07.04.2014 Views

imam mâturîdî'nin - Yeni Ümit

imam mâturîdî'nin - Yeni Ümit

imam mâturîdî'nin - Yeni Ümit

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 23 SAYI: 90 EKİM - KASIM - ARALIK 2010 / 106702 - 2010/4<br />

www.yeniumit.com.tr<br />

FİYATI: 5.00 TL<br />

Dünyamızda yer yer hâlâ ürperten bir hazan,<br />

Her yanda âhlar, efgânlar, insanlık perişan;<br />

Ama Hak inâyetinin olduğu da ayan,<br />

Kim bilir neye gebe önümüzdeki zaman?!.<br />

•<br />

İslâm Dünyası<br />

İmam Mâturîdî'nin Te'vilatü'l-Kur'ân Tefsiri<br />

Bir Mü'min Şiarı İffet<br />

Kur'ân'da Fâsıla Uyumu<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Bilinmeyen Bir Yönü:<br />

Ders ve Tedris Metodu - 2


YENi ÜMiT<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

İslâm Dünyası<br />

İslâm dünyası, var olduğu günden bu<br />

yana, tarihin hemen hiçbir döneminde,<br />

şu andaki hâl-i pürmelâli ölçüsünde<br />

bir tali’sizlik yaşamamış ve bilebildiğim<br />

kadarıyla, bu seviyede asla ufkunun gerisinde<br />

de kalmamıştır. Bundan daha kötüsü de o, bugün bulunması<br />

gerekli olan nokta ile durduğu meş’um yer arasındaki<br />

mesafeyi görüp değerlendirebilecek durumda dahi değil. O,<br />

her şeye rağmen olabildiğine rahat; ne dert ne fikir sancısı<br />

ne yapıcı bir düşünce ne niyet ne de gönülden kopan bir<br />

heyecana sahip; aksine ufku bir sis gibi gamsızlıkla muhât;<br />

yaşama azmi kendi vicdanının darlığı içinde.. ve yarınlar adına<br />

-cismanî arzuları müstesna- ne bir emeli var ne de endişesi;<br />

kimi yerde cebbârlara kavaslık yapıyor; kimi yerde modern<br />

bir dilenci; kimi yerde fakr u zaruret pençesinde kıvrım kıvrım;<br />

kimi yerde de cehalet ve bağnazlıkla sürüm sürüm...<br />

İslâm dini, müntesiplerine, faziletli olmayı, onurlu yaşamayı,<br />

ilme açık durmayı, varlığı güzel okumayı, kâinat ve<br />

eşyayı didik didik etmeyi, teşriî emirler gibi tekvînî esasları<br />

da en mükemmel şekilde yorumlayıp değerlendirmeyi emrediyormuş,<br />

onun umurunda bile değil; birkaç umurunda<br />

olan varsa da, onlar da ağızlarında fermuar, dinlenilmeme<br />

mahkûmu. Ayrıca bu dünyada, başka toplumlardan tevârüs<br />

edilen sefâhet en mergup bir meta ve teknolojik imkânlar<br />

onu terviç etme seferberliği içinde. Şaşkınlık yaşıyor başıboş<br />

kitleler, uyuşturucu ve fuhuş ağında bütün genç nesiller; çürüyüp<br />

gidiyorlar “Gönlümce yaşayacağım.” hülyalarıyla.<br />

İnsan, İslâmî dinamiklerin güç ve zenginliğine bakınca,<br />

her yanıyla mamur iller, cennetlerin izdüşümü kentler,<br />

firdevsleri andıran köyler-kasabalar, mutlu ve ümitli insanlar,<br />

hakikat aşkıyla gerilmiş araştırmacı ruhlar, ilim sevdasıyla kitaplar<br />

ve lâboratuvarlar arasında gelip giden leylîler-nehârîler,


çalışma yolunda uykusunu dakikalara düşüren seherîler ve<br />

Hakk’a adanmış ruhlar görmek istiyor... ama ne acıdır ki,<br />

görülen şeyler, görülmesi arzu edilenlerin tam aksine. Şimdilerde,<br />

bu koskoca coğrafyada, ne bir zamanlar cihanı baştan<br />

başa imar eden o ruh ve mânâ mimarlarına denk birkaç düzine<br />

entelektüel ne de yıkık-dökük yanlarımızı tamir edecek<br />

birkaç çırak göstermek bile mümkün değil…<br />

Oysaki bu dinin mensuplarının, dünyada herkesten bahtiyar;<br />

öbür âlem itibarıyla da her zaman ümitvâr; her meselede<br />

topyekün dünyanın önünde; imanı, azmi, kararlılığı ve<br />

yarınlar adına orijinal projeleriyle âleme rehberlik yapacak ve<br />

günümüzün problemlerini çözecek bir konumda ve kıvamda<br />

olmaları beklenirdi. Doğrusu biz de, ilim ve mârifetin<br />

onun ikliminde aranmasını, güzel ahlâk ve evrensel insanî<br />

değerler mevzuunda da onun örnek alınmasını beklerdik..!<br />

Beklerdik ki, adalet, hukukun üstünlüğü, inanç ve düşünce<br />

hürriyeti telaffuz edildiğinde herkesin hayalinde bu dünya<br />

tüllensin; ama, ya şimdi öyle mi? Hayır, ne gezer! Bugünün<br />

mü’minlerinde iman değişik arızalarla delik deşik; azmin<br />

boynunda kement, iradenin kolu kanadı kırık; ilim ve<br />

mârifet ideolojilere emanet; güzel ahlâk ve seciyeden sık sık<br />

söz edilse de, realiteler “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”<br />

diye haykırıyor; adalet peylenebilen meta gibi bir şey; hukuk<br />

kaba kuvvetin vesâyetinde ve gücü zayıfları ezmeye yeten bir<br />

tahakküm ve tasallut vasıtası; hürriyet, kardeşlik, eşitlik henüz<br />

görebilme bahtiyarlığına eremediğimiz çeyrek düzine meçhul.<br />

İnsana, insanî değerlere saygı, konferansların, panellerin<br />

bir türlü gün yüzü görmeyen yaldızlı konuları.<br />

Bütün bunların yanında, bu koca coğrafyanın, ilimde, teknolojide,<br />

sanatta, ticarette gerilerin gerisinde bulunduğu da ayrı bir<br />

gerçek. Dünyadaki itibarımız da onun gibi bir şey.. bunca olumsuzluklara<br />

rağmen bari birbirimizle barışık olsaydık; heyhât! Günümüzde<br />

bu koca dünya, hiçbir kimsenin üretimde rekabet edemeyeceği<br />

tuhaf şeyler üretiyor: Kin, nefret, iğbirar, birbirini karalama ve bütün<br />

plânlarını düşmanlık üzerine kurma; her millet kendi içinde de böyle,<br />

birbirleri arasında da. Evet, yıllar var ki, sürekli kendi içimizde<br />

hep hasım cepheler oluşturduk; sun’î düşmanlıklar, sun’î tehlikeler<br />

icat ettik; yığınları birbirinin kurdu hâline getirdik ve bir zamanların<br />

o mübarek coğrafyasını âdeta gulyabaniler vadisine çevirdik.<br />

Yüce dinimiz, dünya ve ahiret saadeti vaad ediyormuş; bize<br />

yüksek insanî ufuklar gösteriyormuş; hayatımızı anlamlaştırıyormuş..<br />

bunların hiçbiri kendilerine has o büyüleyici tesirleriyle bu<br />

dünya insanına bir şeyler ifade etmiyor veya ettiğini ben göremiyorum;<br />

görüp bildiğim bir şey varsa, o da, inananların zaafı,<br />

vefasızlığı ve mülhitlerin de korkunç husumeti.. öyle ki, din<br />

adına bir faaliyette bulunsanız, daha ilk adımda ilhadı karşınızda<br />

bulursunuz; ikinci adımda inançlarınız, ümitleriniz ve metafizik<br />

mülâhazalarınızdan ötürü alay konusu olursunuz, en azından<br />

densiz bazı çevrelerin levmine uğrarsınız; diyalog, hoşgörü ve herkesle<br />

kucaklaşma dediğinizde, farklı bir kesimce yaylım ateşine tutulur<br />

ve günümüzün Haricîleri diyebileceğimiz kimselerden tehditler<br />

alırsınız; dininizi tam yaşamaya kalksanız, bugüne kadar müspet<br />

ne tür bir başarı ortaya koydukları belli olmayan bazı güçlerin taarruzuna<br />

maruz kalırsınız; kalır da elli türlü komplo ile karşılaşırsınız..<br />

bütün bunların yanında dine-diyanete sövüp sayanların, geçmişinizi<br />

karalayanların, millî değerlerinizi hiçe sayanların, atalarınıza<br />

hakaret yağdıranların o hiç dinmeyen densizlikleri de kan olur, irin<br />

olur içinize akar ve size hicran dolu anlar yaşatır.<br />

Bütün bu olup bitenler karşısında, kim bilir niceleri, “Artık<br />

bu dünyadan hayır gelmez, gelecek bundan daha kötü<br />

olacaktır!” diyerek gidip yeis bataklığına gömülür; niceleri<br />

yaşama ümidini yitirir ve kendini bütün bütün salıverir..!<br />

Aslında iman ve ümitle beslenmeyen bir ruh için bu durum<br />

normal de sayılabilir; evet, eğer bugün yapılan şeyler yarın bir<br />

bir yıkılacaksa, insanlığa hizmet eden hasbîler birer eşkıya gibi<br />

takibe maruz kalacaksa; herkes kendi heva ve hevesine göre<br />

bir dünya kurmaya kalkacaksa, bunları yaparken de kendi<br />

kriterlerine göre ters gördüğü her şeyi yerle bir edecekse –ki bir<br />

iki asırdan beri bu tali’siz coğrafyada işler hep böyle cereyan<br />

etmektedir– ne kimsede ümit kalır ne de azim ve irade.<br />

Gariptir, bu tali’i karartılmış dünyada, din, diyanet,<br />

ahlâk ve fazilet adına ortaya konan her olumlu hizmeti kuşkuyla<br />

karşılayan, bu yolda faaliyet gösterenleri suçlu gibi fişleyen<br />

ve herkesi şakî gören bir kısım tiran bozmaları ve onların<br />

şakşakçıları, nedense, bir türlü bu koca dünyanın yürekler<br />

acısı durumunu görmemekte veya görmezlikten gelmekte.<br />

Oysaki, bu coğrafyada ürperten bir durgunluk var; asırlardır<br />

dimağlar bir şey üretmiyor; güç kaynakları muattal.. her taraf<br />

harabe ve baykuşlara bayram.. dahası, sanki bu koca dünya,<br />

işsizlerin, güçsüzlerin içinde barındığı ufûnetli bir han..!<br />

Şimdi arzu ederseniz, benim ifadelerime muvakkaten bir<br />

nokta koyarak İslâm dünyasının o yüreklere oturan ahvâl-i<br />

pürmelâlini merhum Âkif’in her zaman vicdanlarda ürperti<br />

hâsıl eden o içli mısralarına bırakalım:<br />

3


Musallat, hiç göz açtırmaz da... kanlı kâbusu,<br />

Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, pazusu.<br />

“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar; gördüğüm: Yer yer<br />

Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler;<br />

Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;<br />

Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;<br />

Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;<br />

Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;<br />

Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;<br />

Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;<br />

.....................................<br />

Cemaatsiz <strong>imam</strong>lar, kirli yüzler, secdesiz başlar;<br />

“Gazâ” namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;<br />

Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;<br />

Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar;<br />

Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;<br />

Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.<br />

.....................................<br />

Derinlerden gelir feryadı yüzbinlerce âlâmın;<br />

Ufuklar bir kızıl çember bükük boynunda İslâm’ın.<br />

.....................................<br />

İlâhî! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi?<br />

Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi,<br />

Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyetin yurdu;<br />

Bu kumlardan mı, Allah’ım, nebîler fışkırıp durdu?...<br />

Vâkıa, hâlâ bu mağmumlar dünyasında azmini, ümidini<br />

koruyanlar da eksik değil; bugün hemen her yerde hakikat<br />

âşığı, ilim sevdalısı, hizmet eri ve mefkûre nesli diyeceğimiz bir<br />

hayli insan var. Ama ne acıdır ki, bunların da sesleri hareketlerinin<br />

önünde ve faaliyetleri gürültülerinin çok gerisinde. Bağıraçağıra<br />

yürüdüklerinden bazen hayırdan daha çok şerre sebebiyet<br />

veriyor; vehimle oturup kalkanları evhamlandırıyor, ilhada<br />

kilitlenmiş ruhları endişelendiriyor ve oldu-bitti İslâm’dan nefret<br />

edenleri tahrik etmiş oluyorlar. Derken, her yanda anlamlıanlamsız<br />

bir kısım sesler yükselmeye başlıyor; homurdanmaları<br />

homurdanmalar takip ediyor; zaman geliyor, yabancı servisler<br />

ve değişik lejyonlar harekete geçiriliyor, neticede o güne kadar<br />

yapılan her şey yıkılıyor; yollar tutuluyor, köprüler tahrip ediliyor;<br />

her şeyde bir kere daha gerisin geriye dönülüyor ve yapılan<br />

onca iş ve hizmet bir kin, bir nefret, bir gözü dönmüşlük<br />

tuğyanıyla hebâ olup gidiyor.. şimdiye kadar hep böyle oldu;<br />

aynı toplum içinde çeşitli kamplar oluştu.. kamplar arasında<br />

atışmalar-tartışmalar yaşandı.. zaman geldi, söz düelloları kaba<br />

kuvvet vuruşmalarına dönüştü ve derken ak-kara bütün bütün<br />

birbirine karıştı.<br />

Oysaki İslâm’ın temelinde akıl, mârifet ve hikmet önemli<br />

birer yer işgal eder. Tefekkür, tedebbür, istidlâl, içtihat İslâm<br />

toplumları için olmazsa olmaz esaslardandır. Cenâb-ı Peygamber<br />

(aleyhi ekmelüttehâyâ) ümmetini Kur’ân vesâyetinde aklın<br />

ve muhakemenin rehberliğine çağırır ve “İnsanın kıvamı,<br />

tamamiyeti aklıyladır; akılsızın dini de yoktur.” 1 buyurarak<br />

bize her işimizde aklî ve mantıkî davranmayı salıklar. Zaten O,<br />

her zaman ilmin yanında olmuş, ulemâyı tebcil etmiş –yerinde<br />

açılabilir– ve dünyada ilk defa, kadın-erkek ilmin herkese farz olduğunu<br />

söylemiştir. “Hikmet Müslümanın yitirilmiş malıdır,<br />

nerede bulursa alsın.” 2 yiyen de O’dur.<br />

Ama ne gariptir ki, O, ümmetine yüzlerce âyet ve hadîsle<br />

ilmi, hikmeti emredip ısrarla üzerinde durduğu hâlde, birkaç<br />

asırdan beri Müslümanlar bunu bir türlü anlayamadı;<br />

ilme, mârifete ve sanata karşı hep kapalı kaldılar; kapalı kalmanın<br />

da ötesinde, düşünce ve araştırma itibarıyla öylesine<br />

kısırlaştı, durgunlaştı ve kendilerini saldılar ki, gün geldi<br />

başkalarının vesâyetine girme bile onları uyarmadı –bugün<br />

dünyanın hâlihazırdaki durumu vesâyet sayılır– uyanıp<br />

göremediler çevrelerinde olup biteni. Yok haberi çoklarının<br />

hakikatten, hakikat aşkından, araştırma sevdasından.<br />

Ben, bu dünyada ilimde, teknolojide başkalarına bağımlı<br />

yaşamadan hicap duyan birine rastlamadım. Varsa birkaç<br />

insan, onlar da seslerini duyurabilme konumunda değiller.<br />

Allah’a kulluğumuz, iman konusundaki samimiyetimiz ise<br />

diğer olumsuz yanlarımızın tam dengi. İbadetlerimize gelince,<br />

onlar da büyük ölçüde kültürel faaliyetlerimiz türünden<br />

folklor gibi bir şey veya geleneklerimizden bir gelenek.<br />

Bari geleneklerimize saygılı olabilseydik; ne gezer, onlar da<br />

zamana emanet...<br />

Vaziyet böyle olunca, bu dünyada ne İslâm’ın özünden<br />

ne teşriî emirlerin doğru kavranmasından ne de tekvînî<br />

esasların iyi okunup iyi yorumlanmasından kat’iyen bahsedilemez.<br />

Bu itibarla, içinde bazı Müslüman kümelerin bulunduğu,<br />

rengi, deseni bozulmuş, şivesi anlaşılmaz hâle gelmiş<br />

bu karanlık coğrafyada, bizim başka bir şeye değil, yeniden<br />

hakikat aşkının, ilim ve araştırma aşkının uyarılmasına, dinin<br />

vicdanlara bir kere daha kendi orijiniyle duyurulmasına ihtiyacımız<br />

var. Bu dünyayı, şu anda içine düştüğü o korkunç<br />

gayyadan ancak, kendi terbiye sistemimizle yetişmiş zinde dimağlar,<br />

aynı iman ve aynı gayeyi paylaşan Hakk’a adanmış<br />

ruhlar; garazsız-ivazsız “hizmet” deyip koşan irade erleri ve her<br />

türlü gâileyi aşmaya kararlı ilim, mârifet ve azim kahramanları<br />

kurtarabilirler; maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî beklentisi<br />

olmayan, ilim, mârifet ve azim kahramanları. Bugüne kadar<br />

hep onların geleceği ümidiyle yaşadık; sonsuza dek de öyle<br />

yaşama niyetindeyiz.<br />

Dinotlar<br />

1. Deylemî, el-Firdevs 3/217; Münâvî, Feyzü’l-kadir 4/528<br />

2. Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, zühd 15.<br />

4


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM *<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Bu makalemizde İmam el-Mâturîdî’nin hayatını,<br />

eserlerini, hususen en büyük eseri olan Te’vîlâtü’l-<br />

Kur’ân’ı ve onun kaynaklarını, bu tefsirdeki metodunu<br />

ve tefsirinden bazı numuneler sunacağız.<br />

el-Mâturîdî (ö. 333/944) İslâm dünyasında meşhur<br />

ve yüksek mevki sahibi bir âlimdir. Fakat Ehl-i Sünnet’in<br />

iki meşhur akaid <strong>imam</strong>ından biri olan el-Mâturîdî, öteki<br />

<strong>imam</strong> Ebu’l-Hasan el-Eş’arî kadar tanınmamıştır. Onun;<br />

hilâfet merkezi Bağdad’a uzak olması, tâbi olduğu Ebu<br />

Hanife’nin gölgesinde kalması, Arap olmaması... gibi<br />

sebepler bunda rol oynamış olabilir. Keza Eş’arî fikrini<br />

benimseyip geliştiren el-Bakillânî, el-Cüveynî, el-Gazzâlî,<br />

er-Râzî… gibi birçok büyük âlim bu mezhebi yaymakta<br />

mühim gayretler sarfetmişler iken, Mâturîdî’nin adından<br />

bahseden bu çapta âlimler olmamıştır. 1<br />

Gariptir ki Mâturîdî, Te’vilâtü’l-Kur’ân gibi dirayet tefsirinin<br />

ilk ve tam örneklerinden bir eser sahibi olmasına<br />

rağmen, es-Suyutî (Tabakâtü’l-Müfessirîn), M. Hüseyin<br />

ez-Zehebî (et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn) gibi tefsir tarihine<br />

dair en meşhur eserler el-Mâturîdî’ye yer ayırmazlar. Hanefi<br />

mezhebinden olan müellifler bile hayatı ve tefsiri hakkında<br />

fazla bilgi vermezler. Sadece onun, Ehl-i Sünnet akidesini<br />

savunduğundan, hoca ve talebelerinden bahsederler.<br />

Onun ölüm tarihinin 333 olduğunda ittifak var ise de doğum<br />

tarihi hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak 248’de vefat<br />

eden hocası Muhammed İbn Mukâtil er-Râzî’ye talebelik<br />

ettiği malum olduğuna göre, ömrünün 100 sene kadar olduğu<br />

tahmin edilebilir. 2<br />

el-Mâturîdî, Semerkand şehrindeki Hanefi âlimlerin<br />

oluşturduğu ortamda yetişmiştir. Matûridiyye mezhebindeki<br />

karakteristik özelliklerin bir kısmının, el-Mâturîdî’den<br />

iki nesil önce kabul edildiği görülmektedir. Mâturîdiyye<br />

mektebinin tarihi hakkında yazan Ebü’l-Muîn en-Nesefî<br />

bunu belirtmektedir. Mâturîdiyye, kendisini esas itibariyle<br />

“Ebu Hanife’nin akaidi” olarak sunmuştur. 3 En önemli<br />

hocaları Ebu Nasr Ahmed el-Eyâdî (ölüm tarihi meçhul),<br />

Ebu Bekr Ahmed el-Cuzcânî (ölüm tarihi meçhul), Muhammed<br />

İbn Mukatil er-Râzî (ö. 248) ve Nusayr İbn<br />

Yahya el-Belhî (ö. 268). el-Mâturîdî, icazet senedindeki<br />

bu isimlerle Ebu Hanife’ye ulaşmaktadır. el-Mâturîdî’nin<br />

ve hocalarının Ebu Hanife ile olan münasebetlerinin derecesini<br />

anlamak için, Ebu Hanife’nin el-Fıkhu’l-Ekber,<br />

el-Fıkhu’l-Absat, el-Âlim ve’l-Müteallim… gibi eserlerine<br />

İMAM . MÂTURÎDÎ’NİN. .<br />

TE’VILATÜ’L-KUR’ÂN TEFSIRI<br />

bakmak kâfi gelir. Onun en meşhur öğrencileri ise şunlardır:<br />

Aliyy İbn Said er-Rustuğfenî (ö. 345-956), İshak İbn<br />

Muhammed es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebu Muhammed<br />

Abdulkerim el-Bezdevî (ö. 390/1000) ve Ebu’l-Leys<br />

es-Semerkandî (ö. 383/983). Bunlar üstadlarının kelâm<br />

ilmi hakkındaki görüşlerini nakledip geliştirmişlerdir. Fakat<br />

onun akaid hakkındaki fikirlerini en çok geliştiren âlim<br />

Fahrü’l-İslâm el-Bezdevî (ö. 482/1089) olmuştur. Ayrıca<br />

bu hususta Sadru’l-İslâm el-Bezdevî (ö. 493/1099), Ebü’l-<br />

Muîn en-Nesefî (ö. 508/1114), Necmüddin en-Nesefî (ö.<br />

537/1142), Alâuddin es-Semerkandî (ö. 540/1145)…<br />

gibi âlimleri de zikretmek gerekir. el-Mâturîdî, ilmî çevresi<br />

ile beraber Maverâünnehir bölgesine damgasını vurmuş,<br />

birçok itikadî ve fikrî sapmaların yaşandığı bir dönemde<br />

İslâm düşüncesinin istikrara kavuşmasında ve Asya’da<br />

İslâm’ın yayılmasında büyük katkı sağlamıştır. Akıl ve<br />

nakli belli bir sistematiğe göre uzlaştırmış, Kur’ân’ın durgun,<br />

câmid bir mesaj olmayıp, zaman ile beraber yürüyen,<br />

mü’minlerle tecâvüb içinde olarak insanlığın problemlerine<br />

çözüm sağlayan ilâhî bir mesaj olduğunu gösteren bir<br />

çığır açmıştır.<br />

Eserleri<br />

el-Mâturîdi’nin Kelâm ilmine dair en mühim eseri<br />

Kitabü’t-Tevhid’tir. Bu kitap ilk olarak F. Huleyf tarafından<br />

1970’te Beyrut’ta yayımlanmıştır. Daha güzel bir neşri ise<br />

Bekir Topaloğlu ve Muhammed Arûçî tarafından 2003<br />

yılında Ankara’da yapılmıştır. Bu eseri Bekir Topaloğlu<br />

Türkçeye de çevirmiştir (Ankara 2002). Kelâma dair Kitabü<br />

Beyâni vehmi’l-Mu’tezile, er-Reddu ala’l-Karâmita…<br />

gibi küçük hacimli dokuz eseri vardır. Usul-i Fıkha dair<br />

Me’hazü eş-Şerâi‘ Fî usuli’l-Fıkhi, Kitabü’l-Cedel Fî<br />

Usuli’l-Fıkh adlı eserleri bulunmaktadır. En büyük eseri<br />

ise Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dır. 4<br />

Te’vilâtü’l-Kur’ân: Bu eser hakkında Te’vîlâtü Ehli’s-<br />

Sünne, Te’vîlâtü’l-Kur’ân gibi adlandırmalar vardır. İsim,<br />

müellife ait olmayabilir. Fakat el-Mâturîdî’nin “Tefsir” yerine<br />

“Te’vîl” kelimesini tercih ettiği kesin sayılabilir. Ebu<br />

Mansur, Kur’ân tefsirindeki bütün maharetini bu eserinde<br />

ortaya koymuş ve İbn Ebi Hâtim, et-Taberî, İbnü’l-Münzir<br />

gibi rivayet tefsirlerinden sonra dirayet tefsirinin ilk örneklerinden<br />

biri olmuş ve ez-Zamahşeri, Fahruddin er-Râzî<br />

gibi müfessirler, büyük ihtimalle ondan yararlanmışlardır.<br />

Metinde bazan قال الشيخ ve قال أبو منصور gibi ibareler<br />

bazı kimselerin “Bu eser Ebu Mansur’un olmayıp, talebe-<br />

5


leri tarafından yazılmıştır.” demelerine yol açmıştır. Fakat<br />

onun imlâ sureti ile yazdırmış olması, eserin kendisine nisbetine<br />

gölge düşüremez. Kendisi hakkında yazan bütün<br />

tercüme-i hâl sahipleri, bu kitabın el-Mâturîdî’ye ait olduğunda<br />

ittifak etmişlerdir. Ekserisi İstanbul kütüphanelerinde<br />

olmak üzere 40 kadar yazma nüshası bilinmektedir. 5<br />

İlki 1971’de Kahire’de İbrahim ve Seyyid Avadeyn,<br />

ikincisi 1983’te Bağdat’ta Muhammed Müstefîzu’r-<br />

Rahmân tarafından tahkikli neşirleri yapılmış, 1995’te<br />

Fâtıma Yusuf el-Humeynî beş cilt hâlinde tahkikli bir şekilde<br />

yayımlamıştır. Daha güzel tahkikli bir neşir ise Ahmed<br />

Vanlıoğlu tarafından İstanbul’da 2005’te başlatılmış olup,<br />

devam etmektedir. Rağıp İmamoğlu ve Hanefi Özcan bu<br />

eser hakkında doktora çalışmaları yapmışlardır. 14.3.1986<br />

tarihinde Kayseri’de “Ebu Mansur Semerkandî-Mâturîdî<br />

Kongresi” düzenlenmiş olup, bu tebliğler 1995 yılında<br />

basılmıştır.<br />

Te’vilâtü’l-Kur’ân’ın Kaynakları: Dile dair kaynakları:<br />

el-Halil, Sibeveyhi, el-Ferrâ, Ebu Ubeyde, İbn Kuteybe<br />

başta gelen kaynaklarını teşkil ederler. Tefsir alanında ise:<br />

Hz. Peygamber Aleyhisselâtu Vesselâm’dan nakledilen rivayetler,<br />

sahabeden dört halife, İbn Abbas, İbn Mes’ud,<br />

İbn Ömer, Âişe, Ebu Musa el-Eş’arî, Ebu’d-Derdâ (radiyallahu<br />

anhüm), tâbiûndan Hasan el-Basrî, Katâde, İkrime,<br />

Dahhâk, Atâ, Alkame, en-Nehaî, Mücâhid, Said İbn<br />

Cübeyr rivayette bulunduğu zevatın başında gelirler. Daha<br />

sonraki müfessirlerden Ebu Bekr el-Asamm, Mukatil İbn<br />

Süleyman, Mukatil İbn Hayyân, İbn İshak, el-Kelbî en<br />

çok naklettiği âlimler olmuşlardır. Velhâsıl el-Mâturîdî bu<br />

eserinde doksan kadar sahabi ve tâbiinin görüşlerine yer<br />

vermiştir. 6<br />

Hadîslere gelince, ekseriya senedsiz olarak ilk ravisine<br />

nisbet ederek nakleder. En çok rivayet ettiği sahabiler<br />

Ebu Hüreyre, Enes İbn Mâlik, Âişe, Ali, İbn Abbas, İbn<br />

Mes’ud, İbn Ömer, Câbir İbn Abdullah (radiyallahu anhüm)<br />

olmuştur.<br />

Fıkıh alanında Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed<br />

eş-Şeybânî, eş-Şâfii, el-Evzâî, Züfer, Süfyân es-Sevrî, Malik<br />

İbn Enes, Davud ez-Zâhirî… en çok zikrettiği âlimlerdir.<br />

Kelâm sahasında şahıslardan çok görüşlere işaret eder.<br />

nis- gibi. Adı قال أهل الكالم , قال المعتزلة , قال الجهمية<br />

beten çok geçen kelâmcılar: er-Râvendî, Bişr el-Merisî,<br />

Ebü’l-Huzeyl el-Allâf, el-Ka’bî, Hüseyn en-Neccâr ve Ebu<br />

Ali el-Cubbâî’dir.<br />

Görüşlerini naklettiği âlimlerin isimlerini yazmakla<br />

beraber, nakilde bulunduğu kitap isimlerini zikretmemiştir.<br />

Buharî, Müslim gibi en meşhur hadîs eserlerine atıfta<br />

bulunmaz. Raviler hakkında cerh ve tadil yapmaz. Değerlendirmelerini,<br />

delil olarak getirdiği haberin bizzat kendisi<br />

üzerinden yapar. et-Taberî’nin Câmiü’l-Beyan adlı önemli<br />

ve hacimli kaynağına hiç atıfta bulunmaması dikkati çeker.<br />

Kütüb-i Sitte ve diğer hadîs kitaplarında bulunan hadîsleri<br />

naklettiği gibi, onlarda bulunduğu hâlde kendisinin ulaşamadığı<br />

hadîsler de yer almaktadır. Meşhur bir kaynakta<br />

bulunan hadîslerden de intikâda tâbi uttuğu rivayetler vardır.<br />

Bazen İsrailiyat’a yer verdiği de görülür. Zaman zaman<br />

nakilden sonra aklî muhakeme ile değerlendirmeler yapar.<br />

Meselâ “Rakîm” hakkında vârid olan rivayetten sonra<br />

“bunu bilmekte bir fayda yoktur” demiştir. 7<br />

Tefsir Metodu ve Tefsirinden Numuneler<br />

Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da Kur’ân’ı Kur’ânla tefsir bariz bir<br />

hususiyet olarak kendini gösterir. Meselâ İsrâ/45 âyetini,<br />

A’râf/146, En’âm/25, İsrâ/46, Kehf/57, Fussilet/5 ve<br />

Bakara/88 âyetleri ile tefsir eder. Neticede şöyle der: “İşaret<br />

edilen âyetlerde geçen hicab, ğilaf, ekinne (örtüler, perdeler)<br />

onların, gerçeği bile bile inkârlarına verilen bir cezadır.<br />

Zîrâ onlar inkârlarını artırdıkça kalblerinin karanlığı ve<br />

körlüğü arttı. Nitekim Saf 61/5; Tevbe 9/127; Mutaffifin<br />

83/14 gibi âyetlerde, onların sapmayı seçmeleri sebebiyle<br />

Allah’ın da onların kalblerini saptırdığı bildirilmektedir.”<br />

Âyetin tefsirine dair hadislere de yer verir. Meselâ<br />

Bakara/286 tefsirinde: “Çünkü Hz. Peygamber bizim,<br />

hata ve unutma sebebiyle sorumlu tutulmayacağımızı ve<br />

Allah’ın bu âyette bildirdiği vaadinden caymayacağını bildirmiştir.”<br />

diyerek, hadîse müracaat eder. Tefsirinde delil<br />

arar: Meselâ Kâf/14 âyetinde geçen Tubba’ ( تبهّع ) hakkında:<br />

“Onun kim olduğu hakkında bazı Ehl-i Te’vilin yaptığı<br />

gibi biz onun tefsirine ihtiyaç duymayız. Çünkü onun kim<br />

olduğu Kur’ân’da zikredilmedi, hakkında mütevatir bir<br />

hadîs de sabit olmadı.” der. 8<br />

Müfredatın lisandaki mânâlarına ve kullanılışlarına<br />

ehemmiyet verir ve tefsirde bunları gözetir. Nitekim daha<br />

önce lisan konusunda müracaat ettiği geniş kaynaklarını<br />

arz etmiştik. Kur’ân-ı Kerîm’de mecazî mânâların sayılamayacak<br />

kadar yerde kullanıldığını tasrih eder. 9 Fakat<br />

bunu bazen “temsil”, bazen “remz” 10 olarak ifade eder.<br />

تسمية الشيء باسم Bazen “kinaye” tabirini kullanır. 11 Bazen<br />

tarzında ifade eder. 12 Meselâ, Mesed Sûresi’nde geçen سببه<br />

“Ebu Leheb’in elleri kurusun!” tabirinden hakiki mânâ<br />

gibi mecazî mânânın da kasd edilebileceğini, dolayısıyla<br />

onun yaptığı işlerin boşa gittiği anlamına da gelebileceğini<br />

ifade eder. Başka bazı numuneler için A’râf/8-9 âyetinde<br />

amellerin tartılması konusu ile Allah Teâla’nın Cehenneme<br />

hitabı hakkında Kâf/30 âyetinin tefsirine bakılabilir.<br />

Esbâb-ı nüzûle, sahabe ve tabiûn akvâline, kıssalara<br />

yer verir. Müşkilü’l-Kur’ân sahasına temas eder. Meselâ<br />

6


Hicr/26 tefsirinde insanın yaradılışının “Hamain Mesnûn”<br />

(Hicr/15), “Turâb” (Âl-i İmrân/59), “Tînin Lâzib” (Sâffât<br />

/11), “Salsâl” (Rahmân/14), gibi farklı maddelerden olduğuna<br />

dair âyetleri nakleder. Ama bunun gerçek bir<br />

müşkil teşkil etmediğini, bunların ihtilâf-ı ahvâl (insanın<br />

yaratılışında farklı merhalelere işaret) kabilinden olduğunu<br />

söyler. 13<br />

Hurûf-u Mukattaa hakkında kapsamlı bir değerlendirme<br />

yapar. Meselâ el-Bakara/1 âyetinin tefsirinde bunların<br />

kasem veya sûrenin ismi veya dikkati çekecek bedî ve garip<br />

bir vesile veya hisâb-ı cümmel ile ümmet-i Muhammed’in<br />

ömür müddetine işaret veya kulları imtihan vesilesi gibi<br />

ihtimaller üzerinde durarak yorumlar. Diğer tefsirlerde<br />

görmediğim şu izahı da yapması onun orijinal bir yönünü<br />

teşkil eder: ويجوز أن يكون على التشبيب Görüldüğü gibi,<br />

böylece bu harflerin teşbib, sûreye giriş mahiyetinde olduğu<br />

ihtimali üzerinde durur. 14 Edebiyatta kasidenin giriş<br />

kısmına teşbib denildiği malumdur.<br />

el-Mâturîdî, fıkha taalluk eden âyetlerin tefsirine de girer.<br />

Fıkhî mevzularda çokça Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed<br />

eş-Şeybâni, eş-Şâfii ve daha az olarak Züfer ve<br />

el-Evzâî gibi müctehidlerin görüşlerini zikreder. Bilhassa<br />

eş-Şâfiî’yi eleştirir. Fakihlerin ihtilaf ettikleri konularda zaman<br />

zaman tercihini belirtir. Meselâ Bakara/238 âyetinde<br />

geçen “es-Salatu’l-Vustâ”nın “mağrib namazı” olduğunu<br />

tercih eder. el-Vâkıa/79 âyetinde geçen “el-Mutahharûn”u<br />

kendi mezhebindeki müctehidlere muhalif olarak “melekler”<br />

olarak yorumlar ve abdest ile irtibatlandırmaz. Tenkitlerinde<br />

aşırı gitmez. Hattâ bazen başka görüşlerin doğru<br />

olma ihtimalini de ifade eder. “İctihad” tabirini kullanarak<br />

bunu teşvik eder ve şer’î delillerden sayar. 15<br />

Müteşabih âyetlerin tefsirini de ele alır. Meselâ Tâhâ/5<br />

âyetinde الرَّحْ‏ مَ‏ نُ‏ عَ‏ لَى الْعَرْشِ‏ اسْ‏ تَوَى açık bir te’vil yapmamakla<br />

beraber, Cenâb-ı Allah’ın yüceliğini maddî bir yükseklikten<br />

ziyade mânevî yücelik şeklinde anlayarak azamet,<br />

kudret ve hâkimiyet kastedildiğini ifade eder. Aynı mealdeki<br />

âyeti bir başka yerde tefsir ederken kullandığı şu ibare<br />

oldukça orijinaldir:<br />

“Allah’ın arşa istivası” hakkında birçok teviller zikrettik.<br />

Fakat şimdi daha önce bildirmediğimiz bir tevile yer<br />

vereceğiz ki kanaatimizce isabetli olma ihtimali en yüksek<br />

bir yorumdur. Zîrâ Furkân 25/59’da şöyle buyrulmaktadır:<br />

“Sonra da Arşa istiva etti. O, Rahman’dır, sen O’nu,<br />

Kendisine, o her şeyi Bilen’e sor!” Bu tabir, beşer aklının<br />

anlayabileceği bir şey olsaydı, Rabbülalemin’in elçisi, onu<br />

herhangi bir bilene (Cibril’e veya Allah Tealâ’ya) sorma<br />

ihtiyacı duymadan anlardı. Onun sormasını emrettiğine<br />

göre demek ki bu, akıl ile idrak edilmesi ve Allah’tan işitilmesi<br />

mümkün olmayan bir meseledir. Hz. Peygamber’den<br />

bunu tefsir ettiğine dair de bir şey nakledilmemiştir.<br />

V’Allahu a’lem”<br />

el-Mâturîdî’nin, kendi tarzında yaptığı tefsir metodu<br />

sonra gelen müfessirlerce de tatbik edilmiştir. Dolayısıyla<br />

hemen her tefsirde bulabileceğimiz bu numuneleri bir tarafa<br />

bırakacak olursak, el-Mâturîdî’nin daha çok dikkat çeken<br />

orijinal taraflarını zikretmemiz daha faydalı olacaktır.<br />

Dikkati çeken taraflarından biri âyetleri derli toplu açıklaması,<br />

hatıra gelebilecek bütün ihtimaller üzerinde durma-<br />

وَلَوْالَ‏ دَفْعُ‏ اللّٰ‏ ِ النَّاسَ‏ بَعْ‏ ضَ‏ هُمْ‏ بِبَعْ‏ ضٍ‏ لَفَسَ‏ دَتِ‏ األَرْضُ‏ وَلَكِ‏ نَّ‏ Meselâ, sıdır.<br />

(Bakara/251) âyetine yaptığı tefsiri اللّٰ‏ َ ذُو فَضْ‏ لٍ‏ عَ‏ لَى الْعَالَمِ‏ ينَ‏<br />

nakledelim:<br />

اختلف فيه،‏ قال بعضهم:‏ دفع الكفار بعضهم ببعض شرهم عن المسلمين<br />

لما شغل بعضهم ببعض وجعل بعضهم لبعض أعداء،‏ إلى أن لم يتفرغوا<br />

عن أنفسهم للمسلمين،‏ وإال كان في ذلك فساد األرض.‏ وقال آخرون:‏<br />

دفع بالرسل واألنبياء شرهّهم عن المسلمين وكفاهم بهم.‏ وقال غيرهم:‏<br />

دفع بالمؤمنين بعضهم عن بعض،‏ دفع بالمجاهدين في سبيل الل عن<br />

القاعدين عن الجهاد وإال لغلب المشركون على األرض.‏ وقيل:‏ يدفع<br />

بالمصلهّي عمن ال يصلهّي،‏ وبالمزكهّي عمن ال يزكهّي،‏ وبالحاج عمن ال<br />

16<br />

يحجهّ‏ ، وبالصائم عمن ال يصوم.‏<br />

Görüldüğü üzere âyet-i kerimede hatıra gelebilecek<br />

başlıca dört ihtimali ortaya koyarak kapsamlı bir tefsir<br />

yapmıştır: 1-Kâfirleri birbirine düşürerek Müslümanları<br />

koruma 2-Peygamberler sayesinde kâfirlerin şerrinden<br />

Müslümanları koruması 3-Müslümanların bir kısmıyla<br />

diğer kısmını koruması, meselâ mücahede eden müminlerle,<br />

cihattan geri duranların açığını kapatması 4-Namaz<br />

kılmayanların boşluğunu kılanlarla, zekât vermeyenlerin<br />

boşluğunu verenlerle, hac yapmayanların boşluğunu yapanlarla,<br />

oruçsuzların boşluğunu oruçlularla dengelemesi.<br />

Bu kapsamlı açıklamasının bir numunesini de İsrâ/44<br />

âyetinin tefsirinde görmekteyiz.<br />

el-Mâturîdî’nin diğer bir orijinal tarafı, Allah Teâlâ’nın<br />

fiillerindeki hikmetleri arama gayreti içinde olmasıdır. Bu,<br />

esasen Kur’ân’ın bize yüzlerce numunesini gösterdiği bir<br />

uygulamadır. Hatta İbn Kayyım el-Cevziyye’nin tespitine<br />

göre Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de binden fazla yerde<br />

fiillerinin ve hükümlerinin hikmetlerine işaret etmiştir.<br />

Numune olarak şu pasajları iktibas edelim:<br />

وكذلك يقال للمعتزلة حين قالوا:‏ إنه ال يفعل إال ما هو أصلح لنا في الدين<br />

ألنه جواد،‏ فلو منع األصلح واألخير لم يكن جوادًا موصوفًا بالجود،‏ وإنما<br />

قدرتم وقلتم على ما وافق طباعكم وأنفسكم،‏ ولو عرفتم حقيقة الجود ما قلتم<br />

ذا،‏ وال خطر على بالكم شيء من ذلك.‏ وإنما على الل أن يختار لكل ما علم<br />

منه أنه يختار ويؤثر،‏ ألنه ال يجوز أن يختار الوالية لمن علم منه أنه يختار<br />

عداوته،‏ وكذلك ال يجوز أن يختار العداوة لمن علم منه أنه يختار واليته.‏<br />

وليس على الل تعالى حفظ األصلح ألحد في الدين،‏ بل عليه حفظ ما توجبه<br />

17<br />

الحكمة والربوبية.‏<br />

7


Bu pasajın özeti şudur: “Mu’tezilenin iddia ettiği gibi<br />

Allah’ın, kulu için en faydalı olanı yapması gerekmez. O<br />

sadece hikmetinin ve rububiyyetinin gereğini yapar”.<br />

Onun tahlîlî tefsir yapmasına ve hikmet aramasına dair<br />

zikredeceğimiz ikinci örnek şudur:<br />

‏﴿وَاتَّخَ‏ ذُ‏ وا مِنْ‏ دُونِ‏ اللهّ‏ ِ آلِهَةً‏ لِيَكُ‏ ونُوا لَهُ‏ مْ‏ عِ‏ زًّا﴾‏ ‏]سُ‏ ورَةُ‏ مَرْيَمَ‏ : 19/81[،<br />

فإن كان على حقيقة العز فهو في القادة منهم والمتبوعين الذين عبدوا تلك<br />

األصنام ليتعززوا بذلك وال يذل وتدوم لهم الرئاسة التي كانت لهم في<br />

الدنيا.‏ فظنوا أنهم إن آمنوا تذهب تلك الرئاسة والمأكلة عنهم.‏ ويحتمل<br />

قوله ‏﴿لِيَكُ‏ ونُوا لَهُمْ‏ عِ‏ زًّا﴾‏ أي نصرًا ومنعة.‏ فإن كان هذا هو في الرؤساء منهم<br />

واألتباع في الدنيا واآلخرة.‏ أما ما طمعوا بعبادتهم األصنام فهو النصر في<br />

اآلخرة وهو كقولهم:‏ ‏﴿مَا نَعْ‏ بُدُهُ‏ مْ‏ إِالَّ‏ لِيُقَرِ‏ هّبُونَا إِلَى اللِ‏ زُلْفَى﴾‏ ‏]سُ‏ ورَةُ‏ الزُّمَرِ:‏‎39/3‎‏[،‏<br />

وقولهم:‏ ‏﴿هَؤُالَءِ‏ شُ‏ فَعَاؤُنَا عِ‏ نْدَ‏ اللِ﴾‏ ‏]سُ‏ ورَةُ‏ يُونُسَ‏ :10/18[، طمعوا بعبادتهم<br />

األصنام النصر والشفاعة في اآلخرة.‏ وأما في الدنيا فقد ظنوا أن آلهتهم التي<br />

18<br />

اتخذوها وعبدوها تنصرهم في الدنيا ‏...الخ.‏<br />

el-Mâturîdî, Cenâb-ı Allah’a “Muhabbet” nisbet<br />

وَالَّذِينَ‏ آمَنُوا أَشَ‏ دُّ‏ حُ‏ بًّا للِ‏ َّ ِ Meselâ, eden âyetleri te’vil eder.<br />

(Bakara/165) âyetinde kulların sevmesini: Allah’ın emrini<br />

ta’zim, O’nun haklarını daha iyi ikrar... etme gibi zâhirî ve<br />

maddî bir yoruma tâbi tutar. 19 Doğrusu, bu tevilini pek<br />

yerinde bulmadığımızı belirtmek isteriz.<br />

Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ın en bariz özelliği, kelâm ilminin<br />

klasik meselelerini ele almasıdır. el-Mâturîdî bir<br />

mütekellim olarak Kur’ân-ı Kerim âyetlerine bakınca<br />

İlm-i Kelâm açısından âyetlere yönelmekte ve o ilmin<br />

ihtilaflarına kolayca kayıvermektedir. Yüzlerce örnekten<br />

burada sadece bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.<br />

Meselâ Bakara/7 âyetinin tefsirinde “halku’l-ef ’âl” konusuna<br />

girmektedir. Nisâ/65 ve Mâide/41 âyetlerinin<br />

tefsirinde iman-amel münasebeti, imanın kalb ile tasdik<br />

mânâsına geldiği üzerinde durur. Bunlardan kısa<br />

bir pasajı nakledelim:<br />

وقوله:‏ هّ‏ ‏﴿وَبَشِ‏ رِ‏ الَّذِينَ‏ آمَنُوا وَعَ‏ مِ‏ لُوا الصَّ‏ الِحَ‏ اتِ‏ ﴾ ‏]سُ‏ ورَةُ‏ البَقَرَةِ:‏ 2/25[ اآلية،‏<br />

تنقض قول من جعل جميع الطاعات إيمانًا،‏ لما أثبت لهم اسم اإليمان دون<br />

األعمال الصالحات،‏ غير أن البشارة لهم وذهاب الخوف عنهم إنما أثبت<br />

باألعمال الصالحات.‏ ويحتمل األعمال الصالحات عمل القلب،‏ وهو أن<br />

20<br />

يأتي بإيمان خالص لل،‏ ال كإيمان المنافق بالقول دون القلب.‏<br />

Meşîet-i İlâhiye hakkında Mu’tezile’yi tenkit edip<br />

Sünnî inancı savunur. 21 Ef’âl-i ibâd konusunda istitâat’in<br />

fiilden önce veya fiille beraber olması hakkında Mu’tezile<br />

ile uzun tartışmalara girer. 22 Günahkârlar hakkında şefaati<br />

kabul etmeyip, onu inkâr eden Mu’tezile’yi şiddetle tenkit<br />

eder. 23 Dediğimiz gibi bunlar, tefsirin her tarafını dolduran<br />

yüzlerce misalden sadece bazılarından ibarettir.<br />

Netice<br />

el-Mâturîdî, hem tefsirin icabı olarak me’sur tefsire<br />

dayanır, hem de te’vil metodunu tatbik eder. 24 Aklî<br />

istidlâl ve semantik yaklaşımla açıklamalar yapar. Naklettiği<br />

görüşleri değerlendirmeye tâbi tutar. Benimsediği<br />

görüşlerin müntesipleri hakkında “Ehl-i Sünnet<br />

ve’l-Cemaat” tabirini kullanmaması dikkat çekmektedir.<br />

Fiilen Ehl-i Sünnet akaidini benimsemesine ve<br />

savunmasına rağmen bu ismi kullanmaması, onun inhisarcı<br />

olmadığını ve muhalifi olan Müslümanları rencide<br />

etmemekte hassasiyetini gösterir. Yorumlarında<br />

birçok yerde Kur’ân-ı Kerim’in genel hedeflerini göz<br />

önünde bulundurur. İsrailiyat’a yer verdiği olur, çoğu<br />

zaman fikirleri sahiplerine nisbet etmez, kişilerden ziyade<br />

fikirlerle ilgilendiğinden metin ve fikir tenkidine<br />

önem verir. Netice itibariyle, İmam el-Mâturîdî’nin<br />

tefsiri, rivayet ile dirayet arasında, fakat dirayete daha<br />

yakın bir yerde durur. Kendisinden sonra Zamahşeri,<br />

Fahruddin er-Râzi gibi müfessirlerin ondan yararlandıkları<br />

anlaşılmaktadır. Allah, Kitabına yaptığı hizmetinden<br />

dolayı ondan ebediyen razı olsun.<br />

*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğretim Üyesi<br />

syildirim@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1 M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Mâturîdî, İstanbul 1984, s. 253-<br />

254.<br />

2 Şükrü Özen, DİA, cilt: 28, syf. 146, “Maturidi” md., Ankara, 2003; el-<br />

Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr: F. Huleyf, Beyrut, 1970, s. 2.<br />

3 W. Madelung, Maturidiliğin yayılması ve Türkler, eseri s. 10’dan naklen, Talip<br />

Özdeş, Maturidî’nin Tefsir Anlayışı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, s. 43.<br />

4 el-Maturidi’nin eserleri hakkında geniş bilgi için bkz: Brockelmann, GAL, c.I,<br />

s.209 ve Supp., c.I/346; DİA, c. 28, s.149-150; Ziriklî, el-A’lâm, c.7, s. 19;<br />

D.B. Macdonald ve Ahmed Ateş, MEB İslam Ansiklopedisi, Mâturidî md.,<br />

c.7, s.405-406.<br />

5 Ali Rıza Karabulut, Maturidî’nin Eserleri ve Hakkında Yazılanlar, Ebu Mansur<br />

Semerkandî-Mâturidî Kongresi, Kayseri, 1990, s. 179-197; Muhammed<br />

Eroğlu, Ebu Mansur el-Maturidî ve Te’vilâtü’l-Kur’ân (basılmamış tez), İstanbul,<br />

1971, s. 9; Brockelmann, GAL, c. I, s. 209 ve Supp. c. I, s. 346.<br />

6 Talip Özdeş, Maturidî’nin Tefsir Anlayışı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, s.<br />

63-65.<br />

7 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Kehf/ 9 âyetinin tefsiri.<br />

8 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Kâf/14 âyetinin tefsiri.<br />

9 DİA, c. 28, s. 158.<br />

10 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Âl-i İmrân/187 ve Bakara/101 âyetlerinin tefsiri.<br />

11 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, el-Mesed/1 âyetinin tefsiri.<br />

12 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Bakara/16 ve Yunus/67 âyetlerinin tefsiri.<br />

13 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Hicr/26 âyetinin tefsiri.<br />

14 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Bakara/1 âyetinin tefsiri.<br />

15 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Nisâ/59 âyetinin tefsiri.<br />

16 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/251 âyetinin tefsiri.<br />

17 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , İsrâ/44 âyetinin tefsiri.<br />

18 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Meryem/81 âyetinin tefsiri.<br />

19 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/165 âyetinin tefsiri.<br />

20 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/25 âyetinin tefsiri.<br />

21 Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/224 âyetinin tefsiri.<br />

22 Örnek olarak bkz: Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/286 âyetinin tefsiri.<br />

23 Örnek olarak bkz: Te’vîlâtü’l-Kur’ân, , Bakara/255 âyetinin tefsiri.<br />

24 Bkz: Bekir Topaloğlu, DİA, “Maturidî” md., c. 28, s. 157.<br />

8


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Osman Güner *<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Devir, adalet timsali, müminlerin emiri Ömeru’l-Fâruk’un (radıyallâhu<br />

anh) hilâfet dönemidir. Medine’de âbidliği, zahitliği ve takvasıyla mâruf<br />

bir genç vardır. Hayatını ‘kalbi mescitlere bağlı bir kimse’ (Muvatta, Şi’r<br />

14) olarak geçiren bir gençtir. Bu genç birden bire gözlerden kaybolur ve<br />

Fâruk-u A’zam da bunun farkına varır; cemaate nerede olduğunu sorar; onlar<br />

da gencin vefat ettiğini söylerler. Vefatı öncesinde evine gelip giderken bu<br />

gence nasılsa kötü niyetli bir kadın musallat olur; peşine takılır ve onu ağına<br />

çekmek ister. Genç, bu fettan kadına tam takılmak üzeredir ki, birden diline<br />

“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda<br />

(Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’râf, 7/201)<br />

âyeti takılır. Genç adam, gayr-i ihtiyarî bu âyeti defalarca tekrar eder. Böyle<br />

bir ihsasın vermiş olduğu heyecan ve duygu atmosferi içinde kalbi durur ve<br />

oracıkta ruhunu teslim eder.<br />

Hz. Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider<br />

ve orada ona: ‘’Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet<br />

vardır.’ (Rahmân, 55/46) Şimdi sen istediğine girebilirsin.” diye seslenir. Hz.<br />

9


Ömer sözlerini henüz bitirmiştir ki, o sırada herkesin<br />

duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: ‘Yâ<br />

Emire’l-Müminîn! Allah bana onun iki katını verdi.’<br />

(Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II/218; İbn Asâkir, Târihu<br />

Dımeşk, XLV/450) Genç adam, takvalı ve iffetli yaşantısından<br />

dolayı Rabbinin katında mükâfatını fazlasıyla<br />

almıştır. Hiç şüphesiz yaşanan bu hâdise, keyfiyeti meçhul,<br />

sıra dışı, harikulâde bir hâdisedir ve Allah’ın rahmet<br />

ve lütfunun ne kadar sonsuz olduğuna bir işarettir.<br />

İffet Nedir, Afîf Kimdir?<br />

İşte bu bahtiyar insan, harama ve şehevanî duygulara<br />

karşı Rabbinin himayesi ve ona bahşettiği iffeti<br />

sayesinde kurtuluşa ermiştir. İffet ve afiflik nasıl bir<br />

hâldir ki, insanı böylesine yaman bir imtihanın eşiğinden<br />

çekip almaktadır. Lisan âlimleri iffeti, ‘haramdan<br />

uzak durmak, çirkin söz ve fiillerden sakınmak, hayâ<br />

ve edep dairesinde kalmak, ahlâkî değerlere bağlı bulunmak’<br />

şeklinde tarif ederler. Gündelik dilde ise yaygın<br />

olarak, ‘namuslu, şerefli ve ahlâklı olma hâli’ diye<br />

tanımlandığına şahit oluruz. İslâm ahlâkı yazarları ve<br />

felsefecileri ise, ahlâk nazariyesinin bir bahsi olması<br />

itibariyle iffeti, ‘insanın tabiî duygularından biri olan<br />

‘kuvve-i şeheviye’sinin mutedil işleyişinden hâsıl olan<br />

bir erdem’ diye tarif ederler.<br />

Müfredât yazarı Râgıb el-İsfahânî de, iffetliliğin<br />

iradeyle münasebetine temas ederek, âyet ve hadîslerde<br />

geçen ‘isti’fâf ‏(اإلستعفاف)’‏ tabirini, “iffetli olmayı istemek,<br />

bu maksatla mümaresede bulunarak, belli bir<br />

disiplin uygulayarak ruhunda saklı bulunan bu fazileti<br />

geliştirmeye çalışmak” şeklinde açıklamaktadır. Dolayısıyla<br />

iffet, ‘beşerî şehvet duygusunun istikamet ve itidal<br />

üzere bulunması, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere<br />

istekli olmakla birlikte gayr-i meşru arzu ve isteklere<br />

karşı iradî olarak karşı durma hâlidir.’ Dolayısıyla iffet<br />

erdemine, ancak şehevânî ve hayvanî zevkler karşısında<br />

nefsin arzularına gem vurarak erişilebilmektedir.<br />

(Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, “İffet” mad)<br />

Kur’ân âyetleri ve hadîs-i şeriflerde işaret edilen<br />

mânâlar dikkate alındığında, iffet tabirinin iki farklı<br />

boyutta ele alındığı görülür. Bunlardan birincisi, ‘temelluk<br />

(dalkavukluk ) ve dilencilik yapmamak, başkalarının<br />

elinde avucundakine karşı müstağni olmak’; diğeri<br />

ise, ‘nefsin şehevânî isteklerine boyun eğmemek,<br />

harama meyleden uzuvları, eli-ayağı, dili-dudağı, gözü<br />

kulağı günahlardan korumaktır.’<br />

İstiğnâ Eksenli İffet<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de, ihtiyaç sahibi oldukları hâlde<br />

bu hâllerini başkalarından gizleyerek kimseye el-avuç<br />

açmayan, yüzsuyu dökmeyen kimselerden iffet timsali<br />

kimseler olarak bahsedilir ve bunlar hakkında,<br />

“Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların<br />

gerçek hâllerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır.<br />

Ey Resulüm, sen onları simalarından tanırsın. Onlar<br />

yüzsuyu dökerek halktan bir şey istemezler.” (Bakara,<br />

2/273; bk.Nisâ, 4/6) Bu âyetlerde iffetli olmak,<br />

mal-mülk ve yeme içme konularında ölçülü, itidalli<br />

ve kanaatkâr olmayı ifade etmektedir. İhtiyacı olduğu<br />

hâlde dilenmeyen ve şerefini muhafaza edebilmek<br />

için nefsinin arzularına boyun eğmeyen bu iffetli (afîf)<br />

kimseler takdirle yâd edilmiştir.<br />

Sadakaların kimlere verileceğinden bahseden bu<br />

âyet, ‘Ashab-ı Suffa’ diye bilinen fakir Muhacirler<br />

hakkında nazil olmuştur. Allah yolunun adanmış talebeleri<br />

olan, Mescid-i Nebî’de yatıp kalkan, zamanlarının<br />

büyük bir kısmını ibadetle, ilim tahsiliyle geçiren<br />

bu kimselerin iaşeleri, Allah Resûlü (aleyhissalâtü<br />

vesselâm) tarafından karşılanıyordu. Kendilerini ilim<br />

ve irfana vakfeden, mala-mülke değer vermedikleri<br />

için başka bir meslekte çalışmaya da vakit bulamayan<br />

bu tali’li insanlar, bu hâllerine rağmen iffetlerinden<br />

ötürü kimseye el-avuç açmıyor, dilencilik yapmıyorlardı.<br />

(M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II/227)<br />

Abdullah İbn Abbas’ın naklettiğine göre, Allah Resûlü<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün Ashab-ı Suffa’nın<br />

yanına gelip onların hâllerini gözden geçirmiş, fakirliklerini<br />

ve çektikleri sıkıntıları görmüş ve gönüllerini<br />

almak için de şöyle buyurmuştu: “Ey Suffa Ashabı!<br />

Müjdeler olsun size! Her kim sizler gibi (istiğnâ insanı)<br />

olur da, hâlinden şikâyetçi olmayıp rıza dairesinde<br />

kalarak bana kavuşursa, o kimse kıyamet günü benim<br />

refikim olur.”(Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI/200).<br />

İşte bu müstağni insanlardır ki, kimseden karşılıksız<br />

bir şey kabul etmezler, izzet-i nefislerini korumayı<br />

açlığa tercih ederler, yoksulluğa katlanıp asla isteme<br />

zilletine düşmezler. Âyetin ifadesiyle, görenler bunları<br />

zengin zannederler; fakat dikkat edilse hâllerinde fakirlik<br />

emaresi fark edilir.<br />

Ebû Saîd el-Hudrî’nin (radıyallâhu anh) naklettiğine<br />

göre, Ensâr'dan bazı kimseler Resûlüllah'dan<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem) (ihtiyaçlarını karşılayacak<br />

kadar mal) istemişlerdi. Resûlüllah (sallallâhu aleyhi<br />

ve sellem) isteyen herkese muhakkak verirdi ve öyle<br />

de yaptı. Nihayet yanında infak edilecek hiçbir şey kalmayınca,<br />

onlara şöyle buyurdu: “Yanımda bulunan ne<br />

kadar mal varsa, onları sizden asla esirgemem. Şunu da<br />

iyi bilin ki, kim (istemeyip) iffetli kalmayı dilerse, Al-<br />

10


lah onu iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa, Allah<br />

ona sabır ihsan eder. Kim insanlardan müstağni olmak<br />

isterse, Allah onu müstağni kılar. Sizlere sabırdan daha<br />

hayırlı ve daha büyük bir ihsanda bulunulmamıştır!”<br />

(Buhari, Rikâk 20)<br />

Bu ifadeler istiğna ve sabır eksenli iffetin farklı derinliğini<br />

gözler önüne sermektedir. Keza Efendimiz’in<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir kimsenin bir ip alıp<br />

sırtında odun taşıyarak onu az bir paha karşılığında<br />

satarak dilenmekten sakınmasının daha hayırlı olacağını”<br />

(Buhari, Zekât 50) belirtmesi ve “Allah, ailesinin<br />

geçimini üstlenmiş, fakir olduğu hâlde iffetli davranan<br />

(kimseye yüzsuyu dökmeyen) mümin kulunu sever.”<br />

(İbn Mâce, Zühd 5) sözleri de iffetin bu yönüne dikkat<br />

çekmektedir (Münâvî, Feyzu’l-kadîr, II/295).<br />

Ashab-ı Kirâm başkalarından bir şey istememeye<br />

itina gösterirlerdi. Bu insanlar, Medine’de yaşadıkları<br />

zorlu hayat şartları içerisinde çok ciddi sıkıntıya<br />

maruz kaldıkları hâlde yine de kimseden bir şey istememiş,<br />

hep iffetleriyle yaşamışlar ve bu afîf tavırlarıyla<br />

kendilerinden sonraki nesiller için numune-i<br />

imtisal olmuşlardı. Çok hadîs rivayetiyle tanınan<br />

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Hakîm b. Hizâm ve<br />

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmetkârı<br />

Sevbân (radıyallâhu anhüm) gibi müstesna şahsiyetler<br />

istiğnada kutup insanlar olmuşlardı. Ebû Hüreyre’nin<br />

(ra), “İnsanlardan bir şey istemeye utanırdım da, sırf<br />

açlıktan dolayı kendimden geçerdim. Bu hâlimi görenler<br />

beni saralı (hastalanmış) zannederlerdi. Oysa<br />

beni bu hâle getiren sadece açlıktı.” (Buhârî, Et’ime 1;<br />

İ’tisâm 16). Sevbân (ra) da, Resûlü Ekrem’in, “Cennete<br />

kefil olmam mukabilinde, kim bana başkalarından<br />

bir şey istememeye kefil olur?” sorusu üzerine, O’na<br />

söz vermiş ve bir daha da kimseden bir şey istememişti.<br />

Ashap içerisinde bu sözü işiten öyle kimseler<br />

vardı ki, yere kamçısı düşse onu başkasından istemez,<br />

iner kendisi alırdı (Ebû Dâvûd, Zekât 27). Hadîs kaynaklarımızda<br />

müstağni olmaya ve kanaatkârlığa teşvik<br />

eden, başkasına el-avuç açmayı ve dilenmeyi zemmeden<br />

müstakil bölümler (bâblar) açılmış, bu başlıklar<br />

altında pek çok hadîs nakledilmiştir (bk.Müslim, Zekât<br />

98-130).<br />

Ashabını istiğna ve iffet insanları olmaları konusunda<br />

teşvik ve terbiye eden Allah Resûlü (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) de ömür boyu iffet âbidesi olarak yaşamış,<br />

kanaatkârlığın zirvesini tutmuş ve bu hâliyle de<br />

onlara numune-i imtisal olmuştu. Yeri gelmiş hurma<br />

lifinden dokunmuş hasır üzerinde yatmış, yeri gelmiş<br />

hane-i saadetinde ocak yanmadığı için günlerce açlık<br />

çektiği olmuştu. Fakat bütün bunlara rağmen ne<br />

kendisi ne de ashabı, yaşadıklarından dolayı bir kez<br />

olsun sitemde bulunmamışlar, istiğna derinlikli afîf<br />

bir hayat sürmenin en güzel örneğini (üsve-i hasene)<br />

sergilemişlerdi. Resulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve<br />

اَللّٰهُمَّ‏ اِنهّ‏ ‏۪ي اَسْ‏ أَلُكَ‏ الْهُدٰ‏ ي sellem), sabah-akşam Rabbinden<br />

- i “Allahım, Senden hidayet, takva, وَالتُّقٰ‏ ي وَالْعَفَافَ‏ وَالْغِنٰي<br />

fet ve gönül zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç<br />

olmayacak kadar rızık istiyorum. (Müslim, Zikr 72) diye<br />

dua ve niyazda bulunur ve bu duasıyla da iffetli oluşun<br />

Allah’ın kuluna ihsan ettiği en nadide lütuflardan biri olduğunu<br />

ve bu hususta her zaman O’nun hususî inayetine<br />

muhtaç olduğumuzu beyan eder.<br />

Şehevanî Arzulara Karşı İffet<br />

İnsanın arzu, iştiha ve bedenî hazlarının menşei olarak<br />

kabul edilen ‘kuvve-i şeheviye (şehvet duygusu)’,<br />

beşer hayatında ya ifrat ya tefrit veya itidal hâlinde varlığı<br />

hissedilen fıtrî bir duygudur. Şehvet duygusu, insanda<br />

ifrat seviyesinde bulunması hâlinde, kişiyi hayâ<br />

hissinden tamamen sıyıracak ve her türlü cürümü işletecek<br />

kadar fısk u fücûra doğru sürükler ve bu duygu<br />

bu hâliyle ‘şereh’ diye isimlendirilir. Tefrit hâlinde ise,<br />

insanın, meşru dairedeki en tabiî nimet ve lezzetlere<br />

karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalmasına sebep olur ki,<br />

şehvetin bu hâline de ‘humûd’ denir. Şehevî gücün istikamet<br />

ve itidal üzere olması ve meşru dairedeki zevk ve<br />

lezzetleri istemekle birlikte, gayr-i meşru arzu ve isteklere<br />

karşı kapalı olması hâli de var ki, bu da ‘iffet’ diye<br />

isimlendirilmiştir. (Cürcânî, Ta’rîfât, I/518)<br />

Kur’ân-ı Hakîm, müminlerin ‘iffetlerini koruduklarını<br />

( هُ‏ مْ‏ لِفُرُوجِ‏ هِمْ‏ حَ‏ افِظُ‏ ونَ‏ ‏(وَالَّذِينَ‏ ve yalnızca eşleriyle<br />

beraber olduklarını; bu ilişkilerinden dolayı da ayıplanamayacaklarını’<br />

beyan eder (Mü’minûn, 23/5-6; bk.<br />

Meâric, 70/29-30). Keza mümin erkekler ve mümin<br />

kadınlar ayrı ayrı zikredilerek ‘onların ırz ve namuslarını<br />

korudukları ( افِظِ‏ ينَ‏ فُرُوجَ‏ هُمْ‏ وَالْحَ‏ افِظَ‏ اتِ‏ ‏(وَالْحَ‏ ve Allah’ın<br />

bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırladığı’<br />

ifade edilir (Ahzâb, 33/35). Meşru ölçüler dairesinde<br />

‘evlenme imkânı bulamayanların da, Allah’ın, lütfu ile<br />

kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korumaları<br />

تَعْ‏ فِفِ‏ الَّذِينَ‏ الَ‏ يَجِ‏ دُ‏ ونَ‏ نِكَ‏ احً‏ ا)‏ ‏’(وَلْيَسْ‏ emredilir (Nûr, ;24/33<br />

bk.Nûr, 24/60).<br />

Kur’ân, mü’minlerin iffetli olmaları gerektiğine<br />

dair bu genel ifadeleri nazara verdikten sonra, iffet<br />

âbidesi olarak tanınan Hz. Yusuf ve Hz. Meryem’in,<br />

iffetleri uğruna göze aldıkları meşakkatli durumlarına<br />

işaret eder: Yusuf (aleyhisselâm), zor bir imtihandan<br />

11


geçer, sarayda vezirin hanımı tarafından kendisine uygunsuz<br />

bir teklif yapılır. Bu takva âbidesi insan, bizatihi<br />

Rabbisi'nin kendisine apaçık delilleri göstermesiyle<br />

düşürülmek istenilen şeytanî tuzaklardan kurtulur ve<br />

iffetini korumayı başarır. Çünkü o, şeytanın tuzaklarına<br />

karşı Rabbisi'ne sığınması gerektiğini bilmektedir.<br />

(Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II/457) Rabbinin nehyettiği<br />

zina gibi bir harama düşmektense zindana girmeyi<br />

tercih eden (Yûsuf, 12/33) Hz. Yusuf ’un (as) iffet, ismet<br />

ve nezaheti o kadar yüksek idi ki, kendisini baştan<br />

çıkaracak her çeşit tuzağın planlandığı o anda bile,<br />

‘Rabbinin burhanı sayesinde haramın ve iffetsizliğin<br />

çirkinliğini bütün çıplaklığıyla aynelyakin görebiliyordu.’<br />

(bk. Yûsuf, 12/24) Allah’a itaat etme ve ettirme<br />

misyonu için seçilmiş bu iffet âbidesi insan, vezirin hanımı<br />

tarafından bile şu sözlerle yâd ediliyordu: “(Evet)<br />

Ben onun nefsinden kâm almak istedim, ama o iffet ve<br />

ismetine sımsıkı kilitli kaldı.”(Yûsuf, 12/32)<br />

Haksız bir şekilde zindana atıldığı hâlde Hz.<br />

Yusuf ’un (as) kendisini savunmamış olması, çok farklı<br />

ve aşkın bir bakış açısıyla şöyle yorumlanmıştır: “Hapse<br />

atılma esnasında Hz. Yusuf (as), kendini müdafaa<br />

etmemektedir; zîrâ suçsuz olduğunu iddia ettiği an,<br />

karşı tarafın ırz, namus ve iffeti tartışılır hâle gelecektir.<br />

Hâlbuki bir peygamber Cennet’e giden yolda<br />

kendi iffet ve namusunu koruduğu gibi, muhatap ve<br />

hedef kitlenin itibar ve şerefini de düşünme mecburiyetindedir.<br />

Yani kendini zinadan uzak tuttuğu ölçüde<br />

dilini de gıybetten muhafaza etmelidir. Nitekim o, etmiştir<br />

de. Derken o, beş-on sene ömrünü hapishanede<br />

geçiredursun, Mısır’da bu şayia çoktan unutulmuş<br />

ve hususiyle de yeni nesiller asla böyle bir şeyden haberdar<br />

olamamışlardır. Bu itibarla da Hz. Yusuf (as),<br />

hapishaneden çıktığında bir dönemde dedikodusu<br />

yapılan konulardan en küçük bir iz dahi kalmamıştır.<br />

Tabir-i diğerle, Hz. Yusuf, hedef ve muhatap kitlenin<br />

iffetini koruma adına, beş-on yıllık zindan hayatına<br />

razı olmuştur.” (M. Fethullah Gülen, Kur’ân’dan İdrake<br />

Yansıyanlar, s. 219)<br />

Kur’ân’da Hz. Meryem’e de geniş bir yer verilmiş<br />

ve O’nun iffetli hâli şöyle tasvir edilmiştir: “İffet ve<br />

namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an.<br />

Biz ona ruhumuzdan üfledik, hem onu, hem oğlunu<br />

cümle âlem için bir ibret yaptık” (Enbiyâ, 21/91). Hz.<br />

Meryem son derece hayâlı ve şerefli bir tabiata sahipti.<br />

Cebrail ona bir insan suretinde göründüğünde, onun<br />

melek olduğunu bilmediğinden, o, ilk defa karşılaştığı<br />

bu genç adama “Ben senden Rahmân (olan Allah)<br />

a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan (dokunma<br />

bana!)” (Meryem, 19/18) demek suretiyle kendisine<br />

herhangi bir kötülük yapmaması niyazında bulunmuştu.<br />

Namuslu ve iffetli bir kimse iken, mucizevî bir şekilde<br />

Hz. İsa’ya hamile kalmasını dillerine dolayanların<br />

yakışıksız sözleri karşısında bin bir ızdırapla söylediği,<br />

“Ah! Keşke bu iş başıma gelmeden önce öleydim<br />

de, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!” (Meryem,<br />

19/23) sözleri de onun ne kadar iffetli olduğunu gösteren<br />

ifadelerdir. Hz. Meryem de tıpkı Hz. Yusuf (as)<br />

gibi çetin bir imtihanla karşı karşıya kalmışsa da, o<br />

kendisini Allah’a adaması yani ‘betûl’ oluşu (İbn Hanbel,<br />

Müsned, I/461) ve iffeti sebebiyle, Cenâb-ı Hak,<br />

ona Hz. İsa (as) gibi bir peygamberin annesi olma<br />

şerefini bahşetmiş, onu insanların töhmetinden ve şerrinden<br />

korumuş ve adını insanlar arasında yâd-ı cemil<br />

yapmıştır.<br />

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de hem<br />

peygamberlik öncesi hem de peygamberlik sonrası<br />

hayatında hep afîf kalmış, günahın semtine bile uğramadığı<br />

bir iffet âbidesi olarak yaşamıştır. O (as), bu<br />

husustaki eşsiz örnekliği ve temsiliyle de ashabına iffetli<br />

olmaları konusunda kılavuzluk etmiştir. Nitekim<br />

‘mahşerin dehşet verici tehlikelerinden ‘Allah’ın gölgesine’<br />

sığınarak korunacak olan yedi grup insanı anlatırken,<br />

böyle bir iffet kahramanından bahsetmiştir.<br />

Öyle ki, şehevânî isteklerine karşı alabildiğine kararlı<br />

bu babayiğit insan, güzellik ve servet sahibi bir kadının<br />

günaha davetini “Ben Allah’tan korkarım” (Buhari,<br />

Zekât 16) çığlığıyla reddedebilmiş ve irade ile aşılamaz<br />

gibi görünen bir akabeyi iffetiyle aşabilmiştir.’ (M. Fethullah<br />

Gülen, İkindi Yağmurları s.341) Keza ‘Mağara hadisi’<br />

diye bilinen bir hadis-i şerifte de önceki ümmetler<br />

içerisinde yaşamış böyle bir iffet kahramanı nazara<br />

verilir. Efendimiz’in (sas) beyanına göre, mahsur kaldıkları<br />

mağaradan kurtulmak için daha önce yapmış<br />

oldukları makbul bir ameli vesile edinerek dua eden<br />

kişilerden biri de şöyle bir amelini dile getirmişti:<br />

“Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok<br />

seviyordum. Ondan kâm almak istedim, fakat bana hiç<br />

yüz vermedi. Bir kıtlık senesinde elime düştü ve ona<br />

kendini teslim etmesi karşılığında yüz dinar verdim,<br />

mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım<br />

sırada, “Allah’tan kork ve bana nikâhsız dokunma!”<br />

diye inledi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en<br />

çok sevdiğim kimse olduğu hâlde onu bıraktım, verdiğim<br />

parayı da geri almadım. Allahım, eğer bunu Senin<br />

rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” (Bu-<br />

12


hari, Büyu’ 98) diyerek iffetini muhafaza edişini makbul<br />

bir amel olarak Allah’a arz eder.<br />

Belin ve Dilin İffeti<br />

Doğrusu, Kur’ân âyetlerinde ve hadîs-i şeriflerde<br />

ifade edilen bu tür kahramanlıklar, herkesin üstesinden<br />

gelebileceği şeyler değildir. Böylesi bir durumla<br />

karşı karşıya kalmadan, mayınlı bir tarlaya girmeden<br />

meselenin önünün alınması büyük ehemmiyet arz<br />

eder. Sedd-i zerâî (yani dinen yasak olan herhangi bir<br />

şeye sebep olacak şeylerden sakınma) düsturu gereği,<br />

günaha götürecek yolları daha baştan kapatmak gerekir<br />

ki, bu hususta en tesirli yol meşru bir evliliktir.<br />

Kur’ân-ı Hakîm, iffetli kalabilmenin en müessir yollarından<br />

birinin evlilik olduğuna işaret ederken (Nûr,<br />

24/33); Resulü Ekrem (as) de ashabın gençlerine şu tavsiyede<br />

bulunmaktadır: “Gençler! Sizden evlenebilecek<br />

olanlar evlensin; çünkü evlilik, insanı, kötü niyetli bakışlardan<br />

koruduğu gibi, iffeti de muhafaza eder.” (Buhari,<br />

Savm 10) Çağları aşan bu gür sedasıyla günümüz insanına<br />

da seslenen bu kutlu çağrı, meşru bir aile hayatının<br />

müminin şeref ve namusunu koruyan en esaslı müessese<br />

olduğuna işaret eder. Bir cemiyetin istikbaline güvenle<br />

bakabilmesi, evlenme çağına gelmiş genç kuşakların aile<br />

yuvası kurmaya özendirilmesiyle mümkündür. Ne var<br />

ki, yaşadığımız çağda seküler hayat anlayışının kıskacı<br />

altında kalmış ve her fırsatta evlilik dışı “birlikteliklerin”<br />

propagandasına maruz kalan günümüz gençliği, iffet ve<br />

hayâ adına maalesef büyük bir tali’sizlik yaşamaktadır.<br />

Denilebilir ki, çağımız insanı bu hâliyle, âdeta ‘modern’<br />

bir Câhiliye toplumunun şartlarını yaşamaya mahkûm<br />

bırakılmaktadır.<br />

‘Haramlardan uzak durup çirkin söz ve fiillerden<br />

sakınmak’ diye tarif ettiğimiz bu iffet ahlâkı, insanın<br />

bütün uzuvlarıyla alâkalı bir kapsam alanına sahiptir.<br />

Allah Resulü’nün şu beyanı bu hususa açıkça işaret etmektedir:<br />

“Kim bana, iki çene ve apış arası mevzuunda<br />

söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil<br />

olurum.” (Buhari, Rikâk 23; Hudûd 19) Resûlü Ekrem<br />

(as) bu sözleriyle, insanı en çok belâya sevk eden ve<br />

günaha girmesine sebebiyet veren uzuvlara işaret etmiştir.<br />

Her iki uzuv da hem kadri ve kıymeti, hem de<br />

sebep olduğu musibet itibariyle fevkalâde ehemmiyeti<br />

haizdir. Meselâ ağız veya dil, beyan nimetine mazhardır<br />

ve bu yönüyle insanın duygu, düşünce ve hissiyatına<br />

tercüman olduğundan, onunla Mevlâ-i Zülcelâl’i<br />

tesbih ve takdis ettiğinden değer ve kıymeti ölçülemeyecek<br />

kadar büyüktür. Ancak böyle kıymetli bir uzuv,<br />

kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâke ve felâkete<br />

sevkeden bir vasıtaya dönüşür ki, bu yönüyle de insanın<br />

mahvına bir sebebiyet verir. Dolayısıyla dil, hem<br />

insanın kurtuluşunu hem de felâketini hazırladığından<br />

korunması, onun yalan, gıybet ve iftira gibi kusurlardan<br />

muhafaza edilmesi iffetli oluşun bir gereğidir. O<br />

hâlde dilin iffeti, hilâf-ı vâkî beyanda bulunmaktan kaçınmak,<br />

ondan çıkacak her sözün kalbin sesi soluğu<br />

olmasına özen göstermektir.<br />

Belin iffeti, yani hadisteki ifadesiyle apış arasının<br />

korunması ise -yukarıda da ifade edildiği gibi– zina ve<br />

fuhuş gibi nesillerin harap olmasına, soyun-sopun birbirine<br />

karışmasına sebep olacak çirkinliklerden uzak<br />

durmaktır. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem),<br />

bu iki uzva sahip çıkılması durumunda cenneti<br />

vaadetmesi, bu iki uzvu korumanın zorluğundan ileri<br />

gelmektedir. ‘Nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen,<br />

onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu<br />

zabt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve<br />

onlara karşı hep sabırla direnen hatta bu gibi zaaflara<br />

karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, başkasının<br />

senelerce bir posta oturup postnişinlikle elde edeceği<br />

füyûzatı, bir anda elde edebilir. Yine bir başkasının,<br />

her gece kıldığı bin rekât namazın ona kazandıracağından<br />

daha fazlasını hem de bir anda kazandırabilir.<br />

Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırabilir.’<br />

(M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur 1 s.345)<br />

Netice itibariyle, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde<br />

bütün sarahatiyle bir mü’min şiarı olarak takdim edilen<br />

iffet prensibi, kâmil iman sahibi olabilmenin en temel<br />

esaslarından biridir. Her ne kadar bazı renk ve desenlerine<br />

herkesin takat getirebilmesi mümkün olmasa da,<br />

‘dilencilikten uzak durmak, kanaatkâr olmak, şehevânî<br />

arzu ve isteklerin baskısına boyun eğmemek, ırz ve namusuna<br />

halel getirecek bir günaha meyletmemek, diline<br />

ve beline sahip olmak’ diye tarif edebileceğimiz iffetlilik<br />

ise, Allah ve Resulü’nün bizden talep ettiği, olmazsa olmaz<br />

bir mü’min şiarıdır. İffetsizliğin kol gezdiği, beşerî<br />

erdemlerin hevâ ve heveslerin insafına terk edildiği günümüz<br />

toplumlarında iffetli olabilmek, afif kalabilmek<br />

fevkalâde bir mazhariyettir. Böyle bir hassasiyete sahip<br />

olabilmenin ne kadar meşakkatli olduğu dikkate alınacak<br />

olursa, iffet ahlâkını korumanın, Hakk’ın hatırı için<br />

fenalıklara dur diyebilmenin de insanı ne ölçüde zirvelere<br />

taşıyacağı izahtan vârestedir.<br />

*Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

oguner@yeniumit.com.tr<br />

13


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Ahmet YÜKSEL *<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Kur’ân, kelimelerle ortaya koyduğu sahneleri resmederken, bazen harf ve<br />

seslerin birbiriyle uyum ve âhengini, bazen de şahısları ve karakterlerini<br />

devreye koyar; koyar ve arz etmek istediği armoniyi muciz bir şekilde, hem de<br />

israf-ı kelâm etmeden itmam eder.<br />

Giriş<br />

تَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏ ( âyetleri Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm<br />

gibi) تُؤْ‏ مِنُونَ‏ تَتَّقُونَ‏ / خَ‏ بِيراً‏ ، كَبِيراً‏ ، عَ‏ لِيماً‏ ، حَ‏ كِ‏ يماً‏<br />

birbiriyle müzikal uyuma sahip fasılalarla<br />

biter. 1 Kur’ân’ın bu uyuma oldukça önem verdiği<br />

görülür. Çünkü bunun dinleyiciler üzerinde<br />

son derece önemli bir etkisi vardır. Bu uyumun<br />

sağlanması için kimi zaman normal cümle<br />

düzeninde bir kelime öne alınıp bir diğerinin<br />

sona bırakıldığı; kimi zaman da cümleden bazı<br />

öğelerin hazfedildiği veya ziyade edildiği görülür.<br />

Bazen de bir isim veya fiilin farklı sîgaları<br />

arasında geçiş yapılarak bir sîga yerine farklı<br />

bir sîga ile bu uyum sağlanır. Meselâ Tâhâ<br />

.70 âyetinde قَالُۤوا اٰمَنَا هّ‏ بِرَبِ‏ هٰ‏ رُونَ‏ ٰ وَمُوسي “Mûsâ ve<br />

Hârun’un Rabbine inandık dediler.” denirken,<br />

هّ‏ Şu‘arâ 48. âyetinde ise<br />

“Âlemlerin Rabbine yâni Hârun ve ٰ مُوسي وَهٰ‏ رُونَ‏<br />

Mûsâ’nın Rabbine inandık” denir. Çünkü Tâhâ<br />

70. âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetler hep â<br />

sesiyle sona erdiği için burada âyet Mûsâ kelimesi<br />

ile sona ererken, Şu‘arâ sûresinde ise önce<br />

ve sonraki âyetler ûn, ûn sesi ile sona erdiği için<br />

burada ise âyetin Hârûn kelimesi ile sona erdiği<br />

ve böylece uyumun sağlandığı görülür. 2<br />

قَالُۤوا اٰمَنَا هّ‏ بِرَبِ‏ الْعَالَمِ‏ ينَ‏ رَبِ‏<br />

Diğer dillerde olduğu gibi, Arapçada da<br />

cümle herhangi bir bağlamda gelir ve cümlenin<br />

öğeleri arasında takdîm-tehir, zâid bir öğe ilavesi,<br />

cümlenin her hangi bir öğesinin veya kendisinin<br />

tekrarı ya da hazfi gerekebilir. Cümle yapısında<br />

meydana gelen bu değişiklikler farklı amaçlara<br />

yönelik olarak gerçekleşir. Bu değişikliklerin<br />

türleri ile bunların amaçları nahiv, belâgat ve<br />

edebiyat kaynaklarında ayrıntılı olarak ele alınır.<br />

Kur’ân’da cereyan eden bu değişikliklerin amaçlarından<br />

biri de âyetler arasındaki fâsıla uyumunu<br />

(ses/müzikal uyum) sağlamaktır. Bu uyumun<br />

sağlanması siyâkın gereği olarak bir öğenin takdimi,<br />

başka bir öğenin de tehirini gerektirebileceği<br />

gibi, sîgaları ve üslûpları da etkileyerek bir sîga<br />

yerine (yine onu kastederek) başka bir sîğa kullanmayı<br />

da gerektirebilir. 3<br />

Kur’ân’daki Fâsıla Uyumunu Sağlayan Faktörler<br />

Kur’ân’daki cümle yapısında fâsıla uyumunu sağlayan<br />

faktörleri şu ana başlıklar altında toplayabiliriz:<br />

I-Takdim-Te’hir<br />

Cümlenin bütün öğelerini aynı anda söylemek<br />

mümkün değildir. Cümlede bazı öğeler<br />

önce, bazı öğeler ise tabiî olarak sonra gelecek-<br />

14


tir. Takdim: normal cümle düzeninde sonra gelmesi<br />

gereken bir öğeyi öne almak; tehir ise önce gelmesi<br />

gereken bir öğeyi sonraya bırakmaktır. 4 Takdimtehirde<br />

sonra gelen öğeyi öne almak, önce gelmesi gereken<br />

öğeyi ise geriye bırakmak söz konusudur. Ancak<br />

bunun bir sebebe bağlı olarak gerçekleşmesi gerekir.<br />

Belâgat kaynaklarında bu sebepler üzerinde uzun uzadıya<br />

durulmuş olmasına rağmen, bizim burada dikkat<br />

çekeceğimiz hususa pek fazla değinilmemiştir.<br />

Takdim-tehir konusunun Kur’ân’ın hemen her yerinde<br />

rastlayabileceğimiz örneklerinden biri harf-i cerli<br />

fiillerin mef ’ulleri ile kullanımlarında görülür: Bu<br />

konudaki kural, önce fiilin daha sonra da harf-i cerle<br />

birlikte mef ’ulün (mecrur) gelmesidir. Bu açıdan her<br />

harf-i cerrin öncesinde bir müteallakı (yani harf-i cerrin<br />

bağlı olduğu öğe) olup bu harfi cerler bağlı bulundukları<br />

fiilin anlamını ilgili isme taşırlar. 5<br />

Meselâ قَدَ‏ رَ‏ عَ‏ لَى ‘bir şeye gücü yetmek’ fiili buna güzel<br />

bir örnek teşkil eder. Önce bu fiilin söylediğimiz<br />

kurala uygun olarak geldiği kullanımına bir göz ata-<br />

وَضَ‏ رَبَ‏ اللَّ‏ ُ مَثَالً‏ عَ‏ بْداً‏ مَمْ‏ لُوكاً‏ الَ‏ يَقْدِرُ‏ :16/75 Nahl, lım. Meselâ<br />

“Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen köleyi misal عَ‏ لَى شَ‏ يْ‏ ءٍ‏<br />

olarak anlattı” âyetinde önce fiil sonra da harf-i cerle<br />

birlikte mef ’ul gelmektedir. Bu fiil mef ’ulünü harf-i<br />

cerle aldığı gibi, bu fiilden türeyen ism-i fâil, mübâlağa<br />

sîgaları, sıfat-ı müşebbehe vb. kelimeler de aynı şekilde<br />

mef ’ullerini yine aynı harf-i cerle alırlar. Bu kural<br />

sadece bu fiile özgü bir durum olmayıp, mef ’ulünü<br />

harf-i cerle alan bütün fiiller için geçerlidir.<br />

fiilinin Kur’ân’da ism-i fâil formunda gelen قَدَ‏ رَ‏ عَ‏ لَى<br />

kullanımlarına göz attığımızda 6 yerde قَادِرٌ‏ عَ‏ لَى veya<br />

- g şeklinde önce ism-i fâil, sonra harf-i cerri الْقَادِرُ‏ عَ‏ لَى<br />

lirken 6 sadece bir yerde câr-mecrurun, müteallakından<br />

önce geldiği görülür. Bu kullanım ise Târık, 86/8<br />

âyetindedir. Bu âyetle sonrasındaki âyetler şöyledir:<br />

‏(اِنَّهُ‏ عَ‏ لَى رَجْ‏ عِهِ‏ لَقَادِرٌ‏ )8( يَوْمَ‏ تُبْلَى السَّ‏ ر ۤ ائِرُ‏ )9( فَمَ‏ ا لَهُ‏ مِنْ‏ قُوَّةٍ‏ وَالَ‏ نَاصِ‏ رٍ‏ )10<br />

Konuyla ilgili olarak daha dikkat çekici bir durum<br />

ise bu fiilden türeyen bir sıfat-ı müşebbehe olan قَدِيرٌ‏ kelimesinin<br />

kullanımında görülür. Bu kelimenin Kur’ân’da<br />

geçtiği 39 yerden 34 tanesinde câr-mecrûr öne alınarak<br />

câr- kelimesi âyet sonuna bırakılmış, 5 yerde ise قَدِ‏ يرٌ‏<br />

mecrûru tamamen hazfedilmiştir. Bu kelimenin âyet<br />

sonuna bırakıldığı yerlerden birisi şöyledir: 7<br />

اَلَمْ‏ تَعْ‏ لَمْ‏ اَنَّ‏ اللَّ‏ َ عَ‏ لَى كُلِ‏ هّ‏ شَ‏ يْ‏ ءٍ‏ قَدِ‏ يرٌ‏ : 109 Bakara /2 106 ve<br />

)106( ‏....نَصِ‏ يرٍ‏ )107( ‏...السَّ‏ بِيلِ‏ )108( .... اِنَّ‏ اللَّ‏ َ عَ‏ لَى هّ‏ كُلِ‏ شَ‏ يْ‏ ءٍ‏ قَدِ‏ يرٌ‏<br />

)109( .... اِنَّ‏ اللَّ‏ َ بِمَ‏ ا تَعْ‏ مَ‏ لُونَ‏ بَصِ‏ يرٌ‏ )110(<br />

Buradaki takdim-tehirle hem Allah’ın her şeye gücünün<br />

yettiğine daha fazla vurgu yapılmakta hem de<br />

âyet sonlarındaki fâsıla uyumu sağlanmaktadır.<br />

Âyet sonlarındaki bu uyumla ilgili olarak قَدِيرٌ‏ kelimesinin<br />

farklı bir kullanımı da كَ‏ انَ‏ fiili ile birlikte mansub<br />

olarak geldiği 6 yerde görülür. 8 Bunlardan 3 tanesinde<br />

câr-mecrûru hazfedilmiş, üçünde ise câr-mecrur öne alınarak<br />

قَدِ‏ يرً‏ ا kelimesi âyet sonuna bırakılmıştır. Şimdi bu<br />

âyetlerden birini öncesi ve sonrasındaki âyetlerle birlikte<br />

görelim: (el-Ahzâb 33/24-35 arası âyet sonları)<br />

... رَحِ‏ يمً‏ ا )24( ... عَ‏ زِيزًا )25( .... فَرِيقًا تَقْتُلُونَ‏ وَتَأْسِ‏ رُونَ‏ فَرِيقًا )26(<br />

‏.....وَكَانَ‏ اللَّ‏ ُ عَ‏ لَى كُلِهّ‏ شَ‏ يْ‏ ءٍ‏ قَدِيرًا )27( ... جَ‏ مِ‏ يالً‏ )28( ... عَ‏ ظِ‏ يمً‏ ا )29(<br />

.... يَسِ‏ يرًا )30( .... كَرِيمً‏ ا )31( .... مَعْ‏ رُوفًا 32( ... تَطْ‏ هِيرًا )33( ...<br />

خَ‏ بِيرًا )34( ... اَعَ‏ دَّ‏ اللَّ‏ ُ لَهُمْ‏ مَغْ‏ فِرَةً‏ وَاَجْ‏ رًا عَ‏ ظِ‏ يمً‏ ا )35(<br />

II-Zikr ve Hazf<br />

Zikr; söylemek demektir. Istılah anlamı olarak söylenilmesi<br />

lâzım gelen sözün söylenmesine zikr denir.<br />

Hazf ise حَ‏ ذَ‏ فَ‏ fiilinin masdarı olup, bir sözü düşürmek,<br />

atmak ve zikretmemek demektir. Bir belâgat terimi<br />

olarak söylenilmesi îcab etmeyen sözün ibarede<br />

zikredilmemesine hazf adı verilir. 9<br />

Tâhiru’l-Mevlevî şöyle der: Sözün nerede zikri ve nerede<br />

hazfi iktiza eylediğine dair bazı kaideler beyan edilmiş<br />

ise de en doğrusu, onu tayin edecek zevk-i selîmdir. 10<br />

“Umarım لَعَلِ‏<br />

ki senin yorumunla insanlara dönerim, onlar da bilirler”<br />

(Yûsuf 12/46) âyetinde görülür:<br />

هّي اَرْ‏ جِ‏ عُ‏ اِلٰى النَّاسِ‏ لَعَلَّهُمْ‏ يَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏ Zikre örnek<br />

... فَاَرْ‏ سِ‏ لُونِ‏ )45( ... لَعَلِ‏ هّي اَرْ‏ جِ‏ عُ‏ اِلٰى النَّاسِ‏ لَعَلَّهُمْ‏ يَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏ )46( ...<br />

تَأْكُلُونَ‏ )47( ... تُحْ‏ صِ‏ نُونَ‏ )48(<br />

Burada âyet sonlarındaki uyumdan dolayı لَعَ‏ لهّ‏ kelimesi<br />

iki kez zikredilmiştir. Şâyet 2. لَعَ‏ لّ‏ kelimesi olmasaydı<br />

şeklinde gelir ve âyetin لَعَلِ‏<br />

diğer âyetlerle uyumu bozulurdu. Çünkü recâ bildiren<br />

cümlelerin cevabı fâ harfi ile ve mansub olarak gelir.<br />

هّي اَرْجِ‏ عُ‏ اِلٰى النَّاسِ‏ فَيَعْ‏ لَمُ‏ وا cümle<br />

يَاهَامَانُ‏ ابْنِ‏ لِي صَ‏ رْ‏ حً‏ ا لَعَلِ‏ هّي اَبْلُغُ‏ اْالَسْ‏ بَابَ‏ اَسْ‏ بَابَ‏ Bu kullanım<br />

“Ey Hâmân bana yüksek bir السَّ‏ م ٰ وَاتِ‏ فَاَطَّ‏ لِعَ‏ اِلۤى اِلهِ‏ مُوس ٰ ي<br />

kule yap da o sebeplere yani göklerin yollarına erişeyim<br />

de Mûsa’nın tanrısına çıkıp bakayım” (el-Ğâfir<br />

40/37) âyetinde görülür.<br />

Bazen de uyumu sağlamak üzere kelimeye bazı ziyadelerin<br />

yapıldığı görülür. Meselâ Ahzâb, 66-67 âyetleri bunun<br />

gibidir. Öncesi ve sonrasındaki âyet sonları ile uyum açısından<br />

resûl ve sebîl kelimelerine elif ilave edilmiştir.<br />

... وَالَ‏ نَصِ‏ يرًا )65( يَوْ‏ مَ‏ تُقَلَّبُ‏ وُ‏ جُ‏ وهُ‏ هُمْ‏ فِي النَّارِ‏ يَقُولُونَ‏ يَالَيْتَنۤا اَطَ‏ عْ‏ نَا<br />

اللَّ‏ َ وَاَطَ‏ عْ‏ نَا الرَّسُ‏ والَ‏ )66( وَقَالُوا رَبَّنۤا اِنهّۤا اَطَ‏ عْ‏ نَا سَ‏ ادَتَنَا وَكُبَر ۤ اءَنَا فَاَضَ‏ لُّونَا<br />

السَّ‏ بِيالَ‏ )67( رَبَّنۤا اٰتِهِمْ‏ ضِ‏ عْ‏ فَيْنِ‏ مِنَ‏ الْعَذَ‏ ابِ‏ وَالْعَنْهُمْ‏ لَعْ‏ نًا كَبِيرًا )68(<br />

Burada lafzın mânâya kurban edilmesi gibi bir durum<br />

da söz konusu değildir. Bilakis bu ziyadelikle bir<br />

taraftan lafzî uyumu sağlarken diğer taraftan da âyetin<br />

ifade ettiği mânâya uygun katkı sağlandığı görülür. Nitekim<br />

Ahzâb 65-68 âyetlerinde kâfirlerin kıyamet gününde<br />

cehenneme sokulacaklarından, orada ne bir dost<br />

15


Bu âyette يَنْ‏ فَ‏ عُ‏ ونَكُ‏ مْ‏ ifadesinden sonra cümlenin akışı gere-<br />

يَ‏ ضُ‏ رُّ‏ ونَ‏ denmesi beklenirken mef ’ul düşürülerek يَ‏ ضُ‏ رُّونَ‏ كُ‏ مْ‏ ği<br />

denmiştir. Çünkü bu hazif olmasaydı uyum bozulurdu.<br />

Yukarıda da belirttiğimiz gibi; Kur’ân’ın bütün bu<br />

söylediklerimizde lafız ve mânâ ilişkisini dikkate aldığı<br />

görülür. Kur’ân, bunu sadece fonetik uyumun bir<br />

gereği olarak yapmaz. Bunu bir de eş-Şu‘arâ 72-73<br />

âyeti üzerinden açıklayacak olursak: burada mef ’ulün<br />

zikri durumunda fâsılanın bozulacağını söyledik. Fakat<br />

cümlede mânânın durumu da bu hazfi gerekli kılmaktadır.<br />

Burada fayda vermek fiilinden sonra mef ’ul<br />

getirilmiş, zarar vermek fiilinden sonra ise mef ’ul hazfedilmiştir.<br />

Çünkü insan kendisi için faydayı ister ama<br />

zararı istemez. Üstelik kendisine zarar verecek şeyden<br />

de korkar. Görüldüğü gibi hem lafız hem de mânâ yönünden<br />

lüzumuna binaen bu hazif yapılmıştır.<br />

Benzeri bir durum وَاَضَ‏ لَّ‏ فِرْعَوْنُ‏ قَوْمَهُ‏ وَمَا هَدٰى “Firavun<br />

toplumunu saptırdı, ve hiç doğru yola iletmedi.” (Tâhâ<br />

هَدٰ‏ يهُمْ‏ 79) âyetinde de görülür. Burada mef ’ul zikredilerek<br />

denmemiştir. Aslında buradaki hazifle fiile umûmîlik kazandırılmış;<br />

yâni Firavun hiçbir şekilde hidayet sıfatıyla<br />

nitelendirilmemiştir. Eğer وَ‏ مَ‏ ا هَدٰ‏ يهُمْ‏ denseydi; Firavun’un<br />

hidayete erdiremeyişi sadece kendi kavmiyle sınırlı olup,<br />

başka bir kavmi hidayete erdirmesi ihtimal dâhilinde olurne<br />

de bir yardımcı bulamayacaklarından ve yüzlerinin<br />

ateşte çevrileceğinden bahsedilmekte, devamında ise<br />

kâfirlerin o günkü pişmanlıklarına ve onların ah vah et-<br />

يَالَيْتَنۤا اَطَ‏ عْ‏ نَا melerine yer verilmektedir. Şimdi âyetlerdeki<br />

اللَّ‏ َ وَاَطَ‏ عْ‏ نَا الرَّسُ‏ والَ‏ )66( وَقَالُوا رَبَّنۤا اِنهّۤا اَطَ‏ عْ‏ نَا سَ‏ ادَتَنَا وَكُ‏ بَر ۤ اءَنَا فَاَضَ‏ لُّونَا<br />

şeklindeki uzatmalar, tam da cehennemde السَّ‏ بِيالَ‏ )67(<br />

kızgın ateşler içinde yanan ve kıvranan kâfirlerin feryatlarını<br />

ve onların âh-vâhlarını yansıtmaktadır.<br />

Aynı ifadenin yer aldığı Ahzâb 4. âyetinde ise ön-<br />

السَّ‏ بِيلَ‏ cesi ve sonrası hep â sesiyle geldiği hâlde âyetteki<br />

kelimesinde uzatmaya yer verilmediği görülür. Zira bu<br />

âyetteki siyâk-sibak münasebeti buna müsait değildir.<br />

عَ‏ لِيمً‏ ا حَ‏ كِ‏ يمً‏ ا )1( ... خَ‏ بِيرًا )2( ‏...وَكِيالً‏ )3( ... وَ‏ هُ‏ وَ‏ يَهْ‏ دِ‏ ي السَّ‏ بِيلَ‏ )4)<br />

‏...غَ‏ فُورًا رَحِ‏ يمً‏ ا )5( ... مَسْ‏ طُ‏ ورًا )6( ... مِيثَاقًا غَ‏ لِيظً‏ ا )7(<br />

Bu ise Kur’ân’ın sadece lâfza değil, lâfız ve mânâ<br />

münasebetine önem verdiğini göstermektedir. Hazfin<br />

örneklerine gelince bunu aşağıdaki başlıklar altında<br />

gruplandırmak mümkündür:<br />

1-Kelime Sonundan Bir veya Birkaç Harfin Hazfi<br />

Bu hazfin örneklerinden biri وَاللَّيْلِ‏ اِذَا يَسْ‏ رِ‏ “Gitmekte olan<br />

سَ‏ رَ‏ ى kelimesi يَسْ‏ رِ‏ geceye” (el-Fecr 89/4) âyetindedir. Âyetteki<br />

fiilinin muzârisi olup aslında يَسْ‏ رِ‏ ى şeklinde olması gerekirken,<br />

sonundaki yâ harfi hazfedilmiş ve يَسْ‏ رِ‏ olmuştur. 11<br />

وَالْفَجْ‏ رِ‏ )1( وَلَيَالٍ‏ عَ‏ شْ‏ رٍ‏ )2( وَالشَّ‏ فْعِ‏ وَالْوَتْرِ‏ )3( وَاللَّيْلِ‏ اِذَا يَسْ‏ رِ‏ )4(<br />

هَلْ‏ فِي ذٰ‏ لِكَ‏ قَسَ‏ مٌ‏ لِذِ‏ ي حِ‏ جْ‏ رٍ‏ )5(5<br />

“Fecre, on geceye, çifte ve teke, gitmekte olan geceye<br />

and olsun ki bunlarda akıl sahipleri için bir yemin<br />

var değil mi?”<br />

Her ne kadar bu âyeti yâ’nın isbâtı ile de okuyanlar<br />

varsa da cumhurun tercihi hem vasl hem de vakf hâlinde<br />

hazf ile okumaktan yanadır. Ferrâ, âyetin diğer âyetlerle<br />

uyumu açısından hazf ile okuyuşun daha güzel olacağını<br />

söyler. 12 Taberî de bu âyetin tefsîrinde Arapların ref‘<br />

hâlinde iken yâ’yı düşürüp onun yerine öncesinin kesresiyle<br />

yetindiklerini, bu âyette de öncesi ve sonrası ile<br />

uyum açısından yâ’nın hazfedildiğini, cumhurun da bu<br />

âyeti hazifle okuduğunu ifade eder. 13<br />

Kelime sonundan bir veya birkaç harfin hazfedilmesi<br />

örneklerinden biri de mansup muttasıl zamirlerden<br />

1. tekil şahıs zamirinin âyet sonlarında geldiği zaman<br />

لَكُ‏ مْ‏ hazfedilmesi durumudur. Bunun örneklerinden biri<br />

bana” “Sizin dininiz size, benim dinim دِينُكُ‏ مْ‏ وَلِيَ‏ دِينِ‏<br />

âyetindedir. (el-Kafirûn 101/6) Ferrâ bu âyetin izahında<br />

دِينِ‏ denilmeyip دِينِى âyet sonlarının hep nûn’la bittiği için<br />

denildiğini söyler. Devamla Şu‘arâ 78-81 âyetlerindeki<br />

hazflerin de bunun gibi olduğunu belirtir. 14<br />

Mütekellim zamiri olan yâ’nın âyet sonlarındaki hazfine<br />

dair örnekler oldukça fazladır. 15 Özellikle ûn ve în şeklinde<br />

biten âyetlerde Arap dil yapısına da uygun olan bu<br />

hazifle âyetler arasındaki uyumun sağlandığı görülür.<br />

2-Bir kelime Veya Öğenin Hazfi<br />

Cümlede âyetler arasındaki uyumun sağlanması<br />

için bazen de cümleden bir kelime veya bir öge hazfedilebilir.<br />

Bu hazfin örneklerinden biri mef ’ulün hazfidir.<br />

Bunun örneği Hicr Sûresi 3 ve 96. âyetlerinde görülür.<br />

ذَرْ‏ هُ‏ مْ‏ يَأْكُلُوا وَيَتَمَ‏ تَّعُوا وَيُلْهِهِمُ‏ اْالَمَلُ‏ âyeti: -1 el-Hicr 15/3<br />

“Bırak onlar yesinler, eğlensinler, arzuları فَسَ‏ وْ‏ فَ‏ يَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏<br />

onları oyalasın, yakında bilecekler”<br />

اَلَّذِينَ‏ يَجْ‏ عَلُونَ‏ مَعَ‏ اللَّ‏ ِ اِلَهًا اٰخَ‏ رَ‏ âyeti: -2 el-Hicr /15 .96<br />

“O Allah ile beraber başka tanrı edinenler فَسَ‏ وْ‏ فَ‏ يَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏<br />

yakında bilecekler”<br />

Bu âyetlerdeki يَعْ‏ لَمُ‏ ونَ‏ ‘bilecekler’ fiilinin mef ’ulünün<br />

hazfi ile fâsıla uyumunun sağlanması yanında âyetin<br />

tehdit ifade etmesi ve kâfirlerin kalbine korku salınması<br />

ve onların huzurlarının bozulması gibi başka amaçların<br />

da gözetildiği görülür. Çünkü başına kötü bir hâl<br />

geleceğine dair tehdit edilmek, ama ne olacağını bilememek<br />

insanda korku ve huzursuzluğa yol açar. 16<br />

Yine Şuarâ 72-73 de<br />

قَالُوا نَعْ‏ بُدُ‏ اَصْ‏ نَامًا فَنَظَ‏ لُّ‏ لَهَا عَ‏ اكِفِينَ‏ )71( قَالَ‏ هَ‏ لْ‏ يَسْ‏ مَ‏ عُ‏ ونَكُ‏ مْ‏ اِذْ‏ تَدْ‏ عُ‏ ونَ‏<br />

)72( اَوْ‏ يَنْفَعُ‏ ونَكُ‏ مْ‏ اَوْ‏ يَضُ‏ رُّ‏ ونَ‏ )73( قَالُوا بَلْ‏ وَ‏ جَ‏ دْ‏ نۤا اٰب ۤ اءَنَا كَ‏ ذٰ‏ لِكَ‏ يَفْ‏ عَ‏ لُونَ‏ )74(<br />

قَالَ‏ اَفَرَاَيْتُمْ‏ مَا كُ‏ نْتُمْ‏ تَعْ‏ بُدُ‏ ونَ‏ )75( اَنْتُمْ‏ وَاٰباۤؤُكُمُ‏ اْالَقْدَمُونَ‏ )76(<br />

اَلَّذِي خَ‏ لَقَنِي فَهُوَ‏ يَهْ‏ دِينِ‏ ]+ ى[‏ )78( وَالَّذِي هُ‏ وَ‏ يُطْ‏ عِمُ‏ نِي وَيَسْ‏ قِينِ‏ ‏]+ى[‏<br />

)79( وَاِذَا مَرِضْ‏ تُ‏ فَهُوَ‏ يَشْ‏ فِينِ‏ ]+ ى[‏ )80( وَالَّذِ‏ ي يُمِ‏ يتُنِي ثُمَّ‏ يُحْ‏ يِينِ‏<br />

‏]+ى[‏ )81( وَالَّذِ‏ ي اَطْ‏ مَ‏ عُ‏ اَنْ‏ يَغْ‏ فِرَ‏ لِي خَ‏ طِۤيئَتِي يَوْ‏ مَ‏ هّ‏ الدِينِ‏ )82(<br />

16


du. Fakat âyette mef ’ul hazfedilerek hem fâsıla uyumu<br />

sağlanmış hem de Firavun’un başka bir kavmi hidayete<br />

erdirmesi ihtimali de ortadan kaldırılmıştır. 17<br />

III-Sîga Değişimi<br />

Sîga değişiminden maksat örneğin ism-i fâil yerine<br />

ism-i mef ’ul (veya zıddı), müfred yerine cemi, cemi<br />

yerine müfred sîgası getirilmesi gibi değişikliklerdir.<br />

Bu değişimi aşağıdaki başlıklar altında toplayabiliriz:<br />

1-İsm-i Mef’ul Yerine İsm-i Fâil Sîgası<br />

Getirilmesi<br />

Arapların dildeki âdetlerinden biri mef ’ul sîgası<br />

yerine fâil sîgası getirmeleridir. Ferrâ ve Taberî’nin rivayetlerinden<br />

bu üslubun Hicaz ehlinin lügati olduğu<br />

ve özellikle de kelime sıfat olarak geldiğinde bunun<br />

هَ‏ ذَ‏ ا sıkça yapıldığı anlaşılmaktadır. 18 Meselâ Arapların<br />

‘bu saklanan bir sır’ anlamında söyledikleri سِ‏ رٌّ‏ مَكْ‏ تُومٌ‏<br />

gibidir. sözleri bunun هَذَ‏ ا سِ‏ رٌّ‏ كَاتِمٌ‏<br />

Bu değişikliğin Kur’ân’daki örneği ise خُ‏ لِقَ‏ مِنْ‏ م ۤ اءٍ‏ دَافِقٍ‏ “Atılan<br />

bir sudan yaratıldı” (Târık 86/6) âyetinde görülür. Buradaki<br />

دَافِقٍ‏ kelimesinin مَ‏ دْ‏ فُ‏ وقٍ‏ anlamında olduğu söylenmiştir. 19<br />

Çünkü sûredeki âyet sonları daha baştan itibaren fâil kalıbı<br />

üzere bitmektedir. Ayrıca ilgili kelimenin hemen öncesindeki<br />

eder. kelimesi de güzel bir ses uyumu arz دَ‏ افِقٍ‏ kelimesiyle م ۤ اءٍ‏<br />

Âyet, öncesi ve sonrasındaki diğer âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde<br />

bu durum daha iyi anlaşılır.<br />

وَالسَّ‏ م ۤ اءِ‏ وَالطَّ‏ ارِقِ‏ )1( وَم ۤ ا اَدْرَاكَ‏ مَا الطَّ‏ ارِقُ‏ )2( اَلنَّجْ‏ مُ‏ الثَّاقِبُ‏ )3(<br />

اِنْ‏ كُلُّ‏ نَفْسٍ‏ لَمَّ‏ ا عَ‏ لَيْهَا حَ‏ افِظٌ‏ )4( فَلْيَنظُ‏ رِ‏ اْالِنْسَ‏ انُ‏ مِمَّ‏ خُ‏ لِقَ‏ )5( خُ‏ لِقَ‏<br />

مِنْ‏ م ۤ اءٍ‏ دَافِقٍ‏ )6( يَخْ‏ رُجُ‏ مِنْ‏ بَيْنِ‏ الصُّ‏ لْبِ‏ وَالتَّر ۤ ائِبِ‏ )7( (86 (Târık<br />

Ferrâ, فَاَمَّا مَنْ‏ ثَقُلَتْ‏ مَوَازِينُهُ‏ فَهُوَ‏ فِي عِ‏ يشَ‏ ةٍ‏ رَاضِ‏ يَةٍ‏ “mizanları<br />

ağır gelenler, razı olacakları bir hayat içindedirler”<br />

(Kâria 101/6-7) âyetini de benzer bir kullanım olarak<br />

zikreder. 20 Zira sûre baştan itibaren fâileh vezni üzere<br />

başlamakta, son dört âyet aynı vezinle tamamlanmaktadır.<br />

Râzıyeh, hâviyeh, mâhiyeh, hâmiyeh.<br />

2-İsm-i Fâil Yerine İsm-i Mef’ûl Sîgası<br />

Getirilmesi<br />

Cümlede siyâkın gereği olarak bazen de fâil yerine<br />

mef ’ûl sîgası kullanılır ve bununla fâil anlamı kastedi-<br />

وَاِذَا قَرَأْتَ‏ الْقُرْ‏ اٰنَ‏ جَ‏ عَلْنَا بَيْنَكَ‏ وَبَيْنَ‏ الَّذِينَ‏ الَ‏ يُؤْ‏ مِنُونَ‏ Meselâ: lir.<br />

“Kur’ân okuduğun zaman seninle بِاْالٰخِ‏ رَةِ‏ حِ‏ جَ‏ ابًا مَسْ‏ تُورًا<br />

âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz”<br />

(İsrâ 17/45) âyeti bunun gibidir.<br />

Ayetteki مَ‏ سْ‏ تُ‏ ورً‏ ا kelimesinin aslında ism-i fâil kalıbı<br />

üzere ساَتِرًا anlamına geldiği ifade edilmiştir. 21 Ancak<br />

böyle denmiş olsaydı âyet sonlarının öncesi ile sonrası<br />

arasındaki uyum ortadan kalkardı. Çünkü öncesindeki<br />

âyet غَ‏ فُ‏ ورً‏ ا , sonrasındaki âyet ise نُفُورً‏ ا şeklinde bitmektedir.<br />

Âyet öncesi ve sonrası ile uyum açısından مَ‏ سْ‏ تُ‏ ورً‏ ا şeklinde<br />

ism-i mef ’ul sîgasıyla getirilerek fonetik bir uyum<br />

‏(غَ‏ فُورًا )44( .... مَسْ‏ تُورًا )45( .... نُفُورًا 46( .... sağlanmıştır:<br />

3-Müfred Yerine Müsennâ veya Cemi Sîgası<br />

Getirilmesi<br />

Âyetler arasındaki bu uyumun yukarıda zikredilenler<br />

dışında başka şekillerle de gerçekleştirildiği<br />

görülür. Bunlardan biri müfred kastederek kelimenin<br />

müsennâ veya cemi sîgasının kullanılmasıdır. Bunun<br />

اِنَّ‏ رَبَّكَ‏ هُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِمَ‏ نْ‏ ضَ‏ لَّ‏ عَ‏ نْ‏ سَ‏ بِيلِهِ‏ Kur’ân’daki örneği ise<br />

“Kuşkusuz, Rabbin kendi yolundan وَهُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِالْمُ‏ هْ‏ تَدِينَ‏<br />

sapanları da yola gelenleri de en iyi bilendir.” (Nahl<br />

16/125) âyetinde görülür:<br />

Burada cümle yapısı şayet mûtad üzere gelseydi,<br />

- de اِنَّ‏ رَبَّكَ‏ هُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِمَ‏ نْ‏ ضَ‏ لَّ‏ عَ‏ نْ‏ سَ‏ بِيلِهِ‏ وَهُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِمَ‏ نَ‏ اهْ‏ تَدٰ‏ ى<br />

mesi gerekirdi. Nitekim aynı ifadenin geçtiği Necm<br />

اِ‏ نَّ‏ رَبَّ‏ كَ‏ görülür: sûresinde, âyetin bu şekilde sona erdiği<br />

- “Kuşk هُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِمَ‏ نْ‏ ضَ‏ لَّ‏ عَ‏ نْ‏ سَ‏ بِيلِهِ‏ وَهُ‏ وَ‏ اَعْ‏ لَمُ‏ بِمَ‏ ن اهْ‏ تَدٰ‏ ى )30(<br />

suz, Rabbin kendi yolundan sapanları da yola gelenleri<br />

de en iyi bilendir.” (Necm, 53/30)<br />

Burada âyetlerin siyâk-sibakına baktığımızda Nahl<br />

Sûresi’ndeki yapının بِالْمُ‏ هْ‏ تَدِينَ‏ şekline daha uygun olduğu;<br />

Necm Sûresi’ndeki yapının ise اهْ‏ تَدٰ‏ ى şekline<br />

daha uygun olduğu görülür. Çünkü Nahl Sûresi’ndeki<br />

âyetlerin çoğu ûn veya în sesi ile bitmekte, Necm<br />

Sûresi’ndeki âyet sonları ise hep â sesi ile bitmektedir.<br />

4-Müsennâ Yerine Müfred Sîgası Getirilmesi<br />

Müsennâ yerine müfred sîgası getirilmesi bir önceki<br />

maddede açıklanan durumun tersinedir. Örneğin<br />

Allah Teâlâ’nın Âdem ve Havva (a.s.)’ı İblis’e karşı<br />

فَقُلْنَا ي ۤ ا اٰدَمُ‏ اِنَّ‏ هَذٰ‏ ا عَ‏ دُ‏ وٌّ‏ لَكَ‏ وَلِزَوْ‏ جِ‏ كَ‏ فَالَ‏ يُخْ‏ رِجَ‏ نَّكُ‏ مَ‏ ا uyardığı<br />

“Dedik ki: Ey Adem! Bu sana ve eşine مِنَ‏ الْجَ‏ نَّةِ‏ فَتَشْ‏ قٰ‏ ى<br />

düşmandır. Sakın ola sizin ikinizi cennetten çıkarmasın.<br />

Aksi halde şakilerden olursun(uz)” (Tâhâ, 20/117)<br />

âyeti bunun gibidir.<br />

Âyetteki uyarı Hz. Âdem ve eşine (iki kişiye) ol-<br />

فَ‏ تَشْ‏ قٰ‏ ى masına rağmen, âyetin sonundaki cevâbî fiil<br />

şeklinde müfred sîgası ile gelmiştir. Hâlbuki bu fiilin<br />

müsennâ formu فَتَشْ‏ قَياَ‏ şeklindedir. Eğer o ikisinin şaki<br />

olacağı ifade edilecekse فَتَشْ‏ قَياَ‏ denmesi gerekirdi. Fakat<br />

âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetlerle uyumu dikkate<br />

alındığında müsennâ yerine müfred formun kullanılmasının<br />

daha uygun olduğu görülmektedir. 22<br />

... ٰ اَبى )116( ... فَ‏ تَشْ‏ قٰ‏ ى )117( ... تَعْ‏ ٰ رى )118( ... تَ‏ ضْ‏ ٰ ح ى )119(<br />

Şayet âyet müfred yerine müsennâ sîgası ile sonlandırılmış<br />

olsaydı, üslup son derece ağır ve âyetlerde<br />

olması gereken edebî i‘câz ve belâgatten uzak olur ve<br />

âyet sonlarındaki uyum bozulurdu.<br />

5-Cemi Yerine Müfred Sîgasının Getirilmesi<br />

Arapların dildeki âdetlerinden biri de cemi yerine müfred<br />

sîgası kullanmalarıdır. Bu durumun Araplarda oldukça<br />

meşhur olduğunu görmekteyiz. Bunun Kur’ân’daki<br />

17


örneği اِنَّ‏ الْمُ‏ تَّقِينَ‏ فِي جَ‏ نَّاتٍ‏ وَنَهَرٍ‏ “Müttakiler cennetlerde ve<br />

ırmak başlarındadırlar” (Kamer 54/54) âyetindedir.<br />

Ferrâ bu âyetteki نَهَ‏ رٍ‏ ‘nehir’ kelimesinin أنهار ‘nehirler’<br />

anlamında olduğunu söyler. 23 Ona göre bu âyet<br />

yine aynı sûrede yer alan سَ‏ يُهْ‏ زَمُ‏ الْجَ‏ مْ‏ عُ‏ وَيُوَلُّونَ‏ الدُّ‏ بُرَ‏ O“<br />

topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklar” (Kamer<br />

54/45) âyetine benzemektedir. Buradaki دُ‏ بُرَ‏ kelimesi<br />

de أَدْبَارَ‏ anlamındadır. 24 Fakat âyetler arasındaki<br />

uyumu sağlamak için bu kelime cemi yerine müfred<br />

sîgasında gelmiştir.<br />

6-Cemi Yerine Müsennâ Sîgası Getirilmesi<br />

Dilde bir üslûp olarak Arapların âdetlerinden biri<br />

de cemi yerine müsennâ sîgası kullanmalarıdır. Bu da<br />

tıpkı yukarıdaki gibi Araplarda oldukça meşhurdur.<br />

وَ‏ لِمَ‏ نْ‏ Bunun Kur’ân’daki örneği ise Rahmân Sûresi’ndeki<br />

“Rabbinin makamından korkan kimseler خَ‏ افَ‏ مَقَامَ‏ رَبِهّهِ‏ جَ‏ نَّتَانِ‏<br />

için iki cennet vardır.” (Rahmân 55/46) âyetindedir.<br />

يَطُ‏ وفُونَ‏ بَيْنَهَا وَبَيْنَ‏ حَ‏ مِ‏ يمٍ‏ آنٍ‏ )44( هّ‏ فَبِاَيِ‏ اٰالۤءِ‏ رَبِ‏ هّكُ‏ مَ‏ ا تُكَ‏ هّ‏ ذِ‏ بَانِ‏ )45( وَلِمَ‏ نْ‏<br />

خَ‏ افَ‏ مَقَامَ‏ رَبِ‏ هّهِ‏ جَ‏ نَّتَانِ‏ )46( هّ‏ فَبِاَيِ‏ اٰالۤءِ‏ رَبِ‏ هّكُ‏ مَ‏ ا تُكَ‏ هّ‏ ذِ‏ بَانِ‏ )47( ذَوَاتۤا اَفْنَانٍ‏<br />

)48( هّ‏ فَبِاَيِ‏ اٰالۤءِ‏ رَبِ‏ هّكُ‏ مَ‏ ا تُكَ‏ هّ‏ ذِ‏ بَانِ‏ )49( فِيهِمَ‏ ا عَ‏ يْنَانِ‏ تَجْ‏ رِيَانِ‏ )50( هّ‏ فَبِاَيِ‏ اٰالۤءِ‏<br />

رَبِ‏ هّكُ‏ مَ‏ ا تُكَ‏ هّ‏ ذِ‏ بَانِ‏ )51(<br />

Âyetteki cennetân kelimesi müsennâ sîgasıyla geldiği<br />

için daha sonra gelen zamirler de ona uygun olarak<br />

müsennâ sîgasıyla gelmiştir. Burada -doğrusunu Allah bilir-<br />

iki cennet kelimesiyle cennetler kastedilmektedir. Ancak<br />

cümle akışındaki uyumu sağlamak açısından müsennâ<br />

üslubu ile gelmiştir. Çünkü Araplar müsennâ kullanır ve<br />

bununla bazen müfred, bazen de cemi sîgasını kasteder. 25<br />

Bunun benzeri kullanımları zikrettiğimiz örnekler dışında<br />

başka yerlerde de görmek mümkündür.<br />

Benzeri bir durum cehennemdeki bekçiler hakkında<br />

müsennâ sîgasının kullanıldığı اَلْقِيَا فِى جَ‏ هَنَّمَ‏ “(ikiniz) cehenneme<br />

atın” (Kâf 50/24) âyetinde de görülmektedir.<br />

Buradaki القيا ifadesiyle -doğrusunu Allah bilir- aslında<br />

cehennem zebanileri kastedilmektedir. 26 Bunlar da 19<br />

melektir. (Bkz. el-Müddessir 74/30) Ancak hitâbın siyâka<br />

uygun olarak müsennâ sîgasıyla geldiği görülmektedir.<br />

Sonuç<br />

Kur’ân-ı Kerîm Arap lügatiyle nâzil olmuştur. Eğer<br />

Arapların kullandığı üslûba uygun bir şey Kur’ân’da<br />

varsa –ki bu durum daha başka üsluplar için de geçerlidir-<br />

bu, eşyanın tabiatına uygun olan bir durumdur ve<br />

bunda şaşılacak bir şey yoktur. Bu itibarla Arapların dildeki<br />

üslûplarından biri de müfred yerine müsennâ ve cemi<br />

sîgaları veya müsennâ ve cemi sîgası yerine müfred sîgası<br />

ya da cemi yerine müsennâ sîgası kullanmalarıdır.<br />

Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki Kur’ân-ı<br />

Kerîm hem lafız hem de mânâ yönüyle mu’cizevî bir<br />

kelâmdır. Bu kelâmın lafzî güzellikleri elbette pek çok<br />

yönde kendisini gösterir. Takdîm-tehir, zikr-hazf, üslûp<br />

ve sîgalardaki değişiklikler bunların dikkat çekenleri<br />

arasındadır. Son ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın lâfzî yönleri<br />

elbette bunlarla sınırlandırılamaz. Bizim burada zikrettiklerimiz<br />

bu konuyla ilgili ilk etapta göze çarpan<br />

örneklerden bazılarıdır. Kur’ân’daki lafzî uyum, hakkında<br />

çok yönlü araştırmalar yapılması gereken oldukça<br />

önemli bir konu olarak araştırıcıları beklemektedir.<br />

* Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

ayuksel@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Fasılalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kemâleddîn Abdülğanî el-Mürsî,<br />

Fevâsılu’l-Âyâti’l-Kur’âniyye, İskenderiye 1420/1999, el-Mektebu’l-<br />

Câmiiyyu’l-Hadîs; Abdullah Emin Çimen, “Kur’an’da Ritmik Yapı, Fasıla<br />

ve Uslûp Açısından Bir Deneme”, Dini Araştırmalar, cilt: 9, s. 27,<br />

Ocak-Nisan 2007, ss. 187-234;<br />

2. Fâzıl Sâlih Sâmerrâî, et-Ta‘bîrul-Kur’ânî, Dâru’l-Kütüb, 1989, s. 195.<br />

3. Siyak konusunda geniş bilgi için bkz. Ünver, Mustafa, Kur’ân’ı Anlamada<br />

Siyâkın Rolü, Samsun 1996.<br />

4. İmîl Bedî‘ Ya‘kûb, Mîşel ‘Âsî, el-Mu‘cemü’l-mufassal fi’l-lüğati ve’l-i‘râb,<br />

I-II, Beyrut 1987, I, 448; Celâleddin Muhammed b. ‘Abdurrahmân el-<br />

Kazvînî,, el-Îzâh fî ‘Ulûmi’l-Belâğa, I-II, Kahire tsz. I, 135; Nusreddin<br />

Bolelli, Belâgat, İstanbul 2000, Rağbet Yayınları, s. 288-290.<br />

5. Ahmet Yüksel, Arapça’da Harfi Cerler, Samsun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />

Sosyal Bilinler Enstitüsü, 1995, s. 8-9 (Basılmamış Yüksek Lisans<br />

Tezi); Mustafa Kurt, Arap Dilinde Cer Harfleri, İstanbul 1999, s. 57.<br />

6. İlgili ayetler için bkz.el-En’âm 6/37 ve 65; el-İsrâ 17/99; Yâsin 36/81;<br />

el-Ahkaf 46/33; el-Kıyâme, 75/40.<br />

7. Diğer örnekler için bkz. Bakare 2/ 284; Enfâl, 8/41<br />

8. Bkz. en-Nisâ 4/133 ve 139; el-Furkan 25/54; el-Ahzâb 33/27; el-Fâtır<br />

35/44; el-Fetih 48/21.<br />

9. Tâhiru’l-Mevlevî, Edebiyat Lugatı, nşr, Kemal Edip Kürkçüoğlu,<br />

Enderûn Kitabevi, İst. 1973, s. 52.<br />

10. Mevlevî, Edebiyat Lugatı, s. 184.<br />

11. İbrahim Mustafa vd., Mu‘cemu’l-Vasît, İstanbul 1986, Çağrı Yay. s. 428;<br />

Mevlüt Sarı, Arapça-Türkçe Lügat, İstanbul 1982, Bahar Yayınları, s. 753.<br />

12. Bkz. el-Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me‘âni’l-Kur’ân, ‘Âlemül-<br />

Kütüb, I-III, Beyrut 1980, III, 260; Ayrıca bk. Derviş, a.g.e., 10/468.<br />

13. Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö. 310/), Câmi‘u’l-Beyân ‘an<br />

Te’vîli’l-Kur’ân, I-XV, Beyrut-Lübnan 1408/1988, s. 15/173.<br />

14. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 297.<br />

15. Ûn ve în sesi ile biten âyet sonlarındaki mütekellim yâ’larının hazfi için bkz.,<br />

2/40, 41, 152; 3/50, 175; 7/195; 12/60; 15/68, 69; 16/2, 151; 26/52;<br />

21/25, 37, 92; 23/26, 39, 98, 99, 108; 26/12, 14, 62, 78, 79, 80, 81, 108,<br />

110, 117, 126, 131, 144, 150, 163, 179, 29/56; 27/32; 28/33, 34; 36/23,<br />

25; 37/56, 99; 39/16; 43/27, 63; 44/20, 21; 51/56, 57, 59; 71/3; 77/39;<br />

16. Ahmed Nasif el-Cenâbî, es-Siyâku’l-Mûsîkî lil-Cümleti’l-‘Arabiyye ve Eseruhû<br />

fi Binâihâ, Mecelletu Âdâbi’l-Mustansırıyye, sy. 4. 1399/1979, s. 56-57.<br />

17. Sâmerrâî, et-Ta‘bîrul-Kur’ânî, s. 197; Sâmerrâî, Es’iletun Beyâniyye fi’l-<br />

Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu’s-Sahâbe, Mısır, I. Baskı, 2008, s. 127.<br />

18. Bk. Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, 15/43 ; Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255;<br />

Ayrıca bk. Muhyiddîn Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm ve Beyânuhu,<br />

Yemâme, Dâru İbni Kesîr, 3. baskı, 1992, 10/442.<br />

19. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255<br />

20. el-Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 255<br />

21. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, V, 450.<br />

22. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, VI, 256.<br />

23. Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 111.<br />

24. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, IX, 390; Ferrâ, Me‘âni’l-Kur’ân, III, 110.<br />

25. Ferrâ, a.g.e., 3/78.<br />

26. Buradaki hitabın çoğula olabileceği gibi müfrede hitap olabileceği de söylenmiştir.<br />

Bak. Dervîş, İ‘râbu’l-Kur’ân, IX, 290.<br />

18


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK *<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma,<br />

istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti gibi üstün kabiliyet ve<br />

istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu, özel bir vazife için<br />

donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir.<br />

Allah Resûlü’nün ve diğer bütün peygamberlerin<br />

bir beşer olması, onlar için bir noksanlık değil,<br />

aksine bir kemaldir. Bir beşer değil de, melek veya<br />

cinlerden birer fert olsalardı, insanlara önder olamaz ve<br />

rehberlik edemezlerdi.<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de, ilk muhatap kitle içinden, kendi<br />

cinslerinden birisinin peygamber olarak gönderilmesindeki<br />

hikmeti kavrayamayan yahut kavramak<br />

istemeyenlerin “Allah peygamber olarak bir beşer mi<br />

gönderdi?” (İsrâ, 17/94) şeklindeki itirazlarına karşı şu<br />

cevap verilmiştir: “(Ey Nebi) Onlara (şu sözümü) ilet:<br />

Eğer yeryüzünde (insan değil de) itmi’nanla yürüyen<br />

melekler olsaydı, Biz de onlara (onların cinsinden bir)<br />

melek peygamber gönderirdik.” (İsrâ, 17/95)<br />

Resûl-i Ekrem gibi, diğer peygamberler de birer<br />

beşerdir ve insanoğluna gönderilmiştir. Eğer böyle<br />

olmasaydı, insanlar onlarla konuşup anlaşamaz ve<br />

onlarla iletişim imkânı bulamazlardı. 1 Bu itibarladır<br />

ki Kur’ân “Eğer Biz peygamberi bir melek kılsaydık<br />

(melek olarak gönderseydik) onu yine bir insan suretinde<br />

gönderirdik..” (En’âm, 6/9) buyurmaktadır.<br />

Beşerî Yönünü Vurgulayan Âyetleri<br />

Nasıl Anlamalıyız?<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Resulü’nün beşerî yönünü<br />

dikkatlerimize arz eden âyetler vardır. Bu hususu<br />

en belirgin şekilde dile getiren ‘De ki, ben de sizin gibi<br />

bir beşerim.’ ifadesinin yer aldığı âyetlerdir.<br />

İşte Kur’ân’ın bu vurgusundan hareketle kimi dikkatsiz<br />

zihinlerce ‘Allah Resulü donanım olarak diğer<br />

insanlardan farkı olmayan bir beşer’ olarak düşünülmektedir.<br />

Ne var ki Kur’ân-ı Hakîm’in ifadelerine bir<br />

bütünlük içinde baktığımızda bu türden bir algıyı/iddiayı<br />

destekleyici bir anlamın çıkarılamayacağı görülecektir.<br />

Meselâ Fussilet Sûresi’nde geçen âyet-i kerîmeye<br />

19


sonrasıyla (siyakıyla) bir bakalım: “De ki: Ben de sizin<br />

gibi bir beşerim, yalnız bana şu vahyolunuyor: Sizin<br />

ilâhınız, sadece bir tek İlâhtır. Artık O’na istikamet<br />

içinde yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. O’na eş/ortak<br />

tutanların vay hâline!” (Fussilet 41/6. Ayrıca bkz. Kehf<br />

18/110)<br />

Esasında ‘sizin ilâhınız, sadece bir tek ilâhtır’ şeklindeki<br />

bir sonraki cümle böyle bir vurguyla neyin<br />

kastedildiğini bütün berraklığıyla ortaya koymaktadır<br />

ki bu da, Allah Resûlü’nün ilâh olmadığı, dolayısıyla<br />

onda ulûhiyet özelliklerinin aranmaması gerektiğidir.<br />

Yani bu ve benzeri âyetler Allah Resûlü’nün (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) diğer insanlar gibi beşerî ihtiyaçlarının<br />

olduğu, teklife muhataplığı, ölümlü oluşu, Allah<br />

bildirmedikçe gaybı bilemeyeceği, güç ve kuvvetinin<br />

sınırlılığı gibi hususları içermektedir. (Nitekim Allah<br />

Resulü de bu emrin gereğince Allah’ın koyduğu nizama<br />

uygun hareket ediyor ve derin kulluğunun yanında<br />

arkasındakilere beşeriyetin gereği olan yeme,<br />

içme, uyuma ve evlenme gibi meşru dairedeki zevk ve<br />

lezzetlerin âdâbını fiilen talim ediyordu.) Öyleyse bu<br />

cümlenin içeriğinden Allah Resulü’nün sıra üstü özel<br />

donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini dışlayıcı bir anlam<br />

çıkarılamaz. Zîrâ bu âyet sadece onun beşer üstü<br />

bir varlık olmadığı hususunu vurgulamaktadır.<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de bu çerçevede Allah Resulü’yle<br />

ilgili olarak yer alan başka âyetler de vardır ki, bunlarda<br />

da aynı noktaya temas edilir. Meselâ İsrâ Sûresi’nde<br />

şöyle buyrulur:<br />

“Ve ‘Biz’ dediler; ‘Sana asla inanmayacağız. Ta<br />

ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve<br />

üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar<br />

akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü<br />

parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin, ya da<br />

Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin<br />

söylediklerine şahitlik etsinler. Yok, yok! Bu da<br />

yetmez, senin altından bir evin olmalı yahut göğe<br />

çıkmalısın. Ama unutma! Sen bize oradan dönerken<br />

okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de senin<br />

oraya çıktığına inanmayız ha!’ De ki: “Fe Sübhanallah!<br />

Ben sadece elçi olan bir beşerden başka bir şey<br />

miyim?”(İsrâ, 17/90-93)<br />

Bu âyetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki Resûlullah’ın<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem) beşeriyetine vurgu<br />

yapılarak verilen cevap, müşriklerce ulûhiyete has<br />

olan şeylerin ondan istenmesine yöneliktir; zor durumda<br />

bırakma kastıyla ondan beşer kudretinin ötesindeki<br />

icraatların beklenmesiyle ilgilidir. Yani o bir<br />

Esasında bütün varlığı ilgilendiren bir<br />

mesaja ve kâinatın rengini değiştirecek<br />

bir nura (vahye) muhatap olarak seçilen<br />

kişinin nazarı en geniş, şuuru en derin ve<br />

ahlâkı en yüksek bir Zât olması kaçınılmazdır.<br />

Nitekim Kur’ân’da yer alan “Şüphe<br />

yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.”<br />

âyeti bu hususa işaret etmiş olmaktadır.<br />

beşerdir ve beşerin ilâh olması imkânsızdır. İşte bu<br />

imkânsızlığı açıkça belirtmek için Allah Resûlü’nün<br />

beşerîliği ön plâna çıkartılmıştır. Dolayısıyla bu cümle<br />

hiçbir şekilde Hz. Peygamberin ‘donanım ve konum<br />

bakımından’ diğer insanlardan bir farkının olmadığı<br />

iddiasını destekleyici bir delil olma özelliğine<br />

sahip değildir.<br />

Bir kere daha vurgulamak gerekirse, bu çerçevede<br />

şeref-nüzul olmuş âyet-i kerimeler Hz. Peygamber’in<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı hususiyetleriyle<br />

fevkalâde donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini reddedici<br />

bir anlamı asla taşımamaktadır, bu âyetler yalnızca<br />

onun beşer üstü bir varlık olamayacağını dile<br />

getirmektedir. Öyle görünüyor ki -eksik bir şekilde yorumlanan-<br />

bu âyetlerden hareketle Allah Resûlü’nün<br />

beşerî yönünü mübalağalı vurgularla öne çıkarmaya<br />

çalışanlar, onun, farklı hususiyetleri ve farklı donanımıyla<br />

ilâhî vahye/kelâma mazhar müstesna bir beşer<br />

olduğunu unutmuş bulunmaktadırlar.<br />

Bu çerçevede önemli bir hususu daha hatırlatmakta<br />

yarar görüyoruz: Tarihî süreçte peygamberlerin risalet<br />

yönüne odaklanıp beşerî yönünü akıllarına sığıştıramayanlar<br />

onları -Hz. İsa örneğinde olduğu gibi- insanüstü<br />

bir varlık gibi düşünmüş ve beşerî yönünü görmezden<br />

gelmişlerdir. Ancak Allah Rasulü’nün ümmetinden hiçbir<br />

fert onun beşer olma vasfını inkâr etmemiş ve daha<br />

önceki bazı toplumların kendi peygamberleriyle ilgili<br />

düştükleri yanılgıya düşmemişlerdir. Müslümanlar ‘eşhedu<br />

en lâ ilahe illellah ve eşhedu enne Muhammeden<br />

abduhu ve rasulühü’ diye şehadet getirirlerken, O'nun<br />

risaletinden evvel kulluğuna şahitlik etmişlerdir.<br />

Allah Rasulü’nün tâ baştan tembih mahiyetinde şu<br />

sözü de ümmetinin söz konusu bir yanılgıya düşmemesinde<br />

etkili olmuştur: “Sakın Nasarânın (Hristiyanların)<br />

İsa b. Meryem hakkında aşırı övüp ifrat ettiği gibi benim<br />

hakkımda ifrata düşmeyin; ben, Allah’ın kuluyum.<br />

20


Esasında üsve-i hasenemiz (model şahsiyetimiz)<br />

olan bir beşeri (peygamberi),<br />

ahlâkî değerleri temsilde hep ileri bir<br />

noktada ve üst bir çizgide bulmamız/<br />

görmemiz, gücümüz nispetinde bizi ona<br />

yakınlaşmaya sevk/teşvik eder. Bu hareketlilik<br />

de sürekli olarak yükselişimize<br />

vesile olur.<br />

Öyleyse (benim için) ‘Muhammed Allah’ın kulu ve<br />

Rasulü’dür’ deyin.” (Buharî Enbiya 48; Hudûd 31)<br />

Netice olarak ifade etmeliyiz ki Hristiyanların Hz.<br />

İsa’yla alâkalı ifratkâr düşünceleri ne kadar yanlışsa,<br />

bugün kimi teologların Allah Rasulü’yle ilgili sıradanlaştırıcı<br />

tefritkâr yaklaşımları da en az o kadar yanlış ve<br />

üzüntü vericidir.<br />

Özel Donanımı<br />

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), şüphe<br />

yok ki bir insandır. Beşeriyetinin gereği olarak bizde<br />

bulunan şeyler onda da bulunur; o da yer, içer ve<br />

uyur. Ayrıca bizim sahip olduğumuz duygular onda<br />

da vardır. Ancak müşterek olduğumuz bu özellikler 2<br />

onun donanımının bizimle aynı seviyede olduğunu<br />

gösteren bir delil değildir. Çünkü O (sallallâhu aleyhi<br />

ve sellem) insanların istidatça en yüksek ve ahlâkça en<br />

mükemmel olanıdır.<br />

Bediüzzaman Hazretleri Mucizat-ı Ahmediyye adlı<br />

eserinde Allah Resulü’nün yüklendiği görev itibariyle<br />

böyle olması gerektiğini kendine has mantık örgüsüyle<br />

ele alır. İlgili yeri kısmî bir sadeleştirmeyle aktarmak<br />

istiyoruz: Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.<br />

Madem konuşacak, şuur ve fikir sahibi konuşmasını bilenlerle<br />

konuşacak. Madem onlarla konuşacak, elbette<br />

onlar içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle<br />

konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak elbette<br />

insanlar içinde hitaba kabiliyetli ve en mükemmel<br />

olanlarla konuşacaktır. Madem.. nev-i beşere mukteda<br />

(rehber) olacaklarla konuşacak, elbette, dost ve düşmanın<br />

ittifakıyla en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta olan..<br />

Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ile konuşacak. Nitekim<br />

konuşmuş, resûl olarak görevlendirmiş ve nev-i<br />

beşere rehber yapmıştır. 3 Hz. Peygamber’in (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) eşsiz bir beşer oluşunu dışarıdan (Batılı)<br />

birisi olarak Prens Bismark da şöyle ifade eder: “Ben<br />

iddia ediyorum ki Muhammed eşsiz bir kuvvettir. Artık<br />

‘Kudret Eli’nin böyle ikinci bir vucudu imkân sahasına<br />

getirmesi ihtimalden uzaktır.” 4<br />

O (s.a.s.) bu yüksek ruhî özelliklere sahip kılınmasaydı<br />

melekler ve yüce âlemlerle irtibat kurma imkânı<br />

olmazdı (Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ, s. 455) ve Kur’ân gibi<br />

mu’ciz bir beyan onun kalbine yüklenemezdi. Zîrâ<br />

bütün vahiylerin hülâsası, son ve en kapsamlı bir hitaba<br />

muhatap kılınma, özel bir durumdur, bunun için<br />

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıra üstü bir donanıma<br />

sahip olması gerekir.<br />

Esasında bütün varlığı ilgilendiren bir mesaja ve<br />

kâinatın rengini değiştirecek bir nura (vahye) muhatap<br />

olarak seçilen kişinin nazarı en geniş, şuuru<br />

en derin ve ahlâkı en yüksek bir Zât olması kaçınılmazdır.<br />

Nitekim Kur’ân’da yer alan “Şüphe yok ki<br />

sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem 68/4) âyeti bu<br />

hususa işaret etmiş olmaktadır. Şöyle ki risalet gibi<br />

yüksek bir misyonu temsil edecek Zât’ta yüksek bir<br />

hulukun (ahlâkın) bulunması gerekir. Bunun gerçekleşmesi<br />

ise ancak yüksek donanımlı bir halk ile (yaratılışla)<br />

mümkündür. Denilebilir ki belli darlıklar<br />

içinde bulunan bizler kendimizi zorlasak dahi Allah<br />

Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel donanımını<br />

hakkıyla anlayamayız. Zîrâ ‘hayırlılar içinden<br />

seçilmiş’ (Sâd 38/47) peygamberler zümresinin istidat<br />

ve ahlâkça en yüksek olan bir ferdinin mahiyetine<br />

ait derinlikler, ruh aynamızın kabiliyeti nispetinde<br />

bize aksedecektir.<br />

Hâsılı, yüce Allah hâtemu’n-nebiyyîn olan Hz.<br />

Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün peygamberlerin<br />

mesaj ve mirasına vâris olmak üzere seçmiştir.<br />

Böylesine önemli bir işi/misyonu yüklenecek<br />

olan Zât’ın fevkalâde bir donanımının olması kaçınılmazdır.<br />

Bakış Açısındaki Saygının Korunması<br />

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)<br />

Cenâb-ı Hakk’ın tercümanı ve elçisi olma sıfatıyla<br />

Allah’ın insanlar hakkında razı olduğu model bir<br />

şahsiyettir (üsve-i hasenedir). Bu itibarla da onun<br />

normal beşerî davranışlarında dahi risaletinin boyası<br />

vardır.<br />

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayatın bütün<br />

alanlarında model şahsiyet olma hususiyetini risaletinden<br />

aldığı ışıkla/güçle gerçekleştirmiştir. Nitekim<br />

risaletinin aydınlığında yürüyen bir beşer olması sayesindedir<br />

ki, onun normal fıtrî muameleleri (âdetleri)<br />

21


izler için ‘âdâb’ olmuştur. 5 Ve yine bu sayededir ki,<br />

onun insanlarla olan beşerî münasebetleri sıra üstü<br />

ahlâkî güzellik ve örnekliklerle neticelenmiştir.<br />

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)<br />

fevkalâde hususiyetleri olan resul bir beşerdir. Bir başka<br />

ifadeyle O, semavîliği içinde arzîliği, arzîliği içinde<br />

de semavîliği temsil eden bir beşerdir. Şu hâlde O<br />

Zât hakkında eksik ve yanlış bir kanaate düşmemek<br />

için bu hususun zihinde sürekli canlı tutulması gerekir.<br />

Sözgelimi, siyer ve hadîs kitaplarından O’nun<br />

(sallallâhu aleyhi ve sellem) çarşı içinde bedevî bir<br />

Arap karşısında -bir atın pazarlığıyla alâkalı olarakısrarını<br />

(Ebu Davud, Akdıye 20; Nesaî, Buyu’ 81) takip<br />

ederken, bir taraftan da O'nun beşerin idrak sınırlarını<br />

aşan İsrâ-Mi’rac gibi öteler ötesi varlıkta misli<br />

olmayan kutsi bir yolcuğun sahibi olması 6 gibi yönlerini<br />

de mülâhazaya almamız gerekir. 7 Evet, bu gibi<br />

durumlarda nazarlarımızı her vakit O’nun (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) nuranî mahiyetine ve risalet mertebesiyle<br />

temsil olunan mânevî şahsiyetine çevirmeliyiz.<br />

Aksi takdirde –farkında olmaksızın- ya O’na<br />

karşı saygıda kusur ederiz veya O’nun büyüklüğü<br />

hakkında şüpheye düşeriz. 8<br />

Bugün saygı mevzuunda bazı kesimlerce içine düşülen<br />

çıkmazlardan biri de -modern zamanların pozitivist<br />

ve rasyonalist tesirlerinden beslenen- indirgemeci<br />

bir üslûpla Allah Resûlü’nün ‘sıradan bir tebliğci/<br />

postacı’ gibi görülmesidir. Bu sakim anlayışın da sonuçları<br />

itibariyle saygı sınırlarını zorladığını belirtmemiz<br />

gerekir. Çünkü mesajı getiren Zât’a karşı kusurlu<br />

bakışın, onunla gelen mesajın da kusurlu bir şekilde<br />

algılanmasına sebep olacağı açıktır.<br />

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygının<br />

devam eden bir duyarlılıkla korunması lâzımdır. Zîrâ<br />

zaman eskidikçe mesajın bizim zihinlerimiz ve nazarlarımızda<br />

solmaması, hep taze olarak hissedilmesi ve<br />

bizde sürekli o mesaja müracaat etme istek ve arzusunun<br />

kalması, bu saygının canlı tutulmasına bağlıdır.<br />

Hâsılı, mesajla mesajı getiren zât arasında çok önemli<br />

bir münasebet vardır. Onların saygınlıkları korunduğu<br />

nispette mesajlardan istifade oranı da o nispette<br />

artmış olacaktır. 9<br />

Bir İtiraz ve Cevabı<br />

Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı<br />

korunması gereken saygı konusunda yapılan bu vurguları<br />

mübalağalı görenler itiraz mahiyetinde şöyle<br />

demektedirler: O, içimizden birisidir, farklı bakışlarla<br />

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı<br />

saygının devam eden bir duyarlılıkla korunması<br />

lâzımdır. Zîrâ zaman eskidikçe<br />

mesajın bizim zihinlerimiz ve nazarlarımızda<br />

solmaması, hep taze olarak hissedilmesi<br />

ve bizde sürekli o mesaja müracaat<br />

etme istek ve arzusunun kalması, bu<br />

saygının canlı tutulmasına bağlıdır.<br />

onun bizden uzaklaştırılması, onu takip etmeyi/örnek<br />

almayı imkânsız kılmaktadır.<br />

Şüphe yok ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizden<br />

birisidir. Nitekim Kur’ân da ‘içinizden biri’<br />

anlamında bu duruma ‘resûlen min enfusihim’ (Âl-i<br />

İmrân 3/164) ve ‘resulen minhum’ (Cuma 62/2) gibi<br />

ifadelerle dikkat çeker. Bununla birlikte Kur’ân Hz.<br />

Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde<br />

özellikler sahibi seçkin bir beşer olduğunu da bize öğretir.<br />

Öyle ki Kur’ân’da Allah (celle celâlühü) için kullanılan<br />

iki sıfat Hz. Peygamber için de kullanılır: “Kasem<br />

olsun ki size nefsinizden (kendi içinizden ve cinsinizden)<br />

öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya<br />

düşmeniz O'na çok ağır gelir. O ki size çok düşkündür<br />

(üzerinize titrer); inananlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir<br />

(raûf ve rahîm’dir).” (Tevbe 9/128)<br />

Bu İlâhî beyanın ışığında O'nunla alâkalı tespitlerimize<br />

özen göstermemiz gerekir ki o da şudur: Evet<br />

Allah Resulü içimizden birisidir, ancak O (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) hiçbir hususta seviyemize indirilecek<br />

birisi değildir. Bir diğer ifadeyle, O hem-cinsimizdir,<br />

yani içimizden bir beşerdir; ama O'nda, bizde olmayan<br />

derinlikler vardır. 10 O ki (sallallâhu aleyhi ve sellem)<br />

hayatı boyunca üstün ahlâkın her bir ünitesini/<br />

şubesini en yüksek mertebeleriyle temsil edip 11 eşsiz<br />

bir rehberlik sergilemiştir. Bunun için olsa gerektir ki<br />

yaşadığı hayata/ömre bizzat Allah tarafından kasem<br />

edilmiştir. (Hıcr 15/72)<br />

Kısa bir hatırlatmadan sonra, Allah Resûlü’nün<br />

üstün donanımını görmek istemeyenlere şu soruları<br />

yöneltmek istiyoruz: 1- Hep yüksek düşünüp yüksek<br />

yaşamış ferd-i ferîd bir şahsiyeti konumuna uygun bir<br />

şekilde anlatma gayretinin nesi/neresi onu kendimizden<br />

uzaklaştırma faaliyetidir? 2- Acaba sıradanlaştırılmış<br />

bir peygamber tasavvuru bize ne kazandıracaktır?<br />

22


Peygamberler (aleyhimüsselâm) üstün karakter<br />

ve yüksek haslet sahibi müstesna insanlardır;<br />

Onlar sıradan bir beşer değillerdir. Öyleyse<br />

inanmış her bir fert bu mümtaz silsileyi<br />

-hususiyle bu silsilenin son ve en mükemmel<br />

halkası olan Allah Resulü’nü (aleyhimüsselâm)<br />

yüksek hâl ve konumuyla kabul etmeli ve bu<br />

duyarlılığı korumayı bir vecibe bilmelidir.<br />

O'nu kendi seviyemize indirmenin pratikte ne gibi<br />

yararı olacaktır? Bu durum Hakk’a teslimiyetimizi mi<br />

artıracak, yoksa hayatımızı daha derince yaşamamızı<br />

mı temin edecektir? Hiçbirisi.<br />

Esasında üsve-i hasenemiz (model şahsiyetimiz)<br />

olan bir beşeri (peygamberi), ahlâkî değerleri temsilde<br />

hep ileri bir noktada ve üst bir çizgide bulmamız/<br />

görmemiz, gücümüz nispetinde bizi ona yakınlaşmaya<br />

sevk/teşvik eder. Bu hareketlilik de sürekli olarak<br />

yükselişimize vesile olur.<br />

Öyle anlaşılıyor ki peygamberleri bilerek veya bilmeyerek<br />

sıradan bir seviyeye çekme ve bu düzlemde<br />

değerlendirmeye tâbi tutma anlayışı/alışkanlığı, akıldan<br />

ziyade nefsin arzularından kaynaklanmaktadır.<br />

Zîrâ nefis, zor/sıkıntılı durumlar karşısında kolayca<br />

hata işleyebilen veya beşerî zaaflarına –hâşâ- yenik<br />

düşebilen sıradanlaştırılmış bir peygamber tasavvuru<br />

içinde yanlışlarını/günahlarını, daha kolay şekilde saklama<br />

imkânı bulmaktadır. Yani bir peygamber için bile<br />

bunlar rahatlıkla söz konusu olabildiğine göre endişe<br />

edilecek bir durum yok demektir. Evet, peygamberleri<br />

yüksek hâlleriyle kabullenmeye razı olmayan nefislerin<br />

onları kendileri gibi sıradan bir beşer olarak görmeyi<br />

arzu etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.<br />

İşte bu olumsuz neticeye maruz kalmamak için<br />

Resûl-i Ekrem’e, nefsin değil, vahyin takdim ettiği<br />

şekliyle bakılması gerekir. Şimdi bu zaviyeden şu âyet-i<br />

kerimeyi yeniden okumaya çalışalım:“Şüphesiz ki Allah<br />

ve melekleri Peygamber’e salât etmekte (O'nun<br />

şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte)dirler. O<br />

hâlde siz de ey müminler O'na salât edin (yani O'nun<br />

şanını yüceltmeye özen gösterin) ve O'na içtenlikle<br />

selâm edin (esenlik dileyin).” (Ahzâb 33/56) Bu ilâhî<br />

beyandan, saygıya ve övgüye en çok hakkı olanların<br />

peygamberler olduğunu anlıyoruz. Öyleyse onlara<br />

karşı gerek düşünce, gerekse söz ve yazıda dikkatli olmaya<br />

çalışmak bizim için bir sorumluluk olmalıdır.<br />

Netice<br />

Peygamberler (aleyhimüsselâm) üstün karakter ve<br />

yüksek haslet sahibi müstesna insanlardır; Onlar sıradan<br />

bir beşer değillerdir. Öyleyse inanmış her bir fert<br />

bu mümtaz silsileyi -hususiyle bu silsilenin son ve en<br />

mükemmel halkası olan Allah Resulü’nü (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) yüksek hâl ve konumuyla kabul etmeli<br />

ve bu duyarlılığı korumayı bir vecibe bilmelidir.<br />

* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

yozturk@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Bu bağlamda yapılmış bulunan izahlar için bkz. Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ,<br />

s. 455-456.<br />

2. Esasında burada da yine gözden uzak tutulmaması gereken önemli bir<br />

detay söz konusudur. Hz. Peygamber, yeme-içme ve uyuma özelliklerine<br />

sahip olma bakımından bizimle aynıdır, yoksa o yemek ve uykunun ölçü<br />

ve miktarı bakımından da bizlerden çok farklı yaşamıştır. Ömrü boyunca<br />

hep sınırlı bir uyku ve hayatta kalmasına vesile olabilecek bir yemekle<br />

yetinmiştir.<br />

Bunun yanında Hz. Peygamber’in cismanî güç bakımından da farklı bir<br />

derinlikte yaratıldığını gösteren sahih rivayetler vardır. Meselâ başta Buhari<br />

olmak üzere birçok muteber hadîs kaynağında Allah Resulü kendisinde<br />

normal insanlardan otuz defa daha üstün bir erkeklik gücünün olduğunu<br />

ifade buyurmuştur. (Bkz. Buharî, Gusl 12; İbn Hanbel, Müsned, III, 291.)<br />

Buna rağmen O (s.a.s) –mahremi olmayan- bir kadına başını kaldırıp bakmamıştı.<br />

Bu O'nun kadına karşı ilgisiz bir tabiata sahip olmasından kaynaklanmıyordu.<br />

O'nu böyle iffetli hâle getiren Allah’a karşı olan saygı ve haşyetiydi.<br />

Zîrâ Rabbi O'nu bütün güzel hasletleri temsil etsin diye yaratmıştı.<br />

(M. Fehullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız s.74)<br />

3. Nursî, Said, Mucizat-ı Ahmediyye, Şahdamar yay. İstanbul 2008, s. 5.<br />

4. Bkz. Mustafa Ateşmen, Avrupalı Gözüyle İslam, Y. Asya yay. İstanbul<br />

1973, s. 196.<br />

5. Edebin her bir nev’ini/ünitesini en güzel bir surette Allah O'nda cem<br />

etmiştir. Nitekim bu hakikati teyiden Allah Rasülü de bir hadislerinde<br />

şöyle buyurur: “Rabbim bana edebi en güzel bir surette ihsan etmiştir.”<br />

Münavî, Feyzu’l-Kadir, I, 225.<br />

6. Bkz. ayetler için: Necm 53/1-8. Hadîs-i şerifler için: Buharî Salat 1, Müslim,<br />

Eman 259; Ebu Davud, Edeb 35; İbn Hanbel, Müsned, III, 148.<br />

7. Allah (c.c) bu davetle haslar üstü has bir kulunu -varlığın mülk ve<br />

melekût mertebelerini birer birer gezdirip/kat ettirip- imkân ve vücub<br />

arası bir noktaya (kab-ı kavseyne) ulaştırmıştır. (Bkz. Necm, 9).<br />

8. Bediüzzaman hazretlerinin yaklaşımı için bkz. Mucizat-ı Ahmediyye,<br />

Şahdamar yay, İstanbul 2008, s. 18-19.<br />

9. Özetleyerek iktibasta bulunduğumuz bu yorum için bkz. M. F. Gülen,<br />

Sohbet-i Canân, GYV yay, İstanbul 2004, s. 55-60.<br />

10. Bu âyet-i kerimeyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişilmesi imkânsız<br />

iki derinliği dikkatlerimize arz edilir: 1. Her şeyden önce O (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem), kendini unutmuşluk ölçüsünde, derdimizi kendi derdi<br />

gibi görüp onların acısını her vakit içinde yaşamaktadır. 2. O’nun insanlıkla<br />

hususiyle inananlarla ilgisi yalnızca sıkıntılarını derinlemesine vicdanında<br />

duymakla da kalmamaktadır; onların akıbetini tehlikeye sokacak<br />

problemlerin halli için tabiri câizse kutsi bir hırsla gayret sarf etmektedir.<br />

11. Nitekim bu hususa Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi<br />

şu nebevî beyanıyla dikkat çeker: “Ben üstün ahlâkî hasletleri tamamlamak<br />

üzere gönderildim/görevlendirildim” Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 8.<br />

23


YENi ÜMiT<br />

Yüksel Çayıroğlu *<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

zellikle son asırlarda İslâm hakkında<br />

Öyapılan tartışmaların merkezinde<br />

kadının yer aldığı görülmektedir.<br />

Kadının şahitliği, mirastaki payı,<br />

erkekle eşit olup olmaması, evlilikteki<br />

konumu, çalışması, boşama hakkı vb.<br />

konuların yanında, İslâm’ın erkeklerin<br />

birden çok kadınla evlenmelerine<br />

izin vermesi de, hakkında çokça tartışmanın<br />

vuku bulduğu meselelerdendir.<br />

Çok evliliğe karşı çıkılmasının<br />

temelinde, bu uygulamanın kadınerkek<br />

eşitliğini ortadan kaldırdığı, kadın<br />

hak ve hürriyetlerini engellediği,<br />

modern hayat tarzının gereklerine<br />

uymadığı vb. gerekçeler yer almıştır.<br />

Gayr-i Müslimler, İslâm’a saldırmak<br />

için kendilerince bu konu hakkında<br />

açık bir kapı bulduklarını zannetmişler,<br />

içimizdeki bazı Müslümanlar da<br />

gerek iman zaafiyetinden, gerek meselenin<br />

hikmet ve maslahatlarını kavrayamamaktan,<br />

gerekse Batının kültürel<br />

baskısı altında kalmanın verdiği<br />

kompleksten dolayı taaddüd-ü zevcât<br />

hakkında tenkitlerde bulunmuşlardır.<br />

Müslim ve gayrimüslimlerin bu meseleyi<br />

dillerine dolamalarına karşılık,<br />

eli kalem tutan münevverlerimiz de<br />

konu hakkındaki tenkit ve eleştirilere<br />

cevap mahiyetinde yazılar kaleme almışlardır.<br />

Ancak bunlardan bazılarında,<br />

feminist yaklaşımların, Batı medeniyetinin<br />

ve yaşanılan çağın sosyal<br />

ve kültürel etkisinde kalınarak ifrat ve<br />

tefritlere girildiği de olmuştur.<br />

Çok evlilik, Batılılarca genellikle<br />

tenkide maruz kalsa da, bazı Batılı düşünürler,<br />

çok evliliğin sosyal ahlâk ve<br />

ekonomik açıdan örnek bir uygulama<br />

olduğunu ve Batı’daki çoğu erkeğin<br />

tek kadınla yetinmediğinden dolayı<br />

ahlâksızlıkların ve gayr-i meşru çocukların<br />

ortaya çıktığını ileri sürerek<br />

bu uygulamayı bu problemler için bir<br />

çözüm önerisi olarak ileri sürmüşlerdir.<br />

Biz ise bu yazımızda, tarihte çok<br />

evliliğe temas ettikten sonra meselenin<br />

İslâm hukukundaki yerini, hükümlerini<br />

ve şartlarını tespit etmeye<br />

çalışacak ve İslâm’ın bu hükmü vaz’<br />

etmesindeki hikmet ve maslahatlara<br />

işaret edeceğiz.<br />

Tarihte Çok Evlilik<br />

Çok evlilik bazılarının zannettiği<br />

gibi İslâm’la başlayan bir uygulama<br />

değildir. İslâmiyet’ten önce Babil,<br />

Mısır, Yunan, İran, Çin ve Hint<br />

gibi birçok toplum ve medeniyette<br />

görülen çok evlilik, İslâmiyet’ten<br />

sonra da diğer medeniyetlerde varlığını<br />

sürdürmüştür. Çok evliliğin<br />

dince meşru kabul edilmesi İslâm’la<br />

vücuda gelmiş de değildir. Çok evlilik,<br />

Brahmanizm ve Zerdüştlük<br />

gibi Doğu dinlerinde meşru kabul<br />

edildiği gibi, Yahudilik ve Hristiyanlıkta<br />

da, onu yasaklayan bir hüküm<br />

mevcut değildir. Bilakis, Kitab-ı<br />

Mukaddes’te, Hz. İbrahim, Hz. Yakub,<br />

Hz. Davud ve Hz. Süleyman<br />

(aleyhimüsselâm) gibi bazı peygamberlerin<br />

çok kadınla evli olduklarından<br />

bahsedilir. Diğer yandan Hammurabi<br />

kanunlarında da çok kadınla<br />

evlilik kabul edilmiştir. Bütün bunlar<br />

göstermektedir ki, taaddüd-ü zevcât<br />

müessesesi, dinî olmaktan ziyade<br />

sosyal bir mesele olarak eski devirlerden<br />

beri birçok toplum ve dinde<br />

cari olmuştur. (Bkz: Ömer Nasuhi Bilmen,<br />

“Taaddüd-ü Zevcât”, Sebilürreşad<br />

Dergisi, c. 23, s. 590; Kevser Kamil Ali,<br />

“Çok Evlilik”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,<br />

c. 8, s. 365, 366)<br />

24


Cahiliye döneminde de durum bundan farklı değildi.<br />

Taaddüd-ü zevcât Araplar arasında yaygın bir uygulama<br />

olup, herhangi bir sayıyla ve ahkâmla sınırlı olmadığından<br />

istismara açıktı. Hattâ o dönemde erkekler zevceleri<br />

üzerinde her türlü hakka malik olduğundan, kadınlar<br />

kocalarının vefatıyla, onun vârislerine miras kalıyordu.<br />

Cahiliye döneminde çok kadınla evlenmek, daha çok ekonomik<br />

imkânlar ve sosyal statüyle ilgili olduğundan güç<br />

ve servetin de bir göstergesi sayılıyordu.<br />

İslâm’da Çok Evlilik<br />

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem),<br />

Müslüman olarak sahabe saflarına katılanlara dörtten<br />

fazla olan eşlerini boşamalarını söylemesi, bu uygulamanın<br />

cahiliyede cari olduğunu göstermektedir. Meselâ,<br />

Kays b. Hâris, nikâhı altında sekiz kadın varken Müslüman<br />

olduğunu, durumu Allah Resûlü’ne (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) anlattığında, eşlerinden dört tanesini<br />

seçip diğerlerini boşamasını emrettiğini söylemiştir. (Ebu<br />

Davud, Talâk 35) Gaylân es-Sekafi de, cahiliye devrinde<br />

nikâhına aldığı on karısıyla birlikte İslâm’a girmiş; ancak<br />

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu eşlerinden<br />

dört tanesini seçmesini emretmiştir. (Tirmizi, Nikâh 33)<br />

Bunlardan başka, kaynaklarda, Müslüman olduğunda;<br />

Nevfel b. Muaviye el-Kinani’nin nikâhı altında beş eşi,<br />

Urve b. Mes’ud es-Sekâfi’nin nikâhında on eşi, Safvan b.<br />

Ümeyye el-Cumahi’nin nikâhında sekiz eşi bulunduğu<br />

ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu sahabilere<br />

eşlerinden dört tanesini seçmelerini emrettiği rivayet<br />

edilmiştir. (Adnan Demircan, “Cahiliye ve Hz. Peygamber<br />

Döneminde Çok Kadınla Evlilik”, İstem Dergisi, sayı: 2)<br />

Görüldüğü üzere İslâmiyet çok evliliği bidayeten tesis<br />

etmemiş yani bir taneden dörde çıkarmamış, bilakis zaten<br />

sınırsız bir hâlde cari olan bu uygulamayı dörtle sınırlamış<br />

ve ona dair bazı ahkâm ve şartlar koyarak onu ıslah etmiştir.<br />

Bu durumu Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle ifade<br />

etmiştir: “Dörde kadar evlilik; tabiata, akla, hikmete uygun<br />

olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, sekizden,<br />

dokuzdan dörde indirmiştir. Özellikle dört evliliğe<br />

öyle şartlar getirmiştir ki, bu şartlar gözetildiğinde hiçbir<br />

zarar ortaya çıkmaz. Bazı açılardan şer gibi görünse de bu,<br />

şerrin en hafifidir. Şerrin en hafifi (ehvenüşşer) ise, tam adalet<br />

olmasa da mevcut şartlarda uygulanabilen en iyi adalettir<br />

(adalet-i izafiye). Kaldı ki, insanların her hâlinde yüzde<br />

yüz hayır olmaz. Çünkü bir kısım şerler de söz konusudur.”<br />

(Bediüzzaman, Münazarat, Şahdamar Yayınları, 2006, s. 121)<br />

Yine Üstad’ın ifadesiyle, İslâm’ın bidayeten tesis ettiği hükümlerde<br />

hakiki bir güzellik ve tam bir hayır vardır. Ancak<br />

dinin bazı ahkâmı, İslâm’ın geldiği dönemde cari olan bir<br />

kısım uygulamaları ta’dile yöneliktir. Kölelik ve taaddüd-ü<br />

zevcâtta olduğu gibi bu tür hükümler bütünüyle hayır olmasa<br />

da, ehvenüşşerdir. İslâm bunları bulundukları bozuk<br />

hâlden kurtararak, insan tabiatına en uygun hâle getirmiştir.<br />

Kaldı ki, beşerin bütün uygulamalarında mutlak bir hayrın<br />

bulunması tecrübe ve realitelere terstir. (Bediüzzaman, Münazarat,<br />

Şahdamar Yayınları, 2006, s. 121)<br />

Burada anlatılmak istenen husus şudur: Taaddüd-ü<br />

zevcât, kendine mahsus bazı mahzurları ihtiva edebilir.<br />

Ancak bütün zaman ve şartlar göz önüne alındığında temin<br />

ettiği fayda ve maslahatlar nispeten daha çok olduğu<br />

için meşru kılınmıştır. Aslında aynı durum bir yönüyle<br />

tek kadınla evlenen insan için de söz konusudur. Yani hiç<br />

evlenmemenin de evliliğe nazaran hususi mahiyette üstün<br />

yanları bulunabilir. Ancak insanların umumu ve genel ahvali<br />

düşünüldüğünde evliliğin gerekliliği hiç kimse tarafından<br />

inkâr edilemez. Bu açıdan özellikle içinde yaşanılan kültür<br />

ortamıyla, zaman ve şartların etkisinde kalınarak çok evliliği<br />

mutlak bir şer gibi görmek doğru değildir. İslâm evrensel<br />

bir din olduğu için getirdiği hükümlerde, bütün zamanların<br />

ve bütün insanlığın ihtiyaç ve maslahatını esas alır.<br />

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda belli şartlarla izin<br />

verilen çok evliliğin hikmetlerinden bazıları şunlardır: (1)<br />

Zina ve fuhşiyatın yayılmasını men etmek, (2) Nüfusun<br />

meşru surette artmasını temin etmek, (3) Bazı şartlarda<br />

himayesiz kalan kadınlara sahip çıkmak, (4) Kadın nüfusunun<br />

arttığı dönemlerde kadınların ırz ve namuslarını<br />

muhafaza etmek. (Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı<br />

Fıkhiyye Kamusu, c. 2, s. 114) Bu faydalara baktığımızda<br />

taadddüd-ü zevcâtın meşru kılınmasındaki temel maksadın,<br />

sedd-i zerâi (günahlara giden yolları kapatarak yaşama<br />

ortamını emniyet altına almak) ve maslahat ilkesine<br />

dayandığını görürüz. Bazı Batı ülkelerinde evlilik dışından<br />

doğan çocuk sayısının evlilik içi doğan çocuk sayısından<br />

daha fazla olduğunu ve çok evliliğe karşı çıkılmasına rağmen<br />

sayısız kadınla beraber olan insanların yaşadığı toplumlardaki<br />

zina ve ahlâksızlığın hangi boyutlara ulaştığını<br />

gördüğümüzde veya savaş sonrası bazı ülkelerde ortada<br />

kalan yüz binlerce kadının maruz kaldığı sıkıntıları düşündüğümüzde<br />

herhâlde meselenin hikmetlerini anlamakta<br />

güçlük çekmeyiz. Çünkü İslâm, nesebe çok önem verdiği<br />

gibi, “zinaya yaklaşmayın” (İsrâ Suresi, 17/32) emriyle de<br />

nesebi bozacak bütün yolları kapamaya çalışmıştır.<br />

Burada göz önünde bulundurulması gereken bir diğer<br />

husus da, İslâmî hükümlerin bir bütünlük içinde değerlendirilmesi<br />

gerektiğidir. Çoğu zaman dinî hükümlerin<br />

uygulanmasında sıkıntıların çıkması, bu hükümlerin mahiyetinden<br />

değil, ortamın İslâm’a göre düzenlenmemesinden<br />

kaynaklanmaktadır.<br />

Çok Evliliğin Hükmü<br />

Diğer yandan çok evliliğe karşı çıkılmasının temelinde<br />

yatan en önemli sebeplerden birisi de, sanki İslâm’ın<br />

25


her erkeğe dört kadınla evlenmeyi emrediyormuş gibi bir<br />

anlayışın olmasıdır. Hâlbuki birden fazla kadınla evlenmek,<br />

dinî bir mecburiyet yani bir farz veya vacip değil; bir<br />

ibâha ve müsaadeden ibarettir. (Muhammed Ali es-Sabûnî,<br />

Tefsiru âyâti’l-ahkâm, Dersaadet, İstanbul, c. 1, s. 397-398)<br />

Buna göre her erkek kendi şartlarını ve durumunu gözden<br />

geçirerek ikinci evliliği yapmaya kendisi karar vereceği<br />

gibi, her kadın da, evli bir erkekle evlenip evlenmeme<br />

hususunda seçim hakkına sahiptir. Dolayısıyla eğer ikinci<br />

evliliğin gerçekleşmesiyle her iki taraf için de ortaya çıkması<br />

muhtemel bazı zararlar söz konusu olacaksa, bunu<br />

en iyi şekilde tespit edecek ve evlilik yapıp yapmamaya<br />

karar verecek tarafların kendileridir.<br />

Diğer taraftan ister tek evlilik olsun ister çok evlilik,<br />

kişilerin durumuna göre evliliğin hükmü değişebilir.<br />

İslâm fıkıhçıları şahsın özel durumunu nazar-ı itibara alarak<br />

nikâhın hükmünün değişeceğini söylemişlerdir. Buna<br />

göre; mehir ve nafakaya sahip olan bir kimsenin zinadan<br />

korunması ancak nikâhlanmak suretiyle olursa evlenmesi<br />

farz, nikâhlanmadığında zinaya düşme tehlikesi bir endişe<br />

olarak bahis mevzuu ise evlenmesi vacip olur. Bazı fukaha<br />

evlenmenin kişiye vacip veya farz olması için, karısına<br />

zulmedeceği korkusunun bulunmaması gibi bir şart daha<br />

ilave etmişler; böyle bir korku bulunması hâlinde o kişinin<br />

evlenmesinin mekruh olacağını söylemişlerdir. Aynı<br />

şekilde zina korkusu bulunsa bile mehir ve nafakaya sahip<br />

olmayan kimsenin evlenmesi de, mekruh görülmüştür.<br />

(Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de:<br />

“Ey gençler topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine<br />

getirmeye gücü yeten evlensin.” (Buhârî, Savm 10) buyurarak<br />

bu hususa dikkat çekmiştir.) Gerekçe olarak da mehir<br />

ve nafakanın kul hakkı olduğu, zinadan kaçınmanın<br />

ise Allah hakkı olduğu, bu iki hak karşılaştığında kul hakkının<br />

tercih edileceği gösterilmiştir. Ancak böyle bir kimsenin<br />

başkalarından borç alma imkânı varsa bunu yapması<br />

da mendup ve hattâ duruma göre vacip olur. Zira iffetli<br />

ve namuslu kalmak niyetiyle evlenmek isteyen bir kimsenin<br />

fakirlikten korkmaması gerektiği âyetle sabittir. (İbn<br />

Abidin, Haşiyetü reddi’l-muhtâr, Dar-u Kahraman, İstanbul,<br />

1984, 3/6) İtidal hâlinde olan yani harama düşme tehlikesi<br />

bulunmayan, malî ve bedenî bir engeli de olmayan<br />

bir kimsenin evlenmesi ise sünnet-i müekkededir. Bunun<br />

yanında bir kişinin evlendiği takdirde evlilik hukukuna riayet<br />

etmeyip, karısına zulmedeceği kesin olarak bilinirse<br />

bu kişinin evlenmesi haram, eğer bu bir ihtimal dâhilinde<br />

ise evlenmesi mekruhtur. (İbn Abidin, Haşiyetü reddi’lmuhtâr,<br />

Dar-u Kahraman, İstanbul, 1984, 3/7)<br />

Evet, buradan anlaşılmaktadır ki, İslâm’a göre herkes<br />

gelişigüzel evlenemeyeceği gibi, gelişigüzel ikinci ve<br />

üçüncü evliliği yapması da mümkün değildir. Şahısların<br />

özel durumlarına göre evliliğin hükmü nasıl değişiyorsa,<br />

aynı şekilde birden fazla kadınla evlenmelerinin de hükmü<br />

değişecektir. Bazıları için duruma göre bu bir mecburiyet,<br />

bazıları için ise mekruh veya haram hükmünü alabilir.<br />

Buna göre, ikinci evliliği yapacak erkeğin malî gücünün<br />

kadınların mehir ve nafakalarını karşılamaya yetecek miktarda<br />

olması ve bu kişinin âyet-i kerimede ifade edilen<br />

adalet şartına uyması yani eşlerine zulmetme korkusunun<br />

bulunmaması gerekir.<br />

Kur’ân’ın Evliliğe Bakışı<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de evliliğin hikmet ve faydalarına işaret<br />

eden, kadın ve erkeğin birbirlerine karşı haklarından<br />

söz eden, eşlerin birbiriyle iyi geçinmelerini tavsiye eden<br />

vb. aile müessesesiyle ilgili bir hayli âyet-i kerime bulunmaktadır.<br />

Ancak biz burada sadece konumuzla ilgili birkaç<br />

hususa işaret edeceğiz.<br />

Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresi’nde: وَعَ‏ اشِ‏ رُوهُ‏ نَّ‏ بِالْمَ‏ عْ‏ رُوفِ‏ “Onlarla<br />

maruf çerçevesinde (akla, tab-ı selime ve dine uygun<br />

bir şekilde) geçinin” (Nisâ Suesi, 4/19) buyurarak, aile<br />

huzuruna ve iyi geçime dikkat çekiyor. Başka bir âyet-i<br />

وَمِنْ‏ آيَاتِهِ‏ أَنْ‏ خَ‏ لَقَ‏ لَكُ‏ مْ‏ مِنْ‏ أَنْفُسِ‏ كُ‏ مْ‏ أَزْ‏ وَاجً‏ ا لِتَسْ‏ كُ‏ نُوا إِلَيْهَ‏ ا ise: kerimede<br />

- d “O’nun varlığının ve kudretinin وَجَ‏ عَلَ‏ بَيْنَكُ‏ مْ‏ مَوَدَّةً‏ وَرَحْ‏ مَ‏ ةً‏<br />

lillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden<br />

eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var<br />

etmesidir” (Rum Suresi, 30/21) buyurmak suretiyle aile<br />

içinde bulunması gereken en önemli iki esas olarak “rah-<br />

هُ‏ وَ‏ de: met” ve “meveddet”e işaret ediyor. A’râf Sûresi’nde<br />

“O’dur الَّذِي خَ‏ لَقَكُ‏ مْ‏ مِنْ‏ نَفْسٍ‏ وَاحِ‏ دَةٍ‏ وَجَ‏ عَلَ‏ مِنْهَا زَوْ‏ جَ‏ هَا لِيَسْ‏ كُ‏ نَ‏ إِلَيْهَا<br />

ki si zi bir tek can dan ya rat tı ve bun dan da, gönlü ken disi<br />

ne ısın sın/huzur bulsun di ye eşi ni in şâ et ti” (A’râf Suresi,<br />

7/189) beyanında bulunarak evlilikten beklenen bir diğer<br />

maksat olarak eşler arasındaki samimiyet, sıcaklık, huzur<br />

ve sükûnete dikkat çekiliyor.<br />

Buradan anlıyoruz ki, evlilikten maksat, eşlerin huzur<br />

bulacağı, karşılıklı, saygı, sevgi, muhabbet ve hürmetin<br />

olduğu, eşlerin birbirine karşı hüsn-ü muaşeretle muamelede<br />

bulunduğu, kısaca mü’min için bir nevi cennet bahçesi<br />

kabul edilebilecek bir yuva vücuda getirmektir. Aynı<br />

zamanda Cenâb-ı Hak: وَأَخَ‏ ذْ‏ نَ‏ مِنْكُ‏ مْ‏ مِيثَاقًا غَ‏ لِيظً‏ ا “Hem onlar<br />

siz kocalarından hukuklarını gözetme konusunda sağlamca<br />

teminat da aldılar” (Nisâ Suresi, 4/21) buyurmak suretiyle,<br />

evliliği, erkeğin hanımına verdiği önemli ve ciddi<br />

bir teminat saymıştır. Elmalılı, buradaki misakın, Allah’ın<br />

emri ve Peygamber’in sünneti üzere yapılan nikâh akdi ve<br />

ahkâmı olduğunu, bunun gereği olarak da, erkeğin evlilik<br />

devam ettiği sürece karısına karşı güzel bir surette sohbet<br />

ve muaşeret etmeyi taahhüt ettiğini ifade etmiştir. (Elmalılı<br />

Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, s. 1321)<br />

Âyet-i kerimelerin tavsif ettiği evlilik modeli sadece<br />

tek evlilikte değil, bundan sonraki yapılacak evliliklerde<br />

de geçerli olmalıdır. Eşler arasında güzel geçimin, sevgi<br />

26


ve şefkatin, saygı ve hürmetin bulunması Kur’ânî bir esas<br />

olduğuna göre, ikinci evlilik yapmayı düşünen bir erkek<br />

bunları nazar-ı itibara almak zorundadır. Yoksa ikinci<br />

evlilik yapacak bir kişinin ilk evliliği tehlikeye girecekse,<br />

eşleriyle arasında bu Kur’ânî düsturlar ihlâl edilecekse,<br />

bulunduğu konum itibariyle ciddi bir itibar kaybına uğrayacaksa,<br />

çevresi tarafından suizanların oluşmasına sebebiyet<br />

verecekse, bu kişinin dinin bu ruhsatını kullanması<br />

doğru değildir. Dolayısıyla meseleyi bazılarının zannettiği<br />

gibi sadece şehevî hislerle bağlı görmek oldukça eksik ve<br />

yanlış bir değerlendirmedir.<br />

Eşler Arasında Adalet Şartını Temin<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de çok evliliğe müsaade eden âyet-i<br />

kerime şu şekildedir: “Hi ma ye niz altın da ki ye tim kızlar<br />

la ev le nin ce hak la rı nı gözetemeyece ği niz den, ada le ti<br />

sağlayamayacağı nız dan en di şe eder se niz, on lar la de ğil,<br />

si ze he lâl olup ar zu ettiğiniz di ğer ka dın lar la iki, üç ve ya<br />

dört ha nım ol mak üze re ev le nin. Eğer bu tak dir de de arala<br />

rın da ada le ti ger çek leş tir ememek ten en di şe eder se niz,<br />

bir kadın la ve ya eli ni zin al tın da olan cariyeler le ye ti nin.<br />

Bu du rum, ada let ten ay rıl ma ma nız için en uy gun ola nıdır.”<br />

(Nisâ Suresi, 4/3) Âyet-i kerime iki, üç veya dört eş<br />

almayı adalet şartına bağlamıştır. Âyet-i kerimeye göre<br />

hanımları arasında adaleti sağlayamamaktan korkan bir<br />

kişinin tek kadınla evli kalması vaciptir. (Sabûnî, Tefsiru<br />

âyâti’l-ahkâm, 1/400) Yani, ikinci, üçüncü veya dördüncü<br />

evliliği yapmak, bunlar arasında tam bir adalet şartını gerçekleştirmeye<br />

bağlıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu<br />

aleyhi ve sellem) de: “Bir kimsenin iki hanımı olur, birine<br />

daha fazla meylederse, kıyamet gününde bir tarafı çarpık<br />

olarak gelir” ifadeleriyle meselenin önemine dikkat çekmiştir.<br />

(Nesâî, İşretü’n-nisâ 3; İbn Mace, Nikâh 47)<br />

ذَلِكَ‏ أَدْنَى أَالَّ‏ sonunda: Diğer yandan âyet-i kerimenin<br />

“Bu du rum, ada let ten ay rıl ma ma nız için en uy gun تَعُولُوا<br />

ola nı dır” buyrulmak suretiyle, taaddüd-ü zevcât erkeğe<br />

ağır bir külfet ve vazife yükleyeceği için, eşleri arasında<br />

hakka riayet edemeyip adaletsizlikten korkan kimselerin<br />

tek kadınla evli kalmalarının zulüm şaibesinden uzak olduğu<br />

için en salim yol olduğu belirtilmiştir.<br />

Fıkıh kitaplarının nikâh bahislerinin “kasm” ve “nafaka”<br />

bölümlerinde eşler arasında riayet edilmesi farz olan<br />

adaletin nerelerde aranacağı tafsilatıyla anlatılmıştır. Özetle,<br />

birden fazla kadını nikâhı altında tutan bir erkek, bunların<br />

yaşlı-genç, bakire-dul, eski-yeni veya hasta-sağlıklı<br />

gibi vasıflarına bakmadan bunların yanında eşit miktarda<br />

kalmalı; sohbet ve hüsn-ü muaşerette aralarında eşitliği<br />

gözetmeli; mesken, yeme-içme ve giyim gibi nafaka<br />

içinde değerlendirilen aslî ihtiyaçların karşılanmasında da<br />

adaletten ayrılmamalıdır. Eğer koca, eşleri arasında adaleti<br />

gözetmez ve eşlerden birisi bu durumu mahkemeye<br />

şikâyet ederse hâkim, kocaya bir ceza takdirinde bulunarak,<br />

bundan sonra ona adaletli davranmayı emreder. (Serahsi,<br />

Mebsut, Beyrut, Daru’l-marife, c. 5, s. 217-219) Hatta Malikî<br />

ve Hanbelî mezheplerine göre eğer koca hâkimin uyguladığı<br />

cezaî müeyyideye rağmen ıslah olmazsa, hâkimin eşleri<br />

talâk-ı bâin ile boşama veya nikâhı feshetme yetkisi vardır.<br />

(Kevser Kâmil Ali, “Çok Evlilik”, DİA, 8/366)<br />

Bütün bunlar hukukî açıdan gözetilmesi gereken<br />

adalet olup, bunun ötesinde kişi eşlerine karşı kalbî meyillerinden<br />

sorumlu değildir. Çünkü bu, takati aşan bir<br />

durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak Nisâ sûresinde: “Ey<br />

ko ca lar! Bü tün ben li ği niz le is te se niz da hi eş le ri niz ara sında<br />

tam ada le ti sağlayamaz sı nız. Öy ley se bir ta ra fa büs bütün<br />

gön lü nü zü kap tı rıp da öbü rü nü koca sız mış gi bi bir<br />

vazi yet te bı rak ma yın. Eğer ara yı dü zel tir, iş le ri ni zi iyi leşti<br />

rir ve haksızlık tan sakınırsa nız, unut ma yın ki Al lah Gafur<br />

dur, Ra hîm dir” (Nisâ Suresi, 4/129) buyurarak kalbî<br />

temayüllerde tam bir eşitliğin sağlanmasının mümkün<br />

olmadığını ifade etmiştir. Hz. Âişe’den nakledildiğine<br />

göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve selem)<br />

de eşleri arasında taksimde adaletli davranır ve sonra da<br />

اللَّهُمَّ‏ هَذَا قَسْ‏ مِ‏ ي فِيمَ‏ ا أَمْلِكُ‏ فَالَ‏ تَلُمْ‏ نِي فِيمَ‏ ا تَمْ‏ لِكُ‏ وَال ederdi: şöyle dua<br />

- (ad “Allah’ım! Bu benim gücümün yettiği taksim أَمْ‏ لِكُ‏<br />

let), gücümün yetmediğinden beni sorumlu tutma.” (Ebu<br />

Davud, Nikâh 37; Hâkim, Müstedrek, 2/204)<br />

İslâm’ın Çok Evliliğe İzin Vermesinin Hikmetleri<br />

Buna geçmeden önce bir hususun üzerinde durmakta<br />

fayda mülâhaza ediyoruz. Bazılarının zannettiği<br />

gibi, taaddüd-ü zevcât İslâm tarihinde bütün erkeklerin<br />

başvurduğu bir uygulama değildir. Osmanlı devletinde<br />

bile birden fazla kadınla evliliğin çoz az olduğu ifade<br />

edilmiştir. (Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, Osav,<br />

İstanbul, 2000, s. 417, 418) Günümüz İslâm ülkelerinde<br />

ise bu oran daha da düşüktür. Bu durum göstermektedir<br />

ki, İslâm toplumlarında çok evlilik kadınların suiistimal<br />

edildiği ve sorumsuzca kullanılan bir kurum değil, geçerli<br />

sebeplerin bulunduğu ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda<br />

başvurulması gereken bir çare olarak görülmüştür.<br />

Günümüz dünyasını da göz önünde bulundurduğumuzda<br />

şöyle bir değerlendirme yapmamız da mümkündür:<br />

İslâm dünyasında birden fazla kadınla evlenen erkeklerin<br />

sayısı, Batı’da kadınlarla evlilik dışı ilişkide bulunan<br />

erkeklerden çok daha az olmuştur.<br />

Diğer yandan tarihin değişik dönemlerinde savaşlar<br />

sonucunda kadın nüfusu erkek nüfusuna oranla çok artmıştır.<br />

Bir örnek vermek gerekirse, 2. Dünya Savaşı’ndan<br />

sonra Almanya’da kadınların nüfusu erkeklerden<br />

7.300.000 daha fazla idi ve bunların 3 milyonu da duldu.<br />

Nitekim savaş sonrasında buna bir çare bulunamadığı<br />

için birçok Alman kadın küçük menfaatler karşılığında<br />

27


müttefik güçlerin kötü emellerine âlet olmak zorunda<br />

kalmıştır. 1948 yılında Münih’te düzenlenen Uluslararası<br />

Gençlik Konferansı'nda, cinsiyet oranlarındaki bu dengesizliğe<br />

bir çözüm bulunamaması üzerine katılımcılardan<br />

bazılarının poligamiyi (çok evliliği) önermeleri ve bunun<br />

konferansın kapanış bildirgesine dâhil edilmesi de dikkat<br />

çekicidir. (Şerif Muhammed, “İslam ve Diğer Geleneklerde<br />

Kadın”, <strong>Yeni</strong> Ümit Dergisi, Sayı: 55)<br />

Günümüz dünya toplumlarında da kadın ve erkek nüfusu<br />

arasındaki dengenin bozulduğu bir gerçektir. Meselâ,<br />

Amerika’da erkeklerden 8 milyon fazla kadın vardır. Bazı<br />

Orta Asya ülkeleri ve Afrika ülkelerinde veya savaşların<br />

görüldüğü Bosna Hersek ve Kosova gibi ülkelerde de<br />

benzer bir orantısızlık göze çarpmaktadır. İşte bütün bu<br />

durumlarda çok evlilik kabul edilmediği takdirde, gayri<br />

meşru ilişkiler ve toplum nizamını alt-üst edecek yönelişler<br />

olacaktır.<br />

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim: نِسَاؤُكُمْ‏ حَ‏ رْثٌ‏ لَكُ‏ مْ‏ “Eş le riniz<br />

si zin ne sil ye tiş ti ren tar la nız dır” (Bakara Suresi, 2/223)<br />

buyurarak kadınların annelik yönlerine dikkat çekerken,<br />

تَزَوَّجُ‏ وا الْوَدُودَ‏ الْوَلُودَ،‏ فإنهِّي de: Peygamber Efendimiz (s.a.s)<br />

sevecen; “(Ey insanlar!) vedûd (çok sevimli, مُ‏ كَ‏ اثِرٌ‏ بِكُ‏ مُ‏ االْ‏ ‏ُمَمَ‏<br />

kocasını çok seven) ve velûd (çok doğuran) ile evlenin.<br />

Zira ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla<br />

övüneceğim.” (Ebu Davud, Nikâh 4; Nesai, Nikâh<br />

11) buyurarak ümmetin çokluğunun ehemmiyetine dikkat<br />

çekmiştir. Buna göre izdivacın en mühim gayesinin<br />

tenasül (neslin artması) olduğunu düşündüğümüzde, çok<br />

evliliğin bir hikmetini daha anlamış oluruz.<br />

Son olarak bir hususa daha temas edelim. Günümüz<br />

Batı medeniyeti çok evliliği tasvip etmese de, bu durum bütün<br />

dünya kadınlarının bakış açısını yansıtmaz. Nijerya’nın<br />

bir şehrinde yapılan bir anket sonucuna göre, ankete katılan<br />

kadınlardan yüzde altmışı kocalarının başka bir kadınla<br />

evlenmelerini memnuniyetle karşılamıştır. Aynı şekilde<br />

Kenya’daki bir araştırmaya göre, 100 kadından 76’sı çok<br />

evliliğe olumlu bakmıştır. Aynı ülkenin kırsal kesiminde<br />

bu oran daha da artmış ve 27 kadından 25’i çok eşle evliliğin<br />

tek eşle evlilikten daha iyi olduğunu düşünmektedir.<br />

Amerika’da çok evliliği tatbik eden Mormonlar da (1800’lü<br />

yıllarda kurulan bir Hristiyan cemaatidir), eşlerden biri<br />

diğerine yardım ettiği için, bu uygulamanın hem kariyer<br />

hem de çocuk bakımı açısından daha ideal bir yol olduğuna<br />

inanmaktadırlar. (Şerif Muhammed, “İslam ve Diğer Geleneklerde<br />

Kadın”, <strong>Yeni</strong> Ümit Dergisi, Sayı: 55)<br />

Çok Evlilikte Kadının Durumu<br />

Bazıları taaddüd-ü zevcâtın kadın-erkek eşitliğini ortadan<br />

kaldırdığını söyleyerek, kadına da böyle bir hak verilmesi<br />

gerektiğini söylemişlerdir. Ancak kadının birden çok<br />

erkekle evlenmesine sınırlı birkaç kabile ve toplum dışında<br />

tarihte rastlanmadığı gibi, günümüzde yapılan anketlerde<br />

de kadınların bunu istemedikleri ortaya çıkmaktadır.<br />

(Semra Ulaş, “İslam’da Çok Kadınla Evlilik”, İslâmî Araştırmalar<br />

Dergisi, cilt: 6, sayı: 1) Zira öncelikle kadının psikolojik<br />

ve fizikî yapısı böyle bir duruma müsaade etmez. Diğer<br />

açıdan bu durum İslâm’ın çok önem verdiği ve kendisine<br />

miras, evlenme yasağı, velayet vb. birçok hükmü<br />

bağladığı nesebin karışmasına sebep olacaktır. Dolayısıyla<br />

insan fıtratına aykırı olan böyle bir uygulamayı İslâm’ın<br />

caiz görmesi mümkün değildir.<br />

Diğer yandan bir erkeğin ikinci veya üçüncü evliliği<br />

yapmasının ilk eşinin hakkını ihlâl edeceği ve aralarında<br />

kıskançlığa sebep olacağı söylenerek buna karşı çıkılmıştır.<br />

İfade etmeliyiz ki İslâm, hükümlerini duygu ve kalbî<br />

meyilleri göz ardı etmeksizin akıl ve mantık üzerine bina<br />

etmiştir. Toplumun temelini oluşturan aile gibi bir kurumda<br />

da aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla daha önce<br />

de ifade ettiğimiz gibi, çok evliliğe müsaade edilmesinde<br />

cüz’î birtakım zararlar akla gelse de, mesele tüm insanlık<br />

çapında düşünüldüğünde, kadın ve erkeğin fıtratları<br />

nazar-ı itibara alındığında ve evliliğin hikmet ve gayesi<br />

olan tenasül açısından bakıldığında bu konuda itiraza mahal<br />

olmadığı görülecektir. Her kadının evlenme hürriyetine<br />

sahip olduğunu ve evli bir erkekle evlenip evlenmeme<br />

kararının kadına ait olduğunu söylemiştik.<br />

Sonuç<br />

Evet, İslâm getirdiği ahkâmla, tarihte birçok toplum ve<br />

kültürde görülen, Cahiliye döneminde de yaygın bir uygulama<br />

olan çok evliliği ta’dil ve ıslah etmiş, onu belli bir sayıyla<br />

sınırlamış ve eşler arasında adalet ve müsavatın gözetilmesini<br />

isteyerek hukukî bir çerçeve altına almıştır. İslâm’ın<br />

çok evlilikle ilgili hükmü, bir emir olmayıp, belli hikmet ve<br />

maslahatlara mebni bir izin mahiyetindedir. İçinde yaşadıkları<br />

kültür ortamının etkisiyle çok evliliği tenkit edenlerin,<br />

bu tenkitlerinde haksız oldukları açıkça ortaya çıkmıştır.<br />

Çünkü meseleyi doğru anlayabilmek için, bütün zamanları<br />

ve bütün insanlığın durumunu göz önünde bulundurmalı,<br />

kadın ve erkek yapısını nazar-ı itibara almalı, izdivaçtaki<br />

maksadı kavramalı ve toplum realiteleri göz ardı edilmemelidir.<br />

Mesele umumi planda böyle olmakla birlikte, ikinci<br />

evlilik dinin ideal olarak bize takdim ettiği bir evlilik modeli<br />

olmaktan ziyade, ehven-i şer olarak vaz’eylediği bir uygulamadır.<br />

Dolayısıyla dinin bu ruhsatından faydalanmak isteyen<br />

kişilerin, buna ihtiyaç olup olmadığını, ilk evliliklerinin<br />

selâmeti ve çevrenin tepkisini iyi değerlendirmeleri ve özellikle<br />

tek evliliğin yaygın bir uygulama hâline geldiği yerlerde<br />

daha dikkatli olmaları gerekir. Hele en büyük sermayeleri<br />

itibarları olan insanların çok iyi düşünmeleri gerekir.<br />

*Araştırmacı-Yazar<br />

ycayiroglu@yeniumit.com.tr<br />

28


YENi ÜMiT<br />

Dr. M. Selim ARIK*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Allah’a havale etmede bir mahzur olmadığını, yapılan beddualara da âmin<br />

demememiz gerektiğini, ikisinin birbirinden ayrıldığını ve mü’mine yaraşan<br />

hususun dua etmek olduğunu söyleyebiliriz.<br />

BEDDUA OLARAK<br />

LÂNET SÖZÜNÜN VEBÂLi<br />

ânet, sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak” anlamında Allah’ın bağış ve mer-<br />

uzak olmayı ifade eder. Lânetullah da “Allah lânet etsin, Allah<br />

Lhametinden<br />

belasını versin” anlamında Allah’ın rahmetinden uzaklaştırma düşüncesiyle<br />

yapılan bir bedduadır (kötü dua). (Rağıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 454)<br />

Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldığı için şeytan “laîn, mel’ûn” veya “racîm”<br />

olarak isimlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak: “İnsan hiçbir söz söylemez<br />

ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden bir melek bulunmasın.” (Kâf,<br />

50/18) buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de<br />

“Kişi bazen mahzur görmediği değersiz bir söz söylediğini zanneder. Hâlbuki<br />

o söz sebebiyle, cehennemin yetmiş yıllık dibini boylar” (İbn Mâce, Fiten, 12)<br />

şeklinde haber vermektedir. Dolayısıyla Müslüman, diğer insanların elinden ve<br />

dilinden zarar görmediği kişi olduğuna göre (Tirmizi, İman, 12), ağzından çıkan<br />

her söze dikkat etmeli ve ondan mesul olduğunu unutmamalıdır.<br />

Peygamberimiz’den, bazı kişiler aleyhine beddua edilmesi istenince “Ben<br />

lânet edici değil, rahmet peygamberi olarak gönderildim” (Bkz. Müslim, Birr,<br />

87) diyerek bunu kabul etmediğini görmekteyiz. Nitekim Uhud Savaşı’nda Hz.<br />

Peygamber’in mübarek dişi kırıldığı, yüzü yarılıp kanlar aktığı bir sırada bütün<br />

bu musibetlere sabrederek bunların müsebbipleri olan Kureyş’in hidayete nail<br />

olmaları için dua yapmış, beddua etmemiştir. Zîrâ askerî dehasıyla tanınan Halid<br />

b. Velid, Uhud Savaşı’nda düşman safındayken, h. 8. yılda Mekke fethinden<br />

hemen önce İslâm’a girerek “seyfullah” unvanını almış, Müslüman bir komutan<br />

olmuştur.<br />

Bununla birlikte Peygamberimiz “lânet” kelimesini insanların günahlara<br />

karşı daha dikkatli olmaları için zaman zaman “zecir=sakındırma” anlamında<br />

kullandığı da olmuştur. Meselâ “Faiz yiyen ve yedirene Allah lânet etsin!” (Darimi,<br />

Büyu, 4) “Anne ve babasına söven kimse lânetlenmiştir” (Ahmed b. Hanbel,<br />

29


I, 217) “Arazi işaretlerini bozana (sınır taşlarını kaldırana)<br />

Allah lânet etsin” (Müslim, Edâhî, 44) “Allah’ın<br />

lâneti rüşvet alan ve verenedir” (Suyutî, Fethu’l-Kebir,<br />

III, 15) “Güzellik için döğme vuran ve vurduran ve bu<br />

suretle Allah’ın yarattığı güzelliği değiştiren kadınları<br />

Allah lânet etsin!” (Tirmizi, Edeb, 33) gibi hadîsler<br />

bunlardan bazı örneklerdir.<br />

Son hadîste yalnız kadınların zikredilmesi, Arabistan’da<br />

o dönemde döğmenin kadınlar arasında yaygın olduğundan<br />

kaynaklanmaktadır. Yasaklama hikmetinin de,<br />

Allah’ın yarattığı fıtrî güzelliği değiştirmek olduğu açıkça<br />

belirtilmiştir. Diğer hususlar da yine fert ve toplumun huzur<br />

ve saadeti için uyulması gereken kuralların önemine<br />

işaret etmektedir. Lânet şiddetli bir vaîd (tehdid) olduğu<br />

için yukarıdaki sayılan hususlar (bazı âlimlerin kabul ettiği<br />

gibi) büyük günahlardandır. Yine “Fitne uykudadır,<br />

onu uyandırana Allah lânet etsin” (Suyutî, Fethu’l-Kebir, II,<br />

280) rivayeti de, fitnenin toplum içinde meydana getireceği<br />

huzursuzluklara işaret etmektedir. Zîrâ fitne, toplumun<br />

düzenini bozduğu için adam öldürmekten daha büyük<br />

tahribat yapmaktadır. Hz. Peygamber, Uhud savaşından<br />

sonra h. 4. yılın başlarında Bi’r-i Maûne bölgesinde 70<br />

Kur’ân öğreticisinin pusu kurularak şehit edilmesine çok<br />

üzülmüştü. Bu sebeple sabah namazlarında bir ay süreyle<br />

Bi’r-i Maûne faciasına yol açan kabilelere beddua şeklinde<br />

“kunut” yapmıştır. (Müslim, Mesâcid, 299-301) Onlar da<br />

cezalarını dünyada bulmuş ve perişan olmuşlardır. Oysa<br />

rahmet peygamberi olarak gönderilen Peygamberimiz’in<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine ve ashabına yöneltilen<br />

birçok haksızlık ve tecavüz karşısında bedduaya tevessül<br />

etmediği hâlde, Bi’r-i Maûne hâdisesi sebebiyle bedduada<br />

bulunması dikkat çekicidir. Çünkü bu olay, masum<br />

insanların zulmen öldürülmesinin Allah katında ne kadar<br />

büyük bir günah olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca hayatını<br />

Kur’ân hizmetine verenlerin Allah ve Hz. Peygamber<br />

yanındaki kıymetini ve şerefini göstermektedir.<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Mü’mine<br />

lânet eden, onu (mânen) öldüren gibidir. Kim bir mü’mine<br />

küfür nisbet ederse, onu öldürmüş gibidir (vebale girer)”<br />

(Tirmizi, İman, 16) buyurmuşlardır. Nitekim kâtil, öldürdüğü<br />

kimseyi sadece dünya menfaatlerinden mahrum eder.<br />

Lânetçi ise, ahiret nimetlerinden ve Allah’ın rahmetinden<br />

mahrum bırakmaya çalışır. Zîrâ Kur’ân, “lânetullah zalimlerin<br />

üzerine olsun” diyerek, bu sıfatın kâfir ve zalimlerin<br />

vasfı olduğunu belirtmektedir. (Bkz. A’râf 7/44) O hâlde<br />

mü’min, Peygamberimiz’in “Allah’ın gazabı, Allah’ın<br />

lâneti ve cehennem ateşi ile birbirinizle lânetleşmeyin”<br />

(Tirmizi, Birr, 48) tembihine kulak vermeli ve lanetten<br />

kaçınmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti geniştir,<br />

Allah mü’minleri birbirine merhamet<br />

etmek, yardımda bulunmak sıfatlarıyla<br />

vasıflandırmış ve onları bir vücut gibi<br />

kabul etmiştir. Nasıl ki hiç kimse kendisine<br />

kötü sözün söylenmesini istemezse,<br />

mü’min de kendisi için istemediği<br />

bir şeyi din kardeşi aleyhine söylememelidir.<br />

tevbe eden her mü’mini rahmetiyle bağışlayabilir. Yeter<br />

ki O’nun rahmetinin genişliğini unutmayalım. Benî<br />

İsrail’de birbirine zıd maksad güden (ayrı niyetli ve<br />

amelli) iki arkadaş vardı. Bunlardan biri günahkârdı,<br />

diğeri de ibadette gayret gösteren bir âbid idi. Âbid<br />

olan diğerini günah işlerken gördüğünde “Vazgeç, bırak!”<br />

derdi. Bir gün yine onu günah işlerken gördüğünde<br />

ona “Terket, vazgeç!” diye ikazda bulundu. Öbürü<br />

“Beni Rabbimle baş başa bırak. Sen beni kontrol eden<br />

murakıp mısın?” dedi. Bunun üzerine âbid olan kişi<br />

“Vallahi Allah seni mağfiret etmez veya Allah seni cennetine<br />

koymaz!” deyiverdi. Bir müddet sonra Allah ikisinin<br />

de ruhlarını kabzetti. Bunlar Allah’ın huzurunda<br />

bir araya geldiler. Allah ibadetinde gayret edene ve ikaz<br />

edene “Sen benim elimdekine kâdir misin? (Benim adıma<br />

nasıl böyle bir şey söyleyebilirsin)” dedi. Günahkâra<br />

da yönelerek “Sen git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu.<br />

Diğeri için de “Bunu ateşe götürün!” diye emretti.<br />

Hadîsin ravisi Ebu Hüreyre (r.a) der ki: Adamcağız<br />

kızgınlıkla ve hissi olarak öyle bir kelime konuştu ki bu<br />

kelime dünyasını da ahiretini de mahvetti. (Ebu Davud,<br />

Edeb, 51) Demek ki mü’min hissî değil, aklî (Kur’ân ve<br />

Sünnet ölçüsünde) davranmak mecburiyetindedir.<br />

Hz. Peygamber zamanında Abdullah b. Nuayman<br />

isminde nükteleriyle, şakalarıyla tanınan halk arasında<br />

da hımar (eşek) lakaplı bir kişi vardı. Bu lakabına<br />

kendisi de kızmazdı. Zîrâ yaptığı esprilerle Hz.<br />

Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) dahi güldürebiliyordu.<br />

Abdullah bir gün içki yasağına uymadığı<br />

için Hz. Peygamber’in huzuruna getirilir. Peygamberimiz<br />

de, bu yasağı devamlı ihlâl ettiğinden Abdullah’a<br />

had vurulmasını ister. O anda Hz. Ömer de orada<br />

bulunmaktadır. Bu hâdiseyi görünce dayanamayarak<br />

“Allah’ım! Şu adamı rahmetinden uzak kıl! Sarhoş<br />

olarak Hz. Peygamber’e getiriliyor ve Resulullah’ı<br />

30


üzüyor” diyerek beddua ve lânet eder. Bunun üzerine<br />

Peygamberimiz: “Ey Ömer! (suçlu da olsa ona lânet<br />

etmeyiniz.) Vallahi ben onun Allah ve Resulü’nü sevdiğini<br />

biliyorum.” diyerek inançlı bir kimseyi (bilerek<br />

veya bilmeden işlediği bir günahtan dolayı) kınamamasını,<br />

bilakis kötülükten vazgeçmesi için hayır dua<br />

edilmesi gereğine hikmetli bir şekilde işaret etmişlerdir.<br />

(Bkz. Buhari, Hudud, 5; Aynî, Umdetü’l-Kâri,<br />

Kitâbu’l-hudûd) Nitekim bir başka rivayette “Allah’ım!<br />

Ona rahmet et, onun taksiratını affet!” (Ebu Davud,<br />

Hudud, 36) şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir.<br />

Hadîslerde cehenneme en çok sebep olan hususun düşünmeden<br />

veya kızgınlıkla “ağızdan çıkan söz” olduğu<br />

belirtilmektedir. (Bkz. Tirmizi, Birr, 62) Peygamberimiz<br />

bir bayram hutbesinde: Ey kadınlar! Sadaka verin,<br />

zîrâ bana cehennem ehlinin çoğu kadınlar olarak<br />

gösterildi dedikten sonra sebebini de “Siz lâneti fazla<br />

yapıyor, kocalarınıza (çoğu kere) nankörlükte bulunuyorsunuz”<br />

(Müslim, İman, 132) şeklinde açıklamıştır.<br />

Dolayısıyla “lânet” bedduasını kullanmama konusunda<br />

kadınlar daha hassas olmalıdırlar.<br />

Ağızdan çıkan lânet sözü ya söylenene veya söyleyene<br />

döner. Nitekim hadîste bu mesele şöyle haber<br />

verilmektedir: “Kişi bir şeye beddua ile lânet etti mi,<br />

bu lânet semaya yükselir. Sema kapıları lânetin önüne<br />

kilitlenir. Sonra bu lânet yeryüzüne iner, orada da kapı<br />

önüne kapanır. Sonra bu lânet sözü sağa ve sola yönelir<br />

orada da geçit bulamayınca, lânet olunana döner. Şayet<br />

lânete hak kazanmışsa onda kalır. Fakat müstahak değilse<br />

bu söz söyleyene döner.” (Ebu Davud, Edeb, 53)<br />

Hz. Peygamber ashab-ı kiram ile beraber otururken,<br />

rüzgâr sebebiyle bir kimsenin elbisesi âniden açılmıştı.<br />

O kimse de gayriihtiyari rüzgâra kızarak ağzından<br />

“lânet” kelimesini sarfetti. Bunun üzerine Peygamberimiz<br />

“Rüzgâra sövme, lânet etme! Çünkü o da Allah’ın<br />

emrinde vazifelidir. Her kim lânete müstahak olmadığı<br />

hâlde bir şeyi lânetlerse, o lânet kendisine döner.” (Ebu<br />

Davud, Edeb, 53) buyurmuşlardır. Hz. Peygamberle bir<br />

sefer esnasında Ensar’dan bir kadın devesine kızarak<br />

“lânet olsun” demişti. Peygamberimiz bu sözü duyunca,<br />

“Yükünü alın, deve artık mel’ûn olmuştur, kimse<br />

ona binmesin!” buyurarak, bu kötü söze karşılık deveyi<br />

serbest bırakmıştır. (Ebu Davud, Cihad, 55)<br />

Rivayete göre Hz. İsa’nın (a.s) yanından bir domuz<br />

geçmişti. Hz. İsa (a.s) domuza “Selâmla geç!”<br />

deyince, yanındakiler hayretle “Domuz hakkında da<br />

böyle mi dersin?” dediler. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s)<br />

“Dilimi kötü söze alıştırmak istemedim.” (Gazali, İhya,<br />

Hadîslerde lânete konu olan hususlar ise<br />

genellikle toplum düzenini bozan, insanlar<br />

arasındaki huzur ve güveni kaldıran,<br />

dinî ve ahlâkî çöküntüye sebep olan veya<br />

bunlara zemin hazırlayan davranışlardır.<br />

O hâlde mü’min lânete sebep olmamalı<br />

ve beddua olarak da lânet sözünü kimseye<br />

kullanmamalıdır.<br />

III,120) diye cevap vermiştir. Peygamberimiz bir başka<br />

hadîslerinde ise “Çok lânet ediciler, kıyamet gününde<br />

şefaatçi ve şahit olamazlar.” (Müslim, Birr, 86) buyurmuşlardır.<br />

Zîrâ kıyamet günü mü’minler günahkâr<br />

din kardeşlerine şefaatte bulunurlarken, lânetçiler bu<br />

nimetten mahrum kalacaklardır. Dolayısıyla mü’min<br />

lânet kelimesini ağzına alarak bu sözü söylemeyi âdet<br />

hâline getirmekten sakınmalıdır.<br />

Allah mü’minleri birbirine merhamet etmek, yardımda<br />

bulunmak sıfatlarıyla vasıflandırmış ve onları bir vücut<br />

gibi kabul etmiştir. Nasıl ki hiç kimse kendisine kötü sözün<br />

söylenmesini istemezse, mü’min de kendisi için istemediği<br />

bir şeyi din kardeşi aleyhine söylememelidir.<br />

Âlemlere (bütün varlığa) rahmet olarak gönderilen<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) (Bkz. Enbiya<br />

21/107) özellikle mü’minlere karşı da çok şefkatli ve<br />

merhametlidir. (Bkz. Tevbe 9/128) Dolayısıyla böyle bir<br />

peygamberden ne ümmetine ne de mahlukata karşı<br />

“lânet” sözü istisna dışında sâdır olmamıştır. Çünkü lânet,<br />

Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmaktır. Şu hâlde lânet<br />

sözü, mü’mine yakışmadığı gibi, mü’min aleyhine hatta<br />

hayvanat ve nebatat için bile kullanılmamalıdır. Çünkü<br />

Mü’min lânet edici ve kötü sözlü olamaz. (Tirmizi, Birr,<br />

48) Abdullah b. Ömer de (r.a) şöyle der: Allah katında<br />

en sevimsiz insan, şuna buna kötü söyleyip lânet eden<br />

kimsedir. Demek ki Müslümanların olur olmaz sebeplerle<br />

birbirleri aleyhine beddua etmeleri İslâm ahlâkıyla<br />

bağdaşmamaktadır. Hadîslerde lânete konu olan hususlar<br />

ise genellikle toplum düzenini bozan, insanlar arasındaki<br />

huzur ve güveni kaldıran, dinî ve ahlâkî çöküntüye sebep<br />

olan veya bunlara zemin hazırlayan davranışlardır. O<br />

hâlde mü’min lânete sebep olmamalı ve beddua olarak da<br />

lânet sözünü kimseye kullanmamalıdır.<br />

*Araştırmacı-Yazar<br />

msarik@yeniumit.com.tr<br />

31


YENi ÜMiT<br />

Dr. Selman Kuzu*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Hz. İbrahim tek bir fertti ama onun himmeti, bütün insanlığı içine<br />

alacak kadar genişti. O, bütün dünyayı kucaklama azm ü gayreti<br />

ve cehdi içindeydi.<br />

Hacca veya umreye gittiğimizde mutlaka “Makam-ı<br />

İbrahim”i de ziyaret eder, Halilu’r-Rahman Hz.<br />

İbrahim’in ayak izlerini seyreder, Efendimiz aleyhissalatu<br />

vesselamla birlikte O’na da salat u selâm<br />

getiririz. Makam-ı İbrahim; Hz. İbrahim’in (a.s.) Kâbe’yi<br />

inşa ederken, örülen duvarın boyunu aşması üzerine, üstüne<br />

çıkıp inşaatı devam ettirdiği taş olarak bilinmektedir.<br />

Bu taş, Kâbe’nin inşası esnasında iskele olarak kullanıldığı<br />

için üzerinde zaman içinde Hz. İbrahim’in ayak izleri oluşmuştur.<br />

Bir görüşe göre de bu taş, Hz. İbrahim’in (a.s)<br />

insanları hacca çağırmak için üzerine çıktığı taştır. Aslında<br />

Hz. İbrahim’in (a.s) her iki iş için aynı taşı kullanmış olması<br />

da muhtemeldir. Hattâ bu konudaki başka rivayetlerin<br />

varlığı da gösteriyor ki Hz. İbrahim, başka zamanlarda<br />

da bu taşı kullanmış, onu, artık işim bitti deyip bir kenara<br />

kaldırmamıştır. Hz. İbrahim’e bazen bir iskele bazen bir<br />

kürsü bazen de bir minber olmuştur. Zîrâ bu taş her ne<br />

kadar görünüşte taş olsa da -hadîs-i şerifin ifadesiyle- hakikatiyle<br />

Cennet’tendir: “Rükn (Haceru’l-Es’ad) ve Makam-ı<br />

İbrahim Cennet yakutlarından iki yakuttur. Eğer Allah,<br />

onların aydınlıklarını gidermemiş olsaydı doğu ile batı arasını<br />

sürekli aydınlatırlardı.” (Tirmizi, Hac 49)<br />

Bugün bu taş ve üzerindeki mübarek izler bir<br />

camekân içinde muhafaza edilmektedir. Kâbe’nin kapısının<br />

olduğu tarafta Kâbe’ye 15 m 40 cm uzaklıktadır.<br />

Hafif sarı ve kırmızı karışımı beyaza yakın bir rengi<br />

olan taşın kalınlığı 20 cm’dir. Kenar uzunluklarından<br />

biri 38, diğerleri 36’şar cm’dir. Hz. İbrahim’in (a.s.)<br />

ayak izleri asırlar boyu bu taş üzerinde muhafaza edilmiş<br />

ve günümüze kadar gelmiştir. Tavafın her şavtında<br />

gördüğümüz bu makamın, imkân varsa yanı başında<br />

tavaf namazını eda etmek sünnettir. Başkalarını rahat-<br />

32


sız etme ihtimali varsa, makamın hizasına gelebilecek<br />

müsait bir alanda da tavaf namazı kılınabilir.<br />

Kur’ân-ı Kerîm, makamını ziyaret ettiğimiz daha<br />

doğrusu makamında ziyaret ettiğimiz Hz. İbrahim’i an-<br />

وَاذْكُرْ‏ فِي الْكِ‏ تَابِ‏ إِبْرَاهِيمَ‏ إِنَّهُ‏ كَانَ‏ emretmektedir. mamızı bize<br />

(sıddîk) “Kitap’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru صِ‏ دهِّيقاً‏ نَبِيهّاً‏<br />

bir nebiydi.” (Meryem, 19/41) Acaba niçin Kitap’ta Hz.<br />

İbrahim’i anmamız bize emredilmektedir? Çünkü onu<br />

anma, tanımayı netice verecektir. Yani bizden asıl istenen,<br />

O’nu tanımaktır. Çünkü tanımadan O’nu anmak, O’nu<br />

hatırlamadan da tanımak mümkün değildir. Peygamberleri<br />

sevmek ve Onlara tâbi olmak Allah’ı sevmek ve O’na<br />

itaat etmek demektir. Tanımadan sevmek ve tâbi olmak ise<br />

mümkün değildir. Hakkıyla sevenler ve itaat edenler de<br />

ancak tanıyanlardır. Aslında Hz. İbrahim’i sadece Kitap’ta<br />

değil metafta da anma ve tanıma bize hatırlatılmaktadır.<br />

Zîrâ metafta hiçbir peygambere değil de sadece O’na ait<br />

bir makamın ayrılması, bunun asırlarca muhafaza edilmesi<br />

ve Makam-ı İbrahim ile ilgili bir âyetin olması bunu bize<br />

açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla bizden bu âyeti de<br />

okumamız, anlamamız ve mucebince amel etmemiz istenmektedir.<br />

Zîrâ “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” yani “mekânın<br />

şerefi, mekânın sahibinden kaynaklanır” fehvasınca, makamı<br />

ziyaret, makamın kendisi için değil makamın sahibi<br />

içindir. Peygamberlere yakın duran ve peygamberane bir<br />

hayat yaşayanlar ise inşallah mukarrabîn arasında yer alacaklardır.<br />

İşte Beytullah’ın yanı başında Makam-ı İbrahim’deyiz.<br />

Hz. İbrahim ve ondan sonra nice peygamberlerin ayak<br />

bastığı, gözyaşlarını ceyhûn edip secdeye kapandığı çok<br />

özel bir mekândayız. Asırlar sonra Hz. İbrahim, bizi<br />

kendi elleriyle inşa ettiği Beytullah’da özel makamında<br />

Rahman’ın misafirleri olarak ağırlıyor. Yani Halilullah Hz.<br />

İbrahim’le beraberiz. Yan yana birlikte tavaf etikten sonra<br />

onun arkasında namaza durduk, birlikte selâm verdik. Ellerimizi<br />

beraber kaldırdık, dualar yaptık. Artık hep onun<br />

izinde ve onun izinden yürüyenlerle beraber yürümeliyiz.<br />

Zîrâ onun peşinden yol alanlar hullete varır. Allah dostu<br />

hâline gelir. Onun dostlarına tâbi olma onun sevdiklerini<br />

sevme, onların dostluklarını her şeye tercih etme bizi gerçek<br />

ve ebedi dostluğa taşır. Dolayısıyla sen hep tavafta kal<br />

hiç çıkma. Daima Makam-ı İbrahim’de ol, ayrılma. Memleketine<br />

dönsen bile Makam-ı İbrahim’den hiç uzaklaşma.<br />

Çünkü sen artık bir İbrahimleşme yolundasın.. yaşadığın<br />

çağın her çeşit putperestliğine karşı koyan bir İbrahim.<br />

Kâbe’yi, yeryüzünde kaybolmuş mânâ temelleri üzerine,<br />

içinde yaşadığın toplumda insanlık için Allah adına yeniden<br />

inşa edecek bir İbrahim. İbrahimler ve İsmailler bekleme.<br />

Artık sen bir İbrahim, sen bir İsmail’sin. Çık Makam-ı<br />

İbrahim’e ve insanlığı tevhide ve sadece Rabbe kulluğa<br />

davet et. İnsanları hacca çağır. Allah’ın emri etrafında yeni<br />

bir tavaf başlat.<br />

Bütün peygamberler tevhid inancıyla gelmiş, Allah<br />

tarafından seçilmiş özel donanımlı elçilerdir. İnsanlar<br />

tevhitten uzaklaştıklarında ise gönderilen peygamberler<br />

aracılığıyla yeniden tevhid inancına davet edilmiş, dünya<br />

ve ahiret hayatları adına kurtuluşa çağrılmışlardır. İşte putperest<br />

bir toplumda neşet eden Hz. İbrahim, yeryüzünde<br />

tevhidi yeniden canlandıran bir ulu’l-azm peygamberdir.<br />

Kur’ân’da mükerreren ifade edildiği gibi “Hz. İbrahim,<br />

hiç müşriklerden olmadı.” (Bkz., Bakara,2/135; Âl-i İmrân,<br />

3/67,95; En’âm, 6/161; Nahl, 16/123) O, hayatında daima<br />

tevhid mertebelerinin zirvesini tutmuştur. Kur’ân, onun bu<br />

yönünü nazara vererek bize takdim ettiği İbrahimî tevhid,<br />

şirkin en gizlisinden bile uzak olan saf tevhittir. Razî’nin<br />

dediği gibi; “Hz. İbrahim, tevhid deryasına garkolmuş”<br />

biriydi. Ey İbrahim! Makam-ı İbrahim’de, Hz. İbrahim’le<br />

tanıştırıldın. Burada sana bir ideal verildi. Burada sana bir<br />

hedef, bir gaye-i hayal gösterildi. Hedeften şaşma. İçinde<br />

yaşadığın toplumda bir kıblenüma da sen ol. Artık şu anda<br />

sen de onun makamında yeryüzünde bir tevhid elçisisin.<br />

Kalb ve ruh hayatında, iç âleminde ve dış dünyada şirkin,<br />

putperestliğin her çeşidine başkaldırarak nefis putunun,<br />

heva putçuklarının üzerine yürümelisin. Susmamalı, durmamalı,<br />

içinde yaşadığın toplumun İbrahim’i olmalısın.<br />

Makam-ı İbrahim’de sana bir makam verildi artık.. Sana<br />

İbrahim Halilullah’tan bir ruh, bir dostluk, bir himmet<br />

nefhedildi. Bundan sonra bulunduğun yerlerde tevhidin<br />

remzi, Allah’ın varlık ve birliğinin alâmeti olmalısın. Dolaştığın<br />

kurak coğrafyalar, tevhid düşüncesi adına çemenzara<br />

dönmeli, soluklarına muhatap olan ölü gönüller de<br />

hayat bulmalıdır.<br />

Hz. İbrahim, hayatı boyunca hep yakîne talip olmuş<br />

hep tahkîk aramıştı. Yakîn; şekten, şüpheden kurtulmak;<br />

doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi<br />

bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak<br />

ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir. Onun bu arayışına<br />

bir cevap olarak kendisine “göklerin ve yerin melekûtu gösterilmişti.”<br />

(En’âm, 6/75) İşte sana da Makam-ı İbrahim’de<br />

bir hedef olarak yakîn ufku gösterildi. Bulanlar arayanlardır.<br />

Bir başka deyişle bulanlar, arayanlar arasından çıkacaktır.<br />

Arayışın son nefese kadar fasılasız devam etsin. Ey<br />

İbrahim! Makam-ı İbrahim’de, Allah’ın âyetlerinden bir<br />

âyetin yanındasın. Hz. İbrahim’in tahkik aradığı ve bulduğu<br />

mübarek bir mekândasın. Sen de bulabilirsin. Dikkat<br />

et, yakîn kapısının eşiğindesin. Gel, aralı bu kapıdan içeri<br />

33


gir ve çeşit çeşit şüphelerin etrafında kol gezdiği bir devirde<br />

her türlü tereddütlerden kurtul. Duan daima şu olsun:<br />

“Allah’ım! Göz açıp kapatacağım zaman kadar hatta ondan<br />

daha kısa bir süre bile olsa, beni nefsimle baş başa bırakma.”<br />

Tâ ki makamın hep Yakîn olsun.<br />

Hz. İbrahim iman ve teslimiyet insanıydı. Cenâb-ı<br />

Hak O’na: ‘Kendini cân-ı gönülden Hakka teslim et!”<br />

deyince o derhal: ‘Âlemlerin Rabbi'ne teslim oldum’ demişti.”<br />

(Bakara, 2/131) İşte teslimiyetiyle bize anlatılan Hz.<br />

İbrahim’in makamı, metâfın içinde iman ve teslimiyetin<br />

remzidir. Bu makamda tevhid ve teslimiyet dersi de verilir.<br />

Ey İbrahim! Sen de burada bir tevhid ve teslimiyet dersi aldın.<br />

Makam-ı İbrahim’de sen de teslimiyete davet edildin.<br />

Gel kendini Hz. İbrahim gibi hakka teslim et. İbrahimî<br />

bir gönülle ben de “Âlemlerin Rabbi'ne teslim oldum” de.<br />

Yüce Allah’a peygamberâne teslim ol ve selâmet bul. İlâhî<br />

emirlere harfiyen uy ve onun emir dairesinden dışarıya asla<br />

çıkma. Emirlerini hüsn ü kabulle karşıla.. hem kalb hem<br />

âzâ hem de lisan ile yüz çevirmekten uzak dur. İbadetini<br />

ihlâsla, gönülden şevkle yap. Amelini salih eyle, şirkin<br />

açığına-gizlisine bulaştırma. Tevhitte sabit, ibadetlerinde<br />

hâlis ol. Bollukta-darlıkta, kolaylıkta-zorlukta, neşedekederde<br />

hâlin daim teslimiyet olsun. Zira bu mekânda<br />

sana teslimiyetin manaları açıldı. Yaşadığın coğrafyada teslimiyeti<br />

temsil sana teslim edildi.<br />

Ey İbrahim! Şirk en büyük zulümdür. Makam-ı<br />

İbrahim’de aldığın nurlarla, yürü her çeşit şirklerin üstüne.<br />

Şirk ve inkâr bataklıklarında sefil ve perişan olanların<br />

cankurtaranı sen ol. Unutma! Herkesin kıymeti,<br />

himmeti ölçüsündedir. “Kimin himmeti milleti ise o<br />

kimse başlı başına bir millettir..” Kur’ân-ı Kerîm bize<br />

Hz. İbrahim’i anlatırken onun bu hususiyetini şöyle haber<br />

verir: “Gerçekten İbrâhim, hak dine yönelen, Allah’a<br />

itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı<br />

halleri kendinde toplayan bir önder idi.” (Nahl,16/120)<br />

Evet bütün himmetin milletinse sen bir İbrahim’sin demektir.<br />

Bütün gayretin Allah adına insanlık içinse, sen<br />

bir millet kuvvetine sahipsin demektir. Korkma, acziyet<br />

gösterme, yılgınlığa düşme.. Zîrâ bunların hiçbiri<br />

Makam-ı İbrahim’de durana yakışmaz.<br />

Ey İbrahim! Sen tek başına bir millet ve Sen ümmetine<br />

öndersin. Milletin, Sen’in önderliğine muhtaç. Sen’inle gelecek<br />

emniyet ve güvene muhtaç. Emin belde Mekke’de ve<br />

güven makamı Makam-ı İbrahim’de solukladığın emniyet<br />

ve güven duygusunu, gel ve milletinin üzerine boşalt. Emniyet,<br />

huzur demektir. Makam-ı İbrahim’in huzurundan<br />

ya Hz. İbrahim’le dön, ya da onun sahip olduğu itmi’nan<br />

ve huzurla gel. Gel de kan ağlayan ümmetin üzerine nur<br />

ve huzur yağdır. Haydi İbrahim! Daha fazla bekletme!<br />

Ümmet, makamından kalkmanı ve İbrahimî yürüyüşünü<br />

bekliyor.<br />

Kur’ân-ı Kerîm, makamında ziyaret ettiğin Hz.<br />

İbrahim’in büyüklüğünü bize anlatırken, O’nun sadaka-<br />

وَاذْكُرْ‏ فِي الْكِ‏ تَابِ‏ إِبْرَاهِيمَ‏ إِنَّهُ‏ كَانَ‏ صِ‏ دهِّيقاً‏ نَبِيهّاً‏ verir: tini de nazara<br />

“Kitab’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebiydi.”<br />

(Meryem, 19/41) Baba ne ise oğlu da o idi. İşte<br />

Kur’ân’ın beyanıyla Hz. İbrahim’in sıdkına varis sadıklardan<br />

bir sadık, Kâbe’nin inşasında yardımcısı, oğlu Hz.<br />

وَاذْكُرْ‏ فِي الْكِ‏ تَابِ‏ إِسْ‏ مَ‏ اعِ‏ يلَ‏ إِنَّهُ‏ كَانَ‏ صَ‏ ادِقَ‏ الْوَعْ‏ دِ‏ وَكَانَ‏ رَسُ‏ والً‏ نَبِيهّاً‏ İsmail:<br />

“Kitab’ta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu.. resûl ve<br />

nebiydi.” (Meryem, 19/54)<br />

İşte Ey İbrahim! İnsanın yücelmesinde olmazsa olmaz<br />

en önemli vasıf iman ve teslimiyet ise bunu takip<br />

eden ilk vasıf da sıdktır, sadakattir. Sadakat, doğru düşünmek,<br />

doğru konuşmak, doğru davranış sergilemek<br />

ve aynı zamanda doğruluğu kalbde korumak demektir.<br />

Sıdkta zirveyi tutan enbiyâ-i izâm kalb, söz ve davranış<br />

bütünlüğü içinde tamamen Allah’a kilitlenmiş O’nun en<br />

sadık kullarıdır. Doğruluk, peygamberliğin mihveridir.<br />

Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket<br />

eder. Dolayısıyla sadakat, zirve noktada enbiyâ-i izâmda<br />

bulunur. Bu yönüyle Ey İbrahim! Makam-ı İbrahim,<br />

sıdk makamıdır. Sıddıkların makamıdır. Sıddık nebi Hz.<br />

İbrahim’e, metafta lutfedilen bir makamdır. Bu makamda<br />

sana sıdk dersi de verildi. Gafil olma. “İslâmiyetin<br />

esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal<br />

edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın<br />

mihveri sıdktır.” Artık bir sadakat eri olmalısın. İbrahimî<br />

veya İsmailî sadakati artık yeryüzünde sen temsil etmelisin.<br />

Sen bu güzelliğinle Makam-ı İbrahim’den, ötelerde<br />

seni bekleyen “kadem-i sıdk”a yani sıdk makamına<br />

ulaşabilirsin. “Müminlere, Rab’lerinin, üstün sadakat<br />

makamı vereceğini müjdele!” (Yunus, 10/2) âyetindeki<br />

muştuya nail olabilirsin.<br />

Bu güzel mekânda, bu mübarek makamda, Hz.<br />

İbrahim’le ilgili hatırlamamız gereken bir başka husus<br />

da O’nun Hanifliğidir. Hz. İbrahim, Kur’an’ı Kerîm’de<br />

on ayrı âyette özellikle bu vasfıyla nazara verilmektedir.<br />

İşte onlardan bir kaçı: “Gerçekten İbrâhim, Hanîf (hak<br />

dine yönelen) Allah’a itaat üzere bulunan tek başına<br />

bir ümmet, bütün hayırlı halleri kendinde toplayan bir<br />

önder idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı. (Nahl,<br />

16/120) “Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü<br />

Allah’a teslim edip bir de İbrâhim’in Hanif (tevhid)<br />

dinine tâbi olan kimsenin dininden daha güzel din olabilir<br />

mi? Bundandır ki Allah İbrâhim’i dost edinmiştir.”<br />

(Nisâ, 4/125)<br />

34


Hanîf, dalâletten çıkıp istikamete, doğruluğa ve hakka<br />

meyleden kimse demektir. Bu mânâda Haniflik, başka<br />

dinlerden, bâtıl mabutlardan uzaklaşıp sadece Allah’ın<br />

birliğine inanan ve sadece O’na ibadet eden muvahhidi<br />

ifade etmenin yanında müsamaha ve kolaylık mesajlarına<br />

da şamildir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehaya<br />

ve’t-teslimat) bir hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: “Ben<br />

hanifiyye-i semha ile gönderildim.” (Ahmet b. Hanbel,<br />

5/266) Semha, kelime olarak müsamaha ve kolaylığı ifade<br />

etmektedir. İslâm, kolaylık dini olarak, tekliflerini güce ve<br />

kapasiteye göre yapar. “Teklif-i mâlâyutâk” yani takat getirilemeyecek<br />

sorumluluk yükleme İslâm’da yoktur. Hanifliğin,<br />

dinimizin temel bir vasfı olduğunu Peygamberimiz bir<br />

başka hadîslerinde şöyle ifade etmektedir: “Allah’a en sevimli<br />

din, müsamahalı olan Hanifliktir.” (Buhârî, İman 29)<br />

Ey İbrahim! Hanîflerin efendisi Hz. İbrahim’in makamı,<br />

Haniflik makamıdır. Hanifliğin makamı, Haniflerin<br />

mekânıdır. Bu makamda sana pek çok feyzin yanında, Haniflik<br />

de verildi. Sen hep Hanif ol. Çevrenle münasebetlerinde<br />

Hanifliği temsil et. Bizim dinimiz herkesin rahatlıkla<br />

yaşayıp, kolayca tatbik edebileceği bir tevhid dinidir ve objektif<br />

prensipleriyle tam bir denge unsurudur. Onu tebliğ<br />

ve temsilinde daima hanifiye-i semha üzere yürü. Sözlerinle,<br />

üslûbunla, onu zorlaştırıp yaşanmaz hâle getirme. Her<br />

zaman hareket tarzın ve ölçün, Hanifliğin bir başka ifadesi<br />

şu nurlu beyan olsun: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!<br />

Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız!” (Müslim, Cihad 6) Herkesin<br />

bir kapasitesi vardır. Gerçek mürşid, terbiyesine aldığı<br />

insanları, karakterleri, ruh yapıları ve idrak seviyeleriyle<br />

çok iyi bilen insandır. Başta, peygamberler bunu çok iyi<br />

bilip, ona göre bir yol takip etmişlerdir. Bu asrın Hanif<br />

mürşitleri de muhataplarına kabiliyet ve birikimlerine göre<br />

nasıl davranmaları gerekiyorsa, o donanıma sahip olmalıdırlar.<br />

Unutmamalıyız ki, disiplin ve tertipli olmanın yanında,<br />

yumuşak davranma daimi ölçü olmalıdır. Zîrâ istibdat<br />

ve sertlik, temel disiplinlerimiz açısından mahzurlu<br />

olduğu gibi Hanifliğe de zıttır.<br />

Ey Hanîf İbrahim! İslâm, sadece belli bir grup için<br />

değildir; onun mesajı herkesedir. Peygamber Efendimiz<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) sadece belli bir topluluğa<br />

hitap etmek için gelmemişti. O, cinnin ve insanlığın<br />

peygamberiydi. Herkes içindi ve mesajı da herkesi kucaklıyordu.<br />

Sen de Hanifliğin gereği olarak kimseyi<br />

ötekileştirme ve dışlama. Herkesi kucakla. “Aç herkese<br />

açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla<br />

geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın<br />

ve el uzatmadığın mahzun bir gönül! İyileri iyilikleriyle<br />

alkışla; inanmış gönüllere mürüvvetli ol, inkârcılara öyle<br />

yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen,<br />

soluklarında daima Mesih ol! Kötülükleri iyilikle sav;<br />

görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla<br />

karakterini aksettirir. Sen müsamaha yolunu<br />

seç ve töre-bilmezlere karşı âlîcenap ol!..”<br />

Ey İbrahim! Bugün ümmet çeşit çeşit ateşler içerisinde<br />

yanıyor. Bu ateşler içinde en büyüğü ise imansızlık<br />

ateşi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Karşımda müthiş<br />

bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde<br />

evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını<br />

söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda<br />

birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış;<br />

ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında<br />

bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?” Ey Makam-ı<br />

İbrahim’de duran ve bir ulu’l-azm peygamberin bastığı<br />

yere ayak basan İbrahim! Makam-ı İbrahim, Allah’ın<br />

huzurunda duruş yeri olduğu kadar Allah için ayağa<br />

kalkma makamıdır da. Allah için ayağa kalk ve yürü<br />

imansızlık ateşlerinin üstüne. Zulüm ve cehalet ateşlerinin<br />

üzerine. Yanmak mı? Korkma! Ateş, İbrahim’leri<br />

yakmaz. Makam-ı İbrahim’de yananlar yanmaz. Halkı<br />

kurtarma adına ateşlerin içine dalmaya kararlı ateşten<br />

sinelere alev dokunmaz. Zîrâ ateş de Allah’ın memurudur.<br />

Emirle hareket eder. “Biz ateşe şöyle ferman ettik:<br />

“Dokunma İbrâhim’e! Serin ve selâmet ol ona!” (Enbiya,<br />

21/69) Korkma! İbrahimlere o daim, selâmetli soğuk,<br />

bir gülzârdır. Çekinme yürü ardı arkası kesilmeyen her<br />

biri bir ateş arzularının üstüne. İbrahim gibi kararlı yürü.<br />

Makam-ı İbrahim’de kıvam aldın. Kıyamda durmayı<br />

öğrendin, kıyama kalkmayı öğrendin. Yürü ki kıvamın<br />

kaybolmasın. Nefsin arzu ve hevesleri karşısında öyle bir<br />

kıyam sergile ki insanlık arkanda kıyama dursun.<br />

Ey İbrahim! Heva peşinde koşarak kendi öz canlarını,<br />

heveslerine kurban eden yüz binlerin imdadına koşabilmek<br />

için gerekirse İsmail’ini kurban etmelisin. Herkesin imtihanı<br />

farklı olduğu gibi İsmail’i de farklı farklıdır. Daya, irade<br />

bıçağını nefsin boğazına. Kurban ver nefsini Hakk’a, Hz.<br />

İsmail gibi. Ada kendini Hakk’a, dünden bugüne nice adanmışlar<br />

gibi. Sen bir teslimiyet erisin. Teslim ol Yaratan’ına,<br />

Hz. İbrahim gibi. O’na teslim ol ki, sonsuz güç ve kuvvete<br />

yaklaşabilesin. Yaklaş Hakk’a... Yaklaş ki, kalb ve ruhunu<br />

nefsine kurban etmek için yere yatırmış ve bıçağı boğazına<br />

çekmek üzere olan halkın, imdadına koşabilecek güce ve kıvama<br />

ulaşabilesin. Koş İbrahim! İsmail’in fidyesi koç, halkın<br />

fidyesi de sen ol. Makam-ı İbrahim bu manada senin koşmaya<br />

karar verdiğin nokta olsun. Sa’yin mübarek olsun!<br />

*Araştırmacı-Yazar<br />

skuzu@yeniumit.com.tr<br />

35


Dahilek Yâ Resulallah<br />

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resulallah<br />

Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resulallah<br />

Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resulallah<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Yanar kalbe devâsın Sen bulunmaz bir şifâsın Sen<br />

Muazzam bir sehâsın Sen dilersen rûnümâsın Sen<br />

Habîb-i Kibriyâsın Sen Muhammed Mustafâsın Sen<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Gül açmaz çağlayan akmaz İlâhî nûrun olmazsa<br />

Söner âlem nefes kalmaz felek manzûrun olmazsa<br />

Firâk ağlar visâl ağlar ezel mesrûrun olmazsa<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Erir canlar o gülbûy-ı revanbahşın hevâsından<br />

Güneş titrer yanar dîdârının bak ihtirâsından<br />

Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Susuz kalsam yanar çöllerde can versem elem duymam<br />

Yanardağlar yanar bağrımda ummanlarda nem duymam<br />

Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Ne devlettir yumup aşkınla göz râhında cân vermek<br />

Nasîb olmaz mı Sultânım Haremgâhında cân vermek<br />

Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Boyun büktüm perîşânım bu derdin Sen’de tedbîri<br />

Lebim kavruldu aşkından döner pâyinde tezkîri<br />

Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle kıtmîri<br />

Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah<br />

Yaman Dede<br />

36


Doğmazdı Kalbe İman<br />

Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’ân,<br />

Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!<br />

Matem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,<br />

Mahzundu Arş-ı A’lâ, Levlâke yâ Muhammed!<br />

Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,<br />

Ağlardı belki hâlâ, Levlâke yâ Muhammed!...<br />

Sayende erdi insan tevhide, yoksa putlar,<br />

Mabûd olurdu -hâşâ- Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Şefkatli annesinden öksüz kalan yetime,<br />

Benzerdi sanki eşyâ, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,<br />

Zindan olurdu dünya, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Tılsımlı gölgelerden bin bir çeşit ziyadan,<br />

Mahrum olurdu dünya, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıktı;<br />

Tutmuştu Arşı şekva, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Dünyada tek hakikat uğrunda can verenler,<br />

Bulmazdı derde kimya, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Al kan, figan içinde te’yid ederdi zulmü;<br />

Binlerle kanlı sehpa, Levlâke yâ Muhammed!..<br />

Ali Ulvi Kurucu<br />

37


YENi ÜMiT<br />

Dr. Hüseyin ERTUÇ*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Kur’an-ı Kerim, mü’minlerin yetim malı yemeleri bir yana o mala yaklaşmalarını dahi<br />

mahzurlu saymış, pek çok ayet-i kerimeyle bu hususta dikkatli olunması gerektiğini nazara<br />

vermiş ve “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler.<br />

Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir” (Nisâ, 4/10) ikazında bulunmuştur.<br />

İslam’ın geldiği asırda birçok<br />

alanda insan hakları ihlal<br />

edilmekte idi. İslam, hak<br />

ihlallerini önlemenin yanı<br />

sıra yetimin hak ve hukukunu<br />

korunması gereken en<br />

önemli hakların başında kabul<br />

edip ona göre disiplinler<br />

vazetmiştir. Çünkü çocukların<br />

hayatlarında karşılaşabilecekleri<br />

en zor durumlardan<br />

biri yetim kalmaktır.<br />

Zîrâ çocukların maddî ve<br />

mânevî ihtiyaçlarını tek başlarına<br />

karşılamaları zordur..<br />

İnsanlar, doğumdan ölüme kadar bazı problemlerle<br />

yüzleşebilmektedirler. Bunlar, günlük hayatın akışı<br />

içerisinde karşılaşılabilecek ve üstesinden gelinebilecek<br />

türden olabileceği gibi bazen de hayat boyu<br />

derin izler ve etkiler bırakabilecek, çözümü zor ya da<br />

mümkün olmayan problemler de olabilmektedir. Özellikle<br />

anne-babadan birini ya da her ikisini kaybetmek<br />

akla gelebilecek aşılması en zor ve telâfisi olmayan problemlerden<br />

biridir. Yetim kalan çocuklar, çeşitli sıkıntılara<br />

maruz kalabilmektedirler.<br />

İslâm dini yetimlerin yardımına koşulmasında büyük<br />

mükâfatlar olduğunu, onların rencide edilmesi ya<br />

da herhangi bir haksızlığa maruz bırakılmasında ise büyük<br />

cezalar olduğunu bildirmektedir. Yetimlere yardım<br />

edilmesi çeşitli âyet ve hadîslerde yoğun bir şekilde teşvik<br />

edilmiş, onların şahsî ve malî işlerinin takibi için veli<br />

ya da vasi tayin edilmesi tavsiye hatta emredilmiştir 1 . Bu<br />

kişilerin İslâm’ın çizdiği çerçevede hareket etmesi için<br />

de devletin takibi gerekli görülmüştür.<br />

Yetim kime denir?<br />

Yetim; kelime olarak yalnız kalmak, tek başına kalmak<br />

anlamına gelmektedir. 2 Yetim ıstılahı anlamda ise,<br />

38


genel anlamda ve yaygın olarak büluğ<br />

çağına ermeden babalarını kaybetmiş,<br />

küçük çocuklara denilir. 3 Esasen<br />

yetim, babasını kaybeden büyüklere<br />

de küçüklere de denilmekle beraber<br />

örfî ve şer’i mânâda küçüklere tahsis<br />

edilmiştir. Bu tahsisin sebebi de büluğ<br />

çağına girdikten sonra yetimliğin<br />

kalkacağını bildiren hadîs-i şerîftir. 4<br />

Yetimliğin babanın yokluğuna<br />

endekslenmesi, babanın ailenin geçim<br />

ve nafakasını temin etmede en<br />

etkili kişi olmasındandır. Zîrâ babasını<br />

küçük yaşta kaybeden bir çocuk;<br />

maddi ve mânevî ihtiyaçlarını<br />

tedarik edecek önemli bir destekten<br />

mahrum kalmış demektir. Bu mahrumiyet<br />

yüzünden çocuğun gelişiminin<br />

aksayacağı ve maddî-mânevî değerler bakımından hak mahrumiyetine<br />

uğrayacağı muhakkaktır. Bunun yanı sıra destekten mahrum<br />

büyüyen bu çocukların, toplum içerisinde problem hâline gelmeleri de<br />

mümkündür. Bu yüzden İslâm dini, yetimlerin gerek ferdî hayatlarında,<br />

gerekse sosyal hayatlarında oluşabilecek arızaları asgariye indirmek<br />

için onlara olabildiğince iyi davranılmasını teşvik etmiş ve haklarının<br />

korunması için önemli düzenlemeler getirmiştir. Yetimlerin hak mahrumiyetine<br />

uğramamaları açısından yetimlik vasfının ne zamana kadar<br />

devam edeceğinin bilinmesi önemlidir.<br />

Yetimliğin Sona Ermesi<br />

Fukahaya göre kişinin yetimlik vasfının sona ermesi ve malının kendisine<br />

teslim edilmesi için sadece büluğa ermesi değil, aynı zamanda<br />

rüştünü de ispat etmiş olması şarttır. 5 Buna delil olarak şu ayet gösterilmiştir:<br />

“Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer<br />

onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine<br />

verin.” (Nisa 4/6)<br />

Bu âyette geçen “evlilik çağı” ifadesinden yetimin malî tasarruflarındaki<br />

eda ehliyeti için büluğun şart, gerekli olduğu açıkça beyan edilmektedir.<br />

Büluğ şartıyla birlikte, yetimlik vasfının sona ermesi için yetim<br />

kişinin reşid olması da gerekli görülmüştür. Zaten En’am Sûresi’nde geçen<br />

bir âyette de, “Rüşt çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece<br />

en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın” (En’am, 6/152)<br />

buyrulmaktadır. Yine bu durum bir başka ayette de şu şekilde dile getirilmiştir.<br />

“Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir<br />

niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz,<br />

sorumluluğu gerektirir.” (İsra, 17/34)<br />

Yetim çocukların rüşte erip ermediklerinin tespiti, takip ve deneme<br />

ile anlaşılabilecek bir durumdur. Eğer bu çocuklar, velileri tarafından<br />

kendilerine sunulan imkânları gereği gibi değerlendirebiliyor ve işlerini<br />

aldanmadan sürdürebiliyorsa rüşte ermiş kabul edilir. Kastedilen olgunluğa<br />

erişen yetimlere malları teslim edilir. 6<br />

Burada maksat, yetimin malını ona teslim edinceye kadar en güzel<br />

şekilde korumak ve vakti geldiğinde ona teslim etmektir. Vaktinden<br />

önce teslim durumunda yetimin zarara uğrayacağı, malına sahip<br />

çıkamayacağı şüpheden uzak değildir. Vakti geldikten sonra bekletmek<br />

de doğru değildir. Çünkü insanın en önemli bir özelliği hür bir varlık<br />

olmasıdır. Bu vasfı haiz olduğunda özgürlüğünün önündeki engelleri<br />

ortadan kaldırmak esastır.<br />

Cahiliye döneminde yetimlerin çoğu, babalarının bıraktığı mirastan<br />

bile mahrum bırakılmaktaydılar. İslâm dini ise yetimlerin durumlarını<br />

iyileştirmeye yönelik birçok yenilikler getirmiş ve önemli haklar tanımıştır.<br />

Birçok âyet 7 ve hadîste 8 yetimlerin himaye edilmesi istenmiş ve<br />

özellikle mallarının korunmasına dâir hükümler getirilmiştir. İslâm’ın<br />

getirdiği hakları üç kategoride değerlendirmek mümkündür. Yetimliğin,<br />

ferdî, içtimaî ve mali boyutları vardır.<br />

Yetimliğin Ferdî ve İçtimaî Boyutları<br />

Yetim çocuklar, korunma ve himaye yönünden başkalarının yardımına<br />

ihtiyaç duyarlar. Bu durumlarda çocuğun ortada kalmaması, yetişti-<br />

39


ilmesi, mevcut ve gelecekte elde edeceği varlıklarının<br />

tehlikeye girmemesi için bir kısım hukukî düzenlemeler<br />

yapmış ve çocuğa veli ya da vâsi tayin edilmesini<br />

hükme bağlamıştır.<br />

Küçüğe velayet edecek kişinin öncelikle çocuğun<br />

kendi yakınlarından tercih edilmesi bu görevi ifâ edecek<br />

bir yakını bulunmadığında devlet tarafından tayin<br />

edilecek kimsenin velayeti üstlenmesi tavsiye edilmiştir.<br />

Çünkü velisi olmayan kimsenin velisi sultandır. 9<br />

Yani devletin yetkili kişisi ya da yetkili organıdır.<br />

Yetimlerin ihtiyaçları sadece yeme-içme, giyinme<br />

ve barınmadan ibaret değildir. Onların aynı zamanda<br />

mânevî ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması<br />

da önem arz etmektedir. Nitekim Kur’ân’da “Öyleyse<br />

yetimi sakın azarlama” (Duhâ, 93/9) şeklinde emir ile<br />

yetime maddî ve mânevî bakımdan eziyet edilmemesi<br />

ve kişiliğinin örselenmemesi istenmiştir. 10<br />

Kur’ân-ı Kerim, yetim çocuklara hem özenle yaklaşılmasını<br />

teşvik etmiş hem de onlar hakkında kötü<br />

düşünen ve yanlış uygulama içerisinde bulunanların<br />

uğrayacakları kötü sonucu, inananların dikkatine sunmuştur.<br />

(Nisa, 4/10) Bu durumda yetimlerin haklarına<br />

gerekli hassasiyeti gösteremeyecekleri endişesine<br />

kapılan sahabe, kendileriyle yaşayan yetim kimselerin<br />

yiyecek ve içeceklerini kendilerininkinden ayırmaya<br />

başlamışlar ve onlardan uzak kalarak bu endişeden<br />

kurtulmayı tercih etmişlerdir. 11 Bunun üzerine “Sana<br />

yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek<br />

(yüzüstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer<br />

onlarla birlikte yaşarsanız (unutmayın ki) onlar sizin<br />

kardeşlerinizdir. Allah, yararlı iş yapanı bozguncudan<br />

ayırır.” (Bakara, 2/220) âyeti indirilerek gayenin yetim<br />

çocuklardan uzaklaşmak olmadığı ifade edilmiş ve onların<br />

toplum içerisinde toplumla beraber yaşamalarının<br />

gerekliliğine vurgu yapılmıştır. 12<br />

Peygamberimiz bir hadîsinde “Ben ve yetime bakan<br />

kişi Cennet’te şu ikisi (orta ve işaret parmaklarını<br />

birleştirerek) gibiyiz.” 13 buyurarak yetime bakanın<br />

ahirette kendisi ile beraber olacağını beyan etmiştir.<br />

Bu nedenle Kur’ân ve Sünnet’in yetime yaklaşımı ve<br />

İslâm hukuku kaynaklarında yer alan düzenlemeler;<br />

çocuğun ferdî haklarını korumanın yanı sıra onu topluma<br />

hazırlayıcı ve suç unsuru olmaktan uzaklaştırıcı<br />

bir mahiyet arz etmektedir.<br />

Yetimin Mâlî Durumu<br />

Öteden beri mal ve para hayatı kolaylaştırıcı bir<br />

araç olarak insan hayatında önemli bir yer işgal etmiştir.<br />

Yetimlerin hayatında da elbette ki mal ve servetin<br />

İslâm dininin getirdiği düzenlemelerle<br />

yetim kalan çocuğun, ferdî ve sosyal<br />

hayatında oluşabilecek boşluklara fırsat<br />

verilmemiştir. Yetimlere muamelede bir<br />

boşluk varsa bunun sebebi dinin bu konudaki<br />

değerlerinin temsilindeki eksiklerden<br />

kaynaklanmaktadır.<br />

önemli bir yeri vardır. Bu mal ve servetin, İslâm hukuku<br />

tarafından sınırları belirlenmiş bir kısım kaynakları<br />

vardır.<br />

Genel olarak İslâm’da servetin tek elde toplanması<br />

arzu edilen bir durum olmayıp, servetin zenginlerden<br />

fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine transferi için teşvik ve<br />

tavsiyenin yanı sıra bir kısım düzenlemeler de yapılmıştır.<br />

Esasen devletten beklenen, elde edilen gelirlerin<br />

dağılımında özellikle düşük gelirli vatandaşlarını<br />

kollaması ve gerekli iktisâdî tedbirleri alarak bir kısım<br />

hizmetleri vatandaşlarına sunmasıdır. 14<br />

Bu bakımdan savaşta elde edilen ganimetler hakkında<br />

düzenlemeye gidilmiş, elde edilen ganimetlerin<br />

beşte birinin devlete ayrılması kalan kısmının ise gaziler<br />

arasında pay edilmesi Kur’ân âyetiyle belirlenmiştir.<br />

Zîrâ Kur’ân’da “Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın<br />

ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün<br />

(Bedir Savaşı’nda) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız,<br />

bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir<br />

şeyin beşte biri Allah’a, Resûlüne, onun akrabalarına,<br />

yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye<br />

hakkıyla kadirdir” (Enfal, 8/41) Bu âyetin hicretin 2.<br />

yılında yani henüz devletin yeni teşekkül etmeye başladığı<br />

bir dönemde nazil olması İslâm’ın yetimlere<br />

verdiği önem açısından dikkate değer bir husustur.<br />

Diğer taraftan, kanunî mirasçı olmayan yetimlerin,<br />

herhangi bir miras taksiminde hazır bulunmaları<br />

hâlinde gönüllerinin hoşnut edilmesi bakımından onlara<br />

da pay verilmesi Kur’ân’ın tavsiyeleri arasında yer<br />

almaktadır. Zîrâ Kur’ân’da “(Mirastan payı olmayan)<br />

yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır<br />

bulunurlarsa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara<br />

güzel söz söyleyin.” (Nisâ, 4/8) buyrulmaktadır. Her<br />

ne kadar miktarı belirlenen bir pay ayrılmamış olsa<br />

da taksim esnasında mevcut olan yetim ve yoksullara<br />

imkân nispetinde pay verilmesi tavsiye edilmiştir.<br />

40


Yetimlerin mâlî kaynakları arasında zekâtı da saymak<br />

mümkündür. Çünkü Sadakaların (zekâtların),<br />

farz olarak fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan memurlara,<br />

kalbleri İslâm’a ısındırılacak olanlara (özgürlüğüne<br />

kavuşturulacak) kölelere, borçlulara, Allah<br />

yolunda cihad edenlere ve yolda kalmış yolculara<br />

verileceği Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. (Tevbe,<br />

104/60) Uygulama da bu şekilde cereyan eder. Ancak<br />

yetimlerden ihtiyac sahibi olanlar da zekât verilenler<br />

kapsamına öncelikli olarak dâhil edilmiştir. 15<br />

Yetimlerin bir diğer mâlî kaynağı da yetimlere yapılan<br />

bağışlardır. İslâm kukukunda genel anlamda kişinin<br />

medenî hakları kullanabilmesi için vücub ve eda<br />

ehliyetine sahip olması gerekir. Kişi cenin döneminden<br />

itibaren sağ doğmak şartıyla, hayatta olan herkes<br />

gibi hukuken vücub ehliyetine yani kanunî kişiliğe sahip<br />

kabul edilir ve sağ doğması ihtimaline binaen lehine<br />

olan miras, hibe ve vasiyet gibi haklara sahip olur.<br />

Çünkü bu hakları elde etmek, irade be yanı ve kanunî<br />

temsilcinin onayını gerektirmemektedir. 16 Kişinin<br />

yetimlik vasfının büluğ çağına kadar devam ettiği 17<br />

dikkate alınırsa işte bu dönemde kişinin kendi lehine<br />

yapılan bağışlardan dolayı da mala sahip olabileceği<br />

aşikârdır.<br />

Yetim Malının Korunması<br />

Cahiliye döneminde malı ve serveti olmayan yetimler<br />

pek dikkate alınmaz ve onlarla ilgilenilmezdi.<br />

İslâm’ın gelmesi ile yetimler insanlık onuruna yakışır<br />

bir hayata kavuşmuşlardır. Zîrâ İslâm’da, yetim<br />

kişinin, içinde bulunduğu durum dolayısı ile kişiliğinin<br />

korunmasına yönelik birçok tedbir alındığı<br />

gibi sahip olduğu mal ve servetin korunması için de<br />

maddî ve mânevî yaptırımları olan bir kısım tedbirler<br />

getirilmiştir. 18 Hz. Peygamber bir hadîsinde “Allah’ım!<br />

(Sen şahid ol) Ben bu iki zayıfın hakkının zayi edilmesinden<br />

(insanları) şiddetle cidden sakındırırım, men<br />

ederim: Yetim ve kadın” diye buyurarak insanların bu<br />

hususta hassas olmaları gerektiğine dikkat çekmiştir. 19<br />

Diğer bir hadîste de helâk edici yedi şeyi saymıştır ki,<br />

bunlar arasında yetim malı yemek de vardır. 20<br />

Kur’ân’da her şeyden önce yetim malı yiyenler<br />

şiddetli azap ile uyarılmışlardır. Zîrâ “Haksızlıkla<br />

yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak<br />

ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe<br />

gireceklerdir.” (Nisâ, 4/10) buyrulmuştur. Bu âyetin<br />

inmesi üzerine insanlar yetimlerin malları konusunda<br />

öylesine endişeye kapılmışlar ki yanlışlıkla yetimlerin<br />

mallarından yeriz korkusu ile onlarla bir arada bulunmaktan<br />

kaçınmaya başlamışlardır. Oysa asıl gayenin<br />

bu olmadığını ifade için Bakara Sûresi’ndeki “De ki:<br />

Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır.<br />

Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din kardeşlerinizdir.”<br />

(Bakara, 2/220) âyeti nazil olmuştur. Böylece<br />

yetimlerin sosyal hayata katılmalarının ve insanlarla<br />

içli dışlı olmalarının da önemli olduğuna vurgu yapılmıştır.<br />

Bu olay üzerine Müslümanlar tekrar yetimlerle<br />

bir arada yaşamaya başlamışlardır. Ancak durumu iyi<br />

olmayan Müslümanların yetimin malından istifade etmesine<br />

müsaade edilmiştir. 21 Fakat bu durum sadece<br />

durumu iyi olmayanlar için bir ruhsattır. Hattâ durumu<br />

iyi olmadığı için yetimin malından yiyen kimselerin<br />

bunu borç kabul edip ileride durumlarının düzelmesi<br />

hâlinde iade etmeleri gerektiğini ileri sürenler<br />

bile olmuştur. 22 Yetimlerin mallarını koruma sadece<br />

mânevî müeyyidelere bağlanmamış yeri geldiğinde<br />

hâkime müdahale yetkisi de verilmiştir. 23<br />

Yetime Malının Şahitler Huzurunda Teslimi<br />

İslâm Hukukuna göre yetimin sahip olduğu malları<br />

veli ya da vasisi tarafından çocuk büluğ çağına<br />

erinceye kadar en iyi şekilde muhafaza edilir ve vakti<br />

geldiğinde uygun bir tarzda sahibine teslim edilir.<br />

Çünkü Kur’ân’da “Allah’tan korkun da yetimlere mallarını<br />

verin ve temizi murdara (helali harama) değişmeyin.<br />

Onların mallarını kendi mallarınıza katarak<br />

(kendi malınızmış gibi) yemeyin. Çünkü bu, büyük<br />

bir günahtır” (Nisa, 4/2) buyrulmaktadır. Bazen yetimin<br />

kaliteli malını kendi değersiz malı ile değiştirme<br />

durumu olabileceği gibi bazen de yetime iyilik adı altında<br />

alım satım ya da servetini yetimin lehine işletme<br />

perdesi altında onun malından istifade cihetine gitmek<br />

isteyenler olabilir. Âyet bunlardan insanları şiddetle<br />

nehyederek yetimin malını en güzel şekilde korumayı<br />

ve günü geldiğinde de teslim etmeyi emretmiştir. 24<br />

Yetime malının ne zaman teslim edileceği ise Nisa<br />

suresi 6. ayette şu şekilde belirtilmiştir. “Evlilik çağına<br />

gelinceye kadar yetimleri (gözetip) deneyin, eğer<br />

onlarda akılca bir olgunlaşma (rüşd) görürseniz hemen<br />

mallarını kendilerine verin.” Yani büluğ çağının<br />

yanısıra rüşdünü ispat etmesi de şart koşulmuştur. Ta<br />

ki yetim, malına layıkıyla sahip çıkıp güzelce tasarruf<br />

edebilsin. 25<br />

Kur’ânda yetime malının teslim edilmesinin gerekliliği<br />

ve ne zaman teslim edileceği belirtildikten sonra<br />

nasıl teslim edileceği de yine Nisa suresi 6. ayetin<br />

son kısmında beyan edilmiştir. Ayetin son kısmında<br />

“mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şa-<br />

41


hit bulundurun. Hesap sorucu olarak da Allah yeter.”<br />

buyrularak, teslim muamelesinin şahitlerle tespit edilmesi<br />

gerekli görülmüştür.<br />

Şahit bulundurmanın amacı, yetimin rüşt çağına<br />

erdiğini ve aynı zamanda, veli ya da vasinin bu görevi<br />

ifâ ettiğini ispattır. Diğer taraftan yetim ya da yakınları<br />

tarafından ileri sürülebilecek muhtemel iddialara<br />

yönelik bir tedbirdir. 26<br />

Sonuç<br />

İslam’ın geldiği asırda birçok alanda insan hakları<br />

ihlal edilmekte idi. İslam, hak ihlallerini önlemenin<br />

yanı sıra yetimin hak ve hukukunu korunması gereken<br />

en önemli hakların başında kabul edip ona göre<br />

disiplinler vazetmiştir. Çünkü çocukların hayatlarında<br />

karşılaşabilecekleri en zor durumlardan biri yetim kalmaktır.<br />

Zîrâ çocukların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını<br />

tek başlarına karşılamaları zordur.. İslâm dininin getirdiği<br />

düzenlemelerle yetim kalan çocuğun, ferdî ve sosyal<br />

hayatında oluşabilecek boşluklara fırsat verilmemiştir.<br />

Yetimlere muamelede bir boşluk varsa bunun<br />

sebebi dinin bu konudaki değerlerinin temsilindeki<br />

eksiklerden kaynaklanmaktadır.<br />

Cahiliye döneminde yetimlerin çoğu babalarının<br />

bıraktığı mirastan mahrum bırakılmaktaydılar. Oysa<br />

İslâmiyet, sağ doğmak kaydı ile anne karnındaki çocuğa<br />

mirastan pay ayrılmasını ve hakkında yapılan bağış<br />

ve teberruların geçerli olmasını yasal bir hak olarak<br />

kabul etmiştir. Ganimetten verilen hisse, miras taksiminde<br />

ayrılan pay ve zekât gelirlerinden lehlerine yapılan<br />

harcamalar da yetimin mali kaynakları arasında<br />

sayılmaktadır. İslâm, bu kaynakların en uygun şekilde<br />

korunmasını ve vakti geldiğinde yani çocuk ergenlik<br />

çağına ulaştığında ve rüşde erdiğinde şahitler huzurunda<br />

sahibine teslimini istemiştir.<br />

Bu tür çocuklara gerektiğinde ve imkân nispetinde<br />

süt hısımlığı sağlamak suretiyle de kurulan bağ neticesinde<br />

bir anlamda hukûken de geçerli yeni anne,<br />

baba ve kardeşlere sahip olması, yapılabilecek en güzel<br />

yardımlardan biridir. Günümüzde, sokaklarda ya da<br />

yetiştirme yurtlarında büyüyen çocukların, hem hissî<br />

ve hem de hukûkî mânâda kimsesizliklerini ortadan<br />

kaldırmada, İslâm hukûkundaki bu değerlendirmelerden<br />

faydalanılmalıdır.<br />

İslâm hukukunda yetime bu kadar hak tanınmışken<br />

ve önemli düzenlemeler dikkate alındığında<br />

20. asırda düzenlenmiş olan İnsan Hakları Evrensel<br />

Beyannamesi’nde bu hususa doğrudan değinilmemiş<br />

olması çok büyük eksikliktir. Zîrâ genellikle insan hakları<br />

dendiğinde 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel<br />

Beyannamesi hatırlanmaktadır. Oysa özel mülkiyetin,<br />

akıl ve beden sağlığının, kişi mahremiyetinin, inanç<br />

seçme ve inancını yaşama haklarının ve fikir hürriyetinin<br />

mutlak koruma altına alınmasının; adalet ve hukukun<br />

hâkimiyetinin, şûranın, kamu hazinesinin halka<br />

ait olduğunun ve bunlar gibi daha pek çok insan hak<br />

ve hürriyetlerinin kaynağı ve uygulaması için Kur’ân’a<br />

ve hadîslere bakılması yeterlidir. Aynı zamanda insan<br />

hayatının mânâ ve değerinin anlaşılabilmesi için de<br />

buna ihtiyaç vardır.<br />

* Eğitimci-Yazar<br />

hertuc@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Şafiî, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris, Muhtasar-ı Kitabi’l-Ümm,<br />

(ihtisar, Hüseyin Abdulhamid Nil), Beyrut, III, 693; Şeltut, Mahmud,<br />

Tefsirü’l-Kur’âni’l-Kerim, Kahire, 1424, 2004, s. 147.<br />

2. İbni Manzûr, Ebu’l-Fadl, Lisânu’l-Arab, Kahire, 1119, XII, 4948.<br />

3. İbni Manzûr, XII, 4948; Şirbinî, Muhammed b. Ahmed el-Hatib,<br />

Muğni’l-Muhtac ilâ Ma’rifet-i Meani’l-Elfâzi’l-Minhac, Mısır, 1958, III,<br />

124; Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-<br />

Kur’ân, 2006, Beyrut, XXII, 303.<br />

4. Ebû Dâvud, Süleyman b. Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistanî, es-Sünen,<br />

Riyad, 1424, vesâyâ, 9, (2873).<br />

5. Şafiî, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris, el-Ümm, 2001, IV, 458.<br />

6. Nevevî, Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref, Ravdatu’t-talibin, Beyrut, 2003,<br />

III, 414.<br />

7. Bak. En’am, 6/152, Nisa 4/6, İsra, 17/34, Duhâ, 93/9, Bakara, 2/220.<br />

8. Bak. Ebû Dâvud, es-Sünen, vesâyâ, 9; İbni Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, II,<br />

37, VIII, 342; Müslim, Zühd; 42.<br />

9. Tirmizi, Nikâh, 14; Ebu Davud, Nikâh, 19.<br />

10. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır; Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, IX, 281.<br />

11. Şeltut, 145.<br />

12. Elmalılı, II, 516.<br />

13. Müslim, Zühd; 42.<br />

14. Gökçen, Ahmet, “Vakıfların Ekonomik Yönü ve Vakıf Müesseselerinin<br />

İktisâdî tesirleri”, II. Vakıf Haftası Kitabı, Ankara, 1985, s. 124.<br />

15. Tirmizi, Zekat, 21.<br />

16. Şaban, Zekiyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh) Tercüme:<br />

İbrahim Kafi Dönmez, Ankara, 1996, s. 296.<br />

17. Serahsî, Şemsüddin, Kitâbu’l-Mebsût, Beyrut, XIV, 30.<br />

18. Canan, İbrahim, Kur’ân’da Çocuk, İstanbul, 1984, s. 171.<br />

19. İbn Mâce, Muhammed b. Yezid Kazvinî, Sünenü İbn Mâce, ter. Haydar Hatipoğlu,<br />

İstanbul, 1992, IX, 468, h no; 2678 Edeb 6; Müsned, II, 439.<br />

20. Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, 44; Müslim, İman, 144; Ebû Dâvûd, Vesâyâ<br />

10, 2874.<br />

21. Beyhakî, Ahmed b. Ali b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübrâ, (Tahkik Muhammed<br />

Abdulkadir Ata), Beyrut, 2003, VII, 7, H. No, 10999; İbn Ebi<br />

Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim, Riyad, 1417, 1997, IV, 1419.<br />

22. Nevevî, III, 425; Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân<br />

Fî Te’vîli’l-Kur’ân, Kahire, 2001,VI, 413.<br />

23. Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, II, 529.<br />

24. Şeltut, s. 146.<br />

25. İbn Kesir, İmaduddin Ebu’l-Fida İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahire,<br />

1421, 2000, III, 350.<br />

26. Râzî, et-Tefsiru’l-Kebîr, IX, 193. Uluşal, Neşet, Kur’ân’da Yetim Kavramı<br />

(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İtanbul, 2006, s. 65.<br />

42


YENi ÜMiT<br />

Yard. Doç. Dr. M. Vecih UZUNOĞLU*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Allah O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) diline öyle bir güç ihsan etmişti ki, O’nu<br />

dinleme bahtiyarlığına erenler, ifadeleri en özlü, beyanları en çarpıcı bir Söz<br />

Sultanı’nın huzurunda bulunma mehâbetiyle âdeta dilleri tutulur ve büyülenirlerdi..<br />

Fesâhat sözün açık ve kusursuz olması demektir.<br />

Hem söze hem de söyleyene ait bir vasıf<br />

olan bu terim; belagat, bir ilim olarak teşekkül<br />

etmeden evvel “güzel ve etkili söz” anlamında<br />

beyân, berâ’at ve belâgat terimleriyle eşanlamlı olarak<br />

kullanılıyordu. (Mustafa Çuhadar, “Fesâhat” mad., DİA,<br />

XII, 423)<br />

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)<br />

risaletle serfiraz kılındığı dönemde fesâhat ve<br />

belâgat Arapların çarşı ve pazarlarında en fazla rağbet<br />

gören bir metâ’, beyân ise sözlerinin efendisiydi. Bu<br />

toplumda dil melekesi öylesine gelişmişti ki insanlar<br />

güzel ve çirkin sözü zevk-i selîmleri ile ayırt etmekte,<br />

kim söylerse söylesin fasîh ve belîğ söze kulak kesilmekteydiler.<br />

Fesâhat, onlar için bir gurur kaynağı olabildiği<br />

gibi, dil hataları ve fesâhate muhalif tasarruflar<br />

da bir utanç sebebiydi.<br />

Tarihî süreç içinde tekâmül eden Arap dili yoğrula<br />

yoğrula öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki âdeta dil o<br />

dönemde ifade gücünün zirvesini yakalamıştı. Allah<br />

(celle celâluhu) dilin işte böyle zirvede olduğu bir zamanda<br />

Kur’ân’ı indirmiş ve muradını en belîğ ve fasîh<br />

ifadelerle bildirmiştir.<br />

Belâgatiyle Mucize Kur’ân<br />

Allah Teâlâ, dilleriyle övünen Araplara Kur’ân ile<br />

meydan okumuş, onlara kendi dilleriyle Arapça bir<br />

kitap göndermiş ve Hz. Muhammed’i (sas) bu kitabı<br />

açıklamakla görevlendirmişti. Kur’ân’da “Biz her<br />

peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta<br />

ki onlara hakikatleri iyice açıklasın.” (İbrâhîm (14), 4)<br />

buyrularak Hz. Peygamber’in Arapların diliyle gönderildiği<br />

ve kendisine indirilen hakikatleri açıklamakla<br />

görevli olduğuna işaret edilmiştir. Hz. Peygamber’in<br />

risaletine karşı çıkan ve her fırsatta dilleriyle iftihar<br />

eden Araplar, Kur’ân’ın “Bir benzerini getirin!” meydan<br />

okumasına karşı çıkamamış ve en zahmetli yolu<br />

yani mallarını ve canlarını kaybetme pahasına da olsa<br />

43


savaşmayı seçmişlerdi. Bu ise çok açık bir şekilde<br />

Kur’ân’ın fesâhat ve belâgatini göstermesinin yanında<br />

Arapların onun meydan okumasına karşı duramadıklarını<br />

ortaya koyar. Kur’ân’ın nazmına muaraza etmekten<br />

âciz kalınca onur ve itibarlarını kurtarmak için<br />

savaşı tercih ettiler.<br />

Kur’ân, fesâhat ve belâgatin zirvesini temsil eden<br />

mucize bir kitaptır. En çetin düşmanları dahi onu<br />

dinlemekten kendilerini alamamış, onun fesahat<br />

ve belâgati karşısında secdeye kapanmışlardır. İbn<br />

İshâk’tan gelen bir rivayete göre Mekke’nin ileri gelenlerinden<br />

Ebû Cehil, Ebû Süfyân ve el-Ahnes b.<br />

Şurayk, Hz. Peygamber’i geceleyin namaz kılarken<br />

gizlice dinlemek üzere birbirlerinden habersiz olarak<br />

evlerinden çıkarlar. Hiçbiri diğerinin yerini bilmeden<br />

tan yeri ağarıncaya kadar Hz. Peygamber’in evinin<br />

etrafında Kur’ân’ı hayranlıkla dinlerler. Sabah olup<br />

evlerine dönerlerken yolda birbirleri ile karşılaşır, durumu<br />

anlarlar ve birbirlerini ayıplarlar. Böyle bir şeyi<br />

tekrarlamamaları ve insanların bu durumu duydukları<br />

takdirde içlerine şüphe gireceği konusunda birbirlerini<br />

uyarırlar. Bu durum birkaç gece tekrar eder ve en<br />

sonunda bir daha Kur’ân dinlemeye gelmemek üzere<br />

sözleşirler. (İbn İshâk, Sîret, s. 169) İşte önde gelen<br />

müşriklerin birbirlerini uyarmaları ve bir daha gelmemek<br />

üzere birbirlerine söz vermeleri elbette Kur’ân’ın<br />

diğer insanlar üzerinde tesir edeceği endişelerinden<br />

kaynaklanmaktaydı.<br />

Efendimiz’in (sas) Belâgati<br />

Belâgatiyle bir cazibe merkezi olan Kur’ân’a tercüman<br />

olmak vazifesiyle görevlendirilen Peygamber<br />

Efendimiz’in fesahat ve belâgati Kur’ân’dan sonra zirvedir.<br />

Zîrâ O (sallallahü aleyhi ve sellem), hem yetiştiği<br />

çevre hem de Allah’ın lütfu sayesinde üstün bir<br />

dil melekesine sahipti. Lehçeler içinde en fasih kabul<br />

edilen Kureyş lehçesini en güzel şekilde konuşuyordu.<br />

Hayat-ı seniyyesine baktığımızda O’nun (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) en fasih Arap kabileleri içinde hayat<br />

sürdüğünü görürüz. Kureyş’in bir kolu olan Benî<br />

Hâşim içinde doğmuş, fesâhati ile meşhûr Benî Sa’d<br />

içinde süt emmiş, kabileler içinde en fasih kabul edilen<br />

Kureyş içinde büyümüş, Benî Esed’den evlenmiş ve<br />

Benî ‘Amr’a (Evs ve Hazrec) hicret etmiştir. Bu yüzden<br />

“Ben Arapların en fasihiyim, zira ben Kureyş’tenim ve<br />

Benî Sa’d b. Bekr’de büyüdüm.” (Suyûti, el-Muzhir, I,<br />

210) buyurmuşlardır.<br />

Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü<br />

bütün Araplara hitaben söylemiştir. Buna rağmen O’na<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) kimse karşı çıkamamış ve<br />

O’nun tenkit edilecek bir tek sözünü bulamamışlardır.<br />

Eğer içlerinde daha fasih biri olsaydı onu alıp karşısına<br />

dikilecek ve muaraza edeceklerdi. Fakat onlar Allah<br />

Rasûlü’nde (sas) mükemmel bir fesahatten başka bir<br />

şey bulamamışlardı. Allah (celle celâluhu) O’na (sas)<br />

öyle bir dil ve vicdan enginliği bahşetmiş ki gönlünün<br />

ilhamlarını muhatabına rahatça aktarabilmekte<br />

ve arzu ettiği mânâyı kolaylıkla ifade edebilmekteydi.<br />

Arapçanın bütün lehçelerini yeri geldiğinde çok güzel<br />

bir şekilde kullanıyordu. O’nun (sas) ağzından hoşa<br />

gitmeyen bir anlam, dilinden kusurlu bir kelime çıkmamıştır.<br />

O (sas), fasih kabul edilen insanların dahi<br />

düştükleri ibare zayıflığı, anlam kapalılığı, söyleyiş<br />

güçlüğü gibi kusurlardan uzaktır. Eğer O’ndan (sas)<br />

fesahat adına bir kusur sâdır olsaydı, muhalifleri mal<br />

bulmuş mağribî gibi ona sarılacak, allayıp pullayıp<br />

meclislerinde bahis mevzuu yapacak, her tarafa yayacak<br />

ve risaletine gölge düşürmek için onu kullanacaklardı.<br />

Çünkü muhatabı olan toplum dile ehemmiyet<br />

veren bir toplumdu ve ancak kendilerinden daha fasih<br />

olan birine kulak verirlerdi. Özellikle bu durum<br />

İslâm’ın zuhur ettiği ilk dönemlerde daha bir önem<br />

arz etmekteydi. Zira muhalifleri, Allah Rasûlü’nü (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) gözden düşürmek, getirdiği<br />

hakikatlere karşı insanların ilgisini kesmek için en ufak<br />

bahaneleri dahi değerlendirmekten geri durmamış<br />

hatta iftira ederek O’nu (sas) şairlik ve delilikle suçlamışlardır.<br />

Tarih bizlere, Allah Rasûlü’nün (sas) fesahatine<br />

gölge düşürecek en küçük bir itirazın dahi vâki<br />

olmadığını nakletmektedir. Bilakis O (sas), “Ben peygamberim,<br />

bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in<br />

oğluyum! Ben Araplar içinde beyanı en fasih olanım!<br />

Ben Kureyş’in çocuğuyum ve Benî Sa’d b. Bekr içinde<br />

büyüdüm. Bana lahn (hatalı konuşma) nereden/nasıl<br />

bulaşacak!” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VI, 35) diyerek<br />

kendisinin her türlü hatalı konuşmadan, fesahat ve<br />

beyan ayıplarından uzak olduğunu ifade etmiştir.<br />

Dile Hâkimiyeti<br />

Evet, O (sallallahü aleyhi ve sellem), en üstün bir<br />

dile sahipti. Muhatapları O’nun (sas) etkili beyanı<br />

karşısında hayranlıklarını gizleyemiyor ve bunu her<br />

fırsatta dile getiriyorlardı. O’nun (sas) farklı kabilelerden<br />

gelen insanlar karşısında dilin bütün zenginlikleriyle<br />

konuşmasını hayranlıkla dinleyen ashaptan<br />

biri bir gün O’na (sas) “Ey Allah’ın Resûlü, ne kadar<br />

da fasih konuşuyorsun! Meramını senden daha güzel<br />

ifade eden birini görmedik” dediğinde Allah Rasulü<br />

44


(sas): “Bu benim hakkımdır zira Kur’ân bana apaçık<br />

bir Arapça ile indirilmiştir.” (Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân,<br />

III, 33) buyurmuştur.<br />

Allah Rasûlü (sas) dile ait özellikleri ve lehçe farklarını<br />

çok iyi biliyordu. Her kavme kendi lehçesi ile<br />

hitap ediyor, bununla kalmayıp o lehçeyi en güzel ve<br />

en fasih şekilde konuşuyordu. Bu durum Efendimiz’in<br />

(sas) dışında başka biri için söz konusu değildir. Zîrâ<br />

böyle biri olsaydı Araplar onu nakleder ve her tarafa<br />

duyururlardı. Böyle birinin olması ancak hayatını<br />

sırf bu gayeye adayan, ömrünü kabileler arasında veya<br />

onlara yakın bölgelerde geçiren, nesiller boyu aktarılan<br />

rivayetleri toplayan biri için söz konusu olabilirdi.<br />

Biz biliyoruz ki Allah Resûlü (sas) değişik vesilelerle<br />

Mekke’nin dışına çıkmış olsa da farklı kabilelerin lehçelerini<br />

öğrenmek için özel bir çaba göstermemiş ve<br />

farklı kabilelerden gelecek heyetler için, onların dil ve<br />

lehçe hususiyetlerine vâkıf olmak gibi bir gayrete girmemiştir.<br />

O (sas), diğer pek çok şeyde olduğu gibi<br />

Allah’ın talimiyle öğrenmiş ve konuşmuştur. Bir rivayete<br />

göre Benî Nehd kabilesinden gelen bir heyete,<br />

orada hazır bulunan ashabın anlamadığı bir dil ile hitap<br />

eden Allah Resûlü’ne (sas): “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz<br />

aynı anne ve babanın çocuklarıyız ve Benî Sa’d içinde<br />

büyüdük, ama söylediklerinizden bir şey anlamadım”<br />

diyen Hz. Ali’ye cevaben: أَدَّبَنِي رَبهِّي فَأَحْ‏ سَ‏ نَ‏ تَأْدِيبِي diyerek,<br />

edebi/edebiyatı Rabbinden öğrendiğini, hem de<br />

çok güzel öğrendiğini ifade etmiştir. (Suyûtî, Câmi’u’l-<br />

Ehâdîs, I, 133; Hindî, Kenzu’l-‘Ummâl, XI, 431) Ayrıca<br />

Zu’l-Miş’âr el-Hemdânî, Tıhfete’n-Nehdî, el-Eş’as b.<br />

Kays (ö.40/661), Vâil b. Hucr el-Kindî (ö.50/670)<br />

gibi Hadramevt ve Yemen hükümdarlarına gönderdiği<br />

mektuplarında veya kendisine gelen heyetlerle yaptığı<br />

görüşmelerde onların lehçelerini kullanmış, onlara<br />

uygun en güzel üslûpla hitap etmiştir. Örneğin Zu’l-<br />

Miş’âr bir heyetle Allah Rasûlü’ne geldiğinde Hemdân<br />

halkına hitaben bir mektup yazmış ve şu cümlelere yer<br />

vermiştir:<br />

إِنَّ‏ لَكُ‏ مْ‏ فِرَاعَ‏ هَا،‏ وَوِهَاطَ‏ هَا،‏ وَعَ‏ زَازَهَا،‏ تَأْكُلُونَ‏ عِ‏ الَفَهَا،‏ وَتَرْ‏ عَ‏ وْ‏ نَ‏ عَ‏ فَاءَهَا،‏<br />

لَنَا مِنْ‏ دفْئِهِمْ‏ ، وَصِ‏ رَامِهِمْ‏ مَا سَ‏ لَّمُ‏ وا بِالمِْ‏ يثَاقِ‏ ، وَاألْ‏ ‏َمَانَةِ،‏ وَلَهُمْ‏ مِنَ‏<br />

الصَّ‏ دَ‏ قَةِ‏ الثهِّلْبُ‏ ، وَالنَّابُ‏ ، وَالفَصِ‏ يلُ‏ ، وَالفَارِضُ‏ ، وَالدَّ‏ اجِ‏ نُ‏ ، وَالكَ‏ بْشُ‏<br />

الحَ‏ وَارِيُّ‏ ، وَعَ‏ لَيْهِمْ‏ فيِهَا الصَّ‏ الِغُ‏ ، وَالقَارِحُ‏<br />

“Şüphesiz (o bölgenin) yüksek ve alçak toprakları<br />

ile sahipsiz kıraç arazileri sizlerindir. Ürünlerini yer,<br />

meralarında hayvanlarınızı otlatırsınız. Anlaşma gereği<br />

taahhüt ettikleri hayvanlar ve hurmalar bizimdir.<br />

Zekât mallarından yaşlı erkek ve dişi develer, sütten<br />

henüz kesilmiş yavru develer, yaşlı inekler ile öküzler,<br />

ihtiyar koçlar, (altı yaşına başmış) sığır ve koyunlar,<br />

(beş yaşına girmiş) atlar onlarındır.” (Kâdî İyâz, Şifâ,<br />

I, 71-72)<br />

Yine bir başka zaman ‘Atiyye es-Sa’diy’ye hitaben<br />

فَإِنَّ‏ اليَدَ‏ العُلْيَا هِيَ‏ المُ‏ نْطِ‏ يَةُ،‏ buyurmuştur: Allah Rasûlü şöyle<br />

“Yüksek el veren eldir. Aşağı وَإِنَّ‏ اليَدَ‏ السُّ‏ فْلَى هِيَ‏ المُ‏ نْطَ‏ اةُ‏<br />

el alan eldir.” ( Neysâbûrî, Müstedrek, IV, 472) ‘Atiyye:<br />

“Rasûlullah bize lehçemizle konuştu” demiştir.<br />

Hadîste geçen أَنْطَ‏ ى fiili أَعْ‏ طَ‏ ى anlamında olup sadece<br />

mensup olduğu kabilede konuşulan bir kelimedir.<br />

Hz. Peygamber bu kabilelerin içinde yaşamadığı<br />

gibi onlara yakın bir mıntıkada da bulunmamıştır.<br />

Dahası onların dilini öğrenmek için özel bir gayret de<br />

sarf etmemiştir. Buna rağmen onlarla kendi lehçeleri<br />

üzerinden iletişim kurmuş ve iletmek istediği mânâ ve<br />

hakikatleri en doğru şekilde aktarmıştır. Bu da sahip<br />

olduğu dile ait bu hususiyetlerin Alîm ve Habîr olan<br />

Rabbi tarafından kendisine verildiği gerçeğini ortaya<br />

koyar. Zîrâ Kur’ân’da O’na (sas) hitaben “Allah sana<br />

kitabı (Kur’ân’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin<br />

şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.”<br />

(Nisâ (4), 113) buyrulmuştur.<br />

Fesahatine Dair Hususiyetler<br />

Allah Rasûlü’nün (sas) sözleri açık, net ve anlaşılırdı.<br />

Konuşurken kısa ve öz konuşur, konuştuklarının<br />

kıyamete kadar insanlara yol gösteren hakikatler olduğunu<br />

bilirdi. Bu yüzden muhatabın aklında ve kalbinde<br />

yer etmesi için sözlerini yavaş yavaş söylerdi.<br />

Kendisini çok yakından tanıyan ve esrarına vâkıf olan<br />

Hz. Âişe (ö. 58/678), O’nun (sas) konuşurken sözlerini<br />

saymak isteyenin rahatlıkla sayabileceğini belirtir.<br />

(Buhârî, Menâkıb 23) Bir başka rivayette ise Allah<br />

Rasûlü’nün (sas) acele etmeksizin tane tane ve açık<br />

bir şekilde konuştuğunu, hatta etrafındaki insanların<br />

sözlerini ezberleyebildiğini ifade eder. (Nesâî, Amelu’l-<br />

Yevm ve’l-Leyle 116; Beyhakî, Sünen, III, 293) Bu da<br />

bize, Hz. Peygamber’in sözlerinin mübarek ağzından<br />

dökülmeden önce fikir süzgecinden geçtiğini, aklının<br />

dilinin gerisinde ve ona tam hâkim olduğunu göstermektedir.<br />

Bu yüzden sözlerinde herhangi bir eksiklik,<br />

kapalılık veya karışıklık olmamıştır.<br />

Efendimiz konuşmalarında muhatabın bildiği ve<br />

aşina olduğu lafızları kullanmaya özen gösterirdi.<br />

Durumun gereğine uygun olması ve mânânın daha<br />

iyi anlaşılması gayesiyle daha az aşina olunan lafızlar<br />

kullandığı da olmuştur. Konuşmalarında anlam akıcı<br />

bir üslûbu gerektirdiğinde selis kelimeleri, yumuşak<br />

45


ve ince bir üslûbu gerektirdiğinde de ona uygun kelimeleri<br />

tercih etmiştir. Her iki durumda da lafızların<br />

mânâya delâleti tam, açık ve yerli yerindedir. Şair ve<br />

ediplerin güçlükle ortaya koyabildikleri bu husus hadislerin<br />

genel karakteri olup Allah Resûlü’nün (sas)<br />

beyân gücünü gösteren en güçlü argümanlardandır.<br />

Hz. Peygamber gereksiz konuşmalardan, tekellüflü<br />

ve yapmacık ifadelerden hoşlanmadığı gibi lafı dolaştırmayı<br />

ve mânâsı zor anlaşılan garip kelimeler kullanmayı<br />

da sevmezdi. Çünkü O (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem), tebliğle vazifeliydi ve tek arzusu muhatabına<br />

ulaşmak ve anlatmakla yükümlü olduğu hakikatleri insanların<br />

idrak seviyelerine göre sunmaktı. Yoksa muhatabı<br />

ile kendisi arasında garip lafız ve anlamlardan oluşan<br />

bir engel koymak değildi. O’nun (sas) kullandığı<br />

lafızlar açık olup delâletleri kolay anlaşılırdı. Muhatabı<br />

O’nun (sas) maksadını ve neyi kastettiğini açık ve net<br />

bir şekilde anlardı. En ciddi ve çetrefilli meseleleri tereyağından<br />

kıl çeker gibi birkaç kelime ile ifade ederek<br />

çözerdi. Yüzyıllar sonra bile Arap diline vâkıf bir insan<br />

sözlüğe çokça müracaat etmeden O’nun (sas) sözlerini<br />

rahatlıkla anlayabilir.<br />

Allah Resûlü (sas) her insana akıl derecesine, durumuna<br />

ve ihtiyacına uygun söz söylemiş, kastettiği<br />

mânâ ile kullandığı lafızların birbiri ile uyumlu olmasına<br />

özen göstermiştir. Belâgatin özünü oluşturan ve<br />

daha sonraki dönemlerde “sözün muktezâ-ı hâle mutabık<br />

olması” şeklinde ifade edilen “yerinde söz söyleme”<br />

hususu hadislerin genel bir özelliğidir. Örneğin<br />

Ashâbtan biri Allah Rasûlü’ne (sas) gelerek;<br />

“Ey Allah’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranmam<br />

gereken kimdir? diye sordu. Allah Rasûlü:<br />

–Annen! buyurdu. O sahâbî:<br />

–Ondan sonra kimdir? diye sordu. Efendimiz:<br />

–Annen! buyurdu. Sahâbî tekrar:<br />

–Ondan sonra kim gelir? diye sordu. Allah Rasûlü yine:<br />

–Annen! buyurdu. Sahâbî tekrar:<br />

–Sonra kim gelir? diye sorunca Allah Rasûlü bu sefer:<br />

–Baban! cevâbını verdi.” ( Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr, 1)<br />

Hz. Peygamber üç kez arka arkaya anneyi zikrederek<br />

ona vurgu yapmakta, sonra babayı zikretmektedir.<br />

Bu ise son derecede beliğ ve muhatabın<br />

durumuna uygun bir ifadedir. Çünkü Allah Resûlü<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) muhatabın durumuna<br />

vâkıftı ve ona göre konuşuyordu. Bunun için anne<br />

hakkını vurgulamış ve o sahabinin şahsında bütün<br />

ümmetine ders vermişti. Ayrıca anne kendisine iyi<br />

davranma, gönlünü hoş tutma, onu kırmama gibi<br />

Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) sözleri vecizdi. O (sas), az sözle<br />

çok mânâlar ifade ederdi. Cevâmi’u’lkelim<br />

olarak ifade edilen bu husus Allah<br />

Rasûlü’ne (sas) has bir durum olup daha<br />

önce hiçbir peygambere verilmemiştir.<br />

Evet, O (sallallahü aleyhi ve sellem), en<br />

üstün bir dile sahipti.<br />

hususlar bakımından babadan daha fazla hak sahibidir.<br />

Çocuğun yetişmesinde annenin çektiği sıkıntılar<br />

babaya nispetle daha fazladır. Baba ise anneden daha<br />

güçlüdür ve hayatını tek başına idame ettirebilir.<br />

Ama anne tam aksine zayıftır ve birilerinin desteğine<br />

muhtaçtır. Diğer taraftan çocuk büyüdükçe anneye<br />

olan bağlılığı azalırken babaya olan bağlılığı aynı kalır.<br />

Bu ise anneye karşı ihmalkâr davranmayı netice<br />

verebilir. Bu sebeple hadîs soru soranın, hattâ bütün<br />

insanların durumuna uygun olarak anneye vurgu<br />

yapmış ve ona önem vermiştir.<br />

Şu bir gerçektir ki Arapların en fasih ve belîğ kabul<br />

edilen edipleri eğer sözlerini güzelleştirmiş, sağlamlaştırmış<br />

ve mükemmel hâle getirmişlerse, bunu ancak<br />

büyük bir gayret ve emek neticesinde, sözün üzerinde<br />

düşünerek, sahip oldukları dil melekesinin sınırlarını<br />

zorlayarak elde etmişlerdir. Örneğin “Havliyyâtu Züheyr”<br />

olarak adlandırılan şiirler bu türden olup Züheyr<br />

b. Ebî Sülmâ’nın kasideyi nazmettikten sonra bir<br />

yıl boyunca onu tashih ettiği ve güzelleştirmeye çalıştığı<br />

rivayet edilir. Böylesine bir gayrete rağmen ediplerin<br />

sözleri kusurlardan hâlî olmamış, yer yer belâgate<br />

aykırı hususlar barındırmış ve eserlerine bir tekellüf<br />

kokusu hâkim olmuştur. Sözün kısa tutulması gereken<br />

durumlarda uzatmış, uzatılması gereken yerlerde<br />

kısaltmış, lafız-mânâ münasebetinde isabetli seçimler<br />

yapamamışlardır.<br />

Fakat Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

tam bir fıtrat insanıydı. Hiçbir zaman söz söylerken<br />

tekellüfe girmemiş, sözünü güzelleştirme kaygısı taşımamıştır.<br />

O (sas), dile tam hâkimdi ve konuşurken<br />

sözünün sınırlarını çok iyi tayin ederdi. Muhatabına<br />

aktarmak isteği mânânın ötesine geçmezdi. Yanlış anlaşılacak<br />

durumlara ise hiç düşmemiştir. Âni cereyan<br />

eden olaylar karşısında ifade ettiği sözlerinde dahi bir<br />

46


tereddüt, eksiklik, yanlışlık olmadığı gibi fesahati ihlal<br />

eden bir husus da söz konusu değildir. Bütün sözleri<br />

hep akıl, hikmet ve fetanet doludur.<br />

Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sözleri<br />

vecizdi. O (sas), az sözle çok mânâlar ifade ederdi.<br />

Cevâmi’u’l-kelim olarak ifade edilen bu husus Allah<br />

Rasûlü’ne (sas) has bir durum olup daha önce hiçbir<br />

peygambere verilmemiştir. Bir beyanında diğer peygamberlere<br />

verilmeyen altı şey ile üstün kılındığını<br />

ifade eder ve bunlar içinde cevâmi’u’l-kelim’i zikreder.<br />

(Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizi, Siyer 5) Başka bir<br />

yerde ise “Ben nebiyy-i ümmî olan Muhammed’im,<br />

Ben’den sonra nebî yok! Ben kelâmın ilkiyle, sonuyla<br />

ve cevâmi’u’l-kelim ile serfiraz kılındım.” (Ahmed b.<br />

Hanbel, Müsned, XI, 179, 564; Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân,<br />

III, 39) buyurmuştur. Evet, Hz. Peygamber özlü<br />

ve ihtiyaca binaen konuşur, muhatabın durumuna<br />

ve bağlama göre sözü bazen uzatır bazen kısaltırdı.<br />

O’nun (sas) konuşmalarında isrâf-ı kelâma asla rastlanmazdı.<br />

Sayfalar dolusu hakikatleri bazen birkaç<br />

kelime ile ifade ederdi. O Beyân Sultanı'nın (sas)<br />

sözleri, kısa olmasına rağmen son derecede vurucu,<br />

veciz olmakla birlikte vicdanlarda tesirli ve hafızalarda<br />

kalıcı idi.<br />

Allah Rasûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) sözleri<br />

evrenseldir. Cümleleri, vürûduna sebep olan münasebetin<br />

dar kalıpları arasında sıkışıp kalmamıştır.<br />

Çok özel olaylar sebebiyle söylemiş olduğu sözlerde<br />

dahi büyük prensipler ve hikmetler mevcuttur. Örneğin<br />

İslâm tarihinin en büyük hâdisesi kabul edilen<br />

Medine’ye hicret sırasında vuku bulan çok özel bir<br />

olay münasebetiyle ifade etmiş olduğu sözler buna çok<br />

güzel bir misaldir. Evlenmek gibi kişisel ve dünyevî<br />

bir maksatla hicret eden bir sahabi sebebiyle söylemiş<br />

olduğu “Ameller ancak niyetlere göredir.” (Buhârî,<br />

Bedu’l-Vahy 1; Ebû Dâvûd, Talâk 11) hadisi, sözünü ettiğimiz<br />

münasebetin dar kalıplarını kırmış, zaman ve<br />

mekânın sınırlarından bağımsız şümullü olarak varid<br />

olmuştur. Âlimler bu hadîsin İslâm’ın üçte birini veya<br />

dörtte birini oluşturduğunu ifade ederler.<br />

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün<br />

zamanlara hitap eden bir üslûba sahipti. Şu bir gerçektir<br />

ki kendi devrinde zirveyi temsil eden nice büyük<br />

edipler zamanın, algıların ve zevklerin değişmesiyle<br />

edebiyatları köhnemiş ve izleri silinmiştir. Fakat Allah<br />

Rasûlü’nün (sas) fesâhati, belâgati ve üslûbu zamanın<br />

öğütücü çarklarına meydan okumuştur. O (sas), her<br />

asırdaki muhataplarına tebliğle mükellef olduğu hakikatleri<br />

etkili ve canlı bir şekilde sunmuş ve sunmaya<br />

devam etmektedir. Çünkü O (sas), zaman ve mekân<br />

sınırı olmaksızın bütün insanlığa bir hidayet rehberi<br />

olarak gönderilmiştir.<br />

Hz. Peygamber’in mesajlarının her asırda zihinlerde<br />

ve gönüllerde taze ve canlı oluşunun en önemli<br />

sebeplerinden biri de sahip olduğu edebî üslûbudur.<br />

O’nun (sas) sözlerini okuyan veya dinleyen kişi sanki<br />

kendisine hitap ediliyormuş gibi hissesine düşeni alır.<br />

Her asırda insanlar O’nun (sas) sözlerinde kendilerine<br />

söylenen şeyler bulmuşlar ve bulmaya da devam<br />

edeceklerdir. Bu yönüyle O’nun nübüvveti sona ermemiş<br />

ve O (sas), hâlâ bizzat hayatın içindedir. (Râfi’î,<br />

Vahyu’l-Kalem, III, 14)<br />

Bir Edibin Sözleri<br />

Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki, O Beyan<br />

Sultanı’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini<br />

hakkıyla ancak dilin inceliklerine vâkıf söz üstatları<br />

edipler takdir edebilir. Bu vesileyle makalemizi Arap<br />

edebiyatının önde gelen <strong>imam</strong>larından meşhûr âlim<br />

el-Câhız’ın (ö.255/868) Efendimiz’in (sas) sözlerini<br />

vasfettiği şu cümlelerle bitirmek istiyoruz:<br />

“O (sas) az kelimeyle çok mânâ ifade etme gücüne<br />

sahipti, yapmacık tavırlardan ve tekellüften uzaktı…<br />

Uzun konuşulması gereken yerde uzun, kısa tutulması<br />

gereken yerlerde de sözü kısaltmıştır. Kulağa hoş gelmeyen<br />

garip kelimelerden uzak durmuş, çarşı-pazar<br />

dilinden yüz çevirmiştir. O (sas), ancak bir hikmet mirasından<br />

konuşmuş, ismetle kuşatılmış, ilâhî te’yidle<br />

güçlendirilmiş ve tevfîk-i ilâhî ile kolaylaştırılmış sözler<br />

söylemiştir. Bunlar Allah’ın sevgisine mazhar olmuş<br />

ve kabule şayan sözlerdir. Allah (celle celâluhu)<br />

O’nun (sas) sözlerine mehâbet ile tatlılığı, güzel ifade<br />

ile kelime azlığını bir arada vermiştir. O (sas), sözlerini<br />

tekrar etmeye ihtiyaç duymadığı gibi dinleyenler<br />

de tekrara ihtiyaç hissetmezdi. O’nun (sas) sözlerinde<br />

eksik kelime yoktur, konuşurken asla dil hatasına<br />

düşmemiştir. Hiçbir huccet ve hiçbir hasım O’na (sas)<br />

karşı duramamış, hiçbir hatip de O'nu susturamamıştır…<br />

Ayrıca insanlar O'ndan daha faydalı, lafız yönüyle<br />

daha doğru, vezin bakımından daha düzgün, üslûp<br />

itibariyle daha güzel, gaye bakımından daha şerefli,<br />

etki yönüyle daha güçlü, mahreç bakımından daha<br />

kolay, mânâ itibariyle daha fasih, anlam bakımından<br />

daha açık bir söz işitmemişlerdir.” (Câhız, el-Beyân ve’ttebyîn,<br />

II, 16-18)<br />

* Dokuz Eylül Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

vuzunoglu@yeniumit.com.tr<br />

47


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Muhit Mert*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Bizim iktisat anlayışımızda, para her şey değildir. Zîrâ muvakkaten<br />

yaşadığımız şu dünyada, Asıl Mülk Sahibi’ni razı etme, burada bey ve<br />

paşa iken ahirette gedâ (dilenci) olmama, burada villalarda yaşarken<br />

orada dilenci durumuna düşmeme, bizim için vazgeçilmez birer hedeftir.<br />

Yaptığımız faaliyetler her ne<br />

kadar maddî-hâricî âmillerle<br />

izaha çalışılsa da aslında birtakım<br />

inançların, düşüncelerin,<br />

ahlâk düsturlarının, geleneklerin,<br />

alışkanlıkların tesiri altında<br />

meydana gelmektedir. İktisadî faaliyetlerimiz<br />

de böyle cereyan etmektedir.<br />

Yani bu saydıklarımız iktisadî<br />

faaliyetimizin şekline ve içeriğine<br />

tesir eder. Ekonomik faaliyetlerin<br />

yalnız hâricî sebeplere münhasır<br />

olduğu, gözle görülebilir maddî sebeplere<br />

dayalı bir hareketten ibaret<br />

olduğu zannedilmemelidir. İktisadî<br />

faaliyet tarzına müessir olan tasavvurların,<br />

ideallerin, ahlâk düsturlarının<br />

tümü belirli bir ruh hâletini<br />

ortaya çıkarır ki, buna “iktisat düşüncesi”<br />

denir. İktisat düşüncesi,<br />

bireylerin ve toplumların iktisadî<br />

olayları algılama ve değerlendirme<br />

biçimini, ekonomik faaliyetlerini ve<br />

iktisadî hayatı yönlendirme çabalarını<br />

yakından etkiler. (bkz. Sabri F.<br />

Ülgener, Darlık Buhranları ve İslâm<br />

İktisat Siyaseti, s.9).<br />

İktisadî düşüncelerin oluşumunda<br />

dinin etkisi inkâr edilemez<br />

48<br />

İslâm iktisat düşüncesi ile Kapitalist<br />

ve Sosyalist ekonomi<br />

anlayışlarının insana ve onun<br />

iktisadî hayatına yaklaşımları<br />

da temelde farklılık arz eder.<br />

Bunun sebebi, bu sistemlerin<br />

temellerinin birbiriden farklı<br />

olmasıdır.<br />

bir gerçektir. Bu bütün dinler için<br />

söz konusudur. Meselâ Hristiyanlığın<br />

reformdan önceki haliyle sonraki<br />

hâli incelendiğinde Hristiyan<br />

toplumlarda iktisadâ dair düşüncelerin<br />

oluşumuna dinin ne derece<br />

etki ettiği açıkça görülür. Ortaçağ<br />

Katolik Hristiyan dünyasında süflî<br />

ve kirli telâkki edilen, çalışma, kazanç<br />

ve sanat gibi mefhumların<br />

Reformasyon ile beraber herkesin<br />

hürmetle andığı mukaddes birer<br />

fazilet hâline geldiği görülmüştür.<br />

Bu bizim için inançların ekonomik<br />

faaliyetlerdeki etkisini gösteren en<br />

önemli delillerden biridir. (Ülgener,<br />

a.e, s.28). Protestanlıkta Tanrı’nın<br />

seçkin kulları arasına girebilmek<br />

için çok çalışmak, zühd içinde yaşamak<br />

ve dürüst olmak gibi üç temel<br />

düstur teşvik edilir. Zühd, yani<br />

sade, tutumlu, israftan uzak bir hayat,<br />

tasarruf haddinin yüksek olmasına<br />

yol açar. Çalışkanlık ve dürüstlük<br />

ise kişiye itibar sağlar. Dürüst ve<br />

sade insan gayretli çalışmasının neticesinde<br />

iş hayatında başarılı olur<br />

ve saygın bir konuma yükselir. İşte<br />

buradan hareketle Max Weber kapitalist<br />

iktisat düşüncesinin ruhunu<br />

Protestan ahlâkına hamlediyordu.<br />

Sombart ise Katolik Hristiyanlıktan<br />

hareketle uhrevî karakteri ağır<br />

basan bir dinin bu kadar dünyevî<br />

bir yönelişe kaynaklık edemeyeceğini<br />

söyleyerek dünyevîliği daha<br />

öne çıkan Yahudiliği Kapitalizm’in<br />

kaynağı olarak görmüştür. (Mustafa<br />

Özel, İktisat, Siyaset ve Din, s.38-39).


Kapitalist ekonomik düşüncenin kaynağı ister Protestanlık<br />

olsun isterse Yahudilik, bu çok önemli değildir.<br />

Önemli olan, iktisadî düşüncenin şekillenmesinde dinin<br />

tesirinin olduğunun ortaya konulmasıdır. Nasıl ki<br />

kapitalist iktisat düşüncesinin oluşumuna Yahudilik<br />

veya reform sonrası Hristiyanlık kaynaklık etmişse,<br />

Komünist/Sosyalist iktisat düşüncesine de inkârcılık<br />

tesir etmiştir. Bunların ötesinde kendine has özellikleriyle<br />

İslâmî bir iktisat düşüncesinin oluşmasında da<br />

İslâm etkili olmuştur.<br />

Bu çerçevede Müslüman fert veya toplumların<br />

iktisadî olayı algılayışı, yaşayışı ve yönlendirişi ile bir<br />

diğer dine mensup veya anlayışa sahip olan fert veya<br />

grupların algılayış, yaşayış ve yönlendirişleri de elbette<br />

farklı olacaktır. Hattâ aynı dine, aynı inanç veya aynı<br />

topluma mensup kişilerin, aldıkları eğitim, çevre faktörü,<br />

kültürel altyapı gibi etkenler sebebiyle düşüncelerinde<br />

de farklılık olabilir. Bu durum insanların dinin<br />

emir ve öğütlerinden aynı derecede etkilenmemelerinden<br />

kaynaklanır. Dolayısıyla bir dinin iktisat düşüncesinin<br />

oluşmasındaki tesirini araştırırken o dine mensup<br />

fertlerin yahut sosyal gurupların iktisadı algılama<br />

ve değerlendirmelerinden daha ziyade genel olarak o<br />

dinin iktisadî emir ve öğütlerine, oluşturmak istediği<br />

ekonomi zihniyetinin nasıl olduğuna bakmak gerekir.<br />

İslâm’ın İktisadî Hayata Tesiri<br />

Her ekonomik sistem, kendi maksat ve prensiplerine<br />

uygun ideolojik bir temele oturur. Bu çerçevede<br />

İslâm’ın telkin ettiği ekonomik sistem de kendine has<br />

bir düşünce ile ilişkilidir. İnançlar, insanın yaşayışına,<br />

olaylara yorum getirmesine, eşyayı değerlendirmesine<br />

ve değer ölçüleri kazanmasına varıncaya kadar her<br />

sahada tesirlidir. Nitekim İslâm’ın ortaya koyduğu<br />

inançlar tarih boyunca Müslüman toplumlara yön vererek<br />

hayatın, sanat, edebiyat, bilim, örf-adet ve ekonomi<br />

gibi çeşitli tezahürlerinde kısacası her yönünde<br />

etkili olmuştur. İslâm iktisat düşüncesinin temellerini<br />

de kendine mahsus özellikleriyle İslâm’ın kendisi oluşturmakta<br />

ve Müslüman toplumları buna göre yönlendirmektedir.<br />

İslâm, insan hayatı ile ilgili her alanda temel kaideleri<br />

açıkça gösteren ve onu yönlendiren bir dindir.<br />

İslâm insan hayatını öncelikle imanla temellendirir.<br />

İmanın insan hayatına içerden bir tesiri vardır. Bunun<br />

ötesinde, İslâm emir ve yasaklarla, ekonomik hayata<br />

dışarıdan da tesir eder. Emir ve yasaklar fert ve cemiyet<br />

şuurunda inançlarla birleşerek ekonomik hayata<br />

şekil verir. İktisadî hâdiseler herkesi birinci dereceden<br />

ilgilendiren olaylar olduğundan insan hayatının bu<br />

yönüyle ilgili düzenlemeler de koyar. İktisadî hayatta<br />

adalet ve insaf ölçülerini yerleştirerek alıcı ile satıcı arasındaki<br />

münasebeti, ticarî ilişkiden ziyade bir kardeşlik<br />

münasebeti hâline getirir. Tevhid inancının insana kazandıracağı<br />

düşünce yapısı ve değer ölçüleriyle insanlık<br />

için faydalı bir iktisadî ortam temin edilir. Şayet<br />

bu olmazsa, pratikte ya insanların mülkiyet hakkını<br />

ihlâl edici veya insanları, devlet ve milletleri sömürücü<br />

düzenler meydana çıkar. Bunlar da insanlığın mutluluğunu<br />

menfî yönde etkileyen hususlardır. Bu olumsuz<br />

neticelerin ortadan kalkması için Tevhid inancının<br />

yaygınlaşması çok büyük önem arz etmektedir.<br />

İslâm’ın koymuş olduğu iktisadî prensipler aynı zamanda<br />

imanî ve ahlâkî prensiplerdir. Seküler iktisadî<br />

anlayışlar iktisadı gayr-ı ahlâkî (ahlâksız) olmasa da, lâ<br />

ahlâkî (ahlâkla ilgisi olmayan) bir alan olarak görürken<br />

İslâm ahlâkî bir alan olarak görmektedir. “İslâm’ın<br />

iktisadî yapısı mü’minin ahlâkî yapısından ayrılmayan<br />

bir hususiyet arz etmektedir. Bu iki yapı ve yapılanmayı<br />

birbirinden ayırıp tefrik etmek mümkün değildir.”<br />

(F. Gülen, Enginliğiyle Kendi Dünyamız, s. 227)<br />

İslâm, ahlâkî yapıdan kopmuş ve insanın iç dünyasından<br />

uzaklaşmış bir ekonomik yapıyı insan için gerçek<br />

mutluluk vasıtası olarak görmez. Bu ilkeler Sosyalist<br />

ve Kapitalist sistemlerin aksine insanın dünya ve ahiret<br />

mutluluğunu beraberce elde etmesi doğrultusunda<br />

konulmuştur.<br />

Burada İslâm’ın hedefi, sahip olduğu iman, amel<br />

ve ahlâk prensipleriyle hareket eden fertler, imanından<br />

aldığı kardeşlik düşüncesiyle şefkat ve merhametle<br />

hemcinsinin imdadına yetişen, başkasını düşünen, diğergam,<br />

fedakâr ve dürüst fertlerden oluşan toplumlar<br />

meydana getirmektir. Yoksa fikirleri, duyguları ve<br />

vicdanları baskı altında bulunan veya şahsî çıkarlarını<br />

ön plânda tutan, başkasını sömürerek geçinmeye çalışan<br />

fertlerden oluşan bir toplum değildir. İslâm Müslümanlara<br />

vicdanî sorumluluklar yükleyecek böyle bir<br />

toplumun meydana gelmesi için gayret eder.<br />

İslâm İktisat Düşüncesinin Bazı Özellikleri<br />

İslâm iktisat düşüncesi ile Kapitalist ve Sosyalist<br />

ekonomi anlayışlarının insana ve onun iktisadî hayatına<br />

yaklaşımları da temelde farklılık arz eder. Bunun sebebi,<br />

bu sistemlerin temellerinin birbirinden farklı olmasıdır.<br />

İslâm iktisat düşüncesi vahye, nebevi sünnete<br />

dayalı iken Sosyalist ve Kapitalist iktisadî anlayışlar,<br />

insan zekâsının ürünü olan materyalist bir felsefî görüşe<br />

veya Reformasyon’a uğramış bir dinin öğretilerine<br />

49


dayanmaktadır. Bu sebeple bu düşünce sistemlerinin<br />

insana bakış, eşya ve hâdiseleri algılayış biçimleri de<br />

elbette farklı olacaktır. Şimdi İslâm iktisat düşüncesinin<br />

temel karakteristik özellikleri üzerinde duracağız.<br />

1- İnsana Bakış<br />

İslâm iktisat düşüncesinin birinci özelliği onun insana<br />

bakışıdır. İslâm’a göre insan iradesi, gücü ve sorumluluğu<br />

olan bir varlıktır. İslâm iktisat düşüncesine<br />

göre, iktisadî hayatın işleyişinde insan iradesinin rolü<br />

görmezlikten gelinemez. Ama insan irade ve gücünün<br />

her şey olmadığı da bir gerçektir. Çünkü insanın irade<br />

ve gücünü aşan pek çok şey vardır. İnsan irade ve<br />

seçme hürriyetiyle her istediğini yapabilecek güçte bir<br />

varlık değildir. Onun hayatta arzulayıp da yapamadıklarının<br />

haddi hesabı yoktur. İktisadî hâdiseler insanların<br />

fiilleridir; ama tamamen insanların tasarladığı,<br />

yönlendirdiği ve meydana getirdiği olaylar değildir.<br />

İnsanın gücü bellidir. Bu gücün fiile tesiri de bellidir.<br />

Bu sebeple iktisadî olaylar her yönüyle insana verilemez.<br />

İnsanı aşan mutlak bir iradenin düzenleyiciliği<br />

de söz konusudur. Bu irade de Allah’ın iradesidir. O,<br />

İlahî iradenin müsaadesi ölçüsünde işlerini yapar. İnsanın<br />

iktisadî faaliyetleri de bu esasa bağlı olarak gerçekleşir.<br />

Onun iradesini kullanarak işlerini yapması<br />

yaratma anlamında yapma değil kesbetme mânâsında<br />

yapmadır. İslâm düşüncesi bu ayrıntıya önem vererek<br />

insanın dünyadaki konumunu belirlemiştir.<br />

Ayrıca İslâm’a göre insan başıboş bir varlık da değil,<br />

bilakis davranışlarından sorumlu bir varlıktır. Bu<br />

mesuliyet onun irade ve seçme hürriyetinden doğmaktadır.<br />

İslâm’ın dünyevî sorumluluk ve ceza ile birlikte<br />

düşünce sisteminde ahiret sorumluluk ve cezasına da<br />

yer vermesi, fertler üzerinde müessir bir rol oynadığından<br />

sosyal hayatta problem ya hiç çıkmamakta<br />

veya beşerî yapının gereği olarak çıkan problemler<br />

geneli etkileyici boyutta olmamaktadır. Çünkü inanan<br />

insanlar her amelinden olduğu gibi üretim, tüketim<br />

vb. iktisadî fiillerinden de sorumlu olduğu inancıyla,<br />

toplumun ahengini bozan aldatma, dolandırma, haksızlık<br />

etme gibi kötülüklerden kendilerini korurlar.<br />

Kapitalist iktisadî düşünceye gelince onun temellerinden<br />

birisi Liberalizm’dir. Liberalizm, insanların diledikleri<br />

gibi hareket etmeleri ve ekonomik alanda tam bir<br />

serbestliğe sahip olmaları gereğine olan inancı açıklar.<br />

(Besim Üstünel, Ekonominin Temelleri, s.72). Sosyalist<br />

düşünce sisteminde de; İnsanların kendi kaderlerine<br />

hâkim olma isteği temel bir esastır. (Üstünel, a.g.e., s.76).<br />

Yani bu iki sisteme göre de iktisadî olayları yönlendiren<br />

insandır. Bu sistemler, fizikî evrenin dışında metafizik<br />

bir gücü ya kabul etmemekte veya kabul etse bile tesir<br />

alanını sınırlamaktadırlar. İnsanı ise, irade ve seçme<br />

hürriyeti sınırsız ve her istediğini yapma gücüne sahip,<br />

yaptığı işlerde yegâne hâkim bir varlık kabul ederler. Ayrıca<br />

bu iktisadî düşünce sistemlerinde insanın iktisadî<br />

fiillerinden sorumluluğu dünyevîdir. Bu yüzden beşerî<br />

sistemlerde, konulan kanun ve kaidelere uymayan fertlerden<br />

sadece yakayı ele verenler cezaya çarptırılmakta,<br />

bunun ötesinde bir yolunu bulanlar kurtulmaktadır.<br />

Problemlerin önüne geçilemeyişinin sebebi de sorumluluğun<br />

sırf dünyevî oluşudur.<br />

2- İnsan-Toplum Münasebetlerinde Denge<br />

İslâm iktisat düşüncesinin temellerinden ikincisi insan<br />

toplum ilişkisinde denge gözetmesidir. İslâm insanın<br />

ekonomik duygu ve düşüncelerini meşru dairede serbest<br />

bırakarak tatminini esas alır. Fakat bunun yanında insanda<br />

vicdanî bir sorumluluk oluşturarak her zaman şahsî çıkarlarını<br />

gözetme yerine toplumun çıkarlarını gözetmeyi,<br />

başkalarını düşünmeyi ve yardım etmeyi de öğütleyerek<br />

sosyal dayanışmayı sağlar. Bu durum fertle toplum arasında<br />

bir denge meydana getirir. İslâm’ın bu dengeyi<br />

sağlamadaki en önemli ilkeleri şu üç kavram etrafında<br />

şekillenir: din kardeşliği, diğergâmlık ve infak. İslâm, irsî<br />

olmasa bile bütün inananları kardeş ilân etmiştir (Hucurat<br />

49/10). “Komşusu açken tok yatan gerçek mü’min değildir.”<br />

(Heysemi, Mecmau’z-zevâid, VIII/167) öğretisiyle<br />

Müslümanlarda diğergamlık duygusunu oluşturmuştur.<br />

Cimriliği kötüleyip yardımlaşmayı, hatta karşılıksız olarak<br />

vermeyi (infak) teşvik etmiştir.<br />

Kapitalizm’in temellerinden birisi ise ferdiyetçiliktir.<br />

Bireycilik bir ölçüde liberal görüşün sonucu olarak<br />

toplumdaki her bireyin kendi çıkarı için çalışmasının<br />

toplum yararına olacağı inancını ifade eder. (Üstünel,<br />

a.g.e., s.73). Sosyalizm’in bir temeli ise toplumculuktur<br />

ve ona göre toplumun çıkarlarını her şeyin önünde<br />

tutmak gerekir. (Üstünel, a.g.e., s.77). Her ikisinde de<br />

gaye, toplumun refahını sağlamaktır, ancak biri fert,<br />

diğeri toplum lehine olacak şekilde dengeyi bozmaktadır.<br />

Sonuçta ise Kapitalizm insanları menfaatleri<br />

üzerinde boğuşturarak ezilmiş sınıflar ve mutlu bir<br />

azınlık meydana getirirken, ona reaksiyon olarak doğan<br />

Sosyalizm, insanın duygu ve düşüncelerini baskı<br />

altında tutarak gayri tabiî ve gayri insanî bir uygulama<br />

tarzıyla içtimâî refahı temin etme yoluna gitmiştir.<br />

3- İnsan-Eşya Münasebetinde Denge<br />

İslâm iktisat düşüncesinin temel hususiyetlerinden<br />

üçüncüsü insan-eşya ilişkisinde denge oluşturmasıdır.<br />

50


Bu dengeyi kurmada en önemli dayanak noktaları ise<br />

İslâm’ın bir taraftan helâl-haram çizgisiyle bir ölçü koyarak<br />

meşrû dairede, maldan istifade esasını getirmesi,<br />

diğer taraftan dünyanın fânîliğini nazara vererek insanı<br />

ihtiras ve ızdırap girdabından kurtarmasıdır. İslâm<br />

insanın eğilimlerini göz önünde bulundurarak maldan<br />

yeterince ve meşru bir dairede istifade etmesine imkân<br />

tanır. Hür teşebbüs ve özel mülkiyete imkân vererek<br />

insanın duygu, düşünce ve kabiliyetlerini geliştirir.<br />

Çünkü bu melekeler de insana Allah’ın bir bağışıdır.<br />

İslâm, Allah’ın bağışı olan bu melekelerin bütün insanların<br />

yararına kullanılması gereğini aşılar. (bkz.<br />

Mannan, İslâm Ekonomisi, s.229). Fakat bunun ötesinde<br />

insanın ihtiraslarını terbiye ederek onu tecavüzkâr<br />

olmaktan ve gayrimeşru yollara düşmekten korur.<br />

İktisadî ahlâkı korumaya yönelik prensipler koyar.<br />

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) "İnsanoğlunun iki vadi dolusu<br />

altını olsa üçüncüsünü de ister." mealindeki hadîsi<br />

(Müslim, Zekât, 39/116, 119) ile işaret ettiği gibi, insan<br />

madde ile tatmin olamayacağından dolayı mânevî tatmin<br />

vasıtaları araması gerektiğini insana öğütler. Sınırsız<br />

tatmin dünyası olan Cennet’in varlığıyla, insanı<br />

teselli ederek, onu kazanmaya teşvik eder.<br />

Kapitalist ve Sosyalist iktisadî düşünce sistemleri<br />

ise eşyadan istifade etmede bir denge oluşturmazlar.<br />

Kapitalizm’in "haz"cı düşüncesi, insana dilediği<br />

gibi istifade etme anlayışı kazandırır. İnsan nazarını<br />

dünya malına çevirdiği için onun maddî eğilimlerini<br />

ve ihtiraslarını kamçılar. İnsanda tecavüzkâr bir yapı<br />

oluşturur. İktisadî ahlâkı ihlâl eder. İnsanın ihtiraslarını<br />

tatmin etmek mümkün olmadığı için onu ızdıraba<br />

sürükler. Sosyalizm ise "zoraki hizmet" anlayışıyla insanı<br />

maldan yeterince istifade etmekten mahrum eder.<br />

Hür teşebbüs ve özel mülkiyeti yasaklayarak insanın<br />

duygularını baskı altına alır. Bu gayri insanı davranışıyla<br />

insanın ruhî durumunu bozarak onu ızdıraba<br />

sürükler.<br />

4- İktisadî Faaliyetin Gayesi<br />

İslâm iktisat düşüncesinin dördüncü hususiyeti iktisadî<br />

faaliyetin ulvî/mânevî bir gayeye dayanmasıdır. İslâm insana<br />

sadece iktisadî etkenlerle hareket eden bir varlık olarak<br />

bakmaz. İslâm’a göre insan, asıl gayesi ibadet olan ve<br />

her türlü davranışına ibadet özelliği kazandıran şerefli bir<br />

varlıktır. İktisadî faaliyetler ise insan için gaye değil sadece<br />

birer sebeptir. İktisadî faaliyetlerin en önemlileri üretim ve<br />

tüketimdir. İslâm, bunları hayatın gayesi değil sadece vasıtası<br />

olarak görür ve yapılan amelin gayesine göre ona değer<br />

verir. İnsanın rızık temini için çalışması, hayatı idame için<br />

yeme içmesi gibi iktisadî fiilleri de bu gaye sebebiyle insana<br />

ibadet sevabı kazandıran bir davranış olur. Bu gerçeği<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) genel<br />

mânâda, “Ameller niyetlere göredir” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy,<br />

1) mealindeki hadîsiyle ifade etmişlerdir. Yani niyet amellere<br />

değer kazandıran mühim bir hususiyettir. Hz. Peygamber’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerinde rızık teminine yönelik<br />

çalışmanın son derece yüceltilmiş olmasının sebebi de<br />

bu çalışmanın ulvi bir gayeye yönelik olmasıdır. Peygamber<br />

Efendimiz’in, önemli ibadetlerin bile affettiremeyeceği bazı<br />

günahları geçim temini için yapılan çalışmanın silip götürdüğünü,<br />

(Sehâvî, Ahsenü’t-Tekâsîm, Beyrut 1994, s. 157);<br />

çalışmaktan elleri nasır bağlayan ve yorgun olarak uyuyan<br />

kimsenin mağfur olduğunu (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ,<br />

İcare 15), helâl rızık temini için çalışmanın Allah yolunda<br />

cihad etmek gibi olduğunu (Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 4/6) beyan<br />

etmesi bu çalışmanın gayesinden kaynaklanmaktadır.<br />

İslâm iktisat düşüncesine göre üretimin gayesi,<br />

insanın Rabbine karşı vazifelerini eda edebilmesi için<br />

hayatını idame etmeye yarayacak vasıtaları elde etmek,<br />

tüketimin gayesi ise insanı Allah’ın bir kulu olarak vazifelerini<br />

ifâya muktedir bir durumda tutabilmektir.<br />

Bu durumda üretim ve tüketim, İlâhî bir gayenin gerçekleşmesi<br />

için sadece vasıtadır. Optimum üretim ve<br />

tüketim miktarı ise, Allah’a karşı mükellefiyetini ifâ<br />

etmek için insanın zaman ve enerjisini maksimum kılan<br />

miktardır. (Münzir, Tasarruf ve Yatırım Fonksiyonları,<br />

s.133). Dolayısıyla insanın çalışmaması, üretime katkıda<br />

bulunmaması İslâm’da hoş karşılanmamış, yemeiçmeyi<br />

terk ederek ibadet edemeyecek kadar kendini<br />

güçsüz düşürmesi veya helâk etmesi Allah‘a isyan olarak<br />

telâkki edilmiştir. İnsanın kendini helâk olmaktan<br />

koruyacak ve ibadete güç kazandıracak kadar yiyipiçmesi,<br />

sıcak ve soğuğa karşı sağlığını koruyacak kadar<br />

giyinmesi farzdır. Nafile ibadetlerle ilim tahsiline güç<br />

kazandıracak kadar yiyip içmesi menduptur. Kuvvetinin<br />

artması için doyuncaya kadar yiyip içmesi mubahtır.<br />

Doyduktan sonra tıka basa yemesi ise haramdır.<br />

(Alâûddin Âbidin, el-Hediyyetü‘l-Alâiyye, s.214).<br />

Kapitalist ve Sosyalist ekonomilerdeki üretim ve<br />

tüketimin sebep ve gayeleri İslâm iktisat düşüncesindekinden<br />

farklıdır. Çünkü bu öğretilerden her ikisi de<br />

üretim, tüketim ve insanın arzularının yerine getirilmesini<br />

hayatın nihai amacı olarak görürler. Kapitalizm<br />

çok çeşitli güdülerin, duyguların, motiflerin etkisi altında<br />

gördüğü, her davranışını menfaatlerinin belirlediğini<br />

düşündüğü insanı, "homo economicus" yani,<br />

ekonomik çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bir<br />

51


varlık olarak kabul etmektedir. (Üstünel, a.g.e., s.91).<br />

Sosyalizm de insanı bir üretim aracı olarak görmektedir.<br />

(S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s.159).<br />

Kapitalizm’in, bir insan modeli olan "homo economicus"<br />

(iktisadî adam) görüşü de, Sosyalizm’in insana<br />

bir üretim aracı olarak bakması da İslâm’ın insan anlayışından<br />

çok uzaktır.<br />

5- İhtiyaç-Kaynak Dengesi<br />

İslâm iktisat düşüncesinin beşinci özelliği ihtiyaçlarla<br />

kaynaklar arasında bir dengenin olduğunu öğretmesidir.<br />

Bunun en temel dayanakları, ihtiyaçların<br />

sınırlı olduğu ve rızkın Allah’ın taahhüdünde bulunduğu<br />

öğretisidir. Ekonomi bilimi ihtiyaçları sınırsız,<br />

kaynakları ise sınırlı gösterir. Bu da insanda ekonomik<br />

kaynakların yetersiz olduğu düşüncesi ve neticede<br />

açlık çekeceği endişesi doğurmaktadır. İslâm ise ihtiyaç<br />

ile arzu arasında ayrım yaparak ihtiyaçları sınırlı,<br />

arzuları sınırsız kabul eder, kaynak bunalımına rızık<br />

gerçeği ile yaklaşımda bulunur. İhtiyaç fizyolojik, arzu<br />

ise psikolojik bir özellik taşır. İslâm fizyolojik açlığı<br />

tatmin, psikolojik açlığı ise terbiye ederek sınırlandırmayı<br />

esas alır. Bunu baskı ile değil kanaati ve eşyadan<br />

iyi yararlanmayı telkin ederek, israf, savurganlık ve<br />

lüksün zararlarını ortaya koyarak yapmaktadır. İslâm<br />

rızık gerçeği ile de kaynakların bir nevi sınırsız olduğunu<br />

ortaya koymaktadır. Çünkü “dünyaya gelen her<br />

canlı kendi rızkıyla gelir ve herkes kendi rızkını yer, hiç<br />

kimse kendi rızkını tüketmeden ölmez. Rızık ilâhî bir<br />

takdirdir ve Allah, yarattığı her canlı için onu garantilemiştir.”<br />

inancını telkin eder. İslâm, insana kazandırdığı<br />

bu inançla, onun hayatı endişeyle değil, güvenle<br />

karşılamasını sağlamıştır.<br />

Sosyalist iktisadî düşünce, insanın ihtiyaçlarını en asgari<br />

seviyede ele alıp sadece onun tatmini için gerekli şeyleri<br />

hazırlamaktadır. Onun arzularına ise fazla bir değer<br />

atfetmemekte ve baskı altında tutmaktadır. Kapitalist ekonomi<br />

düşüncesi ihtiyaçları sınırsız, ihtiyacı tatmine yarayan<br />

kaynakları ise sınırlı göstererek insana hayat endişesi<br />

vermektedir. Arzularını ise terbiye etmek şöyle dursun,<br />

aksine onları kamçılayarak tüketimi had safhaya çıkarmayı,<br />

böylece kaynakların kısa zamanda tüketilmesini ve yenilerinin<br />

üretilmesini hedefler.<br />

6– Düzenleyici Kuralların Menşei<br />

İslâm iktisat düşüncesinin altıncı özelliği ekonomik<br />

hayatı düzenleyen kuralların menşeinin İlâhî olmasıdır.<br />

Bu, İslâm iktisadî düşüncesinin en önemli hususiyetlerden<br />

biridir. Zîrâ insanı bağlayan, yanlış yapmaktan<br />

alıkoyan şey, me’hazin (kaynağın) kutsallığıdır. Böylece<br />

ekonomik düzeni ifsad edici pek çok menfi müessirin<br />

önüne geçilmiş olur. İslâm iktisadında uygulanan<br />

düzenleyici ekonomik kuralların kaynağı İlâhî iken<br />

Kapitalist ve Sosyalist sistemlerde toplumun iktisadî<br />

düzeni için uygulanan kuralların kaynağı beşerîdir. Bu<br />

yüzden de aralarında tesir farkı vardır.<br />

İslâm ekonomik sistemi gereği piyasanın denetimi ve<br />

gerektiğinde müdahale İslâmî değerlerle donanmış toplumda<br />

karşılığını hemen bulur ve göstermesi gereken tesiri<br />

kalıcı olarak gösterir. Bu sebeple daha etkin ve daha<br />

uzun ömürlüdür. Oysa Sosyalist ve Kapitalist ekonomik<br />

sistemlerde piyasaya müdahale topluma dıştan ve zorla<br />

empoze edilir, tesiri de zayıf kalır. (Manan, a.g.e., s.292-<br />

293). Bu çerçevede İslâm, özgür ve düzenli bir ticaret<br />

ortamı için birtakım emirler vermiş, bu ortamı olumsuz<br />

yönde etkileyen bütün faktörleri de yasaklamıştır. Ticarette<br />

dürüstlük, zekât, öşür gibi malî infaklar emredilmiştir.<br />

İsraf, faiz, ihtikâr (stokçuluk), gabn (ticarette başkasını<br />

aldatma), telakki-i rukban (üreticiyi pazarın dışında<br />

karşılayıp malını ucuza alıp, pazarda pahalıya satma) ve<br />

insanların gözlerini boyayıcı reklâmlarla aldatma yasaktır.<br />

Allah yolundan ayrılan, namuslu ve doğru davranmayan<br />

tüccarların günahkâr oldukları ve ahirette cezalandırılacakları,<br />

doğru ve iyi olanların mükâfatlandırılacakları bildirilmiştir.<br />

(Heysemî, a.g.e., IV/72)<br />

Sonuç<br />

Sonuç olarak söyleyecek olursak, İslâm iktisat<br />

düşüncesi İslâm’ın kendine has inanç, amel ve ahlâk<br />

düsturlarıyla bezelidir. Bu yüzden “Müslümanların<br />

iktisadî hayatıyla onların iman ve ahlâkları arasında bir<br />

ayrım yapmak oldukça zordur.” (F. Gülen, Enginliğiyle<br />

Kendi Dünyamız, s. 233). İslâm’da iktisat düşüncesi ve<br />

bu çerçevede oluşan ekonomik sistemi, ne Kapitalizm,<br />

ne de Sosyalizm gibidir; bunlardan ayrı, kendine has<br />

maddî-mânevî faktörlerin ahenkli bir karışımından<br />

meydana gelmektedir. İslâm iktisat düşüncesine dair<br />

tespit ettiğimiz yukarıdaki özellikler Kapitalist ve Sosyalist<br />

ekonomi düşüncelerinin öğreti ve pratiklerinden<br />

tesir ve neticeleri bakımından son derece yüksektir.<br />

Sömürüye dayanan, sosyal hayatta mutlu bir azınlık<br />

ve ezilmiş bir sınıf doğuran Kapitalizm ile baskıcı ve<br />

gayri tabiî bir düzen olan Sosyalizm’in sunmuş olduğu<br />

ekonomik hayat tarzlarının İslâm’ın sunmuş olduğu<br />

dürüstlük ve kardeşlik esasına dayalı âdilane ekonomik<br />

hayat tarzından ne kadar uzak olduğu pratikte de<br />

açıkça görülebilir.<br />

*Hitit Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

mmert@yeniumit.com.tr<br />

52


YENi ÜMiT<br />

Dr. Ergün ÇAPAN-Cemal TÜRK*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bilinmeyen Bir Yönü:<br />

DERS VE TEDRİS METODU-2<br />

Geçen sayıda yayımlanan bir makalede Fethullah Gülen<br />

Hocaefendi’nin İslâmî ilimlerin değişik sahalarında okuttuğu<br />

kitaplar hakkında –bildiğimiz ve ulaşabildiğimiz kadarıyla-<br />

bilgi vermeye çalışmıştık. Bu yazıda ise, Hocaefendi’nin<br />

ders ve tedris metodu üzerinde durmak istiyoruz.<br />

Öncelikle belirtelim ki bu yazı, Hocaefendi’nin “vicâhî kültür”<br />

diyebileceğimiz ders ve tedris metodunu, huzurunun atmosferini,<br />

ufkunu, heyecanını ve insibağını enginliğiyle satırlara dökmekten<br />

ve yansıtmaktan uzaktır. Zîrâ huzur ve huzurun varidatı<br />

bizzat yaşanır, duyulur ve hissedilir. O iklimden istifade de şahısların<br />

seviyesine, niyetine, konsantrasyonuna, herkesin istidadına<br />

vâbestedir. Bununla birlikte bir fikir vermesi açısından muttali<br />

olabildiğimiz ölçüde muhterem Hocaefendi’nin takip ettiği ders<br />

ve tedris metodunu hecelemek istiyoruz.<br />

Genelde medreselerde ve bir mânâda onların devamı diyebileceğimiz<br />

ders meclislerinde ders ve tedris metodu; hocanın<br />

dersi takrir etmesi, talebelerin de dinlemesi ve soru-cevap çerçevesinde<br />

karşılıklı müzakere etmesi şeklindedir. Yine bu usulde<br />

bir sonraki derste bir önceki dersin hulâsası verilerek yeni derse<br />

geçilir. Bunun yanında medrese eğitim ve öğretim sisteminde<br />

dersten sonra hocanın ders verdiği yerlerin, yardımcısı (muîd)<br />

veya önde gelen talebeleri tarafından öğrencilere müzakere ettirilmesi<br />

de söz konusudur. Günümüz ilâhiyat eğitiminde yaygın<br />

olan ders ve tedris metodu ise, genellikle hoca tarafından hazırlanan<br />

ders notlarının öğrenciye takrir edilmesi, ders esnasında<br />

sorulan sorulara cevap verilmesi ve yazılı veya sözlü imtihandan<br />

geçme şeklindedir.<br />

Medrese eğitim sisteminde yetişen hocalardan ders alan<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi, yarım asrı geçen tedris hayatında<br />

talebenin seviyesine göre bir usûl takip etmiştir/etmektedir. Talebenin<br />

tedrisata yeni başladığı dönemlerde daha çok takrir usulü;<br />

dile ve âlet ilimlerine vukufiyeti nispetinde ise ders halkasındaki<br />

talebelerin dersi Hocaefendi’ye arz etmesi şeklinde olmuştur.<br />

Bu metodun pratik uygulaması şu şekildedir: Talebelerin derse<br />

gelmeden önce mümkün mertebe daha bilgili ve tecrübeli bir<br />

veya birkaç talebenin rehberliğinde okunacak yere hazırlanması<br />

ve dersi Hocaefendi’nin huzurunda okuması, arz etmesi<br />

Hocaefendi’nin de yer yer izahlarda bulunması, sorulan sorulara<br />

cevap vermesi, ulemanın yaklaşımlarına saygı içinde kendi<br />

yorumlarını eklemesi şeklindedir. Hocaefendi, bu ders usulüne<br />

tevazu ve mahviyetinin tabiî bir sesi olarak “Arkadaşlarla kitap<br />

müzakere ediyoruz.” dese de bir üstad-talebe ilişkisinin olduğu<br />

şüphesizdir. Müzakereyi, talebenin derste okunan konuları iyi<br />

takip ederek değişik eserlerle mukayese etmesinin yanında aktif<br />

katılımı, istifsar ve izah endeksli soru sorması şeklinde anlamak<br />

da mümkündür.<br />

Ayrıca Hocaefendi kendisine tevcih edilen hiçbir soruyu cevapsız<br />

bırakmamaktadır. Peygamber Efendimiz’in “Güzel soru<br />

ilmin yarısıdır.” 1 mealindeki hadîsinde buyurduğu gibi yerinde<br />

ve güzel soru sormak dersten istifade adına çok önemlidir.<br />

Bu genel girişten sonra her bir ilim dalı ile ilgili takip edilen<br />

usule geçmeden önce, ders halkasında okunacak kitapların seçiminden<br />

ve dersin zamanından bahsetmek istiyoruz.<br />

Kitapların Seçimi<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi, her işinde olduğu gibi ders<br />

mevzuunda da insanların bir işe gönlüyle yönelmesine, isteyerek<br />

yapmasına çok önem vermekte ve hissiyatlarını gözetmektedir.<br />

Bu itibarla da onların derse ve okunacak kitaba ilgisine önem<br />

vermektedir. Hocaefendi, herhangi bir sahada kitap okutmak<br />

istediğinde talebelerine çoğu zaman “Bu konuda şu şu özellikte<br />

kitaplar var, bunlardan tercih ettiğiniz birisini okuyabiliriz.”<br />

dediği gibi bazen de kendisinin çok önemli gördüğü bir kitabın<br />

özelliklerinden bahsederek onu nazara verir. Meselâ, Kenzü’l-<br />

Ummal’ın en kapsamlı hadîs kitaplarından biri olduğunu, ders<br />

kitabı olarak hızlıca okunabileceğini değişik zamanlarda ifade etmiştir.<br />

Böylelikle zaman içerisinde talebelerin o kitaba ilgi duyup<br />

okuma iştiyakı izhar etmeleri üzerine de ders kitabı yapmıştır.<br />

Bazen de el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu kitabında olduğu gibi<br />

talebelerin isteğinin Hocaefendi’yle iktiran etmesi üzerine okunmaya<br />

karar verilmiştir.<br />

Ders Okutma Zamanı<br />

Dersler genelde sabah namazından öğle namazına kadarki<br />

zaman diliminde olur. Öğleden sonra da pek çok zaman ders<br />

yapılmıştır. Bir dönemde dersler, kahvaltıdan bir müddet sonra<br />

başlayıp öğleye kadar devam etmiştir. Bir başka dönem ise,<br />

sabah namazından sonra başlanıp arada kahvaltı molası verildikten<br />

sonra devam etmiştir. Bir zaman, bunlara ilâve olarak sabah<br />

namazından bir saat önce başlanıp namaza kadar ders okunduğu<br />

olmuştur. Nitekim Tuhfetü’l-Ahvezî bu şekilde bitirilmiştir.<br />

Kenzü’l-Ummal’ın on cildi bir ramazanda okunmuştur. Sabah,<br />

akşam, teravih namazlarından ve sahurdan sonra olmak üzere<br />

günde yaklaşık 7–8 saat ders yapılmıştır.<br />

Talebenin Önceden Derse Hazırlıklı Gelmesi<br />

Talebe derste okunacak kitaplara iyice çalışır; ibareleri çözerek<br />

mânâsını anlamaya çalışır. Bunun için de başta Müncid,<br />

Mucemu’l-Vasît, Lisanu’l-Arap, Tâcu’l-arus gibi lügatlere, tefsirlere,<br />

şerhlere, fıkıh kitaplarına ve ihtiyaç duyulan kaynaklara<br />

müracaat ederek elden geldiğince hazırlanır. Derste okunacak<br />

metinlerde irab hatası ve herhangi bir kelimeyi yanlış okumamak<br />

için çalışır. Gerektiğinde bu konuda yazılmış kitaplara müracaat<br />

ederek hazırlanır. Özellikle başta Kur’ân âyetleri olmak üzere<br />

53


hadîs metinlerinin doğru okunması ve râvilerinin isimlerinin<br />

doğru telaffuz edilmesi Hocaefendi’nin hassasiyetle üzerinde<br />

durduğu konulardandır. Bu husustaki yaklaşımı şu şekildedir:<br />

“Arapçayı yanlış okuyabilirsiniz; ama âyetleri yanlış okumayın.”<br />

Başta böyle bir hazırlıkla derse gelen talebe Hocaefendi’nin<br />

huzurunda metni okur, Hocaefendi dinler ve tashih edilmesi<br />

gereken yerlerde çok nazikçe ve mahcup bir edayla doğrusunu<br />

fısıldar. Dersler esnasında Hocaefendi, zaman zaman metin içerisinde<br />

tahkik edilmesi gereken bir yerle karşılaşıldığında onun<br />

üzerinde ısrarla durur. O ânda o konu ile ilgili kaynak kitapları<br />

getirtir ve meseleyi onlardan izah eder. Veya bir sonraki derse yetiştirilmek<br />

üzere kaynaklara bakılmasını ister. Okunan kitaplarda<br />

talebenin sorduğu yerlere ulemanın genel yaklaşımını saygıyla<br />

ifade ettikten sonra özellikle günümüze bakan yönleriyle kendi<br />

yorumlarını da seslendirir. Zaten derslerin en cazip yönlerinden<br />

biri de Hocaefendi’nin bu açıklamaları ve yorumlarıdır. Bu da<br />

talebelerin merakına, seviyeli soru sormasına ve ufkuna bağlıdır.<br />

Zîrâ Hocaefendi, konuları muhatapların ufkunu, seviyesini ve<br />

anlayışını nazar-ı itibara alarak izah etmektedir. Hocanın metni<br />

okuyarak açıklaması şeklindeki yaygın takrir usulü yerine böyle<br />

bir ders okutma tekniğinin seçilmesinin şüphesiz pek çok faydası<br />

vardır. Görebildiğimiz kadarıyla bu yöntem, talebeyi daha fazla<br />

dersin içine çekmekte, daha aktif hâle getirmekte ve talebenin<br />

daha güzel yetişmesine zemin hazırlamaktadır.<br />

Bu şekilde seri bir metin okuyarak ders okumanın faydalarını<br />

şöyle sıralayabiliriz:<br />

Talebenin metin ve ibare korkusunu aşması, kitaplara âşina<br />

olması,<br />

Seri kitap okuma melekesini geliştirme,<br />

Çok daha fazla kitap ve metin okumayı temin etme,<br />

İslâmî ilimlerin temel kitaplarına karşı talebede güven<br />

oluşturma,<br />

İlimlere mahrutî bir bakış açısı ve ansiklopedik bilgi<br />

kazandırma,<br />

Metin ve ibarelerdeki kavramlara, farklı fikir ve kanaatlere,<br />

münazara ve metotlara talebeyi âşina kılma…<br />

Bu şekilde seri okuma talebeye öncelikle neyin nerede olduğunu<br />

bellemeyi, onun küllî bir bakış açısı kazanmasını ve<br />

ihtiyaç ânında aradığı bilgiye ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. 2<br />

Bu usulle yaklaşık 3–4 veya 2–3 saatlik bir derste 40–50 sayfa<br />

metin okunmaktadır. Bu arada Hocaefendi’nin sabırla talebelerini<br />

dinlemesi, sık sık müdahale etmemesi ders okutma<br />

tekniği adına oldukça önemlidir.<br />

Ayrıca Hocaefendi okunan yerlerin analitik bir yaklaşımla<br />

okunmasına da çok önem verir. Buna günümüzün ifadesiyle<br />

“sorgulayarak okuma” da denebilir. Fakat “sorgulama” derken<br />

selef-i salihine, âlimlere saygısızlık mânâsına değil, yazılanların<br />

vahyin mantığına, dinin muhkematına, rivayet kriterlerine, akl-ı<br />

selime test ettirilerek okunması ve aynı zamanda çağın varidatının<br />

da bu süzgeçlerden geçirilerek yeni yorumlara ulaşılmasıdır.<br />

Bütün bunlarla birlikte talebenin okuduğunu anlaması,<br />

tahlil etmesi, hayatına hayat kılması ve tabiatının bir derinliği<br />

hâline getirip, yaşadıklarını gönlünün diliyle seslendirmesi<br />

Hocaefendi’nin sürekli vurguladığı en temel hususlardandır.<br />

Çok mücbir sebep olmadıkça Hocaefendi’nin ders halkasında<br />

başlayıp da bitiremediği kitap yok denecek kadar azdır.<br />

Ders Okumaya Başlangıç<br />

Derslere her zaman besmele, hamdele ve salvele ile Cenâb-ı<br />

Hakk’a teveccüh edilerek başlanır. Okunan dualardan bazıları<br />

şunlardır:<br />

الحمد للهّ‏ رب العالمين والصالة والسالم على سيدنا محمد و على<br />

آله وصحبه أجمعينَاللَّهُمَّ‏ رَبَّنَا زِدْنَا عِ‏ لْمً‏ ا وَإِيمَ‏ انًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّالً‏ وَتَسْ‏ لِيمً‏ ا<br />

وَتَفْوِيضً‏ ا وَثِقَةً‏ وَاطْ‏ مِ‏ ئْنَانًا واعْ‏ تِمَ‏ ادًا عَ‏ لَيْكَ‏ وَاِخْ‏ الَصً‏ ا وَوَفاَءً‏ وَصَ‏ دَاقَةً‏<br />

وَمَعْرِفَةً‏ وَمَحَ‏ بَّةً‏ وَعِشْ‏ قًا وَاشْ‏ تِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ‏ وَعِفَّةً‏ وَعِصْ‏ مَةً‏ وَفَطَانَةً‏<br />

وَحِ‏ كْ‏ مَ‏ ةً‏ وَحَ‏ افِظَ‏ ةً‏ دَائِمَ‏ ةً‏ وَصِ‏ حَّ‏ ةً‏ دَائِمَ‏ ةً‏ كَامِلَةً‏ وَعَ‏ افِيَةً‏ دَائِمَ‏ ةً‏ كَامِلَةً‏ وَقَلْباً‏<br />

سَ‏ لِيماً‏ اَللَّهُمَّ‏ حَ‏ وْالً‏ وَ‏ قُوَّةً‏ مِنْ‏ حَ‏ وْلِكَ‏ وَقُوَّتِكَ‏ يَا أَرْحَ‏ مَ‏ الرَّاحِ‏ ميِنَ‏<br />

“Rabbimiz bizim ilim, iman, yakîn, tevekkül, teslim, tefvîz,<br />

sika, itmi’nan, ihlâs, vefa, sadakat, mârifet, muhabbet, iffet, ismet,<br />

fetanet, hikmet, hafıza ve Sana olan itimadımızı, Sana kavuşma<br />

aşk ve iştiyakımızı artır Allah’ım. Allah’ım, Sen’den kâmil<br />

ve dâim sıhhat ve afiyet, selim kalb istiyoruz. Allah’ım, havl ve<br />

kuvvetinden bize lutfet. Ey erhamürrahimin.”<br />

اَللَّهُمَّ‏ افْتَحْ‏ عَ‏ لَيْنَا حِ‏ كْ‏ مَ‏ تَكَ‏ وَانْشُ‏ رْ‏ عَ‏ لَيْنَا رَحْ‏ مَ‏ تَكَ‏ يَا ذَا الْجَ‏ الَلِ‏ وِاإلْ‏ ‏ِكْ‏ رَامِ‏<br />

آمَنْتُ‏ بِاللِ‏ الْوَاحِ‏ دِ‏ اْألَحَ‏ دِ‏ اْلحَ‏ قهِّ‏ المْ‏ بُِينِ‏ الَّذِي الَ‏ شَ‏ ريِكَ‏ لَهُ‏ وَكَفَرْتُ‏ بِمَ‏ ا<br />

ِ رْ‏ رَبهِّ‏ تَمهِّ‏ مْ‏ بِالْخَ‏ يْرِ‏ وَبِهِ‏ نَسْ‏ تَعيِنُ‏<br />

ِ رْ‏ وَالَ‏ تُعَسهّ‏<br />

سِ‏ وَاهُ‏ رَبهِّ‏ يَسهّ‏<br />

“Allah’ım, bize hikmet kapılarını aç. Rahmetini üzerimize<br />

yağdır ey Celâl ve İkram sahibi. Vahid, Ehad, Hakk, Mübin<br />

olan Allah’a iman ettim. O’nun şeriki yoktur. O’nun dışındaki<br />

O’nun ulûhiyet ve rububiyetine şerik addedilen her şeyi reddettim.<br />

Rabb’im kolaylaştır, zorlaştırma. Rabb’im hayırla tamamla.<br />

Sadece O’ndan yardım isteriz.”<br />

Hocaefendi yeni bir kitaba başlandığı zaman kitabın<br />

künyesi dâhil, takriz, takdim, mukaddime hepsini okur.<br />

Şimdi Hocaefendi’nin tedris metodunu her ilim dalına<br />

göre ele almak istiyoruz.<br />

Arapça Grameri<br />

Hocaefendi hemen hemen her talebe grubuna Arapçanın<br />

gramer yapısı ile ilgili bir kitap okutmuştur. Okutulan kitaplar<br />

daha önceki makalede liste hâlinde zikredilmişti. Bunlardan<br />

özellikle İmam Birgivî’nin İzhar isimli gramer kitabını ilk dönemlerde<br />

değişik seviyedeki talebelere birkaç kez takrir usulüyle<br />

okutmuştur. Özellikle bu derslerden birisi çok geniş bir izhar şerhi<br />

mahiyetindedir. Sesli bir kitap olarak kaset ve mp3 formatında<br />

kayıtları mevcuttur.<br />

Arapça gramer kitapları okunurken genelde şöyle bir metot<br />

takip edilmiştir. Hocaefendi, Arapça kelimelerin kök, mazi,<br />

muzari ve değişik türevlerinin geldiği kalıplara ve fiillerin aldığı<br />

harf-i cerler ile kazandıkları mânâlara, isimlerin doğru okunmasına,<br />

şiirlerin tercüme edilmesine ve hangi noktadan istişhad edil-<br />

54


diğine dikkat edilmesini tavsiye ettiğinden talebeler de ona göre<br />

derse hazırlanarak gelmeye gayret ederler. Derste konuyu okur,<br />

tercüme eder, verilen örneklerin irabını, varsa o konu ile ilgili<br />

alıştırmaları yaparlar. Okunan ders bir sonraki günde genellikle<br />

dersin başında birkaç talebe tarafından özet olarak arz edilir.<br />

Hocaefendi, Arapça gramerini bin beyitte manzum anlatan<br />

İmam Malik’in Elfiye’sini talebelere ezberletmek istemiştir. Şöyle<br />

ki, ilgili kitabın Şerh ibn-i Akil adlı şerhini okuturken okunan<br />

beyitlerin bir sonraki dersin başında her talebeden ilk baştan en<br />

son ezberlenen yere kadar dinlemiş, 40–50 beyit ezberlendikten<br />

sonra talebelere ağır gelmesi üzerine “hafızalar top atmış” diyerek<br />

bırakmış, kitabı okumaya devam etmiştir.<br />

Belâgat ilmine gelince, Hocaefendi’nin tespiti ile günümüzde<br />

bu ilim Kur’ân ve Sünnet’in enginliklerine açılıp yeterince<br />

istifadeye medar olabilecek bir olgunlukta tahsil edilmemektedir.<br />

Belâgate dair bir eser okunurken gramerde olduğu gibi bir<br />

metot takip edilmiştir.<br />

Lügate Bakma<br />

Hocaefendi zaman zaman “Sizleri bilmiyorum; ama ben<br />

her gün sözlükten birkaç kelimeye bakarım.” der. Talebelerinin<br />

de dilin doğru öğrenilmesi ve kelimelerin nüanslarıyla bellenmesi<br />

adına sık sık lügate başvurma alışkanlığını kazanmalarını ister.<br />

Meselâ dilimizde k-z-b maddesinin mastarı ve ismi daha çok<br />

“Kizb” olarak bilinir ve öyle kullanılır. Hocaefendi, “kezib” masdarının<br />

daha fasih olduğunu zîrâ Kur’ân’da bu kelimenin birkaç<br />

âyette “kezib” şeklinde geçtiğini 3 ayrıca lügatlerde de kelimenin<br />

masdarları verilirken ilk sırada onun verildiğine 4 dikkat çekmiştir.<br />

Derste devamlı yanında el-Müncid bulunur. İhtiyaç anında<br />

Lisanu’l-Arab, Tacu’l-arûs, en-Nihaye fi garibi’l-hadîs gibi kaynaklara<br />

da müracaat eder. Arapça bir kelimenin Türkçe karşılığını<br />

bulmak için de Âsım Efendi’nin Kamus-u Okyanus’u, Ahter-i<br />

Kebir gibi lügatlere başvurur, talebelerine onlara baktırır. Farsça<br />

kelimeler için Ferheng-i Farisî gibi lügatlere müracaat edilir. Misalli<br />

Büyük Türkçe Sözlük adlı 3 ciltlik lügati beğendiğini ve sık<br />

sık başvurduğunu da ifade etmiştir.<br />

Hadîs ve Usulü<br />

Hocaefendi, hemen her gruba mutlaka hadîs kitaplarından<br />

birisini okutmuştur. Daha önce Hocaefendi’nin okuttuğu eserleri<br />

anlatan makalede geçtiği üzere Kütüb-i Sitte gibi temel hadîs<br />

kitaplarının tamamını okutmanın yanında bazılarını (Buharî<br />

gibi) defaatle okutmuştur. Bununla birlikte Kenzü’l-Ummal,<br />

Umdetü’l-Kârî, Fethu’l-Bârî gibi şerh ve müracaat kitaplarını da<br />

baştan sona ders kitabı olarak okutmuştur.<br />

Hadîs kitaplarını okutma usulü şöyledir: Dersten önce talebeler<br />

okunacak yerlerdeki hadîs-i şerîfleri gerektiğinde şerhlere,<br />

en-Nihaye fi Garibi’l-Hadîs gibi kitaplara, Lisanu’l-Arab ve<br />

Tacu’l-Arus gibi temel lügatlere bakarak hazırlıklı olarak gelir.<br />

Günümüzde pek çok kitap elektronik ortama aktarıldığından<br />

bilgiye kısa sürede ulaşılmaktadır. Talebeler bu imkândan da istifade<br />

ederek derse hazırlıklı olarak gelir ve derste seri bir şekilde<br />

okur, Hocaefendi de dinler. Gerekli yerlerde izah ve yorumlarda<br />

bulunur, sorulan sorulara cevap verir. Özellikle ulemanın yorum<br />

ve yaklaşımlarına saygı ve istifadeyle birlikte kendi yorumlarını<br />

talebelerle paylaşır.<br />

Hadîs okuturken sadece sahabi ravisinin değil senedin tamamının<br />

okunmasına, ravilerin isimlerinin ve hadîs metninin<br />

doğru telâffuz edilmesine çok önem verir. Hadîs-i şerîf metni<br />

veya ravisiyle ilgili yanlış okuma olduğunda “Benim aklımda şu<br />

şekilde kalmış kaynaklara bir bakalım.” diyerek doğrusunu araştırmaya<br />

yönlendirir.<br />

Sözgelimi bazen Türkçe tercümelerde tâbiinin büyüklerinden<br />

Ubeydetü’s-Selmanî diye yazılan ismin doğru telaffuzunun<br />

kaynaklarda Abîdetü’s-Selmanî şeklinde geçtiğini yine asr-ı saadette<br />

meşhur bir kabile olan “Benî Selime”nin “Benî Seleme”<br />

diye galat-ı meşhur olarak okunduğuna dikkat çekmesi bu konuda<br />

örnek olarak zikredilebilir.<br />

Bir hadîs geçtiğinde sıhahta yer almayan bir hadîs ise -ki<br />

Hocaefendi’nin onu hemen fark ettiğine çok şahit olunmuşturonun<br />

geçtiği esas kaynak kitabın hangisi olduğunu, cerh ve tadil<br />

ulemasının hakkındaki kritiğini araştırtır. Ravi ve hadîs ile ilgili<br />

Tehzibu’t-Tehzib, Kâşif, Mizanü’l-İ’tidal, Siyer-i A’lami’n-Nübela,<br />

Mecmaü’z-Zevaid, el-Metalibu’l-Aliye gibi kitaplara baktırır.<br />

Halk arasında meşhur bir hadîs ise Keşfu’l-hafa, el-Makasıdü’l-<br />

Hasene gibi kitaplara bakılmasını tavsiye eder, talebeler de bakar.<br />

Hadîs-i şerîflerin birinci derecede geçtiği kaynaklara ulaşılması<br />

konusunda hassastır. Talebelerin de ona göre derse gelmeden<br />

çalışmalarını ister.<br />

Hadîs kitapları ile ilgili bu genel ders okuma usulünden<br />

sonra ulaşabildiğimiz kadarıyla okutulan kitaplardan en önde<br />

gelenlerinin nasıl bir metotla okunduğunu anlatalım. Buhârî’nin<br />

Sahih’ini defaatle okutan Hocaefendi, Kur’ân-ı Kerîm’den sonra<br />

dinin en önemli referans kitabı kabul edilen bu güzide eseri onun<br />

meşhur şerhleri ile ders halkasında okumuş ve okutmuştur.<br />

Umdetu’l-Kârî fi Şerhi’l-Buhârî (20 cilt) Buhârî’nin en<br />

önemli şerhlerinden biridir. Nakil ve tahkik yönünden Buhârî<br />

üzerine yapılan şerhlerin en hacimlisi, tetkik ve analiz açısından<br />

da en derli toplu olanıdır. Farklı mezheplerin görüşlerini zikretmekle<br />

birlikte Hanefi mezhebinin yaklaşımları esas alınarak yazılmış<br />

mükemmel bir şerhtir.<br />

Umdetü’l-Kârî değişik zamanlarda farklı talebelerle iki kere<br />

okunmuştur. İlkinde talebeler Buhârî’nin metninden hadîsi<br />

şerîfleri okumuş, Hocaefendi de şerhten lüzumlu gördüğü yerleri<br />

talebelere okuyarak mütalâa ve müzakerelerde bulunmuştur.<br />

Şöyle ki; Hocaefendi hadîste geçen garib kelimelerin izahını, ravilerden<br />

isminin okunuşu ile ilgili ihtiyaç duyulan yerleri, hadîsin<br />

ihtiva ettiği mânâ zenginliklerini ve hadîsten çıkarılan hükümler<br />

kısmını okumuştur.<br />

Hocaefendi, hadîs ricalinin isimlerinin doğru bellenmesine,<br />

hayatlarına, haklarında yapılan değerlendirmelerin bilinmesine<br />

çok önem verir. Gençliğinde kendisi pek çok hadîs ravisinin<br />

çok kısa ve özlü bir biyografisini deftere yazarak ezberlemiştir.<br />

Özellikle de hadîs derslerinde rical üzerinde hassasiyetle durmuş,<br />

şerhlerdeki bilgilere ilâve olarak teracim ve tabakat kitaplarından<br />

55


notlar düşmüştür. Daha sonra başka bir grupla yine Buhârî,<br />

Umdetü’l-Kârî şerhi ile birlikte okunmuştur. Şöyle ki talebeler<br />

derse gelmeden önce hadîste geçen ravileri Zehebi’nin el-Kâşif<br />

adlı rical kitabındaki sistemi esas alarak her bir râvi için ayrı bir fiş<br />

hazırlamışlardır. Bu hazırlanan fişte râvinin hadîs aldığı hocaları,<br />

talebeleri, kendisinden hadîs rivayet edenler ve hakkındaki cerh<br />

ve tadil âlimlerinin görüşleri de not edilmiştir. Bu şekilde talebe<br />

tarafından hazırlanan fişler, derste hadîsin senet ve metni okunduktan<br />

sonra Hocaefendi tarafından okunmuştur.<br />

Fethu’l-Bârî fi Şerh-i Sahihi’l-Buhârî (14 cilt): Hocaefendi<br />

bir müddet sonra farklı bir ders gurubu ile birlikte Buhârî’nin,<br />

bu meşhur şerhini baştan sona kadar okutmuştur. Okuma metodu<br />

daha önce Buhârî’nin Umdetu’l-Kârî şerhinde takip edilen<br />

metotla temelde aynı olmakla birlikte yapılan ilâveler vardır.<br />

Hadîs ravileri okunurken Zehebî’nin el-Kâşif’i esas alınmakla<br />

birlikte, Tehzibü’t-Tehzib, Siyer-i A’lâmi’n-Nübelâ, Hilyetü’l-<br />

Evliya, Sıfatu’s-Safve, İbn-i Sa’d’ın Tabakat’ı gibi kitaplardan<br />

istifade edilerek ravinin hocaları, kendisinden rivayet edenler,<br />

çarpıcı faziletlerinden kareler, rivayet ettiği hadîslerden örnekler,<br />

cerh ve tadil ulemasının hakkındaki kanaatleri gibi haklarındaki<br />

bilgiler zenginleştirilerek bu sefer fişlere değil de bilgisayar ortamında<br />

word dosyasına yazılarak ve ders esnasında sinevizyondan<br />

perdeye yansıtılarak talebelerin okuması şeklinde olmuştur.<br />

Rivayet zincirinde yer alan sahabilerin kısa bir biyografisinin<br />

yanında hayatlarından zühd, ibadet, takva, adanmışlık ruhu ile<br />

ilgili günümüze mesaj olacak kareler arz edilmiş, rivayet ettikleri<br />

hadîslerden misâller verilmiş ve kendilerinden hadîs rivayet<br />

edenler zikredilmiştir.<br />

Ravilerle ilgili bilgiler okunurken bazı yerlerde Hocaefendi<br />

kısa ilâveler yapmıştır. Meselâ Hz. Âişe’nin (r.anhâ) künyesi<br />

“Ümmü Abdillah el-Fakîhe” diye kitaplarda geçmektedir.<br />

Hocaefendi, bu ifadenin yanına وهي أم عباد الل أجمعين O“<br />

Allah’ın kullarının hepsinin annesidir.” kaydını koydurmuştur.<br />

Günümüzde pek üzerinde durulmayan ve genelde hadîs okunurken<br />

sahabi ravisinden çoğu zaman da metinden başlanılarak<br />

okunan bir dönemde Hocaefendi’nin hadîsleri senetleriyle<br />

birlikte okutması, hadîs ricalini talebelere tanıtma, sevdirme ve<br />

belletme gayreti fevkalâde önemlidir. Arap âleminin önde gelen<br />

ilim adamlarından bazılarına Hocaefendi’nin hadîsleri böyle<br />

ricali ile birlikte okutması anlatıldığında bu durum onların<br />

çok ciddi dikkatlerini çekmiş hayret, hayranlık ve takdirlerini<br />

ifade etmekten kendilerini alamamış ve “Bu ilim bizde bile indiras<br />

olup gitti. Hadîs ricalini okutan pek yok. Hocaefendi’nin<br />

bu kadar önem verip bu şekilde okutması bu ilmin yeniden<br />

ihyâsı adına çok önemli.” demişlerdir.<br />

Sahabe ve hadîs ricalini çok iyi tanıyan ve onları kalbinde,<br />

kafasında ve gönül dünyasında ilim, irfan, ibadet ve adanmışlık<br />

modeli olarak sürekli en aziz bir misafir gibi ağırlayan Hocaefendi,<br />

sesine-soluğuna kulak veren herkese ve özellikle derslerinde<br />

bulunanlara bu insanları tanıtmak, öğretmek, belletmek<br />

için her türlü argümanı değerlendirmiştir. Âdeta bu insanların<br />

ilme olan düşkünlüklerinin, Allah’a kulluktaki derinlik, ibadet,<br />

takva ve ilim tahsilinde rıza-i ilâhiye kilitlenmelerinin talebeye<br />

hüsnü misâl olmasını ve bu portrelerin talebenin ruhlarına bir<br />

yolunu bulup akmalarını istemektedir. Vaazlarında, sohbetlerinde,<br />

kitaplarında başta sahabe olmak üzere selef-i salihinin model<br />

olarak zikrettiği gibi derslerde de hadîs okudukça o hadîsi rivayet<br />

eden sahabi ve diğer hadîs ravilerini en önemli hususiyetleri ile<br />

hazırlanan tanıtım şekliyle tekrar ettirerek talebelerinin hafıza ve<br />

şuuraltlarına nakşetmek istediği anlaşılmaktadır.<br />

Sünen-i Ebî Davud: Hocaefendi, bu kitabı birkaç kez talebeleriyle<br />

okumuştur. Bu okumaları ilgili kitabın Bezlü’l-mechud<br />

ve Menhelü’l-azbi’l-mevrud adlı şerleriyle birlikte yapmıştır. Talebelerin<br />

hadîsin sened ve metnini okumasından sonra şerhten<br />

kelime izahı, ravi kritiği, hadîsin şerhi ve başka hadîslerle mukayesesi<br />

ve hadîsten çıkarılan ahkâm ve nükte gibi kısımlardan<br />

okuyarak çoğu zaman bir soru üzerine yer yer de bir girizgâh<br />

bularak kendi yorumlarını seslendirmiştir.<br />

Sünen-i Tirmizî: Hocaefendi’nin farklı bir metotla okuduğu<br />

bir hadîs kitabıdır. Hocaefendi, Tirmizî’nin Avnü’l-Ma’bud adlı<br />

şerhini daha önce kendisi mütalâa ettiğinden bir grup talebeye<br />

de Tuhfetü’l-ahvezî (10 cilt) şerhini okutmuştur. Kitapta yer yer<br />

Hanefî mezhebinin yaklaşımlarının delillerini tenkid ettiği kısımları<br />

da bir talebesine Tehanevî’nin Hanefî fıkhını oldukça geniş<br />

ve müdellel ele aldığı İ’lâü’s-Sünen adlı kitabını vererek mukayese<br />

etmesini ve ilgili mezhebin o konudaki yaklaşım ve delillerini<br />

derste yeri geldiğinde özetle söylemesini istemiştir. Talebe<br />

de elden geldiğince bunu yapmaya çalışmış ve Tuhfetü’l-Ahvezî<br />

bu şekilde okunmuştur. Bir diğer hadîs okutma usulü olarak da<br />

Hocaefendi, Riyazü’s-Salihîn’i okuturken her babdan en câmi<br />

hadîsleri seçip talebelerine ezberlettirmiş ve “Bunu dağarcığınıza<br />

koyun çok bereketini göreceksiniz.” demiştir. Hocaefendi, usul-i<br />

hadîsten Ahmed Muhammed Şakir’in el-Baisü’l-Hasis adlı eserini<br />

talebelerin önceden hazırlanıp huzurda okuması şeklinde<br />

okutmuştur. Aynı zamanda biraz önce bahsettiğimiz Tuhfetü’lahvezî<br />

şerhinin mukaddimesi de geniş bir usul-i hadîstir. Ayrıca<br />

sürekli hadîs kitaplarını şerhleriyle birlikte okuttuğundan tatbiki<br />

olarak da usul-i hadîs işlenmektedir. Bu sahada Merhum Ahmed<br />

Naim’in Tecrid-i Sarih Mukaddemesi’nin çok güzel bir eser olduğunu<br />

ve okunması gerektiğini de tavsiye etmektedir.<br />

Tefsir ve Usulü<br />

Tefsirde ders okuma metodu şöyledir: Talebeler önceden<br />

okunacak yere hazırlanıp huzurda metni seri bir şekilde okurlar,<br />

Hocaefendi kendisi gerek gördüğü veya soru tevcih edilen yerlerde<br />

açıklamalar yapar.<br />

Türkçe tefsirlerden Allâme Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak<br />

Dini Kur’ân Dili tefsirine çok önem verir. Hocaefendi, bir keresinde<br />

bir grup talebeyle Elmalılı’nın tefsirinin tamamını talebelerine<br />

ders halkasında özetlettirmiştir. Her talebe bir Kur’ân sayfasına<br />

tekabül eden tefsir kısmını önceden iyice okuyup özetini<br />

çıkararak derste arz etmiştir. İlk önce Kur’ân sayfasını tilâvet edip<br />

ardından hazırladığı özeti sunmuş; sunum yapılırken Hocamız<br />

okunan ve tefsir edilen âyetlerle ilgili mülâhazalarını, talebeleriyle<br />

paylaşmıştır. Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar kitabı bunun seme-<br />

56


elerindendir. Son zamanlarda Hocaefendi, Hak Dini Kur’ân<br />

Dili tefsirini farklı bir okuma şekliyle tedris etmeye başlamıştır.<br />

Şöyle ki: önce Elmalılı Tefsiri’nden bir miktar okunmakta, okunan<br />

yerler ile ilgili Hocaefendi mülâhazalarını ifade ettiği gibi<br />

sorulan sorulara da cevap verir.<br />

Bir sonraki gün Elmalılı’nın tefsirinden okunan yerler derse<br />

gelmeden önce her bir talebe kendisine verilen tefsire bakıp Hak<br />

Dini Kur’ân Dili’nden okunan yerle mukayese ederek onda geçmeyen<br />

yerleri tespit ederek derste özet hâlinde sunar. Arz edilenler<br />

üzerine de yine Hocamız tarafından yer yer yorum ve izahlar<br />

yapılır. Elmalılı ile mukayeseli okuma yapılan tefsirler şunlardır:<br />

İmam Maturidi-Te’vilâtü’l-Kur’ân, Zemahşeri-Keşşaf, Fahreddin<br />

Razi-Mefatihu’l-Gayb, Beyzavi-Envarü’t-Tenzil ve Esrarü’t-Te’vil,<br />

Ebu Hayyan-Bahru’l-Muhit, Ebu’s-Suud-İrşadu Akli’s-Selim ilâ<br />

Mezâyâ-i Kitabi’l-Kerim, Tantavî Cevherî-el-Cevâhir fî Tefsiri’l-<br />

Kur’âni’l-Kerim, Seyyid Kutup-Fi Zilâli’l-Kur’ân, Molla Bedreddin<br />

Sancar-Edvau’l-Beyan.<br />

Bu şekilde bir okuma usulüyle Elmalılı tefsirini bitirmek<br />

çok uzun zaman alacağı bedihidir. Esas maksat ise mukayeseli<br />

okuma metodunu uygulamalı bir örnek üzerinden göstererek<br />

teşvik etmektir. Hocaefendi, aynı usulü başta hadîs olmak üzere<br />

İslâmî ilimlerin hemen hemen hepsinde yapılmasını tavsiye etmektedir.<br />

Fıkıh ve Usulü<br />

Hocaefendi, her ders halkasında hadîs, tefsir ve gramerin<br />

yanında fıkıh ile ilgili bir kitap okutmuş ve “fıkıh bilinmeden<br />

hoca olunamayacağı” hakikatini ifade etmiştir. Hocaefendi’nin<br />

genelde fıkıh kitaplarını okutma metodu şu şekildedir: Talebe<br />

metni cümle cümle veya paragraf hâlinde okur ve yine cümle<br />

cümle tercüme eder. Bununla birlikte bazı fıkıh kitaplarının<br />

sadece Arapçası okunmuştur. Nitekim Vehbe Zuhaylî’nin<br />

el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu adlı eserinin, klâsik fıkıh kitaplarına<br />

göre dili sade ve günümüz insanının anlayacağı bir<br />

üslûpta olduğundan sadece Arapçasını okutmuş, tercüme<br />

ettirmemiştir. 5 Fıkıh kitapları okunurken Hocaefendi, mücmel<br />

olarak ifade edilen bir fıkhî hükmün veya yaklaşımın daha geniş<br />

ve müdellel ele alan fıkıh kitaplarından bakılmasına işaret eder,<br />

kitaplara bakıp derste kendisine getirildiğinde de orayı okuyarak<br />

mütalâalarda bulunur. Mezheplerin müftâbih kavillerinin<br />

iyi bilinmesi gerektiğine bu konuda zuhüllerin yaşandığına<br />

dikkatleri çeker. Mütekaddimun fıkıh âlimleri ile müteahhirin<br />

arasındaki zaman zaman yaşanan yaklaşım farklılıklarına işaret<br />

eder. Hanefi mezhebine bağlı olmakla birlikte diğer mezheplere<br />

son derece saygılıdır. Hanefilerin çok geniş alanlı bir fıkıh<br />

müdevvenatı vücuda getirdiklerini bunun “eraeytecilik” ile bir<br />

alâkasının olmadığını ifade eder.<br />

Her zaman olduğu gibi ve özellikle ders esnasında Mezhep<br />

<strong>imam</strong>larının, müçtehitlerin, fakihlerin isimleri zikredilirken mutlaka<br />

saygı ve hürmet ifade eden bir niteleme ile birlikte bahsedilmesine<br />

çok önem verir. İmam Âzam Ebu Hanife Hazretleri,<br />

İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed b. Hanbel, İmameyn-i<br />

Hümameyn Hazretleri gibi.<br />

Hocaefendi, bazı fıkıh kitaplarını şerhiyle beraber takip<br />

ederek okutmuştur. Talebeler metni okurken kendisi şerhten<br />

önemli gördüğü, ihtiyaç duyulan yerleri okumuş, yer yer de<br />

mütalâalarda bulunmuştur.<br />

Hocaefendi, Hanefi fıkhında çok önemli bir yeri olan el-<br />

Hidaye’yi Fethu’l-kadir şerhi ile birlikte -öğrenebildiğim kadarıyla-<br />

değişik zamanlarda farklı ders gruplarıyla üç kere ders<br />

halkasında tedris etmiştir. Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili<br />

tefsirinde olduğu gibi fıkıhtan aynı usülle Aliyyü’l-Kârî’nin<br />

Fethü babi’l-inaye’sini farklı fıkıh kitaplarıyla mukayeseli okutmaktadır.<br />

Bir gün Fethü babi’l-inaye teenni ile metin tercüme<br />

edilmek suretiyle okunduktan sonra ertesi gün okunan yer<br />

diğer fıkıh kitaplarından bakılıp, mukayese edilerek bahsi geçen<br />

kitapta olmayan farklı yaklaşım ve yorumlar tespit edilip<br />

daha sonra derste özet hâlinde arz edilmektedir. Mukayeseli<br />

okunan fıkıh kitapları şunlardır: Sadru’ş-Şerîa’nın el-Vikaye’si,<br />

Burhaneddin el-Mâze’nin Muhîtü’l-Burhanî’si, Mergınânî’nin<br />

el-Hidaye’si, Şeyhzade’nin Mecmau’l-Enhur’u, İbn Âbidin’in<br />

Haşiyetü Reddi’l-Muhtar’ı, İbn Âbidinzâde’nin el-Hediyyetü’l-<br />

Alâiyye’si, Vehbe Zuhaylî’nin el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuhu,<br />

Heyetin hazırlamış olduğu Diyanet İslâm İlmihali, Esad Muhammed<br />

Saîd Sağarcî’nın el-Fıkhu’l-Hanefî ve Edilletuhu.<br />

Tasavvuf<br />

Hocaefendi, her ders gurubunda diğer ilimlere paralel olarak<br />

mutlaka “İslâm’ın kalb ve ruh hayatı”nı anlatan tasavvuf<br />

eserlerinden birinin okutulmasını, mütalâa edilmesini tavsiye<br />

ettiği gibi kendileri de bizzat bunu gerçekleştirmiştir. Tasavvufa<br />

ait Kuşeyrî’nin er-Risale’si, Haris el-Muhasibî’nin er- Riaye’si,<br />

İmam Rabbanî’nin Mektubat’ı gibi eserler talebelerin önceden<br />

metne çalışıp huzurda okuması şeklinde takip edilir. Hocamız<br />

da bu dersler esnasında münasebet düştükçe kalb ve ruhun hayat<br />

derecesine götüren en önemli dinamikler üzerinde durmuş; bu<br />

konudaki vicdanî tecrübelerini paylaşmıştır.<br />

Hocaefendi’ye göre günümüz hastalıklarından biri de<br />

Allah dostlarına karşı tavır almak, onların büyüklüklerini<br />

görmezlikten gelerek onları kendi seviyemizde insanlar olarak<br />

değerlendirmektir. Böyle bir bakış korkunç bir düşünce<br />

kaymasıdır. Bazılarının “İmam Âzam Ebû Hanife, İmam<br />

Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik, İmam Gazzalî, İmam<br />

Rabbanî, Şazilî, Abdülkadir Geylânî gibi kişiler de bizim gibi<br />

insanlardır. Dolayısıyla da onlara ait menkıbelerin aslı-astarı<br />

yoktur…” diyerek bu büyük zâtları küçültmek istemesiyle<br />

küçülmediklerini, böyle yapanların eline büyüklerin feyiz<br />

ve bereketinden ve de büyüklüğe inanmadıklarından dolayı<br />

büyüklüğe giden yollardan mahrumiyetten başka bir şey<br />

geçmeyeceğini vurgulamaktadır. Zîrâ böyle yapan insanlar<br />

Abdülkadir Geylânî’yi, İmam Rabbanî’yi, kendi seviyelerine<br />

indirmekle, kendi ufuklarını kapatmaktadırlar. Bu büyük<br />

insanlarla kendilerinin aynı seviyede olduklarına inandıklarından<br />

ötürü, kendileri için gidecek yol, alınacak mesafe<br />

kalmamış ve yolun sonuna varılmış olmaktadır. Ruh ve kalbin<br />

kendilerine göre birer derece-i hayatları bulunduğuna o<br />

57


sahanın büyükleri olduğuna inanmayan insanın, kat’iyen o<br />

mertebelere çıkması söz konusu değildir.<br />

Diğer taraftan Hocaefendi, Abdulkadir Geylânî, Ahmed<br />

Rıfai, Hasan Şazilî gibi mâneviyat büyüklerinin kalb ve ruh hayatından<br />

bahsederek onlar gibi bir yaşama gayreti ortaya koymadan<br />

menkıbe Müslümanlığı ile teselli olmanın da ayrı bir belâ<br />

olduğuna dikkat çekmektedir. Hocaefendi’ye göre asıl yapılması<br />

gereken o büyük zatları mâneviyat âleminin sultanları hâline getiren<br />

dinamikleri iyi öğrenip hayata geçirmektir. 6<br />

Selefe Saygı<br />

Hocaefendi, talebelerle ders okurken kendi ifadesiyle müzakere<br />

ederken asr-ı saadetten günümüze kadar gelen âlimlerin yorum<br />

ve yaklaşımlarına fevkalâde saygılıdır. Başta sahabe, tâbiîn,<br />

tebe-i tâbiîn, mezhep <strong>imam</strong>ları, Abdülkadir Geylânî, Hasan<br />

Şazilî, Ahmed Rıfaî, Şah-ı Nakşibend, İmam Rabbanî ve Bediüzzüman<br />

Said Nursî gibi mâneviyat büyüklerine ve onların yorum<br />

ve yaklaşımlarına çok saygılıdır. İslâmî disiplinlerden hangisi<br />

okunursa okunsun âlimlerin yorum ve yaklaşımlarının fevkalâde<br />

saygı ile ele alınmasına sık sık vurgu yapar. Bunun yanında kendi<br />

görüş ve yaklaşımlarını da dinin muhkematına uygunluk veya<br />

ters düşmemesi kaydıyla “İbn Kesir böyle buyurmuş; ama (kendisini<br />

kastederek) İbn Kalil’in de şöyle bir yaklaşımı var.” veya<br />

“Fakirin, kıtmirin de şöyle bir yorumu, mülâhazası var.” gibi<br />

mütevazice seslendirir.<br />

Derse katılan talebelerine âlimlere saygı ekseninde dinin<br />

temel disiplinlerine ters düşmeyen yorum ve yaklaşımların da<br />

olabileceğini/olması gerektiğini ifade etmektedir. Zîrâ herkes bir<br />

mânâda ibnü’z-zaman’dır. Her zamanın, içinde yaşanılan devir<br />

ve şartların dinin yoruma açık yanlarını yorumlamada önemli<br />

bir varidatı vardır. Her Müslüman’a düşen de yaşadığı zamanın<br />

şartlarını iyi okuyarak zamanın varidatını da yanına alarak inandığı<br />

değerleri hayata taşımaktır. Bu arada en önemli bir husus da<br />

kesinlikle âlimleri hafife alıcı, tezyif edici “Bu meseleyi anlamamışlar.”<br />

gibi bir saygısızlığa meydan vermemektir.<br />

Kitap Özetleme<br />

Hocaefendi’nin ders halkasında uyguladığı metotlardan<br />

birisi de talebenin belli bir kitabı özet çıkararak arz etmesi<br />

şeklindedir. Hocaefendi, günümüzde çok kitabın neşredildiğini,<br />

bir insanın bunları okumaya yetişemeyeceğini, iştirak-i<br />

a’mal prensibinden hareketle ihtiyaç duyulan, okunmasında<br />

fayda mülâhaza edilen kitapların onda bir veya yirmide bir<br />

özetlenerek ders halkasında mütalâa ve müzakere edilebileceğini<br />

söyleyerek bu şekilde bir okuma metodunu bizzat<br />

uygulayarak teşvik etmektedir.<br />

Kitap özetlenerek derste anlatılması şu şekilde yapılmaktadır:<br />

Hocaefendi, okunmasında fayda mülâhaza ettiği<br />

kitap ve dergileri talebelere, derse katılanlara önceden<br />

verir. Her bir eser iyice okunup özetlenir sonra da derste<br />

arz edilir. Özetlenen kitaplar: İslâmî ilimlerin değişik dallarından,<br />

edebiyattan, tarihten, felsefeden vs. olmak üzere<br />

çok geniş alanlıdır.<br />

Sonuç<br />

Hocaefendi’nin ders metodunu ulaşabildiğimiz, anlayabildiğimiz<br />

kadarıyla ifade etmeye çalıştık. Hocaefendi, medrese usulü<br />

geleneğinde ders almış, daha sonra da ders ve tedris metodunda<br />

geçmişe bağlılık ve saygı içinde çok yeni açılımlar ve teknikler<br />

geliştirmiştir. Klâsik ders usulünde adı bile duyulmayan pek çok<br />

kitabı hattâ müracaat eserlerini ders kitabı olarak okutmuştur.<br />

Ders okutma tarzı talebe merkezlidir. Sürekli yeniliklere ve<br />

farklı metotta okumaya açıktır. Talebelerin bilgisayar, sinevizyon<br />

gibi teknik imkânlardan da istifade ederek İslâmî kaynaklara<br />

ulaşmasına, derste bunlardan istifade edilmesine açık olmakla<br />

birlikte ilgili yerlerin kitaplardan bulunup okunmasına çok<br />

önem vermektedir. Teknolojinin ürünleri bilgiye kısa sürede<br />

ulaşmayı kolaylaştırmakla birlikte asıl olan kitaptan okunması<br />

ve gerektiğinde de yanına notların alınmasıdır. Bir diğer önemli<br />

nokta da teknolojinin insanın yedeğinde olması, insanın istidat<br />

ve kabiliyetlerinin inkişafına mâni olmamasıdır.<br />

Hocaefendi, selef-i salihini, ulemayı hayırla yâd etmenin,<br />

onların gayretlerini, yorum ve yaklaşımlarını saygı ve hürmetle<br />

karşılamanın bir Müslüman’ın ilim ahlâkı ve vefa borcu olduğunu<br />

değişik vesilelerle ifade etmektedir. Bu hissiyatını zaman<br />

zaman o insanların devirlerini aştıklarına dikkat çekerek, yer yer<br />

de gözyaşlarıyla beraber onlara medyun olduğumuzu söyleyerek<br />

seslendirmektedir. Yine Hocaefendi, her zamanın ayrı bir varidatı<br />

olduğunu, günümüz insanlarının da duyup hissettiklerini,<br />

Allah’ın gönüllerine bahşettiği ilhamları dinin muhkematının<br />

süzgecinden geçirerek değerlendirmeleri gerektiğine vurgu yapmaktadır.<br />

Ona göre bu şekilde hareket etmek iradenin hakkını<br />

vermek, Allah’ın kalblere, gönüllere ve kafalara lütfettiği ilhamların<br />

kıymetini bilmek ve de mazhar olunan nimete şükretmenin<br />

bir ifadesidir. Hocaefendi zaman zaman kendisinden ders okuyan<br />

talebelere: “Benim sizin üzerinizde hiçbir hakkım yok. Şayet<br />

bir hakkım söz konusu olsaydı sizden bunu ölünceye kadar<br />

talebe okutmanız şeklinde talep ederdim.” demiştir.<br />

Bununla birlikte ne kadar büyüseler, hoca olsalar da talebelikten<br />

uzaklaşmamalarını Zeynüddin İrakî’den ömür boyu ders<br />

okuyan Nureddin Heysemî’yi örnek gösterek tavsiye etmektedir.<br />

Zaman zaman latifevârî bir üslûpla: “Melekler talebe-i<br />

ulumun canını bal, kaymak yedirerek, acıtmadan alırmış.” buyurarak<br />

sürekli öğrenme iştiyakı içinde talebe olarak kalmayı<br />

teşvik etmektedir. Hâsılı, Hocaefendi’ye göre ders, tedris ve ilim<br />

öğrenmekten asıl maksat imanın, mârifet ufkuna ulaştırılması,<br />

mârifetin muhabbetle derinleştirilmesi ve dur durak bilmeden<br />

hasbilik ve adanmışlık ruhuyla kanatlanarak i’lâ-yı kelimetullah<br />

yoluyla Allah’ın hoşnutluğunu yakalamaya çalışmaktır.<br />

* <strong>Yeni</strong> Ümit Dergisi Genel Yay. Koord. / Araştırmacı Yazar<br />

Dipnotlar<br />

1. Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 25/7; Aclunî, Keşfu’l-hafa, 1/179<br />

2. Yusuf suresi, 12/18; En’am suresi, 6/21<br />

3. İbn-i Manzur, Lisanu’l-arab, Zebidî, Tacu’l-arûs, “kzb” md.<br />

4. Bu kitap 1-6 ciltleri okunmuştur.<br />

5. Fethullah Gülen,Fasıldan Fasıla, 2/21-24.<br />

58


YENi ÜMiT<br />

Dr. Yahya YAŞAR*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

iSLÂM CEZA HUKUKUNDA<br />

SUÇA TEŞEBBÜS<br />

Günümüzde Arap dilinde kaleme alınan eserler suça teşebbüsü<br />

eş-Şuru’ fi’l-Cerîme في الجريمة)‏ ‏(الشروع başlığı<br />

altında modern hukukun sistematik yapısını esas alarak<br />

incelemiş ve sağlam hukukî temeller üzerine oturtmaya gayret<br />

göstermişlerdir. Mastar olarak kullanılan Şuru’, şerea’ kökünden<br />

gelmekte olup sözlük anlamı olarak kaldırmak, yüceltmek<br />

zemin hazırlamak, girmek gibi mânâlar ihtiva etmektedir. 1<br />

İslâm ceza hukuku, suçları, daha çok suça uygulanacak<br />

ceza yönünden ele alır ve ona göre taksim yapar. İslâm hukukunda<br />

cezalar ya nass ile ya da nassa kıyas (ictihad) yoluyla<br />

belirlenmektedir. 2 Nass ile tespit edilen cezaların sınırları Kur’ân<br />

ve Sünnet tarafından kesin olarak belirlendiği için bunlara hadd<br />

denilmektedir. Bu cezalar Allah ve Resulü tarafından tek ceza<br />

olarak vazedilmiştir. Hâkim bu suçların işlendiğini tespit edince<br />

mezkûr cezayı vermeye mecburdur. 3 Bunun dışında nass<br />

ile tespit edilmeyen, yani miktar ve keyfiyetinin belirlenmesi<br />

resmî otoriteye bırakılan cezalardır. Bunlara ta’zir cezaları<br />

denilmektedir. 4<br />

Karşılığında muayyen bir ceza verilmemiş bulunan bir suçu<br />

işlemek ta’ziri gerektiren bir sebep olunca Şari’nin hükmünü<br />

tahdit etmediği veya tahdit edilen suçun unsurlarından birinin<br />

tamamlanmadığı yani hırsızlık zina, adam öldürme gibi haddi<br />

ve kısası gerektiren suçların yarıda kesilmesi, teşebbüs aşamasında<br />

kalması hallerinde suçun ta’zirle cezalandırılmasını<br />

gerektirir. 5<br />

Ancak bir fiilin suç sayılıp cezalandırılması, hukuken teminat<br />

altına alınan hak, varlık ve menfaatleri ihlal etmesi sebebiyledir.<br />

Bir hak ve menfaatin ihlâli ise dış dünyada değişiklik yapan<br />

bir fiilin bulunmasını zorunlu kılar. 6 İslâm hukukunda aslolan,<br />

başkasına zarar oluşturmamış bir fiilin serbest olmasıdır. 7 İslâm<br />

ceza hukuku, kalplerde kalan ve eylem hâline gelmeyen şeylere<br />

ceza vermemeyi esas olarak kabul etmiştir. 8 Çünkü bu durumda<br />

suç henüz icra edilmediği için suçun maddi unsuru yoktur. 9<br />

İslâm’da hukuk dinin hâricî göstergesidir ve İslâm, hukukî<br />

faaliyetleri ve formaliteleri din ve ahlâka bağlayarak onları ıslah<br />

etmeyi ister. Hukukun böyle dinî bir şekilde algılanışı, onun<br />

objektiflik ve saygınlık derecesinin olduğu kadar önem ve güvenilirliğini<br />

de artırır. Zaten insan davranışı çok karmaşık olduğundan<br />

onu tamamiyle kontrol edebilmek için ahlâk ve<br />

hukukun dengeli bir sentezine gerek vardır. 10 Bundan dolayı<br />

İslâm hukukunda ceza hukuku ile dinî ahlâk birbirinden kesin<br />

çizgilerle ayrılmamış olup, dinî esaslara muhalif bazı hareketler<br />

suç kabul edilip cezalandırılabilmektedir. 11 İslâm hukuku<br />

ırz, namus ve umumî ahlâk ve adabın korunmasına büyük bir<br />

önem vermektedir. İslâm hukuku zinâyı yasakladığı gibi, zinâya<br />

götürecek sebepleri önlemeye çalışmaktadır. Meselâ, birbirlerine<br />

nikâh düşen bir erkeğin ve bir kadının yalnız başlarına halvet<br />

ortamında kalmaları sakıncalı görülmüş ve yasaklanmıştır. 12<br />

Fakat yine de belirtmek gerekir ki ahlâkın alanı hukukun<br />

alanından daha geniştir. Ahlâk kurallarına göre kötülük<br />

(şer), hem cezalandırmayı gerektiren kötülüğe hem de yargı<br />

alanına girmeyen kötülüğe şamildir. 13 Birçok hareket vardır<br />

ki delillendirilemez ve ispat edilemezler. İnsanların niyetlerini<br />

ve içlerinden geçenleri ispat etmek zor olduğu için ya da<br />

bazı ahlâk kurallarına aykırı davranmanın insanların birbiri<br />

ile olan ilişkilerinde çok büyük bir tehlike doğurmamasından<br />

dolayı bu alanlara hukukun müdahalesi doğru değildir. 14<br />

Çünkü kişilerin şahsî davranışları üzerinde hukukun sürekli<br />

bir otoritesi olması caiz değildir. 15 Bundan dolayı fıkıh bilginleri<br />

de had ve kısas cezası gerektiren suçların cezalarını takdir<br />

etmede son derece ihtiyatlı davranmış, cezaları gerektiren<br />

suçların niteliğini ve mânâsını oldukça daraltmışlardır. İslâm<br />

fıkıhçıları Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Yapabildiğiniz<br />

kadar Müslümanlardan haddi düşürün, onun bir<br />

yolu varsa bırakın gitsin, devlet başkanının afta hata etmesi,<br />

cezada hata etmesinden hayırlıdır.” (İbn Mace, Hudud,<br />

2545) hadîsine istinaden bu cezaların tespit ve takdirinde son<br />

derece hassas davranmışlardır.<br />

Bu ve benzeri hadîsler, şüphe hâlinde, yalnız zan, tahmin ve<br />

itham ile mezkûr cezaların tatbik edilmeyeceğini hükme bağlamıştır.<br />

Tamamlanmış suç ile teşebbüs derecesinde kalmış suç<br />

arasındaki fark failin niyet ve iradesinden değil, fiilden kaynaklanmaktadır.<br />

Her ikisinde de fail suç işlemek istemektedir. 16 Teşebbüs<br />

derecesinde kalmış suçta fail fiilini genelde iradesinden<br />

bağımsız sebeplerle tamamlayamamış veya fiilini tamamlamış;<br />

fakat neticeyi gerçekleştirememiştir. 17 İslâm hukukçuları suça<br />

teşebbüsün tanımını unsurlarından yola çıkarak şu şekilde tarif<br />

etmişlerdir. “Suçlu suç işlemek üzere azmeder ve suçu tamamlamaya<br />

yönelik bir icrada bulunur, fakat elinde olmayan sebeplerle<br />

suçu tamamlayamazsa suça teşebbüs oluşmuştur ve yargı<br />

gerekli cezayı takdir etmek için girişimde bulunur.” 18 Tanımına<br />

baktığımızda suça teşebbüsün oluşmasında üç temel unsurun<br />

varlığını görüyoruz. Bunlardan ilki suça azmetme, ikincisi azmedilen<br />

suça başlanılmış olması ve son olarak suçun kendi iradesi<br />

dışında bir sebepten dolayı tamamlanamamasıdır.<br />

Suça Teşebbüsün Unsurları<br />

A. Kast<br />

Bütün teşebbüs teorileri çerçevesinde hemfikir olunan<br />

hususlardan biri kastın suça teşebbüsün temel yapısal unsurunu<br />

oluşturduğudur. 19 İslâm hukukunda suç fiili ile suç fiili<br />

olmayan bir hareketin arasını ayırıcı çizgi temelde kasıt unsuru<br />

değil, meydana gelen netice yani zarardır. 20 Fakat suç kastı<br />

59


olmaksızın bir fiil işlenmişse failin sorumluluğu ve suçluluğu<br />

azalmaktadır. 21<br />

Fakihler adam öldürmede kastın varlığını, bilinebilmesi<br />

mümkün olan zâhirî bir niteliğe bağlı kabul etmişlerdir. 22 Bu<br />

ise öldürmeye elverişli bir âlet kullanmaktır. Çoğunlukla öldürücü<br />

bir âletin kullanılması suçlunun niyetini dışarıya yansıtan<br />

görünürdeki bir şeydir ve bu genellikle yanıltmayan maddî bir<br />

delildir. 23<br />

Ancak öldürücü âletin ne olduğunun tespiti noktasında<br />

fukahânın ihtilaf ettiklerini görmekteyiz. Hanefî fukahâsı âletin<br />

demir ve taştan yapılmış olması ve kesici olmasını şart koşmuşlardır.<br />

Ağır bir taş veya sopayla yapılan cinayetin kasıt unsurunu<br />

yansıtmadığını belirtirler. 24 Şafiî ve Hanbelî fukahâsı kesici<br />

olmasa da umumiyetle ölümü intac edecek bir âletin kullanılmasını<br />

yeterli görürler. 25 Malikîler öldürmede kullanılan âletleri<br />

göz önüne almış olsalar da, kıstas olarak “düşmanlığı ortaya<br />

koyan fiili” esas almışlardır. 26<br />

Fukahânın bu konudaki görüşlerini göz önüne aldığımızda<br />

Hanefîlerin kullanılan somut âleti ön plâna çıkartarak kastın ortaya<br />

çıkmasını suçlunun lehine genişlettiklerini, Malikîlerin ise<br />

failin tutum ve davranışlarını ön plâna alarak, kastı anlamadaki<br />

kıstası, suçlunun aleyhine oldukça genişlettiğini söyleyebiliriz. 27<br />

Ebû Hanîfe’nin kasdın belirlenmesi hususunda ortaya koyduğu<br />

âletler konusundaki hasrı, verdiği hükümlerin birçoğuna<br />

yansımıştır. Ebû Hanife’ye göre biri diğerine zehirli yiyecek<br />

ikram etse, diğeri de yese ve ölse kendi iradesiyle yediğinden<br />

kısas değil ta’zirle cezalandırılır. 28 Diğer fukahâya göre kısas<br />

uygulanır. 29 Kastın anlaşılmasında zâhirî nitelik konusundaki<br />

âletlerin hasrı veya aşırı ayrıntı hüküm vermede kanuni boşluklar<br />

oluşturabilir. 30 İmam Şafiî’nin benimsediği ve Şah Veliyullah<br />

Dihlevî’nin formüle ettiği kıstas kastın anlaşılmasında daha isabetli<br />

hükümler verdirebilir. Bu kıstasa göre taammüden öldürme<br />

normalde öldürücü olan kesici, delici ya da küt bir âletle<br />

canını çıkartmak kastıyla olan öldürmedir. 31<br />

Kastın ortaya çıkartılmasını sadece âletlere hasretmek de<br />

doğru değildir. Bir kimse bir kişiyi bir yere hapsetse ve ölene<br />

dek o kişiye yiyecek ve içecek vermezse, burada kişi ihmal fiili<br />

kastetmiştir. Bu ihmalin yanında bir de bunun sonucunu kastetmişse<br />

ortada öldürme kastının varlığından söz edilebilir. Şafiî<br />

mezhebinde bir kimseyi aç ve susuz bırakarak ölümüne sebebiyet<br />

vermek kasıtlı öldürme olarak değerlendirilmektedir. 32<br />

Bunun dışında birini uçurumdan iterek yuvarlama veya boğarak<br />

öldürme gibi durumlarda hâkim takdir yetkisini kullanarak<br />

somut delillerden faydalanarak kastı ortaya çıkarabilir. 33<br />

Peygamberimiz’in bir hadîsinde “İki Müslüman (birbirlerini<br />

öldürmek kastıyla) karşılaştıklarında öldüren de, ölen de<br />

cehennemdedir.” demesi üzerine bir sahabi “Yâ Resullallâh, şu<br />

kâtilin durumu belli, ölenin suçu ne (ki cehennemdedir)?” der.<br />

Peygamberimiz de “O da arkadaşını öldürmeye aşırı istekli idi.”<br />

buyurur. (Buhârî, diyât 1)<br />

Hadîste öldürülen kişinin uhrevî cezaya müstahak olması<br />

kişinin arkadaşını öldürmedeki hırsına bağlanıyor. Burada hırstan<br />

maksat yasak olan fiilin neticesini gerçekleştirmeye kastetme<br />

olduğu anlaşılıyor. Kılıçlarıyla karşı karşıya kalmaları kastın<br />

maddi bir tezahürü olarak değerlendirilebilir. 34 Teşebbüs aşamasında<br />

da kalsa öldürme kastının olması failin cezalandırılabileceğine<br />

delil kabul edilebilir. 35<br />

B. İcraya Başlama<br />

Failin bir suçu tamamlamak kastıyla ortaya çıkan davranışının<br />

suça teşebbüs olarak kabul edilebilmesi için, iki objektif<br />

unsurun gerçekleşmesi zorunludur. Bunlardan ilki, suçun<br />

icrasına başlanılması, ikincisi ise icrasına başlanılan suçun<br />

tamamlanmamasıdır. 36<br />

a. Düşünme ve Azmetme Safhası<br />

İslâm dini prensip olarak kalblerde kalan ve eylem hâline<br />

gelmeyen şeylere ceza tayin etmemiştir. 37 İnsanın içinden geçen<br />

niyetlerine gerek dünyada gerekse ahirette ceza verilmeyeceğine<br />

dair hadîsler vardır. Peygamberimiz, “Allah, ümmetimin içinden<br />

geçenlerden ya da gönüllerde niyet olarak kalan şeylerden, bunları<br />

eyleme dönüştürmedikçe veya konuşmadıkça dikkate almaz.”<br />

(Buhârî, Itk,6; İman 15; Müslim, İman, 58) buyurmuştur.<br />

Şüphesiz niyet derunî bir hâdisedir. Niyetin iyi veya kötü<br />

olması dışarıda birtakım hareketlerle veya niyetin akabinde<br />

meydana gelen fiil ve neticeye göre değerlendirilebilir. 38 İslâm<br />

hukukunda temel kurallardan birisi de “Hüküm zâhire (dışa<br />

vurulan hareketlere ve sözlere) göre verilir” 39<br />

Bununla beraber İslâm hukukunda prensip olarak yer alan<br />

“Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” 40 kaidesi niyetin<br />

önemini göstermektedir. Yalnız, bu kaidenin işlevi sadece kasıt<br />

üzerine değil, kasta bitişik eylemdir. Çünkü dış dünyada değişiklik<br />

meydana getirmeyen kasıtlara bir hüküm terettüp etmez.<br />

Bir kimse yasak bir fiili yapmaya niyet etse, daha sonra vazgeçse<br />

niyetinden dolayı cezalandırılmaz. 41 Normal akitlerde bile mutlaka<br />

niyetler bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde zikredilmelidir<br />

ki akde fesat veya sıhhati yönünde bir etkisi olsun. 42<br />

b. Hazırlık Hareketleri<br />

İslâm hukukunda asıl olan hazırlık hareketlerinin<br />

cezalandırılmamasıdır. 43 Hazırlık hareketlerinin birçoğu gerçekleştirilmek<br />

istenen maksat açısından, kapalı ve çeşitli yorumlara<br />

açık hâllerdir. 44 Kişi silâhı adam öldürme maksadıyla da<br />

satın alabilir, nefsini müdafaa veya avlanmak için de alabilir.<br />

İslâm hukukunda, henüz başkasına zarar oluşturmamış<br />

bir fiil, birtakım şüphelerden hareket edilerek, cezalandırma<br />

yoluna gidilmez. 45 Çünkü toplum ve kişilerin haklarına<br />

açık bir tecavüz meydana gelmemiştir. 46 Bununla<br />

beraber suça hazırlık olarak nitelendirdiğimiz bu hareket<br />

ve araçlar bizzat suç teşkil ediyorsa ta’zirle cezalandırılır. 47<br />

Hırsızlık maksadıyla bu işlerde kullanılan gerekli bütün<br />

araçları yanına alarak bir eve giren kişi hakkında bir suçtan<br />

bahsedilebilir. İşlediği suç mesken dokunulmazlığıdır.<br />

60


Bunun yanında Malikî ve Hanbelîlere göre fıkıh usulünün<br />

esaslarından kabul edilen 48 seddi zerayî, hazırlık hareketlerinin<br />

bir kısmının cezayı gerektiren bir fiil konumuna getirebilmektedir.<br />

İbni Kayyım el-Cevziyye’ye göre haramlara götüren araçlar<br />

aynen haramlar gibi kötü olmaları ve yasaklamaları, bunların<br />

hedefe götürmelerinden ve haram olan fiillerle bağlantılı olmalarındandır.<br />

Bir hedefe götüren araç o hedefe tâbidir bunların<br />

her ikisi de hedef hükmündedir. 49 Buradaki yaklaşım bir<br />

hareket veya fiil çoğunlukla mefsedete yol açıyorsa yani nehy<br />

edilen bir neticeye ulaşmada vesile yapılıyorsa bunların haram<br />

kılınması gerekir. 50 Yabancı kadınla halvetin haram kılınması,<br />

bu kabildendir. 51<br />

Hazırlık hareketleriyle herhangi bir suç unsuru meydana gelmişse<br />

ta’zir cezasıyla cezalandırılır. 52 Ta’zir cezalarında hâkimin<br />

geniş bir takdir yetkisi vardır. Hâkim failin fiilini kendi yapılış<br />

şartlarını, yer ve zamanı içinde düşünüp değerlendirebilir. 53 Yukarıda<br />

da belirttiğimiz gibi hazırlık hareketleri birçok anlama<br />

gelen hareketlerdir eğer bu hareket failin niyetini yansıtan başka<br />

hâllerle zenginleştirilmez ise kişilerin hak ve hürriyetlerine aşırı<br />

müdahalelere yol açabilir. 54<br />

c. İcra Safhası<br />

İcraya başlama aşamasının tahdidiyle ilgili klâsik fıkıh literatüründe<br />

kapsamlı bir kıstas ve tarif bulmak pek mümkün<br />

görünmese de özellikle zinâ, hırsızlık ve adam öldürme ile ilgili<br />

görüş ve tarihî tatbikatlar, konuyu genel bir çerçeveye oturtmamıza<br />

yardımcı olacak niteliktedir. Fukahânın çoğunluğu suçlunun<br />

suçu teşkil eden hareketlerin herhangi birine başlamasıyla<br />

icraya başlanılmış olacağını kabul ederler. 55 Maverdî kitabında<br />

şöyle bir örnek verir. “Abdullah b. Zübeyr bir evin yakınında<br />

bulunan kapıyı açmak için elinde törpü bulunan ve hırsızlık<br />

gayesi güttüğü tespit olunan kişiye ta’zir cezasının gerekliliğine<br />

hüküm vermiştir. Nitekim bir yerin yakınında bulunan ve<br />

hırsızlık yapmak için arayı gözetleyen ve bekçinin gafil bir anını<br />

yakalamak için gözetim altında bulunduran kişiye de ta’zir cezasının<br />

verilmesi hükmünü vermiştir.” 56 Bu misâlin icra başlangıcını<br />

hazırlık hareketleri yönünde oldukça genişlettiğini<br />

söyleyebiliriz. Burada verilen hüküm daha ziyade hazırlık<br />

hareketleri aşamasında kalan suçun cezalandırılmasıdır ve<br />

suçun tahakkuku için suça götürücü herhangi bir fiilin icraya<br />

başlamada yeterli görüldüğünü göstermektedir.<br />

Gerek yukarıda geçen örnek ve gerekse diğerlerinden<br />

yola çıkarsak icra başlangıcını belirlemede soyut bir kıstas<br />

koymak oldukça zordur. Ta’zir cezalarında hâkime tanınan<br />

geniş takdir yetkisinin problemi çözmede daha pratik<br />

olduğu, 57 failin kastını ve ortaya koyduğu fiili göz önüne<br />

almadan doğru bir sonuca varmanın zor olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Bununla beraber icrasına başlanılmış suç hangi<br />

aşamada teşebbüs, hangi aşamada tamamlanmış sayılacağı<br />

fukahâ tarafından tahdid edilmeye çalışılmış; fakat farklı<br />

sonuçlara varılmıştır.<br />

Hırsızlık suçunun gerçekleşmesi için gereken şartlar<br />

vardır. Bu şartların oluşmaması veya eksik kalması durumunda<br />

suç ya işlenmemiş gibi sayılır veya teşebbüs<br />

aşamasında kalmış kabul edilir ve ta’zir ile cezalandırılır.<br />

Şartların gerçekleşmemesi mahruz (koruma altına alınan<br />

yer) yerin farklı anlaşılmasından kaynaklandığı gibi suçun<br />

diğer şekli unsurlarından biri de olabilir. Cumhura göre<br />

hırsıza had cezası uygulanması için malın muhafaza altına<br />

alınmış bir yerden çalınmış olması ve bu malı bu yerden<br />

dışarı çıkarmış olması gerekir. 58 Malın muhafaza altına<br />

alındığı yer (mahruz yer) yani “hırz” koruma fiili eşyadan<br />

eşyaya değişmektedir. 59 Altın, gümüş ve değerli taşların<br />

konulduğu yerler genelde kasa ve sandıklardır. Tahıl,<br />

arpa, buğday vs. saklandığı yerler ise ambarlardır. Bazen<br />

de malın konulduğu mekân cep gibi muhafaza gerektiren<br />

(mekân olmayan) bir yer olabilir. İnsanlar paralarını genelde<br />

ceplerinde muhafaza ederler. Bu gibi durumlarda<br />

paranın veya çalınmak istenen herhangi bir eşyanın yerinden<br />

alınması veya kesilerek düşürülmesiyle hırsızlık<br />

tamamlanmış sayılır. 60<br />

Hanefî ve Şafiî fukahâsına göre tek koruma alanı niteliğindeki<br />

bahçeli, birçok odalı konak biçimindeki yerlerden<br />

çalınan malın, tamamen konağın dışına çıkarılmadıkça hırsızın<br />

eli kesilmez. Yani malın odalardan konağın içinde bir<br />

alana çıkarılması o malın koruma alanı dışına çıkarıldığını<br />

göstermez. 61 Bu durumda yakalanan hırsız teşebbüs aşamasında<br />

kalan suçtan dolayı ta’zirle cezalandırılır. Hanefî<br />

mezhebi hırsızlık suçunda, suç unsurlarından herhangi<br />

birinin şeklî dahi olsa oluşmaması durumunu, suçlunun<br />

lehine olarak en fazla genişleten mezhep konumundadır.<br />

Buna göre hırsızlık suçunu gerçekleştirmek üzere iki kişi<br />

anlaşsa, biri malı almak için içeriye girse ve dışarıdan arkadaşına<br />

malı atsa ve bu durumda yakalanırsa ikisine de<br />

had cezası uygulanmaz. Çünkü içerideki, malı bizzat korunan<br />

yerden kendisi çıkarmamıştır, dışarıda bekleyen ise<br />

saklanan yere bizzat girmediğinden şüphe meydana gelir<br />

ve had düşer. 62 İmam Ebû Yusuf ise her iki hırsıza had uygulanacağı<br />

kanaatindedir. Ebû Yusuf ’un bakış açısına göre<br />

hırsızlıkta o fiili hırsızlık yapan temel nitelik (Rükün) bir<br />

malı koruma alanından almak demektir. Korunan alana<br />

girmek veya girmemek hırsızlığın rüknü değildir. Ebû<br />

Hanife ve İmam Muhammed’e göre ise çalınan malın korunma<br />

niteliğinin tam ve mükemmel biçimde çiğnenmiş<br />

olması şarttır. 63 Yine Ebû Hanife’ye göre hırsız malı dışarı<br />

atar ve kendisi onu almak için dışarı çıkarken yakalanırsa<br />

yine had uygulanmaz. Çünkü mal hırsızın zilyedine girmemiştir.<br />

Suç tamamlanmamıştır. Ancak dışarıya çıkar ve<br />

alırken yakalanırsa had cezası uygulanır. 64<br />

İmam Ebû Yusuf Kitabu’l-Harac’ında başka bir örnek verir.<br />

Bir kimse bir evi veya mağazayı delerek veya normal yolla gire-<br />

61


ek malı çıkaracağı sırada yani henüz çıkaramadan yakalanmış<br />

olsa, had uygulanmaz ancak tevbe edinceye kadar hakkında şiddetli<br />

ta’zir icra olunur. 65 Ebû Yusuf hükmünü delillendirmede<br />

Hz Ali’nin huzuruna, ev delmekte iken tutulan bir adam getirilince,<br />

onun elinin kesilmemesini kullanır. 66 Hanefîlerce racih<br />

görüş budur. Malikî mezhebinin genel görüşü hırsız malı ister<br />

kendi girerek çıkarsın veya dışarıdan girmeden bir âletle çekip<br />

alsın haddin uygulanması gerekir. Hırsızlık yapan iki kişi ise içerideki<br />

kişi malı bizzat kendisi dışarı çıkarttı ise dışarıda bekleyene<br />

had uygulanmaz, çünkü çıkartma işlemine katılmadı, ancak<br />

içerideki uzatır dışarıdaki alırsa ikisine de had cezası uygulanır. 67<br />

Eğer hırsız mahruz yere girer ve malı alır, çıkmadan önce ev sahibi<br />

tarafından yakalanır, çalınan eşyayı bırakmasını ister, hırsız<br />

da karşılığında bıçak veya başka bir şeyle karşılık verir, tehdit<br />

ederse, ister malı alarak veya almadan dışarı çıkarken yakalanırsa<br />

bu kişi muharib hükmündedir. Hırabe suçunda malın dışarı<br />

çıkarılması şartı yoktur, suç tamamlanmıştır. 68<br />

Diğer suçların, fukahâ tarafından verilen hükümleri, hırsızlık<br />

suçuyla paralellik arz ettiğini söyleyebiliriz. Ebû Hanife’ye göre<br />

biri diğerine zehirli yiyecek ikram etse, diğeri de yese ve ölse<br />

kendi iradesiyle yediğinden kısas değil ta’zirle cezalandırılır. 69<br />

İmam Şafiî ve Malik’e göre kısas uygulanır. 70 Çünkü suç tamamlanmıştır.<br />

Hayber’de cereyan eden, Ebû Hüreyre’den rivayet<br />

edilen bir hadîs “Yahudilerden bir kadın Resulullah’a zehir<br />

katılmış bir koyun hediye etti. Resulullah kadına dokunmadı.”<br />

(Buhâri, hibe, 49; Ebû Davûd, Diyât, 34) şeklindedir. Değişik<br />

rivayetlerde Resulullah, zehirli lokmayı alır, ancak vahyen zehirli<br />

olduğu bildirilir, yutmadan tükürür. Durumu sofradaki ashaba<br />

duyurur, ama bu esnada lokmasını yutmuş olan Bişr İbn Berâ<br />

zehirin tesiriyle ölür. Peygamberimiz kadına bunu niçin yaptığını<br />

sorduğunda kadın şöyle cevapta bulunur: “Kendi kendime<br />

dedim’ Eğer Muhammed gerçek peygamber ise, (Allah kendisine<br />

haber verir ve) zehirden zarar görmez, değilse ölür ondan<br />

kurtuluruz!” 71<br />

Kadının cezalandırılıp cezalandırılmadığı rivayetlerde<br />

ihtilaflıdır. Bir kısmına göre Müslüman olduğu ve<br />

ondan dolayı affedildiği, 72 diğer rivayetlerde zehirleme<br />

hâdisesine muttali olur olmaz öldürmedi, ancak İbnu’l-<br />

Berâ vefat edince, kadını Bişr’in velilerine teslim ettiği<br />

onların kısasen öldürdüğü rivayet edilmiştir. 73 Bu rivayet<br />

esas alındığında zehirin ikram edilmesi suçun tamamlanması<br />

açısından yeterli olmadığı, suçlunun kastı ve netice<br />

beraber değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.<br />

Suça Teşebbüste “Vazgeçme”<br />

İslâm ceza hukukunda bir suç daha işlenmeden önce, onu<br />

işlemeye engel olan tevbe ve neticesinde vazgeçme suçun bütün<br />

ön hazırlık dönemini -Hâkimin kanaati esas olmak üzere- hiç<br />

olmamış gibi yapabilir. Ancak suçun ön hazırlık dönemindeki<br />

fiiller bizzat kendisi mâsiyet ise ta’zir ile cezalandırılabilir. 74 Bununla<br />

birlikte failin tevbesi göz önüne alınarak, suçun tamamlanmasından<br />

önceki aşamanın bağımsız suç kabul edildiği bu<br />

gibi durumlarda faile ceza verilmeden bırakılabilir. 75<br />

Buraya kadar, suçlar mahkemeye intikal etmeden önceki durumlarda<br />

geçerli olan hükümlerden bahsettik. Hadler sabit olduktan<br />

ve mahkemeye intikalinden sonraki durumda ise, fukahâ<br />

yine farklı görüşler ortaya koymuştur. Şafiî ve Hanbelî mezhebi<br />

hukukçularının çoğunluğu tevbe ve faal nedametin cezayı düşüreceğidir.<br />

İbn Teymiye ve öğrencisi ibn Kayyim el-Cevziyye’ye<br />

göre suçlunun tevbesinin kişi hakları dışında, kamusal hak gereği<br />

uygulanmakta olan cezaları düşüreceğini ifade etmişlerdir. 76<br />

İmam Şafiî’ye göre tevbe ile bütün ilâhî cezaların kalkması muhtemeldir.<br />

Şafiî’nin Ümm kitabında genel mânâda konuya ilişkin<br />

bir kapalılık varsa da konuyu ele alışından Allah’a ait bütün hakların<br />

düşeceği fikri ağırlık basmaktadır. 77 Ancak Kurtubî’ye göre<br />

Şafiî mezhebinde esas olan görüşün kul hakkını kapsayan suçlarda<br />

tevbenin cezayı düşürmediğidir. 78 Diğer görüş ise İmam<br />

Ebû Hanîfe ve Malikî mezhep âlimlerinin görüşleridir ki buna<br />

göre faal nedamet ve tevbeyle had cezalarının düşmeyeceğidir.<br />

Bu görüş sahiplerine göre had cezasına tâbi olan suçlardan temizlenmenin<br />

yolu bizzat had cezasının uygulanmasından geçer.<br />

Had cezaları toplumda suçlara karşı caydırma için getirilmiştir.<br />

Eğer tevbeyle had cezaları uygulanmazsa, hadlerin tamamen<br />

terk edilmesine yol açar. 79<br />

Buraya kadar geçen hükümlerden anlıyoruz ki, İslâm dini<br />

kişiyi suçtan döndürme, suçluyu ıslah etme, suçu tamamlamamaya<br />

teşvik etme gibi prensipleri benimsemiş ve bu konuda<br />

gerekli önlemleri almıştır. 80 Ancak suç işlendikten ve mahkemeye<br />

intikalinden sonra tevbenin had cezalarını düşürdüğünü<br />

kabul etme, suçlunun ıslahına yarayan bir unsur olarak ele<br />

alınsa da, cezaya sosyal açıdan bir değerlendirme getirmediği,<br />

suça karşı toplumu savunma konusunda etkisiz bıraktığı, yani<br />

cezalara genel bir caydırma niteliği olan kötülükleri engelleyen<br />

ve günahların aleni hâle gelmesine mâni olan bir unsur olarak<br />

yaklaşılmadığı sonucuna götürür. 81 İslâm ceza hukukunda suçlunun<br />

şahsı mümkün mertebe göz önüne alınmıştır. Fakat topluma<br />

yönelik suçlarda suçlunun şahsından ziyade toplumun ve<br />

düzenin korunması ön plandadır. 82 Had ve Kısası gerektiren<br />

suçlara uygulanan cezai müeyyide toplumun suçlara karşı etkin<br />

bir şekilde korunması amaçlanmıştır. Ta’zir cezalarında ise suçlunun<br />

şahsı ön plandadır. Cezanın çeşidinde ve miktarında eşitlik<br />

aranmaz. 83 Bundan dolayı suç işleyen veya teşebbüs eden ele<br />

geçirilmeden önce pişman olup tövbe ederse kamu cezalarının<br />

düşürülmesinde bu gibi suçluların tekrar suç işlememelerine<br />

ve pişman olmaları için teşvik vardır. Burada suçlunun tecziyesi<br />

söz konusu olsa dahi bundan hedeflenen, suçlunun ıslah<br />

edilmesi ahlâkî değerleri benimsemiş bir fert olmasına yardımcı<br />

olabilmedir.<br />

Not: Dipnotlar için bkz. www.yeniumit.com.tr<br />

*Eğitimci-Yazar<br />

yyasar@yeniumit.com.tr<br />

62


YENi ÜMiT<br />

Tahir Emir Yılmaz*<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Ahmed Muhammed Şâkir, hayatını İslâm’a ve dinî<br />

ilimlere adamış, sistemli çalışma, gayret, ilmî verimlilik,<br />

fikrî üretkenlik ve vazife gibi pek çok konuda<br />

son asırda sembol olmuş bir ilim adamıdır. Hayatını<br />

temel İslâm bilimlerinin ve özellikle de hadîs ilminin ana<br />

kaynaklarını yeniden neşretmeye adamış ve bu kaynakların<br />

birçoğunu da ilim dünyasına kazandırmış velûd bir<br />

hadîs âlimidir.<br />

Yaşadığı Dönem<br />

Ahmed Muhammed Şâkir’in esas itibariyle 20. asrı idrak<br />

ettiğini söylemek mümkündür. Son beş asırda ardı ardına<br />

Rönesans’ı, Reform Hareketlerini, Aydınlanmayı, Fransız<br />

İhtilâli’ni ve Sanayi Devrimi’ni tecrübe eden Batı bu dönemde<br />

özetle:<br />

a- Allah ve din merkezli anlayıştan akıl ve aklın ürünü olan<br />

rasyonalist bilim merkezli ve dinden uzaklaşmayı ifade eden seküler<br />

bir eksene kaymıştır.<br />

b- Avrupa’da dinin geçmişte toplum üzerindeki etkilerini<br />

sorgulayarak dini, dinin her şeyi tanımladığı bu hayatı “gelenek”<br />

olarak tanımlamış ve içselleştirmiştir.<br />

c- Yine bu doğrultuda yeniyi yani şimdiyi ve geleceği “modern”<br />

saymış; modern toplumu da çağdaşlığın, bilimin ve aklın<br />

yegâne temsilcisi kabul etmiştir.<br />

d- Her ülkenin karakterine göre farklılıklar arz etse de temelde<br />

bu egosantrik-hümanist karakter taşımaktadır. Zîrâ ilk olarak<br />

Fransa’da ortaya çıkan ve kısa zamanda Osmanlı milletleri üzerinde<br />

etkisini gösteren milliyetçilik akımlarını kendi çıkarlarına<br />

kullanmaktan geri kalmamıştır.<br />

20. asrın başlarından itibaren, siyasî ve iktisadî gelişmelerini<br />

tamamlayan Batılı devletler her türlü yolu denemek suretiyle ve<br />

özgürleştirmek bahanesiyle önce Balkanları ve Kuzey Afrika’yı,<br />

ardından Ortadoğu’yu Devlet-i Âliye’den koparmışlar, sonra<br />

da kendi hâkimiyetleri altına almışlardır. Avrupa’nın desteğiyle<br />

İslâm coğrafyasında kendisini gösteren milliyetçilik, sekülerizm<br />

gibi akımlar buralarda köklü değişimlerin yaşanmasına sebep olmuştur.<br />

Kur’ân’dan ve Sünnet’ten uzaklaşan İslâm âlemi; ilmî ve<br />

iktisadî açıdan zayıflamış, hikmetten ve sair ahlâkî değerlerden<br />

uzaklaşmıştır. Neticede Müslümanlar, <strong>imam</strong>esi kopan bir tespihin<br />

taneleri gibi darmadağın olmuşlar, cehalet, zulüm, fakirlik ve<br />

kardeş kavgaları çoğalmış, fertler bilgiden uzaklaşmışlardır. Ecdadımızın<br />

huzur getirdiği topraklar bu yüzyılda huzursuzluğun<br />

ve hukuksuzluğun merkezi hâline gelmiştir.<br />

İşte Ahmed Muhammed Şâkir, Müslümanlardaki bütün bu<br />

siyasî, ekonomik, sosyal, ilmî ve ahlâkî çözülmelere bizzat şahit<br />

olmuş, asrının problemlerini idrak etmiş muzdarip bir âlimdir.<br />

O, her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışmış, çeşitli ilmî ve<br />

AHMED MUHAMMED ŞÂKİR<br />

fikrî gayretler içerisine girmiş, bu yolda varını yoğunu ortaya<br />

koymuştur.<br />

Doğumu ve Ailesi<br />

Adı, Ahmed b. Muhammed b. Abdulkadir olup Alyâ ailesinden<br />

1 gelmektedir. Kökeni Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib’e dayanmaktadır.<br />

Babası ona Ahmed Şemsü’l-eimme Ebu’l-Eşbâl 2<br />

lâkabını takmıştır. 3<br />

Ahmed Muhammed Şâkir, 29 Ocak 1892 Cuma günü (29<br />

Cemâziyelahir 1309) Mısır’ın başkenti Kahire’de doğmuştur. O<br />

doğduğunda babası Muhammed Şâkir fetva kurulu sekreteridir. 4<br />

Babası Muhammed Şâkir (1866–1939) Ezher Üniversitesi<br />

âlim ve idarecilerindendir. Circâ şehrinde herkesçe bilinen bir<br />

ailedendir. 5 Temel eğitimini burada alan ve Kur’ân-ı Kerîm’i<br />

ezberleyen Muhammed Şâkir, Ezher Üniversitesi’nden mezun<br />

olmuş ve görev hayatına atılmıştır.<br />

İlk olarak 1890 yılında 24 yaşındayken fetva kurulu sekreterliği<br />

görevini üstlenmiş, sırasıyla Kalyûbiyye Mahkemesi’nde<br />

yardımcılık, Sudan başkadılığı, İskenderiye Enstitüsü dekanlığı<br />

ve Ezher Üniversitesi rektör yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur.<br />

Ahmed Muhammed Şâkir babasıyla ilgili olarak şu olayı<br />

nakletmektedir: “Babam, İngilizlere karşı gerçekleştirilen halk<br />

ayaklanmasının ilk günlerinde isyanın ateşini körükleyecek etkili<br />

bir yazı yazdı. Ardından beni ve kardeşim Ali’yi çağırdı ve yazısını<br />

gösterdi. Sonra fikrimizi sordu. Şaşırmıştım. Şöyle dedim:<br />

‘Bu yazını neşredersen soruşturma geçirebilir hattâ hapse atılabilirsin!’<br />

Babam yılmadı ve bu yazısını gazetelerde yayımlayarak<br />

insanlara duyurdu.” 6<br />

Öğrenim Hayatı<br />

Ahmed Muhammed Şâkir babasıyla birlikte gittiği Sudan’da<br />

Gordon Külliyesi’nde eğitim hayatına başlamıştır. 1900 yılına<br />

tekabül eden bu dönemde, Ahmed Muhammed Şâkir henüz 8<br />

yaşındadır. O, babasının İskenderiye Enstitüsü dekanlığına tayin<br />

edildiği 1904 yılına kadar Sudan’daki bu şehir okuluna devam<br />

etmiştir. Daha sonra, babasının İskenderiye’ye tayiniyle birlikte<br />

bu okuldan ayrılmış, İskenderiye Enstitüsü’nün dinî kısmına<br />

kaydolmuştur. Ahmed Muhammed Şâkir, ömrünün ilk yıllarında<br />

edebiyat, dil ve şiire yönelmiştir. O dönemin edebiyatçılarından<br />

Abdüsselâm el-Fıkî de onun bu alana yönelmesinde etkili<br />

olmuştur.<br />

Abdüsselâm el-Fıkî, ona ve kardeşine şiir ve edebiyat ile<br />

alâkalı temel eserleri okutmuştur. Bir defasında, edebiyat kitaplarının<br />

üslûbuyla alâkalı uzun bir ders okutan Abdüsselâm el-Fıkî,<br />

iki öğrencisini denemek istemiş ve onlara birer kaside yazmaları<br />

görevini vermiştir. Ali, birçok beyit yazmayı başarmışken, Ahmed<br />

Muhammed Şâkir ancak yarım mısra yazabilmiş, gerisini<br />

getirememiştir. O günden sonra, Ali şiir ve edebiyata yönelir-<br />

63


ken Ahmed Muhammed Şâkir de büyük bir iştiyakla hadîse<br />

yönelmiştir. 7 Ancak edebiyat okumaktan da geri kalmamıştır.<br />

Klâsik ve modern edebiyat eserlerini ve onların müelliflerini<br />

incelemiştir. Onun neşrettiği veya neşrine katkıda bulunduğu<br />

eserler incelendiğinde, edebiyat ilmiyle olan alâkası anlaşılacaktır.<br />

Bunun yanında Ahmed Muhammed Şâkir, babasından; Beğavî<br />

Tefsiri’ni, Nesefî Tefsiri’ni, Sahih-i Müslim’i, Sünen-i Tirmizî’yi,<br />

ve yine Tirmizî’ye ait olan Şemâil-i Muhammediyye’yi, 8 Sahih-i<br />

Buhari’den birkaç cildi, Cem’u’l-Cevâmi’i, 9 Şerhu’l-Esnevî<br />

ale’l-Minhâc’ı, 10 Hanefî Fıkhına dair el-Hidâye’yi 11 ve Şerhu’l-<br />

Habîsî’yi 12 ders olarak okumuştur. Ahmed Muhammed Şâkir<br />

bu eserlerin yanında, Sünen-i Nesâî’ yi, Şerhu’l-Kutb ale’ş-<br />

Şemsiyye’yi ve Beyan ilminde er-Risâletü’l-Beyâniyye’yi babasından<br />

okuduğunu ifade etmektedir. 13 Ahmed Muhammed<br />

Şâkir’in kendisinden ders okuduğu kimselerden birisi de Mahmud<br />

Ebû Dakika’dır. Bu kıymetli âlim ona hadislerde işaret<br />

edilen spor dallarından binicilik, atıcılık ve yüzmeyle meşgul<br />

olmasını sağlamıştır. 14<br />

1909 senesinde henüz 17 yaşındayken, babasının Ezher<br />

Üniversitesi rektör yardımcılığı görevine atanmasından dolayı<br />

Kahire’ye gitmiştir. Burada öğrenim gördüğü sırada, Mısır’dan<br />

ve Mısır’ın dışındaki memleketlerden Ezher Üniversitesi’ni ziyarete<br />

gelen birçok âlimle tanışmış ve onlardan da istifade etmiştir.<br />

Muhammed el-Emîn eş-Şenkîtî (v.1323/1944), Abdullah<br />

b. İdris es-Senûsî, Cemaleddin el-Kâsımî (v. 1914), Tâhir<br />

el-Cezairî (v. 1338/1920) ve Reşîd Rızâ (v. 1354/1935) bunlardan<br />

bazılarıdır. Onun yetişmesinde, adı geçen âlimlerin büyük<br />

tesiri olmuştur. 15 Ahmed Muhammed Şâkir, 1917 senesinde 25<br />

yaşındayken Ezher Üniversitesi’nden mezun olmuş ve görev hayatına<br />

atılmıştır.<br />

Vazife Hayatı ve Vefatı<br />

Ahmed Muhammed Şâkir’in Ezher’den 1917 tarihinde mezuniyetinin<br />

ardından yaptığı ilk resmî görev Mâhir Medresesi’nde<br />

müderrisliktir. Ardından, önce mahkeme görevlisi olarak, daha<br />

sonra da kadı olarak vazifelendirilmiştir. İlk olarak Zekazik Kadılığı<br />

yapmış, emekli olduğu 1952 senesine kadar çeşitli yerlerde<br />

bu göreve devam etmiştir. En son yaptığı görevler ise Yüksek<br />

Şeriat Mahkemesi üyeliği ve başkanlığıdır. Ahmed Muhammed<br />

Şâkir, görev hayatı boyunca bir taraftan da kitap yazmaktan ve<br />

yayımlamaktan geri durmamıştır. Çeşitli dergilerde makaleleri<br />

yayımlanmıştır. O, yazdığı veya neşrini üstlendiği eserlerinde;<br />

sekülerizmi ve bu hayat tarzından kaynaklanan ahlâkî, kânûnî,<br />

kültürel ve siyasal çözülmeleri, büyük ölçüde şer’î ölçüler çerçevesinde<br />

tenkit etmekten geri kalmamıştır. 16 Onun fikirleri ve<br />

fetvaları 17 , Müslümanların kendi özlerine dönmeleri için bir nevi<br />

ikaz mahiyeti taşımaktadır.<br />

Ahmed Muhammed Şâkir, fikrî planda yürüttüğü bu direnişinde<br />

yalnız değildir. Bu hususta, ona Muhammed Zâhid<br />

el-Kevserî (v. 1371/1952), Muhammed Hâmid el-Fıkî (v.<br />

1378/1959), Muhammed el-Emîn eş-Şenkîtî, Seyyid Kutub<br />

(1906-1966) gibi âlimler iştirak etmişlerdir. Onlar da sekülerizmden<br />

kaynaklanan inkâr anlayışından, ahlâkî ve itikadî sapmalardan<br />

muzdariptiler ve çıkış yolu aramaya çalışıyorlardı. 18<br />

Oğlu Üsâme Ahmed Şâkir, onun hüküm verirken takip ettiği<br />

yöntemi şöyle anlatmaktadır: “O, hüküm verirken; fıkıh ve hadîs<br />

kaynaklarını hassas bir şekilde incelemesinin ardından hüküm<br />

beyan ederdi. Kendisini önceki âlim ve muhaddislere muhalefet<br />

etmeye götüren bir durumla karşılaştığında, görüşünü en<br />

sağlam delillerle sağlamlaştırmaya çalışır ve yeri geldiğinde içtihat<br />

ederdi. Kitap tahkik etmedeki metodu da böyleydi.” 19 Ahmed<br />

Muhammed Şâkir, 14 Ağustos 1958 (24 Zilkâde 1377)<br />

Kahire’de vefat etmiştir.<br />

Eserleri<br />

Ahmed Muhammed Şâkir’in telif birçok eseri bulunmakla<br />

birlikte, onun en önemli çalışmaları, ilmî neşrini gerçekleştirdiği<br />

kitaplardır. Çünkü bunların bir kısmı, herhangi bir neşirden<br />

daha çok şerh mahiyetindedir. Bu çerçevede, onun eserlerinin<br />

sayısı, Mecelletü’l-Ma’hedi’l-Mahtûtâtı-’l-Arabiyye dergisinde<br />

24 adet olarak zikredilip liste olarak verilmiş durumdadır. 20 Dr.<br />

Fuâd Âtıf et-Tihâmî ise onun eserlerinin sayısını, küçük risaleler<br />

ile birlikte 34’e kadar çıkarmakta ve liste olarak vermektedir. 21<br />

1- Kendi Telif Ettiği Eserler<br />

Nizâmu’t-talâk fi’l-islâm: (Bu eser Ahmed Muhammed<br />

Şâkir’in usûldeki derinliğini göstermektedir.); Kelimetü’l-hak;<br />

Müzekkira fî kadiyyeti’l-mahrûmîn ve ibtâl-i şurûti’l-vâkıfîn;<br />

Kelimetü’l-fasl fî müdminî’l-hamr; eş-Şer‘u ve’l-lüğa; Beynî ve<br />

beyne’ş-şeyh Hâmid el-Fıkî; Evâilu’ş-şuhûri’l-arabiyye: Hel<br />

yecûzu isbâtuhâ bi’l-hisâbi’l-felekî; Muhammed Şâkir alemün<br />

min a‘lâmi’l-asr. 22<br />

2- İlmî Neşirlerini Gerçekleştirdiği Eserler<br />

A-Hadis Sahasında<br />

Elfiyye: Celâleddîn es-Suyûtî’ye (v. 911 h.) ait olan<br />

ve hadîs ilmine dair kaleme alınmış bir eserdir. Sünen-i<br />

Tirmizî: Ahmed Muhammed Şâkir bu eseri tahkik etmiş<br />

ve şerhini yapmıştır. Ancak o sadece iki cildini<br />

neşredebilmiştir. 23 Bu iki ciltteki hâşiyeler ve şerhler son<br />

derece ilmî kıymeti haizdir. Onun ibarelerin arasını bulmada<br />

ve metinlerden netice elde etmede Allah vergisi bir<br />

kabiliyete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Tamamlayamadığı<br />

çalışmalardan birisi olan bu eserin ilk cildini 96 sayfalık<br />

bir mukaddime ve geniş dipnotlarla neşretmiştir. Eserin<br />

16. sayfasından 43. sayfasına kadar Tashîhu’l-Kütüb<br />

başlığı altında kıymetli bilgiler ihtiva eden bir kısım yer<br />

almaktadır. Ahmed Muhammed Şâkir, mukaddimesinin<br />

bu kısmında, bir kitabı tashih veya tahkik etmenin en zor<br />

işlerden birisi olduğunu örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadır.<br />

Ahmed Muhammed Şâkir, devamla müsteşriklere<br />

ve onların neşrettikleri eserlerin sonuna yerleştirdikleri<br />

fihristlere değinmekte; isimlere, şehirlere, kabilelere,<br />

isnatlara, Kur’ân âyetlerine vs. göre düzenlenmiş bu fihristlerin<br />

benzerlerinden ayrıldığını söylemektedir.<br />

64


O, bir tez öne sürmektedir: “Doğu doğudur, Batı<br />

batıdır. Doğu demek başlangıç ve ilk kez ortaya çıkarma<br />

demektir. Batı ise, önce taklit etme sonra da düzenleme<br />

demektir.” 24 Bu çerçevede o, alfabetik sözlükleri batıdan<br />

yüzyıllarca önce ilk kullananların Müslümanlar olduğunu<br />

örnekleriyle izah etmektedir. 25<br />

el-Müsned: Vefatına kadar üzerinde çalıştığı ve beşte birini<br />

15 cilt hâlinde 26 neşredebildiği bu eser, Ahmed Muhammed<br />

Şâkir’in en önemli çalışması kabul edilmektedir. Tekrarlarıyla<br />

birlikte 40.000’e yakın hadîs ihtiva eden el-Müsned’in 8.100<br />

kadar hadîsi cerh ve ta‘dîl açısından değerlendirmiştir. Eserin<br />

16. cildinde 680 hadîsin bir kısmını neşre hazırladıktan sonra<br />

vefat etmiş, çalışması yarım kalmıştır. 27 16. cildin geriye kalan<br />

hadislerini Dr. el-Hüseynî Abdulmecîd Hâşim tahkik etmiştir. 28<br />

Bununla birlikte, bugün elimizde bulunan Ahmed Muhammed<br />

Şâkir Şerhi 20 cilt hâlindedir. Bu baskıda 8. cildin sonuna tekabül<br />

eden 8782. hadîsten itibaren kalan kısmı Hamza Ahmed ez-<br />

Zeyn tamamlamıştır. Son iki cildi (19 ve 20. ciltler) ise fihristlere<br />

ayrılmıştır. 19. cilt, “etraf tarzı fihrist” olarak hazırlanmışken, 20.<br />

cilt “fıkhî bablara” göredir.<br />

Eserin ilk cildinin başında, Ahmed Muhammed Şâkir tarafından<br />

kaleme alınmış olan 16 sayfalık bir mukaddime ve<br />

onu takip eden 103 sayfalık bir bölüm bulunmaktadır. Bu<br />

bölümün adı Talâiu’l-Kitâb'dır ve el-Müsned ile ilgili kıymetli<br />

bilgiler ihtiva etmektedir. Eserî, Ahmed Muhammed<br />

Şâkir’in, Müsned’i henüz Ezher Üniversitesi’ne yeni kayıt<br />

olduğu 17 yaşından itibaren çok önemsediğini, onu ders olarak<br />

okuduğunu, ardından metinlerini tashih edip, hadîslerini<br />

numaralandırdığını belirtmekte, daha sonra “bu çalışmasının,<br />

onun hadîs sahasındaki en kapsamlı ve önemli çalışması olduğunu,<br />

sayfalarının altlarını; dipnotlarla, fıkhî araştırmalarla,<br />

faydalı bilgilerle ve hadîs açıklamalarıyla doldurduğunu<br />

söylemektedir.” 29 Ahmed Muhammed Şâkir, Müsned’in<br />

Ahmed b. Hanbel’in tasnif ettiği tarzda ve kendi orijinalliği<br />

içerisinde neşredilerek ilim ehline sunulmasının, hayatındaki<br />

yegâne ideali olduğunu belirtmekte 30 ve bu ideal uğruna 15<br />

yıl boyunca çabaladığını ifade etmektedir. 31 O, el-Müsned’de<br />

bulunan hadîsleri kitabın başından sonuna kadar birbiri ardına<br />

sıralamak suretiyle tahkikli olarak neşretmeye çalışmıştır.<br />

Eserin genel muhtevasına sadık kalmakla birlikte, daha fazla<br />

istifade edilebilmesi için her hadîse bir rakam vermiştir. Hadîs<br />

isnatlarını göstermek üzere dipnotlar koymuş, neşrettiği her<br />

bir cilt için konularına göre tertiplenmiş ve hadîs numaralarını<br />

da gösteren fihristler eklemiştir. Hazırladığı bu tarz ilmî<br />

fihristler için Ahmed Muhammed Şâkir şunları söylemektedir:<br />

“İlmî fihristler (…) zannederim, benden önce kimsenin<br />

yapmadığı gerçek bir yeniliktir.” 32<br />

Tefsîru’t-Taberî: Bu eser Ebû Cafer Muhammed b.<br />

Cerîr et-Taberî’ye (v. 310 h.) aittir. Kardeşi Mahmûd<br />

Muhammed Şâkir bu kıymetli eseri tahkîk etmiş, Ahmed<br />

Muhammed Şâkir ise hadîslerini gözden geçirmiş ve<br />

tahrîc etmiştir. Eserin İbrahim Sûresi’nin 27. âyetine kadar<br />

olan kısmını 16 cilt olarak neşretmişlerdir. Mahmûd<br />

Muhammed Şâkir, onun bu eserine katkısını övmüş ve<br />

minnet duygularını ifade etmiştir. 33 Onun bu esere katkısı<br />

hadîslerini sıhhat açısından değerlendirmesi yönüyle olduğu<br />

için burada zikrettik.<br />

Sahîhu ibn Hibbân: O, bu çalışmasını modern hayatla<br />

ilgili kıymetli dipnotlarla zenginleştirmiştir. 34 Örnek verilecek<br />

olursa; 1. cildin 157., 196. ve 200. sayfalarında<br />

yer alan hadîsleri açıklarken güncel sorunlara işaret etmiş<br />

ve bu sorunların çözümü adına kendi kanaatlerini ifade<br />

etmiştir. Bu yöntem, Ahmed Muhammed Şâkir’e farklılık<br />

kazandıran vasıflardan bir tanesidir. O, metinlerin<br />

mânâlarını şer‘î ölçüler çerçevesinde ve kendi birikimini<br />

devreye sokarak yorumlamaya çalışmış, böylelikle temel<br />

eserlere canlılık kazandırmıştır. 35<br />

Muhtasaru Sünen-i Ebî Dâvûd: Abdulazîm b. Abdulkavî<br />

el-Münzirî (v. 656 h.) tarafından yazılmış olan el-Addu’l-<br />

Mevdûd fî Havâşî Sünen Ebî Dâvûd isimli eserdir. Beraberinde<br />

İbn Kayyim el-Cevzî’nin (v. 751 h.) Tehzîbi ve<br />

Hamd b. Muhammed b. İbrahim el-Hattâbî’nin (v. 377<br />

h.) Meâlimu’s-Sünen’i olduğu hâlde; Ahmed Muhammed<br />

Şâkir ve Hâmid el-Fıkî (v. 1955) tarafından neşredilmiştir.<br />

1948 yılında Kahire’de bir kısmı neşredilen bu eser, tamamlayamadığı<br />

eserlerden bir tanesidir. Bu eser, 1948 yılında<br />

Mekke’de Mektebetü Ensâri’s-Sünneti’l-Mumammediyye<br />

tarafından da 8 cilt hâlinde basılmıştır.<br />

Hasâisu Müsnedi’l-İmam Ahmed: Ebû Musa el-Medînî’ye<br />

(v. 581 h.) aittir.<br />

el-Mes‘adü’l-Ahmed fî hatmi müsnedi’l-İmam Ahmed:<br />

İbnü’l-Cezerî’ye (v. 883 h.) ait bir risaladir.<br />

Elfiyyetü’l-hadîs: Ebu’l-Fadl Abdurrahîm b. Hüseyin b.<br />

Abdurrahman el-Hâfız el-Irâkî’ye (v. 806 h.) aittir. Aslında<br />

Nazmu’d-dürer fî ilmi’l-eser diye bilinir. Hadîs ilmine dair bu<br />

manzûm eserini tashîh edip, dipnotlarla zenginleştirmiştir.<br />

el-Bâisü’l-hasîs şerhu ihtisâri ulûmi’l-hadîs: Ahmed<br />

Muhammed Şâkir, Hâfız İbn Kesir’e (v.774 h.) ait olan<br />

İhtisaru Ulumi’l-Hadis’i tashîh edip, ta‘likde bulunarak, el-<br />

Bâisu’l-Hasîs Şerhu ihtisâri Ulûmi’l-Hadîs ismiyle yayımlamıştır.<br />

Bu eserde, Ahmed Muhammed Şâkir’in analiz ve<br />

sentez gücü açıkça görülmektedir.<br />

Şerhu nuhbeti’l-fiker fî mustalahi ehli’l-eser: İbn Hacer el-<br />

Askalânî’ye (v. 852 h.) aittir.<br />

B- Fıkıh Sahasındaki Tahkik Ettiği Eserler<br />

er-Risâle (Muhammed b. İdris eş-Şâfiî’ye (v. 204 h.) ait olan<br />

bu kıymetli eser Ahmed Muhammed Şâkir’in ilmî neşrini gerçekleştirdiği<br />

ilk eserdir. 36 ); el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm (Ebû Muhammed<br />

b. Ali b. Ahmed b. Saîd İbn Hazm’a (v. 456 h.) ait<br />

olan bu eseri tahkîk etmiştir.); Kavâidu’l-usûl ve mekâidu’l-fusûl<br />

(Safiyyuddîn Ebu’l-Fedâil el-Hanbelî’nin (v. 739 h.) bu eserini<br />

tahkîk etmiştir.); İhkâmu’l-ahkâm min kelâmi hayri’l-enâm (el-<br />

65


Makdisî’nin (v. 600 h.) el-Umde fi’l-ahkâm fî meâlimi’l-halâl<br />

ve’l-harâm olarak da bilinen ve muttefakun aleyh olan ahkâm hadislerini<br />

içeren eseridir.); er-Ravdatu’n-nediyye şerhu’d-düreri’lbehiyye<br />

(Sıddîk Hasan Han’a (v. 1307 h.) aittir); er-Ravdu’lmurbi‘<br />

bi şerhi zâdi’l-müstagni‘ (Mansur b. Yunus el-Behûtî’ye<br />

(v. 1051 h.) ait bir eserdir.); Kitâbu’l-harâc (Yahya b. Âdem<br />

el-Kureşî el-Ümevî’ye (v. 203 h.) ait olan bu kitabı tashîh etmiş,<br />

fihristlerini hazırlamış ve bazı kısımlarını şerh etmiştir.);<br />

el-Mesh ale’l-cevrabeyn (Muhaddisü’ş-Şâm lakabıyla bilinen<br />

Cemaleddin el-Kâsımî’nin (v. 1914 m.) eseri olup, Ahmed<br />

Muhammed Şâkir bu esere mukaddime yazmıştır.); Fetvâ fî<br />

ibtâli vakfi’l-cenef ve’l-ism (Muhammed b. Abdulvehhâb’a<br />

(v. 1791 m.) ait olan bir eserdir.); el-Muhalla (İbn Hazm’ın<br />

Zâhirî fıkhına dair bu eserini tahkîk etmiştir.)<br />

C- Dil ve Edebiyat Sahasındaki Neşirleri<br />

Islâhu’l-mantık (Ebû Yusuf Yakub b. İshak el-Huzistani<br />

İbnü’s-Sikkit’e (v. 244 h.) ait Arap diline dair eseridir.); el-<br />

Asmaiyyât (Ebu Saîd Abdülmelik b. Kureyb el-Asmaî’nin<br />

(v. 216 h.) divanıdır.); eş-Şi‘r ve’ş-şuarâ (Ebû Muhammed<br />

Abdullah b. Müslim İbn Kuteybe (v. 276 h.)’nin şiir ve<br />

Arap şairlerine dair eseridir.); el-Kâmil fi’l-lüğa ve’l-edeb<br />

ve’n-nahv ve’t-tasrîf (Ebü’l-Abbas Muhammed b. Yezid<br />

el-Müberred’in (v. 286 h.) Arap edebiyatına dair eseridir.);<br />

Lübâbu’l-âdâb (Ebü’l-Muzaffer Müeyyidü’d-devle Üsame<br />

b. Mürşid İbn Münkız’ın (v. 584 h.) İslâm ahlâkıyla<br />

ilgili eseridir.); el-Mufaddaliyyât (Kitabü’l-İhtiyârât veya<br />

Kitabü’l-Muhtârât olarak da bilinen bu eser Arap edebiyatına<br />

dair olup Ebü’l-Abbas Mufaddal b. Muhammed Mufaddal<br />

ed-Dabbî’ye (v. 178 h.) aittir.); el-Muarrab (Tam adı<br />

el-Muarreb mine’l-kelâmi’l-a‘cemi alâ hurufi’l-mu‘cem olan<br />

bu eser, Ebû Mansur Mevhub b. Ahmed b. Muhammed<br />

el-Bağdadî el-Cevâlîkî’ye (v. 540 h.) aittir.)<br />

D- Kelâm Sahasındaki Neşirleri<br />

Kitâbu’t-tevhîd (Muhammed b. Abdulvehhâb’a ait<br />

olan bu kitabı tashîh ve tahkîk etmiştir); er-Risâletü’t-<br />

Tedmüriyye (İbn Teymiye’ye (v. 728 h.) ait bir eserdir.);<br />

el-Fetvâ’l-hameviyyetü’l-kübrâ (İbn Teymiye’ye aittir.)<br />

E- Tefsir ve Kıraat İlimleri Alanlarında<br />

Tefsîru’l-celâleyn; Umdetü’t-tefsîr ihtisâru tefsîr İbn<br />

Kesîr37; Müncidü’l-mukrıîn ve mürşidu’l-ğâfilîn (İbnü’l-<br />

Cezerî’ye (v. 833 h.) aittir.)<br />

F- Biyografi ve Siyer Alanlarında<br />

Tercemetü’l-İmam Ahmed b. Hanbel (Zehebî’ye (v.<br />

748 h.) aittir.); Cevâmiu’s-sîra (İbn Hazm’a aittir.)<br />

G- Değişik Mevzularla İlgili Neşirleri<br />

Cimâu’l-ilm (İmâm Şâfiî’ye (v. 204 h.) ait olan bu eseri<br />

tahkîk ederek neşretmiştir.)<br />

Değerlendirme ve Sonuç<br />

Ahmed Muhammed Şâkir yaşadığı dönemin önemli<br />

âlimlerinden birisidir. Zîrâ gerek kendi ülkesinden gerek diğer<br />

İslâm beldelerinden ve gerekse müsteşriklerden birçok<br />

araştırmacı bunu kabul ve itiraf etmektedir. 38 Din ilimlerinde<br />

ehil olan âlimler onu övdükleri gibi dilbilimciler ve edebiyatçılar<br />

da ona olan minnettarlıklarını ifade etmektedirler.<br />

Küçük kardeşi Mahmûd Muhammed Şâkir, onun ilk<br />

asırdaki ulemânın benimsediği usûle uygun olarak hadîs<br />

ilmini tam anlamıyla öğrenmiş nâdir âlimlerden biri olduğunu,<br />

râvilerin kritiği hususunda yeni değerlendirme ve<br />

içtihatlara sahip bulunduğunu ifade etmektedir. 39 Ahmed<br />

Muhammed Şâkir, eğitimini Hanefi Mezhebine göre<br />

sürdürmüştür. 40 Hanefî fıkhını en başta babasından klâsik<br />

tarzda; kelime kelime, satır satır ve her satırı yorumlayarak<br />

okumuştur. 41 Yine o, Ezher Üniversitesi’nden Hanefî<br />

fıkhı üzerine mezun olmuş ve Hanefi mezhebine göre hüküm<br />

vermek üzere kadı olarak tayin edilmiştir. 42 Bunun<br />

yanında o, gerek eğitim esnasında, gerek otuz yıllık görev<br />

hayatı müddetince Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem) Sünnet’ini ya okumuş ya da okutmuş, kendisinden<br />

önceki <strong>imam</strong>ların ve âlimlerin rivayetleriyle iştigal<br />

etmiştir. 43<br />

20. Asır itikadî sapmaların ve inançsızlığın insanlar<br />

arasında fazlaca görüldüğü bir asır olmuştur. Ahmed Muhammed<br />

Şâkir, yaşadığı dönemdeki itikadî ve fikrî inhiraflardan<br />

korunmasını bilmiştir. İlmin ve yüksek dinî değerlerin<br />

hâkim olduğu bir aile içerisinde büyümüştür. Babası<br />

onu ilim sevgisi içerisinde yetiştirmiş, erken yaşlardan itibaren<br />

ona birçok temel eseri bizzat kendisi okutmuştur. 44<br />

Bütün bunların, Ahmed Muhammed Şâkir’in daha sonraki<br />

hayatında tesirlerinin olduğu muhakkaktır. Zîrâ onun<br />

kendi devrinde Batı’dan kaynaklanan çeşitli yıkıcı cereyanlar<br />

karşısında Kur’ân’ın ve Sünnet’in müdafaasını üstlendiği<br />

görülmektedir. 45 Ahmed Muhammed Şâkir’in sahip<br />

olduğu özelliklerden birisi de güzel ahlâkıdır. Mecelletü’l-<br />

Ezher’de kaleme aldığı, Ebû Hureyre Hâfizu’s-Sahâbe ve<br />

Ekseruhum rivâyeten an Rasûlillâh (s.a.) isimli makalesinde;<br />

“İlmini ve çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz bir<br />

arkadaşımız var. Ancak son zamanlarda Sünnet’in, Sahâbe<br />

ve tâbiûn kanalıyla rivâyet edilmesini eleştirme ve itiraz sadedinde,<br />

bazı gazete ve dergilerde küçük küçük kusurları<br />

gözükmeye başladı…” diye başlayarak, bir muhatabına<br />

isim vermeden göndermede bulunmakta, ona nasihat etmektedir:<br />

“Bana güvenebilirsin. Zîrâ ben senin için samimi<br />

ve güvenilir bir nasihatçiyim… Allah’ın seni hesaba çekmesinden<br />

korktuğum için bu kadar açık konuşuyorum.” 46<br />

Altmışaltı yıllık hayatına birçok eserin telifini ve ondan<br />

daha fazlasının da ilmî neşrini sığdıran Ahmed Muhammed<br />

Şâkir çok verimli bir hadîs âlimi ve içinde yaşadığı<br />

toplumunun dertleriyle muzdarip, çilekeş bir İslâm<br />

mütefekkiridir. Çeşitli hususlarda vardığı neticeler onun<br />

Sünnet bilgisini gösterirken; hadîsin yanında tefsir, fıkıh,<br />

dil, edebiyat, şiir alanlarında neşrettiği eserler de onun<br />

çok yönlü bir âlim olduğunu ortaya koymaktadır.<br />

Not: Dipnotlar için bkz.: www.yeniumit.com.tr<br />

*Araştırmacı-Yazar<br />

eyilmaz@yeniumit.com.tr<br />

66


YENİ ÜMİT<br />

Ekim / Kasım / Aralık - 2010 / 90<br />

Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2010<br />

Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde yer alan<br />

metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni olmaksızın,<br />

elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması,<br />

yayımlanması ve depolanması yasaktır.<br />

IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ<br />

M. Talat KATIRCIOğLU<br />

GENEL KOORDİNATÖR<br />

Dr. Ergün ÇAPAN<br />

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Selçuk CAMCI<br />

İDARİ MERKEZ<br />

İstanbul<br />

YAYIN TÜRÜ<br />

Yaygın Süreli<br />

GÖRSEL YÖNETMEN<br />

Engin ÇİFTÇİ<br />

GRAFİK - TASARIM<br />

Sinan ÖZDEMİR<br />

YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ<br />

Kısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40<br />

MÜŞTERİ HİZMETLERİ<br />

444 0 361<br />

Tüm GSM operatörlerinden dakikası 1 SMS/kontör Sabit telefondan<br />

0216 alan kodu eklenerek aranabilir.<br />

(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)<br />

Yurtiçi abone bedeli, 04.12.2010 - 30.01.2011 tarihleri arası<br />

abone kampanyası olup bu süre içerisinde abone fiyatı 20 TL'dir.<br />

Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey<br />

Afrika ülkeleri) 12 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve<br />

Pasifik ülkeleri) 18 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve <strong>Yeni</strong> Zelenda) ise 20 $'dır.<br />

Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;<br />

Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 556 TEMSİLCİLİKLER<br />

8324 nolu Posta<br />

çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi'nin;<br />

TL olarak, TR870020800094000540530040 (54053-40) numaralı,<br />

$ olarak, TR600020800094000540530041 (54053-41) numaralı,<br />

€ olarak TR330020800094000540530042 (54053-42) numaralı hesabına<br />

yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi<br />

sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize<br />

posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.<br />

ABONE VE DAğITIM MÜDÜRLÜğÜ<br />

Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1<br />

P.K. 34696 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: (0 216 ) 522 11 44<br />

Faks: (0 216 ) 522 11 78<br />

AVRUPA DAğITIM<br />

WORLD MEDIA GROUP AG- İsmail Küçük<br />

Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69<br />

OFFENBACH am MAIN<br />

Müşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112<br />

Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105<br />

dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de<br />

BASILDIğI YER<br />

Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR<br />

Tel: 0 232 252 20 97 Faks: 0 232 252 21 00<br />

BAYİ DAğITIM<br />

DPP A.Ş.<br />

BASIM TARİHİ<br />

Eylül 2010<br />

E-MAIL - WEB<br />

www.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.tr<br />

iÇiNDEKiLER<br />

İslâm Dünyası<br />

Başyazı<br />

İmam Mâturîdî’nin Te’vilatü’l-Kur’ân Tefsiri<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM<br />

Bir Mü’min Şiarı: İffet<br />

Prof. Dr. Osman GÜNER<br />

Kur’ân'da Fâsıla Uyumu<br />

Doç. Dr. Ahmet YÜKSEL<br />

Farklı Donanım ve Hususiyetleriyle Allah Resulu (s.a.s)<br />

Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK<br />

Çok Evlilik<br />

Yüksel ÇAYIROĞLU<br />

Beddua Olarak Lânet Sözünün Vebâli<br />

Dr. M. Selim ARIK<br />

Makam-ı İbrahim’de İbrahimleşmek<br />

Dr. Selman KUZU<br />

Altın Nefesler<br />

Yaman Dede - Ali Ulvi Kurucu<br />

İslâm’da Yetim Hakkı<br />

Dr. Hüseyin ERTUÇ<br />

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Fesâhati<br />

Yard. Doç. Dr. M. Vecih UZUNOĞLU<br />

İslâm İktisat Düşüncesi Üzerine<br />

Prof. Dr. Muhit MERT<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Bilinmeyen Bir Yönü:<br />

Ders ve Tedris Metodu - 2 / Dr. Ergun ÇAPAN - Cemal TÜRK<br />

İslâm Ceza Hukukunda Suça Teşebbüs<br />

Dr. Yahya YAŞAR<br />

Ahmed Muhammed Şâkir<br />

Tahir Emir YILMAZ<br />

Fiyatı: KDV Dahil 5,00 TL<br />

YAYIN İLKELERİ<br />

•Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.<br />

•Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />

•Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.<br />

•Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.<br />

•Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)<br />

gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarası<br />

ile kısaca verilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarak<br />

belirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.<br />

67 •Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.<br />

Dinî İlimler ve Kültür Dergisi<br />

67<br />

•Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.<br />

•Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir.<br />

2<br />

5<br />

9<br />

14<br />

19<br />

24<br />

29<br />

32<br />

36<br />

38<br />

43<br />

48<br />

53<br />

59<br />

63


68<br />

Derûnunda yaşadık dünkü maceramızı,<br />

O harimde duyurduk Hakk’a niyazımızı;<br />

İkliminde seslendirdik kendi mânâmızı,<br />

Ve kaç defa duymuştuk uhrevî havamızı...

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!