Ankara Üniversitesi Dergiler Veritabanı
Ankara Üniversitesi Dergiler Veritabanı
Ankara Üniversitesi Dergiler Veritabanı
PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />
Osmanlı Tarihi Araş t ı rma ve Uygulama<br />
Merkezi Dergisi<br />
OTAM<br />
Sayı 26/Güz 2009<br />
Journal of<br />
The Center for Ottoman Studies,<br />
<strong>Ankara</strong> University<br />
ANKARA - 2011
ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ<br />
İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler / ANKARA Tel: 0 (312) 213 66 55<br />
Basım Tarihi: 30/06/ 2011
OTAM<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />
Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi<br />
GÜZ 2009 SAYI: 26 EYLÜL<br />
Yayın Sahibi: <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi adına<br />
Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü)<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Prof. Dr. Yılmaz Kurt, Mendil Sokak 16-19 Etlik/ <strong>Ankara</strong>.<br />
Yayın İdare Merkezi: <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM) Müdürlüğü,<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü, Atatürk Bulvarı No: 45, Kat: 1,<br />
No: 134, 06100 Sıhhiye-<strong>Ankara</strong>/TÜRKİYE<br />
Tel: +90 312 310 96 49; +312 310 32 80/ 1065, 1045, Belgegeçer: +90 312 310 96 49 ; +90 312 3105713<br />
E-posta: otam@ankara.edu.tr<br />
İnternet Sitesi: www.otam.ankara.edu.tr Bilgi Edinme Birimi: botam@ankara.edu.tr<br />
Yaygın Süreli Hakemli Yayın Basım Yeri ve Tarihi: <strong>Ankara</strong>/ 12/08/2011<br />
Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Başkan)<br />
Prof. Dr. Neşe Özden (Üye)<br />
Prof. Dr. Seyit Sertçelik (Üye)<br />
Yayın Kurulu Üyeleri<br />
Danışma Kurulu Üyeleri<br />
Prof. Dr. Melek Delilbaşı (Üye)<br />
Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Üye)<br />
(Danışma Kurulu üyeleri aynı zamanda Hakemler Kurulu üyeleridir.)<br />
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün (ODTÜ)<br />
Prof. Dr. Yahya Akyüz (Emekli Öğretim Üyesi)<br />
Prof. Dr. Tuncer Baykara (Ege Ün.)<br />
Prof. Dr. İdris Bostan (İstanbul Ün.)<br />
Prof. Dr. Musa Çadırcı (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Geza David (Macaristan)<br />
Prof. Dr. Mesut Elibüyük (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Feridun Emecen (İstanbul Ün.)<br />
Prof. Dr. Yavuz Ercan (Emekli Öğretim Üyesi)<br />
Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru (Ege Ün.)<br />
Prof. Dr. Reşat Genç (Emekli Öğretim Üyesi)<br />
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu (Gazi Ün.)<br />
Prof. Dr. György Hazai (Macaristan)<br />
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu (IRCICA)<br />
Prof. Dr. Halil İnalcık (Bilkent Ün.)<br />
Prof. Dr. Cemal Kafadar (Harvard Ün.)<br />
Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe (Akdeniz Ün.)<br />
Prof. Dr. Günay Kut (Boğaziçi Ün.)<br />
.<br />
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak (Hacettepe Ün.)<br />
Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ Ün.)<br />
Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Sarayı Müdürü)<br />
Prof. Dr. Mehmet Öz (Hacettepe Ün.)<br />
Prof. Dr. Abdulkadir Özcan (Mimar Sinan Ün.)<br />
Yrd. Doç. Dr. Oktay Özel (Bilkent Ün.)<br />
Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Fırat Ün.)<br />
Prof. Dr. Tsutomu Sakamoto (Japonya, Keio Ün.)<br />
Prof. Dr. Ali İbrahim Savaş (Çankırı Karatekin Ün.)<br />
Prof.Dr. Adnan Şişman (Uşak Ün.)<br />
Prof. Dr. Kenan Ziya Taş (Balıkesir Ün.)<br />
Prof. Dr. Gönül Tekin (A.B.D. Harvard Ün.)<br />
Prof. Dr. Fahrettin Tızlak (Süleyman Demirel Ün.)<br />
Doç. Dr. Mehmet Tunçel (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız (Hacettepe Ün.)<br />
Prof. Dr. Hasan Yüksel (Cumhuriyet Ün.)<br />
Prof. Dr. Elizabeth Zachariadou (Yunanistan)
OTAM<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />
Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi<br />
GÜZ 2009 SAYI: 26 EYLÜL<br />
Bu sayı için Hakemler Kurulu Üyeleri<br />
Doç. Dr. Mustafa Alkan (Gazi Ün.)<br />
Yrd. Doç. Dr. Abdüllatif Armağan (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Münir Atalar (Tokat Gaziosmanpaşa Ün.)<br />
Doç.Dr. Ayten Koç Aydın (Gazi Ün.)<br />
Prof. Dr. Mehmet Beşirli (Çankırı Karatekin Ün.)<br />
Prof. Dr. Üçler Bulduk (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Kemal Çiçek (Karadeniz Teknik Ün.)<br />
Prof. Dr. Yasemin Demircan (Gazi Ün.)<br />
Yrd. Doç. Dr. İlknur Haydaroğlu (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Necdet Hayta (Gazi Ün.)<br />
Prof. Dr. Mehmet İnbaşı (Atatürk Ün.)<br />
Doç. Dr. Selda Kaya Kılıç (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Doç. Dr. Yunus Koç (Hacettepe Ün.)<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman (Süleyman Demirel Ün.)<br />
Prof. Dr. Osman Köse (Ondokuzmayıs Ün.)<br />
Yrd. Doç. Dr. Hatice Oruç (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Ayfer Özçelik ( Pamukkale Ün.)<br />
Prof. Dr. Neşe Özden (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Seyit Sertçelik (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Mehmet Seyitdanlıoğlu (Hacettepe Ün.)<br />
Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Doç. Dr. Hülya Taş (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (<strong>Ankara</strong> Ün.)<br />
Prof. Dr. Cevdet Yılmaz (Ondokuzmayıs Ün.)<br />
Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik (Fırat Ün.)<br />
Yayın Sekreterleri: Yrd. Doç. Dr. Hatice Oruç – Ar. Gör. Ertan Ünlü<br />
Yazı İşleri : Nuray Erdem Parmaksız – Deniz Özcan<br />
ISSN: 1019-469X<br />
OTAM, Bahar ve Güz sayısı olarak yılda iki kez yayımlanan hakemli bir dergidir.<br />
OTAM, TÜBİTAK ULAKBİM, TURKOLOGİSCHE ANZEİGER ve INDEX ISLAMICUS tarafından<br />
taranmaktadır.<br />
OTAM’ da yayınlanan yazılar Yayın Kurulu’ndan izin alınmaksızın başka yerde yayınlanamaz.<br />
Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />
Kapak Resmi:<br />
Fatih Külliyesi (İstanbul)<br />
(Prof.Dr. Yahya Akyüz, Suluboya, 2011)
OTAM<br />
Journal of<br />
The Center for Ottoman Studies<br />
<strong>Ankara</strong> University<br />
AUTUMN 2009 NUMBER: 26 SEPTEMBER<br />
Owner: The Center for Ottoman Studies, <strong>Ankara</strong> University: Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Faculty of Letters)<br />
Managing Editor: Prof. Dr. Yılmaz Kurt, Mendil Sokak, 16-19 Etlik/ <strong>Ankara</strong>.<br />
Administrative Office: <strong>Ankara</strong> University, The Center for Ottoman Studies Directorate, <strong>Ankara</strong> University,<br />
Faculty of Letters, History Department, Atatürk Bulvarı No: 45, Floor: 1, Room no: 134, 06100 Sıhhiye-<br />
<strong>Ankara</strong>/TURKEY<br />
Tel No: +90 312 310 96 49; 310 32 80 / 1065 Fax No:+90 312 310 57 13<br />
E-mail: otam@ankara.edu.tr<br />
Web: www.otam.ankara.edu.tr Information: botam@ankara.edu.tr<br />
Semiannual Journal Printed in: <strong>Ankara</strong>/ 12/08/2011<br />
Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Head of Board)<br />
Prof. Dr. Melek Delilbaşı (Member)<br />
Editorial Board<br />
Advisory Board<br />
Prof. Dr. Neşe Özden (Member)<br />
Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Member)<br />
Prof. Dr. Seyit Sertçelik (Member)<br />
(The members of the advisory Board are also members of the Board of Referees)<br />
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün (METU)<br />
Prof. Dr. Yahya Akyüz (Emeritius Prof.)<br />
Prof. Dr. Tuncer Baykara (Ege Un.)<br />
Prof. Dr. İdris Bostan (İstanbul Un.)<br />
Prof. Dr. Musa Çadırcı (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Geza David (Hungary)<br />
Prof. Dr. Mesut Elibüyük (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Feridun Emecen (İstanbul Un.)<br />
Prof. Dr. Yavuz Ercan (Emeritius Prof.)<br />
Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru (Ege Un.)<br />
Prof. Dr. Reşat Genç (Emeritius Prof.)<br />
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu (Gazi Un.)<br />
Prof. Dr. György Hazai (Hungary)<br />
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu (IRCICA)<br />
Prof. Dr. Halil İnalcık (Bilkent Un.)<br />
Prof. Dr. Cemal Kafadar (Harvard Un.)<br />
Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe (Akdeniz Un.)<br />
Prof. Dr. Günay Kut (Boğaziçi Un.)<br />
Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ( Hacettepe Un.)<br />
Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ Un.)<br />
Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Palace Directorate)<br />
Prof. Dr. Mehmet Öz (Hacettepe Un.)<br />
Prof. Dr. Abdulkadir Özcan (Mimar Sinan<br />
Un.)<br />
Ass. Prof. Dr. Oktay Özel (Bilkent Un.)<br />
Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Fırat Un.)<br />
Prof. Dr. Tsutomu Sakamoto ( Keio Un.)<br />
Prof.Dr. Ali İbrahim Savaş (Çankırı<br />
Karatekin Un.)<br />
Prof. Dr. Kenan Ziya Taş (Balıkesir Un.)<br />
Prof. Dr. Gönül Tekin (Harvard Un.)<br />
Prof. Dr. Fahrettin Tızlak (Süleyman<br />
Demirel Un.)<br />
Assoc. Prof. Dr. Mehmet Tunçel (<strong>Ankara</strong><br />
Un.)<br />
Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız (Hacettepe<br />
Un.)<br />
Prof. Dr. Hasan Yüksel (Cumhuriyet<br />
Un.)<br />
Prof. Dr. Elizabeth Zachariadou (Greece)
OTAM<br />
Journal of<br />
The Center for Ottoman Studies<br />
<strong>Ankara</strong> University<br />
AUTUMN 2009 NUMBER: 26 SEPTEMBER<br />
Board of Referees for this volume<br />
Assoc. Prof. Dr. Mustafa Alkan (Gazi Un.)<br />
Ass. Prof. Dr. Abdüllatif Armağan (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Münir Atalar (Tokat Gaziosmanpasa Un.)<br />
Assoc.Prof. Dr. Ayten Koç Aydın (Gazi Ün.)<br />
Prof. Dr. Mehmet Beşirli (Çankırı Karatekin Un.)<br />
Prof. Dr. Üçler Bulduk (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Kemal Çiçek (Karadeniz Technical Un.)<br />
Prof. Dr. Yasemin Demircan (Gazi Un.)<br />
Ass. Prof. Dr. İlknur Haydaroğlu (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Necdet Hayta (Gazi Un.)<br />
Prof. Dr. Mehmet İnbaşı (Atatürk Un.)<br />
Assoc. Prof. Dr. Selda Kaya Kılıç (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Assoc. Prof. Dr. Yunus Koç (Hacettepe Un.)<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman(Süleyman Demirel Un.)<br />
Prof. Dr. Osman Köse (Ondokuzmayıs Un.)<br />
Ass. Prof. Dr. Hatice Oruç (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Ayfer Özçelik ( Pamukkale Un.)<br />
Prof. Dr. Neşe Özden (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Ass. Prof. Dr. Oktay Özel (Bilkent Un.)<br />
Prof. Dr. Seyit Sertçelik (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Mehmet Seyitdanlıoğlu (Hacettepe Un.)<br />
Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Assoc. Prof. Dr. Hülya Taş (<strong>Ankara</strong> Un.)<br />
Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (<strong>Ankara</strong> Un.))<br />
Prof. Dr. Cevdet Yılmaz (Ondokuzmayıs Un.)<br />
Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik (Fırat Un.)<br />
Secretaries of the Editorial Board: Ass. Prof. Dr. Hatice Oruç – Ress.Ass. Ertan Ünlü<br />
Technical Editors: Nuray Erdem Parmaksız – Deniz Özcan<br />
ISSN: 1019- 469X<br />
OTAM is a refereed journal published two times a year (in spring and fall) by <strong>Ankara</strong><br />
University Press. OTAM is indexed/cited in TÜBİTAK/ ULAKBİM, TURKOLOGISCHE<br />
ANZEIGER and INDEX ISLAMICUS.<br />
An article published in OTAM may not be published elsewhere without the permission of the<br />
Editorial Board.<br />
The responsibilities of the published articles rests with authors.<br />
Photo: Fatih Külliyesi (Fatih Building Complex) (İstanbul)<br />
(Prof.Dr. Yahya Akyüz, Watercolor, 2011)
İÇİNDEKİLER<br />
AKYÜZ, YAHYA<br />
Tanzimattan Cumhuriyete Okullarda Yazı Öğretimine Bir Bakış ....................................... 1<br />
ALKAN GÜNAY, NİLÜFER<br />
Osmanlı Taşrasında Bir Yetki Alanı: Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş Vekâleti Görevi ve<br />
Kapsamı.....................................................................................................................................29<br />
BİZBİRLİK, ALPAY<br />
Osmanlı-Venedik İlişkileri ve XVII. Yüzyılın Başlarında Adriyatik Bölgesindeki<br />
Sınırlarda Yaşanan Bazı Sorunlar Üzerine ............................................................................41<br />
ERDEM, YASEMİN TÜMER<br />
Osmanlı Eğitim Sisteminde Teftiş.........................................................................................55<br />
GEL, MEHMET<br />
Kuruluş Devri Osmanlı “Fakı” Zümresinin Tipik Bir Öncüsü: Tursun Fakı..................93<br />
GÖK, NURŞEN<br />
19.Yüzyıl Ortalarında <strong>Ankara</strong> Yahudilerinin Sosyal-İktisadi Durumu............................117<br />
GÜVEN, İSMAİL- AKAGÜNDÜZ, ÜMÜT<br />
Osmanlı Devleti’nde Kadınlara Yönelik Tarih Öğretimi Çabaları ve Ali Seydi Bey’in<br />
Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî Adlı Eseri.........................................................................141<br />
KIRPIK, CEVDET<br />
Şehzade Evliliklerinde Değişim............................................................................................165<br />
NURDOĞAN, ARZU M.,<br />
II. Abdülhamid Döneminde Rumeli’de Maarifin Teftişi ..................................................193<br />
ŞANAL, MUSTAFA<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen Okulunun (Dârülmuallimât), Kuruluşu,<br />
Okutulan Dersler ve Kapatılışı (1870–1924)......................................................................221
CONTENTS<br />
AKYÜZ, YAHYA<br />
Education in Writing from the Tanzimat Period to the Beginning of the Republic ........ 1<br />
ALKAN GÜNAY, NİLÜFER<br />
A Jurisdiction in the Ottoman Province: The Duty and Scope of Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Teftiş Vekâleti...........................................................................................................................29<br />
BİZBİRLİK, ALPAY<br />
Ottoman-Venetian Relations and Certain Problems Experienced at the Borders of the<br />
Adriatic Region.........................................................................................................................41<br />
ERDEM, YASEMİN TÜMER<br />
Inspection in the Ottoman Education System.....................................................................55<br />
GEL, MEHMET<br />
A Typical Leader of the “Fakı” Group in the Ottoman Establishment Era:<br />
Tursun Fakı...............................................................................................................................93<br />
GÖK, NURŞEN<br />
The Social and Economic Life of the Jewish Community Residing in <strong>Ankara</strong> Center in<br />
first Half of the 19th Century...............................................................................................117<br />
GÜVEN, İSMAİL- AKAGÜNDÜZ, ÜMÜT<br />
Attempts of History Education for Women in the Ottoman State: A School textbook<br />
Ottoman History for Girls..........................................................................................................141<br />
KIRPIK, CEVDET<br />
Changes in the Marriage of Ottoman Princes....................................................................165<br />
NURDOĞAN, ARZU M.<br />
Inspection of Educational Institutions in Rumelia during the<br />
Abdülhamid II Period ...........................................................................................................193<br />
ŞANAL, MUSTAFA<br />
The Foundation, Curriculum and Abolishment (1870-1924) of the Women’s Teacher<br />
Training College (Dârülmuallimât)’s in the Ottoman Empire.........................................221
Saygıdeğer OTAM Okurları,<br />
OTAM dergisinin 26. Sayısını biraz gecikme ile de olsa sizlere<br />
ulaştırabildik. Bilindiği gibi bu sayı Osmanlı Eğitim Sistemi’ne ayrıldı. Osmanlı<br />
Eğitim Sistemi ile ilgilenen akademisyenlere ulaşabilmek amacıyla Sayın Prof.<br />
Dr. Yahya Akyüz’den yardım aldık. Kendisinin verdiği isimlere davet mektupları<br />
göndererek bu sayı için katkı istedik. Gerçekten de bu sayı için OTAM’a 20’ye<br />
yakın makale geldi. Bizleri kırmayarak OTAM’a makale gönderen bütün<br />
akademisyenlere teşekkür ediyoruz.<br />
Derginin belirli bir konuya ayrılmış olmasının, en azından okuyucu için<br />
kolaylık sağlayacağını düşündük. Bu bir anlamda kâğıt ve zaman açısından<br />
ekonomik de olacaktı. O konuyla ilgili olan araştırmacılar bu sayıyı bir başucu<br />
kitabı gibi yanlarında bulundurabileceklerdi. Konunun “Osmanlı Eğitim<br />
Sistemi” oluşu doğal olarak eğitim tarihi ile uğraşan akademisyenlerin ilgisini<br />
çekti. Bu yüzden de OTAM’ın bu sayısı bir anlamda eğitim tarihine ilişkin bir<br />
kaynak niteliği kazandı. Biz buna rağmen doğrudan eğitimle ilgili gördüğümüz<br />
bazı makaleleri dergiye almakta tereddüt ettik. Editör kontrolü aşamasında bazı<br />
makaleleri -kısmen de olsa- başka bir yerde yayınlanmış olduğu için dergimize<br />
almaktan vazgeçtik. Bu, OTAM’ın yayın ilkeleri açısından vazgeçilmez bir<br />
önşarttır. Yazısı yayımlanmamış olan akademisyenlerimizin bizi anlayışla<br />
karşılayacaklarını ümit etmekteyiz.<br />
OTAM 26’nın künye kapağında küçük bir değişiklik yaparak Danışma<br />
Kurulu ve Hakem Kurulu Üyelerini ayrı ayrı göstermek yoluna gittik. Son<br />
sayımızda bazı makalelerimiz 3 ayrı hakemin kontrolünden geçtiği için Danışma<br />
ve Hakem Kurulu’nun bir sayfaya sığması mümkün olmadı. Puntoyu daha fazla<br />
küçültmek yazıyı okunamaz hale getireceğinden Künye Kapağını Türkçe ve<br />
İngilizce olarak 4 sayfada verdik.<br />
OTAM’ın saygın bir dergi olmasında elbette ki Hakemlerimizin önemi çok<br />
büyüktür. Yayın ilkemiz gereği bize gelen bir makaleyi bu konuda uzman olan<br />
kişiyi bularak ona göndermek istiyoruz. İki hakemden birisi “Yayımlanamaz”<br />
raporu verirse üçüncü bir hakeme gönderiyoruz. Üçüncü hakemin kararına göre<br />
makale ya reddediliyor ya da basılıyor. Bu bakımdan “Red” kararı veren
hakemlerimiz açısından “Yayımlanamaz” dedikleri bir makalenin yayımlandığını<br />
görmeleri pek de güzel bir şey olmasa gerek. Ancak dergi yayın ilkeleri<br />
çerçevesinde Yayın Kurulu’nun da yapabileceği fazla bir şey olmadığını kabul<br />
etmek gerekir. Hakemlerimizin kararı ne olursa olsun yaptıkları hizmet bizim<br />
için çok önemlidir. Kılı kırk yararcasına titiz bir inceleme ile bize ve<br />
yazarlarımıza yol gösteren, emek harcayan hakemlerimize tekrar teşekkürlerimizi<br />
bildiriyoruz.<br />
Bu sayıda Sayın Prof. Dr. Yahya Akyüz’ün “Tanzimattan Cumhuriyete<br />
Okullarda Yazı Öğretimine Bir Bakış” isimli makalesi her bakımdan bir “ilk”<br />
oldu. Sayın Hocamız aynı zamanda bu sayının kapağındaki Fatih Külliyesi’nin<br />
suluboya resmini bu sayı için özel olarak çalıştı. Hem güzel makalesi için, hem<br />
de bu özel sanat eseri için Yahya Hocamıza teşekkür ediyoruz.<br />
Doç. Dr. Mustafa Şanal’ın kaleme aldığı “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız<br />
Öğretmen Okulunun (Dârülmuallimât), Kuruluşu, Okutulan Dersler ve<br />
Kapatılışı (1870–1924)” isimli makaleyi de ilgi ile okuyacağınızı ümit ediyoruz.<br />
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Sayın Doç. Dr. İsmail Güven ve Dr.<br />
Ümüt Akagündüz’ün ortak çalışması olan “Osmanlı Devleti’nde Kadınlara<br />
Yönelik Tarih Öğretimi Çabaları ve Ali Seydi Bey’in Kızlara Mahsûs Târîh-i<br />
Osmânî” başlıklı makale dergimizin aranan makalelerinden birisi olacaktır.<br />
Sayın Dr. Arzu M. Nurdoğan’ın -uzun cümlelerine rağmen- “II.<br />
Abdulhamid Döneminde Rumeli’de Maarifin Teftişi” konusundaki yazısının<br />
güzel bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı döneminde yapılan maarifle<br />
ilgili teftişlerin incelendiği bir başka makale de Sayın Dr. Yasemin Tümer<br />
Erdem’in çalışmasıdır.<br />
Diğer makaleler doğrudan eğitimle ilgili olmamasına rağmen daha önceden<br />
dergimize gelen ve sıra bekleyen makalelerden oldukları için bu sayıya<br />
alınmışlardır. Sayın Yrd. Doç. Dr. Alpay Bizbirlik’in “Osmanlı-Venedik İlişkileri<br />
ve XVII. Yüzyılın Başlarında Adriyatik Bölgesindeki Sınırlarda Yaşanan Bazı<br />
Sorunlar Üzerine” isimli makalesi arşiv belgelerine dayalı ciddi bir araştırmanın<br />
ürünüdür. Aynı şekilde Sayın Yrd. Doç. Dr. Cevdet Kırpık’ın hazırlamış olduğu<br />
“Şehzade Evliliklerinde Değişim” isimli makale de ilgi ile okunacaktır. Sayın<br />
Dr. Nilüfer Alkan Günay’ın Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş Vekâleti Görevi ve<br />
Kapsamı başlıklı makalesi; Sayın Dr. Mehmet Gel’in Dursun Fakı ile ilgili<br />
çalışması, Yrd. Doç. Dr. Nurşen Gök’ün <strong>Ankara</strong> Yahudileri ile ilgili makalesi bu<br />
sayımızda yer alan diğer makalelerdir. Hepsini de zevkle okuyacağınızı<br />
umuyoruz.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü olarak DTCF’nin 75. Yılı<br />
Kutlama Etkinlikleri kapsamında düzenlemiş olduğumuz, Uluslararası<br />
TARİHTE ANKARA SEMPOZYUMU’nun 25-26 Ekim 2011 tarihinde 64<br />
bilim insanının katılımıyla Fakültemizde yapılacağını da sizlere buradan<br />
duyurmak istiyoruz.<br />
OTAM’ın 27. Sayısı “Osmanlı Ekonomi Tarihi” konusuna ayrılmıştır.<br />
2010 Bahar sayısı olarak çıkacak olan “Osmanlı Ekonomi Tarihi” sayısı için<br />
değerli makalelerinizi beklemekteyiz. Bu sayı için makale teslim tarihini<br />
31Temmuz’a kadar uzattığımızı da duyurmak istiyoruz.<br />
OTAM’ın yayın değişimi istemi doğrultusunda yurt içinden ve yurt<br />
dışından bizlere yayınlarını ulaştıran kurumlara teşekkür ederiz. Kendilerine ayrı<br />
ayrı ulaşmak imkânı bulamadığımız saygıdeğer akademisyenlerimiz ve genç<br />
tarihçilerimiz, OTAM’ın elektronik ortamdaki bütün sayılarına <strong>Ankara</strong><br />
<strong>Üniversitesi</strong> “<strong>Dergiler</strong>” adresinden ulaşabileceklerdir.<br />
Amacımız, “En Hakiki Mürşit İlimdir” diyen Büyük Atatürk’ün gösterdiği<br />
yolda daha ileriye yürümek ve çağdaş uygarlık seviyesini geçmektir.<br />
Saygılarımızla.<br />
Prof. Dr. Yılmaz KURT<br />
OTAM Müdürü
Tanzimattan Cumhuriyete Okullarda Yazı<br />
Öğretimine Bir Bakış<br />
Education in Writing from the Tanzimat Period to<br />
the Beginning of the Republic<br />
Özet:<br />
Yahya Akyüz ∗<br />
Binbeşyüz yıldan beri yazısı bulunan, bu süre zarfında birçok farklı<br />
alfabe kullanmış olan Türkler, İslâmiyeti kabul ettikten sonra Arap<br />
alfabesini benimsemişler ve bu yazının bir soyut sanat özelliği taşıması<br />
için ilkeler, ölçüler geliştirmişlerdir.<br />
Biz, Türklerde hat sanatı ile ilgili bir inceleme yayınlamayı daha ileri<br />
bir tarihe bırakarak, bu makalemizde, 1839’da Tanzimat Fermanının ilânı<br />
ile başlayan dönemden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar (1930’lar)<br />
okullarda yazının genel olarak öğretilmesi üzerinde duracağız.<br />
Vardığımız sonuçlardan bazıları şunlardır:<br />
● Tanzimatın ilânı ile beraber nitelikli memurlara ve aydınlara<br />
ihtiyaç çoğalmıştır. Bunun için okullarda yazı derslerine önem verilmiştir.<br />
● Tanzimat döneminden itibaren Türk eğitimcileri, okuma<br />
öğretmenin yazı öğretimi ile desteklenmesi gerektiğini vurgulamışlar,<br />
böylece, bugün de geçerli bir ilkenin farkında olmuşlardır.<br />
● Tanzimattan itibaren okullarda yazı öğretiminin üzerinde çok<br />
durulması sonucu, aydınların ve memurların yazılarında bir üslûp ve<br />
zarafet oluşmuştur.<br />
● Oysa 1928’de lâtin temelli yeni alfabeye geçtikten sonra da yazı<br />
öğretimine önem verilmişse de, okuryazarlar arasında ortak bir üslûp<br />
sağlanamamıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: Türklerde Hat, Hat Sanatı, Hüsnühat, Yazı<br />
Öğretimi.<br />
∗ Prof. Dr., <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Bilimleri Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi, E-mail:<br />
yahyaakyuz@yahoo.com (Tel: 0.312.363 33 50 / 3214)
2<br />
Abstract:<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
The Turks, who have had alphabet for approximately 1500 years,<br />
have used various types of alphabets during this time span. They adopted<br />
the Arabic alphabet following their embracing of Islam and developed<br />
rules and measures to furnish it with properties of abstract art. While we<br />
defer publishing of an article on the art of calligraphy to a future study,<br />
our focus in this article will be the main features of teaching of Arabic<br />
scripture in schools since the beginning of the Tanzimat period in 1839<br />
until the first years of the Republic in the1930s.<br />
Some of our conclusions in this study are as follows:<br />
● With the proclamation of Tanzimat, the need for qualified<br />
intellectuals and officers in the society has increased. As a result of this,<br />
more emphasis has been placed on writing courses in schools.<br />
● Since the Tanzimat period, Turkish educators believed that<br />
teaching of reading should be supported with teaching of writing. This<br />
view is still valid today.<br />
● Due to increased emphasis on teaching of writing in schools, a<br />
common and delicate style was formed in the writings of Turkish<br />
intellectuals and officers.<br />
● However, even though emphasis was also given to teaching of<br />
writing after the adoption of the latin alphabet, no such common style<br />
was achieved in the writings of the intellectuals and officers.<br />
Keywords: Turkish Calligraphy, Calligraphy, Calligraphy Education<br />
in schools<br />
Giriş:<br />
Osmanlı kültüründe şöyle bir söz vardı: “Âlem unutmuş, kalem<br />
unutmamış.” Günümüzde artık bilinmeyen bu söz, “yazılmadığı sürece bir şeyi<br />
herkes unutabilir, ama o kalemle yazılırsa artık unutulmaz hale gelir”<br />
anlamındadır. Bu bize “yazıyı öğrenip kullanmanın” sosyal yararlarını da<br />
göstermektedir.<br />
Gerçekten yazı, bilenlerin elinde çok önemli bir uygarlık, kültür ve eğitim<br />
aracı, bilmeyenlerin gözünde yarı kutsal, sihirsel bir şeydir…<br />
Yazı hemen her toplumda saygınlık uyandıran, insan zekâsının icat ettiği en<br />
önemli uygarlık araçlarından ve ürünlerinden biridir.<br />
Bu incelememizde Türk eğitim tarihinde Tanzimattan Cumhuriyetin ilk<br />
yıllarına kadar okullarda yazı öğretimi özetle ele alınacaktır.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Konu, Önemi, Sınırlandırılması:<br />
Örgün eğitim kurumları dediğimiz okullarda “yazı” öğretimi Türk eğitim<br />
tarihinin önemli konularından biridir. Yazı öğretiminin aşağıdaki konularla sıkı<br />
ilişkileri vardır:<br />
Hat : 1. Genel olarak yazı, yazma 2. Güzel yazı, hüsn-i hat…<br />
Hüsn-i hat : Bazı ölçü ve kurallara göre sanatsal ve güzel yazı ve yazma<br />
İmlâ : Kelimelerin doğru yazılması<br />
Kitabet : Yazılı anlatım kurallarına göre yazma<br />
İnşa : Nesir, yani düz yazıyı yazılı anlatım kurallarına göre yazma<br />
Tahrir : Genel olarak yazma, kaleme alma, yazılı anlatım, kaydetme<br />
Kıraat : Okuma, okuma ile beraber bazen imlâ, kitabet öğretimi…<br />
Eğitim tarihimizde bu konularda yapılan çalışmaları ele almayı başka<br />
incelemelerimize bırakarak burada yalnızca genel olarak yazının okullarda<br />
öğretimi üzerinde durmak istiyoruz. İncelememiz, her ne kadar tarihî bir girişle<br />
başlıyorsa da, esas olarak Tanzimattan Cumhuriyetin ilk yıllarına (1930’lara)<br />
kadar olan süre ile sınırlıdır.<br />
Benim bu konulara ilgi duymam iki temel nedenden ileri geliyor:<br />
1. Türk eğitim tarihi alanında 45 yıldır süren çalışmalarım sırasında “yazı”<br />
ile ilgili birçok bilgilerle karşılaşmış olmam.<br />
2. İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenci iken (1956-1959) yaz tatillerinde<br />
geleneksel hat sanatı dersleri almış olmam. Değerli bir hattat olan hocam<br />
Selahattin Eraslan’dan “usta-çırak öğrenim yöntemi” biçiminde aldığım bu<br />
dersler ayrıntılı olarak ayrı bir incelemenin konusu olacaktır. Fakat bu<br />
makalemin sonunda, rik’a yazı türü ile karaladığım birkaç satır okuyucularımızın<br />
beğenisine sunulmuştur (Belge 7).<br />
I. Tanzimata gelinceye kadar Türk eğitim tarihinde yazı öğretimi<br />
Türkler tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanarak yazı yazmışlardır. Bu<br />
yazılar içinde tarihi bilinen ve bugüne ulaşan en eski yazıt MS 687-692 yılları<br />
arasında dikilen Çoyr yazıtıdır. Bunlar Köktürk alfabesiyle yazılmıştır. Ancak,<br />
yine aynı alfabe ile yazılan ve daha eski yüzyıllara çıktığı sanılan yazıtlar da<br />
vardır. 1<br />
MS. 730’lu yıllarda dikilen Orhun anıtlarında Köktürk yazısının çok<br />
işlenmiş ve dilin güçlü bir anlatım olanağı kazandığı görülmektedir. Böyle bir<br />
durum yazı ve dil işlenmeden, yani “öğretilip üzerinde çalışmadan” ortaya<br />
1 Ahmet Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi, <strong>Ankara</strong>, 2007, s.128 vd.<br />
3
4<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
çıkamazdı. Daha sonra Uygurların kullandığı alfabe ile kütüphaneler dolusu<br />
kitaplar yazılmış, bu yazı ve dil öğretim kurumlarında öğretilmiştir. Yazının<br />
yanında çeşitli bilgiler kazanan ve yabancı diller öğrenen Uygurların çeşitli<br />
devletlerde ve Çin’de kâtiplik, bürokratlık, öğretmenlik yaptıkları bilinmektedir. 2<br />
Türkler, yazısı bulunan başka toplumlarda da olduğu gibi, taşlar, tahta,<br />
madenî eşyalar, kemikler, kâğıt, kumaş, silahlar, mutfak eşyaları… üzerine<br />
yazılar yazmışlardır… 3<br />
Türklerin Müslüman olmaları ile beraber yazıya olan ilgileri artmıştır.<br />
Çünkü Kur’an’da yazı önemle ele alınmıştır. Örneğin, Alak Sûresinde (96/4-5)<br />
Allah’ın insana kalemle bilmediği şeyleri öğrettiği belirtilmiştir. 4 Yine Kur’an’da<br />
Bakara Sûresinde (2/282) şöyle buyurulur: 5 “Ey inananlar! Birbirinize belli bir<br />
süreye kadar borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızdan bir yazıcı onu adaletle<br />
yazsın… Hemen yazsın. Borçlu olan da yazdırsın…” Okuma yazma bilenin çok<br />
az olduğu bir toplumda Kur’an’ın borç-alacak ilişkilerinin yazılı olarak<br />
düzenlenmesini istemesi çok önemlidir. Bu, kuşkusuz tarafları ihtilâfa<br />
düşmekten koruyacak, sosyal barışı sağlayacak bir hükümdür.<br />
İslâm’ın başlangıcında okuma yazma bilen Müslümanlar pek az olduğu için<br />
Hz. Muhammed onları huzurunda “vahiy kâtibi” olarak çalıştırdı. Ayrıca, Bedir<br />
savaşında esir düşen Mekkelilerden okuma yazma bilenlerin Müslüman<br />
çocuklardan bir kısmına okuma yazma öğretmelerini istedi. Böylece o esirler<br />
hürriyetlerine kavuşturulacaklardı. Genel olarak da, okuma yazma öğretimi<br />
görevini gayri müslimler üstlendi. Peygamberin bu konulara çok önem vermesi<br />
kuşkusuz, din hükümlerinin doğru olarak tesbiti ve öğretilmesi gereğinden<br />
kaynaklanıyordu. 6<br />
Karahanlı Türk eğitim ve bilim dünyası içinde ortaya çıkan eserlerde,<br />
örneğin Balasagunlu Yusuf’un Kutadgu Bilig (1069), Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı<br />
Lûgat-it Türk (1072) başlıklı eserlerinde yazı öğretiminin önemi üzerinde<br />
durulmuştur. Kutadgu Bilig’te, devletin yazı işlerini yürütecek olan kâtip’in çeşitli<br />
özellikler yanında “güzel yazı yazmasını bilmesi ve iyi bir anlatım sahibi olması”<br />
gerektiği belirtilmiştir. 7<br />
Gazali, yazı bilmenin dinin hükümlerini anlamak için iyi bilinmesi gereken<br />
Arap dili kadar önemli olmadığını, ancak bilgilerin unutulmaması bakımından<br />
gerekli olduğunu söyler ve şu nedeni ileri sürer: “Çünkü Peygamber ümmî idi,<br />
2 YahyaAkyüz, Türk Eğitim Tarihi (M.Ö.1000-M.S. 2010), <strong>Ankara</strong>, 2010, s.14-15.<br />
3 Yahya Akyüz, “Yazılı Eski Bir Çeşme Tası ve Türk Kültür ve Eğitim Tarihindeki<br />
Yeri”, Millî Eğitim, Tem. Ağ. Eyl. 1996, Sayı 131, s.51-54.<br />
4 Kur’an-ı Kerim (Alak Sûresi 96/4-5).<br />
5 Kur’an-ı Kerim (Bakara Sûresi 2/282).<br />
6 Ahmet Çelebi, İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, (çev. A. Yardım), İstanbul, 1998, s.26 vd.<br />
7 Y. Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s.32.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
okuryazar değildi. Hatta her söylenen ezberlenip unutulmasa yazı ihtiyacı da<br />
azalmış olurdu. Fakat bu mümkün olmadığından yazı da zaruri bir ihtiyaçtır.”<br />
Gazali’nin yazı öğrenilmesini böyle bir gerekçeye dayandırması kuşkusuz çok<br />
yetersizdir… 8<br />
Selçuklular döneminde Mevlânâ Celalettin Rumi’de de yazı öğretimi<br />
konusunda ilginç ve günümüzde de geçerli görüşler buluyoruz. Örneğin o şöyle<br />
der:<br />
“Öğretmen, öğrenciye yazı yazmasını öğretirken tek harfleri bitirip de<br />
satır’a gelince, önce öğrenci bir satır yazıp öğretmene gösterir. Bunun hepsi<br />
öğretmenin gözünde yanlıştır. Fakat o yine, “hepsi güzel, iyi yazmışsın, âferin!<br />
âferin! Yalnız şu bir tek harfi biraz çirkin yazmışsın. Şöyle olacak. Şu harfi de iyi<br />
yazamamışsın” der ve çocuğu kırmadan, incelikle, o satırın birkaç harfini<br />
kusurlu bularak onun yazısını düzeltir. Öğretmen, beğenisini ifade ederek,<br />
âferinlerle çocuğun zayıf taraflarını güçlendirir. İşte bu şekilde, öğretmen yavaş<br />
yavaş, sabırla öğretim yapar.” Mevlânâ, peygamberlerin ve velîlerin de aynı<br />
yöntemle kitleleri eğittiklerini söyler. 9<br />
Kuşkusuz, Mevlânâ’nın sözünü ettiği öğretim yöntemi, çocukları seven,<br />
sabırlı, hoşgörülü, öğrenciyi şevklendirmesini bilen… bir öğretmenin<br />
uygulayabileceği bir yöntemdir ve günümüzün çağdaş eğitim ilkelerine<br />
uygundur.<br />
Tanzimat öncesi Osmanlı döneminde medreselerde bir “İslâmî bilim”<br />
değil, fakat bir “araç dersi” olarak yazının bazen öğretildiğini görüyoruz.<br />
Osmanlı döneminde toplumda en yaygın örgün eğitim kurumu olan sıbyan<br />
mektepleri, yüzeysel ilkokullar sayılabilir. Buralarda da yazı öğretiliyor muydu?<br />
Sıbyan mekteplerinin temel dersi çocuklara Kur’an’ın okunuşunu ve bazı<br />
dualarla dinî ibadetleri öğretmekti. Yazı öğretimi genellikle yoktu. Ancak<br />
İstanbul’da ve bazı büyük kentlerde kimi sıbyan mekteplerinde yazı da<br />
öğretiliyordu. Bu konuda sıbyan mektebini kuran kişinin vakıf belgesine kayıt<br />
düştüğü görülüyor. Örneğin, I. Mahmut’un annesi, Galata’da yaptırdığı sıbyan<br />
mektebinin vakfiyesinde bir meşk hocasının çocuklara güzel yazı yazmasını<br />
öğretmesini istemiştir. Bu düşüncenin yazılı olarak ifadesini değil, sadece şeklen<br />
güzel yazı yazmayı amaçlamaktadır. 10 I. Abdülhamit’in vakfiyesinde de benzer<br />
bir kayıt vardır. Yine, Sadrazam Yusuf Paşanın kurduğu sıbyan mektebinde<br />
8 Gazali, İhyâ u Ulûmi’d Dîn I, (çev. A. Serdaroğlu), <strong>Ankara</strong>, 1963, s.41.<br />
9 Mevlânâ Celâlettin Rumî, Fihi Mâfih, (çev. M.Ü. Anbarcıoğlu), İstanbul, 1969, s.204-<br />
205.<br />
10 Y.Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s.89.<br />
5
6<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
(1712), hüsn-i hat ve fenn-i kitabet bilen bir kişinin çocuklara haftada iki gün bu<br />
konularda öğretim yapması vakıf belgesinde istenmektedir. 11<br />
Ancak bu yazı derslerinin, bu mekteplerin Bâb-ı Âli’ye yakın oluşu ya da<br />
ilerde orada memur olabilecek çocuklar için programlarda yer aldığı<br />
düşünülmektedir. 12<br />
Bu konuyu önemli bir bilgi ile bitirelim:<br />
Türkler yazıya, özellikle de “hat sanatı”na çok değer vermişler, yazının<br />
estetik ölçü ve kurallarını koyan büyük hattatlar yetiştirmişlerdir. Hatta, İslâm<br />
dünyasında şöyle bir söz söylenir olmuştur: “Kur’an Mekke’de indi, Mısır’da<br />
okundu, İstanbul’da yazıldı.” Hat sanatındaki şaheserlerimiz ünlü ressam<br />
Picasso’nun da ilgisini çekmiş ve o şöyle demiş: “Benim aradığım soyut resmi<br />
Türkler hat sanatı ile çok önceden bulmuşlar.” Picasso da son zamanlarında hat<br />
sanatıyla biraz ilgilenmiş. Bunları Fransızca bir kaynakta okumuştum…<br />
II. Tanzimattan Cumhuriyete okullarda yazı öğretimi<br />
Osmanlıda, 1770’lerden itibaren eğitimde yenileşme hareketleri başlar. Bu<br />
hareketlerin en önemli özelliği, sıbyan mekteplerine ve medreselere<br />
dokunulmayıp askerî okulların açılması ile işe başlanmasıdır. Bu askerî okulların<br />
başlıcaları: Askerî Deniz Mühendislik Okulu, Askerî Kara Mühendislik Okulu,<br />
Askerî Tıp Okulu ve Harp Okulu. 13<br />
O tarihlerde, “lise” gibi bir orta öğretim kurumu bulunmadığı için, bu<br />
okullara sıbyan mektepleri ile medreselerden öğrenci alınmış, bu öğrencilere<br />
önce “okuma yazma” öğretilmiştir. Bu okullar ancak Tanzimat döneminden<br />
itibaren uygun bir öğrenci kaynağına sahip olmuşlardır.<br />
1839’da Tanzimat Fermanının ilân edilmesi ile başlayan dönem eğitim<br />
tarihimizde ayrı bir yer tutar. Bu dönemin birçok özellikleri arasında, “yazı<br />
öğretimi”ne önem verildiğini de görüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir?<br />
Kanımızca bunun temel sebebi Tanzimat döneminin hukukî, idarî, sosyal<br />
alanlarda getirmek istediği yenilikleri uygulayacak olan bilgili memurlara ve<br />
aydınlara her zamankinden çok ihtiyaç duyulmasıdır. Bu memurlar ve<br />
aydınlardan beklenenlerin başında yeni hukukî ve idarî düzenlemeleri anlamaları<br />
ve gerektiğinde yazarak açıklamaları ve iyi uygulamaları olmuştur. İşte bu<br />
nedenle devlet bürokrasisinde olsun, toplumun özel yaşantısında olsun yazı<br />
öğretimi eski dönemlere göre çok daha fazla önem kazanmıştır.<br />
Tanzimattan Cumhuriyete kadar yazı öğretimine ilişkin temel gelişmeleri<br />
birkaç başlık altında ele alalım:<br />
11 Aziz Berker, Türkiye’de İlköğretim (1839-1945), <strong>Ankara</strong>, 1945, s.5-6.<br />
12 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C.1-2, İstanbul, 1963, s.86-87.<br />
13 Y. Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s.144 vd.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
1. Nisan 1847 tarihli “sıbyan mektepleri hocalarına Tâlimat”ta yazı öğretimi<br />
Tanzimat döneminde sıbyan mektebi hocalarına uymaları gereken yeni<br />
eğitim öğretim ilkelerini açıklarken “yazı öğretimi” üzerinde de duran Nisan<br />
1847 tarihli bir Tâlimat, bizim tespitlerimize göre bu alanda ilk önemli belgedir.<br />
Bu Tâlimat’ta yazı öğretimi ile ilgili başlıca bilgiler şunlardır (tarafımızdan daha<br />
önce OTAM’da yayınlanan bu Tâlimat’ın aşağıda “yazı öğretimi” ile ilgili<br />
hükümleri bugünkü dille verilmiştir): 14<br />
“Elifba'ya başlayan çocuklara hem harfleri okutmak ve hem de onların yavaş<br />
yavaş yazı yazmayı da öğrenmeleri için, Padişah her mektebe yeter sayıda taş levhalar<br />
gönderecektir. Üzerine yazı yazılıp silinebilen bu levhalar Mekke, Medine ve<br />
Arabistan'ın öteki yörelerinde kullanılmaktadır. Bu levhalara harf şekillerini<br />
yazmak uygundur ve mektebe başlayan çocuklara onlardan birer adet verilecektir.<br />
Örneğin, çocukların öğrendikleri Elif, Be, Te, Se, Cim harfleri bu levhalara<br />
yazdırılacak ve 'üstün' denen işaretle gösterilecek ve mümkün olduğu kadar<br />
çocukların zihninin aldığı anlatımla, Elifin şekli böyledir, bu harfe Elif derler diye<br />
söylenecek ve birkaç kez tekrar edilecek ve tekrar ettirilecektir.<br />
Yazım sanatına kabiliyet insanın doğasında bulunduğundan, çocuklar kendi<br />
kendilerine kaldıkları zaman bile, oyun şeklinde, bir kalem veya çöpü ellerine alır,<br />
mürekkep bulurlarsa, kâğıt, duvar, tahta üzerine gelişigüzel çizgiler çizerler. Böylece,<br />
kalem kullanmak doğal bir şey olduğundan, az alıştırma ve tekrar ile, insanın<br />
doğasında olan bir şeyin gün yüzüne çıkıp gerçekleşeceğinde şüphe yoktur. Hoca<br />
efendiler bu hususa dikkat etmelidirler. Başka deyişle, hocalar çocuklara bir yandan<br />
Elifba cüzünü okutmalı, bir yandan da derslerini levhalara yazdırarak, Allah'ın<br />
yardımı ile, Elifba cüzü bitinceye kadar yazı yazmaya alıştırmalıdırlar. Gerçi,<br />
Kur'an'ı okuturken de, çocuklara derslerini levhalara yazdırarak öğretim yapmak<br />
onların çabucak ve kolayca öğrenmelerine çok yardım edeceği açık ise de, bu<br />
durumda, Kur'an'a olan saygıya karşı şeyler ortaya çıkabileceğinden, âyetlerin<br />
yazdırılarak öğrenilmesinden kaçınılmalıdır. Düzenlenecek olan Türkçe sözlük ve<br />
Ahlâk risalesi levhalara yazdırılarak öğretilmelidir.<br />
Çocuklar, bellerinde pirinçten (metal), içinde emici ipeği (lika) çok, mürekkebi<br />
az ve iki kalemle beraber, fakat kalemtıraşsız (çakı) olarak, Arabistan'da olduğu<br />
gibi divit (madeni kalemlik) taşıyacaklardır. Velîleri çocuklara bunlardan satın<br />
alırlarsa gümüşten değil, pirinçten almalıdırlar. Divit içinde kalemtıraş (çakı)<br />
bulunmayacak ve çocukların kamış kalemlerini hocaları açacaktır.<br />
Çocuklara yukarıda belirtildiği gibi okutturulup yazdırılırsa, Allah'ın<br />
yardımı ve onların yaratılıştan gelen kabiliyetleri ile az zamanda öğrenme yetenekleri<br />
gelişir ve harflerin şekillerini gereği gibi öğrenirler. Birden çok harfin, örneğin Elifin<br />
öteki harflere nasıl bitiştiğini, yine Be, Te, Se, Cim harflerinin öteki harflere bitişme<br />
şekillerini, hocaların Beb, Bet, Bec diye gösterip söylemesiyle öğreneceklerdir. Fakat<br />
üç, dört, beş, altı harfli olan sözcüklerin harflerinin bitiştiği zaman nasıl yazılacağını<br />
henüz Elifba cüzünü okuyan çocuklar anlayamazlar. Bunlara, Amme cüzüne<br />
14 Yahya Akyüz, “İlköğretimin Yenileşme Tarihinde Bir Adım: Nisan 1847 Tâlimatı”,<br />
OTAM, Sayı 5, 1994.<br />
7
8<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
çıktıktan hatim edinceye kadar bir şey yazdırılmaması da uygun değildir. Bu<br />
çocuklar, dersleri ilerleyip Sarf (Arapça veya Osmanlıca dilbilgisinin kelimelerin<br />
oluşumu ve değişimi ile ilgili kısmı) okumaya başladıkları zaman yazıya da<br />
başlayacakları ve daha karmaşık konulara geldiklerinde yazıyı öğrenirlerse de,<br />
küçükken yazıya başlamaları, ilerde zahmet çekmemelerini ve öğrenim zamanlarını<br />
boşa harcamamalarını sağlayacağından, bunlar için Türkçe olarak üç, dört, beş ve<br />
altı harfli isimler ve kelimelerden oluşan bir Lûgat kitabı hazırlanacak ve her<br />
mektebe verilecektir. Sözü geçen Lûgat çocuklara sayfa sayfa ve taş levhalar üzerine<br />
yazdırılacaktır. Fakat, bu çalışmaların, onların Kur'an'ı öğrenmelerine zararının<br />
olmamasına dikkat edilecektir.<br />
Mektebe yeni başlayan çocuklara hocalar önce Elifba cüzünü okuttuktan<br />
sonra, onları Amme cüzüne başlatırlar. Fakat, çocukluğun gereği olarak, oyun<br />
oynamak ve bazı yaramazlıklar yapmak gibi şeylerden zevk almak onların<br />
yaratılışında daha ağır basar. Büyüdükçe ve akılları başlarına gelmeğe başladıkça ve<br />
bir yandan da okuyarak, insanlık ve insana yakışan güzel davranışları öğrenirler.<br />
Ancak, küçükken, güzel davranışların adını bile bilseler yararlı olur. Elifba cüzünü<br />
okuyup Amme cüzüne başlatılan çocuklara, Elifba cüzünde öğrendikleri kadar yazı,<br />
onların okumayı sökmelerine destek olabileceğinden, Meclis-i Maarif-i Umumiye<br />
tarafından sağlanacak, dinen ve aklen güzel davranışlar ve yasaklanan kötü<br />
davranışlara ilişkin Türkçe kısa güzel Ahlâk risalelerinin (kitapçıklarının)<br />
okutulmaya başlanması onların güzel ahlâk kazanmaları için uygun olur. Hocalar,<br />
Kur'an derslerinden sonra, sözü geçen risalelerden verecekleri dersleri yine levhalar<br />
üzerine yazdırarak öğretmelidirler.<br />
Çocuklar, birinci hatimi bitirip ikinciye başladıkları sırada, mekteplere tayin<br />
olunacak güzel yazı hocalarından, tüm yazı çeşitlerinin anası olan Sülüs ve Nesih<br />
türü yazıları öğrenmeye başlatılmalıdır.<br />
Sıbyan mekteplerinde, yukarıda belirtilen bilgileri kazandıktan sonra,<br />
çocuklar Rüşdiye mekteplerine alınacaktır. Sıbyan mekteplerinin ortalama süresi dört<br />
yıldır. Bu süre içinde elde ettikleri bilgilerden çocuklar her yıl uygun görülen yer ve<br />
mektepte sınavdan geçirilecekler ve Rüşdiye mekteplerine alınmaya hak kazananlar<br />
bu mekteplere alınacak ve kendilerine, sıbyan mekteplerinde okudukları bilgilerin<br />
üzerinde olarak şu dersler okutulacaktır: Din derslerinden Birgivî Risalesi,<br />
Arapçanın ilk bilgilerinden Sarf ve Nahiv kitapları (dilbilgisinin kelimeler ve cümle<br />
kuruluşu ile ilgili kısımları), Sülüs ve Nesih yazı türlerini öğrenmeye devamın<br />
yanında, isteklerine göre Rik'a, Ta'lik, Divanî tür yazıları, halka yetecek kadar<br />
dört aritmetik işlemi, hesap ve sayı sayma.<br />
Padişahın samimî niyeti, çocukların bilgi ve bilim kazanmaları olduğu için,<br />
onlar da gece gündüz Padişaha dua etmeli ve görevlerini iyi yapmalıdırlar.<br />
Şimdiki halde, halifesi (öğretmenin yardımcısı) bulunsun bulunmasın,<br />
mekteplerde, çocukların hocadan aldıkları derslere ve levhalara yazacakları yazılara<br />
yardımcı olarak, birkaç hatim etmiş yetenekli çocuklardan, aynı dersleri okuyanları<br />
çalıştırmak için, hocalar ayrı ayrı müzakereciler tayin edecekler ve bu çocuklara da<br />
halife denecektir.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Çocukları bilim ve sanatta, yazı ve hesapta, özetle, insanın olgunlaşmasını<br />
sağlayan çeşitli bilimlerde yetiştirip cahillikten ve hayvanlıktan kurtarıp olgun bir<br />
insan (insan-ı kâmil) olmaları Padişahımızın bütün vatandaşları için iyi niyet ve<br />
merhametinin gereğidir.<br />
Bu nedenle, altı yaşına gelen çocukların mektebe verilmesi için zengin, fakir,<br />
köle, yetim farkı gözetilemez. Bu konuda mazeret kabul edilemez.<br />
Çocuklarını mektebe verirken bazı kimseler eşini dostunu doyurmakta ve hoca<br />
ile çocukları âmin alayı ve ilâhilerle dolaştırmakta ve onlara ikramda<br />
bulunmaktadır. Alışılagelmiş bu külfetli usûl nedeniyle bazı yoksul kimselerin<br />
‘bunları yapacak gücüm yok, borca düşeceğim için çocuğumu mektebe veremiyorum’<br />
veya ‘hoca efendiye haftalık ücreti bulamadığım için gönderemiyorum’ şeklinde<br />
mazeretler ileri sürecekleri akla gelebilir. Oysa böyle külfetli şeyleri yapanlar<br />
cömertliklerinden bu şeyi yaparlar ve kendilerine engel olunamaz. Bu külfetli şeyler<br />
dinin gereklerinden de değildir ve özellikle durumu benzeyenler arasındaki<br />
gayretkeşlik ve akrabaların ve ailedeki kadınların zorlaması ile yapılmaktadır. Bu<br />
nedenle, bu yolda yapılacak itirazlara kulak asılmayacaktır. O halde, yoksul kişiler,<br />
hemen, çocuklarının ellerinden tutup, okula götürüp, çocuklarının dinini ve İslâmın<br />
hükümlerini bilmesini, yazı ve hesap öğrenmesini, adam olmasını sağlamalıdırlar.<br />
Hocalar bu hususa da dikkat etmeli ve çocukların söylenen nedenlerle mektebe<br />
gönderilmediğini duyarlarsa Meclis-i Maarif’e haber vermelidirler.<br />
Padişahımızın yoksul çocuklara vereceği pirinç divitler, vakıf yoluyla<br />
sağlanacağından bir deftere kaydedilecek, üzerlerine işaret konacak, bunlar temiz<br />
tutulacak, kırılması veya kaybolmasının önüne geçilecektir. Bunlar, çocuklar mektebi<br />
bitirip çıktıklarında veya başka bir mektebe gittiklerinde, ellerinden alınıp mektepte<br />
saklanacaktır.<br />
Çocuk, büyükçe bir kabahat işlerse, hocanın uygun gördüğü süre ayakta<br />
tutulacak, ayakta durduğu süre içinde serbest bırakılmayıp mektep kalfaları<br />
tarafından sıra ile dersi tekrar tekrar okutturulacaktır. Bu, hem ona faydalı hem de<br />
çok acı vermeyen bir yoldur. Çocuk, mektepte bazı bedenî hizmetlerde de<br />
kullanılabilir. Akşam tatiline kadar çocuk böyle cezalandırıldıktan sonra, hoca, ana<br />
babasına ve velîsine de çocuklarının derse çalışmadığı şeklinde bir şikayet haberi<br />
göndermelidir.<br />
Nisan 1847 tarihli Tâlimat’ın konumuzla ilgili kısımlarını maddeler halinde<br />
özetleyelim:<br />
Öğretim programları:<br />
* Sıbyan mekteplerinin ders programlan şöyledir: Elifba cüzü, Amme cüzü ve<br />
öteki cüzler, Kur'an (hatim ettirilecek), Türkçe Ahlâk risalesi, Türkçe Tecvit,<br />
İlmihal (dinbilgisi), Türkçe sözcüklerin okutulup yazdırılması, Güzel Yazı, isteyen<br />
ve yeteneklilerin hafızlığa çalıştırılması.<br />
* İlmihal ve Tecvit derslerinde geçen Arapça kelimeler çocuklara Türkçe<br />
olarak ve mümkün olduğu kadar anlayabilecekleri ifadelerle anlatılacaktır.<br />
(Burada, açıklamaların çocukların anlayabilecekleri ifadelerle yapılmasının<br />
istenmesi ileri bir eğitim görüşü olarak dikkati çekiyor.)<br />
9
10<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
* Öğrenciler, Türkçe hazırlanacak bir sözlükten de kelimeleri yazarak<br />
öğreneceklerdir.<br />
* Çocuklara Türkçe hazırlanacak Ahlâk risaleleri de okutturulacak ve<br />
yazdırılacaktır.<br />
* Sülüs ve Nesih denen yazı çeşitleri tüm yazıların anasıdır. Sıbyan<br />
mekteplerinde bunlar öğretilecektir.<br />
(Bu programda, sıbyan mekteplerinin geleneksel programına göre önemli<br />
yenilikler vardır. Bunlar, Türkçe Sözlüğün okutulup yazdırılması, Türkçe Ahlâk ve<br />
Türkçe Tecvit okutulması, Okuma ile beraber Yazının da öğretilmesidir.)<br />
* Rüşdiye mekteplerinin programı şöyledir: Birgivî Risalesi (bir din bilgisi<br />
kitabı), Arapça dilbilgisi, Sülüs ve Nesih yazıların yanında, isteğe göre Rik'a,<br />
Ta'lik, Divanî tür yazılar, halka yetecek kadar dört aritmetik işlemi, hesap ve sayı<br />
sayma, Kur'an'ın çeşitli okuma şekilleri, isteyen ve yeteneklilerin hafızlığa<br />
çalıştırılması.<br />
(Bu programda henüz Tarih, Coğrafya, Tabiat Bilgisi vs. gibi dersler<br />
görülmüyor. Nedeni, genel Rüşdiyelerin o sırada bir orta öğretim kurumu olarak<br />
değil, sıbyan mekteplerinin devamı olarak düşünülmesindendir. Programda yazı<br />
çeşitlerini öğrenmeye önem verildiği görülüyor.)<br />
Öğretim araç gereçleri<br />
* Sıbyan mekteplerinde harfleri okumak ve yazmak için "taş tahta"lar<br />
kullanılacaktır. Saygıya karşı durumlar ortaya çıkabileceği için (ayak altında<br />
kalması gibi vs.) Kur'an ayetleri taş tahtalara yazılmayacaktır.<br />
("Taş tahta", Fransızca "arduvaz" denen siyah bir taş türünden yapılmış bir<br />
defter sayfası büyüklüğünde, etrafına koruyucu bir tahta çerçeve geçirilmiş, yüzeyi düz<br />
bir levhadır. Bir taş kalemle üzerine epeyce bastırılarak yazıldığında beyaz bir iz<br />
kalır. Her iki tarafı da yazılabilir. Öğrenciler, su ya da tükürükle ıslattıkları bir<br />
bezle yazdıklarını silebilirler. ∗ Taş tahta, ilkokullarda, o tarihten yüzyıl sonrasına<br />
kadar zaman zaman kullanılmıştır.)<br />
* Çocuklar bellerinde (kuşağa sokulu olarak) metalden (pirinç) "divit" denen<br />
bir kalem takımı taşıyacaklardır. (Divit, içinde 2-3 kamış kalem ve beraberinde bir<br />
mürekkep hokkası bulunan ders aracıdır.) Öğrencilerin ellerini kesme ve birbirlerini<br />
yaralama gibi tehlikelere karşı, divit içinde kalemtıraş denen çakı bulunmayacak,<br />
kamış kalemleri öğretmenler açacaktır.<br />
(Talimat'ta, taş, tahta ve divit için, "Mekke, Medine ve Arabistan'ın öteki<br />
yörelerinde kullanılan" deniyor. Bunun nedeni, medreselilerin bu araç gereçlere<br />
bağnazca karşı çıkmalarından korkulmasıdır. Yoksa, oralarda taş tahta<br />
kullanılmıyordu. Talimat'ta henüz kurşun kalemden ve kara tahta ile tebeşirden söz<br />
edilmiyor.)<br />
∗ Taş tahtaya öğrenciler ve halk arasında “yazboz tahtası” da denirdi. “Bir şeyi yaz boz<br />
tahtasına çevirmek” deyimi buradan gelmektedir (Y. Akyüz).
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Öğretim yöntemleri:<br />
* Çocuklar, okuma yanında derslerini yazacaklardır; bu, öğrenmelerini<br />
kolaylaştırıp çabuklaştırır.<br />
* Yazım sanatına ilgi ve kabiliyet çocuğun doğasında vardır. Alıştırma ve<br />
tekrar ile bu bilgi günyüzüne çıkıp gelişir.<br />
(Talimat'ın bu alandaki hükümleri, geleneksel sıbyan mektebi öğretim<br />
yöntemlerine göre çok önemli yeniliklerdir. Burada, okuma yanında yazmanın<br />
öğretimi kolaylaştırıp çabuklaştıracağı modern öğretim yöntemleriyle bağdaşan bir<br />
görüştür. Ayrıca, yazım işinin çocuğun doğasında bulunduğunun belirtilmesi,<br />
Talimat'ın çocuk psikolojisine atıf yaptığını göstermesi bakımından çok önemlidir.<br />
Çocuğun yaradılıştan ilgi duyduğu bir şeyin alıştırma ve tekrarlarla ortaya çıkıp<br />
gelişeceğinin belirtilmesi de yine psikolojik bir görüştür. Burada alıştırma ve tekrarın<br />
da okuma ve yazma öğretiminde bir yöntem olarak uygulandığı görülüyor.)<br />
* Yazı türlerini ve güzel yazı yazmayı öğretmek için mekteplere ayrıca yazı<br />
hocaları tayin edilecektir.<br />
(Tanzimattan sonra çocuklara yazı öğretmeninin yanında güzel yazı öğretmeye<br />
de çok önem verildiği görülüyor).”<br />
2. Nuhbet’ûl Etfâl, 1857-1858, 63 s.<br />
Geleneksel okuma yöntemi olan “heceleme”yi değiştirmeyi amaçlayan, bu<br />
arada çeşitli yazı türlerine de çok geniş yer veren bu eseri Kayserili Doktor<br />
Rüşdü Bey yazmıştır. Ancak, eserdeki yalnızca yazılar için bir değerlendirme<br />
yaparsak şunu söyleyebiliriz: Yazar, öğrencilere “yazı” öğretmekten çok, çeşitli<br />
yazıları tanıtmak istemektedir. Eserde, sıbyan ve rüşdiye mektepleri<br />
öğrencilerinin anlaması zor birçok tasavvufî şiirin vs. de yer alması, yazarının<br />
kitabını çocukların ileride de okuyabilecekleri bir ansiklopedi gibi düşündüğünü<br />
gösteriyor.<br />
3. Rehnümâ-yı Muallimîn, 1870, 48 s.<br />
İstanbul Darülmuallimînini bitirdikten sonra Fransa’da Matematik<br />
öğrenimi gören Selim Sabit Efendi (1829-1911) çağdaş anlamda ilk eğitim<br />
bilimcilerimizdendir. Onun tümünü ilkokullar için yazdığı Tarih, Coğrafya,<br />
Matematik, Türkçe Alfabe vs. gibi kitapları arasında Rehnümâ-yı Muallimîn<br />
başlıklı eseri özel bir yer tutar. “Öğretmenlere rehber, kılavuz, yol gösterici”<br />
anlamına gelen bu eser ilkokul öğretmenlerini hem genel hem özel öğretim<br />
yöntemleri konusunda aydınlatma amacı gütmektedir ve bu alanda yazılmış ilk<br />
önemli kitaptır. 15 Biz burada, eserde yer alan “yazının öğretimi” konusunu ele<br />
almakla yetineceğiz (tarafımızdan dil sadeleştirilmiştir): 16<br />
15 Y. Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s.203 vd.<br />
16 Selim Sabit, Rehnümâ-yı Muallimîn, İstanbul, 1870, s.19-20.<br />
11
12<br />
Yazının öğretim yöntemi:<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
“Öğrenciler harflerin ve okutucu işaretlerin şekillerini ve adlarını iyice<br />
öğrendikten sonra, heceye başlanırken okuma ve yazı beraber öğretileceğinden,<br />
harflerin hecelenmesi ve imlâsı yazı tahtasında gösterildikçe öğrenciler onları<br />
aşağıda açıklandığı gibi yazıp okuyacaklardır:<br />
“Harflerin yazılışları bir süre öğrencilerin ellerinde bulunan taş tahtalara<br />
yazılarak öğretilecek, daha sonra kurşun kalemle kâğıt üzerine yazı<br />
yazdırılacaktır. Bu sırada harflerin bitişme ve ayrılma biçimleri ile bir ve iki<br />
heceli kelimelerin imlâları öğretilir. Elifba kitabından da bazı örnekler ödev<br />
olarak öğrencilere yazdırılır.<br />
“Öğrenciler, açıklandığı gibi okumaya ve yazıya alıştıktan sonra, herhangi<br />
bir kalem ve mürekkeple yazıya başlatılır ve ‘hat mecmuası’ndan örnekler<br />
gösterilir ve ikinci yılda sülüs, üçüncü yılda nesih, dördüncü yılda rik’a yazıları<br />
öğretilir. Bu sırada ‘dikte’ yani bir metne bakmadan ezberden yazdırmak<br />
yöntemi uygulanır ve bu şekilde imlâ kuralları öğretilir. Daha sonra, küçük<br />
mektup, pusula vs. gibi günlük işlerde lâzım olacak bir takım şeyleri yazmaları<br />
öğretilip bunlar öğrencilerin defterlerine yazdırılır.”<br />
Selim Sabit Efendi ve başka eğitimciler, öğrenciye yazı yazdırmayı bir çeşit<br />
“faydalı ceza” olarak da düşünmüşlerdir. Örneğin bazı kabahatler işleyen<br />
öğrencilere, öğretmenin yardımcısı konumunda olan “kalfa” böyle bir ceza<br />
verebilir. Bu ceza, öğrencilerin sınıfta bir köşeye alınıp defterlerine yazı<br />
yazmalarının istenmesi şeklinde uygulanır… 17<br />
4. Hat mecmuaları, yazı meşk defterleri:<br />
Selim Sabit Efendinin yukarıda sözünü ettiği “hat mecmuası” nedir? “Yazı<br />
meşk defterleri” de denen bu öğretim araçları, özellikle Tanzimat döneminde<br />
matbaalarda basılan, öğretilecek harflerin ya da kelimelerin bir örneği basılı<br />
olarak verildikten sonra altta öğrencinin üzerinden kalemle geçmesi için<br />
noktalarla yazılmış küçük broşürlerdir. Bu makalemizin ekinde kişisel<br />
arşivimizden sülüs ve rik’a yazılarına ilişkin iki örnek verilmiştir.<br />
5. Okulların ders programlarında “yazı” dersi:<br />
Tanzimattan sonra açılan ve “Tanzimat mektepleri”, “maarif mektepleri”<br />
de denen tüm okulların programlarında “yazı” dersi yer almıştır. Bu dersin adı<br />
“hat”, “hüsn-i hat” olarak geçer. Okulların öğretim düzeyi yükseldikçe<br />
programlarda artık sadece “rik’a” adı görülür. Rik’a, özellikle Tanzimat<br />
döneminde resmî ve günlük işler için geliştirilmiş, hızlı yazılmaya uygun bir yazı<br />
17 Yahya Akyüz, “Türk Eğitim Tarihinde Okullarda Disiplin Anlayış ve Uygulamalarına<br />
Bir Bakış”, II. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu, <strong>Ankara</strong>, 2003.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
türüdür. Bu, “el yazısı” denen yazıdır ve öğrenciler de en çok bu yazı türünü<br />
öğrenmek isterlerdi. Rik’a’nın öğrenci dilinde bir adı da “ince yazı”dır.<br />
Okullarda, yazı öğretimine verilen önemi göstermesi bakımından, Hicrî<br />
1317 (1899) tarihli Maarif Salnamesi’nden bir örnek verelim. Bu Salname’ye göre<br />
<strong>Ankara</strong>’nın Ayaş kazasındaki rüşdiye mektebinin durumu şöyledir: 18<br />
Muallim-i evvel<br />
Muallim-i sâni<br />
Rik’a muallimi<br />
Sülüs muallimi<br />
Öğrenci<br />
Hademe<br />
Ahmet Şefik Efendi<br />
Hacı Emin Efendi<br />
Hakkı Efendi<br />
Sait Efendi<br />
35<br />
1<br />
1899’da Ayaş rüşdiye mektebinin durumu<br />
Rüşdiyeler, sıbyan mekteplerinden sonra gidilen bir çeşit orta okullar<br />
konumunda idi. Demek ki, o tarihte dört öğretmeni bulunan Ayaş rüşdiye<br />
mektebinde sadece yazı dersleri için 2 öğretmen vardır. Diğer iki öğretmen ise,<br />
Tarih, Coğrafya, Matematik … vs. gibi derslere girmektedirler… Bundan açıkça,<br />
“yazı” öğretiminin öteki bilimlerin öğretiminden daha önemli görüldüğü<br />
anlaşılıyor…<br />
6. Yazı öğretimi üzerine bazı görüşler ve değerlendirmeler:<br />
Tanzimat dönemi sonlarında bazı yazarlar yazı öğretimine ilişkin görüşler<br />
ileri sürmüşler, değerlendirmeler yapmışlardır. Bunların başlıcalarını kısaca ele<br />
alalım:<br />
Namık Kemal (1840-1888)<br />
“Yazı”ya “memur” yetiştirmedeki önemi açısından bakan Namık Kemal,<br />
bizde memurların “hüda-yı nâbit” yani kendiliğinden yetişen yabani bitkiler gibi<br />
yetiştiğini, ya da Mekteb-i Mülkiye’de biraz hukuk okuyarak ve “birkaç satır yazı<br />
yazmakla” yetiştirildiklerini söyler ve bunun çok yetersiz olduğunu belirtir. Ona<br />
göre, memurların dünyanın gidişinden de haberli olması, kendi mesleklerinde,<br />
idare ve siyaset bilimlerinde derin bilgi sahibi olmaları, kayırma yoluyla değil,<br />
liyakatlarıyla göreve getirilmeleri gerekir. 19<br />
Namık Kemal’in görüşlerine biz de şunu ekleyelim:<br />
Tanzimattan önce ve sonra, memur yetiştiren bazı kurumlar da vardı.<br />
Örneğin, Bâb-ı Âli denen Osmanlı Hükümeti içinde Kethüda Bey Dairesi ve<br />
Divân-ı Hümâyun Kaleminde, ayrıca maliye işleriyle ilgili olan Bâb-ı Defterdarî<br />
18 Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, İstanbul, Hicrî 1317, s.950-951.<br />
19 Namık Kemal, “Memur”, İbret, 7 T. Evvel 1288.<br />
13
14<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
dairesi içinde memur olacaklara uygulamalı bazı bilgiler veriliyor ve çeşitli yazı<br />
biçimleri ve resmî belgeleri yazma yöntemi öğretiliyordu. 20<br />
Ahmet Rasim (1865-1932)<br />
Özellikle İstanbul’daki günlük hayatı çok renkli şekilde anlatan, gazetecilik<br />
yapan, pek çok hikâye, roman… yazan Ahmet Rasim, 1876’da girdiği<br />
Darüşşafaka Lisesindeki ve başka gözlemlerinden hareketle “yazı” hakkında şu<br />
bilgileri verir: 21<br />
“…Abdülaziz devrinde (1861-1876) gençliğin (okullardaki) bütün<br />
çalışmaları verimsiz kalıyordu. Yeni öğretim sistemi içinde okutulan Matematik,<br />
Tabii İlimler, Tarih dersleri gençlerde temel tutturamıyordu. Herhangi bir<br />
memuriyete girecek olsanız ilk sorulan şey ‘yazısı iyi mi?’ idi. Ne evde, ne<br />
mektepte sosyal bünyemize ve yaşayışımıza, dünyadaki olup bitenlere ilişkin<br />
iptidaî denecek bile bilgi edinemiyorduk…”<br />
İbnülemîn Mahmut Kemal İnal (1870-1957)<br />
Tarihçi, gazeteci, biyografya yazarı, hattat… olan bu zat, Osmanlı son<br />
döneminde yazı öğretimine “hattatlık” açısından bakar ve der ki: 22<br />
“1908’de II. Meşrutiyetin ilânından önce rüşdiye mekteplerinde öğrencilere<br />
sülüs, nesih ve rik’a yazıları öğretilirdi. Fakat bu öğretim, hüsn-i hat’tın çöküşünü<br />
engelleyip hattat yetiştirecek düzeyde değildi. Âdet yerini bulsun diye<br />
öğrencilere haftada iki defa yazı meşk ettirilirdi.”<br />
Muallim Vahyi Ölmez (1878-1957)<br />
Kuleli Askerî Lisesinde vs. Edebiyat, Ahlâk, Mantık dersleri okutmuş,<br />
İslâm dini ile ilgili eserleri bulunan Muallim Vahyi de “yazı” ile ilgili olarak şu<br />
görüşleri ileri sürer: 23<br />
“Bugün (1912) dünya ilimlerinde ilerlemiş ne kadar millet varsa,<br />
mekteplerinde yazma ile okumayı öğretirler. Biz ise hâlâ yazıya, yazmaya ters<br />
bakarız. Allah’ın Kur’an’da ululadığı kalemi, yazıyı ilimden dışarı tutmağa<br />
kalkarız. Ne yaman cehâlet, ne derin gaflet!<br />
“Bugün bizde yazı yazmak bilmediği halde okuma bilen ve böylece ilmin<br />
elifbasını bile yarım bilen adamlar, hatta âlimler pek çoktur… Oysa, ilim,<br />
okumaktan ziyade yazı ile başlamalıdır. Bunca yıldır bizde bu kadar medreseler,<br />
mektepler olduğu halde hem dünya hem âhiret için işe yaşayacak ilimlerden pek<br />
uzak kalmamız ‘yazısız okumak’, adam olmak istediğimizdendir… Bundan<br />
20 Y. Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s.106-107.<br />
21 Ahmet Rasim, Muharrir, Şair, Edip, İstanbul, 1980, s.83-85.<br />
22 İbnülemîn Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar, İstanbul, 1970, s.4.<br />
23 Vahyi Ölmez, Hakikî Müslüman …, Dersaadet, 1328, s.196-197.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
sonra medreselerde, mekteplerde işe kalem ile, yazmak ve çizmek ile<br />
başlamalıyız. Çocuklara elifi (a harfini) bile yazdırarak öğretmeliyiz. Mektep<br />
hocaları en mükemmel yazı yazanlardan olmalıdır…”<br />
1908’de II. Meşrutiyet’in ilân edilmesi ile ülkede her alanda olduğu gibi,<br />
eğitim alanında da yeni fikirler ve uygulamaların arttığı görülür. Özellikle, 1909-<br />
1912 yılları arasında İstanbul Darülmuallimîninin müdürlüğünü yapan eğitimci<br />
Satı Bey ve bu okulun öğretmen kadrosu, çıkardıkları önce Tedrisat-ı İptidaiye,<br />
sonra Tedrisat Mecmuası’nda, başka eğitim dergilerinde ve yayınladıkları kitaplarda<br />
hem derslerin genel öğretim yöntemleri, hem de her dersin ayrı özel öğretim<br />
yöntemleri konusunda önemli görüşler ileri sürmüşlerdir. Yazı öğretimi eskiye<br />
göre daha bilimsel olarak ele alınmaya başlamıştır. Bu konularda yayın yapan<br />
eğitimcilerden başlıcaları şunlardır: Satı Bey, İhsan Sungu, İsmail Hakkı<br />
Baltacıoğlu. Bu gelişmeler, II. Meşrutiyet döneminin eğitimci kadrosu tarafından<br />
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına da taşınmıştır.<br />
III. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında okullarda yazı öğretimi:<br />
1928 sonbaharında lâtin esaslı alfabe kabul edilinceye kadar eski harfler<br />
kullanılmış ve eğitimciler bu yazının öğretimi konusunda görüşler ileri sürmeye<br />
devam etmişlerdir. 1928 sonlarından itibaren artık yeni harflerin ve yazının nasıl<br />
öğretileceği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Aslında yabancı dil bilen aydınlar<br />
ve yabancı dil öğrenmekte olan öğrenciler lâtin harflerini yazmayı bir ölçüde<br />
biliyorlardı. Fakat bu yazının da hızlı ve okunaklı yazılması için, ayrıca<br />
ilköğretimde bulunup da henüz Batı yabancı dilleri ve lâtin yazısı ile<br />
karşılaşmamış öğrencilerin yazı öğrenimine iyi bir başlangıç yapabilmeleri için,<br />
yeni alfabeye göre yazının nasıl yazılacağının öğretilmesi önem taşıyordu.<br />
İsmail Hakkı Baltacıoğlu (1886-1978)<br />
II. Meşrutiyet döneminde Darülmuallimînde “yazı öğretmenliği” de yapan,<br />
daha sonra İstanbul Darülfünununda hocalık ve Rektörlük yapan Baltacıoğlu,<br />
bu konuda birçok yazı ve kitap yayınlamıştır. Bunlardan önemli biri, 1924’te<br />
yayınladığı Yazının Usûl-i Tedrisi başlıklı Eğitim Bakanlığının yayınladığı 34<br />
sayfalık, fakat arkasında birçok yazı örnekleri bulunan bir kitapçıktır.<br />
Bu eserde yazı öğretimi ile ilgili başlıca görüşler şunlardır (özetlenip<br />
bugünkü dile çevrilerek alınmıştır):<br />
Yazı öğretimi hem uygulamalı, hem fikrî ve nazarî açıklamalarla<br />
öğretilmelidir. Baltacıoğlu, Darülmuallimînde bazı ünlü hattatların işin fikrî ve<br />
nazarî yönüne pek önem vermedikleri için, kendisinin onlardan daha etkili bir<br />
öğretim yaparak öğretmen adayı olan öğrencilere güzel, okunaklı ve hızlı yazı<br />
yazmayı öğrettiğini söylemektedir.<br />
*<br />
15
16<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
Baltacıoğlu bu eserinde şu başlıklar altında çok ayrıntılı bilgiler verir:<br />
Yazının anlamı<br />
Eskiden ve günümüzde yazı<br />
Yazıların çeşitleri<br />
İyi yazının faydaları<br />
Güzel yazı hakkında hurafeler<br />
İyi yazının özellikleri<br />
Yazının öğretimi gerekli midir?<br />
Rik’a yazının türleri<br />
İlkokulda hangi yazının öğretimi gereklidir?<br />
Yazı öğretiminin başlıca aşamaları<br />
Yazı örneklerinin sergilenmesi<br />
Baltacıoğlu, 1930’da yayınladığı Hususî Tedris Usûlleri başlıklı eserinde çeşitli<br />
derslerin nasıl öğretilmesi gerektiğini ele alır ve yazı öğretimi üzerinde de durur.<br />
O, bu yayınında, 1924’te eski harflerle yayınladığı, yukarıda değindiğimiz<br />
kitaptan da alıntılar yapmıştır. Onun başlıca görüşleri şunlardır:<br />
İyi yazının faydaları çoktur. Kötü yazının birinci sakıncası okunmamaktır.<br />
Kötü yazıyı yalnız muhatap değil, ekseriya sahibi de okuyamaz! Kötü yazı<br />
insanın gözlerini yorar, canını sıkar. Kötü yazı okunmadığı için karışıklıklara da<br />
sebep olabilir. Kötü yazı ile yazılan mektuplar yerine gitmez; gitse bile<br />
anlaşılmaz. Fena yazı yazmak yalnız sahibi için maddî bir zarar değil, manevî bir<br />
noksandır. Çünkü kötü yazı yazmak çirkin söz söylemek, kaba hareket etmek<br />
gibi bir nevi nezaketsizlik sayılabilir. Yazının da âdâbı vardır. Kötü yazı ile<br />
kendinden büyük olan bir zata müracaat etmek saygısızlıktır. Kötü yazı ile<br />
kendinden alttakine müracaat etmek merhametsizliktir.<br />
Güzel ve iyi bir yazının faydasını şüphesiz herkes takdir eder. Fakat güzel<br />
yazı hakkında bazı hurafeler vardır. Bazı kimseler güzel yazı yazmayı hattatların<br />
işi sanırlar ve hattat olmayanın güzel yazı ile uğraşmasını lüzumsuz sayarlar. Bazı<br />
kimseler de güzel yazıya esasen değer vermezler, hatta bunlardan bazıları da<br />
yazılarını isteyerek çirkinleştirirler! Hele bir takımları vardır ki harfleri okunmaz,<br />
anlaşılmaz bir hale sokmayı hüner sayar!.. Hele mektupların altına karma karışık<br />
imzalar koymak bazı garip düşünceli kimselerin özendiği bir yeniliktir!.. Bu<br />
hususta ılımlı fikirli olan bazıları ise yazıdan amacın “okunmak” olduğunu,<br />
okulda yazı öğretiminden amaç “hattat yetiştirmek” olmadığını ileriye sürerek<br />
“güzel yazı”nın, daha doğrusu yazının bir sanat gibi öğretimini lüzumsuz<br />
görürler. Birinciler menfiler, ikinciler faydacılardır. Menfiler büsbütün haksızdır,
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
faydacılar ise kısmen haksızdır. Çünkü bir kere güzel yazının lüzumu ve faydası<br />
muhakkaktır: Güzel yazı hiçbir şey olmasa bile güzel resim, güzel ses gibi ruh<br />
için bir terbiyedir. Güzel yazı insanı bazı şekiller, üzerinde çalıştırdığı için bir<br />
dikkat ve irade terbiyesidir. Meselâ çocuklar bu suretle devamlı çalışmaya, sebata<br />
ve bir nevi temyiz melekesine sahip olurlar. Bu, çocukta kişiliğin oluşumu<br />
açısından ihmal edilemez bir kazançtır. Onun için denilemez ki: Güzel yazı<br />
lüzumsuzdur yahut yalnız hattatlara mahsustur. Gerçi güzel yazının bir derecesi<br />
hattat işidir. Fakat mektepte güzel yazı öğretmek mutlaka hattat yetiştirircesine<br />
çalışmak ve çalıştırmak demek değildir. Nasıl ki resmi, musikiyi öğretmek<br />
mutlaka ressam ve musikişinas yetiştirmek maksadıyla olmaz. Faydacı görüşe<br />
gelince, bunda gerçi gerçek payı vardır. Çünkü ihtiyaç, güzel yazıdan evvel iyi<br />
yazıyadır. Âlet olarak kullanılacak bir yazının her şeyden evvel okunaklı, seri ve<br />
muntazam olması lâzımdır. Fakat esasen bu şartlar güzelliğin şartlarındandır.<br />
Okunaklı, seri ve muntazam olmayan bir yazının güzel olması zaten mümkün<br />
değildir. Fakat “iyi yazı elzemdir” demek “güzel yazı lâzım değildir” demek<br />
değildir. Yazıyı sırf âlet ve ihtiyaç olarak kabul etmek, yanlış olmasa bile eksik<br />
olur. Çünkü bir yazı iyi olmakla beraber güzel de olabilir ve iyi yazının güzel de<br />
olması sahibi için maddî ve manevî bir kârdır. Filhakika güzel fikir, güzel iş gibi<br />
güzel yazı da sahibine ve diğerlerine daima zevk veren bir eserdir. Bundan başka<br />
güzel yazının hükûmet, ticaret ve sanayi müesseselerinde bir kıymeti vardır. Bazı<br />
kimseler vardır ki sırf güzel yazıları sayesinde hayatta bir mevki sahibi olmuşlar<br />
ve bu mevkilerini sırf yazılarının güzelliği sayesinde koruyabilmişlerdir. Her<br />
ülkenin ticaret okullarında güzel yazının en seçkin bir konu olarak öğretilmesi<br />
bu sebeptendir.<br />
“İyi yazının” özellikleri nelerdir? Önce iyi yazının özelliklerini açık olarak<br />
belirleyelim:<br />
Açıklık: Bir el yazısı için aranacak özelliklerin en önemlisi “açıklıktır”.<br />
Açıklık, yazının okunaklı olmasıdır.<br />
Öğretmenler öğrencilere açık ve okunaklı yazmayı tavsiye etmelidir. Çünkü<br />
ihtiyaca hizmet eden bir yazı için kolay yazılmak ne derecelerde lâzım ise kolay<br />
okunmak da o derece belki daha ziyade lâzımdır. Hattâ birçok süslü yazılar<br />
vardır ki zor okundukları için makbul sayılmaz; bu nedenle okunaklılık hiçbir<br />
zaman feda edilmemelidir.<br />
Gerçi elyazısında sürat lâzımdır. Fakat hiçbir zaman harflerin şahsiyetini,<br />
“açıklığı” bozacak derecede uygulamak doğru değildir. Yalnız çabuk yazmayı<br />
değil, aynı zamanda kolay okunmayı da düşünmeye mecburuz. Bu sebepten<br />
birbirine benzeyen ve kolayca karışan harfler arasındaki ufak farklar üzerine<br />
öğrencilerin dikkatini çekmelidir.<br />
İntizam: İyi bir yazının ikinci şartı intizamdır. Harfleri bazen büyük, bazen<br />
ufak, bazen aşağı bazen yukarı olan bir yazıya iyi yazı denilemez. Böyle bir<br />
yazının pratik kıymeti olmadığı gibi sanatsal özelliği de yoktur.<br />
17
18<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
Öğretmen harfler arasındaki geometrik ilişkileri birer birer göstererek<br />
öğrencilerin dikkatini çeker.<br />
Özetle, yazının muntazam olması lâzımdır. İntizam hem iyi yazının hem de<br />
güzel yazının esaslı şartıdır. Muntazam bir yazı ciddî bir insan gibidir,<br />
muhatabına ciddiyet ve saygınlık telkin eder.<br />
Sür’at: İyi yazıda aranılacak son şart sür’attir. Yazıda sür’at günlük hayat<br />
için önemli bir zaman tasarrufudur.<br />
Temizlik: Yazıyı temiz yazmak ve kâğıdı temiz bırakmakta adeta ahlâkî<br />
denilebilecek bir kıymet ve özellik vardır. Üstünü başını temiz tutmayan bir<br />
adam cemiyetçe nasıl makbul değilse, kâğıdını, kalemini, parmaklarını kirleten ve<br />
bunlardan birini muhatabına ve muhitine kirli gösteren bir adam da aynı suretle<br />
makbul değildir. Yazıda temizlik, kazanılması lâzım gelen, iyi bir alışkanlık ve<br />
yazı yazmanın hemen hemen ahlâkî bir mecburiyetidir.<br />
Yazının öğretimi gerekli midir?<br />
Okunaklı ve güzel yazının faydaları kabul edildikten sonra bir mesele<br />
kalıyor: Yazının öğretimi gerekli midir? Gerçi bazı kimselerin iddiasınca “güzel<br />
yazmak” emek mahsulü değil, bir yetenek meselesidir. Fakat önce “güzel” ile<br />
“iyi”yi birbirinden ayırmamız gerekir: İyi yazı yazmak, okunaklı muntazam ve<br />
hızlı yazmak demektir. Bu ise zevkten evvel dikkatin ve zekânın ürünüdür ve<br />
fikir terbiyesine bağlıdır. Çocuk iyi yazabilmek için okunaklı, muntazam ve hızlı<br />
yazının kurallarını öğrenmek mecburiyetindedir. Güzel yazıya gelince bu da iyi<br />
yazı gibi öğretim ile olur. Fakat her sanat gibi güzel yazı ve hattatlığın da<br />
kuralları vardır.<br />
Yazı öğretiminin başlıca safhaları: Yazının öğretimi başlıca üç işlemden<br />
ibarettir: 1) Öğrenciler tarafından taklit edilecek iyi ve güzel yazı örneklerinin<br />
gösterilmesi. 2) Örneklerin tarif ve izahı. Öğretmenin kudret ve mahareti en<br />
ziyade bu tarifleriyle anlaşılır. 3) Öğrenciler tarafından örneklere ve tariflere göre<br />
yazılan yazıların düzeltilmesi.<br />
Baltacıoğlu yazı öğretimi konusunda daha pek çok ayrıntılı bilgi<br />
vermektedir. Ona göre, yazı öğretimi çocuğun ilkokula başladığı gün başlamalı<br />
ve okuma öğretimini desteklemelidir.<br />
O çok önemli bir konu üzerinde de durur. Yazı yazarken çocuk bazı sağlık<br />
kurallarına göre davranmalıdır. Örneğin dik ve doğru oturmalı, kalemi<br />
parmaklarıyla uygun biçimde tutmalıdır.<br />
Yazı öğretiminde başlangıçta kurşun kalem kullanılabilir. Ancak ilk<br />
safhalardan sonra gecikmeden madenî uçlu kalemlerle yazılmalıdır.<br />
Baltacıoğlu’nun, 1928’de yeni harflerin kabulünden pek az önce yayınladığı<br />
Terbiye Esaslarına göre Okuma Yazma Kitabı başlıklı eseri de ilginçtir. Burada
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
çocuklara bir sayfada nesih türü yazı ile okuma, karşı sayfada aynı metni rik’a türü<br />
yazı ile yazma öğretilmektedir. Baltacıoğlu böylece çocuklara kitaplar nesih türü<br />
yazı ile basıldığı için onları okumayı, elle yazılan yazılar da rik’a türü ile yazıldığı<br />
için (el yazısı) onları yazmayı öğretmek istemektedir (Bkz. Belge 8).<br />
Cemil Sena Ongun (1894-1981)<br />
İstanbul’da çeşitli liselerde Felsefe ve Sosyoloji öğretmenliği yapan Ongun,<br />
önce 1929’da Hususî Tedris Usûlleri başlıklı bir kitap yayınlamış, 1932’de kitabın<br />
az değişikliklerle ikinci baskısı yapılmıştır.<br />
Bu eserlerde, Baltacıoğlu’nun 1924 tarihli yayınının etkisi görülür. Fakat<br />
başka yararlı görüş ve öneriler de vardır. Ongun’un eserlerinde başlıca görüşler<br />
şunlardır:<br />
Öğretmenin eskiden olduğu gibi öğreteceği cümleyi zaman kazanmak için<br />
öğrenci yokken tahtaya yazarak göstermesi doğru değildir. Öğretmen bu suretle<br />
biraz zaman kazanmış olsa bile çocuklar bunun nasıl yazılmış olduğunu<br />
görmemiş olacaklarından öğretmek hususunda sonradan daha çok zaman<br />
kaybedilmiş olur.<br />
Yazı dersleri, bilhassa meşk defterleri vasıtasıyla işlenebilir. Bütün bir<br />
sınıfın yazıda birbirine yakın bir düzeyde olup olmadığına dikkat edilmelidir.<br />
Bazı çocuklar yazarlarken başlarını büker, dillerini çıkarır, parmaklarını,<br />
elbiselerini, defterlerini kirletirler. Bütün bunlar öğretmenin müşfik ve özenli<br />
tutumuyla giderilebilir. Öğretmen ayrıca, çocuklara yazı yazarken beden<br />
duruşlarını bozmadan oturmalarını öğretmelidir.<br />
Çocuklar birdenbire ve mükemmel, doğru bir yazı yazamazlar. Yazının<br />
alışkanlık haline gelebilmesi için sık sık yazdırarak, ayni harf ve kelimeleri başka<br />
başka cümlelerde bir çok kez tekrar ettirmelidir.<br />
Öğretmen çocuğa el yazısıyla kitap yazısını bir arada okuyabilmek<br />
alışkanlığını kazandırmalıdır.<br />
Çocuklar ilk sınıfta kurşunkalemle, daha sonra mürekkep ve demir kalemle<br />
yazıya alıştırılmalıdır. Ve artık yeni lâtin harflerimiz medenî şeklini bulmuş<br />
olduklarından kamış kalem ve siyah mürekkep aramaya lüzum olmadığını izaha<br />
gerek yoktur.<br />
Meşk defterinin tashihine gelince:<br />
Bunlar ya müşterek hataların düzeltilmesi için tüm sınıfa karşı karatahtada<br />
yapılır; yahut da ferdî hatalar için talebe arasında gezerek her çocuğun<br />
defterinden ayrı ayrı yapılır. Herhalde muallim defterlerde yapacağı tashihlerde<br />
başka renkte bir kalem kullanmalı ve bazen çocuğun elini kendi eline alarak –<br />
kalem çocuğun elinde olmak şartıyla – yanlış yazılmış olan kelimeleri el birliğiyle<br />
yazmalıdır. Ancak her zaman buna müracaat etmek çocuğun teşebbüs ve<br />
19
20<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
cesaretini kırar ve çocuk yazmaktan çekinir. Bu nedenle aşırıya gitmemek icap<br />
eder.<br />
Bir harfin arzu edilen şekilde yazılabilmesi için acele etmemelidir.<br />
Yazıda çocuk kendi hatasını kendisi düzeltemez. Zira, yazı bir zekâ işi<br />
olmaktan ziyade bir alışkanlıktır. Çocuğun kalemi tutmasını, hareket ettirmesini<br />
öğrenmesi kadar da her harfin yazılması için lâzımgelen meleke ve itiyadı<br />
öğretmenin öğretimiyle kazanması lâzımdır.<br />
Fuat Baymur (1901-1974)<br />
Bu eğitimcimizin Eğitim Bakanlığının “ilkokul öğretmen kılavuzları”<br />
arasında 1939’da yayınladığı İlk Okuma ve Yazma Öğretimi başlıklı bir eser vardır.<br />
Yayın tarihi bakımından inceleme alanımız dışında kalsa da bu esere kısaca<br />
değinelim. Yazar şu önemli belirlemeleri yapar:<br />
İlk okuma ve yazı faaliyeti, eskiden bir alfabe kitabının çerçevesi içinde<br />
cereyan eder, bunun dışına çıkmayı öğretmenler hatırlarından bile geçirmezlerdi.<br />
Şimdiki ilkokul programına göre, “birinci sınıfta okuma ve yazma faaliyeti,<br />
bu sınıfın bütün öğretim faaliyetinin ayrılmaz bir unsurunu teşkil eder. Okul<br />
hayatı ve bilhassa beraber yaşanan hayat bilgisi mevzuları, okuma-yazma için,<br />
doğal birtakım fırsatlar hazırlar. İlk okuma-yazma faaliyeti işte bu fırsatlardan<br />
geniş ölçüde faydalanmaya çalışacaktır.”<br />
Buna göre her öğretmenin, talebesine okutup yazdıracağı konuları<br />
doğrudan doğruya kendisinin seçmesi gerekmektedir.<br />
Yazı kaleminin esas unsuru kalem ucudur. Kalem ucunun seçimi bütün<br />
yazı işi ve fakat bilhassa ilkyazı öğretimi için son derece önemlidir.<br />
Bizde eski yazı devresinde uzun müddet kamış kalem kullanılmıştır. Bu<br />
kalem, bu iş için çok uygun bir vasıta idi. Sonradan çelik uçlar çıkınca, yazı<br />
bundan çok zarar gördü. Yabancı dil öğretiminde sivri uçlar kullanılırdı. Yeni<br />
harflerin kabulü üzerine yazı bu uçlarla yazılmaya başlandı. Halbuki bu uçlar,<br />
yazma esnasında sürekli bir tazyik değişmesine lüzum gösterirler: Bunlarla<br />
yazarken, el yukarıya doğru hareket ettiği vakit az tazyik yapmalıdır. Yoksa gayet<br />
sivri olan uç kâğıda batar. Buna mukabil aşağıya doğru olan çizgiler, gayrı irâdi<br />
olarak daha kuvvetli bir tazyikle meydana gelirler. Bu sürekli tazyik değişmesi,<br />
çizgilerin ince ve kalın olmasına ve dolayısıyla adalelerin yorulmasına neden<br />
olur.<br />
Sonuç ve Genel Değerlendirme:<br />
Binbeşyüz yıldan beri yazısı bulunan, bu süre zarfında birçok farklı alfabe<br />
kullanmış olan Türkler, İslâmiyeti kabul ettikten sonra Arap yazısını<br />
benimseyerek bununla birçok kitaplar yazmışlardır. Türkler bu yazıyı sanata ve<br />
soyut resme dönüştürerek onun estetik kurallarını ve ölçülerini belirlemişlerdir.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Öyle ki, İslâm dünyasında, “Kur’an’ın Mekke’de indiği, Mısır’da okunduğu, fakat<br />
İstanbul’da yazıldığı” söylenegelmiştir.<br />
Bu incelememizde asıl konumuzun dışında olduğu için “hat sanatı”<br />
üzerinde hemen hiç durmadık.<br />
Asıl konumuz olan “Tanzimattan Cumhuriyete okullarda yazı öğretimi”ne<br />
gelince, incelememizden bu alanda bazı temel sonuçlar çıkarmamız<br />
mümkündür:<br />
1. Tanzimat ile beraber okullarda genel olarak yazı öğretimi önem<br />
kazanmıştır. Bunda Tanzimat döneminin okuryazar memurlara ve aydınlara<br />
olan ihtiyacı etken olmuştur. Her düzeydeki okullarda haftada 2 saat kadar yazı<br />
dersi yer almıştır. Dört öğretmeni bulunan bazı orta öğretim kurumlarında<br />
bunların ikisinin yazı öğretmeni olması yazı öğretimine verilen önemi gösterir.<br />
2. Yazı öğretimi sıbyan mekteplerinde, “bütün yazı çeşitlerinin anası”<br />
denen sülüs ve nesih türü yazıların öğretimi ile başlamış, okulun düzeyi<br />
yükseldikçe “el yazısı” denen rik’a yazısı programlarda yer almıştır. Oysa<br />
öğrenciler, günlük hayatta mektup vs. yazmakta kullanılan rik’a yazısına bir an<br />
önce geçmeyi istemişlerse de, resmî programlarda Kur’an ve kitap yazısı olan<br />
nesih ile camilerde ve kitabelerde süslü yazı olarak kullanılan sülüs türü yazılara<br />
her zaman öncelik verilmiştir.<br />
3. Tanzimat döneminde ilk kez, 1847 tarihli “hocalara Tâlimat”da ve Selim<br />
Sabit Efendinin 1870 tarihli kitabında okullarda genel yazı öğretimi yöntemleri<br />
üzerinde durulmuş, “okuma ve yazmanın beraber öğretilmesi” şeklinde çağdaş<br />
ve doğru bir ilke ortaya atılmıştır.<br />
4. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) İstanbul<br />
Darülmuallimîni öğretmenleri ve başka eğitimcilerce genel yazı öğretiminin<br />
yöntemleri üzerinde ayrıntılı yayınlar yapılmıştır.<br />
5. Cumhuriyet döneminde 1928’de Arap harfli yazı kaldırılarak lâtin<br />
alfabesi temelli yeni yazı kabul edilmiş ve yazı öğretimine yine çok önem<br />
verilmiştir. Bu önem vermenin temel nedenlerinden biri Cumhuriyetin en<br />
önemli devrimlerinden olan alfabe devriminin bir an önce yerleşmesini sağlama<br />
ihtiyacıdır. Ancak, yazı öğretimi yöntemleri II. Meşrutiyet dönemindeki<br />
yöntemlerden pek farklı değildir. Nedeni de, yazı eski olsun yeni olsun, onun<br />
öğretiminde bazı ortak ilkeler vardır ve Cumhuriyet döneminin bu konularda<br />
fikir üreten eğitimcileri esas olarak II. Meşrutiyet döneminde yetişmişlerdir.<br />
İsmail Hakkı Baltacıoğlu bu eğitimcilerin arasında önde gelir.<br />
6. İncelememizden çıkan bir önemli sonuç da üslûpla ilgilidir. Osmanlı<br />
döneminde aydınların ortak bir yazı üslûbu oluşmuştu. Çünkü hepsi okullarda<br />
aynı yazı ölçü ve kurallarını öğrenerek yetişiyorlardı ve güzel bir el yazısına<br />
toplumda çok değer veriliyordu.<br />
21
22<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
Oysa, Cumhuriyet dönemi öğrencilerinin ve aydınlarının yazısında ortak<br />
bir üslûp oluşmamıştır. Bunu Mehmet Kaplan 1974 tarihli bir yazısında şöyle<br />
dile getirir: 24<br />
“Öğrencilerin imtihan kâğıtlarını okuyorum. Hiçbir yazı ötekisine<br />
benzemiyor. Hepsi harfleri kendisine göre çiziyor, birleştiriyor ve ayırıyor. Yazı,<br />
yazana bağlıdır ama bu kadar şahsîlik de anarşinin ta kendisidir.<br />
Buna karşılık, eskilerin el yazıları ne kadar muntazam, güzel ve ahenklidir!<br />
Bağdat’ta Ahmet Efendi’nin yazdığı bir mektup ile Selânik’te Mehmet<br />
Efendi’nin yazdığı mektup, mekân ve şahsiyet farkına rağmen ikiz kardeşler gibi<br />
birbirine benzer.<br />
Bu benzeyiş, aynı örneğe göre yetiştirilmenin sonucudur. Eski Türk<br />
medeniyetinde ‘örnek’ önemli bir yer tutuyordu. Sadece yazının değil, her şeyin<br />
seçilebilecek üç-dört örneği vardı. Herkes yazısını, kıyafetini, davranışını,<br />
düşüncesini bu örneğe uydurmağa çalışırdı. Bundan dolayı ‘benzer şekiller’,<br />
binlerce, on binlerce defa tekrarlanır ve bütün ülkeye yayılırdı. Böylece, koca<br />
Osmanlı devletinde, hayatın hemen her şekli belli bir “üslûp” içinde görünürdü.<br />
Eski Türk camisini, minaresini, hamamını, medresesini, sebilini, yazısını,<br />
kıyafetini nereye giderseniz gidiniz, derhal tanırsınız. Bütün eski büyük<br />
medeniyetler gibi Osmanlı da kendisine has, güzel, ortak bir üslûp meydana<br />
getirmişti.<br />
Eskiler orijinal olmaya değil, her sahada ‘ortak ideal örnek’e uymaya önem<br />
veriyorlardı. Onların hepsini ferdiyet olmaktan kurtaran, yüksek bir medeniyetin<br />
uzvu yapan şey, ortak inançlar, müesseseler ve örneklerdi.<br />
Kur’an onları birleştiriyordu. Aynı Tanrı’ya tapıyorlar, aynı Peygamber’e<br />
inanıyorlardı. Değer hükümleri birdi: Neyin günah, neyin sevap olduğunu hepsi<br />
biliyordu. En küçük yaştan itibaren çocuklara toplumun ortak inancı, ortak<br />
davranış şekilleri, ortak örf ve âdeti öğretiliyordu. Bu toplumda önemli olan<br />
sivrilmek, kendini göstermek değil, örneğe uymaktı. Bundan dolayı kimse ne<br />
yapacağını şaşırmıyor, adımlarını emin atıyordu (…)<br />
Şimdi örnek, âdab, töre, örf ve âdet diye ferde şekil veren o dış baskılardan<br />
hiç biri yok. Herkes başıboş, kendi kendine, şaşkın, çılgın ve acaip. Bunu el<br />
yazılarından olduğu kadar, kıyafetlerden, duygu ve düşüncelerden, sanat<br />
eserlerinden de anlamak mümkün. Doğru ve eğrinin, güzel ve çirkinin, iyi ve<br />
kötünün ne olduğunu kimse bilmiyor.”<br />
24 Mehmet Kaplan, “Örnek ve Tekrar”, Hisar, Sayı 123, Mart 1974.
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
BELGELER ve AÇIKLAMALARI<br />
Belge 1. Sülüs, Nesih ve Ta’lik yazı türlerini konu alan bir öğrenci Meşk Mecmuası<br />
(Eser: Mehmet İzzet, 1321=1905) (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
Belge 2. Belge 1’deki Meşk Mecmuası’nın ilk sayfası. Sülüs ve Nesih yazı türleriyle<br />
“Rabbiyessir…” duası. Bu örnek yazı ve harfler hat sanatı ile ilgili olmakla beraber, Osmanlı<br />
döneminde genel yazı öğretimi de bu şekilde başlardı. (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
23
24<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
Belge 3. Öğrencilere mahsus Sülüs yazı türü Meşk Defteri<br />
(Tarihsiz, muhtemelen 1900’lerin başı) (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
Belge 4. Belge 3’teki Meşk Defteri’nin ilk iki sayfası: Bu Meşk Defteri’nde harfler ince çift<br />
noktalarla yazılmıştır ve öğrenci kamış kalemini bunlara uygun kalınlıkta açıp çift noktaların<br />
arasından gidecektir. Belge 4’teki yazılar tarafımızdan 1958 yılında hat dersleri almaya<br />
başladığımızda yazılmıştır. Yazı öğretiminde tekrarın önemini çok iyi anlayan Osmanlı eğitimcileri<br />
çocuklara bir yazı örneğini, yani “meşk”i pek çok kez yazdırmışlardır. “Aşk olmadan meşk olmaz”<br />
şeklindeki söz, sevgi, sabır, özen isteyen bu çalışmayı çok güzel anlatmaktadır.<br />
(Yahya AKYÜZ Arşivi)
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Belge 5. Sıbyan mektepleri için Rik’a yazısı<br />
Karalama Defteri (1322=1906) (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
Belge 6. Belge 5’teki Karalama Defteri’nin ilk iki sayfası<br />
(Belge 4’teki açıklamalar aynen Belge 6 için de geçerlidir. (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
25
26<br />
YAHYA AKYÜZ<br />
Belge 7. Sülüs türü yazının öğretilmesi konusunda eski bir Meşk Mecmuası’ndan öğretmenlere<br />
Rik’a türü yazı ile uyarı: “Muallimîne ihtar: Sülüs hattını talebenin kolaylıkla öğrenmeleri için<br />
şâkirdana yevmiye oniki satır karalama yazdırılması ve haftada üç defa meşk gösterilip vâki olan<br />
kusurların tashih olunması ve hurufatın kaidelerinin hat muallimi tarafından irae ve tefhim<br />
olunması iktiza eder.”<br />
Hat: Yahya AKYÜZ (Şubat 2011, yazı türü: Rik’a) (Yahya AKYÜZ Arşivi)<br />
Belge 8. İ.H. Baltacıoğlu’nun 1928 tarihli Okuma Yazma Kitabı’ndan iki sayfa: çocuk resmi ve<br />
oyuncağının bulunduğu sayfa Nesih türü yazı ile yazılmıştır. Bu kısım “okuma” ile ilgilidir. Karşı<br />
sayfa Rik’a türü yazı ile yazılmıştır ve “yazma” ile ilgilidir. Her iki metin de aynıdır. Baştan 2-3<br />
cümle şöyledir: “Benim bir arabam var. Kardeşimin iki arabası var. Senin araban var mı?<br />
Kardeşimin de vardır. Annemin bir kuzusu var…”<br />
(Yahya AKYÜZ Arşivi)
TANZİMATTAN CUMHURİYETE OKULLARDA YAZI ÖĞRETİMİNE BİR BAKIŞ<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Kaynakça<br />
(Yalnızca metinde atıf yapılan kaynaklar gösterilmiştir.)<br />
AHMET ÇELEBİ: İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, İstanbul, 1998 (Çev. A. Yardım).<br />
AHMED RASİM: Muharrir, Şair, Edip, İstanbul, 1980.<br />
AKYÜZ, Yahya: İlköğretimin Yenileşme Tarihinde Bir Adım: Nisan 1847 Tâlimatı,<br />
OTAM, 1994, Sayı 5.<br />
AKYÜZ, Yahya: Yazılı Eski Bir Çeşme Tası ve Türk Kültür ve Eğitim Tarihindeki Yeri,<br />
Millî Eğitim, Tem. Ağ. Eyl. 1996, Sayı 131.<br />
AKYÜZ, Yahya: Türk Eğitim Tarihinde Okullarda Disiplin Anlayış ve Uygulamalarına<br />
Bir Bakış, II. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu, <strong>Ankara</strong>, 2003.<br />
AKYÜZ, Yahya: Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000-M.S. 2010), <strong>Ankara</strong>, 2010 (18. Baskı).<br />
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı: Yazının Usûl-i Tedrisi, İstanbul, 1340.<br />
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı: Terbiye Esaslarına Göre Okuma Yazma Kitabı, İstanbul,<br />
1928.<br />
BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı: Hususî Tedris Usûlleri, İstanbul, 1930.<br />
BAYMUR, Fuat: İlk Okuma ve Yazma Öğretimi, İstanbul, 1939.<br />
BERKER, Aziz: Türkiye’de İlköğretim (1839-1945), <strong>Ankara</strong>, 1945.<br />
ERCİLASUN, Ahmet Bican: Türk Dili Tarihi, <strong>Ankara</strong>, 2007.<br />
ERGİN, Osman: Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, 5 C.<br />
GAZALÎ: İhya u Ulûmi’d Din I, <strong>Ankara</strong>, 1963 (Çev. A. Serdaroğlu).<br />
İNAL, İbnülemîn Mahmud Kemal: Son Hattatlar, İstanbul, 1970.<br />
KAPLAN, Mehmet: Örnek ve Tekrar, Hisar, Mart 1974, Sayı 123.<br />
Kur’an, Türkçe Çeviri: Hüseyin ATAY, İstanbul, 1998.<br />
MEVLÂNÂ CELÂLETTİN RUMÎ: Fihi Mafîh, İstanbul, 1969 (Çev. M.Ü.<br />
Anbarcıoğlu).<br />
NAMIK KEMAL: “Memur”, İbret, 7 T. evvel 1288.<br />
ONGUN, Cemil Sena: Hususî Tedris Usûlleri, İstanbul, 1929.<br />
ONGUN, Cemil Sena: İlk ve Orta Tedrisatta Hususî Tedris Usûlleri, İstanbul, 1932.<br />
ÖLMEZ, Vahyi: Hakikî Müslüman …, Dersaadet, 1328.<br />
RÜŞDÜ: Nuhbetü’l Etfâl, İstanbul, 1857-1858.<br />
Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye, İstanbul, Hicrî 1317.<br />
SELİM SABİT: Rehnümâ-yı Muallimîn, İstanbul, 1870.<br />
27
Osmanlı Taşrasında<br />
Bir Yetki Alanı: Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş<br />
Vekâleti Görevi ve Kapsamı<br />
A Jurisdiction in the Ottoman Province:<br />
The Duty and Scope of Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş<br />
Vekâleti<br />
Özet:<br />
Nilüfer Alkan Günay ∗<br />
Osmanlı idarî düzeni ile ilgili yapılan çalışmalarda son yıllarda<br />
özellikle taşradaki yetki alanlarının tanımlanması meselesi üzerinde<br />
yoğunlaşıldığı söylenebilir. Özellikle üzerine birçok tartışmanın<br />
yürütüldüğü ve birçok karanlık noktanın aydınlatılmayı beklediği 18.<br />
yüzyıl Osmanlı tarihi yazımında yetki alanlarının tanımlanması konusu<br />
büyük önem taşımaktadır. Bu makalede de Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş<br />
Vekâleti görevi konusu ele alınmıştır. Konuyla ilgili çok sayıda belge<br />
içeren 18. yüzyıl Bursa Şer’iyye Sicillerinden yararlanılarak Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Müfettişi Vekili’nin görev tanımı, yetki alanının sınırları ve<br />
taşrada diğer şer’ yetkilileri olarak kadılar ve nâiblerle olan yetki<br />
çatışmaları değerlendirilmeye çalışılmıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili, 18.<br />
yüzyılda Bursa, Osmanlı taşra yönetimi, Vakıf<br />
Abstract:<br />
It is safe to say that in recent years, research on the Ottoman<br />
administrative organization have generally focused on defining<br />
jurisdictions in the Ottoman province. Drawing the boundaries of the<br />
jurisdictions is of great importance, especially in clarifying and resolving<br />
the debates concerning 18 th century Ottoman historiography. This article<br />
will investigate the appointment, duty and jurisdiction of Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Teftiş Vekâleti together with authority conflicts between<br />
∗ Dr., Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, niluferalkan@uludag.edu.tr.
30<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş Vekâleti and other judicial authorities based<br />
on the 18 th century court records of Bursa.<br />
Key Words: Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili, 18 th century<br />
Bursa, Ottoman Provincial Administration, Foundation<br />
Giriş:<br />
Osmanlı taşra yönetiminde kuruluş döneminden itibaren bir bölgeye<br />
başlıca iki yönetici yollanmıştır: Biri ulemâ kökenli ve sultanın yargı yetkisini<br />
temsil eden kadı; diğeri askerî kökenli ve sultanın yürütme yetkisini temsil eden<br />
beydir. Bey kadı’nın hükmü olmadan hiç kimseyi cezalandıramadığı gibi, kadı da<br />
bey’in kuvvetine dayanmadan hükmünü uygulayamıyordu1. Bu iki işlevli<br />
uygulamanın paralelinde Osmanlı toprakları bir taraftan beylerbeylik (eyalet) ve<br />
sancak (liva) şeklinde askerî-idarî birimlere diğer taraftan da kazâ denilen şer’îidarî<br />
birimlere ayrılmıştı. Bu birimlerin başında da beyler ve kadılar<br />
bulunmaktaydı2. Temel idarî düzen böyle olmakla birlikte hem beyin (beylerbeyisancakbeyi)<br />
hem de kadı’nın yetkilerini sınırlayan veya paylaşan vazifeliler ile<br />
bölgeden bölgeye değişebilen bir takım farklı uygulamalar bulunmaktaydı. Bu<br />
çalışmada da kendisine çizilen yetki alanı çerçevesinde Kadı’dan bağımsız bir<br />
şekilde idarî, malî ve adlî konularda karar vermekle vazifelendirilen Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Müfettişi Vekili konusu ele alınacaktır. Araştırmanın zaman ve mekân<br />
sınırlamasında 18. yüzyıl Bursası seçilmiştir. Bursa, çok sayıda selâtîn ve<br />
haremeyn evkāfına sahipti. 18. yüzyıl Bursası’na ait Şer’iyye Sicillerinde de<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekili’nin gördüğü dava kayıtlarının bir araya<br />
getirildiği defterler bulunmaktadır. Birincil kaynak olarak bu defterlerden<br />
yararlanılacaktır.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş Vekâleti Görevi ve Kapsamı<br />
Kadı, atandığı bölgede şer’î ve örfî hukukun uygulayıcısı olduğu gibi aynı<br />
zamanda üstlendiği idarî, malî, askerî ve beledî işlerle üst düzey bir yönetici<br />
konumundaydı3. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere kadı’nın çevresinde onun<br />
gibi adlî konularda söz sahibi olan başka şahıslar da bulunuyordu. Bu kişiler<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili, Nakîbüleşraf Kaymakamı ve nâiblerdi.<br />
1 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ: (1300-1600), Çev. Ruşen Sezer, Yapı<br />
Kredi Yay., İstanbul 2003, s. 108; Özer Ergenç, 16. Yüzyılda <strong>Ankara</strong> ve Konya, <strong>Ankara</strong><br />
Enstitüsü Vakfı Yay., <strong>Ankara</strong> 1995, s. 61; Özer Ergenç,, “Osmanlı Şehirlerindeki<br />
Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi<br />
Bildirileri, c. II, <strong>Ankara</strong> 1981, s. 1267<br />
2 Ergenç, a.g.e. 1995, s. 61.<br />
3 Halil İnalcık, “Mahkeme”, İA, c. 7, İstanbul 1970, s. 149.
OSMANLI TAŞRASINDA BİR YETKİ ALANI: HAREMEYN-İ ŞERİFEYN TEFTİŞ...<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
Nakîbüleşraf Kaymakamları 4 Hz. Muhammed soyundan gelenlerin kimlik<br />
bilgilerinin kaydını tutmak, müteseyyidleri (sahte seyyidleri) tespit etmek,<br />
seyyidlerin işleriyle ilgilenmek yanında kanunlara aykırı davranışları<br />
görüldüğünde onlar hakkında hüküm vermekle vazifelendirilmişlerdi 5. Nâibler<br />
ise kadılar tarafından atanıyorlardı ve onların sorumluluklarını paylaşıyorlardı.<br />
Örneğin Bursa kadılığı büyük kadılıklar (mevleviyetler) arasında yer alıyordu ve<br />
geniş bir alanı kapsıyordu. Bursa’ya kadı olan kişi hem çevre nahiyeler için<br />
nâibler tayin ediyordu, hem de Bursa içinde de Bâb Nâibi, Ayak Nâibi, Toprak<br />
Nâibi gibi yaptıkları işlere göre çeşitli isimler almış nâibler atıyordu 6.<br />
Bu araştırmanın asıl konusu olan Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekili ise<br />
selâtîn, vüzerâ ve haremeyn evkāfının işleri ve reayasıyla ilgili davaları görmek<br />
üzere Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi tarafından atanmaktaydı 7. Bu noktada<br />
öncelikle Haremeyn-i Şerifeyn Evkāfı ve denetimi meselesinin açıklanması<br />
gerekmektedir.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn vakıfları, Müslümanlar için kutsal sayılan Mekke ve<br />
Medine şehirlerindeki cami hizmetlileri, Peygamberin türbesinin hademeleri,<br />
muhtelif yerlerden hac niyetiyle veya yerleşmek üzere bu iki şehre gelenler ve<br />
orada yaşayan sâdât ile hac yerlerinde yaşayan fakirler için kurulan vakıflardı.<br />
Ayrıca vâkıflar, çoğunlukla vakıf hizmetlerinin yürütülemez hale gelmesi halinde<br />
de vakıf gelirlerinin Haremeyn’e gönderilmesini şart koşmaktaydılar. Diğer bir<br />
deyişle Haremeyn vakıflarının kapsamı sürekli bir genişleme halindeydi 8.<br />
4 Her kazâya ya da sancağa bir kaymakam atanmıyordu. Kaymakamlar daha çok<br />
birbirine yakın bir kaç yerleşim birimindeki seyyid ve şeriflerin üzerine atanmaktaydılar.<br />
Hasan Yüksel-M. Fatih Köksal, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı kirâm ve Nakibüleşrâflar Ahmet<br />
Rıf’at Devhatü’n-Nukabâ, Dilek Matbaası, Sivas 1998; Örneğin 1771 yılında Bursa,<br />
Mudanya, İnegöl ve Kite (Cebel-i Cedîd ve Atîk nahiyeleri ile birlikte) kazâlarında<br />
bulunan sâdât üzerine tek bir Nakîbüleşrâf Kaymakamı atanmıştır. BŞS, B 197,10a.<br />
5 Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyid ve Şerifler, Kitap Yayınevi, İstanbul 2005, s. 87.<br />
6 Nurcan Abacı, Bursa Şehri’nde Osmanlı Hukuku’nın Uygulanması (17. yüzyıl), Kültür<br />
Bakanlığı Yay., <strong>Ankara</strong> 2001, s. 59.<br />
7 Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekillerinin atanmaları ile ilgili belgelere bakıldığında<br />
genel olarak şu ifadelerin yer aldığı görülmektedir “....mahrûse-i Burusa’da vâki’ selâtîn-i<br />
izâm ve vüzerâ-yı kirâm ve Haremeyn-i Muhteremeyn evkâfı teftiş vekâleti umûrını rü’yet itmek üzere<br />
tarafımdan kemâ-kân size tefvîz ve ibkâ olunmuşdır gerekdir ki mârrü’z-zikr şehr-i Ramazânü’lmübârek<br />
gurresinden mahrûse-i merkûmede teftiş vekâleti umûrını siz rü’yet ve evkâf-ı mezkûreye<br />
müte‘allik deâvîyi istimâ’ ve icrâ-yı ahkâm-ı şer’iyye idüb cânib-i şer’den inhirâfa cevâz göstermeyesiz<br />
ve’s-selâm”. Bkz. BŞS, B 122, 60 b.<br />
8 Bahaeddin Yediyıldız, XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi, TTK Basımevi,<br />
<strong>Ankara</strong> 2003, s. 234; Samettin Başol, Kentleşme, Ekonomi ve Sosyal Hayat Yönleriyle 17.<br />
Yüzyıl Bursa Vakıfları, Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış<br />
Doktora Tezi), <strong>Ankara</strong> 2008, s. 179.<br />
31
32<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Vakıflarının denetimi, 1586 yılında Haremeyn Evkāfı<br />
Nezâreti kurularak Dârüssaâde Ağası nezâretine verilmişti. Haremeyn Evkāfı<br />
Nezâreti kurulduktan sonra selâtîn vakıfları ile Dârüssaâde Ağaları ve onların<br />
emri altındakilere ait vakıfların idaresi de Dârüssaâde Ağası’na verildi 9.<br />
Bu şekilde önemi ve sorumluluğu artan nezâretin işlerini yürütmek üzere<br />
Haremeyn Müfettişliği, Haremeyn Muhasebeciliği, Haremeyn Mukataacılığı ve Dârüssaâde<br />
Yazıcılığı adlarıyla dört yeni görev ihdas edildi. Nezâretle aynı tarihte kurulan<br />
Haremeyn Müfettişliği, bütün selâtîn ve haremeyn evkāfının hukukî işlerini ve<br />
kontrollerini yürütmekle görevliydi 10. Bu tür evkāfın yoğun olduğu bölgelere<br />
Haremeyn Müfettişi tarafından vekiller tayin edilmekteydi.<br />
Haremeyn vakıfları İstanbul ve Edirne’dekiler dışında özellikle Batı ve<br />
Orta Anadolu’da yoğunlaşmaktaydı. Bir eski başkent olarak Bursa’da da çok<br />
sayıda haremeyn ve selâtîn evkāfı bulunmaktaydı 11. Bursa Şer’iyye Sicillerine<br />
yansıyan, Haziran 1775 tarihli bir kayıt, Hüdâvendigâr Sancağı’nda ve<br />
çevresinde nâzır kontrolü altında bulunan vakıfların listesini içermektedir 12.<br />
Sıralanan 155 vakıftan 125’inin Dârüssaâde Ağası’nın, geri kalanının ise<br />
sadrâzam, kilercibaşı ve hazinedarbaşı gibi diğer üst düzey görevlilerin<br />
nezâretinde olduğu görülmektedir 13.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi tarafından belirli bölgelerde çalışmak üzere<br />
vekillerin atanmasına ne zaman başlandığı ise çok belirgin değildir. Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Müfettişliği, Haremeyn-i Şerifeyn Evkāfı Nezâreti ile birlikte 1586’da<br />
kurulmuştu. Ancak 1670’lerin başlarına ait bir Şer’iyye Sicili defterindeki<br />
9 Seyit Ali Kahraman, Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti, Kitabevi Yay., İstanbul 2006, s. 2-3.<br />
10 Ş. Tufan Buzpınar- Mustafa S. Küçükaşçı, “Haremeyn”, TDVİA, c. 16, s. 154.<br />
11 Suraiya Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar 1517-1638, Çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı<br />
Yurt Yay., İstanbul 1995, s. 91; 1530 tarihli Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri’nde<br />
Hüdâvendigâr Sancağı genelinde gelirleri selâtin evkāfına ayrılan birimler 4 kasaba, 228<br />
köy, 147 mezraa, 159 çiftlik, 113 zemin, 30 enhâr-ı çeltik olarak sıralanmıştır. Sancağın o<br />
tarihteki toplam hâsılatı içinde selâtin evkāfının hasılatının oranı 2.683.887 akçe ile<br />
%19,45’ti. Bursa özelinde ise kazâ sınırlarında 60 köy bulunuyordu ve 39’u selâtîn evkāfı<br />
olarak kayıtlıydı. Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, TTK Basımevi, <strong>Ankara</strong><br />
2006, s. 126; A. Özkılınç vd. (Haz.), 166 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri<br />
(937/1530), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire<br />
Başkanlığı Yay., No:27, <strong>Ankara</strong> 1995, s. 18-32; Ömer Lütfi Barkan, Hüdâvendigâr Livası<br />
Tahrir Defterleri I, TTK Basımevi <strong>Ankara</strong> 1988, s. 121.<br />
12 Osmanlı Devleti’nde vakıfların denetiminden kadılar sorumluydu. Kadılar vakıfların<br />
ve mütevellilerin üzerinde sürekli ve mutlak bir denetim hakkına sahiptiler. Ancak<br />
devlet erkânından ya da saraydan bazı kişiler kurdukları vakıfların denetimini genellikle<br />
kendi meslek gruplarından şahıslara veya idarî hiyerarşiye göre kendi otoriteleri altında<br />
bulunan kişilere vermişlerdir. Böylece bazı vakıfların denetimini üstlenen bu kişiler nâzır<br />
unvanını alıyorlardı. Yediyıldız, a.g.e., s.187-188.<br />
13 BŞS, B 207,1a-b, 2 a-b.
OSMANLI TAŞRASINDA BİR YETKİ ALANI: HAREMEYN-İ ŞERİFEYN TEFTİŞ...<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
kayıtlara bakıldığında o tarihte kadı’nın yetkilerinin henüz yukarıda ele alındığı<br />
şekliyle bir sınırlamaya tabi tutulmadığı anlaşılmaktadır 14. Konuyla ilgili olarak<br />
kesin bir tarih vermek için daha kapsamlı bir araştırma gerekmektedir. Ancak bu<br />
uygulamanın –en azından Bursa için- 18. yüzyılda yerleştiği belirtilebilir.<br />
Müfettiş vekilleri, nâibler gibi yerel ulemâdan seçilmekteydiler 15. Hatta<br />
halihazırda nâib olanlardan atama yapılabildiği belgelerden anlaşılmaktadır.<br />
Kasım 1789’da teftiş vekâleti Bursa’da Bâb Nâibi olan Müderris es-Seyyid<br />
İbrahim Efendi’ye verilmiştir 16. Benzer bir şekilde Uryanîzâde Mehmed Râşid<br />
Efendi de önce Bâb Nâibliği yapmış sonra da Ocak 1790’da Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Müfettiş Vekili olmuştur 17. Vekâlet sürelerine bakıldığında ise<br />
atamaların ortalama 1,5 yıl arayla yapıldığı söylenebilse de genel olarak belirli bir<br />
düzen takip edilmediği görülmektedir. 1777-1782 tarihleri arasında yapılan beş<br />
atama arasında geçen süreler altı ile yirmi ay arasında değişmektedir 18. Ancak her<br />
atamada farklı vekil tayin edilmemiştir. Bazı kayıtlarda bir kişinin ikinci kez<br />
atanarak görevinin uzatıldığı görülmektedir 19.<br />
Diğer taraftan yukarıda bahsedilen es-Seyyid İbrahim Efendi ile<br />
Uryanîzâde Mehmed Râşid Efendi’nin atanmaları arasında sadece 2 ay olması<br />
dönem dönem şehirde birden fazla vekil olabileceği fikrini akla getirmektedir.<br />
Nitekim bir fermanda aynı tarihte görevli iki müfettiş vekilinin isminin geçmesi<br />
de bu duruma işaret etmektedir 20.<br />
14 Örneğin Ağustos 1670 tarihli bir sicil kaydında Evkâf-ı Selâtin’den Gülruh Sultan<br />
Vakfı ile ilgili bir düzenleme için vakfın mütevellisi tarafından yapılan başvuruya<br />
cevaben çıkan fermanda bu konuda tek yetkili olarak Bursa Kadısı’na hitap edildiği<br />
görülmektedir. Bkz. Nurcan Abacı, The Ottoman Judges and Their Registers B 90, 295 (I-II),<br />
The Department of Near Eastern Languages and Civilizations, Harvard University, s.<br />
573. (970 nolu belge). Benzer örnekler için bkz. a.g.e. s.14 (27 nolu belge); s. 49 (77 nolu<br />
belge); s. 361 (577 nolu belge).<br />
15 18. yüzyılın ikinci yarısına ait Bursa Kadı Sicillerinde kimlik bilgilerine ulaştığımız 9<br />
müfettiş vekilinden dördü kadı (Mevlânâ Hâfız Mehmed Emin Efendi, fahrü’l-kuzâti’lkirâm<br />
Ahmed Efendi, Mevlânâ İbrahim Efendi, Mevlânâ es-Seyyid Mustafa Reşid<br />
Efendi), 4’ü müderristir (es-Seyyid İbrahim Efendi, Uryanîzâde Mehmed Raşid Efendi,<br />
es-Seyyid Mehmed Tayyib Efendi, Mehmed Said Efendi). Diğer vekil ise Hasan<br />
Paşazâde es-Seyyid Hüseyin Efendi’dir. Ancak onun lakâbı ve Seyyid ve Efendi<br />
unvanları dışında bir veri bulunmamaktadır. Bkz. BŞS, B 230,1b, 10a, 14b, 11a; BŞS, B<br />
207, 29b, 38a, 45a, 74a.<br />
16 BŞS, B. 230, 10a.<br />
17 BŞS, B 230, 14b.<br />
18 B 207, 29 b, 38 a, 45a, 74 a, 85 a.<br />
19 Örneğin fahrü’l-müderrisîn es-Seyyid Mehmed Tayyib Efendi Haziran 1777’de Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Teftiş Vekilliğine ikinci kez atanmıştır. Bkz. BŞS, B 207, 29b.<br />
20 BŞS, B 230,11a.<br />
33
34<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekillerinin belirlenmesinde ön koşulun<br />
“ulemâdan olmak” olduğu aşikârdır. Ancak ulemâ arasında bu kişileri öne<br />
çıkaran ya da onların tekrar atanmalarını sağlayan ne idi? Başkentle ve<br />
Bursa’daki âyan ve eşraf olarak ifade edilen şehir adına alınan kararlarda etkili<br />
olan çevrelerle ilişkileri önemli bir belirleyici olabilir. Ancak bu süreci açıklığa<br />
kavuşturacak kayıtlar bulunmamaktadır. Diğer taraftan Kasım 1778’de 21<br />
atandıktan sonra 18 Nisan 1779’da tekrar vekil tayin edilen fahrü’l-kuzâti’l-kirâm<br />
Ahmed Efendi’nin ikinci atamasını gösteren sicil kaydında 22 gerekçe olarak<br />
öncelikle âyan ve eşrâf ve vakıf mütevellileri ile iyi ilişkilerinin vurgulanması bu<br />
açıdan dikkat çekicidir. Sonrasında da şer’iatı ve Padişahın emirlerini en iyi<br />
şekilde uygulayarak görevini layıkıyla yerine getirmesi belirtilmiştir.<br />
Son olarak Vekil, Bursa’da bulunan Haremeyn-i Şerifeyn Evkāfı Teftiş<br />
Vekâleti görevine atanıyordu. Ancak Bursa’da kurulan vakıflara gelir amaçlı<br />
tayin edilen köylerin Bursa’nın kırsal bölgesi yanında Hüdâvendigâr Sancağı’nın<br />
geri kalan yerlerine yayılması vekile bağlanan vakıf reayasının da mekânsal olarak<br />
dağınık bir alana yayılmasına neden olmuştu. Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi<br />
vekilleri sancak genelinde vakıf veya vakıf reayası ile ilgili sorun nerede olursa<br />
olsun davalarını Bursa’da görüyordu. Bu konuda çok çeşitli kayıtlar<br />
bulunmaktadır. Nitekim Aralık 1754 tarihli bir belgede 23 Çelebi Sultan Mehmed<br />
Han Vakfı köylerinden Bilecik Kazâsı’na tâbi Baş, Orta ve Sagîr köyleri reayası<br />
ayanlık iddiasında olanların kanuna aykırı topladıkları vergileri şikâyet için<br />
Bursa’da Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekili huzuruna çıkmışlardı. Ayrıca<br />
vekilin de bir kadı gibi çeşitli mahkeme görevlileri ile çalıştığı yine dönemin<br />
kayıtlarından anlaşılmaktadır 24.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekili ve Yetki Alanı Mücadeleleri<br />
Osmanlı toprak düzeninde Havâss-ı Hümâyûndan ve Evkāf-ı Selâtîn’den<br />
olan dirliklerin yönetimi onları tasarruf edenlere bırakılmıştı. Yetki alanları<br />
içinde serbestiyyet üzere yönetim olduğu için sancakbeyinin ve geri kalan ehl-i<br />
örfün müdahalesi yasaktı. Sancak yönetiminde sancakbeyinin ve diğer ehl-i<br />
örfün yetkilerini sınırlayan bu uygulamanın benzeri kazâ yetkisinin tasarrufunda<br />
da geçerliydi. Konuyla ilgili dava kayıtlarına bakıldığında selâtîn ve vüzerâ evkāfı<br />
21 BŞS, B 207, 38a.<br />
22 “ol tarafta bi’l-cümle a‘yan ve eşraf ve mütevelliyân-ı evkâf ile hüsn-i ülfet ve...”. Bkz. BŞS, B<br />
207,45 a.<br />
23 BŞS, B122,7a –b.<br />
24 Vekilin gördüğü davalarla ve vekil atamalarıyla ilgili çok sayıda örnek olmakla birlikte<br />
vekilin nasıl çalıştığı ile ilgili ayrıntılar veren tek bir kayda rastlanmıştır. 25 Ocak 1749<br />
tarihli bir sicil kaydında “Burusa’da Müfettiş-i Haremeyn Vekili Mahkemesi’nde ser-muhzırân ve<br />
tahtacı olan es-Seyyid Molla Osman bin İbrahim” için berât talep edildiği belirtilmektedir.<br />
Osman bin İbrahim, mahkemede babasından boşalan yerlere atanmaktadır. Bkz. BŞS,<br />
B 122, 101b.
OSMANLI TAŞRASINDA BİR YETKİ ALANI: HAREMEYN-İ ŞERİFEYN TEFTİŞ...<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
ile haremeyn evkāfının serbestiyyet statüsü vurgulandıktan sonra Dârüssâde<br />
Ağası’nın nezâretinde oldukları ve davalarına kadı ve nâiblerin değil Bursa’da<br />
bulunan Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekillerinin bakmalarının emredildiği<br />
görülmektedir 25.<br />
Bu durum kadılar ve nâibler ile Müfettiş Vekilleri arasında bir yetki<br />
mücadelesine neden olmuştur. Bu konuda tespit edilen kayıtlar, çoğunlukla kadı<br />
ve nâiblerin, kendi bölgelerinde sakin olmakla birlikte Müfettiş Vekili’nin yetki<br />
alanındaki reayaya müdahalelerini ortaya koyan ve merkezin bu müdahaleleri<br />
yasakladığını belirten fermanlar şeklindedir.<br />
Örneğin 20 Şubat 1756 tarihli bir belgede 26 Çelebi Sultan Mehmed Han<br />
evkāfı köylerinden olan Kite kazâsına tâbi Görükle köyü reayasından bir grup<br />
Bursa’da bulunan Müfettiş Vekili’ne gelerek Kite nâiblerinden şikâyetçi<br />
olmuştur. Müfettiş Vekili’nin konuyla ilgili gönderdiği ilâm sonucu gelen<br />
fermandan anlaşıldığı üzere nâiblerin hilâf-ı şer’ çeşitli bahaneler yaratarak köy<br />
halkına müdahale ettikleri, cezalar uyguladıkları ve bu durumun da köy halkını<br />
perişan ettiği vurgulanmıştır. İlgili fermanda nâiblerin vakıf reayasına<br />
müdahaleden men edildiği ve vakıf reayası ile ilgili davalara Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Müfettişi Vekili’nin bakmasının emredildiği görülmektedir.<br />
Merkez, müfettiş vekilleri ile kazâ kadıları ve nâiblerinin yetki<br />
çatışmasından, ilgili köylerin halkının müfettiş vekiline başvurması sonucu<br />
haberdar olabilmiştir. Şubat 1778 tarihli bir kayda göre Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Evkāfı’na bağlı köylerin ahalilerinden otuzdan fazla kişi Bursa’da Müfettiş<br />
Vekili’nin huzuruna gelerek Mudanya Nâibini ve diğer kazâların hükkâmını<br />
(kadı veya nâibleri) şikâyet etmişlerdir. Bu şahıslar (yine) Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Evkāfı köylerine müdahale edemeyeceklerini bildikleri halde daha fazla para<br />
kazanmak isteğiyle yoktan dava icat ederek bunları halka yüklemektedirler 27.<br />
25 Çelebi Sultan Mehmed Han evkafı köylerinden Görükle köyüyle ilgili bir davada bu<br />
durum şu ifadelerle özetlenmiştir: “Mahrûse-i Burusa’da vâki’ merhûm Çelebi Sultan Mehmed<br />
Han -tâbe serâhû- evkafı kurâsı reâyâları hatt-ı hümâyûn-ı şevket-makrûnum virilmekle mefrûzü’lkalem<br />
maktû’ü’l-kadem min külli’l-vücûh serbest olub taraf-ı vakıfdan voyvodaları yedleriyle<br />
serbestiyyet üzere zabt ü rabt olunagelüb Ağa-yı müşârün ileyhin (Dârüssaâde Ağası) nezâretinde<br />
vâki’ Rumili, Anadolu vesâir mahallerde selâtîn-i izâm ve vüzerâ-yı kirâm evkāfı kurâsı reâyaları<br />
deâvîleri Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi yahud taraflarından vekilleri muvâcehesinde istimâ‘<br />
olunagelüb min ba’d şehirlerde vâki’ oldukda mevâli ve kasaba ve kurâda vâki’ oldukda kuzât ve<br />
nüvvâb istimâ’ iylememek bâbında bundan akdem hatt-ı hümâyûn-ı şevket-makrûn ile .. müteaddid<br />
evâmir-i aliyye sâdır oldığı...” BŞS, B 122,37 b, (Bkz. Ek). Bu kayıtta selâtin ve vüzerâ evkafı<br />
yanında Haremeyn-i Şerifeyn Evkafı belirtilmese de diğer kayıtlarda Haremeyn<br />
Evkāfının da bu kapsamda sıralandığı görülmektedir. Benzer kayıtlar için bkz. BŞS, B<br />
230,10a, 18a; B 105,31a; B 207, 31a.<br />
26 B 122,37 b.<br />
27 BŞS, B 207,31 a. (Şubat 1778).<br />
35
36<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY<br />
Mudanya Nâibi hakkındaki ilk şikâyet bu değildi. Daha önce de başka<br />
kimselerin de yardımıyla Trilye köyü halkından öşür adı altında usulsüz vergi<br />
topladığı için şikâyet edilmiştir. 1776 yılı başlarına ait bu kayıt 28 ve diğerinde<br />
Mudanya Nâibi’ne ve diğer hâkimlere padişahın emri hatırlatılarak ve buna<br />
uygun hareket etmeleri; Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili’ne de yetki<br />
alanındaki köylerde bu müdahalelere izin vermemesi emredilmiştir. Ayrıca<br />
haksız yere toplanan vergiler sahiplerine geri verilecektir. Bu davalardan da<br />
anlaşıldığı üzere merkezin bu konudaki siyaseti “uyarmak ve müdahaleye izin<br />
verilmemesini emretmek”le sınırlıydı 29.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettişi Vekili ile kadı ve nâibler arasındaki yetki<br />
alanı çatışmalarına bakıldığında bunun her zaman tek taraflı bir çatışma olduğu<br />
görülmektedir. Padişahın emrine aykırı olarak bu tür vakıflara ve reayasına<br />
müdahale eden taraf daima kadı ve nâibler olmaktaydı. Bu noktada öncelikle<br />
Bursa kazâsı ve çevresinde Dârüssaâde Ağası nezâretinde olan vakıf alanların<br />
genişliği hatırlanmalıdır. Bu vakıf reayalarının davalarına bakamamak bölgede<br />
görevli olan kadı ve nâiblerin gelirlerini azaltan bir etkendi. Çünkü kadılar ve<br />
nâibler gelirlerini gördükleri davalardan aldıkları ücretlerden sağlamaktaydılar 30<br />
Diğer taraftan sancak merkezi konumundaki Bursa’da, kadı ve vekil<br />
arasında bu türden bir çatışmaya dair sadece tek bir örneğe rastlanmıştır 31: 1756<br />
yılında Bursa’da bulunan Haremeyn-i Şerifeyn Evkāfı köylerinden İnesi<br />
köyünün mültezimi el-Hac İsmail ile köyün sakinlerinden merhûm İbrahim<br />
Ağa’nın varisleri arasındaki arazi davaları Müfettiş Vekili tarafından görülmüş<br />
iken Bursa kadısı müdahale etmiştir. Bu durum üzerine doğrudan<br />
Şeyhülislam’dan Bursa kadısına bu müdahaleden men’ edildiğini bildiren bir<br />
mektup yollanmıştır.<br />
Bursa Kadısı ve Müfettiş Vekili arasındaki ilişki bir ast-üst ilişkisi olarak<br />
gözükmemektedir. Vekil, doğrudan merkeze yazabilmekte ve bağımsız dava<br />
görmektedir. Ayrıca merkezden gelen emirlerde doğrudan vekile hitap<br />
edilebilmektedir 32.<br />
Bu konuda incelenen sicil kayıtlarına dayanarak Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Müfettiş Vekilleri’nin gördükleri davaların daha çok şehrin dışındaki vakıf<br />
reayası üzerinde yoğunlaştığı söylenebilir. Şehrin içinde belirttiğimiz kapsama<br />
giren çok sayıda vakıf eser ve onların mürtezikası olmakla birlikte bu vakıfların<br />
reayası daha çok sancağın geri kalanında yoğunlaşmaktaydı 33. Ayrıca Vekil’in<br />
28 BŞS, B 207, 10 b.<br />
29 BŞS, B 207,6a, 10b ve 31a; B 230,10a; B 122,22 a-b; BŞS, B 122,4b, 12a, 18a.<br />
30 Abacı, a.g.e., s. 53-54, 173.<br />
31 BŞS, B 122, 30b.<br />
32 Örneğin bkz. BŞS, 122,4b,7 a-b; B 207,14 a.<br />
33 Bursa sakinleriyle ilgili olarak Müfettiş Vekili’nin gördüğü davalara örnek olarak<br />
Nilüfer Hatun Evkafı’ndan Hızırlık Mescidi imamlığı hakkındaki 1737 tarihli dava ile<br />
Hacılar Mahallesi sakinlerinden olup Haremeyn-i Şerifeyn evkafı reayasından olan
OSMANLI TAŞRASINDA BİR YETKİ ALANI: HAREMEYN-İ ŞERİFEYN TEFTİŞ...<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
bizzat Bursa’da olması şehirde kadı ve nâiblerin müdahalelerini sınırlayıcı bir<br />
etken olmalıdır.<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş vekilleri şehir idaresine de etki edebiliyordu.<br />
Şehir idaresinde doğrudan etkin olan Hüdâvendigâr Sancağı Mütesellimi, Bursa<br />
kadısı ve nâibleri, Yeniçeri serdarları (ağaları), âyan-ı vilâyet ile Şehir Kethüdâsı,<br />
Pazarbaşı ve Nakîbü’l-eşraf Kaymakamından oluşan gruba Haremeyn-i Şerifeyn<br />
Müfettiş Vekili de dahildi. Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş vekilleri, tüm şehir<br />
halkına yüklenen bir takım sorumluluklarla ilgili gönderilen fermanlarda<br />
muhatap alınanlar arasında çoğunlukla listelenmemiştir 34. Ancak mütesellim<br />
tayini ve azliyle ilgili meselelerde Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili’nin de söz<br />
hakkı vardı ve merkez tarafından da muhatap alınmaktaydı. 1782 yılında merkez<br />
tarafından Hüdâvendigâr Sancağı Mütesellimliği görevine talip olan iki kişi<br />
arasından hangisinin göreve layık olduğu şehir ileri gelenlerine sorulduğunda;<br />
Bursa Kadısı’nın yanında Haremeyn-i Şerifeyn Müfettiş Vekili’nin de bir ilâm<br />
göndererek Hafız İsmail adlı kişiyi önerdiği Kepecioğlu tarafından<br />
kaydedilmiştir 35. Benzer bir olay da 1788 Ağustos ayında yaşanmıştır:<br />
Mumcuoğlu Sadık adında biri mütesellim olarak tayin edilmek üzereyken Bursa<br />
Kadısı ve Müfettiş Vekili merkeze yazarak bu kişinin göreve uygun<br />
olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun üzerine de bu kişi mütesellim tayin<br />
edilmemiştir 36.<br />
Sonuç:<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Teftiş Vekâleti görevini tasarruf eden kişi Bursa’da<br />
Haremeyn-i Şerifeyn Evkāfı nezâreti kapsamına giren vakıfların denetimi ve bu<br />
vakıfların reayalarının davalarının görülmesiyle görevlendirilmekteydi.<br />
Dolayısıyla kadı ve nâiblerin yetki alanları ile Müfettiş vekillerininkiler farklıydı.<br />
Kadı ve nâibler atandıkları birim sınırları içinde yetkiliydiler. Müfettiş vekilleri<br />
ise onların yetki alanları içinde farklı bir statüye yerleştirilen bahsi geçen<br />
vakıfların reayasının davalarını görmekle görevlendirilmişlerdi. Haremeyn-i<br />
Şerifeyn Müfettişi Vekili’nin bu görevi dışında Bursa’da şehrin “karar vericiler<br />
grubu” (şehirdeki ehl-i örf ve ehl-i şer’ ile a‘yân-ı belde) olarak ifade edilebilecek<br />
grup içinde yer aldığı tespit edilmiştir. Ayrıca vekâletinin devamının yine bu<br />
grup içindeki ilişkileriyle yakından bağlantılı olduğu düşünülmektedir.<br />
Ek<br />
Zeynep binti Hacı Salih’in şikâyetçi olduğu 1754 tarihli dava örnek gösterilebilir. Bkz.<br />
BŞS, 197, 36a; B 122, 27 a.<br />
34 Örneğin bkz. BŞS, B 184,8 b; B 197,15 a, 17a.<br />
35 Bu olayla ilgili olarak başka bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak Kepecioğlu ayrıca Hafız<br />
Seyyid İsmail’in daha önce de 1759’da mütesellim tayin edildiğini, 1782 sonrasında<br />
(başka kimselerin atandığı dönemler olmakla birlikte) 1791 yılına kadar mütesellim<br />
olarak icraatından bahsetmektedir. Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, c. 2, Haz. Hüseyin<br />
Algül vd., Bursa Büyükşehir Belediyesi Yay., Bursa 2009, s. 249, 251.<br />
36 Kepecioğlu, a.g.e. c. 4, s. 64.<br />
37
38<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY<br />
20 Şubat 1756 tarihli bu belgede Kite nâiblerinin Çelebi Sultan Mehmed<br />
Han Evkāfı köylerinden Görükle reayasına hilâf-ı şer’ müdahalede bulundukları<br />
görülmektedir. (BŞS, B 122, 37 b.)
Kaynakça<br />
OSMANLI TAŞRASINDA BİR YETKİ ALANI: HAREMEYN-İ ŞERİFEYN TEFTİŞ...<br />
(OTAM, 26 / Güz 2009)<br />
ABACI, Nurcan, Bursa Şehri’nde Osmanlı Hukuku’nın Uygulanması (17. yüzyıl), T.C. Kültür<br />
Bakanlığı Yay., <strong>Ankara</strong> 2001.<br />
BARKAN, Ömer Lütfi, Hüdâvendigâr Livası Tahrir Defterleri I, TTK Basımevi <strong>Ankara</strong><br />
1988.<br />
BAŞOL, Samettin, Kentleşme, Ekonomi ve Sosyal Hayat Yönleriyle 17. Yüzyıl Bursa Vakıfları,<br />
Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi),<br />
<strong>Ankara</strong> 2008.<br />
Bursa Şer’iyye Sicilleri (B 197, B 122, B 207, B 230, B 184 nolu defterler).<br />
BUZPINAR, Ş. Tufan - Mustafa S. Küçükaşçı, “Haremeyn”, TDVİA, C. 16, ss. 153-<br />
157.<br />
ERGENÇ, Özer, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği Üzerinde<br />
Bazı Düşünceler”, VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, c. II, <strong>Ankara</strong> 1981, ss. 1265-<br />
1274.<br />
ERGENÇ, Özer, 16. Yüzyılda <strong>Ankara</strong> ve Konya, <strong>Ankara</strong> Enstitüsü Vakfı Yay., <strong>Ankara</strong><br />
1995.<br />
ERGENÇ, Özer, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa, TTK Basımevi, <strong>Ankara</strong> 2006.<br />
FAROQHİ, Suraiya, Hacılar ve Sultanlar 1517-1638, Çev. Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı<br />
Yurt Yay., İstanbul 1995<br />
İNALCIK, Halil, “Mahkeme”, İslam Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul 1970, ss. 149-151.<br />
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ: (1300-1600), Çev. Ruşen Sezer, Yapı<br />
Kredi Yay., İstanbul 2003,<br />
KAHRAMAN, Seyit Ali, Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti, Kitabevi Yay., İstanbul 2006.<br />
KEPECİOĞLU, Kâmil, Bursa Kütüğü, c. 2 ve 4, haz. Hüseyin Algül vd., Bursa<br />
Büyükşehir Belediyesi Yay., Bursa 2009.<br />
KILIÇ, Rüya, Osmanlıda Seyyid ve Şerifler, Kitap Yayınevi, İstanbul 2005.<br />
ÖZKILINÇ, A. vd. (Haz.), 166 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri (937/1530),<br />
T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire<br />
Başkanlığı Yay., No:27, <strong>Ankara</strong> 1995.<br />
YEDİYILDIZ, Bahaeddin, XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi, TTK Basımevi,<br />
<strong>Ankara</strong> 2003.<br />
YÜKSEL, Hasan- M. Fatih Köksal, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı kirâm ve Nakibüleşrâflar<br />
Ahmet Rıf’at Devhatü’n-Nukabâ, Dilek Matbaası, Sivas 1998.<br />
39
40<br />
NİLÜFER ALKAN GÜNAY
Osmanlı-Venedik İlişkileri Ve XVII. Yüzyılın<br />
Başlarında Adriyatik Bölgesindeki Sınırlarda<br />
Yaşanan Bazı Sorunlar Üzerine<br />
Ottoman-Venetian Relations and Certain Problems<br />
Experienced at the Borders of the Adriatic Region<br />
Özet:<br />
Alpay Bizbirlik ∗<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz dünyasında kuvvetli bir devlet<br />
olarak var olduğu andan itibaren, zaman zaman savaştığı komşularından<br />
biri de Venedik olmuştu. Bu komşuluk ilişkileri sırasında sık sık<br />
antlaşmalara ters olarak sınır bölgelerinde çatışmalar olduğu, ilişkilerin<br />
pek de istendik ölçülerde gelişemediği görülmektedir. Bu çalışmada sınır<br />
çatışmaları ve ihlaller hakkında epey malzeme sunan Başbakanlık<br />
Osmanlı Arşivi MAD tasnifinde 6004 numara ile kayıtlı olan bir defterin<br />
verileri esas alınarak XVII. Yüzyılın başlarında yaşanan sınır<br />
anlaşmazlıkları üzerinde durulacaktır.<br />
Anahtar Kelimeler: Osmanlı,Venedik,Sınır Anlaşmazlıkları.<br />
Abstract:<br />
After the Ottoman Empire became an important power in the<br />
Mediterrenean world, it fought with some of its neighbors including<br />
Venice. Disagreements occurred between the Ottoman Empire and<br />
Venice despite their agreements that regulated the relations between<br />
them. This study will analyze the border disputes between the Ottoman<br />
Empire and Venice at the beginning of 17th century based on defter<br />
no.6004 located at the MAD section of the Ottoman archives.<br />
Key Words: Ottoman Empire, Venice, Border Disputes.<br />
∗<br />
Yrd. Doç. Dr., Celal Bayar <strong>Üniversitesi</strong> Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,<br />
alpay.bizbirlik@mynet.com
Giriş:<br />
ALPAY BİZBİRLİK<br />
Asıl olarak Akdeniz çevresi devletleri arasında çağında hem karada hem de<br />
denizde en hatırı sayılır güçlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu askeri<br />
varlığını karalarda sağlamaya başladığı dönemi takiben dikkatini güçlü bir ticari<br />
faaliyete sahne olan denizlere de çevirmekte gecikmedi. İmparatorluk için<br />
denizlerde hakimiyet, aslında hem kendi karalarını korumak, hem de bu güçlü<br />
ticarî faaliyetlerin olabilirse bir parçası olarak, olamazsa kontrol edip<br />
faaliyetlerden doğrudan ya da dolaylı bir pay almak demekti.<br />
Akdeniz çanağında bu siyasi rakiplerin başında şüphesiz denizlerde en çok<br />
faaliyet gösteren, sıkı bir ticaret ağına sahip olan aynı zamanda doğu mallarını<br />
batıya aktarma konusunda diğerlerine pek de fırsat tanımayan Venedik gelmekte<br />
idi. Venedik’le bir ölçüde istekleri çakışan her devletin yaşayacağı problemleri<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun da yaşaması kaçınılmazdı.<br />
Aslında Adriyatik’in kuzeyinde ve Venedik’in doğusunda yer alan,<br />
Avusturya’ya ait Segna 1 bölgesi, Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik ana<br />
bölgesinin sınırlarını ayrı tutmuş, böylece bu iki devlet tarihin hiçbir döneminde<br />
sınır komşusu olmamıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun Venedik’e tâbi<br />
olan topraklar ile kolonilerine sınır olması pek de uzun sürmemiş, Rumeli ve<br />
Balkanlar’daki fütuhatla birlikte Mora’daki cumhuriyete ait kale ve şehirler ile<br />
Dalmaçya kıyılarındaki topraklara ulaşılması iki siyasi oluşumu dolaylı olarak<br />
komşu yapmıştı. Böylece iki devletin egemen oldukları bölgelerin birbirine<br />
temas etmesi, XIV. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşmiş oluyordu. Bu yıllarda<br />
her iki devlet arasında bir gerginlik veya savaş hali doğmaması için gösterilen<br />
özen, bir takım sınır problemlerinin çıkmasını önlemişti. Hatta 1386’da Osmanlı<br />
askerleri Kroya ve İşkodra’yı ele geçirmelerine rağmen buraların Venedik’e ait<br />
olduğunun öğrenilmesinden sonra bölgenin Venedik’e geri verilmesi Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun o dönemde dış siyasasında bu şehir devletine bakış açısını<br />
göstermek açısından önemli bir örnekti 2. Bunun haricinde 1394 yılında I.<br />
Bayezid’ in Arnavutluk’taki faaliyetleri esnasında bir ara Adriyatik kıyısına yakın<br />
bulunan Boyana nehrinin Venedik’e ait bölümüne geçilerek ihlaller yapılmış,<br />
1 Bu bölgedeki Avusturya’ya bağlı korsanların zaman zaman Osmanlı İmparatorluğu ve<br />
ona bağlı Dubrovnik’e ait gemilere zarar verdiği ve deniz ticareti faaliyetlerini<br />
baltalamaya çalıştığı bilinmektedir. Bu konuda bkz. İdris Bostan, Adriyatik’te Korsanlık<br />
(1575-1620): Osmanlılar, Uskoklar, Venedikliler, (İ.Ü. Basılmamış Takdim Tezi), İstanbul<br />
1998, s.91-95; Catherina Wendy Bracewell, 16. Yüzyılda Adriyatik’te Korsanlık Ve<br />
Eşkiyalık Senjli Uskoklar, (Çev. Mehmet Moralı), Bilgi <strong>Üniversitesi</strong> Yayınları, İstanbul<br />
2009, s. XVIII.<br />
2 Osmanlı kuvvetlerinin 1383-86 yılları arasında Arnavutluk’ta giriştikleri faaliyetlerle,<br />
Venedik’in egemenlik alanı olan Draç, Kroya, İşkodra, Avlonya ve Ülgün’de temas<br />
etmeleri ile buralardaki gelişmeler hakkında bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı<br />
Tarihi, I, (7. Baskı),TTK, <strong>Ankara</strong> 1995, s. 177, 203, 205, 210, 226-227.<br />
42
43<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ancak bu da herhangi bir kriz meydana getirmemişti 3. Ancak Bayezid<br />
döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasetinde değişiklik olduğu, 1402’de<br />
Mora’da cumhuriyete ait bazı yerlere saldırılar yapılmasından anlaşılmaktadır 4.<br />
Bu türden ihlallerin her iki devlet arasında çok büyük savaşlara sebep olmadığı<br />
görülmekte idi. Aslında doğudan gelen beklenmedik bir tehdidin Osmanlı<br />
İmparatorluğu siyasasını etkilediği ve bu tehdit geçiştirilene kadar ilişkilerin bu<br />
şekilde sürdüğünü söylemek de mümkündür.<br />
Bu gelişmelerin dışında, Osmanlıların ilk deniz ötesi saldırıları da yine<br />
Yıldırım Bayezid devrinde, ilhak edilen Aydın ve Menteşe beyliklerinin<br />
donanmalarıyla Eğriboz Adası’na yapılmıştır 5. Osmanlı-Venedik arasında ilk<br />
deniz savaşının yaşanmasına sebep olan olaylar zinciri ise I. Mehmed devrinde,<br />
Osmanlı gemilerinin Ege’deki bazı Venedik adalarına akınlar düzenlemeleri ve<br />
bunun ardından da iki devletin karşılıklı olarak yaptıkları deniz çatışmaları<br />
neticesinde birbirlerini korsanlık faaliyetleriyle suçlamalarıyla gerçekleşmiştir 6.<br />
Venedik’in kendi egemenliğindeki topraklar için Osmanlı Devleti’ne ilk defa<br />
haraç vermeye başlaması ise Süleyman Çelebi’nin faaliyetlerinin sonucudur 7.<br />
1423 yılında ise Selanik halkının, başlarındaki despota rağmen şehri<br />
Venedik’e satması, burada da bir Osmanlı-Venedik sınırının oluşmasını<br />
doğurmuş, II. Murad’ın bu şehirde hak iddia etmesi sonucundaki gelişmeler bir<br />
savaş durumunu beraberinde getirmiş ve 1430’da Selanik, Osmanlı topraklarına<br />
katılmıştır 8.<br />
Osmanlıların 1423’te Selanik’in fethi için giriştikleri akınlarla, kara sınırında<br />
yaşanan ilk ihlaller meydana gelmişti. Şehrin alınmasından sonra 4 Eylül 1430’da<br />
yapılan antlaşmayla bu fiili durum Venedik tarafından kabul edilmiş, ayrıca<br />
Venedik kendine tâbi bazı yerler için de haraç ödemeyi taahhüt etmişti. Bu<br />
antlaşmayla belirlenen sınırlar, 1446, 1451 ve 1454’te 1430 Ahidnâmesi esas<br />
alınarak tekrar onaylanmıştır. Ancak anlaşmaya rağmen iki devlet arasında<br />
1463’e kadar sürecek olan barış döneminde de bir takım deniz saldırıları ve sınır<br />
ötesi akınlar meydana gelmiş, böylece yine sınır sorunları yaşanmıştır. Fatih<br />
3 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, s. 238, 279.<br />
4 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 295. Bu dönemde Venedik’in Mora’da sahip oldukları en önemli<br />
iskeleler, Koron ve Modon’dur. Bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 293.<br />
5 Uzunçarşılı, a.g.e., s. 228.<br />
6 Nicolas Vatin, “Osmanlıların Yükselişi (1392-1451)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi,<br />
Osmanlı Devletinin Doğuşundan XVIII. Yüzyılın Sonuna, I, (Ed. Robert Mantran), (çev.<br />
Server Tanilli), (2. Baskı), İstanbul 1995, s. 88.<br />
7 Momcilo Spremiç, “XV. Yüzyılda Venedik Cumhuriyeti’nin Şarkta Ödediği Haraçlar”,<br />
(çev. Mahmut H. Şakiroğlu), Belleten, XLVII/185, TTK, <strong>Ankara</strong> 1984, s. 378.<br />
8 Kemal, Selatinname, (Yay. Necdet Öztürk), TTK, <strong>Ankara</strong> 2001, s. 139-140. Selanik’in<br />
Rumlar tarafından Venedik’e satılması ve II. Murat’ın, şehrin Bayezid zamanındaki ilk<br />
fethini gerekçe göstererek hak iddia etmesi ve sonrasında fethetmesi hakkında bkz.<br />
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, s. 149, 408-411.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
Sultan Mehmed döneminde Osmanlı askeri faaliyetlerinin Venedik<br />
egemenliğindeki topraklara kadar yayılması, Mora ve Arnavutluk taraflarında<br />
Venedik’e ait olan topraklarla sınır olmayı beraberinde getirmiştir. 1458’da Mora<br />
despotlarıyla yapılan antlaşma sonrasında yarımadanın kuzey bölümünde<br />
Osmanlı hâkimiyeti kurulmuş olsa da henüz o yıllarda Venedik’e tâbi olan<br />
topraklara dokunulmamıştır 9. Bu durum pek fazla sürmemiş, Osmanlı-Venedik<br />
savaş döneminin başlamasıyla iki tarafın sahip olduğu yerler ve sınırlar yeniden<br />
değişim göstermiştir. Bu savaşların sona erdiği 1479’da yapılan antlaşmayla da<br />
fethedilen topraklar Venedik tarafından tanınarak yeni sınırlar belirlenmiş 10 ve<br />
yine cumhuriyetin sahip olduğu bazı topraklar için ödeyeceği haraçlar karara<br />
bağlanmıştır 11. Bu gibi sınır ihlalleri II. Mehmet’in İtalya seferinden sonra<br />
başlayan 1499’a kadar süren barış döneminde de sıkça görülmüş, Venedik<br />
Osmanlı başkentine bu yüzden defaatle şikayetlerini bildirmiştir 12. 1499’da<br />
gerginleşen ilişkilerin sonucu başlayan savaşla sınırlar değişmiş 13, 1502’de savaşı<br />
bitiren antlaşma ile bu yeni sınır değişiklikleri her iki tarafça da tanınmıştır 14.<br />
9 Kemal, age, s. 173; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s. 24. Ancak 1463’te Osmanlı-<br />
Venedik savaşının hemen öncesinde, Mora sancakbeyliğine atanmış olan Turahan-zâde<br />
Ömer Bey’in, Venedik’e ait Koron ve Modon’a gerçekleştirdiği saldırılar; buna karşılık<br />
Venediklilerin de Korent şehrini kuşatmaları ile başlayan çarpışmalar hakkında bkz. aynı<br />
eser, s. 26-28.<br />
10 Savaşın seyri, çarpışmalarda el değiştiren yerler için bkz: Selahattin Tansel, Osmanlı<br />
Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, İstanbul 1971, s. 196-<br />
210; Solak-zâde Mehmed Hemdemî Çelebî, Solak-zâde Tarihi, I, (haz. Vahid Çabuk),<br />
<strong>Ankara</strong> 1989, s. 312-318; Uzunçarşılı, aynı eser, s. 111-125; Vatin, “Osmanlıların<br />
Yükselişi (1451 - 1512)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, (ed. Robert Mantran), (çev.<br />
Server Tanilli), (2. Baskı), İstanbul 1995, s. 119-120. Eğriboz’un fethi için ayrıca bkz.<br />
Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihân-nümâ, Neşrî Tarihi, II, (yay. Faik Reşit Unat, Mehmed A.<br />
Köymen), (3. Baskı), <strong>Ankara</strong> 1995, s. 785-789; Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaif-ül-<br />
Ahbar fî Vekayi‘i’l-a’sâr (Müneccimbaşı Tarihi), II, (haz. İsmail Erünsal), İstanbul (Tarihsiz),<br />
s. 338. 1479’da savaş sona erdiğinde Kroya, İşkodra ve Eğriboz’un Osmanlılarda<br />
kalması şartıyla iki tarafın da işgal ettikleri yerleri tekrar eski sahiplerine iade edeceğine<br />
dair olan antlaşma şartı için bkz. Uzunçarşılı, aynı eser, s. 124.<br />
11 Spremiç, a.g.m., s. 388-389.<br />
12 Vatin, “Osmanlıların Yükselişi (1451-1512)”, s. 138; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s.<br />
572.<br />
13 Vatin, agm, s. 138-139. Bu savaşın seyri hakkında ayrıca bkz. Müneccimbaşı Ahmed<br />
Dede, Müneccimbaşı Tarihi, II, s. 405-409; Solak-zâde Tarihi, I, s. 416-418, 423-424;<br />
Sınırlar için bkz.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s. 213-224.<br />
14 1503’te onaylanarak yürürlüğe giren bu antlaşma metni için bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı<br />
Tarihi, II, s. 224; Mahmut H. Şakiroğlu, “1503 Tarihli Türk-Venedik Antlaşması”, VIII.<br />
Türk Tarih Kongresi, III, <strong>Ankara</strong> 1983, s. 1559-1565; Meryem Kaçan, XVI. ve XVII.<br />
Yüzyıllarda Osmanlı-Venedik Ahidnâmeleri (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul<br />
1995, s. 45-48. Ayrıca 1523’te Hersek’teki Osmanlı-Venedik sınırıyla ilgili yapılan ve<br />
mülkiyetlere dair bazı ince ayarlamalar hakkında da bkz. M. Tayyib Gökbilgin, “Kanunî<br />
44
45<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
1536’da Kanuni devrinde yeniden başlayan çatışmalar, Venedik için tam bir<br />
kayıplar silsilesi oluşturmuş, Preveze’de Venedik gemilerinin de yer aldığı Haçlı<br />
donanmasının yenilgiye uğraması ile durum tamamıyla Osmanlı lehine geliştiği<br />
için Venedik kaybedilen topraklar üzerinde Osmanlı hakimiyetini tanımak<br />
zorunda kaldığı bir antlaşma daha yapmıştır 15. Kıbrıs 16 ve Zante (Zaklise)<br />
haraçları da bu ahidnâmede yer bulmuştur 17. Söz konusu ahidnâme, sonraki<br />
yıllarda yenilenecek olan diğer tüm ahidnâmelere temel olacak ve sınırlar ile<br />
denizlerdeki egemenlik sahalarının belirlenmesinde genel olarak bu belge örnek<br />
alınacaktır 18.<br />
Aslında Adriyatik’teki hem Osmanlı, hem de Venedik hakimiyet<br />
bölgelerinin idarecileri yaptıkları faaliyetler ile kendi devletleri lehine ellerindeki<br />
toprakları tutmaya bakıyorlar, başka bir açıdan mevcut statüyü korumayı<br />
amaçlıyorlardı 19.<br />
II. Selim’in tahta geçişiyle 1567’de, 1540 ahidnâmesi esas alınarak yeni bir<br />
ahidnâme yapılmıştır. Bu ahidnâmede farklı olarak, Osmanlıların önceden<br />
fethettiği Bosna sınırındaki Bocac, Zastine, Sin, Değirmenler ve Velin<br />
kalelerinde Venedik’in hak iddia etmesi üzerine konu araştırılmış ve buraların<br />
Osmanlı hâkimiyetinde olduğu, ancak Değirmenler’in Venedik tasarrufunda<br />
Sultan Süleyman Devrine Âit Bosna ve Hersek ile İlgili Venedik Arşivi’ndeki Türkçe<br />
Belgeler Hakkında”, Tarih Dergisi, 32, İstanbul 1979, s. 321.<br />
15 Bu savaş dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Müneccimbaşı Ahmed Dede,<br />
Müneccimbaşı Tarihi, II, s. 545-547; Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi, I, s. 193-199;<br />
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s. 374-379.<br />
16 1517’de Mısır’ın Osmanlı hâkimiyetine girerek Memlûk Devleti’ne son verilmesiyle,<br />
cumhuriyetin Kıbrıs için bu devlete ödediği 8000 düka haracın bundan sonra Osmanlı<br />
Devleti’ne ödenmesi durumunun ortaya çıkması dolayısıyla, aynı yıl içerisinde Venedik<br />
ahidnâmesi yenilenmiştir. Bkz. Spremiç, a.g.m., s. 388-389.<br />
17 Kaçan, a.g.t., s. 23-24; 1540 tarihli ahidnâmedeki sınır konusu için bkz. aynı tez, s. 64-<br />
65, 69; ayrıca bilgi için bkz. Şakiroğlu, “Venedik Arşivi ve Kitaplıklarından Türk Tarih<br />
ve Kültürüne Ait Kayıtlar II”, Erdem, VI/17, <strong>Ankara</strong> 1992, s. 462-465. Cumhuriyetin<br />
sahip olduğu bazı topraklar için Osmanlı Devleti’ne ödeyeceği haraçlar konusunda ise<br />
yine bkz. Kaçan, agt, s. 69. Bu haraç ve pişkeşlerin balyos aracığıyla verilmesi kararına<br />
rağmen, uygulamadaki kolaylık ve pratikliğin bir getirisi olarak, genellikle Bosna veya<br />
Hersek’teki Osmanlı makamlarına teslim edilerek, onların da İstanbul’a gönderdikleri<br />
hakkında bkz. Gökbilgin, “Kanunî Devrine Âit Bosna ve Hersek ile İlgili Türkçe<br />
Belgeler”, s. 324.<br />
18 Örneğin III. Mehmed devrinde yenilenen 1595 Ahidnâmesi’ndeki sınır bölgelerindeki<br />
toprakların aidiyet meselesi için bkz. Şakiroğlu, “Türk Tarih ve Kültürüne Ait Kayıtlar<br />
II”, s. 467-468.<br />
19 Marıa Pıa Pedani, “Beyond The Frontier: The Otoman-Venetıan Border In The<br />
Adriatic Context From The Sixteenth-Eighteenth Centuries”, In Zones Of Fracture In<br />
Modern Europe, Baltic Countries – Balkans – Northern Italy, (Ed.Almut Bues), Wiesbaden<br />
2005, s.46.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
bulunduğu kabul edilmiştir. Ayrıca sınır ihlallerine ve saldırılarına son verilmesi<br />
bu devirde de diplomatik gelişmelere konu olmuştur 20.<br />
Kıbrıs’ın fethedildiği ve İnebahtı yenilgisinin yaşandığı savaş dönemi 21 sona<br />
erdiğinde yapılan antlaşmada ise; Venediklilerin Dalmaçya’da ele geçirdikleri<br />
Sopot kalesinin geri verilmesi ve Arnavutluk ile Bosna sınırının eskisi gibi<br />
olmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savaş gemilerinin Adriyatik’e<br />
girmemesi ve buradaki güvenliği Venedik gemilerinin sağlaması, yani bu<br />
denizdeki Venedik egemenliği de Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmiştir.<br />
Zenta haracı ise 500 flori iken, 1000 flori arttırılarak 1500 flori yapılmış, Kıbrıs<br />
fethedildiği için buranın haracı iptal edilmiştir. 1573’te imzalanan antlaşmada<br />
her ne kadar sınırlar yeniden tespit edilmişse de sınır olayları son bulmamış,<br />
karşılıklı bazı akınlar ve saldırılar devam etmiştir 22. Yine de tüm bu sorunlara<br />
rağmen devam eden uzun barış sürecinde, 1645’te başlayan Girit kuşatmasına<br />
kadar önemli bir sınır değişikliği yapılmadığını görülmektedir. Bundan sonra<br />
verilen Venedik ahidnâmelerinde ise artık Osmanlı egemenliğinde bulunan<br />
yerlere değinilmeyerek sadece Venedik’e ait olanların belirtildiği dikkat<br />
çekmektedir 23.<br />
20 Kaçan, a.g.t., s. 25-26. Velin’in Kilis sancakbeyine bırakılması hakkında Venedik<br />
dojuna yollanan nâme için bkz. Gökbilgin, “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe<br />
Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, Belgeler, V-VIII/9-12, <strong>Ankara</strong><br />
1968-71, s. 61-62. Sınır düzenlemeleri, Kilis’in Osmanlı hâkimiyetinde bir sancak haline<br />
getirilmesi, burada yeni bir kalenin inşası ve sınıra yakın olan değirmenlerin<br />
mülkiyetleriyle ilgili düzenlemeler hakkında ayrıca bkz. aynı yazar, “Kanunî Devrine Âit<br />
Bosna ve Hersek ile İlgili Türkçe Belgeler”, s. 324.<br />
21 1569-1573 Osmanlı-Venedik savaş dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Peçevî<br />
Tarihi, I, s. 466-470, 474; Solak-zâde Tarihi, II, s. 323-326; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III,<br />
s. 11-23; Jean Louis Bacque-Grammont, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Doruğu: Olaylar<br />
(1512 - 1606), II. Selim’den III. Mehmed’e”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi I (Osmanlı<br />
Devletinin Doğuşundan XVIII. Yüzyılın Sonuna), s. 192.<br />
22 Kaçan, a.g.t., s. 28. 1573 tarihli anlaşmadan sonra yapılan sınır düzenlemeleriyle ilgili<br />
bkz. Şakiroğlu, “Kanuni Dönemine Ait Yeni Belgeler”, s. 877. Bu dönemde her iki<br />
devlet de Adriyatik bölgesinde birbirleri ile çekişmekte ve bu bölge tamamen<br />
kendilerine aitmiş gibi davranmakta idi. Aslında aidiyet açısından bakıldığında Osmanlı<br />
İmparatorluğu harita gereği biraz daha iddiasında güçlü idi. Buna rağmen Venedik<br />
bölgedeki hakimiyet haklarını Osmanlıdan pek aşağı görmemiş bu durum çekişme ve<br />
sınır davalarının aralıksız sürmesine ve her iki devletin de uzun yıllar bu türden olaylarla<br />
uğraşmasına sebep olmuştur. Bu konuda bkz. Marıa Pıa Pedani, agm, s.46-47.<br />
23 Bkz. Kaçan, a.g.e., s. 31. 1573 Ahidnâmesi’nden sonra Ferhat Paşa ile Soranzo<br />
tarafında tespit edilmiş olan Osmanlı-Venedik sınırının, sonraki devirlerde de referans<br />
alındığına dair bkz. Şakiroğlu, “Venedik Devlet Arşivi’nde Kanuni Sultan Süleyman<br />
Dönemine Ait Yeni Belgeler”, IX. Türk Tarih Kongresi, II, <strong>Ankara</strong> 1988, s. 877. 1575<br />
yılında III. Murat’ın ve 1595’te III. Mehmet’in yeniledikleri ahidnâmelerde de herhangi<br />
bir sınır değişikliği veya ayrıca eklenen bir madde yoktur. 1575 ve 1595’teki<br />
46
47<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Çalışmanın esas dönemi olan XVII. yüzyıla girildiğinde bu dönemde olan<br />
sınır ihtilafları ayrıntılı bir şekilde BOA MAD tasnifinde yer alan 6004 numaralı<br />
defterden izlenebilmektedir 24.<br />
1604’te I. Ahmet’in yenilediği ahidnâmede de bir farklılık olmamasına<br />
karşın, aynı yıl içerisinde Venedik’in Dubrovnik’e ait olan Lagosta Adası’nı ele<br />
geçirmesi, Osmanlı-Venedik arasında diplomatik bir gerginliği beraberinde<br />
getirmiştir 25.<br />
1625 tarihli Osmanlı-Venedik Ahidnâmesi’nde geçen sınırlarla ilgili<br />
maddede: “…Arnavutluk’da ve Bosna vilâyetlerinde olan yerlerin ba‘zı bu cânibin<br />
tasarrufuna girüb ve ba‘zı Venedik beğlerinin ellerindedir. İki cânibin ellerinde olan<br />
hisarların kadîmî sınuru ve karyeleri vire bozulmadan ne vechle zabt oluna gelmiş ise min<br />
ba‘d ol vechle zabt oluna deyu bu bâbda tarafeynden mezbûr vilâyetlerin hâkimlerine<br />
müceddeden emirler gönderilüb tenbîhler olunub ve sâbıkâ Bosna beği olan Ferhad Beğ’e<br />
emirler vârid olub Yakomo Soranso nâm Venedik elçisi muvâcehesinde sınur kat‘ olunub ne<br />
ahidnâmelerin tam metinleri için bkz. Kaçan, a.g.e, s. 80-87, 88-95; 1595 Ahidnâmesi<br />
için ayrıca bkz. Şakiroğlu, “Kanuni Dönemine Ait Yeni Belgeler”, s. 468-480.<br />
24 Toplam 145 sayfa olan defter çok çeşitli konular içeren ve h. 1028-1038 / m. 1619-<br />
1629 tarihleri arasında 10 yıllık bir zaman dilimine ait hükümleri barındırmaktadır.<br />
Genel olarak içeriğine bakıldığında defter, büyük çoğunluğu Venedik ve<br />
Dubrovniklilerle ilgili hükümlerden oluşmaktadır. Venediklilere ait 239, Dubrovniklilere<br />
ait 95 hüküm olup, ayrıca bu konuları içermeyen 4 ayrı hükümle birlikte belge sayısı<br />
toplamda 335’i bulmaktadır. h. 1034 / m. 1635 tarihli Venedik ile h. 1033 / m. 1623<br />
tarihli Dubrovnik ahidnâmelerinin metinleri, bazı ticari ve siyasi gelişmeler ile olaylar,<br />
elçilik ve konsolosluk tayinleri ile tercümân ve görevli atamaları, elçilerin, görevlilerin,<br />
ulakların ya da tüccarların yol güvenliklerine dair hükümler, özel bazı muâfiyetler ve<br />
imtiyazlar, din adamları ve dinî mekanlarla ilgili konular, yerel idareci ve görevlilerin<br />
tüccarlara karşı olan tutumları ile bunlara ahidnâme maddelerinin hatırlatılması, sınır<br />
sorunları, korsanlık ve eşkıyâlık faaliyetleri, batan ve karaya vuran gemilerin hukukî<br />
durumu, yağmalama, esir alma, gasp ve hırsızlık olayları, cinayet vakaları, metrukât, borç<br />
ve ticarete dair anlaşmazlıklar, ticarî metalar ve gümrükler ile resmler hakkındaki<br />
meseleler vs. gibi pek çok çeşitli husus, bu belgelere konu olmuştur.<br />
Defterin içerik açısından zenginliği, içerdiği malzemenin bahsedilen bölgede Osmanlı-<br />
Venedik ilişkileri açısından tamamıyla orijinal bilgileri ilk elden sunuyor olması, sadece<br />
incelenen konu açısından değil, iki devletin tüm ilişkilerini en azından kapsadığı dönem<br />
çerçevesinde açıklama açısından da önemli bir kaynak kabul edilmesi gerektiğini ortaya<br />
koymaktadır. Ayrıca defterdeki bazı hükümlerde geçmiş anlaşmalara yapılan atıflar,<br />
zaman zaman o andlaşmalardan ilgili kısımların kendi dönemindeki hükümlerde yer<br />
alması defteri geçmiş dönem olayları açısından da önemli bir kaynak haline<br />
getirmektedir.<br />
25 Kaçan, a.g.t., s. 32. 1619 Ahidnâmesi’nde Bosna beylerbeyi Ferhad Paşa ile Venedik<br />
elçisi Yakomo Soranso tarafından tespit edilmiş olan sınırın geçerli olduğuna dair bkz.<br />
Kaçan, agt, s. 34.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
vechle ta‘yîn ve tebyîn olundu ise vukû‘ı üzere ‘amel oluna …” 26 denilerek sınırların ihlal<br />
edilmemesine dikkat çekilmektedir. Bu ahidnâmeye ek olarak, Venedik’e tâbi<br />
olan yerlerin sınırında görev yapan Osmanlı yerel idarecilerine pek çok hüküm<br />
gönderilerek, sınıra riayet edilmesi ve saldırıların önlenmesi konularına dair<br />
uyarılar yapılmıştır. Sonraki yıllarda Osmanlı-Venedik arasında çıkan bir sınır<br />
anlaşmazlığında 1625 tarihli bu ahidnâmeye atıfta bulunularak meselenin<br />
ahidnâmede belirtildiği gibi çözülmesi ve Ferhat Paşa zamanında iki tarafın<br />
rızası ile kabul edilen sınırların esas olması konusunda merkezden yazılan 3<br />
Safer sene 1047 tarihli bir hükümde “…Vusul buldukda ferman-ı celilü’l kadrin<br />
mucebince amel edib dahi tarafeynin ehl-i vukufu ile mahall-i niza’ın üzerine varub tamamı<br />
hak ve adl üzere teftiş ve tefahhus eyleyüb göresin mukaddema mezkur Ferhad Paşa<br />
zamanında tarafeynin rızası ile ta’yin ve teşhis olan sınır her ne mahalde idüğü tamam<br />
ma’lum oldukdan sonra girü ol mahallerin üzerine alayim va’z eyleyesüz…” denilerek<br />
anlaşmazlıklarda esas alınacak belge tekrar işaret edilmiş olunsa da 27, bu türden<br />
hükümlere rağmen hem Osmanlı, hem de Venedik yerel idarecilerinin kendi<br />
devletleri namına hakimiyet alanlarını genişletme çabalarından vazgeçmedikleri<br />
görülür 28.<br />
Bosna, Venedik’e ait topraklarla en uzun sınırı olan Osmanlı eyaletiydi.<br />
Bölgede sınırın büyüklüğü daha çok olay olmasına sebep olurken, bu durum<br />
düşman kavramının daima canlı tutulmasını bundan ötürü savaş veya en<br />
azından sınırlı bir çatışma olasılığını da beraberinde getirmekte idi. Bu sebepten<br />
olsa gerek sınır ihlalleri ve sınır ötesi saldırılar da en yoğun olarak Bosna’ya tâbi<br />
olan yerlerden gerçekleşmekteydi. Kilis de, Venedik sınırında yer alması<br />
münasebetiyle sınır olaylarının sıkça görüldüğü bir Bosna sancağıydı. Buna<br />
karşın Osmanlı merkezi sürekli buranın idarecilerine uyarılarda bulunarak söz<br />
konusu saldırıların önlenmesini istemekteydi.<br />
1621’de gerçekleşen bir olayda Kilis’teki bir takım ehl-i örf taifesi, buradaki<br />
halktan çok sayıda adam toplayarak sınırı geçmiş ve Venedik’e tâbi olan 12<br />
köyün topraklarına, bağlarına ve bahçelerine girerek oldukça yüklü miktarda<br />
mahsullerini gasp etmişlerdir. Bunun üzerine Bosna beylerbeyi ile Kilis ve<br />
Akradin kadılarına bir hüküm gönderilmiş, bu hükümde sınıra riayet edilmesi,<br />
Venedik’e tâbi yerlere girilmemesi ve bu kişilerin saldırılarının önlenmesi<br />
istenmiştir. Ayrıca yine buradaki Venediklilerden Osmanlı reayasıymış gibi vergi<br />
toplanmaya kalkışılmaması konusunda da uyarılmışlardır 29.<br />
26 Evâsıt-ı Receb 1034 (19-28 Nisan 1625), MAD. 6004, s. 120; aynı bilgi için bkz:<br />
Cihan Yemişçi, 1618-28 Arası Osmanlı Venedik İlişkileri (6004 Nolu Ahkam Defterine Göre),<br />
S.Ü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya 2009, s. 79.<br />
27 BOA, Mühime Defteri 88, hüküm 86.<br />
28 Marıa Pıa Pedani, agm, s. 46.<br />
29 Evâsıt-ı Cemâziyelevvel 1030 (3-12 Nisan 1621), MAD. 6004, s. 143. Bu türden<br />
saldırıların sürekli yapılmasından dolayı halihazırda Venedik’le Osmanlı Devleti’nin barış<br />
döneminde olduğunun hatırlatıldığına dair bkz. Naîmâ Mustafa Efendi, Târih-i Na’îmâ<br />
48
49<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Osmanlı merkezinden gönderilen hükümlere rağmen Kilis taraflarında<br />
sınır olaylarının sona ermediği görülmektedir. Örneğin yine 1621 yılında<br />
Karacadağ kethüdası Halil Ağa ile adamları sınırı geçerek Venedik’e tâbi bazı<br />
köylere ve mahallere saldırmaları üzerine Kilis sancakbeyi ile kadısına<br />
gönderilen hükümde, söz konusu kişilere gerekli tenbihlerin ve uyarıların<br />
yapılması, bu taarruzların tekrarlanması halinde haklarından gelinmesi<br />
emredilmiştir 30. Ancak bu hükme rağmen aynı kişi birkaç yıl sonra 1624’te<br />
yanında atlı ve yaya 400-500 kadar adamıyla bir saldırıda daha bulunmuş 31, bu<br />
olayların devamlı olarak yaşanması üzerine Osmanlı yönetimi, Kilis’ten yapılan<br />
sınır ötesi saldırıların önlenmesi için bir başka hüküm daha göndermiştir. Bu<br />
hükümde oradaki sınırın Kanuni ve II. Selim zamanında, ayrıca 1604’te yeniden<br />
belirlenerek alametler 32 konulduğunu, buna rağmen sürekli sınır ihlallerinin<br />
olduğunu ve özellikle de Halil Ağa’nın saldırıları üzerine 2-3 defa hüküm<br />
gönderildiği, buna rağmen bu kethüdanın cezalandırılmayarak böylece<br />
tecavüzlerini sürdürmesine göz yumulduğu belirtilmiştir 33. Aynı yıl içerisinde bu<br />
kişinin yine adamlarıyla Zadre sınırından girmesi ve tecavüzlerine devam etmesi<br />
üzerine kethüdalıktan azledildiği ayrıca bu hükümle Bosna beylerbeyi ve Kilis<br />
beyi ile kadısından sınırcıların hududa yollanarak hattın yeniden tespit edilmesi,<br />
daha önce sınırı belli eden alametlerin bozulmuş olabileceği, bunun için<br />
Venediklilerin ellerindeki hudud-nâmelerin ve temessüklerin de referans alınması, bir<br />
daha da böyle sınır ihlallerinin yapılmaması istenmiştir 34.<br />
Zadre tarafından yapılan sınır ihlalleri sadece Halil Ağa ve adamları<br />
tarafından yapılanla kalmamış, diğer bir olay Kırka zimmîlerinden Miloş adlı bir<br />
eşkıyanın adamlarıyla, Zadre’den sınırı geçerek buralardaki yerleşim yerlerine<br />
saldırması üzerine meydana gelmiştir. Bunlar bölgede yaptıkları yağmalarda,<br />
buradaki Venedik’e tâbi reayanın eşyalarına, mallarına ve hayvanlarına el<br />
koymuşlar, ayrıca kayıklarını da gasp etmişlerdir. Bu eşkıyaların daha önce de<br />
benzer saldırılar düzenledikleri belgelerden anlaşılmaktadır. Kırka beyine<br />
gönderilen bu hükümde, eşkıyanın hakkından gelinmemesi sonucunda tekrar<br />
böyle bir saldırıda bulunduklarına değinilmiş, artık bunların yakalanarak<br />
(Ravzatü’l-Hüseyn Fî Hulâsati Ahbâri’l-Hâfikayn), II, (haz. Mehmet İpşirli), <strong>Ankara</strong> 2007,<br />
s. 910.<br />
30 Evâhir-i Rebiülevvel 1030 (13-22 Şubat 1621), MAD. 6004, s. 12/4; Evâhir-i<br />
Rebiülâhir 1030 (15-23 Mart 1621), MAD. 6004, s. 13/2.<br />
31 Bkz. Evâsıt-ı Ramazan 1033 (27 Haziran - 6 Temmuz 1624), MAD. 6004, s. 102/4.<br />
32 “…mahal-i me’mûra varılub sınuru ref‘ idüb sınur ta‘yîn itdikleri yerlere kömür ile taş diküb ve<br />
sâ’ir ‘alâmetler vâz‘ eyleyüb ellerine sınur hüccetleri virilüb …” Evâsıt-ı Rebîülevvel 1034 (22-31<br />
Aralık 1624), MAD. 6004, s. 114.<br />
33 MAD. 6004, s. 114.<br />
34 MAD. 6004, s. 114.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
verdikleri zararların tazmin ettirilmesi ve ibret için haklarından gelinmesinin şart<br />
olduğu belirtilmişti 35.<br />
İmzalanan ahidnâmelere rağmen özellikle Bosna sınırından Venedik’e ait<br />
topraklar üzerine yağma amaçlı saldırılar düzenlendiği görülmektedir. Bazı<br />
Osmanlı askerlerinin Mağripli korsanlarla müttefik olarak Venedik’e tâbi yerlere<br />
taarruz etmeleri ve bu saldırılardan epeyce ganimet ve esir elde edilmesi bu<br />
saldırı güçlerine yeni müttefikler kazandırmıştı. Örneğin 1624’te bu askerler,<br />
Mağriplilere ait 13 kalite ile birlikte Korfoz (Korfu) adasını, Korfu boğazındaki<br />
dalyanları, ayrıca Kefalonya’daki pek çok kazâyı ve kaleyi vurup yıkmışlar, bir<br />
çok kişiyi öldürüp epeyce esir alarak geri dönmüşlerdi. Bu saldırılarda ganimet<br />
oldukça iyi olduğundan olsa gerek Mora, Nova ve Ayamavra’dan da zaman<br />
zaman büyük miktarda destek sağlanmıştı. Bütün bu barışa mugayir duruma<br />
Osmanlı yönetimi sessiz kalmamış, olaya bizzat müdahale etmesi için Bosna<br />
beylerbeyine bir hüküm yollamış ve suçu tespit edilen herkesin, Mağripli<br />
korsanların ve levendlerin haklarından gelinmesini, hapsedilmelerini, esirlerin<br />
salıverilmesini ve el konulan malların, paraların gerisin geri iade edilmesini<br />
emretmiştir 36.<br />
Venedik sınırını geçen ve ihlâlerde bulunan bir diğer görevli de Hersek’e<br />
bağlı Zeyran kalesinin dizdarı idi. Bu kişi Venedik’e tâbi olan Kotor 37’un bazı<br />
köylerini basmış ve reayasından haraç toplamaya kalkmıştır. Bunun üzerine<br />
Hersek sancakbeyine gönderilen hükümle dizdara göz kulak olunması, Kotor<br />
halkından haraç isteyerek rencide edilmelerinin ve sınırı ihlal ederek Venedikli<br />
reayanın rahatsız edilmesinin anlaşmalara aykırı olduğu belirtilmiş, önlem alınıp<br />
bu kişi engellenmediği takdirde dizdarlığının elinden alınarak hakkından<br />
gelineceği bildirilmiştir 38.<br />
Bunların dışında sınır ihlallerinin denizden gerçekleştiği durumlara bir<br />
örnek de Osmanlı Devleti’ne tâbi İskradin 39 halkından bir takım reayanın<br />
rençberlik bahanesiyle büyük kayıklar inşa ederek, Venedik’e tâbi olan Şibenik 40<br />
35 Evâil-i Ramazan 1032 (29 Haziran - 8 Temmuz 1623), MAD. 6004, s. 41/1.<br />
36 Evâil-i Muharrem 1034 (24 Ekim - 2 Kasım 1624), MAD. 6004, s. 109, 112. Aynı<br />
hükmün Rodos ve Mora beylerine de gönderildiği hakkında bkz. Evâsıt-ı Muharrem<br />
1034 (24 Ekim - 2 Kasım 1624), MAD. 6004, s. 111. Yine Bosna beylerbeyine, Venedik<br />
topraklarına saldıran İspanyol donanmasına karşı önlem alınmasını bildiren hüküm için<br />
bkz. Evâhir-i Rebiülâhir 1034 (31 Ocak - 8 Şubat 1625), MAD. 6004, s. 113/2.<br />
37 Karadağ’ın (Montenegro) güneyinde bir sahil kasabasıdır. Bkz. http://en. wikipedia.<br />
org/wiki/Kotor.<br />
38 Evâsıt-ı Rebiülevvel 1033 (2-11 Ocak 1624), MAD. 6004, s. 53/1.<br />
39 Hırvatistan’ın güneybatısında bir sahil kasabasıdır. Bkz. http://en.wikipedia.org/<br />
wiki/ Skradin.<br />
40 Hırvatistan’ın güneybatısında bir sahil kasabasıdır ( Sebenico ). Bkz. Donald Edgar<br />
Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi Coğrafyası, (Çev. Bahar Tırnakçı), YKY, 3. Baskı<br />
İstanbul 2007, s. 137,198 ve harita XVI.<br />
50
51<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
taraflarında kereste taşıyan Venedik rençber kayıklarına saldırmalarıdır. Bu olay<br />
üzerine gönderilen hükümde bu reayanın büyük kayıklar yapmalarına izin<br />
verilmemesi ve Venedikli rençber kayıklarına zarar verecek hareketlerden<br />
kaçınılması bildirilmiştir 41. Fakat İskradinlilerin, bu saldırılardan<br />
vazgeçmedikleri, bu durumu adet haline getirdikleri bu saldırılarını büyük<br />
kayıklar inşa ederek birkaç senede bir tekrarladıkları aynı konuda yazılan<br />
hükümlerden anlaşılmaktadır 42.<br />
Venedik’e karşı yapılan sınır ihlallerinin büyük çoğunluğu Bosna tarafından<br />
yapılıyor olmasına rağmen ihlal bölgesi sadece Bosna ve çevresi değildi.<br />
Arnavutluk’un, Dalmaçya kıyılarının Venedik’e tâbi olan bölümüne sınır olması<br />
ve ayrıca levendlerin barınmasına uygun pek çok koyun mevcudiyetinden ötürü,<br />
Bosna ve Hersek’in yanı sıra burada da sınır ihlalleri ile sınır ötesi saldırılar<br />
yaşanmaktaydı. Bu saldırıların özellikle Avlonya tarafında Venedik’e ait olan<br />
Parga’ya 43 yapıldığı ahidnâmelerden anlaşılmakta idi 44. Olaylar her iki devlet<br />
tarafından da sıkı takip edilmesine rağmen mesele tam olarak önlenememiş,<br />
Osmanlı merkezi bu olaylara yerel idarecilere gönderdiği hükümlerle müdahale<br />
etmeye çalışmıştır 45. Bu dönemde Osmanlı tarafının yaptığı ihlallerde bizzat<br />
yüksek dereceli memurların da yer aldığını gösterir çok enteresan örnekler de<br />
bulunmakta idi. 1619 Temmuzunda Arnavutluk İskenderiyesi (İşkodra)<br />
sancakbeyi Memi’nin, yaptığı ve Venedik’e tâbi olan Köbri’ye, buradaki kalelere<br />
ve Paşteronik adlı bir köye taarruz ederek reayasına birçok zarar verdiği olay<br />
bunlardan biriydi. Yüksek dereceli bir görevlice yapılan bu ihlal şüphesiz<br />
diğerlerine göre Osmanlı hükümetini biraz daha fazla sıkıntıya sokmuştur.<br />
Ancak saldıranın kimliği hadisenin diğerlerinden farklı ele alınmasını<br />
doğurmamış, Osmanlı merkezi bunun üzerine gönderdiği hükümle bu beyi<br />
ciddi şekilde uyarmış ve bir daha böyle hareketler içerisine girmemesini, yoksa<br />
sadece azledilmeyeceğini, her türlü gereken cezanın verileceğini sert bir dille<br />
bildirmiştir 46.<br />
41 26 Zilhicce 1031 (1 Kasım 1622), MAD. 6004, s. 26/2.<br />
42 Evâil-i Şa’bân 1033 (19-28 Mayıs 1624), MAD. 6004, s. 98/2.<br />
43 Yunanistan’ın batısında bir kasabadır. Pitcher, age, s. 102,106,126 ve harita XIII.<br />
44 1540 Ahidnâmesi’nde Parga’daki kalenin yıkılması şartıyla Venedik’e bırakıldığı ve bir<br />
taraftan diğerine yapılacak saldırılardan doğacak zararların sorumlu tarafça tazmin<br />
edileceği ve ayrıca suçluları cezalandıracağı hakkında bkz. Kaçan, a.g.t., s. 64-65; aynı<br />
hususun 1625 Ahidnâmesi’nde ki yeri için bkz. Evâsıt-ı Receb 1034 (19-28 Nisan 1625),<br />
MAD. 6004, s. 118.<br />
45 Örneğin Parga sınırından Venedik’e tâbi topraklara yapılan bir takım tecavüzler<br />
üzerine Avlonya beyine gönderilen bir hüküm ile suçluların cezalandırılmaları ve böyle<br />
bir saldırının bir daha tekrarlanmaması emredilmiştir. Evâsıt-ı Receb 1028 (24 Haziran -<br />
3 Temmuz 1619), MAD. 6004, s. 3/4.<br />
46 “…bir dahi şikayet oluna ‘azille koyulmayub envâ’-ı ‘itâba ve ‘ikâba müstehak olursın…” bkz.<br />
Evâhir-i Receb 1028 (4-13 Temmuz 1619), MAD. 6004, s. 4/3.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
Bu bölgeden yapılan diğer bir ihlal de, 1622 ‘de Delvine 47 halkından bazı<br />
kimselerin Korfu kalesinin karşısında bulunan Botrinyod adlı dalyana ve<br />
buradaki Venedik reayasına saldırmalarıdır. Bu saldırı üzerine Delvine beyine<br />
suçluların cezalarının verilmesi, gerekli tenbihlerin yapılması ve bir daha<br />
kimsenin Venedik’e ait yerlere saldırıda bulunmaması için gereken önlemleri<br />
alması emredilmiştir 48.<br />
Bu olaydan bir yıl sonrasında benzer bir olay da Osmanlı’ya tabi Ülgün<br />
taraflarında yaşanmış, Ülgün 49 sâkinlerinin kendi yaptıkları birkaç kayıkla<br />
Venedik’e tâbi Budva 50 reayasına sürekli saldırılarda bulundukları, hırsızlık ve<br />
eşkıyalık yaptıkları bildirilmiş, bunun üzerine Arnavutluk İskenderiyesi beyine<br />
gönderilen hükümde, bunların yakalanarak haklarından gelinmesi, şimdiye kadar<br />
çaldıkları ne varsa iade edilmesinin sağlanması ve bu inşa ettikleri kayıkların<br />
imha edilerek bir daha buna benzer olaylar yaşanmaması emredilmiştir 51.<br />
Sonuç olarak, bu dönemde olan sınır ihlalleri ve buna işaret eden belgeler<br />
incelendiğinde şunlar söylenebilir: Dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi<br />
olarak Avrupa’ya yavaş yavaş üstünlük sağladığı ve bu durumu Akdeniz<br />
dünyasında da hissetirdiği bir dönem olup, bu durum şüphesiz Venedik’çe de<br />
bilinmekte idi. Siyası durum böyle olmasına rağmen, Venedik söz konusu olan<br />
coğrafyada haklarından pek de vazgeçmek istememekte ve bu da Osmanlı ile<br />
zaman zaman sınır problemleri, ufak çaplı çatışmalar ya da büyük savaşlar<br />
yaşanmasına sebep olmakta idi. Savaşlar bu dönemde çoğunlukla Venedik’in<br />
yenilgisi ile bitmekte, Akdeniz dünyasındaki siyasi ve ekonomik çıkarlarını<br />
topyekün kaybetme riskini göze alamayan Venedik’in Osmanlının istediği<br />
statükoya uyması ile siyasi olarak da mesele kapanmakta idi. Bu ilişkilerin<br />
devamında Osmanlının da Akdeniz ticaretini bir ölçüde hala sürdüren ve<br />
limanlarını işler durumda tutan bir tüccar devleti, bu durumu göz önünde<br />
bulundurarak fazla hırpalamamak istemesi de düşünülebilir bir olasılıktı. Bunu<br />
da sınırda çıkan ve aslında çoğu da sınır psikolojisi ile yapılmış tüm ihlallere<br />
Osmanlı merkezinin müsamahakâr tutumdan ziyade samimi bir şekilde<br />
problemi çözmeye yönelik kendi idarecilerine yaptığı zaman zaman da sert<br />
uyarılar içeren tenbihlerden anlaşılmaktadır.<br />
47 Güney Arnavutluk’da bir kasabadır. Pitcher, age, haritalar XVI.<br />
48 Evâsıt-ı Zilkade 1031 (17-26 Eylül 1622), MAD. 6004, s. 24/2. Korfu’ya yapılan diğer<br />
bazı saldırılar için bkz. Evâil-i Muharrem 1034 (14-23 Ekim 1624), MAD. 6004, s. 109;<br />
Evâsıt-ı Muharrem 1034 (24 Ekim - 2 Kasım 1624), MAD. 6004, s. 111, 112.<br />
49 Karadağ Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bir kasabadır (Dulcigno). Pitcher, age, s.<br />
75,106,133 ve harita XVI.<br />
50 Karadağ Cumhuriyeti sınırları içinde küçük bir kenttir. Pitcher, age, s. 106,133 ve<br />
harita XVI.<br />
51 Evâhir-i Cemâziyelâhir 1032 (22-30 Nisan 1623), MAD. 6004, s. 36/1. Ayrıca yine<br />
bazı Ülgün sâkinlerinin eşkıyalık yaptıklarıyla ilgili bkz. Evâsıt-ı Rebiülevvel 1033 (2-11<br />
Ocak 1624), MAD. 6004, s. 52/2.<br />
52
53<br />
OSMANLI - VENEDİK İLİŞKİLERİ VE XVII.YÜZYILIN BAŞLARINDA ADRİYATİK…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Kaynakça<br />
BOA, MAD Tasnifi 6004 numaralı defter.<br />
BOA, 88 numaralı Mühimme Defteri.<br />
BRACEWELL, Catherina Wendy, 16. Yüzyılda Adriyatik’te Korsanlık Ve Eşkiyalık Senjli<br />
Uskoklar, (Çev. Mehmet Moralı), Bilgi <strong>Üniversitesi</strong> Yayınları, İstanbul 2009.<br />
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu<br />
ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, Belgeler, V-VIII/9-12, <strong>Ankara</strong> 1968-71.<br />
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, “Kanunî Sultan Süleyman Devrine Âit Bosna ve Hersek ile<br />
İlgili Venedik Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler Hakkında”, Tarih Dergisi, S.32, İstanbul<br />
1979.<br />
KAÇAN, Meryem, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı-Venedik Ahidnâmeleri (Basılmamış<br />
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1995.<br />
Kemal, Selatinname, (Yay. Necdet Öztürk), TTK, <strong>Ankara</strong> 2001.<br />
Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihân-nümâ, Neşrî Tarihi, I-II, (yay. Faik Reşit Unat, Mehmed A.<br />
Köymen), (3. Baskı), <strong>Ankara</strong> 1995.<br />
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaifü’l-Ahbar fî Vekayi-ül-a’sâr (Müneccimbaşı Tarihi), II,<br />
(haz. İsmail Erünsal), İstanbul (Tarihsiz).<br />
Naîmâ Mustafa Efendi, Târih-i Na’îmâ (Ravzatü’l-Hüseyn Fî Hulâsati Ahbâri’l-Hâfikayn),<br />
II, (Haz. Mehmet İpşirli), <strong>Ankara</strong> 2007.<br />
PİTCHER, Donald Edgar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi Coğrafyası, (Çev. Bahar<br />
Tırnakçı), YKY, 3. Baskı, İstanbul 2007.<br />
PEDANİ, Marıa Pıa, “Beyond The Frontier: The Otoman-Venetıan Border In The<br />
Adriatic Context From The Sixteenth-Eighteenth Centuries”,In Zones Of Fracture<br />
In Modern Europe, Baltic Countries – Balkans – Northern Italy, (Ed. Elmut Bues),<br />
Wiesbaden 2005.<br />
Solak-zâde Mehmed Hemdemî Çelebî, Solak-zâde Tarihi, I, (haz. Vahid Çabuk), <strong>Ankara</strong><br />
1989.<br />
SPREMİÇ, Momcilo, “XV. Yüzyılda Venedik Cumhuriyeti’nin Şarkta Ödediği<br />
Haraçlar”, (çev. Mahmut H. Şakiroğlu), Belleten, XLVII/185, TTK, <strong>Ankara</strong> 1984.<br />
ŞAKİROĞLU, Mahmut H., “1503 Tarihli Türk-Venedik Antlaşması”, VIII. Türk Tarih<br />
Kongresi, III, <strong>Ankara</strong> 1983<br />
ŞAKİROĞLU, Mahmut H., “Venedik Arşivi ve Kitaplıklarından Türk Tarih ve<br />
Kültürüne Ait Kayıtlar II”, Erdem, VI/17, <strong>Ankara</strong> 1992.<br />
TANSEL, Selahattin, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri<br />
Faaliyeti, İstanbul 1971.<br />
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, I-II, (7. Baskı), TTK, <strong>Ankara</strong> 1995.
ALPAY BİZBİRLİK<br />
VATİN, Nicolas, “Osmanlıların Yükselişi (1392-1451), I. Mehmet”, Osmanlı<br />
İmparatorluğu Tarihi, Osmanlı Devletinin Doğuşundan XVIII. Yüzyılın Sonuna, I, (Ed.<br />
Robert Mantran), (çev. Server Tanilli), (2. Baskı), İstanbul 1995.<br />
VATİN, Nicolas, “Osmanlıların Yükselişi (1451 - 1512), II. Mehmet”, Osmanlı<br />
İmparatorluğu Tarihi, I, (ed. Robert Mantran), (çev. Server Tanilli), (2. Baskı),<br />
İstanbul 1995.<br />
YEMİŞÇİ, Cihan, 1618-28 Arası Osmanlı Venedik İlişkileri (6004 Nolu Ahkam Defterine<br />
Göre), S.Ü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya<br />
2009.<br />
http://en. wikipedia.org/wiki/Kotor.<br />
http://en.wikipedia.org/wiki/Skradin.<br />
54
Osmanlı Eğitim Sisteminde Teftiş<br />
Inspection in the Ottoman Education System<br />
Özet:<br />
Yasemin Tümer Erdem<br />
Osmanlı Devleti’nde eğitimin ıslahı ve yaygınlaştırılmasında teftiş<br />
mekanizması önemli bir yere sahiptir. Çeşitli maarif memurları ve<br />
müfettişleri vasıtasıyla bir teftiş zinciri kurulmaya çalışılmıştır. İlk defa<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi ile teftiş müessesesinden beklenen<br />
görevler saptanmıştır. İlerleyen yıllarda bu görevi yerine getirecek<br />
memurların görev ve sorumluluklarına yönelik resmî düzenlemeler<br />
yapılmış, böylece tüm imparatorlukta ortak bir denetim sistemi<br />
oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada Osmanlı eğitim sistemindeki<br />
teftiş müesesesinin gelişimi, yayınlanan talimatnâme ve nizamnâmeler<br />
doğrultusunda ele alınmıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: Teftiş, denetim, müfettiş, maarif müdürü<br />
Abstract:<br />
The Inspection mechanism holds an important place in the<br />
reformation and spreading of education in the Ottoman Empire. The<br />
State endeavored to establish an inspection chain by means of<br />
bureaucrats and inspectors of the Ministry of Education. The functions<br />
of the inspection foundation was first determined with "Maarif-i<br />
Umumiye Nizamnamesi", but then efforts were made to form a<br />
common inspection system all over the Empire. This article will<br />
condider the development of the inspection foundation in Ottoman<br />
education system according to the regulations.<br />
Key Words: Inspection, Control, Inspector, Superintendent of<br />
schools.<br />
Dr., Marmara <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, E-mail:<br />
yterdem@marmara.edu.tr.
56<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Giriş:<br />
Teftiş, bütün devlet dairelerindeki görevlilerin vazifelerini, kanun ve<br />
nizamnamelere uygun bir şekilde yürütüp yürütmediklerini, görevlerini hakkıyla<br />
yerine getirip getirmediklerini tespit etmek için yapılan ve usulsüz davrananların<br />
haklarında yasal işlemlerin yürütülmesi için tayin edilmiş müfettişler vasıtasıyla<br />
gerçekleştirilen denetlemedir.<br />
Eğitimde teftiş hizmetinin ne zaman başladığı kesin olarak<br />
bilinmemektedir. Başlangıçta müfettişlik, öğretmene yardımcı olan, yol gösteren<br />
bir memuriyet olarak düşünülmüştü. Zamanla teftişin anlamı değişmiş,<br />
müfettişlik eğitim müesseselerine ani baskınlar yapan, aksaklıkları ortaya koyan<br />
ve görevini ihmal edenleri tespit eden bir memuriyet haline gelmişti.<br />
Bu çalışmada Osmanlı eğitim sisteminde teftiş mekanizmasının nasıl<br />
işlediği, bu mekanizmada yer alan birimlerin ve memurların nizamnâmeler,<br />
kanunlar ve talimatnâmeler doğrultusundaki görev ve sorumlulukları ele<br />
alınacaktır.<br />
1838 yılında kurulan Meclis-i Umur-ı Nafıa’nın mahalle mektepleri<br />
hakkında hazırladığı lâyiha, Türk eğitim sisteminde teftiş müessesesinin<br />
kurulmasına yönelik ilk resmî düzenleme olarak bilinmektedir. Nitekim lâyihada<br />
teftişle ilgili şu ifade yer almaktadır1: “…ulûm u maarifin tahsiline medâr-ı yüsr u suhûlet olmak üzere mekâtib-i<br />
mevcûdeye bir nizam verilmek, yani mahallât arasında şu ufak mekteplerde olan<br />
şakirdanın taallümlerine bakılmak üzere evvela mevcut olan mekteb hocalarının<br />
ahvâl ve derece-i ma’lûmatları memurlar tayiniyle teftiş olunup dirayet ve kabiliyetleri<br />
zâhir ve terbiye-i etfâle muktedir olanları istihdam olunmak…”<br />
Ancak teftiş kararı, sadece söz konusu mahalle mekteplerine yönelikti.<br />
Teftişin amacı ise öğretmenlerinin yeterliliklerini tespit etmekten öteye<br />
gitmemekteydi2. Teftişle görevli kişilere zamanına göre “muîn”, “muhakkık”, “müfettiş”<br />
gibi isimler verilmiştir. 1845 yılında kurulan Meclis-i Muvakkat’ın ilköğretim<br />
okulları için hazırladığı 1847 tarihli “Etfâlin Tâlim ve Tedris ve Terbiyelerini ne<br />
Veçhile İcra Eylemeleri Lâzım Geleceğine Dair Sıbyan Mekâtibi Hâceleri Efendilere İta<br />
Olunacak Tâlimat”ta müfettiş anlamına gelen muîn ifadesi kullanılmıştır.<br />
Talimat’ın 3. bendinde yer alan husus sadeleştirilmiş şekliyle şöyledir3: 1 Mahmud Cevad, Maarif-i Umûmiye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, haz. Mustafa<br />
Ergün, Tayyip Duman, Sebahattin Arıbaş, Hüseyin Dilaver, MEB, <strong>Ankara</strong> 2002, s. 6.<br />
2 Kâmil Su, Türk Eğitiminde Teftişin Yeri ve Önemi, MEB, İstanbul 1974, s. 2; Bayram<br />
Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK, <strong>Ankara</strong> 1991, s. 48.<br />
3 Yahya Akyüz, “İlköğretim’in Yenileşme Tarihinde Bir Adım: Nisan 1847 Talimatı”,<br />
Osmanlı Tarihi Araştırmaları Merkezi Dergisi (OTAM), C. 5, <strong>Ankara</strong> 1994, s. 4.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
“Hoca efendiler, tayin edilen muin-i mekatip (müfettiş)lerin gösterecekleri kolay<br />
öğretim yollarına göre öğretim yapıp anlatmalı ve adıgeçen risaleleri ezberletmeye<br />
çalışmalıdırlar”.<br />
Söz konusu talimatnâmede muîn-i mekâtib adıyla müfettişlerin tayin<br />
edileceğinin bildirilmesi bir yeniliktir. Ancak burada müfettişin görevi okulları<br />
denetlemekten ziyade hocalara kolay öğretim yöntemlerini göstermekti4. Bu tarihlerde Mekâtib-i Sıbyan Muînliği’nde mevaliden5 Hafız Vehbi<br />
Efendi, Mekâtib-i Rüşdiye Muînliği’nde ise mevalî-i kiramdan6 Nazif Efendi<br />
bulunmaktaydı. Ancak muînlik memuriyeti, lüzum kalmadığı gerekçesiyle 1848<br />
yılında kaldırılmıştı7. Aynı memuriyete daha sonra yeniden rastlanmaktadır.<br />
Nitekim ilim ve fennin memlekete yayılmasını sağlamak, okullar için lüzumlu<br />
ders kitaplarını telif ve tercüme etmek, sade bir dille edebiyat ve tarih<br />
alanlarında yeni eserler yazmak üzere kurulmuş olan “Encümen-i Dâniş”in<br />
üyeleri arasında Mekâtib-i Umumiye muîni sıfatıyla Ahmed Hilmi Efendi<br />
bulunuyordu8. Kısacası Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi yayınlanana kadar teftiş işleri, sıbyan<br />
ve rüşdiye mekteplerinde muîn sıfatıyla görevlendirilen ve öğretmenlere<br />
yardımcı olan görevlilerin sorumluluğundaydı.<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi ve Teşftiş İşleri<br />
1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi, maarif teşkilatı bakımından<br />
önemli yenilikler getiren bir düzenlemedir. Özellikle bu nizamnâme teftiş<br />
hizmetlerinde yeni hükümler getirerek, teftişin Nezâret’in resmî ve kanunî<br />
görevleri arasına girmesini sağlamıştır9. Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi için hazırlanan Meclis-i Vükela mazbatasında<br />
yer alan ifadeler teftişin lüzumunun ve eğitim teşkilatındaki öneminin resmî<br />
makamlarca anlaşıldığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir: 10<br />
“...ve halkı tahsil-i maarife zorlayacak bir kaidenin ve genellikle mektepleri<br />
sürekli gözetim altında bulunduracak bir teftiş heyetinin yokluğu dahi türlü mülkî<br />
sakıncaları doğuracağı cihetle…”<br />
4 Y. Akyüz, agm, s. 20.<br />
5 Mevali, mevleviyyet payesine ulaşmış âlimler anlamındadır.<br />
6 Mevali-i kiram, yüksek rütbeli kadı anlamındadır.<br />
7 M. Cevad, age, s. 27.<br />
8 M. Cevad, age, s. 40.<br />
9 B. Kodaman, age, s. 49.<br />
10 K. Su, age, s. 3-4.<br />
57
58<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Merkez teşkilâtından ziyade taşra maarif teşkilâtını yapılandıran bu<br />
nizamnâmenin 143. maddesi gereğince; vilayetlerde İstanbul’daki Meclis-i<br />
Kebîr-i Maarif’in bir şubesi ve icra organı olarak “Meclis-i Maarif” kurulacaktı.<br />
Bu meclisin başında “Maarif Müdürü” unvanını taşıyan bir başkan bulunacaktı.<br />
Bu mecliste başkanın yanı sıra gereğine göre biri müslim diğeri gayrimüslim iki<br />
muavin, ikisi müslim ve ikisi gayrimüslim olmak üzere dört muhakkık11, bir<br />
musahip, bir kâtip ve bir sandık emini yer almaktaydı. Ayrıca elviye-i mülhaka<br />
merkezlerinde de biri müslim diğeri gayrimüslim iki müfettiş bulunacaktı12. Bu meclisin görevleri; Maarif Nezâreti’nden alacağı emir ve talimatları<br />
yerine getirmek, Maarif-i Umumiye Nizamnâme’sinin hükümlerini vilayet dâhilinde<br />
uygulamak, bütün mektepleri, kütüphane ve matbaaları teftiş etmek, vilayetin<br />
maarif durumunu ve ıslahı için yapılması gereken işleri Maarif Nezâreti’ne rapor<br />
etmekti13. Maarif müdür ve muavinlerinin görevleri arasında yine teftiş yer<br />
almaktaydı. Nitekim 147. madde gereğince, vilayet merkezinde bulunan bütün<br />
mektep ve kütüphanelerin, özellikle de idadi, sultani gibi orta öğretim<br />
kurumlarıyla yüksek okulların denetimi onların sorumluluğuna verilmekteydi.<br />
Görev yetki ve rütbeleri bakımından müfettişlerin üstünde yer alan<br />
muhakkıklar, lüzum görüldükçe vilayet dâhilinde bulunan mektep ve<br />
kütüphaneleri, livalarda bulunan müfettişlerin hareketlerini teftiş ve tahkik<br />
etmekle görevliydi. Yetkileri dâhilinde gerekli tedbirleri alıp, döndüklerinde<br />
yaptıklarını bir rapor halinde Meclis’e takdim edeceklerdi14. Müfettişler ise sancak dâhilinde bulunan ibtidaî mektepleri denetlemekle<br />
görevliydi. Teftiş ettikleri okullar ıslah olana kadar üç ayda bir, daha sonraları ise<br />
6 ayda bir ziyaret edecekler ve sonucunu vilayet maarif meclisine<br />
bildireceklerdi15. Muhakkık ve müfettiş gibi resmî görevlilerin maarifin ve okulların denetimi<br />
için görevlendirilmesinin ilk defa bu nizamname ile gündeme gelmesi teftiş<br />
tarihi açısından önemlidir16. 11 Muhakkık, tahkik eden, hakikati gerçeği arayıp meydana çıkaran soruşturucu<br />
anlamındadır. Genellikle bu terim müfettişlikle aynı anlama gelmektedir.<br />
12 Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi (MUN), Düstur, II. Cüz, 1289, s. 184-219.<br />
13 MUN, mad. 146; ayrıca maarif teşkilatı içinde teftiş işleri için bk. B. Kodaman, age, s.<br />
23, 50.<br />
14 MUN, mad. 148.<br />
15 MUN, mad. 149.<br />
16 B. Kodaman, age, s. 50.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Merkez Maarif Teşkilâtında Müfettişlerin Yeri ve Görevleri<br />
1870 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi gereğince merkez maarif<br />
teşkilatı bünyesinde Meclis-i Kebîr-i Maarif kurulmuş ve burada iki müfettişliğe<br />
yer verilmişti. Anadolu yakası Mekâtib-i Rüşdiye ve Sıbyaniye Müfettişliği’ne<br />
1.200 kuruş maaşla maarif meclisi üyelerinden Ahmed Efendi ve Rumeli yakası<br />
Mekâtib-i Rüşdiye ve Sıbyaniye Müfettişliği’ne yine 1.200 kuruş maaşla maarif<br />
meclisi üyesi Şahin Efendi tayin edilmişti17. Ayrıca maarif meclisi üyesi Mustafa<br />
Efendi’ye de İstanbul merkezindeki sıbyan ve rüşdiye mekteplerini teftiş görevi<br />
verilmişti. Bu görevinden dolayı maaşına 1167 kuruş zam yapılarak 2000 kuruşa<br />
çıkarılmıştı18. Meclis-i Kebîr-i Maarif’in bünyesinde yer alan bu müfettişler, sorumlu<br />
oldukları okulları teftiş ederek, bina, tedrisat ve öğretim kadroları yönünden<br />
ıslahına gayret edeceklerdi. Ayrıca yeni açılmakta olan rüşdiyelerin memlekete<br />
yayılmasına da yardımcı olacaklardı19. 1875 yılında Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse (Üsküdar, Galata ve Eyüp)’de<br />
bulunan sıbyan mekteplerinin ıslahı için “Tedris Meclisleri”nin ve şubelerinin<br />
açılmasını ön gören ve bunların görevlerini düzenleyen talimat, yine bu okulların<br />
teftişine yönelik maddeler içermekteydi20: “Maarif Nezâret-i Celîlesi canibinden memur olan müfettiş efendiler kemâkân<br />
mekteb-i mezkûreye gidüb tahkik-i ahvâl edecekleri gibi talimat-ı mevcude ve usul-i<br />
müttehazeye menafi bir hal ve hareket gördüklerinde keyfiyeti evvel emirde muallim<br />
efendilere tenbih ve bu tenbihin faidesi görülmediği halde meclis-i tedris ile bi’l-istişâre<br />
icrası icabına teşebbüs edeceklerdir (madde 14)<br />
Ayrıca aynı yıl Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse’de Bulunan Zükûr (erkek) ve İnas (kız)<br />
Rüşdiyeleriyle Mekâtib-i İbtidâiyenin Teftişine Memur Olan Meclis-i Maarif Azaları<br />
Efendilere Talimat yayınlanmıştır. Bu talimata göre müfettişler ve sorumlu<br />
oldukları okullar şöyleydi21: Faziletlü Kerim ve Fasih Efendiler: Aksaray, Şehzâde, Takvimhâne, Bayezid,<br />
Darülmaarif erkek rüşdiyeleriyle bu semtlerde bulunan kız rüşdiyeleri ve<br />
numûne mektepleri.<br />
17<br />
Aziz Berker, Türkiye’de İlköğretim (1839-1908), MEB, <strong>Ankara</strong> 1945, s. 78.<br />
18<br />
A. Berker, age, s. 77.<br />
19<br />
B. Kodaman, age, s. 51.<br />
20<br />
“Dersaadet ve Bilâd-ı Selâsede Bulunan Mekâtib-i Sıbyaniyenin İdaresi İçün Ahalice<br />
İntihab Olunacak Azadan Mürekkeb Olmak Üzere Teşkil Olunacak Mecâlis-i Tedrisiye<br />
ve Şubelerinin Sûr-ı Teşkiliyle Vazifeleri Hakkında Talimattır”, Düstur, C. III., s. 432-<br />
438.<br />
21<br />
A. Berker, age, s. 104-105; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 2010, s. 192.<br />
59
60<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Mekremetlü Mustafa ve Şakir Efendiler: Fatih, Davudpaşa, Eski Ali Paşa,<br />
Zeyrek, Sultan Selim taraflarındaki rüşdiyeler ile numûne mektepleri.<br />
İzzetlü Rüşdi Bey ve Osman Efendi: Feyziye, Beşiktaş, Mirgün rüşdiyeleri.<br />
Faziletlü Mehmed ve Osman Efendiler: Üsküdar, Beylerbeyi ve Kanlıca<br />
rüşdiyeleri.<br />
Bu müfettişler sorumlu oldukları bölge dâhilindeki mektepleri haftada bir<br />
defa olmak ve bir aydan sonra münavebeli bir şekilde diğer bölgeye geçmek<br />
üzere teftiş edeceklerdi. Teftiş sırasında; öğretmen, müstahdem ve öğrencilerin<br />
düzenli olarak okula devam edip etmediğini, okuldaki devam defterinin<br />
muntazam tutulup tutulmadığını, öğrencilerin iyi eğitilip eğitilmediğini,<br />
mekteplere yabancı kişilerin girmemesine, öğrencilerin mektep vaktinde dışarı<br />
çıkmamalarına, mektep dışında edepsizlik yapmamalarına dikkat edilip<br />
edilmediğini kontrol edecekti. Ayrıca her gün öğrencilere dikte usulü ile tahtaya<br />
yazdırılarak bir nevi imtihan edilmesine22 riayet edilip edilmediğine, resmen<br />
belirtilen kitaplardan başka kitap okutulup okutulmadığına, öğretmenlerin<br />
yeterli olup olmadığına ve usulüne uygun eğitim verilip verilmediğine<br />
bakacaklardı. Bütün bu gözlem ve tespitlerini bir rapor halinde Meclis-i Maarife<br />
sunacaklardı.<br />
1879 yılında Maarif Nezâreti’nin bünyesinde bazı değişiklikler yapılarak<br />
daha modern bir yapı haline dönüştürülmüştü. Nezâret, maarif işleriyle<br />
doğrudan doğruya ilgili beş daireye bölünmüştü: 1. Mekâtib-i Âliye dairesi, 2.<br />
Mekâtib-i Rüşdiye dairesi, 3. Mekâtib-i Sıbyaniye dairesi, 4. Telif ve Tercüme<br />
dairesi, 5. Matbaalar dairesi. Bu yeni yapı içerisinde iki müfettiş ile bir<br />
kütüphaneler müfettişi de yer almaktaydı23. Merkezî teşkilatın taşra maarifinden uzak ve habersiz olduğunun zamanla<br />
anlaşılması üzerine 1880 yılında taşra ile merkezin arasında irtibatı sağlamak<br />
amacıyla Nezâret’teki müfettiş sayısı arttırılmıştı. Zira merkez teşkilatı<br />
bünyesinde, iki mekâtib-i rüşdiye müfettişi, bir mekâtib-i sıbyaniye müfettişi,<br />
Anadolu ciheti mekâtib-i rüşdiye ve ibtidaî müfettişi ve kütüphaneler müfettişi<br />
olmak üzere 5 müfettiş bulunmaktaydı24. Anadolu Mekâtib-i Rüşdiye ve<br />
İptidâiye Müfettişliği’ne daha önce İşkodra Vilayeti’ne müfettiş olarak tayin<br />
edilmiş olan Davut Efendi atanmıştı25. 1882 yılında Mekâtib-i Rüşdiye<br />
Müfettişliğinde Şakir Efendi, Mekâtib-i Sıbyaniye Müfettişliğinde ise Osman<br />
22 “…isticvab ve istiktab olunmaları” ifadesi kullanılmış ve dikte usulüyle öğrenciye yazı<br />
yazdırılarak doğru yazıp yazmadığının kontrol edilmesi kastedilmiştir.<br />
23 B. Kodaman, age, s. 29-30.<br />
24 Aynı yer.<br />
25 BOA, İrade Dahiliye (İ.DH), nr. 66917, 1293.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Efendi bulunmaktaydı26. Aynı yıl Anadolu ve Rumeli’ye de birer müfettiş<br />
gönderilmesine karar verilmişti27. 1883 yılında Maarif Nezâreti bünyesinde mekâtib-i rüşdiye müfettişi olarak<br />
Şakir Efendi ve Latif Efendi, mekâtib-i ibtidaiye müfettişi olarak Osman Efendi<br />
görevlendirilmişti. Bu arada yüksek öğretim okullarının teftişini sağlamak<br />
amacıyla ilk defa Mekâtib-i Âliye müfettişinin tayin edildiğini görüyoruz. Bu yıla<br />
ait Devlet Salnâmesi’ne göre bu görev Kadri Efendi’nin sorumluluğundaydı28. 1888 yılında ise müfettişliklerin sayısı arttırılmıştı. Buna göre Maarif<br />
Nezâreti bünyesinde yer alan müfettişlikler şunlardır29: 1- Milel-i gayrimüslime ve ecnebiye okulları müfettişi: Abdullah Hasib<br />
Efendi<br />
2- Mekâtib-i Âliye müfettişi: İlyas Efendi<br />
3- Mekâtib-i İdâdiye müfettişi: Enver Efendi<br />
4- Mekâtib-i Rüşdiye müfettişi: Rasih Efendi<br />
5- Mekâtib-i İbtidâiye müfettişi: Osman Efendi<br />
6- Kütüphaneler müfettişi: Süreyya Efendi<br />
7- Matbaalar müfettişi: Vapuridi Efendi ve Mikail Efendi<br />
1888 yılında bütün müfettişliklerin öğrenim dairelerinin dışında bırakılarak,<br />
“memurîn-i teftişiye” adı altında ayrı bir birim haline getirildiği görülmektedir.<br />
Burada dikkati çeken gayrimüslim ve ecnebi okulları ile idadiler için ayrı<br />
müfettişliklerin kurulmasıdır. Mekâtib-i Gayrimüslime ve Ecnebiye Müfettişliği,<br />
Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse’de bulunan gayrimüslim ve yabancı mektepleri teftiş<br />
ederek programlar dışında yazılı ve sözlü olarak eğitim verilmesini ve siyasî<br />
propagandalar yapılmasını önlemek, ruhsatsız okulları tespit etmek amacıyla<br />
1886 yılında kurulmuştu. Vilayetlerde bulunan gayrimüslim ve yabancı<br />
mektepler hakkında vilayetlerden ve maarif müdürlerinden gelen raporlar<br />
hakkında Nezâret’e bilgi vermek de yine bu müfettişliğin görevleri arasındaydı30. 26 Devlet Salnamesi, sene: 1299, s. 255.<br />
27 M. Cevad, age, s. 183.<br />
28 Devlet Salnamesi, sene: 1300, s. 182-183; B. Kodaman, age, s. 33.<br />
29 Devlet Salnamesi, sene: 1305, s. 225; B. Kodaman, age, s. 33; K. Su, age, s. 6-7. Kodaman<br />
ve Su eserlerinde aynı salnameyi kullanarak farklı yıllar vermiştir. H. 1305 yılı milâdiye<br />
çevrildiğinde 1887-1888 tarihi bulunmaktadır. Yılın ilk üç ayı 1887’ye dâhil olduğu için<br />
biz 1888 yılını verdik.<br />
30 Salnâme-i Maarif-i Umumiye, sene: 1321; s. 43; Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin<br />
Gelişmesine Tarihî Bir Bakış, <strong>Ankara</strong> 1964, s. 25. Mekâtib-i Gayrimüslime ve Ecnebiye<br />
Müfettişleri görevlerini yerine getirmekte zorlanıyorlardı. Nitekim bu müfettişlerin<br />
Protestan okullarının kitap ve programlarını, öğretmenlerini denetleyemediği, okul<br />
kapıların onların yüzüne çarpıldığı, Maarif Nazırı Zühtü Paşa tarafından dile getirilmişti<br />
(Y. Akyüz, age, s. 243).<br />
61
62<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Bir müddet sonra da “Mekâtib-i Âliye Müfettişliği”, “Mekâtib-i Âliye ve<br />
Hususiye Müfettişliği haline getirilmişti31. 1898 yılına ait Devlet Salnamesi’nde ibtidai, rüşdi ve idadi müfettişlerinin<br />
ilgili dairelerde yer alırken, mekâtib-i gayrimüslime ve ecnebiye müfettişliği ile<br />
mekâtib-i âliye ve hususiye müfettişliğinin münferit birimler olarak yer aldığı<br />
görülmektedir. Nezâret bünyesinde yer alan müfettişlikler şöyleydi32: 1- Mekâtib-i İbtidâiye idaresi: müfettişler Agâh Efendi, Hasan Efendi,<br />
Tahsin Efendi, Hakkı Efendi.<br />
2- Mekâtib-i Rüşdiye idaresi: müfettiş Şahab Efendi, erkek ve kız rüşdiyeleri<br />
müfettişi Mustafa Efendi, erkek rüşdiyeleri müfettişleri Hacı Hüsnü ve<br />
Abbas Efendiler, kız rüşdiyeleri müfettişi Selim Efendi.<br />
3- Mekâtib-i İdadiye idaresi: müfettiş Abdi Kâmil Efendi.<br />
4- Mekâtib-i Âliye ve Hususiye Müfettişliği: Mehmed Ziyaeddin Bey.<br />
5- Mekâtib-i Gayrimüslime ve Ecnebiye Müfettişliği: Abdullah Hasib<br />
Efendi.<br />
1900 yılında Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse’de bulunan yatılı ve gündüzlü (leylî<br />
ve neharî) bütün yüksek okullar ile özel okullardaki sağlık durumunu teftiş<br />
etmek, öğrencilerin sağlıklı olması için önlemler almak, her hangi bir hastalık<br />
ortaya çıktığında araştırıp, bu hastalığın tedavisi ve önlenmesi hususunda<br />
çalışmak ve gerektikçe okullarda hijyenin sağlanmasında yardımcı olmak üzere<br />
sıhhiye müfettişliği kurulmuştu. Bunun için 4 doktorun istihdamına karar<br />
verilmişti. Ayrıca sıhhiye müfettişleriyle birlikte görev yapmak üzere mekâtib-i<br />
sıhhiye müfettişi olarak Mekâtib-i Tıbbiye-i Mülkiye müfredat-ı tıp muallim<br />
muavini Doktor Server Bey, hayvanat muallimi Doktor İhsan Bey, fizyoloji<br />
muallim muavini Doktor Talat Bey ve Doktor Rauf Efendi tayin edilmişti33. 1903 yılında merkez teşkilatı içinde görev yapan müfettişlerin sadece<br />
sayılarında değişiklik olmuştu34: 1- Mekâtib-i İbtidaiye Dairesi: erkek ibtidaî mektebi müfettişleri Agâh,<br />
Nigâhî, Hakkı, Mustafa Hüseyin ve Ali Efendiler, kız ibtidaî mektebi<br />
müfettişliğinde Halil Efendi.<br />
2- Mekâtib-i Rüşdiye Dairesi: erkek mekâtib-i rüşdiyesi müfettişliğinde<br />
Hulusi Bey ve Abbas Efendi, erkek ve kız mekâtib-i rüşdiyesi müfettişliğinde<br />
Hacı İbrahim Efendi, kız mekâtib-i rüşdiyesi müfettişliğinde Selim ve Halil<br />
Efendiler.<br />
3- Mekâtib-i İdadiye Dairesi: idadî müfettişi Abdi Kamil Efendi.<br />
31 B. Kodaman, age, s. 52.<br />
32 Salnâme-i Maarif-i Umumiye, sene: 1316, s. 490-494; B. Kodaman, age, s. 35-36.<br />
33 BOA, MF. MKT, nr. 450/36, 20. M 1317; İrade Maarif, nr. 3, 29 S 1318.<br />
34 Salnâme-i Maarif-i Umûmiye, sene: 1321, s. 41-47.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
4- Mekâtib-i Gayrimüslime Müfettişliği: müfettiş-i umumî muavini Şükrü<br />
Bey, müfettiş Salih Arif ve Esad Hâmi Bey, Ermeni mektepleri müfettişi<br />
Süreyya Bey, Bulgar mektepleri müfettişi Halil Efendi ve Sadık Bey.<br />
5- Mekâtib-i Âliye ve Hususiye Müfettişliği: Mekâtib-i Âliye ve Hususiye<br />
Müfettiş-i Umumisi Mehmed Ziyaeddin Bey, müfettişler Mahmud Bey ve<br />
Tahsin Efendi.<br />
Vilayetlerde Teşftişin İşleyişi<br />
1870 yılında İdare-i Umumiye-i Vilâyât Nizamnâmesi yayınlanarak, maarif<br />
müdürlerinin görevleri Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’nde yer alan hükümleri<br />
teyit eder bir şekilde yinelenmişti. Buna göre maarif müdürleri, vilâyet maarif<br />
meclisine başkanlık edecek, vilayetin maarife ait hesap işlerine bakacak, Maarif-i<br />
Umumiye Nizamnâmesi’nin hükümlerinin uygulanmasına, vilayet merkezinde<br />
bulunan bütün mektep, kütüphane, özellikle mekteb-i idadiye, sultaniye ve<br />
âliyenin teftişine nezâret edecekti. Bir sene içinde vilayette maarif adına<br />
yapılanları ve ıslahatı içeren bir rapor hazırlayıp, Babıâliye takdim edilmek üzere<br />
valiye verecekti (25 ve 26. Madde) 35.<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi gereği, vilayetlerde maarif meclislerinin<br />
kurulmasıyla birlikte taşraya yetkili müfettişler de tayin edilecekti. Ancak<br />
müfettişlerin gönderilmesi için, öncelikle eğitim ve öğretime yönelik gerekli<br />
ortam ve koşulların yaratılması gerekiyordu. Genel uygulama böyle olacak iken,<br />
bazı özel vilayetlerde istisnaî uygulamalara gidilmişti. Örneğin, 1870 yılında<br />
İşkodra Vilayeti’nden bölgedeki sıbyan mekteplerinin teftişi için müfettiş<br />
gönderilmesi talep edilmişti. Şurâ-yı Devlet’te konu görüşülürken bölgenin<br />
ayrıcalıklı olması nedeniyle okullaşmanın artması beklenmeden, İşkodra<br />
Mekteb-i Rüşdiyesi muallim-i evveli Davut Efendi’nin müfettiş olarak tayin<br />
edilmesine karar verilmiş ve iradesi çıkmıştı36. Uygulamaya bakıldığında, nizamnâmenin vilayetlerde tatbiki daha az<br />
olmuştu. Ancak 1872 yılından itibaren kurulmaya başlanan vilayet maarif<br />
meclisleri her yerde açılamamış, açılsa da devamlılık gösterememişti. Bunun bir<br />
örneğini Tuna ve Bağdat vilayetlerinde görmekteyiz. Bu vilayetlerde 1872 yılında<br />
açılan maarif meclisleri ilerleyen yıllarda ortadan kalkmıştı. Yine 1870 yılında<br />
35 “İdâre-i Umûmiye-i Vilâyât Nizamnâmesi”, Düstur, 1289, s. 625-652.<br />
36 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrade Şurâ-yı Devlet (İ. ŞD), nr. 776, 1 Ra 1287.<br />
1882 yılında Davut Efendi’nin Anadolu Mekâtib-i Rüşdiye ve İbtidâiye müfettişliğine<br />
atanmasıyla bölgenin teftiş işleri zaafa uğramıştı. 1892 yılında vilayete müfettiş tayin<br />
edilmesi istendiğinde bu görevin maarif müdürüne ait olduğu ve bu durumda maarif<br />
müdürünün görevlerini yerine getirmediği vurgulanmıştı. Ancak 1895 yılında Davut<br />
Efendi’nin yeniden İşkodra Vilayeti’ndeki sıbyan mekteplerini ıslah etmek üzere<br />
müfettiş olarak tayin edilmesi maarif müdürünün bu okulların teftişinde yeterli<br />
olmadığını göstermektedir. BOA, Şurâ-yı Devlet (ŞD), nr. 205/22, 25 Za 1312.<br />
63
64<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
varlığı tespit edilen Sivas maarif meclisine, 1876 yılına ait salnamelerde<br />
rastlanamamıştır. Nitekim 1881 yılında Diyarbakır, Erzurum, Konya ve Van<br />
vilayetleri ile beraber yeniden kurulacaktı. Kısacası bu meclislerin vilayetlerdeki<br />
durumu oldukça karışıktı. Kurulabilen maarif meclislerinin işleyişi de aksıyor,<br />
okulların ıslahı ve yeni okullar açma konusundaki görevlerini yerine<br />
getiremiyordu. Bu durumda Maarif Nezâreti, vilayetlere bir de meclislerin<br />
denetimiyle görevli müfettiş tayin etmek zorunda kalmıştı. Vilayet maarif<br />
meclislerinin imparatorluğun her tarafında aynı anda açılamamasının sebebi malî<br />
zorluklardı. 1881 yılından sonra daha yaygın halde görülmeye başlanan maarif<br />
meclisleri önce Diyarbakır, Erzurum, Mamüretülaziz, Sivas, Van ve Edirne<br />
vilayetlerinde kurulmuştu. Ardından Suriye, Aydın, Selanik, Yanya ve<br />
Manastırda açılmıştı37. Okulların denetiminden sorumlu önemli bir idarî birim olan maarif<br />
müdürlüğüne ve müfettişliğine tayinler yapılamadığından pek çok vilayette<br />
maarif müdürlükleri açılamamıştı. İlk defa 1881 yılında Yanya Vilayeti Maarif<br />
Müdürlüğü’ne tayin yapılmıştı38. Ancak maarif müdürlük ve meclisleri kurulan<br />
yerlere müfettiş gönderilmesi ihmal edilmemişti. Ertesi yıl Sivas Vilayeti Maarif<br />
Müdürlüğü’ne Bursa Maarif Meclisi azasından Atıf Bey ve müfettişliğe Bursa<br />
Mekteb-i Rüşdiyesi eski müdürü Hüseyin Efendi, Van Vilayeti Maarif<br />
Müdürlüğüne Mehmed Emin Bey ve müfettişliğe sabık Basra rüşdiye muallimi<br />
Resul Efendi tayin edilmişti. Maarif müdürlükleri ile müfettişliklerine yapılan<br />
tayinlerle ilgili yapılan resmî ilanda şöyle denilmekteydi39: “ Maarif Nezâret-i Celîlesinden<br />
Her tarafça emr-i maarifin intişar ve terakkisi ve evlâd-ı ahâlinin teshil-i hüsn<br />
ü talim ve terbiyeleri maksad-ı hayr-ı mirsadına mebni, bu kere dahi Devletçe bir<br />
büyük fedakârlık icrasıyla vilâyât-ı şâhaneye birer maarif müdürü ve maiyetlerine<br />
birer de müfettiş tayin olunmuş ve peyderpey tayin olunmakta bulunmuş…”<br />
Rumeli vilayetlerinin, barındırdığı unsurlar bakımından oldukça karışık ve<br />
idaresi zor bir bölge olması nedeniyle ve gayrimüslim okullarındaki zararlı<br />
faaliyetlerin önlenmesi amacıyla bu bölge hakkında özel düzenlemeler<br />
yapılmaktaydı. 1881 yılında yayınlanan Rumeli-i Şarkî Vilayeti’nin Mebâdi-i Tedrisi<br />
Hakkında Kanun’la bölgede yer alan ilköğretim okulları düzenlenmeye ve kontrol<br />
edilmeye çalışılmıştı. Nitekim bu kanunda kaza mektepleri müfettişlerine de yer<br />
verilmişti. Buna göre; Bulgar Ortodoks mektepleri için 27, İslam mektepleri için<br />
16, Rum mektepleri için ise 3 müfettiş görevlendirilecekti. Ayrıca vilayet<br />
dâhilinde bulunan bütün Bulgar Katolik, Bulgar Protestan, Ermeni ve Yahudi<br />
37 Arzu Nurdoğan, Osmanlı Modernleşme Sürecinde İlköğretim (1869-1922), İstanbul 2005,<br />
M. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enst. Yakınçağ Tarihi ABD, basılmamış doktora tezi, dan.<br />
Prof. Dr. Cemil Öztürk, s. 88, 92.<br />
38 B. Kodaman, age, s. 27, 39-40; K. Su, age, s. 6.<br />
39 M. Cevad, age, s. 185.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
mektepleri için ayrı ayrı birer müfettiş tayin edilecekti. Müfettişler maarif<br />
müdürünün kararnamesiyle bir sene müddetle tayin olunacaklardı. Tayin<br />
olunacak müfettişler teftiş edecekleri okulun ait olduğu cemaat veya<br />
mezhebinden seçilecekti. Bu kişilerin öğretmenlik kabiliyetine sahip veya hiç<br />
olmazsa beş sene öğretmenlik yapmış olmasına dikkat edilecekti. Müfettişler<br />
okullarda uygulanan ders programlarını, öğrencinin gelişimini, okulun<br />
yönetimini, binasının sağlığa uygun olup olmadığını, okula ait kütüphane ve<br />
eşyasını teftiş edecek ve üç ayda bir düzenleyeceği raporu maarif müdürüne<br />
gönderecekti. Bu raporlara teftiş ettiği okulun uyguladığı eğitim usullerini,<br />
öğrencilerin başarı durumlarını, öğretmenlerin yeterli, ahlaklı ve görevini yerine<br />
getirme konusunda gayretli olup olmadığını, ilköğretimin ıslahı için yararlı<br />
gördükleri tedbir ve teklifleri kaydedecekti. Müfettişlerin okulları denetiminin<br />
yanı sıra okul olmayan yerlerde halkı okul açmak için teşvik etmek gibi görevi de<br />
bulunmaktaydı. Açılacak okullara muktedir öğretmenlerin tayini için cemaate<br />
yol gösterecekti. Maarif müdürleri bu müfettişleri, teftiş edecekleri okul sayısı ve<br />
gidecekleri yerlerin uzaklıklarına göre, birinci, ikinci ve üçüncü olmak üzere üç<br />
sınıfa ayıracaktı40. 1886 yılında Rumeli vilayetlerindeki gayrimüslim ve ecnebi okullarında<br />
öğretmenlerin devlet aleyhinde faaliyetlerde bulunması üzerine bölgeye özel<br />
müfettişler gönderilmesine ve bunun ileride de her vilayet için uygulanmasına<br />
karar verilmişti. Bunun üzerine Rumeli mekâtib-i gayrimüslim ve ecnebiye<br />
müfettişliğine seyyar olarak Şinayder Efendi tayin edilmişti. Şinayder Efendi’nin<br />
görevi okulları, öğretmenleri teftiş etmenin yanı sıra zararlı kitapların<br />
okutulmasına engel olmaktı41. Aynı yıl vilayetlerdeki yerel müfettişlerin yanı sıra genel olarak maarifin<br />
durumunu rapor edecek umumî maarif müfettişlerinin sayısında da artış<br />
olmuştu. Rumeli, Anadolu ve Arabistan bölgelerine birer müfettiş tayini için<br />
irade çıkmıştı. Bunun üzerine 1886 yılında Rumeli ciheti maarif müfettişliğine<br />
Mekteb-i Mülkiye mezunlarından, Suriye Maarif eski müdürü Hikmet Bey tayin<br />
edilmişti42. 1891 yılında da Rumeli’ye gönderilen maarif müfettişlerinin<br />
görevlerine dair geçici bir talimat çıkarılmıştı43. Bu müfettişliğin görev bölgeleri;<br />
Edirne, Selanik, Yanya, Manastır, Kosova ve İşkodra vilayetleriydi (madde 1).<br />
Bu talimata göre müfettişin görevleri şunlardı:<br />
40<br />
“Rumeli-i Şarkî Vilayeti’nin Mebâdi-i Tedrisi Hakkında Kanun”, 20 Rebiülahir<br />
1298/25 Mart 1297, Düstur Zeyli, 1-4, s. 71-95.<br />
41<br />
B. Kodaman, age, s. 53-54.<br />
42<br />
BOA, MF. MKT, nr. 117/150, 17 L 1307.<br />
43<br />
Rumeli Vilâyât-ı Şâhâne Maarif Müfettişliğinin Vezâifine Dair Talimat-ı Muvakkate, 21<br />
Şevval 1308 (30 Mayıs 1891), BOA, Maarif Nezâreti Heyet-i Teftişiye Kalemi (MF. HTF), nr.<br />
1/2, 21 L 1308.<br />
65
66<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
1. Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’nin ve bu geçici talimatın hükümlerinin<br />
uygulanmasına dikkat edecek, eğitimle ilgili gelir ve giderleri kontrol ederek acil<br />
veya özel bir durum söz konusu olduğunda telgraf veya bir yazıyla Maarif<br />
Nezâreti’ne bildirecekti.<br />
2. Doğrudan doğruya Maarif Nezâreti’nin idaresinde bulunan bütün<br />
mektepleri hem idarî hem de eğitim açısından denetleyecek, eğitim-öğretimin,<br />
resmî programlara uygun olarak verilip verilmediğine dikkat edecekti. Ayrıca<br />
özel okulların Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’nin 129. Maddesine uygun bir<br />
şekilde idare edilip edilmediğini kontrol edecek, gereğini yapacaktı.<br />
3. Görev bölgesinde bulunan maarif meclisi, maarif komisyonu, idare ve<br />
muhasebe memurlarının gerekli vasıflara sahip olup olmadıklarını kontrol<br />
edecekti.<br />
4. Maarife terk edilmiş olan vakıfların gelirlerinin iyi idare edilmesine ve<br />
bunlardan elde edilen gelirlerin maarif yolunda harcanmasına dikkat edecekti.<br />
5. Okul yapılması için halkı teşvik edecek bu okullar için Darülmuallimîn<br />
mezunu öğretmenler tayin edilmesine çalışacaktı.<br />
6. Maarifin yayılması, ıslahı ve mekteplerin çoğaltılmasına gayret<br />
gösterecekti.<br />
7. Maarife ait para, mülk vs. gelirlerin sarfına memur olanları denetleyecek<br />
herhangi bir yolsuzluk tespit ederse Maarif Nezâreti’nin emriyle, ilgili kişileri<br />
işten el çektirerek, icabının yerine getirilmesine çalışacaktı.<br />
8. Maarif muhasebelerini ve maarif sandıklarına ait hesap defterlerini<br />
tetkik ve teftiş edecekti.<br />
9. Bir yerden bir yere gittiğinde, Maarif Nezâreti’nden aldığı emirleri o<br />
yerin en büyük memuriyetine ilettikten sonra gerekli gördüğü evrak ve kayıtları<br />
tetkik edecekti.<br />
10. Teftiş sonunda gözlem ve icraatını rapor halinde Maarif Nezâreti’ne<br />
bildirecekti. Her yılın sonunda Nezâret’e iki rapor sunacaktı. Bu raporlardan biri<br />
eğitim-öğretimle ilgili duruma, müfettişin icraatlarına ve yapılacak ıslahata,<br />
diğeri, maarife ait her türlü gelir ve bağışlara yapılan harcamalara dair olacaktı.<br />
Bu geçici talimat, eğitimde teftiş müessesesinden neler beklendiğini<br />
göstermesi bakımından oldukça önemli bir belgedir44. Bu talimatın ardından<br />
Rumeli Vilayetleri Maarif Müfettişliği ihdas edilmiştir. 1892 yılına ait<br />
salnamelerde varlığı tespit edilen müfettişlik, iki yıl sonra kaldırılmıştı45. Diğer taraftan Anadolu’da bulunan okulların teftişi konusunda bazen malî<br />
yetersizlikler nedeniyle sorunlar çıktığı göze çarpmaktadır. Bir süre sonra ilan<br />
edilen bir emirnâme ile okulların teftiş işi, maarif müdürlerinin, tatil<br />
zamanlarında ise merkeze bağlı yerlere gönderilecek olan idadi mektebi müdür<br />
44 K. Su, age, s. 9.<br />
45 Devlet Salnamesi, sene: 1310.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ve muavinleriyle, rüşdiye mektebi muallimlerinin sorumluluklarına verilmişti.<br />
Bunun sebebini Aydın vilayeti örneğinde inceleyelim: 1897 tarihli bir belgeye<br />
göre; Aydın vilayetinde bazı köy ibtidaî mekteplerinin teftişi için maaşı halk<br />
tarafından karşılanan müfettişler tayin edilmişti. Ancak okulun öğretmen<br />
maaşını karşılayan halka, müfettiş maaşını da ödemek ağır gelmişti. Maaşlarının<br />
ödemesi geciken ve hatta zaman zaman ödenmeyen müfettişler görev yerlerini<br />
terk etmeye başlamıştı. Bu durumda denetlenemeyen köy mektebi<br />
öğretmenlerinde zafiyet görülmüş, bazı okullar kapanırken bazılarında yeni<br />
usullerin tatbiki ihmal edilerek usul-i atîka (eski usuller) üzere eğitim verilmeye<br />
başlanmıştı. Bu durumda Aydın valisi bu okulların yeniden açılması ve<br />
denetlenebilmesi için masrafları Maarif Nezâreti’nden karşılanacak beş seyyar<br />
müfettiş tayin edilmesini istemişti. Ancak bu istek ülkenin içinde bulunduğu<br />
malî sıkıntılar yüzünden reddedilmişti. Bu müfettişlerin tayin edilemeyeceği<br />
bildirilirken, bölgedeki bütün okulların teftişinin maarif müdürleriyle, idadi<br />
müdür ve muaviniyle rüşdiye mektebi öğretmenlerin sorumluluğunda olduğu<br />
hatırlatılmıştı46. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Teftiş İçin Yapılan Düzenlemeler<br />
Eğitim alanında önemli gelişmelerin olduğu bu dönemde en çok tartışılan<br />
konulardan biri de yine maarifin teftişi olmuştu. Eğitimde meydana gelen<br />
aksaklık ve bozuklukların nereden kaynaklandığını ve ülke genelindeki okulların<br />
durumlarını öğrenmek amacıyla Maarif Nezâreti teftişe önem vermiş, bunun<br />
için önemli bir bütçe ayırmıştı47. 1909 yılında taşrada Darülmuallimîn açılmasına ve ibtidaî okullarında yavaş<br />
yavaş ıslahata başlanmıştı. Maarif alanındaki bu girişimin ardından bölge<br />
okullarındaki denetim ve gözlemlerini merkeze bildirmek üzere Nezâret<br />
tarafından 15 umumî müfettiş çeşitli vilayetlere gönderilmişti 48. Müfettişlerin<br />
vilayetlere göre dağılımı şöyleydi:<br />
46<br />
BOA, MF. MKT, nr. 378/56, 7 B 1315.<br />
47<br />
Mustafa Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), <strong>Ankara</strong> 1996, s.<br />
162.<br />
48<br />
Tanin, 12 Şevval 1327/14 Teşrinievvel 1325, s. 3.<br />
67
68<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Müfettişler Görevli olduğu Vilayet ve Sancaklar<br />
Memduh Bey Konya, Adana<br />
Hilmi Efendi Kastamonu, İzmit<br />
Ziya Bey Aydın, Biga<br />
Reşid Şahab Bey Beyrut, Şam, Kudüs-i Şerif<br />
Hamaz Eseb Van, Bitlis<br />
Ahmed Bey Trabzon, Erzurum<br />
Kazım Efendi Halep, Diyarbakır<br />
Mehmed Hulusi Ef ndi Manastır, Kosova<br />
Nezih Bey Bursa, Edirne<br />
Tahir Rüşdü Efendi Selanik, Yanya, İşkodra<br />
Asım Efendi Yemen, Hicaz<br />
Behram Efendi <strong>Ankara</strong>, Sivas<br />
Fuad Bey Cezayir-i Bahr-ı Sefîd, Çatalca<br />
Seyyid Efendi Bağdat, Basra<br />
Hilmi Efendi Trablusgarb, Bingazi<br />
Kaynak: Tanin, 12 Şevval 1327/14 Teşrinievvel 1325, s. 3.<br />
1909 yılının sonlarında vilayetlere 30 müfettişin gönderilmesine karar<br />
verilmişti. Ancak 1910 yılında işlerini hakkıyla yerine getirmeyen memurların<br />
görevine son verilmeye başlanmasıyla bu müfettişlerin sayısı da azalmıştı.<br />
Nitekim bazı müfettişler işlerini yapmadan maaşlarını almaktaydı. Aynı yıl bütçe<br />
görüşmelerinde her vilayet merkezinde bir maarif müfettişi, her liva merkezinde<br />
de birer tedrisat-ı ibtidaiye müfettişi görevlendirilmesine karar verilmişti.<br />
Vilayetteki müfettişler Nezâret tarafından, tedrisat-ı ibtidaiye müfettişleri ise<br />
valiler tarafından seçilip atanacaktı49. Ekim 1909 tarihli 12 maddelik “Teftişât Hakkında Talimat”ta maarif müdürü<br />
emri altında bulunan müfettişlerin görevlerine dair hükümler yer almaktaydı.<br />
Buna göre mektep müfettişlerinin görevleri şunlardı50: 1- Programa tamamıyla uyulup uyulmadığını araştırmak.<br />
2- Müdür, öğretmen ve memurların, öğrencileri hakkıyla terbiye edip<br />
etmediğini kontrol etmek.<br />
3- Okul binasının ve ders araç gereçlerinin durumunu değerlendirmek.<br />
4- Temizlik kurallarına özen gösterilip gösterilmediğine dikkat etmek.<br />
5- Öğrenci sayılarındaki artış veya azalmayı tespit etmek.<br />
49 M. Ergün, age, s. 163.<br />
50 Talimât metni için bk. BOA, MF. HTF, nr. 1/32, 1325.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Bu talimata göre müfettişler, okullarda bulunan teftiş defterine, o günkü<br />
teftişinin özetini yazıp imzalayacaktı. Denetleme işini bitirip döndüklerinde<br />
teftiş sonucunu maarif müdürü ile idare müdürüne rapor edeceklerdi. Ancak acil<br />
bir durum söz konusu ise durumu telgraf veya postayla mensup oldukları<br />
daireye ve maarif müdürüne bildireceklerdi. Müfettişlerin maarif müdürleriyle<br />
idare müdürlerine verecekleri raporlar iki kısımdan oluşurdu. Birinci kısım,<br />
kendisinden önce teftişte bulunan müfettişin raporunu, ikinci kısım ise<br />
kendisinin gözlemlerini içerecekti. Okullarda bulunan müfettiş defterleri her<br />
yılın sonunda maarif müdürlerine gönderilecekti. Maarif müdürleri bu defterleri<br />
inceleyerek müfettişlerin raporlarıyla karşılaştıracak, her okul hakkında tuttukları<br />
deftere sonucunu yazacaktı. Ayrıca öğretmenlerin yeterlilik derecelerini, eğitim<br />
öğretim için çalışıp çalışmadığını, okulun başarı seviyelerini, bina, ders araç ve<br />
gereç durumunu içeren ayrıntılı bir rapor kaleme alarak Maarif Nezâreti’ne<br />
gönderecekti. Merkeze ulaşan bu raporlar değerlendirilerek gereği yapılacaktı.<br />
Bu talimattan hemen sonra (1910 yılında) müfettişlerin görevlerini<br />
belirleyen birkaç talimat ve nizamnâme daha çıkarılmıştı. Bu talimatlardan ilki<br />
Maarif Müdürleri İle Vilayet Maarif Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat’tır.<br />
Burada maarif müdürleri ve müfettişlerin görevleri yeniden düzenlenmiştir.<br />
Buna göre, vilayet dâhilinde bulunan idadiler, Darülmuallimîn-i ibtidaiye,<br />
rüşdiyeler, yüksek okullar ve orta dereceli özel okullar, ibtidaî mektepler, maarif<br />
müdürlerinin sorumluluğundaydı. Maarif müdürleri belli dönemlerde orta<br />
dereceli resmî ve özel okulları teftiş etmekle yükümlüydü. Vilayet maarif<br />
müfettişleri ise her üç ayda bir vilayet dâhilinde bulunan Darülmuallimînler ile<br />
ibtidaî mekteplerin durumuna dair maarif müdürüne rapor verecekti. Maarif<br />
müdürlerinin olmadığı zamanlarda gerekli görürse mekâtib-i tâliye ve<br />
Darülmuallimînlerde bulunan idare meclislerine, öğretmenlik ehliyetnamesi<br />
komisyonlarına başkanlık edecekti. Müfettişlerin ayrıca stajyer öğretmenlerin<br />
yerlerini değiştirme ya da azletme, ibtidaî mektebi öğretmenlerinin tayin ve<br />
azillerini Valiye teklif etme, kız okullarındaki dikiş öğretmenlerini tayin etme,<br />
ibtidaî mektep öğretmenleri hakkında tevbih ve vilayet maarif-i ibtidaiye<br />
meclisinin de onayını alarak tekdir cezasını uygulama yetkileri de bulunacaktı51. İkinci talimat ise Mekâtib-i İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik<br />
Talimat’tı. Buna göre mekâtib-i ibtidâiye müfettişleri, teftiş görevinin yanı sıra<br />
bulundukları livayı köy köy gezerek köyün nüfusuna göre bulunması gereken<br />
ibtidaî okulun derecesini yani kaç dershaneli olacağını tayin ederek, okul inşa<br />
edilecek yeri tespit edecek ve bu okulun inşasının kurallara uygun bir şekilde<br />
Azarlama manasındadır. Günümüzdeki uyarı cezasına benzer.<br />
Tevbihten biraz daha ağır cezadır. Günümüzdeki kınama cezasına benzer.<br />
51<br />
Maarif Müdürleri İle Vilayet Maarif Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, İstanbul<br />
Matbaa-i Amire 1326.<br />
69
70<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
yapılmasını sağlayacaktı. Mekâtib-i İbtidâiye Müfettişlerinin görevleri ise<br />
şunlardı52: 1- Kasaba ve köylerde bulunan okul binalarının nüfusa uygun biçimde<br />
açılıp açılmadığını kontrol edecekti. Nitekim nüfusuna göre okul bir, iki veya üç<br />
dershaneli olacaktı.<br />
2- Kız okullarının ne halde olduğunu, bu okullarda bulunan sıra, rahle,<br />
yazı tahtası gibi eşyaların bu konuda tebliğ olunmuş olan talimata uygun olup<br />
olmadığını tespit ederek, bu okulların ıslahı için hazırladığı raporları Vali ve<br />
Maarif Nazırı’na gönderecekti.<br />
3- Maarif Nezâreti Tedrisât-ı İbtidâiye Müdüriyeti tarafından oluşturulan<br />
listede belirtilen okul ders malzemelerini53 kontrol edecekti. Müfettiş ayrıca ders<br />
malzemelerinin fakir öğrencilere ücretsiz verilmesi için hazırladığı listeyi vilayete<br />
gönderecekti.<br />
4- Okullardaki duvar haritaları, okuma levhaları, eşya koleksiyonları vs.<br />
gibi ders aletlerini kontrol ederek, bunların iyi şekilde korunmasını sağlayacak ve<br />
bu konudaki raporlarını Valiye ve Nezâret’e gönderecekti.<br />
5- Eğitim-öğretime yönelik denetimi sağlayacak, eğitimin programa ve<br />
yeni usullere uygun verilip verilmediğini kontrol edecekti.<br />
6- Okulun sağlık durumunun teftişi aslında sağlık müfettişlerinin görevi ise<br />
de tedrisât-ı ibtidâiye müfettişlerinin de benzer bir görevi bulunmaktaydı.<br />
7- Cemaat okullarıyla özel okulların teftişi de tedrisât-ı ibtidâiye<br />
müfettişlerinin görevlerindendi. Burada mevzuata ve “Osmanlılık” şanına uygun<br />
eğitim verilip verilmesine dikkat edecek, aykırı bir durum söz konusu olduğunda<br />
ve diplomasız öğretmen tespit edildiğinde durumu Valiye ve Maarif Nazırı’na<br />
bildirecekti.<br />
2 Temmuz 1910 tarihinde ise ibtidaî mektepleri idare ve teftiş edecek<br />
memurların görevleri hakkında bir Nizamnâme çıkmıştı54. Bu yeni düzenlemede, maarif müdürü, ibtidaî mekteplerde eğitimin<br />
nizamnameler ve talimatnameler hükümlerine uygun bir şekilde yürütülmesine<br />
nezâret edecek, vilayet maarif müfettişleri ve mekâtib-i ibtidaiye müfettişleri<br />
vasıtasıyla görev dairesinde bulunan bütün ibtidaî mekteplerde eğitim öğretim<br />
usullerinin uygulanmasını sağlayacaktı (madde:1). Yani bu okulları bizzat teftiş<br />
etmese de müfettişler vasıtasıyla okulları denetimi altında bulunduracaktı.<br />
52<br />
Mekâtib-i İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, İstanbul 1326’dan nakleden<br />
K. Su, age, s. 207-210.<br />
53<br />
Kıraat kitapları, ders kitapları, yazı ve resim ve meşk defterleri, kalem, mustar, kurşun<br />
kalem, yazı hokkası, siyah el yazı tahtası, atlas, resim edevatı, ayrıca kız çocukları için<br />
iplik, iğne, yüksük, makas, dikiş talimine mahsus kumaş vb.<br />
54<br />
“Tahsil-i İbtidaîyi İdare ve Teftiş İle Muvazzaf Olan Memurînin Vezâifi Hakkında<br />
Nizamnâme”, Düstur, II. Tertip, 2. Cilt, s. 404-415.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Nizamnâme’ye göre okulların denetlenmesinden sorumlu olan memurlar 1-<br />
maarif müfettiş-i umumîsi, 2- maarif müfettişi, 3- maarif-i ibtidâiye müfettişleri<br />
4- fahrî maarif vekilleri 5- sağlık müfettişi olmak üzere beş gruptu.<br />
1- Maarif Müfettiş-i Umumîleri: Tedrisât-ı ibtidâiye müdürünün<br />
başkanlığında Nezâret’te toplanarak Maarif Nezâreti tarafından gündeme<br />
getirilen ibtidaî eğitime ait meseleleri müzakere ve icra ederdi (madde: 5).<br />
2- Maarif Müfettişleri: Valinin emri altında bulunan bu müfettişlerin asıl<br />
görevleri bulunduğu vilayetin ibtidaî eğitimine ait olan tahkikatı yapmaktı<br />
(madde: 18). Bölgede bulunan özel okullar da onların görev alanına dâhildi<br />
(madde: 23). Maarif müfettişleri ayrıca vilayet maarif meclisinin başkan vekili,<br />
vilayet dâhilinde bulunan Darülmuallimîn-i ibtidaîlerin idare meclisinin ise<br />
başkanıydı. Teftiş görevinin yanı sıra ibtidaî mekteplere öğretmen atanıncaya<br />
kadar, stajyer öğretmenlerin onların yerine görev yapmasına izin verirdi (madde:<br />
18). Öğretmenlerin tayini valiye ait olsa da müfettişin aday teklif etme hakkı<br />
vardı (madde: 20). Bu Nizamnâme’de yine müfettişlerin, öğretmenlere<br />
verebileceği tevbih ve tekdir cezasından da bahsedilmekteydi (madde: 22).<br />
Maarif müfettişleri, maarif encümenlerinin azasını tayin ve azledebilirdi (madde:<br />
24). İbtidaî eğitimini ailesi yanında almış olan çocukları imtihan edecek olan<br />
sınav heyetini tayin ederdi (madde: 25). Maarif müdürü başkanlığında ibtidaî<br />
mektep muallimlerinden oluşan heyet tarafından verilen ehliyetname ve<br />
tasdikname imtihanlarının konularının belirlenmesine yardımcı olurdu (madde:<br />
26). Bu imtihanları yapacak heyetin başkanlığını yapar, heyet üyelerini maarif<br />
müdürüne kendisi teklif ederdi (madde: 27).<br />
3- Maarif-i İbtidâiye Müfettişleri: Her sancakta ilköğretime hizmet eden en<br />
üst düzey memurdu. Bazı önemli kaza merkezlerinde de Maarif-i İbtidâiye<br />
Müfettişliği kurulabilecekti (madde: 28). Bu müfettişlerin görevleri, bulundukları<br />
sancaklardaki resmî ve özel ibtidaî mektepleri teftiş etmekti. Ayrıca, kaza<br />
encümen-i maarifinin toplantılarına katılabilir ve oy hakkı olmasa da<br />
müzakerede bulunabilirdi. Bulunduğu kazadaki okul encümenlerinin hepsinin<br />
tabiî azasıydı (madde: 29). Maarif-i İbtidâiye müfettişleri resmî ve özel ibtidaî<br />
mekteplerin, gece derslerinin, çırak sınıflarının açılmasına ilişkin kayıtları<br />
incelerdi (madde: 30). İbtidaî mekteplerde her eğitim öğretim yılının başında<br />
öğrencilerin sınıflara ayrılmasına nezâret eder, okul müdürlerinin düzenlediği<br />
ders programını tasdiklerdi (madde: 32). Özel ibtidâilerde okutulan kitapları,<br />
ders defterlerini kontrol edebilir, kanunlara aykırı bir durum tespit ederse bir<br />
zabıt düzenlerdi. Her vilayet dâhilinde bulunan maarif-i ibtidaiye<br />
müfettişlerinden ikisi vilayet maarif meclisi üyesi olmak üzere Maarif Nezâreti<br />
tarafından tayin edilirdi. Bu müfettişler ayrıca okul ve öğretmenlerin<br />
kütüphanelerini de teftiş ederdi (madde: 35).<br />
4- Fahrî Maarif Vekilleri: İki veya üç yıllığına maarif meclisleri tarafından<br />
tayin edilen fahrî maarif vekilleri, kaza dâhilinde bulunan ibtidaî mektepleri bina,<br />
mekân, sağlık, öğrencilerin tavır ve kıyafetleri açısından teftiş eder, eğitim<br />
71
72<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
öğretim işlerine karışmazdı (madde: 41-42). Bu fahrî vekillerin hangi okulları<br />
denetleyeceğine maarif meclisi karar verirdi. Her köy veya mahallede İbtidaî<br />
mektep olarak kullanılacak binanın okul olmaya elverişli olup olmadığı, köy ve<br />
nahiyede açılması gereken okul sayısı, küçük köy mektebi açmaya gerek olup<br />
olmadığı hakkında fahrî maarif vekillerinin görüşü alınırdı (madde: 43). Bir<br />
okulun açılması veya kapatılmasını maarif encümenlerinin kabul etmemesi veya<br />
bir ay zarfında müzakereye almaması halinde Vali, fahrî maarif vekillerinin<br />
görüşünü alarak durumu vilayet maarif meclisine havale ederdi (madde: 44).<br />
Fahrî vekiller hazırladıkları teftiş raporlarını liva maarif meclisine sunardı<br />
(madde: 45).<br />
5- Sağlık müfettişi: Sadece okullardaki sağlık durumunu teftişle görevliydi<br />
(madde: 47-48).<br />
Burada dikkati çeken, daha önceki resmî talimat veya nizamnâmelerde<br />
adına rastlamadığımız “fahrî maarif vekilleri” sıfatıyla bir memuriyete yer<br />
verilmiş olmasıdır. Ayrıca daha önce Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’nde yer alan<br />
ve müfettişlerin üzerinde görev yaparak, vilayet dâhilinde bulunan mektep ve<br />
kütüphaneleri, livalarda bulunan müfettişlerin hareketlerini teftiş ve tahkik<br />
etmekle görevli olan muhakkıklardan söz edilmediği de göze çarpmaktadır.<br />
9 Mart 1912 tarihinde ise Maarif Nezâreti teşkilatında değişiklikler yapan<br />
bir nizamnâme yayınlanmıştı 55. Bu nizamnameye göre Maarif Nezâreti’nin<br />
sorumluluğunda olan maarifin teftişi müfettişler ve vilayetlerdeki maarif<br />
müdürleri ve müfettişleriyle, tedrisat-ı ibtidaîye müfettişleri tarafından<br />
yapılacaktı (madde: 2). Maarif Nezâreti merkez hizmeti bu nizamnâme ile iki<br />
kısma ayrılmıştı: 1- İdare Hizmeti 2- Teftiş Hizmeti.<br />
İdarî hizmetler; Tedrisât-ı İbtidaiye Dairesi, Tedrisât-ı Tâliye Dairesi,<br />
Tedrisât-ı Âliye Dairesi ve Muhasebe Dairesi olmak üzere dörde ayrılmıştı.<br />
Müfettişlerin Nezâret’e gönderdikleri raporları değerlendirmek ve ona göre<br />
muamele yapmak öğretim dairelerinin görevleri arasındaydı (madde: 7, 9) 56.<br />
Vilayet maarif müfettişlerinin tayin, becayiş ve görevinden uzaklaştırılması gibi<br />
konular Tedrisât-ı Âliye Dairesi tarafından yürütülüyordu (madde: 10).<br />
Bütün okulların memur ve öğretmenlerinin durumunu teftiş etmek üzere<br />
doğrudan Maarif Nezâreti’ne bağlı 12 “Umumî Maarif Müfettişi” bulunacaktı<br />
(madde: 15). Daha önce umumî maarif müfettişlerinden söz edilse de sayısı<br />
hakkındaki bilgi ilk defa bu nizamnâmede verilmektedir. Bu müfettişlerin<br />
55 “Maarif-i Umumiye Nezâreti Teşkilatı Hakkında Nizamnâme- 19 Rebiülevvel 1330-<br />
25 Şubat 1327)”, Düstur, II. Tertip, 4. Cilt, s. 167-173. Nizamnâme metni ayrıca basında<br />
da yer almıştır Tanin, 8-9 Mart 1328, nr. 1276-1277, s. 5.<br />
56 Tedrisât-ı İbtidâiye Dairesi beş şubeye ayrılmıştı. 3. Şube Teftiş şubesiydi. Bu şubenin<br />
görevleri; tedrisât-ı ibtidaiye-i umumiye ve hususiyenin teftişi muamelatına bakmak ve<br />
vilayet maarif müdür ve müfettişlerinin ve tedrisât-ı ibtidaiye müfettişlerinin tedrisat-ı<br />
ibtidâiyeye ait Nezâret’e gönderecekleri raporları tetkik etmekti. Diğer öğretim<br />
şubelerinin de aynı görevleri bulunmaktaydı.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
kimlerden seçileceği konusuna da açıklık getirilmişti. Müfettişler mekâtib-i âliye<br />
ve tâliye öğretmenlerinden seçilecekti. Uzmanlık alanları ise şöyle olacaktı: Dinî<br />
ulema, Arap dili uzmanı, Türk dili uzmanı, Riyaziye uzmanı, Tabiat Bilimi<br />
uzmanı, Talim ve Terbiye uzmanı, Felsefe uzmanı, Beden eğitimi uzmanı,<br />
Mimar, Doktor, Coğrafya ve Tarih uzmanı, yabancı dilleri bilen.<br />
Bu 12 müfettişin dışında bir de özel okullarla ilgili görev yapacak olan<br />
“Tedrisât-ı Hususiye Müfettişi” bulunacaktı.<br />
Bu nizamnâme yayınlandıktan sonra, böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç<br />
duyulduğuna dair bir açıklama yapılmaması basında tartışmalara yol açmıştı.<br />
Bunun üzerine hemen ardından “esbâb-ı mucibe layihâsı” da yayınladı. Nitekim<br />
dönemin Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin, böyle bir nizamnâme değişikliğine<br />
neden ihtiyaç duyulduğu noktasındaki lâyihası Tanin’de yer almıştı. Bu lâyiha,<br />
eğitimin ilerlemesi için teftişin ne kadar önemli olduğunun anlaşılması<br />
bakımından kayda değerdir 57:<br />
“Mekteplerin teşkil ve idareleri muntazaman cereyan ve devam eylemek<br />
üzere sürekli teftişe tâbi tutulmalarındaki vücûb inkâr edilemez. Bu babdaki<br />
teftiş raporlarını tedkik etmek, netâyic-i teftişâtı takdir eylemek üzere<br />
bilhassa Tedrisat-ı İbtidâiye ve Tâliye dairelerinde teftiş şube veya kalemleri<br />
teşkiline derkâr olan ihtiyac muhtac-ı izâh ve isbât değildir.”<br />
Yeni nizamnâmede yer alan hükümler Nezâret’in teftişe ne kadar önem<br />
verdiğinin bir göstergesiydi. Bir iki gün sonra da müfettiş-i umumîlerin<br />
görevlerine dair 8 maddelik talimat yayınlanmıştı 58. Nizamnâmenin<br />
yayınlanmasından bir ay sonra vilayetlerin maarif durumunu teftiş etmek üzere 8<br />
müfettiş görevlendirilmişti 59.<br />
Yeni düzenleme o dönemde gerek basında gerekse mecliste oldukça<br />
tartışılmıştı. Özellikle müfettiş-i umumîler vasıtasıyla öğretmenlerin sıkı bir<br />
denetim altında tutulmaya çalışılması ve eğitim usulleri yönünden kontrol<br />
edilmeleri mecliste uzun tartışmalara sebep olmuştu. Emrullah Efendi’nin, bu<br />
müfettişlerin sadece denetim görevinin olmayıp, inceleme yapmak, halkı eğitime<br />
teşvik ve hazırlamak gibi sorumluluklarının da olduğu beyan etmesi Meclis-i<br />
Mebusan’da müfettişliğin ilgasını engelleyememişti. Ancak Şurâ-yı Devlet, bu<br />
ilga kararını uygun görmeyip onaylamamıştı. Bu durum uygulamada bazı<br />
aksaklıklara sebep oldu. Müfettişler, Meclis kararına bakıp görev yerlerine<br />
gitmeyerek özel okullarda çalışmaya başladılar. Nitekim İstanbul Maarif İdaresi<br />
müfettişlerin özel okullarda ders vermemeleri ve öğretimle ilgilenmemeleri<br />
konusunda bir karar alıp ilan etmek zorunda kaldı 60.<br />
57<br />
“Maarif Nezâreti’nde Teşkilat”, Tanin, nr. 1275, 7 Mart 1328/1 Rebiülahir 1330, s.3-4.<br />
58<br />
“Maarif Teftişâtı”, Sabah, 10 Mart 1328, 23 Mart 1912, nr. 8084; ayrıca bk. M. Ergün,<br />
age, s. 164.<br />
59<br />
Düstur, II. Tertip, 2. Cilt, s. 447; Düstur Zeyli, 1/4, s. 1077.<br />
60 M. Ergün, age, s. 164.<br />
73
74<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Müfettişlerin görevlerini yerine getirme konusunda aksaklıkların ortaya<br />
çıkması, bazı vilayet maarif müfettişlerinin köy köy dolaşmayıp tüm zamanlarını<br />
vilayet merkezinde geçirmeleri Nezâret’in bazı vilayet müfettişliklerini<br />
lağvetmesine sebep olmuştu61. Nitekim Adana’da vilayet maarif müfettişliği<br />
yapmış olan Ahmet Faik (Günday) Bey hatıratında vilayet maarif müfettişliğinin<br />
lağvı üzerine Adana’dan ayrıldığını yazmaktadır62. 1913 yılında kabul edilen Tedrisât-ı İbtidâiye Kanûn-ı Muvakkati’nde de<br />
okulların teftişiyle ilgili maddeler yer almaktaydı. Buna göre bütün resmî ve özel<br />
okullar resmî memurlar tarafından, bunun için çıkarılacak nizamnâmeye uygun<br />
olarak, teftiş edilecekti. Bu okulları teftiş edebilecek memurlar şunlardı: Maarif<br />
müfettiş-i umûmîleri, maarif müdürleri, vilâyet maarif müfettişleri, tedrisât-ı<br />
ibtidaîye müfettişleri, vilâyet tedrisât-ı ibtidâiye meclisleri tarafından seçilecek<br />
üyeler, kaza kaymakamları, nâhiye müdürleri63. 1913 yılında bütün vilayet, sancak ve kazalarda bulunan müfettişlerin sayısı<br />
toplam 73’tü. Bunlardan 19’u vilayetlerde, 13’ü müstakil sancaklarda, 41’i sancak<br />
ve kazalarda bulunmaktaydı64. Bazı vilayetlerden 1913-14 eğitim-öğretim yılına<br />
ait istatistikî bilgilerin gelmemesi üzerine yapılan araştırmada, söz konusu vilayet<br />
meclislerinin tedrisât-ı ibtidâiye müfettişliğine lüzum görmeyip ilga ettiği<br />
anlaşılmıştı. Diyarbekir ve <strong>Ankara</strong> Vilayetleri de tedrisât-ı ibtidâiye müfettişliğini<br />
ilga eden vilayetler arasındaydı. Oysaki Tedrisât-ı İbtidâiye Kanûn-ı Muvakkati’ne<br />
göre bu müfettişliğin kurulması mecburiydi. 1916 yılında Maarif Nezâreti,<br />
vilayet meclislerinin böyle bir yetkisi olmadığı gerekçesiyle bu vilayetlerde<br />
tedrisât-ı ibtidâiye müfettişliğinin yeniden kurulmasını emretmişti65. 30 Temmuz 1914 tarihinde kabul edilen nizamnâme ile maarif merkez<br />
teşkilatı yeniden düzenlendi. Bu nizamnâmenin 15. maddesine göre Nezâret<br />
bünyesinde “Heyet-i Teftişiye Dairesi” kurulacaktı. Bu dairenin görevleri; bütün<br />
okulları, eğitim-öğretim, memur ve öğretmenleri açısından denetlemek, maarif<br />
müdürleri ile vilayet müfettişlerinin görevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol<br />
etmek, onlardan gelen raporları değerlendirmekti. Özel ve yabancı okullara ait<br />
bütün işlemler de bu daire tarafından yürütülecekti. Heyet-i Teftişiye dairesi<br />
müfettişleri yüksek öğrenim görmüş, orta ve yüksek öğretim okullarında<br />
idarecilik ve öğretmenlik yapmış veya daha önce müfettişlik görevinde<br />
61 Aynı yer.<br />
62 Süleyman Beyoğlu, İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, İstanbul 2011,<br />
s. 51.<br />
63 Tedrisât-ı İbtidâiye Kanun-ı Muvakkati (TİKM), Matbaa-i Amire, İstanbul 1329; madde:<br />
91-92.<br />
64 Halil Aytekin, İttihâd ve Terakkî Dönemi Eğitim Yönetimi, <strong>Ankara</strong> 1991, s. 42.<br />
65 BOA, MF. HTF, nr. 3/122, 14 C 1334.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
bulunmuş kimseler arasından seçilecekti. Heyet-i Teftişiye dairesinde bir müdür<br />
ve dört müfettiş bulunacaktı (madde: 19) 66.<br />
1916 yılında Heyet-i Teftişiye dairesi müfettişleri, Halid Bey, Selim Sırrı<br />
Bey, İhsan Bey ve Hamaz Eseb Efendi idi. Bu müfettişler İstanbul’daki<br />
Darülmuallimîn, Darülmuallimât ve sultanileri de teftiş ederdi. Kabataş,<br />
Üsküdar, Davutpaşa, Galatasaray ve Vefa sultanileri Halid Bey’in denetimi<br />
alanındaydı. Selim Sırrı Bey, Mercan, Gelenbevi ve Kadıköy sultanilerini teftiş<br />
etmekteydi. Nişantaşı ve İstanbul sultanileri ile Fındıklı, Erenköy inas sultanileri<br />
İhsan Bey tarafından denetleniyordu. Hamaz Eseb Efendi ise Darülmuallimîn,<br />
Darülmuallimât, Bezm-i Alem, Çamlıca, Selçuk Hatun inas sultanilerinden<br />
sorumluydu67. 1918 yılında Heyet-i Teftişiye Dairesine, Telif ve Tercüme<br />
Dairesi üyesi Faik Bey ve Mercan Sultanisi öğretmenlerinden Salih Fuad Bey<br />
tayin edilmişti. Müfettiş İhsan Bey ise Çamlıca İnas Sultanisi öğretmenliğine<br />
nakledilmişti68. Böylece Heyet-i Teftişiye Dairesi’ndeki müfettiş sayısı 5’e<br />
ulaşmıştı69. 1922 yılında Heyet-i Teftişiye Dairesi müfettişlerinin sayısı ise 6 idi.<br />
Bu tarihte dairenin müdür-i umumîsi Faik Bey, müfettişleri Fuad Şemsi, Selim<br />
Sırrı, Hamaz Eseb, Zeki Mesud, Esad Hami ve Bedri Beylerdi. Heyet-i teftişiye<br />
dairesinde ayrıca mümeyyiz olarak Talat ve Artin Beyler ile kâtip olarak Ali<br />
Haydar Bey bulunmaktaydı70. Heyet-i Teftişiye Dairesi’ne ait tarihsiz olup 1916 yılına ait olduğunu<br />
tahmin ettiğimiz bir belgede tüm vilayetlerde bulunan maarif ve mekâtib-i<br />
ibtidâiye müfettişi sayıları verilmiştir71. Buna göre tüm imparatorlukta 40’ı<br />
vilayet merkezlerinde, 111’i sancak ve kazalarda olmak üzere 151 müfettiş<br />
bulunmaktaydı.<br />
66<br />
“Maarif-i Umumiye Nezâreti Teşkilâtı Hakkında Nizamnâme, 17 Temmuz 1330/7<br />
Ramazan 1332”, Düstur, II. Tertib, C. 6, s. 1036-1041; Takvim-i Vekayi, 8 Şevval<br />
1332/17 Ağustos 1330, nr. 1910, s. 1-3.<br />
67<br />
BOA, MF. HTF, nr. 4/41, 14 S 1335.<br />
68<br />
BOA, MF. HTF, nr. 6/57, 20 M 1337; 8/4, 28 Za 1337.<br />
69<br />
BOA, MF. HTF, nr. 5/23, 25 Za 1335.<br />
70<br />
BOA, MF. HTF, nr. 10/89, 25 M 1341.<br />
71<br />
BOA, MF. HTF, nr. 1/32, 1325. Bu belgenin gömlek tarihi olarak 1325 tarihi verilse<br />
de, bu tarih belgeler arasında bir tane 1325 tarihli bir belge bulunmasına istinaden<br />
verilmiştir. Oysaki bizim değerlendirmeye çalıştığımız belgenin üzerinde herhangi bir<br />
tarih bulunmamaktadır. Öte yandan ele aldığımız belgenin yanında bulunan ve yine<br />
tarihsiz olan “Teftiş Raporları” numunesinin 1916 yılında tüm vilayetlere gönderildiği<br />
BOA, MF. HTF, 3/126 numaralı belgeden anlaşılmaktadır. Buradan yola çıkarak<br />
müfettiş sayılarını ihtiva eden belgenin de 1916 yılına ait olabileceği akla gelmektedir.<br />
75
76<br />
Müfettişlerin<br />
Görev Yeri<br />
Maarif<br />
Müfettişi<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
İstanbul ve Taşradaki Müfettiş Sayıları<br />
Mekâtib-i<br />
İbtidâiye<br />
Müfettişi<br />
Müfettişlerin<br />
Görev Yeri<br />
Maarif<br />
Müfettişi<br />
Mekâtib-i<br />
İbtidâiye<br />
Müfettişi<br />
İstanbul 5 1 Sivas Vilayeti 1 4<br />
Terbiye-i<br />
1 - Trablusgarb - 1<br />
bedeniye<br />
müfettişi<br />
Vilayeti<br />
İstanbul Vilayeti 1 - Trabzon<br />
1 3<br />
mülhakatı<br />
Vilayeti<br />
Ermenice<br />
1 - Kastamonu 1 3<br />
müfettişi<br />
Vilayeti<br />
Mekâtib-i<br />
1 - Kosova<br />
2 5<br />
Hususiye<br />
müfettişi<br />
Vilayeti<br />
Mekâtib-i<br />
Gayrımüslime<br />
müfettişi<br />
1 - Konya Vilayeti 1 5<br />
Rum mektepleri 1 - Mamüretülaziz 1 3<br />
müfettişi<br />
Vilayeti<br />
Edirne Vilayeti 1 6 Manastır<br />
Vilayeti<br />
1 5<br />
Erzurum<br />
Vilayeti<br />
1 3 Musul Vilayeti 1 3<br />
İşkodra Vilayeti 1 2 Van Vilayeti 1 2<br />
Adana Vilayeti 1 5 Yanya Vilayeti 1 4<br />
<strong>Ankara</strong> Vilayeti 1 5 Yemen Vilayeti 1 1<br />
Aydın Vilayeti 2 5 İzmit Sancağı - 1<br />
Bitlis Vilayeti 1 3 Urfa Sancağı - 1<br />
Basra Vilayeti - 1 Bingazi<br />
Sancağı<br />
- 1<br />
Bağdat Vilayeti 1 3 Bolu Sancağı - 1<br />
Beyrut Vilayeti 2 5 Canik Sancağı - 1<br />
Cezâyir-i Bahr-ı 1 4 Çatalca<br />
1 -<br />
Sefid Vilayeti<br />
Sancağı<br />
Halep Vilayeti 1 2 Zor Sancağı - 1<br />
Hicaz Vilayeti 1 - Asir Sancağı - -<br />
Hüdavendigar<br />
Vilayeti<br />
1 4 Kudüs Sancağı - 1<br />
Diyarbekir<br />
Vilayeti<br />
1 4 Karesi Sancağı - 1<br />
Selânik Vilayeti 1 4 Kale-i<br />
Sultaniye<br />
Sancağı<br />
- 1<br />
Suriye Vilayeti 1 4<br />
Tüm vilayetler görev alanı dâhilindedir.<br />
Kaynak: BOA, MF. HTF, nr. 1/32, 1325.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
1916 yılına ya da daha sonraki bir tarihe ait olduğunu tahmin ettiğimiz bir<br />
başka belgede ise İstanbul’da bulunan ibtidâi mektep müfettişlerinin isimleri ve<br />
teftişinden sorumlu oldukları okulların isimleri verilmektedir72. Buna göre<br />
İstanbul’da bulunan maarif müfettişleri şunlardır: Kenan Bey, Nuri Bey, Hasib<br />
Bey, Mahmud Ziya Bey, Mehmed Ali Bey, Nazmi Ziya Bey. Bunlardan başka<br />
sıhhiye müfettişleri de mevcuttu. Bunlar sıhhiye müfettişi Burhaneddin Bey,<br />
vekili Vefik Bey, sıhhiye müfettişi Eyüp Bey’dir.<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Kanun-ı Muvakkati’nin ardından, vilayetlerdeki teftiş<br />
işlerinden sorumlu müdürlerin ve müfettişlerinin görevlerini düzenleyen<br />
talimatnâmeler 1914 yılında çıkarıldı. Bunlardan birincisi, Maarif Müdürlerinin<br />
Vezâifine Dair Talimatnâme73, ikincisi Vilayet Maarif Müfettişlerinin Vezâifine Dair<br />
Talimatnâme74, üçüncüsü ise Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair<br />
Talimatnâme75’dir. Maarif Müdürlerinin Teftiş Görevi<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi ile ilk defa sorumlulukları belirtilen maarif<br />
müdürlerinin teftişe ait görevleri, 1910 yılında çıkarılan özel bir talimatla<br />
tekrarlanmıştı76. Maarif müdürleri, yerel eğitim sisteminde önemli bir yere<br />
sahipti. Maarif idaresinin başı olarak sistemin doğru bir şekilde işlemesinde rolü<br />
büyüktü. Dolayısıyla bu sistemin yerleştirilmesi ve maarif müdürlerinin<br />
görevlerini hakkıyla yerine getirmesine oldukça önem verilmekteydi. Bunun en<br />
önemli kanıtı 1914 yılında maarif müdürlerinin görevlerini yeniden ele alan<br />
Maarif Müdürlerinin Vezâifine Dair Talimatnâme’nin çıkarılmış olmasıdır.<br />
Buna göre, Maarif müdürleri her sene en az dört ay denetim yapmak<br />
zorundaydı. Eğitim öğretim yılı süresince yapacakları denetim hakkında her yıl<br />
bir plan hazırlayacak ve Haziran ayında Nezâret’e gönderecekti (madde: 9-10) 77.<br />
72 BOA, Maarif Nezâreti, İstanbul Maarif Müdüriyeti (MF. İMF), nr. 47/66. Bu belgenin<br />
1916 ya da sonraki bir yıla ait olduğunu, belgede verilen okul listelerinden tespit<br />
etmemiz mümkündür. Zira burada zikredilen okullardan biri olan Zincirli Kuyu İnas<br />
Mektebi 14 Mart 1916 tarihinde açılmıştı. Dolayısıyla bu belgenin 1916’dan önceki bir<br />
yıla ait olması düşünülemez. Zincirli Kuyu İnas Mektebi’nin açılış tarihi için bk.<br />
Yasemin Tümer Erdem, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Kızların Eğitimi, İstanbul 2007, M.Ü.<br />
Türkiyat Araştırmaları Enst. Basılmamış doktora tezi, s. 115.<br />
73 Maarif Müdürlerinin Vezâifine Dair Talimatnâme, Matbaa-i Amire, İstanbul 1330.<br />
74 Bu talimatnâme metni için bk. BOA, MF. HTF, nr. 1/79, 15 B 1332.<br />
75 Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair Talimatnâme, Matbaa-i Amire - İstanbul<br />
1330.<br />
76 Maarif Müdürleri İle Vilayet Maarif Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, İstanbul<br />
Matbaa-i Amire 1326.<br />
77 Bu talimatın uygulanıp uygulanmadığını arşiv belgelerinden tespit edebilmekteyiz.<br />
Nitekim bir belgede, bazı vilayet maarif müdürlerinin 1915-1916 eğitim öğretim yılına<br />
ait planlarının Nezâret’e ulaşmadığı belirtilmektedir. Nezâret’e planlarını göndermeyen<br />
77
78<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Yıl içinde yaptıkları her denetim için bir layiha hazırlayacaklardı. Ayrıca<br />
yaptıkları denetimlerin sonuçlarını, maarifin genel durumu her yılın sonunda<br />
ayrı bir lâyiha halinde Nezâret’e bildirecekti (madde: 14). Maarif Nezâreti<br />
denetim meselesini oldukça ciddiye almaktaydı. Nitekim maarif müdürlerinin<br />
hazırlayacakları lâyihaların nasıl düzenleneceğine dair “Teftiş Lâyihaları Hakkında<br />
Talimat” yayınlamıştı78. Buna göre maarif müdürleri hazırlayacakları lâyihaları<br />
beş ayrı başlık altında tanzim edecekti. Bunlar: Darülmuallimîn ve ibtidaî<br />
mekteplere ait olanlar, idadî ve sultanîlere ait olanlar, istatistik, bölgenin<br />
coğrafyası, tarihi ve folkloruna ait olanlar, eski eserlere ve kütüphanelere ait<br />
olanlar.<br />
Maarif müdürlerinin hazırladıkları bu lâyihalar, Nezâret bünyesinde yer<br />
alan Heyet-i Teftişiye tarafından değerlendirilirdi. Bu lâyihaların maarif müdür<br />
ve müfettişleri talimatına uygun bir şekilde, okullara ait tüzük kuralları dikkate<br />
alınarak tanzim edilip edilmediği tetkik edilirdi. Her öğretim dairesi lâyihalarda<br />
yer alan bilgilere göre Nezâretçe yapılması gereken hususları kararlaştırırdı79. Maarif Müdürlerinin Vezâifine Dair Talimanâme’ye göre maarif müdürleri,<br />
vilayet müfettişleri için çıkarılan talimatnâmenin 14-32 maddelerinden de<br />
sorumluydu. Bu maddelere vilayet maarif müfettişlerinin görevleri<br />
münasebetiyle aşağıda yer verilmiştir.<br />
Vilayet Maarif Müfettişlerinin Görevleri<br />
Vilayet maarif müfettişlerinin görevlerini düzenleyen Vilayet Maarif<br />
Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimatnâme80 1914 yılında yayınlanmıştı. Buna<br />
göre doğrudan doğruya Maarif Nazırı’na bağlı olan vilayet maarif müfettişleri,<br />
gidecekleri yerlerdeki en üst düzey mülkiye memuru ile görüşerek bölgenin<br />
eğitime ait sorunları hakkında bilgi alacak ve raporlarına bu bilgileri<br />
kaydedecekti (madde: 2). Vilayet maarif müfettişlerinin görevi sadece denetleme<br />
yapmaktı. İdareye müdahale etmek, bir memuru, öğretmen adayını teklif etmek<br />
vilayet ve livalar şunlardır: İstanbul, Suriye, Kastamonu, Konya, <strong>Ankara</strong> vilayetleri,<br />
İzmit, Bolu, Maraş, Eskişehir, Menteşe, Karahisar-ı Sahip, Kayseri, Niğde livaları (BOA,<br />
MF. HTF, nr. 3/8, 18 Z 1333).<br />
78 Talimat metni için bk. BOA, MF. HTF, nr. 1/32, 1325. (EK:1)<br />
79 Teftiş Lâyihaları Hakkında Talimat, madde: 5-6. Düzenlenmesi talimata bağlanan bu<br />
lâyihaların hazırlanıp her yıl Nezâret’e gönderilmesi konusunda bazı aksaklıklar olmuştu.<br />
Nitekim bazı vilayetler teftiş planlarını gönderdikleri halde teftiş lâyihalarını<br />
hazırlamamıştı. Nezâret bu konuda, ilgili maarif müdürlerini uyarmıştır ( BOA, MF.<br />
HTF, nr. 3/32, 16 M 1334). İlerleyen yıllarda uygulamanın daha düzenli olması<br />
beklenirken hâlâ sorunlar yaşandığı görülmektedir. 1917 tarihli bir belgede yine bazı<br />
maarif müdürlerinin ve tedrisat-ı ibtidâiye müfettişlerinin gönderdikleri raporların<br />
ayrıntılı olmadığından, bazılarının ise göndermediğinden ve ilgili kişilerin bu konuda<br />
uyarıldığından bahsedilmektedir (BOA, MF. HTF, nr. 4/82, 12 Ca 1335).<br />
80 Talimatnâme metni için bk. BOA, MF. HTF, nr. 1/79, 15 B 1332.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
veya işten çıkarmak, öğretmen ve memurlara emir vermek gibi yetkileri yoktu<br />
(madde: 3). Müfettişlerin bu görevin dışında herhangi bir işle meşgul olmaları<br />
yasaktı (madde:9). Bu talimatnâmeye göre vilayet maarif müfettişlerinin<br />
görevleri şunlardı:<br />
1- Maarife ait kanun, nizamnâme ve talimatların uygulanıp<br />
uygulanmadığını kontrol etmek.<br />
2- Eğitim-öğretimin “fenn-i terbiye” esasına ve belirlenen ders<br />
programlarına uygun olarak yapılması için ilgili kişilerin dikkatini çekmek.<br />
3- İlköğretimin mecbur olduğunu halka yaymak ve yeni okullar açılmasına<br />
çalışmak.<br />
4- Eğitim-öğretimi denetlemek, öğretmenleri aydınlatmak.<br />
5- Okul binalarını inşaat, tamirat ve sağlık yönünden incelemek.<br />
6- Vilayet maarif bütçesi düzenlenirken görüş bildirmek.<br />
8- Okulların idarî ve malî işlerini teftiş etmek.<br />
9- Maarif Nezâreti’nden ve vilayetten eğitime yönelik bildirilen sorunları<br />
incelemek.<br />
10- Eğitim çalışanlarının ve özelikle öğretmenlerin hal ve hareketlerini teftiş<br />
etmek.<br />
11- Tedrisât-ı İbtidâiye müfettişlerinin görevlerini nizamname hükümlerine<br />
uygun bir şekilde yerine getirip getirmediğini kontrol etmek ve gerektiğinde bu<br />
görevleri bizzat yapmak.<br />
12- Tedrisât-ı İbtidâiye meclisleriyle maarif encümenlerinin bütün<br />
işlemlerini denetlemek.<br />
Vilayet maarif müfettişleri, gelecek yıl yapacakları teftiş hakkında bir plan<br />
hazırlayıp her yıl Haziran ayında Nezâret’e takdim edeceklerdi. Nezâret bu<br />
planları inceleyip tasdik ettikten sonra yeni eğitim-öğretim yılı başlamadan önce<br />
müfettişlere iade edecekti (madde: 10). Müfettişler zamanlarını nasıl<br />
geçirdiklerine dair bir cetvel hazırlayıp bunun bir örneğini teftişat lâyihasıyla<br />
birlikte her ayın sonunda Nezâret’e gönderecekti (madde: 11). Teftişleri<br />
sırasında, memur ve öğretmenler arasında görevini yerine getirmeyen, suistimal<br />
eden, ahlaksızlık yapanları ihmal ederek ortaya çıkarmayan veya suçunu örtbas<br />
eden müfettişler azledilecekti (madde: 12).<br />
Vilayet maarif müfettişleri yılda en az dokuz ay görevli oldukları bölgeyi<br />
teftiş etmek zorundaydı. Görev yerlerine ansızın gidecek olan müfettişlerin<br />
bunu daha önce ilan etmeleri, teftiş bölgelerindeki memur ve öğretmenlerde<br />
misafir kalmaları, onların istek ve tavsiyelerini kabul etmeleri yasaktı (madde:<br />
13-15).<br />
Müfettiş, bir memur hakkında isnat edilen suçları da soruşturur, o kişiden<br />
yazılı müdafaasını isterdi (madde: 20). Konu ile ilgili şahitlerin dinlenmesine<br />
gerek duyarsa, şahitlere gerekli soruları sorarak tahkikatı yürütürdü (madde: 23).<br />
79
80<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Daha sonra bu tahkikat evrakını ve konunun gerekçesini bir fezleke ile Maarif<br />
Nezâreti’ne bildirirdi (madde: 24).<br />
Müfettişler görev bölgelerindeki Sultani, İdadî ve Darülmuallimînleri yılda<br />
en az ikişer kez teftiş ederdi. Bu okullara ait gözlemlerini ve bir önceki teftişle<br />
arasındaki farkı Nezâret’e rapor ederdi. Bu raporda, eğitim-öğretimin nasıl<br />
yürütüldüğüne, öğrencinin sağlık durumuna, okul idaresiyle öğretmenlerinin<br />
liyakatine, görevine bağlılık derecelerine, okulun temizlik ders araç ve<br />
gereçleriyle kütüphanesinin iyi bir şekilde muhafaza edilip edilmediğine,<br />
demirbaş eşya defterlerinin, sınav cetvellerinin, öğrencilerin sicil dosyalarının<br />
düzenli olarak talimat hükümlerine uygun olup olmadığına da yer verilirdi<br />
(madde: 26). Müfettişler sınavlarda da bulunur, öğrenciye soru sorabilirdi.<br />
Ancak not vermezdi. Sınav sırasında usulsüzlüğe şahit olursa bu konudaki<br />
düşüncelerini okul müdürüne bildirir, olayı ve müdahalesi üzerine meydana<br />
gelen sonucu Maarif Müdürüne ve Nezâret’e bildirirdi (madde: 29).<br />
Görev bölgesinde eğitim alanında hizmet verecek inşaat komisyonlarının<br />
yaptığı işlemleri tetkik eder ve suiistimal gördüğü takdirde Vilayet ve Nezâret’i<br />
durumdan haberdar ederdi (madde: 30).<br />
Vilayet maarif müfettişleri, tedrisât-ı ibtidâiye müfettişlerinin görevlerini<br />
yerine getirip getirmediğini, okullarda program dışında eğitim verilip<br />
verilmediğini, yasak kitapların okutulup okutulmadığını kontrol ederdi. Özel<br />
okulların, gayrimüslim ve yabancı okulların teftişinden de sorumlu olan<br />
müfettişler, bu okulların ruhsatlarının olup olmadığını araştırırdı (madde: 31-33).<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Görevleri<br />
Vilayet maarif müdürlerinin emrinde bulunan ibtidaî mektep<br />
müfettişlerinin asıl görevleri, teftiş, tahkikat81 ve talim ü irşad82 olmak üzere üç<br />
kısımdan ibaretti83. Müfettişlerin okulları teftişe dair görevleri şunlardı84: 1- Binanın sağlık koşullarına, teşkilâtına, eğitim ve öğretime uygun olup<br />
olmadığını tespit ederlerdi. Tamire ihtiyacı varsa bunu maarif müdüriyetine<br />
bildirirlerdi.<br />
2- Okulun sıra, rahle, kürsü ve karatahta gibi eşyasının eksik olup<br />
olmadığını tespit ederek rapora eklerdi.<br />
3- Müfettişler, gerek okula gerekse öğrenciye ait eğitim ve öğretimde<br />
kullanılan araç ve gereçlerin iyi muhafaza edilip edilmediğini de kontrol<br />
ederlerdi. Bu teftiş sırasında bir eksiklik olduğunu tespit ederlerse<br />
81 Araştırma, soruşturma.<br />
82 Eğitim-öğretimde rehberlik yapmak yol göstermek.<br />
83 Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair Talimatmâme (TİMT), Matbaa-i Amire -<br />
İstanbul 1330, madde: 8.<br />
84 TİMT, madde: 9.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
tamamlanmasını sağlar, fakir öğrencilerin ders araç ve gereçlerini ücretsiz temin<br />
etmeleri için bu öğrencilerin isimlerini encümen-i maarife bildirirlerdi.<br />
4- Eğitim–öğretimin ve kitapların programa uygun olup olmadığını<br />
incelemek üzere derslere ve sınavlara katılırlar, öğrencinin bilgi seviyesini<br />
ölçerlerdi. Özellikle okulda Kanûn-ı Esâsî’ye ve devlet menfaatine, Osmanlılığa<br />
aykırı eğitim verilip verilmediğini tetkik ederlerdi. Buna uyulmadığını tespit<br />
ettikleri takdirde hemen gerekli işlemleri yapar, durumu mahallî idareye<br />
bildirirlerdi.<br />
5- Talimatlar gereği öğrenciler okula alınırken, gerekli sağlık koşullarını<br />
haiz olup olmadığına bakılması gerekirdi. Bunun için aşı şehadetnâmesi<br />
istenirdi. Okulların bu kurala uyup uymadığını yine müfettişler kontrol ederlerdi.<br />
Ayrıca öğrencilerin temizliğine ve sağlık kurallarına dikkat edilip edilmediğine<br />
bakılır, öğrencilerin ders sırasında sağlık koşullarına aykırı bir duruma maruz<br />
kalıp kalmadığı incelenirdi. Aksi takdirde okul idaresi uyarılır, maarif idaresiyle<br />
mahallî idareye durum bildirilirdi.<br />
6- Öğretmenlerin görevlerini yaparken ihmali olup olmadığına,<br />
öğretmenin yeterliliğine, ahlakına dikkat eder, her hangi olumsuz bir durum<br />
tespit ederlerse haklarında tahkikat başlatır, yazılı savunmasını alır ve bunu<br />
maarif müdüriyetine gönderirdi.<br />
Müfettişler, tahkikat görevlerini yerine getirirken okulların binasına, eğitimöğretim<br />
mecburiyetine uyulup uyulmadığına, özel okulların durumuna, okullara<br />
ait istatistikî bilgilerin toplanmasına, okulların masraflarıyla ilgili hükümlere<br />
dikkat ederlerdi85. Özellikle görevlendirildiği liva veya kasabayı köy köy dolaşarak her köyün<br />
nüfusuna göre burada kaç dershaneli bir okulun mevcut olması gerektiğini<br />
belirtirlerdi. Buna dair kriterler şöyle belirlenmişti: 400 nüfuslu bir köydeki<br />
okulun bir dershaneli, nüfusu 400-800 arasındaki köydeki okulun iki dershaneli,<br />
800’ü aşkın köylerde ise üç dershaneli olması gerekmekteydi.<br />
Eğitim yaşı gelmiş olan çocukların okula gönderilip gönderilmediğini<br />
araştırır, Tedrisât-ı İbtidâiye Kanunu’nun ilgili maddelerinin uygulanıp<br />
uygulanmadığını incelerdi. Bu konuda ihmale tespit ederse durumu maarif<br />
encümeni ile maarif müdürüne bildirirdi.<br />
Özel okulları daha ziyade usul ve nizamnâmelere aykırı bir durum tespit<br />
ettiklerinde teftiş eder ve durumu maarif müdüriyetine bildirirdi. Ayrıca bu<br />
okullarda Türkçeye, Osmanlı tarih ve coğrafyasına ne kadar önem verildiğini<br />
incelerdi.<br />
Görev yaptıkları bölgelerde ibtidaî okullarına ait istatistikleri hazırlar ve bu<br />
cetveli maarif müdürlüğüne verirlerdi. Okul istatistiklerinin yanı sıra<br />
bulundukları bölgenin nüfusu, sosyal ve iktisadî durumu hakkında bilgi edinir ve<br />
85 TİMT, madde: 9. Ayrıca, BOA, MF. İMF, nr. 29/31, 23 R 1332.<br />
81
82<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
bunu yıllık raporuna eklerdi. Tedrisât-ı İbtidâiye Kanunu gereğince halkın<br />
sorumluluğuna verilmiş olan ibtidaî okulların masraflarının düzenli olarak tahsil<br />
edilip edilmediğini kontrol ederdi.<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair Talimatnâme’nin 11.<br />
Maddesinde, müfettişlerin “talim ü irşad” konusundaki görevlerinden<br />
bahsedilmektedir. Buna göre müfettişler zaman zaman derslere ve sınavlara<br />
katılarak eğitim-öğretim hakkında gördükleri eksiklikler hakkında öğretmenlere<br />
tavsiyelerde bulunup, yol gösterirler, bir iki gün öğretmene eğitim usulleri<br />
hakkında bilgi verirlerdi. Teftişleri sırasında eğitim usulleri açısından gördükleri<br />
eksiklikleri ve bunların giderilmesi konusunda yaptıklarını ayrıntılı bir şekilde<br />
maarif müdürüne bildirirdi. Ayrıca, öğrencilerin zayıf noktalarını takviye edecek<br />
şekilde öğretmeni bilgilendirir, öğrencilerin irade sahibi, fedakâr ve kuvvetli<br />
nesiller olarak yetişebilmesi için gerekli gördüklerini tavsiye ederdi.<br />
Müfettişler bunların dışında ana mekteplerinde eğitimin Frobel usulüne86 uygun yapılmasını ve bu okulların da diğer okullar gibi idare edilerek, çocukların<br />
sadece oyunlar ve oyuncaklarla eğitilmesini sağlardı87. Müfettişler, talimat gereğince dokuz ay boyunca sorumluluklarına verilen<br />
bölgelerdeki okulları yılda birkaç defa teftiş etmekle yükümlü oldukları gibi<br />
tatillerde de tahkik etmek üzere okullara gitmek zorundaydı. Her teftişin<br />
ardından rapor hazırlar, her yılsonunda da genel bir rapor düzenleyerek maarif<br />
müdürüne takdim ederdi. Maarif müdürleri de tedrisât-ı ibtidâiye müfettişlerinin<br />
raporlarını Nezâret’e gönderirdi. (madde: 26-30). Müfettişlerin raporlarının bir<br />
düzen içinde olmasını ve aynı konular hakkında bilgi toplanmasını sağlamak için<br />
Maarif Nezâreti tarafından 1916 yılında “Teftiş Raporları” başlığı altında bir<br />
örnek hazırlanmış ve bütün maarif müdürlüklerine ve müfettişliklerine<br />
gönderilmişti88. Tedrisât-ı ibtidâiye müfettişlerinin de raporlarını bu örneğe göre<br />
düzenlemesi gerektiğine dair ayrıca bir tamim yayınlanmıştı89. Müfettişlerin<br />
86 XIX. Yüzyılda yaşayan Alman eğitim uzmanı ve okul öncesi eğitimin fikir babası<br />
Frobel’in oyun üzerine kurulu eğitim usulü, Osmanlı okulöncesi eğitim sisteminde de<br />
benimsenmişti (Yasemin Tümer Erdem, “Osmanlı Devleti’nde Okulöncesi Eğitim: Ana<br />
Mektepleri”, Türklük Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Mücteba İlgürel’e Armağan II, S. 20,<br />
İstanbul 2008, s. 513-514). Frobel usulleri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. F. Garsen,<br />
Frobel Usûlüyle Küçük Çocukların Terbiyesi, çev. Kazım Nami Duru, İstanbul 1340; Nafi<br />
Atuf, Pedagoji Tarihi, İstanbul 1932.<br />
87 TİMT, madde: 18.<br />
88 Teftiş raporu örneği için bk. BOA, MF. HTF, nr. 1/32, 1325, (EK: 2).<br />
89 Maarif müdürleri gönderilen bu örneği, daha önce kendilerine gönderilen Teftiş<br />
Lâyihaları Hakkında Talimat’ın bir eki gibi düşünerek, sadece kendilerinin düzenleyeceği<br />
bir rapor formatı olarak algılamıştı. Oysaki Maarif Nazırlığından gönderilen tamimde<br />
Tedrisât-ı ibtidâiye müfettişlerinin de bu formata göre raporlarını düzenlemesi gerektiği<br />
bildirilmişti (BOA, MF. HTF, nr. 3/126; 20 C 1334).
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
hazırladıkları raporlar -öğretmenlerin azil ve değişikliğine dair olan raporlar<br />
hariç- hemen değerlendirilir ve gerekli tedbirler alınır, uyarılar yapılır, raporda<br />
belirtilenler yerine getirilirdi. 90.<br />
Umûr-ı Maarif Teftişâtına Dair Nizamnâme Lâyihası (1916)<br />
10 Temmuz 1916 tarihinde, maarif müdür ve müfettişlerinin görevlerine<br />
dair çıkarılan talimatnameler esas alınarak, maarif idareleri, tedrisât-ı ibtidâiye<br />
meclisi ve maarif encümenlerinin ilk ve orta dereceli okulların denetimine,<br />
özellikle de müfettişlik teşkilatına yönelik bir nizamnâme layihası kaleme<br />
alınmıştı91. Ancak Düstur’da böyle bir nizamnâmeye rastlayamamamız bize yeni<br />
düzenlemenin lâyiha olarak kaldığını düşündürmektedir. Yine de bu dönemde<br />
eğitim denetimi açısından önemli olduğunu tespit ettiğimiz belgeye yer vermek<br />
istedik.<br />
Bu lâyihaya göre resmî ve özel okulların teftişinden sorumlu memurlar<br />
şunlardı:<br />
1- Mülkî memur amiri: Vali veya mutasarrıfların teftişle ilgili görevi<br />
okullardan başka maarif idarelerinin, müfettiş ve müfettişelerinin uygulamalarını<br />
denetlemekti.<br />
2- Maarif Nazırı tarafından teftişle görevlendirilen Heyet-i Teftişiye<br />
üyesi veya memurları: Hangi konuda görevlendirilmişlerse sadece o yönde tetkik<br />
ve teftiş yapmaktan sorumlu olacaktı.<br />
3- Maarif müdürleri: Görev bölgelerindeki maarif memurları ve<br />
okullardan sorumlu olacaktı. Teftişle görevli memurların görevlerini yerine<br />
getirip getirmediğini kontrol etmek, onların hazırladığı lâyihaları incelemek,<br />
gereğini uygulamak maarif müdürlerinin göreviydi. Ayrıca “Maarif Müdürlerine<br />
Mahsus Talimat” gereğince yılda en az dört ay boyunca, Nezâret tarafından<br />
kabul edilen plana uygun olarak denetim görevini yerine getirecekti. Bunun<br />
dışında ise gerek Nezâret gerekse Valilik tarafından verilen emir üzerine her<br />
hangi bir mesele hakkında özel teftişlerde de bulunacaktı.<br />
4- Maarif müfettiş ve müfettişeleri: Maarif müfettişleri “Tedrisât-ı<br />
İbtidâiye” ve “Tedrisât-ı Tâliye” olmak üzere iki kısma ayrılacaktı. Tedrisât-ı<br />
ibtidâiye müfettişleri senede dokuz ay ibtidaî okullarla ilgili her türlü teftişi<br />
yapacaktı. Her livada en az bir tedrisât-ı ibtidâiye müfettişi bulunacaktı.<br />
Mekâtib-i Tâliye müfettişleri ise Maarif Nezâreti tarafından Sultanî ve<br />
Darülmuallimîn müdürleri arasından tayin edilecekti. Bunlar yüksek okullar<br />
dışındaki bütün resmî ve özel okulları denetleyebilecekti.<br />
5- Vilayet ve Kaza Tedrisât-ı İbtidâiye Meclisleri tarafından seçilen üyeler:<br />
Eğitimden ziyade ibtidaî okullara ait bütün işleri denetleyecekti.<br />
90 BOA, MF. İMF, nr. 47/66, 1332.<br />
91 BOA, MF. HTF, nr. 3/149, 9 N 1334.<br />
83
84<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
6- Maarif Sıhhiye müfettişleriyle mahallî belediye doktorları arasından<br />
seçilecek müfettişler: Okulları bina, içme suyu, hijyen yönünden<br />
değerlendirecek, öğretmen ve öğrencilerin sağlık durumunu inceleyecekti.<br />
7- Kaza Maarif Encümenleri ve Nahiye Meclisi tarafından seçilecek<br />
üyeler: Görevlendirildikleri konuyla ilgili teftişte bulunacaktı.<br />
Genel olarak bu lâyiha, daha önce resmî tüzüklerle ortaya konan teftişe ait<br />
mevzuatı ve müfettişlerin görevlerini tekrar etmektedir. Bu lâyihada göze çarpan<br />
Heyet-i Teftişiye Dairesi’nin, vilayetlerdeki maarif idarelerinin teftiş işlerini<br />
düzenli olarak yapıp yapmadığını takip etmesi, yıllık teftiş raporlarının<br />
zamanında ulaştırılmasına dikkat etmesidir. Burada denetim zinciri çok daha<br />
kuvvetli örülmüş ve sıkı bir şekilde takip edilmesini sağlayacak mekanizma<br />
kurulmuştur.<br />
Sonuç:<br />
Her ne kadar 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi teftişle ilgili ilk defa<br />
resmî bir düzenleme getirse de, nizamnâmenin hayata geçirilmesinde meydana<br />
gelen aksaklıklar teftiş hizmetlerinin yetersiz kalmasına neden olmuştu. Nitekim<br />
bu nizamnâme, teftiş müessesesinden beklenen görevleri ortaya koymuştu.<br />
Bunların başında da okulların muhtaç olduğu ıslahatı gerçekleştirmek vardı.<br />
Ancak sayı ve nitelik bakımından yetersiz olan müfettişler, Nezâret’in teftiş<br />
yoluyla eğitimi ıslah etme projesine hizmet edememişti. Medrese mezunu,<br />
modern eğitim anlayışından uzak kimseler tarafından yapılan denetimler amaca<br />
yönelik olmamıştı.<br />
II. Abdülhamid döneminde teftişten çok, okulların yapılması,<br />
öğretmenlerin yetiştirilmesine yönelik talimatnamelerin, programların<br />
hazırlanmasına önem verilmişti. Zira okul ve okullara ait programlar olmadan<br />
teftiş yapılamazdı. Dolayısıyla bu dönemde denetimi gerekecek müesseselerin<br />
oluşturulmasına önem verildi. Ancak malî imkânsızlıklar bu hizmetlerin de tam<br />
olarak yaygınlaşmasına fırsat vermemişti.<br />
Gerek II. Meşrutiyet dönemine kadar gerekse bu dönemde eğitim<br />
kurumlarının durumu iç açıcı değildi. Özellikle taşradaki ilköğretim okulları<br />
acınacak bir haldeydi. Bu nedenle bu dönemde ilköğretimin ıslahı konusunda<br />
önemli adımlar atılmıştı.<br />
II. Meşrutiyet dönemi, denetim alanında önemli merhalelerin kat edildiği<br />
bir süreç olmuştu. Nitekim eğitimin ıslahında teftişin öneminin kavranması<br />
sonucu 1909 yılından itibaren ilk düzenlemeler yapılmaya başlandı. Bu dönemde<br />
okulların düzenli bir şekilde denetlenerek belli bir seviyeye çıkarılmasına, her<br />
bölgenin yine teftiş mekanizması sayesinde taranarak maarifin<br />
yaygınlaştırılmasına, mevcut eğitim kurumlarının ilgili kanun ve yönetmeliklere<br />
uygun bir şekilde hareket edip etmediğinin kontrolüne, öğretmenlerin<br />
müfettişler aracılığıyla bilgilendirilmesi ve aydınlatılmasına çalışılmıştı. Teftiş
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
mekanizmasında yer alan memurların görevlerine yönelik çıkarılan nizamnâme<br />
veya talimatnâmeler sayesinde de tüm imparatorlukta ortak bir denetim sistemi<br />
oluşturulmak istenmişti. Yönetmeliklerle modern bir denetim anlayışına doğru<br />
önemli adımlar atılırken, uygulamada bu anlayışın yeteri kadar etkili olması<br />
sağlanamamıştı. Elbette ki bunda devrin şartlarının etkisi büyüktü. Yine de<br />
yapılan düzenlemeler, Cumhuriyet döneminde oluşturulacak denetim sistemine<br />
temel teşkil etmiştir.<br />
85
86<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
EK 1: Teftiş Lâyihaları Hakkında Talimat
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
EK 2: Teftiş Raporları Örneği<br />
87
88<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
89
90<br />
Kaynakça<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM<br />
Arşiv Belgeleri<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi 92<br />
İrade Dahiliye (İ.DH)<br />
İrade Maarif (İ.MF)<br />
İrade Şurâ-yı Devlet (İ. ŞD)<br />
Maarif Nezâreti Heyet-i Teftişiye Kalemi (MF. HTF)<br />
Maarif Nezâreti Mektubî Kalemi (MF. MKT)<br />
Maarif Nezâreti, İstanbul Maarif Müdüriyeti (MF. İMF)<br />
Şurâ-yı Devlet (ŞD)<br />
Gazeteler<br />
Sabah, Takvim-i Vekayi, Tanin<br />
Resmî Yayınlar<br />
Devlet Salnamesi, sene: 1299, 1300, 1305, 1310.<br />
Düstur, I. Tertip C. 1-3, II. Tertip, C. 2, 4, 6.<br />
Düstur Zeyli, 1-4.<br />
Salnâme-i Maarif-i Umumiye, sene: 1316, 1321.<br />
Maarif Müdürleri İle Vilayet Maarif Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, İstanbul<br />
Matbaa-i Amire 1326.<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi, 128993 .<br />
Mekâtib-i İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, Matbaa-i Amire-İstanbul<br />
1326.<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair Talimatmâme, Matbaa-i Amire - İstanbul<br />
1330.<br />
Maarif Müdürleri İle Vilayet Maarif Müdürlerinin Vezâifine Müteallik Talimat, İstanbul -<br />
Matbaa-i Amire 1326.<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Müfettişlerinin Vezâifine Dair Talimatmâme, Matbaa-i Amire - İstanbul<br />
1330, madde: 8.<br />
Tahsil-i İbtidaîyi İdare ve Teftiş İle Muvazzaf Olan Memurînin Vezâifi Hakkında Nizamnâme,<br />
İstanbul 132694 .<br />
92 Belge numaraları metin içinde verilmiştir.<br />
93 Düstur’daki yeri metin içinde verilmiştir.
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDE TEFTİŞ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Maarif Müdürlerinin Vezâifine Dair Talimatnâme, Matbaa-i Amire-İstanbul 1330.<br />
Maarif-i Umumiye Nezâreti Teşkilatı Hakkında Nizamnâme, 19 Rebiülevvel 133095 .<br />
Maarif-i Umumiye Nezâreti Teşkilatı Hakkında Nizamnâme, 7 Ramazan 133296 .<br />
Tedrisât-ı İbtidâiye Kanun-ı Muvakkati, Matbaa-i Amire, İstanbul 1329.<br />
Vilayet Maarif Müfettişliğinin Vezâifine Dair Talimatnâme, İstanbul 133097 .<br />
Kitap ve Makaleler<br />
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 2010.<br />
AKYÜZ, Yahya, “İlköğretim’in Yenileşme Tarihinde Bir Adım: Nisan 1847 Tâlimatı”,<br />
Osmanlı Tarihi Araştırmaları Merkezi Dergisi (OTAM), C. 5, <strong>Ankara</strong> 1994.<br />
AYTEKİN, Halil, İttihâd ve Terakkî Dönemi Eğitim Yönetimi, <strong>Ankara</strong> 1991.<br />
BERKER, Aziz, Türkiye’de İlköğretim (1839-1908), MEB, <strong>Ankara</strong> 1945.<br />
BEYOĞLU, Süleyman, İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, İstanbul<br />
2011.<br />
ERGÜN, Mustafa, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), <strong>Ankara</strong> 1996.<br />
KODAMAN, Bayram, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK, <strong>Ankara</strong> 1991.<br />
Mahmud Cevad, Maarif-i Umûmiye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, haz. Mustafa<br />
Ergün, Tayyip Duman, Sebahattin Arıbaş, Hüseyin Dilaver, MEB, <strong>Ankara</strong> 2002.<br />
NURDOĞAN, Arzu, Osmanlı Modernleşme Sürecinde İlköğretim (1869-1922), İstanbul<br />
2005, M. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enst. Yakınçağ Tarihi ABD, basılmamış<br />
doktora tezi, dan. Prof. Dr. Cemil Öztürk.<br />
SU, Kâmil, Türk Eğitiminde Teftişin Yeri ve Önemi, MEB, İstanbul 1974.<br />
TÜMER ERDEM, Yasemin, II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Kızların Eğitimi, İstanbul 2007,<br />
M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enst. Basılmamış doktora tezi.<br />
TÜMER ERDEM, Yasemin, “Osmanlı Devleti’nde Okulöncesi Eğitim: Ana<br />
Mektepleri”, Türklük Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Mücteba İlgürel’e Armağan II,<br />
S. 20, İstanbul 2008.<br />
UNAT, Faik Reşit, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihî Bir Bakış, <strong>Ankara</strong> 1964.<br />
94<br />
Düstur’daki yeri metin içinde verilmiştir.<br />
95<br />
Düstur’daki yeri metin içinde verilmiştir.<br />
96<br />
Düstur’daki yeri metin içinde verilmiştir.<br />
97<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivinde Heyet-i Teftişiye Kalemi’ne ait dosyada olup<br />
numarası metin içinde verilmiştir.<br />
91
92<br />
YASEMİN TÜMER ERDEM
Kuruluş Devri Osmanlı “Fakı” Zümresinin<br />
Tipik Bir Öncüsü: Tursun Fakı*<br />
A Typical Leader of the Ottoman “Fakı” Group:<br />
Tursun Fakı<br />
Özet:<br />
Mehmet Gel ∗∗<br />
Bu çalışmada, Osman Gâzî döneminde (1281-1324) yaşadığı rivayet<br />
edilen Tursun Fakı’nın menşei ve kimliği kaynak kritiği yöntemiyle ele<br />
alınmaktadır. Çalışmanın ana tezi, Tursun Fakı’nın “bilâd-ı Karaman”<br />
kökenli olduğuna yönelik rivayetin eleştirilebilir olduğu, onun asıl olarak<br />
Osman Gâzî’nin çevresinde bulunan imamlık yapma niteliklerine sahip<br />
“fakı”ların önde geleni olduğu ve bu yönüyle de kendisine XV. yüzyıl<br />
kroniklerinde Osmanlıların bağımsızlıklarını simgeleyen ilk hutbeleri<br />
okuma (hatiplik) ve kadılık yapma rollerinin atfedildiğidir.<br />
Anahtar Kelimeler: Tursun Fakı, Kimlik, Şeyh Edebalı, Osman<br />
Gâzî, Kuruluş<br />
Abstract:<br />
This study will examine the origin and identity of Tursun Fakı, who<br />
is said to have lived during the Osman Gazi era (1281-1324), using the<br />
source critique method. The main claim of this paper is that the account<br />
about Tursun Fakı being of “Karaman Province” origin is debatable and<br />
that he was actually the leader of the “Fakıs”, possessing the traits of<br />
imamate in Osman Gazi’s circle. Due to this aspect, the position of<br />
preaching the first sermons and being a kadi (Muslim judge), which<br />
symbolize the Ottoman independence, have been attributed to him in<br />
fifteenth century chronicles (annals).<br />
Key Words: Tursun Fakı, Identity, Sheik Edebalı, Osman Gazi,<br />
Establishment<br />
∗ Bu çalışma, Prof. Dr. Reşat Genç’in danışmanlığında hazırladığımız “Osmanlı<br />
Devleti’nin Kuruluş Döneminde Fakihler ve Tursun Fakih” (Gazi <strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü, Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, <strong>Ankara</strong> 2004) adlı yüksek lisans tezinde<br />
yer alan bir bahsin gözden geçirilmiş hâlidir.<br />
∗ Dr; E-mail: mehgel@gmail.com.
94<br />
Giriş:<br />
MEHMET GEL<br />
Bilindiği gibi Osmanlılar’ın Kuzey Batı Anadolu’da bir “uç” beyliği olarak<br />
teşekkül ettiği esnada beyliğin toplumsal dokusunu oluşturan unsurlardan biri<br />
de fakılar (fakihler) idi 1. Karakteristik özellikleri imamlık, hatiplik veya kısmen<br />
kadılık gibi daha ziyade dinsel ve kazâî görevleri üstlenebilme olan bu zümrenin<br />
tipik ve en meşhur temsilcisi ise Tursun Fakı 2 olarak gösterilebilir. Zira o,<br />
Osmanlı Beyliği’nin müessisi Osman Gâzî’nin çevresinde bulunan az sayıdaki<br />
“fakı”dan biri olup, rivayete göre Osman Gâzî adına ilk “istiklal” hutbesini<br />
okuyan kişi olarak ön plana çıkar.<br />
İşte Tursun Fakı, bu özelliği ve bilhassa kendisine atfedilen<br />
“Gazâvâtnâme”ler 3 münasebetiyle bir çok yazıya konu olmuştur. Bu yazıların<br />
bir kısmı onun tarihî kimliği ve rolü üzerine, bir kısmı da edebî kimliği üzerine<br />
odaklanır. Onun tarihî kimliği üzerine odaklanan ilk yazar olan Süheyl Ünver,<br />
1950’de yayımladığı “Osmanlıların İlk İstiklal Hutbesini Okuyan Dursun Fakih”<br />
1 Bu hususa ilişkin bazı değerlendirmeler için bkz. Fuad Köprülü, “Anadolu’da<br />
İslamiyet”, Anadolu’da İslamiyet içinde, Yay.haz. Mehmet Kanar, 2. baskı, İnsan Yay.,<br />
İstanbul 2000, s. 63-64; Cemal Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of The<br />
Ottoman State, Unıversty of Calıfornıa Press, Berkeley/Los Angeles/ London 1995, s.<br />
135 (Bu eserin Türkçe çevirisi için bkz: Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde: Osmanlı<br />
Devleti’nin Kuruluşu, Çev.Ceren Çıkın, Yay.haz.Mehmet Öz, Birleşik Yay., <strong>Ankara</strong> 2010,<br />
s. 169-170,199); Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Ahilik ve Şeyh<br />
Edebalı: Problematik Açıdan Bir Sorgulama”, II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu<br />
Bildirileri, Kültür Bak. Yay., <strong>Ankara</strong> 1999, s. 242; Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihine Toplu<br />
Bir Bakış”, Osmanlı, c.1, Ed. G.Eren, Yeni Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 1999, s. 56; Mehmet<br />
Öz, “Tarihi ve Sosyolojik Açıdan Osmanlı Beyliği”, Beylikten Cihan Devletine, Milliyetçilik<br />
ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII, <strong>Ankara</strong> 2000, s. 149; Yunus Koç, “Osmanlı<br />
Beyliği’nin Teşekkülü”, Beylikten Cihan Devletine, Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi<br />
Araştırmaları VII, <strong>Ankara</strong> 2000, s. 36-43; Sezai Sevim, “Osman Gâzî’nin İrtibatlı Olduğu<br />
Düşünürlere Dair”, Osmanlı, c.7, Ed. G.Eren, Yeni Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 1999, s. 44-48;<br />
Raif Kaplanoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Avrasya Etnografya Vakfı Yay., İstanbul<br />
2000, s. 152-153.<br />
2 Tursun Fakı’nın unvanı Şakâyıku’n-Nu’mâniyye gibi bazı kaynaklarda kavramın asıl hâli<br />
olan “fakih” biçiminde yazılmış olmakla birlikte, kimliği ve mensubu bulunduğu zümre<br />
açısından onun tarihsel tavsifini Âşıkpaşazâde Tarihi’nde (Aşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî,<br />
Tevârih-i Âl-i Osman, Osmanlı Tarihleri I içinde, Nşr. Atsız, Türkiye Yay., İstanbul 1949, s.<br />
103, 235) ve Oruç Beğ Tarihi’nde (Oruç Beğ Tarihi, Haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Yay.,<br />
İstanbul 2008, s. 13) kullanıldığı şekliyle “fakı” unvanı daha iyi yansıtır.<br />
3 Murteza Bedir, edebiyatçıların Tursun Fakı’ya atfettikleri Gazâvâtnâmeler’in gerçekte<br />
ona ait olmayabileceğini iddia eder. Bu hususta bkz. Murteza Bedir, “Osmanlı Tarihinin<br />
Kuruluşu Aşamasında Fakihler ve Rolleri: XIV. Yüzyıl İznik ve Öncesine Ait Bir<br />
Araştırma”, Uluslararası İznik Sempozyumu 2005, Yay. haz. Ali Erbaş vd., İznik Belediyesi<br />
Kültür Yay., İstanbul 2005, s. 305; aynı yazar, “Osmanlı Tarihinin Kuruluş Asrında<br />
(1389’a kadar) İlmiye’ye Dair Bir Araştırma: İlk Fakihler”, Türk Hukuk Tarihi<br />
Araştırmaları, Sayı 1, 2006, s. 30.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
adlı makalesinde Tursun Fakı hakkında Osmanlı kroniklerinde ve Şakâyık-ı<br />
Nu’mâniyye’de bulunan rivayetleri nakleder ve Tursun Fakı’nın türbesi üzerinde<br />
durur 4. Ünver’den sonra ise, genelde onun yazdıklarına paralel bir şekilde Safa<br />
Öcal 5, Ahmet Vehbi Ecer 6 ve İsmail Ali Sarar 7 konuya ilişkin birer makale<br />
yazmışlardır. Ayrıca, Şehâbettin Tekindağ 8, Hasan Aksoy 9, Franz Babinger 10 ve<br />
Colin İmber çeşitli ansiklopedilere birer “Tursun Fakih” maddesi yazmışlardır 11.<br />
Tüm bu çalışmalar içerisinde İmber’in kaleme aldığı madde, yazarının Tursun<br />
Fakı hakkındaki bazı rivayetlere eleştirel yaklaşımı nedeniyle diğerlerinden<br />
ayrılmakta ve dikkat çekmektedir. Tursun Fakı’nın edebî kimliği üzerine ise,<br />
Saadettin Buluç’un 1963 yılında X. Türk Dil Kurultayı’nda sunduğu “Dursun<br />
Fakih Gazavatnamesi” adlı tebliğ 12 ile başlayan çalışmalar, Hatice Şahin 13,<br />
Mustafa Özyurt 14, Numan Külekçi 15, Şeref Boyraz 16, Mehmet Gümüşkılıç 17,<br />
4 A.Süheyl Ünver, “Osmanlıların İlk İstiklal Hutbesini Okuyan Dursun Fakih”, Tarih<br />
Dünyası, c.II/10, 1950, s. 495-497.<br />
5 Safa Öcal, “Dursun Fakih”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, c.2/8, 1980, s. 117-130.<br />
6 Ahmet Vehbi Ecer, “Osmanlı Devleti’nin İstiklal Hutbesini Okuyan Devlet Adamı<br />
Dursun Fakih”, Osmanlı, c.1, Ed. G.Eren, <strong>Ankara</strong> 1999, s. 181-189.<br />
7 İsmail Ali Sarar, “Bilgin-Şair Dursun Fakih, İlk Osmanlı Hutbesinin Eskişehir<br />
Karacaşehir Camii’nde Okunması-İlk Bayram Hutbesinin Eskişehir’de Okunması ve<br />
Gazavat-nâmesi”, VIII.Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri, Eskişehir 2000, s. 222-<br />
226.<br />
8 Şehabettin Tekindağ, “Tursun Fakih”, İA, c.12/2, Eskişehir 1997, s. 123.<br />
9 Hasan Aksoy, “Dursun Fakih”, DİA, c.10, İstanbul 1994, s. 7-8.<br />
10 Franz Babinger, “Tursun Fakih”, Encylopaedia of Islam, c.VIII, Brill-Leiden 1987, s.<br />
974.<br />
11 Colin İmber, “Tursun Fakih”, Encylopaedia of Islam, c.X, (new edition), Leiden-Brill<br />
2000, s. 738.<br />
12 Saadettin Buluç, “Dursun Fakih Gazavatnâmesi”, X.Türk Dil Kurultayında Okunan<br />
Bilimsel Bildiriler, <strong>Ankara</strong> 1964, s. 11-12.<br />
13 Hatice Şahin, Tursun Fakih, Gazavatname (Dil Özellikleri, Metin, Sözlük), İnönü<br />
<strong>Üniversitesi</strong> Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya 1989;<br />
Hatice Şahin, “Tursun Fakih’in Gazâvatnâmesi”, Osman Nedim Tuna Armağanı, Malatya<br />
1989, s. 157-158. Şahin, bu hususta sonradan bir de İngilizce makale yazmıştır: Bkz.<br />
Hatice Şahin, “Tursun Fakih and Hıs Gazavat-name”, Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat<br />
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 8, Sayı 12, 2007/1, s. 121-132.<br />
14 Mustafa Özyurt, Dursun Fakih ve Gazavatnâmesi, Marmara <strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1995.<br />
15 Tursun Fakih, Gazavat-ı Resulûllah, Haz. Numan Külekçi, Toker Yay., İstanbul 2002.<br />
Hayati Develi, Numan Külekçi’nin bu çalışması üzerine bir eleştiri yazısı kaleme<br />
almıştır: Bkz. Hayati Develi, “Tursun Fakih’in Gazavatnâmesinin Yayımı Üzerine”<br />
Türklük Bilgisi Araştırmaları (TÜBA), c.27/II, 2003, s. 33-39.<br />
16 Şeref Boyraz, “Dursun Fakih’in ‘Umman Cengi’ Mesnevisinin Yeni Bir Nüshası:<br />
Cumhurnâme”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2, Sivas 2003, s. 215-274.<br />
17 Mehmet Gümüşkılıç, “Tursun Fakih’in Yeni Bir Eseri”, Türklük Bilgisi Araştırmaları<br />
(TÜBA), c.27/II, 2003, s. 177-220.<br />
95
96<br />
MEHMET GEL<br />
İsmet Çetin 18 ve Neslihan Yazıcı 19 tarafından altısı makale, üçü yüksek lisans<br />
tezi ve ikisi de kitap şeklinde olmak üzere on ayrı çalışmayla devam ettirilmiştir.<br />
Esas itibariyle “Gazâvâtnâme”ler üzerine yoğunlaşmakla birlikte, Tursun<br />
Fakı’nın tarihî kimliğine de değinen bu çalışmalarda, kaynaklarda bulunan ilgili<br />
rivayetlerin kritik edilmediği ve konuyla bağlantılı son tarih araştırmalarının<br />
yeterince dikkate alınmadığı görülmektedir. Bunların hâricinde de, aslında<br />
münhasıran Tursun Fakı hakkında kaleme alınmış olmamalarına rağmen, ondan<br />
da bahsetmeleri nedeniyle kaydedilebilecek başka çalışmalar da vardır; ancak<br />
bunlara gerektiği hallerde atıfta bulunulacağı için burada değinilmeyecektir.<br />
Bizim bu çalışmamızda ise, Tursun Fakı’ya dâir kaynaklarda yer alan rivayetler<br />
eleştirel bir yaklaşımla incelenmeye çalışılacaktır. Böylelikle, Tursun Fakı’nın<br />
tarihî kimliği ve rolüne ilişkin daha sağlıklı bir bakış elde edilebileceği<br />
düşünülmektedir. Bu düşünce, burada Tursun Fakı’nın menşei ve kimliği<br />
meseleleri çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışacaktır.<br />
I. Tursun Fakı’nın Menşei<br />
Konu hakkında bize ilk bilgileri veren Anonim Tevârih-i Âl-i Osman, Oruç Beg<br />
Tarihi, Âşıkpaşazâde Tarihi ve Neşrî Tarihi gibi XV. yüzyılın ikinci yarısında<br />
yazılmış olan ilk Osmanlı kroniklerinde Tursun Fakı’nın menşeine dâir herhangi<br />
bir kayıt bulunmaz. Fakat XVI. yüzyılın ortalarında (1558 yılı) Şakâyıku’n-<br />
Nu’mâniyye fi Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye adında ulema biyografilerinden<br />
mürekkeb mühim bir eser yazmış olan Taşköprîzâde (ö.1561), bu eserinde<br />
Tursun Fakı’nın menşe’ olarak “Bilâd-ı Karamandan” olduğunu belirtir 20. Yine<br />
her ikisi de XVI. yüzyılda yaşayıp üst düzey ulema biyografilerini kaleme almış<br />
olan Mahmud b. Süleyman el-Kefevî (ö.1582) Ketâibu A’lâmi’l-Ahyâr min Fukahâi<br />
Mezhebi’n-Nu’mâni’l-Muhtâr adlı eserinde 21, Takiyyüddin b. Abdülkadir et-<br />
Temimî (ö.1597) de Tabakâtu’s-Seniyye fî Terâcimi’l-Hanefiyye adlı eserinde Tursun<br />
18 İsmet Çetin, Tursun Fakih, Hayatı-Edebî Şahsiyeti-Mesnevîleri, İlesam Yay., <strong>Ankara</strong> 2002.<br />
İ.Çetin, bu eseri yayımlamadan önce “Tursun Fakih” hakkında bir de tebliğ sunmuştur:<br />
Bkz. İsmet Çetin, “Tursun Fakih, Hayatı ve Eserleri”, Gazi <strong>Üniversitesi</strong> I.Türk Kültürü ve<br />
Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, <strong>Ankara</strong> 1999, s. 93-98.<br />
19 Neslihan Yazıcı, Tursun Fakı’nın Cumhur-nâme Adlı Eserinin Metni ve İncelemesi, Marmara<br />
<strong>Üniversitesi</strong>, Türkiyat Araştırma Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı,<br />
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2005.<br />
20 Taşköprîzâde, Şakâyıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, Süleymaniye<br />
Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa, nu.753/1, vr. 1b; Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-<br />
Şakâ’ik, (Şakâ’ik-i Nu’mâniye ve Zeyilleri içinde, c.I), Yay. haz. Abdülkadir Özcan, Çağrı<br />
Yay., İstanbul 1989, s. 21.<br />
21 Mahmud b. Süleyman el-Kefevî, Ketâibu A’lami’l-Ahyar Min Fukahai Mezhebi’n-<br />
Nu’mani’l-Muhtar, Süleymaniye Kütüphanesi, Reisülküttab, nu.690, vr. 301a.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Fakı’nın “Bilâd-ı Karamandan” olduğunu naklederler 22. Öyle anlaşılıyor ki,<br />
Temimî ve -verdiği diğer bilgilerden anladığımıza göre- Kefevî bu kayıtlarını,<br />
Taşköprîzâde’nin Şakâyık’ından almak suretiyle aktarırlar. Bu müelliflerle aşağı<br />
yukarı aynı dönemde yaşayıp Tâcü’t-Tevârih adlı eserini yazmış olan Hoca<br />
Saadeddin Efendi de Tursun Fakı’nın menşe’ itibariyle Karaman’dan olduğunu<br />
ifade eder 23. İşte esas itibariyle Taşköprîzâde kaynaklı olan Tursun Fakı’nın<br />
aslen Karaman beldelerinden olduğu rivayeti, sonraki dönemlerde örneğin her<br />
ikisi de XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Şemseddin Sâmî ve Mehmed<br />
Süreyyâ gibi müellifler tarafından da aynen tekrarlanır 24. Tabiatıyla bu kayıtları<br />
esas alan modern araştırmacılar da, Tursun Fakı’nın Karamandan olduğu<br />
bilgisini genel olarak kabul ederler 25.<br />
Bu tür araştırmacılardan olup Şakâyık menşe’li zikredilen rivayeti bir<br />
anlamda tevsik denemesinde bulunan İbrahim Hakkı Konyalı ise konuya ilâve<br />
bir boyut getirir. Ona göre 1476 ve 1584 tarihli Karaman İli Tahrir<br />
Defterleri’nde “Vakf-ı Mescid-i Mahalle-i Tursun Fakih” şeklinde kaydedilmiş<br />
olup 26 Konya’da hâlen mevcut olan “Dursunoğlu Câmii”, muhtemelen Tursun<br />
Fakı’yla alakalı olabilir. Öyle ki Tursun Fakı, Konya’da belki bir mescid<br />
yaptırmış olabileceği gibi, oğlu da bu mescide yeni gelirler vakfetmiş olabilir 27. İ.<br />
H. Konyalı’nın Konya eski Milli Eğitim Müdürlerinden Ferid Uğur’dan<br />
naklettiği başka bir rivayete göre de, “Dursunoğlu Câmii”yle bağlantılı olup izi<br />
Yıldırım Bayezid devrine kadar sürülebilen bir “Dursun Fakih-i Karamânî<br />
Zâviyesi”nden söz edilmektedir 28. Konyalı’nın bizzat naklettiği bu rivayet<br />
22 Takiyyüddin b. Abdülkadir et-Temimî, Tabakâtü’s-Seniyye fî Terâcimi’l-Hanefiyye,<br />
Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye, nu. 829, vr. 196b (sonradan verilen varak nu:<br />
204b).<br />
23 Hoca Saadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, c.V, Haz. İ. Parmaksızoğlu, 4. baskı, Kültür<br />
Bak. Yay., <strong>Ankara</strong> 1999, s. 2.<br />
24 Şemseddin Sâmî, Kamûsu’l-A’lâm, c.4, İstanbul 1311, s. 3020; Mehmed Süreyya, Sicill-i<br />
Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniye, c.III, Haz. A. Aktan-A. Yuvalı-M. Hülagü,<br />
İstanbul 1996, s. 289.<br />
25 Öcal, a.g.m., s. 117-130; Aksoy, a.g.m., s. 7-8; Ecer, a.g.m., s. 186; Gümüşkılıç, a.g.m., s.<br />
178; İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleriyle ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, Konya 1964, s. 133,<br />
345-348.<br />
26 Konyalı, a.g.e., s. 347-348. Bu mescid, 16. yüzyıldan sonraya ait kaynaklarda ise<br />
Dursunoğlu Câmii olarak kaydedilmiştir.<br />
27 Konyalı, a.g.e., s. 347-348.<br />
28 Konyalı’nın naklettiğine göre F. Uğur, İbrahim Aczî isminde birinden Aczî’nin bizzat<br />
el yazısıyla kopya ettiği Şikarî Tarihi adlı eseri alır ve bu eserde Dursunoğlu Camii’yle<br />
alakalı bir malumat bulur. Ferid Uğur incelemesi sonucunda görür ki, Şikarî Tarihi’nin<br />
orijinalinde böyle bir kayıt bulunmamaktadır. Bunun üzerine durumu İbrahim Aczî’den<br />
sorar. Aczî, Uğur’a cevap olarak Karaman’dan satın aldığı “el-Muhtar” adlı yazma eserin<br />
üzerine 1113/1701 yılında Karaman’da Paşa Medresesi Müderrisi Hacı Musa İbn<br />
Süleyman tarafından yazılmış bir derkenarı gösterir. Bu derkenarda yazdığına göre,<br />
97
98<br />
MEHMET GEL<br />
hakkında herhangi bir yorum yapmaması dikkat çekmekle birlikte, Yusuf<br />
Küçükdağ söz konusu “Dursun Fakih-i Karamânî Zâviyesi”nin Konya’da<br />
bulunan şimdiki Dursunoğlu Câmii civarında bulunması gerektiğini, dolayısıyla<br />
Osman Gâzî döneminde yaşayan Tursun Fakı’nın âilesinin de Konya’da<br />
oturmuş olduğunu ifade eder 29. İşte Tursun Fakı’nın menşei ya da aslen nereli<br />
olduğuna yönelik kayıtlar ve tespitler görebildiğimiz kadarıyla bunlardan<br />
ibarettir. Şu halde bu kaydedilenler çerçevesinde Tursun Fakı’nın menşei<br />
hakkında dört hususun öne çıktığı söylenebilir:<br />
a) Tursun Fakı’dan ilk olarak bahseden XV. yüzyıl Osmanlı kroniklerinde<br />
onun menşei hakkında herhangi bir kaydın bulunmaması.<br />
b) Esas itibariyle Taşköprîzâde ve onu tâkiben de Kefevî, Temimî ve Hoca<br />
Saadeddin Efendi gibi XVI. yüzyıl müelliflerinin Tursun Fakı’nın menşeini<br />
“Bilâd-ı Karaman” olarak göstermeleri ve daha sonraki yazarların da bu görüşü<br />
benimsemeleri.<br />
c) XV. ve XVI. yüzyıllara ait Karaman İli Tahrir Defterlerinde “Vakf-ı<br />
Mescid-i Mahalle-i Tursun Fakih” kaydıyla belirtilen mescidin, bugün Konya’da<br />
bulunan Dursunoğlu Câmii’yle ve Tursun Fakı ile alakalı olabileceği.<br />
d) 1701 tarihli bir rivayete göre Karamanoğlu Mehmed Bey döneminde<br />
Konya’da varlığı bilinen “Dursun Fakih-i Karamânî Zâviyesi”nin Tursun Fakı<br />
ile alakalı olduğu.<br />
Şimdi bu hususları sırasıyla inceleyelim.<br />
a) XV. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmış olan ilk Osmanlı<br />
kroniklerine bakıldığında, Tursun Fakı’nın Osman Gâzî döneminde Karacahisar<br />
veya Eskişehir havalisinde bulunduğu görülmektedir. Bu husus, Anonim<br />
Tevârih’teki “Dursun Fakih dirlerdi bir er vardı. Cum’a ve bayram namazını Karahisar’da<br />
Molla Fenârî Bursa’dayken -bir ara- Yıldırım Bayezid ile ihtilafa düşerek Karaman iline<br />
gelir ve burada Karamanoğlu Mehmed Bey ona bir hayli iltifat ederek Larende’de<br />
(Karaman) bir medrese yaptırır. Karamanoğlu Mehmed Bey daha sonra da, yine Molla<br />
Fenari için Konya’da Bâb-ı Sultanî civarında “Dursun Fakih-i Karamânî Zâviyesi”<br />
yakınında bir büyük hânikah ve bitişiğinde de bir ev yaptırır. Rivayete göre Molla Fenârî<br />
de buraya gelerek neşr-i ulûma devam eder ve hatta meşhur Fatiha Tefsiri’ni de burada<br />
yazar (bkz. Konyalı, a.g.e., s. 348-349). İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Molla Fenârî’nin<br />
Karamanoğulları topraklarına gidişinin ya <strong>Ankara</strong> savaşından sonra yahut da Çelebi<br />
Mehmed zamanında mümkün olabileceğini söyler. Çünkü ona göre Yıldırım Bayezid<br />
devrinde Karamanoğulları tamamen Osmanlılar tarafından ilhak edildiği için böyle bir<br />
şey mümkün değildir (bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, TTK Yay.,<br />
<strong>Ankara</strong> 1998, s. 649, not: 2).<br />
29 Yusuf Küçükdağ, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Konya’lı<br />
İlim, Fikir ve Devlet Adamları”, Konya Kitabı V, Ed. Yusuf Küçükdağ, Konya 2002, s.<br />
195.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ol kılı verdi. Hutbei Osman Gâzî adına ol okudu” 30, Oruç Bey Tarihi’ndeki “Osman<br />
Gâzî evvel cum’a namazını Karahisar’ı aldıkta Tursun Fakih dirlerdi bir kişi vardı ol kıldı<br />
evvel Osman adına” 31, Âşıkpaşazâde Tarihi’ndeki<br />
“Kaçan kim Karacahisar’ı aldı, şehrin evleri boş kaldı ve Germiyan<br />
vilayetinden ve gayrı vilayetten hayli halk geldi. (...) ve bu kavm ittifak itdiler kim<br />
cum’a namazın kılalım ve hem bir kadı dahi dileyelim didiler. Tursun Fakih<br />
dirlerdi bir aziz vardı ve ol kavme imamlık iderdi. Âna söylediler. (...) Ve ol kavm<br />
dahi razı oldı. Kadılığı ve hatibliği Tursun Fakih’e virdi. Cum’a hutbesi<br />
Karacahisar’da okundu, bayram hutbesi Eskişehir’de okundu” 32 ,<br />
ve Neşrî Tarihi’ndeki “Karacahisar’a Tursun Fakih’i hem kadı ve hem hatib itdiler.<br />
Zirâ bu Tursun Fakih bir aziz kişidir. Halka imamet iderdi...” 33 şeklindeki<br />
ifadelerden anlaşılmaktadır. Bu kayıtlar arasında özellikle Âşıkpaşazâde ve<br />
Neşrî’nin ifadeleri, Tursun Fakı’nın Osman Gâzî Karacahisar’ı ele geçirdiği<br />
sırada burada veya buraya yakın bir yerde yaşadığı izlenimini kuvvetle<br />
vermektedir. Bu ise, bize daha Osmanlı Beyliği henüz gün yüzüne çıkmadan<br />
önce Tursun Fakı’nın Eskişehir veya Karacahisar havalisinde yaşadığını<br />
düşündürmektedir. Üstelik dönemin siyasî ve demografik şartları Tursun<br />
Fakı’nın bu bölgelerde yaşama imkânını mümkün kılmaktadır. Zira Eskişehir ve<br />
havalisi, Anadolu Selçukluları döneminde XIII. yüzyılın ortalarında tamamen<br />
Türkleşmiş ve İslamlaşmış bir bölge durumundaydı 34. Nitekim Eskişehir’de<br />
1261’e kadar Moğol-İlhanlı vâliliği yapmış olan Cacaoğlu Nureddin Bey’in<br />
burada on yedi mescidi tamir ettirip bir câmi ve zâviye yaptırdığı<br />
bilinmektedir 35. Hatta 1272 tarihini taşıyan vakfiyesinden, Nureddin Caca Bey’in<br />
Eskişehir çevresinde birçok köye sahip olduğu ve bu köylerden bazılarının da<br />
Söğüd’ün hemen yakınında bulunduğu anlaşılmaktadır 36. Ayrıca Irene<br />
Beldıceanu-Steınherr, Osman Gâzî’nin gençliğinde Karacahisar tarafında<br />
oturduğunu, Şeyh Edebalı’nın kızı yüzünden Eskişehir Beyi ile arası açılınca<br />
Söğüd tarafına çekildiğini ve Osman Gâzî’nin Karacahisar’ı daha sonra Moğol-<br />
İlhanlı hâkimiyetindeki bir Bey’den geri aldığını öne sürmektedir 37. İşte bütün<br />
bunlar dikkate alındığında, Tursun Fakı’nın Osmanlı Beyliği’nin ilk<br />
30 Anonim Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr. Frederic Gıese, Breslav 1922, s. 6.<br />
31 Oruc b. Âdil, Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr. Franz Babinger, Lafar-Hannover 1343/1925,<br />
s. 11-12.<br />
32 Âşıkpaşazâde, Âşıkpaşazâde Tarihi, Nşr. Âli Bey, İstanbul 1332, s. 18-19.<br />
33 Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, c.I, Nşr. F. R. Unat-M. A. Köymen, TTK Yay.,<br />
<strong>Ankara</strong> 1995, s. 108-111.<br />
34 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1998, s. 180,507; Irene<br />
Beldıceanu-Steınherr, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunun İncelenmesinde Tahrir<br />
Defterlerinin Önemi”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, III/3, <strong>Ankara</strong> 2002, s. 1318-<br />
1319; Halime Doğru, XVI. Yüzyılda Eskişehir ve Sultanönü Sancağı, 1992, s. 28-29.<br />
35 Doğru, aynı yerde.<br />
36 Beldıceanu, a.g.m., s. 1318-1319.<br />
37 Beldıceanu, aynı yerde.<br />
99
100<br />
MEHMET GEL<br />
zamanlarından itibaren Karacahisar veya Eskişehir çevresinde yaşamış olma<br />
ihtimali makul bir hâl almaktadır. Diğer taraftan Âşıkpaşazâde’nin Karacahisar’a<br />
“Germiyan vilayetinden ve gayrı vilayetten hayli halk geldi” ifadesi temelinde Tursun<br />
Fakı’nın bu bölgeye Germiyan’dan veya başka bir vilayetten gelmiş olabileceği<br />
de düşünülebilir. Bununla birlikte Tursun Fakı’nın menşe’ olarak gerçekten<br />
Eskişehir bölgesinden mi olduğu, yoksa buralara Germiyan yahut Konya ya da<br />
Karaman vb. gibi başka bir mıntakadan mı geldiği açıklık kazanmıyor.<br />
b) Yukarıda ifade edildiği gibi Tursun Fakı’nın “Bilâd-ı Karamandan”<br />
olduğu rivayeti, Osmanlı kaynaklarında ilk olarak Taşköprîzâde’nin Şakâyıku’n-<br />
Nu’mâniyye adlı eserinde zikredilir. Bu kayıt, daha sonra Temimî tarafından<br />
oradan alınarak belirtilmiş, Kefevî ve Hoca Saadeddin Efendi tarafından da<br />
kuvvetle muhtemel yine Şakâyık’tan alınmak suretiyle aynen nakledilmiştir 38.<br />
Dolayısıyla Tursun Fakı’nın Karaman’dan olduğu rivayetinin ana kaynağı,<br />
Şakâyık müellifi Taşköprîzâde olmaktadır. Bu bakımdan onun kaynaklığına<br />
yakından bakmak gerekir.<br />
Bilindiği gibi Taşköprîzâde, XVI. yüzyılda Osmanlı ilmiye tarîkinde<br />
müderrislik ve kadılık gibi vazifelerde bulunmuş bir Osmanlı âlimi olup 39,<br />
içlerinde Şakâyık’ın da bulunduğu birçok eser kaleme almıştır. Taşköprîzâde’nin<br />
bu eserleri arasında tarihsel açıdan Şakâyık’ın ayrı bir yeri vardır. Zira<br />
Taşköprîzâde bu eserinde Osman Gâzî’den Kanunî Sultan Süleyman döneminin<br />
1558’e kadarki zamanı da dahil olmak üzere ilk on Osmanlı hükümdarı<br />
zamanında yaşamış toplam beş yüz iki ulema ve meşâyihin biyografisini<br />
yazmıştır. Taşköprîzâde’nin biyografisini yazdığı söz konusu kişilerden biri de<br />
Tursun Fakı’dır. İşte Taşköprîzâde, Şeyh Edebalı ile birlikte Osman Gâzî<br />
dönemi uleması arasında gösterdiği Tursun Fakı’nın biyografisinde, daha önce<br />
yazılmış mevcut hiçbir kaynakta bulunmayan dikkat çekici bilgiler verir. Bu<br />
bilgilere bakıldığında görülmektedir ki Taşköprîzâde, Tursun Fakı ile Şeyh<br />
Edebalı arasında çok sıkı ve yakın bir ilişki bulunduğunu kaydeder. Aşağıda<br />
ayrıntılı olarak ele alınacak olan bu ilişkinin unsurlarından biri de<br />
Taşköprîzâde’nin tıpkı Şeyh Edebalı gibi Tursun Fakı’nın da Karaman’dan<br />
olduğunu ifade etmesidir 40. Bu ifade, biçimi açısından bize Taşköprîzâde’nin<br />
Tursun Fakı’yı Şeyh Edebalı ile sıkıca irtibatlandırması sonucu neş’et etmiş<br />
olduğu izlenimini vermektedir. Nitekim A. Y. Ocak’ın, Taşköprîzâde’nin<br />
Şakâyık’ı Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu Kanunî döneminde yazdığı için,<br />
eserinin ilk kısmında ele aldığı kuruluş dönemi Osmanlı ulema ve meşâyihinin<br />
biyografilerini kendi yaşadığı dönemin “şanına yakışır” bir üslupla sunduğunu ve<br />
38 Hoca Saadeddin Efendi’nin Tâcü’t-Tevârih’te kaydettiği kuruluş dönemi ulema veya<br />
meşâyihine dair biyografik bilgileri Şakâyıku’n-Nu’mâniyye’den aldığı bilinmektedir. Bkz.<br />
Şerafettin Turan, “Sa’deddin”, İA, c. X, Eskişehir 1997, s. 31.<br />
39 M. Münir Aktepe, “Taşköprî-zâde”, İA, c.12/1, Eskişehir 1997, s. 42-44.<br />
40 Mecdî, a.g.e., s. 20-21.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
gerçek kimlikleri “deforme” ettiğini söylemesi bu bağlamda oldukça<br />
mânidardır 41. Zaten bu “deformasyon”dan nasibini alanlardan birinin Şeyh<br />
Edebalı olduğu artık bilindiğine 42 ve Taşköprîzâde, Tursun Fakı’yı Şeyh Edebalı<br />
ile çok yakın bir ilişki içinde gösterdiğine göre, kanaatimizce Taşköprîzâde’nin<br />
Tursun Fakı’nın “Bilâd-ı Karamandan” olduğu şeklindeki rivayetine ihtiyatla<br />
yaklaşmak daha doğru gibi görünüyor.<br />
c) Vaktiyle İbrahim Hakkı Konyalı’nın belirttiği üzere, gerçekten de Fatih<br />
Sultan Mehmed devrinden itibaren tutulmuş olan Karaman İli Tahrir<br />
Defterlerinde bir “Vakf-ı Mescid-i Mahalle-i Tursun Fakih” kaydı<br />
bulunmaktadır. Bu kayıt, Konyalı’nın kullandığı 43 ve daha sonra Feridun Nafiz<br />
Uzluk tarafından yayımlanan “Kubbe Altından Müdevver Atik Konya Vakfı”<br />
adlı 881/1476 tarihli Konya’ya ait ilk Evkaf Defteri’nde 44, 888/1483 tarihli<br />
Karaman Vilayeti ve Kayseri Livası Evkaf Defteri’nde 45 ve III.Murad dönemine<br />
ait 999/1584 tarihli başka bir Evkaf Defterinde 46 aynen kayıtlıdır. Dolayısıyla bu<br />
kayıtlar, Konya’da Fatih Sultan Mehmed döneminde bir Tursun Fakih Mahallesi<br />
ve bu mahalleye ait bir mescidin var olduğunu göstermektedir. Ancak bu<br />
kayıtlarda, mahalleye adını vermiş olduğu görülen Tursun Fakih’in, Osman Gâzî<br />
döneminde yaşayan Tursun Fakı olduğuna delalet eden her hangi bir işaret<br />
yoktur. Öyle ki, bu mahallenin Konya’da XIII. yüzyılın sonlarından itibaren var<br />
olup olmadığı, var idiyse de adını Osman Gâzî’nin çevresinde bulunan Tursun<br />
Fakı’dan mı aldığı gibi hususları vuzuha kavuşturmak şu anda mümkün<br />
olmamaktadır. Nitekim “Vakf-ı Mescid-i Mahalle-i Tursun Fakih” şeklindeki<br />
kaydın yer aldığı Konya’ya ait ilk Evkâf Defterini yayımlayan Feridun Nafiz<br />
Uzluk, bu kayıtta ismi zikredilen Tursun Fakih’in Osman Gâzî’nin<br />
Karacahisar’da hutbesini okuyan Tursun Fakı ile aynı zat olmaması gerektiğini<br />
ifade eder 47. Buna karşılık İ. H. Konyalı, bu kayıtlarda zikredilen Tursun Fakih<br />
adlı zatın Osman Gâzî döneminde yaşayan Tursun Fakı ile aynı kişi<br />
olabileceğini, daha doğrusu Tursun Fakih Mahallesi Mescidi’nin ona ait<br />
olabileceğini bir ihtimal olarak düşünür 48. Onu bu düşünceye sevk eden husus,<br />
söz konusu tahrir kaydı ile Taşköprîzâde’nin Tursun Fakı’nın “Bilâd-ı<br />
Karamandan” olduğu ifadesinin örtüştüğünü düşünmesidir. Gerçi bu örtüşme,<br />
41 Ocak, “Ahilik ve Şeyh Edebalı…”, s. 245-246.<br />
42 Ocak, “Ahilik ve Şeyh Edebalı…”, s. 245-246.<br />
43 Konyalı, a.g.e., s. 347.<br />
44 Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi: Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü<br />
Arşivindeki Deftere Göre, Haz. Feridun Nafiz Uzluk, <strong>Ankara</strong> 1958, s. 29.<br />
45 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu-Tahrir Defteri, nu. 1085, vr. 37. Bu defterin orijinali,<br />
Taksim Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları, MC 0-116/1’de bulunmaktadır.<br />
Bizim kullandığımız Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki nüsha bu defterin kopyasıdır.<br />
46 Konyalı, a.g.e., s. 347.<br />
47 Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi, s. 29 (notta).<br />
48 Konyalı, a.g.e., s. 348.<br />
101
102<br />
MEHMET GEL<br />
Taşköprîzâde’nin “Bilâd-ı Karamandandır” ifadesiyle tam olarak nereyi<br />
kastettiği sorusu açısından tartışılabilir olmakla birlikte, son tahlilde şunu<br />
söyleyebiliriz ki Evkaf Defterlerinde yer alan “Vakf-ı Mescid-i Mahalle-i Tursun<br />
Fakih” kaydından hareketle Osman Gâzî döneminde yaşamış olan Tursun<br />
Fakı’nın Konya menşe’li olduğunu iddia etmek o kadar kolay değildir.<br />
d) Tursun Fakı’nın menşeiyle alakalı bir husus da, 1701 tarihli rivayete göre<br />
Osmanlı tahtında Yıldırım Bayezid’in bulunduğu dönemde Konya’da bir<br />
“Dursun Fakih-i Karamânî Zâviyesi”nin bulunduğudur. Konumuz açısından<br />
oldukça geç tarihli olan bu rivayet, daha önceki zamana ait herhangi bir Konya<br />
Tahrir Defterinde veya başka bir kaynakta bulunmaz. Ancak bu rivayet, Konyalı<br />
ve Küçükdağ’ın ifade ettiği gibi Karaman İli Evkaf Defterleri’ndeki “Vakf-ı<br />
Mescid-i Mahalle-i Tursun Fakih” kaydıyla beraber düşünüldüğü zaman ciddî<br />
bir anlam kazanır. Zira bu durumda, söz konusu rivayette belirtilen Dursun<br />
Fakih-i Karamânî ile Konya’ya ait Evkaf Defterleri’nde bir mahalleye adını<br />
verdiği görülen Tursun Fakih’in aynı kişi olma ihtimali ortaya çıkar. Bununla<br />
birlikte böyle bir ihtimalin kuvvet kazanabilmesi için, bu iki kayıtta bahsedilen<br />
mekanların birbirini tutması gerekir. Buna göre, acaba o dönemde “Dursun<br />
Fakih-i Karamânî Zâviyesi” ile Tursun Fakih Mahallesi (“Vakf-ı Mescid-i<br />
Mahalle-i Tursun Fakih/Dursunoğlu Camii”) arasında mekansal bir özdeşlik<br />
veya yakınlık var mıydı?<br />
Tursun Fakih Mahallesi Mescidi yahut Dursunoğlu Câmii hakkında ciddî<br />
bir araştırma yapmış olan ve “Dursun Fakih-i Karamânî Zâviyesi” hakkındaki<br />
rivayeti nakleden İbrahim Hakkı Konyalı’nın, bu konuya şu veya bu şekilde<br />
değinmemesi dikkat çekiyor. Bununla beraber Yusuf Küçükdağ’a göre, “Dursun<br />
Fakih-i Karamânî Zâviyesi” bugünkü “Dursunoğlu Camii” civarında olmalıdır 49.<br />
Eğer Küçükdağ’ın bu görüşü esas alınacak olursa, söz konusu iki kayıtta<br />
zikredilen Dursun Fakih-i Karamânî ile Tursun Fakih’in aynı şahıs olabileceği<br />
ihtimali ortaya çıkar. Bu ihtimal ise, en azından XIV. yüzyılda Konya’da Tursun<br />
Fakih yahut Dursun Fakih-i Karamânî adlı bir zâtın yaşamış olduğunu gösterir.<br />
Ancak mesele bu hâliyle tam olarak çözülmüş sayılmaz. Çünkü bu durumda,<br />
Konya’daki Tursun Fakih ile Osman Gâzî döneminde Eskişehir havalisinde<br />
yaşamış olan Tursun Fakı’nın aynı şahıs olup olmadıkları meselesi gündeme<br />
gelir. Bu noktada 1701 tarihli rivayete tekrar dönersek, orada zâviye sahibi<br />
kişinin Dursun Fakih-i Karamânî biçiminde bir nisbeyle anıldığı görülmektedir.<br />
Yani Konya’da İçkale’de Bâb-ı Sultânî civarında zâviyesi bulunan Tursun Fakih,<br />
“Karamânî” nisbesiyle anılan bir zattır. Oysa Osman Gâzî döneminde Eskişehir<br />
çevresinde yaşamış olan Tursun Fakı, ne erken dönem Osmanlı kroniklerinde<br />
ne de daha sonraki herhangi bir kaynakta bu nisbeyle anılır. Kaldı ki erken<br />
dönem Osmanlı kroniklerinin kimi müellifleri, Karaman vilayetinden Osmanlı<br />
topraklarına gelen ulema konusunda oldukça duyarlıdırlar. Mesela bu<br />
49 Küçükdağ, a.g.m., s. 195.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
kroniklerde Kara Rüstem’in Karaman vilayetinden geldiği açıkça zikredilir 50.<br />
Hatta kronik yazarlarından Âşıkpaşazâde, faaliyetlerinden dolayı Karaman<br />
kökenlilerden -örneğin Çandarlı Kara Halil ile Kara Rüstem’den- hiç de iyi<br />
bahsetmez 51. Bundan dolayı, bize öyle geliyor ki Tursun Fakı Osmanlı<br />
topraklarına gerçekten Konya veya Karaman’dan gelmiş olsaydı, hatta<br />
“Karamânî” nisbesiyle meşhur olsaydı, ilk Osmanlı kroniklerinin müellifleri onu<br />
muhtemelen bu şekilde anarlar ve onun Konyalı veya Karamanlı olduğundan<br />
bahsederlerdi. Oysa onlar, Tursun Fakı’nın ne Konya yahut Karaman<br />
menşeinden, ne de “Karamânî” nisbesinden söz ederler. Hatta Taşköprîzâde<br />
bile onu sadece “el-Mevla Tursun” 52 veya “Tursun Fakih” 53 şeklinde zikreder.<br />
Ayrıca söz konusu rivayetteki Dursun Fakih-i Karamânî ile konumuz olan<br />
Tursun Fakı aynı şahıs olarak düşünüldüğü zaman, bu defa “imam” kimlikli<br />
Tursun Fakı’nın Konya’yı bırakıp henüz teşekkül etmekteki bir beyliğin<br />
topraklarına yahut Eskişehir gibi bir bölgeye niçin geldiği sorusu gündeme<br />
gelecektir. Bu soruya cevap niteliğinde çeşitli fikirler ileri sürülebilirse de 54,<br />
bunlar bir varsayımdan öteye geçmeyecektir 55. Çünkü bu neviden görüşleri ispat<br />
sadedinde elde güvenilir ve genel kabul görmüş veriler bulunmamaktadır.<br />
Üstelik söz konusu rivayette geçen Molla Fenârî’nin Konya’ya gelip Dursun<br />
Fakih-i Karamânî Zâviyesi’nin yakınına yerleşmesi olayının zamanlaması da, -<br />
Uzunçarşılı’nın tespitlerine göre- tarihî olgularla pek örtüşmemektedir.<br />
Dolayısıyla iç tutarlılığı bulunmayan bir rivayete ne derece istinat edilebileceğini<br />
düşünmek gerekir.<br />
50 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 54; Anonim Tevârih, s. 30.<br />
51 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 70-71.<br />
52 Taşköprîzâde, a.g.e., vr. 1b. Tursun Fakı’nın ismi, aynı yazmanın içindekiler kısmında<br />
ise “el-merhum Tursun Efendi” diye kayıtlıdır. Bu farklı tesmiyeler müstensihlerin<br />
tasarruflarından kaynaklanmış olabilir.<br />
53 Mecdî, a.g.e., s. 21.<br />
54 Mesela Y. Küçükdağ, ilk Osmanlı kroniklerindeki rivayetlerden hareketle Konya’da<br />
Anadolu Selçuklu tahtında oturanların ve devletle uzaktan yakından ilişkisi olanların<br />
Osman Bey’i Selçuklu tahtına vâris olarak hazırladıklarını, bu çerçevede de “Konya<br />
kökenli” ilim, fikir ve devlet adamlarının bilinçli olarak Osmanlı Beyliği’nin Selçuklu<br />
Devleti’ne alternatif teşkil etmesi yönünde çalışmalar yaptıklarını ve onların Ertuğrul<br />
Gâzî döneminde Edebalı başta olmak üzere Söğüt ve çevresinde toplanmaya<br />
başladıklarını söylemekte ve öyle anlaşılıyor ki Tursun Fakı’nın durumunu da bu çerçeve<br />
içerisinde düşünmektedir. Bkz. Küçükdağ, a.g.m., s. 188-189,195-196.<br />
55 Fakat burada şunu da ifade etmeliyiz ki, eğer Taşköprîzâde’nin “bilâd-ı Karaman”<br />
ifadesi Kırşehir havalisi eksenli olarak düşünülecek olursa, H. İnalcık’ın “Osman Gâzî<br />
döneminde Sultanönü ucunda bulunan ahiler ve abdal/kalenderîlerin Orta-Anadolu’da 1256’da<br />
patlak veren Moğol-Türkmen mücadelesinin serpintileri” olduğu şeklindeki izahı açısından (bkz.<br />
Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, c.9, Ed. H. C.Güzel-K. Çiçek-S.<br />
Koca, Yeni Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 2002, s. 82), Tursun Fakı’nın da böyle bir menşee<br />
sahip olduğu makul bir hâl alabilir.<br />
103
104<br />
MEHMET GEL<br />
Hülâsa, söz konusu dört hususa ilişkin bütün bu tahlillerden sonra sonuç<br />
olarak şunu söyleyebiliriz ki, Tursun Fakı -Osman Gâzî’nin beyliğini henüz<br />
kurduğu- XIII. yüzyılın sonlarına doğru Karacahisar/Eskişehir havalisinde<br />
bulunuyordu. Ancak onun burada mı doğup büyüdüğü, yahut değilse buraya ne<br />
zaman, nereden, niçin ve ne şekilde geldiği açıklık kazanmamaktadır.<br />
II. Tursun Fakı’nın Kimliği<br />
Tursun Fakı’ya ilişkin kaynaklardaki mevcut bilgiler, maalesef onun tarihî<br />
kimliğini bütün yönleriyle ortaya koyabilecek nitelikte değildir. Çünkü onun<br />
hakkında ilk bilgileri veren XV. yüzyıl kronikleri, ondan sadece birkaç cümleyle<br />
bahsederler. Daha sonraki yüzyıllarda kaleme alınmış olan bu türden yahut<br />
biyografi türünden eserler ise, ya bu bilgileri aynen naklederler ya da bunlara<br />
bazı küçük ilaveler yaparlar. Bu ilave bilgiler de, Tursun Fakı’nın kimliğine<br />
ilişkin bazı yönleri açığa çıkarır gibi görünmekle beraber, son tahlilde bunların<br />
gerçeği ne ölçüde yansıttıkları tartışmalıdır. Bu bakımdan, Tursun Fakı’nın tarihî<br />
kimliği üzerine bir şeyler söyleyebilmek için hem ilk Osmanlı kroniklerindeki<br />
hem de biyografi eserlerindeki kayıtları eleştirel bir gözle okumak gerekiyor.<br />
XV. yüzyıl Osmanlı kroniklerinin Tursun Fakı hakkında verdikleri ilk bilgi,<br />
onun “imam” olduğu yahut halka “imâmet” ettiğidir. Bu durumu Âşıkpaşazâde<br />
“…Tursun Fakih dirlerdi bir aziz vardı ve ol kavme imamlık iderdi...” 56, Neşrî de<br />
“...Zirâ bu Tursun Fakih bir aziz kişiydi. Halka imâmet iderdi...” diyerek 57 belirtir.<br />
Anonim Tevarîh ve Oruç Beg Tarih’i ise, aynı bilgiyi Tursun Fakı’nın ilk Cuma ve<br />
Bayram namazlarını kıldırması ve Osman Gâzî adına ilk hutbeyi okuması<br />
vesilesiyle zımnen verirler 58. Buna göre evvela Tursun Fakı’nın bir “imam”<br />
olduğunu tespit etmek gerekir.<br />
XV. yüzyıl kroniklerinin Tursun Fakı hakkında verdikleri diğer bir bilgi,<br />
onun Osmanlı Beyliği’nde halka ilk Cuma ve Bayram namazlarını kıldırarak<br />
Osman Gâzî adına ilk hutbeyi okuduğudur 59. Bu hususta da tüm kronikler<br />
ittifak hâlindedirler. Bilindiği gibi bu hutbe, Osmanlıların istiklalleri yolunda ilk<br />
işaretlerden biri olarak algılanmıştır. Bunların hâricinde ise, Âşıkpaşazâde ve<br />
Neşrî’nin Tursun Fakı hakkında Anonim Tevârih’te ve Oruç Bey Tarihi’nde<br />
56 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 18.<br />
57 Neşrî, a.g.e., s. 108-111.<br />
58 Anonim Tevârih, s. 6; Oruc b. Âdil, a.g.e., s. 12.<br />
59 Bu hutbenin okunduğu tarih ve bayram namazının kılındığı yer konusunda<br />
kroniklerde farklı ifadeler bulunmaktadır. Mesela Âşıkpaşazâde, bu iki hususta da diğer<br />
kroniklerden ayrılarak hutbenin 699/1299-1300’da Karacahisar’da okunduğunu, Bayram<br />
namazının ise Eskişehir’de kılındığını söyler (Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 18-19). Diğer<br />
kroniklere göre ise hutbenin okunduğu tarih 689/1290’dır (Oruc b. Âdil, a.g.e., s. 12;<br />
Beşir Çelebi, Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr. İsmail Hikmet Ertaylan, İstanbul 1946, s. 8).<br />
Bayram namazının kılındığı yer de, sadece Anonim Tevârih’te Karahisar olarak gösterilmiş<br />
olup (Anonim Tevârih, s. 6) Oruç Bey ve Neşrî bu konuda sessiz kalmışlardır.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
bulunmayan fazladan birkaç kayda değer bilgi daha verdikleri görülmektedir.<br />
Mesela Âşıkpaşazâde, Tursun Fakı’nın Osman Gâzî dönemi ulemasından<br />
olduğunu 60, hutbe meselesinde konuyu Şeyh Edebalı’ya ilettiğini 61, Osman Gâzî<br />
adına Karacahisar’da ilk hutbeyi okuduktan sonra da Karacahisar’a kadı ve hatip<br />
tayin edildiğini söyler 62. Neşrî de, Tursun Fakı’nın Osman Gâzî tarafından<br />
Karacahisar’a kadı ve hatip tayin edildiğini ve onun “Edebalı’yla dahi âşina<br />
idi”ğini ifade eder 63. Yani bu iki Osmanlı kronik yazarına göre Tursun Fakı,<br />
Osman Gâzî tarafından Karacahisar’a kadı ve hatip tayin edilmiş olup Şeyh<br />
Edebalı ile de tanışmaktaydı. Hatta Âşıkpaşazâde’ye göre o, -örneğin hutbe<br />
meselesinde olduğu üzere- Şeyh Edebalı ile “müşâvere” hâlinde olan bir<br />
kişiydi 64.<br />
Âşıkpaşazâde ve Neşrî’nin bu ilave kayıtlarına yakından bakılırsa, aslında<br />
bu bilginin aynı kaynaktan neş’et ettiği söylenebilir. Zaten Neşrî’nin kendi<br />
eserini yazarken kaynak olarak Âşıkpaşazâde’nin eserini kullandığı 65, hatta bazı<br />
bölümlerde onu “kelimesi kelimesine” tâkip ettiği 66 bilinmektedir. Dolayısıyla<br />
bu bilgiler sorgulanırken meseleyi sağlıklı değerlendirmek bakımından<br />
Âşıkpaşazâde’nin tavrının göz önünde bulundurulması önem arz etmektedir.<br />
İşte meselenin tahliline bu perspektifle Tursun Fakı’nın Karacahisar’a kadı ve<br />
hatip tayin edilmesinden başlarsak, evvela belirtelim ki Âşıkpaşazâde ve<br />
Neşrî’nin kaydettikleri bu bilginin gerçekliği konusunda kuşku duymak için<br />
herhangi bir sebep yoktur. Zira Âşıkpaşazâde’nin belirttiği gibi, Osman Gâzî<br />
döneminde -ilmî seviyesi tartışılabilir olmakla birlikte- ilmiye zümresine mensup<br />
nadir şahsiyetlerden birisi olarak kadılık ve hatiplik vazifesine Tursun Fakı’nın<br />
atanmış olması gayet tabiidir 67. Öyle ki, onun hatip tayin edilmesi zaten içinde<br />
bulunduğu topluma “imâmet” eden birisi olduğu için beklenilecek bir<br />
durumdur. “Kadı” tayin edilmesi ise, o dönemin şartlarında Osmanlı uç<br />
toplumunda ve Osman Gâzî’nin çevresinde bu vazife için -öyle anlaşılıyor ki-<br />
Tursun Fakı’dan daha ehil bir kişinin bulunmayışı ve onun “imâmet” etme<br />
60 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 199.<br />
61 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 18.<br />
62 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 18.<br />
63 Neşrî, a.g.e., s. 108-111.<br />
64 Bu husus Kemâlpaşazâde’de daha açıktır: Bkz. İbn-i Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman, c.I,<br />
Yay. haz. Ş. Turan, 2. baskı, TTK Yay., <strong>Ankara</strong> 1991, s. 111.<br />
65 Halil İnalcık, “Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, Çev. Fahri Unan, Söğüt’ten İstanbul’a:<br />
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Der. O. Özel-M. Öz, İmge Yay., <strong>Ankara</strong><br />
2000, s. 115; Victor L. Ménage, “Osmanlı Tarih Yazıcılığının İlk Dönemleri”, Çev.<br />
Mehmet Öz, Söğüt’ten İstanbul’a, s. 85-86.<br />
66 Ménage, a.g.m., s. 85-86.<br />
67 Cemal Kafadar’ın, Tursun Fakı örneğinde fakıların eğitim düzeylerinden kaynaklanan<br />
kısmî farklılıklarına ve bu çerçevede resmî-idarî meselelerde danışmanlık rolü<br />
oynadıklarına yönelik bir değerlendirmesi için bkz. Kafadar, İki Cihan Âresinde, s. 199,<br />
not: 136.<br />
105
106<br />
MEHMET GEL<br />
niteliklerine sahip “fakı” lakaplı bir dinî zümre mensubu olması nedeniyle yine<br />
son derece tabiidir. Bu tayin, aslında meslekî boyutu itibariyle de açıklanabilir bir<br />
durumdur. Zira Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerinde bazı yerlerde imamlıkla<br />
beraber kadılık yapan, yahut hatiplikle beraber kadılık yapan birçok kişinin<br />
bulunduğu vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır 68. Ayrıca Tursun Fakı, Osmanlı<br />
Beyliği’nin ilk dönemlerinde “fakı ya da fakih” unvanlı olup kadılık yapan tek<br />
örnek de değildir. Mesela bir ara Söğüt’te Ömer Fakih adlı zatın kadılık yaptığı,<br />
Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri’ndeki kayıtlardan açıkça<br />
görülebilmektedir 69. Kaldı ki Ömer Fakih’in kadılık yaptığı dönem, Tursun<br />
Fakı’nın yaşadığı zamandan çok sonra, muhtemelen I.Murad dönemi gibi<br />
nispeten geç bir zaman diliminde yer alır. Dolayısıyla Âşıkpaşazâde ve Neşrî’nin<br />
Tursun Fakı’nın Osman Gâzî tarafından Karacahisar’a kadı ve hatip tayin<br />
edildiği yolundaki kayıtları muteber görünmektedir.<br />
Tursun Fakı’nın hutbe meselesini Şeyh Edebalı’ya söylediği yani bir<br />
anlamda “danıştığı” 70meselesine gelince, şunu hemen belirtelim ki bu husus bize<br />
biraz kuşkulu görünüyor. Çünkü bu rivayetin kaynağı durumundaki<br />
Âşıkpaşazâde’nin Tevarih-i Âl-i Osman adlı eserinde büyük dedesi Baba İlyas-ı<br />
Horasânî’nin halifelerinden biri olan Şeyh Edebalı’ya Osmanlı Devleti’nin<br />
kuruluşunda ne denli önemli bir rol biçtiği ve onu daima ön planda tutarak her<br />
açıdan Osman Gâzî üzerinde müessir kılmaya çalıştığı bilinmektedir 71. Öyle ki<br />
Âşıkpaşazâde’nin anlatımında Şeyh Edebalı, Osman Gâzî’nin hem kayın atası,<br />
hem danışmanı, hem şeyhi ve hem de Bilecik’in tüm gelirlerini kendisine<br />
bıraktığı önemli bir sima görünümündedir 72. Oysa durumun gerçekte tam<br />
anlamıyla böyle olmadığı, söz konusu imajın ortaya çıkmasında<br />
Âşıkpaşazâde’nin Şeyh Edebalı’ya yönelik “yanlı” tutumunun da belirleyici<br />
olduğu anlaşılmaktadır 73. Nitekim bunu Osman Gâzî’nin Şeyh Edebalı’ya tahsis<br />
ettiği vakıflarla ilgili kayıtlar belli ölçüde göstermektedir. Zira Âşıkpaşazâde’nin<br />
ifadelerine bakılırsa, Osman Gâzî Bilecik’in bütün gelirlerini Şeyh Edebalı’ya<br />
tımar yoluyla bırakmıştır 74. Halbuki Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri’ne<br />
göre, Osman Gâzî Şeyh Edebalı’ya (“Ede Şeyh Zâviyesi”ne) Bilecik’in tüm<br />
gelirlerini değil, sadece “Koz Ağacı Karyesi”ni ve “Kozca Mezraası”nı<br />
68 Bkz. BOA, Tapu-Tahrir Defteri, nu.113, s. 271; BOA, T.T., nu.531, s. 50; Hüdavendigar<br />
Livası Tahrir Defterleri I, Haz.Ö. L. Barkan-E. Meriçli, TTK Yay., <strong>Ankara</strong> 1988, s.<br />
111,171.<br />
69 BOA, T.T., nu. 453, s. 230b; Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, s. 283.<br />
70 İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, s. 75.<br />
71 Halil İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalı?”, Çev. F. Unan, Söğütten<br />
İstanbul’a, s. 127.<br />
72 İnalcık, “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, s. 48; İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”,<br />
s. 127, not: 140.<br />
73 H. İnalcık bu durumu “Âşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalı?” adlı makalesinde açık<br />
bir şekilde gösterir.<br />
74 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 20.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
vakfetmiştir 75. Dolayısıyla bu kayıtla birlikte, Âşıkpaşazâde’nin Şeyh Edebalı’nın<br />
Osman Gâzî zamanındaki yerini “abarttığı” düşüncesi 76 kuvvet kazanmaktadır.<br />
İşte Âşıkpaşazâde’nin Şeyh Edebalı’ya yönelik bu tutumu, kanaatimizce<br />
hutbe meselesi vesilesiyle Tursun Fakı’nın durumunu da etkilemişe benziyor.<br />
Zira Âşıkpaşazâde, Tursun Fakı ile Şeyh Edebalı ilişkisini ortaya koyduğu hutbe<br />
meselesinde halkın Cuma namazı kılmak ve hatip, kadı dilemek için<br />
başvurdukları Tursun Fakı’nın konuyu hemen Şeyh Edebalı’ya ilettiğini ifade<br />
eder 77. Yani onun anlatımında Tursun Fakı, bir anlamda konuyu Şeyh<br />
Edebalı’ya “danışmış”tır. Böylece Âşıkpaşazâde, Şeyh Edebalı’yı başka<br />
meselelerde olduğu gibi hutbe meselesinde de danışılan bir kişi veya Tursun<br />
Fakı’nın da danıştığı bir kişi konumunda göstermiş olmaktadır. Bu bakımdan,<br />
yalnızca Âşıkpaşazâde’nin bu şekilde bahsettiği olay esasen İnalcık’ın ifade ettiği<br />
üzere “lojik” bir tarzda olduğundan 78, diğer bir deyişle “kurgu” niteliği taşıdığı<br />
için ihtiyatla ele alınması gereken bir rivayet gibi görünüyor.<br />
Tursun Fakı’nın bu portresi, XVI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde<br />
Taşköprîzâde’nin kaleminde yeni bir mahiyet kazanmıştır 79. Bu yeni mahiyet,<br />
Şakâyıku’n-Nu’mâniyye’de şöyle sunulur:<br />
“el-Mevla Tursun: el-Mevla Edebalı’nın damadıdır; o da bilad-ı<br />
Karamandandır; el-mevla’l-mezkurdan tefsir, hadis, usul okudu ve fıkıh öğrenimi<br />
gördü; onun vefatından sonra fetva işlerinde, saltanat işlerinin idâresinde (tedbirinde)<br />
ve şer’î ilimlerin tedrisinde makamına/yerine geçti; o, âlim, âmil ve arzusu kabul<br />
olunan (mücâbu’d-da’ve) idi” 80 .<br />
75 BOA, T.T., nu. 453, s. 230b-231a; Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, s. 282-283;<br />
İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”, s. 127, not: 140.<br />
76 İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”, s. 127, not: 140.<br />
77 Âşıkpaşazâde, a.g.e., s. 18. Kemâlpaşazâde, kuvvetle muhtemel Âşıkpaşazâde’ye<br />
bakarak Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı ile müşâvere ettiğini yazar. Bkz. İbn Kemâl, a.g.e.,<br />
I, s. 111.<br />
78 Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi ”, Doğu Batı, Sayı 7, 1999, s.<br />
13.<br />
79 Kefevî ve Temimî de eserlerinde Tursun Fakı’ya dair Taşköprîzâde’nin verdiği<br />
bilgileri hemen aynıyla tâkip ederler. Bununla beraber Kefevî, Temimî’den ayrı olarak<br />
Osman Gâzî’nin Tursun Fakı’ya büyük saygı (ta’zim) gösterdiğini belirtirken (Kefevî,<br />
a.g.e., vr. 301a), Temimî de Şakâyık’ta Tursun Fakı’nın doğumunun ve vefatının<br />
zikredilmediğini ifade eder (Temimî, a.g.e., vr. 196b).<br />
80 Taşköprîzâde, a.g.e., vr. 1b. Mecdî’nin Arapça metni tercümesi şöyledir: “Mevlânâ<br />
Tursun Fakih: Bilâd-ı Karamandandır. Sâlifü’z-zikr Mevlânâ Edebalı’nın dâmâdıdır.<br />
İstihsâl-i fünûn-ı celîle ve istikmâl-i kemâlât-ı cezîle itdügi sadedde ilm-i tefsîr ve hadîsi<br />
ve fenn-i usûl ve fürû’ı Mevlânâ-yı mezbûrdan ahz idüb, durer, gurer, bedâyi’ revâyi’<br />
fıkhı hâvi ve muhît oldı. Mevlânâ Edebalı vefat eyledikten sonra fâzıl-ı merkûmı emr-i<br />
ders ve fetvâda anın makâmına ikâmet idüb, ulûm-ı şer’iyye-i mer’iyyede ana mürâcaat<br />
ve azâyîm azâyîm-ı saltanatda anınla müşâveret iderler idi”. Bkz. Mecdî, a.g.e., s. 21.<br />
107
108<br />
MEHMET GEL<br />
Şakâyık mütercimi Mecdî Mehmed Efendi de bu ifadelere sonradan bir<br />
“tezyil”le şöyle katkıda bulunur:<br />
“Mervîdir ki merhûm Sultan Osman’ın gazevât-ı fütûhât-ı âyâtında gâzîlere<br />
imâmet idüb Sultan Osman Han nâmına Karahisarda evvel Cum’a hutbesini ve<br />
Eskişehirde evvel Bayram hutbesini ol kişi okudı” 81 .<br />
Görüldüğü üzere bu kayıtlarda Taşköprîzâde, XV. yüzyıl kroniklerinden<br />
farklı olarak Tursun Fakı’nın Karaman beldelerinden olduğunu, onun Şeyh<br />
Edebalı’nın damadı ve talebesi olduğunu, Şeyh Edebalı öldükten sonra yerine<br />
geçerek ders okutup fetvâ ve saltanat işlerine baktığını söyler. Mecdî Mehmed<br />
Efendi de Tursun Fakı’nın Osman Gâzî’nin gazâlarında gâzîlere imâmet ettiğini<br />
ve Osman Gâzî adına ilk Cuma ve Bayram hutbesini okuduğunu belirtir.<br />
Şimdi bu kayıtlar kritik edilecek olursa, bize göre bu konuda sağlıklı bir<br />
yaklaşım elde etmenin ipuçları Taşköprîzâde’nin Şeyh Edebalı hakkında<br />
yazdıklarında ve bunların bugün için taşıdıkları objektif bilgi değerinde<br />
yatmaktadır. Zira onun Tursun Fakı hakkında verdiği bilgiler, -biri hâriç-<br />
tamamen Şeyh Edebalı ile bağlantılı olduğundan tabiatıyla bunları birlikte<br />
değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla Şeyh Edebalı’nın tarihî kimliği üzerine<br />
yapılmış son araştırmaların ortaya koydukları ile, Taşköprîzâde’nin Şeyh Edebalı<br />
hakkında verdiği bilgilerin mukayesesinden elde edilecek sonuç, aynı zamanda<br />
onun Tursun Fakı’ya dair kaydettiklerinin sıhhatini de belirleyecektir. İşte<br />
meseleye bu perspektiften bakıldığında görülmektedir ki, modern Osmanlı<br />
tarihçiliğinin şu anda ortaya koyduğu sonuçlar Taşköprîzâde’nin Şeyh Edebalı<br />
hakkında verdiği bilgileri pek doğrulamamaktadır. Zira bilindiği gibi<br />
Taşköprîzâde söz konusu eserinde Şeyh Edebalı’nın büyük bir fıkıh âlimi<br />
olduğundan söz eder 82. Fakat bugün gelinen noktada, Şeyh Edebalı’nın gerçekte<br />
bu niteliğe sahip biri olmaktan ziyade, Tâcü’l-Ârifîn Seyyid Ebu’l-Vefa el-<br />
Bağdadî (ö.1107) tarîkinden bir Baba İlyas-ı Horasanî halifesi, yahut “Abdalân-ı<br />
Rum”a mensup bir Vefâiyye “şeyhi” olduğu ön plana çıkmaktadır 83. Buna göre<br />
denebilir ki, Taşköprîzâde’nin Şeyh Edebalı’ya ilişkin söyledikleri bütünüyle<br />
sahih bilgilerden oluşmamaktadır. Bu durum, elbette Taşköprîzâde’nin her<br />
açıdan Şeyh Edebalı ile bağlantılı tasvir ettiği Tursun Fakı portresini de<br />
sorgulamayı gerekli kılmaktadır.<br />
81 Mecdî, a.g.e., s. 21. Mecdî’nin bu ifadelerinin benzeri Arapça Şakâyık’ın ilgili varağının<br />
derkenarında şöyle yer alır: “Munla Tursun: O, Osman’ın beldelerine (bilâdihi) nasb<br />
ettiği ilk kadı idi; o, Osman’ın ismiyle ilk hutbeyi okuyan idi; o, Cuma hutbesini<br />
Karahisar beldesinde okudu; Bayram hutbesini de Eskişehir’de okudu; o, Sultan’ın<br />
gazvelerinde guzâta imamlık yapardı”. Bkz. Taşköprîzâde, a.g.e., vr. 1b, derkenar.<br />
82 Mecdî, a.g.e., s. 20-21.<br />
83 İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”, s. 119-145; Ocak, “Şeyh Edebalı ve Ahilik…”, s.<br />
241-247; Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı: Alevîliğin Tarihsel Alt Yapısı Yahut Anadolu’da<br />
İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, 3. baskı, Dergah Yay., İstanbul 2000, s. 170-176.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Şimdi bu doğrultuda Taşköprîzâde’nin Tursun Fakı’ya yönelik verdiği<br />
bilgileri ele aldığımızda, evvela onun Tursun Fakı’nın tahsili hakkında<br />
kaydettiklerinin doğrudan doğruya bir kenara konması gerekliliği ortaya çıkıyor.<br />
Zira Taşköprîzâde’ye göre, Tursun Fakı tahsilini Şeyh Edebalı’dan tefsir, hadis<br />
ve usul-furu’ gibi fıkha dair ilimleri okuyarak tamamlamıştır. Diğer bir deyişle,<br />
Şeyh Edebalı bu ilimlerde mütehassıs bir âlim olarak Tursun Fakı’yı<br />
yetiştirmiştir. Oysa bugün öyle bilinmektedir ki, Şeyh Edebalı ne belirtilen bu<br />
ilimlerde âlim olan bir kişidir, ne de bu ilimlere yönelik talebe yetiştiren bir<br />
müderris. Bu sebeple, Taşköprîzâde’nin Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı’dan<br />
mezkur İslâmî ilimleri tahsil ederek yetiştiği şeklindeki kaydına ihtiyatla<br />
yaklaşmak daha doğru gibi görünmektedir. Kezâ Taşköprîzâde’nin kaydettiği<br />
Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı öldükten sonra onun yerine geçerek ders okutma<br />
ve fetvâ işlerine baktığı 84 rivayeti de yine oldukça kuşkulu duruyor. Çünkü Şeyh<br />
Edebalı’nın “müderrislik” yahut “müftîlik” gibi bir vazifeyi yürüttüğü rivayeti,<br />
XV. yüzyıl kroniklerinde kaydedilen bir bilgi olmadığı gibi, yukarıda belirttiğimiz<br />
gerekçeler açısından da tarihî vakıayı yansıtmıyor gibi görünmektedir. Ancak,<br />
Şeyh Edebalı’nın zâviye sahibi bir “şeyh” olması sebebiyle, -Hoca Saadeddin<br />
Efendi’nin iddia ettiği gibi 85- Tursun Fakı’nın Edebalı’nın ölümünden sonra<br />
belki Şeyh Edebalı Zâviyesi’nin başına geçtiği ve posta oturduğu düşünülebilir.<br />
Mamafih bu düşüncenin de kuşkulu olduğu anlaşılıyor. Çünkü Hüdavendigar<br />
Livası Tahrir Defterleri’nde bulunan “Ede-Şeyh (Şeyh Edebalı) Zâviyesi”ne<br />
ilişkin vakıf kayıtlarında, bu zâviye’nin vakıflarını Şeyh Edebalı’dan sonra oğlu<br />
Mahmud Paşa’nın, daha sonra da torunu ve zâviyenin şeyhi Şeyh Mehmed’in<br />
tasarruf ettiği belirtilir 86. Yani bu kayıtlar, Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı’nın<br />
yerine “şeyhlik” makamına geçtiği yahut -Mehmed Süreyya’nın iddia ettiği gibi-<br />
Şeyh Edebalı’nın âilesine Tursun Fakı’nın “reis” olduğu 87gibi iddiaları<br />
doğrulamaz. Ayrıca bu kayıtlarda Tursun Fakı’dan da hiç bahsedilmez. Bu<br />
durumda Taşköprîzâde ve Hoca Saadeddin Efendi’nin söz konusu iddiaları da<br />
tartışmalı olmaktadır.<br />
84 Buna benzer bir görüş olarak XVII. yüzyılda Müneccimbaşı Ahmed Dede, Tursun<br />
Fakı’nın Osmanlı Devleti’nin ilk kadısı olduğu iddiasının yanı sıra ilk müftüsü olduğunu<br />
da ileri sürmüştür (bkz. Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahâifü’l-Ahbâr fi Vekâyiü’l-A’sar,<br />
c.I, Çev. İsmail Erünsal, tarih ve yer yok., s. 80). Yine XIX. yüzyıl müellifi Leknevî<br />
(ö.1886) de Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı’dan sonra Osmanlı Devleti’nin ikinci müftüsü<br />
ve kadısı olduğunu yazmıştır (bkz. Kamil Şahin, “Edebâli”, DİA, c.10, İstanbul 1994, s.<br />
394). Fakat bu iddialara, yukarıda XV. ve XVI. yüzyıl kaynakları temelinde yaptığımız<br />
eleştirel tahliller çerçevesinde ihtiyatla yaklaşmak daha doğru olacaktır.<br />
85 Hoca Saadeddin Efendi, a.g.e., V , s. 2.<br />
86 BOA, T.T., nu. 453, s. 230b-231a; Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, s. 282-283. Bu<br />
tahrir kaydına istinat etmemekle beraber, aynı hususa daha önce Safa Öcal da dikkat<br />
çekmiştir. Bkz. Öcal, a.g.m., s. 117.<br />
87 Mehmed Süreyyâ, a.g.e., III, s. 289.<br />
109
110<br />
MEHMET GEL<br />
Taşköprîzâde’nin Tursun Fakı ile Şeyh Edebalı arasında kurduğu yakın<br />
ilişki çerçevesinde kaydettiği diğer bir rivayet de, Tursun Fakı’nın Şeyh<br />
Edebalı’nın damadı olduğudur. Bize göre bu iddianın gerçekliği tartışması<br />
bağlamında Âşıkpaşazâde’nin Şeyh Edebalı hakkındaki kayıtları çok önem<br />
kazanmaktadır. Zira daha önce de ifade edildiği üzere, Âşıkpaşazâde Şeyh<br />
Edebalı’ya Osman Gâzî döneminde fevkalade mühim bir rol biçen, onu ön<br />
plana çıkarmaya çalışan ve hakkındaki tüm ayrıntıları -örneğin Osman Gâzî’nin<br />
kayın atası olması gibi- her fırsatta dile getiren bir müelliftir 88. Dolayısıyla o<br />
dönemde, eğer Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı’nın damadı olduğu şeklinde bir<br />
rivayet gerçekten var idiyse, bunun Âşıkpaşazâde tarafından da kaydedilmiş<br />
olması beklenir. Çünkü Âşıkpaşazâde’nin bu hususu Şeyh Edebalı’ya yönelik<br />
mezkur “yanlı” tutumu nedeniyle atlamaması gerekirdi. Ancak ne hikmetse<br />
Âşıkpaşazâde, eserini Taşköprîzâde’den çok önce yazmış olmasına rağmen<br />
böyle bir şeyden hiç söz etmez. Bu durum gerçekten çok dikkat çekicidir. Ayrıca<br />
bu mülâhazayı desteklemesi bakımından Âşıkpaşazâde’nin şu ifadeleri bizce çok<br />
mühimdir:<br />
“Edebalı yüz yigirmi yaş yaşadı. Ve iki avrat aldı: Biri yigitliğinde ve biri<br />
pirliğinde. Ve evvelki hâtunınun kızını Osman’a verdi. Ve pirliginde alduğı hâtun<br />
Tâceddin-i Kürdî kızıyidi. Hayreddin bacanak oldı. Bu menâkıbı Edebalı oğlı<br />
Mahmud Paşa’dan işitdüm, Sultan Murad’ın babası Sultan Mehmed zamanında.<br />
Ve hem ol Mahmud Paşa yüz yaşından ziyâde yaşamış idi” 89 .<br />
Şimdi buna göre sormak gerekir ki, eserinde Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî<br />
zamanındaki yerini ve önemini her fırsatta vurgulayan, hatta İnalcık’ın deyişiyle<br />
“abartan” 90 Âşıkpaşazâde, hem de bizzat Şeyh Edebalı’nın oğlu Mahmud<br />
Paşa’dan edindiği Şeyh Edebalı’nın âilevî bilgileri arasında Tursun Fakı’nın onun<br />
damadı olduğu bilgisini niçin zikretmedi? Böyle bir durum vardı da<br />
Âşıkpaşazâde bunu kasten mi söylemedi? Yahut Âşıkpaşazâde böyle bir<br />
durumdan haberdar değil miydi?<br />
Bizce buradaki tezat, öyle anlaşılıyor ki Âşıkpaşazâde’nin kastından ya da<br />
bilgi eksikliğinden değil, Taşköprîzâde’nin tutumundan kaynaklanmış olmalıdır.<br />
Çünkü Taşköprîzâde’nin söz konusu bilgileri kaydetmesinin sebebi, bizce<br />
Tursun Fakı’nın biyografisini bütünüyle Şeyh Edebalı’ya bağlamasında<br />
düğümlenmektedir 91. Onun böyle bir bağlantı kurma düşüncesi ise, muhtemelen<br />
Âşıkpaşazâde’nin eserinden kaynaklanmış olabilir. Zira Taşköprîzâde herhalde,<br />
88 İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”, s. 119-145.<br />
89 Aşıkpaşaoğlu, a.g.e., s. 96.<br />
90 İnalcık, “Âşıkpaşazâde Tarihi…”, s. 127, not: 140.<br />
91 Colin İmber’e göre, Taşköprîzâde’nin “Tursun Fakih” ile Şeyh Edebalı’nın akraba<br />
olduğunu söylemesi, Tursun Fakı’yı Osman Gâzî’ye bağlaması itibariyle önemlidir. Bkz.<br />
Colin İmber, a.g.m., s. 738.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Âşıkpaşazâde’nin eserine bakarak 92 Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî dönemindeki<br />
“mühim”(?) yerini görmüş ve hutbe meselesinde Tursun Fakı’nın Şeyh<br />
Edebalı’ya konuyu “sormasından” 93 da ilham alarak bu bilgileri kaydetmiş<br />
olabilir 94. Keza Taşköprîzâde’nin, Şeyh Edebalı’nın biyografisinde Osman Gâzî<br />
devrinde “ulûm-ı şer’iyyede ona mürâcaat edildiğini, umûr-ı saltanatta onunla müşâvere<br />
edildiğini” 95 ve Tursun Fakı’nın biyografisinde Edebalı ölünce bu işleri Tursun<br />
Fakı’nın sürdürdüğünü söylemesi 96 de aynı bağlantı kurma düşüncesi ve<br />
Âşıkpaşazâde’nin tavrına bakması ile ilgili gibi görünüyor. Bu sebeple bizce<br />
Taşköprîzâde’nin, Tursun Fakı’nın Şeyh Edebalı’dan sonra saltanat işlerinin<br />
idaresinde onun yerini aldığı ifadesi de ihtiyatla karşılanabilir. Dolayısıyla bu<br />
tahliller açısından Tursun Fakı ile Şeyh Edebalı arasında hoca-talebe, damatkayın<br />
ata ve “umur-ı fetva-tedbir ve tedriste” halef-selef ilişkisinin bulunmuş<br />
olması bize kuşku duyulması gereken hususlar gibi görünüyor.<br />
Şakâyık mütercimi Mecdî’nin zeyl olarak belirttiği Tursun Fakı’nın Osman<br />
Gâzî’nin gazâlarında gâzîlere imâmet ettiği ve ilk Cuma ve Bayram namazı<br />
hutbelerini okuduğu kayıtlarına gelince, ilk hususta XV. yüzyılın sonlarına ait<br />
kroniklerde Tursun Fakı’nın halka imâmet ettiği ifadesinin dışında her hangi bir<br />
kayıt bulunmaz. Bu bakımdan doğrusu Tursun Fakı, Osman Gâzî’nin gazâlarına<br />
gerçekten katıldı mı, yahut katıldıysa mesleği gereği gâzîlere imamlık mı yaptı<br />
bilemiyoruz. Fakat ikinci hususun, Anonim Tevârih ve Oruç Beg Tarihi’nde yer alan<br />
bilgiye dayandığı açıktır. Buna göre ilk hususun da bu bilgiden mülhem bir<br />
faraziye olduğu düşünülebilir.<br />
Şimdi bütün bu tahlillerden sonra Tursun Fakı’nın tarihî kimliğine ilişkin<br />
olarak şunları söyleyebiliriz: Bize göre Tursun Fakı evvela, Osman Gâzî<br />
devrinde halka “imâmet” etme niteliklerine sahip bir kişi olmalıdır. O, herhalde<br />
sonradan da Osmanlı Beyliği’nin inkişafına paralel bir şekilde ve beyliğin<br />
toplumsal dokusunun tabii bir tezahürü olarak medreseli yüksek ulemanın<br />
92 Ârif Bey, “Devlet-i Osmâniye’nin Teessüsü ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulema”,<br />
Darü’l-Fünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, I/2, 1332, s. 139. Burada Ârif Bey aynen şöyle<br />
der: “Her halde Şakâyık-ı Nu’mâniyye müellifi ilk devirler uleması için âsâr-ı tarihiyyeyi ve bilhassa<br />
Âşıkpaşazâde’nin Târihi’ni me’haz ittihaz etmiş ve ânın rivayetini bilâ-tedkik kitabına kayd<br />
eylemiştir. Ulema hakkındaki bu mutalaa ilk devirler meşâyihi hakkında dahi vardır”.<br />
93 Ahmet Güneş, “Tarih, Tarihçi ve Meşruiyet”, OTAM, Sayı 17, 2005, s. 185.<br />
94 Aslında Taşköprîzâde’nin kuruluş dönemindeki şahsiyetlerin biyografilerini<br />
“deforme” etmek dışında yaptığı başka hatalar da bilinmektedir. Mesela Ârif Bey<br />
zikredilen makalesinde, Taşköprîzâde’nin eserini yazarken o devirdeki kitapları ciddî bir<br />
tetkike tâbî tutmadığını, bu sebeple de örneğin Âşıkpaşazâde Tarihi’ndeki bazı kayıtlardan<br />
hareketle ‘hiçbir zaman Osmanlı topraklarına ayak basmayan’ Karahisarlı Hattab ve Kayserili<br />
Abdülmuhsin gibi zevâtı Osman Gâzî devri uleması arasında göstermek yanlışlığına<br />
düştüğünü söyler. Bkz. Ârif Bey, a.g.m., s. 138.<br />
95 Taşköprîzâde, a.g.e., vr. 1a.<br />
96 Taşköprîzâde, a.g.e., vr. 1b.<br />
111
112<br />
MEHMET GEL<br />
bulunmadığı bir esnada Karacahisar’da hatiplik ve kadılık görevlerini üstlenmiş<br />
olabilir. Bu rolü münasebetiyle de XV. yüzyılda Osmanlı hanedanının tarihi<br />
yazılırken, Osman Gâzî’nin adına ilk Cuma ve Bayram namazı hutbelerini<br />
(“istiklal”) okuyan kişi olarak takdim edilmiştir. Son tahlilde onun, Osman Gâzî<br />
devri uç toplumunda yaşamış olup “Kitabî İslam”ın alt tabakadan/seviyeden<br />
temsilcileri olarak tarif edebileceğimiz “imam-fakı” tipinin meşhur bir temsilcisi<br />
olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Sonuç:<br />
Osman Gâzî devrinde yaşadığı belirtilen Tursun Fakı’nın tarihsel kimliği,<br />
çağdaş kaynak yokluğuna ve sonraki döneme ait kaynakların yetersiz -ve bazısı<br />
tartışılabilir- bilgiler vermelerine rağmen esas itibariyle az çok bellidir denebilir.<br />
Zira kaynaklardaki mevcut bilgiler, bizim -en azından- onun temelde Osman<br />
Gâzî zamanında Eskişehir-Karacahisar havalisinde bulunan ve halka “imâmet”<br />
eden “fakı” unvanlı bir kişi, yani bir anlamda “Sünnî yahut kitabî İslâm”ın<br />
Osmanlı uç toplumundaki alt tabakadan temsilcileri denebilecek “fakı”<br />
zümresinin önde gelenlerinden biri olduğunu söylememizi mümkün<br />
kılmaktadır. Nitekim XV. yüzyıl kroniklerinin onu Osman Gâzî adına ilk<br />
hutbeyi okuyan hatip ve Osman Gâzî’nin atadığı ilk kadı olarak takdim etmeleri,<br />
kendisinin söz konusu kimliğe sahip oluşunun tabii tezahürleri olarak<br />
değerlendirilebilir. Bu bakımdan Tursun Fakı’nın kimliğini ve Osmanlı<br />
Beyliği’nin kuruluşunda oynadığı rolü, esas itibariyle bu çerçeve içinde<br />
düşünmek daha makul gibi görünüyor.<br />
Dolayısıyla XVI. yüzyıl biyografı Taşköprîzâde’nin, Tursun Fakı’nın “bilâdı<br />
Karaman” menşe’li olduğu, Şeyh Edebalı ile arasında kayınpeder-damat, hocatalebe<br />
ve halef-selef ilişkisinin bulunduğu şeklindeki kayıtları, Tursun Fakı’yı her<br />
açıdan “Abdalân-ı Rum”un mümessili, Vefâî şeyhi Şeyh Edebalı’yla irtibatlı<br />
kılma gibi bir düşüncenin sonucuna benzemeleri itibariyle söz konusu çerçeveyi<br />
aşmaktadır. Bu açıdan Taşköprîzâde’nin bu tür kayıtlarına ihtiyatla yaklaşmak<br />
daha isabetli gibi görünmektedir.
Kaynakça<br />
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ:<br />
TURSUN FAKI (ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM DENEMESİ)<br />
A.Arşiv Kaynakları<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Tapu-Tahrir Defteri (T.T.), nu. 113, 453, 531, 1085.<br />
B. Yazma Kaynaklar<br />
Mahmud b. Süleyman el-Kefevî, Ketâibu A’lami’l-Ahyar Min Fukahai Mezhebi’n-Nu’mani’l-<br />
Muhtar, Süleymaniye Kütüphanesi, Reisülküttab, nu. 690.<br />
Takiyyüddin b. Abdülkadir et-Temimî, Tabakâtü’s-Seniyye fî Terâcimi’l-Hanefiyye,<br />
Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye, nu. 829.<br />
Taşköprîzâde, Şakâyıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, Süleymaniye<br />
Kütüphanesi, Kılıç Ali Paşa, nu. 753/1.<br />
C.Basılı Kaynaklar<br />
Anonim Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr. Frederic Gıese, Breslav 1922.<br />
Aşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, Tevârih-i Âl-i Osman, (Osmanlı Tarihleri I), Nşr. Atsız, Türkiye<br />
Yay., İstanbul 1949.<br />
Âşıkpaşazâde, Âşıkpaşazâde Tarihi, Nşr. Âli Bey, İstanbul 1332.<br />
Beşir Çelebi, Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr .İsmail Hikmet Ertaylan, İstanbul 1946.<br />
Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi: Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü<br />
Arşivindeki Deftere Göre, Haz. Feridun Nafiz Uzluk, <strong>Ankara</strong> 1958.<br />
Hoca Saadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, c.V, Haz. İ. Parmaksızoğlu, 4. baskı, Kültür Bak.<br />
Yay., <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, Haz. Ö. L. Barkan-E. Meriçli, TTK Yay., <strong>Ankara</strong><br />
1988.<br />
İbn-i Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman, c.I, Yay. haz. Ş. Turan, 2. baskı, TTK Yay., <strong>Ankara</strong><br />
1991.<br />
Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şakâ’ik, (Şakâ’ik-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, c.I, Yay. haz.<br />
Abdülkadir Özcan), Çağrı Yay., İstanbul 1989.<br />
Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, c.I, Nşr. F. R. Unat-M. A. Köymen, TTK Yay.,<br />
<strong>Ankara</strong> 1995.<br />
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniye, c.III, Haz. A. Aktan-<br />
A. Yuvalı-M. Hülagü, İstanbul 1996.<br />
Oruc b. Âdil, Tevârih-i Âl-i Osman, Nşr. Franz Babinger, Lafar-Hannover 1343/1925.<br />
Oruç Beğ Tarihi, Haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Yay., İstanbul 2008.<br />
Şemseddin Sâmî, Kamûsu’l-A’lâm, c.4, İstanbul 1311.<br />
Tursun Fakih, Gazavat-ı Resulûllah, Haz. Numan Külekçi, Toker Yay., İstanbul 2002.<br />
113
114<br />
MEHMET GEL<br />
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahâifü’l-Ahbâr fi Vekâyiü’l-A’sar, c.I, Çev. İsmail Erünsal,<br />
tarih ve yer yok.<br />
D. Tetkik Eserler<br />
AKSOY, Hasan, “Dursun Fakih”, DİA, c.10, İstanbul 1994.<br />
AKTEPE, M. Münir, “Taşköprî-zâde”, İA, c.12/1, Eskişehir 1997.<br />
Ârif Bey, “Devlet-i Osmâniye’nin Teessüsü ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulema”,<br />
Darü’l-Fünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, I/2, 1332.<br />
BABİNGER, Franz, “Tursun Fakih”, Encylopaedia of Islam, c.VIII, Brill-Leiden 1987.<br />
BELDICEANU-STEINHERR, Irene, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunun<br />
İncelenmesinde Tahrir Defterlerinin Önemi”, XIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri,<br />
III/3, <strong>Ankara</strong> 2002.<br />
BEDİR, Murteza, “Osmanlı Tarihinin Kuruluşu Aşamasında Fakihler ve Rolleri: XIV.<br />
Yüzyıl İznik ve Öncesine Ait Bir Araştırma”, Uluslararası İznik Sempozyumu 2005,<br />
Yay. haz. Ali Erbaş vd., İznik Belediyesi Kültür Yay., İstanbul 2005.<br />
BEDİR, Murteza, “Osmanlı Tarihinin Kuruluş Asrında (1389’a kadar) İlmiye’ye Dair<br />
Bir Araştırma: İlk Fakihler”, Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, Sayı 1, 2006.<br />
BOYRAZ, Şeref, ”Dursun Fakih’in ‘Umman Cengi’ Mesnevisinin Yeni Bir Nüshası:<br />
Cumhurnâme”, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri, 2, Sivas 2003.<br />
ÇETİN, İsmet, “Tursun Fakih, Hayatı ve Eserleri”, Gazi <strong>Üniversitesi</strong> I.Türk Kültürü ve<br />
Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
ÇETİN, İsmet, Tursun Fakih, Hayatı-Edebî Şahsiyeti-Mesnevîleri, İlesam Yay., <strong>Ankara</strong> 2002.<br />
DEVELİ, Hayati, “Tursun Fakih’in Gazavatnâmesinin Yayımı Üzerine” Türklük Bilgisi<br />
Araştırmaları (TÜBA), c. 27/II, 2003.<br />
DOĞRU, Halime, XVI. Yüzyılda Eskişehir ve Sultanönü Sancağı, 1992.<br />
ECER, Ahmet Vehbi, “Osmanlı Devleti’nin İstiklal Hutbesini Okuyan Devlet Adamı<br />
Dursun Fakih”, Osmanlı, c.1, Ed. G. Eren, <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
GÜMÜŞKILIÇ, Mehmet, “Tursun Fakih’in Yeni Bir Eseri”, Türklük Bilgisi Araştırmaları<br />
(TÜBA), c. 27/II, 2003.<br />
GÜNEŞ, Ahmet, “Tarih, Tarihçi ve Meşruiyet”, OTAM, Sayı 17, 2005.<br />
İMBER, Colin, “Tursun Fakih”, Encylopaedia of Islam, c.X, (new edition), Leiden-Brill<br />
2000.<br />
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı, c.1, Ed. G. Eren, Yeni<br />
Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi”, Doğu Batı, Sayı 7, 1999.<br />
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, Çev. Fahri Unan, Söğüt’ten<br />
İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Der. O. Özel-M. Öz,<br />
İmge Yay., <strong>Ankara</strong> 2000.
KURULUŞ DEVRİ OSMANLI “FAKI” ZÜMRESİNİN TİPİK BİR ÖNCÜSÜ:<br />
TURSUN FAKI (ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM DENEMESİ)<br />
İNALCIK, Halil, “Âşıkpaşazâde Tarihi Nasıl Okunmalı?”, Çev. F. Unan, Söğütten<br />
İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Der. O. Özel-M. Öz,<br />
İmge Yay., <strong>Ankara</strong> 2000.<br />
İNALCIK, Halil, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Türkler, c.9, Ed. H. C. Güzel-K.<br />
Çiçek-S. Koca, Yeni Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 2002.<br />
KAFADAR, Cemal, Between Two Worlds: The Construction of The Ottoman State, Unıversty<br />
of Calıfornıa Press, Berkeley/Los Angeles/London 1995.<br />
KAFADAR, Cemal, İki Cihan Âresinde: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Çev. Ceren Çıkın,<br />
Yay. haz. Mehmet Öz, Birleşik Yay., <strong>Ankara</strong> 2010.<br />
KAPLANOĞLU, Raif, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Avrasya Etnografya Vakfı Yay.,<br />
İstanbul 2000.<br />
KOÇ, Yunus, “Osmanlı Beyliği’nin Teşekkülü”, Beylikten Cihan Devletine, Milliyetçilik ve<br />
Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII, <strong>Ankara</strong> 2000.<br />
KONYALI, İbrahim Hakkı, Abideleriyle ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, Konya 1964.<br />
KÖPRÜLÜ, Fuad, “Anadolu’da İslamiyet”, Anadolu’da İslamiyet, Yay. haz. Mehmet<br />
Kanar, 2. baskı, İnsan Yay., İstanbul 2000.<br />
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Konya’lı<br />
İlim, Fikir ve Devlet Adamları”, Konya Kitabı V, Ed. Yusuf Küçükdağ, Konya<br />
2002.<br />
MÉNAGE, Victor L., “Osmanlı Tarih Yazıcılığının İlk Dönemleri”, Çev. Mehmet Öz,<br />
Söğüt’ten İstanbul’a: Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, Der. O. Özel-M.<br />
Öz, İmge Yay., <strong>Ankara</strong> 2000.<br />
OCAK, Ahmet Yaşar, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Ahilik ve Şeyh Edebalı:<br />
Problematik Açıdan Bir Sorgulama”, II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu<br />
Bildirileri, Kültür Bak. Yay., <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
OCAK, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı: Alevîliğin Tarihsel Alt Yapısı Yahut Anadolu’da İslâm-<br />
Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, 3. baskı, Dergah Yay., İstanbul 2000.<br />
ÖCAL, Safa, “Dursun Fakih”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, c.2/8, 1980.<br />
ÖZ, Mehmet, “Tarihi ve Sosyolojik Açıdan Osmanlı Beyliği”, Beylikten Cihan Devletine,<br />
Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihi Araştırmaları VII, <strong>Ankara</strong> 2000.<br />
ÖZYURT, Mustafa, Dursun Fakih ve Gazavatnâmesi, Marmara <strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1995.<br />
SARAR, İsmail Ali, “Bilgin-Şair Dursun Fakih, İlk Osmanlı Hutbesinin Eskişehir<br />
Karacaşehir Camii’nde Okunması-İlk Bayram Hutbesinin Eskişehir’de Okunması<br />
ve Gazavat-nâmesi”, VIII.Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri, Eskişehir 2000.<br />
SEVİM, Sezai, “Osman Gâzî’nin İrtibatlı Olduğu Düşünürlere Dair”, Osmanlı, c.7, Ed.<br />
G. Eren, Yeni Türkiye Yay., <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
ŞAHİN, Kamil, “Edebâli”, DİA, c.10, İstanbul 1994.<br />
115
116<br />
MEHMET GEL<br />
ŞAHİN, Hatice, Tursun Fakih, Gazavatname (Dil Özellikleri, Metin, Sözlük), İnönü<br />
<strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya<br />
1989.<br />
ŞAHİN, Hatice, “Tursun Fakih’in Gazâvatnâmesi”, Osman Nedim Tuna Armağanı,<br />
Malatya 1989.<br />
ŞAHİN, Hatice, “Tursun Fakih and Hıs Gazavat-name”, Uludağ <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat<br />
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 8, Sayı 12, 2007/1.<br />
TEKİNDAĞ, Şehabettin, “Tursun Fakih”, İA, c.12/2, Eskişehir 1997.<br />
TURAN, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1998.<br />
TURAN, Şerafettin, “Sa’deddin”, İA, c. X, Eskişehir 1997.<br />
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, c.II, TTK Yay., <strong>Ankara</strong> 1998.<br />
ÜNVER, A. Süheyl, “Osmanlıların İlk İstiklal Hutbesini Okuyan Dursun Fakih”, Tarih<br />
Dünyası, c.II/10, 1950.<br />
YAZICI, Neslihan, Tursun Fakı’nın Cumhur-nâme Adlı Eserinin Metni ve İncelemesi,<br />
Marmara <strong>Üniversitesi</strong>, Türkiyat Araştırma Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı<br />
Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2005.
19. Yüzyıl Ortalarında <strong>Ankara</strong> Yahudilerinin<br />
Sosyal-İktisadi Durumu<br />
The Social and Economic Life of the Jewish<br />
Community Residing in <strong>Ankara</strong> Center in first Half of<br />
the 19th Century<br />
Özet<br />
Nurşen Gök ∗<br />
Bu çalışmada 19. yüzyıl ortalarında <strong>Ankara</strong> kent merkezinde<br />
yaşayan Yahudi milletinin sosyal iktisadi yaşamı Temettuât Defterlerinin<br />
verdiği verilere dayanılarak ele alınmaya çalışılmaktadır.<br />
Temettüât Defterleri, Tanzimat devrinden önce değişik adlarla<br />
alınan vergilerin yerine tek bir verginin ikamesi için, hane reislerin<br />
gelirlerinin tespit edilmesi amacıyla yapılan temettü sayımlarının<br />
sonucunda ortaya çıkmıştır. Vergi mükelleflerinin ayrıntılı dökümünü<br />
vermesi nedeniyle sosyal tarih açısından önemli kaynaklar<br />
niteliğindedirler. Bunlar aynı zamanda etnik analizlere olanak tanıyan<br />
verileri kapsaması açısından önemli olan defterlerdir. 19. yüzyılda<br />
Müslüman ve Müslüman olmayan topluluklarda demografik ve iktisadi<br />
değişimlerin izlenmesine olanak vermektedir<br />
Anahtar Kelimeler: Temettüât Defterleri, Yahudi Milleti, <strong>Ankara</strong>.<br />
Abstract<br />
This study will deal with the social-economic life of the Jewish<br />
community under the millet system of the Ottoman Empire residing in<br />
<strong>Ankara</strong> Sanjak center based on the Temettuât registries. These registries<br />
came into existence as an outcome of Temettü censuses, which aimed to<br />
identify the household outcome and replace the taxes collected under<br />
different names (before the Tanzimat era) with a single tax. These<br />
registries are significant sources for understanding the social history of<br />
the period, since they present quite detailed information about the tax<br />
payers as well as the data concerning ethnical backgrounds which enable<br />
us analyze the demographical and economical changes of the 19 th<br />
century non-Muslim communities.<br />
Key Words: Temettüât Registries, Jewish Community, <strong>Ankara</strong>.<br />
∗<br />
Yrd. Doç. Dr., Zonguldak Karaelmas <strong>Üniversitesi</strong> Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Email:<br />
nursengokgok@gmail.com.
118<br />
NURŞEN GÖK<br />
Giriş<br />
Bu çalışmada, 19. yüzyıl ortalarında <strong>Ankara</strong> kent merkezinde yaşayan<br />
Yahudi milletinin sosyal iktisadi yaşamı Temettuât defterlerinin verilerine<br />
dayanılarak ele alınmaya çalışılmaktadır. Söz konusu zaman dilimine ait<br />
<strong>Ankara</strong>’nın sosyal ve ekonomik tarihine dair çalışmalar yapılmış olmakla birlikte<br />
bu çalışmalar arasında Ermeni, Yahudi gibi Müslüman olmayan topluluklara<br />
ilişkin detaylı bilgi eksikliği göze çarpmaktadır.<br />
Temettuât Defterleri Tanzimat’ın uygulandığı alanlarda gerçekleştirilen<br />
temettü sayımları verilerini içermektedir. Tanzimat öncesinde Devletin dağılma<br />
ve çökmekten kurtarılması için yeni bir düzen arayışı çerçevesinde III. Selim<br />
döneminde hazırlanan layihalarda, arazi ve mal mülk sayımının yenilenmesinin<br />
önerildiği gözlenmektedir. 1 Öncelikle yeni bir askeri düzen kurulması<br />
gerekliliğinden yola çıkan bu önerilere o dönemde itibar edilmemiş ya da<br />
uygulama imkânı bulunmamıştı. 2<br />
Tanzimat’ın ilanından sonra devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla yeniden<br />
yapılandırılmaya çalışılmış, özellikle vergi gelirlerinin sağlıklı ve adaletli bir<br />
şekilde toplanmasına yönelik girişimler olmuştu. Bilindiği üzere bu girişimlerin<br />
ilk önemli adımları muhassıllık teşkilatının kurulması ve 1840 yılından<br />
başlanarak mal-mülk sayımının bu amaçla yapılmış olmasıdır. Ne var ki iki yıla<br />
yakın süren bu çaba çeşitli nedenlerle beklenilen sonucu vermemiş ve<br />
muhassıllık kurumu 1842’de kaldırılmıştı.<br />
Yeni idari yapılanmanın ardından 1844 yılında ikinci kez ayrıntılı ve<br />
kapsamlı mal-mülk sayımı yapılmış ve bu sayımın kaydedildiği defterler<br />
“Temettüât Defterleri” olarak adlandırılmıştır. Temettüât defterlerine aralarında<br />
dönem ve sistem farklılıkları olmasına rağmen Osmanlı Klasik dönemindeki<br />
Tahrir defterlerinin bir devamı olarak bakmak da mümkündür. Bu yöndeki<br />
değerlendirmelerden birinde “Osmanlı tarihinde biri mutlak monarşik, diğeri ise<br />
modern bürokratik merkeziyetçi yönetimin tesis edildiği ya da edilmeye çalışıldığı 16.<br />
yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan köprünün iki taraftaki ayaklarından birisinde Tahrir<br />
defterleri diğerinde Temettüât defterleri bulunmaktadır” 3 denilmektedir.<br />
1 Enver Ziya Karal, “Nizâm-ı Cedid’e Dair Lâyihalar”, Türk Tarih Vesikaları Dergisi, C.I,<br />
S.6, C.II, S.8, C.III, S.11, Maarif Vekilliği yayınları, İstanbul, 1941-1944.<br />
2 Musa Çadırcı, “1830 Genel Sayımına Göre <strong>Ankara</strong> Şehir Merkezi Nüfusu Üzerinde<br />
Bir Araştırma”, Osmanlı Araştırmaları I, İstanbul, 1980, s.109-110.<br />
3 Oktay Özel, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devletinde Bilgi ve İstatistik, Derleyen:<br />
Prof.Halil İnalcık-Prof Şevket Pamuk, <strong>Ankara</strong> Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü<br />
(DİE), 2000, s.35.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
“Mamûriyet-i mülk ve devlet” için bir kalkınma modeli; “mülk ve milleti<br />
ihya” hareketi ve yeniden yapılanma 4 olarak tanımlanan Tanzimat’la gelen<br />
dönem, gerek mali sistem açısından gerekse devletin mali tarihi açısından istisnai<br />
ölçüde önemli bir dönemdir. 5<br />
Tanzimat dönemi yöneticileri, devletin varlığını devam ettirebilmesi için<br />
toplumsal birliğin ve idari bütünlüğün sağlanmasını temel şart olarak gördüler<br />
ve bu amaçla giriştikleri tüm idari reformların başarısının sağlam bir mali tabana<br />
oturtulmasına bağlı olduğunu kavradılar. Ekonomik kalkınmanın ön plana<br />
çıkarıldığı bu dönemde maliyede ıslahat hemen hemen Tanzimat’ın temelini<br />
teşkil etmiş ve idari alanda yapılan ıslahat mali merkeziyetçiliğin uygulanmasında<br />
bir araç olarak görülmüştü. 6<br />
Mali problemlerin çözümlenmesi ancak devletin sağlam ve yeterli<br />
kaynaklara başvurması ile mümkün olabilirdi. Bu yüzden Tanzimat yönetiminin<br />
mali reformlarının en önemli parçasını vergi konusundaki düzenlemeler<br />
oluşturdu. 7<br />
Tanzimat’ın Osmanlı vergi sisteminde getirdiği en büyük değişikliklerden<br />
biri, daha önce çeşitli adlarda alınmakta olan vergilerin yerine “an-cemaatin<br />
vergi” diye adlandırılan tek bir verginin getirilmesi oldu 8. Tanzimat’tan çok daha<br />
önce maliyede girişilen yenileşme çabaları, Tanzimat’tan bir yıl önce “Umur-ı<br />
Nafıa Meclisi”nin oluşturulması, aynı yıl içinde adil vergilendirmenin<br />
yapılabilmesi için tahrir denemelerinin yapılması 9 gibi öncü çalışmalar ve<br />
Tanzimat’ın mali reform çabalarıyla, tarh, tahakkuk ve tahsil şekillerinde son<br />
derece karmaşık ve tesadüfî bir hale gelmiş çok sayıdaki örfî verginin tamamen<br />
kaldırılarak yerine “herkesin emlak, arazi, ticaret ve temettüâtına nispetle ve<br />
binde hesabıyla” yani ödeme gücüne göre belirlenecek tek bir vergi alınmasına<br />
gidildi. 10<br />
4 Halil İnalcık: “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Belleten, XXVIII/112,<br />
Türk Tarih Kurumu (TTK), <strong>Ankara</strong>, Ekim 1964, s.619; Halil İnalcık, “Tanzimat’ın<br />
Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, Belleten, XXVIII/ 112, TTK, Ekim 1964.<br />
5 Tevfik Güran, Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi; Bütçeler ve Hazine Hesapları (1841-<br />
1861), <strong>Ankara</strong>, 1989, s.59.<br />
6 Halil İnalcık, Halil İnalcık, “Tanzimatın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, s.627; Rıfat<br />
Önsoy, “Tanzimat Dönemi İktisat Politikası” Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslar Arası<br />
Sempozyumu ( <strong>Ankara</strong> 31-Ekim 3 Kasım 1989), <strong>Ankara</strong> 1994, s.258.<br />
7 Tevfik Güran, “19.Yüzyıl Temettüât Tahrirleri”, Osmanlı Devletinde Bilgi ve İstatistik,<br />
DİE, <strong>Ankara</strong>, 2000, s.75.<br />
8 Coskun Çakır, Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 2001, s.49.<br />
9 Tarih-i Lütfi, Cilt.V, Dersaadet, 1302, s.122-123.<br />
10 Tevfik Güran, age., s.75.<br />
119
120<br />
NURŞEN GÖK<br />
Temettüât defterleri, işte bu tek bir verginin Tanzimat devrinden önce<br />
değişik adlarla alınan vergilerin yerine ikamesi için, hane reislerin gelirlerinin<br />
tespit edilmesi amacıyla yapılan temettü sayımlarının sonucunda ortaya<br />
çıkmıştır.<br />
Modern bürokratik ve merkeziyetçi sistemin tesisi çabası olan Tanzimat’ın<br />
uygulandığı alanlarda yapılan temettü sayımlarının temel gayesi, toplam vergi<br />
yükünü bölgeler ve hâneler arasında âdil bir şekilde tespit etmek ve bu sayımlar<br />
neticesine bakarak gerekli malî değişiklikleri yapmaktı. 11 Daha önce taşranın<br />
insiyatifine bırakılan tevzi defterleri uygulamasının getirdiği tecrübeler üzerine<br />
Temettü Defterleri oluştu 12.<br />
Kişilerin sahip olduğu tüm mal varlıklarını kapsamlı bir şekilde kaydeden<br />
defterler, Osmanlı taşrasının en ayrıntılı bilgilerini sunmaktadır. Düzenleniş<br />
amaçları istatistikî bilgi derlemek olmamakla birlikte, bugünün araştırmacılarına<br />
Osmanlı taşrasının mali ve sosyal yapısına ilişkin çalışmaları için önemli<br />
istatistikî bilgiler vermektedirler.<br />
Vergi mükelleflerinin ayrıntılı dökümünü vermesi nedeniyle nüfus<br />
rakamına ulaşma olanağı veren defterler, vergi mükelleflerinin isim ve şöhretleri,<br />
unvanları, lakapları, meslekleri, resmi görevleri, etnik yapıları bütün ayrıntılarıyla<br />
belirtilmiş olduğundan sosyal tarih açısından önemli kaynaklar<br />
niteliğindedirler. 13 Aynı zamanda etnik analizlere olanak tanıyan verileri<br />
kapsaması açısından önemli olan defterler. 19. yüzyılda Müslüman olmayan<br />
topluluklarda demografik ve iktisadi değişimlerin izlenmesine olanak<br />
vermektedir.<br />
Defterlerde, her bir şahsın, tüm menkul ve gayrimenkul mal varlığı<br />
ayrıntılarıyla yer almaktadır. Kişilerin sahip oldukları arazi miktarı ve türü (bağ,<br />
tarla vs.), yıllık geliri ve vergisi, bütün hayvanlarının miktarı ve yıllık geliri,<br />
dükkân ve diğer gelir kaynakları ile yıllık vergileri, ticari ve sınaî ve hizmet<br />
gelirleri tek tek kayda geçirilmiştir.<br />
Son yıllarda söz konusu defterlerle ilgili yüksek lisans ve doktora düzeyinde<br />
çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır. Bu çalışmalardan birisinde bu defterlerden<br />
11 Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, TTK,<br />
<strong>Ankara</strong>, 1997, s.340.<br />
12 Yavuz Cezar, “18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı Taşrasında Oluşan Yeni Mali Sektörün<br />
Mahiyet ve Büyüklüğü Üzerine”, Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, sayı 9, İstanbul,<br />
Nisan 1996, s.120.<br />
13 Ahmet Akgündüz-Said Öztürk, Yozgat Temettüât Defterleri I-III, İstanbul, 2000, s.15-16;<br />
Mehmet Ali Gökaçtı, “Maliye Nezareti Temettüât Defterlerine Göre 1845 Yılında<br />
Selanik”, Tarih ve Toplum, sayı 168, Aralık 1997, s.18.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
1961 adedinin <strong>Ankara</strong> Vilayetine ait olduğu tespit edilmiş 14 olmakla birlikte,<br />
arşivleme çalışmalarının ilerlemesiyle bu sayının daha da artacağı<br />
anlaşılmaktadır. 15<br />
<strong>Ankara</strong> kent merkezinde yerleşik Müslüman olmayan topluluklara ait<br />
Temettüât defterlerinden Yahudi halkla ilgili olanlarını ele alacağız. Bu defterler,<br />
Hacendi Yahudi Mahallesi ile Öksüzce Yahudi Mahallesine aittirler. Arşivde<br />
Hacendi Mahallesine ait iki ayrı defter (Defter No:144, 17359) tespit edilmiş<br />
olmakla birlikte, Öksüzce Mahallesine ait sadece bir defter bulunmaktadır<br />
(Defter No:17162). Ayrıca her iki mahallenin birlikte kaydedildiği diğer bir<br />
defter de mevcuttur (Defter No: 191). Defterlerin bazı sayfaları eksiktir.<br />
Nüshalar bir arada değerlendirilerek bu eksiklikler aşılmaya ve söz konusu<br />
tarihte <strong>Ankara</strong> kent merkezindeki Yahudilerle ilgili bilgiler derlenerek<br />
değerlendirilmeye çalışılmıştır.<br />
Daha önce yapılmış bir araştırmada <strong>Ankara</strong> kent merkezinde 1830’da<br />
yapılan nüfus sayımında da bu iki mahallede Yahudilerin oturduğu tespit edilmiş<br />
olup, erkek Yahudi nüfusunun 163 kişi olduğu görülmektedir. 16 Ancak<br />
Temettüat defterlerindeki kayıtlarda nüfusun yalnızca vergi vermekle yükümlü<br />
olanları kayda geçirildiği için bu sayıya ister istemez ulaşılmamaktadır. Her iki<br />
14 Şennur Şenel, XIX. YY Ortalarında <strong>Ankara</strong> Eyâlet Merkezi’nin Sosyal ve İktisadi Durumu<br />
(H.1260-1261/m.1844-1845 Tarihli Temettuât Defterleri’ne Göre), Yayınlanmamış Doktora<br />
Tezi, <strong>Ankara</strong>, 2002, s.5. Doktora Tezinde <strong>Ankara</strong> Eyaletine ait Temettuât Defterlerinin<br />
sadece merkeze ait olanlarının incelemesi yapılmış olup <strong>Ankara</strong> Eyaletinin merkez<br />
dışındaki diğer Temettuât Defterlerinin değerlendirmesinin bir başka çalışmada<br />
yapılacağı belirtilmektedir. Şenel, <strong>Ankara</strong> Eyaleti, <strong>Ankara</strong> Sancağı merkezinin 73<br />
mahallesine ait toplam 2281 sahife olduğunu belirttiği 119 adet defter incelemiş<br />
olduğunu ifade etmektedir. Merkez sancağındaki Öksüzce ve Hacendi Yahudi<br />
Mahallelerine ait defterlerin incelenen defterlerin arasında bulunmamasının nedeni, söz<br />
konusu araştırma esnasında bu defterlerin henüz tasnif çalışmalarının tamamlanmamış<br />
olması, ya da araştırmacının başka nedenlerle bu defterlere ulaşamaması olmalıdır.<br />
15 Tevfik Güran, Osmanlı Başbakanlık Arşivinde mevcut Temettüât Defterleri sayısını<br />
17.540 (Güran, age., s.76), Şennur Şenel ise 17.747 (Şenel, agt., s.5-6.) olarak<br />
vermektedirler. Sayılar arasındaki bu farklılık her iki çalışmanın yürütüldüğü dönemde<br />
arşivdeki tasnif çalışması tamamlanmış Temettüat Defterleri sayı farklılığından<br />
kaynaklanmış olmalıdır.<br />
16 1830 Sayımında <strong>Ankara</strong>, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Musa Çadırcı, Yard. Doç. Dr. Latif<br />
Armağan, Yard. Doç. Dr. Sedat Bingöl, Arş. Görevlisi Bekir Koç, <strong>Ankara</strong> Büyükşehir<br />
Belediyesi Eğitim Kültür Daire Başkanlığı, <strong>Ankara</strong>, 2000, s.547-550. Bu yayında verilen<br />
tablo bilgiye kolay ulaşılması amacıyla ekte tekrar verilmiştir; bir başka araştırmada 1830<br />
yılında <strong>Ankara</strong>’da oturan Yahudi erkek nüfusu 135 olarak belirtilmektedir. Rifat<br />
Özdemir, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında <strong>Ankara</strong>, Kültür Bakanlığı Yayınları, <strong>Ankara</strong>, 1986,<br />
s.125.<br />
121
122<br />
NURŞEN GÖK<br />
mahallede vergi yükümlüsü olarak 57 kişi kayıt altına alınmıştır. Bunlardan 15’i<br />
Öksüzce Mahallesinde 42 kişisi ise Hacendi Mahallesinde ikamet etmekte idiler.<br />
Hane esası üzerine yapılan sayımlarda yer alan kayıtlar bize, hane sahibinin<br />
ismi ve unvanı, mesleği olmak üzere kişilik bilgileri; bir yıl içinde hane reisi<br />
tarafından ödenen bir tür gelir vergisi olan “Vergi-yi mahsuse”nin kuruş olarak<br />
miktarı, ödemekle yükümlü olunan cizye kâğıtlarının türü, aşar vergisinin değeri,<br />
taşınır ve taşınmaz servetler olmak üzere vergi gelirleri hakkında bilgi<br />
vermektedir.<br />
Sayımlarda hane reisinin tasarrufu altında tuttuğu başlıca gelir kaynakları,<br />
bağ, bahçenin dönüm olarak miktarı; dükkân ile benzeri taşınmazların sayısı ve<br />
büyüklüğü tespit edilmiş bulunmaktadır. Başlıca gelirler, hane reisinin sahip<br />
olduğu veya tasarrufu altında tuttuğu taşınır ya da taşınmaz mallarından elde<br />
ettiği hâsılat ile kira gelirleri ile esnaflık, ticaret gibi faaliyetlerinden sağlanan<br />
gelirlerdir.<br />
Defterlerdeki bilgilerden yararlanılarak toplam 57 hane reisinin meslek<br />
dağılımı tablo halinde gösterilmiştir. Bu tür tabloların temettüât defterleri<br />
mevcut her bölge için yapılması, Yahudi nüfusun nasıl bir meslek dağılımı<br />
içinde bulunduğunu ortaya koyabilecektir. Yine her iki mahallede elde edilen<br />
toplam gelir miktarı ve bunun hane başına dağılımı iki tablo halinde verilmiştir.<br />
İkinci tablo mahallelerin toplam geliri ve bunun hane başına düşen ortalama<br />
değerini göstermektedir. Üçüncü tabloda ise vergi yükümlüsü kişilerin gelirleri<br />
ve vermekle yükümlü oldukları vergi miktarları belirtilmiştir.<br />
Tablo 1: Meslek Grubu Dağılım<br />
Meslek Grubu Hacendi Mahallesi Kişi Sayısı Öksüzce Mahallesi Kişi Sayısı<br />
Attâr Esnafı 17 8 1<br />
Tenekeci Esnafı 8 0<br />
Çerçici Esnafı 16 10<br />
Yaymacı Esnafı 18 4 0<br />
Hizmetkar 4 2<br />
Billûrcu Esnafı 19 0 1<br />
Duhâncı 20 1 0<br />
İşsiz 1 1<br />
17 Attâr, güzel kokular, iğne iplik vesaire satan, aktar.<br />
18 Sergici.<br />
19 Cam işleyen.<br />
20 Tütüncü.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Tablo 2: Gelir Dağılımı<br />
Mahalle Hane Sayısı Toplam Gelir Hane Başına Gelir<br />
Öksüzce 15 4450 296,6<br />
Hacendi 42 12850 305,9<br />
Mahalle A‘lâ Evsat Ednâ Toplam<br />
Öksüzce 1 5 9 15<br />
Hacendi 3 22 17 42<br />
Tablo 3: Vergi Yükümlülüğü Grupları Dağılımı<br />
Tablo 4: Öksüzce Mahallesinin Vergi Pusulası 21<br />
Hane Reisi Mesleği Derecesi Vergisi A‘şarı Temettüâtı<br />
Velioğlu *** veled-i Danye Attâr A‘lâ 500 04- 2000<br />
Hayim veled-i Yasef Hizmetkar Evsat 040 00 0200<br />
Musa veled-i Kamal Çerçi Ednâ 050 00 0200<br />
Refa’il veled-i Şahan Çerçi Ednâ 030 00 0150<br />
Şahan veled-i Yasef Çerçi Evsat 085 00 0350<br />
İsak veled-i Şahan Çerçi Evsat 080 00 0400<br />
Abram veled-i Mayer Çerçi Ednâ 048 00 0200<br />
Yasef veled-i Abram Çerçi Ednâ 010 00 0050<br />
Hayim veled-i Yasef Çerçi Ednâ 020 00 0100<br />
Abram veled-i Lazar? Hizmetkâr Ednâ 025 00 0150<br />
İsak veled-i Kamal Alil Ednâ 000 00 0000<br />
Yudağ? veled-i Yasef Çerçi Evsat 040 00 0200<br />
Yudağ? veled-i İsak Çerçi Ednâ 000 00 0000<br />
İsak veled-i Kamal Çerçi Ednâ 040 00 0000<br />
*** Yısmayel? Billurcu Evsat 080 02 0450<br />
1148 6 4450<br />
Tablo 5: Hacendi Mahallesinin Vergi Pusulası 22<br />
21 BOA ML.VRD.TMT 17162.<br />
22 BOA ML.VRD.TMT 17359, BOA ML.VRD.TMT 191.<br />
123
124<br />
NURŞEN GÖK<br />
Hene Reisi Mesleği Derecesi Vergisi Aşarı Temettüâtı<br />
Haham oğlu *** Attâr A‘lâ 0700 000 2500<br />
İlyaoğlu Abram Attâr Evsat 0180 000 0900<br />
Musa veled-i Hayim Attâr A‘lâ 0260 000 1100<br />
Hayim veled-i Yasef Çerçi Ednâ 0020 000 0150<br />
Galef? veled-i Yako Yaymacı Evsat 180 000 800<br />
Salamon veled-i Yasef Tenekeci Evsat 000 000 0000<br />
Yako veled-i Yasef Attâr Evsat 064 000 0250<br />
Yuda’? veled-i Lazar Çerçi Ednâ 040 000 0200<br />
Yako veled-i Abram Çerçi Evsat 080 000 0350<br />
Yako veled-i Rafe’il Tenekeci Ednâ 018 000 0100<br />
Yasef veled-i Arslan Duhancı Evsat 110 000 0600<br />
İsak veled-i İlya Çerçi Ednâ 038 000 0150<br />
Şahan veled-i Avrani Çerçi Ednâ 000 000 0000<br />
Musa veled-i Kamal Çerçi Ednâ 000 003 0000<br />
Musa? veled-iMürdehay? Attâr Evsat 161 23 000 0000<br />
İsak veled-i Menteş Yaymacı Evsat 180 000 0900<br />
Toyer? veled-i İsak Hizmetkar Evsat 035 000 0150<br />
Uzya? veled-i Hıyat? Çerçi Ednâ 020 000 0100<br />
İsak veled-i Hıyat? Hizmetkar Ednâ 000 000 0050<br />
Yasef veled-i Kamal Çerçi Ednâ 135 000 0200<br />
Toyer? veled-i Salamon Attâr Evsat 127 002 0000<br />
Refa’il veled-i Yako Çerçi Evsat 090 000 0350<br />
Yuda’ veled-i Yamto ***** Ednâ 037 000 0150<br />
Yako veled-i Marniye? Çerçi Evsat 032 000 0150<br />
Musa veled-i Danye Çerçi Evsat 025 000 0150<br />
Yako veled-i Toyer? Tenekeci Evsat 050 000 0150<br />
İsak veled-i Rafa’il Çerçi Evsat 070 000 0250<br />
İbram veled-i Lazar Çerçi Ednâ 027 000 0150<br />
Salamon veled-i İsak Çerçi Evsat 135 000 0200<br />
Musa veled-i İsak Çerçi Ednâ 32 000 0150<br />
İsak veled-i Abram Tenekeci Evsat 060 000 0200<br />
Mayer veled-i Abram Yaymacı Evsat 055 000 0200<br />
Alil Musa veled-i Yuda ***** Ednâ 000 000 0000<br />
Salamon veled-i Abram Yaymacı Evsat 050 000 0200<br />
Yasef veled-i İsak Hizmetkar Yok 025 000 0150<br />
Uzya? veled-i Yuda’ Hizmetkar Ednâ 024 000 0150<br />
Salamon veled-i Arslan Tenekeci Evsat 035 000 0150<br />
İsak veled-i Salamon Attâr Alâ 260 000 1000<br />
Yako veled-i Samirya Tenekeci Evsat 050 000 0200<br />
Refail veled-i Toyer Çerçi Ednâ 030 000 0150<br />
Yako veled-i Hıyat **** Evsat 020 000 0100<br />
Âlîl Kamal veled-i İlye? **** Ednâ 000 000 0000<br />
Musa veled-i Danye Çerçi Evsat 030 000 0150<br />
TOPLAM 3485 005 12850<br />
23 Defter No:144 de vergi değeri 3 kuruşu aşar olmak üzere 171 kuruş olarak<br />
kaydedilmiştir.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Hacendi Yahudi Mahallesi toplam 42 haneden ibarettir. Vergi<br />
yükümlülerinden 3 kişinin a‘lâ, 22 kişinin evsat, 17 kişinin ednâ seviyesinde<br />
oldukları görülmektedir. Bir kişinin hiçbir geliri olmadığı için cizyeden muaf<br />
tutulmuştur. Mahallede nüfusun çoğunluğu çerçici esnafıdır (16 kişi), bunu 8’er<br />
kişiyle attâr ve tenekeci esnafı izlemektedir. Dört hizmetkâr ve dört yaymacı<br />
esnafı vardır. Bir kişi duhâncı esnaflığıyla geçimini sağlamaktadır. Bir kişi ise<br />
işsizdir.<br />
Mahallenin en varlıklı kişileri yıllık 2500 kuruş gelirle attâr esnafından<br />
Haham oğlu Musa, 1100 kuruş gelirle attâr esnafından Musa oğlu Hayim ve<br />
yıllık 1000 kuruş gelirle attâr esnafından İsak oğlu Salamon’dur. Altı kişi hiç<br />
gelirsiz olarak kayıtlıdır. Bunlardan birisi vergi ödemekle yükümlü olmayan<br />
hahamdır. Kayıtlardan bu kişilerden ikisinin bir önceki yıl vergi ödemiş<br />
olduklarını görmekteyiz. Bunlardan attâr esnafından Musa oğlu Mürdehay? bir<br />
önceki yıl 3 kuruşu a‘şar olmak üzere 171 kuruş vergi ödemiş ancak iflas etmiştir<br />
ve iki dönüm bağı olmakla birlikte iflası nedeniyle kayıtlara gelirsiz olarak<br />
geçmiştir. Attâr esnafından Toyer? oğlu Salamon bir önceki yıl 2 kuruşu a‘şar<br />
olmak üzere 129 kuruş vergi ödemiş olmakla birlikte o da içinde bulunulan yıl<br />
gelirsiz olarak kayıtlara geçmiştir. Sahip olduğu bağının geliri ise ticari borcuna<br />
yetmediği kaydına yer verilmiştir. Dört hane reisinin ise 50 ila 200 kuruş yıllık<br />
geliri olmakla birlikte iane ile geçimlerini sağlayabildikleri belirtilmiştir ki<br />
bunlardan 200 kuruş gelirli çerçi Yasef oğlu Kamal bir önceki yıl 137 kuruş, 100<br />
kuruş gelirli çerçi Uzya? oğlu Hıyat? 20 kuruş, 100 kuruş gelirli Tenekeci<br />
esnafından Yako oğlu Rafe’il ise 18 kuruş vergi ödeyebilmişlerdir. 50 kuruş<br />
gelirli hizmetkâr İsak oğlu Ziya ise mahallenin en az gelirli kişisi olup bir önceki<br />
yıl da vergi ödememişti.<br />
Bu veriler bize 42 hanelik Hacendi Mahallesinde 10 kişinin sayım yapıldığı<br />
yıl vergi ödemeyeceğini göstermektedir. Beş hane içinde bulunulan yıl vergi<br />
ödeyemeyecek kadar fakirleşmiştir. Dört hane ise zaten hiç vergi<br />
ödeyememektedir. Bunlardan Tenekeci Salamon oğlu Yasef firar halindedir.<br />
İzini kaybettirdiği kayda geçirilmiştir.<br />
Sayımın yapıldığı sırada Öksüzce Mahallesi, Hacendi Mahallesine göre<br />
daha küçük bir mahalle olup on beş haneden oluşmaktadır. Mahallede bir kişi<br />
a‘lâ, 5 kişi evsat ve 9 kişi ednâ olarak kaydedilmiştir. Mahallede nüfusun<br />
çoğunluğu çerçi esnaflığıyla geçinmektedir (10 kişi), iki kişi hizmetkârlıkla, birer<br />
kişi de attâr ve billurcu esnaflığıyla geçimini sağlamaktadır. Bir kişi ise işsizdir.<br />
Mahallenin geliri en fazla olan kişisi yıllık 2000 kuruş gelirle attâr<br />
esnafından *** oğlu Danye’dir. Çerçi esnafından Yasef oğlu Abraham yıllık 50<br />
kuruş gelirle mahallenin en az vergi ödeyen kişisidir. Üç kişi vergiden muaf<br />
125
126<br />
NURŞEN GÖK<br />
tutulmuştur. Bunlardan bir önceki yıl da vergi ödeyememiş olan Çerçi<br />
esnafından Yudağ? oğlu İsak gelirsiz olarak kayıtlara geçmiştir ve onun bunun<br />
yardımıyla evladının geçimini sağladığı belirtilmiştir. Mahallede bir kişi işsizdir.<br />
Bir kişinin ise evinin yandığı ve firar ettiği tespit edilmiştir.<br />
1830 sayımında her iki mahalledeki Yahudilerden vergi ödeme açısından 1<br />
kişi a‘lâ, 33 kişi evsat, 43 kişi ednâ olarak sınıflandırılmıştır. 1844 yılına<br />
gelindiğinde her iki mahallede toplam 4 kişi a‘lâ, 27 kişi evsat ve 26 kişi ednâ<br />
seviyesinde kayıtlara geçmiştir.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Sonuç:<br />
19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerin ekonomik<br />
olarak durumlarının kötüleşmeye başladığı bir dönem oldu. Kuşkusuz ülkedeki<br />
Yahudi cemaati sadece yoksullardan oluşmamaktaydı. Ancak yüzyılın sonlarına<br />
doğru Yahudi cemaatine mensup tipik bir kişi artık banker, sarraf, manifaturacı<br />
değil seyyar satıcıydı. Sıklıkla karşılaşılan meslekler seyyar satıcı, eskici, kazan<br />
tamircisi, ayakkabı boyacısıydı. 24 <strong>Ankara</strong> Vilayeti’ne gelince 1830 yılı sayımından<br />
elde edilen verilerle 1844 yılı Temettüât defterleri kayıtları birlikte<br />
değerlendirildiğinde açıkça görüldüğü gibi her iki mahalle de kentin fakir<br />
bölümünü oluşturmaktadır. Topluluk üyeleri geçimlerini esnaflıkla<br />
sağlamaktadırlar. Yaygın olarak çerçici esnaflığı, attâr ve tenekeci esnaflığı<br />
yapmaktadırlar. Bunun yanı sıra billûrcu, yaymacı, duhâncı esnaflığı ve<br />
hizmetkârlıkla geçimlerini sağlayanlar vardır. Hiçbir geliri olmayanlar da<br />
bulunmaktadır. Bunlardan bazıları daha önce durumları iyi olmakla beraber iflas<br />
etme yoluyla gelirsiz kalmış kişilerdir. Toplam 58 hanelik iki mahallede on bir<br />
hane reisinin içinde bulunulan yıl vergi ödeyemeyecek durumda oldukları<br />
kayıtlara geçmiştir ki bunlardan beş hane reisi daha önce vergi ödeyebilecek<br />
durumda idiler. Genel bir eğilim olarak vergiden kaçınmak için yıllık gelirlerin az<br />
gösterilmeye çalışıldığı düşünülse bile <strong>Ankara</strong>’da Yahudi mahalleleri şehrin<br />
yoksul kesimi içinde yer aldıklarını ifade edebiliriz.<br />
24 Eva Groepler, İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Çeviri: Süheyla Kaya, Belge<br />
yayınları, İstanbul, 1999, s.39, 42; Ayrıca Tanzimat dönemine kadar Osmanlı<br />
imparatorluğu dahilindeki Yahudi topluluğunun sosyal ve ekonomik faaliyetleri için bkz.<br />
Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Sosyal,<br />
Ekonomik ve Hukukı Durumları, <strong>Ankara</strong> 2001.<br />
127
128<br />
NURŞEN GÖK<br />
1. Ek: Hacendi Mahallesi Temettuat Defteri Son Sayfa
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
2. Ek: Öksüzce Mahallesi Temetuât Defteri ilk sayfa<br />
129
130<br />
NURŞEN GÖK<br />
3. Ek: 1830 Sayımına Göre Hacendi ve Öksüzce Yahudi Mahallerinde İkamet<br />
Etmekte Olan Yahudi Nüfus<br />
Adı /<br />
Lâkabı Fizikî<br />
özellikleri<br />
Yaşı [Sin]<br />
Mesleği<br />
Badem 60 Evsat<br />
Oğlu<br />
Salamon<br />
Oğlu Hayim 33 Evsat<br />
Vergi<br />
durumu<br />
1831-1836 yıllan<br />
arası nüfûs<br />
hareketliliği<br />
35 Evsat Iznikmid'e<br />
mürur.<br />
Gelmemişdir<br />
1 5 R. 47.<br />
Kamal 35 Ednâ Mürd-şud .<br />
Yasef 45 Kal'acık,<br />
Keskin'de<br />
ticaretde 3<br />
Oğlu<br />
Abraham<br />
Oğlu Kamal 6 Sabî<br />
Galaf 40 Evsat<br />
Oğlu Yako 14 Ednâ<br />
Karun 6 Sabî<br />
Yako 35 Evsat<br />
Samerne<br />
L. 46.<br />
10 Ednâ Keskin<br />
canibine<br />
ticaretle<br />
gitmişdir 15<br />
M. 49.<br />
Rafayel 60 Ednâ Taşrada<br />
ticarette.<br />
Dönmüşdür 3 S.<br />
Diğer<br />
bilgiler
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Yako 9 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Abraham 60 Ednâ<br />
Oğlu Yako 30 Evsat<br />
46. Mürd-şud 3<br />
Ra. 49.<br />
Sahak 35 Evsat Tosya'da<br />
ticarette 13 S.<br />
46.<br />
Oğlu Musa Tevellüd 25 S.<br />
48.<br />
Oğlu Uya 5 Sabî<br />
Hayim 35 Evsat Tosya'da<br />
ticarette 46.<br />
Konorta 32 Ednâ<br />
Karındaşı<br />
Yasef<br />
10 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Hayim<br />
Oğlu Musa<br />
55<br />
35<br />
Evsat<br />
Evsat<br />
Kapacık'da<br />
ticaretde.<br />
Gelmişdir<br />
8 S. 46.<br />
Kapacık'da<br />
ticaretde. 8 S.<br />
46.<br />
Oğlu Abrin 15 Ednâ Taşrada.<br />
Hayim 8 Sabî<br />
Yeniden<br />
ednâ<br />
Konorta 5 Sabî Mürd-şud 5 Ra.<br />
250. :<br />
Oneal 30 Ednâ<br />
Oğlulshak 15 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Çerkeş'de.<br />
Gelmişdir 5 L.<br />
45.<br />
Ishak 45 Evsat Çerkeş<br />
canibine<br />
gitmişdir sene<br />
48.<br />
131
132<br />
NURŞEN GÖK<br />
Oğlu<br />
Hordhayi<br />
15 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Oğlu Sahak Tevellüd 3 M.<br />
251.<br />
Oğlu Uya 7 Sabî<br />
Yeniden<br />
ednâ<br />
Kamal 70 Ednâ Mürd-şud 15 B.<br />
47.<br />
Vlinas 35 Evsat<br />
Oğlu Musa 10 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Konorta 55 Evsat 43 senesinden<br />
berü Köprü<br />
canibine<br />
gitmişdir.<br />
Gelmişdir. Yine<br />
gitmişdir 26 B.<br />
251.<br />
Oğlu Minas 21 Evsat<br />
Oğlu<br />
Konorta<br />
Tevellüd<br />
5 M. 250.<br />
Mürd 15<br />
Ra. 250<br />
Oğlu<br />
Tevellüd 7 M.<br />
Konorta<br />
251.<br />
Adarti 55 Evsat Mürd-şud 8 C.<br />
47.<br />
Oğlu Şahayür 6 Sabî<br />
Beryamin 22 Evsat<br />
Oğlu Daniyel Tevellüd Gurrei<br />
M. 249.<br />
Oğlu Kamal 5 Mürd-şud 250.<br />
Berdkayel 6 Sabî Mürd-şud 5 Ra.<br />
250.<br />
Musa 48 A'lâ 3 mâh müddetle<br />
Asitane-yi<br />
aliyye'ye<br />
gitmişdir.<br />
Gelmişdir. 25 Ş.<br />
249.<br />
Çerkeş'de<br />
doğmuştur
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Oğlu Hayim 2 Sabî<br />
Karındaşı<br />
Karua<br />
35 Evsat<br />
Yako 32 Evsat 3 mâh müddetle<br />
Asitane'ye<br />
gitmişdir.<br />
Gelmişdir 25 S.<br />
249.<br />
Davit 35 Ednâ Milletinden<br />
bâ-fermân<br />
Frenk<br />
olmuşdur 3<br />
S. 47.<br />
Oğlu İdris 12<br />
Oğlu Kamal 4 Mürd-şud 15Ra.<br />
250.<br />
Hayim 2 Sabî<br />
Abraham 35 Evsat Kuds-i şerîf de.<br />
Gelmişdir.<br />
Oğlu Uya 15 Ednâ<br />
Oğlu Şahayin 6 Sabî<br />
Oğlu Salamon 4 Sabî<br />
Dotkort 45 Evsat<br />
Yako 22 Ednâ<br />
Oğlu Davud Tevellüd 25 Za.<br />
251.<br />
Sahak 16 Evsat<br />
Hayim 4 Sabî<br />
Yako 40 Ednâ<br />
Oğlu Yuda Tevellüd 25 B.<br />
47.<br />
Oğlu Rafael Tevellüd 15 Ca.<br />
250.<br />
Daniyel 13 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Hayim 5 Sabî<br />
Tavid 3 Sabî<br />
Musa 32 Ednâ<br />
Ishak 35 Ednâ<br />
Refayel 18 Evsat<br />
Yako 10 Müceddeden Tosya'da<br />
133
134<br />
NURŞEN GÖK<br />
ednâ ticaratde.<br />
Gelmişdir<br />
5 M. 250.<br />
Yoda 32 Evsat Kengri'de<br />
ticaretde<br />
gelmişdir.<br />
Yine gitmişdir<br />
12 B. .52.<br />
Oğlu Lazar Mürd-şud 3 Ra.<br />
48.<br />
Abrabam 26 Ednâ<br />
Yetim Yasef 8 Sabî<br />
Yeniden<br />
ednâ<br />
Kamal 30 Ednâ Tosya'da.<br />
Gelmişdir. Yine<br />
gitmişdir 25 B.<br />
51.<br />
Oğlu Uya Tevellüd 3 Ca<br />
249.<br />
Sahak 55 Ednâ<br />
Salamon 25 Evsat<br />
Rafayel 36 Evsat<br />
Davud 13 Ednâ<br />
Kamal 5 Sabî Mürd-şud<br />
Gurre-i Ra. 47.<br />
Abraham 40 Evsat<br />
Abraham 50 Ednâ Mürd-şud<br />
Gurre-i B. 48.<br />
Musa 35 Evsat<br />
Babas Yako 30 Evsat Mürd-şud 49.<br />
Oğlu Konorta Tevellüd 25 Ra.<br />
250.<br />
Oğlu Sahak<br />
Bosdok 50 Ednâ Mürd-şud 15<br />
Ra. 47.<br />
Hayim 5 Ednâ<br />
Rafayel 30 Ednâ<br />
Oğlu İstefan Tevellüd 15 Ra.<br />
50.<br />
Yako 8 Sabî
Konorta 5<br />
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Yeniden<br />
ednâ<br />
Abraham 50 Evsat<br />
Oğlu Salamon 12 Ednâ<br />
Yasef 4 Sabî<br />
Musa 50 Evsat<br />
Oğlu Hayim 3 Sabî<br />
Yetim Yasef 18 Ednâ<br />
Oğlu Sahak Tevellüd 3 M.<br />
251.<br />
YetimBayer 13 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Salamon 40 Ednâ<br />
Rafayel 32 Ednâ<br />
Oğlu Şahayin 4 Sabî<br />
Yetim Yako 8 Sabî<br />
Yako 35 Evsat Çerkeş'de<br />
ticaretde.<br />
Sahak 32 Ednâ<br />
Sahak.: __ 35 Ednâ<br />
Oğlu Hayim 25 M. 47.<br />
Oğlu Yasef 5 Ra. 48.<br />
Salamon 18 Evsat<br />
Yako 30 Ednâ<br />
Oğlu S amaıin Tevellüd 25 Ra.<br />
250.<br />
Yeşuh 40 Ednâ 2 mâlı müddetle<br />
Asitane'ye<br />
gitmişdir.<br />
Oğlu Çohas<br />
Suhube 13 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Danyel 7 Sabî<br />
Sünyamin 2 Sabî<br />
Şahayin 25 Evsat<br />
Sahak 35 Evsat<br />
Oğlu Kamal 13 Müceddeden<br />
ednâ<br />
OğluKabriyel 8 Sabî<br />
135
136<br />
NURŞEN GÖK<br />
Musa 30 Evsat<br />
Oğlu Kamal 10 Müceddeden<br />
ednâ<br />
Salamon 6 Sabî<br />
Yimtok 25 Adana'ya<br />
gitmişdir.<br />
Oğlu Kabriyel Tevellüd 13 Z.<br />
46.<br />
David 25 Evsat<br />
Oğlu Ishak Tevellüd 3 Ra.<br />
48.<br />
Yako 40 Evsat<br />
Devlet Harun 16 Evsat<br />
Daniyel 35 . A' la Kefaletle<br />
İstanbul'a<br />
Tosya' ya<br />
gitmişdir 26 B.<br />
251.<br />
Oğlu Harun<br />
Oğlu Yuda<br />
10<br />
8/10<br />
Müceddeden<br />
ednâ<br />
Sabî<br />
Yeniden<br />
ednâ<br />
Sahak 55 Evsat<br />
Damadı Yuda 30 Evsat<br />
Yetim Şahayin 13 Ednâ Mürd-şud S. 49.<br />
Abraham 40 Evsat<br />
Oğlu Nefir 8 Yeniden<br />
ednâ<br />
Hayim 15 Ednâ 45 'den beri<br />
Kengiri'de<br />
Konorta 60 Ednâ Mürd-şud 1 1<br />
Ra. 250.<br />
Oğlu Daniyel 22 Evsat<br />
Sahak 45 Evsat<br />
Oğlu Yako 13 Mürd-şud 49.<br />
Oğlu Şahayin 22 Evsat<br />
Oğlu Konorta Tevellüd 15<br />
250.<br />
Oğlu<br />
1<br />
Abraham<br />
Yetim Şahayin 13 Ednâ Marhasalan<br />
kefaletiyle [].<br />
Ba-ferman<br />
Frenk<br />
olmuşdur.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Abraham<br />
Oğlu Daniyel<br />
20 Ednâ<br />
Habye 80 Amel-mânde Mürd-şud 3 M.<br />
250.<br />
Hayim<br />
Yasef<br />
10<br />
8/10<br />
Müceddeden<br />
ednâ<br />
Müceddeden<br />
ednâ<br />
Menteş 50 Evsat Mürd-şud 250.<br />
Şemsur 1 Sabî Mürd-şud 250<br />
Sahak oğlu 8/11 Ednâ Mürd-şud 15<br />
Yako<br />
Ra. 250.<br />
Karındaşı<br />
Konorta<br />
51<br />
Kelabe 3 Mürd-şud 1 1<br />
Ra. 250.<br />
Islambollı 25 Evsat<br />
Sahak<br />
Yuda 25 2 sene müddetle<br />
Asitane'ye<br />
gitmişdir 8<br />
.M,251<br />
137
138<br />
Kaynakça<br />
NURŞEN GÖK<br />
1830 Sayımında <strong>Ankara</strong>, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Musa Çadırcı, Yard. Doç. Dr. Latif<br />
Armağan, Yard. Doç. Dr. Sedat Bingöl, Arş. Görevlisi Bekir Koç, <strong>Ankara</strong><br />
Büyükşehir Belediyesi Eğitim Kültür Daire Başkanlığı, <strong>Ankara</strong>, 2000<br />
Ahmet Lütfi, Tarih-i Lütfi. Cilt V., Dersaadet, 1302.<br />
AKGÜNDÜZ, Ahmet -Said Öztürk, Yozgat Temettüât Defterleri I-III, İstanbul, 2000;<br />
Mehmet Ali Gökaçtı, “Maliye Nezareti Temettiât Defterlerine Göre 1845 Yılında<br />
Selanik”, Tarih ve Toplum, sayı 168, Aralık 1997.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, ML.VRD.TMT 144, ML.VRD.TMT 191, ML.VRD.TMT<br />
17359, ML.VRD.TMT, 17162<br />
CEZAR, Yavuz, “18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı Taşrasında Oluşan Yeni Mali Sektörün<br />
Mahiyet ve Büyüklüğü Üzerine”, Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, sayı 9,<br />
İstanbul, Nisan 1996.<br />
ÇADIRCI, Musa, “1830 Genel Sayımına Göre <strong>Ankara</strong> Şehir Merkezi Nüfusu Üzerinde<br />
Bir Araştırma”, Osmanlı Araştırmaları I, İstanbul, 1980.<br />
ÇADIRCI, Musa, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, TTK<br />
Yayınları, <strong>Ankara</strong>, 1997.<br />
ÇAKIR, Coskun, Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 2001.<br />
GROEPLER, Eva, İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Çeviri: Süheyla Kaya, Belge<br />
Yayınları, İstanbul, 1999.<br />
GÜRAN, Tevfik, “Zirai Politika ve Ziraatte Gelişmeler, 1839-1876”, 150. Yılında<br />
Tanzimat, <strong>Ankara</strong> 1992.<br />
GÜRAN, Tevfik, “19.Yüzyıl Temettüât Tahrirleri”, Osmanlı Devletinde Bilgi ve İstatistik,<br />
DİE, <strong>Ankara</strong>, 2000.<br />
GÜRAN, Tevfik, Tanzimat Döneminde Osmanlı Maliyesi; Bütçeler ve Hazine Hesapları (1841-<br />
1861), <strong>Ankara</strong>, 1989.<br />
İNALCIK, Halil, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Belleten, Cilt:<br />
XXVIII/112 (1964), TTK Yayınları, <strong>Ankara</strong>.<br />
İNALCIK, Halil, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri”, Belleten, Cilt:<br />
XXVIII/112 (1964), TTK Yayınları, <strong>Ankara</strong>.<br />
KARAL, Enver Ziya, “Nizâm-ı Cedid’e Dair Lâyihalar”, Türk Tarih Vesikaları Dergisi,<br />
I/6 (1941), II/8 (1942), III/11 (1944), Maarif Vekilliği Yayınları, İstanbul.<br />
ÖNSOY, Rıfat, “Tanzimat Dönemi İktisat Politikası” Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslar<br />
Arası Sempozyumu (<strong>Ankara</strong> 31-Ekim 3 Kasım 1989), <strong>Ankara</strong> 1994.
19.YÜZYIL ORTALARINDA ANKARA YAHUDİLERİNİN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ÖZDEMİR, Rifat, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında <strong>Ankara</strong>, Kültür Bakanlığı Yayınları,<br />
<strong>Ankara</strong>, 1986.<br />
ÖZEL, Oktay, “Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devletinde Bilgi ve İstatistik,<br />
Derleyen: Prof. Halil İnalcık-Prof. Şevket Pamuk, <strong>Ankara</strong> Başbakanlık Devlet<br />
İstatistik Enstitüsü, 2000.<br />
ŞENEL, Şennur, XIX. YY Ortalarında <strong>Ankara</strong> Eyâlet Merkezi’nin Sosyal ve İktisadi Durumu<br />
(H.1260-1261/m.1844-1845 Tarihli Temettuât Defterleri’ne Göre), Yayınlanmamış<br />
Doktora Tezi, Tez Danışmanı: Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız, Gazi <strong>Üniversitesi</strong><br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı, <strong>Ankara</strong>,<br />
2002<br />
Takvim-i Vekayi, 19 Zilhicce 1254, Nr. 177.<br />
139
Osmanlı Devleti’nde Kadınlara Yönelik Tarih<br />
Öğretimi Çabaları ve Ali Seydi Bey’in Kızlara<br />
Mahsûs Târîh-i Osmânî Adlı Eseri<br />
Attempts of History Education for Women in the<br />
Ottoman State:<br />
A School textbook Ottoman History for Girls<br />
Özet<br />
İsmail Güven ∗<br />
Ümüt Akagündüz ∗∗<br />
Bu makalede Osmanlı Devleti’nde kızlara yönelik tarih öğretimi<br />
çabaları içinde oluşturulmuş olan “Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî” kitabı,<br />
tarih eğitimi ve kadın eğitimi bağlamında incelenmiştir. Osmanlı<br />
Devleti’nde eğitim Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra değişmeye<br />
başlamıştır. Modernleşme paralelinde açılan yeni bürokratik kurumların<br />
nitelikli eleman ihtiyacını artırması eğitimin devlet tarafından yeniden<br />
organize edilmesine ve yeni eğitim kurumlarının doğmasına yol açmıştır.<br />
Bu yenileşme sürecinde hem tarih eğitimi hem de kadın eğitimi farklı bir<br />
şekilde ele alınmıştır. Bu çerçevede devlet tarafından XIX. yüzyılda açılan<br />
kadın merkezli eğitim kurumları II. Meşrutiyet döneminde daha kapsamlı<br />
hale gelmiştir. Tarih eğitimine de yansıyan bu durum yeni ders<br />
kitaplarının yazılmasına neden olmuştur. Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî bu<br />
ders kitaplarından birisidir. 1917’de basılan eserin yazarı Ali Seydi Bey’dir.<br />
Çalışma iptidai okulları için hazırlanmıştır. Kronolojik anlatıma sahip<br />
olan eser, kısa ve öz tarih bilgisi vermektedir. Çeşitli resimler ve<br />
fotoğraflar ile zenginleştirilen çalışmanın en dikkat çekici özelliği kızlar<br />
için yazılmış olmasıdır. Ali Seydi Bey’e göre vatanperver kuşakların<br />
yetiştirilmesinde anneye büyük roller düşmektedir. Bu nedenle kadınlar<br />
geçmişi çok iyi bilmelidirler.<br />
Anahtar Kelimeler: Modernleşme, tarih eğitimi, kadın eğitimi<br />
∗ Doç. Dr., <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Bilimleri Fakültesi,<br />
Ismail.Guven@education.ankara.edu.tr.<br />
∗∗ Arş. Gör., <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Bilimleri Fakültesi, umutakagunduz1@gmail.com.
142<br />
Abstract<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
This article elicits the teaching of history and women education in<br />
the Ottoman State in terms of a textbook entitled Ottoman History for<br />
Girls, which was part of the history curriculum. Education in the<br />
Ottoman State changed dramatically after the proclamation of the<br />
“Imperial Edict” (Tanzimat Fermanı). The need of new manpower with<br />
different qualifications for newly constituted state institutions gave rise<br />
to the establishment and organization of new educational institutions in<br />
the western lines. These attempts changed the direction of women<br />
education as well. New established schools for girls have been opened<br />
after the Second Constitutional Era in Ottoman State. The new<br />
curriculum and the lessons have been included in the educational system<br />
and new textbooks have been published. History textbooks were one of<br />
the important subjects in the primary schools (iptidai mekteps). The<br />
division of boys and girls in primary schools gave rise to the writing of<br />
books especially for girls. The book entitled Ottoman History for Girls was<br />
written in 1917 by Ali Seydi for the girls in primary schools and is a<br />
product of gender based perception. Ottoman History for Girls, which is<br />
enhanced by visual material such as pictures and maps aiming to provide<br />
short chronologic information about Ottoman history, also uses<br />
historical material to give them advice on topics such as being a “good<br />
mother”. For being “good mother” girls should have been aware of their<br />
past.<br />
Key Words: Modernization, History of Education, Women’s<br />
Education.<br />
Giriş:<br />
Osmanlı Devleti’nde tarih öğretimi ilk yenileşme hareketleri ile ele<br />
alınmaya başlamış, fakat erkek egemen bakış açısı ders kitaplarına egemen<br />
olmuştur. Modernleşme ile toplumsal ve eğitimsel yaşamda yaşanan değişiklikler<br />
ve gelişmeler kadının konumunun yeniden gözden geçirilmesini sağlayarak<br />
önceki dönemlerden farklı bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Bu makalede<br />
kadın eğitiminin, Osmanlı Devleti’ndeki boyutları paralelinde tarih ders<br />
kitaplarına yansıma biçimlerinden birisi çözümlenerek II. Meşrutiyet döneminde<br />
tarih öğretiminde izlenen yöntemler ele alınmıştır.<br />
Osmanlı Devleti’nin merkezi otoriteyi güçlendirebilmek için oluşturduğu<br />
bürokratik kurumları idare edebilecek yetişmiş insan potansiyeline duyduğu<br />
ihtiyaç, yeni eğitim kurumlarını da yanında getirmiştir. Sanayileşmenin<br />
gerçekleşmemiş olması nedeniyle teknik eğitimden ziyade eskinin kalemiye
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
sınıfını ilmiye sınıfına karşı güçlendiren yeni eğitim anlayışı, devleti dinin<br />
kontrolünden kurtararak dini devlet kontrolü altına almaya çalışmıştır. Ortaya<br />
çıkan yeni ulaşım ve iletişim araçları bu noktada merkezin elini güçlendirerek<br />
devletin simgelerinin yayılımını sağlamaktaydı. Ancak her ne kadar bu simgeler<br />
yayılıp, devlet XVIII. yüzyıla göre daha sağlam bir merkezi otoriteye sahip<br />
olarak ömrünü uzatmayı başarmış olsa da kapitalist sürecin ulus-devlet yapılarını<br />
destekleyip imparatorlukları parçalama politikası izlemesi, azınlıkların ve yabancı<br />
güçlerin özellikle iktisadi zayıflıktan yararlanarak ülkenin siyasal, toplumsal<br />
yapısını dönüştürmeye çalışmalarına yol açmıştır. Aydınlar arasında bu noktada<br />
güç kazanan liberal fikirler, bireyin toplumdaki yerinin ve siyasal konumunun<br />
tartışılmaya başlanmasına yol açmıştır. Aslında sanayileşen dünyada Osmanlı<br />
Devleti XVIII. yüzyıldan sonra Avrupa’yı dönüştüren süreci kendi feodal yapısı<br />
ile bütünleştirerek yani bir yandan yeniyi kurup bir yandan eskiyi korumaya<br />
devam ederek varlığını sürdürmüştür. 1<br />
Modernleşmenin getirdiği değişiklikler ve gelişmeler toplumun tamamının<br />
bilginin üretimi-yayılımı sürecine dâhil olmasını sağlayacak cinste değildir.<br />
Eğitimin İslam dünyasındaki temel işlevi hem bu dünyada hem de öteki<br />
dünyada kişinin mutlu olmasını sağlamaktır. Bu işlevin içinde kadın ilköğretim<br />
sonrası eğitimde hiçbir şekilde merkezde değildir. 2 Ama yinede kadınların ve<br />
kızların toplumsal konumlarını olumlu yönde geliştirmeyi amaçlayan devlet<br />
merkezli girişimler, büyük kentler merkezde olmak üzere XIX. yüzyıldan<br />
itibaren toplumsal bir dönüşümün ve birikimin oluşmasına yardımcı olmuştur.<br />
Avrupa’dan farklı olarak Osmanlı toplumunda kadının kamusal alana girişi<br />
Batı’nın tersine sanayiden önce eğitim alanında yaşanmıştır. Toplumsal yapı<br />
içinde kadın eğitimi iyi eş, iyi anne beklentisine tabi tutulmuş, Batı’dan alınan<br />
eğitsel uygulamalar erkek egemenliğine bağımlı hale getirilmiştir. 3 Tanzimat’tan<br />
itibaren bu beklenti İstanbul merkezde olmak üzere şehirli kadınları hedef alarak<br />
eğitim paralelinde hayata geçirilmeye çalışılmıştır. 4 Burada gözden kaçırılmaması<br />
gereken nokta devletin bütün modernleşme sürecinde olduğu gibi esas hareket<br />
ettirici unsur olması nedeniyle, kadının toplumsal konumunun da yukarıdan<br />
aşağıya bir değişime tabi tutulmasıdır. Bu eksende makalede kadın eğitiminin<br />
Osmanlı Devleti’ndeki tarihsel gelişimi konu edilerek Ali Seydi Bey’in yaşam<br />
1 İlhan Tekeli, “Türkiye’de Siyasal Düşüncemizin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı”,<br />
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Modernleşme ve Batıcılık, C.3, İletişim Yay., İstanbul 2002,<br />
s.19–43.<br />
2 Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı Modernleşme Döneminde Kız Eğitimi”, Kebikeç, Sayı<br />
10, 2000, s.224.<br />
3 Fatmagül Berktay, “Doğu ile Batı’nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgulanışı”,<br />
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İletişim Yay., İstanbul<br />
2002, s.275–286.<br />
4 İsmail Güven, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadın Eğitimi Düşüncesinin Gelişimi”,<br />
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt 34, Sayı 1–2, <strong>Ankara</strong> 2001, s.64.<br />
143
144<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
öyküsü paralelinde 1333(1917)’te basılan Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı<br />
eserin tarih öğretimi, kadın eğitimi ve toplumsal tarih açısından önemi<br />
irdelenecektir.<br />
Osmanlı’da Kadın Eğitimi Çabaları:<br />
Osmanlı Devleti’nde kadının konumunu yenilemeye yönelik ilk girişimler<br />
Tanzimat’ta başlamıştır. 1858 tarihli Arazi Kanunnâmesi erkeğin yanında kadına<br />
da veraset hakkı tanımıştır. Kölelik ve cariyelik bu yıllarda kaldırılırken kadın<br />
eğitimine yönelik ilk adımlar da kendisini göstermeye başlamıştır. 5 Kadınları<br />
kamusal yaşama dâhil edebilmek için atılan adımlar kadın eğitimi sorununu da<br />
yanında getirmiştir. Tıbhâne-i Amire bünyesinde 1842 yılında bir ebe okulunun<br />
açılması ve bu okulda iki Avrupalı bayanın ebe olarak görevlendirilmesi<br />
başlangıç olması nedeniyle önemlidir. Bu okulda verilen eğitim sonrasında 10<br />
Müslüman, 26 Gayrimüslim kadın ebe olarak mezun olmuştur. 6<br />
Tanzimat dönemi eğitim politikalarında rüşdiyeler merkezdedir. Bu sebeple<br />
kadın eğitiminin ilk yansımalarını rüşdiyeler paralelinde görüyoruz. Açılan ilk kız<br />
rüşdiyesi 1859 tarihli Cevri Usta İnâs Rüşdiyesidir. Buna Cevri Kalfa İnâs<br />
Rüşdiyesi, Sultânahmet Kız Rüşdiyesi de denmiştir. 7 1877-1878’de İstanbul’da<br />
309 talebesi, 38 muallimi olan 9 kız rüşdiyesi bulunmaktaydı. Aynı tarihte<br />
toplam 1795 öğrencisi olan 21 erkek rüşdiyesi mevcuttu. 1901–1902 yılında ise<br />
aynı kentte 16’ya çıkan kız rüşdiyelerinde 70 öğretmen, 1738 öğrencinin<br />
eğitimini üstlenmiştir. 8 Kızlar için açılan bu rüşdiyelerin amacı, erkek bakış<br />
açısıyla oluşturulmuştur. Rüşdiyeler gerekli dini ve dünyevi bilgileri vererek<br />
kadınların iffetlerini korumalarını ve kocalarına yardımcı olmalarını<br />
amaçlamaktaydı. 9 1862’de özel bir komisyonun çalışmaları sonrasında iptidailer<br />
ele alındı. Ancak iptidai meselesinde en ciddi problemin ders verecek öğretmen<br />
sayısının azlığında toplanması nedeniyle devlet öğretmen okullarına odaklandı.<br />
Osmanlı Devleti’nde yabancıların kızların eğitimiyle ilgilenmeleri daha<br />
erken tarihlerde ele alınmıştır. 1839’da İstanbul’da Fransızlar tarafından açılmış<br />
19 tane kız okulu bulunmaktaydı. Bu okullar İstanbul’un varlıklı Türk ailelerinin<br />
5 Şehmus Güzel, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Toplumsal Değişim ve Kadın”,<br />
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3–4, İletişim Yay., İstanbul 1985,<br />
s.858–860.<br />
6 Osman Ergin, İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve San’at Müesseseleri Dolayısıyla Türkiye<br />
Maarif Tarihi, Cilt 1–2, Eser Kültür, İstanbul 1977, s.541–542.<br />
7 Yahya Akyüz, “Osmanlı Son Döneminde Kızların Eğitimi ve Öğretmen Faika<br />
Ünlüer’in Yetişmesi ve Meslek Hayatı”, Milli Eğitim, Sayı 143, <strong>Ankara</strong> 1999, s.14.<br />
8 Osman Ergin, a.g.e., s.912–913, Ayla Oktay, Cemil Öztürk, Türkiye’de Kızların Eğitimi,<br />
Eğitimde Nitelik Geliştirme, İstanbul 1991, s.43.<br />
9 Osman Ergin, a.g.e., s.458; Mahmut Cevat, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve<br />
İcraatı, İstanbul 1338, s.74–75.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
de ilgisini çekmiş, pek çok aile kızlarını bu okullara göndermiştir. 10 1869 tarihli<br />
Fransa Maarif Teşkilatı örnek alınarak çıkartılan Maârif-i Umûmiyye<br />
Nizâmnamesi bütün Osmanlı eğitim sistemini çağın koşullarına uygun olacak<br />
şekilde geliştirmeyi, dönüştürmeyi amaçlamıştır. Kız eğitimi de nizâmnamenin<br />
konularından birisidir. Nizâmnamenin 11, 12, 22 ve 23 maddeleri kız sıbyân<br />
okulları ve kız rüşdiyeleri ile ilgilidirler. 11 Kızlara 6–10, erkeklerin 7–11 yaş<br />
arasında iptidailere devam zorunluluğu getirilir. Ayrıca bir yerde iki okul varsa<br />
birinin kızlara ötekinin erkeklere ayrılması kararlaştırılmıştır. 12<br />
Nizâmnamede erkek merkezli bakış açısının etkisi izlenebilmektedir.<br />
Eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenen ilk kız mekteplerinin ders programları erkek<br />
okullarla aynıdır. Kız okullarının İstanbul dışında da hayata geçirileceği<br />
kararlaştırılmış, bu okullardaki öğretmenlerin sadece kadınlardan oluşacağı,<br />
ancak yeterli kadın öğretmen bulunmadığından yaşlı ve edep sahibi erkek<br />
öğretmenlerin de bu okullarda görevlendirilebileceği kabul edilmiştir. İhtiyacın<br />
bu şekilde giderilmesi okulların yaygınlaşmasını engelleyen etmenlerden birisi<br />
olmuştur. Örneğin 1875’te Isparta’da açılan bir kız rüşdiyesine yaşlı bir erkek<br />
hoca tayin edilmiş; ama onun vefatı sonrasında 1907 yılına kadar ölçütlere uyan<br />
öğretmen bulunamadığından okul kapalı kalmıştır. 13 Özellikle mali sıkıntılar<br />
nedeniyle erkeklerin eğitimine öncelik verildiğinden kız eğitimi için<br />
Nizâmnamede planlananlar tam olarak yerine getirilememiştir. 14<br />
Eğitimdeki niceliksel değişmenin II. Abdülhamit dönemindeki hızı kızların<br />
eğitimini de etkilemiş bu dönemde taşraya yayılan kız rüşdiyesi sayısı 74’e<br />
ulaşmıştır. Ancak imparatorluğun periferik yörelerinde bir kız rüşdiyesi kurmak<br />
geleneksel direnç noktaları sebebiyle gerçekten de zordur. Ulaşım ve iletişim<br />
araçlarının merkezden yola çıkarak yakın çevrelere yayılması ve geç<br />
aydınlanmanın erken aydınlarının özellikle Balkanlar ve Batı Anadolu kıyılarında<br />
etkin olmaları, modern eğitim kurumlarının geleneksel direnç noktalarına<br />
yayılımını şekillendiriyordu. 1899-1902’de Bağdat valiliği yapan Namık Paşa, bir<br />
kız rüşdiyesi kurmak istediğinde yerel ileri gelenlerin tepkisi ile karşılaşmış,<br />
kararlılığı sayesinde çevreleyen binaların ondan büyük olmaması, yakınından<br />
genç erkeklerin geçmemesi şartıyla rüşdiyenin açılmasını sağlamıştır. 15<br />
İlk kız sanayi mektebi denemesini Tuna valiliği sırasında Mithat Paşa<br />
yapmıştır. 1865’te Rusçuk’ta bir Kız Sanayi Mektebi açılmıştır. Mektebin amacı<br />
10 Yahya Akyüz, 1999. s.16.<br />
11 Hasan Ali Koçer, Eğitim Sorunlarımız Üzerine İncelemeler ve Düşünceler, Türk Eğitim<br />
Tarihi Araştırmaları No:3, Şafak Matbaası, <strong>Ankara</strong> 1975, s.18–19.<br />
12 Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 1993, s.86–87.<br />
13 Yahya Akyüz, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadınların Okul Yöneticiliği”, Tarih ve<br />
Toplum, Sayı 207, Mart 2001, s.57–63.<br />
14 Selçuk Akşin Somel, a.g.m., s.227–228.<br />
15 Selçuk Akşin Somel, a.g.m., s.232.<br />
145
146<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Rumeli’deki ordunun elbise ihtiyacını karşılayabilmek için açılan fabrikada<br />
çalışacak kişileri eğitmektir. Bu örnekten yola çıkarak 1869’da Yedikule’deki<br />
fabrikalar içinde bir Kız Sanayi Mektebi açılmıştır. 16 Bu okullar kız ve erkek<br />
sanat okullarına doğru atılan ilk adımlar sayılırılar. 17 1903 yılında İstanbul yatılı<br />
kız sanayi mektebinde 6 memur, 24 muallim, 112 öğrenci bulunmaktaydı.<br />
İstanbul yatısız sanayi mektebinde ise 4 memur, 18 muallim, 194 öğrenci;<br />
Üsküdar yatısız kız sanayi mektebinde ise 5 memur, 14 muallim, 167 öğrenci<br />
bulunmaktaydı. 18 Bu arada kızlara güzel sanatlar alanında da yüksek öğrenim<br />
vermek için Kasım 1914’te İstanbul’da İnâs Sanâyi-i Nefise Mektebi<br />
açılmıştır. 191921’de Sanâyi-i Nefise Mekteb-i Âlisi adını alan bu okul 1926’da<br />
Güzel Sanatlar Akademisine dönüştürülmüştür. 20<br />
Kızlar için açılan eğitim-öğretim kurumlarının temel sıkıntısı başlangıçtan<br />
itibaren bu kurumlarda çalışacak kadın öğretmen ve eğitici sayısının azlığıdır. Bu<br />
sebeple kadın öğretmen yetiştirebilmek için 1870’te Dârülmuallimât<br />
kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nde kadın öğretmen kavramına Dârülmuallimât<br />
öncesinde de rastlanmaktadır. Bazı bilgili kadınların evlerinde kız çocuklarına<br />
yüzeysel de olsa eğitim verdiklerini görmekteyiz. Bu tür okullar “kadın<br />
öğretmenli ev sıbyân mektepleri” olarak tanımlanabilirler. 21 1869 tarihli Maârif-i<br />
Umûmiyye Nizâmnamesi’nin 68–78 maddeleri açılması kararlaştırılan kız<br />
öğretmen okuluna aittir. 8 Şubat 1870’te Sultânahmet’te Yerebatan semtinde<br />
kiralanmış ahşap bir binada Maârif Nazırı Safvet Paşa’nın başkanlığında yapılan<br />
sınav sonrasında 32 kız başarılı olmuş, 26 Nisan 1870’te Dârülmuallimât<br />
açılmıştır.<br />
Dârülmuallimât’ın açılış konuşmasında Safvet Paşa, kadının annelik<br />
rolünden yola çıkarak kadın eğitiminin önemine, doğu ülkelerinin kadın<br />
eğitimine yeterli özeni göstermemeleri nedeniyle geri kaldıklarına, tıpkı<br />
Avrupa’da olduğu gibi İslam dünyasında da kadının uğraşacağı çeşitli sanatlar ile<br />
ülkelerine katkılarda bulunabileceklerine dikkat çeker. 22 Dârülmuallimât,<br />
iptidailer ve rüşdiyeler olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır. 23 Mebadi-i Ulûm-ı<br />
Diniye ve Ahlâk, Kavâid-i Lisan ve İnşa, Hesap, Nakış ve Ameliyât-ı Hayatiye,<br />
Resim, Hatt-ı Sülüs ve Nesih, Tarih-i Osmanî, Coğrafya, Rik’a ve Müzik okulda<br />
16 Osman Ergin, a.g.e., s.686.<br />
17 Hasan Ali Koçer, a.g.e., s.17.<br />
18 Osman Ergin, a.g.e., s.913.<br />
19 Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma<br />
Kurumu Yay., <strong>Ankara</strong> 1991, s.103.<br />
20 Hasan Ali Koçer, a.g.e., s.33.<br />
21 Yahya Akyüz, “Osmanlıda Kadın Öğretmenli Sıbyan Mektepleri (Amerikan ve<br />
Fransız Eğitim Tarihinden Benzeri Örnekler)”, OTAM, Sayı 15, <strong>Ankara</strong> 2004, s.1.<br />
22 Hasan Ali Koçer, a.g.e., s.20–21.<br />
23 Tevfik Temelkuran, “Türkiye’de Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu”, Belgelerle Türk<br />
Tarihi Dergisi, Sayı 36, 1970, s.61–66; Mahmut Cevat, a.g.e., s.485–486.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ilk yıllarda okutulan derslerdir. 24 Dârülmuallimât’ın bu ders programı ilerleyen<br />
yıllarda değişmiştir. Özellikle Ayşe Sıdıka Hanım bu noktada önemli katkılarda<br />
bulunmuştur. Onun Usûl-ı Tedris dersinin Dârülmuallimât’ın programına<br />
konması ve geliştirilmesindeki çabaları dikkat çekicidir. 1891 yılında Fenn-i<br />
Terbiye ve Usûl-i Tedris dersinin Dârülmuallimât’ın ders programına dâhil<br />
edilmesini sağlamış; ayrıca 1897’de bu kurumda okuttuğu dersin<br />
deneyimlerinden yararlanarak ilk eğitim bilimi kitaplarından birisi olan Usûl-ı<br />
Tâlim ve Terbiye Dersleri adlı çalışmayı yayımlamıştır. 25 Ayrıca 1914-1915’te<br />
yayımlanan Dârülmuallimât Programıyla, Ana Muallime Mektebi kurulması<br />
Türkiye’de anaokulu öğretmeni yetiştirme sürecini de başlatmıştır. 26<br />
Önceden de değindiğimiz gibi üstünde durulması gereken bir başka konu<br />
ise Dârülmuallimât’ta çalışan kadın eğitimcilerdir. Kadın eğitimci bulunmaması<br />
nedeniyle rüşdiyelerde olduğu gibi ilk yıllarda yaşlı ve edepli erkek eğitimciler<br />
aracılığıyla ihtiyaç giderilmiştir. 1880’li yıllardan itibaren kadın eğitimcilerin<br />
Dârulmuallimât’taki etkisi artmaya başlamıştır. Ama Temmuz 1895’te<br />
yayımlanan Dârülmuallimât Talîmâtnâmesi’nde idari yapı erkek merkezli olarak<br />
dönüştürülmüştür. Bu çerçevede okula dış işlerinden ve yazı işlerinden sorumlu<br />
bir erkek müdür, iç işleri için ise erkek müdürün onayı olmaksızın herhangi bir<br />
uygulamaya girişemeyecek olan kadın müdür atanmıştır. 27 Kızlara devlet<br />
tarafından eğitim verilerek kadın üstündeki merkezileşme ve devlet denetiminin<br />
artması yönünde önemli bir modernlik taslağı oluşturan Dârülmuallimât, 28 gerek<br />
nitelik gerekse nicelik bakımından yaşanan sıkıntılar nedeniyle istenilen düzeye<br />
ulaşamamıştır. Eğitim düzeyinin düşüklüğü ve disiplinsizliği bu okula olan<br />
rağbeti azaltmıştır. 29<br />
II. Meşrutiyet dönemi kadınların toplumsal yaşamdaki konumlarının<br />
farklılaşması bağlamında özgün bir yere sahiptir. Jön Türklerin özellikle kadın<br />
eğitiminin üstünde durduklarını görmekteyiz. Batı’da kadının değişen statüsü,<br />
Osmanlı Devleti’nin yıkıcı savaşlarla karşı karşıya kalması ve sansürün<br />
kaldırılmasıyla başlayan zengin düşünsel tartışma ortamı, kadının toplumdaki<br />
fikri ve bedeni yeteneğine artık çok daha fazla ihtiyaç duyulduğunun fark<br />
24 Osman Ergin, a.g.e., s.670–671, İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât<br />
1870, İstanbul Kız Muallim Mektebi Yay., İstanbul 1933, s.3–4.<br />
25 Emine Kocamanoğlu, “Eğitim Hakkındaki Görüşleri ve Ayşe Sıdıka Hanım”, Tarih ve<br />
Toplum, Sayı 189, 1999, s.51–55.<br />
26 Yahya Akyüz, “Anaokullarının Türkiye’de Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”, Milli Eğitim,<br />
Sayı 132, <strong>Ankara</strong> 1996, s.7–13, Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası,<br />
TTK, <strong>Ankara</strong> 1996, s.17.<br />
27 Yahya Akyüz, “Türkiye’de Çağdaş Anlamda Öğretmenlik Mesleğinin Doğuşu”,<br />
Türkler, Cilt 15, Yeni Türkiye Yay., İstanbul 2001, s.19.<br />
28 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., <strong>Ankara</strong> 2010, s.182.<br />
29 İsmail Güven, Türk Eğitim Tarihi, Naturel Yay., <strong>Ankara</strong> 2010, s.147.<br />
147
148<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
edilmesini sağlamıştır. 30 Basında yaşanan tartışmalarda bazı sert İslamcı kesimler<br />
hariç aydınların çoğununun kadın eğitimi konusundaki olumlu gelişmeleri<br />
savunduklarını görmekteyiz. 31 II. Meşrutiyet yıllarında modernleşme, kendinden<br />
önceki dönemlerden farklı olarak sadece yoğun bir siyasi çerçeveye sahip<br />
olmamış, toplumsal dönüşümü sağlayacak adımları da hızlandırmıştır. Bu<br />
toplumsal hızlanmayı özellikle kadının modernleşme paralelindeki<br />
dönüşümünde izleyebilmek mümkündür. Kadında yaşanan en ufak şekilsel ya<br />
da niteliksel değişme eskiye muhalefet anlamına gelerek aydınların<br />
modernleşmeyi savunmalarına yardımcı olmuştur. 32<br />
Kendinden önceki dönemlerden farklı olarak kadın merkezli tartışmaların<br />
dönemin düşünsel kutuplarının etkisinde geliştiğini görmekteyiz. Batıcılık,<br />
Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük kadına bakışın sınırlarını çizmiştir. 33 II.<br />
Meşrutiyet’in eğitim alanındaki farklılaşmasının dikkat çekici özelliği,<br />
İttihatçıların üst kademe kadın eğitimine eğilerek bir eğitimli 34, mücadeleci kadın<br />
çizgisi yaratmaya çalışmalarıdır. II. Meşrutiyet dönemi kadın hareketinin<br />
özellikle basın hayatında ve dernekleşme noktasında kazandığı hız, bu durumun<br />
niteliğini somutlaştırmaktadır. 35<br />
II. Meşrutiyet yıllarında Dârülmuallimât’ta görev yapan kadın<br />
öğretmenlerin sayısında belirgin bir artış görülmüştür. 36 1916–1917 öğretim<br />
yılında Dârülmuallimât’ta 803’ü yatılı, 276’sı gündüzlü olmak üzere 1079 tane<br />
öğrenci bulunmaktaydı. 37 Bu yılların kurumsal anlamda en önemli girişimleri ise<br />
kız idadi ve kız darülfünunun açılmasıdır. İlk kız idadisi İnâs İdadîsi adıyla<br />
1911’de İstanbul’da açılmıştır. 38 1913–1914 ders yılında bu idadi önce İstanbul<br />
İnâs Sultânisi, 1915’te ise Bezmi Âlem Sultânisi adını almıştır. Taşrada<br />
sultânilerin yayılması ise ancak Cumhuriyet yıllarında mümkün olmuştur. 39 1914<br />
yılında İnas Darülfünunu adıyla ilk kadın üniversitesi açılmıştır. Edebiyyât,<br />
30 Hasan Ali Koçer, a.g.e., s.27–28.<br />
31 İsmail Güven, Ahmet Rıza’nın Kadın Eğitimine ilişkin Görüşleri, A.Ü. Eğitim Bilimleri<br />
Fakültesi Dergisi, Cilt 31, Sayı 1, <strong>Ankara</strong> 1998, s.150.<br />
32 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İstanbul 1996,s.22.<br />
33 İsmail Güven, 2001, s.67.<br />
34 İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin<br />
Oluşum ve Dönüşümü, TTK, <strong>Ankara</strong> 1999, s.87.<br />
35 Bu konu ile ilgili bak , Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İstanbul 1996.<br />
36 Dârülmuallimâtta görev yapan kadın öğretmenlerin isimleri ve hangi görevde<br />
bulundukları için bakınız; Mustafa Şanal, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen<br />
Okulunda Görev Yapan Kadın İdareci ve Öğretmenler İle Okuttukları Dersler”,<br />
Belleten, Cilt LXVIII, Sayı 253, <strong>Ankara</strong> 2004, s.649–670.<br />
37 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, İstanbul Kız Muallim Mektebi<br />
Yay., İstanbul 1933, s.56.<br />
38 Hasan Ali Koçer, a.g.e., s.30–31.<br />
39 Osman Ergin, a.g.e., s.1431,1444.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
riyâziyyât ve tabîiyyât şubelerinden oluşan kurumun ilk öğrencileri İstanbul<br />
Dârülmuallimât ve Kız İdadisi mezunları olmuştur. 40 Üniversiteye girişte<br />
hazırlanan sınavları geçebilmek için özel dershaneler bile açılmıştır. 41 1914–1919<br />
yılı arasında toplam 129 öğrenci İnâs Dârülfünûnu’na kayıt olmuştur. Bu<br />
öğrenciler sınıfsal açıdan küçük burjuva eğilimi sergileyen memur kökenli<br />
ailelerden gelmektedirler. Öğrencilerin en çok tercih ettikleri alanlar sırasıyla<br />
tabîiyyât, edebiyyât ve riyâziyyâttır. 1920’de Dârülfünûn’a bağlanana kadar İnâs<br />
Dârülfünûnu 53 mezun vermiştir. Bu mezunlar inâs sultâni öğretmenliklerine,<br />
taşra dârülmuallimât müdürlüklerine ve öğretmenliklerine atanmışlardır. 42 1917<br />
yılında Tıbbiye’ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla<br />
beraber peçeyi kaldırmışlardır. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında karma eğitime<br />
geçilmesiyle İnâs Dârülfünûn’u kapatılmıştır. 43<br />
Ali Seydi ve Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî:<br />
Yukarıda incelediğimiz Cumhuriyete kadar geçen süreçte kızların eğitimi alt<br />
kademeden üst kademeye kadar düzenlenmiş, bilginin üretimi ve yayılımı<br />
sürecine kızlarda çekilmiştir. Ancak devletin içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve<br />
ekonomik koşullar eğitimin niceliksel ve niteliksel gelişimini biçimlendirmiştir.<br />
Bu biçimleniş sürecinde devlet eğitici ihtiyacını giderebilmek için eğitimli<br />
herkesten yararlanmaya çalışmış, devlet kademelerinde bulunan pek çok<br />
bürokrat başta öğretmenlik olmak üzere eğitime çeşitli yollardan katkıda<br />
bulunmuşlardır. 44 İncelediğimiz eserin yazarı olan Ali Seydi Bey’de bir bürokrattır,<br />
ama eğitim alanındaki katkıları ve çabalarıyla ilgi uyandıran bir bürokrattır. Bu<br />
nedenle Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı eseri değerlendirmeden önce Ali Seydi<br />
Bey hakkında bilgi vermek yararlı olacaktır.<br />
Süvari kumandanı Üzeyir Paşa’nın oğlu olan Ali Seydi Bey 24 Mart 1870’te<br />
Erzincan’da doğmuştur. 45 Arşiv belgelerinde babasının ismi Aziz Bey olarak<br />
geçmektedir. Ancak babasının ismi Aziz olarak yanlış kaydedilmiştir. 46 Erzincan<br />
Askeri Rüşdiyesi ve Mülkiye İdâdisi’ni bitirdi. Erzincan’daki eğitim öğretim<br />
yıllarında Ali Rıza ve Ali Ferruh beylerle beraber önde gelen şairler arasında yer<br />
40 Yahya Akyüz, 1999, s.23.<br />
41 Şefika Kurnaz, a.g.e., s.102.<br />
42 Bahar Baskın, “II. Meşrutiyet’te Kadın Eğitimine Yönelik Bir Girişim: İnas<br />
Darülfünunu”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 30, İstanbul Mart 2008, s.97–100,<br />
Yahya Akyüz, 2010, s.275.<br />
43 İsmail Güven, 2010, s.190.<br />
44 Erkan Tural, Son Dönem Osmanlı Bürokrasisi: II. Meşrutiyet Dönemi'nde Bürokratlar,<br />
İttihatçılar ve Parlamenterler, TODAİE, <strong>Ankara</strong> 2009, s.49.<br />
45 B.O.A.HH.SAİD.MEM.,12/10, 29 Z 1286/ 24 3 1870; B.O.A. DH.SAİDd, 45/1, 29<br />
Z 1286 / 24 3 1870.<br />
46 Mustafa Uzun, “Ali Seydi Bey”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul<br />
1989, s. 442.<br />
149
150<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
aldı. 47 1891 yılında Mülkiye’nin yüksek kısmından mezun olarak Şûrâ-yı Devlet<br />
Kalemi’nde göreve başladı. 48 Devlet memurluğuna devam ederken dönemin<br />
eğitim kurumlarında da istihdam edilerek hesap, hendese, kitâbet, imla ve tarih<br />
hocalığı yaptı. 49 1894’te Hazine-i Hâssa Tahrirât Kalemi mümeyyizliğine<br />
getirildi. Buradaki görevi sırasında hakkında verilen bir ihbar nedeniyle<br />
tutuklandı. Soruşturma sonrasında arazi-i seniyye başkâtipliği üyeliğiyle 1896’da<br />
Bağdat’a sürgün edildi. 50 1900 yılının sonlarına kadar Bağdat’ta kalan Ali Seydi<br />
Bey Bağdat İdâdisi başta olmak üzere pek çok mektepte dersler verdi. Bölgedeki<br />
aşiret kavgalarının çözümlenmesinde elde ettiği başarılar nedeniyle İstanbul’a<br />
dönmesine izin verildi. 51 Görevlerinde gösterdiği başarılar sebebiyle 1901’de<br />
Hazine-i Hâssa Tahrirât Kalemi 2. Mümeyyizliğine, 1907’de Hazine-i Hassa<br />
Müfettişliğine, 1908’de ise Mülkiye Müfettişliğine getirildi. 52 Kasım 1909’da<br />
Mütemayiz rütbesi ve İkinci Mecidi nişanıyla ödüllendirilerek Sultân Reşat’ın<br />
emriyle kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni daimi azası seçildi. 53 Pek çok yerde<br />
mülkiye müfettişliği yaptıktan sonra 1911’de Adana Vali Vekâletinde<br />
görevlendirildi. Buradaki kısa süreli görevi sonrasında mülkiye müfettişliği<br />
görevine devam etti. 1915’te Bolu Mutasarrıfı olarak görevlendirildi. Bu görevi<br />
sırasında özellikle eğitim alanında yaptığı katkılarla dikkatleri üstüne çekerek<br />
İkinci Rütbe’den Maarif Nişanı ile ödüllendirildi. 54 Kasım 1917’de Çatalca<br />
Mutasarrıfı olan Ali Seydi Bey, bu görevini pek fazla sürdürmemiş, Temmuz<br />
1918’de Mamüretülaziz (Elazığ) valiliğine atanmıştır. 55 Elazığ valiliği görevinden<br />
ayrıldıktan sonra dikkatini tekrar eğitime vermiştir. 1921’de Mülkiye Mektebinde<br />
bir yıl kadar Tarih ve Diplomasi Muharebe Muallimliğinde bulunmuştur.<br />
Cumhuriyetin İlanı sonrasında 1932 yılına kadar liselerde tarih öğretmenliği<br />
yapan Ali Seydi Bey, Ahmet Refik Altınay başkanlığında Tarih-i Osmanî<br />
Encümeni’nin yeniden düzenlemesiyle oluşturulan Türk Tarih Encümeni’ne üye<br />
seçilmiştir. Ancak 1927’de Fuat Köprülü başkanlığında Maârif Vekâletine<br />
47 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Cilt 3, s.1511.<br />
48 Mücellitlioğlu Ali Çankaya, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (1860–1949), Örnek Matbaası,<br />
<strong>Ankara</strong> 1954, s.233.<br />
49 B.O.A. BEO. 192/14340, 15 L 1310/ 2 7 1893.<br />
50 Mustafa Uzun, a.g.e., s. 443.<br />
51 Mustafa Uzun, a.g.e., s.443, Mücellitlioğlu Ali Çankaya, a.g.e., s.233.<br />
52 B.O.A., İ.TAL., 275/1319/Z–176, 17 Z 1319/ 27 3 1902; Mücellitlioğlu Ali Çankaya,<br />
a.g.e., s.233.<br />
53 Mustafa Uzun, a.g.e., s.443.<br />
54 B.O.A. İ.,DH.,1516/1333/Z–13, 05 Z 1333/ 14 10 1915; B.O.A. MF.MKT. 1220/9,<br />
26 Z 1334/24 10 1916.<br />
55 B.O.A.,İ.,DUİT.,42/76, 15 S 1336/ 30 11 1917; B.O.A. DH.İ.UM.EK.,47/131. 11 L<br />
1336/20 07 1918.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
bağlanan encümenin dışında kalmıştır. 1933 yılında Trabzon milletvekili seçilen<br />
Ali Seydi Bey, milletvekili seçildikten altı ay sonra vefat etmiştir. 56<br />
Ali Seydi Bey irili ufaklı 93 tane çalışmaya imza atmıştır. 57 Eğitim<br />
kurumlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelen bu çalışmalar sözlüklerden, tarih,<br />
din ve ahlak kitaplarından oluşmaktadır 58 Bürokrat ve öğretmen olarak Ali Seydi<br />
Bey’in yazdığı bu eserler içinde Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı ilginç eser<br />
eğitim tarihçilerinin gözünden kaçmıştır. Kitabın özellikle kızlara yönelik tarih<br />
dersi olarak adlandırılması tarih öğretimi ve toplumsal cinsiyet konusunu<br />
anlamamız açısından kayda değer özelliklere bürünmesine yol açmıştır. Aslında<br />
çalışmanın içeriği tamamen bir ders kitabı niteliğinde olup, Osmanlı siyasi<br />
tarihinin anlatımına yönelmiş, dönemin ilköğretim okullarında okutulması<br />
hedeflenmiştir.<br />
56 Mehmet Halit Bayri, “Türk Tarih Encümeni”,Türk Dünyası Dergisi, Cilt 3, Sayı 30–31,<br />
1952, s.1212; Mücellitlioğlu Ali Çankaya, a.g.e., s.233, Mustafa Uzun, a.g.e., s.443.<br />
57 Mücellitlioğlu Ali Çankaya, a.g.e., s.233.<br />
58 Bu eserlerin önemlilerini yayın tarihi itibariyle şu şekilde sıralayabiliriz: Mesâil-i<br />
Tabîiyye (İstanbul 1307), Güldeste-i Bedâyi’ (İstanbul 1320), Kitâbet Dersleri (İstanbul<br />
1321), Tertîb-i Cedîd Güldeste-i Bedâyi’ (İstanbul 1322), Seci ve Kafiye Lugatı (İstanbul<br />
1323), Defter-i Galatat (İstanbul 1324), Lugatçe-i Edebiyyat (İstanbul 1324), Resimli<br />
Kamûs-ı Osmânî (İstanbul 1324), Muhtasar Güldeste-i Bedâyî’ (İstanbul 1325),<br />
Hükûmât-ı İslâmiyye Târihi (İstanbul 1327), Lisân-ı Osmânî’de Müsta’mel Lugat-ı<br />
Ecnebiyye (İstanbul 1327), Târih-i İslâm (İstanbul 1327), Târih-i İslâmdan Birkaç<br />
Yaprak: Aşere-i Mübeşşerenin Terceme-i Ahvâl ve Menâkıbı (İstanbul 1327), Târih-i<br />
Umûmî (İstanbul 1327), Sokullu Mehmet Paşa (İstanbul 1327), Tertîb-i Cedîd<br />
Muhtasar Güldeste-i Bedâyi’ (İstanbul 1327), Alemdar Mustafa Paşa yahut Tarih<br />
Tekerrürden İbarettir (İstanbul 1329), Furûk-ı Müteşâbihât ve Müterâdifât (İstanbul<br />
1329), Kızlara Mahsus Terbiye-i Ahlâkıyye ve Medeniyye (İstanbul 1328), Mekâtib-i<br />
İdâdîye Şakirdânına Mahsus Devlet-i Osmâniyye Târihi (İstanbul 1329), Vezâif<br />
Nazariyesi Üzerine Mürettep Ahlâk-ı Dînî (İstanbul 1329), Musavver Dâiretü’l- Maarif<br />
(İstanbul 1332), Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmâni (İstanbul 1333), Musâhabât-ı Ahlâkıyye<br />
(İstanbul 1334), Teşrifat ve Teşkilatımız (İstanbul 1921), Latin Hurûfu Lisanımızda<br />
Kâbil-i Tatbik midir? (İstanbul 1340), Resimli Yeni Türkçe Lügat (İstanbul 1930)<br />
151
152<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Kızlara Mahsûs Tarih-i Osmâni Kitabının Kapak Sayfası<br />
Kapakta, Eser ile ilgili şunlara yer verilmiştir: Ali Seydi, Tarih-i Osmâni Encümeni<br />
A’zâsındandır, Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî, Kısm-ı Evvel, Mekâtib-i İbtidâ’iyye-i<br />
İnâsa Mahsûs olarak tertîb edilmiştir, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, Dersa’âdet–1333.<br />
Ali Seydi Bey tarafından kaleme alınan Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı<br />
ders kitabı 1917 yılında yayımlanmıştır. 48 sayfadan oluşan eser, kızların genel<br />
bir tarih bilgisine sahip olmaları için hazırlanmış olup şu bölüm başlıklarını
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
içermektedir: “Birkaç Söz, Başlangıç, İstiklâl-i Osmânî Birinci Pâdişâh Osmân<br />
Gazi, İkinci Pâdişâh Sultân Orhân Gazî, Üçüncü Pâdişâh Sultân Murâd<br />
Hüdâvendigâr, Dördüncü Pâdişâh Yıldırım Sultân Bâyezîd-ı Evvel, Beşinci<br />
Pâdişâh Sultân Süleymân-ı Evvel, Altıncı Pâdişâh Sultân Mûsâ, Yedinci Pâdişâh<br />
Çelebi Sultân Mehmed-i Evvel, Sekizinci Pâdişâh Sultân Murâd-ı Sânî,<br />
Dokuzuncu Pâdişâh Fâtih Sultân Mehmed-i Sânî, Onuncu Pâdişâh Sultân<br />
Bâyezîd-ı Sânî, On Birinci Pâdişâh Yâvûz Sultân Selîm-i Evvel, On İkinci<br />
Pâdişâh Kanûni Sultân Süleymân, On Üçüncü Pâdişâh Sultân Selîm-i Sânî, On<br />
Dördüncü Pâdişâh Sultân Murâd-ı Sâlis”. Her bölümün sonunda “Niçinler ve<br />
Suâller” başlıkları altında bölümlerde verilen bilgiyi değerlendiren sorular<br />
verilmiştir. “Niçinler” başlığı altındaki sorular öğrencilerin yorumlama<br />
kabiliyetine yönelik sorularken “Suâller” başlığı altındaki sorular öğrencinin<br />
bilgisini ölçmeyi hedeflemiştir. Aynı dönemde Avrupa’da da yaygın olan sorucevap<br />
yöntemiyle eserin ilginç ve okunur hale getirilmesi amaçlanmıştır. Bunun<br />
yanı sıra, eseri zenginleştirmek için o dönem tarih kitaplarında yaygın olarak<br />
kullanılan fotoğraf ve görsellere de yer verilmiştir. Aşağıda bu görsellerden bir<br />
örnek görülmektedir.<br />
Resim–2: Rumeli Hisarı<br />
Eserde çeşitli resim ve haritalar da kullanılmıştır. Beşinci Pâdişâh Sultân<br />
Süleymân-ı Evvel, Altıncı Pâdişâh Sultân Mûsâ başlıklı bölümler haricinde<br />
bütün bölümlerin baş kısmında padişahların resimleri verilmiştir. Ancak bu<br />
resimlerin dışında 35. sayfada verilen “Rumeli Hisarı” alt başlıklı fotoğraf ile 36.<br />
sayfadaki “İstanbul Şehri” alt başlıklı fotoğraf, fotoğraf tekniğinin ders<br />
kitaplarında kullanılması açısında dikkat çekicidir.<br />
153
154<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Resim–3: İstanbul Şehri<br />
Balkan Savaşlarının Osmanlı zihniyet dünyasında yarattığı karmaşa<br />
eserdeki tek haritaya yansımıştır. Sayfa 11’deki “Esir Vatan” alt başlıklı haritada<br />
Balkanların haritası verilmiştir. 59 Haritada dört temel yer adı ile karşılaşmaktayız.<br />
Bunlar: Küçük Asya, Rumeli, Bulgaristan ve Sırbistan’dır. Küçük Asya’nın İzmir<br />
ile Kırklareli kentleri arasında kalan temel kentler, Bulgaristan ve Rumeli’nin<br />
hemen hemen bütün önemli kentleri, Sırbistan’ın ise Niş kenti haritada yer<br />
almaktadır. Rumeli toprakları koyu renk ile gösterilerek farklı bir konuma<br />
taşınmış, vatan parçası olarak tanımlanmıştır. Ayrıca Rumeli haricinde şehir<br />
adlarının yakınına içi dolu daireler ya da yıldızlar yerleştirilmiştir. Bu daire ve<br />
yıldızların işlevi konusunda bir açıklama yapılmamıştır. O yüzden ne anlama<br />
geldikleri tam olarak çıkartılamamaktadır.<br />
Resim–4: Esir Vatan<br />
59 Ali Seydi, Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul 1333.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Eser her ne kadar kızlar için yazılmış olsa da sözü edilen konular genel<br />
tarih konularıdır. Anlatılan konular siyasi tarih olup oldukça özet bir niteliğe<br />
sahiptir. Bu çerçevede aynı süreçte ilköğretimde okutulan tarih ders kitaplarının<br />
da benzer niteliğe sahip oldukları görülmektedir. Örneğin Hüseyin Hıfzı<br />
tarafından 1322’de yayımlanan Hülâsâ-i Târîh-i Osmânî adlı çalışma, bu<br />
karşılaştırmayı yapmamıza yardımcı olabilir. 60 Aynı matbaa tarafından basılan<br />
eser 48 sayfadan oluşmakta olup, soru-cevap yöntemine ve padişah merkezliliğe<br />
dayanmaktadır. Abdülmecit’e kadar olan padişahların dönemleri aynı sorularla<br />
değerlendirilmiş, her dönemden sonra o yılların önemli olayları kronolojik bir<br />
şekilde belirtilmiştir. İptidai mektepleri için hazırlanan çalışmada fotoğraf<br />
tekniğinin ve haritalandırmanın kullanılmadığını, sadece padişah eksenli siyasi<br />
tarih bilgisinin verildiğini görmekteyiz.<br />
Dönemin pek çok tarih ders kitabında olduğu gibi Kızlara Mahsûs Târîh-i<br />
Osmâni’de de Etnosantrik tarih anlayışı kendisini hissettirir. Bir kültür işlevini en<br />
etkin şekilde yerine getirmek için tüm yönlerinin en iyi veya en azından diğer<br />
kültürlerden daha iyi olduğu fikrini telkin etmek anlamına gelen etnosantrizm<br />
eserin pek çok noktasında dikkat çekmektedir. 61 Zihinlerde yaratılmak istenen<br />
millet imajının pek çok örneği de mevcuttur. Tabi bu imaj yaratılırken Heroik<br />
tarih anlayışından yararlanılmıştır. Savaşçı bir aristokrasi ile yönetilmesi, bir<br />
tarım ekonomisi, bir türkü yazını, kişisel yiğitlik ve sadakat tasarımına dayanan<br />
bir ahlak vb. noktalardan oluşan kahramanlık dönemi eksenli kronolojik bir<br />
tarih anlatımı söz konusudur. 62<br />
Eserin başlangıç başlıklı bölümünde Türklerin nereden, neden geldikleri<br />
anlatılarak Cengiz Han faktörüne dikkat çekilmekte, Türk, Türkmen, Tatar etnik<br />
kavramları üstünde durularak, bunların aynı kavme mensup oldukları<br />
belirtilmektedir. Yine Kayı boyunun Anadolu’ya nasıl yerleştiği de kahramanlık<br />
söylemi altında irdelenmiş, Selçuklu Devleti zamanında Osman Bey’in<br />
Karacahisarı ve Bilecik’i nasıl fethettiğinden bahsedilmiştir. 63 Bundan sonraki<br />
bölümlerde Osmanlı tarihi padişahlardan yola çıkılarak irdelenmiş, genellikle iyi<br />
ve kötü özelliklerine dikkat çekilerek kızların gözünde bir erkek imajı<br />
yaratılmaya çalışılmıştır. Ali Seydi Bey, Osman Gazi’nin cesaretinin ve gururunun<br />
üstünde durarak onun herkese İslamiyet’in kuralları ışığında adil davranmaya<br />
çalıştığını, sadece Müslümanları değil Gayrimüslimleri de zalimlerin elinden<br />
kurtardığını söylemiştir. 64<br />
Çalışmada Orhan Gazi zamanı devlet teşkilatlanmasının oluşturulmaya<br />
başlandığı dönem olarak tanımlanmış, yeniçeri ocağının ilk temellerinin onun<br />
60 Hüseyin Hıfzı, Hülâsâ-i Târîh-i Osmânî, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul,1322.<br />
61 William a. Haviland, Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2002, s.520.<br />
62 R.G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Gündoğan Yayınları, <strong>Ankara</strong> 1996, s.101.<br />
63 Ali Seydi, a.g.e., s.4–9.<br />
64 Ali Seydi, a.g.e., s.13–14.<br />
155
156<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
zamanında atıldığı, kendi adına para bastırdığı belirtilmiştir. Ayrıca Alâeddin<br />
Paşa’nın büyük olmasına rağmen tahtı kardeşine bırakmasının önemine vurgu<br />
yapılarak iki kardeşin gayretleri ile beyliğin güçlendiğine dikkat çekilmiştir. 65<br />
Sultan Murat zamanında ise beyliğin güçlenmesi sonrasında hem Hıristiyanların<br />
hem de Anadolu’daki beyliklerin Osmanlı Beyliği’ne tepki göstererek onun<br />
gücünü dizginlemek için çaba harcadıklarına değinilmiştir. Ayrıca Sultan<br />
Murat’ın Germiyanoğulları’nın kızını oğluna almasıyla Kütahya’nın çeyiz olarak<br />
Osmanlı Devleti’ne katıldığı üstünde durulmuştur. 66 Yıldırım Bâyezîd’in tahta<br />
geçerken Orhan Bey’den farklı olarak kardeşini öldürtmesinin zararına değinen<br />
Ali Seydi Bey, sonraki yıllarda kardeş katli nedeniyle devletin pek çok kıymetli<br />
şehzadesini yitirdiğini söylemektedir. Ayrıca Yıldırım Bâyezîd’in yaptığı fetihler<br />
ve bu fetihler sonrasındaki Timurlenk olayı konu edilir. 67 Eserde bir tane dipnot<br />
bulunmakta olup, Fetret Dönemi şehzadelerinden Süleyman ve Musa<br />
şehzadelerin padişah kabul edilip edilmeyecekleri ile ilgilidir. Ali Seydi Bey, bu<br />
şehzadelerin cüluslarını vermeleri ve bir sürede olsa saltanat sürmeleri nedeniyle<br />
padişah olarak kabul edilmeleri gerektiğini belirterek tarih yazımının da buna<br />
göre yeniden gözden geçirilmesini istemektedir. 68 Çelebi Mehmet zamanında ise<br />
devletin Timurlenk faciası sonrasında kendisini tekrar toplamaya çalıştığı, bir<br />
taraftan kardeş kavgasına, bir taraftan da dış tehditler ile uğraştığına<br />
değinilmiştir. 69 Düzmece Mustafa olayı ile başlayan İkinci Murat dönemi ise Ali<br />
Seydi Bey’e göre devletin esas anlamda toparlandığı, tekrar kendisini hem<br />
Balkanlarda hem de Anadolu’da kabul ettirdiği dönem olup, önemli askeri<br />
başarılar ile doludur. 70 İstanbul’u ele geçiren Fatih Sultan Mehmet ise ülkenin<br />
sınırlarını Tuna sınırlarına kadar genişletmiş, Anadolu’daki huzursuzluğa son<br />
vermiş, donanmayı yapılandırmıştır. Ayrıca beş tane dil bilen Fatih Sultan<br />
Mehmet, edebi yeteneği ile de tanınmıştır. 71 Ali Seydi Bey, İkinci Bâyezîd<br />
dönemini anlatırken Cem Sultan olayı ve bu olaydan Avrupalı devletlerin<br />
yararlanması ile Şii etkisinin Osmanlı Devleti’nde artması ve bunun iç politikaya<br />
yansımalarını irdelemiştir. 72 Yavuz Sultan Selim’in ise gaddarlığından ve gözü<br />
pekliğinden bahsedilerek, İran’ı yenilgiye uğratıp Mısır’ı ele geçirerek Osmanlı<br />
Devleti’ni bütün İslam dünyasının lideri haline getirdiği belirtilmiştir. 73 Kanuni<br />
Sultan Süleyman döneminin Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemi olduğu<br />
değerlendirmesini yapan Ali Seydi Bey, devletin sonraki yıllardaki gerilemesinin<br />
altında yatan nedenleri de burada arar. Özellikle saray kadınları ile yeniçerilerin<br />
65 Ali Seydi, a.g.e., s.15–17.<br />
66 Ali Seydi, a.g.e., s.18–20.<br />
67 Ali Seydi, a.g.e., s.22–24.<br />
68 Ali Seydi, a.g.e., s.28.<br />
69 Ali Seydi, a.g.e., s.29–30.<br />
70 Ali Seydi, a.g.e., s.31–33.<br />
71 Ali Seydi, a.g.e., s.34–36.<br />
72 Ali Seydi, a.g.e., s.38–40.<br />
73 Ali Seydi, a.g.e., s.41–42
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
devlet yönetimine müdahalesinin üstünde durarak bunun ileriki yıllarda ciddi<br />
problemler yarattığına değinir. 74 İkinci Selim dönemi ise eserde tek sayfada<br />
değerlendirilmiş, onun zamanında Sokullu Mehmet Paşa’nın ülke idaresinde<br />
etkin güç olduğuna dikkat çekilmiştir. 75 Eserde en olumsuz değerlendirilen<br />
kısım Üçüncü Murat dönemidir. Erkek kardeşlerini öldürmesinin yanında kız<br />
kardeşlerini Eski Saray’a hapsettirmesi ve kadınlara olan düşkünlüğü nedeniyle<br />
yüz beş tane oğlunun dünyaya gelmesi üstünde durulan konulardır. 76<br />
Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı çalışmayı kadın hareketi bağlamında<br />
değerlendirdiğimizde kadın eğitimine devletin bakış açısının niteliğini tam olarak<br />
yakalayabiliriz. Kadın eğitiminin biçimlenmesinde devlet merkezli bakış açısını<br />
net bir şekilde yansıtan çalışma, kadını erkek eksenli bir konuma oturtmaktadır.<br />
Tabi bu yapılırken Balkan Savaşları sonrasında kendisini daha güçlü<br />
hissettirmeye başlayan milliyetçilik akımından yararlanılarak, tarih eğitimi<br />
bağlamında kadına iyi anne rolü yüklenmektedir. Aslında ortada Tanzimat ile<br />
başlayıp, giderek gelişen bir farklılaşma süreci vardır. Geleneksel kodlarından<br />
kurtarılan kadın hukuki çerçeve içinde milli aile projesinin temel yapı taşı olarak<br />
tanımlanıyor, vatansever olmasının önemi vurgulanıyordu. Kadınlar için açılan<br />
bütün eğitim kurumları da bu vatanseverlik dürtüsünü Osmanlıcı, İslamcı ya da<br />
Türkçü boyutlarında farklı dönemlerde biçimlendiriyordu. Kızlara Mahsûs Târîh-i<br />
Osmânî işte bu vatanseverliği milliyetçilik bağlamında irdeleyerek ilköğretimden<br />
itibaren kadın imajının sınırlarını belirlemekteydi.<br />
“Küçük hanımlar! Bir adam babasını ecdâdını nasıl bilmek öğrenmek ister ise babalarının<br />
babasının halinden bahs iden tarihini de öylece bilmeğe, öğrenmeğe borçludur. Tarihini bilmeyen<br />
insanda ise milliyet fikri olamaz. Efrâdında milliyet ve vatanperverlik hisleri olmayan milletler mahv<br />
olmağa, batmağa mahkûmdur. Bu mutâla’âlar yalnız erkekler içün değildir. İnsanlığın yarısı demek<br />
olan kadınlara da şâmildir. Çünkü kadınlarda erkekler gibi bir vazîfe-i vataniye ile mükellefdirler.<br />
Ve hatta ben diyebilirim ki erkeklere ilk terbiyeyi viren kadınların vatanperverlik ve milliyetperverlik<br />
işlerinde vazîfeleri daha çok ve daha yüksek ve nâzikdir.” 77<br />
74 Ali Seydi, a.g.e., s.43–44.<br />
75 Ali Seydi, a.g.e., s.45.<br />
76 Ali Seydi, a.g.e., s.47–48.<br />
77 Ali Seydi, a.g.e., s.2.<br />
157
158<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Vatanperver erkekleri yetiştirecek olan Osmanlı kadınları Osmanlı<br />
tarihinin önemli olaylarını, kültürel değerlerini iyi bilerek, Osmanlı Devleti’nin<br />
dostunu, düşmanını tanımlayıp, ona göre kendi tarihini değerlendirmelidirler. 78<br />
Bizim târîh-i millîmiz Târîh-i Osmânî’dir. Târîh-i ‘Osmânî ‘Osmânlıların nereden ve nasıl<br />
çıkup, nerelere geldiklerini ne yaptıklarını kimlerle çarpıştıklarını dine, medeniyete, ‘ilm ve ma’rifete<br />
nasıl hıdmet ettiklerini hangi hareketleri doğru ve hangisi eğri ve hatalı olduğunu bildirir. Bunları<br />
öğrenen her Osmânlı dostunu, düşmanını, mevki’ini ve ona göre ilerisini öğrenir. Dimek Osmânlı<br />
olarak yaşayabilmek içün Osmânlı târîhini iyi bilmelidir. İşte bunun içündir ki Târîh-i Osmânî gayet<br />
mühimdir. Emînim ki siz küçük hanımlar bu lüzûmlu derse pek ziyâde dikkat ederek Osmânlı kızı<br />
olduğunuzu isbât idecek ve ileride Osmânlı evlâdı yetiştireceksiniz.<br />
78 Ali Seydi, a.g.e., s.3.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Ancak eser her ne kadar kadınların toplum içindeki statüsünü<br />
farklılaştırmaya çalışsa da, yine kadını bağımlı ve sınırlı bir unsur haline<br />
getirmekteydi. Kadın konumunu asla unutmamalıdır. Ali Seydi Bey, çalışmasında<br />
bu konumun önemine dikkat çekerek, kadınların erkeklerin çizdiği sınırlar<br />
etrafında hareket etmesini istemektedir. Ona göre iyi bir anne olmak ve önemli<br />
mevkilere gelinmesini sağlamayacak işlerle uğraşmak kadınlar için yeterlidir.<br />
Çünkü kadının söz sahibi olduğu bir dünyada kaos ortaya çıkmaktadır. Ali Seydi<br />
Bey, bu durumun ilk örneğini Yıldırım Bâyezîd dönemini anlatırken vermekte,<br />
onun cesur bir insan olmasının yanında kadınlara düşkülüğüne dikkat<br />
çekmektedir.<br />
“Sultân Bâyezîd askerinin bir kısmıyle Edirne’ye döndü. Öbür askerini Sırbiye’ye gönderdi.<br />
Sırb kralı kızını sultana nikâh etti. Her sene bir virgü vermeyi de vaâd eyledi. Muhârebe bu sûretle<br />
bitti. Bu Sırb kızı Sultân Bâyezîd’ı içkiye alışdırdı. Ahlâkını bozdu. Osmânlı sarâyına işret bu<br />
kadın vâsıtasıyla girdi. Fenâ zevcelerin kocalarına böyle zararları olur.” 79<br />
79 Ali Seydi, a.g.e., s.22–23.<br />
159
160<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Üçüncü Murat dönemini anlatırken kadınların etkisini daha da<br />
netleştirerek şunları söylemektedir.<br />
“Artık Osmânlıların ahlâkı bozuluyordu. Ahlâkın bozulması ise helâkımızı<br />
hazırlıyordu. Bütün işleri kadınlar görüyordu. Kadınların yaradılışı ve inceliği böyle mühim<br />
işlerle uğraşmağa esasen müsâ’id değil iken câhil ve harîs olan o zamânın sarây kadınları<br />
işleri büsbütün karışdırdı, berbâd itti”. 80<br />
Kısacası saray kadınlarının önemli noktalara gelemeyeceğine işaret eden<br />
metin eleştirel bir cinsiyetçi bakış açısı geliştirerek onların siyasete<br />
müdahalesinin devletin işleyişine zarar verdiğini belirtilmektedir.<br />
Sonuç:<br />
Sanayi Devrimi ve sanayileşme sonrasındaki süreçte kadınlar, gelişen<br />
iletişim araçlarından da yararlanarak konumlarını eleştirerek, değiştirmeye<br />
çalışmışlardır. Özellikle eğitim, kadının kendisini ve çevresini fark etmeye<br />
başladığı yıllarda hem kadınlar hem de ulus-devlet yapısını güçlendirmek isteyen<br />
çevreler tarafından kullanılmış, kadın her geçen dönem daha iyi eğitim<br />
olanaklarına sahip olmuştur. Batı dünyasında yaşanan bu gelişmeler,<br />
modernleşmeye çalışan Osmanlı Devleti’ni de etkisi altına almış,<br />
merkezileşmenin ihtiyaç duyduğu bürokratik kademelere insan yetiştirme kaygısı<br />
devlet tarafından eğitimin yeniden organize edilmesine yol açarak yukarıdan<br />
aşağıya uzanan bir dönüşümü şekillendirmiştir. Kadın eğitimi de bu süreçte ele<br />
alınan konulardan birisi olmuştur. Özellikle şehirlerde yaşayan kadınlar,<br />
Tanzimat Fermanı ile başlayıp devletin yıkılmasına kadar uzanan yıllar arasında<br />
devlet merkezli bir modernleşmeye tabi tutulmuşlardır. Devlet tarafından kızlar<br />
ve kadınlar için okullar açılmış, alt kademeden üst kademeye kadar erkekler için<br />
atılan her türlü adım, kızlara da yansıtılmaya çalışılmıştır. Ancak bu adımlar<br />
ülkenin içinde bulunduğu maddi sıkıntılar nedeniyle yetersiz kalmış. Zaten<br />
devlet de bu yetersizliğin önüne geçebilmek için Ali Seydi Bey gibi bürokratları<br />
eğitimci olarak kullanmak zorunda kalmıştır.<br />
Ali Seydi Bey’in yazdığı Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî adlı çalışma, bu<br />
noktada kadın eğitiminin Osmanlı Devleti’ndeki yapılanışını çözümlemede bize<br />
küçük de olsa bir hareket noktası sağlamaktadır. 1917’de basılan eser, genel bir<br />
80 Ali Seydi, a.g.e., s.47
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
çerçevede kız iptidaisi öğrencilerine tarih bilgisi vermeyi hedeflemektedir.<br />
Zengin bir tarih anlatımına sahip olmayan çalışma, küçük kız çocuklarının temel<br />
tarih bilgisi ihtiyaçlarını karşılamak için kaleme alınmıştır. Eserde ileride anne<br />
olacak kızlara, babalarının, atalarının neler yaptıkları anlatılıp, sorular ile birlikte<br />
zihinlerinde bir tarih bilinci yaratılmaya çalışılmıştır. Gerçekten de devletin<br />
kadın eğitimindeki temel çıkış noktası, vatansever, milliyetçi bireyler<br />
yetiştirmektir. Bunu gerçekleştirecek olanlar da annelerdir. Bu nedenle kızlar<br />
daha çocukluklarından itibaren tarihlerini öğrenerek ülkelerinin dostlarını,<br />
düşmanlarını tanıyıp, ona uygun çözümlemelere ulaşabilmelidirler. Burada<br />
gözden kaçırılmaması gereken husus kadının annelik görevi ile tanımlanması<br />
realitesidir. Annelik görevini üstlenen kadın, Ali Seydi Bey’in fikirlerinde o<br />
görevin pek dışına çıkmamalı, ülke üretimine katkılarda bulunacak bazı işleri<br />
yapmalı; ama asla konumunu unutup, üstesinden gelemeyeceği uğraşılara<br />
kalkışmamalıydı. Teknik açıdan kitaptaki fotoğraflar ve harita da<br />
değerlendirilmelidir. Kullanılan iki fotoğraf, bilginin fotoğraf tekniğinden<br />
yararlanılıp, görselleştirilerek verilmeye çalışılması nedeniyle önemlidir. “Esir<br />
Vatan” alt başlığı altında verilen harita ise o dönemde Balkan Savaşları’nın<br />
zihinlerinde yarattığı karmaşayı örneklendirmektedir. Çünkü çalışmanın ilk kısmı<br />
Balkan Savaşları ile ilgili değilken Balkanlarda kaybedilen toprakların harita<br />
olarak kullanılması zihinlerde bir şeylerin canlı tutulmaya çalışıldığına işaret<br />
etmektedir.<br />
Sonuç itibariyle pragmatik kaygılarla yazılmış bir çalışma olmasına rağmen<br />
Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmânî, kendi döneminin koşulları içinde ilköğretim tarih<br />
öğretimi hakkında belli bir fikre ulaşmamızı sağlayarak bizlere kadın<br />
eğitimindeki erkek merkezli devlet bakış açısının niteliğini açıkça yansıtmaktadır.<br />
161
162<br />
Kaynakça<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
Arşiv Belgeleri:<br />
B.O.A. BEO. 192/14340, 15 L 1310/ 2 7 1893.<br />
B.O.A. DH.İ.UM.EK.,47/131. 11 L 1336/20 07 1918.<br />
B.O.A. DH.SAİDd, 45/1, 29 Z 1286 / 24 3 1870.<br />
B.O.A. HH.SAİD.MEM.,12/10, 29 Z 1286/ 24 3 1870.<br />
B.O.A. İ.,DH.,1516/1333/Z–13, 05 Z 1333/ 14 10 1915.<br />
B.O.A. İ.,DUİT.,42/76, 15 S 1336/ 30 11 1917.<br />
B.O.A. İ.TAL., 275/1319/Z–176, 17 Z 1319/ 27 3 1902<br />
B.O.A. MF.MKT. 1220/9, 26 Z 1334/24 10 1916.<br />
Kitap ve Makaleler:<br />
AKYÜZ, Yahya, “Anaokullarının Türkiye’de Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”, Milli<br />
Eğitim, Sayı 132, <strong>Ankara</strong> 1996.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Osmanlı Son Döneminde Kızların Eğitimi ve Öğretmen Faika<br />
Ünlüer’in Yetişmesi ve Meslek Hayatı”, Milli Eğitim, Sayı 143, <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadınların Okul Yöneticiliği”, Tarih ve<br />
Toplum, Sayı 207, Mart 2001.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Türkiye’de Çağdaş Anlamda Öğretmenlik Mesleğinin Doğuşu”,<br />
Türkler, Cilt 15, Yeni Türkiye Yay., İstanbul 2001.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Osmanlıda Kadın Öğretmenli Sıbyan Mektepleri (Amerikan ve<br />
Fransız Eğitim Tarihinden Benzeri Örnekler)”, OTAM, Sayı 15, <strong>Ankara</strong> 2004.<br />
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., <strong>Ankara</strong> 2010.<br />
Ali Seydi, Kızlara Mahsûs Târîh-i Osmâni, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul 1333.<br />
BASKIN, Bahar, “II. Meşrutiyet’te Kadın Eğitimine Yönelik Bir Girişim: İnas<br />
Darülfünunu”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 30, İstanbul Mart 2008.<br />
BAYRİ, Mehmet Halit, “Türk Tarih Encümeni”, Türk Dünyası Dergisi, Cilt 3, Sayı 30–<br />
31, 1952.<br />
BERKTAY, Fatmagül, “Doğu ile Batı’nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgulanışı”,<br />
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İletişim Yay.,<br />
İstanbul, 2002.<br />
COLLİNGWOOD, R.G., Tarih Tasarımı, Gündoğan Yayınları, <strong>Ankara</strong> 1996.<br />
ÇAKIR, Serpil, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İstanbul 1996.
OSMANLI DEVLETİ’NDE KADINLARA YÖNELİK….<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ERGİN, Osman, İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve San’at Müesseseleri Dolayısıyla Türkiye<br />
Maarif Tarihi, Cilt 1–2, Eser Kültür, İstanbul 1977.<br />
GÜVEN, İsmail, “Ahmet Rıza’nın Kadın Eğitimine İlişkin Görüşleri”, A.Ü. Eğitim<br />
Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt 31, Sayı 1, <strong>Ankara</strong> 1998.<br />
GÜVEN, İsmail, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadın Eğitimi Düşüncesinin Gelişimi”,<br />
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt 34, Sayı 1–2, <strong>Ankara</strong> 2001.<br />
GÜVEN, İsmail, Türk Eğitim Tarihi, Naturel Yay., <strong>Ankara</strong> 2010.<br />
GÜZEL, Şehmus “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Toplumsal Değişim ve Kadın”,<br />
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3–4, İletişim Yay., İstanbul,<br />
1985.<br />
HAVİLAND, William A., Kültürel Antropoloji, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2002.<br />
Hüseyin Hıfzı, Hülâsâ-i Târîh-i Osmânî, Şirket-i Mürettebiye Matbaası, İstanbul,1322.<br />
İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Cilt 3.<br />
İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, İstanbul Kız Muallim Mektebi<br />
Yay., İstanbul 1933.<br />
KOCAMANOĞLU, Emine, “Eğitim Hakkındaki Görüşleri ve Ayşe Sıdıka Hanım”,<br />
Tarih ve Toplum, Sayı 189, 1999.<br />
KOÇER, Hasan Ali, Eğitim Sorunlarımız Üzerine İncelemeler ve Düşünceler, Türk Eğitim<br />
Tarihi Araştırmaları No: 3, Şafak Matbaası, <strong>Ankara</strong>, 1975.<br />
KURNAZ, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma<br />
Kurumu Yay., <strong>Ankara</strong>, 1991.<br />
Mahmut Cevat, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı, İstanbul, 1338.<br />
Mücellitlioğlu Ali Çankaya, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler(1860–1949), Örnek Matbaası,<br />
<strong>Ankara</strong>, 1954.<br />
OKTAY, Ayla ve Öztürk, Cemil, Türkiye’de Kızların Eğitimi, Eğitimde Nitelik Geliştirme,<br />
İstanbul 1991.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, TTK, <strong>Ankara</strong> 1996.<br />
SAKAOĞLU, Necdet, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 1993.<br />
SOMEL, Selçuk Akşin, “Osmanlı Modernleşme Döneminde Kız Eğitimi”, Kebikeç, Sayı<br />
10, 2000.<br />
ŞANAL, Mustafa, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen Okulunda Görev Yapan<br />
Kadın İdareci ve Öğretmenler İle Okuttukları Dersler”, Belleten, Cilt LXVIII, Sayı<br />
253, <strong>Ankara</strong> 2004.<br />
TEKELİ, İlhan ve İlkin, Selim, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin<br />
Oluşum ve Dönüşümü, TTK, <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
163
164<br />
İSMAİL GÜVEN – ÜMÜT AKAGÜNDÜZ<br />
TEKELİ, İlhan “Türkiye’de Siyasal Düşüncemizin Gelişimi Konusunda Bir Üst<br />
Anlatı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3, İletişim Yay.,<br />
İstanbul 2002.<br />
TEMELKURAN, Tevfik, “Türkiye’de Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu”, Belgelerle Türk<br />
Tarihi Dergisi, Sayı 36, 1970.<br />
TURAL, Erkan, Son Dönem Osmanlı Bürokrasisi: II. Meşrutiyet Dönemi'nde Bürokratlar,<br />
İttihatçılar ve Parlamenterler, TODAİE, <strong>Ankara</strong> 2009.<br />
UZUN, Mustafa, “Ali Seydi Bey”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul<br />
1989.
Şehzade Evliliklerinde Değişim<br />
Changes in the Marriage of Ottoman Princes<br />
Özet:<br />
Cevdet Kırpık ∗<br />
Osmanlı tarihi boyunca şehzadelerin evlenme ve boşanmalarında<br />
farklı usuller takip edildi. Kuruluş döneminde farklı, yıkılışa doğru daha<br />
farklı bir politika izlendi. Şehzadeler, ilk dönemlerde ileri gelen yerli aile<br />
kızları ve yabancı hanedanların kızlarıyla evlenirlerken, XVI. yüzyıldan<br />
itibaren cariye kökenlilerle evlenmeye başladılar. Kafes sisteminde<br />
şehzadelerin evlenme ve çocuk sahibi olmaları yasaklandığından bir<br />
şehzade ancak tahta çıktıktan sonra evlenebilmekteydi.<br />
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Kafes sistemindeki gevşemeyle<br />
birlikte şehzadelerin evlenmelerinde de değişim yaşandı. Şehzadeler artık<br />
tahta çıkmadan evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya başladılar.<br />
Evlilikler hâlâ cariye kökenli kızlarla yapılmaktaydı.<br />
1909’da ülkede köleliğin tamamen yasaklanması, evlilik yapılacak<br />
adayların kimliğinin sorgulanmasına yol açtı. Yasak, bir taraftan<br />
şehzadelerin tercihlerini etkilerken diğer yandan da çok eşlilik yapılması<br />
konusunun tartışılmasına neden oldu. Bütün bunlara ilave olarak<br />
Osmanlı tarihinde ilk kez şehzade evliliklerinin yapılma usulü yazılı hale<br />
getirildi. Şehzadelerin boşanma usulleri ancak Devlet’in yıkılışına ramak<br />
kala düzenlendi.<br />
Çalışmada şehzade evliliklerinin geçirdiği değişim ile boşanmalar ele<br />
alınmakta, özellikle son dönemdeki örnekler üzerinde durulmaktadır.<br />
Anahtar Kelimeler: Şehzadeler, Evlilik, Boşanma.<br />
Abstract:<br />
The marriage of the Ottoman princes was an important issue and<br />
involved certain procedures. The policies concerning their marriage in<br />
the early Ottoman period were quite different from the late Ottoman<br />
period. While princes married the daughters of the local elite and foreign<br />
∗<br />
Yrd. Doç. Dr., Erciyes <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi, Melikgazi/Kayseri, E-mail:<br />
cevdetk@erciyes.edu.tr.
166<br />
CEVDET KIRPIK<br />
dynasties at the beginning of their establishment, from the 16 th century<br />
onwards they married those having an odalisque background.<br />
Starting from mid-19 th century, a change started to take place in the<br />
marriages of princes. With the loosening of the Cage System, princes<br />
began to marry and have children before stepping up to the throne. At<br />
this point, they were still marrying women of odalisque origin. The<br />
ban of slave trade in 1909, however, brought on a great change and<br />
resulted in strict identity checks for candidates, affected princes’ choices,<br />
and caused polygamy to be debated. Furthermore, for the first time in<br />
Ottoman history, the marriage procedures of princes were approved as<br />
law. Laws relating to their divorce, however, were not observed until<br />
close to the fall of the Empire.<br />
This study examines the transformation of the princes’ marriage<br />
and divorce procedures, by particularly focusing on examples belonging<br />
to the late Ottomans.<br />
Giriş:<br />
Key Words: Ottoman Princes, Marriage, Divorce<br />
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında şehzadeler ileri gelen Türk aileleri,<br />
komşu Türk Beylerinin kızları ya da Bizans’ın önde gelen ailelerinin kızlarıyla<br />
evlenmekteydiler. Padişah olduktan sonra da benzer şekilde civarda bulunan<br />
Hıristiyan yahut Müslüman-Türk hanedan kızlarıyla evlendiler.<br />
Hıristiyan bir kızla ilk evliliği yapan şehzade, Orhan Bey oldu. Yarhisar’ı ele<br />
geçiren Osman Bey, oğluna burayı yöneten Tekfur’un kızı Nilüfer Hatun’u aldı.<br />
Süleyman Şah ile I. Murad bu hatundan doğdu. 1 Daha sonraki yıllarda<br />
Anadolu’daki Müslüman beyliklerin kızlarıyla evlilik yapan şehzadeler oldu. I.<br />
Murat’ın oğlu Yıldırım Bayezid Germiyanoğlu’nun kızı Devletşah ile ve II.<br />
Murad’ın oğlu Mehmed de Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Hatun ile<br />
evlendiler. 2 Evliliklerin bir tanesi kız tarafının teklifiyle diğer ikisi ise erkek<br />
1 Yarhisar Tekfuru’nun kızı Nilüfer Hatun, Bilecik Tekfuru’nun oğluna nişanlıydı.<br />
Düğün esnasında baskın yapan Osman Gazi, gelini esir ederek oğlu Orhan’la evlendirdi.<br />
Aşıkpaşaoğlu bu gelinin adının Ülüfer olduğunu belirtir. Âşıkpaşaoğlu, Âşıkpaşaoğlu<br />
Tarihi, Hazırlayan: H. Nihal Atsız, <strong>Ankara</strong>, 1985, s.26-27; Mehmed Neşrî gelinin adını<br />
Lülüfer olduğunu “Rivayet iderler ki ol gelin ki Yarhisar tekvurınun kızıydı, adı Lülüfer<br />
hatundu.” şeklinde kaydeder. Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ Neşrî Tarihi, cilt: I,<br />
Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat-Mehmed A. Köymen, <strong>Ankara</strong>, 1995, s.103-104. Uluçay<br />
kızın asıl adının Holifira olduğunu belirtir. M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve<br />
Kızları, <strong>Ankara</strong>, 2001, s.3-4.<br />
2 Artık iyice yaşlanan Germiyanoğlu Yakup Bey, kızını Yıldırım Bayezid’le evlendirmek<br />
istedi. Bunun için İshak Fakih elçi olarak görevlendirildi. Elçi, ağır hediyelerle Murad<br />
Bey’e gidip teklifi iletti. Üstelik Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı’nın çeyiz olarak<br />
verileceğini belirtti. Murad Bey’in kabul etmesiyle evlilik kararlaştırıldı. II. Murad ise
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
tarafının isteği ile gerçekleşmişti. Hangi tarafın talebiyle olursa olsun evliliklerin<br />
taraflar arasında dostluk ve barışın nişanesi olduğu yahut buna katkı yapacağı<br />
umulmaktaydı. Bu maksatlarla hanedanın erkek üyeleri, şehzade iken yahut<br />
padişah olduktan sonra civardaki yöneticilerin kızlarıyla evlendiler. Orhan Bey,<br />
Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed, II. Murad, Fatih ve II. Bayezid padişah<br />
olduktan sonra Bizans ve Sırp hanedanına mensup prensesleri yahut Anadolu<br />
Türk Beylerinin kızlarını tercih ettiler. 3<br />
Padişah ve şehzadelerin Türk kızlarıyla evlenme usulü, II. Bayezid devrinin<br />
ortalarından itibaren ortadan kalkmaya başladı, artık cariyelerle evlilik dönemi<br />
geldi. 4 Bu dönemden saltanatın kaldırılmasına kadarki dönemde çok az istisna<br />
ile (Kanunî, Genç Osman, Sultan İbrahim, Abdülmecid) bütün padişahlar<br />
cariyelerle evlendiler. 5 Cariyelerle evlenme usulünün yerleşmesinde Fatih<br />
zamanından itibaren Devşirme kökenlilere sarayda ve devlet yönetiminde ağırlık<br />
verilmeye başlanmasının etkisi vardı. Saraydaki cariyeler ya esir kızların güzelleri<br />
arasından seçilir ya da satın alınırdı. Güzellikleriyle meşhur olan Çerkez, Gürcü<br />
ve Rus cariyeler satın alınmak suretiyle temin edilirlerdi. Cariyelerle evlenme<br />
oğluna, Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızını almak istemişti. Bunun için Amasya’dan<br />
Hızır Ağa’nın karısı gönderildi. Hatun, Süleyman Bey’in beş kızı arasından Sitti Hatun’u<br />
beğendi. Gerekli işlemler yapılarak gelin alındı ve Edirne’ye getirildi. Mehmed Neşrî,<br />
Kitâb-ı Cihan-nümâ, s.203-204; 675-676; Aşıkpaşaoğlu, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, s.60-61, 133-<br />
134. Ayrıca şehzade evlilikleri için bkz. Haldun Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik<br />
Kurumu, <strong>Ankara</strong>, 2004, s.86-87.<br />
3 Örneğin Orhan Bey Bizans hanedan kızlarıyla, I. Murat Bulgar hanedanının kızıyla,<br />
Yıldırım Bayezid Sırp hanedanı ve Aydınoğlu’nun kızıyla, Çelebi Mehmed<br />
Dulkadiroğlu’nun kızıyla, II. Murat Çandaroğlu ve Sırp hanedan kızlarıyla, Fatih Mora<br />
despotunun kızıyla, II. Bayezid Dulkadiroğulları ve Karamanoğlu hanedan kızlarıyla<br />
evlendiler. Hanedan kızlarının dışında üst düzey aile kızlarıyla yahut cariye kökenlilerle<br />
evlilikler de vardı. Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s.3-24.<br />
4 Uzunçarşılı, uygulamanın Kanunî’den itibaren başladığını belirtmektedir. Cariyelerle<br />
evliliğin gerekçesini de Osmanlı Devleti’nin civarında kızlarıyla evlenilecek Anadolu<br />
hükümdar aileleri ve despotluk kalmamasına bağlamaktadır. İ. Hakkı Uzunçarşılı,<br />
Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, <strong>Ankara</strong>, 1988, s.146.<br />
5 Söz konusu padişahlara ilave olarak Sultan Vahdeddin’in son evliliğini yaptığı Nevzad<br />
Hanım da cariye kökenli sayılamaz. Vahdeddin’in sarayında görev yapan Leyla (Açba)<br />
Hanım’ın belirttiğine göre Nevzad Hanım, Arnavud kökenli Şaban Bey’in kızıydı.<br />
Nevzad’ın babası, Bartın’dan İstanbul’a gelmiş, Veliahd Mehmed Reşad’ın<br />
bahçıvanlığını yapmaktaydı. Şaban Bey ölüp annesi de başka biriyle evlenince kendisi,<br />
akrabalarının yanında kalmaya başladı. Bu sırada saray için kız arandığı duyulunca<br />
tanıdıkları vasıtasıyla saraya girdi. Mehmed Reşad’ın ölümü üzerine Vahdeddin’in<br />
sarayında kaldı. Nevzad’ın saraya gelmeden önceki adı Nimet’ti. Saray geleneğine uygun<br />
olarak adı değiştirildi. Çok güzel bir kız olan Nevzad’ı gören Vahdeddin onunla dinî<br />
nikâh kıyarak evlendi. Nevzad Hanım’ın kız kardeşi de saraya alınmıştı ve her ikisi de<br />
ailenin diğer üyelerini biliyor ve irtibatlarını sürdürüyorlardı. Leyla Açba, Bir Çerkes<br />
Prensesinin Harem Hatıraları, İstanbul, 2010, s.395-399.<br />
167
168<br />
CEVDET KIRPIK<br />
geleneğinin yaygınlaşmaya başladığı devirlerden itibaren, sancakta bulunan<br />
şehzadelere de saray tarafından tedarik edilen cariyeler gönderilmekteydi. 6<br />
Şehzade ve padişahların XVI. yüzyılın başlarından itibaren yerli elit<br />
tabakadan kızlarla ve yabancı prenseslerle evlenmemeye özen göstermelerinin<br />
bir takım sebepleri vardı. Bununla, evlenilecek kızın ve ailesinin padişah ve<br />
hanedan üzerinde oluşturması muhtemel politik ağırlık ile bir takım siyasi<br />
arzuların engellenmesi gibi amaçlar güdülmekteydi. 7 Böylece padişahlar,<br />
cariyelerle evlenmek suretiyle otoritelerinin sarsılmasına yol açabilecek bir<br />
durumun önüne geçmiş oluyorlardı. 8 Yine XVI. yüzyılın başlarından itibaren<br />
padişahların çevrede kızlarıyla evlilik yapabilecekleri Türk hanedanlıkları ve<br />
Hıristiyan devlet ya da yönetimler eskiye göre son derece azalmıştı. Mevcut<br />
olanlarla da muhtemelen siyasal alandaki üstünlüğün verdiği güç nedeniyle<br />
evlilik ilişkilerinden kaçınılmıştı.<br />
Kafes Usulünün getirilmesine kadar devam eden cariyelerle evlenme ve<br />
onlardan çocuk sahibi olma şeklindeki uygulama bu sistemle değişime uğradı.<br />
Şehzadelerin sarayın Kafes denilen dairelerinde bir nevi hapis hayatı sürmeleri<br />
nedeniyle onların hizmetine cariyeler verilirdi. Şehzadeler bu cariyelerle<br />
münasebette bulunur, gebe kalanların çocukları bir şekilde düşürülür, yok<br />
edilirdi. 9 Şehzadeler, padişah olduktan sonra çocuk sahibi olabilirlerdi. Ancak<br />
usulün birkaç istisnası da vardı. Bunlardan ilki I. Abdülhamid’e aittir.<br />
Şehzadeliği döneminde bir cariyeden doğan kızı Dürrüşehvar, saray dışında<br />
gizlice büyütülmüş, padişah olunca da saraya getirtilmişti. 10 Yine benzer bir<br />
örnek Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’nin doğumuydu. 11 Şehzade<br />
Abdülaziz’in bir odalığından doğan Yusuf İzzeddin Efendi, Eyüp taraflarında<br />
bir şekilde saklanmıştı. Şehzade oğlunun köle olduğunu söyleyerek saraya<br />
getirtip kendi dairesinde terbiye eder, saray halkı da onu köle olarak bilirdi.<br />
Dönemin padişahı Abdülmecid, durumdan haberdar olduğu halde bilmezlikten<br />
6 Çağatay Uluçay, Harem II, <strong>Ankara</strong>, 1992, s.11–12, 22.<br />
7 Leslie P. Peirce, Harem-i Hümayun Osmanlı İmparatorluğunda Hükümranlık ve Kadınlar,<br />
Çeviren: Ayşe Berktay, İstanbul, 2002, s.49–59. Bunun yanında Fatihten itibaren<br />
civardaki kızlarıyla evlenilecek olan hanedanların yıkılması, padişahların kendilerini diğer<br />
hanedanlardan üstün görmesi, düğün masrafları ve verilecek hediyelerin çokluğu gibi<br />
nedenler cariyelerle evlenmede etkili olmuştu. Uluçay, Harem II, s.39–40. Osmanlı<br />
hanedanının evlilikleri konusunda bkz. Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda Kölelik-<br />
Cariyelik Müessesi ve Osmanlı’da Harem, İstanbul, 1997, s.305–354.<br />
8 Uluçay, Osmanlı hareminde devşirme sisteminin Fatih Sultan Mehmet zamanında<br />
başlayıp hanedanın yıkılmasına kadar devam ettiğini belirtmektedir. Uluçay, Harem II, s.<br />
39.<br />
9 Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, s.115.<br />
10 Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s.110.<br />
11 Yusuf İzzeddin Efendi’nin doğum tarihi 21 Safer 1274/29 Eylül 1857 idi. BOA, İ.<br />
DUİT, 5/110. 18 Teşrinisani 1326/1 Aralık 1910.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
geldi. Sultan Abdülmecid ölüp de Abdülaziz tahta geçince üç yıl önce doğan<br />
oğlunun doğumunu bir hatt-ı hümâyunla ilan etti. 12 Cülustan sonra Dolmabahçe<br />
Sarayı’na davet ettiği Abdülmecid’in çocuklarının huzuruna Yusuf İzzeddin<br />
Efendi’yi getirip, onların ellerini öptürdükten sonra “Bu da sizdendir. Merhum<br />
Efendimiz de biliyordu. Buna bakıverin” dedi.<br />
Yusuf İzzeddin Efendi’nin varlığından haberdar olmasına rağmen<br />
Sultan Abdülmecid’in ses çıkarmaması bu hususta yaşanacak olan önemli bir<br />
zihniyet değişiminin habercisiydi. Aslında bu olay, şehzadelerin hayatındaki çok<br />
önemli değişimin ikincisiydi. Zira Abdülmecid önce Kafes hayatını kaldırmış,<br />
şehzadelerin serbestçe gezip dolaşmalarına müsaade etmişti. Bunun en önemli<br />
delili Abdülaziz’in biat töreninden sonra saraya davet ettiği Abdülmecid’in<br />
evlatlarına hitaben söylediği sözlerdi:<br />
“Size bir vechile sıkıntı çektirmem. Pederinizin zamanında ben nasıl gezdim ise siz de öylece<br />
pâdişah-zâdeliğe yakışacak sûrette gezmelisiniz. Cuma günleri istediğiniz camie gidip namaz kılınız.<br />
Sâir günler okuyup yazınız” demişti.<br />
Cevdet Paşa da konuyla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:<br />
“Fi’l-asl şehzadeler kafeste mevkuf olarak bir mahalle çıkıp gezemezler iken Abdülmecid Han<br />
hazretleri biraderine müstakilen daire verip serbest olarak gezmesine ruhsat vermiş idi.” 13<br />
Şu halde Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılın sonlarından itibaren<br />
uygulanan Kafes sistemi, Abdülmecid Han zamanında (1839–1861) kaldırılmış<br />
oluyordu. Kafes uygulamasını müteakip Yusuf İzzeddin Efendi’nin resmen<br />
ortaya çıkmasından sonra şehzadeler yıllarca süren tahta çıkmadan çocuk sahibi<br />
olma yasağından kurtuldular. Böylece Osmanlı hanedanı için önemli bir değişim<br />
ve hürriyet dönemi başlamış oluyordu. Bu serbestlik nedeniyle V. Murad’ın ilk<br />
üç çocuğu Selahaddin, Hatice, Fehime ile II. Abdülhamid’in ilk üç çocuğu<br />
Ulviye, Mehmed Selim ve Zekiye, padişahların şehzadelik dönemlerinde<br />
dünyaya gelmişlerdi. 14<br />
12 Cevdet Paşa, Tezâkir 13–20, <strong>Ankara</strong>, 1991, s.146–147. Şehzadenin doğumunu ilan<br />
eden hatt-ı hümâyun şu şekildeydi: “Vezir-i ma’âlî-semirim: Hazret-i Rabbi’l-âlemînin<br />
ihsân-ı ilâhisi olarak yetmiş dört senesi şehr-i Safer’-l-hayrın yirmi birinci cumartesi<br />
gecesi (11 Ekim 1857) bir mahdûmum dünyaya gelüp, ismi Yusuf İzzeddin tesmiye<br />
kılınmış olduğundan, müşârünileyhin usulü vechile ilân-ı vilâdetine ibtidâr olunsun.<br />
ilâh.” Şehzade, Eyüp’te Kadri Bey’in evinde saklanmıştı. Kadri Bey, bu hizmetinden<br />
dolayı Kazaskerliğe atanmış, çocukları da padişahın yakın ilgisine mazhar olmuştu.<br />
Vak’a-Nüvis Ahmed Lutfi Efendi Tarihi, c.X, Yayına Hazırlayan: Münir Aktepe, <strong>Ankara</strong>,<br />
1988, s.13–14, 92.<br />
13 Cevdet Paşa, Tezâkir 13–20, s.146.<br />
14 BOA, İ.DUİT, 5/110, 18 Teşrinisani 1326/1 Aralık 1910; Mehmed Selim Efendi 6<br />
Şubat 1287/18 Şubat 1872’de ve Zekiye Sultan da muhtemelen bir yıl sonra yani II.<br />
Abdülhamid’in şehzadeliği döneminde doğmuşlardı. BOA, İ. DUİT, 5/116, 6 Ağustos<br />
169
170<br />
CEVDET KIRPIK<br />
Çocuk sahibi olma yasağının kalkmasından sonra şehzadelere cariye takdim<br />
edilmesi geleneği devam etti. Örneğin Abdülaziz devrinde şehzadelerden Yusuf<br />
İzzeddin Efendi’nin dairesinde 27, Murad Efendi’nin dairesinde 47,<br />
Abdülhamid Efendi’nin dairesinde 41 cariye bulunmaktaydı. 15<br />
Osmanlı Devleti 1847’den itibaren köleliği yasaklamışsa da 16 köle alım<br />
satımı fiilen devam etmekteydi. XIX. yüzyılda saraya alınan cariyelerin neredeyse<br />
tamamı Kafkasya kökenli ve bilhassa Çerkez’di. Örneğin Abdülmecid’in 17 ve<br />
onun oğlu II. Abdülhamid’in kadınları ve ikballeri Çerkez’di. Vahdeddin’in<br />
kadınlarından biri hariç diğerleri Kafkasya kökenliydi. 18 Cariyelerin Çerkez ve<br />
Abaza kökenli olmasında onların kendi çocuklarını satma geleneğinin etkisi<br />
vardı. Ancak çocukların hepsi de bu şekilde değil, bazıları kaçırılarak satılırdı. II.<br />
Meşrutiyet’in ilanından birkaç ay evvel Sapanca taraflarından beş kız saraya<br />
alınmıştı. 19 II. Meşrutiyet’ten sonra cariyelerin alım satımı saray için bile olsa<br />
yasaklanınca bu sefer de fakir Çerkezler, kızlarını gönüllü olarak saraya vermeye<br />
başladılar. 20 Son dönemlerdekiler daha çok İznik, Hendek, Düzce ve Bandırma<br />
1333/1917. Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul, Tarihsiz, s.236. Nitekim<br />
Ulviye Sultan 1864’te (A.D. Alderson, Osmanlı Hanedanının Yapısı, Türkçesi: Şefaettin<br />
Severcan, İstanbul, 1998, s.299).<br />
15 Çağatay, Harem II, s.21.<br />
16 Akgündüz, Osmanlı’da Harem, s.183–184.<br />
17 II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu; “Büyükbabamın bütün haremleri<br />
Çerkes’tir.” demektedir. Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.12.<br />
18 Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s.171, 184–186. II. Abdülhamid’in kızı Şadiye<br />
Osmanoğlu haremde Çerkez kızların ekseriyeti teşkil ettiğini belirtmektedir. Bu kızların<br />
sarayda aldıkları eğitim sayesinde “önceki hayatlarıyla kıyaslanamayacak yepyeni bir<br />
insan ve şahsiyet haline” geldiklerini belirtir. Şadiye Osmanoğlu, Babam Abdülhamid<br />
Saray ve Sürgün Yılları, İstanbul, 2007, s.34.<br />
19 Açba, Abdülhamid devrinde Çerkez ve Abaza köylerinden kızların saraya kabul<br />
edildiğini, bu kızların soy ve ailelerinin tahkik edildiğini ve hangi zümreye ait<br />
olduklarının belirlenmesinden sonra alındıklarını belirtmektedir. Açba, Bir Çerkes<br />
Prensesinin Harem Hatıraları, s.258. Ancak söz konusu beş kızın satın alınmak suretiyle mi<br />
yoksa ailelerinin gönüllü olarak vermesi neticesinde mi saraya getirildiklerini<br />
açıklamamaktadır.<br />
20 Kendisi de bir Çerkez olan Hurşid Paşa’nın Çerkez cariyeleri hakkında verdiği bilgiler<br />
ve bu konudaki görüşleri önemlidir. Onun verdiği bilgiye göre çeşitli yollarla İstanbul’a<br />
getirilmekte olan kızlardan güzel, huyu suyu iyi, boyu endamı yerinde olanlar ilgili kişiler<br />
tarafından satın alınıp saraya getirilirlerdi. Burada belirli eğitim aşamalarından geçtikten<br />
sonra çok yönlü olarak elemeye tabi tutulan kızlar, mevcut padişahlar ve şehzadelerle<br />
evlendirilirlerdi. Hurşid Paşa, “Hurşid Paşa’nın Saray Hatıraları”, Hayat Tarih, sayı:5,<br />
1965, s.60–61. Çerkez kızlarının Kafkasya’dan getirilip İstanbul’da esirciler tarafından<br />
satılmaları ve saray tarafından alınmaları usulü hakkında bkz. Şair Leyla (Saz) Hanım,<br />
Anılar 19. Yüzyılda Saray Haremi, Çeviren: Şen Sahir Sılan, İstanbul, 2000, s.51–63;<br />
Uluçay, Harem II, s.10–50. Bazen de babalar kızlarını saraya kendileri teslim ederler,<br />
bunlardan evlatlık olarak alınanlar da olurdu. Bunların isimleri değiştirilir ve genellikle
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
taraflarından alınıyorlardı. 21 Bu dönemde de şehzadeler tıpkı eski dönemde<br />
olduğu gibi saray terbiyesi görmüş ve çoğunlukla kendi ailesini unutmuş kızlarla<br />
evlenmekteydiler. 22 Sultan Vahdeddin dönemine (1918-1922) gelindiğinde artık<br />
saraya hariçten kız alınmaz olmuş, bu nedenle sarayda çok az sayıda genç kız<br />
kalmıştı. 23<br />
XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Kafes hayatından kurtulmuş olan<br />
şehzadeler, cariye kökenli kızlarla yaptıkları evliliklerle çoluk çocuğa karışmaya<br />
başladılarsa da II. Meşrutiyet’in ilanı, eski usullerin devamı konusunda bir takım<br />
sorunlar yarattı. Her sahada olduğu gibi hanedanda da bu dönemde önemli<br />
değişiklikler meydana geldi. Hürriyet, uhuvvet, adalet, müsavat sloganları ve<br />
söylemleri arasında kölelik, 1909 yılında kesinlikle yasaklandı. 24 Köleliğin<br />
yasaklanması, şehzade iken evlenebilme serbestîsi kadar olmasa da hanedanın<br />
erkek üyelerinin evlilik hayatlarıyla ilgili yeni ve köklü bazı gelişmelerin<br />
habercisiydi. Yasak, şehzade evliliklerinin nasıl olacağı, olması gerektiği gibi<br />
hususları da gündeme getirdi. Öyle ya yüzyıllardır cariyelerle, son dönemlerde de<br />
bir şekilde temin edilerek saraylarda özel olarak yetiştirilen kızlarla evlenen<br />
şehzadeler yeni dönemde kimlerle evlenecekti? Devletin ilk dönemlerinde<br />
olduğu gibi kendilerine denk hanedanlar mı aranacaktı? Yoksa yerli elit tabakaya<br />
mensup kızlar mı tercih edilecekti? Bu durumda kız tarafının padişahlık ve genel<br />
anlamda devlet yönetimi üzerinde kurması muhtemel etki nasıl göğüslenecekti?<br />
Yeni dönemde gelin adaylarının seçiminde kimler etkili olacaklardı?<br />
Şehzade Evlilikleriyle İlgili Yeni Düzenlemenin Hazırlanması:<br />
de Farsça bir isim takılırdı. II. Abdülhamid’in kadınlarından çoğunun ismi ve Mehmed<br />
Reşad’ın kadınlarının isimleri Farsçaydı. Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 2002, s.41–<br />
42; Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s.171–184. Bunlara “harem menkıbelerinde<br />
ve masallarında adı geçen kadın kahramanların güzel ve edebî manalar ihtiva eden<br />
isimlerinin verilmesi adet haline gelmişti.” Şadiye Osmanoğlu (Sultan Abdülhamid’in<br />
Kızı), Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri, İstanbul, 1966, s.122–124.<br />
21 Çağatay, Harem II, s.19.<br />
22 Bu kızlardan ailesini bilen, onlarla irtibatını kesmeyenler de bulunmaktaydı. Mesela<br />
Abdülkadir Efendi’nin karısı Adapazarılı bir Abaza olan Mihriban Hanım, şehzadenin<br />
onu boşaması üzerine kardeşi ve oğluyla birlikte yaşamaya başlamıştı. Bardakçı, Son<br />
Osmanlılar Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü, İstanbul, 2006, s.13–14, 27. II.<br />
Abdülhamid’in eşi Behice Hanım’ın babası tüfekçi ve yaver Albus Bey, Yıldız Sarayı’nda<br />
emniyet işlerinden sorumluydu. Süleyman Kâni İrtem, Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve<br />
Sansür Abdülhamid’e Verilen Jurnaller, Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu, İstanbul,<br />
1999, s.75. Kısaca XX. yüzyılın başlarında padişahın yahut diğer hanedan üyelerinin<br />
saraylarında yetiştirilip şehzadelerle evlendirilen kızların çoğunun ailesi hakkında bilgi<br />
bulunmaktaydı.<br />
23 Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.325.<br />
24 Abdullah Saydam, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Trabzon, 1999, s.265.<br />
171
172<br />
CEVDET KIRPIK<br />
II. Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan hemen<br />
herkesin hayatını bir şekilde etkilediği gibi hanedan üyelerini ve dolayısıyla<br />
şehzadeleri de kaçınılmaz bir şekilde etkiledi. Esen hürriyet havası içerisinde II.<br />
Abdülhamid döneminde şehzadelerin sosyal hayatına getirilen sınırlamalar<br />
kaldırıldı. Bu ortamda şehzadeler sıkı bir kontrolden kurtularak halkın içerisine<br />
karışmaya, kendilerine tahsis edilen mekânların dışına çıkmaya, bazen halkın<br />
arasında evler kiralayarak yaşamaya başladılar. Bir taraftan da sosyal hayatın<br />
icabı olarak her tür mekânda boy gösterdiler. Bunlardan bazıları mesire<br />
yerlerine, çarşı pazara, hatta eğlence yerlerine sıkça gitmeye başladılar.<br />
“Sultan Hamid devrinde şehzade ve sultanlar, birbirlerini bile ziyaret etmeye korkarlarken,<br />
Meşrutiyet’ten sonra durum değişti. İfrattan tefrite gidildi. Bazı şehzadelerin, en alelade halk<br />
tabakaları arasında dolaştıkları, eğlence yerlerine gittikleri görüldü.” 25<br />
Bilhassa yeni padişah Mehmed Reşad’ın oğullarının Beyoğlu’ndaki eğlence<br />
yerlerinde sık görülmesi ve buralarda sergiledikleri davranışlar, her kesimden<br />
insanın tepkisini çekmeye başladı. Bu durumun hanedanın topyekûn itibar<br />
kaybetmesine yol açacağından endişe edilmekteydi. II. Meşrutiyet’in getirdiği<br />
özgürlük ortamından istifade edenler yalnızca şehzadeler değildi; sultanlar da<br />
daha önce olmadığı şekilde göz önündeydiler. II. Meşrutiyet’le birlikte hanedan<br />
üyelerinin bir kısmı halkın gözünde itibar kaybetmeye başlamışlardı.<br />
Yukarıda sayılan gelişmelere ilaveten hanedan mensuplarının eskiye oranla<br />
sayıca artması, bunların bazı sorunlarla karşı karşıya kalması, devrin sosyal ve<br />
kültürel şartları, hanedan üyeleriyle ilgili bir yasal düzenlemenin getirilmesi<br />
gereğini gündeme getirdi. İşte bütün bu sebepler gerek hükümet üyelerini, gerek<br />
saray çevresini ve gerekse bir kısım aydınları yeni bir düzenleme yapılması<br />
arayışına sevk etti. 1910’lu yılların başına gelindiğinde sarayda hanedanla ilgili<br />
hususları düzenleme çabaları vardı. 26 Saray dışında dönemin Batıcı<br />
aydınlarından Celal Nuri (İleri) de hanedan kanunu çıkarılmasına şiddetle ihtiyaç<br />
duyulduğu kanaatinde olanlardan biriydi. Celal Nuri, bu konudaki görüşlerini<br />
dönem itibariyle İttihat ve Terakki Fırkası’na yakınlığı ile bilinen İctihat’ta dile<br />
getirmişti.<br />
Garpçıların yayın organı olan İctihat’ta Celal Nuri’nin kaleme aldığı<br />
Hanedân-ı Saltanat Kanunu başlıklı yazı, 27 bu mevzu ile ilgili bir kanunun<br />
hazırlanması zaruretini dile getirirken şehzadelerin evliliği konusuna ayrıntılı bir<br />
şekilde yer vermekteydi. 20 Mart 1913 tarihli makalenin bulunduğu sayının ilk<br />
sayfasında “Şehzade Mecid Efendi ile Mülakat” başlıklı bir yazı daha vardı ve<br />
25 Hurşid Paşa, “Hurşid Paşa’nın Saray Hatıraları”, s.89.<br />
26 Örneğin 1911’de Mehmed Reşad’ın Başyaveri olan Hurşid Paşa bir hanedan kanunu<br />
çıkarılması gerektiği düşüncesiyle “Hanedan Kanunu” başlıklı bir taslak hazırlamıştı.<br />
Hurşid Paşa, “Hurşid Paşa’nın Saray Hatıraları”, s.64.<br />
27 Celal Nuri, “Hanedân-ı Saltanat Kanunu”, İctihat, 7 Mart 1329, sayı: 57, s.1258–1261.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
mülakatı Dr. Abdullah Cevdet yapmıştı. Bu durum gazetenin hanedan<br />
tarafından da önemsendiğini ve ilgiyle takip edildiğini göstermekteydi.<br />
Dolayısıyla böyle bir yazı hem iktidara hem de hanedana verilmek istenen<br />
mesajın kolayca ulaştırılmasına vesile olmaktaydı.<br />
Celal Nuri’ye göre ihmal edilmiş, önemsenmemiş konulardan biri<br />
olduğundan hanedanla ilgili bir kanun çıkarılmalıydı. O, devlet ve milletin güçlü<br />
olmasının yolunun hanedanın güçlü olmasından geçtiğine inanmaktaydı. Celal<br />
Nuri’nin bir hanedan hukukunun düzenlenmesi konusuna duyulan zarurete dair<br />
görüşleri özetle şu şekildeydi: Ülkede yapılacak ıslahatlar yukarıdan başlar, öyle<br />
olması da daha makul ve doğaldır. Milletin reisinin Osmanlı hanedanı olması bu<br />
konuya hassasiyetle yaklaşmayı gerekli kılar.<br />
“Bu kanunun tanzimi, millet için olduğu gibi aynı hanedân için de mahz-ı<br />
ni’mettir. Eğer devlet pâydâr olmaz ise bu ancak hanedânın pâydâr olamamasından<br />
ileri gelecektir. Âl-i Osman muhtac-ı tensîkattır. Böyle olmazsa ileride mübâreze-i<br />
hayatta Osman Gazi’nin evlâd ve âkâbı pek müşkil bir mevkiide bulunacaktır.<br />
Buralarını teşrih etmek istemem. Âtîsi pek dilhırâş olur.”<br />
Hanedan hukuku konusunda düzenleme yapılmamasının, hanedanın<br />
durumunun iyileştirilmemesinin hem hanedan hem de millet açısından<br />
doğuracağı kötü sonuçları dile getiren yazar makalesinde, bilhassa şehzadeler<br />
konusuna eğilmekteydi. Ona göre şehzadeler, hareketlerinde bazı kayıtlara tabi<br />
olmalıydı. Örneğin Rusya’da, Avusturya’da ya da Almanya’da bir prens, kendi<br />
kişisel kararı ile ve dengi olmayan bir prensesle evlenemezdi. Celal Nuri,<br />
hanedanın azameti, şevketi, haşmeti, nüfuzu taraftarı olduğu için hanedan<br />
üyelerini Fatihler, Yavuzlar derecesinde görmek istediği için devletle, milletle<br />
hanedanın menfaatlerinin aynı olduğuna inandığı için ve Osmanlı hanedanı ne<br />
kadar mütekâmil, ahlak sahibi olursa devletin o kadar güçlü olacağına inandığı<br />
için hanedan meselesini önemsemekte, şehzadelerin durumunun iyileştirilmesini<br />
istemekteydi. “Bu gün erkân-ı saltanattan bir şehzade pespâye bir adamın kızına<br />
varabilir mi?” diye soran yazar, böyle bir ihtimal karşısında ne yapılacağını<br />
sorgulamaktaydı. Olması gerekenler konusunda Avrupa hanedanlarını örnek<br />
gösteriyordu. Soyun, ilimde önemli bir yerinin olduğunu, Avrupa hükümdar<br />
ailelerinin buna pek ehemmiyet verdiklerini, hükümdar evladının mutlaka<br />
hükümdar evladı ile evlenebildiğini, böyle olmazsa bu evlilikten doğan çocuğun<br />
kral olamayacağını belirtmekte buna dair de bir örnek sunmaktaydı: O dönemde<br />
Avusturya-Macaristan veliahdı olan Arşidük Françh (Franz) Ferdinand sarayın<br />
istemediği, dengi olmayan bir evlilik yapmıştı. Bunun üzerine imparator Josef<br />
Ferdinand, veliahda tahta çıktığında eşini imparatoriçe ilan etmeyeceğine ve<br />
çocuklarını da tahta çıkarma teşebbüsünde bulunmayacağına yemin ettirmişti.<br />
İmparator, çocukların tahta çıkmasını engellemek için Prens Fransuva Jozefi de<br />
hemen ikinci veliaht olarak belirlemişti. Avrupa örneğinden yola çıkan yazar,<br />
asaletin tek taraflı değil iki taraflı olması gereğini dile getiriyor ve yeni dönemde<br />
şehzadelerin evlenmesi meselesinin ciddi anlamda düşünülmesi lüzumunu<br />
173
174<br />
CEVDET KIRPIK<br />
vurguluyordu. Yazar, köleliğin ilga edilmesi nedeniyle artık şehzadelerin<br />
evlenecek cariye bulamayacaklarından dolayı endişesini belirterek “Bu işler nasıl<br />
halledilecek?” diye soruyordu.<br />
Celal Nuri, şehzadelerin evliliği ile ilgili cesur bir teklifte bulunmuş ve<br />
şehzadelerin birden fazla evlilik yapmasının yasaklanmasını önermişti. Onun bu<br />
konudaki düşünceleri ve önerisi şu şekildeydi:<br />
“Kezâlik devletin büdcesi, milletin tâkati, şehzadegânın taaddüd-ü zevcâtına<br />
müsaid midir? Zannederim ki bir emirnâme ile hanedân arasında taaddüd-ü zevcât<br />
men’ olunabilir. Ve ancak bu sayede Türkler bir imparatoriçeye ve prenseslere nâil<br />
olabilirler. Türk milletinde artık taaddüd-ü zevcât kalmamıştır. İhtiyacât-ı hâzıra<br />
buna mânidir. O halde hanedân-ı saltanatın bundan sonra bu usûlü terk eylemeleri<br />
tabii olur.”<br />
Celal Nuri bu önerileri getirmesine dayanak olarak da bazı<br />
açıklamalarda bulunmaktaydı:<br />
“Millet, hanedân a’zâsına (kadın, erkek) maaş veriyor. Bu tahsisât örf ve<br />
âdat ve Kanun-ı Esâsî mûcibince tekâfil-i umumî altındadır. Nimet külfete göre<br />
olur kaide-i usûliyesi mûcibince milletin de hanedân üzerinde bir hakkı olmak<br />
gerekdir. Bu hak şundan ibarettir: Âl-i Osman vakar ve azâmetini daima<br />
muhafaza ve her vakit millete raygân edecek bir mevki-i şevkette bulunacaktır. İşte<br />
bunu talep milletin bir hakk-ı meşruudur.” 28<br />
Celal Nuri’nin milleti merkeze alarak, hanedana milletin maaş verdiğini<br />
belirten ifadesi önemli bir zihniyet değişiminin göstergesiydi. Çünkü kendisini<br />
bir nevi milletin temsilcisi, millet adına yazan biri olarak görmekteydi.<br />
Celal Nuri’nin genelde hanedan işlerinin ve özelde de şehzade evliliklerinin<br />
düzene konulması hakkındaki yazısı dikkate alındı mı? Makale, İttihat ve<br />
Terakki iktidarının bu nevi bir düzenleme hazırlığı içinde bulunduğu bir<br />
dönemde kaleme alınmıştı. Yazının yazılış tarihinden yaklaşık dokuz ay kadar<br />
sonra Hanedân-ı Saltanat Nizamnamesi yürürlüğe girdi. Nizamname’nin içeriği ile<br />
Celal Nuri’nin önerileri kıyaslandığında ciddi etkilerinin bulunduğunu ve<br />
önerilerle nizamname muhteviyatı arasında çok büyük oranda bir örtüşmenin<br />
söz konusu olduğunu görmek mümkündür. Örneğin o, böyle bir düzenlemenin<br />
kanun adını taşımasının şart olmadığını, dolayısıyla diğer adi kanunlar gibi<br />
“devletin kuvve-i teşriiyyesinden” geçmemesi gerektiğini, meclislerde görüşülmesine<br />
gerek olmadığını, makam-ı saltanattan re’sen tanzim ve tatbik olunmasının<br />
yeterli olacağını önermekteydi. Bunun gerekçesini de padişahın, hanedan ve<br />
milletin reisi olmasına dayandırmaktaydı. Yine Celal Nuri’nin ailenin reisi<br />
sıfatıyla hanedanı kontrol edecek olan şahsın padişah olduğunu, belirlenen<br />
kurallara uymayanlara padişahın ceza vermesi gerektiğini, hanedanın evlilik<br />
işlerini de “Makam-ı saltanat divanı” adı verilen meclisin idare edebileceğini,<br />
28 Celal Nuri, “Hanedân-ı Saltanat Kanunu”, s.1258.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
evlilik konusunda detaylı rapor hazırlama ve padişaha sunma görevinin de bu<br />
meclise ait olacağını belirtmesi neredeyse nizamnamede aynen yer almıştı.<br />
Bununla birlikte bu dönemde hanedan işlerinin düzene konulması ve bir takım<br />
kuralların getirilmesi gerektiği konusunda değişik çevrelerin görüşleri olması<br />
hasebiyle sadece onun görüşlerinin dikkate alındığını söylemek yanıltıcı olabilir.<br />
Saray çevresi, aydınlar ve siyasetçiler arasında düşünülen değişiklik<br />
kamuoyuna da yansımış, fikri bir hazırlık dönemi meydana gelmiş<br />
bulunmaktaydı. Nihayet İttihat ve Terakki önde gelenlerinin aktif çalışmalarıyla<br />
ve dönemin Sadrazamı Said Halim Paşa’nın gayretleriyle bir nizamname<br />
hazırlandı. Nizamname hanedan meselelerinin çözümüne örnek olarak<br />
gösterilen Avrupa hanedanlarına ait hukukun incelenmesi ve Osmanlı<br />
geleneğinin karışımıyla oluşturuldu. Bu sırada saraya damat olmaya hazırlanan<br />
Enver Paşa’nın etkisini göz ardı etmemek gerekir. Enver Paşa bu sırada<br />
hanedandan bir sultanla evlenecek olması nedeniyle hanedan meseleleriyle<br />
yakından alakadar olmaktaydı. 29”<br />
Hanedân-ı Saltanat A’zâsının Hâl ve Mevkileri ile Vazâifini Tayin Eden<br />
Nizamnâme, 16 Kasım 1913 tarihinde yürürlüğe konuldu. 30 Kısaca Hanedan-ı<br />
Saltanat Nizamnamesi olarak adlandırılan nizamname hanedanla ilgili birçok<br />
meseleyi düzenleme gayretiyle hazırlanmıştı. Nizamname ile aşağı yukarı<br />
hanedan üyelerinin doğumdan ölüme kadar hayatın içerisinde<br />
karşılaşabilecekleri önemli meseleler düzenlenmişti. Şehzadelerin evlenme ve<br />
boşanmaları ile ilgili hususlar son kez Hanedân-ı Âl-i Osman Umûru Hakkında<br />
Kararnâme ile yeniden düzenlendi ve 9 Şubat 1922’de Takvim-i Vakayi’de<br />
yayımlandı. 31<br />
Hanedân-ı Saltanat Nizamnamesi, 1913–1922 yılları arasında yürürlükte<br />
kaldı ve uygulandı. 32 Nizamname’de şehzadelerin evlenmelerine dair hükümler<br />
29 Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, <strong>Ankara</strong>, 1951, s.121, 124–125. Nizamnamenin<br />
hazırlanmasına Enver Paşanın etkisi için bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan<br />
Ortaasya’ya Enver Paşa, cilt:II, İstanbul, 1971, s.424–425.<br />
30 BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), İ.DUİT(Dosya Usulü İradeler), 2/51, 3 Teşrinisani<br />
1329/16 Kasım 1913. Nizamnamenin adı her ne kadar Hanedân-ı Saltanat A’zâsının Hâl<br />
ve Mevkileri ile Vazâifini Tayin Eden Nizamname ise de birçok resmî evrakta Hanedân-ı<br />
Saltanat Nizamnamesi olarak geçmektedir. BOA, İ.DUİT, 2/52, Lef:1, 12 Kânunusani<br />
1329/25 Ocak 1914; BOA, İ.DUİT, 5/104, Lef:1, 5 Teşrinievvel 1332/18 Ekim 1916;<br />
BOA, İ.DUİT, 5/142 Lef:2, 1 Mart 1336/1 Mart 1920.<br />
31 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.60–67, 7 Şubat 1922; Takvim-i Vakayi, nr:4386, 9 Şubat<br />
1338/1922, s.1-5. Kararname hakkında geniş bilgi için bkz. Cevdet Kırpık, “Anadolu'da<br />
Savaş, İstanbul'da Kanun Hazırlığı ve Hanedân-ı Âl-i Osman Kararnamesi”, SDÜ Fen<br />
Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2009, Sayı:19, s.1–24.<br />
32 Nizamname hakkında geniş bilgi için bkz. Cevdet Kırpık,"Hanedân-ı Saltanat<br />
Nizamnâmesi ve Uygulanması", Belleten, 269, Cilt: LXXIV-Sayı: 269-Yıl: 2010 Nisan,<br />
s.181–229.<br />
175
176<br />
CEVDET KIRPIK<br />
de bulunmaktaydı. Nizamnamenin üçüncü maddesinde; “Kaç yaşına vâsıl olurlarsa<br />
olsunlar hanedân-ı saltanat a’zâsı, zât-ı hazret-i padişâhînin muvâfakat-ı hümâyunları<br />
inzimam etmedikçe akd-i izdivaç edemez.” denilmekteydi. Nizamname ilk<br />
yayınlandığında padişahtan izin alınması gerektiği hükmü mevcutken bu husus<br />
25 Ocak 1914’te değiştirilerek padişahın izin talebini Hanedân Umûrunun<br />
Rü’yetine Mahsus Meclis’e sorması usulü getirildi:<br />
“Şehzadegân ve selâtin hazerâtının izdivaçları için taleb-i müsaade-i seniyyeyi<br />
mutazammın vukû’ bulacak mürâcaât üzerine taraf-ı eşref-i hazret-i padişâhîye<br />
Hanedân Umûrunun Rü’yetine Mahsus Meclis’in mütâalâtı ba’de-l-istifsâr izdivac-ı<br />
mezkûrun icrasına müsaade-i celîle-i cenâb-ı mülûkane şâyân buyrulduğu hâlde Mabeyni<br />
Hümâyûn Başkitabetin’den tarafeyne tahriren tebliğ-i keyfiyet olunur.” 33<br />
7 Şubat 1922’de yürürlüğe giren Kararname, izin konusunda benzer<br />
hükümleri içermekteydi. Kararname’ye göre de şehzadeler, evlenmek için<br />
padişahtan izin almak zorundaydılar. Bunun için yazılı olarak yapılan müracaat<br />
üzerine durum, padişah tarafından Hanedân Umûrunun Rü’yetine Mahsus<br />
Meclis’in yerine ihdas olunan ve Encümen-i Âli denilen meclise sorulacak,<br />
Encümen de evliliğin “kefâet”ine yani denkliğine karar verirse padişah<br />
tarafından yazılı cevap verilecekti (madde:12).<br />
Şu halde Nizamname’ye göre şehzadelerin evlenmek için padişaha<br />
başvurmaları şart olup o da talebi, Meclis’e getirecek böylece karar verilmiş<br />
olacaktı. Fakat ya Meclis’in ve padişahın kararı olumsuz olursa durum ne<br />
olacaktı? Bunun cevabı dördüncü maddede; “Zât-ı hazret-i padişâhînin muvâfakat-ı<br />
hümâyunları lâhikk olmaksızın akd olunacak her bir izdivac, azâ-yı hanedân-ı saltanattan<br />
bu izdivacı akd etmiş olan zât bir şehzade ise böyle bir izdivactan tevellüd eden çocuklar(ın)<br />
hanedân-ı saltanat azâsından ad olunamayacağı” şeklinde belirtilmişti. 34 Dördüncü<br />
madde hükmü, şehzadelerin kendi başlarına ve dengi olmayanlarla evlenmesini<br />
engellemeye yönelikti.<br />
Denk bir aday bulunup izin alındıktan sonra sıra nikâhın kıyılmasına<br />
geliyordu. Nizamname’nin 11. maddesine göre şehzadelerin nikâhı, şer’î usullere<br />
göre Şeyhülislam tarafından kıyılacaktı. 10. maddede ise izdivacın prosedürleri<br />
izah edilmekteydi. Buna göre yapılacak işlemler kısaca şöyleydi: Önce padişah<br />
izni çıkacak, sonra Sadaret’ten Şeyhülislamlığa nikâh yerini belirten mektup<br />
gönderilecek, mektup izdivaç vesikasına aynen yazılacaktı. 12., 13., 14.<br />
maddelerde ise söz konusu nikâh kayıtlarının saklanma usulleri açıklanmıştı.<br />
İzdivaca dair vesika, Sadrazamca onaylı bir deftere yazılacak, bir nüshası kendi<br />
defterine kaydedilmek üzere Meclis-i Âyan’a gönderilecek, nihayet nikâh,<br />
deftere kayıt ve tescil edildikten sonra Divan-ı Hümâyun evrakı arasında<br />
saklanacaktı.<br />
33 BOA, İ.DUİT, 2/52-Lef:2, 12 Kânun-ı sani 1329/25 Ocak 1914; BOA, Hanedân<br />
Defteri, No:2, s.5.<br />
34 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.1–2.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Denklik (kefâet) meselesinin şehzadelerin evlenecekleri gelin adayları için<br />
bir ölçü olarak nizamnameye alınması ilginçti. Şehzadelerin dengi kim olacaktı?<br />
Köklü aileden biri mi yoksa cariye kökenli olanlar mı? Celal Nuri’nin belirttiği<br />
gibi Avrupa hanedanlarının dengi bir başka hanedandı. Osmanlıda hanedanının<br />
dengi hangi aile ya da kimler olabilirdi? Bu kuralların getirilmesinden sonra<br />
şehzadeler kimlerle ya da kendilerine denk olan hangi ailenin kızlarıyla<br />
evlendiler? Evlilikler nasıl gerçekleşti?<br />
Şehzade Evlilikleri:<br />
II. Meşrutiyet dönemindeki yasal düzenlemelere kadar normalde<br />
şehzadelere evlenecekleri kızlar eski usulle temin edilirdi. Sarayda “hanım” diye<br />
tabir edilen şehzade eşleri, küçükken saraya alınırlar özel terbiye ve tahsil<br />
görürlerdi. 35 Bazen sarayda yetişmediği halde güvenilir saray görevlilerinin<br />
kızları, şehzadelere layık olabilecek vasıflara sahiplerse gelin olarak<br />
alınabilirlerdi. 36 Şehzadeye hanım olmak için saraya alınanlar güzel olmalıydılar.<br />
İçlerinde lisan öğrenenler vardı ama müzik eğitimi özel bir yer tutar, bunların<br />
çoğu ut ve keman çalardı. 37<br />
Köleliğin tamamen kaldırılması ve Nizamname’nin yürürlüğe girmesi,<br />
şehzadelerin evlenmeleri ile ilgili usullerde değişim meydana getirecekti.<br />
Düzenlemelerden sonra sadece iki şehzadenin yani Abdülkadir Efendi ve Ömer<br />
Faruk Efendi’nin evlilikleriyle ilgili iznin meclis gündemine geldiği<br />
anlaşılmaktadır. Bunların izin talepleri de vesikalara doğrudan değil, ancak<br />
dolaylı vasıtalarla yansımıştı. Zikredilen Nizamname hükümlerine rağmen 1913<br />
yılı sonrasında evlenen şehzadelerin nikâh kayıtları ve nikâh için izin<br />
başvurularına dair Hanedân Defteri’nde herhangi bir kayıt yoktur. Hâlbuki aynı<br />
dönemde evlilik için tıpkı şehzadeler gibi izin almak zorunda olan sultanların<br />
evlilik izinleri mutlaka Hanedân Defteri’ne kaydedilmişti. Öyle anlaşılıyor ki<br />
dönemde şehzadelerin evlilik izni için yaptıkları başvurular ister kabul görsün<br />
isterse reddedilsin kayda geçmiyordu. Bu durum hem şehzadelerin evlenme<br />
usulünün takibini hem de evlenilen uygun adayın kimliği ve özellikleri hakkında<br />
35 Bunlar eşlerine “Efendi hazretleri” diye hitap ederler, kendilerine ise saray dışında<br />
“Hanımefendi Hazretleri” diye hitap edilirdi. Büyük şehzadelerin ilk hanımlarına “baş<br />
hanım” denirdi. Safiye Ünüvar, Saray Hatıralarım, İstanbul, 1964, s.65; 1919 yılı başından<br />
itibaren Vahdeddin’in sarayında görev yapan Leyla (Açba) Hanım’ın belirttiğine göre<br />
saraydaki kızlar en başta padişah ve ailesine nasıl ve ne şekilde davranması gerektiğini,<br />
hitap ve konuşma usullerini öğrenir ardından yazı, müzik, resim dersi alırlar;<br />
kabiliyetlerine göre dersleri artar ya da azalırdı. Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem<br />
Hatıraları, s.325.<br />
36 Örneğin II. Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin Efendi, 1907 yılında bâlâ rütbesiyle<br />
sarayda memuriyet görevi ifa eden Abhazya kökenli Mehmed Refik Bey’in kızı Hidayet<br />
Hanım’la evlenmişti. Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.42.<br />
37 Ünüvar, Saray Hatıralarım, s.65.<br />
177
178<br />
CEVDET KIRPIK<br />
yeterli bilgi edinilmesini engellemektedir. Buna rağmen dolaylı da olsa arşiv<br />
belgelerine yansıması nedeniyle yaptığı evliliklerden haberdar olunan Abdülkadir<br />
Efendi ve Ömer Faruk Efendilerin evlenme usullerini öğrenme şansı ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Abdülkadir Efendi, Askeri<br />
Kaymakamlığından emekli merhum Şerif Bey’in küçük kızı Macide Hanım’la<br />
evlenmek istemişti. Şehzade bu maksatla padişaha başvurmuş, mesele Hanedan<br />
Umurûnun Rü’yetine Mahsus Meclis’te ele alınmıştı. Meclis, Şehzade’nin<br />
Macide Hanım’la evlenmesini uygun bulmadı. Gerekçede bundan böyle<br />
hanedan üyelerinin evliliklerinde mutlaka kefâetin yani denkliğin dikkate<br />
alınması gerektiği belirtilerek söz konusu hanımın hal ve mevkiinin hanedan<br />
üyelerinden biriyle evlenmeye müsait olmadığı dolayısıyla şehzadenin o kızla<br />
evlenmesinin hanedanın şan ve şerefiyle uyuşmayacağına kanaat getirildiği ifade<br />
edilmekteydi. Bu gerekçe yazılı olarak şehzadeye iletilmiş ve evlenmesinin uygun<br />
olmayacağı açık bir dille anlatılmıştı. Gerekçe olarak gösterilen “hâl ve mevkiinin<br />
uygun olmadığı” ne anlama geliyordu? Kastedilen Macide Hanım’ın huyu, suyu<br />
ahlakıyla ilgili bir endişe miydi? Yoksa ailesinin bulunduğu sosyal statü müydü?<br />
Macide Hanım’ın babasının bu günkü anlamda emekli bir yarbay olması ailenin<br />
sosyal statüsünün düşük olarak algılanmasına neden olabileceği gibi, adayın<br />
kişisel özelliklerinin beğenilmemesi denklik ilkesine aykırı bulunmuş olabilirdi.<br />
Abdülkadir Efendi, ret cevabına rağmen Macide Hanım’la evlendi.<br />
Dolayısıyla kayıtlar ne evraklara yansıdı ne de Şeyhülislam huzurunda nikâh<br />
kıyıldı. Evliliğin haber alınması üzerine dördüncü madde hükümlerinin hatta<br />
daha başka yaptırımların uygulanması söz konusu oldu: “Macide Hanım’ın gerek<br />
ondan tevellüd edecek çocukların hânedân-ı saltanata ve onların izdivac ve zevcâtına ait<br />
bilcümle hukuk ve imtiyazât ve muhassasâttan” mahrum bırakılması kararlaştırıldı.<br />
Buna ilaveten eş ve eşten doğan çocukların Saray-ı Hümâyun-ı Şahâne’ye kabul<br />
edilmemesi, Abdülkadir Efendi’nin maaşının yarıya indirilmesi gibi ilave cezalar<br />
da verildi. 38 Gerçekten de şehzadenin Macide Hanım’dan doğan çocukları<br />
“şehzade” olarak kabul edilmedi. 39<br />
Şehzade Abdülkadir Efendi, izinsiz bir evlilik daha yaptı ki saray evlilikten<br />
haberdar olduktan sonra bir dizi soruşturma başlattı; cezalar kesildi. Şehzade,<br />
padişahtan izin almaksızın muhtemelen bir emekli yarbayın kızı olan Meziyet<br />
Hanım’la evlenmişti. 40 Evliliğin izinsiz olarak gerçekleşmesinin yanında nikâhtan<br />
38 BOA, İ.DUİT, 4/44. 9 Şaban 1333/ 9 Haziran 1331/22 Haziran 1916.<br />
39 Ayrıntılı bilgi için bkz. Cevdet Kırpık, “Nizamname Dışı Bir Evlilik Şehzade<br />
Sayılmayan İki Çocuk,” Toplumsal Tarih, sayı:170, Şubat 2008, s.48–55.<br />
40 Örik, şehzadenin bu evliliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Abdülkadir Efendi,<br />
kısa bir süre bir başka güzel kıza, Giritli ve galiba emekli bir yarbay kızı olan Meziyet<br />
Hanım’a aşık olup onu da nikâhına alacak” Nahid Sırrı Örik, Bilinmeyen Yaşamlarıyla<br />
Saraylılar, Hazırlayan: Alpay Kabacalı, İstanbul, 2006, s.56; Meziyet Hanım hakkında
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
sonra ortaya birçok sorun çıkmıştı. Şehzadenin nikâhı, Kadıköy’de Osman Ağa<br />
Mahallesi İmamı Süleyman Efendi tarafından, tarafların vekil ve şahitleri<br />
huzurunda kıyılmıştı. Nikâh olayı, Polis Müdür-i Umûmiyesi tarafından<br />
Encümen’e bildirilince durum ortaya çıkmış oldu. Öte yandan Meziyet<br />
Hanım’ın eski eşlerinden Selim Sipahi’nin Üsküdar Şer’iye Mahkemesi’ne<br />
Meziyet Hanım’la aralarındaki nikâhın devam etmekte olduğu iddiasıyla yaptığı<br />
başvurunun varlığı da anlaşılmıştı.<br />
Meziyet Hanım’la Abdülkadir Efendi’nin nikâhları şer’i usullere uygun<br />
şekilde icra edilmişti. Çünkü nikâhtan önce Heybeli Ada İmamı Şevket Efendi<br />
ile Kartal Kazası Mahkeme-i Şer’iyesi Naibi’nden nikâhın kıyılmasına herhangi<br />
bir engel olmadığına dair ilmühaber ve izinname alınmıştı.<br />
Durum Encümen-i Âlî’de müzakere edildikten sonra;<br />
“Zükûr ve inâs bil-cümle hanedân-ı saltanat a’zâsının emr-i izdivaçları ve<br />
muamelât-ı resmiyesinin sûret-i icrası Hanedân-ı Âl-i Osman Kararnâmesi<br />
ahkâmınca bir takım usûl ve şurûta tâbi olduğu hâlde müşârünileyh Abdülkadir<br />
Efendi’nin izdivacında iş bu ahkâma riayet olunmadığı”<br />
kararına varılmıştı. Çünkü 7 Şubat 1922 tarihli Hanedân-ı Âl-i Osman Umûru<br />
Hakkında Kararname’ye göre evlenmek isteyen şehzadelerin tıpkı Nizamname<br />
hükümlerinde olduğu gibi padişahtan izin alması mecburi idi.<br />
Kararname hükümlerine istinaden Encümen, Heybeliada İmamı Şevket<br />
Efendi, Osman Ağa Mahallesi İmamı Süleyman Efendi ve Kartal Kazası<br />
Mahkeme-i Şer’iyesi Naibi’nin meslekten men edilmelerine karar verdi. Ancak<br />
Naib’in emekliliği hak etmesi nedeniyle emekliye sevki uygun görüldü. Cezaların<br />
hemen uygulanması için Evkaf Nezareti’ne tebliğde bulunulması için Sadaret’e<br />
emir verildi. Bu cezalara ilaveten görevliler, Şeyhülislamlık tarafından<br />
yürütülmekte olan tahkikatın neticesine göre kanuna aykırı hareket etmekten<br />
dolayı ayrıca cezaya da maruz kalabileceklerdi. 41<br />
Nikâhın kıyılması sürecinde rol alan kişiler, Kararname hükümlerine<br />
aykırı davranmaktan ceza almışlardı. Şer’î usullere uygun bir nikâh olmasına<br />
rağmen şehzade ile yeni eşi kurallara uymamıştı. Şimdi durumları ne olacaktı?<br />
Kararnamenin 13. maddesi böyle bir durumda ne yapılacağını izah etmekteydi.<br />
Buna göre belirtilen şartları taşımayan ve padişah izni olmaksızın bir şehzade<br />
tarafından yapılan evliliklerde eş, Osmanlı hanedanına mensup kabul edilmez ve<br />
eşten doğan çocuklar da hanedan üyesi olamazlardı. Yani şehzadenin eş ve<br />
çocukları bir önceki izinsiz evlilik nedeniyle neyle karşılaşmışlarsa yine aynısına<br />
muhatap olacaklardı. Şehzadenin yaptığı bu evliliğin üzerinden fazla bir zaman<br />
Ayşe Osmanoğlu ise şu bilgileri vermektedir: “Abdülkadir Efendi’nin beşinci haremi<br />
Meziyet Hanım, Kaymakam Mecid Bey’in kızı olup 1908 Girit doğumludur.”<br />
Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.241.<br />
41 Hânedân Defteri, No:2, s.73. 1 Safer 1341/23 Eylül 1922.<br />
179
180<br />
CEVDET KIRPIK<br />
geçmeden saltanatın kaldırılması, sonuçlarının takibini engellemektedir.<br />
Muhtemelen şehzadenin yeni eşi ile çocukları da bu haklardan mahrum<br />
bırakılacaklardı. 42 Böylece şehzadenin yaptığı son iki evlilik izinsiz gerçekleşmiş<br />
oluyordu. 43<br />
Abdülkadir Efendi’nin eş ve çocukları, Celal Nuri’nin makalesinde<br />
bahsettiği sarayın onayı olmadan evlenen Avusturya hanedanından Arşidük<br />
Franz Ferdinand’ın ailesinin akıbetine uğramıştı. Zaten Nizamname’nin<br />
çıkarılmasının en önemli amaçlarından biri de böyle evlilikleri önlemekti.<br />
Abdülkadir Efendi’nin istikbaliyle Avusturya veliahdının kaderi bunun dışında<br />
pek benzeşmedi. Franz Ferdinand ve Çek karısı Hohenberg Düşesi Sophie<br />
Chotek, 28 Haziran 1914’te Saray Bosna’da resmi bir ziyarette bulunuyordu.<br />
Çiftin ziyareti uyarılara rağmen Kosova savaşının yıldönümüne ve Sırp milli<br />
bayramı Vidovdan’a (Aziz Vitus günü) rast gelmişti. Sırplar bunu kasıtlı bir<br />
hareket olarak algılamışlardı. Çift arabayla gezerken 19 yaşındaki Gavrilo Princip<br />
adlı bir Sırplı öğrenci tarafından öldürüldüler. 44 Olay, I. Dünya Savaşı’nın<br />
çıkmasına neden oldu. Abdülkadir Efendi ise sürgün yıllarını geçirdiği<br />
Bulgaristan’da II. Dünya Savaşı’nda Alman hava saldırısı sırasında bir panik<br />
anında hayatını kaybetti. 45<br />
Abdülkadir Efendi’nin iki evliliğinden başka belgelere yansıyan diğer bir<br />
evlilik Şehzade Ömer Faruk Efendi’ye aitti. Veliaht Abdülmecid’in oğlu olan<br />
Şehzade, devrin padişahı Vahdeddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmişti. 46 Bu<br />
nikâhın kayda geçmesi, şehzade nikâhı olmasından değil, onun bir sultanla<br />
evlenmesinden kaynaklanmaktaydı. Şehzade, sultanla evlendiği için herhangi bir<br />
42 Abdülkadir Efendi’nin Meziyet Hanım’dan Bidar ve Neslişah adında iki kızı dünyaya<br />
geldi. Ali Vâsıb Efendi, Bir Şehzade’nin Hâtırâtı Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve<br />
İşittiklerim, Hazırlayan: Osman Selaheddin Osmanoğlu, İstanbul, 2005, s.427. Bidar,<br />
Saltanatın kaldırılmasından sonra Türkiye’de doğmuş ve daha kundakta ölerek<br />
İstanbul’da Gülbaba türbesine gömülmüştü. Neslişah da hanedanın yurt dışına<br />
çıkarılmasından sonra Budapeşte’de dünyaya geldi. Örik, Bilinmeyen Yaşamlarıyla<br />
Saraylılar, s.56.<br />
43 1924 yılında hanedanın yurt dışına çıkmasından sonra Abdülkadir Efendi, Macide<br />
Hanım’ı boşayarak Meziyet Hanım’la birlikteliğini devam ettirmişti. Örik, Bilinmeyen<br />
Yaşamlarıyla Saraylılar, s.56.<br />
44 Çift ölümcül şekilde yaralandığında; “Franz Ferdinand şöyle mırıldandı Sophiciğim<br />
ölme. Çocuklarımız için hayatta kal. Fakat Sophie ölmüştü. Kocası da bir saat içinde<br />
öldü. Gecenin zifiri karanlığında Tuna kıyısındaki Arstetten’deki evlerinin kilisesine<br />
gömüldüler.” “Öldüğünde İmparator’un bir oh çektiği söylenir. Yaverine ‘Tanrı meydan<br />
okumaya izin vermez’ demiş ve ‘Yukarıdaki bir güç benim artık zapt edemediğim bir<br />
düzeni yeniden yarattı’ demiştir. Bu yorumun genelde Arşidük’ün aykırı evliliğine<br />
dayandığı düşünülür.” Norman Davies, Avrupa Tarihi, Çevirenler: Burcu Çığman-Elif<br />
Topçugil-Kudret Emiroğlu-Suat Kaya, <strong>Ankara</strong>, 2006, s.922, 924-925.<br />
45 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.237.<br />
46 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s. 44–45. 5 Kânun-ı evvel 1335/5 Kasım1919.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
damat statüsündeydi. 3 Aralık 1919’da yapılan nikâhın sultan merkezli olduğu<br />
ve diğer sultan nikâhlarıyla hiçbir farkının olmadığı açıkça görülmektedir. Nikâh<br />
kaydına göre; Ömer Faruk Efendi, 1.001 kese mihr-i muaccel ve 1.000 kese<br />
mihr-i müeccel vereceğini vaat etmiş; boşama yetkisini Sabiha Sultan’a vermiş,<br />
sultan da bu hakkı kullanmak üzere padişahı vekil kılmıştı. 47 Sabiha Sultan-<br />
Ömer Faruk Efendi evliliği Osmanlı tarihinde hanedan içi evliliklerinin nadir<br />
örneklerindendi. 48 Şehzadenin nikâhının sultan merkezli olması nedeniyle<br />
şehzade tek eşli olmayı da kabullenmiş oluyordu. Daha önceki şehzade evlilikleri<br />
şer’î hukuka tabi olduğu için şehzadenin tek eşliliği kabul etmesi, Osmanlı<br />
tarihinde bir ilk olmalıdır.<br />
Ömer Faruk Efendi-Sabiha Sultan evliliğinin bir başka özelliği daha vardı.<br />
Nizamnamenin çıkarılmasından sonra bir şehzadenin nikâhı yine ilk kez kayıt<br />
altına alınmış oluyordu. Düzenlemeden sonraki dönemde şehzadelerin evlenme<br />
izinleri ve nikâh kayıtları doğrudan doğruya Hanedân Defteri’ne kaydedilmedi.<br />
Abdülkadir Efendi’nin başvurusu Meclis’te görüşüldüğü ve yazılı cevap verildiği<br />
hâlde Defter’e kaydedilmemişti. Sultanlarla ilgili neredeyse bütün yazışma ve<br />
kayıtların Defter’e yansıtılmasına rağmen şehzadelerinkilerin yer almaması ilgi<br />
çekicidir. Örneğin 1919 sonu veya 1920 yılı başlarında Prenses Kerime ile<br />
evlenen ve İstanbul’un işgalinin ardından eşiyle birlikte Roma’ya giden Şehzade<br />
Osman Fuad Efendi’nin 49 nikâhı da kayıtlara yansımamıştı. Yine II.<br />
Abdülhamid’in oğlu Abdürrahim Efendi de 1919’da evlendiği halde nikâh kaydı<br />
Hanedan Defteri’nde yer almamıştı. 50 Bu örnekler dikkate alındığında izin için<br />
başvuru, nikâhın Şeyhülislam huzurunda kıyılması ve kayda geçirilmesi gibi<br />
prosedürlere uyulmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda prosedür ya sözlü olarak<br />
cereyan ediyor ve yerine getiriliyordu ya da sadece Abdülkadir Efendi-Meziyet<br />
Hanım örneğinde olduğu gibi sadece şer’î usuller yeterli görülüyordu. Aslında II.<br />
Abdülhamid döneminde de hür kızlarla yapılan evlilikler söz konusuysa bu<br />
usule uyulmaktaydı. Nitekim Şehzade Burhaneddin Efendi, II. Abdülhamid<br />
47 Sultan’ın nikâh kaydının bir kısmı şöyleydi: “Aralarında hüsn-i muâşeretin devamı<br />
mümkün olmadığı nezd-i hümâyûn-ı mülûkânede tahakkuk eylediği takdirde sultan-ı<br />
müşârünileyhâya vekâleten îkâ-yı talâk buyurmak üzere zât-ı hazret-i padişâhî<br />
müşârünileyha cânibinden tevkil kılınmış olduğunu mübeyyin iş bu vesîka…” Nikâh<br />
kaydının altında Şeyhülislam İbrahim El-Haydarî’ye ilaveten ismi bulunan şahıslar<br />
şunlardı: Ömer Faruk’un akde vekil ettiği şahıs serkarîn-i hazret-i şehriyârî Ferid, şahitler:<br />
Seryâver-i Hazret-i şehriyârî Miralay Naci, Damad ve yâver-i hazret-i şehriyârî İsmail<br />
Hakkı; Sultan’ın vekili serkâtib Ali Fuad, şahitler: Hazine-i Hassa-yı Şâhâne müdür-i<br />
umûmîsi Refik, Dar’üssade Ağası Cevher. BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.44–45. 5<br />
Kânun-ı evvel 1335/5 Kasım1919. Çift 28 yıl evli kaldıktan sonra ikamet etmekte<br />
oldukları Mısır’da ayrıldılar. Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, s.187.<br />
48 Daha sonra hanedan üyeleri arasında başka evlilikler de meydana geldi. Bu konuda<br />
ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Vâsıb Efendi, Bir Şehzadenin Hâtırâtı, s.13.<br />
49 Ali Vâsıb Efendi, Bir Şehzadenin Hâtırâtı, s.100.<br />
50 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.239.<br />
181
182<br />
CEVDET KIRPIK<br />
döneminde hür bir kızla evlendiği için şer’î usullere uymuştu. Saray<br />
geleneklerine uygun olarak adı değiştirilip Hidayet yapılan gelinle damadın<br />
nikâhını Medine-i Münevvere feraşet vekili Tabipzade Ali Hakim Efendi<br />
kıymıştı. Nikâh esnasında Başmusahip Cevher Ağa, Serseccadeci İzzet Bey ve<br />
padişah imamlarından Raşid Efendiler de şahit olarak bulunmuşlardı. 51<br />
1913 sonrası şehzade evliliklerinde göz önünde bulundurulması gereken<br />
bir başka husus daha vardı. II. Meşrutiyet döneminde köleliğin tamamen<br />
kaldırılması şehzadelerin cariyelerle olan evliliğini de kuvvetle muhtemel ortadan<br />
kaldırmıştı. Mesela yeni düzenlemeden önce evlilik yapanlardan Şehzade<br />
Mehmed Selim Efendi’nin eşleri Kafkasya kökenlilerdi. 52 Yine İbrahim Tevfik<br />
Efendi’nin yaptığı evlilikler Kafkasya kökenli olup saraylarda yetiştirilmiş kızlarla<br />
idi. 53 Abdülkadir Efendi’nin köleliğin yasaklanmasından önceki evliliklerinden<br />
Suhendan da Abhaz kökenli idi. 54<br />
Köleliğin yasaklanmasından sonraki evlilikler Şehzade Abdülkadir Efendi<br />
örneğindeki gibi subay kızları olabilmekteydi. Yine II. Abdülhamid’in diğer<br />
oğullarından Ahmed Nureddin Efendi padişahın yaverlerinden Hüsnü Paşa’nın<br />
kızı Ayşe Andelib Hanım’la; Ahmed Efendi ise bir Çerkez Binbaşı’nın kızı<br />
Fahriye Hanım’la evlenmişlerdi. Asker kökenlilere ilave olarak tercih edilen<br />
diğer bir grup da daha üst düzey ailelerin kızlarıydı. Örneğin Şehzade<br />
Abdürrahim Efendi 1919’da Prenses Emine Hanım’la, Osman Fuad Efendi de<br />
Prenses Kerime ile evlenmişti. 55 Kerime ve Emine hanımlar Osmanlı son<br />
döneminde sadrazamlık yapan Mısır Hidiv ailesinden Said Halim Paşa’nın<br />
kardeşi Abbas Halim Paşa’nın kızlarıydı. 56<br />
Sonuçta şehzade evliliklerinde önemli bir dönüm noktası olan köleliğin<br />
kaldırılması ve Nizamname’nin yürürlüğe girmesinden sonraki dönemde<br />
şehzadeler, Osmanlı ya da Mısır hanedan ailesinden, asker kökenlilerin yahut<br />
bazı üst düzey devlet görevlilerinin kızlarıyla evlendiler. Hanedanın yurt dışına<br />
çıkmasından sonra ise şehzadelerin yine de evlenecekleri kızların kökeni ve<br />
sosyal statüsü konusunda hassas davrandıkları fakat maddi imkânsızlıklar ve<br />
51 Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.42.<br />
52 Mehmed Selim’in eşlerinden Dürrüyekta Kafkasyalı Karzeglerden, diğer eşi Eflakyar<br />
Batum doğumlu; Nilüfer Abhaz; Gülnaz ise Çerkes’di. Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem<br />
Hatıraları, s.75-79.<br />
53 İbrahim Tevfik Efendi’nin eşlerinden Fevziye Abhaz kökenli olup, tanıdıkları<br />
vasıtasıyla küçük yaşta saraya verilmiş, burada eğitilmiş, sonra şehzadeyle evlendirilmişti.<br />
Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.97-98.<br />
54 Abhaz kökenli olan Suhendan Hanım’ın ailesi Tokat’ta ikamet etmekteydi. Açba, Bir<br />
Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.256-257. Şehzadenin diğer eşleri Mislimelek ve<br />
Mihriban da muhtemelen Kafkasya kökenliydi. Örik, Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, s.<br />
53–54; Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.237.<br />
55 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.240–245.<br />
56 Örik, Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, s.192–193.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
başka nedenlerle istenilenlerin hayata geçirilemediği ve farklı sosyal sınıf ve<br />
etnik yapıdaki kızlarla evlilik yaptıkları anlaşılmaktadır. Nitekim II.<br />
Abdülhamid’in sonuncu oğlu Mehmed Abid Efendi Arnavutluk Kralı Ahmed<br />
Zago’nun kız kardeşi Prenses Seniye ile ve Osman Ertuğrul Efendi eski Afgan<br />
kraliyet ailesinden Zeynep Hanım’la evlenirken Burhaneddin Efendi bir<br />
Amerikalı ile ve Mehmed Fahreddin Efendi de bir Rum kızıyla evlenmişlerdi. 57<br />
Köleliğin ilgası, bir taraftan tercih edilecek kızların ailesinin sosyal<br />
statüsünü ciddi şekilde gündeme getirirken öte yandan da bir şehzadenin<br />
evlenebileceği yahut aynı çatının altında birlikte yaşayabileceği kadın sayısına da<br />
doğal olarak müdahale anlamı taşımaktaydı. Daha önceleri nikâhlı eşlere ilave<br />
olarak cariyelerle birlikte yaşama ve onlardan çocuk sahibi olabilmek mümkün<br />
olduğundan birlikte yaşanılan kadın sayısında kesin bir sınır yoktu. Nitekim II.<br />
Abdülhamid’in Kadınefendi unvanı taşıyan ilk dört eşinin dışında İkbal ve<br />
cariyeleri de bulunmaktaydı. 58 Benzer durum diğer padişahlar için de söz<br />
konusuydu. Cariyeliğin kaldırılması teorik olarak İslam Hukuku icabı üst sınır<br />
olan en fazla dört kadınla evliliği mümkün kılıyordu. Hanedanla ilgili<br />
düzenlemelerde böyle bir sınıra değinilmemiş, muhtemelen buna gerek<br />
duyulmamıştı. Hem Nizamname’nin hem de Kararname’nin şehzade<br />
evlilikleriyle ilgili bölümlerinin düzenlenme şekli göz önüne alındığında<br />
şehzadelerin nikâhlı bir şekilde evlenecekleri ve bunun da kayıt altına<br />
alınacağının vurgulanması, dolaylı olarak maksimum sınırın ne olacağını işaret<br />
etmekteydi.<br />
Köleliğin kaldırılması yalnız hanedanı ve hanedan hukukunu değil<br />
umumun hukukunu da derinden etkilemişti. Örneğin, 1917’de hazırlanan<br />
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde kölelik mevzuuna yer verilmedi. Hâlbuki daha<br />
önceleri cariyelerle evlenme, bunun hukuki süreç ve sonuçları İslam Hukukuyla<br />
ilgili kitapların nikâh, talâk ve miras bölümlerinde önemli bir yer işgal ederdi.<br />
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin esbâb-ı mucibesi hakkında komisyon tarafından<br />
tanzim edilen mazbatada, köleliğin kaldırılmış olması hasebiyle kölelikle ilgili<br />
konulara yer verilmesine gerek duyulmamıştı. 59<br />
57 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.243–245.<br />
58 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.234–235.<br />
59 Mazbatada kölelikle ilgili meselelere yer verilmemesinin sebepleri özetle şu şekilde<br />
belirtilmişti: İslamiyet’in sadece savaş esirliği nedeniyle cevaz verdiği kölelik Osmanlı’da<br />
kaldırılmıştır. Öte yandan devletlerarası hukukta artık esirler köle olarak kabul<br />
edilmemektedir. Yine Osmanlı Devleti, 1856 Paris Anlaşması’yla Avrupalı bir devlet<br />
sayıldığından daimî harp durumu ortadan kalkmıştır. Kanun-ı Esasi’de Osmanlı<br />
vatandaşlarının “hürriyet-i şahsiyelerine mâlik oldukları” vurgulanmıştır. Bütün<br />
bunlardan dolayı Osmanlıda gerek yabancı gerek Osmanlı vatandaşı bir kölenin<br />
mevcudiyetinden söz edilemeyeceğinden köleliğe dair hükümlerin Osmanlı Devleti’nde<br />
geçerli olmasının söz konusu olamayacağı belirtilmiş ve şu ifadelere yer verilmişti:<br />
“esbâb-ı sâlifeye binaen Memâlik-i Osmaniyeye ait olan iş bu kanun layihasında<br />
183
184<br />
CEVDET KIRPIK<br />
Hukuk-ı Aile Kararnamesi, cariyelerle evlenmeye dair düzenleme<br />
yapmadığı gibi çok evliliği sınırlayıcı tedbirler de almıştı. Çok eşliliğin vecibeden<br />
olmadığı bilakis umûr-ı caizeden görüldüğü belirtilerek hiçbir kadının kumaya<br />
razı olmayacağı vurgulanarak çok eşliliği önleme gayesine yönelik olarak 38.<br />
madde konulmuştu. Madde şöyleydi: “Üzerine evlenmemek ve evlendiği sûrette kendisi<br />
veya ikinci kadın boş olmak şartıyla bir kadını tezevvüc sahih ve şart mu’teberdir”.<br />
Böylece nikâh esnasında kadının tek eşli bir hayatı kabul ettirebilmesinin<br />
mümkün olduğu vurgulanıyordu. Bunu kayıt altına almak için de 37. madde<br />
konulmuştu. Maddeye göre;<br />
“Esnâ-yı akitte hâtıp ve mahtûbeden birinin ikametgâhı bulunan kaza hâkimi<br />
veya bunun izinnâme-i mahsus ile mezun kıldığı nâib hazır bulunup akitnâmeyi tanzim<br />
ve tescil eder.” 60<br />
Netice itibariyle 1917’de hazırlanan Hukûk-ı Aile Kararnamesi, hanedan<br />
üyelerini istisna etmediğinden onlar için de tek eşlilik tavsiye edilmiş oluyordu<br />
ve şehzadelerle evlenecek kızlara da bir anlamda yol gösterilmiş olunuyordu.<br />
Mevcut kaynaklar incelendiğinde şehzadelerin eş sayısı hakkında fikir<br />
sahibi olunabilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki hanedan da ülkedeki çok eşliliğe<br />
yaklaşım konusundaki değişim ve farklılaşmaya yabancı değildi. Nitekim Ömer<br />
Faruk Efendi’nin Sabiha Sultan’la evlenerek tek eşliliğe rıza göstermesi, bu<br />
değişimin bir göstergesiydi. Celal Nuri gibi Garpçıların milletin sözcülüğüne<br />
bürünerek şehzadelerin çok evlilik yapmasını sorgulaması ve eleştirmesi de<br />
kamuoyunun bu konuya bakış açısını değiştirme girişimlerinin bir göstergesidir.<br />
Çok eşliliğin son dönem Osmanlı şehzadeleri arasında eskisi kadar revaçta<br />
olmadığını gösteren bazı deliller mevcuttur. Örneğin Ekim 1921’de Mehmed<br />
Reşad’ın oğulları Ziyaeddin ve Ömer Hilmi Efendilerin aile efradını gösteren<br />
Hanedân Defteri’ndeki bir liste mevcuttur. Ziyaeddin Efendi’nin aile efradını<br />
gösteren listede bir eşi, beş kızı ve iki de oğlu bulunmaktaydı. Ömer Hilmi<br />
Efendi’nin ailesi ise daha küçüktü; onun bir oğlu ile bir kızı vardı. 61 Aslında<br />
Ziyaeddin Efendi’nin çocukları toplamda üç eşinden dünyaya gelmişlerdi. Fakat<br />
rakîklere dair ahkâmdan bahse mahal görülmemiştir.”Ahmet Akgündüz, Mukayeseli İslam<br />
ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Diyarbakır, 1986, s.313–316.<br />
60 Akgündüz, Mukayeseli İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, s.335.<br />
61 1921 yılı itibariyle Ömer Hilmi Efendi’nin aile efradı Bahtıter Hanımefendi, Mukbile<br />
Sultan ve Mahmud Namık Efendi’den; Ziyaeddin Efendi’nin aile efradı ise Perizad<br />
Hanımefendi, Behiye Sultan, Düriye Sultan, Rukiye Sultan, Hayriye Sultan, Lütfiye<br />
Sultan, Mehmed Nazım Efendi ve Ömer Fevzi Efendi’den oluşmaktaydı. BOA,<br />
Hanedân Defteri, No:2, s.53. Bunlardan Behiye Sultan Perniyan Hanım’dan, Düriye ve<br />
Rukiye Ünsiyar Hanım’dan, Hayriye ve Lütfiye Perizad Hanım’dan doğmuşlardı. BOA,<br />
İ. DUİT, 5/110, 18 Teşrîn-i sani 1326/1 Aralık 1910. Ömer Hilmi Efendi ilk eşi<br />
Nesimter Hanım’ı Ocak 1915’te boşamıştı. BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.17. 25 Kânunı<br />
sani 1330/7 Ocak 1915.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
kayıt tarihi itibariyle diğer eşlerinden ya boşanmıştı ya da ölmüşlerdi. Çünkü<br />
onun üç eşi bulunmaktaydı. 62<br />
II. Abdülhamid’in oğullarının evliliklerinde de benzer bir durumu görmek<br />
mümkündür. Padişahın 1872 doğumlu en büyük oğlu Mehmed Selim Efendi<br />
1904’e kadar tek eşli iken ilk eşinin ölümünden sonra üç eş daha almıştı. Diğer<br />
şehzadeler Ahmed Efendi (doğum tarihi 1878), Burhaneddin Efendi (doğum<br />
tarihi 1885, Abdürrahim Efendi (doğum tarihi 1894) ve Ahmed Nureddin<br />
Efendi (doğum tarihi 1901) 1924’te yurt dışına çıkarılmadan önce tek eşli<br />
idiler. 63 Ancak bu yeni kuşak şehzadelerin aksine 1857 doğumlu Yusuf İzzeddin<br />
Efendi’nin padişahlar gibi hem eşleri hem de odalıkları vardı. Eş zamanlı olarak<br />
şehzadenin dört nikâhlı eşi ile üç de odalığı bulunmaktaydı. 64 Şehzadelerin eş<br />
sayısı yapılan yeni evlilikler ve boşanmalar nedeniyle değişebilmekteydi.<br />
Şehzadelerin Boşanması:<br />
Hanedan-ı Saltanat Nizamnamesi’nde şehzadelerin boşanmasına dair<br />
herhangi bir açıklama getirilmemişti. Şehzade nikâhlarının İslam Hukuku<br />
esaslarına göre yapılacak olması, boşanmanın da aynı usullerle yapılacağı<br />
anlamına geldiğinden herhangi bir izahata gerek görülmemiş olmalıydı.<br />
Nizamname’nin aksine 1922 tarihinde yürürlüğe giren Kararname’de<br />
boşanmayla ilgili kısımlar yer aldı ve 18. maddede ayrıntılı bir şekilde<br />
düzenlendi. Şehzade ile eşi arasında anlaşmazlık çıktığında izlenecek usul şu<br />
şekilde izah edilmişti: 1. Taraflardan biri durumu padişaha bildirir. 2. Padişah,<br />
incelenmesi için meseleyi Encümen-i Âlî’ye gönderir. Bu inceleme sırasında<br />
Fetva Emini de Encümen toplantısında hazır bulunur. Encümen meseleyi çeşitli<br />
yöntemlerle derinlemesine araştırır. 3. Konu ya taraflara bizzat yahut dolaylı<br />
olarak sorulur. 4. Aralarının düzelmesi için belirli bir süre tanınır. 5. Araları<br />
düzelmediği durumda anlaşmazlığın çeşit ve içeriğine göre nikâh akdinin<br />
şehzade tarafından sona erdirilmesi yahut usul-i şer’îsine göre nikâh akdinin<br />
feshi için mazbata hazırlanarak padişaha sunulur, padişah iradesiyle durum yazılı<br />
olarak tebliğ olunur. 65<br />
Burada boşanma konusundaki yenilik esas itibariyle şehzade eşinin<br />
lehineydi. Çünkü İslam Hukukuna göre şehzadenin zaten kimseye danışmadan<br />
eşini boşama hakkı vardı. Hâlbuki yeni düzenlemeyle şehzade, eşinden memnun<br />
olmasa ve boşanmak istese bile doğrudan boşama yoluna gidemeyecekti. Böyle<br />
62 Ünüvar, Saray Hatıralarım, s.122.<br />
63 BOA, İ.DUİT, 5/116, 6 Ağustos 1333/6 Ağustos 1917; Osmanoğlu, Babam<br />
Abdülhamid, s.40–245.<br />
64 II. Meşrutiyet’in ilanından bir süre sonra hepsiyle aynı gün nikâhlandığı cariye kökenli<br />
dört eşi Züleyha Cavidan, Nazikeda, Tabende ve Leman Hanımlar; odalıkları ise<br />
Bedricemal, Sezaver ve Mölon’du. Örik, Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, s.175–177.<br />
65 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s. 62; Takvim-i Vakayi, nr:4386, 9 Şubat 1338/1922, s.3.<br />
185
186<br />
CEVDET KIRPIK<br />
bir hükmün konulmasında şehzade evliliklerinin düzenli bir şekilde devam<br />
etmesini sağlama ve hanedanın şan ve şerefini muhafaza etme düşüncesi<br />
olmalıydı. Eğer tarafların artık bir arada yaşayamayacakları anlaşılırsa boşanma<br />
“imam-ı hazret-i şehriyarî ile mâbeyn-i hümâyun memurîninden iki zât muvacehesinde”<br />
gerçekleştirilecek ve ilgili sicillere kaydedilecekti (Madde:19). Şehzade, padişaha<br />
müracaat etmeksizin eşini boşarsa ne olacaktı? Bu sorunun cevabı da 20.<br />
maddede verilmekteydi. Bir şehzade eşini padişahtan izinsiz olarak boşarsa<br />
Encümen-i Âlî tarafından alınacak kararlara uymak zorunda kalacaktı. Böyle bir<br />
durumda mihr ve nafaka ile “idaresini temin için Encümence tensib edilecek mikdâr-ı<br />
meblağ her ay hazine-i maliyece” şehzadenin tahsisatından kesilerek boşanan kadına<br />
verilecekti. Bu durum onun yeni bir evlilik yapmasına kadar devam edecekti.<br />
Eğer boşanan eşin, şehzadeden bir çocuğu varsa evlilik sebebiyle Encümen-i<br />
Âlî, duruma göre nafakanın tamamının kesilmesine ya da bir kısmının<br />
ödenmesine karar verebilecekti. Şehzadeden ayrılan bir kadın, başka bir evlilik<br />
gerçekleştirdiği zaman hanedan ile alakası tamamen kesilecek, şehzadenin<br />
ölümü sonrasında yapılan evlilik de bu kurala dâhil olacaktı. 66<br />
Kararname ile getirilen yenilik 1917 tarihli Hukûk-ı Aile Kararnamesiyle<br />
benzerlik göstermekteydi. Eşlerin ayrılmasında takip edilecek usule dair konu<br />
Kararname’nin Esbâb-ı Mûcibe Layihası’nda “Aile Meclisi” başlığı altında<br />
açıklanmaktaydı. Burada özetle Hanefî Mezhebi’nin değil Mâlikî Mezhebi’nin<br />
uygulamasının tercih edildiği belirtilmekte, buna göre taraflar istesin ya da<br />
istemesin hakem heyeti teşkil olunmaktaydı. Heyet öncelikle ailenin devamını<br />
temin için uğraşacak eğer mümkün değilse, suçlu tarafın aleyhine sonuçlar<br />
doğuracak şekilde evlilik sona erdirilecekti. 67 Öyle anlaşılıyor ki Hukûk-ı Aile<br />
Kararnamesi’ndeki hükümler ve bu arada “Aile Meclisi”, Hanedân-ı Âl-i Osman<br />
Kararnamesi hükümlerine yol göstericilik yapmıştı.<br />
Tıpkı evlenmede olduğu gibi boşanmada da şehzadelere ait kayıtlar<br />
sultanlarla kıyaslandığında son derece sınırlıdır. Bilgiler hem sayısal anlamda<br />
sınırlı hem de içerik bakımından daha kısa adeta özet niteliğindedir. Şehzade<br />
66 Takvim-i Vakayi, nr:4386, 9 Şubat 1338/1922, s.3; BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.62.<br />
67 Hukûk-ı Aile Kararnamesi’nin 130. maddesi şu şekilde düzenlenmişti: “Zevceyn<br />
beyninde niza’ ve şikak zuhur edipde tarafeynden biri hâkime müracaat ederse hâkim,<br />
tarafeyn ailelerinden birer hakem tayin eder. Bir veya iki taraf ailesinden hakem tayin<br />
edilecek kimse bulunamaz veya bulunup da hakem olacak evsâfı hâiz olmazsa hariçten<br />
münasiplerini tayin eder. Bu surette teşekkül eden aile meclisi tarafeynin ifadât ve<br />
müdafaatını tedkik ile beyinlerini ıslaha çalışır. Kabil olmadığı surette kusur zevcte ise<br />
beyinlerini tefrik eder ve zevcede ise mehrin tamamı veya bir kısmı üzerine muhalaa<br />
eyler. Hakemler ittifak edemezler ise hâkim, evsâf-ı lazimeyi haiz diğer bir heyet-i<br />
hakemiye veya tarafeyne karabeti olmayan üçüncü bir hakem tayin eyler. Hakemlerin<br />
verecekleri hüküm, katî ve nâ-kabil-i itirazdır.” Bir sonraki maddede ise söz konusu<br />
heyet tarafından gerçekleştirilecek talâkın “talâk-ı bain” olacağı belirtilmekteydi.<br />
Akgündüz, Mukayeseli İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, s.329.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
boşanmalarına dair ilk ve detaylı denilebilecek tek kayıt Ömer Hilmi Efendi’nin<br />
boşanmasıyla ilgiliydi. Dönemin padişahı Mehmed Reşad’ın oğlu olan Şehzade<br />
Ömer Hilmi Efendi’nin eşini boşaması, 7 Ocak 1915 tarihi ile Hanedân Defteri’ne<br />
kaydolundu. Boşanma kaydı, Defter’de şu şekilde yer almıştı: 68<br />
“Şehzade devletlû necâbetlû Ömer Hilmi Efendi hazretleri tarafından hâk-i<br />
pây-ı hümâyun-ı cenâb-ı mülûkâneye takdim kılınıp Hanedân Saltanat Umûrunun<br />
Rü’yetine Mahsus Meclis’e havâle buyrulan ârizaya ve şühûdü’l-hâl cânibinden<br />
tanzim olunan vesîkaya nazaran müşârünileyhin birinci zevcesi Nesimter Hanım’ı<br />
beynlerinde adem-i imtizac vukuuna mebnî bir talâk ile tatlîk eylediği ve<br />
mumâileyhâdan mütevellid evlâdı da olmadığı anlaşılmış olmasıyla meclis-i mezkûr<br />
kararıyla şerefmüteallik buyrulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı padişâhî mantûk-ı âlisine<br />
tevfikan keyfiyet talâkın savb-ı sâmi-i sadaretpenâhilerine tebliğine ibtidâr kılındı.<br />
Olbabda emr u ferman hazret-i men-lehü’l-emrindir. Fî 12 Rebî‛ü’l-evvel sene 1333 ve<br />
Fî 25 Kânun-ı sani sene 1330. Serkâtib-i hazret-i şehriyârî Ali Fuad”<br />
Şehzade’nin Nesimter Hanım’ı boşamasıyla alakalı dikkat çeken öncelikli<br />
husus, boşanmanın Meclis huzurunda değil, şühûdü’l-hâl denilen şahitler<br />
huzurunda gerçekleşmesiydi. Söz konusu boşanma vesikasının saraya ve<br />
Meclis’e sunulması sadece bilgilendirme ve tescil amaçlı görünüyor. Ortada<br />
evlilikten doğan çocuk da olmadığından başkaca bir amaç olmasa gerektir. Oysa<br />
sultanların boşanmasında durum tamamen farklıydı. Öncelikle boşamaya yetkili<br />
sultan saraya gelerek boşamayı bizatihi bir heyetin huzurunda gerçekleştirirdi.<br />
Sultanların talâk şekli de farklıydı. Sultanlar eşlerinden “talâk-ı bâin” denilen 69 ve<br />
geri dönüşü ancak bir nikâhla mümkün olabilen bir boşanmayla ayrılırken,<br />
şehzade bir talâkla boşanmıştı. 70 Bir talâk, üçüncü olmamak kaydıyla<br />
istenildiğinde nikâh akdine gerek duyulmadan eşlerin tekrar bir araya gelebilmesi<br />
anlamına gelmekteydi. 71 Şehzade boşanmalarıyla sultanlarınki arasında bulunan<br />
bazı farklara rağmen benzerlikler de mevcuttu. Öncelikle boşanmada üstünlük<br />
hanedan üyelerindeydi. Diğer benzerlik ise beyan edilen boşanma sebebiydi.<br />
Her ikisinde de ortak boşanma sebebi vesikalara “adem-i imtizac” yani<br />
uyuşmazlık, anlaşamama olarak yansımıştı.<br />
68 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.17. 25 Kânun-ı sani 1330/7 Ocak 1915.<br />
69 Bilmen, talâk-ı bâini şu şekilde izah etmiştir: “Talâk-ı bâinin hükmü, hürmettir. Yani:<br />
bu talâk ile ayrılık hâsıl, zevciyyet zail olub zevcin nikâhı devam ettirmeğe hakkı kalmaz.<br />
Derhal firkat vuku bulur, usulü dairesinde nikâh tecdid edilmedikçe zevciyyet idame<br />
edilmiş olamaz. Zevc ile zevce arasında tevarüs cereyanı kesilir.” Ömer Nasuhi Bilmen,<br />
Hukuk-ı İslâmiyye ve Istıhalat-ı Fıkhiyye Kamusu, II, İstanbul, 1968, s.229.<br />
70 BOA, Hanedân Defteri, No:2, s. 72. 25 Şevval 1340/22 Haziran 1338.<br />
71 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istıhalat-ı Fıkhiyye Kamusu, s.202. Bir talakla boşama Ric’î<br />
Talâk içerisinde kabul ediliyor olup bu da “erkeğe, yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan tek<br />
taraflı irade beyanı ile boşadığı eşine dönebilme imkânı veren talâktır.” İbrahim Paçacı,<br />
“Ric’î Talak”, Dinî Kavramlar Sözlüğü, Yayına Hazırlayan: İsmail Karagöz, <strong>Ankara</strong>, 2010,<br />
s.557.<br />
187
188<br />
CEVDET KIRPIK<br />
Ziyaeddin Efendi, zorunda olmadığı halde boşanma olayını babası<br />
Mehmed Reşad’ın dolayısıyla da Hanedân Umûrunun Rü’yetine Mahsus<br />
Meclis’in onayına sunmuştu. Fakat dönemde boşanan şehzadelerin hepsi<br />
boşanmalarını bu şekilde onaylatmıyorlardı. Örneğin Şehzade İbrahim Tevfik<br />
Efendi, boşanma işlemini saraya ve dolayısıyla da Meclis’e başvurmaksızın<br />
gerçekleştirmiş, tescil ettirmemişti. Şehzade, karısı Emine Hanım’ı hamile iken<br />
23 Nisan 1916’da boşamış, boşanma olayı Emine Hanım’ın doğum yapması<br />
nedeniyle yani dolaylı olarak belgelere geçmişti. 72<br />
Boşandığı bilinen diğer şehzadeler Burhaneddin ve Abdürrahim Efendi’nin<br />
boşanma kayıtları da Hanedan Defteri’ne kaydedilmemişti. 73 Ömer Faruk<br />
Efendi ise boşanma yetkisini verdiği eşi Sabiha Sultan’dan çok sonra, sürgün<br />
yıllarında boşandı. Nikâh kaydına göre boşayan tarafın sultan olması gerekirken<br />
eldeki bilgilere göre boşamayı şehzade gerçekleştirmişti. 74<br />
Boşanan eşin yanında eğer şehzadenin bir çocuğu varsa ona maaş<br />
bağlanmaktaydı. Mesela Abdülkadir Efendi’nin daha önce boşadığı eşlerinden<br />
Mihriban’dan doğan ve annesiyle kalan Mehmed Orhan Efendi’ye 1915 yılı<br />
itibariyle babasının maaşından kesilerek aylık 5.000 kuruş maaş verilmekteydi. 75<br />
Ödenen bu para kayıtlarda “nafaka” olarak zikredilmiyor ama o mahiyette<br />
olduğu açıktır. Bununla birlikte şehzadenin annesine nafaka ve benzeri herhangi<br />
ödemeden bahsedilmemekteydi. Burhaneddin Efendi ise boşadığı karısı Hidayet<br />
Hanım’a küçük bir ev ile bir miktar nafaka vermişti. 76 1913 tarihli<br />
Nizamname’de şehzade eşlerine nafaka verileceğine dair herhangi bir hüküm<br />
yokken 1922 tarihli kararnameye bu husus eklenmişti. 77<br />
72 Şehzade’nin Emine Hanım’dan 20 Ağustos 1916 tarihinde doğan kızına Fethiye adı<br />
verildi. Doğumu Sadrazam Mehmed Said ile Âyandan Faik ve Nuri Beyler tasdik ettiler.<br />
BOA, Hanedân Defteri, No:2, s.36, 5 Teşrîn-i evvel 1332/18 Ekim 1916.<br />
73 Leyla Açba, ablası Hidayet Hanım’ın kocası Burhaneddin Efendi’nin, önce ilk eşi<br />
Hidayet Hanım’ı ve ardından da ikinci eşi Aliye Hanım’ı boşadığını; teyzesinin oğlu<br />
Abdürrahim Efendi’nin de Prenses Emine’yi boşadığını belirtmektedir. Açba, Bir Çerkes<br />
Prensesinin Harem Hatıraları, s.308, 359-362.<br />
74 Bardakçı, Son Osmanlılar, s. 77; Ali Vâsıb Efendi, Bir Şehzadenin Hâtırâtı, s.347.<br />
75 BOA, İ.DUİT, 4/44. 9 Şaban 1333/ 9 Haziran 1331/22 Haziran 1915. Açba, Şehzade<br />
Abdülkadir tarafından boşanan ve çocuğu bulunmayan Sühendan Hanım’ın, maaşsız ve<br />
nafakasız bir şekilde kaldığını, bunun üzerine devrin padişahı Mehmed Reşad’a<br />
başvurarak maaş talebinde bulunduğunu ve Cumhuriyet’in ilanına kadar kendisine aylık<br />
bir miktar maaş bağlandığını belirtmektedir. Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları,<br />
s.256-257.<br />
76 Açba, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, s.308.<br />
77 Kararnamenin 18. maddesinde; “Gerek talâk ve gerek fesih sûretinde zevce-i<br />
mumâileyhânın mihri ve Encümen-i Âlîce takdir olunacak nafaka-yı şer’îyesi şehzade-i<br />
müşârünileyhin muhassasâtından hazine-i maliyece kat’ ve tevkif edilerek kendisine îtâ<br />
olunur.” şeklinde ifade edilmişti. Takvim-i Vakayi, nr:4386, 9 Şubat 1338/1922, s.2.
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Şehzadelerin boşanma usulleri bir yana II. Abdülhamid’in oğulları<br />
merkezinde düşünüldüğünde boşanmanın hanedanda gerek Türkiye’deyken ve<br />
gerekse yurt dışına gönderildikten sonra yaygın olduğu söylenebilir. Nitekim söz<br />
konusu padişahın çocuklarından zikredilenlerin dışında Mehmed Selim Efendi<br />
ve Mehmed Abid Efendi de eşlerinden ayrılmışlardı. 78<br />
Sonuç:<br />
Altı yüzyılı aşan Osmanlı tarihinde şehzadelerin evlenme usulünde üç farklı<br />
uygulamanın belirgin olduğu söylenebilir. Yaklaşık XVI. yüzyıla kadar olan<br />
dönemde daha çok komşu Müslüman Türk veya Hıristiyan devlet<br />
hanedanlarının kızlarıyla evlilik; bu yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına kadar<br />
cariyelerle evlilik, bu tarihlerden ve özellikle 1910’lu yılların başından itibaren ise<br />
Müslüman ya da Türk unsurların kızlarıyla evlilik diye dönemlendirilebilir. Fakat<br />
bu genel bakışın detaylarına inildiğinde Kafes hayatının kaldırılması, şehzade<br />
iken çocuk sahibi olabilme hakkı, 1909’da ülkede köleliğin tamamen ilgası,<br />
Hanedan-ı Saltanat Nizamnamesi ve Hanedan-ı Âl-i Osman Umûru Hakkında<br />
Kararname’nin düzenlenmesi gibi gelişmeler şehzade evliliklerinde yaşanan<br />
değişimin köşe taşlarını oluşturmuştu.<br />
Şehzade evlilikleriyle ilgili değişim, özellikle XIX. yüzyılın ortalarından<br />
itibaren hız kazandı. Esas itibariyle hanedandaki değişim Batıyla olan<br />
münasebetlerin sıklaşmasına paralel olarak bütün devlet ve toplum yapısındaki<br />
değişimden kopuk değildi. XX. yüzyılın başlarında şehzadelere eş sağlayan ana<br />
kaynak, sarayda ve hanedan mensuplarının konaklarında yetiştirilmiş Çerkez ya<br />
da Abaza kökenli kızlardı.<br />
II. Meşrutiyet döneminde değişen ülke ve dünya şartları yalnız devletin<br />
genel siyasi ve toplumsal yapısı üzerinde değil, aynı zamanda hanedan üzerinde<br />
de etkili olmuştu. Yeni dönemde evlenilecek kızlar ile bu kızların seçimi usulü<br />
önemli ölçüde değişime uğradı. Bu bağlamda köleliğin yasaklanması ve özgürlük<br />
ortamında şehzadelerin hal ve hareketleri gibi sebepler evlenme usullerinin yazılı<br />
hale getirilmesine etki etti. Ne var ki yapılan evliliklerin hepsi çizilen sınırlar<br />
dâhilinde olmadı ve sultanların evliliklerinin kayıt altına alınmasındaki hassasiyet<br />
şehzadelerinkinde gösterilemedi.<br />
Nizamname hükümlerine göre hükümet, daha önce hiç olmayan bir<br />
uygulama ile şehzadelerin evleneceği kızların kimliği üzerinde ciddi bir etkiye<br />
sahip olmuştu. Hele de padişahın oldukça pasif, hükümet üyelerinin<br />
olabildiğince aktif olduğu bir dönemde müdahalelerin kaçınılmaz ve belirleyici<br />
olduğu göz ardı edilemez. Şehzadelerin evliliklerini Meclis gündemine<br />
getirmekten ve kayıt altına almaktan çekinmelerinde hükümetin bu pozisyonu<br />
da etkili olmalıdır. Belki de bu nedenle 1922 yılında Kararname hazırlıkları<br />
78 Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, s.240–245.<br />
189
190<br />
CEVDET KIRPIK<br />
sürerken hanedan üyelerinden bazıları Encümen-i Âli-i Hanedan’da hükümet<br />
üyelerinin bulunmasına şiddetle muhalefet etmişler ve bu muhalefetin neticesi<br />
olarak Meclis’teki hükümet üyesi sayısı azaltılmıştı.<br />
Sonuçta II. Meşrutiyet döneminde hanedanın erkek üyelerinin evlenme<br />
usullerinde bir takım değişimlerin yaşanması kaçınılmaz olmuştu. Artık sarayda<br />
yetişen cariye kökenli kızların yerine Mısır Hidiv ailesi, asker kökenliler ve üst<br />
düzey sivil memurlar ile Osmanlı hanedan kızları tercih edilmeye başlanmıştı.<br />
Bu, yüzlerce yıl süren geleneğin değişmesi anlamına gelmekteydi. Bütün bunlar<br />
hanedanın zamanın getirdiği bir takım ihtiyaç ya da eğilimlerden istisna<br />
tutulamadığının birer göstergesiydi. Böylece ülkede Batılılaşma çerçevesinde<br />
esen değişim rüzgârı, toplumun hemen her kesimi gibi hanedan ailesini de içine<br />
alacak şekilde etkilemekteydi.
Kaynakça<br />
Arşiv Belgeleri<br />
ŞEHZADE EVLİLİKLERİNDE DEĞİŞİM<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
BOA(Başbakanlık Osmanlı Arşivi), İ. DUİT (Dosya Usulü İradeler,<br />
BOA, Hanedân Defteri, No. 2.<br />
BOA, HSD (Satın Alınan Evrak), AFT(Ali Fuat Türkgeldi Evrakı).<br />
BOA, Y. PRK. ML (Yıldız Perakende Evrakı Maliye Nezareti Maruzatı).<br />
Gazeteler<br />
Takvim-i Vakayi, nr:4386, 9 Şubat 1338/1922.<br />
Kitap ve Makaleler<br />
AÇBA, Leyla, Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları, İstanbul 2010.<br />
Ahmed Lütfi Efendi, Vak’a-Nüvis Ahmed Lütfî Efendi Tarihi, cilt: IX, Yayına Hazırlayan:<br />
M. Münir Aktepe, İstanbul 1984.<br />
AKYILDIZ, Ali, Mümin ve Müsrif Bir Padişah Kızı Refia Sultan, İstanbul 1998.<br />
ALDERSON, A.D., Osmanlı Hanedânının Yapısı, Çeviren: Şefaettin Severcan, İstanbul<br />
1998.<br />
Ali Vâsıb Efendi, Bir Şehzadenin Hâtırâtı Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve İşittiklerim,<br />
Hazırlayan: Osman Selahaddin Osmanoğlu, İstanbul 2005.<br />
Âşıkpaşaoğlu, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: H. Nihal Atsız, <strong>Ankara</strong> 1985.<br />
BARDAKÇI, Murat, Son Osmanlılar Osmanlı Hanedanının Sürgün Öyküsü, İstanbul 2006.<br />
BARDAKÇI, Murat, Şahbaba, İstanbul, 2006.<br />
BARDAKÇI, Murat, Son Osmanlılar Osmanlı Hanedanının Sürgün ve Miras Öyküsü, İstanbul<br />
2008.<br />
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, II, İstanbul,<br />
1968.<br />
Celal Nuri, “Hanedan-ı Saltanat Kanunu”, İctihad, 7 Mart 1329/20 Mart 1913, nr:57.<br />
CİN, Halil, İslam ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Konya 1988.<br />
Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, Yayınlayan: Cavid Baysun, <strong>Ankara</strong> 1991.<br />
DAVİES, Norman, Avrupa Tarihi, Çevirenler: Burcu Çığman-Elif Topçugil-Kudret<br />
Emiroğlu-Suat Kaya, <strong>Ankara</strong> 2006.<br />
DEMİRBAŞ, Bülent (Yayınlayan), Meclis-i Mebusan ve Âyân Reisi Ahmed Rıza Bey’in<br />
Anıları, İstanbul 1988.<br />
DÖNDÜREN, Hamdi, Delilleriyle İslam Hukuku Şahıs, Aile ve Çözümlü Miras, İstanbul<br />
1983.<br />
EROĞLU, Haldun, Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumu, <strong>Ankara</strong> 2004.<br />
191
192<br />
CEVDET KIRPIK<br />
Hurşid Paşa, “Sultan Reşad’ın Başyaveri Hurşid Paşa’nın Saray Hatıraları”, Hayat Tarih,<br />
sayı:5, Haziran 1965.<br />
İNAN, Arı (Yayıma Hazırlayan), Enver Paşa’nın Özel Mektupları, <strong>Ankara</strong> 1997.<br />
KIRPIK, Cevdet, “Nizamname Dışı Bir Evlilik Şehzade Sayılmayan İki Çocuk,”<br />
Toplumsal Tarih, sayı:170, Şubat 2008.<br />
KIRPIK, Cevdet, “Anadolu'da Savaş, İstanbul'da Kanun Hazırlığı ve Hanedân-ı Âl-i<br />
Osman Kararnamesi”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs<br />
2009, Sayı:19.<br />
KIRPIK, Cevdet,"Hanedân-ı Saltanat Nizamnâmesi ve Uygulanması", Belleten, 269, Cilt:<br />
LXXIV-Sayı: 269-Yıl: 2010 Nisan.<br />
KOLOĞLU, Orhan, Son Sadrazam Milli Mücadele Taraftarı Ahmed Tevfik Paşa, İstanbul<br />
2007.<br />
Leyla (Saz) Hanım, Anılar 19. Yüzyılda Saray Haremi, Çeviren: Şen Sahir Sılan, İstanbul<br />
2000.<br />
Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ Neşrî Tarihi, cilt: I, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat-<br />
Mehmed A. Köymen, <strong>Ankara</strong> 1995.<br />
Naciye Sultan, Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’ın Hatıraları: Acı Zamanlar, Yayına<br />
Hazırlayan: O. Gazi Aşiroğlu, İstanbul 1990.<br />
Meclis-i Âyân Zabıt Ceridesi, cilt:1, İçtima:40, 27 Şubat 1331(1916), <strong>Ankara</strong> 1990, s. 316–<br />
317. Meclis-i Âyân Zabıt Ceridesi, cilt:1, İçtima:12, 1 Kânun-ı evvel 1332 (1916),<br />
<strong>Ankara</strong> 1990.<br />
OKDAY, İsmail Hakkı, Yanya’dan <strong>Ankara</strong>’ya, İstanbul 1994.<br />
OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Abdülhamid, İstanbul 1986.<br />
ÖRİK, Nahid Sırrı, Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, Hazırlayan: Alpay Kabacalı,<br />
İstanbul 2006.<br />
PAÇACI, İbrahim, “Ric’î Talak”, Dinî Kavramlar Sözlüğü, Yayına Hazırlayan: İsmail<br />
Karagöz, <strong>Ankara</strong> 2010.<br />
PEİRCE, Leslie P., Harem-i Hümayun Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar,<br />
Çeviri: Ayşe Berktay, İstanbul 2000.<br />
ŞEHSUVAROĞLU, Bedî, “Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi’ye Dair”, Hayat Tarih,<br />
Haziran 1974.<br />
TÜRKGELDİ, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, <strong>Ankara</strong> 1951.<br />
ULUÇAY, Çağatay, Harem II, <strong>Ankara</strong>, 1992.<br />
ULUÇAY, M. Çağatay, Padişahların Kadınları ve Kızları, İstanbul 2001.<br />
ULUÇAY, Çağatay, “Fatma ve Safiye Sultanların Düğünlerine Ait Bir Araştırma,”<br />
İstanbul Enstitüsü Mecmuası, IV, 1958.<br />
UZUNÇARŞILI, İ. Hakkı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, <strong>Ankara</strong> 1988.
II. Abdülhamid Döneminde Rumeli’de<br />
Maarifin Teftişi<br />
Inspection of Educational Institutions in Rumelia<br />
during the Abdülhamid II Period<br />
Özet<br />
Arzu M. Nurdoğan ∗<br />
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası politik,<br />
ekonomik, idari ve hukuki yapıda meydana gelen hızlı dönüşümün,<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun dışa dönük en yoğun diplomatik<br />
ilişkilerin yaşandığı devirlerden Sultan II. Abdülhamid döneminde<br />
eğitim sisteminin de amaç ve niteliğini etkilemesi kaçınılmazdı. Keza<br />
hızlı kentleşme, nüfusun süratle artması, hak ve özgürlük<br />
isteklerindeki genişlemeler, iletişim teknolojisindeki yenilikler,<br />
milliyetçilik akımındaki gelişmelerin kümülatif etkisi devletin bunlara<br />
rasyonel çözümler aramak, uzlaşma sağlayacak yeni değerler ortaya<br />
çıkarmak ve bunu da eğitimin temel görevi ve sorunu kılmak arayışına<br />
yol açmıştır. Bu arayış içerisinde müfettişlik müessesesi, eğitim<br />
sisteminde karar verme, planlama, örgütleme, iletişim ve<br />
değerlendirme ile ilgili temel sorunların çözümlenmesi açısından<br />
hayati bir zorunluluk haline gelmişti. Bu bağlamda temel problemi,<br />
imparatorluğun son döneminde muhtelif ırk, millet, din ve kültürü bir<br />
arada bulundurması itibarıyla Osmanlı coğrafyasında özel bir öneme<br />
sahip Rumeli vilayetlerindeki denetim görevinin yürütülme biçimi<br />
olan araştırmada, 1876-1909 yılları arasında konuyla ilgili olan olaylar,<br />
kurumlar ve bireyler, kendi koşulları içinde ve olduğu gibi dikey<br />
yöntem ve tarihsel araştırma deseninden yararlanılarak yorumlanmaya<br />
çalışılmıştır.<br />
Anahtar Kavramlar : Teftiş, Müfettiş, Rumeli, eğitim-öğretim<br />
faaliyetleri.<br />
Abstract<br />
The rapid transformation in the international political,<br />
economical, administrative and judicial structure as of the second half<br />
of 19th century inevitably affected the purpose and nature of the<br />
education system in the Sultan Abdülhamid II era, a period of<br />
∗ Dr., Marmara <strong>Üniversitesi</strong>, Atatürk Eğitim Fakültesi, E-mail : arzu.nurdogan@marmara.edu.tr
194<br />
Giriş<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
intensive international diplomatic relations. Similarly, cumulative<br />
effects of the rapid urbanization, continuous rapid growth in the<br />
population, developments in the right- and freedom-related<br />
demands, innovations in the communication technology and<br />
developments in the nationalism movement caused the government<br />
to seek rational solutions, bringing forward new values providing<br />
settlement and making them the main duty and matter of the<br />
education. During this search, the inspectorship became vital in<br />
resolving major problems, making decisions, planning, organizing,<br />
communication and assessment in the education system. In the<br />
study addressing the management style of the inspection duty in the<br />
Rumelia governorates- which have a special importance due to fact<br />
that they contained various races, nations, religions and cultures- the<br />
events, institutions and individuals (1876-1909) have been interpreted<br />
according to their context and conditions, using the vertical method<br />
and historical research pattern.<br />
Key Words: Inspection, Inspector, Rumelia, educationteaching<br />
activities.<br />
Teftiş Müessesesinin Önemi<br />
Sultan II. Abdülhamid döneminde eğitim ve öğretimin imparatorluğun<br />
bekası açısından hayati öneme haiz bir keyfiyet olduğunun idrakiyle bir taraftan<br />
genç neslin yönlendirilmesi gereken amaç ve prensipler belirlenirken, diğer<br />
taraftan bu ilkelerin hedeflenen teknik ilerlemelere, maddi kalkınmaya, siyasi<br />
bütünleşmeye temel oluşturması açısından teftişine de önem verilmiştir. Zira<br />
eğitimin yeniden yapılandırma sürecinde asıl mesele mektep sayısını artırmakta,<br />
yaygın fakat niteliksiz bir okuma-yazma seferberliğinde değil, merkezin<br />
değerlerini kendisininki olarak kabul edecek eğitimli bir nüfus yaratmaktı. Şu<br />
halde orduyu tensik ve ıslah etmek, ictimai müesseselere çekidüzen vermek,<br />
idari, hukuki, iktisadi, zirai ve sınai gelişmeyi sağlamak amacıyla açılan okullar<br />
faydalı ve bereketli işler gibi görünse de, bunların dönemin gereklerine uygun<br />
bir eğitim temin etmesi yönünde denetlenmemesi durumunda başladığı yerde<br />
sönmüş, günübirlik ve mevzii hareketler olarak kalması sözkonusu olacaktı. Bu<br />
bağlamda eğitim sistemindeki bütün maddi/manevi hamlelerin kontrollü,<br />
düzenli ve şuurlu bir seviyede tutulmadığı takdirde akamete mahkum oldukları<br />
tezi araştırmanın varsayımlarındandır. Başka bir ifadeyle eğitimde kalitesizliğin<br />
maliyetini telafi etmek oldukça güçtür. Ancak eğitimde niteliği yükseltmek de bir<br />
yönetim felsefesidir. Sistem yöneticilerinin kaliteyi eğitim varlığının nedeni<br />
olarak görmesi şarttır. Sözgelimi geçmiş dönemlere oranla XIX. yüzyılda<br />
devletin denetiminde ve gözetiminde bir maarif anlayışı giderek güç kazanmıştır.<br />
Bu durum devletin halk eğitimi sürecindeki rolüne paralel olarak artış<br />
göstermiştir. Bu bağlamda araştırmanın temel problemi, imparatorluğun son
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
yüzyılında muhtelif ırk, milet, din ve kültürü birarada bulundurması itibarıyla<br />
Osmanlı coğrafyasında özel bir öneme sahip Rumeli vilayetlerindeki denetim<br />
görevinin yürütülme biçimidir. Çalışmanın en önemli varsayımı ise; çok uluslu<br />
imparatorluk topraklarının tek uluslu bir yapıya dönüştürülmesi projesi<br />
kapsamında eğitim-öğretim kurumlarının araçsallaştırıldığı bir dönem ve<br />
coğrafyada, merkezi yönetimin bölgeyi hakimiyet sınırları içerisinde tutmak<br />
amacıyla başlattığı eğitim kampanyasında teftiş sisteminin öneminin<br />
bilinmesinin, günümüzün incelenmesi ve anlaşılması açısından bir perspektif<br />
sunabileceği gibi bu sistemin gelecekteki yapılanmasını biçimlendirme çabalarına<br />
da katkı sağlayabileceğidir.<br />
Araştırmanın temel amacı ise, Sultan II. Abdülhamid döneminde<br />
Rumeli’de sistemi oluşturan değişik eğitim kademelerindeki uygulama (tedrisat)<br />
ile hedef arasındaki uyumu sağlama konusunda teftiş ve denetimin önemini<br />
meydana çıkarmaya çalışmaktır. Bu amaçla makale, imparatorluğun son<br />
döneminde eğitim felsefesi ve politikalarının yeniden yapılandırılmasının arka<br />
planını anlayabilmek açısından bu yüzyıldaki eğitim uygulamalarının bütün<br />
yönleriyle araştırılması gerektiği düşüncesiyle kaleme alınmıştır. Sözkonusu<br />
gereklilik aynı zamanda çalışmanın önemini de ortaya koymaktadır. Buna<br />
rağmen şimdiye kadar yapılan araştırmalarda eğitimin teftişi konusunun ihmale<br />
uğraması, bir felsefe ve bir mesele olarak ele alınmaya lüzum hissedilmemiş<br />
olması gözardı edilemeyecek bir eksikliktir 1. Bu durum maarifin teftişi<br />
konusunu değişmez kategoriler, muayyen tanımlamalar ve tek tip tanımlarla izah<br />
etme çabasına yol açmıştır 2. Araştırma, içeriden ve dışarıdan imparatorluğun<br />
varoluşuna yöneltilen meydan okumalar karşısında, yeni açılımlar yoluyla<br />
Rumeli’de hakimiyet için zaruri olan manevra alanı yaratmak amacıyla başlatılan<br />
1 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 3 C., İstanbul, Eser Matbaacılık, 1977; Yahya Akyüz,<br />
Türk Eğitim Tarihi. M.Ö. 1000- M.S. 2006, <strong>Ankara</strong>, Pegem A Yayıncılık, 2006; Necdet<br />
Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul, İstanbul Bilgi <strong>Üniversitesi</strong><br />
Yayınları, 2003; Celal S. Antel, “Tanzimat Maarifi”, Tanzimat I. Yüzüncü Yıldönümü<br />
Münasebetiyle, <strong>Ankara</strong>, Maarif Vekaleti, 1940, s. 444-462; Nafi Atuf, Türkiye Maarif Tarihi<br />
Hakkında Bir Deneme, C.1, İstanbul, Muallim Halit Kütüphanesi, 1930; Nafi Atuf,<br />
Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, C. 2, İstanbul, Milliyet Matbaası, 1932; C.<br />
Yalçın Bilim, Tanzimat Devrinde Türk Eğitiminde Çağdaşlaşma (1839-1876), Eskişehir,<br />
Anadolu <strong>Üniversitesi</strong>, 1984; Roderic H. Davison, “Westernized Education in Ottoman<br />
Empire”, The Middle East Journal, Summer 1961, s. 289-301; Hasan A. Koçer, Türkiye’de<br />
Modern Eğitimin Doğuşu (1773-1993), <strong>Ankara</strong>, Uzman Yayınları, 1987; Andreas M.<br />
Kazamias, Education and the Quest for Modernity in Turkey, London George Allen &<br />
Unwin Ltd., 1966; İsmail Doğan, Türk Eğitim Tarihinin Ana Evreleri. Kurumlar-Kişiler-<br />
Söylemler, <strong>Ankara</strong>, Nobel Yayıncılık, 2010.<br />
2 İlhan Tekeli-Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin<br />
Oluşumu ve Dönüşümü, <strong>Ankara</strong>, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, s. 123; Kamil Su,<br />
Türk Eğitiminde Teftişin Yeri ve Önemi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1974, s. 3.<br />
195
196<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
eğitim hareketlerinde teftiş ve denetimin hayati bir noktayı temsil ettiği<br />
düşüncesinden kaynaklanmıştır.<br />
Tanzimat Dönemi Maarifi ve Teftişi<br />
Yönetim sürecinin bir unsuru olan teftiş, klasik anlamdaki yönetim<br />
anlayışının alternatifi olarak doğan, gelişen ve sistemin tüm elemanlarının,<br />
sistem içindeki bütün insanların ortak sorumluluğu paylaştıkları bir anlayıştır 3.<br />
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası politik, ekonomi, idari ve<br />
hukuki yapıda meydana gelen hızlı dönüşümün, Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />
dışa dönük en yoğun diplomatik ilişkilerin yaşandığı devirlerden olan Sultan II.<br />
Abdülhamid döneminde eğitim sisteminin de amaç ve niteliğini etkilemesi<br />
kaçınılmazdı. Keza hızlı kentleşme, nüfusun süratle artması, hak ve özgürlük<br />
isteklerindeki genişlemeler, iletişim teknolojisindeki yenilikler, Rumeli<br />
topraklarında milliyetçilik akımındaki gelişmelerin kümülatif etkisi devletin<br />
bunlara rasyonel çözümler aramak, uzlaşma sağlayacak yeni değerler ortaya<br />
çıkarmak ve bunu da eğitimin temel görevi ve sorunu kılmak arayışına yol<br />
açmıştır. Bu arayış içerisinde geçmişini ve gününü “gereken düzeyde”<br />
yorumlayan ve geleceğini buna göre planlayabilen insanlar yetiştirme projesini<br />
kapsayan eğitimde denetim; bu amaçla karar verme, planlama, örgütleme,<br />
iletişim ve değerlendirme ile ilgili temel sorunların çözümlenmesi açısından<br />
hayati bir zorunluluk haline gelmişti.<br />
Esasen eğitim örgütlenmesinin başlangıcı olan Tanzimat döneminden<br />
itibaren teftişin sistem içerisinde yer aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim devletin<br />
öğretmen ve öğrencileri kendi sorumluluğuna alması yönündeki zihniyet<br />
değişikliğini ifade eden ilk belge olan Meclis-i Umur-ı Nafia’nın 1838 tarihli<br />
raporunda 4 sıbyan mekteplerindeki öğretmenlerin niteliklerini tespit etmek<br />
amacıyla müfettiş karşılığı muinler görevlendirilmiştir. Esad Efendi’nin, Kamil<br />
Paşa’nın ve Ahmed Vefik Paşa’nın nazırlıkları döneminde eğitimde teftiş<br />
hizmetinin devam ettiği anlaşılmaktaysa da öğretim kurumlarının, kadrosunun,<br />
programların ve imtihanların denetiminde müfettişlerin gözönünde<br />
bulunduracakları esaslar gerçek anlamda 1869 Maarif-i Umumiye<br />
Nizamnamesi’nde belirlenmiştir. Keza 1862 tarihine kadar muin terimi müfettiş<br />
3 Derek Gardiner, The Anatomy of Supervision: Developing Learning and Professional Competence<br />
for Social Work Students, Milton Keynes: The Society for Research into Higher Education<br />
& Open University Press, 1989, s. 1-2; Mario S. Torres- Luana Zellner-David<br />
Erlandson, “Administrator Perceptions of School Improvement Policies in a High-<br />
Impact Policy Setting”, International Journal of Education Policy & Leadership, October 30,<br />
2008, Vol. 3, Nr. 7, s. 2-3.<br />
4 21 Za 1254 (6 Şubat 1839), Takvim-i Vekayi, s. 2.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
karşılığı kullanılmışken, bu tarihten itibaren teftiş hizmeti görenlere müfettiş<br />
denildiği anlaşılmaktadır 5.<br />
Gerek merkez, gerekse taşradaki eğitim-öğretimi düzenleme amacıyla<br />
tanzim edilmiş ilk kapsamlı yasal belge olan 1869 Maarif-i Umumiye<br />
Nizamnamesi’yle icrai, mali ve teftiş üniteleriyle vilayet maarif meclislerinin<br />
kurulması kararlaştırılmıştı. Maarif müdürlerinin başkanlığı altında oluşturulan<br />
bu meclislerde 6 müfettiş ve muhakkıkların bulunması 7, merkezin bir taraftan<br />
teftiş hizmetinin sürekliliğin sağlanmasının, nitelikli insan gücünün<br />
yetiştirilmesindeki katkısını kavradığını, diğer taraftan taşrada daha iyi eğitim<br />
hedeflerinin belirlenmesinde eğitim örgütlerinin denetlenmesi zaruretini kabul<br />
ettiğini göstermektedir.<br />
1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’yle Maarif Nazırlığının<br />
başkanlığında ilmi ve idari olmak üzere iki daireye ayrılan Meclis-i Kebir-i<br />
Maarif’in idari dairesi, okulların, maarif meclislerinin, müzelerin, kütüphanelerin<br />
ve matbaaların yönetim, personel, bütçe ve tahkikat işleriyle meşgul olmak üzere<br />
içlerinde müfettişlerin de yer aldığı geniş bir kadrodan müteşekkildi 8. Maarif<br />
Nezareti’nin eğitim sisteminin kademelerini de yansıtan beş daireye ayrıldığı 9<br />
tarihte İstanbul, Anadolu ve Rumeli olmak üzere üç mekatib-i umumiye<br />
müfettişi vardı 10. Her ne kadar Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde<br />
merkezdeki Meclis-i Kebir-i Maarif’in taşradaki icrai şubeleri olarak vilayet<br />
maarif meclislerinin kurulacağı kaydedilmişse de bunların teşkiline 1872 yılından<br />
sonra başlandığı gibi, meclisin doğal üyesi bulunan maarif müdürlerinin tayini<br />
ise ancak 1882’den itibaren gerçekleşebilmiştir 11. Maarif müdürlerinin görevleri<br />
5 Cumhuriyet Devrinde Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi,<br />
1977, s. 1; Kamil Su, a.g.e., s. 3.<br />
6 BOA., 9 S 1299 (30 Aralık 1881), MF.MKB., 20/31.<br />
7 Mahmud Cevad ibnü’ş-Şeyh Nafi, Maarif-i Umumiye Nezareti. Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı-<br />
XIX. Asır Osmanlı Maarif Tarihi-, haz. Taceddin Kayaoğlu, <strong>Ankara</strong>, Yeni Türkiye<br />
Yayınları, 2001, s. 99-101; Faik R. Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir<br />
Bakış, <strong>Ankara</strong>, Milli Eğitim Bakanlığı, 1964, s. 24; Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri<br />
Eğitim Sistemi, <strong>Ankara</strong>, Türk Tarih Kurumu, 1988, s. 22.<br />
8 Faik R. Unat, a.g.e., s. 24; Bayram Kodaman, a.g.e., s. 22.<br />
9 Bu daireler arasında 1884 yılında Encümen-i Teftiş ve Muayene Heyeti’ne<br />
dönüştürülecek olan Telif ve Tercüme İdaresi’nin okulların teftişi ile doğrudan bir ilgisi<br />
olmayıp, yayımlanacak eserleri kontrol etmekle vazifeli olduğu anlaşılmaktadır. Bkz.<br />
Düstur, Cüz-i sani, Dersaadet 1289 (1872-1873), s. 231-244; BOA, 20 Ca 1300 (29 Mart<br />
1883), Y.PRK.MF., 1/27.<br />
10 Bunlar arasına daha sonra kütüphaneler ve müzeler müfettişleri de katılmıştır: Faik R.<br />
Unat, a.g.e., s. 25.<br />
11 BOA., 27 Ra 1299 (16 Şubat 1882), BEO.AYN.d., No. 1420; 30 Ca 1299 (19 Nisan<br />
1882), BEO.AYN.d., No. 1420; 25 M 1321 (26 Kasım 1883), BEO.AYN.d., No. 1243.<br />
197
198<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
arasına müfettişlik vazifesinin de eklenmesi 12, hükümetin bu refomları nasıl<br />
büyük bir mali iflas ve parasal sıkıntı ortamında gerçekleştirdiğini açıkça<br />
yansıtmaktadır. Böylece maarif müdürlerinin sorumluluklarına şu maddeler dahil<br />
edilmiştir:<br />
1. Yabancı okullar için ülkeye giriş yapan kitaplarla ilgili istatistikleri<br />
hazırlamak,<br />
2. Vilayet dahilinde müslim ve gayrımüslim okullarının sayısını, öğrenci<br />
miktarını, öğretmenlerin menşeini, mezuniyet düzeylerini, okulların kurucularını,<br />
gelir kaynaklarını içeren bir defter düzenlemek,<br />
3. Öğretmenlerin okullar arasındaki nakil ve becayiş işlemlerini<br />
gerçekleştirmek,<br />
4. Vilayet tarafından basılan kitap ve risalelere ilişkin bir defter<br />
düzenlemek,<br />
5. Okulların kitap eksiklikleri hakkında nezarete bilgi vermek,<br />
6. Darülmuallimin ve öğrencileriyle ilgili bir defter hazırlamak,<br />
7. Maarif sandığının gelir ve giderleri için iki ayrı defter tutmak ve her yıl<br />
ibtidailere kaydolan talebe sayısını, rüşdiyede öğrenim gören öğrenci sayısı ile<br />
mezun sayısını bu defterlere kaydetmek 13.<br />
Sözkonusu hükümler çerçevesinde maarif müdürleri; öğretimin devamlılığı,<br />
azınlık ve yabancı okullardaki eğitimin güvenirliliği, ilköğretime ait istatistik<br />
bilgileri toplamak gibi esasen müfettişlerin görevi olan bilgilere ulaşıp Maarif<br />
Nezareti’ne iletmekle de sorumlu tutulmuşlardı.<br />
II. Abdülhamid Döneminde Rumeli’de Maarifin Teftişin<br />
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletlerinin, bilhassa<br />
Avusturya ve Rusya’nın imparatorluğun Rumeli topraklarındaki siyasi etkisi yeni<br />
bir ivme kazanmış, bir taraftan Avusturya Adriyatik sahilleriyle Bosna-<br />
Hersek’teki hakimiyetini, Arnavut ve Sırp unsurlarla kurduğu yakın ilişki<br />
neticesinde Arnavutluk ve Selanik’e doğru yayma gayreti içerisine girmişti 14.<br />
Diğer taraftan Rusya Panslavist akım doğrultusunda bütün Balkan Slavlarını<br />
12 BOA., 11 M 1334 (20 Kasım 1915), MF.HTF., 3/32; 20 Ca 1334 (25 Mart 1916),<br />
MF.HTF., 3/106.<br />
13 BOA., 19 N 1301 (12 Temmuz 1884), MF.VRK., 3/16.<br />
14 Ivan Parvev, “'Du, glückliches Österreich, verhandle'. Militär versus Diplomatie in<br />
der habsburgischen Südosteuropa-Politik 1739-1878”, Das Osmanische Reich und die<br />
Habsburgermonarchie. Akten des internationalen Kongresses zum 150-jährigen Bestehen des Institus<br />
für Österreichische Geschichtsforschung Wien, 22-25 September 2004, Wien, Oldenburg Verlag,<br />
2005, s. 541-550.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Çarlık yönetiminde birleştirmek üzere yoğun bir örgütlenmeye gitmişti 15.<br />
Avrupa devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede kurduğu dengeyi kendi<br />
emelleri doğrultusunda bozmak amacıyla en çok din ve eğitim kurumlarından<br />
yararlanıyorlar ve “tevsi’-i maarif adı altında hissiyât-ı milliyyenin intişarı”na<br />
çalışıyorlardı 16. Öyle ki yabancıların bölgedeki “mekteblerde din ve mezhebe müteallik<br />
tedrisatta bulunmakta oldukları (ve) mekâtib şâkirdânıyla ahali-i mahalliye-i Hristiyaniyeye<br />
fesad tohumları serptikleri” yönündeki istihbaratın çokluğu 17, Sultan II.<br />
Abdülhamid’in teftiş sistemini imparatorluğun bütün vilayetlerini kapsayacak<br />
şekilde yaymasına yönelik yeni kararlar almasını sağlamıştır. Bu çerçevede<br />
Rumeli vilayetlerindeki milliyetçi düşüncenin gelişmesine yönelik yabancı ve<br />
azınlık eğitim faaliyetlerine karşı merkezi hükümetin giderek artan<br />
farkındalığının bir göstergesi olarak 18 1886 yılında Maarif Nezareti’ne bağlı teftiş<br />
memurları (memurin-i teftişiye) arasına; aliye, idadiye, rüşdiye, ibtidaiyeye ek<br />
olarak Milel-i Gayrımüslime ve Ecnebiye Müfettişliği’nin de eklendiği<br />
görülmektedir 19. Sözkonusu birim bu okulların yerleşimleri, kuruluş yılları,<br />
öğretmen ve öğrencileri ile müfredatları hakkında merkezi bilgilendirmek üzere<br />
oniki yıl sonra Mekâtib-i Gayrımüslime ve Ecnebiye Müfettişliği adı altında<br />
yeniden yapılandırılmıştır 20. Bu müfettişlik, XIX. yüzyılda Balkanlar’da eğitimin,<br />
bölgedeki milliyetçilik bilincinin ve hareketinin oluşmasında ve gelişmesinde en<br />
önemli etken olarak değer kazanmasına ve Rum, Bulgar, Sırp ve Ulah gibi<br />
unsurların kendine özgü milli tarih anlayışına sahip çok sayıda ulus-devleti<br />
kurmasını kolaylaştırmak amacıyla açılan yabancı okullarda gizli ve açık olarak<br />
yürütülen milliyetçilik propogandasına 21 karşı merkezin tepkisine bir örnek<br />
15 Hans Kohn, Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, (Trc.) Agah Oktay Güner, İstanbul ,<br />
Kervan Yayınları, 1983, s. 134-142; Hugh Seton-Watson, The decline of imperial Russia ,<br />
1855-1914, New York, Frederick A. Praeger, 1965, s. 90-96; Keziban Acar, Russian<br />
National Identity in Patriotic Culture : The Russian Descriptions of Themselves in contrast to Their<br />
Enemies during the Crimean War of 1853-56 and Russo-Turkish War of 1877-1878,<br />
Yayınlanmamış Doktora Tezi, University of Kentucky, 2000, s. 174-191, 223-227.<br />
16 BOA., 25 Aralık 1893 [16 C 1311], Y.PRK.MF., 3/10.<br />
17 BOA., 8 Kasım 1896 [2 C 1314], MF.MKT., 348/48.<br />
18 Sultan II. Abdülhamid’in merkezin değerleriyle bütünleşmiş bir eğitim sistemini tüm<br />
imparatorluk coğrafyasına yayma çabası, bilhassa Maarif Nazırı Zühdü Paşa, Şakir Paşa,<br />
Haşim Paşa, Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Mihran Boyacıyan’ın yabancı okullar hakkında<br />
verdikleri raporlardan sonra hızlanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Atilla Çetin, “Maarif<br />
Nazırı Ahmed Zühdü Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yabancı Okullar<br />
Hakkında Raporu”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, S. 10-11, İstanbul, 1983, s.<br />
189-219.<br />
19 Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye. 1305 (1889), Dersaadet, Mahmud Bey Matbaası,<br />
1305, s. 225.<br />
20 Stanford J. Shaw-Ezel K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, (Trc.)<br />
Mehmet Harmancı, İstanbul, E Yayınları, 1982, s. 304-305; Kodaman, a.g.e., s. 94.<br />
21 Haris N. Meletiades, “Types of Transition to National Educational Systems in the<br />
Balkans of the 19th century”, Education in the Balkans: From the Enlightenment to the<br />
199
200<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
olması açısından önemlidir. Ayrıca bu okulları denetlemekten sorumlu<br />
müfettişlerin bilhassa lisana hakim müslümanlardan seçilmesi de Sultan’ın<br />
mesele üzerindeki hassasiyetini göstermektedir 22. Sözkonusu hassasiyete binaen<br />
1891 yılında da yalnız Edirne, Selanik, Yanya, Manastır, Kosova ve İşkodra<br />
vilayetleri için Rumeli Vilâyât-ı Şahanesi Maarif Müfettişliği ihdas edilmiştir 23.<br />
Bu tarihte imparatorluğun yabancı girişim ve sermayesinin en yoğun olarak<br />
hissedildiği Rumeli topraklarında müstakil bir müfettişlik kurulması, Sultan II.<br />
Abdülhamid’in azınlık ve yabancı okullarıyla rekabet edebilmek için öncelikle<br />
sağlam ve güvenilir bilgiler edinmenin önemine vakıf olduğuna işaret<br />
etmektedir. Nitekim talimatın onbirinci maddesinde öğretim durumu, maarif<br />
memurlarının icraatı, gerekli görülen ıslahat ile maarifin gelir ve giderlerine dair<br />
bilgilerin derlenip Nezaret’e ulaştırılması hükmü bu farkındalığı açıkça<br />
yansıtmaktadır.<br />
Rumeli vilayetlerinde vazifeli müfettişler bölgede öncelikle Maarif-i<br />
Umumiye Nizamnamesi hükümlerinin 24 uygulanmasına dikkat edecek, ardından<br />
kronik sermaye eksikliğinin yol açtığı engelleri ortadan kaldırmak üzere maarife<br />
ait gelir ve giderlerin kullanılma ve harcama şeklini inceleyecekti. Talimatname,<br />
okullardaki eğitim-öğretim hizmetinin kanun, tüzük, yönetmelik ve programlara<br />
uygun biçimde yürütülmesini sağlamak ve gayrımüslim ile yabancı mekteplerin<br />
nizamname ve kararlar muvacehesinde idaresini temin etmek gibi teftiş<br />
mekanizmasının standart maddelerini de kapsamaktadır. 1869 Maarif-i<br />
Umumiye Nizamnamesi’ne göre gayrimüslim tebaanın bir yerde okul açma<br />
talebinin olumlu karşılanabilmesi için öncelikle, açılması planlanan bölgede o<br />
milletten ve mezhepten yeterli bir nüfusun yaşayıp yaşamadığı 25, okul çağındaki<br />
çocukların sözkonusu mektebin devamı için yeterli sayıda olup olmadığı ve<br />
herhangi bir siyasi maksat yahut sakıncanın bulunup bulunmadığına dair yerel<br />
Founding of the Nation-States, (ed.) Nikos P. Terzis, Greece, Publishing House Kyriakidis<br />
Brothers s.a., 2000, s. 21-28.<br />
22 Her ne kadar sözkonusu müfettişlikte bir yıl süreyle Kostantinidi isimli bir Rum görev<br />
yapmışsa da, Sultan Abdülhamid’in müfetişlik görevine müslümanların getirilmesi<br />
hususunda kararlı olduğu anlaşılmaktadır. BOA., 10 B 1304 (4 Nisan 1897), İ. DH.,<br />
No. 81089.<br />
23 Kamil Su sözkonusu müfettişliğin 1894 yılında, Milel-i Gayrımüslime ve Ecnebiye<br />
Müfettişliğinin ise 1889’da kurulduğunu kaydetmiştir. Karş.: İlhan Tekeli-Selim İlkin,<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, <strong>Ankara</strong>,<br />
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, s. 123; Kamil Su, a.g.e., s. 7; BOA., 21 L 1308 (29<br />
Mayıs 1891), MF.HTF., 1/2.<br />
24 Nizamname için bkz. Düstur, Cüz-i sani, Dersaadet, Matbaa-i Amire, 1289 (1872-<br />
1873), s. 184-219.<br />
25 Örneğin Bulgarlar 37 haneden ibaret olan bir köyde okul açmak istemişler, yeterli<br />
nüfus olmadığı ve bu talebin arkasında siyasi bir maksadın bulunduğu gerekçesiyle onay<br />
alamamışlardır: BOA., 26 Şubat 1908 (23 M 1326), TFR.I.KV., 210/20967; BOA.,<br />
BEO.AYN.d., No. 120, s. 29
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
idareciler tarafından yapılan inceleme sonucuyla, vilayet idare meclisi kanaatinin<br />
hükümetin onayına sunulması şarttı 26. Müfettişlere bölgedeki okulların bu<br />
şartları yerine getirip getirmediğini tespit etmenin yanısıra, maarifin diğer<br />
yönetim kademelerinde görev yapan yetkililere ilişkin inceleme, soruşturma ve<br />
değerlendirme yapma hakkı da tanınmıştır. Bu madde bilhassa Rumeli gibi<br />
merkezi hükümetin siyasal anlamda daha duyarlı olduğu bölgelerde, mevcut<br />
siyasi ve ahlaki tehlikeler dikkate alındığında hayli anlamlıdır. Zira bu teftişler<br />
neticesinde yerel maarif yetkililerinin hükümetin bilgisi ve onayı haricinde<br />
bölgedeki gayrımüslim unsurların ayrılıkçı faaliyetlerine göz yuman birtakım<br />
davranışları engellenebilmiştir. Sözgelimi en önemli sorumluluğu gayrimüslim<br />
okullarında Osmanlı sistemi ve değerleri aleyhinde eğitim verilmesini<br />
engellemek olduğu halde, yapılan teftiş neticesinde “birtakım eşhâs-ı muzırranın<br />
arzu-i vicdanilerine hâdim olacak” tarzda hareket ettiği tespit edilen Kosova Maarif<br />
Müdürü Kenan Bey görevinden alınmıştır 27.<br />
Talimatnamenin beşinci maddesine göre ise, gelirleri maarife ayrılmış evkaf<br />
hâsılatının suistimalini engellemekle vazifelendirilen müfettişler, ayrıca hem<br />
bölgede eğitimin yayılmasına, okulların ıslahına ve çoğaltılmasına hem de<br />
darülmuallimin mezunu öğretmenlerin okullarda istihdamını temine<br />
çalışacaklardı. Sultan II. Abdülhamid döneminde yeni bir ivme kazanan eğitim<br />
kampanyası için sürekli ve kalıcı bir gelir akışı yaratmak konusundaki duyarlılığa<br />
paralel olarak talimatnamenin altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu<br />
maddeleri; müfettişlerin eğitim gelirlerine, maarif sandıklarına ve muhasebede<br />
çalışan memurlara karşı göstermesi gereken hassasiyeti yansıtmaktadır. Bu<br />
hassasiyetin önemi, talimatnamenin akabinde Rumeli’ye gönderilen teftiş<br />
heyetlerinin raporlarından anlaşılmaktadır. Nitekim müfettişler Rumeli<br />
vilayetlerinde bilhassa (i) pek çok sancağın maarif sandıklarının az ya da çok açık<br />
göstermesi, (ii) Selanik örneğinde olduğu gibi hesapların doğru düzgün<br />
verilmemesi hususlarında hayli sıkıntı çektiklerini rapor etmişlerdir 28.<br />
Talimatnamenin son maddesinde yer alan “lede’l-hâce vezâif-i memuriyetine müteallik<br />
hususatta hükümet-i mahalliyeye müracaat edecek” hükmüyle de yönetmelikte<br />
açıklanmayan hususlarla karşılaştığında merkezin taşradaki temsilcilerine<br />
danışmak durumunda bırakılan müfettişlerin 29, böylece giderek büyüyen ve<br />
karmaşıklaşan bürokrasi kademelerinde politikacıların ve yöneticilerin etkisi ve<br />
baskısına maruz bırakıldığı söylenebilir.<br />
26 Düstur, Cüz-i sani, s. 204-205. Söz konusu belgelere okulun resmi krokisi, masraflar<br />
vb. bilgiler de eklenmeliydi. BOA., 25 Ağustos 1907 (16 B 1325), TFR.I.KV.,<br />
172/17191. Ayrıca bkz. Faik R. Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir<br />
Bakış, <strong>Ankara</strong>, MEB Yayınları, 1964, s. 110; Hidayet Vahapoğlu, Osmanlı’dan Günümüze<br />
Azınlık ve Yabancı Okulları, İstanbul, MEB Yayınları 1997, s. 82-83.<br />
27 BOA., 1308, (1892-1893), Y.PRK.AZJ., 19/82.<br />
28 BOA., 8 Ra 1319 (25 Haziran 1901), MF.İBT., 100/65.<br />
29 BOA., 21 L 1308 (29 Mayıs 1891), MF.HTF., 1/2.<br />
201
202<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
Esasen Rumeli’de eğitimin ekonomik altyapısını kurmak için, öncelikle<br />
bölgesel koşulların her yönüyle bilinmesine ihtiyaç vardı. Babıâli bu amaçla<br />
Temmuz 1893’te; Rumeli’deki eğitimin durumuna, nasıl finanse edilmesi<br />
gerektiğine ve yabancı okullaşmanın yayılmasını önlemek için ne yapılması icap<br />
ettiğine dair Maarif Nezareti’nden bir rapor istemişti. Bunun üzerine nazırın<br />
başkanlığında bir komisyon oluşturulmuş ve komisyon 25 Aralık 1893 tarihinde<br />
bir layıha hazırlayarak çalışmalarını tamamlamıştı. Makedonya ve Rumeli<br />
bölgesinin diğer vilayetlere göre ayrıcalıklı konumu ile bölgedeki eğitimin<br />
durumu hakkında kaleme alınan layıhanın ilk sahifesinde; Yunan, Sırp, Bulgar ve<br />
Romanyalıların bu coğrafyada eğitim adı altında milli bir kimlik ve ideoloji<br />
yaratmak amacıyla büyük miktarda bütçeler ayırdıklarına dikkat çekilmişti.<br />
Raporda yabancı devletlerin azımsanmayacak masraflarla imparatorluk sınırları<br />
dâhilinde okullar açmasının, eğitim perdesi altında bir taraftan kendi nüfuzlarını<br />
geliştirip kuvvetlendirmek, diğer taraftan Osmanlılık bilincini ve akaidini<br />
bozmak suretiyle siyasi politikalarını başarıya ulaştırmak hedefini taşıdığı da ileri<br />
sürülmüştü 30. Gerçekten de, müslüman öğrencilerin bu tip yabancı okullara<br />
gitmesi 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde kesinlikle yasaklanmış<br />
olduğu halde yapılan teftişler neticesinde müslüman talebelerin de tespit<br />
edilmesi, yabancıların sözkonusu hedefi başarıya ulaştırmak amacıyla ne denli<br />
fütursuzca davranabildiklerinin açık kanıtı olsa gerektir 31.<br />
Maarif komisyonu bu şekildeki çalışmaların gerçekleştirilmesini engellemek<br />
amacıyla alınması gereken tedbirler hakkında da birtakım önerilerde<br />
bulunmuştu. Bu noktada öncelikle Rumeli’de mevcut devlet okulları çağın<br />
ihtiyaçlarına uygun bir şekilde düzenlenmeli, geliştirilmeli ve çoğaltılmalıydı.<br />
Ayrıca rüşdiyelerde müslim-gayrımüslim öğrenciler bir arada tahsil görmeli ve<br />
bunlarda “aksâm-ı maarif ve fünun ve dekâik-i ahvale vakıf müdür ve muallimler”in<br />
görevlendirilmesiyle, müslüman tebaanın yabancı ve gayrımüslim okullarına<br />
devamına sebep olan bütün nedenler ortadan kaldırılmalıydı. Layıhada<br />
bölgedeki erkek rüşdiyelerine gayrımüslim öğrencilerin kabulüyle iki açıdan<br />
yarar sağlanacağı belirtilmişti: Birincisi, gayrımüslim öğrencilerin İslam<br />
okullarına devam zorunluluğu yabancı ve diğer okullara olan eğilimi azaltarak,<br />
devlet okullarına katılımı artırabilir; ikincisi ise müslim/gayrımüslimlerin aynı<br />
çatı altında ve aynı tarzda öğrenim görmeleri sonucunda “cümlesi fikr-i sadakat ve<br />
hamiyette ictima ü ittihad edeceklerinden efkâr-ı tebaa-i Osmaniyenin ilkaât ve tesirat-ı<br />
hariciyeden şimdikinden pek çok ziyade masun bir halde kalabilecek” olmaları<br />
ihtimaliydi 32. Yabancı etkilerine yoğun bir şekilde maruz kalan Edirne, Selanik,<br />
Kosova, Manastır, Yanya gibi vilayetlerde yalnız bir maarif müdürüyle umulan<br />
neticeleri beklemenin anlamlı olmayacağı düşünülüyordu. Bunun için<br />
müslim/gayrimüslim okullarındaki kitapları incelemek ve okulların beklenen<br />
30 BOA., 2 Ş 1311 (8 Şubat 1894), ŞD., 213/1.<br />
31 BOA., 11 B 1310 (29 Ocak 1893), MF.HTF., 1 / 4.<br />
32 BOA., 2 Ş 1311 (8 Şubat 1894), ŞD., 213/1.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
hedefler doğrultusunda faaliyetlerini takip ve tedkik etmek amacıyla yerel dilleri<br />
bilen maarif müfettişlerinin de görevlendirilmesi zorunlu idi. Bu kararların<br />
uygulanabilmesi için en temel gereksinim olan mali kaynağın bulunması meselesi<br />
hususunda komisyon, Babıali’nin Rumeli’deki yabancıların imparatorluktaki<br />
“efkâr-ı muzırr-ı siyasiye ile her türlü fedakârlıkları göğüsleyerek fesad ilkaya kemâl-i<br />
tehâlükle çalıştıkları ahali-i fesadın nasıl vahim sonuçlar yetiştireceği”ni dikkate alması<br />
durumunda her türlü destek, imtiyaz ve yardımı göstereceği öngörüsüyle<br />
raporuna son vermişti 33. Komisyonun Rumeli’deki gayrımüslim-yabancı okullar<br />
için özel bir müfettişin görevlendirilmesi husususuna dikkat çekmesi, sözkonusu<br />
mekteplerde okutulan müfredattan, ders kitaplarından ve öğretmenlerin<br />
talebeye aktardığı manevi değerlerden haberdar olduğunu ve bu faaliyetleri siyasi<br />
açıdan tehlikeli bulduğunu göstermektedir. Öte yandan Osmanlı hükümetlerinin<br />
eğitimde gerekli sermayenin temini hususunda Rumeli’ye tanıdığı ayrıcalıklara –<br />
bölgede toplanan eğitim gelirlerinin İstanbul’a gönderilmemesi- rağmen, vilayet<br />
yetkililerin meseleye aynı hassasiyetle yaklaşmadığını gösteren deliller de<br />
mevcuttur. Sözgelimi Rumeli Vilayeti müfettişinin 1905 yılında kaleme aldığı<br />
rapora göre, Rumeli’de toplanan eğitim vergisi (hisse-i maarif) yasaların<br />
öngördüğü şekilde yerel maarif idarelerine teslim edilmek yerine bölgede<br />
kurulan birtakım komisyonlar aracılığıyla harcanmaktaydı. Müfettiş eğitime<br />
tahsis edilmiş gelirlerin düzgün bir şekilde toplanıp, kullanılamaması durumunda<br />
bölgede istenen eğitim seviyesinin hiçbir zaman yakalanamayacağı<br />
kanaatindeydi 34.<br />
Teftiş Yönetmeliğinin Tahlili ve Müfettişler<br />
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli’de eğitim alanında başlatılan<br />
mücadele, bilhassa Sultan II. Abdülhamid döneminde hız kazanmış ve bu<br />
doğrultuda cemaat meclisleri, yerel maarif idareleri gibi eğitimin yönetimi,<br />
planlaması, idaresi, teftişi vb. alanlarda etkili olan yaygın bir teşkilatlanma<br />
başlatılmıştı. Sözgelimi ihtiyaç duyulan yerlerde eğitim-öğretim kurumlarının<br />
açılması ile okulların onarım ve yenilenmesinden sorumlu tutulan cemaat<br />
meclislerinin 35 yanısıra; eğitim-öğretim hizmetini kanunlara uygun biçimde<br />
gerçekleştirmeye ve verimi artırmaya yönelik merkezin denetleme,<br />
değerlendirme, rehberlik ve soruşturma görevlerinin taşradaki uzantısı olan<br />
vilayet maarif meclisleri teşkil edilmişti. Ayrıca 1869 Maarif-i Umumiye<br />
Nizamnamesi’nin hükümleri doğrultusunda sözkonusu maarif meclisi<br />
idarelerinde bilhassa eğitime ait tahsilat ve harcamaların yapılabilmesi için birer<br />
33 BOA., 2 Ş 1311 (8 Şubat 1894), ŞD., 213/1.<br />
34 BOA., 6 Z 1323 (31 Ocak 1906), MV., 112/82.<br />
35 Cemaat meclislerinin görevlerine dair Maarif Nezareti tarafından Mart 1880’de<br />
yayınlanan yasa tasarısı hakkında bkz. BOA., 7 C 1298 (6 Mayıs 1881), Y.A.-RES., 5/50.<br />
203
204<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
sandık oluşturularak, sandık eminleri tayin edilmeye başlanmıştı 36. Böylece<br />
Rumeli vilayetlerinde daha önce aynı konuda sorumlu olan cemaat-i İslâmiye<br />
meclisleri, bu görevlerini maarif müdürlerinin başkanlığında kurulan meclislere<br />
devretmek durumunda kalmışlardı 37. Ancak vilayet maarif müdürleri yalnızca<br />
eğitimin yönetiminden değil aynı zamanda teftişinden ve bu konuda Nezaret’e<br />
rapor sunmaktan da sorumluydu. Bu durum maarif müdürlerinin çoğu zaman<br />
teftiş hizmetini gereği gibi yerine getirememesine yol açmıştı. Nitekim Edirne<br />
Maarif Müdürü, 23 Ocak 1902 tarihinde kaleme aldığı bir tahriratta; gerek<br />
ibtidailerin gerekse vilayet merkezlerindeki darülmualliminin teftiş edilmesi<br />
konusunda maarif müdürlerine güvenildiğini, ancak bunların hiçbirinin denetim<br />
için zaman/fırsat bulamadığını ve çoğunun görevlerini bizzat öğretmenlere<br />
devrettiklerini bildirmişti 38.<br />
Başka bir ifadeyle denetim, gözetim, araştırma, inceleme, değerlendirme,<br />
işbaşında yetiştirme ve soruşturma olarak sınıflandırılan teftiş vazifesinin 39<br />
gereği gibi yapılabilmesi için, eğitim faaliyetlerinin daha etkili biçimde<br />
yürütülmesini sağlayacak yönde bir uzmanlık tahsili görmüş yahut maarifte<br />
yöneticilik tecrübesine sahip müfettişlerin görevlendirilmesi gerekirken,<br />
imparatorluğun diğer vilayetlerinde olduğu gibi Rumeli’de de eğitim konusunda<br />
hiçbir seminer yahut derse katılmamış kimselere teftiş ve denetimle ilgili yetki ve<br />
sorumluluk verilebilmiştir. Sözgelimi 1900 yılında, okullarda verilen eğitimöğretimin<br />
niteliğini artırmak, köy ve kasabalarda yeni mektepler açmak suretiyle<br />
bölgede yaşayan müslüman çocukların öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla<br />
Maarif Nezareti’nden görevlendirilen bir kişinin yanında, vilayet maarif<br />
müdürleri ile ilmiye ve mülkiyeden birer kişinin katılımıyla bir teftiş heyeti<br />
oluşturulmuştu. 26 Kasım 1900 tarihinden itibaren Edirne ve Selanik<br />
vilayetlerinde çalışmalarına başlayan bu heyetin üyeleri; Manastır eski naibi Avni<br />
Efendi, idadi ve maarif müdürlükleri yapmış olan Kâzım Efendi, Meclis-i<br />
Maarif üyelerinden Vasfi Efendi, Abdüllatif Efendi, Hüseyin Şükrü Efendi, eski<br />
naiblerden Fehmi Efendi, sabık mutasarrıf Hakkı Efendi ve evkaf mahlulat<br />
müdürü Faik Efendi idi. Bunlar arasından, daha önce Rumeli’de görev yaptığı<br />
gerekçesiyle Hakkı, Fehmi, Avni ve Abdüllatif Efendiler Yanya ve İşkodra<br />
vilayetlerinde, bölgeye aşina olmaları nedeniyle Faik ve Hüseyin Şükrü efendiler<br />
Edirne ve Selanik vilayetlerinde ve Arnavutça’ya hakimiyeti dolayısıyla da<br />
Kâzım ve Vasfi Efendiler Kosova ve Manastır vilayetlerinde<br />
36 BOA., 29 M 1289 (8 Nisan 1872), MF.MKB., 5/120; 5 B 1289 (8 Eylül 1872),<br />
MF.MKB., 5/134.<br />
37 BOA., 15 Za 1301 (5 Eylül 1884), MF.VRK., 3/31.<br />
38 BOA., 28 N 1318 (19 Ocak 1901), BEO., Nr., 119772. Aynı konuda bkz. BOA., 11<br />
Ca 1335(5 Mart 1917), MF.HTF., 4/82.<br />
39 Hüseyin Başar, Eğitim Müfettişlerinin Yetiştirilmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi,<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1985, s. 15.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
görevlendirilmişti 40. Bu karma teftiş heyetinin Rumeli’deki eğitimin yönetimi ve<br />
denetimiyle ilgili kaleme aldığı raporu ise; ne eğitim-öğretim faaliyetlerinde<br />
öğretmenlere rehberlik ettikleri hususlar ve onlar hakkındaki değerlendirmeleri,<br />
ne okulların yönetim bakımından denetimlerine ilişkin mülahazaları, ne de<br />
maarif memurları arasında çıkan anlaşmazlıkları ve yasa dışı uygulamaları<br />
soruşturma ve çözüme yönelik kararları içermiş, fakat bölgede okullaşmanın<br />
yayılmasını sağlayacak mali kaynaklar ve bunların tahsili üzerinde yoğunlaşmıştı.<br />
Sözgelimi heyet Rumeli’de hedeflenen seviyede bir eğitim hamlesi için yegâne<br />
kaynağın halktan alınan hisse-i maarif olduğunu tespit etmişti. Bu noktada<br />
öncelikle, gerek mal sandıklarının gerekse diğer tarafların hisse-i maariften olan<br />
zimmetlerinin toplanması zorunluluğu özellikle vurgulanmıştı 41.<br />
Bilhassa Rumeli’ye gönderilen teftiş heyetlerinin müslüman halkın eğitimi<br />
yönünde vaaz ve nasihat vermesi, devletin eğitim kampanyasına yönelik<br />
yayınlanan yasa, tüzük ve yönetmeliklerin pratik uygulama alanını oluşturmak<br />
amacıyla düşünülmüş yöntemler arasındaydı. Nitekim XIX. yüzyılın sonunda<br />
bölgeye gönderilen teftiş heyeti, görev sınırları dahilindeki merkez vilayetlere<br />
bağlı köy ve kasabalara giderek, halka eğitimin yaygınlaştırılması doğrultusunda<br />
çıkan iradelerle desteklenmiş “teşvikât-ı müessire icra” etmişti. Heyetin bu<br />
husustaki etkinliği beş kazada ihtiyaç duyulan okulların açılmasını ve idaresi için<br />
karşılıkların bulunmasını temin etmiştir. Böylece detaylı bir teftişin neticesinde<br />
Selanik vilayetinde, devlet okullarının inşa edilmesine yönelik gerekliliğin<br />
vurgulandığı talimatname hükümlerinin 42 uygulanabilirliği kanıtlanmıştı.<br />
Bununla birlikte teftiş heyeti bölgedeki denetimlerinin nihayetinde, hem<br />
Osmanlılığı benimsetme çabasının hem de Batı’yla aradaki duvarları kaldırma<br />
arzusunun bir uzantısı olarak görülebilecek idadiler için Rumeli’de henüz<br />
ortamın uygun olmadığı ve öncelikle ilkokulların açılması gerektiği neticesine<br />
ulaşmıştı. Hatta idadiler şöyle dursun, Manastır’ın Serfice Sancağı’nda olduğu<br />
gibi pek çok yerde rüşdiye için dahi uygun şartlar yoktu. Teftiş heyeti gerek bu<br />
konuda çözüm olması, gerekse Rumeli’de Osmanlı okul sisteminin gelişmesi<br />
üzerindeki yabancı etkinin giderilmesi için öncelikle merkezilemiş bir devlet<br />
okulu anlayışı içerisinde ciddi bir önemi haiz bulunan ibtidailerin açılmasında<br />
yoğunlaşmak gerektiğini önermişti. Sözgelimi Rumeli Vilâyâtı Teftiş Heyeti,<br />
Tikveş Kazası sakinlerinin Türkçe yerine Bulgarca konuştuklarını tespit etmiş ve<br />
genç nüfusun konuşma dilini ve düşünce tarzını etkileme görevini misyon<br />
edinmiş ibtidailerin sayısının artırılmasındaki önemin farkına varmıştı 43. Maarif<br />
Nezareti’nin, teftiş heyetinin çalışmalarını tamamlamasının ardından hazırladığı<br />
rapor doğrultusunda, vilayet maarif meclislerine gerekli talimatları vermiş<br />
40 BOA., 25 Ş 1318 (18 Aralık 1900), MF.VRK., 18/59; 1318/Ş-5, İ. Maarif.<br />
41 BOA., 27 Ra 1319 (16 Temmuz 1901), MF.İBT., 95/111.<br />
42 Ayrıntılı bilgi için bkz. BOA., 27 S 1316 (16 Temmuz 1898), MF.İBT., 95/111.<br />
43 BOA., 12 Za 1316 (24 Mart 1899), MF.VRK., 14/103.<br />
205
206<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
olması 44, müfettişlik müessesesinin eğitim politikalarının belirlenmesi ve<br />
uygulanmasındaki önemini ortaya koymaktadır.<br />
Yanya ve İşkodra vilayetlerinde görevlendirilen müfettişlerin 1900-1901<br />
yıllarında yaptıkları denetimin sonunda hazırladıkları raporda da, yine yeni<br />
okullar için evkaf-ı münderise ve avarız akçesi gibi mali kaynakların bulunması<br />
konusu ön plana çıkarılmıştı. Müfettişler bu hususta vilayet maarif memurlarının<br />
hatasını tespit etmişler ve meselenin çözümü için gerekli tedbirleri almaya<br />
teşebbüs etmişlerdi. Sözgelimi müfettişler, okulların idamesi için zorunlu olan<br />
finans kaynaklarının bulunması ve kullanılması hususunun tamamen maarif<br />
muhasebecilerine bırakıldığını ve konunun maarif idareleri tarafından ciddiye<br />
alınmadığını farketmişlerdi. Halbuki okullaşma projesinin vazgeçilmez unsuru<br />
olan mali kaynakların ortaya çıkarılarak, eğitime yönlendirilmesi yerel maarif<br />
idarelerinin en öncelikli görevleri arasındaydı. Müfettişler taşradaki yetkililerin<br />
konuyu daha ciddiye almaları için valinin başkanlığında bir toplantı<br />
düzenlemişler ve bölgedeki tüm maarif idarelerinden kendi sorumluluk alanları<br />
içerisindeki kaynakların miktarını gösteren mazbatalar istemişlerdi 45. Böylece<br />
maarif memurlarının icraatında amaçtan sapmalar olduğunun tespiti üzerine<br />
müfettişlerin, toplantılar yapmak suretiyle eğitim gibi hayati fonksiyonu olan bir<br />
faaliyetle ilgili her hususun, en küçük birimlere kadar daha etkili bir şekle<br />
sokulmasını sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte aynı müfettişler<br />
maaşına zam yapılmadığı gerekçesiyle mütemadiyen istifadan bahsedip,<br />
görevlerini yerine getirmeyen İşkodra Maarif Müdürü hakkında ise durum<br />
tespiti yapmakla yetinmiş, sorumluluk almaya cesaret etmemişlerdi 46.<br />
Rumeli vilayetlerinde eğitimle ilişkili her düzeydeki kurum ve kuruluşun,<br />
amaçlarını gerçekleştirme konusunda planlanan ve yürütülen çalışmalarını<br />
kontrol görevini de üstlenen teftiş heyeti, bölgedeki maarif meclislerinin cemaati<br />
İslâmiye meclislerinden ibaret olduğunu, idarelerinin de diğer meclislere göre<br />
farklı ve hatta özerk bulunduğunu tespit etmişti. Maarif sandıklarının denetimi<br />
neticesinde bu kanaata ulaşan müfettişlere göre durumun en açık göstergesi; pek<br />
çok sancakta eğitime tahsis edilmiş kaynakların suiistimal edilmesi ve<br />
vilayetlerde hesapların doğru düzgün verilememesiydi. Teftiş heyeti ayrıca<br />
yaptığı araştırma ve incelemeler doğrultusunda, Maarif Nezareti’nin Rumeli’nin<br />
her sancağında darülmuallimin açılması projesinin de, bölge şartları sözkonusu<br />
olduğunda uygulanamayacağına karar vermişti. Zira sözkonusu<br />
darülmuallimlerde istihdam edilecek öğretim kadrosuna verilecek maaşların<br />
karşılığı olmadığı gibi, bu okullarda ancak bir öğretmen görevlendirilebilecekti.<br />
Müfettişler mevcut durumda nezaretin bu politikasının devletin ihtiyaç duyduğu<br />
44 BOA., 12 Za 1316 (24 Mart 1899), MF.VRK., 14/103.<br />
45 BOA., 8 Ra 1319 (25 Haziran 1901), MF.TLY., 100/65.<br />
46 BOA., 8 Ra 1319 (25 Haziran 1901), MF.TLY., 100/65.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
usul-i cedideyi 47 bilen nitelikli öğretmenlerin yetiştirilmesine değil, yalnızca<br />
kemiyetin artırılmasına fayda sağlayacağına inanıyordu. Bu noktada teftiş<br />
heyetinin önerisi, yeni darülmuallimler açmak yerine mevcut öğretmenlerin<br />
eğitim-öğretim yöntem ve teknikleri konusunda yetiştirilmesiydi 48.<br />
Öğretmen yetiştirme meselesinde teftiş heyetinin gözlemlediği bir diğer<br />
önemli nokta ise darülmuallimine devam eden talebeler konusuydu. Çoğunlukla<br />
talebe-i ulumdan olan bu gençlerin öncelikle askerlikten kurtulmak emeliyle bir<br />
medreseye kaydolduktan sonra darülmuallimine devam ettikleri anlaşılmıştır.<br />
Diğer bir ifadeyle öğrenciler öğretmen olmaktan ziyade başka beklentilerin<br />
peşinde bu kurumlara kaydolmuşlardı. Müfettişlere göre darülmuallimin sayısını<br />
artırmak mevcut durumu daha da yaygınlaştırmaktan başka bir işe<br />
yaramayacağından, bunun yerine keyfiyetin iyileştirilmesi çaresine bakılmalıydı 49.<br />
Müfettişlerin bu sorunun çözümlenmesini kolaylaştırmak için Nezaret’e somut<br />
bir teklifte bulunamaması, eğitim-öğretim faaliyetlerinde rehberlik ve yardım<br />
etme hususlarında yeterli uzmanlık bilgisine sahip olmamalarından<br />
kaynaklanmalıdır.<br />
Öte yandan imparatorluğun mevcudiyeti uğruna sürdürülen bir<br />
mücadelenin ortasında, Osmanlı tebaası olan veya olmayan kişi yahut cemiyetler<br />
tarafından büyük bir sermayeyle kurulan modern eğitim kurumlarının sayısının<br />
ve etkinliğinin giderek arttığı bir dönemde, uzmanlık bilgilerine sahip<br />
müfettişlerin görüş ve önerilerini Rumeli’de hayata geçirmek de mümkün<br />
olamayabilirdi. Zira vilayetlerden gönderilen teftiş raporlarında bölgedeki<br />
gayrimüslim eğitimin yönetim ve denetiminin Osmanlı hakimiyetinden çıktığına<br />
dair ifadeler yer almaktaydı. Sözgelimi yapılan bir teftiş neticesinde; Edirne<br />
vilayetindeki Bulgar mekteplerinde daha ziyade Rusya ve diğer Hristiyan<br />
okullarından mezun muallimler görev yapmakta ve okullarda siyasi maksat ve<br />
sakıncalara yol açacak bir tedrisat yürütülmekteydi 50. Yine İşkodra vilayetinde<br />
görevli bir müfettişin kaleme aldığı rapora göre; İtalya ve Avusturya, İşkodra ve<br />
havalisinde yaşayan müslüman, gayrımüslim halkı “iğfal ve tahrik” için her türlü<br />
teşebbüste bulunmakta ve bölgede bir taraftan çok sayıda Sırp okulunun<br />
açılması ve Sırp Patrikliği’nin canlandırılması yönünde teşvikat gerçekleştirirken,<br />
47 Yahya Akyüz, “Eğitimde Çağdaşlaşmaya Katkısı Açısından Selim Sabit Efendi ve<br />
'Öğretmene Kılavuz' Başlıklı Eser”, Uluslararası Vize Tarih ve Kültür Sempozyumu, Vize, 28<br />
Nisan 2000, s. 5-6.<br />
48 BOA., 28 N 1318 (19 Ocak 1901), BEO., Nr. 119772; 16 L 1319 (26 Ocak 1902),<br />
MF.İBT., 110/17; 22 L 1318 (12 Şubat 1901), BEO., Nr. 121417.<br />
49 BOA., 16 L 1319 (26 Ocak 1902), MF.İBT., 110/17.<br />
50 BOA., 17 M 1326 (20 Şubat 1908), TFR.I.KV., 210/20967.<br />
207
208<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
diğer taraftan Arnavutları toplu bir isyan çıkarmaları doğrultusunda tahrik<br />
etmekteydi 51.<br />
İmparatorluğun bilhassa Rumeli topraklarında yürütülen eğitim<br />
faaliyetlerinin devletin hedeflerine bütünüyle ters sonuçlar vermesi 52,<br />
müfettişlerin okullarda ahlaka aykırı sayılan davranışlar ve siyasi anlamda bölücü<br />
olabilecek materyale karşı önlem alması göreviyle de yükümlü kılınmasını<br />
gerektirmişir. Sözgelimi Kosova vilayetinde yapılan tedkik ve muayene<br />
neticesinde “tedris olunan kütüb ve risâilden bazılarının Maarif Nezareti’nce men edilmiş<br />
oldukları” anlaşılmıştı. Ders kitaplarıyla ilgili müfettişlerin vazifesi; vilayet<br />
merkezindeki eğitim kurumlarında okutulan kitaplarla, kaza ve köylerde tedris<br />
olunanların “başka olması”ndan dolayı daha fazla güçleşmişti 53.<br />
Eğitim uygulamaları ile yönetiminin denetimini gerçekleştirmek üzere<br />
Köprülü kazasında incelemelerde bulunan müfettişin, eğitim-öğretim<br />
etkinliklerinin daha etkili yürütülebilmesi için kaleme aldığı değerlendirme<br />
raporunda ise ön plana çıkan maddelerden birincisi; eğitim kurumlarındaki bina<br />
yetersizliğine ilişkindi. Sözgelimi Köprülü Rüşdiyesi’nin mevcut binasının<br />
tedrisata uygun olmadığı ve okulun beş sınıf olarak yeniden yapılandırılması<br />
gerektiği hususu raporda ilk sıraya yerleştirilmişti. Müfettiş, öğretmenlerin<br />
seçiminde belli ölçütlere bağlı olunması zorunluluğuna; fen derslerini<br />
verebilecek nitelikte muallimlerin rüşdiyede görevlendirilmesi gerektiği<br />
yönündeki bir değerlendirmeyle temas etmişti. Rumeli’de müslüman ve<br />
gayrımüslim öğrencilerin birarada öğrenim görmelerinin yasaya uygun olduğuna<br />
değinen müfettiş, mevcut rüşdiye binasının bu şart için elverişli olmadığını<br />
gözlemlemiş ve soruna çözüm olmak üzere Köprülü Kazası’nda toplanan vergi<br />
ve diğer hasılat gelirleriyle yeni bir rüşdiyenin inşasını, mevcut binanın ise ibtidai<br />
haline getirilmesini önermişti. Müfettişin tespit ettiği hususlardan bir diğeri de,<br />
yine bina ve öğretim kadrosu yetersizliğinden dolayı kız öğrencilerin erkek<br />
okullarına devam etmek zorunda kalmasıydı. Müfettişe göre, mahallinden<br />
51 BOA., 1320 (1902-1903), Y.PRK.AZJ., 45/65. Bu konuda ayrıca bkz. Stavro Skendi,<br />
The Albanian National Awakening 1878-1912. Princeton, N.J., Princeton University Press,<br />
1967; Nuray Bozbora, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk ve Arnavut Ulusçuluğu’nun Gelişimi,<br />
İstanbul, Boyut Kitapları, 1997; Roderic Davison, “Nationalism as an Ottoman<br />
Problem and the Ottoman Response”, Nationalism in a non-national State, The Dissolution of<br />
the Ottoman Empire, (Ed.) William Haddad-William Ochsenwald, Colombus, Ohio State<br />
University Press, 1977.<br />
52 Rumeli vilayetinde başlatılan eğitim seferberliğine rağmen ayrılıkçı fikirlerin bölgedeki<br />
müslüman unsurlar arasında da yayılması hususunda ayrıntılı bilgi için bkz. George W.<br />
Gawrych, The crescent and the eagle: Ottoman Rule, Islam and the Albanians, 1874-1913,<br />
London, New York, I.B. Tauris, 2006; Barbara Jelavich, The Ottoman Empire, the great<br />
powers, and the Straits question, 1870-1887, Bloomington, London, Indiana University<br />
Press, 1923.<br />
53 BOA., 17 M 1326 (20 Şubat 1908), TFR.I.KV., 210/20967.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
sağlanan imkanlarla mevcut binaya yeni bir sınıfın ilavesi ve İstanbul yahut<br />
Selanik vilayetinden bir muallim daha getirilmesi halinde karma eğitim gibi<br />
“muzırr ahvalin külliyen men’i” mümkün olabilecekti. Müfettişin kaza<br />
merkezindeki dört ibtidaide eğitimin niteliğiyle ilgili gözlemleri ise; sözkonusu<br />
okullarda öğretmenlerin mesleki yetenek ve yeterliliklerinin devletin halk eğitimi<br />
politikasında belirlediği hedeflere ulaşmayı engelleyici düzeyde olduğu<br />
yönündeydi. Üstelik ücretsiz eğitimin verilmesi gereken bu okullarda,<br />
öğrencilerden haftalık adıyla bir meblağ toplanmaktaydı. Hâlbuki kazada hisse-i<br />
maarifin haricinde “mütenevvi surette bir takım rüsum alınmakta iken”, bir de<br />
haftalıkların toplanması halkın şikâyetine yol açmaktaydı. Müfettişin mevcut<br />
durum karşısında çözüm önerisi; öncelikle muallimlerin gerekirse yasal<br />
müeyyidelere başvurularak haftalık tahsilinden vazgeçirilmesi ve kaza<br />
merkezindeki dört ibtidainin yerine sıbyan şubelerini de havi nitelikli iki<br />
ibtidainin tesisi ile sözkonusu okullarda darülmuallimin mezunlarının muallim-i<br />
evvel, idadi mezunlarının ise muallim-i sani olarak istihdamı için gereken<br />
tedbirlerin alınması yönündeydi 54 .<br />
Merkezin yanısıra kazaya bağlı köylerde de teftiş ve tahkikatını devam<br />
ettiren müfettiş, bilhassa müslüman ahalinin meskûn bulunduğu köylerde<br />
darülmualliminden mezun öğretmenlerin muallimlik yapacağı modern<br />
ibtidailerin açılmasına ve bölgeden tahsil edilen eğitim vergisinin bu okulların<br />
masraf ve maaşları karşılığı olarak kullanılması gerektiğine dikkat çekmişti.<br />
Ayrıca kaza dâhilinde en az 50 haneli ve mektebi bulunmayan Hristiyan<br />
köylerinde de üç-dört okul açılmalıydı. Müslüman halkın devam ettiği okulların<br />
yanısıra, devletin kendi bünyesindeki gayrimüslim mekteplerinde öğrenim gören<br />
talebelerle lisan irtibatını korumak hususundaki hassasiyetinin bilinciyle<br />
müfettiş; Köprülü Kazası’ndaki Rum ve Bulgar okullarında Türkçe’nin tedrisi<br />
için metropolidliklere gereken uyarıları yapmış ve kendilerinden gayrimüslim<br />
okullarında görev yapan öğretmenlerin yasa ve kanunlar çerçevesinde hizmet<br />
etmelerini sağlayacakları yönünde bir taahhüd almıştı. Müfettiş, kaza dahilindeki<br />
Bulgar ve diğer gayrımüslim okullarında görevlendirilecek Türkçe<br />
muallimlerinin tayinlerine yönelik hazırlıkların tamamlandığını belirterek<br />
raporuna son vermişti 55.<br />
Rumeli’de yabancı-gayrımüslim okulların zararlı etkilerini<br />
azaltacak/dengeleyecek bir Osmanlı eğitim hareketini başarıya ulaştırmak ile<br />
devletin yabancı-gayrımüslim rakipleri hakkında gerekli istatistik bilgilerini<br />
edinmek arasındaki irtibat ortadadır. Bu çerçevede Rumeli Vilâyâtı Müfettiş-i<br />
Umumiliği’nin 56 1903 yılında yaptığı bir araştırmada; Selanik, Edirne ve<br />
54 BOA., 25 R 1321 (21 Temmuz 1903), TFR.I.KV., 27/2669.<br />
55 BOA., 25 R 1321 (21 Temmuz 1903), TFR.I.KV., 27/2669.<br />
56 Müfettiş-i umumilik hakkında bkz. BOA., 27 N 1331 (30 Ağustos 1913), MF.HTF.,<br />
1/74; Düstur, C. I, Tertib-i sani, Dersaadet, Matbaa-i Osmaniye, 1329 (1911), s. 718-721.<br />
209
210<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
Manastır vilayetlerinin toplam nüfusu 6 milyonu aşkın olup, bu miktarın 3<br />
milyondan fazlası Müslüman ve 2 milyondan fazlası Hristiyandır. Hristiyanlar<br />
arasında 1.600.000 rakamıyla Rum cemaati birinci, 760.000’le Bulgarlar ikinci<br />
sırada gelmekteydi. Başka bir deyişle “Bulgar anâsır-ı müfsidi” toplam nüfusun<br />
%12’sini teşkil etmekteydi. Gayrimüslim okullarına gelince; Manastır<br />
Vilayeti’nde mevcut kız ve erkek Rum mekteplerinin sayısı 447, Bulgar okulları<br />
ise 273’tü. Bu okullarda görev yapan muallimlerin (kadın ve erkek) 632’si Rum,<br />
424’ü Bulgar’dı. Ayrıca Rum mekteplerinde 25.157 Rum; 9804 Bulgar talebe<br />
öğrenim görmekteydi.<br />
Teftiş sırasında Selanik vilayetinde, Rum mektepleri 251, Rum<br />
öğretmenlerin sayısı 789, Rum talebe sayısı 32534; Bulgar mektepleri 319,<br />
Bulgar muallimlerin sayısı 493, Bulgar talebe sayısının 9544 olduğu görülmüştü.<br />
Edirne vilayetinde, Rum mektepleri 416; Rum muallim sayısı 644, Rum<br />
talebe sayısı 31210; Bulgar mektepleri 162, Bulgar öğretmen sayısı 226, Bulgar<br />
talebe sayısı 4661 olarak tespit edilmişti.<br />
Müfettişlik tarafından gerçekleştirilen bu araştırma neticesinde, Rumeli’deki<br />
Bulgarların gayrımüslimler arasında, seferetlerin iddia ettiği ölçüde çoğunluk<br />
teşkil etmediği ve sözkonusu rakamların “birkaç Avrupa devletinin bu anâsıra<br />
vermek veyahud verdirmek istedikleri ehemmiyetin ne derece nâbecâ olduğunu bir kat daha<br />
isbat edeceği” sonucuna ulaşılmıştı 57.<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim politikasının yerel koşullara göre<br />
yeniden tanzimini gerektiren bir nitelik içerdiği XIX. yüzyılda, okullar vasıtasıyla<br />
kalıcı bir bağlılık duygusu yaratılarak istenilen değer ve kavramlar çerçevesinde<br />
yeni bir siyasi-sosyal kimliğin tanıtılma/güçlendirme imkanı bulunduğu Rumeli<br />
topraklarında maarifin daha büyük önem taşıdığı söylenebilir. Nitekim yalnızca<br />
kendisi yabancı devletlerin ilgi odağı olmuş değil, aynı zamanda gayrımüslimyabancı<br />
faaliyetlerin yoğun olduğu bölgelerle komşu Yanya vilayetinde maarifin<br />
teftişinden sorumlu müfettişin kaleme aldığı rapordaki; “bugün Bağdad, Musul ve<br />
Diyarbakır vilayetlerinin maarife olan ihtiyacı elbette İzmir, Beyrut, Selanik vilayetlerindeki<br />
ihtiyaç ile mukayese edilemez” değerlendirmesi sözkonusu anlayışın en açık<br />
ifadesidir. Müfettişin ayrıca “Rumeli’nin en mühim bir vilayetini teşkil eden Yanya<br />
vilayetinin maarifsizliği hiçbir vakit <strong>Ankara</strong>, Konya vilayetlerine mukayese olamaz.<br />
Maarifsizliğin buradaki mazarrât-ı maddiye ve maneviyesi başka vilayetlerde görünemez.<br />
Hudud üzerinde vaki olan bu vilayetin tevsi’-i maarifi ve ahalinin efkâr ve a’mâl-i batıla<br />
tabi’ olmaktan kurtarılmaları devletçe pek ziyade ehem ve elzem olduğundan Maarif<br />
Nezareti’nin bu vilayete vilâyât-ı saire gibi bakmaması ve ehemmiyet-i mevki’ ve kavmiyesini<br />
nazar-ı dikkat ve itinaya alması vazife-i hamiyet ve dıyanet iktizasından ve devlet-i<br />
osmaniyenin icâbât-ı zaruriyesindendir.” 58 yönündeki fikirleri de aynı bağlamdadır.<br />
57 BOA., 17 M 1321 (15 Nisan 1903), TFR.I.KV., 14/1353.<br />
58 BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Müfettiş Avrupa devletlerinin Balkanlar’daki yayılmacı eğilimleriyle başa<br />
çıkılabileceği 59 ve Osmanlı hükümetinin bölgedeki eğitim yarışında ivedilikle<br />
hareket ederek kendi eğitim sistemini kurması suretiyle halkın aidiyet duygusunu<br />
artırma ve Rumeli’yi merkezi yönetimin tanımış olduğu sınırlar içerisinde tutma<br />
imkanı elde edilebileceği kanaatindeydi. Ancak bu noktada aşılması gereken en<br />
ciddi problem mali kaynak meselesiydi. Müfettişe göre eğitime tahsis edilen en<br />
istikrarlı gelir kaynağı olan hisse-i maariften bir istisna olmak üzere ilköğretim<br />
okullarının masrafları için de yararlanılmalı, sözkonusu gelirin kafi gelmediği<br />
hallerdeyse, Rumeli için Maarif Nezareti bütçesine eklenmesi gereken<br />
ödeneklerden istifade edilmeliydi 60.<br />
Bu bağlamda müfettişin Yanya Vilayeti’ndeki eğitimin düzeyi hakkında<br />
verdiği bilgiler; bir taraftan yeni devlet okullarının inşa edildiği ortamın<br />
koşullarını değerlendirmek diğer taraftan son dönem Osmanlı eğitim<br />
politikasının oluşumunu anlamak açısından önemlidir. Sözgelimi vilayet<br />
dahilinde müslüman halkın yaşadığı 360’ı aşkın köyün yalnızca 70’inde okul<br />
olup, XX. Yüzyılın başlarında 260’dan fazla köyde hiçbir mektep<br />
bulunmamaktaydı. Bu köylerin 19’unda ibtidailerin ivedilikle açılması<br />
gerektiğine dikkat çeken müfettiş, kalan 142 köyün ibtidailerin açılacağı<br />
mahallere komşu olduklarından talebenin bu mekteplere devam edeceği ümidini<br />
taşımaktaydı. Sözkonusu okulların maaş ve masraf karşılığı olmak üzere maarif<br />
bütçesinde özel bir ödenek ayrılmalıydı. Ayrıca bütçeye ilave edilecek bu<br />
ödenekten; Aydonat ve Loros Kazaları’na bağlı 15 köyde, Maarif Nezareti’nden<br />
gönderilen modeller çerçevesinde yeni açılacak 17 ibtidai ve mevcut mektep<br />
binalarının tamirat ve tesisat masrafları ile muallim maaşları da karşılanmalıydı.<br />
Zira sözkonusu kazalarda mektep binası bulunamadığından mevcut muallimler<br />
ve talebeler son derece olumsuz çevresel koşullarda tedrisata devama<br />
çalışmaktaydı. Müfettiş bölgedeki Osmanlı eğitim örgütünü ancak rekabetçi<br />
ortamın ışığı altında incelemenin bir değeri olacağının bilinciyle, raporunda<br />
Yanya’daki Rum mektepleriyle ilgili bilgilere de yer vermiştir. Buna göre, Yanya<br />
Vilayeti’nde nezaret bütçesinden istifade etme hakkına sahip, 650’yi aşkın “kâfi<br />
derecede ma’mur ve müterakki” Rum ibtidaisi mevcuttur 61.<br />
Osmanlı eğitim seferberliğinin başlangıcı olan ibtidailerin sayısının,<br />
Yanya’da açılması planlananlarla birlikte 200’i aşacağı gerekçesiyle müfettiş,<br />
müslümanların öğrenim göreceği bu okullar için en az 200 muallime ihtiyaç<br />
bulunduğuna dikkat çekmiş ve Nezaret’in öğretmen açığını kapatmak amacıyla<br />
59 Avusturya’nın Arnavut nüfusun yaşadığı topraklarda takip ettiği eğitim siyaseti için<br />
bkz. Isa Blumi, “Austrian Strategies in Ottoman Albania, The School and the Fall of<br />
Sectarian Politics”, Das Osmanische Reich und die Habsburgermonarchie. Akten des<br />
internationalen Kongresses zum 150-jährigen Bestehen des Instituts für Österreichische<br />
Geschichtsforschung Wien, 22-25 September 2004, Wien, Oldenburg, 2005, s. 602-612.<br />
60 BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.<br />
61 BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.<br />
211
212<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
diğer vilayetlerde yaptığı gibi talebe-i ulumdan yahut başkalarından muallim<br />
atamasının bu vilayette hatalı bir yöntem olacağını ifade etmiştir. Zira “burası<br />
cenubî Arnavudluk olması münasebetiyle akaid-i diniyye-i İslamiye ile lisan-ı resmi-i<br />
Osmanimizi hükümet-i seniyye-i meşrutamızın icab ettirdiği ehemmiyet ve müsta’celiyet-i<br />
mahsusaya muvafık bir suretle ta’mim edilmesi ayn-ı farz ve kat’i mesabesindedir.”<br />
Binaenaleyh ibtidailer, vilayet dahilindeki Müslüman ahalinin maarifteki<br />
azgelişmişliğini tersine çevirme potansiyeli barındıran darülmuallimin mezunları<br />
tarafından idare edilmeliydi. Ancak müfettişe göre, vilayet merkezinde bulunan<br />
darülmuallimin-i ibtidainin mevcut durumu bu konuda ümit vaat etmiyordu.<br />
Sözgelimi faaliyete geçtiği tarihten itibaren gündüzlü eğitim veren<br />
darülmuallimindeki öğrenci sayısı, gazetelerde verilen ilanlara yahut taşrada<br />
yapılan çağrılara rağmen 7’yi geçmemişti. Esasen tek başına bu rakam dahi hem<br />
bölgedeki eğitim koşullarının iyimserliğe yer vermeyecek bir durumda<br />
bulunduğuna hem de maarif memurlarının herşeye rağmen eğitime yükledikleri<br />
büyük umutlara dair fikir vermektedir. Ancak yine de, müfettişin raporunda<br />
kullandığı ifadelerden geleceğe dair bir iyimserlik taşıdığı; sözkonusu<br />
darülmualliminin yatılıya çevrilmesi durumunda talebe sayısının en az 50’ye<br />
yükseleceğini ve bu müessesenin “temin-i muvaffakiyyet ve terakkiyâtıyla yerli<br />
muallimler yetiştirilmesi”nin mümkün olduğuna inandığı anlaşılmaktadır 62. Öte<br />
yandan Musevi cemaati ise, okullarında Türkçe dersinin öğretilmesiyle talebenin<br />
elde edebileceği olanakların niteliğinin değerini ve uygunluğunu kendiliklerinden<br />
takdir etmiş ve rüşdiyedeki bu ders için başkentten bir muallim gönderilmesini<br />
beklemeden yine kendi fonlarıyla nitelikli bir muallimin istihdamı arayışına<br />
girmişlerdi.<br />
İlköğretimin ikinci kademesi olan rüşdiyelerdeki okullaşma oranı<br />
konusunda ise müfettiş; Yanya Vilayeti’ndeki 10 kaza merkezinde birer erkek<br />
rüşdiyesi (10 adet) olmak üzere toplam 13 rüşdiyenin mevcut olduğunu<br />
kaydetmişti 63. Her ne kadar kemmiyet bakımından rüşdiyelerin durumu umut<br />
verici görünse de, keyfiyet itibarıyla muallim ve muallimelerin hali pek de iç açıcı<br />
değildi. Nitekim müfettiş sözkonusu 11 rüşdiyeden 9’unda görev yapan<br />
muallimlerin ne maaş ne mesleki yeterlik açısından istenen düzeyde olduğuna<br />
dikkat çekmişti. Rüşdiyelerdeki öğretmen sayısı çoğu okulda 1’le sınırlıydı. Bu<br />
ise Müslüman halkın büyük kısmının eğitim konusunda duyduğu sorumluluğun<br />
bölgedeki diğer unsurlara göre hayli zayıf kaldığı Yanya’daki mevcut durumla<br />
bağdaşmıyordu. O halde öğrenim süresi üç yıl olan ve günde en az dört dersin<br />
okutulduğu rüşdiyelerde görevlendirilecek öğretim kadrosu ve idari heyeti için<br />
yeni finansman kaynakları bulmak vazifesi devlete düşüyordu, ki bu müfettişe<br />
göre bütçeye yeni ödenekler ilave etmek anlamına geliyordu. Mevcut<br />
62 Sözkonusu yapılanma için gereken masraflar Nezaret bütçesinden karşılanacaktır:<br />
BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.<br />
63 Bu yekunda iki kız rüşdiyesi ile nahiye merkezindeki bir erkek rüşdiyesi de<br />
bulunmaktaydı. BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
rüşdiyelerin 64 yanısıra müfettiş, bir taraftan halkın eğitime karşı hassasiyetini<br />
artırmak diğer taraftan başarıyı garanti altına almak amacıyla kız ve erkek toplam<br />
6 rüşdiyenin daha açılmasını gerekli görmüştü.<br />
1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre vilayet ve sancak<br />
merkezlerinde açılması kararlaştırılan 65 müslim ve gayrimüslimlerin birarada<br />
öğrenim gördükleri idadilerden 66, başlangıçta –zamanla taşradaki eğitsel<br />
dönüşümün en önemli aracı ibtidailer olmuştur- yeni bir Osmanlı milleti<br />
yaratmak konusunda çok şey beklenmiş ve bu çerçevede Yanya Vilayeti’nde de<br />
yatılı eğitim verecek bir idadinin açılması için maarif bütçesine ödenek<br />
eklenmiştir. Müfettiş ayrıca 1907 yılında Preveze’de yeni bir idadi inşaatına<br />
başlandığına ancak tamamlanamadığına dikkat çekmiş ve Arnavutluk’ın<br />
güneyinde stratejik önemi haiz bir mevkide, Osmanlı toplumuna zararlı sayılan<br />
Avrupalı öğelerin eğitim yoluyla tasfiyesine imkan sağlama potansiyeli taşıyan<br />
bir okulun mali kriz nedeniyle faaliyete geçirilememesini ciddi bir hata olarak<br />
değerlendirmişti. Meselenin çözümü için müfettiş sözkonusu idadi için bütçede<br />
gerekli tahsisatın ayrılması meselesini vilayet maarif müdürünün de katıldığı bir<br />
mecliste tartışma konusu yapmış ve bu yönde bir karar alınmasını sağlamıştır 67.<br />
Müfettişin raporu yalnızca, giderek keskinleşen ayrılıkçı hareketlerin odak<br />
noktası bulunan Rumeli’de, devlet kontrolündeki okulların sayısını artırma ve<br />
güçlendirme programını ileriye götürmek yönünde sahip çıkılan bir anlayışı<br />
yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda örgütlü bir eğitim sisteminin siyasi<br />
mobilizasyon için sunduğu sınırsız imkanlara dair ipuçları da vermektedir. Şöyle<br />
ki, “Cenubi Arnavutluk olan Yanya vilayeti’nde meskun ahali Arnavudlar’la Rumlar’dır.<br />
Berat, Ergiri sancakları gibi yerlerde Arnavudlar ve Preveze ve Yanya sancaklarında dahi<br />
Rumlar ekseriyeti teşkil ederler. Rumlar öteden beri memâlik-i osmaniyenin her tarafında<br />
olduğu gibi maarif hususunda Arnavudlar’a nisbetle farklı olduklarında şüphe yoktur.<br />
Tebaa-i gayrımüslimeye haricden edilen hibe ve vesâyâ gibi iânât-ı nakdiye ve muavenât-ı<br />
maliye sebebiyle ve kendi aralarında dahi cem’-i iânât suretiyle şehir ve kasabalarda ve<br />
kurâda bi’n-nisbe muntazam mektebler yapmışlar ve erbab-ı maarif yetiştirmişlerdir.”<br />
Fakat müslüman Arnavutların eğitim yarışında pek geride kaldığını belirten<br />
müfettiş; “O derecede ki köylü Arnavudlar umur-ı diniye ve dünyeviyede pek ziyade adem-i<br />
mübâlâta alışmışlardır. Bazı şehirlerde ve ezcümle merkez-i vilayet olan Yanya’da Türkçe ve<br />
64 “Diğer kaza merkezlerindeki rüşdiye mekteblerinin kısm-ı a’zamı” gibi Delvine ve<br />
Aydonat’taki birer-ikişer odadan ibaret bulunan ve deprem vb. dolayısıyla zaman<br />
içerisinde pek harap hale gelmiş olan rüşdiyelerin tamiratı ve noksanların ikmali<br />
amacıyla bütçede bir tahsisat ayrılmalıydı: BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF.,<br />
1/55.<br />
65 Düstur, Cüz-i sani, s. 190-191; M. Cevad Nafi, a.g.e., s. 95.<br />
66 Vilâyât-ı Şahanede Bulunan Leyli ve Nehari Mekâtib-i İdadiyeye Mahsus Olarak Bu Kerre<br />
Maarif Nezareti’nce Tadilen Kaleme Alınan Ders Programları, Dersaadet, Alem Matbaası,<br />
1310 (1894-1895), s. 2.<br />
67 BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.<br />
213
214<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
lisan-ı mâderzâd olması lazım gelen Arnavudça yerine Rumca ile tekellüm ederler. Rum<br />
lisanı bila- istisna zükur ve inas arasında mükâlemâtın ekseriyetini teşkil ettiği”nden<br />
bahsetmektedir. Eğitimsizlik nedeniyle Arnavut köy, kasaba ve şehirlerinde<br />
sünnî İslam’ın yerine Bektaşilik inancının kabul gördüğüne 68 dikkat çeken<br />
müfettiş, Latin alfabesini benimseyen milliyetçi aydın Arnavutlar’ın 69 bu<br />
alfabeyle yazılmış kitapları yaygınlaştırma çalışmalarını da yine maarifin<br />
eksikliğiyle açıklamıştır. Müfettişe göre bölgede Latin alfabesi yalnız tarihsel<br />
nedenlerle değil, okur-yazarlık oranını artırmadaki pratik faydaları da dikkate<br />
alınarak kabul edilmişti 70. Bu yorumuyla müfettişin bir taraftan Latin alfabesiyle<br />
Arnavutça yazılan ders kitaplarının bölgede milli bir dil ve kültür ağı<br />
oluşturacağı diğer taraftan ulusal alfabe tartışmalarının Osmanlı tarzı eğitim<br />
sunma planlarına karşı en önemli tehdit olduğu konusunda bir endişe taşıdığı<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Yanya Vilayeti’ne ait bu teftiş raporu başta olmak üzere maariften sorumlu<br />
Osmanlı yetkililerinin Rumeli vilayetlerinde eğitimin durumuna dair yaptıkları<br />
değerlendirmelerde en önemli ölçünün; yabancı okullarda ulaşılmış olan finansal<br />
kaynakların, eğitsel düzeyin ve mimari standartların devlet okullarında da<br />
yakalanması gerekliliği olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bölgede yaşayan<br />
müslüman halkın eğitim konusundaki pasifliğinin giderilerek, yabancıgayrımüslim<br />
okullarının zararlı etkilerini 71 dengeleyebilecek ağırlıkta bir güç<br />
olabilecek Osmanlı okullarının inşa edilmesini sağlamak ihtiyacı, müfettişlerin<br />
taşrada uygulanan eğitim politikasında takipçisi oldukları hususlar arasında en<br />
ön sıralarda yer almıştır. Rumeli’de kimin eğitiminin hakim olacağı noktasında<br />
çaba gösteren devlet, bir taraftan müfettişler aracılığıyla imparatorluğun<br />
bütünlüğünü koruma mücadelesi verirken, diğer taraftan İslam ve Osmanlı<br />
birliğine sadakatin arttırılması yönündeki hakim paradigmanın tahkim edilmesini<br />
sağlamak düşüncesini imparatorluğun son yüzyılında maarifin en önemli<br />
olaylarından biri haline getirmiştir.<br />
68 Bektaşilik’in Arnavutluk’ta gelişimi için bkz. Peter Bartl, Milli Bağımsızlık Hareketleri<br />
Esnasında Arnavutluk Müslümanları (1878-1912), (Çev.) Ali Taner, İstanbul, Bedir<br />
Yayınları, 1998, s. 187-189<br />
69 Söz konusu “münevverü’l-efkâr” arasında Sami Frasheri, İsmail Kemal, Vasa Efendi gibi<br />
kimseler mevcuttu. Stavro Skendi, a.g.e., s. 143; BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910),<br />
MF.HTF., 1/55.<br />
70 BOA., 2 B 1328 (9 Temmuz 1910), MF.HTF., 1/55.<br />
71 Rumeli’deki yabancı okullaşma için bkz. Education in the Balkans: From the Enlightenment<br />
to the Founding of the Nation-States, ed. Nikos Terzis, Greece, Publishing House Kyriakidis<br />
Brothers s.a., 2000; Nuray Bozbora, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk. Arnavutluk<br />
Ulusçuluğunun Gelişimi, İstanbul, Boyut Kitapları, 1997; Olga Karageorgou-Kourtzis,<br />
“Aspects of Education in the Peloponnese from 1810 to 1820 According to the<br />
Peroukas Archives from Argos”, Studies in Honor of John C. Alexander, Elias Kolovos,<br />
Phokion Kotzageorgis, Sophia Laiou, Marinos Sariyannis (eds), İstanbul, Isis, 2007, s.<br />
173-184.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Sonuç<br />
Sultan II. Abdülhamid döneminde Rumeli’deki ayrılıkçı hareketlerin<br />
bölgeye nüfuz etme alanlarından birinin eğitim olduğunun tespitiyle, eğitim<br />
yönetiminin yerel geleneksel kalıpları yıkılarak giderek genişleyen bir teftiş ve<br />
eğitim şebekeleri vasıtasıyla sistemin temel değerlerini yayma çabası içerisine<br />
girilmiştir. Zira bilhassa dil, etnik köken ve kültür birliğine dayanan<br />
milliyetçiliğin etkisinin imparatorluğun diğer bölgelerine nispetle önemini çok<br />
daha fazla koruduğu bu vilayetlerde maarifin teftişi, saltanat ve hilafete karşı<br />
arzu edilen sadakatin elde edilmesinde en ciddi yöntemlerden biriydi. Bu<br />
bağlamda müfettişlik müessesesinin amacı sözkonusu olduğunda devletin,<br />
tebaanın yetişmesinden elde edeceği fayda çerçevesinde uygun öğrencilere,<br />
nitelikli öğretmenler vasıtasıyla hedeflenen yönde bir eğitim sağlamak esası ön<br />
plana çıkmaktaydı. Bu kapsamda Rumeli vilayetlerindeki müfettişlerin<br />
vazifelerine dair yayınlanan talimatnamede eğitimin teftişi, hangi grupların<br />
denetim işine katılacağı ve yetkilerin ne şekilde sınırlanacağı konusunda yeni<br />
kararlar alınmıştı. Talimatnamede maarif müfettişlerinin merkeziyetçi üniter<br />
devlet kavramıyla bütünleştirildiği ve bölgedeki eğitimin daha fazla hükümet<br />
kontrolü altına girmesini sağlayan düzenlemelere tabi tutuldukları<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Sultan II. Abdülhamid döneminde yapılan teftişler neticesinde Rumeli’de<br />
dil konusundaki farklılaşmanın tespit edilmesi ve bilhassa müslüman milletlerin<br />
Türkçe eğitimden uzaklaştığının görülmesi, devletin hakimiyet alanının gelişmesi<br />
açısından engelleyici bir unsur olarak değerlendirilmiş ve bölgede modern okul<br />
sisteminin en üst düzeye ulaşması yönünde harekete geçilmiştir. Zira dilin<br />
Rumeli vilayetlerinde Türk ve Türk olmayan tebaa arasındaki yerel farklılıkları<br />
kaldırarak, devletin Osmanlı-İslam temelleriyle özdeşleştirilmesindeki önemi<br />
anlaşılmıştır. Ancak Türkçe eğitim veren modern okullaşmanın<br />
yaygınlaştırılmasında ortaya konan hedeflerle pratikte varolan güçler/güçlükler<br />
ve yerel olanaklar arasındaki uçurumun aşılması şarttı. Bu noktada en önemli<br />
mesele ise mali kaynakların ve halkın eğitime desteğinin yetersizliğiydi. Böylece<br />
bir taraftan yeni okullar için halkın katkısının sağlanması hususunda telkinde<br />
bulunma vazifesi diğer taraftan mektepleri finanse etmek üzere tahsil edilen<br />
gelirlerin suistimalinin önlenmesi sorumluluğu müfettişlere tevdi edilmiştir.<br />
Rumeli’deki eğitim seferberberliği için fon bulmakla görevlendirilen<br />
müfettişler ayrıca okulların binalarını, sınıfların durumunu, ders içeriklerini<br />
murakabe ve kontrol etmekle birlikte siyasi anlamda bölücü olabilecek öğretim<br />
materyalleri ile disiplin ve ahlaka aykırı davranışlara karşı gerekli tedbirleri<br />
almakla da vazifelendirilmişti. Coğrafi çevreye dair yer alan tasvirlerin,<br />
demografik yapıya dair aktarılan istatistik bilgilerin, farklı unsurların eğitime<br />
karşı sergiledikleri tavırlar hakkındaki açıklamaların, öğretmenlerin talebede<br />
istenen yönde davranış değişikliği oluşturma yetenek ve yeterlilikleri<br />
215
216<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
hususundaki gözlemlerin yahut okulların fiziki görünümünden duvarların içinde<br />
cereyan eden hadiselere kadar uzanan muhtelif konuların müfettiş raporlarında<br />
yer verilmesi kendilerine tevcih edilen bu sorumluluğun gereği olmuştur.<br />
Böylece müfettişler yalnızca bölgedeki eğitimin yönetim ve denetiminden mesul<br />
tutulmamış, merkezin değerleriyle bütünleştirilmiş standart bir müfredatın<br />
taşrada uygulanmasını sağlamak suretiyle Osmanlı hilafeti ve saltanatına karşı<br />
bağlılığı artırma sorumluluğu yüklenmiş görevliler haline getirilmiştir.<br />
Ek: Rumeli Vilâyât-ı Şahanesi Maarif Müfettişliği’nin Vezâifine Dair<br />
Talimat-ı Muvakkatedir 72:<br />
1. Madde – Rumeli maarif müfettişliğinin daire-i teftişi Edirne, Selanik,<br />
Yanya, Manastır, Kosova ve İşkodra vilayetlerini şamildir.<br />
2. Madde – Müfettiş Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin mer’iyyü’l-icra<br />
olan ahkâmının ve ol babdaki evâmir ve talimâtın tamamen cereyanına dikkat ve<br />
maarife müteallik her nev’i varidât ve masarıfâtın suret-i sarf ve istimalini tedkik<br />
ve tahkik eyleyecek ve esna-i devirde hususât-ı lazime ve müsta’celeyi telgraf<br />
veya tahrirat ile Maarif Nezareti’ne bildirecektir.<br />
3. Madde – Müfettiş doğrudan doğruya Maarif Nezareti’nin taht-ı<br />
idaresinde bulunan bilcüme mekâtib-i umumiyenin teftiş ahvaliyle idare ve<br />
tedrisi cihetlerinin resmi programlarına ve usul-i mahsusasına tevfiken<br />
tanzimine ve ıslahat-ı mukteziyelerine dikkat ve gayret edecek ve mekâtib-i<br />
hususiyenin Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin 129. maddesine ve karar-ı ahir<br />
ahkâmına tevfiken idare olunub olunmadıklarını tahkik ve icabını icra<br />
eyleyecektir.<br />
3 . Madde – Müfettiş daire-i teftiş dahilinde bulunan maarif meclis ve<br />
komisyonlarının ve idare ve muhasebe memurlarının evsâf ve meziyyât-ı<br />
matlubeyi haiz olup olmadıklarını tahkik eyleyecek ve icabını Maarif Nezareti’ne<br />
bildirecektir.<br />
4 . Madde – Bâ-irade-i seniyye maarife terk edilen evkaf hasılatının hüsn<br />
suretle idaresine ve bunlardan yed-i kitmande bulunanları varsa tedkik ve<br />
tahkikiyle zâhire ihracına ve yeniden mekâtib tesis ve inşası için teşvikat ve<br />
tergibât-ı lazime icrasına ve darülmuallimin şehadetnamesini ve evsâf-ı<br />
matlubeyi haiz muallimler celb ve istihdamına dikkat eylemek velhasıl neşr ve<br />
ta’mim-i maarif ve ıslah ve teksir-i mekâtib ile ulum ve maarifin merkez-i<br />
matlubeye isâli esbâbının istihsal ve istikmaline çalışmak müfettişin vezâifi<br />
cümlesindendir.<br />
5 . Madde – Müfettiş, emvâl-i maarifin ahz ve sarfına memur olanların<br />
muâmelâtını esna-i tedkikde bir memurun zimmeti veya taht-ı idaresinde<br />
bulunan sandıkta açık zuhur eder veya kuyûd-i hesabiye ve muâmelât-ı<br />
cariyesine hile ve fesad karıştırdığını hissederse derhal Maarif Nezareti’nden bi’l-<br />
72 BOA., 21 L 1308 (29 Mayıs 1891), MF.HTF., 1 / 2; 21 L 1308 (29 Mayıs 1891),<br />
MF.MKB., 40/91.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
istîzân alacağı emir üzerine o memura usulüne tevfiken ve muvakkaten işten el<br />
çektirerek icabını icrasına müsâraat edecektir.<br />
6 . Madde – Müfettiş maarif muhasebeleri kuyûdu ve maarif sandıkları<br />
yevmiye defterleri ve emvâl-i nükûdu ve hususât-ı saire-i hesabiyesini her zaman<br />
tedkik ve teftişe mezundur.<br />
7 . Madde – Müfettiş bir mahalden diğer bir yere gittiğinde memuriyetini<br />
hâvî Maarif Nezareti’nden hamil olduğu emri bir defa o mahallin en büyük<br />
memuruna ibraz ettikten sonra derhal teftişe mübaşeret ederek lüzum göreceği<br />
kâffe-i evrak ve kuyûdu tedkik edecek ve li-ecli’t-tahkik temhir edeceği sandık<br />
ve ta’dâd edeceği nükûd için hiçbir memurdan evvelce istihsal-i muvâfakata<br />
muhtac olmayıp bunları doğrudan doğruya icra eyleyecek ve nükûdun ta’dâdı<br />
esnasında vilayet idare meclisiyle maarif meclisinden birer a’zâ ve kuyûd ve<br />
evrakın teftişinde dahi maarif müdürü ve muhasebe memuru ve sandık<br />
emininden iktiza edenler hazır olacaklardır.<br />
8 . Madde – Müfettiş tarafından taleb vuku’unda memurin-i maariften her<br />
kim olursa olsun vazife-i memuriyetine müteallik kâffe-i defâtir ve kuyûd-ı<br />
hesabiye ve evrak-ı saire ile sandıkta mevcud nükûd ve senedâtı tamamıyla ve<br />
derhal irâe ve ibraz edecek ve muamelât-ı vâkıâna teferru’ eden her türlü<br />
muamelât ve izahâtı beyan ve itâ eyleyecektir. Aksi halinde o gibilere evâmiri<br />
dinlememiş nazarıyla bakılarak haklarında muamelât-ı lazime icra olunacaktır.<br />
9 . Madde – Müfettiş, 1300 senesinden 1315 senesine kadar gerek mal<br />
sandıkları zimmetinde kalan mebaliğin ve gerek maarife hasr edilmiş olan a’şâr<br />
senedâtının suver-i tahsiliyesine ait tedâbiri ittihâz ve menafi‘ ve maarif<br />
hisselerinin suret-i istihsaline dair olan nizamnamenin 10. ve 11. maddeleri<br />
mucebince 1305 senesinden sonraki varidâtından a’şâr kısmı için ziraat banka<br />
sandık ve şubelerine ve emlak vergisinden olan kısmı için de mal sandıklarına<br />
terettüb eden vezâifi de teftiş ve takib edecektir.<br />
10 . Madde – Müfettiş her vilayetin teftişi hitam bulduğu gibi meşhudât ve<br />
icraatını müteselsil numaralı beyannameler ile Maarif Nezareti’ne arz edecek ve<br />
her senenin hitamında biri tertib-i tahsiliyenin ahvaline ve icraat-ı vâkıâ ile<br />
ıslahat-ı mukteziyeye ve diğeri maarife müteallik her nev’i varidât ve iânât-ı<br />
müstahsile ve masarıfât-ı vâkıâya dair olarak nezarete iki mufassal beyanname<br />
takdim edecektir.<br />
11 . Madde – Müfettiş lede’l-hâce vezâif-i memuriyetine müteallik<br />
hususâtta hükümet-i mahalliyeye müracaat edecek ve talimatta musarrah<br />
olmayan bir iş zuhur ettikde iktizasını Maarif Nezareti’nden istîzân eyleyecektir.<br />
21 L 1308 (29 Mayıs 1891)<br />
217
218<br />
Kaynakça<br />
Arşiv Kaynakları<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
BOA., BEO.AYN.d., No. 120, 1420, 1243; BOA., BEO., Nr., 119772; BOA., BEO.,<br />
Nr. 121417; BOA., 10 B 1304 (4 Nisan 1897), İ. DH., No. 81089; BOA.,<br />
1318/Ş-5, İ. Maarif; BOA., MF.HTF., ½; BOA., MF.HTF., 1/4; BOA.,<br />
MF.HTF., 1/55; BOA., MF.HTF., 1/74; BOA., MF.HTF., 3/32; BOA.,<br />
MF.HTF, 3/106; BOA., MF.HTF., 4/82; BOA., MF.İBT., 95/111; BOA.,<br />
MF.İBT., 100/65; BOA., MF.İBT., 110/17; BOA., MF.MKB., 5/120;<br />
BOA., MF.MKB., 5/134; BOA., MF.MKB., 20/31; BOA., MF.MKB.,<br />
40/91; BOA., MF.MKB., 348/48; BOA., MF.TLY., 100/65; BOA.,<br />
MF.VRK., 3/16; BOA., MF.VRK., 3/31; BOA., MF.VRK., 14/103; BOA.,<br />
MF.VRK., 18/59; BOA., MV., 112/82; BOA., ŞD., 213/1; BOA., TFR.I.KV.,<br />
14/1353; BOA., TFR.I.KV., 27/2669; BOA., TFR.I.KV., 172/17191;<br />
BOA., TFR.I.KV., 210/20967; BOA., Y.A.-RES., 5/50; BOA.,<br />
Y.PRK.AZJ., 19/82; BOA., Y.PRK.AZJ., 45/65; BOA, Y.PRK.MF., 1/27;<br />
BOA., Y.PRK.MF., 3/10.<br />
Resmi Yayınlar<br />
Düstur, Cüz-i sani, Dersaadet: Matbaa-i Amire, 1289 (1872-1873).<br />
Düstur, Tertib-i sani, C. I, Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye, 1329 (1911).<br />
Salname-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye. 1305 (1889), Dersaadet, Mahmud Bey Matbaası, 1305.<br />
21 Za 1254 (6 Şubat 1839), Takvim-i Vekayi.<br />
Vilâyât-ı Şahanede Bulunan Leyli ve Nehari Mekâtib-i İdadiyeye Mahsus Olarak Bu Kerre Maarif<br />
Nezareti’nce Tadilen Kaleme Alınan Ders Programları, Dersaadet, Alem Matbaası, 1310<br />
(1894-1895).<br />
Kitap ve Makaleler<br />
ACAR, Keziban, Russian National Identity in Patriotic Culture , The Russian Descriptions of<br />
Themselves in contrast to Their Enemies during the Crimean War of 1853-56 and Russo-<br />
Turkish War of 1877-1878, Yayınlanmamış Doktora Tezi, University of Kentucky,<br />
2000.<br />
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi. M.Ö. 1000- M.S. 2006, <strong>Ankara</strong>, Pegem Akademi<br />
Yayıncılık, 2006.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Eğitimde Çağdaşlaşmaya Katkısı Açısından Selim Sabit Efendi ve<br />
'Öğretmene Kılavuz' Başlıklı Eser”, Uluslararası Vize Tarih ve Kültür Sempozyumu,<br />
Vize, 28 Nisan 2000.<br />
ANTEL, Celal S., “Tanzimat Maarifi”, Tanzimat I. Yüzüncü Yıldönümü Münasebetiyle,<br />
<strong>Ankara</strong>, Maarif Vekaleti, 1940 .<br />
ATUF, Nafi, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, C.1, İstanbul, Muallim Halit<br />
Kütüphanesi, 1930.
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE RUMELİ’DE MAARİFİN TEFTİŞİ<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
ATUF, Nafi, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, C. 2, İstanbul, Milliyet<br />
Matbaası, 1932.<br />
BARTL, Peter, Milli Bağımsızlık Hareketleri Esnasında Arnavutluk Müslümanları (1878-<br />
1912), (Çev.) Ali Taner, İstanbul, Bedir Yayınları, 1998.<br />
BAŞAR, Hüseyin, Eğitim Müfettişlerinin Yetiştirilmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi,<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong>, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1985.<br />
BİLİM, C. Yalçın, Tanzimat Devrinde Türk Eğitiminde Çağdaşlaşma (1839-1876), Eskişehir,<br />
Anadolu <strong>Üniversitesi</strong>, 1984.<br />
BLUMİ, Isa, “Austrian Strategies in Ottoman Albania, The School and the Fall of<br />
Sectarian Politics”, Das Osmanische Reich und die Habsburgermonarchie. Akten des<br />
internationalen Kongresses zum 150-jährigen Bestehen des Instituts für Österreichische<br />
Geschichtsforschung Wien, 22-25 September 2004, Wien, Oldenburg, 2005.<br />
BOZBORA, Nuray, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk ve Arnavut Ulusçuluğu’nun Gelişimi,<br />
İstanbul, Boyut Kitapları, 1997.<br />
Cumhuriyet Devrinde Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi,<br />
1977.<br />
ÇETİN, Atilla, “Maarif Nazırı Ahmed Zühdü Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki<br />
Yabancı Okullar Hakkında Raporu”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, S. 10-<br />
11, İstanbul, 1983.<br />
DAVİSON, Roderic H, “Westernized Education in Ottoman Empire”, The Middle East<br />
Journal, Summer 1961.<br />
DAVİSON, Roderic H, “Nationalism as an Ottoman Problem and the Ottoman<br />
Response”, Nationalism in a non-national State: The Dissolution of the Ottoman Empire,<br />
(Ed.) William Haddad-William Ochsenwald, Colombus, Ohio State University<br />
Press, 1977.<br />
DOĞAN, İsmail, Türk Eğitim Tarihinin Ana Evreleri. Kurumlar-Kişiler-Söylemler, <strong>Ankara</strong>,<br />
Nobel Yayıncılık, 2010.<br />
Education in the Balkans, From the Enlightenment to the Founding of the Nation-States, ed. Nikos<br />
Terzis, Greece, Publishing House Kyriakidis Brothers s.a., 2000.<br />
ERGİN, Osman, Türk Maarif Tarihi, 3 C., İstanbul, Eser Matbaacılık, 1977.<br />
GARDINER, Derek, The Anatomy of Supervision: Developing Learning and Professional<br />
Competence for Social Work Students, Milton Keynes, The Society for Research into<br />
Higher Education & Open University Press, 1989.<br />
GAWRYCH, George W, The crescent and the eagle: Ottoman Rule, Islam and the Albanians,<br />
1874-1913, London, New York, I.B. Tauris, 2006.<br />
JELAVICH, Barbara, The Ottoman Empire, the great powers, and the Straits question, 1870-<br />
1887, Bloomington, London, Indiana University Press, 1923.<br />
Karageorgou-Kourtzis, Olga. “Aspects of Education in the Peloponnese from 1810 to<br />
1820 According to the Peroukas Archives from Argos”, Studies in Honor of John C.<br />
Alexander, Elias Kolovos, Phokion Kotzageorgis, Sophia Laiou, Marinos<br />
Sariyannis (eds), İstanbul, Isis, 2007.<br />
219
220<br />
ARZU M. NURDOĞAN<br />
KAZAMİAS, Andreas M, Education and the Quest for Modernity in Turkey, London,<br />
George Allen & Unwin Ltd., 1966.<br />
KOÇER, Hasan A, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu (1773-1993), <strong>Ankara</strong>, Uzman<br />
Yayınları, 1987.<br />
KODAMAN, Bayram, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, <strong>Ankara</strong>, Türk Tarih Kurumu,<br />
1988.<br />
KOHN, Hans, Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, (Trc.) Agah Oktay Güner, İstanbul ,<br />
Kervan Yayınları, 1983.<br />
MELETİADES, Haris N, “Types of Transition to National Educational Systems in the<br />
Balkans of the 19th century”, Education in the Balkans, From the Enlightenment to the<br />
Founding of the Nation-States, (ed.) Nikos P. Terzis, Greece, Publishing House<br />
Kyriakidis Brothers s.a., 2000.<br />
Nafi, Mahmud Cevad ibnü’ş-Şeyh. Maarif-i Umumiye Nezareti. Tarihçe-i Teşkilat ve İcraatı-<br />
XIX. Asır Osmanlı Maarif Tarihi-, haz. Taceddin Kayaoğlu, <strong>Ankara</strong>, Yeni Türkiye<br />
Yayınları, 2001.<br />
PARVEV, Ivan, “'Du, glückliches Österreich, verhandle'. Militär versus Diplomatie in<br />
der habsburgischen Südosteuropa-Politik 1739-1878”, Das Osmanische Reich und die<br />
Habsburgermonarchie. Akten des internationalen Kongresses zum 150-jährigen Bestehen des<br />
Institus für Österreichische Geschichtsforschung Wien, 22-25 September 2004, Wien,<br />
Oldenburg Verlag, 2005.<br />
SAKAOĞLU, Necdet, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul, İstanbul Bilgi<br />
<strong>Üniversitesi</strong> Yayınları, 2003.<br />
Seton-Watson, Hugh, The decline of imperial Russia , 1855-1914, New York, Frederick A.<br />
Praeger, 1965.<br />
SHAW, Stanford J.- Shaw, Ezel K, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, (Trc.)<br />
Mehmet Harmancı, İstanbul, E Yayınları, 1982.<br />
SKENDİ, Stavro, The Albanian National Awakening 1878-1912. Princeton, N.J.,<br />
Princeton University Press, 1967.<br />
SU, Kamil, Türk Eğitiminde Teftişin Yeri ve Önemi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1974.<br />
TEKELİ, İlhan - İLKİN, Selim, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin<br />
Oluşumu ve Dönüşümü, <strong>Ankara</strong>, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999.<br />
TORRES, Mario S.- Zellner, Luana – Erlandson, David. “Administrator Perceptions of<br />
School Improvement Policies in a High-Impact Policy Setting”, International Journal<br />
of Education Policy & Leadership, October 30, 2008, Vol. 3, Nr. 7.<br />
UNAT, Faik R, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, <strong>Ankara</strong>, MEB<br />
Yayınları, 1964.<br />
VAHAPOĞLU, Hidayet, Osmanlı’dan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları, İstanbul,<br />
MEB Yayınları 1997.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen<br />
Okulunun (Dârülmuallimât), Kuruluşu,<br />
Okutulan Dersler ve Kapatılışı<br />
(1870–1924)<br />
The Foundation, Curriculum and Abolishment (1870-<br />
1924) of the Women’s Teacher Training College<br />
(Dârülmuallimât)’s in the Ottoman Empire<br />
Mustafa Şanal ∗<br />
Özet<br />
Tanzimat’ın ilanından sonra kızların ilköğretim üzerine devam<br />
edecekleri ilk kız rüşdiyesi 1859 yılında açılan Cevre Kalfa İnas<br />
Rüştiyesi’ne ve kız sıbyan mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacı ile 26<br />
Nisan 1870 tarihinde Dârülmuallimât adı verilen ilk kız öğretmen okulu<br />
tesis edilmiştir Bu okul, Türk eğitim tarihinde erkekler için açılan<br />
öğretmen okullarından daha büyük ve önemli tesirler doğurmuş, bu okul<br />
sayesinde kızlara yükseköğrenim görmenin yolu da açılmıştır. Aynı<br />
zamanda Dârülmuallimât, burs almayan öğrencilerini öğretmen olmaya<br />
zorlamadığı için birçok genç kız ve kadının sadece öğretmen olmak için<br />
değil, üst düzeyde bir okulda okumak için de bu okula girmesine vesile<br />
olmuş, bu da ülke kadınları arasında bilgili, aydın bir kitlenin oluşup<br />
gelişmesini sağlamıştır. Cumhuriyet döneminde kadınlara ilişkin<br />
devrimlerin başarılı olmasında 1870’ten beri Dârülmuallimât’ın mezun<br />
vermekte oluşunun ve onların da pek çok kız ve kadını okutmuş<br />
olmasının önemli bir rolü olduğu da düşünülmektedir<br />
Anahtar Kelimeler: Dârülmuallimât, Osmanlı İmparatorluğu,<br />
Türk Eğitim Tarihi, Öğretmen Yetiştirme<br />
Abstract<br />
After the declaration of the administrative reforms, Women’s<br />
Teacher Training College called Darülmuallimat was established on 26<br />
April 1870 in order to train female teachers for Cevri Kalfa İnas Rüştiye<br />
(1859) and primary schools. The establishment of this particular school<br />
∗ Doç. Dr., Erciyes <strong>Üniversitesi</strong> Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi,<br />
KAYSERİ, E-mail: sanalm@erciyes.edu.tr.
222<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
has a greater importance in Turkish Education History in comparison to<br />
the establishment of Men’s Teacher Training Colleges, because it gave<br />
women the chance to get a university education. At the same time, since<br />
Darülmuallimat held it compulsory to become a teacher for students<br />
who didn’t hold a scholarship, most girls and women enrolled to these<br />
schools not just to become a teacher, but also to receive a higher<br />
education. This led to the development of an intellectual group among<br />
Ottoman women, and Darulmuallimat’s female graduates played a vital<br />
role in the success of the reforms of the Republic with relation to<br />
women.<br />
Key Words: Women’s Teacher Training College, Ottoman<br />
Empire, History of Turkish Education, Teacher Training<br />
Giriş<br />
Öğretmen yetiştirme meselesi genelde tarihçilerin özelde ise Türk eğitim<br />
tarihçilerinin üzerinde durdukları, araştırma-inceleme yaptıkları konuların<br />
başında gelmektedir. Türk devlet yöneticileri ve Türk halkının, bilgiyi öğreten ve<br />
bilginin yaşama uyarlanmasına aracı olan kişi konumundaki “öğretmene”tarihsel<br />
süreç içerisinde birçok örnekte de rastlanıldığı üzere- hep sevgi ve saygı<br />
bağı ile yaklaştığı 1 dikkate alındığında, eğitim tarihi ile ilgilenen araştırmacı ve<br />
yazarların öğretmen yetiştirme meselesine daha fazla önem vermelerinin<br />
gerekçesi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Özellikle bilginin insanoğlunun<br />
doğaya karşı kullanacağı yegâne güç olduğunun anlaşılması üzerine toplumlar,<br />
örgün ve yaygın eğitim yolu ve öğretmenler aracılığı ile bireyleri toplumsal<br />
yaşama bağlayan bilginin kazandırılması amacıyla gerekli eğitim-öğretim<br />
faaliyetlerinde bulunmuşlar, bu faaliyetlerin merkezine ise öğretmenleri<br />
oturtmuşlardır.<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu anlayış belirli bir döneme kadar önemini<br />
yitirmemiş, devletin eğitim ve adlî sistemleri bu anlayış üzerine<br />
temellendirilmeye çalışılmıştır. Özellikle İmparatorluğun kuruluş ve yükselme<br />
dönemlerinde devletin ihtiyaç duyduğu yönetici, memur öğretmenler, Enderun<br />
mektebi ve medreseler gibi kurumlar vasıtası ile karşılanmaya başlanmış, bu<br />
dönemde başka bir öğretmen okulunun açılmasına ihtiyaç duyulmamıştır.<br />
Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan duraklama ve gerileme<br />
faaliyetlerinin neticesinde öncelikle askeri alanda başlayan yenileşme hareketleri,<br />
II. Mahmut dönemi ile birlikte (1808–1839) sivil bürokrasi ve devlet sistemine<br />
de sirayet etmiştir. Bu dönemde askeri yüksekokullar ve medreselerin yanı<br />
başında rüşdiye mektepleri açılmış, bu mekteplerin açılması Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nda 16 Mart 1848 tarihinde “Dârülmuallimîn-i Rüşdî” adı verilen<br />
erkek öğrencilerin devam edecekleri yeni bir öğretmen okulunun da açılmasını<br />
1 Yahya Akyüz, “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirmenin 160.Yılında Darülmuallimîn’in İlk<br />
Yıllarına Toplu ve Yeni Bir Bakış”, OTAM, Sayı:20, <strong>Ankara</strong> 2009, s.19.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
zaruri hale getirmiştir 2. Sadece erkeklerin devam ettiği bu okulun açılması,<br />
ülkede kızların eğitimi meselesi üzerine kafa yoran, fikir yürüten dönemin<br />
yönetici ve yazarlarının ilki 1859 yılında açılmış olan kız rüşdiyelerine ve sıbyan<br />
mekteplerine bayan öğretmen yetiştirecek kız öğretmen okulunun açılması<br />
yönünde fikir beyan etmelerine neden olmuştur. İşte bu amaçla da 26 Nisan<br />
1870 tarihinde rüşdiye ve sıbyan mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacıyla<br />
Dârülmuallimât açılmıştır. Bu çalışmada Dârülmuallimât’ın tarihsel süreç<br />
içerisinde geçirmiş olduğu değişim ve dönüşümler incelenmeye çalışılmış, bu<br />
amaçla da çalışma şu ana başlıklar üzerine temellendirilmiştir:<br />
A-Dârülmuallimât’ın Açılmasından Önce Osmanlılarda Kadın Öğretmen<br />
Yetiştirme Faaliyetleri,<br />
B- Dârülmuallimât’ın Açılışı, Teşkilat ve İdari Yapısı,<br />
C- Dârülmuallimât’ta Okutulan Dersler,<br />
D- Dârülmuallimât’ın Kapatılışı.<br />
A-Dârülmuallimât’ın Açılmasından Önce Osmanlılarda Kadın<br />
Öğretmen Yetiştirme Faaliyetleri:<br />
Tanzimat’tan önce Osmanlı toplumunda örgün eğitimde görev yapan beş<br />
çeşit öğretmen bulunmaktaydı:<br />
a-Sıbyan mektebi öğretmenleri,<br />
b-Medrese öğretmenleri,<br />
c-Enderun mektebi öğretmenleri,<br />
d-Askeri ve teknik okul öğretmenleri,<br />
e-Azınlık ve yabancı okul öğretmenleri 3.<br />
2 Darülmuallimîn-i Rüşdî ile ilgili geniş bilgi için bkz. Yahya Akyüz, “Osmanlı’da Açılan<br />
İlk Öğretmen Okulları” Toplumsal Tarih, Sayı:105, Eylül 2002, s.1–6; Yahya Akyüz,<br />
“Türkiye’de Çağdaş Anlamda Öğretmenlik Mesleğinin Doğuşu”, Türkler Ansiklopedisi,<br />
Cilt:15, 2002, s.15–25; Cemil Öztürk, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren<br />
Kurumlar, MEB yayını, <strong>Ankara</strong> 2005, s.203–233; Cemil Öztürk, “Türkiye’de Öğretmen<br />
Yetiştiren Kurumların Doğuşu: Dârülmuallimîn-i Rüşdî, Milli Eğitim, Sayı:137, Ocak-<br />
Şubat-Mart 1998, s.74–79; Bayram Kodaman-Abdullah Saydam, “Tanzimat Devri<br />
Eğitim Sistemi”, 150. Yılında Tanzimat, <strong>Ankara</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu-<br />
Türk Tarih Kurumu yayınları, <strong>Ankara</strong> 1992, s.476–497; Yahya Akyüz,“Türkiye’de<br />
Öğretmenliğin Temelleri Sağlam Atılmıştı”, Yeni Türkiye (Eğitim Özel Sayısı), Yıl:2,<br />
Sayı:7, Ocak-Şubat 1996, s.471–475; Tayyip Duman, “Türkiye’de Eğitim Reformları<br />
Açısından Öğretmen Yetiştirme Sorunu”, Erdem, Sayı:34, <strong>Ankara</strong> 1999, s.92.<br />
3 Yahya Akyüz, “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme’nin 160.Yılında Darülmuallimîn’in İlk<br />
Yıllarına Toplu ve Yeni Bir Bakış”, OTAM, Sayı:20, <strong>Ankara</strong> 2009, s.19–24.<br />
223
224<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
Sıbyan mekteplerine kız ve erkek çocuklar 5–6 yaşlarından itibaren birlikte<br />
gider, bu okulda 3–4 yıl beraber öğrenim görürlerdi. Sıbyan mekteplerinin<br />
hocaları genellikle cami hocaları idi. Ancak bazı bilgili kadınlar, mahallelerde<br />
erkek ve kız çocuklarına ve diğer kadınlara Kur’an okumayı ve bazı dinî bilgileri<br />
öğretiyorlardı. Bu durum bize kadınların çok eskiden beri yüzeysel de olsa bir<br />
çeşit öğretmenlik yaptığını göstermektedir 4. Sıbyan mekteplerini bitiren erkek<br />
öğrenciler bir üst seviyedeki okullara geçiş yapabilirken kızların bu dönemde<br />
sıbyan mekteplerin üzerinde devam edecekleri herhangi bir okul<br />
bulunmamaktaydı. Tanzimat ile Batı’ya açılan Osmanlı İmparatorluğu’nun idari<br />
ve siyasi yapısında ortaya çıkan değişiklikler, fikrî ve sosyal yapıda da tedrici<br />
olarak değişikliklere yol açmıştır. Bu değişmelerden etkilenen müesseselerin<br />
başında aile ve onun içindeki kadın gelmekteydi. Bu devirde kadın, evin içinden<br />
dışına doğru açılmıştır 5. Özellikle 1850’li yıllardan itibaren, basın ve yayın<br />
organlarında ülkenin kalkınması için erkek eğitimi kadar kadın eğitiminin de<br />
gerekli olduğu sık sık vurgulanır hale gelmişti 6. Nitekim sıbyan mekteplerinin<br />
üstünde ve orta öğretimin ilk derecesi sayılabilecek kızlara özgü ilk rüşdiye,<br />
Ocak 1859’da İstanbul’da açılmıştır. Bu okula Cevri Usta (Kalfa) İnas Rüşdiyesi,<br />
Sultanahmet (At Meydanı) Kız Rüşdiyesi de denmekteydi. O yıllarda Tanzimat<br />
dönemi devlet adamları, İstanbul’da sıbyan mekteplerindeki erkek ve kız<br />
çocukları birbirinden ayırıp ayrı ayrı mekteplerde okutmaya başlamışlardı. İşte<br />
Cevri Kalfa Kız Rüşdiyesi, Tanzimatın ilanından yirmi yıl sonra, ülkenin eğitim<br />
sorunlarını biraz daha fark etmiş, kızların eğitimine biraz daha ilgi duymaya<br />
başlamış bir toplumsal çevrede açılmıştır 7.<br />
B-Dârülmuallimât’ın Açılışı, Teşkilat ve İdari Yapısı:<br />
Türkiye’de kadın eğitiminin gelişim sürecinde çok önemli bir dönüm<br />
noktası olan kız rüşdiyelerinin açılması, bu okullarda istihdam edilecek “kadın<br />
öğretmenlerin” yetiştirilmesi sorununu gündeme getirmiştir 8. Dönemin<br />
sosyolojik yapısı, bu okullarda derslere kadın öğretmenlerin girmelerini zorunlu<br />
4 Yahya Akyüz, “Osmanlı Son Döneminde Kızların Eğitimi ve Öğretmen Faika<br />
Ünlüer’in Yetişmesi ve Meslek Hayatı” Milli Eğitim, Sayı:143, Temmuz-Ağustos-Eylül<br />
1999, s.12.<br />
5 Sema Uğurcan, “Tanzimat Devrinde Kadının Statüsü”, 150. Yılında Tanzimat, Atatürk<br />
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları(Yayına Hazırlayan:<br />
Hakkı Dursun Yıldız), <strong>Ankara</strong> 1992, s.498.<br />
6 Cemil Öztürk, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, Marmara<br />
<strong>Üniversitesi</strong> Atatürk Eğitim Fakültesi Yayınları, İstanbul 1998, s.31.<br />
7 Yahya Akyüz, “Öğretmenlik Mesleği ve Osmanlıda Kadın Öğretmen Yetiştirilmesi”,<br />
Tarih ve Toplum, , İletişim Yayınları, Cilt:33, Sayı:195, Mart 2000, s.160; Mustafa Şanal,<br />
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen Okulunda Görev Yapan Kadın İdareci ve<br />
Öğretmenler ile Okuttukları Dersler”, Belleten, Sayı:253, Aralık, 2004, s.650–651.<br />
8 Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, Türk Tarih Kurumu<br />
Basımevi, <strong>Ankara</strong> 1996, s.10.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
kılmaktaydı. Fakat kız rüşdiyelerinde derslere girecek bayan öğretmen<br />
bulunamadığı için ahlâkına güvenilir, yaşlı erkek öğretmenler de bu okullara<br />
öğretmen olarak tayin edilmişlerdir 9.<br />
Kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenlerin yetiştirilmesi zorunluluğu<br />
gerçeğinden hareketle dönemin Maarif Nazırı Safvet Paşa tarafından hazırlanan<br />
1 Eylül 1869 tarihli “Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’nde” “kız mekâtib-i<br />
sıbyaniye ve rüşdiyesine muallimler yetiştirmek üzere” İstanbul’da bir Dârülmuallimât’ın<br />
açılması öngörülmüştür 10. Dârülmuallimât’ın açılması için gerekli hazırlıklara<br />
derhal başlanmıştır. İstanbul Sultanahmet’te Ayasofya civarında Yerebatan<br />
Caddesi’nde ahşap bir konak kiralanarak okul binası olarak düzenlenmiştir 11.<br />
Ayrıca aylık 200 kuruş maaş ile bir kapıcı ve 150 kuruş maaş ile bir de hizmetçi<br />
görevlendirilmiştir 12. Yine gazetelere de ilanlar verilmek suretiyle<br />
Dârülmuallimât’a öğretmen ve öğrenci temin etme yoluna gidilmiştir. Örneğin,<br />
1 Zi’l-ka‛de 1286 tarihli Takvim-i Vekâyi gazetesinde yayınlanan bir ilanda<br />
“Dârülmuallimât’a alınacak olan kadınların 13 yaşından aşağı ve 35 yaşından yukarı<br />
olmamaları gerektiği” belirtilmekteydi 13.<br />
Nihayet Dârülmuallimât, 26 Nisan 1870 Salı günü Maarif Nazırı Saffet<br />
Paşa’nın bir nutku ile açılmıştır. Saffet Paşa, okulun açılışı sırasında Türk eğitim<br />
tarihi için oldukça önemli olan konuşmasında Türk kadınlarının cehaletini ve<br />
İslam’ın kadın eğitimine verdiği önemi ifade etmiştir 14.<br />
1 Eylül 1869 tarihli “Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’ne göre kız sıbyan<br />
mekteplerine ve rüştiyelerine öğretmen yetiştirecek olan Dârülmuallimât’ın<br />
sıbyan ve rüşdiye şubelerine herbir şubenin de kendi içerisinde müslim ve gayrı<br />
müslim okullarına kadın öğretmen yetiştirecek biçimde iki daireye ayrılması<br />
kararlaştırılmış, sıbyan şubesinin öğretim süresi iki; rüştiye şubesinin öğretim<br />
süresi ise üç yıl olarak belirlenmiştir 15. Ancak Maarif-i Umûmiye<br />
Nizamnâmesi’nin Dârülmuallimât’a ilişkin hükümlerinin büyük bir kısmı<br />
9 Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Problemi (1848–1967), Yargıçoğlu<br />
Matbaası, 1967, s.21.<br />
10 Tevfik Temelkuran, “Türkiye’de Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu”, Belgelerle Türk<br />
Tarihi Dergisi, Sayı:36, Eylül 1970, s.61–62; Ahmet Cihan, Osmanlı’da Eğitim, 3F yayınevi,<br />
İstanbul 2007, s.84; Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim Kurumlarında<br />
Din Eğitimi ve Öğretimi, Çamlıca yayınları, İstanbul 2009, s.48; Ömer Faruk Yelkenci,<br />
Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi, Kaknüs yayınları, İstanbul 2010,<br />
s.161–165.<br />
11 BOA, İrâde, Dâhiliye, Numara:42823, Lef: 6<br />
12 BOA, İrâde, Dâhiliye, Numara:42823, Lef: 6<br />
13 Takvim-i Vekâyi, 1 Zi’l-ka‛de 1286, Defa:1184<br />
14 Takvim-i Vekâyi, 25 Muharrem 1287, Defa:1217; Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi I-<br />
II, Eser Matbaası, İstanbul 1977, s.671–67; Aziz Berker, Türkiye’de İlköğretim, Milli<br />
Eğitim Basımevi, <strong>Ankara</strong> 1945, s.99–100.<br />
15 Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi, Madde:68–70.<br />
225
226<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
uygulanamamış, birçok külfete ve güçlüğe yol açacağı gerekçesiyle Gayrı<br />
Müslime Dairesi’nin açılmasından vazgeçilmiş, bu durum ilgili arşiv belgesinde<br />
şu söz ile dile getirilmiştir 16:<br />
“...nizam ahkâmına nazaran her cemaate kendi lisanınca tedris olunmak üzere<br />
Dârülmuallimât’ın muhtelit olması lazım geliyor ise de şu hal birçok müşkülat ve<br />
tekellüfâtı dâ’î olacağından Dârülmuallimîn hakkında dahi icra olunacağı vecihle<br />
şimdilik yalnız İslâm dairesi küşadıyla muameleleri ona göre tayin kılınmıştır...”<br />
II. Abdülhamid döneminde Dârülmuallimât’ta, 1878–79 öğretim yılında<br />
1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve onunla birlikte Rus işgaline uğrayan Osmanlı<br />
topraklarından İstanbul’a gelen yoğun göç dalgaları nedeniyle sağlıklı bir eğitim<br />
yapılamamış bu nedenle mezun da verilememişti 17. Dârülmuallimât’tan 1873–98<br />
yılları arasında mezun olan öğrencilerin sayısı şöyledir 18:<br />
YIL Öğrenci Sayısı Mezun Sayısı<br />
1872–73 50 20<br />
1873–74 - 17<br />
1874–75 31 20<br />
1875 58 8<br />
1876 62 9<br />
1877 50 5<br />
1878 37 -<br />
1878–1879 46 -<br />
1879–1880 25 -<br />
1880–1881 16 -<br />
1881–1882 67 15<br />
1888–89 - 14<br />
1889–90 - 7<br />
1890–91 - 17<br />
1891–92 - 12<br />
1892–93 - 10<br />
1893–94 - 11<br />
1894–95 - 15<br />
1895–96 - 13<br />
1896–97 - 20<br />
1897–98 - 26<br />
Dârülmuallimât’ın müdürlüğüne ilk olarak getirilen Emin Bey, bu görevini<br />
1875–1876 öğretim yılının sonuna kadar devam ettirmiştir 19. 1876-77’de okulun<br />
16 BOA, İrâde, Dâhiliye, Numara:42823, Lef: 6.<br />
17 Cemil Öztürk, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, s.37.<br />
18 Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839–1923), Milli Eğitim Bakanlığı<br />
Yayınları, İstanbul 1992, s.46,48.<br />
19 Devlet Salnamesi, Sene:1293, s.140.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
müdürlüğüne İsmail Efendi atanmış 20, onun yerine ise 1878–79 öğretim yılında<br />
vekâleten Abdullah Efendi getirilmiştir 21.<br />
II. Abdülhamid döneminde 1877–1878 yılında Dârülmuallimât’a şu dersler<br />
okutulmuştur 22:<br />
Birinci Sınıf İkinci Sınıf Üçüncü Sınıf<br />
Ulûm-ı Diniye Arabî Arabî<br />
Kıraat-i<br />
Türkiye<br />
Farisî Farisî<br />
Arabî Coğrafya Hesap<br />
Farisî Hesap İmlâ ve İnşâ<br />
Lisan-ı<br />
Osmanî<br />
Tarih-i Osmanî Coğrafya<br />
İmlâ İnşâ Tarih-i Osmanî<br />
Hesap Türkî Kavaid Rik‘a<br />
Resim İmlâ Makina<br />
Sülüs Sülüs<br />
Rik‘a Rik‘a<br />
Dikiş Resim<br />
Makina<br />
1880’li yıllardan itibaren Dârülmuallimât’ta gerek idarî kadroda gerekse<br />
öğretim kadrosunda kadın eğitimcilerin ağırlığı artmaya başlamıştır 23. Hicri 1299<br />
tarihli Devlet Salnamesi’ne göre Dârülmuallimât’ın müdürlüğüne ilk kez bir<br />
bayan, Fatma Zehra Hanım getirilmiştir 24. 1933’te “İstanbul Kız Muallim Mektebi<br />
1933–Dârülmuallimât–1870” adlı eseri hazırlayanlar ise Fatma Zehra Hanım’ın<br />
Dârülmuallimât’ta 1879–1880 ders yılında müdürlük yapmaya başladığını<br />
yazmışlardır 25. Akyüz, bu eseri hazırlayanların o tarihte ilk ve sağlam bilgi ve<br />
belgelere sahip olduklarının düşünülebileceğinin önemi üzerinde durmuştur 26.<br />
Fatma Zehra Hanım’ın Dârülmuallimât’taki müdürlük görevi uzun sürmemiş,<br />
1882-83’te okulun müdürlüğüne, daha önce önemli görevler üstlenmiş, yetkili<br />
20 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, İstanbul Kız Muallim Mektebi<br />
Yayını, İstanbul 1933, s.11.<br />
21 Devlet Salnamesi, Sene: 1298, s.269.<br />
22 Devlet Salnamesi, Sene:1294, s.387.<br />
23 Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, s.14.<br />
24 Devlet Salnamesi, Sene: 1299, s.260.<br />
25 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.11.<br />
26 Yahya Akyüz, “Öğretmenlik Mesleği ve Osmanlıda Kadın Öğretmen Yetiştirilmesi”,<br />
s.162–163.<br />
227
228<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
ve dirayetli bir zat olan 27 Davut Şükrü Efendi, müdireliğine de Refika Hanım<br />
getirilmiştir 28.<br />
1882–1883 yılında Dârülmuallimât’ın Rüşdîye Şubesi’nde okutulan dersler<br />
ve bu dersleri okutan öğretmenler şunlardı 29:<br />
Dersin Adı Öğretmeni<br />
Musikî Refika Hanım<br />
Arapça İsmail Hakkı Efendi<br />
Farsça İsmail Hakkı Efendi<br />
Hesap İsmail Hakkı Efendi<br />
Coğrafya İsmail Hakkı Efendi<br />
Türkçe İsmail Hakkı Efendi<br />
Din Dersleri Musa Kâzım Efendi<br />
Tarih Nakıye Hanım<br />
Rik‘a Besime Hanım<br />
Dikiş Hatice Hanım<br />
Sülüs Ali Efendi<br />
Resim Mösyö Kous<br />
Yine 1882–1883 yılında Dârülmuallimât’ın Sıbyan Şubesi’nde ise muallim-i<br />
evvel Muhibbe Hanım, muallim-i saniye İfâkat Hanım, muallim-i salise Sadiye<br />
Hanım ve nakış ve dikiş muallimi Fatma Hanım öğretmenlik görevinde<br />
bulunmuşlardır30. 1872–1873 eğitim-öğretim yılında Dârülmuallimât, üç sınıflı bir okul haline<br />
gelmiştir. İlk iki sınıf dersleri, sıbyan ve rüşdiye şubelerinde ortak bir biçimde<br />
gösterilmekteydi. Üçüncü sınıf derslerini ise sadece Rüşdiye şubesine devam<br />
eden öğrenciler almaktaydı. Sınıf numaraları ise büyükten küçüğe doğru<br />
gitmekteydi. Yani ilk sınıf üç, son sınıf ise birinci sınıftı31. Sultan İkinci Abdülhamit devrinde 1892 yılında Dârülmuallimât’ta, hazırlık<br />
okulu niteliğinde altı yıllık bir İhtiyat Kısmı açılmıştır. İhtiyat Kısmı’nın<br />
kuruluşu 20 Kânûn-ı Sani Sene 1307(1892) tarihli arşiv belgesinde şu şekilde<br />
dile getirilmiştir32: “İnas mekâtibine muallime yetiştirilmek üzere mukaddema tesis etmiş olan<br />
Dârülmuallimât’ın programca ıslah ve tadiline eşedd ihtiyacı tahakkuk etmesine<br />
binâen buna mahrec olmak ve müddet-i tahsiliyesi altı seneden ibaret bulunmak<br />
27 Yahya Akyüz, a.g.m., s.163.<br />
28 Devlet Salnamesi, Sene: 1300, s.192.<br />
29 Devlet Salnamesi, Sene:1300, s.192–193.<br />
30 Devlet Salnamesi, Sene:1300, s.193.<br />
31 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.6.<br />
32 BOA, İrâde, Dahiliye, 92248, Lef:1-2.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
üzere İbtidaî ve Rüşdîye kısmı dahi teşkil ve Dârülmuallimât kısmının müddeti<br />
tahsiliyesi üç sene olarak tertib ve icab eden dersleri tanzim ve tâdil kılınmış ve<br />
el-yevm mevcud ve müstahdem bulunanlardan mâadâ zükûr ve inâsdan<br />
istihdamına lüzum görünerek ehliyet ve emniyet ashabından intihâb ve tâyin<br />
edilen ve sene-i haliye kânûn-ı sanisi ibtidâsından itibaren tedrisata başlattırılan<br />
muallimîn ve muallimâta müceddeden 3500 guruş maaşat itâsı icab eylemiş ve<br />
ledel havale meblağ-ı mezburun taşralarda henüz inşa olunmayan mekâtib<br />
adedine mürettebatı mevkufatından mezkûr Dârülmuallimât tahsisatına naklen<br />
ve mezkûr kânûn-ı sani ibtidâsından itibaren tahsis ve tesviyesi lazım geleceği<br />
muhasebeden ifade kılınmış ve suret-i maruza muvafık hal ve maslahat<br />
bulunmuş olmakla…..”<br />
17 Temmuz 1311 (30 Temmuz 1895) tarihinde yayınlanan “Dârülmuallimât<br />
ile İhtiyat Kısmına Mahsus Tâlimât” ile Dârülmuallimât’ta okulun idarî yapısı,<br />
öğretim kadrosu, öğrencileri, ders programı gibi hususlarda yeni düzenlemelere<br />
gidilmiştir:<br />
“Madde-3: Dârülmuallimât, mekâtib-i ibtidaiye ve rüşdiyeye<br />
muallime yetiştirmek üzere üç sene için müesses ise de altı senelik bir<br />
de ihtiyat kısmı olup bu da esasa tâbi ve inas mekâtib-i rüşdiyesine<br />
muadildir.<br />
Madde-5: İhtiyat kısmı sınıflarına dahil olmak isteyenlere bir heyet-i<br />
mümeyyize huzurunda imtihanları icra olunarak müstahak oldukları<br />
sınıflara kabul olunur. Alelıtlak Dârülmuallimât’a dahil olmak isteyen<br />
inâsın tezkere-i Osmaniyelerini ve hüsn-i hal ve şanlarına dair<br />
mahallerinden lazım gelen ilmühaberleri ve aşı şehadetnamesiyle<br />
emraz-ı sariyeden berî olduğunu mübeyyin tabib-i maruf raporunu<br />
ibraz eylemeleri meşruttur” 33<br />
Bu Tâlimat’a göre Dârülmuallimât, İbtidâiye ve rüşdiye mekteplerine<br />
öğretmen yetiştirmek üzere kurulan ve öğretim süresi üç yıl olan bir eğitim<br />
kurumu niteliği taşımaktadır. Ayrıca Dârülmuallimât’a bağlı bir de İhtiyat Kısmı<br />
bulunacaktı. Bu kısımın öğrenim süresi altı yıl olacak ve rüşdiyelere denk<br />
olacaktı. Buradan mezun olanlar, diğer rüşdiyelerden mezun olanlar gibi<br />
Dârülmuallimât’a ancak yapılacak seçme sınavında başarılı oldukları takdirde<br />
girebileceklerdi. Yine 1895 Tâlimâtı ile okulun bir “erkek müdürü” ve onun<br />
maiyetinde bir “kadın müdiresi” olacaktı. Bunlar, Maarif Nezâreti tarafından<br />
seçilip atanacaklardı. Müdür, Talimât hükümlerini uygulama yetki ve<br />
sorumluluğuna sahipti. Müdire, okulun dış işlerine ve yazışmalarına “asla<br />
karışmayacak” okulun iç işlerinde de, erkek müdürün onayını almadan küçük ya<br />
da büyük herhangi bir uygulamaya kesinlikle girişemeyecekti. Müdire daima,<br />
müdür ise haftada en az iki kez dershaneler ile nakış odasını dolaşıp, okuldaki<br />
tüm personelin görevlerini tam olarak yapıp yapmadıklarını denetleyecekler,<br />
33 Maarif Salnamesi, Sene:1317, s.321–322 (Bu salnamede, 1895 tarihli Talimât’ın tam<br />
metni bulunabilir.)<br />
229
230<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
hatta derslerde bizzat hazır bulunarak eğitim-öğretim sürecini bizzat<br />
izleyeceklerdi 34.<br />
II. Meşrutiyet dönemi, kadınların eğitimi konusunda çok yoğun<br />
tartışmaların ve yayınların yapıldığı bir dönem olmuştur. Ancak bu dönemde<br />
gerek eğitim ve gerekse de kadın hayatında süratli bir gelişme ve değişme<br />
yaşanmış fakat Dârülmuallimât bu süratli değişim ve dönüşüme ayak<br />
uyduramamıştır. Dârülmuallimât, 1910–1911 öğretim yılından itibaren, birinci<br />
sınıfta 65 öğrenci olmak üzere yatılı hale getirilmiştir. Böylece, bu tarihe kadar<br />
toplam 731 mezun veren gündüzlü Dârülmuallimât tarihe karışmıştır 35. Bu yeni<br />
yapılanma ile okulun öğrenim süresi iki yıla indirilmiş, 1913–14 öğretim yılında<br />
ise uygulamalı eğitim yapmak amacıyla Dârülmuallimât’a bağlı bir Tatbikat<br />
Mektebi açılmıştır 36.<br />
1914-1915’te yayınlanan Dârülmuallimât Programı ile okul; 1-Kısm-ı İbtidâî,<br />
2-Dârülmuallimât-ı İbtidâiye, 3-Ana Muallim Mektebi, 4-Ana Mektebi olmak<br />
üzere dört kısma ayrılmıştır. Kısm-ı İbtidâî’nin öğretim süresi beş yıldı ve<br />
Dârülmuallimât-ı İbtidâiye’nin uygulama okulu niteliğindeydi. Dârülmuallimât-ı<br />
İbtidâiye, biri ihzâri olmak üzere beş yıllık idi. Ana Muallim Mektebi’nin öğretim<br />
süresi ise bir yıldı. Ana Mektebi, Ana Muallim Mektebi’nin uygulama okulu<br />
niteliğindeydi 37. Cemil Öztürk’e göre 1914–15 programının getirmiş olduğu en<br />
önemli yenilik; Ana Muallime Mektebi’nin kuruluşuna zemin hazırlamış olması<br />
ve Türkiye’de anaokulu öğretmeni 38 yetiştirme sürecini başlatmasıdır 39. Ancak<br />
1914–1915 tarihli Dârülmuallimât Programı da fazla uzun ömürlü olamamış,<br />
1915’te yayınlanan “Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi” ile<br />
Dârülmuallimât yeniden yapılandırılmıştır. Bu Nizamnâme, toplam 39<br />
maddeden ibaretti ve İbtidâî, İhzâri ve Âlî kısımlarından oluşan bir<br />
Dârülmuallimât-ı Âliye’nin kurulmasını öngörmekteydi 40. Bunlardan İbtidâî<br />
kısmının öğretim süresi beş, İhzârî kısmının öğretim süresi iki, Âlî kısmının<br />
öğrenim süresi ise üç yıl idi. Âlî kısmın Edebiyat, Tabiiyat ve Riyâziyât<br />
34 Maarif Salnamesi, Sene:1317, s.321–322, Madde: 6–9; Mustafa Şanal, “Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen Okulunda Görev Yapan Kadın İdareci ve<br />
Öğretmenler ile Okuttukları Dersler”, s.654; Yahya Akyüz, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e<br />
Okul Yöneticiliğinde Dönüşümler ve Kadınların Okul Yöneticiliği”, Tarih ve Toplum,<br />
Sayı:207, Mart 2001, s.61–62.<br />
35 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.42.<br />
36 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.44.<br />
37 Dârülmuallimât Programı, İstanbul 1330, s.3.<br />
38 Türkiye’de anaokullarının tarihsel süreç içersinde kuruluşu ve gelişimi için ayrıntılı<br />
bilgi için Bk. Yahya Akyüz, “Anaokullarının Türkiye’de Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”,<br />
Milli Eğitim, Sayı: 132, Ekim-Kasım-Aralık 1996, s.7–13.<br />
39 Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, s.17.<br />
40 Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi, Matbaa-i Amire, İstanbul 1331,<br />
Madde: I
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
şubelerine ayrılması öngörülmüştü. İbtidâî kısmına ait bir Tatbikat Mektebi ile<br />
doğrudan okul müdürlüğüne bağlı öğretim süresi bir yıl olan Ana Muallime<br />
Mektebi ve buna bağlı bir Ana Mektebi de yine Dârülmuallimât’a bağlıydı. 41 Âli<br />
kısımdan mezun olanlar mekâtib-i tâliye ve âliyede öğretmen, İhzarî kısmından<br />
mezun olanlar Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât-ı ibtidâiyelere öğretmen ile<br />
ibtidâilere ilköğretim müfettişi olacaklardı. 42 1915’te yayınlanan Dârülmuallimîn<br />
ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi’nin hükümlerinin sağlıklı bir biçimde<br />
yürürlüğe konulabilmesi için toplam 148 maddelik bir “Dârülmuallimîn ve<br />
Dârülmuallimât-ı İbtidâiye Tâlimatnâmesi” yayınlanmıştır. 43<br />
C-Dârülmuallimât’ta Okutulan Dersler:<br />
1 Eylül 1869 tarihli “Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’ne göre<br />
Dârülmuallimât’ta öğretim süresi iki yıl olan sıbyan şubesi ile öğretim süresi üç<br />
yıl olan rüşdiye şubesinde şu derslerin okutulması öngörülmüştür 44:<br />
Sıbyan Şubesi’nde Okutulan Dersler Rüşdiye Şubesi’nde Okutulan Dersler<br />
Mebâdî-i Ulûm-ı Diniye Mevadd-ı Ulûm-ı Diniye<br />
Kavâid-i Lisân-ı Osmânî ve Kitâbet Kavâid-i Lisân-ı Osmânî ve İnşâ<br />
Usûl-i Tâlim Arabî ve Fârisî<br />
Her Cemaatin Kendi Lisanı Her Cemaatin Kendi Lisanı<br />
Risâle-i Ahlâk İlm-i Ahlâk<br />
Hesap ve Defter Tutma Usulü Tedbir-i Menzil<br />
Târih-i Osmânî ve Coğrafya Tarih ve Coğrafya<br />
Mâlûmât-ı Nâfia Mebâdi-i Ulûm-ı Riyâziye ve Tabiiye<br />
Musıkî Resim<br />
Dikiş ve Nakış Musıkî<br />
26 Nisan 1870 yılında dönemin Maarif Nâzırı Saffet Paşa tarafından açılan<br />
Dârülmuallimât’ta fiilen uygulanmaya başlanan ilk ders programında ise şu<br />
dersler yer almıştır 45:<br />
41 Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi, Madde: 2,3,4.<br />
42 Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi, Madde: 2.<br />
43 Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât-ı İbtidâiye Tâlimatnâmesi, Matbaa-i Amire, İstanbul<br />
1332.<br />
44 Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi, Madde: 69–70<br />
45 BOA, İDH, Numara: 42823, Lef: 4.<br />
231
232<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
1870 Yılında Dârülmuallimât’ta Fiilen Okutulan Dersler<br />
Mebâdi-i Ulûm-ı Diniye ve Ahlâk<br />
Kavâid-i Lisan ve İnşâ<br />
Hesab<br />
Nakış ve Ameliyât-ı Hiyatiye<br />
Resim<br />
Hatt-ı Sülüs ve Nesih<br />
Tarih-i Osmanî<br />
Coğrafya<br />
1872–1873 eğitim-öğretim yılında üç sınıflı bir yapıya bürünen<br />
Dârülmuallimât’ta şu dersler okutulmuştur 46:<br />
Birinci Sınıf İkinci Sınıf Üçüncü Sınıf<br />
Arapça Din Dersleri Din Dersleri<br />
Farsça Arapça Arapça<br />
Hesap Farsça Farsça<br />
Coğrafya Hesap Hesap<br />
Tarih Coğrafya Coğrafya<br />
Rik‘a Türkçe Kıraat Türkçe Kıraat<br />
Sülüs Sülüs Sülüs<br />
İnşâ Rik‘a Nakış ve Hıyatıye<br />
Resim Nakış ve Hıyatıye<br />
Nakış<br />
1873–1874 eğitim-öğretim yılında 1872–73 yılında okutulan derslerden<br />
farklı olarak İnşâ ve Tarih dersleri programdan kaldırılmış, bu derslerin yerine<br />
İmlâ, Piyano, Dikiş Makinası dersleri konmuştur 47.<br />
1876–77 tarihli Devlet Salnamesi’nde göre Dârülmuallimât’ta şu dersler<br />
okutulmuştur 48:<br />
Dersler<br />
Nakış<br />
Mebadi-i Ulûm-ı Diniye ve Ahlâk<br />
Rik‘a<br />
Hesab ve Coğrafya<br />
Musikî<br />
Sülüs<br />
Resim<br />
46 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.6.<br />
47 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.7.<br />
48 Devlet Salnamesi, Sene:1293, s.140.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
II. Abdülhamid döneminde 1877–1878 yılında Dârülmuallimât’ta şu<br />
dersler okutulmuştur49: Birinci Sınıf İkinci Sınıf Üçüncü Sınıf<br />
Ulûm-ı Diniye Arabî Arabî<br />
Kıraat-i Türkiye Farisî Farisî<br />
Arabî Coğrafya Hesap<br />
Farisî Hesap İmlâ ve İnşâ<br />
Lisan-ı Osmanî Tarih-i Osmanî Coğrafya<br />
İmlâ İnşâ Tarih-i Osmanî<br />
Hesap Türkî Kavaid Rik‘a<br />
Resim İmlâ Makina<br />
Sülüs Sülüs<br />
Rik‘a Rik‘a<br />
Dikiş Resim<br />
Makina<br />
1882–1883 yılında Dârülmuallimât’ın Rüşdîye Şubesi’nde okutulan dersler<br />
şunlardı 50:<br />
Dersin Adı<br />
Musikî<br />
Arapça<br />
Farsça<br />
Hesap<br />
Coğrafya<br />
Türkçe<br />
Din Dersleri<br />
Tarih<br />
Rik‘a<br />
Dikiş<br />
Sülüs<br />
Resim<br />
1895 Tâlimâtı ile Dârülmuallimât’ta İbtidâî ve hem de rüşdiye şubeleri için<br />
ortak bir programı öngörülmüştür. Sınıf düzeni, diğer senelerin aksine ilk sınıf<br />
49 Devlet Salnamesi, Sene:1294, s.387.<br />
50 Devlet Salnamesi, Sene:1300, s.192–193.<br />
233
234<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
birinci, son sınıf ise üçüncü sınıf şeklindeydi. Bu program, H. 1317 (1899–1900)<br />
tarihli Maarif Salnamesi’nde şu şekilde gösterilmiştir 51:<br />
Dersin Adı<br />
I.<br />
Sınıf<br />
2.<br />
Sınıf<br />
Tecvid ve Kur’an-ı Kerimde Tatbikat 2 1 1<br />
Ulûm-ı Diniye 2 2 2<br />
Arabî 2 2 2<br />
Fârisî 1 1 1<br />
Kavâid-i Osmâniye ve Müntehabât 1 1 1<br />
Kitâbet ve Tatbikât-ı Kavâid 1 1 2<br />
Hüsn-i Hat 1 1 1<br />
Usûl-i Tedris 2 1 1<br />
Ahlâk - 2 1<br />
İlm-i Eşyâ 1 1 1<br />
Mevâlid ve Ulûm-ı Tabiiye - 1 1<br />
Hıfzısıhha - 1 1<br />
İdâre-i Beytiyye 1 2 2<br />
Hesap 2 1 1<br />
Hendese 1 1 1<br />
Resim 1 1 1<br />
Coğrafya 2 1 1<br />
Tarih 1 1 1<br />
Musıkî 1 1 1<br />
El Hünerleri 4 3 3<br />
3.<br />
Sınıf<br />
1896–1897 eğitim-öğretim yılında 1895 tarihli Tâlimatnâmenin öngördüğü<br />
derslerden ilk iki sınıfın dersleri aynı kalmakla birlikte, son sınıf-üçüncü sınıfderslerinde<br />
ise bazı değişiklikler olmuştur. Bu eğitim-öğretim yılında<br />
Dârülmuallimât’ın son sınıfında okutulan dersler şunlardı 52:<br />
51 Maarif Salnamesi, Sene: 1317, s.488; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000-<br />
M.S.2010, PegemA yayınları, <strong>Ankara</strong> 2010, s.249.<br />
52 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.30.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Dersin Adı<br />
Din Dersleri<br />
Kur’an-ı Kerim (Tecvitle beraber)<br />
Arabî<br />
Farisî<br />
Kavâid-i Osmaniye<br />
Kitabet<br />
İlm-i Ahlâk<br />
İlm-i Eşya<br />
Mevâlid ve Ulûm-ı Hikemiye ve Tabiiye<br />
İdare-i Beytiyye<br />
Hesap<br />
Coğrafya<br />
Tarih<br />
Hıfzısıhha<br />
Hendese<br />
Resim<br />
Hüsn-i Hat<br />
Nesc (Dokuma)<br />
Nakış<br />
Biçki<br />
Hıyâtet (Terzilik)<br />
1901–1902 yılında Dârülmuallimât’ta uygulanan programda ise 1895 tarihli<br />
Tâlimat’ın öngördüğü dersler aynen okutulmuş ancak ders saatlerinde<br />
değişiklikler yapılmıştır. Örneğin Usûl-i Tedris dersine haftalık her üç sınıfta da<br />
birer ders saat olarak yer verilmiş, Mevâlid ve Ulûm-ı Tabiiye dersi programdan<br />
çıkarılmıştır. Ayrıca bu programda da İdâre-i Beytiyye (Ev İdaresi) ve<br />
Hıfzısıhha derslerine yer verilmesi, okuldaki eğitim-öğretim hayatının gelişmesi<br />
bakımından oldukça ileri bir adım olmuştur. Bu tarihte Dârülmuallimât’ta<br />
okutulan dersler ve bu derslerin haftalık ders saatleri 1319 (1902–1903) tarihli<br />
Maarif Salnamesi’nde şu şekilde gösterilmiştir 53:<br />
53 Maarif Salnamesi, Sene:1319, s.128.<br />
235
236<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
Dersin Adı<br />
I.<br />
Sınıf<br />
2.<br />
Sınıf<br />
3.<br />
Sınıf<br />
Tecvid ve Kur’an-ı Kerimde Tatbikat 2 1 1<br />
Ulûm-ı Diniye 3 3 3<br />
Arabî 2 2 2<br />
Fârisî 1 1 1<br />
Kavâid-i Osmâniye ve Müntehabât 1 1 1<br />
Kitâbet ve Tatbikât-ı Kavâid 1 1 2<br />
Hüsn-i Hat 1 1 1<br />
Usûl-i Tedris 1 1 1<br />
Ahlâk 1 2 1<br />
İlm-i Eşyâ 1 1 1<br />
Hıfzısıhha - 1 1<br />
İdâre-i Beytiyye 1 2 2<br />
Hesap 2 1 1<br />
Hendese 1 1 1<br />
Resim 1 1 1<br />
Coğrafya 2 1 1<br />
Tarih 1 1 1<br />
Musıkî 1 1 1<br />
El Hünerleri 3 3 3<br />
1910–1911 eğitim-öğretim yılında yatılı hale getirilmiş, programlarda<br />
önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu dönemde yapılan yeniliklerden birisi<br />
programa Malûmât-ı Medeniye dersinin konulmasıdır. 1910–1911 eğitimöğretim<br />
yılında yatılı olan Dârülmuallimât’ta şu dersler okutulmuştur 54:<br />
Dersin Adı<br />
Kur’an-ı Kerim<br />
Ulûm-i Diniye<br />
Hıfzısıhha<br />
Müzik (Vokal)<br />
Hüsn-i Hat<br />
Hesap<br />
Hendese<br />
Coğrafya<br />
Lisan-ı Osmanî<br />
Kitabet<br />
Fenn-i Talim ve Terbiye<br />
Tarih-i Osmanî<br />
Arabî<br />
Malûmât-ı Medeniye<br />
İlm-i Ahlâk<br />
Farisî<br />
El Hünerleri<br />
Kur’an-ı Kerim<br />
Ulûm-ı Diniye<br />
1914–1915 tarihli Dârülmuallimât Programı’na göre Dârülmuallimât-ı<br />
İbtidâîye’nin ders programı şöyleydi 55:<br />
54 İstanbul Kız Muallim Mektebi, s.42.<br />
55 Dârülmuallimât Programı, İstanbul 1330, s.4–5.
V.<br />
Sınıf<br />
IV.<br />
Sınıf<br />
III.<br />
Sınıf<br />
II.<br />
Sınıf<br />
I.<br />
Sınıf<br />
Dersin Adı<br />
Kur’an-ı Kerim 2 1 1 1 -<br />
Ulûm-ı Dîniye 2 1 1 1 1<br />
İlm-i Ahvâl-i Ruh - - 1 1 1<br />
Ahlâk - - 1 1 -<br />
Fenn-i Terbiye ve Tedris ve<br />
- - - 1 2<br />
Mektep İdâresi<br />
Kıraat ve İnşa 3 3 2 1 1<br />
İmlâ 3 2 1 - -<br />
Türkçe Sarf ve Nahv 1 2 1 - -<br />
Edebiyat - - - 2 1<br />
Kitâbet 1 1 1 1 -<br />
Coğrafya 1 2 2 1 -<br />
Kozmoğrafya - - - - 1<br />
Tarih 1 2 2 1 1<br />
Malûmat-ı Medeniye ve<br />
- - 1 - -<br />
Hukukiye<br />
Lisan 2 2 2 2 -<br />
Usûl-i Defteri - - 1 - -<br />
Hesap 4 3 2 2 1<br />
Hendese - 2 2 2 1<br />
Cebir - - - 1 1
MUSTAFA ŞANAL<br />
238<br />
Malûmât-ı Tabiiye - 2 2 2 1<br />
Hat 2 - - - -<br />
Resim 3 3 2 1 1<br />
Pirografi - - - 1 -<br />
Musıkî ve Gına 2 2 2 2 2<br />
Terbiye-i Bedeniye 2 2 2 1 1<br />
Hıfzısıhha ve Takayyüdât-ı<br />
- - 1 1 -<br />
Sıhhiye<br />
Dikiş ve Tamir 4 3 3 2 2<br />
Tıbahat - - - 2 2<br />
İktisat ve İdâre-i Beytiyye - - - 1 1<br />
Sanayi-i Zirâiye ve Bahçıvanlık - - - 1 1<br />
Çamaşır Yıkama, Ütü ve<br />
- - - 2 2<br />
Tathîr<br />
Tatbikât-ı Dersiye - - - - 9<br />
Toplam 33 33 33 33 33
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
1914–1915 tarihli Dârülmuallimât Programı’na göre Ana Muallime<br />
Mektebi’nde okunacak dersler ise şunlardı 56:<br />
Dersin Adı<br />
Ulûm-ı Diniye<br />
İlm-i Ruh<br />
Fenn-i Terbiye<br />
Fröbel 57 Tedrisatı ve El İşlerinin Nazarî Kısmı<br />
İmlâ<br />
Kıraat<br />
Ulûm-ı Tabiiye<br />
Hıfzısıhha<br />
Hesap<br />
Hendese<br />
Gınâ‘ ve Piyano<br />
Tarih-i Osmânî<br />
Coğrafya<br />
Terbiye-i Bedeniye<br />
Resim<br />
Tatbikat<br />
1914–1915 tarihli Dârülmuallimât Programı fazla uzun ömürlü olmamış,<br />
1915’de yayınlanan Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi ile<br />
Dârülmuallimât’ın programlarında değişiklikler yapılmıştır. Yapılan bu<br />
değişiklikler gereğince Dârülmuallimât-ı Âliye’nin İbtidâî ve İhzari kısmında şu<br />
derslerin okutulması kararlaştırılmıştır 58:<br />
Dersin Adı<br />
Dersin Adı<br />
Kur’an-ı Kerim ve Malûmât-ı Diniye ve<br />
Siyer<br />
Kur’an-ı Kerim ve Malûmat-ı Diniye<br />
Fenn-i Terbiye ve Usûl-i Tedris ve İlm-i<br />
Ahvâl-i Ruh<br />
Türkçe<br />
Türkçe Kavâid ve Edebiyat ve Kitâbet ve İmlâ<br />
56 Dârülmuallimât Programı, İstanbul 1330, s.5.<br />
57 Friedrich Wilhelm August Fröbel (1782–1852), dünyada okul öncesi eğitimin<br />
kurucusu olarak kabul edilen ünlü Alman eğitimcisidir. Ayrıntılı bilgi izin bkz. Kemal<br />
Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, DoğuBatı yayını, <strong>Ankara</strong> 2009, s.262–269; Halil Fikret<br />
Kanad, Pedagoji Tarihi, Birinci Cilt, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963, s.489–500.<br />
58 Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi, İstanbul 1331, Madde: 24.<br />
239
240<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
Elsine-i Ecnebiye Coğrafya<br />
Tarih (Osmanî ve Umûmî) Kozmoğrafya<br />
Coğrafya Tarih<br />
Kozmoğrafya Elsine-i Ecnebiye<br />
Riyâziyât Hesap<br />
Malûmât-ı Tabiîye Hendese<br />
Malûmât-ı Ziraîye ve Tatbikâtı Cebir<br />
Usûl-i Defterî Mâlûmat-ı Tabiiye<br />
Malûmât-ı İktisâdiye ve İdâre-i Beytiye Resim<br />
Malûmât-ı Ahlâkîye ve Medeniye ve Musıkî ve Gınâ‘<br />
Hukûkiye<br />
Teşrih Terbiye-i Bedeniye<br />
Fizyoloji-i Beşerî ve Hıfzısıhha Dikiş ve Tamir<br />
Yazı Tıbahat<br />
Resim Çamaşır Yıkama ve Ütü<br />
Musıkî ve Gınâ‘ İdâre-i Beytiyye<br />
El İşleri<br />
Terbiye-i Bedeniye<br />
Tatbikât-ı Dersiye<br />
D-Dârülmuallimât’ın Kapatılışı<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savasından mağlubiyetle<br />
ayrılması üzerine ülkede ortaya çıkan siyasî, iktisadî felaketler Dârülmuallimât’ı<br />
da etkilemiş, 1918–19 öğretim yılında İhzâri kısmı ile Ana Muallime Mektebi<br />
kapatılmıştır 59. İhzâri kısmının öğretmen yetiştirme görevi İnas Darülfünûnu’na<br />
verilmiştir. Ana Muallim Mektebi’nin kapatılma gerekçesi olarak da yeterli<br />
anaokulunun açılmaması ve ihtiyaçtan fazla anaokulu öğretmeni yetiştirilmesi<br />
gösterilmiştir 60. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine İbtidâi ve Tatbikat<br />
kısımlarındaki öğrenci sayısı azaltılmış, okul 5 Teşrîn-i sani 1338 ( 5 Kasım<br />
1922) tarihli Ali Reşat imzalı bir emirle, Türkiye Büyük Millet Meclisi Maarif<br />
Vekâleti’ne bağlanmıştır. 1923–24 öğretim yılında daha önce kapatılan İhzâri<br />
Kısmı’na denk bir Tâli Kısım açılmıştır 61. 1924–25 öğretim yılında, 1923–24<br />
öğretim yılında açılmış olan Tâli Kısım kapatılmış ve okul, 1924–25 yılında<br />
İstanbul Kız Muallim Mektebi adını almıştır 62.<br />
59 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.67.<br />
60 Cemil Öztürk, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, s.19.<br />
61 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.75.<br />
62 İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, s.79; Cemil Öztürk, Atatürk<br />
Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, s.19.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
Sonuç:<br />
26 Nisan 1870 tarihinde dönemin Maarif nazırı ve ileri gelen devlet<br />
adamları, yazar ve halkın katılımı ile açılan Dârülmuallimât, kadın eğitiminin<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygınlaşmasına ve kızların ortaöğretim ve<br />
yükseköğretim düzeyinde de eğitim görmelerine öncülük etmiştir. Bu bağlamda<br />
Dârülmuallimât’ın Türk eğitim tarihi içerisinde oynamış olduğu yararlı etkilerin<br />
şunlar olduğu düşünülmektedir:<br />
a-Kız rüşdiyeleri ve kız sıbyan mekteplerine bayan öğretmenler yetiştirerek<br />
bu okulların çoğalmasına ve dolayısıyla giderek artan sayıda kızın okumasına<br />
katkıda bulunmuştur.<br />
b-Dârülmuallimât, II. Meşrutiyet döneminde açılan İnas Darülfünûnu’nun<br />
da esas öğrenci kaynağını oluşturmuştur.<br />
c-Cumhuriyet döneminde kadınlara ilişkin devrimlerin başarılı olmasında<br />
1870’ten beri Dârülmuallimât’ın mezun vermekte oluşunun ve onların da pek<br />
çok kız ve kadını okutmuş olmasının önemli bir rolü olmuştur63. d-Burs almayan öğrencilerini öğretmen olmaya zorlamadığı için bir çok<br />
genç kız ve kadın sadece öğretmen olmak için değil, üst düzeyde bir okulda<br />
okumak için de bu okula girmiş, bu da ülke kadınları arasında bilgili, aydın bir<br />
kitlenin oluşup gelişmesini sağlamıştır.<br />
e-Özellikle II. Meşrutiyetten itibaren devlet memurluklarına<br />
Dârülmuallimât mezunu bayanların yoğun bir biçimde girmelerini sağlamıştır.<br />
f-Musiki, biçki-dikiş gibi dersler genelde azınlık ya da yabancı kökenli<br />
bayan öğretmenler tarafından okutulduğu için Dârülmuallimât’ta okuyan<br />
öğrencilerin batı kültürü ile temas etmelerine ve bu kültürü kısmen de olsa<br />
tanımalarına vesile olmuştur.<br />
g–1880-81’de okulun müdürlüğüne kısa süreli de olsa Fatma Zehra<br />
Hanım’ın getirilmesi ile ilk kez öğretmen yetiştiren bir kurumda bayanların da<br />
idarecilik yapmalarına imkân tanınmasına neden olmuştur.<br />
63 Yahya Akyüz, “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme’nin 160.Yılında Darülmuallimîn’in<br />
İlk Yıllarına Toplu ve Yeni Bir Bakış”, s.52.<br />
241
242<br />
Kaynakça<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
1-Arşiv Belgesi, Salnameler, Nizamnameler, Gazeteler<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrâde, Dahiliye, Numara:42823, Lef: 6<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrâde, Dahiliye, 92248, Lef:1-2.<br />
Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi, Matbaa-i Amire, İstanbul 1286.<br />
Takvim-i Vekâyi, 1 Zi’l-ka‛de 1286, Defa:1184.<br />
Takvim-i Vekâyi, 25 Muharrem 1287, Defa:1217.<br />
Maarif Salnamesi, Sene:1317, Sayfa:321–322, 488.<br />
Maarif Salnamesi, Sene:1319, s.128.<br />
Devlet Salnamesi, Sene:1293, s.140.<br />
Devlet Salnamesi, Sene:1294, s.387.<br />
Devlet Salnamesi, Sene: 1298, s. 269.<br />
Devlet Salnamesi, Sene: 1299, s.260.<br />
Devlet Salnamesi, Sene:1300, s.192–193.<br />
Dârülmuallimât Programı, İstanbul 1330.<br />
Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât Nizamnâmesi, Matbaa-i Amire, İstanbul 1331.<br />
Dârülmuallimîn ve Dârülmuallimât-ı İbtidâiye Talimatnâmesi, Matbaa-i Amire, İstanbul<br />
1332.<br />
2-Kitap, Dergi ve Makaleler<br />
AKYÜZ, Yahya, “Osmanlı’da Açılan İlk Öğretmen Okulları” Toplumsal Tarih, Sayı:105,<br />
Eylül 2002.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Anaokullarının Türkiye’de Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”, Milli<br />
Eğitim, Sayı: 132, Ekim-Kasım-Aralık 1996.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Osmanlı Son Döneminde Kızların Eğitimi ve Öğretmen Faika<br />
Ünlüer’in Yetişmesi ve Meslek Hayatı” Milli Eğitim, Sayı:143, Temmuz-Ağustos-<br />
Eylül 1999.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Öğretmenlik Mesleği ve Osmanlıda Kadın Öğretmen Yetiştirilmesi”,<br />
Tarih ve Toplum, Aylık Ansiklopedik Dergi, İletişim Yayınları, Cilt:33, Sayı:195,<br />
Mart 2000.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Türkiye’de Çağdaş Anlamda Öğretmenlik Mesleğinin Doğuşu”,<br />
Türkler Ansiklopedisi, Cilt:15, 2002.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KIZ ÖĞRETMEN OKULUNUN…<br />
(OTAM, 26/ Güz 2009)<br />
AKYÜZ, Yahya, “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirmenin 160.Yılında Darülmuallimîn’in<br />
İlk Yıllarına Toplu ve Yeni Bir Bakış”, OTAM, Sayı:20, <strong>Ankara</strong>, 2009.<br />
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi M.Ö.1000-M.S.2010, PegemA yayınları, <strong>Ankara</strong><br />
2010.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Okul Yöneticiliğinde Dönüşümler ve<br />
Kadınların Okul Yöneticiliği”, Tarih ve Toplum, Sayı:207, Mart 2001.<br />
AKYÜZ, Yahya, “Türkiye’de Öğretmenliğin Temelleri Sağlam Atılmıştı”, Yeni Türkiye<br />
(Eğitim Özel Sayısı), Yıl:2, Sayı:7, Ocak-Şubat 1996.<br />
AYTAÇ, Kemal, Avrupa Eğitim Tarihi, DoğuBatı yayını, <strong>Ankara</strong> 2009.<br />
BERKER, Aziz, Türkiye’de İlköğretim, Milli Eğitim Basımevi, <strong>Ankara</strong> 1945.<br />
CİHAN, Ahmet, Osmanlı’da Eğitim, 3F yayınevi, İstanbul 2007.<br />
DUMAN, Tayyip, “Türkiye’de Eğitim Reformları Açısından Öğretmen Yetiştirme<br />
Sorunu”, Erdem, Sayı:34, <strong>Ankara</strong> 1999.<br />
ERGİN, Osman, Türkiye Maarif Tarihi I-II, Eser Matbaası, İstanbul 1977.<br />
İstanbul Kız Muallim Mektebi 1933-Dârülmuallimât 1870, İstanbul Kız Muallim Mektebi<br />
yayını, İstanbul 1933.<br />
KANAD, Halil Fikret, Pedagoji Tarihi, Birinci Cilt, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963,<br />
KOÇER, Hasan Ali, Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Problemi (1848–1967), Yargıçoğlu<br />
Matbaası, 1967.<br />
KODAMAN, Bayram -Abdullah Saydam, “Tanzimat Devri Eğitim Sistemi”, 150.<br />
Yılında Tanzimat, <strong>Ankara</strong> Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu-Türk Tarih<br />
Kurumu yayınları, <strong>Ankara</strong> 1992.<br />
KURNAZ, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839–1923), Milli Eğitim Bakanlığı<br />
Yayınları, İstanbul 1992.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, Atatürk Devri Öğretmen Yetiştirme Politikası, Türk Tarih Kurumu<br />
Basımevi, <strong>Ankara</strong> 1996.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, MEB Yayını,<br />
İstanbul 2005.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, “Türkiye’de Öğretmen Yetiştiren Kurumların Doğuşu:<br />
Dârülmuallimîn-i Rüşdî, Milli Eğitim, Sayı:137, Ocak-Şubat-Mart 1998.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, MEB yayını,<br />
<strong>Ankara</strong> 2005.<br />
ÖZTÜRK, Cemil, Türkiye’de Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştiren Kurumlar, Marmara<br />
<strong>Üniversitesi</strong> Atatürk Eğitim Fakültesi Yayınları, İstanbul 1998.<br />
243
244<br />
MUSTAFA ŞANAL<br />
ŞANAL, Mustafa , “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kız Öğretmen Okulunda Görev<br />
Yapan Kadın İdareci ve Öğretmenler ile Okuttukları Dersler”, Belleten, Sayı:253,<br />
Aralık, 2004.<br />
TEMELKURAN, Tevfik, “Türkiye’de Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu”, Belgelerle Türk<br />
Tarihi Dergisi, Sayı:36, Eylül 1970.<br />
UĞURCAN, Sema, “Tanzimat Devrinde Kadının Statüsü”, 150. Yılında Tanzimat,<br />
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları<br />
(Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız), <strong>Ankara</strong> 1992.<br />
YELKENCİ, Ömer Faruk, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi,<br />
Kaknüs yayınları, İstanbul 2010.<br />
ZENGİN, Zeki Salih, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim Kurumlarında Din Eğitimi ve<br />
Öğretimi, Çamlıca yayınları, İstanbul 2009.
OTAM YAZIM KURALLARI<br />
1. Gönderilecek yazılar özgün araştırma-inceleme, derleme ve çeviri<br />
(yazarın/yazarların onayı alınması şartıyla), belge yayını, haber, kitap<br />
tanıtımı şeklinde olabilir. Gönderilen yazıların hakem<br />
değerlendirmesine sunulmadan önce aşağıdaki biçimsel özellikleri<br />
yerine getirmiş olması gerekmektedir. Yazılar Türkçe, İngilizce,<br />
Fransızca veya Almanca dillerinde yazılmış olabilir.<br />
2. Yazıların başında, toplam 300 kelimeyi geçmeyen özetler, Türkçe ve<br />
İngilizce “Özet/Abstract” başlıkları altında verilmelidir.<br />
3. Başlıklar: Ana başlık yazının içeriğine uygun ve onu tam olarak ifade<br />
eden bir başlık olmalıdır. Başlıklar ve paragrafların arasında daima 6nk<br />
aralık bırakılmalıdır.<br />
4. Yazar ad ve soyadları, adresleri, görev yaptığı kurum, telefon ve e-posta<br />
adresleri belirtilmelidir. (Ad-Soyad yukarıda Özet başlığının üstünde<br />
sağ üst köşeye gelecek şekilde 11 punto yazılmalı ve (*) işareti ile sayfa<br />
altına unvan, adres ve e-posta bilgileri 10 punto ve italik olarak<br />
verilmelidir.)<br />
5. Metin: 11 punto, Garamond yazı karakterinde, iki yana yaslı. Üstten:<br />
5,6 cm, Alt:tan 5,6 cm, Sağdan: 4,5 cm, Soldan: 4,5 cm boşluk<br />
bırakılmalıdır.<br />
-Alıntılar: İki satırdan uzun alıntılar ayrı bir paragraf olarak, tırnak içinde,<br />
10 punto, Garamond ve her iki yandan 1cm içerlek olmalıdır. İki satıra<br />
kadar olan alıntılar metin içinde italik ve tırnak içinde verilmelidir.<br />
-Paragraflar: Metnin tamamında paragraf girintisi 0,75 cm olmalıdır. Her<br />
paragraf arasında 6 nk aralık bırakılmalıdır.<br />
6. Şekiller ve Resimler: Şekiller ve resimler metin içine yerleştirilmiş veya<br />
ayrı dosya olarak kaydedilmiş olmalıdır. Şekiller ve resimler<br />
numaralandırılmalı ve altına gerekli açıklama yapılmalıdır. Özel<br />
koşullarda renkli resim baskısı da yapılabilir.<br />
7. Dipnotlar: Metin içindeki atıflar sayfa altı dipnot şeklinde 1’den<br />
başlayarak devam eden dipnot olarak numaralanmalı, 10 punto<br />
Garamond yazı karakteriyle yazılmalıdır. Metinde dipnot sisteminin<br />
dışında, metin içi atıf veya başka bir sistem kullanılmamalıdır.<br />
Dipnotlarda kitap ve ansiklopedi adları italik olarak, makale adı tırnak<br />
içinde düz yazı ile gösterilmelidir. Dipnotlarda, ilk geçtiği yerde<br />
kaynakların tam künyesi verilmeli, daha sonra yazarın belirlediği<br />
kısaltmalarla yazılmalıdır. Çok yazarlı kaynakların ilk geçtiği yerde<br />
yazarların hepsi yazılmalı, daha sonra kısaltarak verilmelidir.
Dipnotların hizalaması da iki yana yaslı olmalı ve girinti<br />
kullanılmamalıdır.<br />
8. Kaynakça ve Dipnotlar: Kaynakça ayrı başlık altında makalenin<br />
sonunda yeni bir sayfadan başlamalı ve yazar soyadına göre alfabetik<br />
olmalıdır. Kaynakçada sadece metin içinde atıfta bulunulan eserler yer<br />
almalı ve 10 punto Garamond yazı kullanılmalıdır<br />
Örnek Dipnot (Kitap): Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ<br />
(1300–1600), Çev. Ruşen Sezer, YKY, İstanbul 2003, s. 12.<br />
Örnek Kaynakça (Kitap): İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ<br />
(1300–1600), Çev. Ruşen Sezer, YKY, İstanbul 2003.<br />
Örnek Dipnot (Makale, Ansiklopedi maddesi vs.): Halil İnalcık, “Osmanlı<br />
Devleti’nin Kuruluşu Problemi”, Doğu-Batı, Sayı 7, <strong>Ankara</strong> 1999, s. 16.<br />
Örnek Kaynakça (Makale, Ansiklopedi maddesi vs.): İnalcık, Halil,<br />
“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi”, Doğu-Batı, Sayı 7, <strong>Ankara</strong><br />
1999, s. 9–22.<br />
9. Yazıların Gönderilmesi; Yukarıdaki ilkelere uygun olarak hazırlanmış<br />
makaleler 1 nüsha olarak posta ile ve ayrıca e-posta olarak<br />
otam@ankara.edu.tr adresine gönderilmelidir.<br />
10. OTAM’a gönderilecek makaleler daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış<br />
olmalıdır. Doktora tezlerinden üretilen makalelerde bu durum<br />
makalenin başlığında dipnot olarak belirtilmelidir. Yazım kurallarına<br />
uygun olmayan makaleler kabul edilmez. Yayın Kurulu, yazılarda esasa<br />
yönelik olmayan küçük düzeltmeler yapabilir.<br />
11. Yazar OTAM’da yayınlanan makalesinden dolayı hiçbir telif hakkı<br />
talebinde bulunmadığını peşinen kabul etmiş sayılmaktadır.