06.07.2013 Views

YOKSULLA?MA KAR?ISINDA HALKLA ?L??K?LER?N ANLAMINI ...

YOKSULLA?MA KAR?ISINDA HALKLA ?L??K?LER?N ANLAMINI ...

YOKSULLA?MA KAR?ISINDA HALKLA ?L??K?LER?N ANLAMINI ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>YOKSULLA</strong>Ş<strong>MA</strong> <strong>KAR</strong>Ş<strong>ISINDA</strong> <strong>HALKLA</strong> İLİŞKİ<strong>LER</strong>İN <strong>ANLAMINI</strong><br />

YENİDEN DÜŞÜNMEK<br />

Abstract<br />

Özet<br />

SERGÜN KURTOĞLU<br />

sergunkur@yahoo.co.uk<br />

Istanbul University<br />

(Turkey)<br />

The aim of this study is to discuss what the new attitude which PR will take on under<br />

the conditions of the new era changing by globalization should be. In other words, the<br />

discussion of this study is that the changing social conditions and institutions must<br />

change the theoretical meaning of PR and thus what the new objectives of PR especially<br />

facing the increasing poverty should be and how and as whom PR should determine its<br />

target groups in such a structure. I would like to realize this study basing on the social<br />

responsibility concept of PR.<br />

In the recent years, especially one of the areas of the increasing interest of PR is social<br />

PR. Institutions can get respect and direct the demand for themselves as long as they<br />

establish relations based on continuous and shared interests with the environment and<br />

society in which they live. Under the pressure of globalisation, one of the basic problems<br />

which the social world faces is impoverishment. Whenthe social responsibility philosophy<br />

of PR is taken into consideration, one of the topics which must be discussed is poverty.<br />

The qualitative questions asked the members of IPRA concerning the study will be<br />

evaluated and a frame of the topic will be drawn basing on professional opinions.<br />

Because of unsufficient number of the answers, the study has been put forth in the<br />

theoritical level.<br />

Bu çalışmanın amacı, halkla ilişkilerin küreselleşme ile birlikte değişen yeni dönemin<br />

koşulları altında alacağı yeni tavrın ne olması gerektiğini tartışmaktır. Değişen sosyal<br />

koşulların ve kurumların, halkla ilişkilerin kuramsal olarak anlamında değişim<br />

yaratması zorunluluğunu ve dolayısıyla özellikle de artan yoksullaşma karşısında halkla<br />

ilişkilerin yeni hedeflerinin ne olması gerektiğini, hedef kitlelerini böylesi bir yapı içinde<br />

nasıl ve kimler olarak belirlemesi gereğini tartışmaktır. Halkla ilişkilerin toplumsal<br />

sorumluluk konseptine dayanılarak böylesi bir çalışmayı gerçekleştirmek istemekteyim.<br />

Halkla ilişkilerin son yıllarda özellikle artan ilgi alanlardan biri de toplumsal halka<br />

ilişkilerdir. Kurumlar içinde yaşadıkları çevre ve toplum ile sürekli ve ortak faydaya<br />

dayanan ilişkiler kurabildikleri sürece saygınlık kazanırlar ve kendilerine olan talebi<br />

yönlendirirler. Küreselleşme baskısı altındaki toplumsal dünyanın karşılaştığı en temel<br />

sorunlardan biri de yoksullaşmadır. Halkla ilişkilerin toplumsal sorumluluk felsefesi<br />

düşünüldüğünde üzerinde tartışılması zorunlu olan başlıklardan birisi de yoksulluk<br />

olmalıdır.<br />

Çalışma ile ilgili olarak IPRA üyelerine yöneltilecek kalitatif bir sormacanın<br />

değerlendirilmesi ve uzman düzeydeki görüşlerden yola çıkılarak konuyla ilgili bir çerçeve<br />

çizilmesi planlanmıştır. Ancak, IPRA’dan dönen yanıt sayısı yeterli olmadığından,<br />

kuramsal düzeyde bir çalışma ortaya konmuştur.


<strong>YOKSULLA</strong>Ş<strong>MA</strong> <strong>KAR</strong>Ş<strong>ISINDA</strong> <strong>HALKLA</strong> İLİŞKİ<strong>LER</strong>İN <strong>ANLAMINI</strong><br />

YENİDEN DÜŞÜNMEK<br />

1. Yoksulluk Üzerine<br />

Medya yoluyla izlediğimiz ve bize uzaklığı nedeniyle yalnızca acımakla yetindiğimiz<br />

Afrika’nın aç insanlarından, tiner çeken, hırsızlık yapan, çöp toplayan sokak çocuklarına ve<br />

onlara barınak olan yanıbaşımızdaki sokaklara kadar uzanan bir yolculuk: Yoksulluk.<br />

“Yoksulluk olgusu; çoğu zaman, bir yandan sistemin yan etkisi, öte yandan da toplumların<br />

veya bireylerin kendi yetersizlikleri olarak görülür.” Böylece yoksullukla ilgili sorun alanı,<br />

“zavallılara yardım edilmesi ya da ne şekilde yardım edileceği” üzerine odaklanır. (Koray<br />

2001: 221) Dikkate değer bir başka nokta ise “yoksulluğun artışının, zenginliğin anlam ve<br />

boyutlarındaki inanılmaz artış ile başat gitmesi” (Koray 2001: 221), ama aralarında sayısal<br />

olarak paradoksal bir ilişkinin var olmasıdır. Her iki olgu da derinleşerek sürmekte ancak<br />

yoksulluk giderek daha hacimli bir kutupta, zenginlik ise giderek daha az hacimli bir kutupta<br />

dışsallaşmaktadır.<br />

“Uluslararası gündeme ilk olarak 1990’lı yıllarda giren yoksulluğa verilen tepki başlangıçta<br />

sembolik olmanın ötesine gidememiştir. 1992’de Yoksulluğun Yok Edilmesi Uluslararası<br />

Günü’nü ilan eden Birleşmiş Milletler, 1995’te Kopenhag’da gerçekleştirdiği Toplumsal<br />

Kalkınma Dünya Zirvesi’nde, yoksullukla mücadeyi ilk defa kalkınma programına dahil<br />

etmiştir.” (Özdek 2004) “Yoksulluk kavramı, özellikle 1990’lardan sonra gerek ulusal gerek<br />

uluslararası camiada kalkınma ve gelişme tartışmalarının önemli bir eksenini oluşturmaya<br />

başlamıştır.” (Adaman 2004) Başlangıçtaki sembolik tepkilerin, sonraları kalkınma ve gelişme<br />

programlarında ele alınan tepkilere dönüşmesinin nedenini ararken; sorunun, toplumsal<br />

yaşamda rahatsızlık veren boyutunun görünür hale gelmesinin yanısıra, bu programların<br />

kendi hedefleriyle olan ilişkisi içinde de irdelenmesi gerekir. Dolayısıyla yoksulluğun<br />

çözümünü, kapital sistem içinde yol alışın ön koşullarını ve sonuçlarını birarada<br />

değerlendirmek yoluyla, realite karşısında, sonuç alacak biçimde konumlandırabiliriz.<br />

Yoksulluk nedir? Sınırları nelerdir? “Bir yanda asgari bir seviyede gıda ve diğer temel<br />

ihtiyaçları satın almak için gerekli gelire sahip olamama durumu ki bu mutlak yoksulluk<br />

kavramına denk düşmektedir; diğer yanda, her ülkeye göre değişen, bir toplumun günlük<br />

yaşamına katılımının maliyetini gösteren gelir düzeyi ki bu tanım da göreli yoksulluk<br />

kavramına denk düşmektedir.” (İnsel 2001: 64) Dünya Bankası’nın 1990 tarihli Kalkınma<br />

Raporu’ndan aktarılan bu tanımlamalarda insana birey olarak değil, organik düzeyde<br />

bakıldığı hemen fark edilmektedir. “Gelir odaklı perspektifle yoksulluk tanımlandığında,<br />

bireylerin toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşıp ulaşmadığı yönünde<br />

kapsamlı bir bilgi alınamaz.” (Adaman 2004) “BM’in 1997 Kalkınma Raporu’na göre yoksulluk<br />

yalnızca gelir yoksulluğu anlamında değil mahrumiyet anlamında tanımlanmakta ve hayatta<br />

kalmaktan mahrumiyet, bilgiden mahrumiyet ve yaşam koşullarından mahrumiyet olmak<br />

üzere çeşitli boyutlarda ele alınmakta ve artık, yoksulluk, insan haklarının ihlali olarak<br />

tanımlamaktadır.” (Koray 2001: 223) Yoksulluğun tanımlanmasında çizilen çerçeveler,<br />

ekonomik boyuttan toplumsal katılım boyutuna diğer bir deyişle demokratiklik boyutu içine<br />

doğru kaydırılmıştır. “Bireylerin insanca yaşam imkanlarına sahip olamaması anlamına gelen<br />

insani yoksulluk tanımı” (Aktan 2002), sorunu, demokratiklik kaygısı olarak önceler. Başka bir<br />

deyişle ekonomik değil de siyasal mekanizmaların içinde bir çözüm arayışını gerektirir<br />

göstermektedir.<br />

“Son on, onbeş yılda yoksulluğa karşı ilginin artmasında, yeni büyüme kuramlarının rolü<br />

büyüktür. Bu kuramlar, sağlık ve eğitime verdiği öneme ek olarak, toplum içindeki<br />

eşitsizliklerin, etkinliği ve ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilediği yolundaki<br />

değerlendirmeleriyle yoksulluk konusunun bu açılardan da gündeme gelmesine yol açmıştır.<br />

744


Gene bu konuda ilginin artmasındaki başka nedenler; gelir dağılımının çok bozuk olduğu<br />

ülkelerde, genel parasız eğitim ve sağlık hizmetleri sağlanması veya toprak reformu yapılması<br />

gibi yoksulluğun azaltılması ve insani gelişme göstergelerinin iyileştirilmesine yönelik<br />

politikaların uygulamaya konmasının engellenmesi, değişik ülkelerde tırmanan suç ve şiddet<br />

eğilimlerinin gelir eşitsizlikleriyle yakından ilişkili olması, eşitsizliklerin kamu kurumlarına<br />

olan güveni sarsması ve toplumsal yaşama topluluk düzeyindeki değişik örgütlenmeler<br />

yoluyla katılma konusunda isteksizlik yaratması şeklindeki belirlemelerdir. Bu belirlemelerin<br />

yoksulluk konusuna karşı ilginin artmasında önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu<br />

bağlamda, sosyal istikrarsızlık, sisteme güvensizlik ve yolsuzluk gibi olumsuzluklar,<br />

demokrasiyi tehdit eden temel unsurlar arasında ön plana çıkarılmakta ve değişik açılardan<br />

yoksulluk ve bölüşüm sorunlarıyla ilişkilendirilmektedir”. (Şenses 2002: 53-57)<br />

2. Yoksulluk ve Küreselleşme<br />

Yoksulluk; toprak, insan becerisi, bilgi, sermaye ve toplumsal ilişkiler de dahil olmak üzere<br />

kaynaklar üzerinde denetim eksikliği ile kopmaz biçimde bağlantılı bir bölüşüm sorunudur.<br />

Denetim, demokratik yapının olmazsa olmaz koşuludur. Denetim unsuru olacak öğe ise, ilgili<br />

olduğumuz yoksulluk sorunu bağlamında, kaynakların bölüştürülmesi yöntemidir. Bu<br />

yüzden, yoksulluğa karşı programlar, yoksullar için yardım, destek çalışmaları ile özde sorunu<br />

gizleyen yan çözümler yoluyla yoksulluk ortadan kaldırılamaz, daha doğrusu çözüm, retorik<br />

olarak kalır. Küreselleşme adını verdiğimiz, dünyanın bugün içinde bulunduğu düzen ise<br />

yukarıdaki tanımlardan yola çıkılarak dile getirilen siyasal mekanizmalar içinde bir çözüm<br />

arayışına fazla fırsat vermemektedir.<br />

“Küreselleşme, özde, siyasetin ekonomi üzerindeki denetimini neredeyse bütünüyle<br />

kaldırarak, yalnız eşitsizlik ve yoksulluğu arttırmamakta fakat daha da önemlisi insan hakları<br />

ve demokrasinin gelişmesini ciddi biçimde kısıtlayan bir ortam yaratmaktadır. Hem toplumun<br />

hem de dünyanın gerçekleri bugün birey karşısında tek önemli güç odağının devlet<br />

olmadığını, bugünkü düzen içinde birçok iktidar odakları olduğunu ve bunların her birine<br />

karşı bireyin korunmasının gerektiğini düşündürmektedir. Ulusal devletler ve ulusal hukuk<br />

sistemleri karşısında bağımsızlaşan, küresel düzeyde ve kendi istemleri doğrultusunda bir<br />

hukuk ve hatta siyasal sistem yaratmak yolunda ilerleyen sermaye, günümüz dünyasının en<br />

önemli güç odağı durumundadır.” (Koray 2001: 238) “Sermayenin yeni özgürlüğü, eski<br />

devirlerde kendilerini besleyen nüfusun ihtiyaçlarına kulak vermeyen uzaktaki toprakların<br />

efendilerinin özgürlüğünü anımsatmaktadır”. (Bauman, 1999: 17)<br />

Herşeye karşın “sistem, büyümesi ve genişlemesi açısından da, kendi meşruiyeti açısından da,<br />

artan eşitsizlik ve dengesizliklerle, büyüyen yoksullukla mücadele etmesi gerekmektedir. Bu<br />

nedenle yoksullukla mücadele, uluslararası tartışmaların temel konularından biri durumuna<br />

gelmiştir. Özellikle Birleşmiş Milletler’in (BM) uzun süredir dünyadaki yoksulluk ve eşitsizlik<br />

konusunda duyarlı olduğunu, çeşitli konularda uluslararası konferanslar düzenleyerek bu<br />

sorunlara dikkat çektiğini ve birçok azgelişmiş ülkede, kendisi ve bağlı kuruluşlar aracılıyla,<br />

açlıkla mücadeleden okuma yazma öğretmeye, kadınların güçlendirilmesinden çocukların<br />

korunmasına kadar birçok proje ve programı uygulamaya koyduğunu bilmekteyiz.” (Koray<br />

2001: 223) “Yoksulluğun yok edilmesi; etik, politik, sosyal ve ekonomik bir zorunluluk olarak<br />

kabul edilirken bu zorunluluk, serbest piyasa ideolojisi içine yerleştirilmiştir. Aynı şekilde<br />

Dünya Bankası da 90’lı yıllardan itibaren yoksulluğu azaltma stratejilerini açıklamaya<br />

başlamış, ama gene piyasa dostu reformlar içinde kalarak.” (Özdek 2004)<br />

Böylesi bir yapı içinde yoksulluğa bir çözüm çok olanaklı görünmemektedir. Çözüm<br />

aradığımız ortam tam olarak nedir, demokrasinin inanılırlığı hala geçerli olabilecek midir?<br />

745


3. Yoksulluk Sorunu Üzerine Halkla İlişkilere Başvurmak<br />

“Her şeyden önce toplum bir bütün olarak kabul edildiğinde, toplumsal yaşamın herhangi bir<br />

alanındaki değişim, diğer alanları da – ya da alt sistemleri de- belli bir değişime uğratır.<br />

Örneğin, ekonomik güçlerde ya da tercihlerde oluşan değişim toplumsal ya da yönetsel<br />

yaşamı da etkiler. Değişim belli bir ivme ve yoğunluğa eriştiğinde, yönetsel alanda bir hedef<br />

ya da kamu politikası niteliği kazanır.” Bu politikaların ortaya konmasında ve ilgili<br />

kamular/hedef kitlelerce onlara destek verilmesinin sağlanmasında halkla ilişkilere siyasal<br />

sahnede bir rol verilmiştir. “Halkla ilişkilerin toplumsal oluşumlara bağlı olarak doğuşu ve<br />

kamu yönetimine aktarılışı, çok tipik bir örnek olarak, meşrulaştırma temellidir. Bu nedenle,<br />

bugün de, hem özel sektörde hem kamu sektöründe halkla ilişkiler toplumsal dinamiklerden<br />

bağımsız olarak düşünülemez; amacı, uygulanış biçimi bu dinamiklerin bir ürünüdür.” (Uysal<br />

1998: 35)<br />

Halkla ilişkilerin içinde doğduğu, daha açık bir deyişle doğmasına neden olan toplumsal<br />

dinamikler, küreselleşmenin içinde yer aldığı toplumsal dinamiklerden farklıdır. Yukarıda<br />

Bauman’ın sözüyle de anımsatıldığı gibi, küreselleşmenin toplumsal dinamikleri daha çok<br />

feodal düzeni çağrıştıran bir yapılanma içindedir. Halbuki, halkla ilişkiler, böyle bir düzenin<br />

tam tersine, efendi-köle ilişkisini meşrulaştıran değil, onay alma-onay verme mekanizması<br />

içinde gelişmesi ancak mümkün olabilecek refah devletinin, bir başka deyişle ulus devletinin<br />

meşrulaştırma aracı olarak doğmuştur. Sanayileşme öncesi toplumsal yapı, meşrulaştırma<br />

işlevinden çok otorite kanalıyla işlemekteydi. İletişim aracı, propaganda; iletişimin yönü ise,<br />

merkezden çevreye olmak üzere tek taraflı idi. Sanayileşme ile birlikte ulus devlet yapısı,<br />

siyasal işlerliğini demokrasi söylemiyle yerine getirdiğinden iletişim aracı artık propaganda<br />

olamazdı. Bu süreçte, halkla ilişkiler, iki taraflı, simetrik iletişimi sağlamak üzere merkez ile<br />

çevre arasında iletişim kurmaya yönelmiştir. Ancak, halkla ilişkilerin, küreselleşmenin<br />

bugünkü ve eğer bu haliyle sürecekse bundan sonraki aşamalarında, aynı şekilde işlev<br />

görmesi, küreselleşmenin toplumsal dinamiklerine uygun bir süreç oluşturabilecek midir<br />

başka bir deyişle artık onun, demokratik bir araç olduğundan söz edilebilecek midir?<br />

“Çağımıza damgasını vuran demokratik yönetimin halka karşı sorumlu ve duyarlı olması<br />

zorunluluğundan doğmuş olan halkla ilişkiler, toplumun liderlik ve bütünleşme gereksinmesi<br />

arasındaki hassas denge üzerine kurulmuştur. Halkla ilişkiler bu nedenle, meşruluk sağlama<br />

aracı olarak kabul edilmektedir. Halkla ilişkilerin hegomonya aracı olarak nitelenmesi bu<br />

olgudan kaynaklanır. Bütün bunlar otorite ilişkileri ve meşruluk sorunu içinde halkla<br />

ilişkilerin oynadığı hayati rolü vurgulamaktadır” (Uysal 1998: 34) ki bizim sorumuz da tam bu<br />

noktada başlamaktadır. Bulunduğumuz noktada halkla ilişkiler, kendisini, sistemi<br />

meşrulaştırmanın bir aracı olarak konumlandırmaya devam edecekse, artık onu demokrasinin<br />

araçlarından biri olarak görmek mümkün olabilir mi? Küreselleşme sürecine karşıt ama<br />

demokratik açılımlara izin vermede ve demokrasinin çıkmaza girdiğini düşündüğümüz<br />

noktalarda halkla ilişkilerden bir beklentimiz olacaksa, konumunu yeniden belirlememiz<br />

gerekecektir. Gelinen bu aşamada, halkla ilişkilerin iletişim aracı olarak kullanılması, hangi<br />

yollarla demokratik açılımlara işlerlik sağlayabilecektir? Halkla ilişkiler, hala simetrik bir<br />

iletişim yapısı içinde hareket etmeli midir, merkez-çevre (kurum/hedef kitle) arasındaki<br />

iletişimin ağırlığının değişmesi gerekir mi?<br />

“Siyaset bilimi açısından otorite, bir başka deyişle emretme ilişkisini içeren siyasal<br />

örgütlenmeler, belli bir desteğe sahip olmadan yaşayamaz. Meşruluk olarak tanımlanan bu<br />

destek, otoritenin çevresi ile düzenli, sürekli ve uyumlu ilişki kurması ve varlığını<br />

sürdürmesinin ön koşuludur. Yirminci yüzyılda halkla ilişkiler bir ikna yöntemi, bir onay<br />

yaratma süreci olarak devletin müdahale alanının genişlemesinin açıklamasında<br />

kullanılmıştır. Halkla ilişkilerin üstlendiği bu rol, devletle sınırlı kalmayarak özel sektörün de<br />

kendisini aklaması açısından geçerli olmuş ve böylece devlet karışması ile kapitalizmin<br />

uyuşulabilirliğinin kabulünü sağlamıştır.” (Uysal 1998: 10-27) O halde, mevcut siyasal sisteme<br />

halkla ilişkiler tarafından verilecek destek, ona aykırı olmamalıdır. Ancak, burada dikkat<br />

746


edilmesi gereken bir nokta da halkla ilişkilerin uzun soluklu bir süreç oluşu, destek verme<br />

işlevinin ard niyetinin sistemin sürekliliğine katkıda bulunması olduğudur. Bilinen simetrik<br />

ilişki içinde diğer bir deyişle onay isteme- onay alma mekanizmaları içinde halkla ilişkiler,<br />

toplumsal dinamiklerin kendisinin ve yönünün değişmiş olması nedeniyle, yaşanmakta olan<br />

siyasal sistemin sürekliliğine katkıda bulunamayabilir, yeni açılımlara ihtiyaç duyabilir ya da<br />

kendi etik sınırları içinde sistemin yeni koşullarına katkıda bulunmaması gerekebilir. Bu<br />

noktada, modernizmin getirdiği yaşamsal çelişkileri çözmek üzere görev verilen halkla<br />

ilişkilerin, kendi yaşamsal çelişkisi de var olagelmektedir. Eğer demokrasinin gelişiminde<br />

gerekli bir araç olarak yoluna devam edecekse, artık, kendi içinde doğduğu sistemin dışında<br />

işlev görüyor olduğundan, küreselleşmenin kendisini oluşturan dinamiklerine göre değil,<br />

çünkü, bu dinamikler, demokrasi ile çelişkili dağıtım ve paylaşım tekelleri üzerine kuruludur,<br />

küreselleşmenin sonuçlarının yarattığı açılımlara göre kendisini yeniden konumlandırmalıdır.<br />

4. Halkla İlişkilerde Sosyal Sorumluluk<br />

“Halkla ilişkilerin sosyal sorumluluğu dediğimizde, onun işlevlerinin toplum<br />

ve kamu refahının arttırılmasına yardımcı olan rolü ile birlikte, işleyiş<br />

biçiminin etik olması gereklikliğine de vurgu yaparız.” (L’Etang ve Pieczka<br />

2002: 171)<br />

Halkla ilişkilerin, kurumun kendi hedefleri dışında ya da sınırlarının ötesinde bir etkiye sahip<br />

olduğunu kabul edebiliriz. Bunun anlamı, kurumların ürün ya da hizmet üretimi dışında,<br />

içinde yaşanılan sosyal sistemle, halkla ilişkiler yoluyla işlevsel bir bağ kurmakta olduklarıdır.<br />

Bu bağ, iki yönlü kurulabilir ve tanımlanabilir:<br />

1. “Sosyal sorumluluk yoluyla halkla ilişkiler, toplumsal sistemlerin değişen ihtiyaçları ve<br />

çevreyi kabul etmesine yardımcı olacak biçimde insanların refahını arttırmaya yönelir.”<br />

(Cutlip v.d. 1994: 132) Burada kurumdan hedef kitleye yönelen bildirimin, hedef kitleden geri<br />

besleme yoluyla kuruma yöneltilen bildirimden daha güçlü olduğunu iddia edebiliriz. Böylece<br />

halkla ilişkilerin propaganda olmadığını ama propaganda etkisi yaptığını kabul ederiz.<br />

“Halkla ilişkiler işlevinin temel niteliğinin, yönetimin düzenli ve sorunsuz işlemesini<br />

sağlayarak, olası çatışmaları engellemek yoluyla, siyasal sistemde kullanılan onay sağlama<br />

mekanizmalarından biri olduğunu hatırlarsak, temelde tampon bir işlev gördüğünü de ortaya<br />

koyabiliriz. Halkla ilişkiler, aslında, sosyolojiden ödünç alınan bir kavramla, tampon bir işlev<br />

olarak nitelenebilir. Tampon işlev farklı bir alana ait bir işlevin, o alandaki niteliğinin<br />

dönüşüme uğrayarak bir başka alana aktarılması ile oluşur. Bu bağlamda halkla ilişkiler iki<br />

anlamda tampon işlev özelliği taşır. İlk olarak siyasal alanda propagandanın yüklendiği açık<br />

meşruluk sağlama misyonu, yönetsel alanda farklılaşarak bilgi verme ve yönetsel yapının<br />

verimlilik ve etkililiği aracına dönüşmektedir.” (Uysal 1998: 39) Halkla ilişkiler bu işleviyle,<br />

çevreden kuruma dönen geri bildirimin, kuruma olumlu yansıma sağlayacak girdiler olarak<br />

biçimlendirilmesini üretmiş olur.<br />

2. Halkla ilişkilerin sosyal sistemle kuracağı diğer bağ, hedef kitleden kuruma yönelen<br />

bildirimin, kurumdan çıkan bildirilere göre daha güçlü olması durumunda ortaya çıkar. Daha<br />

açık bir deyişle, kurumun geri besleme yoluyla gelen bildirimi daha dikkate değer olarak<br />

alımlaması ön koşulunda, hedef kitleyi kuruma önceleyen bir bağın kuruluşu söz konusu olur.<br />

Bunun anlamı, “halkla ilişkilerin, halkın gündelik ilişkilerinde karşılaştığı sorunların<br />

çözülmesinde de bir araç rolü oynamakta olduğudur”. (Uysal 1998: 39) “Bu anlayış içinde,<br />

kamu hizmeti ve sosyal sorumluluk kişisel kazançların ve çıkarların üzerine çıkmıştır.” (Cutlip<br />

v.d. 1994:134) Böylece halkla ilişkilerin yukarıda sözü edilen tampon mekanizma işlevlerinden<br />

ikincisi gerçekleştirilmiş olur. Bunun anlamı ise, kurum halkla ilişkiler yoluyla, toplumun<br />

sorunlarının farkında olarak ve çıktılarını toplumun gereksinimlerine göre üreterek, uzun<br />

dönemde kuruma olumlu geri dönüş sağlayacak şekilde verimliliğini arttırır. “Yönetimin<br />

klasik verimlilik/etkililik araçları arasında yer almayan halkla ilişkiler; sorun alanlarının<br />

747


düzenlenmesi, amaçların, yöntemlerin benimsenmesi ve bunları kolaylaştıracak davranışların<br />

geliştirilmesi dolayısıyla verimlilik aracı değildir ama, verimliliği arttırdığı kabul edilir.”<br />

(Uysal 1998: 39)<br />

5. Sosyal Sorumluluk Anlayışı Gereğince Halkla İlişkilerin Küreselleşme Üzerinde<br />

Sağlayabileceği Etkiler<br />

Halkla ilişkilerin sosyal sorumluluk rolü ile demokrasi bağı ve böylece çözüm beklediğimiz<br />

yoksulluk sorunu nasıl ilişkilendirilebilir?<br />

Kurumların sosyal sorumluluk anlayışı üzerine tartışmalar son günlerin çokça gündeme<br />

getirilen konusudur. Bunun nedenini içinde bulunulan koşullarda aramak gerekir:<br />

“Küreselleşmeyle birlikte serbestleşme ve kuralsızlaştırmanın yaygınlaşması, çokuluslu<br />

şirketlerin dünya çapında büyümesi ve yayılması, bunlarla birlikte çevresel ve sosyal tahribat,<br />

yolsuzluk gibi sorunların çoğalması, toplumun geniş kesimleri içinde bu sorunlara yönelik bir<br />

sorgulama sürecini başlatmıştır. Bu durum, çokuluslu şirketlerin toplum karşısında imajlarını<br />

gözden geçirmelerine, çalışanlardan ve tüketicilerden gelen tepkiler karşısında sosyal<br />

sorumluluklarını yeniden tanımlamalarına neden olmuştur.” (Çoban 2001)<br />

“Kurumsal sorumluluk kavramı, stratejik faaliyet alanını genişleten bir fonksiyon olarak<br />

halkla ilişkiler ile yakın ortaklıklar kurmaya ve bu bağlamda kullanılmaya 20. yüzyılda<br />

Amerika’da başlamış ve onu Avrupa izlemiştir. Uygulama, zengin şirketlerin toplumda daha<br />

az hali vakti yerinde olanlara yardımsever bağışlarda bulunmaları gerektiği görüşünden<br />

doğmuştur. Yükümlülük, toplumsal eylemciler tarafından 1960 ve 1970’lerde geliştirilmiştir.<br />

Toplumsal eylemcilerin çoğu toplumdaki büyük kurumların ve iktidar seçkinlerinin rolünü<br />

eleştirmişler ve siyasi ve ekonomik adaletin sadece malların ve iktidarın yeniden dağıtımıyla<br />

başarılabileceğini tartışmışlardır. Bu türden argümanlar, artan gücün beraberinde artan bir<br />

sorumluluk getirmesi gerektiği, küçük toplulukların ve bireylerin çıkarlarını gasbetmemek ya<br />

da sömürmemek yükümlülüğünün taşınması gerektiğini ifade eden görüşün yaygınlaşmasına<br />

neden olmuştur.” (L’Etang ve Pieczka 2002: 158)<br />

“Bir kuruluşun toplumda devamlı olarak kabul görmesi, sadece toplumun sorunlarının<br />

farkına varmasıyla değil, bu sorunlar hakkında bir şeyler yapma kapasitesine de bağlıdır.<br />

Kuruluşlar büyüdükçe toplumun onlardan beklentilerinin artması beklenir. Bu beklentiler,<br />

doğrudan kurumun kendi çıktılarına bağlı olabileceği gibi sosyal sorunlar üzerine de olabilir.”<br />

(Okay ve Okay 2002: 642) Halkla ilişkilerin demokratik sürece olan katkısını bu noktada<br />

görmek mümkündür: Sosyal sorunlar hakkında bir şeyler yapmak, halkla ilişkilerin hem<br />

doğrudan katılımcı olması hem de kurumu değil toplumu önceleyen bir anlayışla hareket<br />

etmesi temeline dayanır. Bu kavrayış, demokratik işlerliğin kendisidir. Ancak hatırlanması<br />

gereken bir nokta da, halkla ilişkilerin içinde bulunduğu sisteme aykırı hareket etmeyeceğidir,<br />

eğer edecekse bu hareketini, kendi adına ve toplum adına nasıl dönüştürebileceğidir.<br />

Eğer halkla ilişkilerden sosyal sorumluluk vasıtasıyla, küreselleşmenin yoksulluk ve diğer<br />

sonuçları üzerine bir fayda bekliyorsak, yoksulluğu azaltması şeklindeki popüler başvurular<br />

yerine bu düzeni üreten temel mekanizmalar üzerinden değerlendirme yapmak gerekir.<br />

Dolayısıyla yoksullaşmaya karşı halkla ilişkiler yoluyla çözüm başvurusu, önce ekonomi<br />

kuramının sorgulanmasıyla başlayabilir. “Geleneksel ekonomik teori, kapitalizmin genişlemesi<br />

tarafından ortaya konulan gerçek sorunlardan kaçınır. Bunun nedeni, kapitalist üretim ve<br />

değişim ilişkileri temelinde işleyen sistemin kendisini yeniden üretirken, gerçekten mevcut<br />

olan kapitalizmin analizinin yerine, piyasanın diğer bir söyleyişle, değişim ilişkilerinin basit ve<br />

sürekli genişlemesi olarak algılanan imgesel bir kapitalizm teorisi ortaya koymaya<br />

çalışmasıdır. Böylesi bir durumda, yoksulluk, nüfus artışı ya da siyasal hatalar gibi, ekonomik<br />

mantığa dışsal sayılan nedenlerle açıklanmaya çalışılır. Yoksulluğun birikim sürecinin<br />

ekonomi kuramı (kapitalizm) ile olan ilişkisi, gözardı edilir. Dolayısıyla sermaye birikimi ile<br />

748


toplumsal yoksullaşma arasındaki ilişkinin kurulması gereklidir. Sorgulanması gereken diğer<br />

nokta ise, toplumsal mücadele stratejileridir. Moda deyimlerle yoksulluğu azaltmak değil,<br />

demokratik alt yapının oluşturulması yoluyla kurumları ve sistemi sorgulayacak düzeyin elde<br />

edilebilmesi gerekli görünmektedir.” (Amin 2003: 1)<br />

O halde,<br />

1. Halkla ilişkiler sorunun sınıfsal -üretim mekanizmalarına dayalı- olduğunu<br />

söyleyebilecek midir? Yoksa,<br />

2. Sistemin içindeki yoksulluğun azaltılması gibi yan ve sorunun özünü gizleyen<br />

çözümler mi önerecektir?<br />

Kurumların sosyal sorumluluklarının sınırı nedir, buna kim karar verir. Soysal sorumluluk,<br />

IPRA ve diğer halkla ilişkiler örgütlerinin kabul ettiği ve yürüttüğü ilkelerce de, toplumun,<br />

kendi hedef kitlelerinin dışında kalan kimselere de zarar vermemesi, ve giderek onların<br />

faydalarını gözetmesi gerekliliğidir. Artık kurumlar için bu bir zorunluluk haline gelmiştir.<br />

Çünkü, kurumların çıktılarına ulaşabilen ve onlardan faydalanabilen kitle sayısal olarak<br />

azalmıştır. Liberal ekonomi gereği, kurumlar, talepleri en doğru, en kaliteli biçimde<br />

‘tüketiciler’ine ulaştırmaya ve bu yolla refahı arttırmaya çabalamaktadırlar. Bu çabalarının<br />

sonucuna bağlı olarak da kendi yaşamsal eğrilerini oluştururlar. Ancak kurumların<br />

çıktılarından yararlanabilen insan sayısı, çok dar bir alanda yer aldığında toplumsal refah<br />

gerçekleşebilir görünmemektedir. Sosyal sorumluluk ilkesi gereğince, giderek ortalamadan<br />

uzaklaşarak dışarıda daha fazla sayıda kalan kesimler için de bir artı değer konulması<br />

gerekmektedir. Kurumlar eğer sistemin alt örgütleri olarak, o sistemin gereklerini yerine<br />

getiriyorsa, konulacak artı değerlerin sistemin gereklerine aykırı bir sürece yol açacak nitelikte<br />

olması beklenemez. Bu noktada çözüm için önerilen sözünü ettiğimiz sosyal sorumluluk ilkesi,<br />

maske bir çözüm olmaktan öteye gidemeyecektir. Ancak daha uzun dönemli bir bakış,<br />

sistemin o andaki çıkarlarına göre hareket etmenin, aslında, kurumlar ve sistem aleyhine<br />

işlediğini görmemize yol açar. Refahı arttırmak üzere biçimlendirilmiş çıktılardan<br />

yararlanamayanların çokluğu oluşturduğunu görebilirsek, bu durumun, kurum için doğrudan<br />

bir sonuç olarak imaj kaybına dönüşeceğini ve daha uzun dönemli ve dolaylı bir sonuç olarak<br />

da giderek dışarıda kalan bu kesimlerin yakalanabileceği antidemokratik oluşumlar yoluyla,<br />

bu kurumların içinde yaşadıkları ve varlıklarını borçlu oldukları demokratik süreçlerin yok<br />

olmaya başlayacağını iddia edebiliriz. Bu sonuca yoksullaşma sürecine insani boyutta<br />

baktığımızda da kendiliğinden varabiliriz. “Gelişen toplumun getireceği nimetleri tabana<br />

doğru yayılmadığında, kalabalıkların öfkelenmesi, sisteme husumet duyması artar ve<br />

demokratik olmayan siyasi programların avı haline gelir.” (Oskay 2004: 5)<br />

Giderek daha çok insanın alıcı konumundan uzaklaştığını düşündüğümüzde potansiyel<br />

alıcılar üzerinde yaratılacak imaj baştan itibaren yok demektir. Bu kurum için doğrudan<br />

olumsuz bir etki ve hatta sonuçtur. Ancak, bu durumun farkında olmak ve buna dayanan bir<br />

politika üretmek bizim başta koyduğumuz hedeflere aykırı bir gelişim olacaktır. Sorunumuz<br />

imaj üretmek değil, kurumların kendilerini sistem içinde sorgulamayı nasıl başarabilecekleridir.<br />

Sorunumuz, yoksul kesimler üzerinde, kurumların imajını en azından belli bir noktada<br />

tutarak, geleceğe yönelik potansiyel tüketicileri kaybetmemek değildir. Uzun dönemli olarak<br />

varılmak istenen yer, tüketici olamayanların koşullarında, sistemin alt yapısında<br />

geliştirilebilecek değişikliklerle, tüketim kararını kendisine bağlı olarak verebilen bireylerden<br />

oluşmuş bir yapılaşma sürecidir.<br />

Bu konuyla ilgili olarak Meral Tamer’in bir yazısı dikkat çekicidir: ‘Yoksul kesimi müşteri<br />

olarak görmek’ başlıklı yazısında Michigan Üniversitesi İş İdaresi Bölümü’nün Hintli öğretim<br />

üyesi Prahalad’ın ‘Küresel rekabetin her geçen gün daha fazla kıskaca aldığı özel sektörün<br />

paradigma değiştirerek gelir piramidinin en altındaki yoksul olarak görmekten vazgeçip,<br />

müşteri gibi görmek’ gerektiğinin altını çizdiğini belirten Tamer, Prahalad’ın verdiği örnekle<br />

devam etmekte:<br />

749


750<br />

“Batılı büyük bir firma, Hintlilerin şampuan kullanmayı arzu ettikleri halde,<br />

pahalı olduğu için bu ürünleri satın alamadıklarını anketlerle belirlemiş.<br />

Bunun üzerine tek kullanımlık düşük maliyetli şampuanlar üretilmiş, kapış<br />

kapış gidince de söz konusu batılı firma (muhtemelen başka bir isim<br />

kullanarak) Hindistanʹda çok daha düşük maliyetlerle üretim yapabilen bir<br />

tesis kurmuş. Prahaladʹın verdiği bilgiye göre, bugün Hindistanʹdaki şampuan<br />

tüketimi Amerikaʹdakini geçmiş. Tabii ABD nüfusunun 290 milyon olmasına<br />

karşılık, Hindistanʹda yaklaşık 1 milyar kişi yaşadığını hesaba katmak gerek.<br />

Açlığın kol gezdiği Hindistanʹda, halkı şampuan tüketimine yöneltmek,<br />

marifet değil elbet. Ancak, maliyetleri gereksiz yere şişiren batılı büyük<br />

şirketlerin yaşam alanının hızla daraldığını göstermesi açısından ilginç bir<br />

deneyim. Dünkü yazımda anlatmaya çalıştığım ʹHindistanʹdaki katarakt<br />

hastaları için 4 dolarlık lens, işitme engelliler için 50 dolara dijital işitme cihazıʹ<br />

üretimiyle şampuan örneğini birleştirdiğinizde, çok ilginç yeni bir durum<br />

ortaya çıkıyor. Sadece bir süredir tartışılan BM ve IMF gibi uluslararası<br />

kurumlar değil, belki patent haklarından başlayarak pahalı üretimi<br />

beraberinde getiren uluslararası kurallar da devrini dolduruyor” (Tamer 2004)<br />

Geriye yapılacak olan şey, kurumların, toplumun demokratik alt yapısının oluşturulmasında<br />

ve güçlendirilmesinde gereken etkiliği göstermesini sağlamaktır. Bunun destek olarak<br />

görülmemesi gerekir, çünkü küreselleşmenin içinde geliştiği siyasal sistemlerin, kurumları ve<br />

hedef kitlelerini getirdiği şu an içinde yaşadığımız nokta, bu etkiliği bize dayatmaktadır, bizi<br />

zorunlu bırakmaktadır. Üretim ve bölüşüm ilişkilerinin ne olduğunun ve nasıl<br />

dönüştürülebileceğinin algılanması, eğitim (açıkla) düzeyi yüksek, insan olma ilkelerini<br />

üretebilmiş bireyler gerektirmektedir. Başka bir deyişle, demokrasi kültürü, düşünen ve üreten<br />

insanlar gerektirmektedir. Yukarıda sözü edilen, sermaye ile toplumsal yoksullaşma<br />

arasındaki ilişkinin kurulmasını sağlamanın yollarından biri budur.<br />

Halkla ilişkiler cephesinden olası bir çözüm yolu, bugün, tüketimden payını alamamak veya<br />

sistemin ne marjinal olmasına ne de dışında kalmasına izin veren bir yoksunluk çizgisi<br />

içindeki insanların yabancılaşmasını/ortak olamamasını fark ettiren bir felsefe içinde, sosyal<br />

sorumluluk anlayışını, yeniden işlemek biçiminde olmalıdır. Bir diğer önemli nokta da şudur<br />

ki, “halkla ilişkiler, sosyal dengelerin kurulmasında iletişimci değil, katılımcı olarak<br />

konumlandırılmalıdır.” (Budd 2003: 379)<br />

6. Toplumsal Yapıların Yer Değiştirmesi Karşısında Kurumların Sosyal Sorumluluğu<br />

Demokrasi kültürü, “kapitalizmin rasyonelleştirme aracı olan standartlaştırma yoluyla merkez<br />

ve çevreyi birbirine bağlayarak aralarındaki ilişkileri düzenler. Standartlaşma, hem tabanı hem<br />

de üst yapıyı merkeze bağlar.” (Oskay 2004: 5) Ancak, üçüncü dünyaya baktığımızda durum<br />

farklılaşmıştır. Ulus devletin refahı için kaynak görevi gören kurumlar, üçüncü dünyada, ulus<br />

devleti, kendi genişleme sürecinin aracı olarak kullanmaya başlamışlardır. “Ulusal kritik<br />

alanların özelleştirildiği ve uluslararası sermayeye devrinin planlandığı bir yapılanma içinde,<br />

periferden/çevreden merkeze transfer edilen iktisadi artığın büyümesi ile sonuçlanan<br />

stratejiler izlenmektedir. Bu stratejilerin günümüze özgü biçimlenişinden söz etmek, taşıdıkları<br />

yenilikler nedeniyle gereklidir. Üçüncü dünyada yeni bir kalkınma dönemi olarak sunulan bu<br />

sürecin, 2. Dünya Savaşı sonrasında gündeme giren eski kalkınma süreçlerinden en önemli<br />

farklarından biri, üçüncü dünyada, iktisadi bir önemi olan bütün sektörlerin yönetiminin fiilen<br />

hükümetlerin alanından çıkartırılarak, doğrudan uluslararası sermayeye devridir. Bunun<br />

anlamı, 1945 sonrasında Üçüncü Dünyada devletin ekonomiye müdahalesinin asıl olduğu ve<br />

piyasanın büyümesini düzenleme sorumluluğunun da devlete yüklendiği modelden kopuş<br />

sürecinin ilerletilmedir.” (Özdek 2004) Yeni model, kuşkusuz toplum içinde yeni


yapılanmalara öncülük edecektir: Burada önemli bir sorun alanı belirmektedir. Toplumun<br />

bütününü/kendisini ve kurumlarını yan yana getirdiğimizde hangisi alt, hangisi üst sistemdir,<br />

yeniden analiz etmemiz gerekecektir. Sosyal sorumluluk anlayışı, toplumu, kurumların bir üst<br />

sistemi olarak konumlandırır. Ancak bu ilişkinin varlığı kentsel-sanayi toplumu içinde<br />

meşrudur. Sanayi sonrası toplumda bu ilişkinin yönü değişmiştir. Ulus üstü şirketler, ulus<br />

devletin dolayısıyla o toplumun bir üst sistemi olarak hareket etmektedirler. Çünkü, üretimin<br />

biçimi ve onun gerektirdiği iletişimin alt yapısı değişmiştir. Emek yoğun sanayiye değil,<br />

hizmet sektörüne dayalı ve elektronik iletişime bağlı yeni üretim süreci, çalıştırmak için daha<br />

az insana ihtiyaç duymakta, ona eşlik eden yeni iletişim süreci ise toplumun geri kalanı için<br />

kabul koşullarını gene kendisi üzerinden taşımaktadır. Zaman ve mekan aşılmıştır, ancak<br />

sınırsız sanal alem, toplumda organik düzeyde kopuşun başlamasına yol açmış ve bu yolla da<br />

realiteden kopuşu, yabancılaşmayı hızlandırmıştır. Kendisini aynı zamanda araç olarak<br />

kullanabilme yeteneğine sahip elektronik dünya, toplumdan onay alma ihtiyacını yeniden<br />

biçimlendirmiştir. Dolayısıyla, iletişimin de ulus üstü sermaye gibi artık iki tarafı yoktur, ya da<br />

varlıkları farklı ama içerikleri aynı iki şey vardır ama tek bir taraf. Bu durum artık bir dengenin<br />

kurulması sorununu ortadan kaldırmış gözükmektedir. Ancak diyalektik açıdan baktığımızda<br />

varlığın kendisine yönelttiği doğrudan bir tehdit ya da yok oluş sürecinin de başladığını<br />

söylemek mümkündür. Tepkisiz etkinin varlığı ve yeri ne olacaktır, olacak mıdır? Ulus üstü<br />

sermaye bu sürece yenilikler katmadığı sürece bu sonuçtan kendisini koruyabilecek midir? Bu<br />

nokta, özellikle üzerinde durmakta olduğumuz halkla ilişkiler ve onun değerlendirilmesi<br />

açısından önem taşımaktadır. Çünkü, sermaye kendini korumak için gerekli yolları halkla<br />

ilişkiler aracılığı ile açabilmektedir, halkla ilişkilerin etik kuralları ihlal edilerek olsa da.<br />

“Dünya Bankası, 2000-2001 Raporuna “Yoksulluğa Saldırı” adını vermiş ve neoliberal<br />

çabaların ya da küreselleşme politikalarınca gerçekleştirilen reformların yeterince başarılı bir<br />

şekilde yürütülmemesinin yoksulluğu arttırdığı saptamıştır. Yoksulluğun giderilmesine<br />

yönelik kalkınma programları, yardımın koşulunu, yardım alan ülkelerin ihtiyaçlarını baz<br />

alarak değil, yardım verenlerin çıkarlarını temel alarak, yardım alan ülkelerde amaçlanan<br />

politik dönüşümleri sağlamaya yaramıştır. Dünya Bankası’nın yaptığı bu itiraf oldukça<br />

ilginçtir. Daha da ilginç bir nokta ise; Dünya Bankası’nın kalkınma işbirliği ilişkilerini, yeni<br />

dönemde, yardım verdikleri ülkelerin önceliklerini temel almak ve yardımı koşula<br />

bağlamaktan vazgeçmek yoluyla ve doğrudan belirli sektörlere yönelerek, özel sektörün<br />

uluslararası sermaye ile birlikte hareket etmesini sağlama yönünde yapılandırmış<br />

olmalarıdır.” (Özdek 2004) Bu açıklamalardan yola çıkarak, halkla ilişkilerin nasıl<br />

kullanıldığının bir değerlendirmesini yapabiliriz. Yoksulluğa saldırı deyim olarak,<br />

yoksulluğun, sistemin koruyucuları olarak görünen bir takım kuruluşların dışında gelişmekte<br />

olduğunu izlenimini yaratmaktadır. Saldırının varsıla karşı olabileceğini varsaydığımız bir<br />

yapı içinde, yoksulluğa saldırı, retorik olarak karşımıza çıkmaktadır. Halka ilişkiler, mesajın<br />

oluşturuluşundaki dil yapısı ile, egemen politikalara meşruiyet kazandırma amacıyla, imaj<br />

üreticisi olarak konumlandırılmaktadır. Çünkü, yoksullukla savaş sırasında, sözü edilen belirli<br />

sektörlere yönelmek, temelde devleti plan dışı bırakmanın bir yoludur ve yoksulluk sorununu<br />

körükleyen sermayeye daha doğrusal alanlar açar.<br />

Sermayenin üretimine koşul olarak gelişen başka bir sorun alanı ise; sosyal sorumluluğun,<br />

toplum üst sistem kabulü koşuluyla yerine getirilmemesinden kaynaklanan çözümlerin,<br />

yoksulluk sorununu bir sistem sorunu haline dönüştürmesidir. Sermaye ve toplumun<br />

sistemsel konumlandırılışı; sermaye üst, toplum alt yapı olarak biçimlendirildiğinde, sosyal<br />

sorumluluk ilkesi bütünde refahı artırmaya yöneldiğinden hedefini, sermayenin/bütünün<br />

refahı olarak saptayacaktır.<br />

Halkla ilişkilerin sosyal sorumluluk ilkesinin işlevsel olabilmesi için, demokrasinin özüne<br />

paralel olarak, toplumda karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin de kurulu olması gerekir. Halbuki,<br />

“yoksulluğun önlenmesinde geleneksel devlet temelli yoksulluk çözümlerinin dışına<br />

çıkılmaya başlanması, birbirleriyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi olmayan toplum modeli yerine,<br />

dayanışabilecek ve geleneksel özelliklerden beslenebilecek yerel cemaatlere önem verir” (Işık<br />

ve Pınarcıoğlu 2001: 73) ve küreselleşmenin tamamlayıcı parçası olan yerelleşmeyi önceler. Bu<br />

751


durum, her ne kadar özgürleşim olarak sunulsa da demokrasinin işlerliğinde ve sadece onun<br />

içinde işlevsel olabilecek halkla ilişkilerin anlamında değişikliklere yol açacaktır.<br />

7. Yoksulluk Üretiminin Durdurulmasında Halkla İlişkiler Çözüm Önerileri<br />

1. “Öncelikle, halkla ilişkiler ile ilgili kişilerin, halkla ilişkilerin topluma zarar vermeme sonra<br />

da fayda sağlama amacına yönelmiş olmaları gereklidir. Bu kişilerin kamunun, toplumdaki<br />

çıkar gruplarının yararlandığı teknikleri anlayacak biçimde, toplumsal bilgi sahibi olmak üzere<br />

eğitilmeleri gerekir.” (Traverse-Healy 1998: 25) Burada geçen kamu sözü, halkla ilişkilerde,<br />

kurumların hedeflediği grupları temsil etmektedir. Ancak, eğer yoksulluğu azınlığın sorunu<br />

olarak değil, kitlesel bir sorun olarak görüyorsak, konumuzla ilgili olarak kamu tanımı<br />

üzerinde yeniden düşünmemiz gerekecektir. Sorunun özünde taşınan kitlesellik nedeniyle,<br />

yoksulluğa karşı halkla ilişkiler tarafından geliştirilebilecek çözüm önerilerinin tamamen<br />

sosyal sorumluluk anlayışıyla ve tüm toplumun ilgili kamu olarak tanımlanmasıyla başlaması<br />

gerekebilir. “Şeffaflığın, hesap verebilirliğin ve sosyal sorumluluğun yaşama geçmesinde tek<br />

taraflı olmayan, bütün kesimleri sürece katan bir yaklaşım daha sağlıklıdır.” (Çoban 2001)<br />

2. İkinci aşamada “halkla ilişkiler, bireylerin tek tek, kendilerine verilen bilgiyi eleştirel gözle<br />

çözümleyebilecek noktaya getirilmesinden sorumlu olmalıdır.” (Traverse-Healy 1998: 25)<br />

Buradan yola çıkıldığında, yoksulluğun önlenebilir görüntülerle sunulduğu bir takım<br />

mekanizmalara kurtarıcı olarak bakılmasının önüne geçilebilir. Sokak çocuklarına, çeşitli<br />

ihtiyaçlarını karşılamak üzere yardımda bulunmamak gerekebilir, onun yerine eğitim<br />

alanındaki yaptırımların devlet ve/veya özel sektör yoluyla kolaylaştırılarak uygulamaya<br />

konmasının teşvik edilmesi gibi daha kalıcı çözümlere yönelmek gerekebilir.<br />

3. Halkla ilişkilerin üzerine eğilmesi gerekli diğer bir alan ise, üniversiteler ve araştırma<br />

kurumları olmalıdır. Halkla ilişkilerin araştırma, planlama, uygulama ve değerlendirmeden<br />

oluşan dört aşamalı bir süreç olduğunu hatırlarsak, bu alanların önemi ortaya çıkar. Bu<br />

kurumlar, küresel ve bölgesel düzeyde yoksulluğun nedenleri ve bu nedenlere ilişkin olarak<br />

sorunun çözümlenmesinde incelemeler yapabilir ve daha da önemlisi araştırmalarının<br />

sonuçlarını, karar oluşturma süreçlerine sokabilir. Halkla ilişkilerin birinci aşaması araştırma<br />

ve son aşaması da gene değerlendirme adını verdiğimiz araştırma sürecidir. Bu nedenle,<br />

yoksulluk sorununun çözümünde halkla ilişkilerin araştırma evresinin, sorunun henüz<br />

nedensel çerçevesinin çok da belirgin olarak çizilmediği şu aşamasında belirleyici olabileceğini<br />

söyleyebiliriz. Araştırma bölümü, özellikle yoksul olanların kendilerini nasıl tanımladıkları,<br />

çözümü için neleri kaynak olarak gördüklerinin tanımlanmasında ki bu tanımlar “subjektif<br />

yoksulluğun tanımı” (Aktan 2002) dır, önemlidir ve dışarıdan görülemeyen sorun alanlarının<br />

da yoksulluk çerçevesinin içine dahil edilmesine katkı sağlar.<br />

4. Kurumlar, konuya ilişkin olarak yeterli bir sosyal bilincin oluşturulmasında verdikleri<br />

mesajlarla etkilidirler. Halkla ilişkiler sürecinin ikinci aşaması olan uygulamada, mesajın nasıl<br />

bir konumda ve ne olarak verildiği önemlidir. Yoksulluğun ne olduğuna ve nasıl karşı<br />

koyulabileceğine ilişkin ilk mesajda, yoksulluğun yaşamın organik düzeyde sürdürülmesi ile<br />

giderilemeyeceğinin, eğitim, istihdam, kültürel ve toplumsal yaşama katılım gibi konuların<br />

temel insani ihtiyaçlar arasında olduğunun altı çizilmelidir. Bu mesaj, özellikle konuya ilişkin<br />

sosyal bilincin oluşturulmasında ve herkesin kendini yeniden tanımlamasında etkin<br />

olabilecektir. Evinde rahat bir yaşam süren, ancak sosyalleşmesine yetecek geliri olmayan<br />

kesimlerin yoksul grubuna girip girmediklerinin anlaşılması, hatta yoksulluğun bireysel değil<br />

kitlesel düzeyde yaşandığının farkına varılmasına yol açacak mesajların iletilmesi, konuya<br />

karşı toplumsal duyarlılığın oluşturulmasında etkin olacaktır.<br />

5. Halkla ilişkiler, toplumun bilgi toplumu haline dönüşmesini sağlayacak çabalarda<br />

bulunmalıdır. Ancak, verilerin sosyalleşme sürecine sokulamadığı, bilgi toplumu olmanın<br />

değil, işlevselleşmemiş veriler toplumu olmanın farkı hem bilinmeli, hem de halkla ilişkiler<br />

752


mesajları içerisinde yansıtılmalıdır. Böylece, aradaki farkın anlaşılması, sunulan şey ile onun<br />

arkasındaki süreçlerin aynı şey olmadığını görebilecek sosyal bilince sahip olmaya temel<br />

oluşturabilir.<br />

6. Halkla ilişkiler mesajlarını verirken hem bire-bir iletişim yöntemlerini kullanmakta hem de<br />

kitle iletişim araçlarına başvurmaktır. Temelde bilgilendirme yoluyla ikna etme yetisine sahip<br />

halkla ilişkiler, eğer yoksulluk sorunun kitlelerin sorunu olarak görüyorsak, kitle iletişim<br />

araçlarından kitlesel duyarlılık geliştirmek üzere yararlanmalıdır. Burada toplumun<br />

yoksulluğa karşı bir önem vermesini sağlayacak programları üretebilmeli ya da<br />

ürettirebilmelidir.<br />

7. Konuya yönelik olarak verilecek eğitimlerin yoksul olanlar, yoksullaşma sınırında olanlar,<br />

yoksul olmayanlar dışında bunun çözümünde faaliyet gösterecek kurumları da kapsaması<br />

gerekir. Yukarıda yapılan açıklamalara göre, bu anlamda en önemli kurumun devlet<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Küresel sermayenin gelişiminin bir sonucu olarak gördüğümüz<br />

yoksulluğa, , kırsal koşulların iyileştirilerek üretim süreçlerine sokulması gibi, bu sermayeye<br />

bağlı olmayacak şekilde geliştirilebilecek mekanizmalarla çözüm arayışlarının devlet<br />

tarafından da farkedilmesi gerekmektedir.. Kırsal koşulların üretim adına uzun dönemi<br />

hedefleyen bir iyileştirmeye yönelmesi ise, beraberinde göç olgusundan eğitsel alanda<br />

toplumsal cinsiyet ayrımına dayanan farklılıkların kaldırılmasına kadar, yoksulluğun arka<br />

planında yer alan bir dizi ardışık sorunu da gündeme getirecektir.<br />

Temel noktaları gözden kaçırmamak kaydıyla çözüm önerilerimizi çoğaltmak mümkün.<br />

Sonuç<br />

Sanayileşme öncesi toplumun yönetsel araçlarından biri olan propaganda, sanayileşme ile<br />

birlikte demokratik alt yapısının gelişimine koşut olarak yerini halkla ilişkilere bırakmıştır.<br />

Ancak ikisi arasında, anlamsal ve işlevsel farklar vardır ve bu farklar yoluyla, mevcut üretim<br />

mekanizmalarının işlerliğini sağlayacak siyasal sistemlerin meşru kılınması mümkün<br />

olmuştur. Küreselleşmenin gerektirdiği yapılanmalar ise ne demokrasinin ne de halkla<br />

ilişkilerin tanımında mevcut değildir. Bu durum, zorunlu olarak, bir dengenin kurulabilmesi<br />

için ya küreselleşmeye uygun mekanizmalara dönüşümünü ya da küreselleşmeye karşıt<br />

mekanizmaların üretilmesini gerekli kılar. Halkla ilişkiler, bu karşıt mekanizmaların<br />

üretilmesinde işlevselleştirilebilir. Ancak, bu defa halkla ilişkiler kendi yaşamsal çelişkisini<br />

beraberinde getirir. Bugünün ulus üstü sermayesine karşıt olmak, onu kapitalizmin aracı<br />

olmaktan alıkoyar, eğer küreselleşmeye paralel dönüşüm gösterirse bu kez de demokratik<br />

söylemini kaybeder. Gelinen nokta, halkla ilişkilerin kendini yeniden tanımlamasını zorunlu<br />

kılmaktadır.<br />

Kaynakça<br />

Adaman, Fikret (2004). “Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma”,<br />

http://tesev.org.tr 06.02.2004.<br />

Aktan, Can (2002). “Yoksullukla Mücadele Stratejileri”, http://canaktan.org 30.10.2003.<br />

Amin, Samir (2003). “World Poverty, Pauperization, & Capital Accumulation”, Monthly<br />

Review, Vol. 55: 1.<br />

Bauman, Zygmunt (1999). Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yımaz,<br />

Ayrıntı, İstanbul.<br />

Budd, John F. (2003). “Public Relations is the Architect of its Future: Counsel or Courtier?<br />

Pros Offer Opinions”, Public Relations Review, Volume: 29: 375-383.<br />

Cutlip, M. Scott, Allen H. Center, Glen M. Broom (1994). Effective Public Relations, New<br />

Jersey: Prentice-Hall Inc.<br />

753


Çoban, Tonguç (2001). “Şirketlerin Sosyal Sorumluluğu ve Çalışma Standartları”, Finansal<br />

Forum, Özel Ek, 27.08.2001.<br />

Işık, Oğuz ve Melih Pınarcıoğlu (2001). Nöbetleşe Yoksulluk, Sultanbeyli Örneği. İstanbul :<br />

İletişim Yayınları.<br />

İnsel, Ahmet (2001). “İki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, Sayı: 89: 62-72.<br />

Koray, Meryem (2001). “Ötekileşen Yoksulluk”, Toplum ve Bilim, Sayı: 89: 218-241.<br />

L’Etang, Jacquie ve Magda Pieczka (der.) (2002). Halkla İlişkilerde Eleştirel Yaklaşımlar,<br />

Çev. Gülcan Işık-Derya Tellan, Sema Yıldırım Becerikli-Ayşe Elif Emre Kaya-Serra<br />

Pehlivan, Ankara : Vadi Yayınları.<br />

Okay, Ayla ve Aydemir Okay (2002). Halkla İlişkiler Kavram Strateji ve Uygulamaları,<br />

İstanbul : Der Yayınları.<br />

Oskay, Ünsal (2004). “Anadolu Kültürüne Gösterilen İlgi Gelenek mi, Sömürü mü”,<br />

Varlık, Sayı: 1156: 4-5.<br />

Özdek, Yeşim (2004). “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları”,<br />

http://sendika.org 09.02.2004.<br />

Şenses, Fikret (2002). Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları.<br />

Tamer, Meral (2004). “Yoksul Kesimi Müşteri Olarak Görmek”, Milliyet, 29.01.2004.<br />

Traverse-Healy, Tim (1998). Altın Kitap-Sayı 6, Halkla İlişkiler ve Propaganda,<br />

Karşılaştırmalı Değerler, Çev. Nur Nirven-Ahmet Ünver, İstanbul: Rota,.<br />

Uysal, Birkan (1998). Siyaset Yönetim Halkla İlişkiler, Ankara: TODAİE Yayını.<br />

754

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!