. Veya,
nihaî gerçeğin olduğu inancı istikam etinde o n u n peşine d ü
şülür. Ancak bu ikinci seçim birincisinden çok daha tuzaklı bir
yol içerir. Üzerindeki tuzakların en b ü y ü ğ ü de bir noktada o
veya şu şekilde nihaî gerçeğin "b u lu n d u ğ u " zannının edinilmesidir.
Bu zanna düşen kimse iki hafta önce açıklam aya çalıştığım
şekliyle şüphe yeteneğini kaybeder ve b u ld u ğ u n u —veya
bir başkası tarafından bulunarak kendisine tebliğ edild iğim
sandığı nihaî gerçeğin de ötesinde bir gerçeğin bulunabileceği
ihtimaline karşı duyularını kapam ış olur. İşte bu akıl haline eski
tabirle "nasçılık", bugünlerde de "d ogm acılık" veya dogm
atizm " diyoruz.
N ihaî bir gerçeğe inancın dogm atik inançtan şu farkı vardır:
Dogm atik olm adan nihaî gerçeğe d u y u la n inanç p a m u k ip
liğine bağlıdır. Kendisine karşı sağlam gözlem e dayanan bir fikir
geldiği an o iplik kopabilir. Peki bu kadar zayıf bir inancın
ne faydası var diye bir soru gelebilir akla. O nce inancın zayıfının
g üçlüsün ün o lm adığını söylemek isterim, inanç, yeter ı ne
den olm adan bir şeyin o ld u ğ u n u kabul etmektir, «eterlı nes.en
olarak yapılan kabuller bilgiyi oluşturur. Yeterli net en o ma
dan bir şeyin o ld u ğ u n u kabul etm enin güçlusu zayıfı olm az
(bu az veya çok ham ile olm ak gibi bir şeydir! insan ya ham ile
d»r ya değildir, b u n u n azı çoğu olm az). N ih a î gerçege inanm ak,
aslında bfzim dışım ızda gerçek bir âlem o ld u ğ u n a y a n m a k la ,
yani realist olm akla aynı şeydir. Böyle bir alem old u ğ u n a in an
m adan, tabiî ki o âlem i incelemeye kalkışam ayız A le m in b .z.m
dışım ızda ve bizden bağım sız varlığına in anm ak ise bize gelem
yapm a im kânının olabileceğim bildirir. Bu da b izim dışı
m ızdaki âlem ile temas edebileceğim iz, dolayısıyla onu öğrenerek
kendi am açlarım ıza u y g u n kullanabileceğim iz anlam ına
gelir: Uygarlığın temeli de bu değil m idir?
Bizim dışım ızda bir âlem in o ld u ğ u inancı ise kendi içinde
yanlışlanabilir bir öneri değildir. Bir diğer ifade ile, realizm me
tafizik bir inançtan ibarettir. D iğer inançlara tercih edilm esi gereğinin
nedeni de hem kuram sal olarak gelişm e ve ilerlemeye
açık bir yaşam program ına (yani bilim e) im k ân vermesi, hem
8 0 Zümrücnâmc
de b u gelişme kuramının tarihten bildiklerimiz tarafından yanlışlanmamasıdır.
Tüm diğer dogmatik inanç türlerinin ise sonları,
tarihten bilebildiğimiz kadarıyla, hep hüsran olmuştur. Bu
nedenle, nihaî gerçeğe inanmak, ancak b u inançta dogmatik olmamak
v e nihaî gerçeğe tesadüfen ulaşmış olsak bile, kâinattaki
olguların sonsuzluğu nedeniyle bunu asla b ile m e y e c e ğ im iz i
bilmek bizleri sağlıklı, emin, rahat, verimli ve zevkli yaşam a
götürecek en emin y o ld u r Bu yolun aracı da gözlem ışığında
akılcı, eleştiıel tartışmadır.
XVIII
Klasiklerin Tercümesi
1Aralık 1935'te İzmir milletvekili Hasan-Âli Yücel "Okullarımızda
ileri memleketler edebiyatını gençlerimize tanıtmak,
büyük eserlerin tercemelerini yaparak geniş ölçüde eser neşretmek,
seçme ve kritik etme kabiliyetini kazanmış bir okuyucu
kütlesi yapacak, yazıcılarımız da bu kütleyi doyurmak için itinalı
çalışmaya mecbur kalacaklardır" diye yazmıştı. Türk Aydınlanmasının
Atatürk'ten sonraki bu en büyük lideri ve baş
mimarı, tercüme faaliyetinin amacını "seçme ve eleştirme yeteneğini
edinmiş bir okuyucu kütlesi yaratmak" olarak belirliyor.
Rir okur kütlesinin bilgi ve fikir kalitesi doğal olarak okumak
için ele geçirebildiği malzemenin düzeyinin bir fonksiyonudur.
( imanlı döneminde Türkçeye yapılan tercümelere bir göz attığımızda,
bunların uygarlığın bilgi ve görüş zenginliğini yansıtmaktan
çok uzak eserlerden oluştuğu dikkatimizi çekiyor. Kendi
ihtisas dalım olan jeolojiden bir örnek vermek gerekirse, 1853
yılında Meclis-i Maarif üyesi Rusçuk'lu Mehmet Ali Fethi Efendi
tarafından Arapça'dan (Al-Aqwâl al-Murdiya f i cîlm Bunyat al-
Kura al Ardiyya: Kahire H1257/M1841-42) Türkçeye çevrilmiş
olan İlm-i Tabakatü-l Arz başlıklı bir eserin orijinali 1832 yılında
Paris'te yayımlanmış Geologie Elementaire Applicfuee â l'Agriculture
et a l'Industrie avec un Dictionnaire des Termes Geologiques, ou
Manııel de Geologie'dir. Bu minik popüler bilim kitabı, Paris'te bir
mineral ve fosil dükkânı sahibi olan amatör jeolog ve lise öğretmeni
Neree Boubee tarafından yazılmış ve derhal Almancaya,
İngilizceye, İtalyancaya ve Arapçaya çevrilmiştir. Ali Fethi Bey
bu eseri çevirmeye, seçildiği Meclis-i Maarife lâyık olabilmek
8 2
Züm rütnâm e
i J r & O J L O G Î S
l*OI>l I. VlKi;
' ' ' '"/»/< . r*. , (/
\ı*r1.1<>ı 11
i l ! -i\g '?'!3'fil li'CUt &• I İv i Ifcicbu S İT İ t
:NJ!*j !I^.:İ!Î!||| Üi-O'l rıBJöjlC.
&
F A R I M.
H tı ir tııı 'lı. Aonv<!:ııı Ihill<im i
N illlll'u llr İt «■«* iilll llt C«MI'I v
ı< rlı*t İt. |. w , I —
Ş e k i I 21. A P aris'te b ir m in e m i vtî fosil d ü k k a n ı s jlu b ı nln n iim .ılor jeolog ve lis«? ogreHtı*’111
N e re e U c u b e e 'n in Genlogie Ulementatre Applûftıee n İ Agricultıııv ut tı 11 m ilisineautıc un
rfc’s Terme* Geolu^itjıu’ft, ou M nnııel tte Geolngie' iid lı eserinin 1. baskısı
için karar verdiğini söylüyor. Eser yayımlanınca baş kısm ında
d o k u z adet de takriz (övgü) yazısı çıkmıştır. Bu övgü yazılarının
yazarlarının sosyal konum ları, kitaba verilen değerin en çarpıt
ifadesidir: 1) Eski Sadrazam Âli Paşa, 2) Serasker Mehmet i aş<>/
1) V idiıı Valisi Sami Paşa, 4) Meclis-ü âlâ üyelerinden Yusuf 1a
m il Paşa, 5) Meclis i M aarif üyesi Rüştü Efendi, 6 ) Hariciye Nâzırı
M ehm et Fuat Efendi, 7) Mekâtib-i Umumiye Nazırı Kemal
Efendi, S) Meclis-i Maarif üyesi Subhi Beyefendi ve 9) Encümeni
D âniş (O sm aıılı Akademisi!) üyesi Ahmet Cevdet Efendi! Etkileyici,
am a devrindeki bilim in cephesinin yerini ve tabiatını ifadeden
uzak küçük bir popüler eserin tercümesi, Osmanlı toplum
u n d a adeta dev bir bilim klasiği çevrilmişçesıne m em nunluk
ve takdir hisleri uyandırmıştır. Bıınun açık nedeni, hiç kuşkusuz,
O sm anlı toplum unun 19. yüzyıl ortasında bilimin gerçek
'
K lasiklerin Tercümesi
83
'* • #
/ V r •* tp<>
*J lJ.1 M-
t * . <, t . î - Î
»A» Y * t
. -p C\ .4
r / . 4 j . w
J j- t ' f s« , . -j»
• - * ( •-âl'1 * .U . -
* 1
• J 1 J ■ ^ * u
• • j - , * i » . r ' " 1'-- .
> r
t u . , > - . . » p » *
«4*4 f S j l . » J ' l ■ .: ü
w* £.» • .1
.=» i 1 ' i m I V
*. , . •* . • ‘r
y*-. - j-
1
s > * <* *
•
P i/P V a S - M V i’ SCtf" J J i f * : *
* * ( ■ - r— < ) •
j'ui '1-î u) .
j/ 1 ,* 1 , *.J j ■»*-
/n i • ^ M# —
jLt-'sl tcjl^î u »jTH J» * - y - ’y - jU S 'Jİ
İJİ -*Jl-j a» - • *. . . .
«1.1«İM - L . D * . J1
- • * ' *
i
JWi .
ftÎIL îIi r N e T / ° UbeC' njİ” kİtablnln İlk b a s k ls ll’ ın Kahirr-dc /II A , , al M u r d iy a f î'U m
Bunyat al Kura al Ardıyya, a d . a ltın d a 1841 ^ 2 y .lm d n y a p ,la n A r a p ç a tercüm esi.
yüzünden tamamen habersiz olmasıdır. İlginç olan 1852 yılının
aynı zam anda Fransız jeologu Elie de B eaum ont'un Notice sur
les Systemes des Montagnes (Dağ Sistemleri Üzerine) adlı klasik
eserinin yayım landığı yıl olmasıdır. Gene aynı yıl bir jeoloji kitabı
çevirmeye kalkacak kişinin çevirebileceği m uhtelif boyutta o
kadar çok önemli, kaliteli, güncel ve m uhtelif seviyelerde kitap
vardı ki, bunlardan herhangi birinin Türkçeye kazandırılm ası,
Türkiye'de yerbilimlerinin talihini çok köklü bir biçim de etkileyebilirdi.
A m a bu yapılm adı. O sm anlı toplum u pek m ütevazı
ve o zam anki jeoloji hakkında genel fakat yüzeysel bilgileri verebilecek
bir eserin ikinci elden çevirisiyle yetinmeyi tercih etti.
Bugün de uygar kültürlerden çeviri, özellikle bilimsel eserlerin
çevirisi güncel bir sorunum uzdur. TÜBİTAK'ın yürütmekte
olduğu popüler bilim kitapları çeviri serisi her ne kadar takdire
şayansa da, bunlar ortaeğitim düzeyinde bilime heveslendirme
ve üniversite düzeyinde de ihtisas dışı genel kültür arttırması
konusunda faydalıdırlar. Bunlara paralel bir bilim klasikleri çevi
84 Zümrütnâme
risi serisi acil bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Modern
bilimin ilk öncüleri olan eski İyonyalı "fizikçilerden", Arşimed'den,
Strabon'dan, Plinius'tan modern bilimin yaratıcıları Galile,
Descartes, Hooke, Newton, Linneaus, Euler gibilerin eserlerinden,
Ortaçağ'ın devleri Al-Khwarizmi, Al-Biruni, Al-Haitham,
Ömer Hayyam, Roger Bacon, aydınlanma çağından ondokuzuncu
yüzyılın bilim ortamına uzanan Lavoisier, Hutton, Cuvier, Dalton,
von Humboldt, Lyell, Faraday, yirminci yüzyılın temellerini atanlar
Helmholtz, Virchow, Darwin, Maxwell, Mendel, Koch, Pavlov,
De Vries, Planck, Einstein, ve daha niceleri, derhal çevrilmelidir.
Bu konuda bir kılavuz aranıyorsa buyurun, şuradan başlayın:
Horblit, H. D., 1964, One Hurıdred Books Famous in Science (Bilimde
Meşhur Yüz Kitap): The Grolier Club, New York. Ancak bu tür
gerçek klâasikleri okuyan
beyinlerde Hasan-
Ali Yücel'in görmeyi arzuladığı
"seçme ve eleştirme
yeteneği" gelişebilecektir.
Bu yüzden değil
miydi ki dâhi Maarif Vekili
1946'dan sonra aptallık
ve cehalet tarafından
katledilen klasikler
çeviri faaliyetini başlatmıştı!
\S)jmj - “' ^ j i V W Jjl & J*-
■u:* ^ j. oJj j
Ulo u-'*’:‘i’1 o ljU y * jlşiJj j l i
■jti. JUJ üj' *
JU^Lâ ’j
Şekil 21. C. Rusçuk'lu A li Fethi
Efendi'nin N6r£e Boub6e'nin kitabının
Kahire'de yapılan Arapça tercümesinden
Türkçeye llm-i Tabakatii-l Arz adıyla
yaptığı çevirinin ilk metin sahifesi
(takrizler ve fihrist bu sahifeden
öncedir). Osm anlı böylece ilk defa 19.
yüzyılın ortasında, sıradan bir popüler
jeoloji kitabının ikinci elden bir
çevirisiyle o yüzyılın en popüler bilim i
olan ve özellikle ulusların zenginliğine
büyük katkı yapan jeoloji hakkında bir
kitap sahibi oluyordu. Ancak bundan
sonra da, Osm anlı İmparatorluğu'na
sığınan Avusturya asıllı "Macarlı" Dr.
Abdullah Bey gibi entelektüellerin
gayretlerine rağmen, Osm anlı jeolojide
hemen hiçbir varlık gösteremedi.
X IX
17NisanZ34
n I .isan dı! Hem neşe hem de hüzün doluyor insan 17
Nisan'dn Neşe, çünkü 17 Nisan tarihi 17 Nisan 1940'ın, Köy
Enstitük ı i'nın kuruluş kanununun kabulünün yıl dönüm üdür.
Bu kanunla, genç Türkiye Cumhuriyeti kendi insanlarının gözlemleriyle
saptadığı bir temel sorununa, kendi insanlarının yaptıcı
incelemeden elde ettiği sonuçlar ışığında, kendine has, ancak
evrenselliği de olan bir çözüm getiriyordu. Bu kanunla A nadolu
nun yüzyıllardır insanlık kavramı ve insan onuruyla alay
•di n seci zindanının kapıları açılıyor, orada ışığı ona hasret olacak
kadar bile tanıyamamış olan insanlara adeta güneşten parça-
'ar dağıtılıyordu Anadolu her şeyden önce okuyacaktı! Okuyan
nadolu öğrenecek, öğrendiğini kendi çevresine uygulayacak,
uygarlığı ayağına getirecekti. Uygar olan Anadolu evrensel uygarlıkla
konuşacak, kendi içinde tartışacak, uygar dünya ile haberleşerek
birleşecekti. Uygar dünyada yerini alan Anadolu uygarlık
yapıcısı olacak, bilim üretecek, "muasır medeniyet seviyesinin
üzerine çıkacaktı." Köy Enstitüleri kanununu çıkaranlar, A nadolu'yu
"irşad etmek" iddiasını şiddetle reddediyorlardı. Hayır!
Onlar artık Anadolu'ya hükmetmeyecekler, fakat onunla d üşünecek,
konuşacak, tartışacak, paylaşacak, onun kendisinden gizlenmiş
hâzinelerini ortaya dökerek Türkiye'yi herkesin malı ve
aynı zamanda herkesin yuvası yapacaklardı. Bu uygarlık susamışlığında
oradan buradan alınmış akıldışı ideolojilere yer yok-
8 6 Zümrütnâmc
tu. Köy Enstitüleri aslında Anadolu'nun insanlığa hediyesi olan
"aklın" ve "müspet ilimlerin" ürünü olarak doğmuşlardı. Köy
Enstitüleri o büyük Anadolu çocuğu Herakleitos'un dediği gibi,
gerçeği bulabilmek için önce gerekli olan "ortak"ı yaratacaklardı:
herkes uygarlık dilini konuşacaktı, herkes bilimsel düşünecekti.
17 Nisan ne yazık ki neşeyle birlikte hüzün de veriyor insana.
Çünkü bu yukarıda sayılanların hiçbiri olamadı. Herakleitos'un
o en büyük iki düşmanı, aptallık ve cahillik, ondan 2500 yıl
sonra Anadolu'da gene hortladı ve Köy Enstitüleri'ni yok etti -
onlarla beraber Anadolu insanının insanca yaşama ümidinin çok
önemli bir kısmını da. Birisi bir enstitüde şu sözleri görmüş:
Şpkil 11. Köy Enstitiılori'nin
kurucusu M illi Eğilim
Bakanı Hasan-Âli Yticel,
İzm ir K ızılçullu Köy
E nstitüsü'ııde bir atölye der
sini teftiş ederken ( 1941
yılında yayım lanan ilk Koy
Enstitüleri başlıklı yıllıktan'
Entelektüel bakanın
şalısmda toplanm ış olan
uygar dünya göriişü,
iiydm lık devlet felsefesi ve
saygılı lıalk sevgisi, başını
okşamakta oldııg u
öğrencinin gözlerinde
ckun-ibîlerı geleceğe dııy u
laıı engin güv en ve ülkesine
d uyulan içten ın.ıncın
kaynacıydı I ıy ı m t ılu lc ı».
A l.ıttifk'ıııı ı in|>. um anım
uygar d ü n y an m H » parçası
y.npm.ı projesinin en öne m li
u z a n tıla rın ım hırıydı ı.ı 1 .
«rh .ll.- tv r a,.l.,||lk y .
o ııl.ırı
17 N isan! 8 7
"Bozkırları biz donattık, Tanrı'nın noksanını tam a m la d ık " ve
bunu yazan kahrolsun" diye düşünm üş! Herhalde b u zat kendini
dindar, okuduğunu da küfür zannediyordu! H iç kuşkusu z
bilmiyordu ki, büyük A lm an jeologu Baron Leopold von Buch
Prusya Bilimler Akademisi'ne seçildiği g ün yaptığı ko n u şm ada
jeologun görevinin "tabiatın eksik bıraktığı işi tam am lam ak " o l
duğunu bütün dünyaya ilan ediyordu. Tabiî zeki, bilgili ve k ü l
türlü Leopold von Buch, kendi dininin kitabını iyi biliyor ve Tanrı
nın insanı "kendi suretinde" yarattığını, ona y e ry ü zünü kendisine
tâbi kılmasını" emrettiğini hatırlıyordu (Tekvin, 1). G oethe
de insana dünyanın küçük tanrısı dem iyor m uy d u ? B üy ük b ilg in
l-eopold von Buch kendi dini gereği bunları biliyordu am a, "Tanrı
nın noksanını tam am ladık" ibaresini okuyarak dehşete d üşe n
zavallı, kendi dini gereği Kur"an'm insandan A llah 'ın halifesi olarak
bahsettiğini bilm iyordu (örn. Bakam, 30, En am, 165). A lla h 'ın
dünyayı bir deneme m ahalli olarak yarattığını (örn. Enfal, 28), elbette
bu denemede bizlere eksik-gedik bir sürü şey verdiğini,
bunları tamamlamak için de bizleri akılla donattığını en basit bir
ün bilgisinin bile verebilecek olmasına karşın, Köy Enstitüleri'ne
saldıranlar, bu kadarından bile m ahrum dular. En am, 35, peygambere
Tanrı'nın dünyada yaratm adığı şeyleri yapm ay ı denemesini
salık vermiyor m u? Köy Enstitüleri'ne saldıranlar, insana
yaratıcılığı çok görmekle, gazabından korktukları Tanrı'ya en b ü
yük hakareti ettiklerinin farkıda olamayacak kadar en b ü y ü k g ü
nah sayılan cehaletin (Ar'âf, 199; Hûd, 46) pençesindeydiler.
Köy Enstitüleri ve onların ruhu sonunda Tayland'a kadar
gitti ama Türkiye'de kök salam adı. B ugün, 1946'dan g ü n ü m ü z e
yaşanan eğitim fiyaskosunu düzeltm ek için yola çıkanların b ilmesi
gereken en önem li şey, eğitim in iki amacı o ld u ğ u d u r: 1 )
öğrenmeyi öğretmek, 2 ) öğrenmeyi öğrenen insanların birbirlerıvle
iletişim sağlayabilecekleri ortak bir k ü ltü rü geliştirmek.
Köy Enstitüleri'nin amacı, 2. D ünya Savaşı'nın fakir Türkiye'sinin
ortamında bunları başarmaktı. Son yıllarda T ürkiye'nin karşılaştığı
ve her biri ülkenin emniyetini ve halkın bekasını cid d i
yetle tehdit eden m uhtelif sosyal sorunlar, Köy E nstitüleri'nin
amaçlarına ulaştırılm am ış olm alarının Türkiye'ye ne kadar p a
halıya patladığının görmesini bilenler için en açık delilidir
Çocuk ve Bilim35
Büyük Taarruz hazırlanırken, kesin ve hızlı bir sonuca varabilmek
için Atatürk çok cesur, ama cesur olduğu kadar da riski
bol bir plan kabul etmişti. Harbiye'den hocası olan 2. Ordu Komutanı
Yakup Şevki Paşa, ülkenin tüm olanaklarını adeta bir
kumara süren bu plana şiddetle itiraz etmiş, hatta bu itirazını
defaatle tekrarlayarak yazıya bile dökmüştü. Tecrübeli ve bilgili
komutan, tecrübesinin ve bilgisinin sesine uyarak ihtiyatı elden
bırakmamak gerektiğini tavsiye ediyor, ama salık verdiği ihtiyatla
ülkenin eninde sonunda elden gitmesinin kaçınılmaz olacağını
göremiyordu. Atatürk, sonunda paşaya "Hocam" demiştir,
"burada Harbiye'deki harp oyunlarını oynamıyoruz. Memleket
için kesin neticeyi almak üzere her şeyimizi tehlikeye atmaya
mecburuz." Daha sonra muzaffer ordu hızla İzmir'e doğru
ilerlerken, yolda Atatürk'ün arabasıyla karşılaşan Yakup Şevki
Paşa, "Sen, bizim göremediğimizi gördün" diyerek eski öğrencisinin
elini öpmeye teşebbüs etmiştir. Şevket Süreyya Aydemir,
daha sonra İzmiı'e girilen gecede, Nifteki karargâhta, Atatürk'ün
ruh halini şöyle anlatır: "Ve bu gece kendini biraz da sıkan
bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafını süzdü.
Sonra maiyetine bağırdı: 'Yahu, İzmir'e girdiğimiz akşamdır
bu... Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı
söyleyelim...' Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler."
Çocuk ve B ilim 8 9
Ş * k ıl 23. M u s ta fa K e m a l y a rım d a y a v e r le r in d e n C e v a t A b b a s G ü r e r, k u c a ğ ın d a m i n ik Ü l k ü v e
karşısında ik i Kışfca ',o cuk o ld u ğ u h a ld e k e y ifle b ir a s ın ı y u d u m lu y o r ! B ü y ü k le r , a r k a d a v e
uzakta, çocuklar ise o n u n d iz in d e ve d iz in in d ib in d e . B ü y ü k d â h i, k e n d in i ç o k y a k ın h is s e ttiğ i
b u k ü ç ü k “y a ş ıtla rın a " b ıra k .ıra k g itti C u m h u r iy e t i. G e r ç e k te n d e o " ç o c u k la r " d e fa a tle o n u n
b u güvenine lâ y ık o ld u k la r ın ı g öste rd ile r. C u m h u r iy e t i v e u y g a r y a ş a m id e a llin , d ö n e m d ö n e m
kafa k ald ıra n a p ta llığ a ve c a h illiğ e te s lim e tm e d ile r (B u enfes f o to ğ r a fın b ir k o p y a s ın ı b a n a
hediye eden k ıy m e tli d o s tla rım S a y ın H ü s e y in G ü r e r B e y e fe n d i'y e v e eşi M e lik e G ü r e r
M an ım efendi'ye te şe k k ü r b o r ç lu y u m ).
Belki N if karargâhındaki m uzaffer k o m u ta n ın m aiyeti,
onun inanılm az başarısının arkasında yatan cevherin, ona karargâhta
bağıra bağıra şarkı söyleten çocuk yanı o ld u ğ u n u d ü
şünmemiş, g ü n ü n birinde İzm it'te bir çay partisinde her tü rlü
protokolü hiçe sayıp anne ve babalarının ellerinden k u rtularak
onların dehşet dolu bakışları arasında G a zi'n in b o y n u n a atlayan
çocuklar için "onlar benim yaşıtlarım dır" diyeceğini akim a
getirmemiştir. 3 6 A m a b ü y ü k dâhi, dehânın hızlı d ü ş ü n m e k yanında
aynı zam anda düşündüklerini aklın d o ğ ru /y a n lış bilgi
yüküne ezdirmeden şekillendirebilmek o ld u ğ u n u da biliyordu.
Bunu yapabilmek için ya o y ükü oluşturan bilgileri çok b ü y ü k
bir hızla yeni düşüncelerle karşılaştırabilmek veya o bilgi y ü
künden yoksun olm ak gerekmektedir. İşte M ustafa Kem al, dehâ
ile çocuğun ara kesidinin yalnızca ve yalnızca d e h ân ın b ilg i
li olsa bile yaratıcı olabilen, çocuğun ise bilgisi o lm a d ığ ı için
90 Zümrütnâme
muhayyilesinin yarattıklarını saklamaya ihtiyaç duymadan
tüm çıplaklığı ile dile getirebilen yanları olduğunu anlamıştı.
Yakup Şevki Paşa da onun yaratıcılığını önce çocukluk sanmış,
sonra gerçekle sınanınca dehâ eseri olduğunu takdir etmişti.
Bilim ve bilimsel düşünce, insan toplumunu da içeren evrenin
yapısını ve evrimini yöneten yasaların, ortaya atılacak cesur
varsayımların gözlemle sınanması ile bulunabileceği esasına
dayanır. Hem bu cesur varsayımlar, hem de onları sınayacak
gözlemler ise yaratıcılık olmadan yapılamaz. İnsan yaratıcılığı,
doğanın sırlarını insan düşüncesinde baştan yaratmak demektir, hatta
bunun da ötesinde doğada olmayanları yaratabilmek, kurgulayabilmek
anlamına gelir. İşte bu yüzden Atatürk, doğru/yanlış bilgilerle
eli-kolu bağlanmamış, hayal gücü "büyüklerinkinin" kat
kat üstünde olan çocuklarda bütün evreni ve hatta daha da fazlasını
baştan yaratabilecek tanrılar görüyor, geleceğimiz olan
bu tanrılara en büyük saygı ve en içten özenin gösterilmesini
istiyordu. Bu tanrıları körleştirecek her türlü eğitim engelini ortadan
kaldırmayı kendisinin ve kuracağı yeni Türk devletinin
en önemli görevi olarak kabul ediyordu: "Türk çocuklarının
yüksek kabiliyetine inanım tamdır. Bunun binbir delili görülebilir"
diye yazmamış mıydı 2 Kasım 1933'te? İşte bu delillerden
biri ve belki de en anlamlısı, ulusunu geçmişin otoriter baskısından
kurtardığı 23 Nisan tarihini küçük tanrılarına adamış olmasıdır.
O, büyüklerin çocuklardan kuşkusuz daha bilgili ama asla
daha akıllı olmadıklarını bilen, bu halkın yetiştirdiği en büyük,
en yüce çocuktu.
Bu 2 3 Nisan da daha nice 2 3 Nisanlar yaratacaklarından hiç
kuşkum olmayan Atanın tüm küçük tanrılarına kutlu olsun!
XXI
Çocuğunu Yiyen Satürn37
■i,|e. ı h yÜmdan Türkiye'nin ufku, yoğunluğu ve kalınlığı
darlık , artan ^ara bulutlarla sarılmaya başlanmıştı. Sözde din-
"lası a'llna' inançlara ulusun bireylerinin kendi başlarına
dilin " T * ım^an verebilecek bütün bağları, ona yabancı bir
leiın V0 l*,urun baltalarıyla kesen; sözde milliyetçilik adına m illeri
,U^^ar dünYa ile bağlarını kopararak onu, A tatürk'ün bizmen
r ' SXk,p ^ ardl& cehalet ve bağnazlık batağına gö-
0 ]n ' . ı e serbest teşebbüs adına, içinde hiçbir hür düşüncenin
lı . r * 1 Ve hal<ikatte bağımsız olmayan bir toplum yaratıp
iba 3 UîTlİt„edel:)^ecekleri en üst düzey yaşam ın işte bundan
arei olduğu savını tezgâhlayan bir zihniyet devlete egem en
oldu ve ülkeyi yönetti.
Bu zihniyet; demokrasinin çoğunluğun borazanı sanıldığı
’ir ortamda, içine çektiği tüm bireyleri kısa zam anda kendilerine
nıe yabancı politik araçlar haline getiren gericilik girdabının
aranhğma ülkeyi tamamen çekti sanılırken, hiç beklenmeyen
•■ir şekilde orada burada bu karanlığı yırtan ışıklar yanm aya
başladı! 1990 yılında bu ışıklar önce TÜBİTAK'tan yükseldi
Kemal Gürüz ve arkadaşları birkaç yıl içinde Türk bilim dünyasının
Haşan-Ali Yücel'den beri görmediği bir iyi niyet ve teşvik
hissini araştırmacılar arasında yaymayı başardılar. Hem en
ardından TUBITAK çok ciddî bir tercüme işine girişti. O tarihlerde
Guruz'ün başyardımcısı olan Namık Kemal Pak "Önü
muzdekı örnek Hasan-Ali Yücel'in tercüme serisiydi" diyor;
92 / m ıın lr n in K
:N
i
Çocuğunu Yiyen Satürn 93
"bizier gençken onlarla büy ü düydük. Yücel'in çapma henüz
gelemedik, ama amaç onun çizgisini tutm aktır."
Ankara'da şafak bu şekilde sökerken, İstanbul kendi karakterine
ve tarihine yaraşır bir sabaha hazırlanıyordu. Burada
güneşin yükseleceği nokta 1773'te O sm anlI'nın çürüyen uzu v
larına hayat vermek için doğan Miihendishâne, yani ITÜ'ydü.
ITÜ'nün iki başarılı m ezunu, iki kaliteli m ühendis v l 1aynı zamanda
becerikli iş adam ı, İzzettin Silier ve Eriin Arıoelu,
194fı'dan beri, yani Hasan-Âli Yücel'in m aarif vekilliğinden ayrıldığı
andan itibaren, Türkiye'nin uzerrne çöken gecenin artık
bitmesi gerektiğini düşünüyorlardı. İçinde yetiştikleri ortam
onlara bu geceyi yırtacak tek ışığın A tatürk'ün ve Hasan-Âli
Yücel'in tabiriyle "m üspet ilim " o lduğunu söylüyordu. Bu
134 go cu kların d an b irin i yiyen Satürn. Francisco
1o y a y Lucientcs'in M ad rid'in dış m ahallelerinden
ou inde bulunan ve 27 Şubal 1819'da salın a ld ığı Qııtnhl
•i* urda nun (Sağır A d a m 'm İn ziv a Ev i) alt katine* ,xi
ü'iUınuıı girişin in karşı d u varın a yap ılm ış iki d ik resim -
W-n bin olan Satürn, a k lı ezm ek, yok etmek isteyen
■•im ö zgürlük düşm anlarını, aklın karşısın d a yer alan
«iim irrasyonel güçleri temsil ediyordu Bu resim ,
1« ız c r temalar işleyen ve Qf<ffita'nm d u varlarına
yapılm ış "Kara Resim ler" serisinden biridir. G oya'm n
1•ı muhteşem resm inden önce de Satürn Ispanya'da
1‘lisenin boyu n d uru ğu nda geçirilen zam anlarda
ülkeyi elinde b ulunduran karan lık gücü temsil ediyor
dit. G oya'nın çağdaşı YVilliam VVordsvvorth İspanyol
lartn 18Ü8'de N apolyon'a karşı ayaklandıkları haberi
ıızerine "Ispanya'ya Satürn'ün hüküm ranlığının
döneceği" endişesini dile getirm işti. Aydınlanm anın
filozof ressamı olan G o ya, Satürn'de Ispanya'nın kendi
çocuklarını yiyen b ir d evi anım satm asını veya
İspanyolların birbirlerini yem eleri temasını da ifade
etmek istemiş olabilir. Bu konuda detaylı b ir tartışma
ve literatür için b kz M ueller, P., 1984, Go\/ıı s Binek
Paintings Tnıih a mi Keason in Ugfıt and Libert»/: Hıe
H isp anic Society of A m erica, N ew York, 253 ss.
Bilhassa, ss. 167-177). G o ya'n ın bu korkunç tabloda
duvara boşalttığı his ve düşünceleri, insana ondan
neredeyse b ir y ü zy ıl sonra Tevfik Fikret in Tarih-i
Kuttim'inde m ısralara döktüklerini çağrıştırm ıyor mu?
94 Z üm rütnâm e
m üsp et ilim okul Iaboratuvarlarından, üniversite kütüphanelerinden
çıkmalı, halka uzanm alı, halkı kucaklamalı ve halkı, ülkeyi,
Ata'nın hayal ettiği gibi, yalnız gecenin değil, tüm "m u
asır medeniyetin üzerine" yüceltmeliydi.
İşte Silier ve A rıo ğlıı etraflarına topladıkları merhum Kâzım
Çeçen eibi hocaları ve dostlarıyla halka bilim i öğretecek bir
Bilim Merkezi kurmak üzere yola çıktılar ve kısa zam anda inanılm
az mesafeler aldılar. Oyle ki, G ü rüz ve arkadaşlarının A n
kara'da yarattıkları aydınlık, İstanbul'daki Arıoğlu, Silier ve arkadaşlarının
sabahıyla adeta birleşti, devletle vatandaş bilim
için elele verdiler
İşte geçen Cumartesi ITÜ’n ün tarihi Taşkışla sının 109 n u
maralı salonunda BUim Şenliği etkinlikleri arasında yapılan
Ömür Boyu Eğitim uluslararası paneline ben bu düşünce ve hislerle
katıldım . PanelH° Dünya Bilim Merkezleri 2. Kongresi başkanı
ve Calcutta'Haki Bilim Şehri m ü d ü rü Dr. Saroj Ghose de
bize H indistan'da başarıyla yürütülen bilim merkezleri program
ını anlatırken, bvı çerçevede köylerde yapılan öğretimi ve
köylüye verilen tarım, sağlık, zanaat vb. eğitim ini iftiharla anlattı.
"Am an! A m an!" diye d üşündüm : "Bizim Köy Enstitüleri-
'ni anlatıyor adam! Türkiye'de aptallık ve cehaletin b o ğ d u ğ u
Köy Fnstitiileri'ni! Yaşasalardı Türkiye’yi pırıl pırıl aydınlık yapacak
o örnek kurum lan!"
Ümit ederim ki o feci olaydan ders almışızdır. U m arım artık
bunl.ır lnr *laha olınaz. Türkiye Satürn gibi kendi evlatlarını
yemekten vazgeçer Arıoglu, Silier ve etrafındakiler, serbest
müteşebbisler olarak, artık Türkiye'nin Ata'nın çizdiği akıl ve
bilim yoiunda gitmek istediğinin altını çiziyorlar. U m arım İstanbul
Bilim Merkezi, şehrimizdeki pek çok özel m üze, özel
okul ve daha başkaları, güçlerini birleştirerek bundan sonra ü l
kemizde akıl düşm anlığının hortlamasına, hayattaki en hakikî
mürşitten gene ayrılmamıza bir daha izin vermezler.
XXII
Doğu ve Batı38
Türk biliminin insan bilgisine yaptığı en önemli katkılardan
biri ve Bitti adını taşır. Büyük arkeolog, sanat ve kültür tarihçimiz
Ekrem Akurgal, 1966 yılında Orient und Okzident adlı
bir eser yayımlamıştı. Bu eser hızla pek çok diğer Batı diline, bacılarına
birden fazla, çevrildi ve hâlâ da Doğu-Batı kültür alışvenşmin
tarihi konusunda dünyada en çok atıf yapılan başvuru
kaynaklarından biri (ama daha Türkçe'ye çevrilmedi!). Bu eserin
ana teması, Helen kültür çevresinde 8 . yüzyıldan itibaren
görülen büyük kültürel uyanış, hatta sıçrayışın, malzeme ve
esin kaynağının hemen tamamen Ön Asya'da bulunan büyük
doğu kültürleri olduğu idi. Akurgal daha önce geliştirdiği stil
eleştirisi yöntemi ile güzel sanatların Doğu'dan Batı'ya doğru
nasıl geliştiğini büyük bir ustalıkla belgelemişti. Yalnız kanımca
Akurgal'ın bu çok önemli eserini sadece zengin bir arkeoloji belgeseli
ve enfes bir sanat tarihi kitabının da ötesinde, büyük bir
fikir tarihi sentezi haline getiren özelliği, yazarının Helen sanatının
ilham ve malzemesinin doğudan gelmiş olmasına rağmen,
yepyeni bir mentalitenin ve onun kontrolündeki parlak bir çağın
müjdecisi olduğunu görmüş, bu büyük değişikliğin Helenlerin
düşünce sürecinde yaptıkları mucizevî bir buluşun sonucu
olduğunu fark etmiş olmasıydı. Akurgal eserinin sonunda güzel
sanatlarda görülen bu büyük atılımın, aynı anda ve aynı yerde
şiirde ve tiyatroda da olduğuna ve bunun bugün doğa bilimlerinin
doğuşunu simgelediğini bildiğimiz felsefî hareketle de zaman
ve mekânda çakıştığına dikkat çekerek, tüm bu yeniliklerin
96 Zümrücnâme
nrtak paydasını teşhis etmişti: Bireysel özgürlük üzerinde yükselen
eleştirel akılcı düşünce1Al urgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği
bir konferansta bireysel hürriyetin Batı'da toplumsal bir
gündem haline gelmesinden sonra Doğu'nun gelişmede Batı'yı
bir daha yakalayamadığının altını çizmişti (Ortaçağ'da Doğu
'nun Batı'yı işgal ettiğini unutmamak gerekir!).
ORIENT UND
OKZIDENT
İMİ. r; I. HURT d e r o r i k c i i i s c h i n k u n s t
VON
IİK K E M A K U R G A I.
IIOI.I.I. VI KI.AC i: ' l)KN I' Un
Ş ekil 25 L’krom Akıırg*ırın Doğu w (O n o ıf ıınıf Ukzidcnt) «ıdlı esrri, y.-ılnız Türk
A rk e o lo jisin in ortaya koyduğu <»rijin.il bir arkculojı v. s.ınat tATihı sentezi değil, lum Türk
b ilim dün y acın ın uıcttiği eıı önem li ve o /g ü ıı düytıiK’P tarihi V.ryitaklarından biridir.
lJojju ve Batı 9 7
S ö m ü rg e c iliğ in pek çok çirk in y ü z ü n ü n açık seçik ortaya
lökülm e si, s ö m ü rü le n u lu s la rd a k e n d ile rin i söm ü re n le rd e n
ayıran her tü r lü k o lektif etikete karşı pek haklı b ir a n tip a ti
u y a n d ırm ış , s ö m ü re n u lu s la rın a y d ın la rı da b u a n tip a tiy i p a y
laşm akta gecikm em işlerdir. D o ğ u , orient, a n tip a ti d u y u la n b u
terim ler arasındadır. H atta 20. y ü z y ılın ilk yarısın ın sonuna k a
dar bir b ilim d alı o lan oryantalizm de söm ürg e ci güçleri sim g e
lediği için a d ın ı terk etm ek z o ru n d a kalm ıştır.
A ncak son za m a n la rd a giderek artan d o zla rd a D oğu-B atı
sentezinden b a h s e d ild iğ in i, B atı'yı ve D o ğ u 'y u tem sil eden k ü l
türlerin kaynaşarak ortak, d ah a ze n g in b ir k ü ltü r o lu ştu ra cakla
rı in a n c ın ın d ile g e tirild iğ in i, d o layısıy la D o ğ u 'n u n rehabilite
e d ild iğ in i, d u y u y o ru z . Ö z e llik le ü lk e m iz d e g e çtiğim iz b ir yıl
içinde pek çok e nte le ktüe lin y azı ve sohbetlerinde —b aze n h a lk ı
m ız ın b ilin e n güncel sancılarına atıf y ap ılarak—bu in a n c ın d ile
g e tirild iğ in i g ö rd ü m . Epey bir z a m a n ın ı A sy a 'n ın d e ğ işik ü lk e
lerinde jeolojik a raştırm alar y ap ara k geçirm iş b ir b ilim a d a m ı
olarak, b u in ancın , k ü ltü rle rin de her d ü şü n s e l sistem g ib i evrim
g e çird iklerini, k ü ltü re l öğe le rin , y a şa m ın insana s u n d u ğ u soru
n lara önerilen ç ö z ü m le ri tem sil eden hip o te zler o ld u ğ u n u göza
rd ı ettiği k a n ıs ın d a y ım . D e m o k ra tik idare sistem leriyle ancak
g ü n ü m ü z d e tan ışm ay a b aşlay an D o ğ u 'n u n , tü m tarih i b o y u n c a
- H elen b ilim in in vârisi 7.-15. y ü z y ıl İslâm k ü ltü r çevresi hariçb
ilim se l b ir gelenek geliştirm e m iş, gerek to p lu m s a l gerekse de
d o ğ a l çevrenin ele a lın m a s ın d a eleştirel aklı —istisnaî ve çok
ö n e m li b azı bireyler d ış ın d a —k u lla n m a m ış ve to p lu m a m a l e dem
e m iş o lm ası, b u g ü n h e m e n tü m D o ğ u 'n u n da kendi isteği ile
geleneksel d ü ş ü n c e ta rz ın d a n ayrılarak B atı'n m , y an i bilimsel
d ü ş ü n c e tarzın a geçm eye b aşlam ası s o n u c u n u d o ğ u r m u ş tu r .
B u ra d a da D arvvin'in e v rim m e k a n iz m a s ın ın en ö n e m lile rin d e n
b iri gereği ü s tü n o la n d ü ş ü n c e sistem i, az g e lişm iş o la n ı d o ğ a l
o larak tarih e g ö m m e k te d ir. Yanlışla d o ğ r u n u n "s e n te z in d e n "
d o ğ r u n u n çık m ası - k im ne derse desin- m a n tık e n m ü m k ü n d e
ğild ir. Y anlış d o ğ u ra c a k g ayri b ilim se l ro m a n tik sentezlerde ısrara
k a lk m a k , ta rih in defaatle g ö ste rd iğ i gib i, in s a n la rın g ö m ü l
m esiyle sonuçlanır. M arife t, in sanla rı d e ğ il, y a n lış lığ ı b e lg e le n
m iş d ü şü n c e le ri g ö m m e k tir.
XXIII
Bilimsel Bir Kitapta Kendini Gösteren
Bilimsel Kafa39
"1919 senesi Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Vazıyei
ve manzara-i umumiye:" Bu kelimelerin kendine "kültürlü" sıfatını
yakıştıran herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına
tanıdık gelmemesi imkân dışıdır. Mustafa Kemal Paşa, 15-20
Ekim 1927 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Kurultay
ın a altı günde okuduğu ve içinde 1919-1923 yıllarının hesabını
verdiği büyük Nutuk'unu yukarıdaki sözlerle açmıştır Bilhassa
Nutuk'u n içeriğini okuduktan sonra bu açış cümlesi bir diğer
büyük klasiğin, AvusturyalI büyük jeolog Eduard Suess'un bir
doğa bilim i şaheseri olan Arzın Çehresi (Das Antlitz der F.rde) adlı
dev yapıtının açış ifadesini bana hatırlatmıştı: "Gezegenimize
göklerden yaklaşan bir gözlemci, kızılımsı-kahverengi bulutları
kenara iterek gözlerinin altında bir gün esnasında dönerek kendini
ona takdim eden yerkürenin yüzeyinin genel manzarasını
görebilseydi... Suess'ün 1883-1909 yılları arasında dört büyük
cilt olarak çıkan eseri, 19. yüzyıl sonuna kadar yerbilimlerinde
yapılan çalışmaların bir özeti değildi. Suess, dağ kuşaklarının,
kıtaların ve okyanus havzalarının yapısı ve evrimi hakkında
1870 li yılların başından beri geliştirmekte olduğu yepyeni fikirlerini
o zamana kadar tüm dünyanın yüzeyinde birikmiş olan
gözlem malzemesinin süzgecinden geçirmiş, yer yer bizzat bu
gözlem malzemesini eleştirmiş, fakat büyük ölçüde yapısal jeolojinin
eski kuramsal yapısını tamamen yıkarak yerine yepyeni
bir abide inşa etmiştir. Bu abide yapılırken Suess'in kullandığı
Bilimsel Bir Kitapça K endini Gösteren Bilimsel Kafa 9 9
- J J
^ AN I IJTZ Dİ U I Km
i I’I \l' i» I I
^«■Vıl îa Elı.ştırel «ıkılcı düşünceyle ele aldıkları problem lerin çözüm şekillerini nnhıtnn iki
bilimsel ■iî.ıp Mustafa Kem al'in Nuh/k'u n u n (1927) ve Edunrd Suess'ün Düs Ant!it der
f'rrfe’sının birinci cildinin (1883) başlık snhifelerı.
teknikler kendinden önceki jeologların kullandığından farklı değildi.
O da yüzyıllardır biriken taş bilgisini kullanm ış, kayaç
1iitlelerinin karşılıklı m ekân ilişkilerinden, herkesin kullandığı
aklıselim kurallarından istifade ederek, zam an ilişkilerine varmıştı;
Suess'ün elindeki yerküresi fiziği bilgileri herkesinkinden
değişik değildi. Suess de fosilleri herkes gibi tanıyor, herkes gibi
yorum luyordu. Ama meydana çıkardığı eser herkesinkinden o
derece farklıydı ki, yerbilimciler haklı olarak b üy ük bir bilim sel
devrim ve onu yaratan bir dehâ ile karşı karşıya olduklarını, Arzın
Çehresi'nin daha ilk cildi yayım lanır yayım lanm az anladılar.
Neydi Suess'in eserini bu derece değişik yapan? O nasıl
olup da herkesin elindeki im kânları kullanarak hiç kimsenin yapam
adığını yapmıştı? Bu soruların cevabının önem li bir kısmı
büyük dâhinin kitabının içinde gizlidir. Suess, açış cüm lesinin
de gösterdiği gibi her şeyden önce gerçeği görmek için gözlem
yapıyor, olabildiğince kimsenin aklına gelmemiş yeni bakış açıları
yakalamaya çalışıyordu. Hiçbir teoriye bağlılığı yoktu, ama
kendinden önceki tüm teorileri detaylarıyla biliyordu: Suess'ün
1 0 0
Zum rücnâm e
bilimsel literatür t -ilgisi efsanevîdir. En zırva fikirleri bile büyük
bir ciddiyetle ele alıyor, ancak en sarsılmaz görülen fikirleri bile
en acımasız bir şekilde eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Bıkıp
usanm adan fikir üretiyor, bunları değişik içeriklerde deniyor»
■özlemle çeliştiği su götürmez olanları, üzerinde ne kadar zahmetle
çalışmış olursa oisun, hemen eliyordu. K e n d i s i n e yöneltilen
«-k-şiırileri ancak somut bir yanlış veya tutarsızlık gösteriyorlarsa
ciddiye alıyor, örneğin kendisi ile "o jeolog değil, jeomııha*
b ird ir veya jeoşair" diye alay edenlerin sözleri ise bir kulağında 1
giriyor, diğerinden çıkıyordu. Suess öldüğü zaman kendısiyle
dalga geçenler çoktan tarihin içinde kaybolmuştu, ama onun v’
rattığı t*scr kendinden sonraki jeolojinin temeli olmuş, Suess e
gelmiş geçmiş en büyük yerbilimci sıfatını kazandırmıştı.
Nutuk'u okuduğum zaman, onun Suess'ün eseri, içindeki
lerin de onun yöntemleriyle gösterdiği benzerlik beni hayr*^L’
düşürm üştü tlo/.lemdeki kapsam, ısrar ve isabet, her fikre hur
met ancak her fikri gözlem ışığında acımasızca eleştiri, başkala
rının gözlemlenin bilmedeki bilginlik ve kullanmadaki maha
ret, gerçeği ve gerçeği arama azmi ve bu azimdeki -ken
di fikirlerini de zaman zaman çöpe attıran— h o ş g ö r ü s ü z l ü k ,
Mustafa Kemal'in çalışma yönteminin en belirgin taraflarıdır
ve bunlar Suess'te olduğu Ribı onda da yöntemi bilimsel yapmaktadır
O da Suess gibi kendisiyle dalga geçenleri mahcup
etmiş, o da tarihe -bıı .-fer toplumsal içerikli- bir beyaz devrim
kapandırarak, üstelik, sosyal bilimlerin de doğa bilimleriyle
c.ynı yöntemlerle yapılma i zorunda olduğunu göstererek, böy-
Iece yalnız Türkleri değil, tüm insanlığı bir adım daha ileri göturerek
bu dünyadan şerefle göçüp gitmiştir. Bu yüzden 1Q
Mayıs 1919 u, halkına akim vr bilimin yolunu açtığı o kutsal
yunu. insanlara ektirdiği açlardan ötürü tarihe- gommey. kafasına
koyduğu o ilkel kültür yüzünden h.çh.r zaman öğrenemedıgı
doğum gununun yerine kullanmıştır
XXIV
Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akılw
I ü',ül yaşımdan beri resimde empresyonistlerden itibaren,
ırıu/ıl iı- de romantiklerden itibaren gelişen modern akımların
ürünlerinden bir türlü haz alamamışımdır. Bu ürünlerden hoşlanan
pek çok dostum da benim bunları anlamadığımı, anlamak
içııı çaba göstermediğimi söyleyip dururlar bana. Ben ise
biilun iyi niyetim ve yeteneğimle bunları anlamaya çalıştığımı
■«oyler, ama bunu başaramadığımı itiraf ederim.
Genellikle hep şu tartışmayla biter konuşmalarımız: sanat
sanat için midir, sanat başka şeylere de hizmet etmeli midir?
•'■en, bilhassa 20. yüzyıl sanat dünyasında, bundan daha temel
ır sorun olduğu kanısındayım: Sanat sanatçı için mi, yoksa başkaları
için mi? Bir diğer ifade ile, sanat bir iletişim aracı mı,
yoksa yalnızca bir kişisel tatmin vasıtası mıdır? Eğer sanat yalnızca
bir kişisel tatmin vasıtası ise, bunu bir ikinci kişinin nasıl
değerlendirmesi beklenilebilir? Yani bu durumda resim, müzik,
heykel, tiyatro, şiir, nesir, vb yarışmaları yapmanın bir anlamı
kalır mı? Kalırsa burada kullanılacak kıstaslar nasıl belirlenmelidir?
Sanat tarihi ve arkeoloji dünyasının klasikleri arasında olan
Doğu ve Batı isimli büyük eserinde Ekrem Akıırgal sanatın evriminden
bahsederek, Doğu'da binlerce yılda çok yavaş gelişen
sanatın, Batı'ya, yani Ege Denizi çevresindeki Yunan dünyasına
gelince birdenbire bir patlama yaptığını ve birkaç yüzyılda çok
gelişmiş bir hal aldığını söylüyor. Nedir Akurgal'ın gelişmişlik
kıstası? Tasviri sanatlarda üç boyutluluk, tiyatroda çokseslilik
1 0 2 Z ü m rü tn â m e
ve h e p s in d e gerçekçilik ı .erçekten b u g ü n de gelişmiş toplum
ların sanat tarihlerine b aktığım ızd a , yukarıda sayılan bu kıstasların
"g e liş m iş liğ in " belirteci sayıldığı görülüyor, mesela müzik
te çok seslilik, O rta A.sya ve bazı Afrika m üziklerinde (hatta
en ilkel in sanlardan olan pıgm elerde bile) çok sesli m üzik bilinm
esine rağm e n , genellikle -am a m odern m ü zik kuramcıları tara
fın d a n değil!- gelişm işliğin kıstası addedilegelmiştir. Ben
A k u rg a l'ın k u lla n d ığ ı kıst.ısl.ırda temel bir gerçeğin bulunduğ
u n u hep hissettiğim Halde, bazı sanatkâr ve/veya sanat-bilir
d o stla rım bana sanatın b u tür kıstaslarla ölçülemeyeceğini, san
atın sanatçının kendi âle m ini betim lem e tarzı olduğunu, yani
h e p te n öznel bir faaliyet o ld u ğ u n u söylemişlerdir. Tabiî bu tam
a m e n d o ğ ru o lam az. D o ğru ise, sanat yarışm alarının anlamı
k a lm a z, sanat m üzele rin e ve sergilerine yapılan ziyaretler, konserlere
gidişler de bir akıl hastanesine yap ılan ziyaretlere indirgenir.
Ben b u t ü r tartışm alarla bir yere varam azken, m a te m a tik
y a n ı g ü ç lü olan şöhretli bir jeolog dostum , A kdeniz'in 5 m ilyon
yıl önce tam am en k u r u d u ğ u n u n kâşifi, Z ürih'teki Federal
Teknik Ü niversite (E T H ) profesörlerinden Kenneth J. H s ü m ü
zisyen olan o ğ lu y la ilg inç b :r k e ş if yaptıklarını söyledi bana:
" M ü z ik , d ah a doğru su batı m ü z iğ i," dedi Ken, "Beethoven'in
sun kuartetlerine kadar fra k ta l geliyor azizim . O nlarla beraber
fra tta l özellik kayboluyor!" Fraktal, en kısa şekilde bir bütün
ü n parçaların ın b ü tü n ü n tam am ına olan benzerlik derecesi
olarak tan ım la nabilir Ken'e, "Bu sınır, benim de m üzikteki beğeni
sın ırım la tam çakışıyor," dedim "Elbette," diye cevap
verdi " Ç ü n k ü fraktal m ü z iğ in , ıç yapısı klasik m im arî gibi,
rasyonel. H alb uki fraktal olm ayan m iizik bu iç yapıdan yoksun,
irrasyonel "
O g ü n bu konuya devam edem edik. Daha sonra da bir d a
ha ona d önem e dik A m a Ken'in ve o ğlu n u n ilginç gözlem i ben
im u z u n zam andır içim de olan bir kanıyı güçlendirdi Sanatın
da nesnel kıstasları vardır Oenellikle yaptığım ız gıiııul/akıl uyırımı
gerçek d eğildir Her jey .ikildir Akıl dışı olan nihayet refleks
ve içgüdüd ür. Refleks ve içgüdüyle de xan.ıt yapılabilir;
am a o n u anlam ak istiyorsak gene akis başvurm ak zorundavıv
Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl 103
Hislerine teslim olmak, nihayet hayvanlığa teslim olmak demektir
(bu her zaman olumsuzdur demek istemiyorum). Ancak
insandaki âşığı yaratan da, ondaki vahşî yanı ortaya çıkaran,
onu canavar yapan da, işte bu akıl dışı his olduğuna göre, aklın
emniyetinde yaşamak bana daha şayanı tercih geliyor. Bilimde
de, sanatta da, yaşamda da.
XXV
Türkiye'nin Kültür Sorunları41
Yukarıdaki benim başlığım değil. Ben böyle bir başlığı verinde
gösterebilecek kapsamda bir yazıyı yazabıleo-k ne bilgiye
ne de cesarete sahibim. Başlık, yeni yayımlanmış bir kitaba ait.
Kitabın yazarı da, Türkiye'nin kültür zenginliğinin ad'-ta sembolü
olmuş, üstün düzeyli bilimcilik ile geniş alanlı kültür
adamlığını zarif, müşfik ve cömert bir kişilik içerisinde toplamayı
becerebilmiş, seksenyedinci yaşında da bütün ömründe
olduğu gibi bilimin, insanlığın, ülkesinin ve halkının sorunlarıyla
yakından ilgisini kesmeden, bunlara çözümler önermekten
bıkmadan yaşayan, kelimenin gerçek anlamıyla bir bilge
Uç hafta önceki yazımda, arkeoloji ordinaryüs profesörü hkıvm
Akurgal m Doğu ve Batı adlı klasik eserinden bahsederken
"Akurgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği bir konferansta
bireysel hürriyetin Batı da toplumsal bir gündem haline gelmesinden
sonra doğunun gelişmede Batı'yı bir daha yakalayamadığının
altını çizmişti" demiştim. 1998 Mart'ında Ankara'da
Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye'nin Kültür Sorunları
adlı eserin 67. ve 79. sahifeleri arasında, orijinali 1956 yılında
Belleten dergisinde yayımlanmış olan "Tarih İlmi ve Atatürk"
başlıklı bu konferansın tam metni yer alıyor. Ben bu konferansı
ilk defa Ekrem Bey'in bana göndermek nezaketinde bulunduğu
orijinal Belleten ayrıbaskısında okumuş ve müthiş heyecanlanmıştım.
20 Aralık 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakiiltesi'nde Prof. Akdes Nimet Kurat
tarafından tertiplenen kollokyumlardan biri olarak sunulmuş
Türkiye nin Kültür Sorunları 105
Şekil 27, A tatürk'ün başlattığı
aydınlanm a hareketinin yetiştirdiği
en parlak yıldızlardan biri, belki de
en büy üğü Ekrem Akurgal (1911-),
Celâl Şengör ve Nezih Başgelen'le
İzmir1deki evinde çalışma odasında
(M art 1997). Ekrem Bey, bana sohbetlerimizde
sık sık, "insan bir
kuyuya girip, öm rü boyunca
yalnızca gökyüzünü kuyunun
dibinden seyrelmemeli" demiştir.
"K uyudan çıkmaya çalışarak
yeryüzüne ulaşm alı, başka kuyu
larda olu ranlarla ilişki kurmalı,
onların öğrendiklerinden yararlan
malı ve bilgisini genişletip
genelleştirmeli, içinde yaşadığt
âlemi bir bü lü n olarak anlamaya
çalışmalı." Ru geniş bakış açısı, sırf
belimlemeye değil, anlamaya yönelik
çalışma ve anladığını yalnız
bilimciyle değü tüm insanlıkla
paylaşma arzusuyla kamçılanan bir
öğretmenlik, Akurgal'm başarısının
sırrım oluşturan bileşenlerdir
olan bu konferans, Doğu ile Batı arasındaki düşünsel farkları
detaylı bir tarih ve felsefe temeli üzerinde herkesin anlayacağı
bir dille irdeleyen ve Atatürk'ün çağdaşlaşma ve uygarlaşma
politikasında niçin herhangi bir Doğu-Batı sentezine yer vermediğini
bu temel üzerinde açıklayan bir çalışma. Ekrem
Bey'in Doğu ile Batı arasındaki en temel farkı Doğu'da hürriyetin
olmaması ve demokratik devletlerin gelişmemiş olması şeklinde
özetleyen tezini okuyunca, kendisinden bu konferansı
güncelliği nedeniyle mümkün olan en kısa zamanda tekrar yayımlamasını
rica etmiştim. Hoca bir müddet nazlanıyor gibi
göründü. Ben de elbet bunun bir nedeni vardır diye beklemeye
aşladıydım. Geçenlerde "Türkiye'nin Kültür Sorunları"nın
imzalı bir nüshası önüme gelince, gecikmenin nedenini anladım.
Ekrem Bey, bu kitapta, bahis konusu konferansını Türkiye
nin Cumhuriyet'ten ve bilhassa 1946'dan sonra yaşamaya
»aşla'lığı kişilik sorunu ile ilgili yazdığı diğer makalelerinden
1 0 6 Züm rütnâm e
o lu ş a n b ir çerçeve içine alm ış, bu çerçeveyi de Anadolu uygarlık
la r ın ın ta rih i içeren ö z lü ve ö zg ün bir sentezin üstüne asmış
E k re m B ey'd en "B oğa B oynuzunun Üstündeki Evrvn"den
" O r t a A s y a T ü rk S an atı"n a, "Batı K ültürü ve Türkler'den
" U lu s a l M im a r lığ ım ız " a , "K ü ltü r I ,olılık.ımız"dan, "Türkiy
e 'n in D ış a T a n ıtılm a sı"n a dair yazıları okuyunca insan tevarüs
e ttiğ im iz ve iç in d e y a şa d ığ ım ız k ültü rün zenginliği ve çok yönl
ü l ü ğ ü ile hayrete d ü ş tü ğ ü gibi, tam am en uygar bir toplum olara
k k ü lt ü r ü m ü z ü n D o ğ u lu elem anlarını da, Batı uygarlığından
ta v iz v e rm e d e n , y ani ikisini birbiriyle harmanlamaya kalkmad
a n , n a sıl k o ru y a b ile ce ğim iz, onların keyfine nasıl varabileceğ
im iz o rtay a çıkıyor. Ekrem Bey, kültür öğelerinin el yordamıyla
d e ğ il, b ilim s e l gözlem le, hislerle değil akıl yoluyla/ dar gör
ü ş lü r o m a n tik m illiy e tçilik veya ümmetçilikle değil, geniş,
u lu s la ra ra s ı bak ış açısına sahip rasyonel bir ulusçulukla öğrenilip
k o ru n a b ile c e ğ in i anlatıyor. Sık sık Atatürk'ün b u konulardak
i g ö r ü ş ve p o litik a la rın ı özetleyerek, onlardan yeri geldikçe
ö rn e k le r vererek, epey bir zam andır akılcı ve bilim».*! yoldan
s a p m ış o la n k ü ltü r işlerim izin nasıl tekrar düzene sokulabileceğ
in i b izle re a n la tm a y a çalışıyor.
E krem A k u rg a l, hem bilim hem de kültür işlerinde bütün
d ü n y a d a b ü y ü k saygınlık kazanm ış bir insandır. Bilimsel kurulu
ş la r d a n a ld ığ ı bilim sel ödüller kadar, muhtelif devletlerin
te m s ilc ilik le rin d e n uluslararası kültür alışverişine ve zenginleşm
e s in e y a p tığ ı katkılar için alınm ış nişanları da herhalde göğs
ü n ü b irk a ç kere kaplayacak kadardır. Dolayısıyla yukarıda
ö z e tle m e y e çalıştığım fikirleri u zu n ve çok başarılı bir meslek
y a ş a m ın ın d eneyim le rinden güçlü bir zekâ tarafından süzülm
ü ş g ö rüşle rd ir. Entelektüelliği, her nasılsa rasyonalitenin ürün
ü o la n b ilim sel görüşleri değil de, örneğin kültürel rölativizm
g;ibi a k ıl d ü ş m a n ı her türlü rom antik fikri savunmak sanan, san
a t ve k ü lt ü r ü n nedense b ilim in —hele doğa bilimlerinin- tamam
e n d ış ın d a o ld u ğ u n u d üşünen tüm "aydınlarımıza"(!) Akurg
a l'ın b u enfes p o tp u risin i okum alarını salık veririm.
XXVI
Yerbilimlerinin Geleceği42
Bu yazıya "Yerbilimleri ve Heisenberg" başlığını vermeyi
ile düşündüm, çünkü konu yerbilimlerinde giderek artan soyutlaşmanın
bizleri nereye götüreceği sorunu. Yüzyılımızın büyük
fizikçilerinden Werner Heisenberg, fizikte doğayı yöneten
kanunlar hakkındaki bilgilerinvz arttıkça somut nesneler hakkındaki
bilgilerimizin azaldığını iddia etmişti. Örneğin, atomun
yapısına giderek artan bir detayda nüfuz edildikçe, bu yapı
artık aklımızda canlandırabileceğimiz bir resim değil, bir
matematik ifade şeklini alıyor ve atom bir aklî resim olarak ortadan
kalkıyor.
Yerbilimleri ise, geleneksel olarak, aklî resimlerin egemenliğinde
inşa edilen modellerin anlayışımızı yönlendirdiği doğa
bilim dallarıdır. Hatta yerbilimlerinde okumak isteyen bir öğrenciye
üç boyutlu tasavvur yeteneği yoksa, bu işten yol yakınken
dönmesi tavsiye edilir. Tarihte Georges Cuvier, Alexander
von Humboldt, Eduard Suess, Emile Argand gibi büyük yerbilimciler
hep karmaşık üç, hatta dört boyutlu modelleri kurabilen
kişiler olarak şöhret yapmışlardır (en karmaşık yapıları üç
boyutta düşünme ve çizme yeteneğinden ötürü Argand'ın hocası,
kendisi de büyük bir jeolog olan Maurice Lugeon, ona "sihirbaz"
demişti).
Günümüzde ise, yerbilimleri teknolojideki büyük gelişmeyi
izleyerek giderek daha büyük ve daha küçük olaylarla
uğraşmaya başladı. Örneğin, jeokimya dev hamleler yaparak
108 Z ü m rü tn â m e
s o ru n la rın ı artık m o lc k ü le r b o y u tla rd a tartışıyor, m agm a evrim
in d e veya ısı ve basınç a ltın d a taş başkalaşım ında (metam
o r fiz m a ) m o le k ü le r m o d e lle rin r o lü n ü öne çıkarıyor. Jeofiz
ik ise 2900 km . d e rin liğ e k a d a r in e n yer m anto su içindeki yap
ı ve hareketleri d e n iz d e su s a th ın d a k i santim etre düzeyinde
o la n y ü k s e k lik fa rk lılık la rın ı ölçerek inceliyor! Kıta defomıasy
o n u , d e p re m le rd e k i fay m e k a n iz m a s ı çözü m le rin d e n ve uyd
u je o d e zisin d e n —y a n ı u y d u la r ın ö lç tü ğ ü y ükse klik ve uzakl
ı k d e ğ e rle rin d e n —hareketle o lu ş tu r u la n m ate m atik m o d e l le r
le izleniy o r. B ü tü n b u n la rd a artık taşı elde çekiç d o ğ r u d a n
g özle y e n jeologa ay rılan yer g iderek d aralıy o r Gerçekten de
y e rb ilim le rin d e esk isinden çok d a h a fazla temel eğitim im fizik
veya k im y a d a , hatta m a te m atik te y a p m ış bilim ciler görüy
o ru z. Peki b u yavaş y avaş je o lo jin in fizikleştıgı ve kimyalaş
tığ ı ve d o la y ıs ıy la o rta d a n k a lk m a y a y ü z tu ttu ğ u anlam ına mı
geliyor?
B öyle bir indirg e m e ci y o ru m d o ğ ru olsa m - hoş o l u r d u !
N ih a y e t her şey fiziğe in d irg e n ir ve b iz k âin a tın sırlarına nihayet
u laşm ış o lu rd u k . A m a ne y azık ki gerçek âle m böyle değil
H eisenberg'in soyut k a n u n la rı bize ato m ik d ü ze y d e ve kâinatın
ta m a m ı ölçe ğinde y ard ım cı oluyorlar, am a b u n la r b i r petrol
k u y u s u delm ek için b ilin m e si gereken y apıy ı bize söyleyemeyeceği
g ib i, M erih gezegenindeki bir ç ö k ü n tü a la n ın ın nasıl
o lu ş tu ğ u n u da söyleyem ez. B uralarda elde çekiç jeologa veya
elde jeofon veya m anyetom etre jeofizikçiye ihtiyaç en a z ı n d a n
g ö rü le b ilir bir gelecekte bitmeyecektir. Yalnız b u yerbilim cıleı
artık eski usul tabiat âlim leri de olam ayacaklardır. Zira bunlaı
yeni geliştirilen fizik, kim y a ve m atem atik tem elli m o d e l l e r i
b ilip b u n la rın sonuçlarını arazide sınam ak, icap ederse yenilerini
b u lm a k d u ru m u n d a d ırla r. Yani, yeni nesil yerbilim ciler esk
isinden çok daha fazla ve üst d ü ze y d e m atem atik, fizik ve
k im y a b ilm e k zorundadırlar.
Y erbilim leri geleceğin b ilim leridir. G ün eş sistem inin keşfi
geliştikçe, b u ra d ak i gezegenlerin incelenm esinde y erbilim cilere
ih tiy aç başgösterm ektedir. Bu yerbilim ciler, kozm ologlarla
birlikte , artık servis d is ip lin le ri d u ru m u n a gelm iş olan m a
te m a tiğ in kendilerine s u n d u ğ u d il ile fizik ve kim y an ın va-
Yerbilimlerinin Geleceği 109
zettiği genel çerçeveli kanunları kullanarak, sınayarak, değiştirerek
geleceğin Kristof Kolom b'ları olacaklar, insanlığın geleneksel
evinden dışarı açılışında köprübaşlarını kuracaklardır.
XXII
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya*3
Sevgili Mehmet,
College de France’ta bir aylık bir der-- vermek ü/ere Paris'e
gelişimin haftası dolmadan burada meşhur bir sahafta Barth£lemy
Faujas-Saint-Fond'un Hıstoire Naturelle de h Monta%ne de
Saint-Pierre de Maestricht (Maastricht'de Aziz Petrus Dağı’nın
Doğa Tarihi) kitabını44 bulmayayım mı! Cuvier ile birlikte Jardın
des Plantes'da (şimdiki Millî Doğa Tarihi Müzesi) jeoloji
profesörü ve müzenin idarecisi olan Faujas ın 1799 yılmda yayımlanmış
olan ve ilk defa detaylı bir şekilde bir Mozazor ıs
keletini tanıtan bu eseri zamanında ne kadar meşhur olmuştu
Gerçi zavallı Faujas karşılaştırmalı anatomiden pek anlamadığı
için Mozazor kafatasını bir timsah kafatası zannederek fosili
bir timsah fosili olarak tasvir etmişti. Kitapta, bildiğin gibi, daha
pek çok denizel sürüngenin ve omurgasız hayvanın fosilinin
tasviri ve enfes gravürleri var. Kitabı satın almadığım takdirde
beni asla affetmeyeceğini düşünerek yüklü fiyatını sahafa
takdim edip, kıymetli mal koltuğumun altında, dairem’
döndüm.
Ancak kitabı okumaya başladıktan sonra, seni tasvir edi
len ilginç fosiller ve bunları gözler önüne seren enfes gravürlerden
daha çok mutlu edecek bir nokta ile karşılaştım. Mozazor
fosili bulunduktan sonra (bulunuş tarihi tam bilinemiyor;
1770 ile 1774 arasında bir tarih tahmin ediliyor), bunu bulan
taşocağı işçileri fosili, fosillerle ilgilendiğini bildikleri Dr. Jo-
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Riiya 111
hann Leonhard Hoffmann'a (1710-1782) veriyorlar. Ama fosilin
değerini duyan ve taşocağınm üzerindeki arazinin sahibi olan
papaz Godding Hoffmann'ı mahkemeye vererek fosili elinden
alıyor. Zavallı Hoffmann kıymetli fosilinin kaybının da verdiği
acıyla 1782 tarihinde ölüp gidiyor. Bu arada Godding fosili
evine yerleştiriyor. "Hak, geç olsa da yerini buldu" diye hikâyesine
devam ediyor Faujas kitabının 61. sayfasında: Fransız
ihtilâl ordularından meşhur Sambre ve Meuse ordusu, generaller
Duhesme ve Marescot kumandasında 1794 senesinde
Maastricht'in kapılarına dayanıyor. Daha sonra Mısır'da 14
Haziran 1800'de katledilecek olan General Klebeı'in de destek
vermesiyle Maastricht, 4 Kasım 1794'te düşüyor. Ama kuşatma
esnasında sorumlu generale o sırada Kuzey Orduları Bilim Komiseri
olan (rütbeye bak!) dostumuz Faujas, papaz Godding'in
evini göstererek orada bulunan kıymetli fosili haber veriyor.
Tarihin adını ne yazık ki kaydetmediği bu asil asker derhal
Maastricht'i dövmekte olan topçu bataryalarına emir vererek
gösterilen eve katiyen nişan alınmamasını, bu evin korunması
gerektiğini söylüyor. İnan, sevgili dostum, Fransız askerleri-
Ş e kil 28 A Uartlıclemy Faujas-Saiııt-Fond'un Utstoırti Nnturelle ttt h Monlagnede Snint-lUerre de
Mnnslricfıt adlı eserinde (yanlış olarak timsah diye) tanıttığı M ozazor kafatası fosili (Faujas'ın
eserinde IV. tablo).
/'.ümrurnâmc
Şr k il 28 11 M ozazor fosilinin b u lu n u şun u gösteren tem silî robiın (FaMps'ın kitabının 37 ıayfa'
sırda başlık süsü).
nin, ülkelerinin bir ölüm kalım mücadelesi vermekte olduğu
bir savaşta, bir fosile gösterdikleri bu saygı benim gözlerimi
yaşarttı, hatıralarını şükran ve saygı ile andım. MaasUıcht'in
düşmesini izleyen dört gün içinde ihtilâl orduları meşhur fosili
harp ganimetlerinin arasına katarak 1795'in Şubat ayında Paris'e
doğru yola çıkarmış bulunuyorlar. Fosil 23 Şubat'ta Paris'teki
yeni evine yerleşiyor ve 23 Haziran'da aralarında Cuvier'nin
de bulunduğu bir komisyon tarafından Maastricht'len
gelen sandıklar açılıyor.
Hikâyenin bundan sonrası herkesin bildiği: Fosil 1800'e ka
dar yanlış olarak bir timsah olarak tanıtılıyor. 1800'de Adrian
Camper Cuvier'ye yazdığı ve yayımlanan bir mektupta bunun
iguanaya yakın soyu tükenmiş bir kertenkele türü olduğunu
ortaya atıyor. Cuvier 1808'de bunun monitorlara ve iguanalara
yakın soyu tükenmiş bir kertenkele olduğunu doğruluyor ve
1822'dc İngiliz jeologu Conybeare bu fosile 'Mozazor' cins adlın
takıyor. 1829'da da ilk defa İguaııodon'u keşfetmiş olan İngiliz
jeologu Gideon Mantell hayvana Mosasaıırus hoffmannii tür
adını veriyor.
Ancak bu mektubun amacı tabiî ki sana bildiğin bir terim
Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya 113
tarihçesini anlatmak değildi. Burada yalnızca romantik bir düşün
eseri olan Fransız İhtilâli'nin kana buladığı Avrupa'da bir
sürüngen fosilinin akılcı ve akıllı insanlardan gördüğü ilgi ve
saygıyı vurgulamak istedim. Umarım, akıldan giderek uzaklaştığını
endişe ile izlediğim toplumumuz içindeki akılcı ve akıllı
insanlar da insanlığın en eski kültür yuvalarından biri olan İstanbul'da
oluşturmaya çalıştığımız doğa tarihi müzesi için aynı
ilgi ve saygıyı gösterirler, çocuklarımız içinde yaşadıkları doğayı
severek, sayarak, öğrenerek büyürler ve bazen, hayatları pahasına
da olsa, onlara bir fosili bombalamayı reddettirecek insanlık
şerefine yücelirler. Hasretle gözlerinden öperim, aziz arkadaşım.
XXVIII
College de France:
Karşılıklı Güven ve Saygı Ürünü Yüce Bir Gelenek45
Hiç kuşkusu/ yaşayan en büyük yerbilimcilerden olan dostum
Profesör Xavier Le Pichon'un teklifi üzerine College de
France, jeolojinin taşkürenin yapısı ve evrimi ile ilgilenen brany
olan tektoniğin gelişmesine Fransız yerbilimcilerinin 19. yüzyılda
yaptıkları katkılar hakkında bir seri ders vermem için 1998
Mayıs ayı süresince beni Paris'e davet etti. Bu davet, Paris te
yaşayabilmem için yüklüce bir maaş ve Paris ın en mutena
semtlerinden birinin ortasında dayalı döşeli küçük bir apartman
dairesini de içeriyordu. Buna karşılık benden istenen yalnızca
birer saatlik dört ders vermemdi! Bu cömertlik karşısındaki
hayret ve şükranlarımı ifade ettiğim Kolej Jeodinamik
Kürsüsü profesörü dostum gülerek "Ya benim d u r u m u m a ne
diyeceksin" dedi; "benim College de France profesörü olar.ık
tek sorumluluğum yılda halka açık birer saatlik dokuz ders vermekten
ibaret!" Bunun nasıl ve niçin olduğunu s o r d u ğ u m d f ,
Xavier bana dünyada bir eşi daha bulunmayan bu ilginç kuru
mun tarihini ve sorumluluklarını özetledi. Dünyanın önde gelen
araştırma kurumlarından biri olan ve tarihte Fransa'nın en
önemli bilim adamlarından çoğunu hocaları arasında bulundurmuş
olan College de France hakkında CBT okurlarının da
bilgi edinmek isteyeceklerini düşünerek, dostumun anlattıklarını
burada özetlemeyi düşündüm .
College de France 1530 yılında skolastik tutuculuktan kur-
College de France 115
tulamayan Sorbonne'a (yani Paris Üniversitesi'ne!) karşı bir aydınlanm
a hareketi başlatanların etrafında toplandıkları kraliyet
kütüphanecisi Guillaum e Bude'nin tavsiyesi üzerine halka açık
ders verecek altı "kraliyet öğretmeni"nin (lecteurs wyaux) Fransa
kralı I. François ve kraliçe Navarrelı Marguerite tarafından atanmasıyla
başlıyor: üçü İbranice, ikisi Yunanca, biri de matematik
için (gerçi Kolej'in adını anan ilk vesikanın tarihi 1567!). Zam an
içinde öğretmenlerin de öğretilen konuların da sayısı artıyor,
ama Kolej kendi binasına 18. yüzyıldan önce kavuşamıyor.
Kolej'i kendisi de bir profesör olan bir idarecinin altında
profesörlerden oluşan idare kurulu yönetiyor. Bu kurul yeni profesörleri
atamakla da görevli. Her kürsü atanan profesörle birlikte
kuruluyor, onun araştırma alanını temsil ediyor ve onun
emekliliği ile ortadan kalkıyor. Bu şekilde kolej belli bir müfreda-
Şckil 29. Celâl Şengör, 1993
yılmda verdiği bir semin erden
sonra annesi Güler Şengör'Ie
Paris'te "Okullar Yolu"
üzerindeki College de France
binasının Önünde (13 Ocak)
Arkalarındaki heykel deneysel
tıbbın kurucularından
büyük fizyolog Claude
Bernard'ıııdır,
I Ift
Züm rürnâme
ta bn^lı olmadan her konudaki (hem sosyaJ, hem fen) gelişmeleri
izleyerek en yeni alanlarda kürsüler ihdas edip o alanın bulunabilecek
en ivı araştırmacısını profesör atayabiliyor; 1992'den beri
bunların Fransız olması bile gerekmiyor! Kürsülere bağlı kütüphane
ve laboratuvariar kurulabiliyor, enstitüler oluşturulabiliyor,
bunlara memur ve teknisyenler atanabiliyor. Kürsü profesörleri
isterlerse herhangi hır üniversitede normal profesörlük de yapabiliyorlar,
zira Kolej profesörlerinin tek sorumlulukları yılda halka
açık birer saatlik dokuz ders vermekten ibaret ki bunların ne
sınavı ne diploma derdi var Tabiî hiçbir Kolej profesörü dokuz
dersi verip sonra yatmıyor. Her bin pozisyonlarını en hür bir şekilde
araştırma yapabilmek için kullanıyor. Kolej deneyler, kazılar,
geziler düzenliyor, misafir senıinerciler çağırıyor (1993'te ben
de Kuzey Anadolu Favı hakkında bir seminer vermiştim), misafir
profesörler getirtiyor, "halta açın" derslerin her biri profesyonel
toplantı ve sempozyumlar haline dönüşüyor. Bu derslerin
pek çoğundan uluslararası düzeydi* yayınlar türüyor ve her yılın
sonunda yayımlanan Kolej Yıllığı'nda (Annuaıre) her kürsü profesörü
yıllık faaliyeti hakkında rapor veriyor. Tek başına College
de France'ın araştırma potansiyeli bugün herhalde birkaç Türkiye'ninkine
e«it!
İnanılma/, bir özgürlüğe rağmen College de France'ın neredeyse
500 yıldan beri bırakın yozlaşmayı, bilakis sürekli gelişerek
dünyanın en saygın eğitim ve araştırma kurumlarmdan biri
haline gelmesinin kanımca tek sırrı kürsülerine gerçekten en
üstün düzeyde bilim adamlarını atayan ödün vermez seçkinci bir
jldeııvğe sahip olmadı Bu gelenek Kolej'de kaliteyi sürekli kılıyor,
kalite de halkın ve onun temsilcisi olan hükümetlerin Koloi'e
güvenini ve saygısını garantiliyor Ödün vermez seçkinci
geleneV. Kolef ın bu güven ve saygıya da en güzel şekilde karşılık
vernı---ini sağlıyor lUı Rilı-nrl ve «“•‘■■rılen karşılıklı gü
ven ve saygıdan bizim öğretim ve A raştırına kurumlarımı/.ın
«la, lıalkımı/.ın da, hükümetlerimizin de sanırım öğreneceği pek
çok şey «»lm.ılıdır
X X IX
Bilimler Akademisi (Paris) 46
Fransa'da sürdürülen hoş bir gelenek gereği, College de
France'ta misafir profesör olarak kürsü işgal eden bir kimse olmam
dolayısıyla Kolej'de benim davet edilm em den sorum lu kişi
olan dostum Profesör Xavier Le Pichon tarafından 11 M ayıs
1998 Pazartesi g ünü saat 15:00'te Fransız M illî E nstitüsü'nü oluşturan
beş akadem inin en b ü y ü ğ ü n ü teşkil eden Bilimler A kadem
isinin olağan toplantısı esnasında A kadem i'ye takdim edildim.
1666 yılında Colbert'in kütüphanesini aralarında Roberval
ve Huygens gibi uluslararası bilim adam larının da b u lu n d u ğ u
bazı entelektüellere toplantı m ahali olarak sunm asıyla doğan ve
33 yıl sonra "Güneş Kral" XIV. Louis tarafından "Kraliyet B ilim
ler Akademisi" adı altında Louvre Sarayı'na davet olunm asıyla
da resmî hüviyet kazanan bu saygın kurum , A vrupa’nın en eski
ve kuşkusuz en ihtişam lı bilim yuvalarından biridir. Şu anda
içinde bulu n d uğu eski College des Quatre Nations (Dört Ulus
Koleji) binasına Akademi 1805 yılında taşınmış. Fransız İhtilâlini
yöneten ve "Cum huriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur!" diye
haykırarak, modern kim yanın ve jeolojide fasiyes kavram ının
kurucusu olan Antoine-Laurent Lavoisier"nin kıymetli başını
gövdesinden ayıranlar, 7 Ağustos 1793'te Fransa'da tüm akademilerin
de faaliyetini durdurmuşlardı. Pek çok kıymetli üyesini
ihtilâle kurban veren bu saygıdeğer kurum ancak N apolyon'un
desteği ile tekrar kendine gelebilmiş, akademi adını ise ancak 21
Mart 1816'daki restorasyondan sonra gene alabilmiştir.
Toplantımızın olduğu salon gerçekten muhteşemdi. Eski-
I 18
Z iim r iir n â m e
n in say g ın lığı ile y v n in in ü s tü n lü ğ ü n ü n kucaklaştığı bu mekân
ın d u v a rla rı adeta b ilim in O ln n p o s u g ib iy d i. K im ler yoktu kı
o zevkle l.u n b rile n m * d u v a rla rd a : tablolar arasında g özüm Pıerre
d e Ferm at'yı, Lavoisier'vi, L agrange'ı, B uffo n'u, büstlerde
C a u c h y 'i, L etronne'u, G u e rın 'i, adı d u v a ra y azılanlarda Reaum
u r'ıı, Vicq d 'A z y r'i, M f'n g o îfie r biraderleri, M allebranche'ı,
M o n ta ig n e 'ı, P apin 'i seçti .. H e m e n a rk a m d a b ü tü n ihtişamıyla
La F o ntam e'in bir heykeli d u ru y o rd u . S alon loş olm asaydı hiç
k u şk u s u z dah.ı pek çok ta n ıd ığ ı görecektim . A m a ben Akadem
i'y e ta k d im e d ild ik te n hem en sonra o to p la n tın ın davetli konuşm
acısı bir tepegöz e şliğ in d e cinsel ço ğ a lm a d a m eydana gelen
bozukluklar h ak k ın d a bir k o n u şm a yaptı. M eğer bu konu o
toplantı için konferans m e v zu u alarak seçilm iş —konuşm acı da
akadem isyen d e ğ ild i H er o lağan to p la n tıd a böyle bir davetli
konuşm acı b ilim anlatırm ış! A h ! A k lım a rahm e tli C a h it Arf geldi.
O d a b iz im A k adem ı'y e "Y ah u b u ra d a biraz b ilim konuşalım
" ih tarın ı y a p m ıştı47
Bilimler Akademisi (Paris)
[ jq
^ Toplantıdan sonra Akademi'nin kütüphanesine ve arşivine
takdim edildim, istifademe sunulan ve ehil ellerde oldukları
açıkça görülen bu ^koleksiyonlar Avrupa'nın, dünyadaki bilime
dayalı tek uygarlığın yaratıcısı olan kıtanın, hafızasının önemli
bir kısmını oluşturan hâzinelerdir. Arşiv, 1994'te Lavoisier'nin
katlinin 200. yıldönümünde büyük dâhiyi anmak için sergiler
düzenlemiş, toplantılar yapmış, kitaplar basmış. Bu yıl da Napolyon
un Mısır seferinin 200. yıldönümü kutlanıyor, o seferi
insanlık için unutulmaz yapan Monge, Fourier, Saint-Hilaire,
Dolomieu, Berthollet, Nouet gibi bilimciler ve katkıları anılıyor.
Fransa insanlığa yaptığı muazzam katkıyla haklı bir kıvanç duyarken
bu katkıyı mümkün kılan kurumlarına da büyük bir
şefkat ve saygı ile bakıyor, onları yaşatan insanlarını bağrına
basıyor.
İlk defa 1 Aralık 1997'de ödül almak için geldiğim Conti
sahilindeki muhteşem binadan dostum Xavier Le Pichon'la akşama
doğru ayrılırken gözümün önünde gayri ihtiyari iki hayal
canlandı: Mustafa Kemal Atatürk'le Hasan-Âli Yücel! Onlar
Türkiye'nin de böyle insanları, böyle kurumlan, ve en önemlisi,
böyle katkıları olsun istiyorlardı; her ikisi de bu rüya uğruna
hayatlarını feda etmişlerdi. Bu iki dehânın rüyalarını gerçek
yapmak görevi bugün bizlerindir. Bu sorumluluğun içime aynı
anda doldurduğu ürkeklik ve kararlılık hislerinin kafamda
ateşlediği yangını söndürmek maksadıyla dostumdan ayrıldım
ve Mustafa Kemal ve Hasan-Âli ile birlikte rüzgârlı Seine sahilinde
yürümeye başladım...
XXX
Ve Paris...48
Küçücük bir köse yazısında modern uygarlığın yaratıldığı
merkezlerin hiç kuskusu/ en önemlilerinden biri olan koca Paris
şehri tanıtılabilir mı? 7.aten l>u yazının amacı böyle imkânsız
l’ir işe kalkışmak de* idir. Benim bu haftaki maksadım, geçen
Mayıs ayını College d*1France'ın misafir profesörü olarak için-
<ie geçirdiğim bu muhteşem uygarlık odağının beni yakından
ilgilendiren, ve onun uygarlı} odağı olmasına hiç kuşkusuz
kati ıda bulunmuş olan tek bir özelliğine dikkati çekmektir.
Mayıs başında Paris'e varınca College de France'a ait Hu-
>’,ol Vakfı'nın apartman dairelerinden birinde oturacağım bildirildi.
Daire, Üniversite Sokağı 11 numarada. Haritada baktım,
bu sol .1 k bir yan sokakla derhal Saint-Germain Bulvarı'na bağlanıyor.
Oradan da yiırııycrvl. <ollege de France'a gitmek
mümkün. "Eh yarın yürüyerek giderim" diye düşündüm. Ertesi
gün de kalkıp, yürümeve başjadıın. Üniversite S o k a ğ ı'n d a n
Saint-Ceınıaın Bulvarı'na sapıncı ilk gözüme çarpan 1749'da
kurulduğunu bildiğim Ğcole des PonK et Chaussees (Köprüler
ve Yollar Okulu) oldu, hemen karşısında da Üniversite Rene
Descartes'm (eski 'îorbonne'un hir parçası) tıp fakültesi. Bulvara
çıkınca 1«4 numarada adını Jules Verne romanlarından bildiğim
ve 1821'de kurulmuş olan saygıdeğer Coğrafya Cemiyeti!
Saint-fiermame Bulvarı ile Saint Michrl Bulvarı kesişiyorlar.
Saint-Midv'l'd.-n de meşhur rue d.>s Ecoles'a (Okullar Sokağı!)
dönülüyor O rue des Ecole«'da neler yok1Bu sene 800 yaşına
basan Sorbonne'un ana binası, hemen yanında 500 yıllık
Ve P aris. 121
College de France; az ileride 1795'te N apolyon un kurdurduğu
Ecole Polytechnique. Rue des Ecole hem en ileride son bulunca
karşınızda dünyanın belki de en çirkin binalarından biri olduğu
halde dünyanın en önemli bilim m erkezlerinden birini barındıran
Pierre ve M arie C urie Üniversitesi'nin (o da eski Sorbonne'un
parçalarından) tesisi. Çirkin binayı terk edince, birden
sokak isimleri dikkatinizi çekm eye başlıyor: Linne Sokağı,
Geoffroy Saint-Hilaire Sokağı, C uvier Sokağı, Buffon Sokağı,
Lacepede Sokağı ... Bunların kucakladığı m uhteşem park ise
dünyanın en büyük doğa tarihi m üzelerinden birini barındırıyor
içinde. Eski adıyla "Kralın Bahçesi" yeni adıyla da Ulusal
Doğa Tarihi M üzesi": Karşılaştırm alı anatom inin, paleontolojinin,
biyostratigrafinin, deneysel jeolojinin, hatta uzay jeolojisinin
içinde doğduğu, bugün de dünyanın en önemli zoolojik,
botanik, mineralojik örnek koleksiyonlarını ve dev bir kütüphaneyi
barındıran o kutsal mekân.
Sorbonne ile College de France arasından yokuş yukarı çıkarsanız
karşınızda Fransa'nın büyük insanlarını yatırdığı anıtkabir
Pantlıeon'u (Pan-teon=bütün tanrılar!) görürsünüz. Ö nünde
Hukuk Fakültesi, hem en arkasında da Ecole N orm ale Superieure.
Ecole N orm ale'den iki adım ileride Jeoloji Cem iyeti, ondan
da gene az ileride m eşhur M adencilik Okulu. Yukarıda
saydığım bütün kurumlar benim oturduğum daireden yürüyerek
ulaşılabilecek uzaklıkta. Eğer yürüm ek istem ezseniz aralarında
şehir otobüslerinden ve m etrodan da istifade edebilirsiniz.
Üstelik gene benim oturduğum daireden hem Louvre Müzesi'ne,
hem Millî Enstitü'ye, hem de Millî K ütüphane'ye de
yürüyerek yorulm adan gidebilirsiniz. Bu yetm ezm iş gibi, Paris'in
kitapçılarının ezici çoğunluğu da burada anlattığım küçücük
alan içinde bulunuyorlar.
Fransa bilimcilerine rahatça otomobil alacak kadar m aaş
veriyor. Ama bu insanların Paris içinde otomobillerine ihtiyaçları
genellikle olmadığı gibi, toplu taşımacılık vasıtalarına bile
ihtiyaç duym adan birbirleriyle rahatça buluşabiliyor, muhtelif
^urumlarm imkânlarından yararlanıyorlar. Hem rahat çalışıyorlar
hem de doğal ortamı pisletmiyorlar. Bir de İstanbul'u veya
Ankara'yı düşünün! O ucube Amerikan özentisi "kam püs-
122
/.ümrüttıânıe
Ve Paris. 1 2 3
ler" (kampus: Lâtince "k am p "!!!) arasında otom obille gidip gelmek
İstanbul'da bazen yarım güne ihtiyaç gösterebiliyor! A n
kara'da ise kam püsler arası yü rü m ey e kalkarsanız arazi deneyimine
ihtiyaç başgösterebilir. H ele bir de iyi bir kitapçıya ihtiyacınız
varsa, genellikle işiniz uygar bir ülkede yaşayan bir
dosta düştü demektir. G ülünç m aaşlar ve akılsızca kurulan yerleşmelerde
bilim yapılsın diye bekliyoruz. Rahm etli dedem
"Allah insanın önce aklını alır, sonra da her şeyini" derdi. P a
ris'e bakınca bizim derdim izin ne olduğu konusundaki inancım
bir kat daha kuvvetlendi.
Ş e k il 31. l’a n s m "e n te le k tü e l" k ısm ın ın e n tep esin d ek i P a n th eo n
(MıK:*r tanrılar) İlk b a şta P a ris'in k o ru y u cu azizesi S a in tc G en o v iev e
için kilise olarak y ap ılm aya b a şla n m ış olan b u m u h teşem b in a , 18.
yüzyıl flıuı beri m u h afazakâr d in cilerle la ik le r ara sın d a çek işm e l o n u -u
olm uştu r V iclor H u g o'n u n 1885'd ek i cen a z esi ve K ato lik k ilisesin in
şiddetli İtirazlarına rağ m en cen azen in P an th eo n a n ak led ilm esi lâik
tarafın / a s rin i tem sil ettiğind en P aris g a z ete ve d erg ilerin d e o g ü n le r le
bu koıvuda k arik atü rler çık m ıştır B u rad a H u g o 'n u n ö n ü n d e
1’antheonM an k açm akta olan bir p ap azı g österen k a rik a tü rü n a ltın d a
"D ezen fek sıy o n -ceh o lct y erin i d eh ây a terk ed iy o r" y azm a k ta d ır
H u cn 'm m elind e taşıdığı Asanın ü zerin d e "ö z g ü rlü k " ibaresi
bulunuyor. PantheoıV uıı da üstü nd e bu gün hala d u ra n "V a ta n ın ta k d ir
ettiği büyük ad am lara" ibaresi g ö rü lm ek ted ir (Les G m m i es Ilom m esdit
Panthctnı ün+rodııction pnr Jean-Franc;ois C lıa n etJ, 1996, E d itio n s d ıı
Patrim uine, P aris, s. 1 0 'd an).
XXXI
Deprem Kimi Vurur?49
/ deprem cahillerle aptalları vurur.
Depren ı tabiî l.ı deprem bölgesinde yaşayan herkesi etkiler,
ama yalnızca rahiMerle aptalları "vurur", onların canını, malını,
sevdiklerini ellerinden alır, hayatlarını karartır.
Deprem cahillen vurur, çünkü cahil depremin ne olduğu
nu bilmez, nerelerde olabileceğini kestiremez, hangi aralıklarla
geleceğini tahmin t'demez, geldiği zaman nerede ne tür hareket
oluşturacağını dnşünemez, meydana gelen hareketlerin yere
nasıl bir ivme kazandırabileceğini hesaplayamaz, bu ivmenin
yaşadığı yerlerdeki etkilerinin ne olabileceğini hayal bile edemez.
Deprem cahilleri vurur, çünkü cahil depreme dayanıklı
inşaat yapmayı bilmp' yaptığı yapıların ne tür ivmelerle sınanacağını
öngöremez. uygun y.ıpı malzemelerini seçemez, planlayamaz,
üretemez, yapılarının dizaynlarını depreme uygun
yapamaz, yapılmış bir di/.ıyn varsa bile onu anlayıp uygulayam.ı/,
yapısını ona göre inşa edrrnez, tesadüfen başkaları tarafından
ııygun yapılmış olan yapılar varsa onlara bakamaz, onaranı
iz, bilimsel ve teknik gelişmelere göre yapılarının dizaynlarında,
bakılma, onarılma yımlı-ml'-rınde gerekli değişiklikleri
yapamaz Deprem cahilleri vurun çünkü cahil oturduğu mekânı,
koyii. kasnhayı, şehri, olası doğa âfetlerine karşı planlayarak
kuramaz suyunu, kanalizasyonunu, elektriğini ve doğal gaz
gibi, petrol >»ibi boruyla nakledilen enerji kaynaklarının şebekelerini
depreme dayanıklı bir şekilde yapamaz, yaşam birimi
ıcmde kendi yaşamını koruyacak olan itfaiye, sağlık hizmetleri
D e p re m K im i V urur;' 1 7 1)
ve diğer kurtarm a kuruluşlarının planlanm asını, eğitim ini, ça
ğa uygunluğunu sağlayam az, hab erleşm e ağının d ep rem d e
çökmemesini temin edem ez. D eprem cahilleri vurur, çünkü ca
hil kendini, dostunu, kom şusunu, çolu ğunu, çocu ğu n u deprem
konusunda eğitm ek im kânlarından yoksundur, ne u zu n vad e
de deprem den nasıl korunacağını öğretebilir, ne d ep rem olur
ken neler yapılm ası gerektiğini —kocakarı tavsiyeleri dışında!
anlatabilir, ne de dep rem den sonraki k argaşad a en akılcı nasıl
hareket edilm esi gerektiğini bilebilir.
Demek depremden korunm anın ilk şartı cehaletin ortadan kaldırılmasıdır!
Deprem cahillerle birlikte aptalları da vurur, çünkü aptal,
her şeyden önce cehaletten nasıl kurtulunm ası gerektiğini bir
yana bırakın, cehaletten kurtulunm ası gerektiğini bile d ü şü n e
mez. Ç ocuğunu m odern doğa bilim lerinin okutu lduğu çağd aş
okullar yerine, hurafelerin terennüm edildiği yerlere göndermeye
kalkar. Bütün m od em d ü nyanın refah, em niyet ve bekasını
temin eden bilim ve teknolojiye sırt çevirerek detaylarını
tarihçilerin bile bilem ediği geçm iş çağların karanlığında üm it
Ve kurtuluş aram aya yeltenir. İlerideki refah ve rahatlık için bugün
biraz sıkıntıya katlanm aya katiyen gelem ez, çünkü ileriyi
düşünm e, ileriyi görm e yeteneğinden m ahrum dur. Bu nedenle
yıllarını zor okullarda geçirm eye, her yaptığını önceden detaylı
bir şekilde düşünüp planlam aya, yani kafacığm ı biraz zorlam a
ya, hatası kendisine işaret edildiği zam an bundan ders çıkarmaya
hiç niyeti yoktur. Ç aba gösterip birşeyler öğrenm eden
diploma kapıp sefil bir cem iyet içinde krallık taslam aya, kendine
olm ayan bilgiler vehm edip bilgiçlik satm aya, her şeyin ve
her şeyin yalnızca kendisince m alûm olduğunu etrafına em p o
ze etm eye meraklıdır. Aptal kendisi gibilerle vakit geçirir, iş
yapm aya kalkar, akıllıların etrafında bulunm asına taham m ülü
yoktur. Aptal, kendisine ve çocuklarına sağlam bir gelecek için
modern okullar, gerçek üniversiteler, çağdaş hastaneler, sanat
merkezleri, parklar, bahçeler, sevim li ve sağlıklı yaşam ortam ı,
akılcı yasalar ve bu yasalara uyulm asını sağlayacak gerçek bir
»ukuk sistemi yaratacak uzun vadeli ve gerçekçi düşünen ve
unu anlatabilen dürüst, bilgili ve akıllı politikacılara hiç iltifat
Ziim rüc nâm e
Ş e k jl 32. A d a n a d e p re m in d e n b ir g ö r ü n tü
etmez. O yalanla kandırılmak için yaratılmış gibidir, kendim
I andıranlardan da kandırıldığını anlamadığı için hesap bile
sormaz. Bilgi yerine hurafe, okul yerine miskin yuvaları, hukuk
yerine orman kanunu ister ve sanar ki kendisi bu ortamda herkesin
üstüne çıkacak, herkesi sömürebilecektir. Doğa ile ilgisi
hiç yoktur. Zanneder ki birileri kendisini hep kollayacaktır
! latla doğa arada bir şamarını vurduğu zaman bile kendine >>
lemez. Felaketi fatura edecek gerçek dışı sebepler bulur ve bunu
kendisi gibi aptallara heyecanla anlatır. Ona buna yakarılır,
ondan l'undan medet umulur, ama doğaya bakmak, ondan öğrenmek
hiç aklına gelmez. Felaket aptala ders olamaz, çunku
aptalın zekâsı öğrenmeye müsait değildir.
Dı-ıttek depremden korunmanın ikinci şartı aptala fırsat verilmemesidir!
İşte yukarıda anlatılan tür cehalet ve aptallık Atatürk’ün
toplum um uzdan kovmaya çalıştığı en büyük düşmanlardı.
Hunıın için o, en önemli zaferi savaş meydanlarında d'-ğil.
okullarda, üniversitelerde, konservatuvarlarda, sanat atölyel»
rinde bekliyordu. O bir felaketten kurtardığı yurttaşlarının,
Deprem Kim i Vurur? 127
bundan sonra gelecek her türlü felakete hazır olmalarını istiyordu.
Aptalın cahili kandırmasını görmekten bıkmış, bezmişti.
Halkının gerçek felaketini aptalların hükümranlığında görüyordu,
bu yüzden ona cehaletten kurtulmasını tavsiye etmiş, bunu
yapabilecek imkânların temellerini atmıştı. Adana'da canını
veren 137 yurttaşımı, anasız babasız kalan mini mini yavruları
görmek, beni bizi Atatürk'ün çizdiği modern bilim ve fen yolundan
hurafe ve aptallık yoluna çevirerek bu cehalete, bu acze
mahkûm edenlere kalbimin en derin köşelerinden lânet ettirdi.
Gelin milletçe, Atatürk aydınlanmasını 1946'da Hasan-
Ali Yücel'in bırakmaya zorlandığı noktadan tekrar ele alalım,
sağlıklı, refah ve emniyetli bir geleceğe, Atatürk'ün milletine
lâyık gördüğü, uğruna hayatını verdiği o aydınlığa artık hep
birlikte yürüyelim.
XXXII
Giincelcilik mi, Tekdilzecilik mi, Geçmişçilik mi?50
Doğa bilimleri doğa tarihini de kapsamalarına rağmen,
halkın gözünde doğabilimci, genellikle bugünkü doğayı inceleyen,
yani tarihsel boyutu olmayan bir araştırmacıdır. İngilizcede
doğa tarihi denince akla hemen tamamen arazide yapılan
zooloji ve botanik gelir. Bunun kuşkusuz bir nedeni Hint-Avrupa
dillerinde genellikle tarih yerine kullanılan kelime olan Yunanca
istoria'nın aslında "araştırarak öğrenmek" anlamına gelmesi,
buna karşılık Sami v-r-h köküne dayanan tarih kt limesinin
belli bir zaman içinde olanların tasviri demek olmasıdır. Yani
rıatural history, doğanın araştırılması diye de yorumlanabilir.
Ancak bir de gerçekten doğanın geçmişiyle, kökeniyle, bugünkü
halini alıncaya kadar geçirdiği evrimle ilgilenen hakiki
tarihsel doğa bilimleri vardır ki bunların başında jeoloji gelir.
Jeolojinin bir dalı biyoloji ile ortaktır: "Eski varlıklar bilimi anlamına
gelen paleontoloji yaşamın geçmişini inceler. 1929 yılında
Edvvin Hubble'ın "kızıla kayma"yı keşfetmesiyle tüm kâinatın
geçmişini incelemek de im kân dahiline girmiştir. Bu işle uğraşan
bilim dalı da kozmolojidir.
Doğanın geçmişi hakkında bilgi sahibi olmanın, insan kültürlerinin
elimize gelen en eski yazılı belgelerinden öğrendiğimiz
ilk yolu çeşitli nedenlerle uydurulm uş olan efsane, mitoloji
ve dinî inançların içinde bulunan uygun bölümleri dünyanın
ve evrenin geçmişine uygulayarak bir yaratılış öyküsü kunıınk
tır. Bu öykülerin gözleme dayanan bildiğim iz ilk eleştirisi Mi
let'te Anaksimander'in ortaya attığı evrim kuramıdır. Anr.ksi-
Güncelcilik mi, Tekdüzecilik m i, Geçmişlilik mi? 129
mander'in ortaya attığı kuramın eski fikirlerden tek farkı, büyük
Milletlinin dünyanın geçmişinde varsaydığı olayları bugünkü
benzer olaylara bakarak baştan kurmaya çalışmasıydı.
Örneğin Anaksimander başlangıçta dünyanın sularla kaplı olduğunu
farz ediyordu, çünkü en yüksek dağlarda bile bugün
denizde yaşayanlara benzeyen hayvanların fosillerini içeren kayaçlar
görmüştü. Bu şekilde geçmişteki olay ve nesneleri bugünkü
olay ve nesnelerle karşılaştırarak baştan kurmaya çalışma
yöntemine jeolojide güncelcilik (aktüalizm) deniyor. Aslında
tarihçiler de açıkça ifade etmeseler bile aynı temel yöntemi kullanarak
tarihi incelemektedirler.
Tabiî, güncelciliğin katı bir şekilde uygulanabilmesi için
geçmişle günümüz dünyalarının aynı olmaları gerekir. Geçmiş
teki olay ve nesnelerin bugünkülerden farklı olmadıklarını sa
vunan görüşe de tekdüzecilik (üniformitaryanizm) adı verilmek
tedir. Bugün jeolojide de tarihte de katı bir tekdüzecilik uygulanmamaktadır.
Ancak güncelcilik ne kadar akla yakın gelirse gelsin, bazı
doğabılimciler, geçmişin günümüzden tamamen değişik olduğunu,
bu nedenle tarihin yalnızca tarihsel verilere dayanılarak
yapılabileceğini iddia etmektedirler. Sosyal tarihte ilk defa Leopold
von Ranke tarafından öne sürülen bu görüş, yerbilimlerinde
de 19. yüzyılın ortasına kadar revaçtaydı. Ancak jeologlar
giderek geçmişten bize kalan bilginin ne kadar eksik olduğunun
farkına vardılar. Bu eksikliği tamamlamanın iki yolu vardı:
Birincisi bugünkü dünyayı başvuru standardı olarak kabul etmek
ve geçmişin ürünlerini bunun ışığında yorumlamaya çalışmak.
İkincisi de fizik ve kimya gibi temel bilimlerin yardımıyla
elimize yalnızca pek az ürünü geçmiş olan süreçleri anlamaya
Çalışmak. Özetle doğabilimciler, geçmişin ancak günümüzden
hareketle anlaşılabileceğini, geçmişin verilerinin tek başlarına
bize güvenilir bir yorum tabanı vermediğini daha 19. yüzyılın
ortasında anlamışlardı. Sosyal bilimlerde ise von Ranke'nin detaylı
kaynak eleştirisi, yorumunun arkasında var olan dinî öğeyi
gizlediği için, sosyal tarihin yalnızca ve yalnızca tarihsel verilere
dayanılarak kurulan bir bilgi türü olduğu zannedilegelılı.
Bu, geçmiş hakkmdaki bilgiyi yalnızca geçmişin kalıntılarında
130 Z üm rücnâm e
a r a m a , y a n i g e ç m iş li i i k, M a r k s iz m ve N a s y o n a l S o s y a lizm gibi
to p lu m s a l te o rile rin d e te m e lle r in d e n b ir in i o lu ştu rm a k ta d ır.
la r ıh s e l v e rile r in a n c a k b a ğ ım s ız b ir k u r a m ış ığ ın d a sağlık'
lı bir ş e k ild e y o r u m la n a b ile c e ğ i m u h a k k a k tır . B u iş iç in gerekli
b a ğ ım d ı? k u r a m la r d a g ö z le m te m e li g ü n ü m ü z ü n d ü n y a s ı olan
tem el b ilim le r s a y e s in d e o lu ş tu r u la b ilir . B u n u n d ış ın d a k i tüm
g e ç m iş li y o r u m la r , A n a k s im a n d e r ö n c e si d in s e l ö y k ü u y d u rm a
g e le n e ğ in in k a lın tıla r ıd ır
XXXIII
İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates51
Cumhuriyet gazetesi, Hasan-ÂIi Yücel'in Türk okurlarına
kazandırdığı klasikler serisini tekrar basmakla dev bir hizmetin
altına imza atmış olmaktadır. Bir insana verilebilecek en büyük
zenginlik düşünce becerisi ve bilgi zenginliğidir. İnsan uygarlığının
üzerinde yükseldiği düşünce anıtlarını bir gazete fiyatına
okurlarına sunan Cumhuriyet, 1946 yılında cehalet ve aptallığın
ortak saldırıları sonucu o zaman Atatürk'ün koruyuculuğundan
artık mahrum kalmış olduğundan, yıkılan Türk Aydınlanmasını
tekrar ayağa kaldırmak için güçlü bir el uzatmıştır. Ülkemizi
insan uygarlığının bir parçası yapmak, insanlarımıza bu
uygarlığın nimetlerinden faydalanma imkânını vermek ve onları
da bu uygarlığın saygın yapıcıları arasına katmak isteyen
herkes bu eserleri okumalı ve okutmalıdır. Ümidim, serinin
Hasan-Âli Yücel'in listesini de aşıp doğa bilimlerinin biiyük
klasiklerini de, İyonyalı "fizikçilerin" yazılarının eldeki kırıntılarını
da, İslâm dünyasının, Çin'in ve Hint'in büyük doğa bilimi
ve coğrafya eserlerini de kucaklamasıdır.
Tabiî, okumak demek, her okunulana inanmak, her okunulanı
beğenmek demek değildir. Bazen okuduğunu beğenmemesi
insanı yeni düşüncelere sevk eder, yeni buluşlara yöneltir.
Ben de bu hafta, başlatılan klasikler serisinin ilk eseri olan Sokrates’in
Savunması'nın kahramanı Atinalı filozof Sokrates'in genelde
sanıldığı gibi gençliği eleştirel ve bağımsız düşünmeye
teşvik eden ve bilginin tek fazilet olduğunu söylediği halde
kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu vur-
132
Zümrüt nüme
Ş e k il 33. Jacqu<«» L o u is D a v id 'in "Ç o k rales'in Ö lü m ü " (W alfe V akfı, 1933-, C « ıtlırııı« Lorlllard
Wo1fe K o lek siyonu) S o k rates ö lü m ü n d en son ra tanrı kalın d a so n su za d e k m utlu olacağın d an
em in olm asaydı, ölü m k arşısın d a bu k en d in d en em in tav n o rta y a k o y a b ilir m iy d i1 Bert ra nd
Russell bu .sorunun cev abın d an pek em in değ ild ir Bu resim de S c k ıa te s in p e y g a n ib rrtarafın
ı, Tnüridleıinin o rtasın d a, çok g ü zel ifad e etm ek ted ir
gulayan alçakgönüllü bir bilge olduğu tezinin doğru olmadığını
savunacağım. Sokrates -öğrencisi Platon'un diyaloglarından
bildiğimiz kadarıyla- etrafındakilere insanın doğru ve iyiy*
kendi içindeki özel bir hasletle mutlaka bulabileceğini, olumsuz
olduğuna inandığı ruhun zaten bu doğru ve iyi bilgilerle teçhiz
edilmiş olduğunu, insanın tek yapması gerekenin dünyaya ge
liş sonucu bildiklerinin çoğunu "unutan" ruha bildiklerini hatırlatmaktan
ibaret olduğunu empoze etmeye çalışıyordu. Bunun
için geliştirdiği tekniğe Platon Theaitetos adlı diyalogunda
Sokrates'in annesinin mesleğine atıfla maiotike teline, yani ebelik
tekniği demişti. Bu teknik Sokrates'in karşısındakini sorgulamasından
ibaretti. Sokrates sorularını öyle seçiyordu ki, sonunda
karşısındaki, ruhunun "unutm uş" olduğu bilgileri "kendiliğinden"
hatırlıyordu (Platon'un atıamnesisi). mesela Meno adlı d i
yalogda Sokrates genç bir köleye geometrinin bazı temel kabullerini
bu şekilde "hatırlatır" (yani "öğretmez" çünkü her şeyi
zaten bilen ruhun öğrenmeye ihtiyacı yoktur; sadece ebelik tek-
İnsan Merkezli Düşünceler” ve Sokrates 133
niğinı kullanarak ona "hatırlatmak" yetecektir). Bu yöntem,
I lescartes'ın şüpheciliği ile esasta aynıdır ve her ikisinin de temel
varsayımı Tanrı'nın insanı aldatmayacağı fikridir. Descartes
da gerçeği bulabilmek için işe her şeyi sorgulaması gerektiğinden
başlamış, sonra düşündüğünü bilmenin varlığını ispat
ettiğini ("Düşünüyorum, öyleyse varım!"), bunun da Tanrı'nın
varlığını ispat ettiğini, Tanrı da bizi aldatmayacağına göre, sezgilerimizin
gerçeğin tek kaynağı olduğunu düşünmüştü. Bu tür
düşüncelerin Sokrates'ten sonra öğrencisi Platon'un totaliter
devlet modeline, oradan da Hıristiyanlık kanalıyla Engizisyon
mahkemelerine, Descartes ve Tanrı'nın otoritesinin yerine duyuların
otoritesini koymaya çalışan Bacon üzerinden 18. yüzyıl
pozitivizmine, oradan da 20. yüzyılın milyonlarca insanın acı
içinde ölmesine neden olan faşist, komünist ve köktendinci totaliter
devlet modellerine yol açtığı artık her bilim ve felsefe tarihçisinin
bildikleri arasındadır.
Sokrates bu fikirlerine, düşüncelerinin merkezine insan yerine
tüm doğayı alan Batı Anadolulu "fizikçileri", Tales'i, Anaksımander'i,
Anaksimenes'i, Herakleitos'u, Anaksagoras'ı ve diğerlerini
eleştirerek varmıştı. Halbuki güya insanı düşünmedikleri
için eleştirilen o doğa filozofları, açık veya gizli hiçbir
otoriteyi tanımayan, insanın içinde mutlaka doğruyu bulacak
gizli güçlerin varlığına inanmayan, gözleyerek, düşünerek ve
eleştirerek belki yanlışlardan armabileceğimizi, ancak doğruyu
bulmak için hiç kimsenin elinde sihirli değnek olmadığını insanlığa
ilk defa öğreterek ona doğanın yalnızca lalettayin bir parçası
olduğunu, özgürlüğü ve mutluluğu bu mütevazı ama realist
görüş içinde aramasını söyleyen gerçek bilgeler, eleştirel al la
dayalı insan uygarlığının hakikî kurucularıydı. Sokrates ise onların
büyük ideallerini anlayamayan, insanı Tanrı gölgesinde
güya yücelten bir Doğu özentisinden ibaretti.
XXXIV
Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark
Geçen akşam eşim televizyon reklamlarını seyrederken gazete
promosyonu olarak dağıtılmakta olan kap kaçağa takıldı.
"Hani bu yasaklandıydı?" diye sordu. "Maksat" dedim, "gazeteyi
okutmak değil de aldırmak olunca, değil kap kacak, afro*
dizyak dahi dağıtılabilir. Gazete ülkemizde ne yazık ki okunacak
bir metin ve eleştirilecek bir fikirler demeti değil, kullanıla'
cak b:r ambalaj kâğıdı olarak görülmektedir. Once okunacak
metinden, ilkel cinsel hisleri uyandıracak bir temaşa malzemesine,
nihayet oradan da ambalaj kâğıtlığına indirildi rütbesi-
Bu sabah da Cumhuriyet'm arka sayfasında "okumada sınıl***
kaldık başlıklı minik habere ilişti gözüm: Ülkemizdeki okur
yazar sayısı 1965'tekinin onda birine inmiş, hem de üniversite ve
lise bitirenlerinin sayısının aynı zaman aralığında dört kat artmış
olmasına rağmen! Nüfusumuzun yalnızca yüzde ikibuçuğunun
okuma yazma alışkanlığı varmış. Türkiye'de kitap okuma
alışkanlığı her geçen gün azalıyormuş.
Bu minik haber en büyük felaketin işaretidir. Günümüzde üzerinde
yaşadığımız gezegen, yayılmayı öngördüğümüz evren ve
içinde hayatımızı sürdürmek zorunda olduğumuz insan toplu*
mu hakkındaki en basit bilgiler dahi yazılı metinler vasıtasıyla
insanlara ulaştırılır. Bu bilgiler gene yazılı metinler vastasıyla
eleştirilir, değiştirilir, geliştirilir. Bu bilgileri kullanarak, onlara
dayanılarak yapılan yasalar, bu yasaların öngördüğü düzen gene
yazılı metinler kanalıyla tebliğ edilir. Bunları beğenmeyenler,
yazılı metinlerle fikirlerini beyan eder, geliştirirler. AHna'da
Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark 135
demokrasi Peisistratos'un bir yayınevi kurarak yazılı metni
halkın evine sokmayı başarmasından sonra filizlenip kök tutmuştu.
Rönesans, Gutenberg'in matbaayı icat etmesinden sonraki
50 yıl içinde 60 milyon nüfuslu Avrupa'mın 20 milyon kitap
basmasıyla amacına ulaşmış, uygar Avrupa doğmuştu.
Matbaayı -hem de hareketli hurufatı- Gutenberg'den yüzlerce
yıl önce icat etmiş olan Çin, Avrupa hızında kitap basmadığı
için muazzam kültürünü uygarlığa çevirememiş, 19. yüzyılın
sonunda Avrupa'nın sömürgesi durumuna düşmüştü. OsmanlI
nın aczi 1729 ile 1928 arasındaki iki koca yüzyılda yalnızca
5.000 kitap basmış olması değil miydi?
Geçenlerde bir ahbap düğünündeydim. Hemen her davetli
zengin, en azından hali vakti yerinde kapitalist-burjuva grubundan.
Büyük çoğunluk Rumeli göçmeni. Bir başka ortak
özellik yüksek kültür düzeyi. Sık sık benim Cumhuriyet Bilim
Teknik'teki yazılarım hakkında fikirler duyuyorum: takdir, tenkit
bir arada - ama çoğu okumuş yazıları. Yetmiş küsur yaşında
bir hanım, altmış küsur yaşında, geniş kültürüne ilâveten en az
uç dili fasih konuştuğunu bildiğim bir sanayici, masada oturuyoruz.
Bir ara konu şiire geliyor, yaşlı hanım Nâzım Hikmet'in
şiirlerinden pasajlar okuyarak şiir kalitesini övüyor, benim
bunları bilmediğimi keşfedince de sıkı bir azar! Daha sonra Batı
müziğinin Türkiye'de nasıl öğretilmeye çalışıldığını, Atatürk'ün
bu konudaki gayretlerini anlatıyor. Sanayici bey, bu konuşmaya
babasının Atatürk çevresindeki anılarını anlatarak katılıyor,
kültür ve görgünün önemini vurguluyor. Okunmadan hiçbir
yere gelinemeyeceğini söylerken, bilgisiz ve görgüsüz bir toplumun
Atatürk'ün hayallerini nasıl kısacık bir sürede iki paralık
ettiğine hayıflanıyor. Çocukken babasının onu Atatürk'ün
bir hocasını ziyarete götürdüğünü hatırlıyor: "Atatürk bu cehalet
yüzünden ümitsizliğe düştüğü bir anda hocasına 'ben kurtuluşu
sağlayamadım, yalnızca çöküşü 50-60 yıl geciktirdim'
demiş - ne yazık ki gene haklı çıktı" diyor. "Aah, ah! Atatürk!"
diye hasret ve hüzünle iç geçiriyor yaşlı hanım. Bu düğündekiler
Atatürk devrimlerinin destekçisi, taşıyıcısı olmuş bir çevrenin
çocukları, torunları. Atatürk'tü günlerin burada samimî özlemi
çekiliyor, onun fikirleri, görüşleri, zevk anlayışı aranıyor.
136 Zümrütname
Özlemi çekilen günler, aklın, bilginin, dogmaya, cehalete,
hurafeye galebe çaldığı, çalışkanlığın miskinliğe, durüsîl'ifcün
kapkaççılığa tercih edildiği günlerdi. O . .ünleri yaratanlar okullarında,
kışlalarında gizli gizli u/.hm.iiji da aydınlanılan diye
elyazması gazete çıkaran adamlardı. <> günlerden c.ıp kacak
dağıtarak gazete aldırmaya çalıştığımız günlere d ü ş tü k . Kap
kacak dağıtma modası yeni değil. B u yöntem gazete o ku th ıra b ilseydı,
okur yazar sayımız sürekli düşmez' lı Gazeteyi okum ak
için değil, eşya örtmek için alan bir toplum, üzerine kısa bir süre
sonra gazete kâğıdı örtülmesini hai etmiş bir toplum demektir.
Ş e k il 34- A v ru p a ve AvrupalI, entelektüel k a v ra m la rd ır İy o ııy a 'd a doğmuş
üliiıı eleştirel .ik iIcı tu lu m u benim seyerek b ilim i k ü llü r iin e tem el y a p m ış her
to p lu m g ü n ü m ü z d e "A v r u p a lı" sı fa t ly İn betim lenir. 15u resim d e h e m e n h em en
gerdek renklerinde g örüle n A v ru p a 'n ın ortasına y e rle ştird iğim , R afa ello
Snıızio tarafıııdiin I50H-I5M y ılk ın a ın s m d a V atik an'd a "İm z a O d a s ı" (Sinnzn
ildin Scgııahtra) için y apılm ış o la n "A tin a O k u lu " b aşlık lı tablo, İlk çağ'd a n
Kon e s ili ısa k adar u y ga rlığı yaratan (ve Kını esans'ta b ilin e n ) tü m Luiyük
d ü ş ü n ü rle ri ülke, ulııs d il, ırk, d in , cins ayrım ı y a p m a d ım b ir araya
getirm iştir (M ü s lü m a n E n d ü lü s A rabi İbni R iişd bile b u re sim d e bey az sarığı
ile kolayca ta u m a b ilm e k ted ir). A v ru p a u y g a rlığ ın ı K a fa e llo 'm ın b u ta b lo s u n
d an daha g üze l tem sil edebilecek bir sem bolü ben b u la m a d ım
XXXV
Uygarlık Nedir?53
12 Haziran 1998 Cuma. Air France'm 443 sayılı seferiyle
Brezilya'da katıldığım bir jeolojik toplantıdan dönüyorum. Ra-
■'at koltuklarından dışarıyı seyretmekte olduğum narin yapılı
Airbus A 340-300, 1492'de Kristof Kolomb'un mini mini üç gen
ııciğiy le insanlara onların tüm kaderlerini değiştirecek ilk okyanus-asırı
keşfi hediye etmek üzere ayrıldığı Cadiz Körfezi
kuzeyinden, 11.900 metre irtifada, Avrupa semalarına girmek
üzere. Mahallî saat 04:52; kuzeydoğuya doğru on dakika kadar
once ufuk çizgisi yeni doğan günün ilk ışıklarıyla aydınlanmaya
başladı. Avrupa şimdi pırıl pırıl; güneyde Afrika henüz gecenin
siyah örtüsünü atamamış durumda. Avrupa'nın göklerinde
«ecenin kılavuzları olan yıldızlar yerlerini güneşin her yeri
birden aydınlatan ve ısıtan ışınlarına terk ederken Afrika henüz
l’irkaç yıldız kandiliyle orada burada delinen soğuk bir karanlıkla
kaplı. Bulutlarla bezenmiş manzaranın insanı büyüleyen
güzelliğini doya doya içmeye çalışırken, sembolize ettiği muhteşem
gerçek de zihnimi meşgul etmeye başladı: Avrupa! Uygarlığın
büyüdüğü yuva, insanı insan olmakla onurlandıran
şeylerin çoğunun, hem de pek çoğunun doğduğu yer, diğer bütün
kıtalara ışık saçan o yalnızca 10 milyon kilometre karelik
aydınlık toprak parçası. Ama aynı Avrupa, aynı zamanda insanlığın
en büyük hatalarının, en derin acılarının da kaynaklandığı
yer değil mi? Daha yalnızca bu yüzyılda iki defa kendi
insanlarını kana, dünyayı da yeis ve endişeye boğan yer de o
küçücük kıta değil mi? Bu muazzam tezat, çok iyi ile çok kötünün
bir arada bu derece yaygın olarak bulunabilmesi, bu mini
138 Z ü m rü c n âm e
m in i kıtada, A sy a'nın bu sahilleri dantelli yarımadasında nasıl
olabilm iş? Bu sorunun cevabını ancak Avrupa'da doğan kotu
ile iy inin nasıl d o ğ d u ğ u n u inceleyerek verebiliriz.
Avrupa, her şeyden önce birey özgürlüğüne saygı fikrinin,
yani dem okrasinin geliştiği yerdir. Bu güzel buluş hemen beraberinde
özg ür bireylerden oluşan idaresi guç toplum sorununu da
getirmiş, bu soruna çözüm aranırken Avrupa, kitlesel temsilden
Asya tipi despotluğa kadar tü m yöntemleri pek çok gözyaşına ve
hatta cana kıyarak denemiştir. Kişisel özgüriuğ» «l.m d ü ş k ü n n ik
A vrupa'da hiçbir zam an Asya, Afrika, hatta Aztek veya İnka tipi
A m erikan usulü dikta rejimlerine u zu n zaman r^in vermediği gi_
bi, burada dinler de dahil her türlü düşünce ürür m ferdin eleştirisinden
nasibini almıştır. Hıristiyanlık, Avrupa'ya Platon'un ve
o nun takipçilerinin felsefesiyle evlenmeden giremediği gibi, Asya
tipi despotluğu A vrupa'da tanrı adına denemeye kalkınca pa
paz Luther'in tokadıyla parçalanmıştır. Avrupa'yı Avrupa i/ii;*îh
özellik, her şeyi eleştirel aklın süzgecinden geçirerek denemek olmuştur.
A vrupa hiçbir otoriteye u zu n dönem de boyun eğmemiştir Kendisine
ve etrafına kendi gözleri ve aklıyla bakmayı yeğlemiş/ bitip
tükenm ek bilm eyen merakını ve daha iyiyi bulm a ar/usunu
tatm in için ceviz kabuğu misali takalarla okyanuslara açılaı.ı» kıtalar
fethetmek, kendi yaptığı kanatlarla kuşlara rakip olma> ve
konserve kutusu m isali araçlarla aya gitmeye kalkmak c u n 't ı n ı
göstermiştir. Bu merak, bu tatminsizlik, hiç kuşkusuz, onu sık «**
yanlışlara sürüklem iş, başına hep dertler de açmıştır. Ama l*u
yanlışlar, bu dertler Avrupa'ya yeterli veya yetersiz ders olmuş,
her yanlıştan, her dertten eskisinden biraz daha akıllı, biraz daha
bilgili, biraz daha becerikli olarak kurtulmuştur.
Işte bu kendi aklını, kendi duyularını kullanarak, deneye
rek, düşünerek, eleştirerek öğrenme arzusunun, öğrendiğinden,
b u ld u ğ u n d a n asla tatm in olmayarak ne pahasına olursa olsun
daha doğruyu, daha iyiyi arama hırsının bir toplum un ortak
hasleti olm a haline biz uygarlık diyoruz. Bu şekliyle uygarlık, bir
to p lu m u n geleneksel olarak akıl ve his âlem inin ürünlerinin tam
am ını oluşturan kültürün bir parçasıdır. Bu nedenle içinde pek
çok meraklı, eleştirel akılla düşünen, öğrenme hırsıyla tutuşan
birey yetiştirmiş olm alarına rağmen, bu özelliklerin muhtelif ne-
Uygarlık Nedir? 139
derilerle hiçbir zaman toplumsal karakteristik olamadığı büyük
Çin, Hint, İyonya ve 9.-11. yüzyıl İslâmî hariç Ortadoğu, Atrika
ve yerli Amerika kültürleri hiçbir zaman uygar olamamışlardır.
Uygarlık Avrupa'da büyümüş, o da onu bazen tatlılıkla bazen
de zor kullanarak tüm insanlığa yaymıştır. Eğer bugün birey açısından
insanlık tarihinin en özgür ve en emin döneminde yaşıyorsak,
bunu uygarlığı icat eden İyonya ile onu büyütüp dünyaya
yayan Avrupa'ya borçluyuz. Atatürk'ün bahsettiği ve bizlere
tavsiye ettiği tek ve evrensel uygarlık işte bu Avrupa uygarlığıdır.
Ancak ona sahip olan Avrupa'nın bir parçası olabilir.
XXXVI
Aferin İsviçre!51
Cumhuriyet Bilim Teknik'in U Temmuz 1^8 tarihli S90. sayısının
11. sayfasında İsviçre'de yapılan bir halkoylamasında genetik
mühendisliğine kısıtlamalar getirilmesi teklifinin ülkenin
26 kantonunun tamamında reddedildiğini okudum. Bu karar,
basının aksı yöndeki telkinlerini bilim adamlarının yazı yaza-
hlîi- l<^e/ lz^on VL’ r£|dyolarda konuşmalar yaparak çürütüp,
rmrııH, ’ m" n SorüŞunü başarıyla anlatabilmiş olmalarının sor,
Verç.1reyın genetik mühendisliğine sınırlama koyuldirric381
*eJ lîUe te(^G^1^meşinde bilim adamlarının aksi taknomisinın'
CVIÇrenm ° nblnlerce İŞ yeri yitirebileceğim, ekoz
a: şt r c: r i anlr
ış nmalanmdah'kuşkubevinlprivi
‘ , n IsvıÇrelllerin midelerinden önce
Razotedler v7 Sandlklarının ba§ına gittiklerine inanıyorum,
büimcilerine^MH annda Nobel ödüllülerin de bulunduğu
si, isviçrelilerin
düşünüyorum. En önemttr
bilimsel ç a lk a la r u ett,k 7 c n 7 W " " a(tamlan,u"
ğine inandıklarını görüyorum f /“ VönI^irilebılecen.l.m
ve u-kno'0
"■»fui' etmiş
,, günümüzde
, 7“?«tıumızın
yaşamımızın
fıer
her
safhasına
durum kanaat,mce tüm ınsanlığm övünmesi gereken eöâsümuzu
kabartacak bir vaziyettir. Artık en basit bir iltihap bifleri
bir azamızı kaybetmeye veya hatta ölüme mahkûm etmiyor.
Doğum, kadınların korkulu rüyası olmaktan çıktı Yıldırım her
yüksek binanın belâsı değil artık. 18. yüzy.lm ikinci yarısına
Aferin İsviçre! 141
kadar yapılamayan denizde yer tayini artık çocuk işi. İnsanlığın
en büyük utancı olan bir kurumun yarattığı kölelerin yüklendiği
işleri, artık aletlerimiz yapıyor. Bir yerden bir yere daha
hızlı, daha rahat, daha emin olarak gidebiliyoruz. Haberleşmemiz
daha hızlı, daha emin. Artan nüfusumuzu daha rahat besleyebiliyoruz,
onlara daha faydalı beslenme rejimleri uygulayabiliyoruz.
Bilim ve teknoloji düşmanlarının bıkıp usanmadan
ileri sürdükleri o feci imha silahlarının yarattığı korku, her aklına
esen delinin dünya savaşı çıkarmasına mani oluyor. Bilimin
ve teknolojinin faydalarını burada saymak mümkün mü? Onlarsız
artık kim yaşamak ister? Kim onlarsız dünyada bir an geçirmeyi
göze alabilir?
Ama bilimin ve teknolojinin iki kenarı keskin bir kılıç olduğu
muhakkaktır. Bilimin ve teknolojinin, cahil elinde bu gezegeni
ve hepimizi bir anda ortadan kaldırabileceği de artık bir
gerçektir. Ben gerçi böyle bir gücü yaratabilmiş insan cemiyetinin
üyesi olmakla övünüyorum ama bu cemiyetin bu gücü gerçekten
kullanmayacak kadar bilimsel düşünebildiğinden de
emin olmak istiyorum. Bunun tek yolu, insanın kendi dışındaki
doğa ile iletişim kurmasını mümkün kılan bir eğitim sisteminin
tüm eğitimin temeli haline getirilmesi, insan yaratıcılığının sınırsız
bir şekilde geliştirilmesinin mümkün kılınması ıçm doğa
bilimi eğitiminin nesnel eleştiri içeren akılcı bir sanat eğitimiyle
desteklenmesi, sosyal bilgi disiplinlerinin doğa biliminden kopuk
olmamalarına özen gösterilmesidir. En önemlisi insanların
hadlerini bilmeyi öğrenmeleri, bilgili veya bilgisiz olaral her
beyan ettikleri fikrin gözlemle sınanacağı veya mantık açısından
irdeleneceğini, yani eleştirileceğini kabullenmeleri ve bundan
haz almaları gerekmektedir. Her yanıldıkları kendilerine
işaret edildiği zaman bilmelidirler ki böylece bilgilen artmakta,
dolayısıyla yaşam kalitelerinin bir nebze daha yükselmesi ihti
mal dahiline girmektedir. Doğa hakkındaki her hiikmiin nihai onay
mercii, doğada yapılacak gözlemlerdir. Bu gözlemleri bazen tel bir
kişi yapar, bazen sayısı binleri bulan bilimci/teknisyen tat imla
rı yapar. Ama şurası muhakkak ki, doğa hakkında ifade edilecek
fikirlerin karar mercii, asla doğa bilimlerinde eğitilmemiş
bir kütlenin vereceği oylar olamaz. İsviçre halkı büyük bir olgun-
142 Zümriicnâme
hıkla, bilim hakkımia. bilimin nereye kadar gidebileceği veya gitmesi
Kcnktığf hakkında, kararı kendisinin değil, vergileriyle beslediği W'
timciler ordusunun vermesi gerektiğine karar vermiştir. Darısı dün
yanın geri kalan kısmının, bu arada Türkiye'nin de başına!
XXXVII
Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine55
Demokrasinin insanlara bahşettiği özgürlüklerin en önemli
sınırı kendimiz dışındaki bireylerin özgürlüklerine göstermek
zorunda olduğumuz saygıdır. Hiç kuşkusuz özgürlüklerin en
önemlisi yaşama özgürlüğüdür. Kendi yaşamını koruma nedeni
dışında hiç kimse hiçbir nedenle bir başkasının yaşama özgür-
'üğünü elinden alamamalıdır. Yaşama özgürlüğünden hemen
sonra emniyet özgürlüğü gelir. Herkes -başkasının emniyetini
■elıdit etmedikçe- istediği oranda emin yaşama hakkına sahip
olmalıdır. Bu durumda da kendi emniyetimizi korumak için
1azen başkasının emniyet sahasını ihlâl edebiliriz (mesela emin
seyahatimiz için otoyollar veya demiryollar yaparak, çevrede
yaşayan insanların arazide serbest dolaşma emniyetini sınırlarız),
ama burada durum yaşam özgürlüğündeki kadar net çizgilerle
tanımlanamaz; sınırın yerinin belirlenmesinde karşılıklı
iyi niyet ve anlayış gerekir. Üçüncü derecede önemli olan özgürlük
düşünce özgürlüğüdür (bunun üçüncü derecede addedilmesinin
tek nedeni daha önceki iki özgürlük türünün kişinin
yaşamını ve sağlığını emniyet altına almalarıdır; yaşamın ve
normal halde sağlığın olmadığı yerde düşünceden bahsedilemeyeceği
açıktır). Düşünce özgürlüğünün iki önemli alt sınıfı
vicdan ve inanç özgürlükleridir: "Sana yapılmasını istemediğini
başkasına yapma" önerisi hakkında bireyin ne düşündüğü
onun vicdanı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in gerçek olup
olmadığı hakkındaki fikirleri de inançları ile ilgilidir.
insan birkaç milyon yıl öncesinden itibaren, insan olduğundan
beri yaşamını emniyet altına almak, sağlığını ve sev-
144 Z üm riitnâm e
diklerini koruyabilmek ve düşüncelerini geliştirerek tatbik
mevkiine koyabilmek için pek çok âlet ve malzeme icaf ve keşfetmiştir.
Bunlardan giyim ve yiyecek eşyaları ile barınaklarımız
o kadar kanıksadığımız şeylerdir ki, bunların insan icadı
olduğunu nadiren düşünürüz. Buna karşılık hareketimizi kolaylaştıran
araçlar, gücüm üzü arttıran âletler ve makineler, ısınmamızı
veya soğumamızı sağlayan icatlar, tıbbın hergün kullandığı
ve “ilaç" dediğim iz maddeler, ve daha niceleri hele son
iki yüzyılda öyle başdöndiiriicü bir gelişme göstermişlerdir kf,
biraz aklı ve tahsili olan bir kişi bunlar karşısında hayret ve
hayranlık duyulamazlık edemez. Fin keşif ve icatlar bütün insanlığın
malıdır, onları herkes kullanabilir ve kullanmaktadır dal
İnsanın geliştirdiği güç ve beceri günüm üzde koskoca bir
gezegeni kontrol edebilecek, hatta onu yok edebilecek düzeye
ulaşmıştır Bu gücün gelişmesine paralel gelişen demokrasinin
insana sunduğu özgürlük, bu gücü kullanarak dünyayı bir cennet
yapabilecek kapasitededir. Dünyaya bu şe* ilde hükmetme gücünü
insana yalnızca ve yalnızca doğa bilimi vermiştir. Bu bilimi bilmeden
o giice sahip olmaya kalkmak, son model bir yolcu uçağını beş
yaşında bir çocuğa teslim etmeye benzer, yani sonucu h e r i rs ıç ır ı korkunç
bir felaket olur. Nasıl bir uçak beş yaşında bir çocuğa asla
teslim edilemezse, bilim ve onun yarattığı teknoloji de hiçbir
şekilde bilimi bilmeyene teslim edilmemelidir.
Günüm üzde herkese açık olan bilim ve onun eseri ulan teknoloji
yaşamımızın istisnasız her safhasına nüfuz etmiş, onu şekillendirip
yönlendirmiştir. Yaptığımız hemen hiçbir şey yoktıir
ki bilim ve teknolojiyi kullanmasın. Bu nedenle, yaşam, emnııt t ve
düşünce özgürlüğüne sahip olmak isteyen birey ve toplumlar, bılırn ■
kalma özgürlüğünden feragat etmek mecburiyetindedirler. Okulların
da çocuklarına, gençlerine en gelişmiş doğa bilimi yerine başka
şeyler öğreten toplumlar, bireyleri bilimsel düşünce dışındaki
düşünce şekilleriyle yaşamayı tercih eden milletler, tek tek tarih
sahnesinden çekilip gitmekle kalmamış, en son ve en feci örneği
daha yarım yüzyıl önce Avrupa'nın göbeğinde görüldüğü gibi,
tüm insanlığın beka ve refahını defaatle tehlikeye atmışlardır.
Buna bir defa daha göz yumulması beklenemez!
XXXVIII
Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe56
Doğruluk ile gazetecilik arasındaki mesafe toplumun bilimsel
düşünebilme kapasitesi ve becerisi ile ters orantılıdır. Bilimsel
düşünebilme kapasitesi ve becerisi arttıkça doğruluk ile
gazetecilik arasındaki mesafe azalır. Gazeteci haberi zamanında
yetiştirme zorunluluğunun yarattığı acelecilik ve haber yelpazesinin
genişliğinin neden olduğu kaçınılmaz bir sığlık nedeniyle
pek çok kontrolüne rağmen gözünden istemeden kaçmış
olan birkaç hatayla sınırlı olarak haberlerini geçer. Tüm çabalarına
rağmen gene de önemli bir yanlış baskıya sızmışsa bunu
düzeltmeyi, okurunu yanlış bilgilendirmemeyi, bir onur meselesi
addeder. Buna mukabil bilimsel düşünme, yani akıl ve bilgi
ışığında eleştiri yapabilme yeteneği olmayan veya pek az gelişmiş
bulunan toplumlarda "ne yazsan gider" kıstası geçerli olduğundan,
gazetecinin doğruyu yansıtma çabası az gelişmiştir.
Bilgisi, çok çok kendisi gibi yazanların gazete yazılarıyla, görsel
ve sesli yayın organlarının aynı düzeydeki programlarından
kulağında kalanlarla ve okuduğu bir-iki düzeysiz popüler kitapla
sınırlıdır. Eleştiri hissi ise en çok satanın, en çok bağıranın,
hatta sopayı elinde bulunduranın haklı olduğu varsayımıyla
belirlenmiştir küçüklüğünden beri.
Bu yazımın amacı Türk gazeteciliğinin bu iki uçtan hangisine
yakın olduğunu irdelemek değildir. Zaten akıllı, bilgili ve
görgülü, eleştiri yeteneği gelişmiş olan Türk okurları bu konuda
temelli bir fikir sahibidir. Benim burada yapmak istediğim
geçenlerde Milliyet gazetesinin 18.218 sayılı ve 3 Ağustos 1998
tarihli nüshasının 3. sayfasındaki "Dinazorun ayak izleri bu-
146
Z üm rutnâm e
Ş e k i 1 35. D m a r a k r l ı m m d icat eden ve
" İ n g iliz C u v ie r 's f d ıy * hılıncrı hııyııb
;ın a tn m <3lr R lc R ^ ^ İ O w « ı (1804-1895] Bu
fnlnğraf 5u esenden alınmıştır: vaı Zilld. K.
A , 1901, History of Geology and Pal ■— a10»
in t he End of t he Nineteenth Century, Çeviren:
M a rta M . O g ilv ie - G o r A * , VVajtet Scott,
I o n d n n , « iii +fi 1+562 sa (Bu eseıdekl
fn lo ğ r a fla r le rc u u ıe e d e n ta ra fın d a n k w > ^
dv ığ u iç in k ila b in A lm a n c a o rijin a lin d e yoktu
r)
lu n d u " b a şlık lı h a b e rd e k i tek b ir h a ta y la ilg ilid ir. H e m h alk ım ı
zı y a n lış b ilg ile n d ire n , h e m d e ö ğ r e n c ile rim iz ü z e r in d e fena tesir
y a p a n b u y a n lış b a s ın ım ız ta ra fın d a n o k a d a r sık tekrarlanm
a k ta d ır k i, b iz jeoloji h o c a la rın ı - b u n u y a zark e n k a h ro lu y o
rum - b u n u n k a y n a ğ ın ın g a ze te c ile rim izin ö ğ re n m e y e gösterd
ik le ri d ire n ç o ld u ğ u s o n u c u n a getiriyor.
H ,*. Ülker,erde art,k m i" ik ilk o k u l ö ğ re n c ile rin in bile bil-
1 S 2 v î,n H “ k TVCP,ark f,lm ın d e n sonra!) d in o z o r kelim esi
Ovven tar f* Vtl“ 'T1gl‘,Z a n a to ve p a le o n to lo ğ u Sir Richard
Ovven - r..fr u n u edilen ve Y unan ca "d e ,n o s '' (k o rk u n ç) ve
m u s b?r t ir T f k e lim e le rin in b irle ştirilm e sin d e n oluş-
e ? m tn in ü ’ • a ,fa b « i n i k u lla n a n b ü t ü n d ille r d e b u
f ,M Î '4‘* î d' Ve " ° ' d u r <b a *ka h içb ir y erden hat.rfr
ia ^ v e r ın M te le v ,*Vo n d a k i T aşdevrt çi z g i film i n d e n hatırla
y .v e r.n !); T u r k ç e m ız d e d e d u r u m b ö y le d ir. B u n u d in a z o r
ş e k lin d e y a z m a k c a h illiğ in d a n is k a s ıd ır . T ü r k iy e 'd e a skerlik
y a p m ış o la n h e rk e s in b ild iğ i g ib i, b ir lik b a h ç e le rin d e k o m u t a n
la r ın g ö lg e d e o tu r m a la r ın ı s a ğ la m a k iç in y a p ıla n k a m e riy y e le re
k a m e ly a d e m e k k a d a r c a h illik tir, g ö r g ü s ü z lü k t ü r .
Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe 147
Aynı haberin Yeni Yüzyıldaki (sayı 1327,3 Ağustos 1998, s.
24) şekli dinozorun imlâsını hatasız olarak içerdiği halde, Asso-
ciated Press olduğu belirtilen İngilizce kaynaktaki La t e Cretace-
ous Era'yı Türkçeye çevirememenin sonucu, doğrusu "Geç Tebeşir
Devri" veya "Geç Kretase Devri" olması gereken bir ifade
Türkçe bir cümle içinde Lake Cretaceous Era (Tebeşir Göl Zamanı)
gibi hiçbir anlam taşımayan, zaten profesyonel jeolog olmayan
ve İngilizce bilmeyen okurun hiç anlayamayacağı tam
bir zırvalığa dönüşmüş.
Bir kelimeyi düzgün telâffuz edip yazmak o kelimenin kökünü
bilmeyi gerektirmez; ama eğer kişi ilgili ise, o kökü bulmayı
kolaylaştırır, kelime ile ifade ettiği anlam arasındaki köprü
boylece daha rahat kurulur, kişi kültürünü genişletir. Muhterem
gazetecilerimizden ricamız, ekmek paraları olan kelimelere,
yazılı ifadelere biraz daha saygı göstermeleri, onların arkasındaki
kavramların okurlarının beyin gıdaları olduğunu hatırlamalarıdır.
Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Güvenebilecekleri
üniversite hocaları, kütüphaneler onların hizmetindedir,
ihtiyaçları olan bilgi bazen bir telefon hattının ucunda bedava
olarak emirlerindedir. Bu hassasiyeti ve titizliği kendilerine ve
okurları olan muhterem halkımıza lütfen çok görmesinler. Yoksa
korkunç kertenkele yazayım derken korkunç zırvalıklara imza
atıverirler, daha da fenası, 1946'dan beri kendi seçtiği hükümetlerce
cehalet batağına itilen halkımızın beline can simidi değil,
ayağına taş oluverirler!
X X X IX
Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak57
Bilimsel düşünce kısaca hatadan ders almak olarak tanımlanabilir.
Bilim, önerileri gözlem raporlarına dayanılarak çüriıtülebılen
düşünce sistemlerine verilen addır. Bilim varsayımlar ileri sürer.
Bunlar gözlemlerle sınanır. Sınava takılan öneriler terk edilir,
bunların yerine yenileri geliştirilir. Burada özetlenen yöntem
yalnızca insan yaşamının her safhasında uygulanmaz. Doğa
da bu yöntemi kullanarak değişen fiziksel ortama g id e re k
daha iyi uyum sağlayan canlılar üretir. İnsan düşünceleri de sürekli
olarak hatalıların gözlemle sınanması sonucu elenerek gelişir.
Buna tek istisna, geçenlerde Arda Denkel'ııı de bu dergide
pek güzel özetlediği gibi58 mantıksal düşüncelerdir. Bunların
yanlış veya doğru olduklarını a priori (önceden) mantık kuralla*
rina dayanarak bilebiliriz: Örneğin "bir yanlış ifade ile bir doğru
ifadenin birliğinden doğru bir ifade üretilemez" gibi
Toplumlar da bireyler gibi hatalardan ders alabilirler, Bunun
için belli bir toplumsal bellek oluşturacak kadar kültür düzeyi
yüksek bir toplum olması gerekir. Böyle topiumlarda loplum
bilimsel düşünebilir", politikacısını ona göre dinler, ga2'”
tesini ona göre okur, oyunu ona göre kullanır. Bilhassa Batı
dünyasında iktidarların sağ ve sol partiler arasında salındığım
görmekle kalmayız, bu partilerin zaman zaman kendi politikalarında
gerek kendi halklarının gerekse de uluslararası baskıların
etkisiyle ufaklı büyüklü değişiklikler yaptıklarını, karşılarında
duran muhtelif problemleri çözmek için uğraş verdiklerini,
seçmen karşısına problem çözmek sözüyle çıktıklarını görürüz.
Problem çözemeyen parti iktidardan uzaklaştırılır; prob-
Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak 149
lem tanıyıp çözüm üretemeyen lider devrilir. Uygar ülkelerde
problem çözemediği halde sürekli iktidarda, parti başında kalan,
Sakıp Sabancı'nın pek güzel yakıştırmasıyla padişah gibi liderler
bulunmaz.
Peki uygar olmayan toplumlarda ne olur? Buyrun bir örnek:
"...Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis'te en çok rahatsız edenler, Meclis'teki
eski İttihatçılar Grubu'ydu ... Bahusus ki bunların başında
Enver Paşacı olanlar ve o gelip de ordunun başına geçmeyince,
İstiklâl Savaşı'nın kazanılamayacağını düşünenler vardı" (Y.
K. Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda). O Enver Paşa ki, Falih Rıfkı'nın
terimiyle, "Mehmetçiği kumarda kaybetmişti", Sarıkamış
'ta 70.000'den fazla askerin bir hiç uğruna telef olmasına sebep
olmuştu. O Enver Paşa ki, 600 yıllık koca bir imparatorluğu birkaç
yıl içinde eritip yok etmişti. O Enver Paşa ki hayallerinden
başka hiçbir başarısı olduğu o güne kadar görülmemişti ve tek
bir hatasından bile herhangi bir şey öğrenebilecek bir kapasitesi
olduğunu gösterememişti. Şatafatlı üniformalı, ağzı kalabalık bu
"hiç"ten hâlâ medet umanlar vardı 23 Nisan 1920'de Ankara'da
açılan meclisimizde. İşte bunun nedeni eleştirel, bilimsel düşünememekti.
Problem çözümleri yerine adamlara tutunmak, fikirler
yerine insanlara itaat etmekti. İnsan cemiyetini de yöneten
anlaşılabilir kurallar olduğunu, bu kuralların doğayı yöneten
kurallar gibi ele alınması gerektiğini anlamamak, insan yönetiminin
"yaptım, oldu" ile olabileceğini sanmaktı. Mustafa Kemal
Ankara'da bunun böyle olmadığını arkadaşlarına anlatmak için
çok dil döktü, dirsek çürüttü. Kurtuluş Savaşımız'ın en buhranlı
anlarında bile "ille de meşruluk" diye tutturması bu yüzdendi.
İnsan, ordu ve ülke yönetiminin bir bilim olduğunu meclisteki
vekillere anlatmak istiyordu. Yapılan hatalardan ders alınmalıydı.
Politika alanında ders alınmalı, yalnız İstanbul hükümetinin
hatalarından değil, örneğin Peygamber'den sonraki dört halife
devrinin hatalarından da ders alınmalıydı. Dört halifenin dördünün
de eceliyle ölmemiş olması uygulanılan sistemin duraysızlığını
işaret etmiyor muydu? Askerlik alanında ders alınmalıydı.
Eğitim alanında ders alınmalıydı. Velhasıl, fikirler üzerinde düşünülmeli,
fikirler üzerinde konuşulmalıydı. Bu da konuşulacak
şeyler hakkında etraflıca bilgi edinilerek yapılmalıydı.
150 Zümrütnâme
Günüm üz Türkiyesi'nin Atatürk'ten no derece ders aldığı
ortadadır. Enver'in yerme onu koyup gene de fikirler üzerine
eğilmemeyi, öğrenmemeyi becerdik. O bizi bırakıp gidince de o
beceriksizden bu beceriksize sürüklenip durduk. Gerçi onun
cansız naaşı yıkmak istediği bu pederş«ıhi gelenek yüzünden
bizi bir dereceye kadar hâlâ koruyabiliyor, onun hatırası Meclis'in,
yeni tür Envercilerin eline tam geçmesine öyle veya böyle
mani oluyor. Ama onun arzusu bu değildi. O bizim doğru yolu
onun bunun hatırası aşkına değil, düşünerek, öğrenerek, bilimle
bulmamızı istiyordu, hatalarımızdan öğrenecek kadar uygarlaşmamızı
arzuluyordu. Bütün ömrünü hu umurda cömertçe
harcamamış mıydı?
XL
Hata ve Evrim59
Charles Darvvin 1836 yılında Beagle gezisinden döndüğü
zaman, canlı türlerinin zamanla değiştiği fikri kafasında artık
reddedilemez bir hakikat olarak yer etmişti. Dâhi doğabilimci,
bu değişikliğin doğal çevrenin bu çevreye en iyi uyum sağlayan
canlı türlerinin yaşam savaşını kazanarak, çevreye daha az
uyabilenleri elemesiyle olduğunu da anlamıştı. Ona doğaya geniş
bir perspektiften bakmayı öğreten dostu, modern jeolojinin
en büyük kurucularından Sir Charles Lyell'in, ilk baskısı 1830
1833 yılları arasında yayımlanmış olan Jeoloji'nin Prensipleri adlı
klasiğinde gösterdiği gibi, fiziksel çevre de jeolojik nedenlerden
ötürü sürekli değiştiğine göre, canlılar âleminde de herhangi
bir duraylıhk mevzubahis olamazdı. Aynen fiziksel çevre gibi
ve ona bağlı olarak canlılar da sürekli olarak değişmek zorundaydılar.
Darwin'in bu fikirlerini içeren ve tüm insanlık tarihinin en
büyük bilim şaheserlerinden biri addolunan kitabın adı Türlerin
Kökeni'dir. Gelgelelim, bu kitapta tartışılmayan tek konu da türlerin
kökeni, yani nasıl ortaya çıktıkları konusudur. Darvvin, yeni
bir tür ortaya çıktıktan sonra onun yaşamak için doğada süren
acımasız mücadeleye nasıl katıldığı, nasıl bu mücadelede
çevreye en iyi uyum sağlayanların doğal olarak seçildiği, doğal
olarak seçilenlerin nasıl yeni bir canlı nüfusu oluşturduğu, nasıl
değişen fiziksel ve nüfus şartlarının bu sefer bu yeni grup içinden
yeni elemeleri doğurduğunu ve dolayısıyla ilksel topluluktan
çok farklı bir topluluk elde edildiğini anlatmış, bunları son
derece akıllıca ve bilgince seçilmiş sayısız örneklerle destekle
152 Züm rütnâm e
miştir. Ancak, Darvvin yeni türlerin -veya eskilerin- nasıl ya
tıldığı konusunda tamamen sessizdir, adeta burada tanrıya açı^
I apı bırakmaktadır (her ne hikmetse bütün dünyada tanrıya g'iya
yapacak iş bırakmadığı için Darwın'e çatan köktendıncılef
onun kitabındaki bu açık kapıyı bir türlü görememişlerdir).
Ancak Darvvin'in açık bıraktığı kapıyı 20. yüzyılda Hollanla
ı otanikçi Hugo de Vries kapatmıştır. DeVries, 1906 yılınıİJ
canlı türlerinde yeniliğin, yani yeni türlerin ortaya çıkmasının
r..ıyna&m ın genetik bilgi iletişimindeki hatalar olduğunu gö?
ı° rm:ştir \ncak gerek bu halaların oluşumu gerekse de kromozomlar
yoluyla iletişimi pek çok küçük faktörün ortak bileşeni
olaraV oluştuğundan önceden kestirilmeleri ancak istatistik
yöntemlerin sınırları içinde m üm kün olabilmekte, bir diğer de-
Şekil 36. Charles Darvvın'ı ömrünün
son yıllarında gösteren bir fotoğraf
otoğraf şu kitabın başsahifesi
karşısındaki bir fotoğraftan
r Vppleman, P. (derleyen),
N79. - A Nurlu» Crılical
Mıfii «i i b.nKı W W» Nottun İt
' ■»»»• VurV xvi ^ 8 2 ss; X I,
bölümün ^ ■n»ı»ın.ı kOı.ı y«Vın(i.ın
ıl);ılnımt'k isleyen okuyuculara bu
enfes antolojiyi ‘kumalarım tavsiye
ederim).
Hata ve Evrim 153
yışle yeni türlerin nasıl, nerede ve ne zaman hangi şekilde ortaya
çiî acagı muayyen bir şekilde bilinememektedir. De Vries bu
genetik hatalara Latince "değişme" anlamına gelen mutare'den
mıttasyon adını vermiştir. Hepimizin bildiği gibi mütasyonlarm
çoğu zararlı sonuçlar verir, hatta bazen değişime uğrayan canlının
(mütant) ölümüne neden olur (iki kafalı buzağılar, beş
ayaklı atlar). Ama pek ender olarak mütasyon çevresiyle başa
çil ma yeteneği benzerlerinden çok üstün olan bir canlı ortaya
çıkarıverir. İşte bu "üstün" canlı yaşam savaşında diğerlerini
alteder ve onun genleri yeni bir tür doğurur.
Bilim de aynen canlılar âlemi gibi çalışır. Bilimde türlerin
yerini fikirler tutar. Yeni fikirler genellikle eskilerle çelişen (dolayısıyla
eskiler açısından "hatalı") düşüncelerden oluşur. Eski
fikirlerle çelişen fikirler çevre ile (yani gözlemlerle) eskilerden
daha büyük bir uyum içindeyseler, o zaman eski fikirler elenir
ve yeniler eskilerin yerini alırlar. Canlılar âleminde çevre nasıl
seçici bir etki yapıyorsa, fikirler âleminde de aynı şey geçerlidir.
Çevre ne kadar geniş olursa, fikirler o derece büyük bir hızla
elenir (ve dolayısıyla değişir, gelişir). Çevrenin dar olduğu yerlerde
gelişen "endemik" (dar çevreye has) fikirler, çevrenin fakirliğini
yansıtacak derecede çelimsiz olurlar. Bu nedenle kapalı
toplumlar da gelişemez.
Bilgisayarların hata yapmalarına izin verilmediği için bunlar
yenilik üretemez, yani kendilerini programlayamazlar. Ancak
hata yapan ve bu hatasını çalışma sistemine dahil edebilen
sistemler gelişmeye, yücelmeye açıktır. Hatasız sistemler fosilleşmeye,
donmaya mahkûmdurlar. Hatasız olmak marifet değil,
züldür. Marifet, hatayı değerlendirebilmektir.
XLI
"Osman Bey” ve Ekibi60
"Osman Bey" dünya çapında ünlu arkeolog Prof. Dr.
Manfred Korfmann'a Troia'daki ekibinin lutap tarzı. Yıllar önce
bir köylü kadınım ız yakıştırmış ona bu ismi. Biz Troia kazıları
karargâhına gelince iyi bildiği Türkçe ile kendisini "Troia muh
tarı Osman" diye takdim etti.
Troia macerası İstanbul Arkeoloji M üzesı'nin bahçesinde
ki bir akşam yemeğinde başlamıştı. Prof. Kortmann'n dokuz
yaşındaki oğlum Asım 'ın Troia merakını söyleyince "derhal
getirin" demişti. Gerçekten de biz istendiği gibi 15 Ağustos sabah
saat 05:30'da Troia kazı karargâhına varınca Trol Korfmann
Asım'ı bizden alıp arkeolog Devrim Sazcı ya teslim etti
"Bugün ondan uzak durun" dedi bize de. Eşim Oya, şoförüm
Cevdet M utlu ve benden oluşan üçlüye de Tübingen Üniversitesi
master öğrencisi Sinan Ünlüsoy rehber olarak verildi. i * n
Jale İnan'ın Perge kazısından sonra ilk defa bir arkeolojik kazı
alanım gezecektim. Ama bu yazının maksadı kazı alanını tasvir
etmek değil. Bu konuya ilgi duyanlara Birgit Brandau un
Iroiıı-Eine Stadt und ihr Mythos - Dıe neuesten Entdeckungerı"
(Troia-Bir Şehir ve Mitosu - En Yeni Keşifler) adlı eserini tavsiye
ederim. 1997 yılında Gustav Lübbe Verlag (Bergisch Glad
bach) tarafından yayımlanan bu kitaba Prof. Korfmann güzel
bir önsöz yazmış (bir hayırsever bu enfes kitabı Türkçeye çevirse,
halkımıza çok çeşitli açılardan büyük bir hizmet yapmış
olacak).
Benim bu yazıda vurgulamak istediğim Osman Bey'in ve
“O sm an Bey” ve E k ib i 1 55
ekibinin uluslararası bileşimi ve insanı hayran bırakan profesyonellikleri.
Her şeyden evvel kazının çeşitli evrelerinde çalışan
pek çok Türk master ve doktora öğrencisiyle karşılaştık. Profesör
Korfmann kazı ekibinde Türk öğrenci ve arkeologların bulunmasına
özel bir önem vermiş. Türklerin yanında benim fark
edebildiğim kadar Almanlar ve Amerikalılar önemli yer tutuyorlar.
Sonra İngiliz, Polonyalı, Rus, Bulgar, HollandalI, İsviçreli
araştırıcılar var. Bu uluslararası ekip her gün sabah saat
05:00'te kalkıyor, 05:30'da hep birlikte "ilk" kahvaltı ediliyor ve
herkes kazı yerinin başına dağılıyor. Saat 10:00'da "ikinci" kahvaltı
için toplanılıyor. Öğle yemeği saat 14:00'de yeniyor. Bu saatten
sonra işçiler sekiz saatlik mesailerini doldurdukları için
ayrılıyorlar. Arkeologlar ve diğer araştırıcılar ise büro ve laboratuvar
çalışmalarını yapıyorlar. Bu mesai de saat 18:00'e kadar
sürüyor. Akşam yemeği 18:00'de yeniyor.
Prof. Korfmann bizlere laboratuvarlarını ve diğer çalışma
alanlarını bizzat tanıttı, sonra da kendi kullandığı bir Mercedes
Ş i k ıl 3“ Troia k ı/ ı m u ık tr /in iıi b a h ç e s in d e A s ım , P rof K o r f m a n n 'm a z ön c e im z a la d ığ ı T roia
m İ ı v u z u h u y a k a la m ış , h a y r a n lık la y eni e d in d iğ i " a r k a d a ş ın a " b a k ıy o r U z u n b îr ç a lış m a
g iin ü n s o n u n d a , b ir de m is a firle riy le u ğ r a ş m a k z o r u n d a k a lm ış o la n Prof K o r f m a n n 'm
y ü z ü n d e ise y o r g u n lu ğ u n u n y a n ın d a , belk i de ark e o lo jiy e y eni b ir transfe r y a p m ış o lm a n ın
keyfi « k u r u y o r (15 A ğ u s to s 1998)
i V t
Z üm rüt name
Ş e k il 38. Bir bilim adam ı, b ilim e nasıl adam tavlar? A. A sım ve Devrim kazı yerinde Asım
heyecanla D evrim 'in gösterdiği yeri k a/ıy o r B. A sım pek keyifli
galiba bil ?ey bul,m ı*! C
A sım arkeologlarla öğle yem eğinde. D . K arşılarında “A k h illeus'u n mezar. , IV * K orlm ann
genç dostuna Troıa'nm -ve insan uygarlığının- ihtişam ım anlatıyor. (Korfmann'-.n b u fotoğraf
çekilirken söylediklerinin b.r kısm ı için şu yazıya bkz. Şengör, A M . C , 1998, l.'çuı» u İroıa
savaşını biz kazanalım : Cumhuriyet, 75 yıl, 266.12. sayı [6 E ylül 1998), s. 2).
arazı arabasıyla bizi Troas (Troia bölgesi) içinde dolaştırdı. Kazı
karargahında bulunan malzeme, bilgisayar olanakları, kütüphane
gerçekten msanı hayran bırakıyor. Fakat asıl hayran olunacak
şey Osman Bey in anlattıkları: "Kimseye burada çalı?’
demek zorunda kalmadım şimdiye kadar," diyor. "Herkes ken
d, sorumluluğunu biliyor. Ben de her gün mutlaka her kazı yerini
gu.ıp görüyorum, kazanın raporunu alıyorum. Sabah işçilerimiz
olmadığı için kahvaltı servisini kendimiz yapıyoruz.
Ben kamp şefi olarak en istenmeyen gün olan pazartesinin kahvaltı
servisini yapmayı üzerime aldım. Burada profesör ile, öğrenci
ile, işçi arasında hizmet eşitliği açısından fark yok. Ben
prafesorıtm, öyleyim, böyleıjim, dolayısıyla şu i ş i yapmam diyene burada
yer uok "
Böyle bir araştırma kampını idare etmenin bir araştırma
gemisini idare etmekten pek bir farkı olmasa gerek. Bu kadar
değişik kültür, huy, meslek temelinden gelen insanı bu zor şart
"Osman Bey” ve Ekibi 157
lar a^mda bu kadar disiplinli çalıştırmak gerçekten alkışlanalı*
bir şey. Bunu yapabilmenin sırrı insanın yaptığı işe, yani bilme
âşık olması ve insanları tanıması. Bunu Troia'yı Prof. Korfmann
beraber gezerken her adımda hissediyor insan. "Celâl
ey' diyor büyük arkeolog, "burası öyle olmalı ki ben yarın bir
trafik kazasında ölsem, hiç aksamadan kazılar ve araştırmalar
sürmeli. 'Tek lüksüm ve tek servetim kitaplarımdır" diyen bu
1uyük bilimci aynı zamanda çok büyük de bir Türk dostu, ülkemizin
dost olarak kazanmış olmakla iftihar edeceği büyük
lr insan. Osman Bey sağ olsun; ona bakarak pek çok Osman
Bey de bu halkın çocukları arasından çıksın. O da zaten o ümitle
Çabalıyor, genç Türkleri alıp Tübingen'de, Troas'ta eğitiyor,
diğer ülkelerden meslektaşlarıyla tanıştırıyor (Asım'ı bile!).
Bundan iyi dostluk mu olur?
XLII
Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak•>’
3 4 1 yıl öncp 6 E kim 1657'de (1067 Zilhicce'nin 27. Cumartes.
g u n u ) K a tıp Çeleb,, veya £!hl-i D iv a n 'm H acı Halifesi veya Hacı
Kalfa sı, A b d u lla h o ğ lu M ustafa sabah kahvesini yudumlarken
■ır kalp sektesinden ö lm ü ştü. H e n ü z 48 yaşındaydı. Bazı rahatl
ı k l a r ı d aha önce de olm uştu. Tesadüf o akşam ham karpuz
yem iş, sabahleyin de soğuk su ile yıkanm ıştı. Âdeta ö lü m ün geecegını
g o rm u ş gibi, hanım ın a ve uşağına o sabah "N e aceb birbirine
m u h a lif işler etdik, bir zarardan A llah u Taâla hıfzeyliye"
■emişti A llah tan korum a dileyen bu h e n üz genç sayılabilecek
adam , az sonra ö lü m ü n pençesind.îvken can havliyle tıp kitaplarına
b aşvurm ayı d ü şü n ü y o rd u : "...kahve içerken mütegayyir
j ^ attsız>an ,p) elinden fincan düşer ve bu telâşesi esnasın
, J* 1 (tıp kitaplarına) m üracaat sadedinde
ı en kendi dah i füce'ten vefat e der" K im d i bu 48 yaşında kalbıh
,V h T w 3lurkcn d in ^b apların d an, d u alardan değil de
bir b ilim k itab ından m ed et u m an O sm anh ?
> ,. , K ahp Ç elebl' O sm anlı hayranlarına göre b ü y ü k bir âlim,
.lu K n m m I lalıl Y ınanç'a göre de zam an ının Descartes, Leibnız
gibi dahileriyle karşılaştırılınca ancak okur yazar bir a m a t ö r d ü .
Babasının ve kendisinin gayretleriyle okum a yazm a, hesap, daha
sonra da geleneksel dinsel ve tarihi bilgileri edinm işti. A n c a k
çocuk yaşta kendisine hesap öğreten hocanın d üze y inin hızla
üstüne çıkm ış olm ası, zekâca çevresindeki ortalam a düzeyin üstünde
o ld u ğ u n u n ilk işaretiydi. İlk başlarda tarihe heves saldı ve
doğuya y ap ılan seferlere katıldı. Burada ilk defa o n u n iyi bir
K â tip Ç e le b i'y i H a tırla m a k 159
gözlemci, sadık bir betimleyici ve her şeyden önce yorulma bilmez
bir kaynak meraklısı olduğunu görüyoruz. Gittiği yerlerde
sahaf ve kütüphanelerde kaynak eserlerini not etmeye başlamıştı.
Daha sonra bu kaynaklar onun en önemli eserlerinden olan
dev doğu bibliyografyası Keşfü'z-zunûn an esami l-kütüb ve'l fi*
nü unu oluşturacaktır. 14.500 kitap ve risale, 10.Ü0Ü kadar da yazar
adı anılan bu eserde Çelebi, kitapların adlarını, konularını,
onlar hakkmdaki eserleri, atıflarını yapabildiğince vermiş, bu
eser 18. yüzyıldan beri çeşitli şekillerde Avrupa'da değişik dillerde
çıkan d'Herbelot'nun Bibliotheque Orientale'i gibi kayrak eserlerinin
temelini oluşturmuştur; sonunda Almanca ve Latince bir
tam tercümesi Flügel tarafından 7 cilt olarak yayımlanmıştır.
• *1
1 A - / jV
r y t - ; \»
—A » • i* J ‘
•* < 1
ı— .r-
•
J
U. , •. . I , k
. #.• Ai . « 4 •«, Al *- - *
»•,** 4 * _i -|
ı
*
•1 •
^ ^
•• * »*.-*/ s
gl» I * -^ J ‘
. -A tâ
# i , »*
... -- v».-—W .*.,",-..
% A» i- (t _^ «
• /l 'M‘V1 y * r jC-a
I v
l
Ş e k i l 3<) İb r a h im M ü te fe r rik a 'n ın
1733 y ılın d a b a s tığ ı
Cilıannüına'nm ilk sa h ife si.
1 6 ü
^ümriirnânıe
rafya ! o ' T ' " Ç M ' ^ “ *
b u l'a n ü sh alan a »lm ıs olan v , f,. r , ° * » " nasılsa Istan-
^ u . ı n ea tru rn \ ,j-b l-
& T S * wr en 1 ^ .... -••- . . . ^ r
^ n s onn , ? u", «“ "H H su/lu*., düşüyor).
n t ,,r MD herai 1 M enm ed Efendi ile tanıştırıyor,
fin kısası C. Mh' ‘V,0ry ' toıu tercu^ esıne soyunuyorlar. Uzun laönpm
iî ^ l ort"* an burad an bulabildiği güvenilir bilgi ile
y a2m ay« başlıyor Haritalar 4 dıya
ra m la rla süsled iğe içinHe fosillerden bile bahsettiği bu esen,
j „ l , usuz O sm anlı nrn en önem li coğrafya eserini bitiremeden
olHu gitti Çelebi. A rkasında 20 tam veya b ü y ü k ölçüde bitm
iş, J kısm en bitm iş eser b.rakan Çelebi'nin ilgi alanı, tarihten
, r 1 ' rnntem atikten astronom iye, bibliyografyadan biyog-
!? " . Y.G f ^ o ıo jıy e k adar pek çok alana yayılmıştı. Mükrimin
11 ın aevdsjı gibi, kendi çağdaşı Avrupalı entelektüel devlerle
vı»lrI?1 35 lri ',i,|,ecek hiçbir °ey yapam adı Çelebi. Am a onu bü-
"n u tu lm az yap an, en büyük saygım ıza değer yad,klandır,
yapm ak arzusuyla ömrünü
feda e til teridir
k,k . S f lebl ǰ Ide n<îm '> bir çiçek değil, verimli bir ağaçtır, çünhtıltM
yVC
v ,,rdıği m eyveler uygar dünyada kullanıcı
s,,ı V4UŞ' K*‘ katkı yapm ıştır Avrupai, rakiplerinin fizik-
V1I, ,,,, ^ n; Vl ,1," kan ,ar*mn ufacık bir kısmına bile sahip olama-
İiciM 1 • P*-1-* J^anı' ülkesinin ve kültür çevresinin bilgi fakirb
r e u î ^ er kl leri e,e*tırerek’ bunu yırtmak için umutsuz
İ s t
diinva
' V f m ücadeleye sonunda kalbı bile
' ' vı M dünyadan alıyor, ulaşmak istediği
s vl h n !
gönüllerine, uluslararas, ansiklopedilerin
sayfalarına göm üyor. Rahat uyı, Çelebi! Ülkende bilei ve akla
susam ış olanlar senin yolundalar, seni unutm adılar 1953'te mezarın
tam ir e d , W dostun A r'n*n A d,var kitabem yenilemişti.
Bızler de insan bilgisine katkı yapabildikçe sen dostum uzu
şükranla anm aya devam edeceğiz, yapabildikçe gelip seni ziyaret
edeceğiz, yerin hem m ezarında, ama dah^ çok gönüllerim
izde olacak.
XLIII
Yalan, Bilim ve Yalancılar62
Bilim yalanla başlar. İnsanoğlu, ilk defa yalnızca duyularıyla
bilebildiklerinin ötesine uzanma arzusunu duyduğu zaman,
doğada doğrudan gozleyemediği pek çok şey hakkında gözlediklerini
tamamlayıcı nitelikte varsayımlar uydurmuştur-. Dünyamızı
bir tepsi gibi düz addetmiş, güneşi bir insan ayağından
küçük diye düşünmüş, dünyanın uzayın merkezinde olduğuna
inanmış, dağların içlerinin boş olduğunu sanmıştır. Doğum ve
ölüm, muhtelif tanrılara atfedilmiştir. İnsanoğlu pek az bir kesimini
görebildiği, gözlemleyebildiği, inceleyebildiği nesne ve
süreçlerin ne oldukları ve nasıl oldukları konusundaki sonsuz
merakını bu tür masallarla dindirmeye çabalamıştır.
Bu masallar bir kişi, bir grup veya nesillerin eseri olabilirler.
Bir kişinin uydurduğu bir masal, onu dinleyenlerin ek bilgi
lerinin genişliği, muhayyilelerinin gücü ve hafızalarının kudreti
nispetinde onlar tarafından değiştirilip, genişletilip yeni bir
şekle sokulabilir. Bu şekilde bu tür masallar nesilden nesile geçerek,
insanın içinde yaşadığı gerçek âlemin yanında bir de bir
masal âleminin gelişmesine neden olmuşlardır. Bu masal âlemi
hem kişinin, hem de toplumun bekası için gerek ıdir, çünkü
içinde yaşadığımız dünya bilemediğimiz, açıklayamadığımız,
fakat bizim, yakınlarımızın, sevdiklerimizin yaşamını etkileyen
ve bizim kontrolümüz dışında sayısız etkenlerle doludur. Bunlar
karşısında yaşama gücünü bulabilmesi için insanın bunların
üstesinden gelebileceğine inanması gerekir - bu doğru olmasa
bile. Gerçek âlem yanında insanın geliştırdıgı masal âlemi işte
insana bu gücü vermeye yarar.
1 6 2 Z ü m rü tn â m e
A n c ak bazen b u m asal âle m in in m uhtelif öğeleri insan yaşa
m ın ı k ö tü de etkileyebilirler. H ayalı guçl'-rı teskin etmek için
verilen insan kurbanlar, b u güçlerin hiddetinden korum
için ö rn e ğin A frik a 'd a k i kız sünneti gil-ı I Iindistan'daki oien
erkekle eşini de y akm aktan ibaret olan satı gibi, bireyin yaşamın
ı körelten, hatta tehlikeye atan vahşi âdetler de vardır. Bu masal
öğeleri, bazen hiçbir işe y aram adığı kesin açıklayıcı e fsan e
ler de olabilir. Ö rn e ğ in , deprem leri deniz tanrısı Poseidon un,
şim şekleri Z e u s'u n yaptığı gibi.
İnsan aklı çok, am a çok u z u n bir zam an içinde (insanın 1
taya çıktığı 3 m ily o n yıl öncesinden 2500 yıl öncesine kadar
yalana dayalı m asalları gerçek âlem le karşılaştırarak bilhassa
kendi y aşam ını etkileyenleri terk edip, yerine daha geniş hır
g özle m tem eli ile u y u m lu yeni m asallar ko y m ay ı öğrenmiş^11"-
M .Ö . 6 . y ü zy ıld a , M ilet'te genel süreçler h akkında ort.ıya a tıla n
tü m varsayım ların nihayet m asal o ldukları fark edilerek bunların
m ü m k ü n olan en b ü y ü k bir hızla sınanarak daha iyilerinin
geliştirilm esine önayak olm aları sağlanm ıştır, insan aklının uydurduğu
masalların mutlaka ve mutlaka gerçek diinya ile s ı n a n m a s ı
gereğinin keşfi Milet'te bilimi doğurmuştur. Bilim ci, d e m e k kı.
söy le diğinin yalan o ld u ğ u n u n çok m uhtem el o ld u ğ u n u herkese
ilan eden ve kendi yalanını ortaya çıkaracak kişiye içten
şükran d u y a n kişidir. Bilimde amaç yalan olmayacağı ürnidtU'f
varsayım üretmek, ama bunun çok büyük bir olasılıkla yalan olduğu
n u fark edip, daha iyisini, doğruya daha yakınını üreteceklere ı/"'
dınıcı olmaktır.
Bilimsel olmayan toplum ise kalıcı yalanla yaşayan toplumdur
Bu toplum larda yalanı düzeltm ek için toplum sal bir çaba görülm
ez, zira toplum genel olarak yalanın farkında değildir.
Böyle toplum larda yalanın peşine d ü ş ü p düzeltm ek marifet addedilm
ediği, hatta "b ü y ü ğ ü n yalanını veya yanlışını ç ık a rm a k
ayıptır" gibi aptalca tabular o ld u ğu için buralarda yalancı bollu
ğu başlar. Her düzeyde, her ortam da, her işte yalan bulunur.
G özlem e dayalı akılcı tartışma o lm adığı için bu toplum larda
kararlar zorbalık tehdidiyle alınır. Bu toplum lar bu nedenle tesadüfen
gerçekle karşılaştıkları zam an çok fena çarpıhrlar, tü m
dokuları parçalanır ve toplum un k ü ltü rü iflas eder.
Yalan, Bilim ve Yalancılar 163
Akıl ve duyularla ulaşılmaya çalışılan gerçek dışında hiçbir
otorite tanımayan bilim, bu nedenle işe yalanla başladığı halde,
bunu açıkça itiraf ettiğinden yalana karşı en sağlam koruyucumuzdur.
Yalana hiç bulaşmadığını iddia eden tüm otoriter sistemler
ise yalan düzeltme mekanizmaları olmadığından tarihte
her zaman yalanın baş koruyucusu olmuşlardır.
X L IV
Les Alpes63
Bu Fransızca başlık Alpler anlamına gelir. Türkçe bir yazıda
Fransızca başlık atmanın ne anlamı var diye aklınızdan geçiyorsa,
Goethe'nin Faust'ı j n d a Dr. Faust'un genç bir kıza, G re tc h e n e<
karşı duyduğu arzuyu dile getirdiğini duyan şeytanın gülerek
Şimdi bir Fransız gibi kcnuşuyorsun" dediğini h a tır la y ıv e rin
Aşkın ve iştiyakın Alpler'le ilgisi ise bu yazının konusudur.
Uluslararası Jeolojik Bilimlerin Tarihçesi Komisyonu’nun (İN*
H IG E O ) b u seneki y ıllık to p la n tıs ın ın açış k o n u ş m a s ın ı yapmak
iç in 6-17 E y lü l ta rih le ri a ra s ın d a İsviçre'ye d a v e tliy d im . Top-’an-
tın ın k o n u s u y la ilg ili b ir i d o ğ u , d iğ e r i d e bati İsviçre'de olm ak
^ ere ’ k* ara z i g e zisi y a p ıld ı. D o ğ u d a k in i, belki de yaşayan en
b ü y ü k A lp je o lo g u o la n ve k e n d is in e h o c a m diyebilm ekten
o n u r d u y d u ğ u m Prof. R u d o lf T rü m p y , b a tıd a k in ı de A lp jeolojis
in in genç k u ş a k ü s ta tla rın d a n , d o s tu m , L o z a n Üniversitesi
p ro fe sörü H e n ri M a sson yönettiler. G e z ile r e sn asında sadece
18. y ü z y ıld a n beri A lp le r 'in je o lo jik y a p ıs ı h a k k ın d a k i keşiflerin
y a p ıld ığ ı yerleri g e z ip y a p a n la rı h a tırla m a k la k a lm a d ık , b u lu t
lu h a v a n ın m ü s a a d e s i n is p e tin d e k a n ım c a d ü n y a n ın en güzel
d a e la n o la n A lp le r'i d e d o y a d o y a seyretm e im k â n ın ı b u ld u k
Ben d o k to ra m ı A lp le ı'd e y a p tım Jeolojiye ilk m e rak sarm a
ya b a ş la d ığ ım ç o c u k lu k y ılla rım d a h a k k ın d a y a zıla r o k u d u ğ u m ,
resim lerim h a y ra n lık la seyrettiğim ilk d a ğ la r A lp le ı'd i. Jeolojiyi
o k u ld a öğre n m e y e b a ş la d ığ ım z a m a n , d a ğ la rın , hatta kıtaların
o lu ş u m u h a k k ın d a k i ilk b ilim s e l teorilerin A lp le r h a k k ın d a ortaya
a tıld ığ ın ı g ö rd ü m . G ü n ü m ü z jeolojisinin ilk habercileri olan
k u ram la r, A lp le ı'in k u c a ğ ın d a y etişm iş d â h ile rin o n la r hakkın-
Les Al pes 165
Sekil 4C A Modern A lp jeolojisinin en
önem li kurucularından kabul edilen
Horace Benedict de Saussure'ün (1740-
1799)bugünlerde tedavülden kalk
makta d a n 20 İsviçre Franklık banknotun
üzerindeki resmi.
ddki fikirlerinden oluşmaktaydılar. Alpler'e bakan jeolog onların
0 bitip tükenmek bilmeyen güzelliklerinde üzerinde yaşadığımız
gezegenin sırlarını, o sırları açığa vuran büyük jeologların
anılarını ve henüz insanlığın karşısında duran, çözüm bekleyen
bilimsel problemlerin görkem ve çekiciliğini görür.
Veni yağan karın ince tül örtüsünün ardında yapılarının güzel
çizgilerini daha da çarpıcı yapan beyaz ve koyu hatları tüm
Çapkınlıklarıyla sergileyen o zarif tepelere heyecanla bakarken,
grupta bulunan bilim tarihçisi bir Anglikan rahibi yanıma yaklaşarak
bu ihtişamın ve güzelliğin insana kutsiyet ilham ettiğini
söyledi. "Hayır, dostum" dedim. "Kutsiyet, anlaşılamayanda,
görülemeyende, temas edilemeyende, esrarengizde varsayılan
bir ululuğa, yüceliğe duyulan saygı ve sevgidir. Alpleı'in burada
bizleri etkileyen çekiciliği, güzelliği, görkemi, doğanın tüm imkânlarıyla
ve fevkalâde karmaşık süreçler sonucu yaratmış olduğu
bu abidenin bilakis anlaşılır olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu, anlayabildiğimiz, kucaklayabildiğimiz,
içine nüfuz edebildiğimiz bir güzelliktir.
Bizler Alpleı'le konuşabiliyoruz; bildiğiniz
gibi yüzyıllardır onlarla tatlı ve faydalı bir
söyleşi içerisindeyiz. Benim fark ettiğiniz şu 9 0 0 0 2 5 7 3 9 5
andaki heyecanım, bu yakışıklı, tatlı dilli, ,
yalan bilmeyen, benden önce nesillerce jeoloğun
dostu olmuş, benden sonra da nesil-
Şekil 40 B. Şekil 40 A'da gösterilen banknotun arka yüzü. Burada
Saussure ve arkadaşlarının 1787 yılında gerçekleştirdikleri ikinci
M ont Blanc tırmanışı resmedilmiştir. Saussure, bu tırmanışta
Mont Blanc'm yüksekliğini ilk defa barometrik olarak ölçmüştür
Banknotta M ont Blonc zirvesinin üzerine bir Am m oııit fosilinin
hatları çizilmiştir. A lpleı'in jeolojisinin anlaşılmasında en önemli
rolü oynayan bu fosillerin para üzerindeki şekilleri, yaratılan
kompozisyonda jeolojiyi temsil etmektedir.
166 Zümrütnâme
lerce jeologun dostu olacağı kesin sevgililerim İl- tekrar kucaklaşabilmekten
kaynaklanan bir heyecandır. Onların doğal güzelliklerinde
ben tabiatın ihtişamını, kucaklarında barındırdıkları kültürlerin
çeşitliliğinde insan yaratıcılığının sınırsızlığım, hatıralarında
bilimin banisi olan dâhilerin mirasını, soı unlarında da gelecek
bilimci nesillerinin zaferlerini temaşa ederek kelimeleri-.1
ifadesi müm kün olamayacak büyük bir haz ve tatmin hissi du
yuyorum. Alpler tabiatın görkeminin olduğu kadar, insan zekâsının
da bir abidesidirler. Gerçek aşk ancak 1 ırbırını tanıyan ve
anlayan taraflar arasında var olabilir. Benim bu açıdan Alpler'e
duyduğum aşkı, bir yabanînin doğal güçler karşısındaki cehaletinden
kaynaklanan aczinin yarattığı kutsiyet kavramı ile bu nedenden
ötürü asla karıştırmamak gerekir."
V O Y A O E S
D y l N S l E S y l L P E S ■
r u f t t li i ı
D ' U A
E S S A I
S U R L ’H I S T O I R E N A T U Z I E L L E
.. J * i ' i * •< M t
I) I- I ’ L \ F
i t ı ı • . ,■ - w
7 . 'i r r " t i l i r •:
40 C. Hornce-öeııediet do
Saııssurc'ün Alp jeolojisinin
temellerim .*ıtnn on önem li eserlerden
biri olan drirt ciltlik
Aiphrdc Gnnler adlı kitabının
birinci cildinin biişsayfnsı
XLV
Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi
Olarak Görmek64
Bilgili insan her şeyi bilen insan değildir. Bilgili insan çok
Şey bilen insan bile değildir. Bilgili insan neyi bilmediğini, neyi
nasıl öğrenebileceğini bilen insandır (bilgili insan Sokrates'in
pek böbürlendiği gibi hiçbir şey bilmediğini bilen insan da değildir,
zira bu ifade kendisiyle çeliştiği gibi, bu çelişki dışında
bile doğru olamaz). Bir başka yazımda da ifade ettiğim gibi,
bilginin ne olduğu sorusuna ise iki cevap verilebilir. Bu cevaplardan
biri ideal cevaptır: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin
tüm özelliklerinin kodlanmış halidir. Cevapların İkincisi gerçekçi cevaptır
: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin gözlemcinin ilgisini
çeken özelliklerinin kodlarıabilenlerinin tamamıdır. Demek ki biz bir
nesne veya süreç hakkında bilgi edinirken onun ilgilendiğimiz
kısımlarının kodlanabilenlerinin kodlarını belleğimize aktarırız.
Bu nedenle hiçbir nesne veya süreç hakkında tam bilgi iddia
edilemez (zira hiçbir şey tam olarak kodlanamaz). Bilgiyi
tam yapan bizim hayal gücümüzdür. Kafamızda bir kısmını
kodlayabildiğimiz nesne veya sürecin tamamının ne olması gerektiği
konusunda oluşturduğumuz "hikâye" ışığında eksik
bilgimizi "tamamlarız". Eğer kafamızdan uydurduğumuz "hikâye"
(bilimde buna varsayım (hipotez), kuram (teori) veya doğa
yasası denebilir) tesadüfen gerçekle uyumlu ise bir keşif yapmış
oluruz. Yok değilse yanılmış oluruz. Yanılgı genellikle bizde yeni
ilgiler doğurarak yeni gözlem alanları açar önümüze ve bu
şekilde bilgimizi genişletmemize yardımcı olur.
168 Zümrütname
B ilginin b izim hayal g ü c ü m ü z ü n yarattığı biı şev olduğu
n u n farkında olm ayanlar bilgilerinin, bilgi edinmek istedikleri
nesnenin yalnızca pek ufak bir kısm ıyla sınırlı olduğunu göremezler.
H er şey apaçık karşılarında duruyor sanırlar. Halbuki,
sorgulam ayı bilm eyen, görm eyi d r bilemez. Bu yüzden bakm
ak, görm ek için yeterli değildir. Hele kunu geçmiş hakkındaki
bilgi olunca, iş iyice çetrefilleşir. Geçm işin günüm üzden
farkı, geçmiş hakkında hiçbir şeyi doğrudan bilemememızdir
Geçm iş hakkındaki bilgi bize geçmişten kalan yazılı veya ya
zısız belgeler yardım ıyla gelir. Tarih yazılı belgeleri, insan
eliyle yapılm ış anıtları kullanır; paleontoloji l «illerden yarar
lanır; jeoloji kayaç kütleleri içinde geçmişin izlerini arar; koz
m oloji ışığın özelliklerinden faydalanarak . am alin gelişimini
inceler. Ancak hiçbir tarihsel belge geçmişin kendisi delildir Tarih
çinin eline geçen belgeler geçmiş yaşamın pek cuz'ı bir kısmını
yansıtır; yaşamış m ilyonlarca ve milyarlarca canlıdan birkaç
on, belki birkaç y üzb ini ancak fosil olarak elimize g^çmiŞ'
tir; aşınma, m agm a içinde erime, ısı ve basınç altında başkalaşma
yoluyla milyonlarca kilometre k ü p kayaç her an yok olmakta
veya "hafızası silinm ektedir"; ışık hâlâ uzayın d e r i n l i k
lerinde bize sürprizler yapabilmektedir. Bu şartlar altınd.ı tarihi
ancak ve ancak bir diğer yazım da da dediğim gibi belirli
bir varsayım ın ışığında eldeki sınırlı belgelerle tutarlı 0la1
şekilde baştan kurabiliriz. Bu kurguyu da yeni belgeler ar.ı
mak, eldekileri sınamak için kullanırız. K urgum uz yeni l‘ır
belgeyle çelişince onu terk eder, eski belgelerle birlikte bu yeni
belgeyi de açıklayacak daha geniş, daha iyi bir kuram la değiştiririz.
Eldeki eksik belgeleri geçmişin tamamı zannedenler geçmi'
şi olduğundan çok daha kısa, dar, kesikli sanırlar. N e s n e le r d e k i
b ütünlüğü, olaylardaki sürekliliği göremezler. İnsanlığın tarih
anlayışı, eldeki belgelerin tarih olmadığı, tarihin bunlarla
uyum lu bir şekilde insan kafasında yaratılması ve sürekli sınanması
gereken bir bilgi olduğu anlayışının gelişmesi şeklinde
ilerlemiştir, ilkel ve mitolojik (veya dinsel) tarih anlayışı, tarihin
eldeki sınırlı belgelerin tam am ı olduğu ve insanın bunlardan
farkında olmadan ürettiği varsayımların gerçek olduğu zannın-
Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak Görmek 169
dan türemiştir. Eksik bir halk hafızası, birkaç kalıntı, bir iki
anıt, geçmişin tamamı sanılmış, mesela Sümer ve Mısır bütün
dünyanın oluşumunu bir nehirden yükselen kil tepeciği ile
açıklamaya kalkmıştır. Hayvan doğumunun hızını gören insan,
canlıların ortaya çıkışını da benzer bir olaya bağlayarak yaratılış
efsanesiyle açıklamaya çalışmış, dünyanın ortaya çıkışıyla
insan neslinin ortaya çıkışını bir tutmuştur. Ancak bilimin eleştirisiyle
bu çocuk masalı türünden fikirlerden vazgeçilerek daha
geniş, eldeki yeni verilerle daha uyumlu varsayımlara geçilmiştir.
Tarihi bir sinema filmi olarak düşünmek lâzımdır. Bunun
içinden rastgele seçilen birkaç kareyle belki bir diyapozitif gösterisi
yapılabilir, ama film oynatılamaz.
X L V I
İstanbul'da Depreme Karşı Sivil Örgütlenmel?!?65
Her cumartesi sabahı ilk işim Cumhuriyet Bilim Teknik okumaktır.
26 Eylül sabahı da aynı işi yaptım . Ancak Orhan Bursalı'nın
İstanbul'da deprem tehlikesi nedeniyle 1 devletin de çalışm
alarını izleyecek, güçlü, yetkili bir sivil örgütlenme gerekmektedir"
diyen başyazısını okuyunca, engel o l a m a d ı ğ ı m bir
gülm e aldı beni. O kadar ki, sonunda bu eşimin diki .'tini çekti-
"Neye gülüyorsun?" diye sordu. "O rhan'a" dedim , "Hayaletlere
yazm aya başladı." "Ne hayaleti?" diye bu sefer e n d iş e le n e
rek sordu eşim. "İstanbul'da deprem olacak, adam gibi bir -1’■11
örgütlenme lâzım diyor!" "Eee? Ne var bunda gülecek? Sen d4-1'
Aykut da, Fazlı Bey de aynı şeyi söyleyip durm uyor m u s u
nuz? Kom ik olan da o ya" diye önleyem ediğim kahkahalar
arasında cevap verdim. "Kim e söylüyoruz hiç aklımıza g> hyor
m u? Biraz önce sen Cumhuriyet’m 3. sayfasında 'Yoksulluk s ın ı
rı 224 m ilyon' diye bir haber okum adın mı bana? Benim maaşım
ne, üniversite profesörü olarak? 270 m i l y o n . D o ç e n tin i- 1,
200 milyon. Yani koca bir doçent yoksulluk sınırının altında ya
şıyor. Artık yardımcı doçentleri, asistanları düşün sen. Tabiî, di
yebilirsin ki, canım maaşı boş ver, devlet ona kâğıt, kalem, kitap,
araştırma olanağı temin ediyor!!!.. Ay! kasıklarım a ğ r ıd ı
gülmekten... Daha geçenlerde koca ITÜ'nün rektörü k e n d i s in e
kâğıt üzerinde devletin verdiği bütçenin 1/ 5'ini kullanm a yetkisinin
olduğunu, bunun da yıl içinde Maliye Bakanlığı'nca
keyfî bir şekilde tırpanlandığını, ne planlama ne de başka bir
şey yapabildiğini söylüyordu. Sefil üniversite hocası, sefil üniversite
içinde, h e m de ülkem izin alnının güya akı, cumhurbaş-
İstanbul’da Depreme Karşı Sivil Ö rgütlenm e!?!? 171
kanlan yetiştiren 225 yıllık koca ITÜ 'de! Bir de adlarına utanmadan
üniversite denen o gecekondu m üesseselerini düşün
A nadolu'da! Koca İTÜ ki kütüphanesi yok! Kitaplığına alabildiği
dergi sayısı A BD 'de iyice bir üniversitedekinin ortalam a yüzde
biri!!! Kaydında 250.000 kitap gözüküyor, üniversitenin varlığını
kanıtlayabildiği ise bunun dörttebiri bile değil! A kşam git
bak, ışığı yanan kaç laboratuvar, kaç derslik, kaç büro görür
sün. İTÜ ki hiç kuşkusuz ülkem izin en saygıdeğer, en çok bilim
üreten üniversitesidir, hiç değilse en tepedeki üç beş üniversite
den biridir. TÜBİTAK diyeceksin. Eh o da bugünlerde müflis,
kabul edilmiş araştırm a projelerinin m ütevazı paralarım ödemekten
âciz! Zaten birkaç senedir ne yaptığını bilmez bir halde!
D ünyaya açılan gözü kulağı olan, beyni olan, üniversiuerı
ni bu hale getiren bir toplum düşünebiliyor m usun ' 1>u felaket
ler dururken, ülkenin beyni bu şekilde uyuşturulurken, örne
ğin benim m esleğim in m ühendis odası bununla ilgilenmiyor
da, bu konularda bangır bangır bağırm ak ihtiyacını duym uyor
da, Am erikan donanm asının altıncı filosuyla ilgileniyor!.. I-u
kör dövüşünün içinde, biz diye *.'uz ki. Efendim lstanhul da
deprem olacak, örgütlenip sesimizi duyuralım . Bizi yöneten
ler, yukarıda anlattığım bu m uhteşem (!) üniversitelerin mezunlarıdırlar,
böyle vazifeşinas (!) meslek odalarının üyeleridirler.
Birlikte sivil örgüt kurm aya kalkacağım ız diğer vatandaşlarımızın
üniversite okum uşlarının çoğu da öyle. E^ız once bunia
ra deprem in ne olduğunu anlatabilirsek, yatıp kalkıp şükredelim.
Depremin yer sarsıntısı olduğunu bilirler —ve işte oradan
bir adım ötesini ne bilebilirler ne de anlayabilirler. Zira ondan
ötesi bilimsel düşünce gerektirir, sebep-sonuç ilişkisini urab;!-
m eyi gerektirir, bu düşüncelerin varsayım lar şeklinde gelişiıgı
ni, bunların kontrol edilmesi gerektiğini düşünm eyi gerektirir.
Bunları yapm ak için bir bilim topluluğu olması gerektiğinin anlaşılmasını
gerektirir. Bilim topluluğunun karnını doyurabılen
insanlardan oluşması gerektiği, bunların kütüphanelere, uluslararası
iletişim im kânlarına, iyi öğrencilere, gerçek meslek ve bilim
örgütlerine gereksinimleri olduğunun bilinmesini gerektirir.
Ülkemizin neredeyse tam am ını temsil eden kırsal kültürün
bunları bilem eyeceğini, am a bunun dürüst, vazifeşinas, bilgi ı.
172 Zümrütnâme
a k ıllı, de vle t adam lığ ı v a sılla rın a sahip politikacılarca kırsal
k ü ltü re a n la tılm a sı g e re k tiğ in in id rak edilm esini gerektirir.
B ö y le va sıfla ra sa h ip p o litik a c ıla rın enayi değil, bilakis imrenilecek
in sa n ö rn e k le ri o ld u ğ u n u n b ilin m e sin i gerektirir.
İşte b ıitü n b u n la rı b ird e n aklım a getirdi O rhan'ın yazısı da
o n u n iç in g ü lü y o ru m . B ir to p lu m u n a klı, so ru n la rın ı çözmede
g ö ste rd iğ i m aharette ortaya çıkar. B iz im ise 1946'dan bu yana
s o ru n la rım ız m aşalla h katlanarak a rtıyor. Z ira gelişmeyi, kendi
a k lım ı/ ın y a ra tıp dünyaya su n d u ğ u ü rü n le rd e değil, İstanbul a
kaçak yeri*-şıp o canım , d ünya in c isi şehri cehenneme çeviren
k ö y lü adedinde; d e m iry o lu ye rine asfalt yolla r döşem ek g ^ 1
y a p tığ ım ız aptalca seçim lerin b ız ı zo rla d ığ ı, başkasının akıl
ü rü n le rin i k o p y a la d ığ ım ız çarpık sanayileşm enin r a k a m l a r ı n d a
arayacak k a d a r a kıldan m a h ru m b ir to p lum old uk. Gel bu top
lum d a sen deprem g ib i çok ya n lı doğal b ir soruna karşı sivil örg
ü t k u r, h a h !"66
X LV II
Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,
Yerine Ne Koyacağız?67
Orta Amerika'nın küçük devletlerinden Honduras'ta vahşiler,
Kristof Kolomb'u yargılamak için mahkeme kurmuşlar ve
unu adam kaçırma, etnik temizlik, soygun, tecavüz, istilâ, köle
ticareti, soykırım, işkence ve kitlesel ölümden suçlu bularak
ölüme mahkûm etmişler, elleri zincirli görülen bir tablosuna da
ok ve mızrak saplayarak cezayı infaz etmişler! Eh, yakında
Einstein'in nükleer bombalara temel olan çalışmaları, Nobel'in
dinamiti keşfi, Otto Lilienthal ve VVright biraderlerin bomardımanlarla
savaşta, uçak kazalarıyla da barışta binlerce ve binlerce
insanın ölmesine neden olan uçağı keşfetmeleri nedeniyle ve
daha nice bilimcinin benzer sebeplerle mahkûm edilmelerine
şahit olabiliriz.
Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinin hemen akabinde
bu kıtada yalnız bugünkü uygarlık düzeyinden bakıldığı zaman
değil, o zaman bile büyük insanlık suçu addedilen cürümler
işlendiği muhakkaktır. Peki, bunları nereden biliyoruz? Kolomb'la
birlikte oraya giden Bartolomeo de las Casas gibi dostlarının
ve daha sonra gene Ispanya'dan oraya giden, Alvar Nufıez
Cabeza da Vaca gibi gönülleri insan sevgisi ile dolu, uygar
İspanyolların heyecanla yazılmış eserlerinden biliyoruz. Amerika'da
İspanyollar tarafından işlenen cinayet ve soykırımlar, yalnız
bir avuç Ispanyol tarafından mı işlenmiştir? Asla! Hem Orta
Amerika'da Cortez, hem Güney Amerika'da Pizzaro, mevcut
yerli düşmanlıklarını akıllıca kullanarak yerlileri birbirine vurdurmuşlardır.
Peki bu birbirine vurulma olayı İspanyolların
174 Z üm rü tn âm e
icat ettiği bir o lay m ıdır? H âşâ! M ayalarla Azteklerin birbirlerinin
can d ü şm a n : oldukları, her fırsatta birbirlerini boğazladıkları
O rta A m erika tarihinin tem el konularındandır. Orta Amerika'n
ın çö zü lm em iş sorunlarından biri de Yucatan'daki muaz-
/a m şeh irlerin A vrupalIların gelişinden çok önce niçin terk edildiğidir.
P eru 'd a zaten hanedan m ensupları Atahuallpa ve Hua
sca r birbirlerini yiyorlardı. O zam anki Şili s ö m ü r ü l m e y e dahi
d e lm e y e c e k k ad ar fakir bulunm uştu. Bu da Amerika'da vazıyetin
K olom b'un gelişinden once pek de güllük gülistanlık olm
adığını gösteriyor.
Pek' d u ru m u n vaham eti yalnızca yerlilerin sık sık birbirlerini
vah şice boğazlam asın.» neden olan sosyal ç a l k a l a n m a l a r
m ıyd ı? N e gezer! Kolom b A m erika'ya varm adan çok önce, burad
a yanlış tarım teknikleri toprağın artık tarımı t a ş ı y a m a z duru
m a geldiğini gösteriyordu. Son zam anlarda yapılan arkeolo
jik /p ed olo iik (pedoloji=toprakbi!im ) çalışmalar, yerli tarım tek
niklerinın onb^-şînci yüzyılda O rta Am erika'da yaşayanları tekrar
avcılık ve playıcılığa itmek üzere olduğunu haber veri
yorlar. D aha kuzeydeki avcılar ise Pleistosen (2 milyon yıl-10
bm yıl aralığı) büyükbaş hayvan topluluğunu büyük ölçüde m
katm ış, bir tek bizona kalmışlardı. Tekerleği bile icat e d e m e m iş /
bizonu ehlileştirem em iş bu toplum un daha nice sosyal ve ekolojik
dertleri bulunm aktaydı.
K olom b, A lexan der von Hum boldt'un da y a z m a k t a n
usanm adığı gibi kaliteli bir bilimci, cesur bir kâşifti. A m e r i
ka'da yapılan ve bizzat kültürlü İspanyolların bile midesini bulandıran
rezillikler, Kolom b'un tayfa diye yanına almak zorunda
kaldığı hapishane kaçkınlarının ve daha sonra Yeni Düny
a 'y a gidc^r* cahil m aceracıların işiydi Bunlar bazen K o l o m b ' u
da tatsız işler yap m aya m ecbur ettiler (hatta Kolomb sonunda
bunların bazılarını, bvı ar.ıda birkaç asili, mahkemeye sevk ederek
idam ettirdi ve bu yüzden İspanya Kralı ile başı derde girdi)
A m a O kyanus Denizi Amir >li, büyük coğrafya bilgini KrıStof
K olom b'un Amerika keşfinin yalnız Avrupa'ya değil, t ü m
insanlığa yeni bir uygarlık sıçram ası yaptırttığını, inhina o güne
katlar bilinm eyen bir kendine güven hissi verdiğini inkâr etm
ek m üm kün m üdür? Honduras'taki vahşilerin kullandığı
U y g a r lığ ı M a h k û m E tm e k ! P e k i, Y e r in e N e K o y a c a ğ ız ?
o
Se
!^ekil 41. B u rad ak i Alnrıan p arasın ın îtlçıdaıı k o p y a sı
ü zerind e görü len profil. O k y anu s D enizi A m irali,
A m e rik a 'n ın b ilg in kâşifi K risto f K o lo m b 'u n
y aşam ın d a y ap ılm ış o lan belk i d e tek resm id ir
(D y so n, ]. ve C h ristop h er, P„ ly 9 1 , Columbus-For Cohl,
G o d , a n d G lo ry : \A king/M adison P ress, T oronto , s.
21 'd en alınm ıştır).
mahkeme" ve "insan hakları" kavramlarını Am erika'ya getiren
bizzat Kolomb değil miydi? Yerlilerin tarımlarını kurtaran
Avrupa bilimi değil miydi? Onları büyücü yerine doktorla tanıştıran
Kolomb değil miydi? Honduras'taki vahşilerin Kolomb'a
hınçları aslında uygarlığa, akla yapılan bir başkaldırmadır.
Nasıl ki daha birkaç gün önce el ele tutuşarak türbana
özgürlük isteyenler, aslında Atatürk'ün bu ülkeye getirdiği akıl
ve uygarlığa düşmanlığa soyunuyorlarsa, bütün dünyada çeşitli
kisveler ve renklerde özgürlük, hak, hukuk sloganlarıyla
cehalet partizanlığı yapanlar gerçekte bu kavram ların -b azen
endiler! farkında bile olm adan- en büyük düşm anıdırlar
Honduras tak, sözde mahkeme yalnız büyük kahram an Koa'fSiS^
1 Saldlnd^ ' i " - " 1* * ‘Şenm iş
XLVIII
Onu Katlettiğimiz Gün68
Onu katletmekle fâni Mustafa Kemal in bedeninin ortadan
kalkmasını kolaylaştıran etrafındaki cahil ve aptal dalkavuklardan
veya milletçe ona verdiğimiz dertlerin onu yıpratmasından
bahsetmeyeceğim. Bu konulan tarihçiler giderek art.ın bir cesaret
ve inatla incelemeye başladılar. Atatürk ü katletmekle benim
burada kastettiğim onun en çok korktuğu olum tarzıyla
onu öldürmek, yani onun kendi örneği ile halkına en çok vermek
istediği şeyi, hür, eleştirel, akılcı düşünceyi, katle» m t ■tir
Onun en büyük endişesi tanrılaştırılmak, putlaştırılmak, abıdf
leştirilmek ve bu şekilde kendi düşüncelerini kendi anısıyla
gölgelemekti. İkide bir kendisinin fani bedeninin elbet bir £"n
toprak olacağını, ama fikirleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin
ilelebet payidar olacağını söylerken, Cumhuriyet in ilel>‘
bet görmesini ümit ettiği itibarın kendi fikirlerinin fosilleşmesiyle
olamayacağını o herkesten iyi biliyordu; bunu defaatle her
fırsatta, çeşitli şekillerde dile getirmişti.
Peki, bu nasıl olacaktı? Türkiye Cumhuriyeti onun bulacağını
muhakkak addettiği payidarlığa nasıl vâsıl olacaktı? Onun
vazettiği kanunları aynen uygulayarak mı? Yoksa onun devlet
yönetimine getirdiği çizgileri izleyerek mi? Veya onun toplum
hayatında kurmak istediği dengelere kilitlenerek mi? Yoksa
onun rejim kalıplarını koruyarak mı? Bunların hepsinin cevabını
bizzat kendisi bir gün Yakup Kadri'ye vermemiş miydi? Demiyor
muydu ki doktrin olamaz, zira doktrin hareketi dondurur.
Biz donmayan, gelişen hareket istiyoruz. Devrim sürecek - o kadar
ki artık o "devrim" olmayacak, "toplum devinimi" olacak,
Jt-kil 42. Mutftafa Kûma! 1^37 Ağuslosu'nda yapılan Trakya m.mev rai arında, aralarında devrin
baybakını Ismel İnönü, Şükrü Kaya ve Tevfık Ruştıı Ar as'ın dd bulunduğu bir grupla birlikte
Herk*# aşnftı dugru bakarken. bir tek u babını kaldırmış, ba$k.ı bir yerlere yukarılara bakıyor*
. j resim onun tüm yaşamını en güzel şekilde oietlemiyor m u1 Bilhassa bu resmt baktıkça, bu
hiç tanımadığım adamı ııo kad.ır özlüyorum, anlatamam (Muhterem dostum,
< uınlıurbaşkanlım Başdanışmanı, kültürel antropolog l’rof F>r Bozkurt Guvenç'm
dudaklarından "bu resimde dehânın yalnızlığını g ülüyorum ” sîzleri dokülii vermişti bu
fotoğrafı görür g ö rm e z)
evrim olacak, toplum sürekli değişecek, gelişecek, iyileşecek
Mark şistlerin hayal ettikleri son devrimin (veya Mao nun her
biri feci birer fiyaskoyla biten birbirinden kopuk toplum sal hezeyanlarının),
Hitler'in bin yıllık imparatorluğunun, Budistlertn
N ir v a n a s ı gibi veya Mesih'in dönüşü ümidi gibi rüyalar olduğunu
Mustafa Kemal b ild iğ i için o, doğanın sınır şartlarına
uygun bir evrim modeli içinde toplumunun gelişmesini düşünüyordu
Bu modelde tek bir Mustafa Kemal'in ilelebet liderliğine,
sonradan uydurulan "Ebedî Şef' kavramlarına asla yer yoktu, olamazdı
"Atatürkçü düşünce" onca ancak bir saplantı olarak addedilebilirdi
“Atatürkçülük" hiç mi hiç olamazdı. O, bataktan, balçıktan
çekip çıkardığı halkının bitip tükenmeyen bir hazine olduğu inanandaydı.
O sarsılma/, inanç onun göğsünü AnafartalaKda kale,
D u m lu p m ar'd a mızrak, Meclis'te kürsü, Sarayburnu'nda kara-
178 Zümrütnâme
tahta, Mersin'de dünyaya mesaj tahtası yapmıştı. İcabında komutan,
icabında politikacı, icabında devlet adamı, gerektiğinde
öğretmen, hatta manken bile olabiliyordu. Olabiliyordu, çünkü
halkının içinde kendisi gibi düşünecek, kendisi gibi çalışacak Mustafa
Kemaller olduğuna inanıyordu. Verdiği her mücadele, bu Mustafa
Kemallerin varlığı aşkınaydı. Vatanı kurtarıp C umhuriyeti kurduktan
sonraki tek işi. denebilir ki, bu Mustafa Kemalleri ara
maya, onlara imkân hazırlamaya, onların başanlı o l m a l a r ı n ;
kolaylaştırmaya, sayılarının artmasını temin etmeye h a s r e d ilmişti.
Bütün duvrimierınin nihaî maksadı Mustafa K e m a lle r i
çoğaltmak, daha çok, daha verimli, daha yaratıcı ç a l ı ş a b i l m e l e
rini sağlamaktı. O ne bir önder, ne bir başbuğ, ne bir padişah/
ne bir halife, ne de bir peygamber olma heveslisiydi. Bu yönde
kendisine yapılan tüm teklifleri tiksinti ile reddetmiştir. Gelgelelim
Mustafa Kemal de nihayet insandı. Şarkla garbı karşı karşıya
getireyim derken aile biie kuramadı, demokrat olayım derken
arkadaşlarından oldu. Ama bir an bile insan zekâsına, insan
aklına olan inancını kaybetmedi. İnsan aklının eleştiri süzgecinden
sürekli geçmediği takdirde yoktan var ettiği o i n a n ı l
maz eserin çok kısa zamanda tarumar olacağından hiç şüph® » 1
yoktu.
Bu yüzden milletine tek bir vasiyet bırakmaya çalıştı: "Beni
hatırlayın ki benim gibilerini, benden çok daha iyilerini yetiştirebileceğinize
olan imanınız sarsılmasın; zekânızı bileyin, aklınızı
kullanın ve eleştirel aklın hâkim olduğu bilimden başka
hiçbir kılavuzu asla tanımayın. Benim bundan başka bir mira
sim olduğunu söyleyenlere de sakın ha inanmayın!"
10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 9'u 5 geçe büyük dâhi
son nefesini verir vermez, biz milletçe bu vasiyeti derhal çöpe
atıp onun artık bize hiçbir şey söyleyemeyecek olan fani bedenini
allayıp pullayıp görkemli bir mezara yerleştirdik, onu Ebedî
Şef ilan ettik ve işte o an... onu katlettiğimiz gibi milletçe
kendi ölüm fermanımızı da imzalamış olduk!
XLIX
Bilimsel Dehâ69
10 Kasım da hızımı alam adım . O nun için bugün gen e
( ^ndan bahsedeceğim . Bu belki de bir tür avu ntu. K endi ülkesinde,
şehrinde, çevresinde akıllı, bilgili, görgülü insan kıtlığı
çeken bir insanın bir hatıra ile yaşam a isteği bu. K uşkusuz s a ğ
lıklı değil - am a ne yapalım ki pek sağlıklı bir yerd e y aşad ığ ı
mızı iddia edebilecek duru m d a da değiliz.
Son bir yıldır yazdığım CBT yazılarına şöyle bir baktım .
Türkiye'de bilimden mi bahsedeceğim , bu konuda yap ılan en
iyi işler hep ya onun zam anında veya onun kafasından çıkan
program lar sonucu yapılm ış. Sanattan mı bah sed eceğim , hemen
tüm önemli adım ları O attırm ış. Askerlik m i, en iyisini o
yapmış. Türkiye'yi dünyada tanıtm ak m ı, en etkilisini ve en
yaygınını o becerm iş. Eğitim mi, en akılcısını o planlam ış ve
yaptırtmış. Dünya çapında diplom asi mi, ülkem izin en h ay siyetli
dönemini onun zam anında yaşam ışız. G üzel giyinm ek mi,
milletine en güzel m ankenliği o etm iş, giyinip kuşanm asını ö ğ
retmiş. Reform m u, envai çeşidinin en etkili ve kalıcısını o y a p
mış. Devrim mi, tarihin gelmiş geçm iş en başarılı devrim cisi olmuş...
Bu listeyi bu köşenin sonuna kadar böylece sü rd ü rm ek
kabil. Bazen düşünüyorum da acaba bu ad am gökten zem bille
mı inmişti diye. Neydi onun sırrı? Nasıl böyle her tu ttu ğ u n u altın
ediyordu bu ufak tefek, şehlâ bakışlı adam . T rab lusgarp'ta
Çet,e^-' SJellbolu'da taktisyen, Sakarya'da m eydan m uharebesi
galibi, Dum lupınar'da stratejisi, A n k ara'd a parti politikacısınne^rM
SyH
her yap “ £ ‘ bî>?a n y>a bitm işti. H em d e
ne şartlarda. N eydi bu sihirli değnek?
Züm rütnâm e
Belki de bunu çevresinde O n d an az başarılı olmuş olanlara
bakarak bulabiliriz. Alalım Enver Paşa'yı. Buyuk hayallerin
adam ı olan bu romantik zavallı, başkomutan vekili olduğu koca
bir im paratorluğu perişan etmekle kalmadı, küçük ve önemsiz
bir çarpışmada kendini de yok etti. Sıkıntısı, hayalleriyle
gerçeği bağdaştıramamasıydı. Rüyada yaşadı, gerçek gelip çarpınca
da telef oldu gitti. Alalım hocası Yakup Şevki Paşa'yı:
T üm detayları ve gerçeği gören bu kaliteli asker, hayal gücünden
m ahrum du. Hali çok iyi bildiği halde, iki adım ötesim gı>
remiyordu. Alalım sevgili arkadaşı ismet Inönr'yü: Büyük bir
idareci becerisine sahip olan bu kurnaz adam inisiyatiften yoksundu,
cesur karar alamıyordu. Alalım büyük bir saygı ile bagiı
o ld u ğ u Fevzi Paşa'yı: İyi yetişmiş, vatansever bir asker olan
Mareşal, gençliğinde edindiği belli kalıpların dışına çıkamayan
tutucu yaradılışta bir insandı. Yenilik ve atılımı beceremiyordu-
A lalım Halide Edip'i: Bir konuya pek çok açıdan hızla bakaniayan
bir tipteydi. Belki de bu açıdan aslında Fevzi Paşa'ya benziyordu.
Alalım Hasan-Âli Yücel'i: Belki de O'nu tam anlayabilm
iş tek kişi olan bu dâhi entelektüel, bir türlü, gerçeği labirentler
içinde saklama sanatı olan politikayı ö ğ r e n e m e m iş t i
Yukarıda saydıklarımın hepsi büyük insanlardır, büyük bir
ulusun kaderinin çizilmesinde iyi veya kötü rol o y n a m ış la r d ı1'/
bazıları çok büyul< ve faydalı işler yapmışlardır. Ama o n la r ın
hepsi O 'nun gölgesini hile dolduramıyorlar. Çünkü O, gerçeğe
hep dik dik bakmış, engin hayal gücünün ürünlerini hep o ger"
çekle sınamıştı. Bir konuda bir sonuca vardı mı, derhal inisiyatifi
üstlenip harekete geçerdi. O'nu sınırlayacak hiçbir a lış k a n
lık, hiçbir tabu yoktu - yalnızca eleştirel aklın yönetiminde bilgiyi
hareket ederdi. Bir girişimi başarısız mı oldu, derhal geri dönmesini
bilir, konuyu bu sefer bir başka açıdan hızla ele alır, yeni
görüşler üretir, tekrar aynı cesaretle ileri atılır, o iş için hangi
yöntem gerekiyorsa onu üstün başarıyla kullanırdı tşte burada
göruletı deneme-yanılma yöntemine bilimsel yöntem diyoruz. Yukarıda
saydığım insanlar nasıl bir Galile, bir Nevvton, bir Einstein
değillerse, bir Mustafa Kemal dt> değillerdir. İtalyanların Leonardo'su,
Galile'si, İngilizlerin Nevvton'u ve Maxwell'i, Fransızların
Descartes'ı, Pasteuı'li, Almanların Goethe'si, Einstein ı,
B ilim sel Dehâ 1 8 1
DanimarkalIların Steno'su, Bohr'u, A v u s tu ry a lIla rın Sue*s'ü,
^chrodınger'i, Rusların Mendeleyev'i, Pavlov'u varsa, bizim de
Mustafa Kemal'imiz var. Bilimsel dâhiler kulübune kaydettirebıldığımız
şimdilik tek üyemiz. N e dersek diyelim , milletçe b u
nun bovle olduğunun pek fakında değiliz. K im im iz onu hâlâ
ılitler'le, Mussolini'yle, Franko'yla, kim im iz de Lenin, Stalin
veya Mao ile karşılaştırmaya çalışıyor!
Onun üye olduğu k u lüp değişiktir, sevgili yurttaşlarım, gelin
artık o kulübü ve üyelik şartlarını öğrenmeye çalışalım.
182 Zümrütnâme
t-i I
Şekil 43. H âm it Nâfiz Pamir (solda okla işaret edilen)
6-21 H aziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da
Maarif Vekili ve yakın arkadaşı Hasan-Âli Yücel'in
(sağda okla işaret edilen) emriyle toplanmış olan
Birinci Coğrafya Kongresi delegeleri arasında. Hâm it
Hoca, jeoloji denilince tüm yerbilimlerini kucaklayan
geniş bir ufuk anlıyordu. Bugün Türkiye'nin en önde
gelen yerbilimcileri arasında onun hem jeolojinin
kurucuları olan Hutton, Lyell, von H um boldt gibilerinin
hem de yerbilimlerinin günüm üzdeki liderlerinin
düşüncesiyle paralel olan bu geniş ufuklu
entelektüel görüşü hâkimdir.
L
Tiirk Aydınlanmasının Meş'alelerinden
Dostum Hâmit Nafiz Pamir70
Türkiye'.l jeoloji b ilim in in k u ru cusu olan O rd. Prof. H â
mil Nr.fi/ Pamir'i 1973 yılında ta n ıd ığ ım d a lise 3. sınıf öğrenciiydim
. Türkiye Şeker F a b rik a la rın ın kuru cusu , "Şeker K ralı"
diye bilinen Hayri İpar'ın eşi Tevhide İpar H anım e fe n di annemi
bir ziyareti esnasında jeolojiye olan m e rakım ı ve H â m it N a
fiz Pamir'i tanım a a rzu m u öğrenince kendisiyle beni telefonda
anıştırmıştı. Tevhide H anım , Pamir'’in geniş ve kaliteli dost
züm resinin bir üyesiydi. D aha sonra H â m it H oca'yı Etiler
Çam lık'taki dairesinde ziyaret ettim . Beni tem iz giysileri içinde
1arşılavan, bem beyaz saçları itina ile taranm ış, zeki m a v i g ö zle
ri ışıldayan bu mis k o k ulu ihtiyarın o lu ştu rd u ğ u portreyi u n u t
m am im kânsızdır. K o n u şm a m ızd a bana gösterdiği yak ın lık , ne
yazık ki yalnızca iki buçuk yıl sürebilecek bir d o stlu ğ u n b aşlangıcı
olm uştu A m erika'ya jeoloji tahsiline giderken elini ö p m e
ye gittiğim de "A m a n iyi stratigrafi öğren de gel" dem işti.
"Stratigrafi jeolojide her şeyin tem elidir ve ne yazık ki T ürk i
ye'de pek az bilinir." Kelim e anlam ıy la "k atm an tasviri" olan
stratigrafi aslında jeolojide m e kân ilişkilerini zam an ilişkilerine
çevirmekte kullanılan yöntem lerin o lu ş tu ru ld u ğ u bir alt b ranştır
ve gerçekten her şeyin temelidir. H â m it H o ca'nm ne kadar
haklı o ld u ğ u , yirm i küsur yıl sonra Türkçe ilk ders kitabım ı
kendi branşım olan tektonikte değil de stratigrafide M ehm et
Sakınç ile birlikte yazm aya başlam ış o lm am d a görülm ektedir.
Her iki yazarının da b u y u k bir zevkle aldıkları karar d o ğ ru ltu
184 Zümriitnâme
sunda bu kitap bittiğinde Türkiye'de kaliteli jeohıjj :l«> kitabı
yazım ını da 1928'de Umum î Arziyat başlıklı kitabı ile başlatmış
olan H âm it N afiz Pam iı'in aziz hatırasına ılluı! olunacaktır
İstanbul Üniversitesi Jeoloji M ühendisliği Bölümü bıı kadirşinaslık
örneği vererek Türkiye de jeo.ojinin kurucusu olan
H âm it N âfiz Pam iı'i (1893-1976) bir toplanlı ile 11 Kasım 1998
g ünü andı. Üsküp'te doğup orta ve lise tali .ılım Selanik te y»-
pan H âm it Hoca, Atatürk'ü de yetiştirmiş o'.ın Rumeli nin ay
din ve verimli çevresinde büyüdü, sonra unıvfrsite tahsili için
Cenevre'ye gitti. Orada kim ya lisansını izleyen mineraloji do
torasına başladı. Birinci D ünya Savaşı patlayınca doktorası ı
tam am layam adan ülkeye çağırıldı, İstanbul I >nruifünunu’nda
kendisinden sadece altı yaş büyük olan dâl • Alm an jeoloğu
VValther Penck'in yanına tercüman-asistan verildi. Esas jeolojiyi
burada öğrendi. 1933 reformunda üniversitede bırakılan tek jeologdu.
Profesör yapıldı ve o andan itibaren m untazam tahsilini
yapam adığı bir konuda, bilim geleneği olmayan bir ülkede,
tüm geleneklerin hızla değiştiği bir anda ve büyük ına«.Mî olanaksızlıklar
içinde jeoloji gibi çok dallı budaklı, gelene*, bağımlısı
bir bilim dalının kurulup teşkilâtlanması görevini omuzlarında
buldu. Yalnız üniversitede değil, Maden Tetkik ve A r a m a
Enstitüsü gibi kuruluşların, Türkiye Jeoloji Kurum u gibi bilimsel
kurumlarm oluşturulmasında en önemli rolü oynadı, or, lara
fikir babalığı etti. Yerbilimleri ile ilgili her faaliyette yer aldı,
önemli ve olum lu katkılar yaptı. Om uzlarına yüklenen görevi
kanımca çok büyük bir başarıyla yerine getirdi.
Türkiye'de benim neslimdekiler de dahil, hiçbir jeolojik faaliyet,
bilimsel buluş yoktur ki, öyle veya böyle kökü Hâmit
Hoca nın çalışmasına, oluşturduğu çevreye veya sağladığı dür
tüye bağlanmasın. "Biz jeologlar" diye yazmıştı bir seferinde,
...istersek, ülkenin bütün bilim hayatında yepyeni bir çığır
açabiliriz. Atatürk ün başlattığı aydınlanma hareketine olan
inancı tamdı. O hareketi en iyi anlamış olan Hasan-Âli Yücel'in
çok yakın dostuydu. Yücel son nefesini Hâm it Hoca'nın kollarında
vermiştir. Hâm it Hoca aydınlanmayı bir insanlık projesi
olarak gördüğünden, Türkiye jeolojisinin uluslararası düzeyde
yapılmasına, sonuçlarının uluslararası ortamda duyurulm asına
Dostum Hâmit Nafiz Pamir 185
■ ■ >ı ın verirdi. Burada da kendisi öncülük etmiş, uygar
ülkelerde!'ı toplantılara katılmış, Fransız Jeoloji Cemiyeti yabana
başkanlığını yapmış, eski ve şöhretli Alman Leopoldina
Doı>a Bilimleri Akademisi'ne seçilmişti. Kendisini tanıyan tüm
yabancı bilim adamları ve İhsan Ketin ve Sırrı Erinç gibi büyük
Türk yerbilimcileri bilginliğinin, zekâsının ve kibarlığının üstünlüğünde
hemfikirdirler.
6 Haziran 1976 Pazar günü öldüğünde, arkasından onun
kurH.ıgu ortamda Türkiye'nin yetiştirdiği kuşkusuz en büyük
dor »bilimci olan, bir zamanki asistanı İhsan Ketin şöyle seslenmistr
"Rüyük hoca, bizler ve yetiştirdiğin sayıları binleri bulan
her yajtaki Türk jeologları sana minnettarız. Çok sevdiğin vatan
topragmda rahat ve müsterih uyu! " 7 1 Buna bugün tüm
Turi yerbilimcileri gönülden katılmaktadırlar.
LI
CBT'de îki Yazı, Evrim ve Tarih72
CBT'nin 24 Ekim 1998 tarihli 605. sayısı özellikle iki yazıdan
dolayı bana çok büyük bir keyif verdi. Yazılardan biri Feza
Akça'nın hazırladığı "Dinozorların ve kuşların ortak geçmişi"
(ss. 8-9) adlı yazı. Diğeri de Ali Polat'ın "Dünyanın karanlık tarihine
açılan pencere" başlıklı makalesi (ss. 18-19). Her ikisi de
geçmişin nasıl araştırılacağı konusunda okura öğretici ipuçları
veriyor.
Akça'nın yazısı negatif veriden hareket etmenin ne denli
tehlikeli olduğunu belgeliyor. Darvvin evrim kuramını ortaya
attığı zaman, kendisinin de en çok canını sıkan veri kıtlığı "ara
türler" denebilecek bir türden diğerine yavaş yavaş değişmeyi
belgeleyen fosillerin eksikliği idi. Gerçi dâhi doğabilimci, bu
eksikliğin jeolojik geçmişin eldeki kaydının, yani dokümantasyonunun,
çok çeşitli nedenlerle çok eksik olmasından kaynaklandığını
tahmin ediyordu. Ama Darvvin eksikliği abartmiştı.
Örneğin Tebeşir Devri de denilen ve İkinci Zaman'ın son devri
olan Kretase'yi 300 milyon yıl önce zannediyordu. Halbuki bu
devir yalnızca 65 milyon yıl önce bitmiştir. Dolayısıyla, Darwin'in
bulunabileceğini tahmin ettiğinden daha çok ara tür bulunmalıydı.
Zaten öyle de oldu. Önce 1875'te Viyanalı büyük
paleontolog Melchior Neumayr, Paludina denilen bir tür yumuşakçanın
Slavonya'daki Pliyosen (5-2 milyon yıl önce) tabakaları
içinde yassı Vivipar tipinden köşeli Tulotom tipine nasıl
geçtiğini adım adım belgelemiş, evrim teorisine, karşı koyulması
güç bir destek sağlamıştı. 1866'da Bavyera'da bulunan
Archaeopteryx de sürüngenden kuşa geçişte köprü sağladığı
C B T ’de İki Yazı, Evrim ve Tarih 187
için evrim düşmanlarının aptalca saldırılarına hedef olmuş, bu
losilin "sahte" olduğu bile iddia edilmişti (tabiî, sonra sekiz tane
daha bulununca bu salakça iddia ortadan kalktı!). Akça'nın
hazırladığı yazı ise, bu sefer Archaeopteryx ile dinozor arasında
bulunan halkalardan örneklerin bulunduğu ile ilgili. 7 3 Hem de
Caudipteryx adlı resmi de verilen dinozor, temelde Gerhard
I leümann'ın 1927'de yalnızca evrim teorisine dayanarak şeklini
lahmin ettiği ve Protoavis adını verdiği varsayımsal dinozorkuş
arası tipe cidden çok benziyor. İşte bu önceden kestirme
yeteneği bir bilimsel kuramın en büyük marifetidir. Bu nedenle
de Çin'de yeni bulunan fosiller evrim kuramı için yeni ve muhteşem
bir zaferdir. CBTnin 604 numaralı (17 Ekim 1998) sayısıdaki
köşe yazımda, 7 4 geçmişin ancak kuramlarla baştan kuru-
Şekil 44. Ali Polat (solda) ve İhsan Ketin 10 Ocak 1992'de, İhsan Ketin'in evinde. Aralarında
yarım yüzyıldan fazla yaş farkı bulunan iki jeolog; genç olan, yaşlının öğrencilerinin öğrencisi.
Ortak yanları: ikisi de başarılı, adları uluslararası bilim dünyasında bilinen adlar. Bilimi, uluslararası
düzeyde, bilim in cephesini ilerletmek için yapmak, yaşlının öm ür boyu kendine
kılavuz ettiği prensip. Genç olan bu prensibi yaşlının “okulunda" öğrenmiş, dünyada
yaptıklarını hocalarının hocasıyla tartışmaya gelmiş. Bu sahneler merhum Ketin'e hayatta en
çok haz veren sahnelerdi.
188 Zümrıitnâme
labileceğini, bu kuramları da onlar ışığında <ınn.ıc.ık vırnı verilerin
denetleyeceğini yazmıştım. IşIr kıış/dinozor ıiıŞKilen bu
yönteme görkemli bir örnek sunmal ‘adıı Evrim düşmanlan
rihsel bilimlerin nasıl yapılabileceğim düşünmediklerinden, vc'i eksikliğini
veri yokluğu sanmaktadırlar. lîu yu/ılrn de her yem veri
bulunduğunda başlarını kelimenin tam anlamıyla taşa v rup
iddialarından geri çekilme durumunda kaiın ıktadırlar.
ITÜ'deki 17 yıllık hocalık deneyimimde kendilerine ojjr»'*"
menlik etmek bahtiyarlığına eriştiğim en uslun yetenekli ıkı öğrenciden
biri olan Ali Polat'ın makalesi ise, aynı tarihsel w
yöntemini gezegenimizin ve onun üzerinde! ı yaşamın başİJ'
gıcına taşımakta, birkaç bazalt ve ultramaııtte ı (magnezyuı
ve silisçe zengin siyah katılaşım kayaçlar) tüm dünya mantosunun
(dünyanın 30 ile 2900 km. derinlik arasındaki katmanı) evriminin,
birkaç galen ve pirit kristalinden yaşamın ortaya çıkışının
sırlarının nasıl arandığını, birkaç on kilometre k.ıre içindeki
mostralarla da geçmişteki kıtaların ne şekilde l'uyuduğunun
nasıl incelendiğini anlatmaktadır. Doğa, Efesli memleketlimiz.
Herakleitos'un dediği gibi "sırlarını saklamayı sever." Onları
ancak kendisine akıllıca sorular yöneltenlere açar ve yalnızca
onlara saygın bir yaşam imkânı tanır. İnsan yaratıcılığının nrt.ıya
koyduğu kuramlar işte aslında bu akıllıca sorulardan ibarettir.
Doğaya yöneltilen o sorular bize bugünkü rahat ve emin yaşamımızı,
kâinat hakkındaki muazzam bilgi hâzinemizi, ve en
önemlisi, insan olarak kendimize duyduğumuz savgı ve güveni
sağlamışlardır.
Bir insan omur boyu bilimle uğraşmaz da daha iyi ne is ya
pabılır? işte ben bunu anlayamıyorum!
LII
ianta Barbara, 4Aralık ve Geleneğin Yararları75
t Aralı-, Santa Barbara günüdür. "Barbara" mantıkta her üç
terimi ile olumlu olan bir sillogizmi (tasımı) ifade ettiği gibi
(örn !-utün hayvanlar ölümlüdür; bütün insanlar hayvandır;
dolayısıyla bütün insanlar ölümlüdür), aynı zamanda "yabancı"
anlamına gelen Latince kökenli bir kız ismidir de. Bu isim
benim ailemin >;ok sevdiğim bir üyesinin adı olduğu için, ben
de Rarbara admı hep çok sevmişimdir. Ancak bu adın bana hiç
beklemediğim bir başka cepheden de yakın olduğunu yeni öğrendim.
Geçen Eylül ayında İsviçre'de Vaud (VVaadt) kantonundaki
ex tuz madenlerini gezerken, burada gördüğüm kadın heykeıne
once bir anlam verememiştim. Bu heykelin hikmetini sorunca,
ev sahibimiz olan madenciler bana bunun Santa Barbara
nın heykeli olduğunu söylediler. Santa Barbara, Hıristiyan
aleminde madencilerin ve jeologların (ve dökümcülerin, metal
işçilerinin, topçuların) koruyucu azizesi olan kızdı. Gerçi bu
kızcağızın tarihsel kişiliği, hatta varlığı pek şüpheli. O kadar ki,
katolik kilisesi 1969 yılında bu azizenin adını azizler takviminden
çıkarmış. Ama madenciler Kilise'nin bu aşırı titizliğine rağmen,
azizelerini bırakmamışlar. Hâlâ dünyada 4 Aralık günü
madenciler tarafından Santa Barbara günü olarak kutlanıyor.
Geçenlerde akşamüzeri fakülteden eve dönmek üzereyken,
Prof. Erdil Ayvazoğlu'nun odasında Prof. Şinasi Eskikaya ve
Prof. Senâi Saltoğlu'dan mürekkep bir madenci grubunu oturmuş
kaynatırken görünce ben de sohbete katılmak için aralarına
karıştım. Kendilerine Santa Barbara hakkında öğrendikleri
1 9 0 Züm rütnâm e
m i a n la tın c a her ü ç ü de b enim b u n u daha u n a 1, hem de bir mad
e n fa k ü lte s in in öğre tim uyesı o la r a l, öğrenmemiş olduğuma
b ir h a y li hayret ettiler. H atta bana bilm ediğim başka başka Santa
B arbara efsaneleri anlattılar. Ülkenindi' de .| Artılık gut nün
madenciler gürıü olarak kutlandığını da im .n.itiu öğrendim. Ancak
h e rh a ld e T ürkiy e n ü fu s u n u n ç o ğ u n lu ğ u n u n Müslüman olmas
ın d a n olacak, b u k u tla m a la rd a Santa Ilarbara'dan bahsedilmiy
o rm u ş . A m a ü ç h o cam ın geniş bilgilerinin di* ortaya koyduğu
g ib i, Santa Barbara b izim m adenciler arasında da bilinen *>ır
k a v ram .
Bu sefer ben de hocalarım dan Türkiye'deki madencilik
lenekleri h a k k ın d a bana bir şeyler anlatm alarını rica ettim. P 1
sefer b ilg is iz liğ i itiraf sırası her üçü de tecrübeli madenci
o la n hocalarım a gelm işti. T ürkiye'de A vrupa dakıne benzer gt
n iş ve eski bir m adencilik geleneğini bilm iyorlardı Ama bu vadi
da onlar bilmiyor anlamına gelmiyor. Her üç hocamın da surum
a cevap verem em iş o lm alarının sebebi, kişisel bilgisizlik!611
d e ğ il, T ürkiye'de folkloru, tarihi ve sanatıyla zengin bir madenci
g e le n eğin in gelişm em iş olm asındandı. Hatta \nadolu ya
T ürklerin gelişinden önce faal olan pek çok m aden daha sonra
terk e dilm işti. F atih'in toplarını döktürtm ek için K ırklat*-
li'n d e n d e m ir getirtm iş o ld u ğ u rivayetinin bile yapılan incele*
m eler sonunda d o ğ ru o lm adığı g örülm üştü. Orada burada «H
bet ufak çapta m aden işletilmişti. A m a b u nun yaygın bir ır»eS'
lek h a lin i a lm a d ığ ı ve bir gelenek oluşturm adığı görülüyordu-
Fakat Şinasi Bey b una rağm en, Türk m adenciliğinin tarihçi»!
ne de b ü y ü k bir ciddiyetle eğilinm iş o ld u ğ u n u n söylenemeyeceğini
vurguladı. Toplantım ız, Türkiye'de madenciliğin tarin
ne biraz daha ciddiyetle eğilm e kararı alm am ızla dağıldı.
K e n d ile r in d e n a y r ıld ık ta n so n ra eve g id e rk e n arabada, ITt
M a d e n F a k ü lte s i h o c a la r ın ın y e n i y a y ım la m ış o ld u k la rı bir
d e k la r a s y o n g e ld i a k lım a . B u ra d a h a k lı o la ra k m a d e n c iliğ e y a
p ıla n v e çe v re c ilik m a sk e si a ltın d a k im is i iyi niy e tli b ir cehalette
n , k im is i a rt n iy e tte n k a y n a k la n a n ç irk in , ü lk e m iz e zarar vere
n s a ld ır ıla r eleştirilerek t ü m b u tü r ta rtışm a la rın b ilim süzg e
c in d e n g e ç m e s in in z o r u n lu lu ğ u v u r g u la n ıy o r d u . A ncak b ilim i
k a ç k iş i a n la r ? E ğer d e d im , k e n d i k e n d im e , iyi bir m a d e n cilik
4i ı liarbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları 191
geleneğimiz ol-aydı, m ıdenciliğe bilen bilmeyen böyle saldırablttr
miydi? Ivi selene* ler, bazen bilimde de, mühendislikte de
pek faydalı o lu rlar Km:a ITÜ'yü bu yüzyıl başındaki en feci
günlerinde bile ayakla tutan gelenekten başka neydi? Madencilere
de onları halHa y»i ınl ıştıracak gelenek gerek - yoksa ithal
bile edilebilir
LIII
H er Dağa Tırman?”
16 Aralık! Bu yıl İhsan Ketin'in aramızı l.uı ayrıldığı 16 Aralığın
üçüncü yıldönüm ü. Bir gün sonra, y.ını 17 Aralık d?. Hasan-Âli
Yücel'in doğum unun 101. yıldonumıi Cumhunvei'in
kuruluşundan sonra ülkemize gelen ay imliğin iki meşalesi.
Ketin 1914 doğum lu - demek Hasan-Alı ı ucvl'den 17 « >■küçük.
1932'de biri talebe müfettişi olarak Atatürk'ün eğitim seferberliğinin
hizmetindeyken öteki o seferberliğin bir pnrç»sı
olarak Almanya'ya doğru yola çıkıyordu, kayscri'de Türki'
ye'nin o zam an yalnızca on yedi lisesinden biri olan Kayseri ■ 1
sesi müstahdem i Ali Efendi'nin oğlu İhsan, okuma bile bilme
yen babasının çalıştığı liseyi bitirmiş, devletin yurtdışı ımtıhJ'
nını kazanarak Almanya'ya yollanıyordu. Öğretmen olacak* 1
O k ul m üdürleri olan Yunus Kâzım Köni kendisine bunu Sflltk
vermişti. İhsan ve arkadaşları ülkelerinde nesillerin goriTH’d iğ 1
bir heyecanla doluydular. Atatürk okullarını ziyaret edeı
onu görmek için okul duvarına tırmanan öğrencilerin ağır' 1
la duvar yıkılmıştı. Ama yıkılan duvarın lafı mı olurdu! C*.r
mek istedikleri sarı saçlı adam koca bir imparatorluğu dev"
mişti, onunla beraber Türk milletini kul köle eden, ele güne re
zil eden bir dünya görüşünü devirmişti. Ülkelerini ellerinden
alırız sanan düveli muazzamayı devirmişti, İngiliz İmparator
lu ğu'n u n hükümetini devirmişti. İhsan ve arkadaşları devrilen,
yıkılan harabelerin üzerinden onun elinden tutarak atlamışla1-'
insanlığa, haysiyete, uygarlığa, bilime koşuyorlardı. Bu ç o c u k
larda kendilerine öyle bir güven vardı ki, gittikleri Almanya'da
A lm anların hayranlık dolu bakışları karşısında ev sahiplerini
Her Dağa Tırman 193
bile neredeyse küçük görüyorlardı. Ç ü n k ü ü lk e le rin d e m is li
görülmemiş bir başarının temsilcisi olan ve nereye g ittiğ in i b i
len bir idare, kendinden çok vatanını seven idareciler, id a re n in
nasıl olacağını bilen zeki ve b ilg ili bir lider vardı. H er şe y d e n
önce o ülkenin insanları olm akla kıvanç d u y a n y u rttaşla rı v a r
dı
Ne zaman gerçek bir hikâyeyi anlatan The Sonnd or M u sic
müzikalinde77 başrahibenin, yaşam ına bir y ö n arayan g e n ç rahibe
adayı Maria'ya bir şarkıyla verdiği tavsiyeyi m ı n id a n s a m
aklıma hep İhsan Ketin'in A tatürk'ten alg ıla m ış o ld u ğ u n u s a n
dığım tavsiye gelir:78
Her dağa tırman, alçakta ve yüksekte aran.
f ler yolu, bildiğin her patikayı izle.
I ler dağa tırman, her dereyi geç,
I ler gökkuşağının peşinden git;
Ta ki rüyanı bulana dek.
O rüya ki, verebileceğin tü m sevgiyi gerektirecek,
Yaşadığın sürece, yaşam ının her g ü n ü .
Gerçekten de A lm anya'dan bir jeolog o lu p y u r d u n a d ö n e n
Ihsan, her dağa tırm andı, alçak yüksek d e m e d e n a ra n d ı, her
yolu, bildiği-bilmediği her patikayı y ü r ü d ü , her dereyi geçti,
ber gökkuşağının peşine d ü ş tü ve nihayet hem k e n d is in in h e m
de kendisine bu yolu gösteren b ü y ü k d â h in in rü y a s ın ı b u ld u ,
bütün dünyayı kendisine ve ülkesine hayran bırakacak b ir keşif
yaptı. Bütün dünya o n u n keşfini k o nuştu , y a z d ı, ç iz d i - hatta
yerbilimleri tarihinin en b ü y ü k devrim i altm ışlı y ıllard a y aşanırken,
bu devrim i yapanların en ö n e m lile rin d e n b ir i79 o n d a n
esinlenmiş o ld u ğunu söyledi. A vrupa en b ü y ü k m a d a ly a la r ın
dan birini80 ona verdi. Bir sürü uluslararası y e rb ilim i k u r u lu ş u
onu şeref üyesi olarak seçmek için yarıştılar. Ö ld ü ğ ü n d e , a y n ı
devrimin bir başka b ü y ü k önderi*1 "y ü z y ılın en b ü y ü k je o lo g
larından birini kaybettik" diye yazdı Ö lü m ü n d e n sonra o n u n
adına ihdas edilen konferansları vermeye d ü n y a n ın en b ü y ü k
yerbilimcileri talip oluyorlar. İhsan Ketin, 1932'de k e n d isin e verilen
büyük görevi eşine ender rastlanılan bir başarıyla y erine
getirmiştir.
Ama bu görevi yaparken... iki oğlu öldü gitti. Birini çocuk,
1 9 4 Zumrücnînud
iğe rin i koca d e lik .in liy k e n kaybetti. İlk çalıştığı üniversite
ontın iv r A ta 'n ın ) rüy a sın ı a n la y a m a d ı, Ih san K etin oradan ayrıldı.
yeni hır yere g itm e k z o ru n d a k a ld ı. H e p kıt kanaat geçin
e b ild i, bir a p a rtm a n d a i r e m zur a la b ild i. A m a rüyasının gerektirdi^»
sevgiyi bir d irh e m h ile esirg e m e d i, y aşad ığı sürece,
yaşadığı h -r g ü n ! O sev^ı o n u v a ta n ın a , ailesine, bilim in e , çevresine
ve ipsanlıga ay nı sıkı b a ğ la rla b a ğ la d ı ve İhsan Ketin,
aşk, m u tlu lu k ve d o y u m lu lu ğ u n tad ı d a m a ğ ın d a , gülüm seyerek,
A ta'sına g öre v in i y a p tığ ı h a b e rim m ü jd e le y e re k b u dünyad
a n ay rıldı. N e m u tlu ona!
LIV
101. Yaşında Türk Aydınlanmasının
ikinci Mimarı Hasan-Âli Yücel82
CBTnın il Ocak 1998 tarihli ve 567 numaralı sayısındaki
"ZümrüH<_*n Akisler" yazımın başlığı Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin
idi8 3 Orada cumhuriyetle birlikte başlayan büyük aydınlanma
haroketinin Atatürk'ten sonra kuşkusuz en görkemli ismi,
hatta bu muhteşem hareketin ikinci mimarı denebilecek derecede
sorumlusu olan gelmiş geçmiş en büyük, efsanevî Millî Eğitim
Bakanı Hasan-Âli Yücel'in artık bir daha unutulmamasını
temenni etmiştim. Yücel, Atatürk'ün elinden 10 Kasım 1938
Per/ nıK- günü saat 9'u 5 geçe Dolmabahçe'de düşen, Türk'ü
avdmlatan uygarlık meş'alesini ilk kapan ve onu azîz ölünün
başının üzerinden göklere kaldıran, Türk halkının tüm uygar
'i uslar gibi pırıl pırıl bir aydınlıkta yaşaması için bütün yaşamım
feda eden büyük bir medeniyet önderiydi. İçten bir adam-
‘iı Yaptığı her şeyi inanarak, duyarak, yaşayarak yapmıştı. Halkına
uygarlık yolunda hizmet etmek, yüzlerce yıldır horlanmış,
insan haysiyetinin temelini teşkil eden bağımsız düşünmeden
menedilmiş olan ulusuna eleştirel akıl yolunu göstermek ve insanın
en yüce ürünü olan bilime onu da ortak etmek adeta tek
yaşam sebebiydi. Bu büyük ve asil idealler uğruna çalışır çabalarken,
çirkin ve kirli politikanın ayağına dolaşabileceğini, gönlü
gibi aklı da dar insanların önüne çıkabileceklerini düşünememişti.
Bu akıl fakirlerinin oluşturduğu yığıntı önünü tıkadığı
zaman; büyük önderi ve "dava" arkadaşı Atatürk'ün ulusunu
içinden çekip çıkarmak istediği bataklığın kabardığını hissettiği
zaman bile küsmedi, işi dervişliğe vurup kalemine kâğıdına sa
196 Zumrütnâme
rıldı. Bakanlıktan idare ettiği aydınlanma hareketini yazı masasından
körüklemeye koyuldu. Ve 26 Şubat 1961 eunü vuralı
kalbi bu mücadelede nihayet yenik düştü. Hasan-Âli Yücel'ın
fani bedeni Ankara'nın toprağına karıştı, soylu ruhu da koşj
rak Anıtkabir'e, hasretiyle yanıp tutuştuğu Ata'sımn yanına gitti.
G eçtiğim iz 10 Kasım'da ulusunun şahlanan medeniyet aşfcnı
A tatürk'ün yanında selamlayanlar arasında o da vardı! Ha
kıvla kim bilir kaçıncı defadır kucaklaşan büyük önderin yanın
da, o da meslek yaşamı boyunca yetiştirdiği, yetiş, irttiğı, üzer
lerine titreciiğı o güzide öğretmenlerin yarattığı milletini, zırva
lığa "A rtık dur!" diye bağıran halkını, kıvançla bağrına bası
yordu.
17 Aralık 1897 dâhi M illî Eğitim Bakanımızın doğum günü
olduğuna göre, yaşasaydı bu yıl 101. yaşına basacaktı. Haşan
 li Yücel ne yazık ki bu kadar yaşayamadı. Ama onun fikirlerinin,
ideallerinin ölmemesini ulusal bekamız açısından gerekli
gören bazı uygarlık bekçileri onun hakkında kitaplar yayımla
maya devam ettiler, onun bazı eserlerinin yeni baskılarını yap"
tılar. Bu çalışmalarda çok büyük bir pay ve yük üstlenen büyük
dâhinin kadirbilir ve çalışkan, vatansever kızı Canan Yücel htv*
nat beni tüm yıl boyunca bunlardan haberdar etmek n ezâketim
gösterdi, bana bu eserleri yolladı. Ben de burada Türk Aydın*
lanması nın tarihi, şimHiki durumu ve geleceği ile ilgilenen
herkesin mutlaka okuması gereken bu eserleri s ıra lıy o ru m
Hakkındakı kitaplar: Doğumunun ıoo. Yıldönümünde Hasan-ÂU
Yücel Sempozyumu, Bildiriler (İzmir Üniversitesi Öğretim Elemanları
Derneği, İzmir, 199H), ır.o Doğum Yıldönümünde Hasan-
Âli Yijçi’! <A ta tü rk Kültür Merkezi Başkanlığı/UNESCO Türkiye
M illî Kumısyonu, 1998); Yücel'in kendi kitapları: Dinle Benden
(Kültür IV k r.n lığ ı, H . Â. Yücel Ktillıy.ıtı VI, 1998); Sızın İç in
(Kültür Bakanlığı, II Â Yücel Külliyatı VIII, 19^8), Sizin 'çır'
(resimli baskı. K ü ltü r Bakanlığı, ÇocuV Kitapları, 1998): iyi Vatandaş,
lyt tnsan 'M illî Eğitim B akanlığı, İnsan Hakları Eğitimi
Dizisi, 1998); Geçtiğim Günlerden (2 haslı. !!riı>ım r«**M Millî
Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçler (2 b.ı»kı. k u lim Bak.mlığı, II
A. Yücel Külliyatı l, 1998); Pazartesi Kı.>nu>nw.'.ırı (H. Â Yücel
Külliyatı; Kültür Bakanlığı, 1998).
Hasan-Âli Yücel 197
Bu kitaplın okuyacaklar Atatürk aydınlanmasının o sıcak,
emin, keyifli havasının tekrar ciğerlerini doldurduğunu duyacaklar,
yıllardır önlerine düşmüş olan başlarının kendiliğinden
tekrar kalktığını hissedeceklerdir. Öğretmenler, kutsal mesleklerini
ne zamandır hor gören sefilleri Yücel'in o yüce gölgesinin
ezdiğini ".örecekler, küçükler ellerini Atatürk'le beraber tutacak
bir gerçek büyüğü daha yanıbaşlarında hissedeceklerdir. Ellerinde
çantaları okullarına giden çocuklar başlarını Anıtkabir'e
çevirdiklerinde oradan kendilerini uygarlığa davet eden ışınlar
arasında Y j c i T i tekrar seçebilecekler ve onunla birlikte, Atatürk'ün
bize gösterdiği akıl ve bilim yoluna sapacaklardır.
L V
Eleştiri ve Suçlamaw
Yıllardır Türklerin tartışmayı bilmediğini düşünür hayıflaninni
Çünkü tartışmayı bilmeyen bir toplumun bilimsel diişürıemeuccefr,
bilimsel düşiinemeyen bir toplumun da uygar olamayacağı kanısındayım.
Uygar olamayan toplumlar da, tarihte Osmanlı,
Çin, Hint ve Aztek, İnka kızıJdenlı kültürleri örneklerinin herhangi
hır yanlış yoruma neden olamayacak bir açıklıkla gösterdikleri
gibi, mutluluk ortalaması düşük, hasta cemiyetler oluştururlar.
eninde sonunda da uygar toplumlarm güdüm üne girip
sömürülürler
Tartışmayı bilememenin kanunca çok önemli bir öğesi
eleştiri ile suçlamayı birbirinden ayıramamaktır. Hangi düzeyde
olursa olsun, yurttaşlarım arasındaki tartışmalarda yanlışlardan
ziyade, ysnlışı yapanın bulunmaya çalışıldığını, yanlışın
düzeltilmesi yerme, suçluyu cezalandırmayı tercih ettiğimizi,
kendimi/, bir yanlış yaptığımız takdirde ise bunu bir
suç bir günahmış tr.hı ..ıklamaya çalıştığımızı g ö z l e m i ş i m d i r .
*' P lakacılarım ı* arasında hemen her gün olan düzeysiz
suçlamalar, görevi tartışarak doğruyu bulmak olan bu insanların
dahi görevlerini yapabilecek anlayış düzeyinden ne deu
' a\ .^d“ klar,.nı göstererek halk, üzüp üm itsizliğe itmektedir
Vellıkle IngılızW arasındaki tartışmalarda ise bunun
lam UTSine yanlışların belirlonnu-v»* ve bertaraf edilmeye
çalışıldığını, kasıtlı ularaV bıı ms.ınn veya ' o p h ı m . , /.-»rar vermeyecek
hallerde ise suçlu aranmamasına bilhassa o,.en eos-
»erıldığini gormüşumdııı Kammva bu tark şuradan kaynak
lanmaktadın
Eleştiri ve Suçlam a 199
Eğer hakikatin kişilerce kolayca görülebileceği veya kişilere
"tebliğ »lilm i?" olduğu düşünülürse, kişinin böyle "açıkta
duran" bir gerçeği görmemekte ısrar etmesi veya kendisine
"tebliğ edilen" hakikati göz ardı etmekte ısrar etmesi bir yanlış
değil, istenilerek yapılan bir şeydir. Bir başka ifadeyle, bu işte
bir kötü niyet olduğu düşünülür. H albuki hakikatin karşım ızda
çıplak durmadığmı, hele b unun bizlere "tebliğ edilm esinin" de
mümkün olmadığını düşünürsek, gerçeğin ancak zorlu aram a
lardan sonra bulunabileceğini bilirsek, o zam an, onu b u lam a
mış kişilere kar^ı hoşgörüm üz artar. O zam an, "bu iş böyledir,
sen bunu niçin böyle yapm adın?" şeklinde otoriter ve suçlayıcı
bir tavır takınmak yerine, "ben bu işin böyle o ld u ğ u n u sanıyorum.
ama senin bunu başka bir şekilde yapm ış o ld u ğ u n u görüyorum.
Bana bunu niçin böyle yaptığını anlatır m ısın?" şeklinde
Jaiıa alçakgönüllü, daha uzlaşmacı bir şekilde yaklaşım lar
sergileyebiliriz. Gerçekten de karşım ızdaki bizden daha haklı
olabilir O zaman biz de yeni bir şey öğrenm iş oluruz. Aksi takdirde,
karşımızdakini kırm adan, onu geri d önülm e z bir savunmaya
itmeden, ona yanlışı gösterip, bundan dönm esini sağlayabiliriz.
Bir toplum yanılm az otoritenin varlığına bir defa inanm ışsa,
onu yukarıda anlatılan tarz alçakgönüllü ve uzlaşmacı tartışmaya
alıştırmak çok zordur —ama im kânsız değildir. Ö rneğin,
uygar toplumlarııı hepsinde halk Tanrıya, kutsal kitaplara
inanır, belirli günler topluca tapınm aya gider. A m a bu toplumiarda
bir de bilim ve bilimsel düşünce vardır. Bilim in to p lu m u n
refah ve emniyetinin kaynağı o lduğu buralarda yaygın bir kanıdır.
Bilim ve dinin çeliştiği yerlerde bilimin hep haklı olduğu artık
anlaşılmıştır. Buralarda din, gerçekleri tebliğ eden bir otorite değil,
insan vicdanını eğiten bir öğreti olarak görülür. Bu toplum
lardan büyük bilim adam ları çıkmıştır. Bunların yaşam hikayeleri,
çalışma tarzları, başarı ve başarısızlıkları biyografilerin, bilim
tarihlerinin, bilim felsefesi tezlerinin, hatta roman, hikaye,
piyes veya filmlerin konusu olmuştur. Halk, güvendiği ve onsuz
y a ş a y a m a y a c a ğ ı n ı çok iyi bildiği bilim in nasıl yapıldığını,
kabaca da olsa böyle öğrenir, bilim de en b üyük bilginin bile
otorite olm adığını, d ü n ü n varsayımlarının b u g ün ün gerçekleri
2 0 0 Z ü m rü c n â m e
o ld u ğ u n u , b u g ü n ü n gerçek lerin in de belki yarm ın yanlışlan
o la ca ğ ım t.ıkdır eder. G eıçeğ ın ancak gözlem ve akılcı eleştiri
y o lu y la •.■îde edilebileceğini, hiç kim senin yanlıştan kaçamayacağ
ın ı fark eder. A yıp olanın yanlış yap m ak değil, bunu saklam
ak o ld u ğ u n u görü r. Bunıın için yanlış yapana karşı hoşgörülü
d ü r. H atta "y an lış y a p m a m ış kişi, hiçbir şey y a p m a m ı ş t ı r "
sö zü bu to p lu m lard a pek y ay g ın ca söylenir. Kişiler yanlış yapm
a m ış olm ak la d eğ il, bulabildikleri veya k e n d i l e r i n e gösterilen
y an lışların ı d ü z e ltm e y e çah şm ış olm akla övünürler.
B öyle bir toplu m olm ayı ö zlu y o rsak , bilim eğitimine, özellikle
d o ğ a bilim lerinin eğitim in e halk içinde her d ü z e y d e büyü
k ö n em verm eliyiz
Notlar
1 CBT sayı 589, s. 18.
2 Adıvar A. A 1^45, Bıl.-ı Cumhuriyeti Haberleri, Tasvir Neşriyatı, İstanbul,
263 ss: AHıva*, A A . 1950, Dur, Düşün: Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul,
240 ss, Adıvar, H. E. (derleyen), 1956, Doktor Abdülhak Adnan
Adıvar, Ahınet îîj'ıt Yaşaroğlu, İstanbul, 240 ss. (Bu derleme kitaptaki
yazıların çı>ğu Adnan Adıvar hakkındadır. Yalnız 212. ve 223. sahifeler
arasında bazı yazılarından seçmeler, ss. 238-240 arasında da en son
makaİA^i yer almaktadır.)
3 Akun -J. E., 1995, Anadolu Uygarlıkları, 5. Baskı: Net Turistik Yayınlar
A. Ş '»Unhul, ss. 505-637; Akurgal, E., 1998, Türkiye'nin Kültür Sorunları
Ri!g; Yayınevi, Ankara, 223 ss.
4 Kopruliizade M Fuat, 1934, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar,
Kanaat Kitabevi, İstanbul, VII+311 s.; Halasi-Kun, T. (Toplıyan), 1964,
Demot'un Yolunda/On the Way to Democracy, Publications in Near and
M>H<ile East Studies, Colum bia University, Series A, c. III, M outon &
o., London, The Hague, Paris, XXXII+[II]+928 ss.; K öprülü, O. F.
(ilerleyen), 1972, Köprülü'den Seçmeler, M illî Eğitim Bakanlığı K ültür
Yayınları, Devlet Kitapları, M illî Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul,
XI+184 ss.
5 Yücel, H.-Â., 1937, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1111+320 ss. (yeni baskısı: T. C. Kültür Bakanlığı Yaymlan/2105, Sanat-
Edebiyat D izisi/170-35, 1998); Yücel, H.-Â., 1938, tçten-Dıştan, Ulus Basımevi,
Ankara, 109+[2] ss; Yücel, H.-Â., 1955, Hürriyete Doğru, İnkılâp
Kitabevi, İstanbul, 302+[2! ss. (bu kitap 1960'ta yayımlanan Hürriyet
Gene Hürriyet'in 1.-380. sayfaları arasındaki ilk kısm ım kapsar); Yücel,
H.-Â., 1960, Hürriyet Gene Hürriyet, Türkiye İş Bankası K ültür Yayınları
seri 1, sayı 14, Ankara, XXXI+671 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet Gene
Hürriyet l, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları/2093, K ültür Eserleri Dizisi/220,
H. Â. Yücel Külliyatı V, XXIX+671+[3] ss.); Yücel, H.-Â., 1966,
Hürriyet Gene Hürriyet, 2. cilt, Eronat, C. Y. (Derleyen), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara, VII+985 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet
Gene Hürriyet 11, Eronat, C. Y. {Derleyen}, T. C. K ültür Bakanlığı Yayın-
202 Z ü m rü tn â m e
la r ı/2 0 9 4 , K ü ltü r Eserleri D izisi/220, H.Â. Yücel Külliyatı V
IX+983+[3] ss.); Y ücel, H.-Â., 1974, Kültür ÜzerineDiişünceitr, !| Bankası
K ü lt ü r Y a y ın la rı E debiyat Dizisi: 35, Ankara, 238 ss; Yucrt H Â.,
1995, Öğret men-Öğrenci Köşesi, T. C. K ültür Bakanlığı Yayınları/1791.
T ü r k k la s ik le ri D iz is i 41, H . Â . Yücel K ülliyatı IV, Ankara, XVI+611 ss;
Y ü c e l, H .- Â ., 1998, Hürriyet GeneHürriyet III, Eronat, C. Y. (Derleyen)
T. C . K ü lt ü r B a k a n lığ ı Y ay m lan/2 0 9 5 , K ültür Eserleri Dızısı/220, H A.
Y a c e l K ü lliy a tı V, [IJ+410+13] ss.); Hasan-Âli Yücel'in deneme/makale
tü r ü n d e k i y a z ıla r ın d a n örnekler görm ek isteyenler aynca şuraya da
! a l a b ilirle r: A y d o ğ a n , M . (yayına hazırlayan), 1997, Hasaı,' .Ûı U f l-
Koy Enstitüleri veKöyEğitimi ileİlgili Yazıları-Konuşmaları, Koy Fnstıtu
l«*rf t^ jg d a ş E ğ itim V akfı Y a y ın la n Tanıtım Dizisi: 2, Ankara, ss. «>>397
fı A d n a n A d ıv a r 'ın şu satırlarını buraya alm adan edemedim. "Altmışını
pçv^.ınıj bir b ü y ü k baba d ü ş ü n ü n ü z ki hiç bir mecburiyet olma-!jn sırf
« .ıııu n e v ı1 u y g u n lu ğ u n u gösterm ek için 'torunuma ımtihanUnnıta
m u v a ffa k iy e tin d e n d o la y ı hocaları çok alâka gösterıyorlaı' diyecek
v e rd e 'to n ır u ım llln sm açlardaki başanlarından ötürü öğretmeni « ı P *
ilg ile n iy o r l« ı desin. Bu bedbaht uzengeç (ben de iğrenç veznırde böyle
b ir lehlin •• icat ettim g a lib a )'iu ne kendi yaşındakiler ne de geMt*"1
ta r a fın d a n .atVıslanacağım sanm ayınız. Ç ü n k ü bu zat gençlik için**'
k u v v e tli cl«*ğil en zay ıf bir karakter olan uysallığa (Coııformısme) t * ı u‘
yor. ... Belki v a şlı'a rın g ençliklerinden beri konuştukları ana dillen»
k o n u ş m a la r ın d a bir fayda •"•a vardır: O nları dinleyen genç nesi', kim
b ilir b e lk i b ir e ü n «-.ki >itapları o kum ağa merak edecek olursa ora
k e lim e le r, tabirler» karşı I »ir k u la k d o lg unluğu edinirler." (Adıvaı,
1945, a.g.e s 33)
7 Bu k ita p ta XXXV. b o lu m
tt "T h e E n g lish langtıage i ı 'he sea vvhich receives tributaries from every
re g ıo n u n d e r h e aven", M r C 'n m K , Cran, W. ve MacNeil, R., 1986, The
'tory o f Inglislı, Elisabetlı Sifton B*v>ks, I’enguin Books, New York, s. 11-
11 l <'wis (, L., 1997, Turkish Lnw>uj|^ rvlorın: the episode of the Sun-
L a n « n gt- Theory, Tıırkic Lnngttugcs, c 1, ss. 25-40. Levvıs burada çok
h a k lı olarak. A ta tü rk 'ü n y a n ıld ıe m ı n lıd ıg ı .ında en sevdiği görüşler
in d e n bile dt-rl«.ı! «I. .tm . -.ı bilen b ü y ü k bir d!W*ı olduğunu, ancak kend
ile r in i o n u n izin d e sayanların pek çnftunun aynı zihin esnekliğini ve
b ilim s e l tavrı «m izley em ediklerini ilgine orneMoıle vurgulamaktadır.
15u k ita p ta d a pek rok yerde okuyucu Atıim-ı-'un hiçbir fikrin, hiçbir
g ö r ü ş ü n , h içb ir d o g m a n ın « i n olm adan m ıt m i ve eleştirol dujur-bıl
m e ş in in v u rg u la n d ığ ın ı görecektir.
İti f ili k o n u s u n d a bir noktaya ilah a .l»>*ımn.-.U-ıı K«%onı«-y»-ıfjvlm sık stk
. lu y d ııfc u ın , o k u d u ğ u m "halk d ili", "halkın ntıl.ıy.....£ı ,|||- Kavramı
ö z e l b ilim s e l l«Tinınol<>|i 'W- y - ı / ı l n v f vı- am .ıV ınuı. l. .».ıM .ırm ıZ|f.Vl;ı„_
Uf«.**Vlerı e s e r le r in d ı^ ın d .ı, h «-*kr*ın o rtak dilin in d«* ötesinde, ı-nteluk-
N otlar 203
turllcr dıjuvla, bir dılı kastederse, kanımca halkı küçük görme, hatta
lıalka hak. ret öğelerim içerir. Her ne kadar bir toplum un kendi arasında
anlaş-ıbiie- eği tek bir dili olması ideal bir durum sa da, b u ideale
çok çeşitli nedenlerden ölürü pek ender hallerde yaklaşılabilir. Ancak,
ekonomik durumu, sosyal sınıfı veya herhangi bir diğer nedenden ö tü
rü, toplumun geri kalan kısmına nazaran kelime ve kavram hâzinesi
fakır kaimi] ifade ?eklı ilkel, hatta hatalı cümlelerin ötesine geçememiş
toplum alt kümelerinin sonsuza kadar bu durum da kalacağını farzederek
yalnızca onlara seslenen bir yazın oluşturmak, onları o ilkel hallerine
mahkûm etmek demektir. Antrolopog ve sosyal psikolog Robert B.
Kdgerton, mesela, ilkel kültürleri gelişmiş kültürlerle karşılaştırmayı
onları küçümsemek olarak gören antropolojik ve sosyolojik görüşlere
karşı, bilakis ilkel bir toplum u gelişmiş bir toplum la aynı uygarlık d ü
zeyinde görmeye kalkmanın, ilkel toplum lan bulundukları ilkellik d ü
zeyine mahkum etmek olacağını pek güzel anlatmıştır (bkz. F.dgerton,
R B , t “92, ^ick Socıeties - Challenging the Mylh o f Prinıitive Harmony,
The Free Press, A Division of Macmillan, New York, 278 ss.). Yazar olarak
da betıım görevim, halkıma yapabileceğimin en iyisini, kendi ihtisas
dilimi yazılarıma bulaştırmadan, vermektir; yoksa kendi kendime
halkın bulunduğu düzeyi vehmedip, ona göre bir metin oluşturmai
değil Yazın dünyasında pek çok beceriksizliğin ve yeteneksizliğin bu
tür özürler arkasına sığındığı da bütün dünyada bilinen bir gerçektir.
11 c. Kasım 1997/13 Aralık 1997; CBT, sayı 560, s. 7.
12 24 Kasım 1997/20 Aralık 1997; CBT, sayı 561, s. 5.
13 24 Kasım 1997/27 Aralık 1997; CBT, sayı 562, s. 5. ilk yayım landığı yerde
bu yazı Hasan-Âli Yücel'in aziz hatırasına ithaf edilmişti.
14 17 Aralık 1997/3 Ocak 1998; CBT, sayı 563, s. 5.
15 27 Ekim 1997/10 Ocak 1998; CBT, sayı 564, s. 5.
16 27 Aralık 1997/17 Ocak 1998; CBT, sayı 565, s. 5.
M 24 Kasım 1997/24 Ocak 1998; CBT, sayı 566, s. 5.
1 * 19 Ocak 1998/31 Ocak 1998; CBT, sayı 567, s. 5.
19 18 Ocak 1998/7 Şubat 1998; CBT, sayı 568, s. 5.
20 8 Şubat 1998/14 Şubat 1998; CBT, sayı 569, s. 5.
21 Bkz. Hürlimann, T., 1998, "Der Hegel des Theaters - Das Brechtsche
Dramaturgie-System", Nene Ziireher Zeitung, 219. yıl, sayı 31, 7 ./8 Şubat,
s. 65.
22 Brecht & Co. Biographic: Europaeische Verlagsanstalt, Hamburg, 1997
23 19 Ocak 1998/21 Şubat 1998; CBT, sayı 570, s. 5.
24 24 Kasım 1997/28 Şubat 1998; CBT, sayı 571, s. 5.
25 24 Kasım 1997/7 Mart 1998; CBT, sayı 572, s. 5.
2 6 B kz. K uban. D., 1 9 9 4 , İs ta n b u l, 'a n i ç ö k ü ş 'ü y a ş a y a n b ir k e n t o ld u - CliT.
s a y ı 3 9 0 (10 E y lü l 1 9 9 4 ), ss. 8 -1 0 , a y rıc a ö n k a p a k .
2 7 18 O c a k 1 9 9 8 / 1 4 M a rt 1 9 9 8 ; CBT, sa y ı 5 7 3 , s. 5.
204 Z ü m rü tnâm e
28 3 O cak 1998/21 Mart 1998 CBT, sayı 574, s. 5.
29 21 M art 1998/28 Mart 1998 CBT, sayı 575, s. 5.
30 Bu kitapta XIV. bolum .
31 Yazıma yayın yönetim i tarafından eklenen öz cümle şuydu: ""Nihaî
gerçek lerin olm adığını ve gerçeklere sadece tartışarak yaklaşabileceğ
im izi öğrenm eliyiz." Haı'buki ben yazımda yalnızca nihaî gerçeklerin
olsalar bile bilinemeyeceğini, bunların tesadüfen keşfedilmiş o»malan
I launcie bile b u n u n farkına varılmasının m üm k ün olmadığım söylem
iştim Bu nedenle öz cüm lenin ilk kısmı benim dediklerimi yansıtmı
vordu Renim metafizik inancım bizim dışım ızda gerçek bir âlemin
Cvrjru "nih ai gerçeklerin") olduğu yönündedir. Bilimsel olmayan bu görüşü
savunacak bir yazıyı, O rhan Bursalı'ya söz vermiş olduğum halde
ne yazıl kı zam an darlığından yazam adım (bir sonraki dipnota da
bkz).
32 27 Mart 1908/4 N isan 1998 C B T . sayı 576, sahife 5. Bu makalem ile ilgi
li olarak hkz. Bursaiı, O., 199P., N ihaî gerçeği aramak: CBT, sayı 57fc, s.
3. Bursaiı bu yazısında nihaî gerçegın olduğu konusunu sorgulayarak,
b u n u n bınnnden ziyade ilâhiyatın m evzuu olduğunu söylüyor. Ben
kendisiyle aynı kanıda değilim . N ihaî gerçek varsayılmadan -ona ulaşam
ayacağım ı»! veya tesadüfen ıılaşsak bile bunu bilmemize imkân olm
a d ığ ım bile bîj«-- b ilim yapm anın im kânsız olacağı kanaatindeyim
O rhan'a kendisine <~F<T sayfalarında cevap vereceğimi söz vermiş olm
am a rağmen, dıger işlerimin ağırlığı ne yazık ki buna olanak tanımadı.
Bu konuda dovtıtucu bilgi edinm ek isteyen okur şu esere başvurm
alıdır: Popper, K R., 1983. Realısm nnd the Aim o f Science, Rovvman
and I.ıttlefield, Totovva, xxxix+420+l3J ss.
33 14 M art 1998/11 N l u n CBT, sayı 577, s. 5
34 M Mart 1 9 9 8 /1 8 N iM n 1998 CBT, sayı 578, s. 5.
35 21 N isan 1 9 9 8 /2 5 Nisan 1998 CBT. sayı 579. s. 5.
36 A tatürk'ün bu sözlerini? paralel b ir tutum unu Mina Urgan anlatıyor:
"M ıı4 a(a Kemal 'Hanım efendi bu çocuk kim?* diye sordu. Annem de
'kızım , rfendını’ demek zorunda kalmıştı Mustafa Kemal, karşıma geldi,
elini uzattı Ben de elini öpeceğime, >ılı sıkı tutup salladım. Annem,
op' dercesine, b***1 M ir s iz bir harekrt yaptı Mu%iafa Kemal, bunun da
farkına vardı Hanım efendi, o l-enım arkadaşım, elimi neden öpsün
ki?' dedi. Sonra. 'Yiyecekmiş gibi, neden öyle bakıyorsun bana?' diye
sordu. 'Efendim, sızı daha once hiç norm«miytim de ondan' dedim.
M ustafa Kemal, 'g-mn»»d«nse senin kabahatin Çankaya'daki evimi bilm
iyor m usun? Oraya pekâlft gelebilirdin. Artık beni tanıyorsun. Carun
istediği vakit oraya gel. b»-n« görmek >*»rdıfcııu söyle.’" (U rg ın . M .
1W (j, B ir rhnozorun A n ılan. Yapı K n J ı Y «ym U n . Imtanbul. * 157)
37 K .ıy d «lilm rtn i| /2 Mayıs I W * CBT. Myı 5*10, •. 5
38 23 Şubat 1998/«» M a y » I W < «T, sayı 581. s 5
N otlar 205
39 28 Nisan 1998/16 M ayıs 1998 CBT, sayı 582, s. 5.
40 28 Nisan 1998/23 Mayıs 1998 CBT, sayı 583, s. 5. Bu m akale ile ilg ili
bkz. Tanyeli, U , 1QQfi Uzmanlık ne işe yarar? Arredantento M im arlık, sayı
100+4 (Haziran 1908/06), ss. 10-11; Şengor, A. M. C., 1998, U z m a n lığ ın
tuzakları, Arrednmenlo Mimarlık, sayı 100+6 (Eylül 1998/09), s. 46; Tanyeli,
U., 1998. Sınat ve rasyonalite üzerine, aynı yerde, s. 47; Karaesm en,
E . 1998, Bilimse! nesnelliği sanatta aramalı mı? CBT, sayı 589, ss. 18-19.
■I 28 Nisan l<w «/30 M .ıyıs 1998 CBT, s a y ı 584, s. 5
42 28 Nisan 1998/6 Haziran 1998 CBT, sa y , 585, s. 5.
43 15 Mayıs 1998/1^ H.ı/ıran I9Q8 CBT, sayı 586, s. 5. Bu yazı ilk y a y ım
landığında 1TU, Maden Fakültesi, jeoloji M ühendisliği B o lüm ü, G enel
jeoloji Anabilim T'tlı paleontoloji (eski yaşam bilim i) doçenti sevgili
dostum Dr
'ehmet Sakınç a özellikle gençler arasında genelde d o ğa,
özelde de n.ıleontoloji aşkmı çok büyük bir başarıyla y aydığı için ith a f
edilmiştir
*4 Faup«-Saint !n n d , D 7em e d e la R e p u b liq u e [1799], Histoire Naturelledelaf'AontagnedeSaint-Pierre
deMaestricht, H . J. J a n s e n , P a r is ,
263 ss
i 18 M jyıs 1998/'20 H a z ir a n 1998 CBT, s a y ı 587, s. 5.
46 18 May\s 1008/27 H a z ir a n 1998 C B T , s a y ı 5 8 8, s. 5.
47 Bkz. yukarıda IV. bölüm .
48 23 H aziran 1998/4 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 589, s. 5
49 lOT -mnruz 1998/11 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 590, s. 5. B u y a z ı 2 7 H a z i
ran 19^* A dana-C eyhan d e p re m i m ü n a s e b e tiy le y a z ılm ış t ır .
50 ?Q Nisan 1998/18 T e m m u z 1998 C B T , sa y ı 591, s. 5.
51 19 Temmuz 1998/25 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 592, s. 5. B u m a k a l e m l e i l
gi ı olarak bkz. Ö rs, Y., 1998, F elsefede İy o n y a d o ğ a c ıla r ı v e A t i n a o k u
lu, CBT, sayı 600, s. 15; Şengör, A . M . C-, 1998, İ y o n y a d o ğ a b i l i m c i l e r i
ve Atina o k u lu üzerine..., C B T , sayı 604, s. 15. Ö r s , V., 1998, F e ls e f e n in
evrimi ve felsefe o k u lla rı, C B T , sa y ı 611, s. 15. B u r a d a d a Y a m a n Ö r s
■■□ra ile başlattığı p ek fa y d a lı ta r tış m a y a d e v a m e t m e k n i y e t i n d e o l
m am a rağm en, d iğ e r iş le rim in a ğ ır lığ ı b u n a e lv e r m e d i.
52 16 Tem m uz 1998/1 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 593, s. 5.
53 23 H aziran 1998/8 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 594, s. 5.
54 8 Ağustos 1998/15 A ğ u sto s 1998 CBT, s a y ı 595, s. 5.
55 23 H aziran 1998/22A ğ u sto s 1998 C BT, sa y ı 596, s. 5.
56 12 Ağustos 1998/29 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 597, s. 5.
57 28 Ağustos 1998/5 E y lü l 1998 CBT, sayı 598, s. 5.
58 Denkel, A., 1998, Felsefe, b ilim ve d in d a r lık : C B T , s a y ı 5 9 3 (1 A ğ u s t o s
1998), s. 18-20.
59 29 N isan 1998/12 E y lü l 1998 CBT, sayı 599, s. 5.
60 28 Ağustos 1998/19 E y lü l 1998 CBT, sayı 600, s. 5.
61 18 E ylül 1998/26 E y lü l 1998 CBT, sayı 601, s. 5.
206 Züm rücnâm e
62 28 Ağustos 1998/3 Ekim 1998 CBT, sayı 602, s. 5. Bu yazının y a y l a n
m asından hemen sonra bir iki dostum bana makalemde bilimin »maçının
sanki yalan üretmekmiş gibi göründüğünü söylediler Bu kar utıa
yazının dikkatsizce okunmasından türediğini sanmakla birini. bilim
in gerçeği bulm ak olan amacına varmak için kullandığı en in n üç
yöntem den birinin yalan üretmek olduğunun altını çizmek İsla mı Ta-
.1 kı a m a ç y a la n ü re tm e k d e ğ il, d o ğ r u y u bulm aktır. A m a her ursav
ıı ı yel'-rsiz v e riy e d a y a n a n b ir m a sal o ld u ğ u n a göre, varsa* mîan
ü r e fe n H 'ım c ıle r , y a z ım d a da s ö y le d iğ im gibi, varsayım larının , * büv
ü k bsr olasılık la d o ğ r u o lm a y a c a ğ ın ın bilincindedirler. Varsayın lann
tek v .ırh k ıırdı-nh-rı ö n c e k ile rd e n d a h a başarılı bir şekilde go*lrıri**ı
a ç ık la y a b ilm e le r id ir . H a tta b a zı p ro b le m le rin çö zü m ü n e bir yaklaşını
s a k la y a b ilm e k iç in , d o ğ r u o lm a d ığ ın ı b ild iğ im iz halde kullandırın ,r
v a r s a y ım la r d ü ş ü n c e le r v a rd ır ki b u n la ra hoyristik (bulgusal, ıh
te k ş ifî-* v a r s a y ım la r veya d ü ş ü n c e le r d e n ir (hoyristik= keşfe, anlamaya
y a r a y a n , y n l gösteren; Y u n a n c a eurisk-ein'den: bulm ak). Orn.: Einste
in , A ., 1905 1r,->er e m e n d ıe E r z e u g u n g u n d V erw andlung des Ij«
b e tr e ffe n d e 'i h «u ris tıs c h e n G e s ic h ts p u ıık t [Işığın üretim i ve değlfiıni
ile ilg ili h o v ris tik b ir b.ıK iş açısı ü ze rin e ), Aıttıaleıı d er Physik, 4. '«iri c
17, s 132-14H A rr-a .Jo g ru o lm a d ığ ı b ir defa k anıtlanan hiçbir varsa''»'
b ilim in k a lıc ı v a r lığ ın d a k e n d in e yer edinem e z. Bir diğer ifade ile içind
e y a ş a d ığ ım ız ' I t i m vı-y* o n u n b ir k ıs m ın ın gerçek bir b etim lenil'
o lm a d ığ ı k e s in le şe n h ıç h ır h ip o te z b ilim in âle m hakkındaki bilgi hazı
n e s in in p arçası o la m a z B ilim i, m asal, m ito lo ji, d in ve benzeri hayal
ü r ü n le r in d e n veya a h iâ k ve h u k u k g ib i tem eli ortak anlaşm aya d*y*-
" « I l u r a lla r to p lu lu k la r ın d a n ay ıra n en ö n e m li özellik bııdur.
63 20 P y lu l 19<J8/10 E l ım 1998 CBT. sayı 603. s. 5
64 8 A ğ u s to s 199ti/ i / I k u n CW7. sayı 604, s 5.
65 în F .k ım l ‘r»H /24 » k im l'#9H LUr »:ıyaM*
66 İlli M -ıd a -n I .ıkull<*%ı |« u l U tlu m u ı . i m r l |c<>lı>|i A n a b ılim D alı öğre-
*l m u y d c n f K İ t - n J m l u m v e h o c a m P n > ! I ) r l-a x lı Y O k la y , b u y * * * hit-
t ı k t r n v » n i ı i h .ın .t ( « t.ın b ııl B u v u k > v h i r l l t i r d i y n ı 'n d e b ir Znnıı» »
ı V | " r ı " A r u j 1 1 »im.i M u .lu ılii^ id m m k u r u M u ğ u n u h a b e r v e r d i. B u m u-
İ m İm,tu n ı» i 11vıı lık k a t le iz le m e k h e r ts t a n b u llu n u n can em n iyeti g e
r e ğ i d i r !
67 2C E k im 1998/31 F H m 1998 CBT. ...yı *06, s. 5.
68 10 E k im 199K /7 K asım 1998 C B T sayı 607, s. 5.
69 10 E k im 1 9 9 «/1 4 K asım 1998 C H T ^ y ı 608, s. 5.
70 15 K a s ım 1*^98/71 K asım 1998 C B T .ıy ıM M ,s 5.
71 K e tin , 1., 1976 TTırk m o d fr ıı ymılcıjtainin kunı<M *unu yitirdik
y ıl 27, -wıyı 10281(21 H a tır a n 1^76). •. 2
Alıı/r -ı
7 2 25 E k im l ‘« 8 / 7 H K.»-*ıın l ' « « « UT. sayı 610, s. S Pu m a k a le m le ilgili
ol.trak b k z B u lu tsu z , S . K ilim den iyisi: C B T , sayı b \2, s. |s
Notlar 2 0 7
73 Yalnız Feza Akça'nın yazısındaki tuy » ■ğ- fi (s 9) sevgili dostum
Mehmet Sakınç'ın dikkatimi çektiği gt Protarchaeopteryx e ait dtgıl,
Archaeopteryx'e aittir.
74 Bu kitapta s. 106.
75 24 Kasım 1998/5 Aralık 1998 CBT, sayı M İ, s 5.
76 20 Kasım 1998/12 Aralık 1998 CBT. sayı 612. * S
77 "The Sound of Music" (Müzığm Sesi) Turl^'v*! çok uygunsuz bir ş»*
kilde "Neşeli Günler" başlığıyla çevrilmiş, hasrolleri Julıe Andrevvs ve
Chrıstopher Plummeı'ın paylaştıktan muhtfjern film 1966 yılında sinemalarda
gösterilmişti.
78 Bu şarkının sözleri bu yazının CB1’d«* ilk baskısı esnasında bir bilgisayar
yanlışı nedeniyle hatalı dizilmiştir.
79 Prof. Dr. Dan P. McKenzie
80 Almanya'da Geologısche Vereınıgung b V tarafından verilen Gustav-
Steinmann Madalyası. Ketin bu önemli m adalyaya 1988 yılınd.» Uy.k
görülmüştü.
81 Prof. Dr. VValter C. Pıtman, III
82 15 Kasım 1998/19 Aralık 1998 CBT, sayı 613, s. 5.
83 Yukarıda VIII. bölüm.
84 10 Ekim 1998/26 Aralık 1998 CBT, say. 614, s. 5.
Dizin
1 ıc a rlı") A b d u lla h B e y 84 Bacon, Roger 81 , 133
Adıvar, M alide E d ip 180
(Santa) Barbara 1 8 9 ,1 9 0
dıvar, A . A d n a n 1 6 ,1 6 0
Barka, Aykut 22
•'■ımet Cevdet E fe n d i 82
Başgelen, Nezih 105
d Aiüy, Pie rre 41
Batur, Enis 24
Akça, Feza 186-7
de Beaumont, Elie 83
■urgal, Ekre m 1 6 ,9 5 - 6 ,101 2 ,1 0 4 -6 Beethoven, Ludvvig von 102
Acın S u lta n ı) A lâ ü d d in 65
Belhî 75
R u sç u k lu ) A li F e th i E fe n d i 84
B e ll, Jo hann A d a m v o n 5 2
,c;adrazam ) Â li Paşa 82
B e rk e r, R a tip 28, 3 1 , 35
Anaksagoras 133
B e rla ıı, R u th 56
A naksim ander 1 2 9 ,133
B e rn a rd , C la u d e 115
Anaksim enes 133
a l- B iru n i 84
Applem an, P. 152
B o h r, N ie ls 181
A ra s, Te v fik R ü ş tü 177
Bonap arte, N a p o ly o n 9 3 ,1 1 7
A rf, C a hit 35-7,1 18
Boratav, P e rte v N a ili 74-5, 77
Argand, E m ile 107
Boubee, N eree, 81-3
A rıo ğ lu , E rs in 93-4
Bram a nte , D o n a to 62
A rm stro n g , N e il 40,1
Bra nd a u, B irg it 154
A rşim e d 84
B ra u n , VVernher vo n 41
Atagan, Rabıa 23
Brecht, B e rto lt 55-7
Atahuallpa 174
Buch, Le o p o ld vo n 87
Atatürk, Mustafa Kemal 11, 13, ie>
Bude, G u illa u m e 115
19, 20, 32, 48, 74, 86, 88-91, (Ata)
94, 98, 100, 104-5, 119, 127 135
139, 149, 176-8, 180-1,' 184# 192
195-7
Atay, Falih Rıfkı 149
Aydemir, Şevket Süreyya 88
Ayvazoğlu, Erdil 189
B u ffo n , C om te de 118
B u rsa lı, O rh a n 15-6, 24, 58, 170
Chanet, Jean-François 123
Camper, A d ria n 112
de la Casas, Bartolom eo 173
Cauchy, A u g u s tin e -Lo u is 118
210 Zümrütnâme
Christopher, Peter 175
Cicero 62
Colbert, Jean-Baptiste 117
Conybeare 112
Cortez 173
Cuvier, Georges 84,107,112
Çeçen, Kâzım 22, 28, 31, 94
Dalfes, N üzhet 22
Dalton, John 84
Darvvın, Charles 97,151-2, 186
David, Jacques Louis 132
Dawe, George 47
Demokritos 62
Denkel, Arda 148
Descartes, Rene 84,133, 158, 180
Dilthey, VVilhelm 46
Dizioğlu, Bekir 28
Dökmeci, M. Cengiz 22
Dyson, John 175
Eichholz, D. E. 59, 60
Einstein, A lbert 24, 71, 84, 173,
180
Eratostenes 64
Emerson, Ralph Waldo 18
Enver Paşa 145,180
Erinç, Sırrı 21,185
Eronat, Canan Yücel 22, 196
Eskikaya, Şinasi 189
Euler, Leonhard 84
Eyuboğlu, İsmet Zeki 25
Faraday, Michael 84
Faujas-Saint-Fond, A. Barthplemy
110-111
de Fermat, Pierre 118
Fevzi Paşa 180
Feyerabend, Paul K. 56
Feynman, Richard 57
Fikret, Tevfik 19, 93
La Fontaine 118
Fourier, Jean 119
Franko 181
I. François 115
Fuegi, John 56
Galile, Galileo 56, 84, 180
(Sainte-) Genevıeve 12-
Ghose, Saroj 94
Goddard, Robert 41
Godding (Papaz) 111
Goethe, Jolınnn Wolfgaı»g 45-7,
164, 180
Goyn (y Lucıentes), Francisco •I'’
se) de 15, 93
Görür, Naci 21, 69
Green, Art 68
Guerin, Camille i I 's
Gutenberg, Johannes
Gürer, Cevat Abbas 89
Gürer, Hüseyin 89
Gürer, Melike 89
Gürpınar, Hüseyin Rahm: 49
Gürüz, Kemal 22, 28, ■
Güvenç, Bozkurt 177
Haçepsut (Mısır Kraliçesi) 38
al-Haitham 84
D u Halde, J. B. 52-3
Hamann, Paul 56
al-Harizmî 75
Hauptmann, Elisabeth 56
H ayrüddin Hızır Bey 65
Hegel, G. W. F. 55, 56, 57, 61
Heilmann, Gerhard 187
Heisenberg, VVerner 45,107
Helmholtz, Hermann von 84
Henning, Richard 38
Herakleitos 61-3, 86, 133,188
d'Herbelot, 159
(Saint-)Hilaıre 119
Hitler, Adolf 61,177,181
1loffmann, Johann Leonhard 111
Hooke, Robert 84
Horatius 62
Horblit, H. D. 84
Dizin 211
rtuascar 174
Hubble, Edvvin 128
1lugo, Victor 123
Humboldt, Alexander von 64. 107.
174
I lutton, James 8 4 ,1 8 2
t luygens, Christian 117
Hurlimann, T. 55
! I»iı ayin Tevfik Paşa 28
Hsü, Kenneth J. 102
Irzık, Gürol 22
İbn Havkal 75
İbn Rüşd 136-7
İnan, Jale 154
İnan, Mustafa 28, 71
İnönü, İsmet 177, 180
İpar, Hayri 183
Ipar, Tevhide 183
al-Iştahri 75
Jervas, Charles 46
Kafadar, Cemal 56
Karaesmen, Erhan 15
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri 149,
1/6
Kaşgarlı Malımud 75, 77
Kâtip Çelebi 19, 158
Kaya, Şükrü 177
Kaynardağ, Arslan 17-8
Kemal Efendi 82
Ketin, İhsan 21, 28, 185, 187, 192-4
al-Khwarizmi Bkz. al-Harizmî
(General) Kleber 111
Koch, Robert 84
Kolomb, Kristof 39, 40, 109, 137.
173-5
Konfüçyüs 53
Korfmann, Manfred 154
Korsch, Kari 55
Koni, Yunus Kâzım 192
Köprülü, M Fuad 16, 24
KtıKtn, Y. Doğ.ın 22, 66
Kurat, A *des Nim et 104
Lagrange, Joseph 118
I j i vı ■ ib ii't . Anioin«- Lııır< ııl 84, 117-9
Leibniz, VVilhelm l*»8
Lenin 181
l.etronne, Jean Antoine 118
L«*wis, G. L. 19
Lilienthal, Otto 173
Lınneaus, Cari von 84
XJ V. Louis 117
Lugeon, M aurice 107
Luther, Martin 138
Lyell, Charles 57, 84, 151, 182
Maksidi 75
M allebranche 118
Mantell, Gideon 112
Mao, Zedung 177, 181
fNavarreh) M arguerite 115
M arx, Kari 61
Masson, Henri 164
Maxwell, James Clerk 84, 180
M ehmet Ali Fethi Efendi 81
Mehmet Fuat Efendi 82
(Serasker) Mehmet Paşa 82
Mendel, Gregor 84
Mendeleyev, Dmitri 181
Mercator, Gerhard 160
Mimar Sinan 19
Monge, Gaspard 119
Mongolfier (Biraderler) 118
Montaigne 118
Murat Reis 65
Mueller, Priscilla E. 93
Mussolini 181
Mutlu, Cevdet 154
Müller, Klaus-Detlef 56
Nâzım Hikmet 135
Nedim 19
N efî 25
Neron, 59-60
212 Zümrütnâme
Neumayr, Melchior 186
Nevvton, Isaac 41, 45-6, 84, 180
Nixon, Richard 41
Nobel, Alfred 173
Oberth, Hermann Julius 41
Ogilvie-Gordon, Maria M. 146
Okay, Aral 21
Onat, Emin 28
Ortelius, Abraham 51,160
Osman (Bey) 33
Owen, Richard 146
Ömer Hayyam 84
Özdaş, M. Nimet 22
Pak, Namık Kemal 22, 91
Pala, İskender 65
Pamir, Hâmit Nâfiz 182-4
Papin, Deniş 118
Pasteur, Louis 180
Pavlov, İvan 84,181
Peisistratos 135
Penck, VValther 184
Le Pichon, Xavier 114,117-9
Pirî Reis 12
Pizzaro 173
Planck, Max 84
Platon 132-3
(Yaşlı) Plinius 58-60
Poincare, Henri 57
Polat, Ali 186-8
Polo, Marco 41
Ranke, Leopold von 46,129
Reaumur 118
Ricci, Matteo 51-2
Roberval, Giles 117
Russell, Bertrand 132
Rüştü Efendi 82
Safa, Peyami 49
Sâi Çelebi 19
Sakmç, Mehmet 22,183
Sa ltu ğ lu , Seııâı 189
(V ıd in V alisi) Sam ı Paşa 82
Sa n zıo , Kafaellu 136-7
de Sa ussure , H ora ı-B en .-dict 165-6
Sazcı, D e v rim 134
Schrö d inger, E rw ın 61, ı81
Selç uk, Tu rh a n 71
Seneca 62
Se y d î A li R e is 65
S e zg in , Fu a t 76
Shea rm a n 61
S ilie r, İz z e ttin 93-4
So k ra tes 131-3
S o tio n 62
S ta lin , 56,181
S te ffin s , M argarete ->t>
Ste n o , N ic o la u s; (N ıe ls Stensen)
181
S tra b o n 84
S u b h i 82
Su e ss, E d u a rd 98-100, \ rl ,
Ş e m se ttin Sâ m i 19
(Şeng ör), A sım 154-6
Şeng ör, G ü le r 115
(Şe ngör), O ya 2 3 ,1 5 4
Ş e y h M ehm ed E fe n d i 160
Ş u h u b i, Erd o ğ a n S. 22
Ta le s 133
Ta p p o n n ie r, P a u l 118
Ta şk e n t, K â z ım 23-4
Te n g ü z , H ü s n ü 65
To sc a n e lli 41
T rü m p y , R u d o lf 164
O n a y d ın , R u şe n E ş re f 32
Ü n lü s o y , S in a n 154
da Vaca, A lv a r N u n e z Cabeza 173
V e rb ie st, Fe rd in a n d 52
Vicq d 'A z y r, F e lix 118
Virchovv, R u d o lf 84
de V rie s, H u g o 84, 152-3
Dizin 213
^atherıne Lorilland 132
’^svvorth, Wüliam 93
"nSht kaderler) 173
paşa 88,9°, 180
V ' Cenk 22
' maz, Yücel 21,68-9
man<:' Mükrımin Halil 158,160
Yusuf Has Hacip 76
Yusuf Kâmil Paşa 82
Yücel, Hasan-Âli 13,16,19, 20, 22,
32, 48-9, 74, 81, 84, 86, 91, 93,
119,127, 131,180, 182, 184, 192,
195
Zittel, K. A. von 146
Y A P I K R E D İ
Y A Y I N L A R I
COGITO
Doğu Avrupa'da Ö z e lle jorme r: Apâlhyvd.
Fizik Aristoteles
Retorik Aristoteles
Seçimden KoaSsyona
Fuad Aleskerov Haşan Ersel Yavuz Sabuncu
Yok Felsefesi Gaston Bachelard
Gostergebilimsel Serüven Roland Barthes
Bilm, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler Hüseyin Batıiıan
Bilim ve Şarlatanlık Hüseyin Batuhan
Modemizmin Serüveni Enis Batur
Güçsüzlük isteği - Uluslararası ve Stratejik Tutkuların
Sonu mu? Pascal Bonıface
Tartışılan Modernlik: Descartes ve SpinozaTûlin Bumin
Hegel-Bilinç Problemi, KMe-Efendt Diyalektiği,
Praksis Felsefesi Tülin Bumin
İnsan Üstüne Bir Deneme Ernst Casslrer
Bir Özyaşamöyküsü R.G. Coiiingwood
Gazzali ve Şüphecilik İbrahim Agâh Çubukçu
Moda, Kültür ve Kimlik Fred Davis
Osmanlı Beyliğinin Kuruluyu Sencer Divitcioğlu
Euro İçin Küçük SOzlük
Daniel Cohn-Bendit Olivier Duhamei
Türkiye'de İşsizlik ve İstihdam
Seyfettin Gürsel - Veysel Ulusoy
Felsefe Nedir? G. Deleuze - F. Guattari
Ansiklopedi Dıderot-D Aiembert
Kurban - Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı
Kurban FUtüelteıi Gürbüz Erginer
Doğu Avrupa Devrimhrı F. Feher-A.Heller
Ders Özelleri Michel Foucault
Değişen Dünya Değişen Dil M acıt Gökberk
Kant ile Hetder in Tarih Anlayıştan Madt Gökberk
Kükürün ABC'sİ Bozkurl Güvenç
Hunlar ve Tannnın Kılıcı Atilla Nemeth Gyula
UBotajr Olarak Telo* w Bfcn Jurgen Habermas
Profesör Heidegger, 1933"te Neler Oldu?
Martin Heidegger ile Söyleşi
Felsefe Yazıları Selahattin Hilav
Edebiyat Yazılan Selahattin Hilav
Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe Edmund Husserl
Mutlak Albert Jacquard Abbe Pierre
Marksizm ve Blçtm Fredre Jameson
Dosloyevski den S ırt» a Varoluşçuluk Wafter Kaulmann
Pera Peras Poros Haz.: Ferda Keskin - Onay Sözer
Yaban Düşünce Claude Levi-Strauss
Hüzünlü Dönenceler Claude Levi-Strauss
Ûntter Devle! - Bölgeselleşmeyen Küreselleşmeye
Atilla Nalbant
Akdeniz'in Kitabı Predrag Matv
vıc
http://www.shop .superonline.com/yky
Belirsizin Bilimleri Abraham Moles
Türkiye'de Popüler Kültür Ahmet Oktay
"Yıkanmak İstemeyen Çocuklar" Otalım Unsal Oskay
Avcılık Üstüne Jose Orlega y Gasset
Sevgi Üstüne Jose Ortega y Gasset
Üniversilenin Misyonu Josö Orlega y Gasset
Yeni Toplum Görüşü Robert Owen
Osmanlı İmparatorluğunun Tarihsel Coğrafyası
DonaJd Edgar Pitcher
Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma
Haz.: R. Prendergast - F. Stewar1
X X Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Kuramları -1. Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler
Mehmet Rifat
XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim
Kuramlan - 2. Temel Metinler Mehmet Rifat
Din İle Bilim Bertrand Russell
İnsanlığın Yannı Bertrand Russell
Sartre Sartre'ı Anlatıyor Jean-Paul Sartre ile Söyleşi
Beşinci Disiplin Peter M. Sage
Doğayla Sözleşme Michel Serres
Her Şey Türk İşi Margret Spohn
Türk Aydınının Din Anlayışı Necdet Subaşı
Zümrutnâme A. M. Celâl Şengör
Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri Bülent Tanör
ÇokkuNurculük Charles Taylor
Yazın Kuramı Derleyen: Tzvetan Todorov
Demokrasi Nedir? Alain Touraine
Modernliğin Eleştirisi Alain Touraine
Denemeli Denemesiz Nermi Uygur
İnsan Açısından Edebiyat Nermi Uygur
Yaşama Felsefesi Nermi Uygur
Salkımlar Nermi Uygur
Dilin Gücü Nermi Uygur
Güneşle Nermi Uygur
E d m u n d Husseri de Başkasınn Beni Sonını Nermi Uygu
Bunalımdan Yaşama Kültürü Nermi Uygur
Felsefenin Çağnsı Nermi Uygur
Kuram-Eylem Bağlamı Nermi Uygur
Kültür Kuramı Nermi Uygur
Tadı Damağımda Nermi Uygur
Başka-Sevgisl Nermi Uygur
Aşk Ahlakı Hilmi Zıya Ülken
Kan Davası Artun Unsal
Anlatı Yeriemleri Tahsin Yücel
Ahlaki ve Siyasi Hoşgörü Melih Yürüşen
Sonsuz Yanılgılar Karşısında John Waterbury
Tractatus Ludwig VVıttgenstein
Gorbaçov Türkiye'de -İstanbul ve Ankara Konferansları
K R E D İ Y A Y I N L A R I
L
Züm rütnâm e, dünyanın önde gelen yerbilimcilerinden biri olarak
anılan Celâl Şengör’ün, 1997-1998 yıllarında kaleme aldığı denemelerini
bir araya getiriyor.
Üretken bir bilim adamı olan ve çeşitli ülkelerde yayımlanmış bilimsel
makalelerinin yanı sıra, popüler bilimsel makale ve denemelerinde
de bilim adamı tavrından asla ödün vermeyen Şengör,
Zü m rü tn âm e’de bilimin ve bilimsel düşüncenin özgürleştirici,
aydınlatıcı, yol gösterici olduğunu bu nedenle de vazgeçilemezliğini
savunan bir bilim düşünürü olarak çıkıyor karşımıza.
Züm rütnâm e, bilim tarihinden bilim felsefesine, gündelik hayatın
yorumundan gezi notlarına; Atatürk’ten Ihsan Ketin’e, Herakleitos’tan
Charles Darvvin’e, Kâtip Çelebi’den Hasan-Âli Yücel ve
Ekrem Akurgal’a uzanan, düşünce coğrafyasında renkli bir yolculuk.
J O U .
T Ü R K İY i: Ç ö l . O l.M A S IN I
(0 2 1 2 ) 281 IO 27
IS B N 975- 0 8 - 0 1 5 6 - 3