You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Indexed by<br />
tarafından taranmaktadır<br />
Ocak 2013 Cilt 5<br />
aylık uluslararası ilişkiler dergisi<br />
sayı<br />
49<br />
Türkiye-İsrail İlişkileri, İsrail’de<br />
Seçimler ve Filistin Sorunu<br />
What Lies Ahead for the Palestinian Issue in 2013 -<br />
Opportunities and Challenges<br />
İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na Farklı<br />
Yaklaşımlar<br />
2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin Beklentiler ve Olasılıklar<br />
ORSAM<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />
STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />
Tarihçe<br />
Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış<br />
politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik<br />
Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu<br />
özelinde yoğunlaştırmıştır.<br />
Ortadoğu’ya Bakış<br />
Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları,<br />
olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halklarından<br />
aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak<br />
potansiyele sahiptir. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik halklarına,<br />
bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek ulusal ölçekte kalıcı barışın<br />
ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi<br />
çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir Sözkonusu çerçevede, Türkiye,<br />
yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir.<br />
Cepheleşen eksenlere dahil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi,<br />
tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi<br />
bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir.<br />
Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları<br />
ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması<br />
ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına<br />
aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri<br />
oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin<br />
nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM; bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere<br />
ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM, web sitesiyle, aylık Ortadoğu<br />
Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal<br />
ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. Bölge ülkelerinden devlet<br />
adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK<br />
temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek<br />
dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır.<br />
* ORSAM, The Middle East Studies Association (MESA) üyesidir.<br />
www.<strong>orsam</strong>.org.tr/tr/
STRATEGIC INFORMATION MANAGEMENT AND<br />
INDEPENDENT THOUGHT PRODUCTION<br />
ORSAM<br />
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES<br />
CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES<br />
History<br />
In Turkey, the shortage of research on the Middle East grew more conspicuous than ever during the<br />
early 90’s. Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) was established in Janu- ary 1, 2009<br />
in order to provide relevant information to the general public and to the foreign policy community.<br />
The institute underwent an intensive structuring process, beginning to con- centrate exclusively on<br />
Middle Eastern affairs.<br />
Outlook on the Middle Eastern World<br />
It is certain that the Middle East harbors a variety of interconnected problems. However, ne- ither<br />
the Middle East nor its people ought to be stigmatized by images with negative connota- tions. Given<br />
the strength of their populations, Middle Eastern states possess the potential to activate their inner<br />
dynamics in order to begin peaceful mobilizations for development. Respect for people’s willingness to<br />
live together, respect for the sovereign right of states and respect for basic human rights and individual<br />
freedoms are the prerequisites for assuring peace and tranquility, both domestically and internationally.<br />
In this context, Turkey must continue to make constructive contributions to the establishment<br />
of regional stability and prosperity in its vicinity.<br />
ORSAM’s Think-Tank Research<br />
ORSAM provides the general public and decision-making organizations with enlightening in- formation<br />
about international politics in order to promote a healthier understanding of interna- tional<br />
policy issues and to help them to adopt appropriate positions. In order to present effective solutions,<br />
ORSAM supports high quality research by intellectuals and researchers that are com- petent in a<br />
variety of disciplines. ORSAM’s strong publishing capacity transmits meticulous analyses of regional<br />
developments and trends to the relevant parties. With its website, books, reports, and periodicals,<br />
ORSAM supports the development of Middle Eastern literature on a national and international scale.<br />
ORSAM facilitates the sharing of knowledge and ideas with the Turkish and international communities<br />
by inviting statesmen, bureaucrats, academicians, strategists, businessmen, journalists, and NGO<br />
representatives to Turkey.<br />
* ORSAM is a member of the The Middle East Studies Association (MESA). <br />
www.<strong>orsam</strong>.org.tr/en/
Kapak Konusu / Cover Story<br />
<br />
Turkey-Israel Relations, Elections in Israel and the Palestine Problem<br />
The Turkish-Israeli Relations in 2013:<br />
Modest Expectations<br />
<br />
What Lies Ahead for the Palestinian Issue in<br />
2013 - Opportunities and Challenges<br />
<br />
<br />
Görünüm ve ‘Son Dakika’ Sürprizleri<br />
Political Landscape and ‘Last Minute’<br />
Surprises in Israel Heading Towards Early<br />
Elections<br />
<br />
<br />
Various Approaches for the Second Gaza War in the Israeli Public Opinion<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
21 November – 20 December 2012<br />
<br />
<br />
<br />
Indexed by
The Kurdish challenge to the<br />
Turkish Nation-State<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Power Struggle in post-Revolution<br />
Egypt: “Islamist Government vs.<br />
Secular Opposition”<br />
<br />
<br />
Prospects and Expectations for<br />
Turkey-Iraq Relations in 2013<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Disputed Areas and Turkmens in Iraq<br />
<br />
<br />
<br />
Being Journalist in Syria<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
United Nations Convention on the<br />
Law of the Non-Navigational Uses of<br />
International Watercourses and an<br />
Evaluation of 2012<br />
<br />
<br />
ORSAM KONUK / Guest<br />
<br />
Riad al-Shaqfa: “We Aim to Bring Stability, Peace and Democracy to Syria”<br />
<br />
Gazwan Masri: “Turkey’s Current Policy Will Bear Fruit in the Future”<br />
<br />
<br />
<br />
Yusuf Molla: “Turkmens Assume an Important Role in Maintaining Unity in Syria”
Ocak 2013<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık<br />
Hasan Kanbolat<br />
Doç. Dr. Hasan Ali Karasar<br />
Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen<br />
ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü<br />
ORSAM Başkanı<br />
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi<br />
ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
<br />
Dr. İsmet Abdülmecid<br />
Irak Danıştayı Eski Başkanı<br />
Prof. Dr. Ramazan Daurov<br />
Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü, Direktör Yardımcısı<br />
Prof. Dr. Vitaly Naumkin<br />
Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü Direktörü<br />
Hasan Alsancak<br />
İhlas Holding, Gn.Md.Yrd., Statejik İs Gelistirme ve Dış İliskiler<br />
Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü<br />
Prof. Dr. Ahat Andican<br />
Devlet Eski Bakanı, İstanbul Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Dorayd A. Noori<br />
Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Yardımcısı<br />
Prof. Dr. Tayyar Arı<br />
Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Prof. Dr. Ali Arslan<br />
İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü<br />
Büyükelçi Shaban Murati<br />
Arnavutluk Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü<br />
Başar Ay<br />
Türkiye Tekstil Sanayii İşveren Sendikası Genel Sekreteri<br />
Hediye Levent<br />
Gazeteci (Suriye)<br />
Prof. Dr. Mustafa Aydın<br />
Kadir Has Üniversitesi Rektörü<br />
Doç. Dr. Ersel Aydınlı<br />
Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı & Fulbright Genel Sekreteri<br />
Yaşar Yakış<br />
Büyükelçi, Dışişleri Eski Bakanı<br />
Patrick Seale<br />
Ortadoğu ve Suriye Uzmanı<br />
Prof. Dr. Hüseyin Bağcı<br />
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Prof. Aftab Kamal Pasha<br />
Hindistan Batı Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı<br />
Itır Bağdadi<br />
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Bölümü<br />
Prof. Dr. İdris Bal<br />
TBMM 24. Dönem Milletvekili<br />
Yrd. Doç. Dr. Ersan Başar<br />
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölüm Başkanı<br />
Dr. Sami Al Taqi<br />
Orient Research Center Başkanı<br />
Kemal Beyatlı<br />
Irak Türkmen Basın Konseyi Başkanı<br />
Barbaros Binicioğlu<br />
Ortadoğu Danışmanı<br />
Safarov Sayfullo Sadullaevich<br />
Tacikistan Cumhurbaşkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı<br />
Prof. Dr. Ali Birinci<br />
Polis Akademisi<br />
Doç. Dr. Mustafa Budak<br />
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı<br />
Doç. Dr. Hasan Canpolat<br />
Milli Savunma Bakanlığı Danışmanı<br />
E. Hava Orgeral Ergin Celasin 23. Hava Kuvvetleri Komutanı<br />
Volkan Çakır<br />
ORSAM Danışmanı, Afrika<br />
Doç. Dr. Mitat Çelikpala<br />
Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Çetiner Çetin<br />
Gazeteci (Orta Doğu)<br />
Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya<br />
YÖK Başkanı<br />
Doç. Dr. Didem Danış<br />
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü<br />
Prof. Dr. Volkan Ediger<br />
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ekonomi Bölümü<br />
Dr. Serdar Aziz<br />
ORSAM Danışma Kurulu Üyesi<br />
Prof. Dr. Cezmi Eraslan<br />
Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı<br />
Prof. Dr. Çağrı Erhan<br />
Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü<br />
Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Dr. Amer Hasan Fayyadh<br />
Bağdat Üniversitesi, Siyaset Bilimi Fakültesi Dekanı<br />
Dr. Farhan Ahmad Nizami<br />
Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Merkezi Yöneticisi<br />
Av. Aslıhan Erbaş Açıkel<br />
ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku<br />
Cevat Gök<br />
Irak El Fırat TV Türkiye Müdürü<br />
Mete Göknel<br />
BOTAŞ Eski Genel Müdürü<br />
Osman Göksel<br />
BTC ve NABUCCO Koordinatörü<br />
Timur Göksel<br />
Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi<br />
Prof. Dr. Muhamad Al Hamdani Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı<br />
Numan Hazar<br />
Emekli Büyükelçi<br />
Habib Hürmüzlü<br />
ORSAM Danışmanı, Ortadoğu<br />
Doç. Dr. Pınar İpek<br />
Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Dr. Tuğrul İsmail<br />
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Prof. Dr. Alexandr Koleşnikov Diplomat<br />
Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu (Kamalov) ORSAM Avrasya Danışmanı
Doç. Dr. Hasan Ali Karasar<br />
ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi<br />
Doç. Dr. Şenol Kantarcı<br />
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Selçuk Karaçay<br />
Vodofone Genel Müdür Yardımcısı<br />
Doç. Dr. Nilüfer Karacasulu<br />
Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Prof. Dr. M. Lütfullah Karaman Fatih Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Doç. Dr. Şaban Kardaş<br />
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Doç Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli Çukurova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Prof. Dr. Aleksandr Knyazev<br />
Rus-Slav Üniversitesi (Bişkek)<br />
Prof. Dr. Erol Kurubaş<br />
Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Prof. Dr. Talip Küçükcan<br />
Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü<br />
Arslan Kaya<br />
KPMG ,Yeminli Mali Müşavir<br />
Dr. Hicran Kazancı<br />
Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi<br />
İzzettin Kerküklü<br />
Kerkük Vakfı Başkanı<br />
Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu<br />
Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />
Dr. Max Georg Meier<br />
Hanns Seidel Vakfı Proje Müdürü (Bişkek)<br />
Prof. Dr. Mosa Aziz Al Mosawa Bağdat Üniversitesi Rektörü<br />
Prof. Dr. Mahir Nakip<br />
Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi<br />
Doç. Dr. Tarık Oğuzlu<br />
ORSAM Danışmanı, Ortadoğu - Uluslararası Antalya Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Çınar Özen<br />
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Murat Özçelik<br />
Büyükelçi<br />
Muhammed Nurettin<br />
Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı<br />
Doç. Dr. Harun Öztürkler<br />
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi<br />
Dr. Bahadır Pehlivantürk<br />
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Prof. Dr. Victor Panin<br />
Pyatigorsk Üniversitesi (Pyatigorsk, Rusya Federasyonu)<br />
Doç. Dr. Fırat Purtaş<br />
Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı<br />
Prof. Dr. Suphi Saatçi<br />
Kerkük Vakfı Genel Sekreteri<br />
Doç. Dr. Yaşar Sarı<br />
ORSAM Danışmanı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniv. Ögretim Üyesi<br />
Ersan Sarıkaya<br />
Türkmeneli TV (Kerkük,Irak)<br />
Dr. Bayram Sinkaya<br />
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlşkiler Bölümü<br />
Doç. Dr. İbrahim Sirkeci<br />
Regent’s College (Londra, Birleşik Krallık)<br />
Dr. Aleksandr Sotnichenko<br />
St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)<br />
Zaher Sultan<br />
Lübnan Türk Cemiyeti Başkanı<br />
Dr. Irina Svistunova<br />
Rusya Strateji Araştırmaları Merkezi, Türkiye-Ortadoğu Araştırmaları Masası Uzmanı<br />
Semir Yorulmaz<br />
(Gazeteci, Mısır)<br />
Doç. Dr. Mehmet Şahin<br />
ORSAM Ortadoğu Danışmanı,Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin<br />
Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Mehmet Şüküroğlu<br />
Enerji Uzmanı<br />
Doç. Dr. Oktay Tanrısever<br />
ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
Prof. Dr. Erol Taymaz<br />
ODTÜ, Kuzey Kıbrıs Kampusü Rektör Yardımcısı<br />
Prof. Dr. Sabri Tekir<br />
İzmir Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı<br />
Dr. Gönül Tol<br />
Middle East Institute Türkiye Çalışmaları Direktörü<br />
Av. Niyazi Güney<br />
Prens Group Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı<br />
Doç. Dr. Özlem Tür<br />
ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />
M. Ragıp Vural 2023 Dergisi Yayın Koordinatörü<br />
Dr. Ermanno Visintainer<br />
Vox Populi Direktörü (Roma,İtalya)<br />
Dr. Umut Uzer<br />
İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri<br />
Prof. Dr. Vatanyar Yagya<br />
St. Petersburg Şehir Parlamentosu Milletvekili, St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)<br />
Dr. Süreyya Yiğit<br />
ORSAM Avrasya Danışmanı<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
www.karincayayinlari.net - bilgi@karincayayinlari.net<br />
<br />
<br />
<br />
Dergisi<br />
abonesidir.<br />
-<br />
<br />
© 2013 ORSAM<br />
<br />
-<br />
-
ORSAM<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM’dan<br />
Değerli Okurlar,<br />
Ortadoğu Analiz’in Ocak 2013 sayısıyla birlikte bir yeniliğe imza atıyoruz. Bu sayıyla birlikte dergimizde hem İngilizce<br />
hem de Türkçe makaleler yer alacak.<br />
Ortadoğu Analiz’in bu sayısını Türkiye-İsrail İlişkileri, İsrail’de Seçimler ve Filistin Sorunu kapak konusuyla çıkarmaya<br />
karar verdik. Önümüzdeki yılda İsrail-Türkiye ilişkilerinde nelerin beklenebileceğini, İsrail’in dış politikasını,<br />
yakında gerçekleştirilecek olan İsrail seçimlerini ve İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri operasyonunu özellikle mercek<br />
altına aldık.<br />
Can Kasapoğlu “2013’te Türkiye-İsrail İlişkileri: Mütevazı Tahminler” isimli makalesinde Mavi Marmara krizinin<br />
ardından zarar gören Türkiye-İsrail ilişkilerine eğilerek 1958 Çevresel Paktı’nı referans alarak 2013 yılına dair beklentileri<br />
ve olasılıkları inceliyor.<br />
Özlem Tür “Filistin Meselesini 2013 Yılında Neler Beklemektedir? – Fırsatlar ve Zorluklar” başlıklı makalesinde<br />
Filistin siyasetindeki son değişimleri ele alıyor ve bu meselenin geçtiğimiz üç ayda meydana gelen gelişmelerle<br />
yeniden gündeme taşındığını öne sürüyor.<br />
Ali Oğuz Diriöz makalesinde 2013 yılında erken seçime gidecek olan İsrail’in iç dinamiklerine, siyasi dengelerine<br />
ve seçim sonrası muhtemel sonuçlara ışık tutuyor.<br />
Mustafa Kulu “İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na Farklı Yaklaşımlar” başlıklı makalesinde 2. Gazze<br />
Savaşı’nın ardındaki İsrail kamuoyunu analiz ederek 2013’te gerçekleşecek olan seçimlere yönelik İsrail siyasi partilerinin<br />
söylemlerini inceliyor.<br />
Ertan Efegil ise makalesinde İsrail’in siyasal sistemine, dış politika hedeflerine, güvenlik anlayışına, kimlik tanımlamasına<br />
ve karar mekanizmasında etkili olan elitlere ışık tutarak İsrail dış politikasındaki belirleyicileri analiz<br />
ediyor.<br />
Harun Öztürkler, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsayan Filistin ekonomisinin genel özelliklerini<br />
analiz ediyor.<br />
Ofra Bengio makalesinde AK Parti’nin Kürt sorununa yönelik çalışmaları, bu çalışmaların ayırıcı özellikleri, bu<br />
gelişmelerin sebepleri ve başlıca dönüm noktaları ve Kürt tarafının geçirdiği değişimi mercek altına alıyor. Kürt<br />
sorununun Türk ulus-devletine yönelmiş ciddi riskleri içinde barındırdığını ileri sürüyor.<br />
Numan Telci makalesinde devrim sonrası Mısır’ı inceliyor ve ülkedeki Müslüman Kardeşlerin ve muhalefetin yeni<br />
konumlarını analiz ediyor. Kasım ayıyla birlikte Mısır’da daha da belirginleşen iktidar ile muhalefet arasındaki<br />
zıtlaşmanın sebepleri üzerinde duran Kulu, iktidar ve muhalefetin kapasiteleri ile karşılaştıkları sınırları irdeliyor.<br />
Serhat Erkmen makalesinde 2013 yılında Türkiye-Irak ilişkilerini bekleyen gelişmeleri analiz ederek Ankara-Bağdat<br />
ve Erbil arasındaki olası gelişmelere, beklentilere ve zorluklara dikkat çekiyor.<br />
Mahir Nakip makalesinde Irak’taki ihtilaflı bölgeleri ve Türkmenlerin özellikle 2013 yılında gerçekleştirilecek olan<br />
yerel seçimlerdeki durumları ve gelecekteki konumlarını analiz ediyor.<br />
2008 tarihinden itibaren Suriye’de gazetecilik yapan Hediye Levent makalesinde Suriye içinden veya dışından ülkedeki<br />
durumu ve gidişatı aktaran gazetecileri bekleyen zor çalışma şartlarına ve bu bağlamda gündeme gelen can<br />
güvenliği, manipülasyon, yaftalanma gibi birçok soruna ışık tutuyor.<br />
Seyfi Kılıç makalesinde, BM Genel Kurulu’ndaki oylamada Türkiye’nin ret oyu verdiği “Uluslararası Suyollarının<br />
Ulaşım-Dışı Kullanımlarına İlişkin BM Sözleşmesi”ne 2012 yılında taraf olan ülkeler ve tutumlarını ele alıyor.<br />
Ocak sayımızın Kitap İncelemesi bölümünde ise Barış Çağlar’ın siyasi, ekonomik ve savaş tarihi kitabı olan A History<br />
of the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi’ni incelediği yazısına yer veriyoruz.<br />
Bu sayımızda sizlerle Oytun Orhan ve Bilgay Duman’ın Suriyeli muhaliflerle gerçekleştirdiği söyleşileri paylaşıyor<br />
ve ilgi ile okuyacağınızı tahmin ediyoruz.<br />
Keyifli okumalar,<br />
Şubat sayımızda görüşmek üzere,<br />
Tarık Oğuzlu<br />
Ortadoğu Analiz Editörü<br />
Hasan Kanbolat<br />
ORSAM Başkanı
ORSAM<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />
www.<strong>orsam</strong>.org.tr
Kapak Konusu<br />
Kapak Konusu<br />
Türkiye-İsrail İlişkileri,<br />
İsrail’de Seçimler ve<br />
Filistin Sorunu<br />
ORSAM<br />
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />
<br />
9
Kapak Konusu<br />
Israel is holding elections in January 2013 and Netanyahu-Liberman (Likud Israel Beiteinu) bloc seems to be able to secure the leading position.<br />
The Turkish – Israeli Relations in 2013:<br />
Modest Expectations<br />
Can KASAPOĞLU<br />
Özet<br />
Türk-İsrail ilişkileri tarih boyunca hiçbir zaman tam bir istikrara ulaşmamıştır, ve bazı uçlar arasındaki<br />
dalgalanma her zaman için ayırt edici bir faktör olmuştur. Ancak filo olayı Türk vatandaşlarının ölümünden<br />
kaynaklanan bir anomaliye yol açmış, ve ilişkilere önemli ölçüde zarar vermiştir. Hem Türkiye hem de<br />
İsrail’in demokratik siyasi sistemleri ikili ilişkilerde kamuoyunu çok önemli bir unsur olarak görmekte, ve<br />
bariz bir (ikili ilişkileri) yeniden yapılandırma teşebbüsü kamu desteğini güvence altına almalıdır, bu ise<br />
durumu karmaşık hâle getirmektedir. Öte yandan, bölgedeki mevcut güvenlik ortamı 2010 yılındaki ortamla<br />
aynı değildir. Kısacası, filo olayı meydana geldiği sırada Buazizi Tunus’taki zorlu yaşam koşullarına<br />
karşı mücadele veriyordu. İki yıl içinde Arap dünyasında diktatörler devrildi, ve Suriye’de ise iç savaş devam<br />
ediyor. Dolayısıyla, yeniden yapılandırmaya ilişkin kısıtlamalara rağmen, Türkiye ve İsrail arasında sınırlı<br />
düzeyde bir güvenlik işbirliğine ihtiyaç duyulabilir. Askeri güçler son savaşa hazırlanırken, stratejistler ise<br />
son statükoyu, yani 1990’lardaki Türk-İsrail anlaşması, çerçevesinde düşünme eğilimindedirler. Ne var ki,<br />
bu çalışma 2013 yılındaki Türk-İsrail ilişkileri eksenine dair başka bir senaryo öne sürmektedir; tarihin<br />
derinliklerinde bulunan başka bir işbirliği modeli, 1958 Çevresel Paktı...<br />
10
Kapak Konusu<br />
In sum, we have negative factors that hinder prospects of a major<br />
restoration, and some positive factors showing that Turkey and Israel<br />
have reached the limits of their crisis. Thus, now it would be accurate<br />
to assess the changing security environment which these two actors<br />
will have to face in 2013.<br />
Abstract<br />
The Turkish – Israeli relations have never been<br />
perfectly stable throughout the history, and fluctuation<br />
between certain extremes has always<br />
been a characteristic factor. However, the flotilla<br />
incident caused an anomaly by inflicting deaths<br />
of Turkish citizens, and harming people to people<br />
relations significantly. The democratic political<br />
systems of both Turkey and Israel makes public<br />
opinion a crucial parameter of bilateral ties,<br />
and any open restoration attempts should secure<br />
public support that makes it complicated. On<br />
the other hand, current regional security environment<br />
is not the same with that of 2010. Put<br />
simply, Bouazizi was struggling for his hard life<br />
in Tunis when the flotilla incident happened.<br />
Within two years, we have dictators fallen in the<br />
Arab world, and a civil war is ongoing in Syria.<br />
Thus, despite the constraints of restoration, there<br />
might be a need for limited security cooperation<br />
between Turkey and Israel. As militaries prepare<br />
for the last battle, strategists tend to think within<br />
the framework of the last status quo, namely, the<br />
Turkish – Israeli entente in the 1990s. However,<br />
this study suggests another scenario for a forecast<br />
on the trajectory of the Turkish – Israeli relations<br />
in 2013; another cooperation model that could<br />
be found deep in history, the Peripheral Pact of<br />
1958…<br />
Keywords: Peripheral Pact, Turkish-Israeli Relations,<br />
Flotilla, Syria, Chemical Weapons, Iran,<br />
Ballistic Missiles<br />
Introduction<br />
Starting from the Operation Cast Lead in 2008,<br />
which hindered Turkey’s mediation efforts between<br />
Syria and Israel at that time, the Turkish<br />
– Israeli relations have deteriorated gradually. It<br />
was in May-June 2010, by the flotilla incident,<br />
when the downtrend was dramatically accelerated<br />
by an anomaly, and the bilateral ties fell to<br />
historical low. Since then, no major restoration<br />
attempts were made by either of the two parties,<br />
and domestic political factors rule out any concessions.<br />
On the other hand, in parallel with the drastic<br />
shift in the relations, regional security environment<br />
was shaken by the turbulence in the Arab<br />
world that dragged Syria, a common border nation<br />
of Turkey and Israel, into a chaotic civil war.<br />
Under these circumstances, this study makes a<br />
slightly modified reference to Charles Dickens’<br />
famous Great Expectations, and suggests “modest<br />
expectations” when depicting possible trajectory<br />
of the Turkish – Israeli relations in 2013. In<br />
fact, also Dickens preferred a modest and ambiguous<br />
ending for the relationship between his<br />
main characters, Pip and Estella; an ending that<br />
is far away from their glamorous days and openended<br />
that reader would never be sure about<br />
what might happen ever after.<br />
This article firstly lays out trends in 2012’s security<br />
environment that would shape prospects<br />
and merits of the Turkish – Israeli relations in the<br />
forthcoming year. Then, domestic political equa-<br />
<br />
11
Kapak Konusu<br />
tion, which is argued to be a crucial factor, would<br />
be analyzed in order to show what couldn’t be<br />
achieved. As the limits of rapprochement will be<br />
defined at that point, then this article’s main thesis,<br />
namely the strategic forecast assessing that<br />
Turkey and Israel might probably develop a narrow,<br />
limited security cooperation, which would<br />
look like the Peripheral Pact of 1958 rather than<br />
the over strategic partnership of the 1990s, will<br />
be elaborated. Within this context, the paper examines<br />
Syrian WMD capability as an imminent<br />
threat, and Iran’s rising political-military profile<br />
as a menacing trend that might pave the ground<br />
for a limited, security-focused restoration.<br />
1. The Turkish – Israeli Crisis Reached<br />
Its Limits<br />
Following the downtrend period of 2008 – 2011<br />
in the Turkish – Israeli relations, it would be fair<br />
to say that 2012 was “tense as usual”, but nothing<br />
has gone worse significantly. Although political<br />
and diplomatic deterioration has continued,<br />
trade relations remained resilient. From 2010 to<br />
2011, there was an increase about 30.7 percent,<br />
and despite the slight decrease in 2012, the trade<br />
profile was still above the pre-flotilla level. 1 Another<br />
positive factor is that the two countries<br />
have not clashed in the Eastern Mediterranean<br />
up until now. In fact, all parameters were pointing<br />
out prospects of further tensions, and even a<br />
military challenge in this sea basin. First, hydrocarbon<br />
resources off the island Cyprus is an important<br />
factor for more power struggle. Second,<br />
given the Turkish Foreign Minister Prof. Ahmet<br />
Davutoglu’s “navigation security” emphasis<br />
in September 2011, Turkey’s high naval profile<br />
along with its strong military presence in Northern<br />
Cyprus, and the Israeli escalation practice<br />
during the flotilla crisis; it would be accurate to<br />
say that the armed potential was there waiting<br />
for a miscalculation. And third, in May 2012,<br />
when Turkish officials from Ankara and Turkish<br />
Republic of Northern Cyprus (TRNC) indicated<br />
that an Israeli jet has violated the TRNC airspace;<br />
many experts, including the author of this<br />
article, have forecasted emergence of a situation<br />
that might have been similar to Turkish – Greek<br />
tensions in the Aegean. Fortunately, such a serious<br />
military escalation did not happen. And<br />
finally, several press sources reported that there<br />
were some very early contacts between Turkish<br />
and Israeli officials, recently in Switzerland. 2<br />
On the other hand, factors that cause more pessimism<br />
about prospects of restoration of the relations<br />
are still solid, and don’t seem to change<br />
in a near future. First, as it will be elaborated<br />
in subsequent sections, Ankara would not step<br />
back from its pre-conditions to normalize the<br />
relations; and Israel is not likely to make a major<br />
concession. Second, despite the resilience<br />
of trade relations, defense cooperation, the<br />
most important aspect of the bilateral ties, has<br />
dropped like a rock. And third, following the<br />
flotilla incident, people to people relations were<br />
harmed to a certain level.<br />
In sum, we have negative factors that hinder<br />
prospects of a major restoration, and some positive<br />
factors showing that Turkey and Israel have<br />
reached the limits of their crisis. Thus, now it<br />
would be accurate to assess the changing security<br />
environment which these two actors will have<br />
to face in 2013.<br />
1.1. Regional Security Environment in 2012<br />
and Trends for 2013: Not the Best Times for<br />
Turkey and Israel<br />
As indicated before, this study anticipates that in<br />
short term, a comprehensive restoration of the<br />
Turkish – Israeli relations were unlikely to a certain<br />
extent, but at the same time, limited security<br />
cooperation could be possible. Within this context,<br />
this section lays out the possible trajectory<br />
of regional security environment in 2013, and<br />
key outcomes of 2012.<br />
Following the Operation Cast Lead (OCL) in<br />
2008, Israel Defense Forces (IDF) has recently<br />
12
Kapak Konusu<br />
Tehran’s political influence in Iraq, Gaza, Syria, Lebanon as well as Qud’s Forces intelligence capabilities in those areas,<br />
are also likely to promote convergence in threat perceptions of Turkey and Israel.<br />
conducted a major military effort in Gaza, the<br />
Operation Pillar of Defense (OPD). Unlike the<br />
OCL, IDF hasn’t initiated a ground incursion this<br />
time, and the OPD came to an end by some 1,500<br />
air strikes in total, along with targeted-killings<br />
against several senior operatives of Hamas and<br />
Islamic Jihad, such as Ahmed Jabari, the head of<br />
Hamas’ military wing. 3<br />
The threat landscape that paved the ground for<br />
OPD is more important than the military technical<br />
details of the operation. For the first time,<br />
militant groups in Gaza reached rocket capability<br />
to threaten the Israeli heartland through Fajr-<br />
5s with 70 – 75 kms of range. In 2008, Fajr-3s<br />
were able to cover 40-45 kms of range, and the<br />
30kms of difference between Fajr-3 and Fajr-5<br />
has changed course of the conflict by enabling<br />
Gazan militants to hit Israel’s center of gravity.<br />
Within this context, two issues loom large in<br />
the Israeli security environment. First, security<br />
of Sinai and political instability in Egypt present<br />
a severe danger to Israel, as obviously the naval<br />
blockade wasn’t able to prevent Hamas and Islamic<br />
Jihad from enhancing their military capabilities.<br />
In fact, since the fall of Mubarak, many<br />
reports have pointed out the growing danger in<br />
this strategic buffer peninsula, Sinai, and current<br />
situation shouldn’t be a surprise. 4 Apart from<br />
the threat against Israeli energy security that has<br />
already gained importance, the recent Fajr-5 issue<br />
revealed a serious power vacuum, probably<br />
starting from Sudan and moves through Sinai<br />
into the Philadelphia route, and finally reaches<br />
Gaza. Moreover, Iran’s Revolutionary Guards<br />
publicly admitted their support to Gazan militant<br />
groups following the OPD. 5 Thereby, Gaza<br />
issue is becoming a more troublesome headache<br />
<br />
13
Kapak Konusu<br />
Security of Sinai and political instability in Egypt present a severe danger<br />
to Israel, as obviously the naval blockade wasn’t able to prevent<br />
Hamas and Islamic Jihad from enhancing their military capabilities.<br />
for Israel, and Iranian military involvement is a<br />
crucial risk factor, especially given the outcome<br />
of the Lebanon experience in 2006.<br />
Apart from Gaza, the turbulence in the Arab<br />
world, which is called Arab Spring by many, has<br />
created a complicated situation for both Turkey<br />
and Israel. Israeli right-wing experts tend to see<br />
the situation in a pessimistic way, indicating that<br />
the turbulence in the Arab world has hindered<br />
Israel’s deterrence, created more security risks,<br />
and has brought about strategic surprises. 6 On<br />
Turkey’s side, the expectations were high at its<br />
outset, as “the Turkish model”, which can be defined<br />
as the combination of conservatism, democracy,<br />
and liberal economy, could have become<br />
an inspiring example for the new Arab regimes.<br />
However, as the “spring” reached Bahrain<br />
and Syria, it turned into a sectarian struggle, and<br />
triggered more Iranian involvement that created<br />
an unfavorable situation for Ankara. This new<br />
strategic equation has had serious repercussions<br />
particularly in Syria and Iraq; and, it is argued,<br />
a power struggle between Ankara and Tehran is<br />
still ongoing.<br />
Furthermore, the trajectory of events in Syria<br />
has also triggered a Kurdish secessionist aspect<br />
that might create bigger problems for Turkey in a<br />
near future. Kurdistan Workers’ Party (PKK) terrorist<br />
organization’s presence in northern plains<br />
of Syria, from Qamishli to Afrin, is structurally<br />
different than its presence in Northern Iraq. In<br />
Northern Iraq, PKK has tactical and operational-level<br />
terror sites, and a so-called “command<br />
& control” body in Iran – Iraq border, Qandil<br />
Mountains. On the other hand, in Kurdishpopulated<br />
areas of Syria the terrorist organization<br />
has political proxies (i.e. PYD), and this<br />
development overlaps with the Syrian-Kurdish<br />
dominance in PKK’s notorious terror apparatus,<br />
HPG. Thus, following Assad’s probable demise,<br />
possible emergence of a second Kurdish autonomy,<br />
right in the Turkish border and in contact<br />
with KRG, would bring about a very complicated<br />
threat landscape against Turkey’s national security.<br />
In geopolitical terms, Turkey might have<br />
over 1000kms border with two Kurdish autonomies<br />
where PKK operates intensely. Furthermore,<br />
should pro-PKK elements in Syria manage<br />
to secure sea access, the Kurdish secessionist<br />
movement and separatist terrorism would overcome<br />
its historical land-locked character. 7 Such<br />
an improvement might change the geopolitical<br />
course of defending Turkey against the separatist<br />
terrorism threat.<br />
In sum, this study argues that the year 2013’s<br />
“strategic legacy” from 2012 has presented an<br />
ambiguous security environment and a troublesome<br />
threat landscape for both Turkey and Israel.<br />
In some crucial aspects, which will be elaborated<br />
in following sections, Turkish and Israeli<br />
decision-makers have been facing some overlapping<br />
threats. Thus, the intersections in the two<br />
national security agendas form the basis of this<br />
article’s argument that forecasts limited security<br />
cooperation in 2013. In parallel, domestic political<br />
parameters block the way for a comprehensive<br />
restoration and make the limited security<br />
cooperation the only way forward option.
Kapak Konusu<br />
1.2. “Between Two Democracies”: Domestic<br />
Political Constraints of Restoring the<br />
Turkish – Israeli Relations in 2013<br />
The Turkish – Israeli relations’ last 4 years were<br />
definitely not the best of bilateral ties’ record<br />
throughout the history. Road to the flotilla incident<br />
was elaborated in many studies with different<br />
perspectives. Above all, the bottom line is; by<br />
the flotilla raid, for the first time, civilian casualties<br />
became a part of downtrend in the relations.<br />
Turkish–Israeli partnership in a troublesome security<br />
environment has not only been cooperation<br />
between the two most important military<br />
powers of the Middle East, but also a consolidation<br />
between two western democracies in a<br />
region of tyrannies and dictatorships. In other<br />
words, for theoretically explaining the Turkish –<br />
Israeli ties, there should be relevant interest and<br />
power struggle-based realist calculus, along with<br />
identity-based constructivism, and even liberal<br />
analytical frameworks (i.e. democratic peace<br />
theory).<br />
This overall depiction about the nature of the<br />
relations points out a complex system. Clearly,<br />
strategic partnership with Turkey has provided<br />
Israel strategic depth, ability to contain Syria,<br />
Iran and Iraq from north; and also the legitimacy<br />
of being strategic partners with a secular,<br />
Muslim nation that is an important member of<br />
NATO, and the successor of Ottoman Empire,<br />
one of the most powerful Islamic actors in the<br />
history that has held caliphate and ruled Palestine<br />
for centuries.<br />
On the other hand, this complex character of the<br />
relations makes any restoration attempts harder<br />
at the same time. Put simply, domestic political<br />
parameters of the Turkish – Israeli ties are<br />
very different than Israel’s relations with Jordan’s<br />
Hashemite house. Both Turkey and Israel are<br />
democracies in which governments have to get<br />
voters’ support for political legitimacy, and simply,<br />
for the next term. Turkey will have 3 elections<br />
in 2014 and 2015; namely municipality and<br />
presidential elections in 2014, and parliamentary<br />
elections in 2015. Following the Mavi Marmara<br />
raid, Ankara has stipulated three pre-conditions<br />
to restore the relations; an official public apology,<br />
full compensation for the victims of the incident,<br />
and removal of the blockade in Gaza. 8<br />
Stepping back from these preconditions would<br />
have serious repercussions in domestic politics,<br />
and such a concession is not likely. On the other<br />
hand, Israel is holding elections in January 2013<br />
and Netanyahu-Liberman (Likud Israel Beiteinu)<br />
bloc seems to be able to secure the leading position.<br />
In sum, we have more or less similar domestic<br />
political pictures in Turkey and Israel: Two powerful<br />
and popular PMs at both sides, who have<br />
been able to secure conservative, right, and center-right<br />
votes, and who have been easily competing<br />
with fragmented political oppositions<br />
that are away from offering attractive political<br />
alternatives to people. Both of the countries have<br />
strong militaries that are able to protect national<br />
borders. Following the last decades’ developments<br />
in Ankara, both Turkish Armed Forces<br />
(TAF) and IDF are under civil oversight, and<br />
there is no more paternalist military guardianship<br />
in Turkey that shaped the 1990s’ Turkish –<br />
Israeli partnership’s domestic political dynamics.<br />
In the light of points discussed hitherto, this article<br />
tried to lay out what cannot be achieved,<br />
along with the major trends in the security environment<br />
in which the Turkish – Israeli relations<br />
might find a way forward in 2013. From now on,<br />
the piece will focus on the “alternative restoration<br />
model”, or Peripheral Pact, and its correlation<br />
with the present strategic parameters.<br />
2. Geopolitical Grounds of the “1958 Model”<br />
and the Current Conjuncture: Does anyone<br />
has a Time Machine?<br />
Main handicap when assessing the prospects of<br />
rapprochement between Turkey and Israel is to<br />
limit the analytical framework with the 1990s<br />
case in the Turkish – Israeli relations. Apart<br />
from the open strategic partnership that culminated<br />
in 1996, the two countries have another<br />
<br />
15
Kapak Konusu<br />
<br />
Iranian military trend; along with the mounting imminent threat in Syria,<br />
it would be fair to say that the current security environment has been<br />
showing harbingers of a potential convergence between Turkish<br />
and Israeli threat perceptions.<br />
cooperation record, or model, that depends on<br />
“Peripheral Pact” signed by Turkey’s conservative<br />
PM at that time, Adnan Menderes, and his<br />
Israeli counterpart, David Ben Gurion in 1958.<br />
Unlike the overt strategic partnership of the<br />
1990s, the Turkish- Israeli covert security cooperation<br />
had dealt with a narrow military and<br />
intelligence agenda during the late 1950s and<br />
mid/early 1960s. Moreover, at both sides, only<br />
top political decision-makers and key figures of<br />
military and intelligence apparatuses were involved<br />
in these covert security ties. Even PM<br />
Ben Gurion’s visit to Turkey in August 1958 was<br />
kept secret. 9<br />
The main geopolitical ground of 1958’s covert<br />
pact was the worsening security environment in<br />
Syria and Iraq. Both parties perceived the Iraqi<br />
July 14 “revolution” as a threat, and the United<br />
Arab Republic era in Syria was another matter of<br />
concern among both of the strategic communities.<br />
It is known that in 1959, even Turkish and<br />
Israeli general staffs at that time had prepared a<br />
joint operation plan against Syria. 10<br />
At present, considering the rising Tehran influence<br />
in the region and Iranian military trend;<br />
along with the mounting imminent threat in Syria,<br />
it would be fair to say that the current security<br />
environment has been showing harbingers of a<br />
potential convergence between Turkish and Israeli<br />
threat perceptions. These two countries are<br />
now in a situation in which the restoration of relations<br />
publicly has domestic political repercussions<br />
for either of the actors depending on concessions.<br />
However, lack of security cooperation<br />
might also have unfavorable outcomes. Furthermore,<br />
Turkey’s soft power initiative under Prof.<br />
Davutoglu’s foreign policy doctrine, which aims<br />
to consolidate socio-cultural bridges between<br />
Turkey and Muslim streets, could be rendered<br />
abortive by a “very close and intimate picture”<br />
with Israel. Thus, due to domestic political reasons<br />
and keeping its soft power capacity effective,<br />
Ankara cannot re-form its ties with Israel<br />
depending on the 1990s’ model. On the other<br />
hand, Turkey and Israel cannot stay indifferent<br />
to their overlapping threat perceptions. The next<br />
section will examine convergence factors that<br />
might enable a limited security cooperation that<br />
wouldn’t be necessarily conducted under spotlights.<br />
3. Assessing the Convergence Factors in<br />
Turkish – Israeli Common Threat Landscape<br />
As the covert Peripheral Pact was based on intersecting<br />
threat perceptions, sort of repetition<br />
of this model is expected follow the same track.<br />
Given the security environment surrounding<br />
Turkey and Israel, next two sections lay out an<br />
imminent threat, the Syrian WMD arsenal, and<br />
a mid-term trend, Iran, as two convergence factors<br />
that might pave the ground for limited, narrow<br />
security cooperation.<br />
3.1. The Imminent Threat or Window of<br />
Opportunity: Syrian WMD Arsenal<br />
Syria, which is not a party to the Chemical<br />
Weapons Convention, holds a notorious chemi-<br />
16
Kapak Konusu<br />
cal arsenal, and allegedly, has been running a biological<br />
weapons program too. In its dangerous<br />
inventory, the Baathist regime keeps a significant<br />
amount of sarin and tabun nerve gasses and<br />
VX, along with mustard blister agents. Furthermore,<br />
Syria’s dispersion capability is also a serious<br />
threat. Apart from of aerial bombs and artillery<br />
assets, a combination of ballistic missiles<br />
and chemical warheads provides Assad’s forces<br />
the ability to threaten its neighbors from depth<br />
of the country. 11 Under the Missile Command,<br />
Syrian Armed Forces has three surface-to-surface<br />
missile (SSM) brigades of which, at least one<br />
of them, is capable of launching SCUD types and<br />
variants short-range ballistic missiles (SRBM).<br />
This SRBM inventory enables the regime to cover<br />
an area from 300kms (via SCUD B) to 700-<br />
800 kms (via SCUD C about 500-600kms, and<br />
via SCUD D –North Korean No Dong– variant<br />
up to 700-800kms) depending on several factors<br />
like type, modifications, and warhead. 12 Thus, an<br />
important proportion of Turkey’s territory, and<br />
entire Israeli lands fall under the Assad’s forces’<br />
chemical warhead-ballistic missile range. As a<br />
matter of fact, in November 2012, Turkish President<br />
Abdullah Gul raised his concerns about<br />
a possible “madness” of the Baathist regime 13 .<br />
And eventually, Ankara has officially requested<br />
the deployment of missile defense systems from<br />
NATO on 21 st November 2012. 14 Likewise Ankara’s<br />
threat perception, also PM Benjamin Netanyahu<br />
recently indicated that Israel has been<br />
monitoring events related with the Syrian chemical<br />
threat carefully. Nonetheless, Israel Defense<br />
Forces (IDF) has effective missile defense coverage<br />
at several altitudes, and Turkey is coming<br />
under NATO protection soon, with at least 6<br />
Patriot batteries being deployed on Turkish soil.<br />
Assad’s chemical inventory presents threat in<br />
two aspects. The first aspect is a state-led aggression.<br />
In case of an uncontrolled fall of the<br />
regime, some rogue and radical elements within<br />
the Baathist circles might say après moi le deluge.<br />
Given the 1982 notorious crackdown conducted<br />
by Hafez al Assad, when he used cyanide gas for<br />
massacring more than 18.000 Sunnis, possibility<br />
of state-led aggression scenario should be<br />
taken into consideration. 15 Second, even assuming<br />
that Assad clan either will not be able to use<br />
its WMD arsenal, or step down upon a gradual<br />
transition; securing the chemical and biological<br />
agents will be a vital issue for Turkey and Israel.<br />
Both states have been facing asymmetric threats<br />
related with Syria for a long time.<br />
On Turkey’s side, PKK’s reach to chemical and<br />
biological agents would be a nightmare scenario<br />
that would give a true terror weapon into the<br />
hands of a dangerous terrorist organization that<br />
seeks to commit sensational attacks in urban areas.<br />
Furthermore, given the Syrian-Kurdish elements’<br />
mounting influence in HPG, the so called<br />
“armed wing” of PKK; and also considering<br />
PKK-aligned actors’ rise in Syria, Ankara would<br />
definitely want to secure all chemical and biological<br />
agents to the last piece. In parallel, transfer<br />
of chemical warheads and biological agents to<br />
Hezbollah is a red line for Israel.<br />
In military terms, securing a WMD arsenal in<br />
a hostile and troublesome territory is one of<br />
the hardest missions for armed forces. It requires<br />
precise and perfect military intelligence<br />
to fully detect all sites, specialized teams to secure<br />
deadly agents without causing contamination,<br />
and combat assets to provide operational<br />
security. Recently, Pentagon estimated that it<br />
would require some 75.000 troops to seize the<br />
Syrian WMD sites. 16 Without a doubt, Turkish<br />
and Israeli intelligences are among the most<br />
experienced and focused in Syrian affairs, and<br />
their militaries would be effective given their<br />
geographical familiarities and logistical support.<br />
Thus, this study argues that the urgent and<br />
critical need for securing the Syrian chemical<br />
and biological arsenal following Assad’s possible<br />
demise, and also the issue of ballistic missilechemical<br />
warhead threat might create a window<br />
of opportunity that would bring about a limited<br />
but vital cooperation between Turkey and Israel.<br />
3.2. Iranian Military Trend and Political<br />
Influence: Could Turkey and Israel be on the<br />
Same Page?<br />
At the beginning of the Justice and Development<br />
Party era, the Turkish – Iranian relations seemed<br />
<br />
17
Kapak Konusu<br />
promising. Under the positive atmosphere, some<br />
claimed an axis-shift for Turkey, and even some<br />
related the alleged axis-shift with the rising conservatism<br />
in Ankara. However, as the biggest<br />
political and economic success story of conservatism<br />
in Turkey, AK Party has always attached<br />
utmost importance to Ottoman Empire’s political-military<br />
legacy, and Iran stands nowhere<br />
near being a historical Ottoman ally, but a true<br />
geopolitical archrival. In fact, as Ankara started<br />
to pursue a more assertive agenda in the Middle<br />
East, Tehran has raised its voice more, many<br />
times through a harsh rhetoric. Especially starting<br />
from 2011, top Iranian figures have begun to<br />
play more open when threatening Turkey. For<br />
instance, in October 2011, Major General Yahya<br />
Rahim Safavi, the top adviser of the Supreme<br />
Leader, stressed in a menacing way that Turkey<br />
had to rethink its policies in Syria, NATO missile<br />
shield, and promoting secularism in the Arab<br />
world. 17 Other top officials have also kept threatening<br />
Ankara about NATO assets in Turkey, by<br />
hitting them in case of a preventive operation<br />
against Iranian rogue nuclear program.<br />
At present, Tehran’s stance is going a step further<br />
by opposing the PAC-3 deployment which is a<br />
defensive weapons system. Recently, Iran’s military<br />
Chief of Staff, Gen. Hassan Firouzabadi, said<br />
that Patriot deployment could lead to a “world<br />
war”. 18 In fact, Tehran’s reaction to improvement<br />
of Turkey’s missile defense capability might give<br />
a hint about merits of Iranian military trend.<br />
One of the most important trends that might<br />
cause a limited rapprochement between Turkey<br />
and Israel is Iran’s assertive missile program. For<br />
instance, in May 2009, Iran has tested its new<br />
solid-propellant, two-stage ballistic missile, the<br />
Sejjil-2. Following this test, Tehran reached the<br />
range over 2,000kms that enables it to cover the<br />
Turkish capital, as well as the major population<br />
and industrial centers of the Marmara region.<br />
Although we don’t know how much of the Sejjil-2<br />
capability is deployed in missile bridges, this<br />
was an important indicator showing the Iranian<br />
military modernization trend. 19 On Israel’s side,<br />
development of the Sejjil-2 did not mean a drastic<br />
change in range as Iran could already cover<br />
Israeli territory with Shahab-3, the first Medium<br />
Range Ballistic Missile (MRBM) of Tehran.<br />
However, the solid-propellant system of Sejjil-2<br />
shortened the launch cycle, and increased operational<br />
effectiveness. 20 Thus, the ongoing Iranian<br />
military modernization, especially developments<br />
in missile capability, has been creating a<br />
common threat perception for Turkey and Israel.<br />
As a matter of fact, Turkish press reported that in<br />
December 2011 PM Erdogan has asked four-star<br />
generals of Turkey’s Supreme Military Council<br />
(SMC) about Iranian missile range, in comparison<br />
with Turkey’s capabilities in that field. And,<br />
after getting an answer that stated an unacceptable<br />
gap, the PM, as the chair of the SMC and<br />
also the under secretariat for Defense Industries,<br />
has ordered improvement of the Turkish missile<br />
capability. 21<br />
Without a doubt, another common national security<br />
interest of Turkey and Israel is to prevent<br />
Iran’s ongoing nuclearization. Unlike the Israeli<br />
reaction, which hasn’t excluded preventive strike<br />
option up until now, Ankara has embraced a<br />
calm and consistent stance that opposed nuclear<br />
weapons in the Middle East, and also an operation<br />
against Iran at the same time. However,<br />
the Iranian nuclear program can be depicted<br />
as a mathematical countdown system in which<br />
Tehran has successfully used negotiations and<br />
peaceful solution initiatives as opportunities of<br />
buying time so far.<br />
From the Israeli point of view; the Iranian nuclear<br />
threat is tantamount to a combination of ideological<br />
challenge to the very existence of a Jewish<br />
State, possibility of WMD capability at the hands<br />
of a radical and revolutionary regime, and finally,<br />
a constant threat that can be triggered in case of<br />
miscalculation or irrationality. 22 On the other<br />
hand, a nuclear Iran would mean collapse of<br />
over 5-centruies long balance of power between<br />
Turkey and Iran that could be traced back to the<br />
Battle of Chaldiran in 1514.<br />
Furthermore, there is a strong connection between<br />
the Iranian nuclear program and the Revo-<br />
18
Kapak Konusu<br />
lutionary Guards (IRGC) that also controls most<br />
of the surface-to-surface missile capability, along<br />
with chemical, biological, radiological (CBN) assets.<br />
23 The recent Iranian attack at a U.S. drone<br />
in November 2012 is important to understand<br />
operational culture and aggression limits of the<br />
IRGC. The close air support plane that was commissioned<br />
in that operation, a SU-25, is the only<br />
high-performance aircraft that IRGC uses apart<br />
from the regular Iranian air force, thus, this<br />
shows that the operation was probably conducted<br />
by them. 24 Thereby, given the fact that most<br />
probably IRGC will also control future nuclear<br />
capability, should Iran succeed to reach it, Turkey<br />
and Israel cannot rely on level of cautiousness<br />
in Tehran.<br />
Along with the rising Iranian ballistic missile<br />
threat, and nuclear program; Tehran’s political<br />
influence in Iraq, Gaza, Syria, Lebanon as well<br />
as Qud’s Forces intelligence capabilities in those<br />
areas, are also likely to promote convergence in<br />
threat perceptions of Turkey and Israel. Recently,<br />
Ankara has seen that rising Iranian influence<br />
in Baghdad could threaten the Turkish military<br />
presence in Northern Iraq, and hinder Turkish<br />
companies’ interests in lucrative energy deals.<br />
Given Maliki administration’s aggressive shift<br />
against Turkey, and regarding the Baathist regime’s<br />
foreign support from Tehran in the Syrian<br />
turmoil; it would be fair to say that Iran has been<br />
standing right in the way of Turkey’s regional<br />
leadership agenda.<br />
Clearly, rising Iranian political-military profile<br />
might put Turkey and Israel on the same page.<br />
Though, there are two different level of threat<br />
perceptions. For Israel, Iran posses an existential<br />
threat while Ankara would see Tehran as a regional<br />
competitor. Furthermore, this paper depicts<br />
Syrian WMD issue as an imminent threat,<br />
but the Iranian factor as a trend. Nonetheless,<br />
although it doesn’t necessitate urgent security<br />
cooperation like the mission of securing Syrian<br />
terror arsenal would require; IRGC’s aggressive<br />
breakthrough attempts can definitely pave the<br />
way for narrow and limited security cooperation<br />
between Turkey and Israel in 2013.<br />
Conclusion<br />
Fluctuation within acceptable limits is more<br />
than a half a century-long characteristic of the<br />
Turkish – Israeli relations. However, the flotilla<br />
incident was an anomaly that has made it enormously<br />
harder to restore the bilateral ties. For<br />
the first time, Turkey suffered civilian casualties<br />
due to an Israeli operation, and Israel has lost its<br />
only non-Arab, secular, Muslim ally. Following<br />
the Islamic revolution of Iran in 1979, this was<br />
the second biggest strategic loss of Israeli decision-makers<br />
in the region.<br />
When Turkey and Israel faced this crisis, Bouazizi<br />
was still alive, struggling for his life in Tunisia. He<br />
hadn’t set himself on fire at that time, and Turkey<br />
was enjoying its rising soft power capacity while<br />
Ankara and Damascus were holding joint cabinet<br />
meetings. Yet, at that time Iranian officials<br />
hadn’t threatened Turkey by hitting NATO assets<br />
on Turkish soil.<br />
Then, all calculus started to change, and now,<br />
Tunis seems relatively stable, while there is an<br />
ongoing civil war in Syria, and PKK terrorist organization<br />
strives to extend its control over Turkey’s<br />
southern borders. Furthermore, Sinai has<br />
turned into a hostile environment for Israel, and<br />
by Iran’s military assistance, Hamas managed to<br />
fire rockets at Tel Aviv metropolitan area, and Jerusalem.<br />
All happened fast, just within two years<br />
after the flotilla incident.<br />
This study concludes possible trajectory of the<br />
Turkish – Israeli relations in 2013 considering<br />
the tour d’horizon given above. On the other<br />
hand, domestic political factors constrain an<br />
open partnership. At this point, the Peripheral<br />
Pact of 1958 could be a good start for finding a<br />
viable model in order to weather the storm in the<br />
region without being discredited in voters’ eyes.<br />
The 1958 Peripheral Pact was a political decision<br />
under the absolute oversight of Prime Minister<br />
Adnan Menderes. On the other hand, during<br />
the 1990s, strategic partnership was more or<br />
less imposed to political decision-makers by the<br />
<br />
19
Kapak Konusu<br />
paternalist military elite at that time. Under the<br />
Justice and Development Party (AK Party) era,<br />
starting from November 2002, Turkish Armed<br />
Forces has gradually transformed from its political<br />
guardianship role into a capable national defense<br />
body. This trend has put an end to decades’<br />
long double-headed political fragmentation of<br />
the Turkish decision-making system, and has<br />
initiated a robust government control on military<br />
affairs. Thus, at any restoration attempts,<br />
Israeli officials now have to negotiate with the<br />
Turkish government.<br />
Moreover, “the 1958 model” offers a narrow<br />
framework that would be limited with security<br />
issues. And it does not necessitate PMs shaking<br />
hands before cameras. It would focus solely on<br />
military and intelligence issues.<br />
In sum, 2013 might bring about “modest expectations”<br />
with some important security outcomes<br />
for the Turkish – Israeli relations. For further<br />
“great expectations”, we should wait for the next<br />
year’s developments.<br />
O<br />
ENDNOTES<br />
1 Soner, Cagaptay. and Tyler, Evans. The Unexpected Vitality of Turkish – Israeli Trade, The Washington Institute for<br />
Near East Policy, Washington D.C., 2012. p 1.<br />
2 BBC Turkce[web], “Turkiye – Israil: Kapi Ne Acik Ne Tam Kapali”, 26 th November 2012,http://www.bbc.co.uk/<br />
turkce/cep/haberler/2012/11/121126_turkey_israel_relations.shtml. Accessed: 19 th December 2012.<br />
3 IDF Announcement, 21 st November 2012, http://www.idf.il/1153-17717-en/Dover.aspx, Accessed: 18 th December<br />
2012.<br />
4 For further information, see Nicolas, Pelham. Sinai: The Buffer Erodes, Chatham House, London, 2012; Ehud, Yaari.<br />
Sinai: A New Front, Washington Institute for Near East Policy, Washington D.C., 2012.<br />
5 “Iran Supplied Hamas with Fajr-5 Missile Technology”, Guardian, 21 st November 2012.<br />
6 Efraim, Inbar. The 2011 Arab Uprisings and Israel’s National Security, BESA Center, Ramat Gan, 2012. pp. 10 – 15.<br />
7 Ofra, Bengio. “Kurdistan Reaches towards the Sea”, Haaretz, 3 rd August 2012.<br />
8 Turkish Ministry of Foreign Affairs,[web] “Turkiye – Israil Siyasi Iliskileri”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israilsiyasi-iliskileri.tr.mfa,<br />
Accessed: 19 th December 2012.<br />
9 For a comprehensive study on the Peripheral Pact, or 1958 covert agreement between Turkey and Israel; see<br />
Ofra, Bengio. The Turkish – Israeli Relationship: Changing Ties of Middle Eastern Outsiders. Palgrave MacMillan Ltd.,<br />
New York, 2004.<br />
10 Gencer, Ozcan. Turkiye – Israil Iliskilerinde Donusum: Guvenligin Otesi, TESEV, Istanbul, 2005. pp. 20 – 22.<br />
11 Jane’s IHS, Sentinel Security Assessment –Eastern Mediterranean– Syria Strategic Weapons Systems, 2012, pp. 3 – 5.<br />
12 IISS, Military Balance 2012 – Middle East and North Africa, Routledge, London, 2012, pp. 348 – 351.<br />
13 Interview with Turkish President Abdullah Gul, Financial Times, 12 November 2012.<br />
14 Turkish Ministry of Foreign Affairs, Statement No: 263, http://www.mfa.gov.tr/no_-263_-21-kasim-2012_-ulusal-hava-savunmamizin-muttefik-hava-savunma-unsurlariyla-takviyesinin-desteklenmesi-konusunda.tr.mfa,<br />
21 st November 2012, Accessed: 17 December 2012.<br />
15 Dany, Shoham. The Fate of Syria’s Chemical and Biological Weapons, BESA Perspectives, 6 August 2012.<br />
16 “Pentagon Says 75,000 Troops Might be Needed to Seize Syria Chemical Arms”, The New York Times, 15 th November<br />
2012.<br />
17 Soner Cagaptay, “Next Up: Turkey vs. Iran”, The New York Times, 14 th February 2012.<br />
18 “Patriot Missiles in Turkey threaten ‘word war’-Iran Army Chief”, Reuters, 15 th December 2012.<br />
19 Anthony, Cordesman, et al. Iran and the Gulf Military Balance – II, CSIS, Washington D.C., 2012. pp. 30 – 31.<br />
20 Christopher, Harmer. Threat and Response: Israeli Missile Defense, Institute for the Study of War, Washington D.C.,<br />
2012, pp. 5 – 6.<br />
21 “Turk Fuzesi: Hedef Menzil 2500 km”, Haberturk [ web], http://www.haberturk.com/gundem/haber/701120-turkfuzesi-hedef-menzil-2500-km<br />
, 29 th December 2011, Accessed: 18 th December 2012.<br />
22 For a detailed lay out of the Israeli – Iranian tensions, see Dalia,Dassa, et al. Israel and Iran: A Dangerous Rivalry,<br />
RAND Corporation, Santa Monica, 2012.<br />
23 Anthony, Cordesman. Iran’s Revolutionary Guards, the Al Quds Force, and Other Intelligence and Paramilitary Forces,<br />
CSIS, Washington D.C., 2007. pp. 3-4.<br />
24 Eddie, Boxx. “Iran Threatens Aerial Freedom of Navigation in the Gulf”, Policy Watch 2004, Washington Institute<br />
for Near East Policy, Washington D.C. 2012.<br />
20
Kapak Konusu<br />
On 14 November, Israel carried out a targeted assassination effort against the leader of Hamas’ military wing,<br />
Ahmed Jabari, and followed it up by launching Operation Pillar of Defense on Gaza, which lasted for eight days and ended with<br />
an Egyptian-brokered and US-supported ceasefire.<br />
What Lies Ahead for the Palestinian Issue in<br />
2013 - Opportunities and Challenges<br />
Özlem TÜR<br />
Özet<br />
Bu çalışma, Filistin siyasetindeki son değişimleri ele almakta ve çoktan unutulmuş bu meselenin geçtiğimiz<br />
üç ayda meydana gelen gelişmelerle yeniden gündeme taşındığını öne sürmektedir. Söz konusu gelişmeler şu<br />
şekilde sıralanabilir: Estelle gemisinin Gazze’ye gitmesi, Katar Emiri’nin Gazze ziyareti, İsrail’in Gazze’deki<br />
“Savunma Harekat Ayağı”, ve Filistin’in BM’de üye olmayan devlet statüsü elde etme çabası. Bu gelişmeler<br />
her iki tarafın liderleri için hem fırsat hem de sıkıntı yaratmaktadır. Filistin tarafında uzlaşı gerekirken,<br />
İsrail tarafında ise Filistin meselesini çözmek için kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. Yine de bu<br />
gelişmelerden hiçbiri önümüzdeki yıl için muhtemel görünmeyebilir, zira günümüzde Filistin’deki grupları<br />
bölen etkenler, onları birleştiren etkenlerden daha fazladır. Buna ek olarak, İsrail’deki güvenlik söyleminin<br />
esnekliği ve bu meseleye ilişkin kısa-vadeli stratejiler uzun vadeli çabaları engellemekle birlikte Hamas’ı<br />
güçlendirdiği kadar diyalog kurma hedefine de ters etki etmektedir.<br />
<br />
21
Kapak Konusu<br />
While the visit of Sheikh Hamad bin Khalifa al-Thani, Emir of Qatar, to<br />
Gaza strengthened Hamas, it also indirectly deepened the division<br />
between the Palestinian Authority in West Bank and Hamas in Gaza,<br />
which can be seen as problematic for the future of the territories and<br />
for undermining the power of Mahmoud Abbas, the leader of the PA.<br />
Abstract<br />
This article deals with recent developments in<br />
Palestinian politics and argues that the longforgotten<br />
issue has come back onto the agenda<br />
through a series of developments over the past<br />
three months: the sailing of the Gaza-bound vessel<br />
Estelle, the visit of the Emir of Qatar to Gaza,<br />
Israel’s ‘Operation Pillar of Defense’ in Gaza, and<br />
the Palestinian bid for non-member state status<br />
in the UN. These developments will provide both<br />
opportunities and additional challenges for the<br />
leaders of both parties. While what is needed on<br />
the Palestinian side is reconciliation, on the Israeli<br />
side a comprehensive strategy to resolve the<br />
Palestinian issue is necessary. Yet, none of these<br />
developments seems feasible in the year ahead, as<br />
what is dividing Palestinian groups seems greater<br />
than what is uniting them today. In addition, the<br />
resilience of the security discourse in Israel and<br />
short-term strategies being deployed on the issue<br />
preclude long-term efforts and, insofar as they<br />
strengthen Hamas, they are counterproductive to<br />
the goal of dialogue.<br />
Keywords: Israel, Palestine, Hamas, Gaza, Palestinian<br />
Authority<br />
Introduction<br />
As the Middle East witnessed the unfolding of<br />
tumultuous events with the Arab uprisings,<br />
whether or not the Palestinian issue retains its<br />
central position in regional politics has come<br />
into question. As the discussion has increasingly<br />
become preoccupied with issues of change, democracy,<br />
elections and new constitutions, the<br />
Palestinian issue seems to have been put on the<br />
backburner, falling lower on the agendas of regional<br />
and international actors. In September<br />
2011, in an attempt to revive the issue, the Palestinian<br />
Authority (PA) applied to the UN for full<br />
membership, with no success. Neither have the<br />
reconciliation talks of 2011 between Fatah and<br />
Hamas resulted in the anticipated elections. Yet,<br />
a few important developments since October<br />
2012 have brought the Palestinian issue in general<br />
and Gaza in particular back onto the agenda.<br />
These are the sailing of the Gaza-bound vessel<br />
Estelle, the visit of the Emir of Qatar to Gaza, Israel’s<br />
‘Operation Pillar of Defense’ in Gaza, and<br />
the Palestinian bid for non-member state status<br />
in the UN, which have each reminded us of the<br />
place of the Palestinian issue in a rapidly changing<br />
regional politics. Upon examination of these<br />
developments, it appears important challenges<br />
lie ahead in 2013 with regard to the renewal of<br />
peace talks between Israel and the Palestinian<br />
Authority, as well as to the relations between Fatah<br />
and Hamas.<br />
Developments in Gaza<br />
In October 2012, two important events occurred<br />
that drew attention to Gaza. One of these was<br />
the disembarkation of the Gaza-bound vessel<br />
Estelle from port in Europe in an attempt to<br />
break the Israeli blockade on the territory. The<br />
ship was stopped before it reached its destination<br />
and those on board; including members<br />
of the parliaments of some European countries<br />
were detained and later expelled. This was the<br />
22
Kapak Konusu<br />
Israel’s relations with Gaza, from which it unilaterally withdrew in 2005, have been problematic especially since 2007.<br />
first event of its kind since the Mavi Marmara<br />
incident of 2010. It should be recalled that Israel<br />
had unilaterally withdrawn from Gaza in 2005<br />
but retained control over its borders. Since the<br />
kidnapping of Israeli soldier Gilat Shalid by Hamas<br />
in 2006, control over borders has turned<br />
into a blockade, and after Hamas took control<br />
of Gaza in 2007, the blockade was tightened in<br />
coordination with the Mubarak regime. Following<br />
the change of regime in Egypt, the Muslim<br />
Brotherhood made an initial announcement that<br />
crossings into Gaza from the Rafah Gate would<br />
be eased, and this has been realized in time. Yet,<br />
the living conditions of the people of Gaza due<br />
to the blockade came to the fore once again with<br />
the sailing of Estelle.<br />
A second and more important development was<br />
the visit of Sheikh Hamad bin Khalifa al-Thani,<br />
Emir of Qatar, to Gaza with a convoy and 90<br />
tons of humanitarian aid supplies. The emir has<br />
promised 400 million dollars more in aid and<br />
committed to projects aimed at repairing the infrastructure<br />
destroyed during 2008–9 Operation<br />
Cast Lead. Considering that after Hamas and its<br />
political bureau Chief Halid Meshal left Damascus<br />
the financial help it had been receiving from<br />
its major financiers, Syria and Iran, diminished<br />
considerably, this aid was very timely. In a way,<br />
the emir seemed, with his visit, to be rewarding<br />
the organization for having left Damascus<br />
and joining the anti-Asad forces. Prime Minister<br />
of Hamas, Ismail Haniye, had praised the of-<br />
<br />
23
Kapak Konusu<br />
While the abovementioned developments have given Hamas enormous popularity, enhancing its position in the region and ‘in the struggle<br />
against Israel’, the Palestinian Authority’s bid for UN member status has added a new dynamic to the issue in general.<br />
ficial visit, the first by a head of state since the<br />
1999 visit of King Abdallah of Jordan, and declared<br />
the blockade officially broken. That he had<br />
traveled to Gaza helped to legitimize the Hamas<br />
government. As I have argued elsewhere, 1 while<br />
the visit strengthened Hamas, it also indirectly<br />
deepened the division between the Palestinian<br />
Authority in West Bank and Hamas in Gaza,<br />
which can be seen as problematic for the future<br />
of the territories and for undermining the power<br />
of Mahmoud Abbas, the leader of the PA.<br />
Operation Pillar of Defense<br />
A few weeks after the emir’s visit, Israel initiated<br />
an operation on Gaza. There has been a periodic<br />
escalation of tension between Israel and<br />
Gaza in the previous months consisting of the<br />
exchange of rockets. Before the operation began,<br />
Netanyahu asserted, “In recent days and weeks,<br />
Hamas and the other terrorist organizations in<br />
Gaza have made normal life impossible for over<br />
1 million Israelis. No government would tolerate<br />
a situation where nearly a fifth of its people<br />
live under a constant barrage of rockets and missile<br />
fire.” Accusing those that had launched the<br />
attacks of committing a double war crime, he<br />
continued, “They fire at Israeli civilians, and they<br />
hide behind Palestinian civilians. And by contrast,<br />
Israel takes every measure to avoid civilian<br />
casualties.” 2 On 14 November, Israel carried<br />
out a targeted assassination effort against the<br />
leader of Hamas’ military wing, Ahmed Jabari,<br />
and followed it up by launching Operation Pillar<br />
of Defense on Gaza, which lasted for eight<br />
days and ended with an Egyptian-brokered and<br />
US-supported ceasefire. Jabari had been behind<br />
the 2006 kidnapping of Gilad Shalit in 2006 and
Kapak Konusu<br />
In light of the rapidly changing environment resulting from the Arab<br />
Spring, Israel seems to have wanted to show it was able to respond<br />
to threats to its own security without hesitation, to test the Morsi<br />
government’s reaction and learn to what extent it was a reliable partner,<br />
and it also wanted to test its defense shield, the Iron Dome.<br />
exchanged the soldier’s release in October 2011<br />
for that of 1027 Palestinians being held in Israeli<br />
prisons.<br />
Israel’s relations with Gaza, from which it unilaterally<br />
withdrew in 2005, have been problematic<br />
especially since 2007 and were faced with two<br />
major options: carry out a full-scale ground operation<br />
in order to wipe Hamas out altogether<br />
or take a diplomatic path by pursuing an agreement.<br />
However, the first option involves too<br />
many risks and international dimensions to be<br />
viable, and the second is also unachievable with<br />
a partner that aims to destroy Israel altogether<br />
and one that is also a rival of the Palestinian Authority<br />
in the West Bank, a body Israel negotiates<br />
with and recognizes as representative of the<br />
Palestinian people. Instead, since it could fulfill<br />
neither of these options, Israel has implemented<br />
what some have called a “cutting the grass”<br />
strategy 3 —periodically carrying out operations<br />
in Gaza targeted at militants and their arsenals,<br />
and then keep quiet until the next round. Looking<br />
at Operation Cast Lead in 2008–9 and now<br />
Operation Pillar of Defense, if the pattern holds<br />
this next round will begin when Hamas or other<br />
organizations in Gaza exhibit readiness to challenge<br />
Israel through a rocket and mortar attack,<br />
which will prompt an Israeli response. Many analysts<br />
see this cyclical pattern as a sign that Israel<br />
lacks a broader strategy on the Palestinian issue<br />
in general and Gaza in particular. 4 In the absence<br />
of a broader strategy involving dialogue and negotiation,<br />
it seems Israel will continue to rely on<br />
short-term solutions that yield short-term results<br />
in return.<br />
Israel’s stated aims for Operation Pillar of Defense<br />
was to halt the rocket attacks on it, and<br />
to thus restore its deterrence capabilities and<br />
secure a long-term commitment from Hamas<br />
to respect a ceasefire. In addition, in light of the<br />
rapidly changing environment resulting from<br />
the Arab Spring, Israel seems to have wanted to<br />
show it was able to respond to threats to its own<br />
security without hesitation, to test the Morsi<br />
government’s reaction and learn to what extent<br />
it was a reliable partner, and it also wanted to<br />
test its defense shield, the Iron Dome. As Iran<br />
is at the top of Israel’s foreign policy priorities,<br />
especially since the 2006 Lebanese War, Israel’s<br />
operations are analyzed through the lens of its<br />
relations with Iran. This operation can also thus<br />
be understood as Israel crippling Hamas’ military<br />
capabilities as a way of reducing its risks<br />
in the event of an attack on Iran—to prevent<br />
Hamas from joining forces with Iran against Israel.<br />
The upcoming elections on 22 January are<br />
another force making it necessary for the Israeli<br />
government to provide security for its citizens in<br />
this period. It seems that Israel has reached some<br />
of its aims—most of Hamas’ long-range rockets<br />
have been destroyed, top military fighters have<br />
been killed and it showed that it was able to defend<br />
its territories and population. The Egyptian<br />
government under Morsi has contained the conflict<br />
and helped to broker the peace. An important<br />
development was that Hezbollah did not<br />
join Hamas during the last operation, supporting<br />
it only verbally. Yet, as Israel refrained from<br />
carrying out a ground operation—too risky just<br />
<br />
25
Kapak Konusu<br />
While the abovementioned developments have given Hamas enormous<br />
popularity, enhancing its position in the region and ‘in the struggle<br />
against Israel’, the Palestinian Authority’s bid for UN member status<br />
has added a new dynamic to the issue in general.<br />
before the elections—to what extent the success<br />
of the operation can be sustained is a question at<br />
this point. 5<br />
On the side of Hamas, the operation has definitely<br />
boosted its power, and although it lost some<br />
of its top fighters and its arsenal and infrastructure,<br />
its credibility as an organization capable of<br />
standing up against Israel has been bolstered.<br />
Hanan Ashrawi, a senior Fatah member, says<br />
she is “increasingly worried that Palestinians will<br />
see armed resistance, which Fatah renounced<br />
in 1988, as the only mechanism that appears to<br />
win concessions from Israel”. 6 Mahmoud Abbas’<br />
position calling for dialogue with Israel has also<br />
been further weakened as a result of the operation.<br />
After the ceasefire was announced on 7 December,<br />
ending the eight-day operation, Haled Meshal<br />
made a historic first visit to Gaza, and this<br />
visit became a great show for Hamas. Although<br />
members of Fatah came to the celebration, the<br />
visit showed the growing power of Hamas in<br />
“resistance against Israel”, bringing Israel’s view<br />
of the operation as successful into question. In<br />
a speech made by Meshal to a large crowd gathered<br />
to commemorate the 25th anniversary of<br />
the founding of Hamas the next day, he said,<br />
“Palestine is ours, from the river to the sea and<br />
from the south to the north. There will be no<br />
concession on an inch of the land [...] We will<br />
never recognize the legitimacy of the Israeli occupation<br />
and therefore there is no legitimacy for<br />
Israel, no matter how long it will take.” 7 This rejection<br />
of the two-state solution and goal of destroying<br />
Israel runs counter to the basis for negotiations<br />
and the peace process led by the PA and<br />
Mahmoud Abbas since the 1993 Oslo Accords.<br />
The difference between the two organizations<br />
seems to become more irreconcilable as Hamas’<br />
methods gain more popularity, including by the<br />
recent operation.<br />
Palestinian Statehood<br />
While the abovementioned developments have<br />
given Hamas enormous popularity, enhancing<br />
its position in the region and ‘in the struggle<br />
against Israel’, the Palestinian Authority’s bid<br />
for UN member status has added a new dynamic<br />
to the issue in general. As will be remembered,<br />
Israeli-Palestinian negotiations have been stalled<br />
since the last round of direct talks in 2010. In<br />
September 2011, its leader, Mahmoud Abbas,<br />
has sought full member state status in the UN<br />
based on the pre-1967 borders. Abbas asserted<br />
that “the Palestinian territories must be represented<br />
in their natural border”, referring to the<br />
pre-1967 borders, which include the West Bank,<br />
Gaza and East Jerusalem. Since this effort failed<br />
due to US objection in the Security Council, Palestinians<br />
have been looking for other solutions<br />
that would give them a diplomatic victory at a<br />
time when peace negotiations have been stuck,<br />
the Jewish settlements in West Bank have grown<br />
and Palestine itself has become increasingly divided<br />
between a Fatah-dominated West Bank<br />
and a Hamas-controlled Gaza. PA has made a<br />
settlement freeze a precondition of restarting<br />
negotiations, without success.<br />
26
Kapak Konusu<br />
What we may then see in the coming months is that Palestinian groups may try to seize the<br />
opportunity to unite and hold the long-promised elections.<br />
A year after the application for full membership,<br />
in September 2012, the PA decided to take the<br />
issue to the General Assembly in a bid to apply<br />
for non-member state status. Although this status—short<br />
of full membership but a step above<br />
‘observer’ status—would not change much on<br />
the ground, the Palestinians argued that it will<br />
strengthen their hand in negotiations with Israel,<br />
especially in issues like borders, settlements,<br />
Palestinian refugees and the status of Jerusalem.<br />
Also, a Palestinian non-member ‘state’ could apply<br />
to the International Criminal Court and hold<br />
Israel responsible for some of its operations as<br />
war crimes, although the likelihood of this in<br />
near future is small.<br />
The bid to the UN General Assembly has been<br />
met by a harsh Israeli response. Israel viewed the<br />
UN application as a unilateral action and saw it<br />
as an impediment to the continuation of peace<br />
talks. It has objected to the application, saying<br />
that the PA, instead of using international channels,<br />
should come to the negotiation table without<br />
conditions like the freeze on construction of<br />
Jewish settlements. It has also threatened to nullify<br />
the Oslo Accords.<br />
Many analysts have criticized Israel’s position<br />
regarding the Palestinian UN bid. Both last year<br />
and this year, calls were made advising Israel to<br />
back Palestinian statehood and to “rally allies<br />
to its side, to leverage their support in decisive<br />
settlement talks.” 8 This would help, according to<br />
these calls, to advance the peace talks, to maintain<br />
Israel’s alliances in the Muslim world and to<br />
secure a more comfortable position in a rapidly<br />
changing region, as well as to bolster its international<br />
standing. However, the Israeli response<br />
has not waivered. The US administration has<br />
also criticized the PA’s application to the General<br />
Assembly; before the vote it blamed the PA for<br />
using the wrong forums.<br />
When Palestine was granted non-member state<br />
status in the vote, Israel’s immediate response<br />
was to threaten the PA with cutting the tax rev-<br />
<br />
27
Kapak Konusu<br />
enues it collected on its behalf and announced<br />
that a new settlement construction was to be<br />
carried out that would include 3000 more houses<br />
in the West Bank, in the E-1 Area, which would<br />
constitute a further breach of the pre-1967 borders.<br />
Scholars like Efraim Inbar have supported<br />
the building of these settlements as he sees them<br />
critical to linking Jerusalem with other settlements,<br />
especially Maaleh Adumim in the east of<br />
Jerusalem; he says this construction “serves as<br />
the linchpin in establishing an effective line of defense<br />
along the Jordan Valley against aggression<br />
from the east”. 9 Yet such a policy, while possibly<br />
increasing Israel’s defense posture and enhancing<br />
its defendable borders in case of an attack<br />
by Arab forces, is undermining the power of the<br />
PA, which was already on the decline, especially<br />
after the abovementioned developments, which<br />
have had the result of enhancing the power of<br />
Hamas. By cutting revenues and building further<br />
settlements, Israel itself is weakening the PA and<br />
decreasing opportunities for negotiation, while<br />
also indirectly encouraging Hamas.<br />
Conclusion<br />
With the Palestinian issue increasingly marginalized<br />
in regional and international politics, a<br />
series of events since October 2012 has brought<br />
the issue to the forefront. These events have important<br />
consequences for the issue, the most<br />
important of which are the increase of Hamas’<br />
power and the decrease of that of the PA and of<br />
Mahmoud Abbas in Palestinian politics. While<br />
the visit by the Emir of Qatar legitimized the<br />
Hamas government in Gaza, Operation Pillar of<br />
Defense, despite dealing a heavy blow from Israel<br />
showed Hamas’ power in standing up against<br />
Israel. In this context, the PA and Mahmoud Abbas<br />
have been further weakened. In a move to<br />
acquire at least symbolic power through nonmember<br />
state status in the UN, Abbas tried to<br />
enhance his power but the impact of this ‘victory’<br />
on the ground will remain limited.<br />
What we may then see in the coming months is<br />
that Palestinian groups may try to seize the opportunity<br />
to unite and hold the long-promised<br />
elections. The reconciliation between the factions<br />
is more important today than before for<br />
reviving talks with Israel, and the new Obama<br />
government could help bring this to fruition.<br />
However, looking at the developments over the<br />
past few months, what divides Hamas and Fatah<br />
seems greater than what brings them together;<br />
even Meshal’s talk in Gaza is evidence of this difference.<br />
In a speech in the Turkish Parliament<br />
last month, Abbas promised a renewed effort towards<br />
reconciliation. 10 Yet, how it can be established<br />
and whether it can be sustainable remains<br />
highly questionable.<br />
Another important consequence of these recent<br />
developments has been the revelation of a lack<br />
of a comprehensive strategy by Israel in dealing<br />
with the Palestinian issue in general and with Hamas<br />
in particular. After the last operation, and its<br />
results, it appears Israel is managing tensions as<br />
they are about to erupt with responses that will<br />
only provide short-term solutions to the issue.<br />
Punishing the PA by cutting taxes and building<br />
new settlements also seems counterproductive<br />
to its interests.<br />
Considering that the Israeli elections are ahead,<br />
the operation seems to guarantee the dominance<br />
of the security discourse in the coming period.<br />
On the subject of security and implementing<br />
policies to maintain it, not undermining the PA<br />
and radicalizing Palestinian politics seems to be<br />
the key. Yet, the challenge is to build a comprehensive<br />
policy on the Palestinian issue that will<br />
deliver Israel security. This first of all requires<br />
a willingness that has been lacking in the past.<br />
Secondly, policies are needed that encourage the<br />
factions in Palestinian politics that call for negotiation<br />
and dialogue before it’s too late. And<br />
thirdly, the US administration must be tasked<br />
with committing to a peace in the region. Looking<br />
ahead to 2013, and reviewing the direction<br />
events have been unfolding in 2012, there unfortunately<br />
seem to be little hope for progress in the<br />
short run.<br />
O<br />
28
Kapak Konusu<br />
ENDNOTES<br />
1 Özlem Tür, “Gazze’de Neler Oluyor? Estelle Gemisi’nin Alıkonuşu ve Katar Emiri’nin Ziyareti Üzerine”, Ortadoğu<br />
Analiz, December 2012.<br />
2 “Rockets pound Israel, Gaza as Netanyahu alleges ‘double war crime’”, CNN, November 19, 2012. http://edition.<br />
cnn.com/2012/11/15/world/meast/gaza-israel-strike/index.html<br />
3 “Gaza Conflict Highlights Israel’s Search For A Long-Term Strategy On Palestine”, Huffington Post, 18 November<br />
2012. http://www.huffingtonpost.com/2012/11/18/gaza-conflict-israel-strategy-palestine_n_2155819.html<br />
4 See for example the comments of Daniel Levy, who is the Middle East director for the European Council on<br />
Foreign Relations and a former Israeli government official at Huffington Post. “Gaza Conflict Highlights Israel’s<br />
Search For A Long-Term Strategy On Palestine”, Huffington Post, 18 November 2012. http://www.huffingtonpost.com/2012/11/18/gaza-conflict-israel-strategy-palestine_n_2155819.html<br />
5 For a similar argument see Eitan Shamir, “Operation Pillar of Defense: An Initial Strategic and Military Assessment”,<br />
BESA Center Perspectives Paper No. 189, December 4, 2012.<br />
6 “For Palestinians, Gaza Conflict deepens sense of futility with nonviolent approach toward Israel”, The Washington<br />
Post, 25 November 2012. http://www.washingtonpost.com/world/middle_east/.../ea2ce918-3668-11e2-<br />
bfd5-e202b6d7b501_print.html<br />
7 “Tens of thousands celebrate Hamas ‘victory’ rally as exiled leader returns”, The Guardian, 8 December 2012,<br />
http://www.guardian.co.uk/world/2012/dec/08/hamas-gaza-palestine-khaled-meshaal-israel<br />
8 Steve Coll, “Membership Dues”, The New Yorker, 26 September 2011.<br />
9 Efraim Inbar, “Building in Jerusalem: A Strategic Imperative”, BESA Center Perspectives paper No. 190, 5 December<br />
2012.<br />
10 “Abbas Ankara’da açıkladı: Hamas’la birlik çabaları hız kazanıyor”, BBC Türkçe, 12 December 2012. http://www.<br />
bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/12/121212_hamas_fatah.shtml<br />
<br />
29
Kapak Konusu<br />
Birinci Netanyahu hükümeti gibi ikinci Netanyahu hükümeti de ağırlıklı olarak Sağ ve Ortodoks partilerden kurulmuştur.<br />
Erken Seçime Giden İsrail’deki Siyasi<br />
Görünüm ve ‘Son Dakika’ Sürprizleri<br />
Political Landscape and ‘Last Minute’ Surprises in<br />
Israel Heading Towards Early Elections<br />
Ali Oğuz DİRİÖZ<br />
Abstract<br />
The Israeli government’s decision to have early general elections (for the 19th Knesset) on 22 January 2013<br />
may be seen as sudden, yet came as no real surprise. Like many preceding governments, the current Israeli<br />
government was the product of a multi-party coalition; which meant that at any serious disagreement,<br />
the possibility for its collapse was ever-present. The government experienced divergences regarding the Tal<br />
law concerning Yeshiva students’ military service, and many other differences, could not agree on the 2013<br />
Budget, and consequently decided to head for general elections. In this election, Prime Minister Netanyahu’s<br />
Likud party and Foreign Minister Lieberman’s Yisrael Beiteinu party decided to join forces and have a single<br />
list. This joint Likud-Yisrael Beiteinu coalition, unless a big surprise, seems most likely to become the largest<br />
group in the Knesset, and would likely lead the new government in spite of a small loss of votes. However, the<br />
recent “last moment” indictment and subsequent resignation of Foreign Affairs Minister, Avigdor Lieberman,<br />
might change the balances for the next government.<br />
Keywords: Israel, Israel 2013 Elections, Israeli Politics, Middle East, Turkey, Turkish-Israeli Relations,<br />
Middle East Peace<br />
30
Kapak Konusu<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
Giriş<br />
İsrail hükümetinin erken genel seçime gitmesi,<br />
ani bir kararmış gibi gözükmekle beraber, aslında<br />
şaşırtıcı bir durum olmamıştır. 19. Knesset<br />
üyelerini seçmek için gerçekleştirilecek olan<br />
İsrail’de genel seçim 22 Ocak 2013 tarihinde<br />
gerçekleşecektir. Mevcut İsrail hükümeti son 20<br />
yıldır olduğu gibi çok partili bir koalisyondan<br />
oluşmaktadır. Koalisyonlarda, ciddi bir anlaşmazlık<br />
halinde hükümetin düşme olasılığı daima<br />
mevcuttur. Yeshiva öğrencilerinin (din okulu<br />
öğrencileri) askerlikleriyle ilgili yasa (konuyla<br />
geçmişte ilgilenen Tal komitesinden dolayı ‘Tal’<br />
yasası diye de bilinir) ve çeşitli konularda anlaşmazlıklar<br />
yaşanmaktaydı. Hükümeti oluşturan<br />
koalisyon ortakları arasında en son 2013 Bütçesi<br />
üzerinde anlaşmazlık ortaya çıkınca erken genel<br />
seçime gitme kararı alınmıştır. Bu seçimde Başbakan<br />
Netanyahu’nun Likud Partisi ile Dışişleri<br />
Bakanı Avigdor Lieberman’ın Evimiz İsrail (Yisrail<br />
Beiteinu/ Yisrael Beytenu) Partisi ortak bir<br />
liste ile seçim ittifakı oluşturmuşlardır. Seçimler<br />
sonucunda 19. Knesset’deki en büyük grup, beklentilere<br />
göre ve büyük olasılıkla gene Likud-Evimiz<br />
İsrail ortaklığı olacaktır. Herhangi bir sürpriz<br />
olmaması durumunda, oy kaybına rağmen iktidarda<br />
kalma olasılıkları yüksek gözükmektedir.<br />
Ancak son dakikada ‘’sürpriz’’ bir şekilde yolsuzluk<br />
suçlamaları yüzünden kabineden istifa eden<br />
Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın durumu<br />
bir sonraki hükümetteki dengeleri etkileyecektir.<br />
Sürprizlerin hiç eksik olmadığı 2013 İsrail<br />
seçimleri kampanyasında bugünlerde ciddi bir<br />
hareketlik yaşanmaktadır.<br />
1993’den Günümüze Son 20 Yılın<br />
İsrail Hükümetleri<br />
1993-2013 tarihleri arasındaki 20 yıllık süre<br />
zarfına İsrail hükümetleri Ortadoğu barışı konusunda<br />
arzu ettikleri noktaya varamamışlardır.<br />
İşçi Partisi iktidardayken varılan 1993 Oslo<br />
Anlaşması’nın ardından Batı Şeria ve Gazze’de<br />
yönetimin Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ’ye)<br />
devredilmesi hususunda anlaşılmıştı. Bundan<br />
dolayı 1994’te Yitzhak Rabin, Shimon Peres ve<br />
Yaser Arafat, Nobel Barış ödülünü paylaşmışlardı.<br />
Ancak, 1995 yılında İşçi Partili Başbakan Yitzhak<br />
Rabin’in öldürülmesinden sonra barış süreci<br />
sekteye uğramıştır. 1996 yılında, barış sürecine<br />
daha mesafeli bir tutum sergilemekte olan birinci<br />
Netanyahu Hükümeti (Likud Partisi) işbaşına<br />
gelmiştir.<br />
1999 yılında Ehud Barak önderliğindeki İşçi<br />
Partisi’nin başında bulunduğu koalisyon hükümetinin<br />
iktidara gelmesiyle, 2000 yılında ABD<br />
Başkanı Bill Clinton önderliğinde Camp David’de<br />
Barak ile Arafat arasında yeniden Ortadoğu barışı<br />
için müzakereler başlamıştır. Camp David’de<br />
Filistinli mülteciler, İsrail’in güvenliği, iki devletli<br />
bir çözümdeki nihai sınırlar ve Kudüs’ün nihai<br />
statüsü gibi birçok konu masaya yatırılmıştır.<br />
Ancak görüşmelerde sonuç elde edilememesinin<br />
ardından 2000 senesinin sonbaharında Filistin’de<br />
İkinci İntifada başlamıştır.<br />
2001’de işbaşına gelen Ariel Sharon liderliğindeki<br />
sağcı Likud partisi, aynı sene Turizm Bakanı Rec-<br />
<br />
31
Kapak Konusu<br />
havam Ze’evy’nin öldürülmesinin akabinde şiddeti<br />
daha da tırmandırmış, ancak 2003 senesinde<br />
Ariel Sharon’un daha güçlü bir şekilde seçimleri<br />
kazanmasının ardından Ortadoğu Barışı ‘’Yol<br />
Haritasını’’ kabul etmiştir. Her ne kadar olaylar<br />
yatışmasa da, İsrail 2005’te Gazze’den tek taraflı<br />
olarak ve tamamen geri çekilmiştir. Aynı sene bu<br />
geri çekilmeye karşı çıkan ve Netanyahu’ya yakın<br />
olan bir grup Likud Parti üyesinin muhalefetinden<br />
dolayı Sharon, merkeze daha yakın olan Kadima<br />
partisini kurmuştur.<br />
2006’da Ariel Sharon’un beyin kanaması geçirmesinden<br />
dolayı Ehud Olmert başbakanlık görevine<br />
gelmiştir. 1 Olmert, aynı sene güney Lübnan<br />
ve Gazze’ye karşı ağır askeri operasyonlar başlatmış<br />
ancak Hizbullah Lideri Nasrallah’ı yakalayamamıştır.<br />
2 2008’deki Gazze bombardımanında<br />
orantısız güç kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye ve<br />
uluslararası kamuoyundan da tepki çekmiştir.<br />
2009 seçimlerinde en çok oy alan parti Kadima<br />
olmuş, ancak hükümet kuramamıştır. Dolayısıyla<br />
mevcut Likud önderliğindeki ve Netanyahu’nun<br />
Başbakanlığındaki geniş tabanlı koalisyon hükümeti<br />
iş başına gelmiştir. Mayıs 2010’da gerçekleşen<br />
Mavi Marmara Baskını sonucu hayatını kaybeden<br />
9 Türk vatandaşından dolayı da Türkiye-<br />
İsrail ilişkileri bu dönemde iyice kötüye gitmiştir.<br />
Ocak 2013’te Erken Genel Seçime Gidilmesi<br />
Ardındaki Başlıca Nedenler<br />
2013 Bütçesi üzerindeki görüş ayrılıkları erken<br />
genel seçime gidilmesindeki en önemli sebep<br />
olmuştur. İsrail’de seçim barajının yüzde 2 gibi<br />
düşük bir oranda tutulması nedeniyle İsrail parlamentosu<br />
Knesset’te tek bir partinin hükümeti<br />
oluşturması düşük bir olasılıktır. Son 20 yıldır<br />
olduğu gibi, 2. Netanyahu hükümeti de (1. Netanyahu<br />
Hükümeti 1996-1999 arası) çok partili<br />
bir koalisyondan oluşmaktadır. 120 sandalyeli<br />
Knesset’te iktidarı kurmak için gereken 61’e ulaşmak<br />
için 2. Netanyahu hükümeti, Likud, Yisraeil<br />
Beiteinu, Shas, Ehud Barak’ın Bağımsızlık Partisi,<br />
Yahudi Evi ve Birleşik Tevrat gibi çok sayıda<br />
partiden oluşmaktaydı. Birinci Netanyahu hükümeti<br />
gibi ikinci Netanyahu hükümeti de ağırlıklı<br />
olarak Sağ ve Ortodoks partilerden kurulmuştur.<br />
Her koalisyonda olduğu gibi, bu koalisyonda da<br />
partilerin öncelikleri ve farklılıkları bulunmaktaydı.<br />
Nihayetinde, bütçe üzerindeki anlaşmazlıktan<br />
ötürü hükümetin düşmesi kaçınılmaz<br />
olunca erken seçime gidilmiştir.<br />
Mevcut iktidarın olası oy kaybının başlıca sebepleri<br />
olarak ekonomik ve sosyal politikalar gösterilmektedir.<br />
2011 yılında Netanyahu hükümetine<br />
karşı 300,000 kişiyi bulan çok büyük protestolar<br />
gerçekleşmiştir. 3 İsrail tarihindeki en kalabalık<br />
protesto gösterilerinin yaşandığı bir dönemde<br />
protestocular ‘sosyal adalet’ çağrıları yapmaktaydılar.<br />
Bu gösterilerde İsrail’deki gelir adaletsizliği<br />
ve yaşam pahalılığı başta olmak üzere sosyal<br />
konular protesto edilmiştir. 2011 yaz ayları mevcut<br />
iktidarın belki de popülaritesinin en düşük<br />
olduğu dönemi oluşturmaktadır. Her ne kadar<br />
bu protestolar erken seçime doğrudan sebep<br />
olmamışlarsa da, seçime giden yolun ilk habercileri<br />
olarak algılanabilirler. Hükümetin neredeyse<br />
düşmesine sebep olan bir diğer sebep ise<br />
Yeshiva öğrencilerinin askerlik statüleri ile ilgili<br />
belli imtiyazlar sağlamayı amaçlayan yasadır. Fakat<br />
erken seçime gidilmesinin başlıca sebebi ise<br />
2013 yılı bütçesi üzerinde anlaşma sağlanamamış<br />
olunmasıdır.<br />
Seçimlerdeki Önde Gelen Partilere, Liderlere<br />
ve Siyasi Görüntüye Kısa Bir Bakış<br />
İsrail’deki 22 Ocak 2013 seçimleri öncesi en<br />
büyük favori olarak mevcut hükümetin Başbakanı<br />
Netanyahu’nun Likud Partisi gösterilmektedir.<br />
Likud ile Dışişleri Bakanı Avigdor<br />
Lieberman’ın başında olduğu (eski Sovyetler<br />
Birliği ve Rusya’dan gelen göçmenlerin ağırlıklı<br />
olarak oy verdiği) sağ parti Evimiz İsrail Partisi<br />
arasında seçim ittifakı kurması ve seçime ortak<br />
liste ile girmesi bu partinin iyice sağa kayması<br />
anlamına gelmektedir. Barış sürecine kuşkulu<br />
yaklaşan, İran’a yönelik katı tutumları ile bilinen<br />
ve Türkiye’yle ilişkilerin gerilmesinin başlıca sorumluları<br />
olarak görülen iki liderin büyük olasılıkla<br />
iktidarda kalacakları tahmin edilmektedir. 4<br />
32
Kapak Konusu<br />
Likud-Evimiz İsrail ittifakının 120 milletvekilinden<br />
oluşan Knesset’deki mevcut 42 sandalyesinin<br />
(25 Likud, 17 Evimiz İsrail) ne kadarını<br />
koruyacağı merak konusudur. Lieberman’ın istifası<br />
öncesi yapılan son Aralık ayı anketlerine<br />
göre Likud-Evimiz İsrail koalisyonunun 37-39<br />
sandalye arası kazanacağı tahmin edilmektedir.<br />
Fakat Lieberman’ın istifasının ardından bu sayı<br />
35’e gerilemiştir. Mevcut gerilemeye rağmen, Likud-Evimiz<br />
İsrail koalisyonunun, Shas, Birleşik<br />
Tevrat (UTJ) ve Milli Birlik-Yahudi Ev (Yahudi<br />
Yurdu) gibi sağ partilerden oluşan bir koalisyona<br />
önderlik etme olasılığı kuvvetlidir. Burada hatırlanması<br />
gereken önemli bir ayrıntı da Likud ve<br />
Evimiz İsrail partileri daha laik ve milliyetçi sağı<br />
temsil ederken, Shas ve Birleşik Tevrat (UTJ) gibi<br />
ultra-Ortodoks partiler ise din ağırlıklı sağı temsil<br />
etmektedirler.<br />
Seçimlerdeki en büyük kayba ise ana muhalefet<br />
partisi Kadima’nın uğrayacağı şimdiden öngörülmektedir.<br />
2009 seçimlerinden birinci parti çıkmasına<br />
karşın hükümet kuramayan Kadima’dan<br />
Tzipi Livni’nin ayrılışı sonrasında partinin barajı<br />
dahi geçememe riski bulunmaktadır.<br />
2013 seçimleri öncesinde parti içi seçimlerde<br />
parti başkanlığını eski Savunma Bakanı Shaul<br />
Mofaz’a büyük bir farkla kaybeden eski Dışişleri<br />
Bakanı Tzipi Livni, partiden ayrılıp kendi<br />
partisini kurmuştur. Tzipi Livni’nin Kadima’dan<br />
ayrıldıktan kısa bir süre sonra kurduğu Hatnuah<br />
(Hareket) partisinin bu seçimlerdeki önemli partilerden<br />
biri olacağı tahmin edilmektedir. Partisine<br />
eski İşçi Partisi lideri ve eski Savunma Bakanı<br />
Amir Peretz gibi isimleri katarak merkez’de yeni<br />
bir parti kuran Livni, kimi eleştirilere göre, bu hareketiyle<br />
Merkez-Sol blokunu daha da bölmektedir<br />
(Yair Lapid Livni’yi merkez-sol blokunu bölmemesi<br />
için kendi partisine davet etmiştir). Livni,<br />
uluslararası kamuoyunca barış görüşmeleri<br />
için daha istekli bir ortak olarak algılanmaktadır.<br />
Bunun bir örneği ise, Livni’nin Batı Şeria’daki Yahudi<br />
Yerleşim Yerlerine yönelik bütçede reform<br />
yapma vaadinde bulunup, ‘yasal’ olanlar ile siyasi<br />
amaçlarla sponsor olunanlar arasında ayrım gözeten<br />
bir plan öne sürmesidir. (Burada İsrail’in<br />
Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi konusunda da Livni daha istekli<br />
gözükmektedir. Son anketlere göre, Livni’nin partisinin en az 10 parlamenter<br />
ile yeni Knesset’te yer alacağı tahmin edilmektedir.<br />
iç hukukuna göre yasal olanlar söz konusudur,<br />
çünkü uluslararası hukuka göre çoğu yerleşim<br />
yerinin yasal durumu zaten tartışmalıdır). 5 Türkiye<br />
ile ilişkilerin düzelmesi konusunda da Livni<br />
daha istekli gözükmektedir. Son anketlere göre,<br />
Livni’nin partisinin en az 10 parlamenter ile yeni<br />
Knesset’te yer alacağı tahmin edilmektedir.<br />
Livni dışında, önemli bir kadın lider de (ve aynı<br />
Livni gibi Lieberman’ın hakaretine uğrayan)<br />
Shelly Yachimovich’tir. Yachimovich, Golda<br />
Meir’in ardından İşçi Partisi’nin ikinci kadın lideri<br />
olmuştur. 2011’de Ehud Barak’ın Netanyahu<br />
hükümetinde yer almasından memnun olmayan<br />
İşçi Partililerin artan baskıları sonucu Ehud Ba-<br />
<br />
33
Kapak Konusu<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
rak partiden ayrılıp ‘Bağımsızlık’ adında kendi<br />
partisini kurmuştur ve Netanyahu hükümetinin<br />
Savunma Bakanı olarak görevini sürdürmüştür.<br />
Barak’ın yerine Amir Peretz ve Shelly Yachimovich<br />
arasında geçen liderlik yarışını Yachimovich<br />
kazanmıştır. Peretz ise sonradan İşçi Partisi’nden<br />
ayrılıp Livni’nin Hatnuah partisine geçmiştir.<br />
Yachimovich, Gilad Şalit’in babası Noam Şalit’i<br />
parti üyesi yaparak bir anda dikkatleri üzerine<br />
çekmeyi başarmıştır. İşçi partisinin bir önceki<br />
seçime nazaran oylarının artması ve Knesset’te<br />
en az 17 koltuk alması beklenmektedir. Peretz’in<br />
partiden ayrılışı olumsuz etki yaratırken, Ehud<br />
Barak’ın siyaseti bırakıp aday olmayacağını açıklaması<br />
ise en çok Yachimovich ve İşçi Partisi’ne<br />
yaramıştır. Yachimovich seçimlerde bilhassa<br />
2011’de yapılan ‘’sosyal adalet’’ protestolarına<br />
katılan kesimden destek almayı hedeflemektedir.<br />
Seçimlerdeki üçüncü kadın parti lideri ise Meretz<br />
Partisi’inden Zahaya Gal-On’dur. (Gal-<br />
On’un da ailesi tıpkı Livni ve Yachimovich gibi<br />
Polonya göçmenidir ve aynı şekilde Lieberman’ın<br />
hakaretine maruz kalmıştır). Meretz partisi, kendisini<br />
merkez-Sol blok partiler arasında yer alan<br />
son gerçek ‘’Siyonist-Solcu’’ parti olarak tanımlamaktadır.<br />
Ayrıca Gal-On, Netanyahu önderliğindeki<br />
bir koalisyonda yer almayı baştan açıkça<br />
reddeden ilk liderlerden biridir. Netanyahu ile<br />
koalisyon kurma seçeneğini açık bırakan Livni<br />
ve Yachimovich’e karşın eleştirel bir tutum sergilemektedir.<br />
6<br />
Merkez-Sol blok’ta yer alan en yeni partilerden<br />
biri ise gazeteci Yair Lapid tarafından kurulan<br />
Yesh Atid partisidir. Yesh Atid, liberal ve merkezde<br />
yer alan bir parti olarak görülmektedir. Lapid,<br />
Kadima’dan yeni ayrıldığı dönemde Livni’ye, ayrı<br />
parti kurmak yerine kendi partisine katılmasını<br />
önermiştir. Son anketlere göre Yesh Atid’in seçimlerde<br />
en az 8 üyeyle Knesset’e gireceği tahmin<br />
edilmektedir.<br />
Aşırı Ortodoks partilerden Shas’ın ise anketlere<br />
göre en az 10 adayının seçilmesi öngörülmektedir.<br />
Birleşik Tevrat’ın (UTJ) en az 6 adayının seçilmesi<br />
beklenmektedir. Shas ve UTJ gibi ‘’Ultra<br />
Ortodoks’’ partileri, Likud-Beiteinu veya en az<br />
10 parlamenter seçilmesi beklenen Milli Birlik-<br />
Yahudi Ev (Yurt) gibi milliyetçi sağ partilerden<br />
ayıran en önemli unsur ise dini ön planda tutmalarıdır.<br />
İsrail’de, Yahudi çoğunluğun yanı sıra yaşadıkları<br />
toprakları terk etmeyip, İsrail’de kalan Filistinli,<br />
Dürzî ve diğer azınlıklar da mevcuttur. Ve tabii<br />
bu grupları temsil eden siyasi hareketler de seçimlerde<br />
yer almaktadırlar. Azınlıkta bulunan<br />
İsrailli Arapların ve diğer mezheplerin mevcudiyetine<br />
rağmen, günümüzde İsrail’in büyük çoğunluğu<br />
Musevi olduğundan İsrail, bir Yahudi<br />
Devleti sayılmaktadır. Ancak gene de, Arap Birlik<br />
Listesi, Taal, Hadash ve Balad gibi partilerden<br />
Ahmet Tibi ve Muhammed Barakeh gibi Arap<br />
kökenli İsrail vatandaşlarının Knesset’e seçilmeleri<br />
ve Meclis Başkan Vekilliği gibi konumları<br />
üstlenmeleri geçmişte mümkün olmuştur. Bu seçimde<br />
de en az 10 İsrailli Arap adayın Knesset’e<br />
seçilmesi beklenmektedir.
Kapak Konusu<br />
Seçim Öncesi Gelişmeler<br />
2011’den bu yana, Tal yasası ve sosyal adalet<br />
protestolarının ardından, girilen seçim sürecinin<br />
hemen öncesinde önemli gelimeler meydana<br />
gelmiştir. Gazze’nin yeniden bombalanması,<br />
Filistin’in Birleşmiş Milletler’de gözlemci devlet<br />
statüsünü alması ve son anda onaylanan yeni Yahudi<br />
yerleşim yerleri planı gibi gelişmelerin yanı<br />
sıra, Ehud Barak’ın aday olmayacağını açıklaması<br />
ve Lieberman’ın yolsuzluk suçlamaları yüzünden<br />
istifa etmesi gibi gelişmeler sonucunda gündemde<br />
hareketlilik yaşanmaktadır.<br />
2008’deki Gazze bombalamaları ile 2012’deki<br />
daha kısa süreli Gazze bombalamaları arasındaki<br />
en büyük ortak özellik, her ikisinin de seçimlere<br />
yakın bir dönemde gerçekleşmiş olmalarıdır.<br />
(2008’de de seçim öncesi Gazze bombalanmıştı,<br />
2012’de de aynı şekilde seçim öncesi bombalandı.)<br />
Her iki durumda da seçim öncesi ulusal<br />
güvenlik ve birlik çağrıları yapılmaktaydı. Fakat<br />
2008’in aksine bu sefer ABD baskısıyla ve Mısır<br />
ile Türkiye gibi devletlerin girişimleriyle çok<br />
daha hızlı bir şekilde ateşkes sağlanabilmiş ve<br />
2008’deki kadar büyük bir insanlık dramı yaşanmamıştır.<br />
Fakat bu seferki bombalamanın kısa<br />
olmasının altında yatan bir diğer neden de, Gilad<br />
Şalit kaçırılmasında olduğu gibi tek bir asker<br />
karşılığında 1027 Filistinli’nin serbest bırakılmasından<br />
dolayı benzer asker kaçırmaların artabileceği<br />
endişesinin yaşanması olabilir.<br />
Gilad Şalit Takası: Ekim 2011’de gerçekleşen takasta,<br />
İsrailli asker Gilad Shalit’in Hamas tarafından<br />
serbest bırakılmasına karşılık yaklaşık 1027<br />
Filistinli, İsrail hapishanelerinden serbest bırakılmıştır.<br />
Anlaşma sağlanmasında Türkiye’nin<br />
de önemli rolü olmuştur. Bu da İsrail’in barışa<br />
karşılık toprak politikası gibi, bir askerinin kurtarılmasına<br />
karşılık yaklaşık bin kişiyi serbest bırakması<br />
şeklindeki önemli bir takas politikasını<br />
ortaya koymaktadır. Bunun sebebi, İsrail toplumunda<br />
hakim olan, tek bir askerin bile geri bırakılmaması<br />
beklentisidir. Gilad Şalit takası, İsrail<br />
kamuoyunca genel anlamda olumlu karşılanmış<br />
ve Netanyahu hükümetinin popülaritesini arttırmıştır.<br />
Gelir dağılımındaki dengesizlik ve sosyal adalet<br />
protestolarının aksine, seçimlere haftalar kala,<br />
dünya kamuoyunun gündemine bomba gibi düşen<br />
bir diğer mesele de yeni E-1 Yahudi yerleşim<br />
yerleri ve bilhassa Kudüs etrafında inşa edilecek<br />
yeni yerleşim yerlerinin imara açılması meselesidir.<br />
Netanyahu hükümeti, böylece popülist<br />
politikalar ile sağ oyları iyice kendisine çekme<br />
gayretindedir. Doğu Kudüs ve Batı Şeria arasında<br />
planlanan son Yahudi yerleşim yerlerinin inşası<br />
ile Filistin toprakları fiilen üçe bölünecektir<br />
(böylece Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria olarak<br />
üçe bölünüp Kudüs ile Batı Şeria’nın birbirinden<br />
tamamen izole olma durumu söz konusudur).<br />
Yeni yerleşim yerleri imar kararının seçim sonrasında<br />
devam edip etmeyeceğine dair belirsizlik<br />
bulunmaktadır. Bu hareket Filistin’in Birleşmiş<br />
Milletler’den gözlemci devlet statüsünü almasına<br />
karşılık atılan bir adım olarak gözükmekle<br />
birlikte, aslında Başbakan Netanyahu tarafından<br />
sağ muhafazakâr oyları alabilmek için yapılmış<br />
bir siyasi hamle de olabilir.<br />
Avigdor Lieberman’ın yolsuzluk suçlamaları<br />
karşısında mevcut kabineden istifa etmesinin<br />
yankıları henüz çok tazedir. Bu durum da oylar<br />
üzerinde önemli etkide bulunmaktadır. Her ne<br />
kadar Lieberman’ın suçlamaları kabul etmeyip,<br />
adını temize çıkarmak adına görevi bıraktığı<br />
yazılsa da 7 , Likud partisi tam olarak olaya nasıl<br />
yaklaşılması gerektiği konusunda kararsız gözükmektedir.<br />
Bunun başlıca sebeplerinden biri<br />
de, Lieberman’ın sadece yolsuzlukla suçlanması<br />
değil, Yachimovich, Livni ve Gal-On gibi kadın<br />
siyasetçilere hakaret etmiş olmasıdır. Her ne kadar<br />
Lieberman söylediğinin şaka olduğunu ve<br />
yanlış anlaşılmadan dolayı özür dilediğini belirtmişse<br />
de bu şekilde seviyesiz bir yorum Likud’un<br />
oylarını olumsuz etkileyebilir. 8<br />
<br />
35
Kapak Konusu<br />
SON ANKETLER (milletvekili sayısına göre)<br />
<br />
9<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
0 0 0-2<br />
<br />
<br />
35 35 35-38<br />
<br />
<br />
19 17 18-19<br />
<br />
<br />
11 10 10-11<br />
<br />
<br />
6 6,5 6-7<br />
<br />
<br />
11 16 11-16<br />
<br />
(Ahmet Tibi, Muhammed Barakeh, ve<br />
<br />
11 11 10-11<br />
<br />
<br />
4 6 4-6<br />
<br />
<br />
8 12 8-12<br />
<br />
<br />
2 0 0-2<br />
<br />
<br />
0 0 0-1<br />
<br />
<br />
11 6,5 7-12<br />
<br />
<br />
2 Yok 0-2<br />
*Seçim İttifakı<br />
** birçok ankette beraber ele alınmışlar<br />
-Yukarıdaki Rakamlar, 120 üyeli parlamentoya kaç parlamenter gönderileceği ile ilgilidir.<br />
-İsrail’in seçim barajı ulusal oyların %2’sine denk gelmektedir.<br />
36
Kapak Konusu<br />
Gazze’nin 2008’de bombalanmasıyla gerilmeye başlayan Türk-İsrail ilişkileri, 9 Türk vatandaşının öldürüldüğü<br />
Mavi Marmara baskını nedeniyle tarihteki en kötü seviyeye inmiştir.<br />
Olası Seçim Sonuçları ve Bunları Ortadoğu ve<br />
Türkiye Açısından Ne Anlama Geleceği<br />
Her ne kadar Lieberman’ın Dışişleri Bakanlık<br />
görevinden istifa etmesi, bazı anketlere göre<br />
Likud’un oyunu düşürmüş olsa da görünürde<br />
Likud-Beiteinu ittifakının 1. Parti olma olasılığı<br />
neredeyse kesin gibi gözükmektedir. Genel anlamda<br />
sağ partilerin yükselişte olduğu gerçeği<br />
karşısında, Merkez-Sol blok’un bütün partileri<br />
bir araya gelseler dahi, aralarına bir sağ parti almadan<br />
iktidarda bir koalisyon oluşturmaları zor<br />
gibi gözükmektedir. Ne Livni ne de Yachimovich,<br />
Netanyahu ile koalisyon oluşturma seçeneğine<br />
açıkça karşı çıkmamışlardır.<br />
Seçimler sonucu oluşabilecek 4 farklı koalisyon<br />
ön plandadır. İlki ve en büyük olasılık, bir Sağ<br />
cephe koalisyonudur. Likud-Beiteinu’nun yanı<br />
sıra Milli Birlik-Yahudi Ev (Yurt), Shas ve Birleşik<br />
Tevrat (UTJ) gibi sağ partilerden oluşan bir koalisyonun<br />
2013’de İsrail’i yönetmesi çok yüksek<br />
bir olasılıktır. Bu açıdan, Likud-Beitneinu’nun<br />
daha fazla oy kaybetmemesi gerekmektedir. Bu<br />
durumda, güvenlik meselelerini daha fazla ön<br />
planda tutan ve barış sürecine daha mesafeli<br />
duran sağ cephenin Ortadoğu ve Türkiye ile ilişkileri<br />
düzeltme konusunda ağır davranabileceği<br />
düşünülmektedir.<br />
İkinci olasılık ise Likud-Beiteinu önderliğinde<br />
bir ulusal cephe koalisyonunun oluşmasıdır. İşçi<br />
Partisi ve diğer Merkez partilerin bu koalisyonda<br />
önemli birer ortak olacakları düşünülmektedir.<br />
Buradaki dengede Likud ve İşçi partilerinin<br />
aldıkları oylar büyük önem arz etmektedir.<br />
Ortadoğu ve Türkiye konusunda İşçi Partisi’nin<br />
atacağı adımlar ve kuracağı denge önem arz etmektedir.<br />
Üçüncü olasılık, İşçi Partisi önderliğinde bir<br />
Merkez-Sol koalisyon hükümetinin oluşması-<br />
<br />
37
Kapak Konusu<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
dır. Düşük bir olasılık da olsa, böyle bir durumda<br />
Amerikan yönetimiyle uyumlu olarak, barış<br />
planlarında veya ilişki normalleştirmede masaya<br />
oturulması olasılığı artmaktadır.<br />
Dördüncü ve düşük bir olasılık, Tzipi Livni’nin<br />
Hatnuah partisi gibi diğer orta büyüklükteki bir<br />
partinin koalisyon oluşturabilecek durumda olmasıdır.<br />
Yukarıdaki anketlerde görülebileceği<br />
gibi, bu olasılık az da olsa mevcuttur.<br />
Sonuç<br />
İsrail iç politikasına yönelik yapılan en ağır eleştirilerden<br />
biri Haaretz gazetesinden gelmiştir.<br />
Haaretz’e göre, İsrail politikası hiçbir yöne doğru<br />
ilerlememekte ve siyasetçiler bunu pek umursamamaktadırlar.<br />
Çünkü siyasetçiler tarafından,<br />
politikanın ve siyasi partilerin, kendi kişisel çıkarlarını<br />
ve konumlarını korumak ya da ileriye<br />
götürmek adına sadece birer araç olarak görülmekte<br />
olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden Peretz<br />
veya Livni gibi siyasi şahsiyetler eski partilerini<br />
bırakıp, kimi görüşlere göre yeniden seçilme<br />
adına siyasi çizgilerinden vazgeçmektedirler. 11<br />
Buna karşın, İsrail içindeki sosyal sorunlara çözüm<br />
aramak ya da gerçek anlamda kalıcı barış<br />
için gayret göstermekten ziyade, seçim tartışmalarını<br />
güvenlik üzerine yürütmek siyasetçilerin<br />
işine gelmektedir. 12<br />
İsrail’de artık 1990’lardan gelen ve Kibutz (kolektif<br />
çiftlikler) hayatına nispeten yabancı olan yeni<br />
nesiller mevcuttur. 1990’larda Rusya ve Doğu<br />
Avrupa’dan gelen göç ile İsrail’in kendi iç dinamikleri<br />
de değişmiştir. Aşırı sağcı Dışişleri Bakanı<br />
Lieberman’ın seçim başarısı değişen toplumsal<br />
yapının ve yükselen sağın göstergelerinden<br />
biridir.<br />
İsrail toplumunun içinde bulunduğu en büyük<br />
çıkmazlardan birisi, bir yandan bölge ülkeleriyle<br />
kalıcı barış sağlamayı kendi güvenlikleri için<br />
en emniyetli seçenek olduğunu düşünmelerine<br />
rağmen, diğer taraftan güvenlik gerekçesiyle<br />
orantısız güç kullanılmasını da meşru kabul etmeleridir.<br />
2008’deki Gazze Bombardımanı gibi<br />
hadiselerde çok sert karşılık verme politikasına<br />
karşın İsrail’in halen daha güvenli bir ortamda<br />
bulunduğu söylenemez. Lakin İsrail neredeyse<br />
kurulduğu günden bu yana bir milli güvenlik<br />
devleti olmuştur.<br />
Türkiye, İsrail’le kurulduğu günden bu yana inişli-çıkışlı<br />
ilişkiler yaşamıştır. 181 Sayılı Birleşmiş<br />
Milletler Kararına (1947 BM Planına) göre Filistin<br />
ve İsrail olarak iki devletli bir çözümü tanıyan<br />
Türkiye, İsrail Devleti’ni de ilk tanıyan devletlerarasında<br />
yer almıştır (Mart 1949’da tanımış ve<br />
1950 yılında diplomatik ilişkiler kurmuştur). 13<br />
Gazze’nin 2008’de bombalanmasıyla gerilmeye<br />
başlayan Türk-İsrail ilişkileri, 9 Türk vatandaşının<br />
öldürüldüğü Mavi Marmara baskını nedeniyle<br />
tarihteki en kötü seviyeye inmiştir.<br />
Sadece mevcut hükümetin değişmesiyle Türk-<br />
İsrail ilişkilerinin aniden düzeleceğini varsaymak<br />
fazla iyimserlik olur. Kaldı ki seçimler sonrası<br />
38
Kapak Konusu<br />
başbakanlık için en büyük aday gene Netanyahu<br />
gözükmektedir ve İsrail kamuoyunca başbakanlık<br />
görevini en iyi yapacak kişi olarak görülen<br />
gene Netanyahu’dur.<br />
Bu yazı ile İsrail’in seçimler öncesi karmaşık iç<br />
siyasi yapısının güncel bir yansıması iletilmeye<br />
çalışılmıştır. İsrail’deki seçimler sonrası, beklendiği<br />
gibi sağ partilerin güçlü olmaları durumda,<br />
Türkiye ile ilişkilerin yeniden 2008 öncesi seviyeye<br />
geri gelmesi için daha uzun zamana ihtiyaç<br />
olacağı düşünülmektedir. Merkez-Sol blokunun<br />
başarılı olması durumunda ise ilişkilerin, kısmen<br />
de olsa, biraz daha hızlı düzelme olasılığı artmaktadır.<br />
Bu aşamada siyasi gerginliğe rağmen<br />
ekonomik ve ticari ilişkilerin devam etmesi gelecek<br />
için önemlidir. Çünkü aynı Türkiye gibi,<br />
İsrail’in de ekonomisi Avrupa’dan göreceli olarak<br />
daha iyi durumda olup, uluslararası rekabet edebilme<br />
gücü yüksektir (küresel ekonomide rekabet<br />
edebilme gücü en yüksek 26. ülke). 14 Sağlam<br />
ekonomik ve kültürel alışverişlere dayalı ilişkilerin<br />
ve ticaretin, siyasi ilişkiler kötüyken bile sürdürülebilir<br />
olması, gelecek açısından ve olası bir<br />
düzelmenin zaman içerisinde gerçekleşmesi açısından<br />
önemlidir.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
1 “Facts About Israel” editor: Ruth Ben-Haim (main edition 2003), Israel Information Center, Printed by Ahva Press,<br />
Jerusalem, Israel, 2006. Syf. 45.ve 52.<br />
2 The Economist Print Edition 17 August 2006 Cover Story “Nasrallah wins the war: Bad news all round, especially<br />
if mor of Israel’s neighbors com to believe in Hizbullah’s methods’’ Aug 117th 2006 | from the print edition. (Economist.Com<br />
sitesinden alındı. http://www.economist.com/node/7796790 (Son Erişim: 13 Aralık 2012)<br />
3 Jerusalem Post - JPost.Com http://www.jpost.com/VideoArticles/Video/Article.aspx?id=232759 (Son Erişim: 13<br />
Aralık 2012)<br />
4 David Makovsky “Netanyahu Slidifies Lead in Israeli Campaign’’ The Washington Institute for Near East Policy,<br />
13 December 2012. http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/netanyahu-solidifies-lead-inisraeli-campaign<br />
(Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
5 “Livni vows to reform settlement budget’’ by Roi Mandel, Yedioth Ahronoth, 17.12.2012. http://www.ynetnews.<br />
com/articles/0,7340,L-4321153,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
6 “Meretz leader reaffirms: We will not join Netanyahu’s coalition Zahava Gal-On slammed Shelly Yacimovich and<br />
Tzipi Livni, presenting herself as Israel’s only Zionist leftist party.’’ By Ilan Lior, Haaretz, (http://www.haaretz.com/<br />
news/national/meretz-leader-reaffirms-we-will-not-join-netanyahu-s-coalition.premium-1.485216) (Son Erişim:<br />
18 Aralık 2012)<br />
7 ’Israël : démission surprise d’Avigdor Lieberman’’ par Laurent Zecchini, Le Monde , 15.12.2012.<br />
8 “Lieberman apologizes for insulting Livni, Yachmovich, Gal-On’’, Yedioth Ahronoth , 16.12.2012. http://www.<br />
ynetnews.com/articles/0,7340,L-4320527,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
9 “New poll sees Likud-Beiteinu down 2 mandates’’ by Telem Yahav, Roi Mandel, Yedioth Ahronoth, 14.12.2012.<br />
http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4319861,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
10 “Latest poll shows Likud-Beytenu down 2 seats’’ by Gil Hoffman, The Jerusalem Post , 14.12.2012. http://www.<br />
jpost.com/LandedPages/PrintArticle.aspx?id=295918 (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
11 ‘Israel’s leaders: No direction, and not looking for one’’ By Guy Rolnik, Haaretz, 17.12.2012<br />
12 Brookings Institute, http://www.brookings.edu/blogs/up-front/posts/2012/10/10-israel-elections-sachs (Son<br />
Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
13 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />
14 Sherwin Pomerantz—President, Atid EDI Ltd. “Israel’s Economy Measures Up’’ EDI Insights, 28.11.2012 http://<br />
www.atid-edi.com/index.php/publications-2/edi-insights/397-israel-s-economy-measures-up (Son Erişim: 18<br />
Aralık 2012)<br />
<br />
39
Kapak Konusu<br />
İsrail, Hamas’ı ve onu destekleyenleri terörist olarak görürken, Hamas da İsrail’i ve onun Siyonist politikalarına destek veren<br />
İsraillileri işgalci olarak görmektedir.<br />
İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na<br />
Farklı Yaklaşımlar<br />
Various Approaches for the Second Gaza War in the<br />
Israeli Public Opinion<br />
M. Mustafa KULU<br />
Abstract<br />
In this study, the public opinion in Israel on the eight-day long 2nd Gaza Attack (14- 21 November) is analyzed<br />
by looking at the political parties’ discourse on the eve of the parliamentary elections to be held on 22<br />
Jan. 2013. This study refutes the assumption that the recent Israeli attack on Gaza can be attributed to the<br />
upcoming parliamentary elections. However, that the overwhelming majority of Israelis supported the war<br />
due to security concern came to the agenda during the election season. During the 2nd Gaza war, all Zionist<br />
political parties acted together until the cease fire agreement with Hamas was signed. However, after the<br />
announcement of the cease-fire agreement, the parties on the political spectrum, ranging from the right to<br />
center and left, have returned to their political rivalry.<br />
Keywords: Israel, Palestine, 2nd Gaza Attack, Zionist Politics, Hamas
Kapak Konusu<br />
İsrail’in sadece seçimler öncesinde orantısız güç<br />
kullandığını iddia etmek ya da Hamas’ın roket<br />
saldırılarını İsrail seçimleri öncesinde yoğunlaş-<br />
-<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
Giriş<br />
Neoliberal uluslararası teorisyenlerince dillendirilen<br />
ve Kant’ın “edebi barış” (perpetual peace)<br />
felsefi görüşüne dayanan “demokratik barış<br />
teorisi”ne göre demokratik devletler birbiri ile<br />
savaşmak istemezler. 1 Çünkü savaş, doğası gereği<br />
maddi, manevi külfete ve planlanamayan<br />
değişimlere yol açmaktadır. Fakat toplumlar çeşitli<br />
nedenlerle savaşı isteseler bile, savaş karşıtı<br />
demokratik liderlerce savaşın engellendiği ifade<br />
edilmektedir. Seçim mekanizmasının şeffaflığından<br />
dolayı seçim kampanyaları döneminde<br />
savaş yanlısı liderin kazanmaması için karşı tarafın<br />
daha dikkatli olduğu ifade edilmektedir. Fakat<br />
halk iradesine dayalı toplumların/devletlerin<br />
birbiri ile savaşmayacağı iddiası İsrail ve Filistin<br />
söz konusu olunca bir istisna teşkil etmektedir.<br />
Teorik olarak İsrail’deki ve Gazze’deki hükümetler,<br />
yönetimleri altındaki toplumun rızasıyla ve<br />
seçimle işbaşına geldiği için demokratik yönetimlerdir.<br />
Her iki toplumun da demokratik olmasına<br />
rağmen, savaşmalarının nedeni, bu iki siyasi<br />
yapının istisnalığından kaynaklanmaktadır. Çünkü<br />
bu iki devlet/toplum birbirlerini meşru birer<br />
devlet/toplum olarak tanımamaktadırlar. İsrail,<br />
Hamas’ı ve onu destekleyenleri terörist olarak<br />
görürken, Hamas da İsrail’i ve onun Siyonist politikalarına<br />
destek veren İsraillileri işgalci olarak<br />
görmektedir. Bu teoriye göre, Gazze savaşının<br />
tarafları olan Gazze ve İsrail aslında ontolojik<br />
olarak devlet ve toplum değillerdir. Filistin tarafı,<br />
seçimle ortaya çıkan sonucu İsrail’in kabul etmeyerek<br />
halkı cezalandırdığını savunmaktadır. Bu<br />
ithama karşı ise İsrail “seçimlerin demokrasi için<br />
tek başına yetmeyeceği” söylemini savunarak Filistin<br />
seçimlerinin uçtaki unsurların şiddetini yatıştırması<br />
gerekirken daha da şiddetlendirdiğini<br />
savunmaktadır. 2<br />
İsrail yıllarca ABD ve Avrupa’daki lobileri vasıtasıyla<br />
kendisinin Ortadoğu’daki tek gerçek demokrasi<br />
olduğunu ve yaptığı savaşların müdafaa<br />
veya önleyici savaş olduğunu anlatmıştır. Fakat<br />
Ortadoğu’da yaşanan son demokratikleşme gelişmeleri,<br />
İsrail’in komşularına karşı saldırganlığı<br />
meşrulaştırmada kurduğu değer merkezli söylem<br />
yerine güvenlik merkezli yeni bir neorealist<br />
söylemi ön plana çıkarmasını zorunlu kılmıştır.<br />
İsrail’in Dışişleri Bakanlığı’nın web sayfasında,<br />
son Gazze savaşına İbranice olarak “Bulut Sütunu<br />
Operasyonu” (mivtsa amud anen [<br />
]) denmesine rağmen İngilizce bölümünde<br />
“Sütun Savunma Operasyonu” (Operation Pillar<br />
of Defense) olarak adlandırması bu söylemin bir<br />
yansımasıdır. Bu iki farklı isimlendirme aslında,<br />
savaşın içerdeki algılaması ile dışarıdaki algılamasının<br />
farklı olmasını istemesinin de bir ifadesidir.<br />
İç kamuoyuna bu operasyonun İsrail’in<br />
caydırıcılığını devam ettirme ve Hamas’ın askeri<br />
altyapısını çökertmek amacıyla yapıldığı anlatılmak<br />
istenmiştir. Buna karşın uluslararası topluma<br />
özellikle bir “mağdur” portesi çizilerek bir<br />
savunma savaşı yapılmak zorunda bırakıldıkları<br />
anlatılmak istenmiştir.
Kapak Konusu<br />
tırdığını söylemek, aslında bu savaşın/saldırıların<br />
güvenlik amacı ile değil de kişisel veya partizan/örgüt<br />
çıkarlar için çıkarıldığını iddia etmek<br />
demektir. Bu söyleme karşı diğer bir söylem ise<br />
İsrail’in veya Hamas’ın bunu haklı gerekçelerle,<br />
kırmızıçizgiyi aşan karşı tarafa karşı kendisini savunmak<br />
amacı ile yaptığını ifade eden güvenlikçi<br />
söylemdir. Bu iki söylemi savunanlar İsrail’in<br />
Gazze Savaşı’nı başlatmasına giden süreçteki<br />
olayları da değişik yorumlamaktadırlar.<br />
Bu savaşın görülen en önemli sebebi, Birinci<br />
Gazze Savaşı’ndan sonra duran ama daha sonra<br />
yoğunlaşan roket saldırıları ile artan tansiyonun<br />
10 Kasım’da İsrail cipi Kornet’in Gazze’den atılan<br />
roket ile imha edilerek dört İsrailli askerin yaralanması<br />
ile zirveye çıkmasıdır. Hamas, Kornet’e<br />
yapılan saldırıya sahip çıkmayarak İsrail’le tansiyonu<br />
düşürmeye çalışmıştır. Buna rağmen 14<br />
Kasım’da Hamas’ın askeri lideri olan Caberi’nin<br />
İsrail füzesi ile öldürülmesi Hamas’ı istemese de<br />
İsrail’e karşı misillemede bulunmaya zorlamıştır.<br />
İsrail’in bu savaşı özellikle seçim öncesi yaptığını<br />
düşünenler, İsrail’in olayları istediği şekilde yönlendirerek<br />
savaş başlattığını savunmaktadırlar.<br />
Buna göre, Hamas’ın uzun süren bir sessizlik istemediği<br />
gibi sorunun tırmandırılmasını da istemediği<br />
3 buna karşın İsrail’in seçimler öncesinde<br />
bir haftalık yoğun bir hava saldırısına girişmekten<br />
çekinmeyerek seçim kampanyasında kullanmak<br />
istediği iddia edilmiştir. Bu ithama karşın<br />
İsrail, Hamas’ın diğer direniş grupları tarafından<br />
İsrail’e karşı atılan roketleri, işine geldiği zaman<br />
engelleyip işine gelmediği zaman engellemediğini<br />
iddia ederek bu son olaylardan Hamas’ı sorumlu<br />
tutmuştur.<br />
İsrail’in bu saldırıları seçim kaygısı ile yaptığı iddiasının,<br />
karşıt yaklaşımı savunanlar tarafından<br />
eleştirildiği belirtilmelidir. Buna göre hayatta<br />
kalma mücadelesi veren İsrail’in seçim zamanlarında<br />
da savaşması normal bir durumdur. İsraillilerin<br />
savaşa genelde sıcak bakmaları ülkelerinin<br />
içinde bulundukları stratejik durumu bilmeleri<br />
ile açıklanabilir demektedirler. Tersine siyasilerin<br />
kendilerini savaşa sürükleyip sonrada seçim<br />
kampanyalarında savaşı kullanarak kendilerini<br />
kandırdıklarını düşünmemektedirler. Bu yaklaşımdakiler,<br />
seçim kampanyasının bir parçası olarak<br />
Gazze savaşının başlatıldığını iddia edenleri<br />
ya İsrail tarihini bilmemekle ya da İsrail’e karşı<br />
yapılan sistematik saldırıların bir parçası olmakla<br />
itham etmişlerdir. Ayrıca bu savaşın sadece<br />
seçim yatırımı olarak yapıldığı yaklaşımının, İsrailli<br />
Yahudi seçmeler arasında yaygın kabul görmediğini<br />
ve bunu savunanların ideolojik bir avuç<br />
azınlık olduğunu belirtmek gerekir.<br />
Gazze Savaşı’nın seçim yatırımı olarak yapılmadığını<br />
söyleyenler şu delilleri ortaya koymuşlardır.<br />
Güvenlik amacı ile değil de oy kazanmak<br />
amacı ile başlatılan bu savaşa karşı öncelikli<br />
olarak oy kaybetmesi beklenen partilerin karşı<br />
durmaları beklenmez miydi? Fakat İsrail’de seçimler<br />
öncesinde Siyonist partilerin kahir ekseriyeti<br />
saldırıların arkasında durmuştur. Ayrıca<br />
bu savaşı seçim kazanmak amacı ile başlattığı<br />
düşünülen Netanyahu’nun 2013 seçimlerini<br />
kazanmasının savaş başlatmadan önce de kamuoyunda<br />
yaygın kanaat olduğu belirtilmiştir.<br />
Ayrıca Netanyahu’nun bundan önceki iki hükümeti<br />
kurmadan önce herhangi bir savaş yapmadığını,<br />
tersine seçim öncesinde savaş başlatan<br />
liderlerin hükümeti kuramadığını, onlar yerine<br />
Netanyahu’nun hükümeti kurduğunu belirtmişlerdir.<br />
İsrail’in tarihinde, savaşlar ile seçim başarısı<br />
arasında bir bağlantının kurulamayacağının<br />
birçok örneğini sunmuşlardır: 1973 savaşından<br />
sonraki 1974 seçimini kazansa bile savaşın doğurduğu<br />
olumsuzlukların sonucu olarak 1977<br />
seçimini İşçi Partisi’nin kaybetmesi, 1982 Lübnan<br />
Savaşı’nda yaşanan olumsuzlukların sonucu<br />
olarak Başbakan Begin’in istifa etmek zorunda<br />
kalması, 1996 yılında İsrail hükümetinin<br />
Lübnan’a başlattığı operasyonun o zaman kimse<br />
tarafından seçim yatırımı olarak görülmediği ve<br />
savaş sonrasında yapılan seçimleri Peres’in kaybetmesi,<br />
II. İndifada ile mücadele eden Barak’ın<br />
2001 seçimlerinde yenilmesi, 2006 Lübnan savaşının<br />
İşçi partisinin lideri Peretz’nin istifasına ve<br />
partinin 2009 seçimlerde çok ciddi oy kaybetmesine<br />
neden olması, 2008/9 Gazze savaşını yürütücüsü<br />
Kadimanın seçimlerde birinci çıkmasına<br />
rağmen hükümeti kuramaması gibi. 4
Kapak Konusu<br />
Bu çalışmada, daha çok 2013 seçim kampanyalarında<br />
partilerin Gazze savaşına yaklaşımlarını<br />
genel hatları ile ele alındığı için sanki bu savaşın<br />
sırf seçimler için yapıldığı intibaı uyanabilir.<br />
Fakat resmin tamamına bakılınca bu savaşın sadece<br />
konjonktürel kaygıların ön planda olduğu<br />
bir seçim savaşı olmadığı aynı zamanda arasında<br />
uzun dönemli derin stratejik hesapların da olduğu<br />
ortaya çıkmaktadır.<br />
Savaş devam ederken yapılmış olan bir ankete<br />
göre; İsrail’in son Gazze hava saldırısını destekleyen<br />
Yahudilerin oranı %90 civarındadır. Bir önceki<br />
Gazze savaşında da İsrail’in Gazze’ye başlattığı<br />
savaşı destekleyenlerin oranı benzerdi. Kara<br />
saldırını ise halkın sadece %30’u desteklemektedir.<br />
Ayrıca halkın %63’ü bu saldırıların 2013’de<br />
yapılacak olan İsrail parlamentosu seçimleri ile<br />
bağlantısı olduğunu kabul etmemektedir. 5 Diğer<br />
bir ankette de 6 benzer şekilde halkın çoğunluğu<br />
(%68), bu saldırının Gazze’den atılan roketleri<br />
durdurmak üzere başlatıldığını savunurken sadece<br />
halkın %26’ı bu operasyonun bir seçim kaygısı<br />
ile başlatıldığını düşünmektedir. Ateşkesten<br />
sonra 23 Kasımda yayınlanan diğer bir ankette<br />
de buna paralel sonuçlar çıkmıştır. Bu ankete<br />
halkın %49’u Hamas’a yapılan hava saldırılarının<br />
devam ettirilmesini isterken, sadece %31’i hükümetin<br />
ateşkes kararını desteklemektedir. Fakat<br />
İsrail’in çoğunluğu bir kara operasyonuna da<br />
karşıdır (%71), %20 ise herhangi bir görüş belirtmemiştir.<br />
7 Anketlerde ortaya çıkan bu sonuçlar,<br />
politika yapıcıların neden havadan saldırı ile yetinerek<br />
kara savaşına girişmediklerinin en önemli<br />
sebebidir. Halk Hamas’la sıcak bir çatışma istemezken,<br />
havadan füzelerle yapılacak saldırıyı<br />
büyük çoğunlukla desteklemektedir.<br />
İsrail’de Gazze savaşına yaklaşım farkının en<br />
belirgin olduğu iki kesim Siyonist Yahudiler ile<br />
İsrail vatandaşı olan İsrailli Araplardır. Siyonist<br />
Yahudilerin ezici çoğunluğu bu savaşı desteklerken<br />
Arapların ezici bir çoğunluğu bu savaşa karşıdır.<br />
Bu durum İsrailli Araplarca direniş örgütü<br />
olarak kabul edilen Hamas’ın İsrailli Siyonist Yahudilerce<br />
terörist olarak kabul edilmesinin doğal<br />
bir sonucudur. Araplar ile sol ve insan haklarını<br />
savunan azınlık Yahudilerin oluşturduğu savaş<br />
Araplar ile sol ve insan haklarını savunan azınlık Yahudilerin<br />
oluşturduğu savaş karşıtı cephe, 7,7 milyonluk İsrail nüfusunun<br />
yaklaşık %15’i civarındadır.<br />
karşıtı cephe, 7,7 milyonluk İsrail nüfusunun<br />
yaklaşık %15’i civarındadır.<br />
Gazze’ye yapılan savaş, güvenlikle iç içe geçmiş<br />
bir biçimde kimlik ve ahlakla beraber yürütülmektedir.<br />
Kendilerini Hz. İshak’ın 12 oğlundan<br />
gelen, bu toprakların sahibi ve egemeni, haklı<br />
müdafaa yapan “seçilmiş” (Çıkış-19) bir toplum<br />
olarak gören yaygın bir zihniyet, “öte” tarafı (Filistinlileri)<br />
ise Afrikalı köle bir annenin (Sare)<br />
çocuğu olan “İsmail” soyundan gelen “terörist”<br />
“geri kalmış” Müslüman Arap olarak görmektedir.<br />
Gazze’nin ise Yahudi tarihindeki yeri daha<br />
olumsuzdur. Çünkü Gazze, Yahudi yöneticilerinden<br />
Simson’un düşmanlarınca öldürüldüğü
Kapak Konusu<br />
uğursuz bir yerdir (Hakimler-13/16). Yahudiler<br />
hayatlarına kast eden “teröristlere” karşı hayatta<br />
kalma mücadelesini verdiklerine inanmaktadırlar.<br />
“Zorla söküldükleri ve dönmelerine asırlarca<br />
izin verilmeyen anavatanlarına” tarihten kaynaklanan<br />
meşru haklarının bir sonucu olarak tekrar<br />
döndüklerine inanmaktadırlar. Bu noktada<br />
1948’de kurdukları devlete karşı mücadele eden<br />
Filistinlilerle bizatihi meşruiyetini varlığından ve<br />
askeri gücünden alan devletleriyle mücadele ettiklerini<br />
düşünmektedirler.<br />
Bu durumda teröristleri yok ederek ve bunları<br />
destekleyen halkı cezalandırarak dünya barışına<br />
katkıda bulunduklarına inanmaktadırlar. Savaşlardaki<br />
sivil zayiatı en aza indirgemek için ellerinden<br />
geleni yaptıklarını ifade etmektedirler. Saldırılarda<br />
hassas (precise) füzelerin kullanıldığını<br />
övünerek ifade ederlerken, 8 savaşlarda meydana<br />
gelen sivil ölümlerinden ise sivil hedefleri kendilerine<br />
kalkan yaptığını iddia ettikleri Hamas’lı<br />
militanları sorumlu tutmaktadırlar. İsrail, saldırıların<br />
orantısız olduğunu kabul etmemektedir.<br />
Hamas ve diğer teröristlerin tüm İsraillileri hedef<br />
aldığını, kendilerinin ise sadece roket atan ve<br />
bedeli ödemesi gereken terörist askeri unsurları<br />
hedef aldıklarını ifade etmektedirler.<br />
Gazze kimlik ve imaj acısında iç siyasette önemli<br />
olup seçimlerde gündemi belirleme gücüne sahip<br />
bir başlık olmasına karşın Gazze gibi abluka<br />
altındaki bir topluluğa havadan saldırmak İsrail<br />
için büyük riskler taşımamaktadır. Sadece 365<br />
kilometre kare Gazze, yaklaşık olarak 1,7 milyon<br />
insanın yaşadığı bir toprak parçasıdır. Ekonomik<br />
olarak Mısır ve İsrail’e bağımlı bir yapısı olan<br />
Gazze askeri olarak çok önemli değildir. Bundan<br />
dolayı İsrail Gazze’ye saldırdığı için İsrail’de büyük<br />
güvenlik sorunları ortaya çıkmaz, ekonomisi<br />
sarsılmaz, büyük bir toplumsal huzursuzluk<br />
patlak vermez. İsrail’in son yıllarda geliştirdiği<br />
füze savunma sistemi ise (Demir Kubbe) İsrail’in<br />
savunma açıklarını iyice kapatmıştır. Böylece<br />
İsrail’in vurulmazlığı iyice perçinlenmiştir. Bu<br />
operasyona karşı oluşabilecek en şiddetli uluslararası<br />
tepki ise “İsrail’in kınanması” ve “gerekli<br />
önlemlerin alınması”ndan öteye geçemeyeceği<br />
için diplomatik açıdan hayatı bir risk de oluşmamaktadır.<br />
İsrail hava operasyonlarından kaynaklanacak<br />
sivil ölümlerine karşı ortaya çıkabilecek<br />
uluslararası baskı ile Hamas’ın altyapı ve silahlarına<br />
zarar verme ikilemi arasındaki dengeyi<br />
başarıyla yürütmesine yardım edecek lobileri<br />
güçlüdür.<br />
İsrail gibi belli aralıklarla savaşan bir ülkenin<br />
İran yerine Gazze’ye yapacağı antrenman niteliğindeki<br />
bir savaş hem İsrail toplumunu hem de<br />
ABD ve Avrupa’daki egemen güçleri çok rahatsız<br />
etmemektedir. Gazze İran gibi olmayıp, Gazzeye<br />
yapılacak bir saldırının bölgesel ve uluslararası<br />
etkileri çok sarsıcı olmayacağı için, bu saldırı<br />
İsrail’i, bölgeyi ve uluslararası dengeyi çok sarsmayacaktır.<br />
Hatta bölgede eski Ortadoğu özlemi<br />
çeken devletlerin işini kolaylaştırabilecektir.<br />
Hamas’ın attığı veya atacağı füzeler, İsrail toplumundaki<br />
safları sıklaştırırken, partilerin birlikteliğini<br />
kısa bir süreliğine de olsa kolaylaştıracaktır.<br />
Son zamanlarda sağ ve merkez-sol cenah olarak<br />
ikiye ayrılan İsrail’deki Siyonist siyasi partiler bu<br />
tür operasyonlarda karşı tarafla (Gazze) ateşkes<br />
imzalanana kadar, milli birlik ve bütünlük içinde<br />
hareket etmektedirler. Fakat ateşkesin imzalanmasından<br />
sonra kendi aralarındaki ateşkese son<br />
vererek, birbirleri ile siyasi mücadeleyi kaldıkları<br />
yerden sürdürmektedirler. Her parti ideolojik<br />
duruşundan hareketle, koalisyonda veya muhalefette<br />
olmasına göre bir söylem kullanarak, seçim<br />
kampanyalarında Gazze savaşını dillendirmektedir.<br />
Öncelikle İsrail’deki sağ blok ile muhalefetteki<br />
merkez ve sol blok içerisindeki partilerin meclisteki<br />
son sandalye dağılımına ve almaları muhtemel<br />
sandalye dağılımına bakmak lazımdır. Smith<br />
şirketi tarafından savaştan önce ve sonra yapılan<br />
anketlere göre koalisyonun büyük ortağı merkez<br />
sağ Likud-Beiteinu ortak listesi, Gazze savaşı<br />
sonrası oyunu çok kaybetmezken, Milliyetçi sağ<br />
Yahudi Yurdu ve Milli Birlik ortak listesi oyunu<br />
oldukça artırmıştır. Milli Birlik ortak listesinden<br />
ayrılarak Gazze savaşından hemen önce yeni kurulan<br />
“İsrail için Kuvvet” ise barajı geçmek için<br />
çabalamaktadır. Dinci parti olan Şas oyunu korurken,<br />
“Birleşik Tevrat Yahudiliği” ise oyunu
Kapak Konusu<br />
artırmıştır. Gazze savaşından önce yeni kurulan<br />
ve Şas ile aynı tabana hitap eden Tüm Millet<br />
[Am Shalem] partisi ise barajı geçmek için çabalamaktadır.<br />
Yair Lapid’in 2012 Martında yeni<br />
kurduğu “Gelecek Var” ile Livni’nin Gazze savaşı<br />
sonrasında yeni kurduğu “Hareket” gibi merkezi<br />
partilerin ise 10 vekil civarında çıkarabilecekleri<br />
tahmin edilmektedir. 2009 seçimlerinde sonra en<br />
fazla sandalye kazanan Kadima partisi de barajın<br />
altında kalmamak için çabalamaktadır. Barak’ın<br />
kurduğu Bağımsızlık [Haatzmaut] partisi ise<br />
Gazze savaşından sonra da barajın altında kalma<br />
riski devam ettiği için seçimlere katılmama<br />
kararı almıştır. Lideri Barak da siyasetten çekildiğini<br />
duyurmuştur (bir süreliğine olabilir). Sol<br />
kesiminde yer alan İşçi Partisi ise oylarını 2009<br />
seçimlerine göre artırmasına rağmen, Gazze<br />
savaşından önce alması beklenen oyların altına<br />
inmiştir. Meretz ise oylarını biraz artırmıştır. Bu<br />
tabloda yaklaşık 17-18 sandalyesi dinci bloğa ait<br />
olmak üzere sağ bloğun yaklaşık 66-68 sandalyeye<br />
sahip olması beklenirken, merkez ve sol cephenin<br />
ancak 43-45 vekil çıkarabileceği tahmin<br />
edilmektedir. Yaklaşık 11 tane vekil çıkarabilen<br />
Arap partileri sol cenahta değerlendirilmelerine<br />
rağmen Siyonist kampta yer almadıkları için bu<br />
çalışmada incelenmemiştir.<br />
Bu anketlere göre bu operasyonu yürüten Netanyahu,<br />
Gazze savaşından sonra oyunu az kayıpla<br />
hala korumaktadır. Fakat bazı anketlerde, operasyonun<br />
başarısızlığından dolayı Netanyahu’nun<br />
aleyhine milliyetçi sağın oylarını yükselttiğini<br />
gösteren tahminler yayınlanmaktadır. Aynı anketlerde<br />
İşçi partisi diplomatik konulara yeterince<br />
öncelik vermediği için, oyunu diplomatik ve<br />
siyasi konulara daha fazla ağırlık veren Livni’nin<br />
partisi lehine kaybettiği görülmektedir.<br />
22 Ocak 2013 Parlamento Seçimlerinden Önce Yapılan Anketlere Göre Siyonist Partilerin Meclisteki (Knesset)<br />
Olası Vekil Dağılımı ile 2009 Knesset seçimlerinden sonraki ile son durumlarını gösterir Tablo<br />
<br />
27 +15 42 38 36<br />
<br />
3+4 5 10 11<br />
0 - 0<br />
11 10 12 11<br />
<br />
5 5 5 6<br />
0 2 3<br />
0 0 11 11<br />
<br />
28 21 2 -<br />
0 3 -<br />
0 - 9<br />
<br />
<br />
<br />
13 8 22 19<br />
3 3 4 4<br />
65 65 67 67<br />
44 44 42 43<br />
<br />
11 11 11 10<br />
120 120 120 120
Kapak Konusu<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Bu savaş sonunda imzalanmış ateşkes anlaşmasından<br />
sonra İsrail kamuoyu ikiye ayrılmıştır.<br />
Başta sol kesim olmak üzere birçok kişi ateşkesten<br />
memnun kalırken, muhalefetteki merkez<br />
ile Likud ortak listesinden oy kapmaya çalışan<br />
milliyetçi sağ gruplar ise hükümetin işini tam<br />
yapmadığını ve uluslararası ve bölgesel baskılara<br />
boyun eğildiğini söylemeye başlamışlardır. Bu<br />
operasyonları yürüten Netanyahu ve Lieberman<br />
ise II. Gazze savaşının güvenlik parametreleri<br />
acısından başarılı olduğuna merkez ve sağ blok<br />
seçmeni ikna etmek için çabalamaktadır. Seçim<br />
sürecinde Gazze’yi her biçimde tehdit etmeye<br />
devam ederek Hamas üzerindeki caydırıcılığı<br />
devam ettirmeyi planlamaktadırlar.<br />
Sağ Blok<br />
İktidarda olan Likud Partisi lideri Netanyahu<br />
1996-1999 ve 2009-2013 yılları arasındaki yedi<br />
yılda diplomasi masasında sert olmasından ve<br />
gerekli güvenlik önemleri almasından dolayı<br />
komşuları ile hiç savaş yapmadığı belirtilmesinin<br />
üzerinden çok geçmeden Gazze savaşını başlatmıştır.<br />
2013 seçimlerine ortak liste yaparak girecek<br />
olan Likud ve Yisrael Beiteniu partileri, daha<br />
önceki seçimlerde (2006) Hizbullah’ın füzelerine<br />
maruz kalan İsrail’in kuzeyi gibi, Hamas’ın roketlerine<br />
maruz kalan İsrail’in güneyinin 2009<br />
seçimlerinde olduğu gibi 2013 seçimlerinde de<br />
önemli bir gündem maddesi olduğunu düşünerek<br />
bu saldırıya girişmişlerdir. Bu saldırı ile<br />
hükümet kendi kamuoyuna Arap Baharına rağmen,<br />
İsrail’in kendi kararı çerçevesinde önleyici<br />
saldırılar yapabilecek bir ülke olduğunu kanıtlamak<br />
istemiştir. Bölge devletlerine de bir bakıma<br />
bölgenin hala eski bölge, İsrail’in de eski İsrail<br />
olduğu göstermiştir. Ayrıca aniden başlattığı savaşla<br />
Hamas’ı şaşırtmıştır. Çünkü Hamas, Arap<br />
baharı sonrasında İsrail’in bu tür bir operasyon<br />
kalkışma olasılığının düşük olduğunu düşünmeye<br />
başlamıştır.<br />
22 Ocak 2013 seçimlerinde başarı şansını devam<br />
ettirmek isteyen Likud-Beiteniu ortak listesi<br />
Gazze operasyonunu başlatarak seçimlerde<br />
sosyoekonomik problemlerin ana başlık olmasındansa<br />
kendilerine çok güvendikleri güvenlik<br />
konularının seçimlerde ön plana çıkmasını<br />
istemişlerdir. Ayrıca muhaliflerinin Hamas’ın<br />
roketleriyle ortaya çıkan güvenlik zafiyetlerini<br />
hükümetin aleyhine kullanmasını engellemek<br />
istemişlerdir. Savaş karşıtı cephenin de İsrailli<br />
askeri veya sivil ölümleri artmadığı sürece seçimi<br />
olumsuz etkilemeyeceğini hesaplamışlardır.<br />
Operasyon öncesi atılan roketlerin operasyon<br />
sonrasında durmasının operasyonun başarısı<br />
olarak algılanmasını planlamışlardır. Hamas’ın<br />
askeri lideri olan Ahmet Caberi’nin “katledilmesini”,<br />
Bin Ladin’in öldürülmesi gibi lanse ederek<br />
seçimlerde oya dönüştürmek istemişlerdir.<br />
Ayrıca Kassam ve Fecr 5 silahları başta olmak<br />
uzun menzilli roketler ile Hamas’ın alt yapısının<br />
ve kapasitesinin büyük ölçüde yok edildiğini<br />
açıklamışlardır. Ayrıca Hamas’ın askeri kapasitesinin<br />
önemli oranda zarar görmesinin İran’a<br />
karşı yapılacak saldırıda geri bölgenin (güneyin)<br />
güvenliğinin sağladığını ifade etmişlerdir. Hala<br />
Hamas’ın iktidarda olmasını engelleyememelerini<br />
ise gelecek vaatleri arasında sayarak, nihai çö-
Kapak Konusu<br />
Son parti başkanlık seçimlerinde Netanyahu’ya karşı aday olan Moshe Feiling, Gazze dahil tüm Filistin’in İsrail’e ait<br />
olduğunu vurgulayarak hava saldırılarının ve suikastlerin bir sonuç doğurmadığı için yetersiz olduğunu ifade etmiştir.<br />
zümün gerçekleşmesinin hemen beklenmemesi<br />
gerektiğini ifade etmişlerdir. Şu an yapılacak bir<br />
kara saldırısının özellikle yüksek askeri kayıplara<br />
yol açacağını ifade ederek, askerlerinin hayatını<br />
tehlikeye atmak istemediklerini söylemişlerdir.<br />
Netanyahu’nun Gazze savaşını başlatmasının bir<br />
nedeni de Filistin otoritesinin BM Genel Kuruluna<br />
başvurarak üye olmayan gözlemci devlet statüsü<br />
hakkını kazanmasını engellemekti. Fakat bu<br />
savaşın kısa sürmesi bu adımın atılmasını engelleyemedi.<br />
Filistin otoritesinin bu adımına karşı,<br />
yapılan ateşkes anlaşması ile Hamas’ı güçlendirmiş<br />
ve Batı Şeria’yı ikiye bölecek E1’de yerleşim<br />
yeri kurma kararı almıştır. Böylece Gazze savaşı<br />
ile Fetih’in karşısına Hamas’ı çıkararak yönetimde<br />
iki başlılığı daha da derinleştirmiş; E1 inşa<br />
planı ile Batı Şeria’yı ikiye bölerek gelecekte Filistin<br />
devletinin kurulmasını fiili olarak imkansız<br />
hale getirmek istemiştir. Ayrıca attığı bu adımlar<br />
tepki oylarının, rakibi Yahudi Yurdu ortak<br />
listesine gitmesini önlemiştir. Hamas’ı bir aktör<br />
olarak ön plana çıkarmasının diğer bir yönü ise<br />
Mısır devriminden sonra yıkamayacağını anladığı<br />
Hamas’la ilişkisini daha farkı bir düzlemde<br />
gerçekleştirmek istemesidir. Hamas’ı örgüt üstü<br />
fakat devlet altı bir kurumsal yapıya yükselterek,<br />
Hamas’la Mısır üzerinden müzakere yapmak<br />
istemiştir. Böylece kurumsallaşmış bir yapıya<br />
daha kolay caydırıcılık uygulamak istemiştir.<br />
İsrail’e düşman bile olsa, uluslararası sistem<br />
içinde Mısır’a bağlı olarak hareket eden Hamas<br />
ile birlikte yaşamanın daha güvenlikli olacağını<br />
hesaplamıştır. Çünkü Singapur gibi bir ekonomi<br />
başarısı ortaya koyabilecek Gazze’nin, oyunun<br />
kurallarına uymada hem daha dikkat edeceğini<br />
hem de diğer tarafın kırmızıçizgilerini geçmeyeceğini<br />
düşünmüş olmalıdır. Böylece siyasi olarak<br />
rakibi olan içerdeki diğer grupların 9 İsrail’e karşı<br />
eylemlerini kontrol altına almasını istemiştir.
Kapak Konusu<br />
Savaşın erken bitirildiği ithamlarına karşılık ise<br />
savaşın ilk günlerinde stratejik hedeflerin büyük<br />
oranda vurulduğunu daha sonra yapılacak füze<br />
saldırıları ile elde edilebilecek sonucun önemsiz,<br />
ödenmesi gereken diplomatik maliyetin ise yüksek<br />
olacağını savunmuştur. 10 Bu söylemlerinden<br />
hareketle savaş esnasında ve sonrasında yaşanan<br />
gelişmeleri tekrar değerlendirince İsrail’in<br />
Hamas’ı yok etmek veya Gazze üzerinde tekrar<br />
egemenlik kurma gibi bir amacı olmadığı anlaşılmaktadır.<br />
Aksine İsrail’in Hamas’ın kendisine<br />
zarar verecek asker kapasitesini önleyerek siyasi<br />
olarak ön plana çekmek istediği anlaşılmaktadır.<br />
Netanyahu, ABD ve AB’nin Gazze savaşını<br />
İsrail’in saldırılarını meşru müdafaa olarak nitelemesini<br />
ve savaşta orantısız güç kullanılmadığının<br />
belirtilmiş olmasını İsrail hükümetinin imajı<br />
açısından olumlu bir gelişme olarak görmüştür.<br />
Ayrıca bu desteğin İran’a karşı girişilecek ortak<br />
bir saldırıyı daha da kolaylaştırabileceğini seçim<br />
kampanyalarında savunmaktadır. 11 ABD’nin telkinleri,<br />
Mısır’ın arabuluculuğu ve fakat Hamas<br />
ile direkt görüşme yapılmadan imzalanmış olan<br />
“şartlı bir ateşkes”e şans vererek Hamas’ı Mısır’da<br />
yeni iktidara gelen Müslüman kardeşlerin zimmetine<br />
vermek istemiştir. Böylece Mısır yönetimine<br />
yeni bir sorumluluk yükleyerek elini güçlendirmek<br />
istemiştir. Ayrıca Mısır’ın bu ateşkes<br />
sürecindeki pragmatist yaklaşımından hareketle,<br />
İhvan’a İsrail gerçeğini kabul ettirdiğini düşünmektedir.<br />
Böylece Mısır’ın bölge realpolitiğini<br />
anladığını ve Hamas’ı zimmetine alıp sorumluluk<br />
yükleyerek iyi bir ortak haline getirdiğine inanmaktadır.<br />
Çünkü ateşkesin detayları tam olarak<br />
açıklanmasa da maddeleri arasında Gazze’ye silah<br />
sokulmaması ve Gazze’den atılan roket saldırılarına<br />
son verilmesi gibi şartların Mısır’ın garantörlüğü<br />
altında olduğu tahmin edilmektedir.<br />
Bu süreçten sonra, Hamas Mısır kanalı ile barış<br />
görüşmelerinin dolaylı olarak bir parçası olabilecektir.<br />
Bu durum Hamas’ın hüdna dediği uzun<br />
süreli politikasına uyarken, Mısır’da yönetimde<br />
bulunan Müslüman kardeşler için, FKÖ yerine<br />
Hamas’la çalışarak 12 Mısır’ın bölgesel etkinliğini<br />
daha da artırmasına fırsat verebilecektir. İsrail’in<br />
Hamas’la müzakereleri başlamak için ön şartları<br />
olan, Hamas’ın İsrail Devleti’ni tanıması, şiddetin<br />
kınanması, daha önce FKÖ ile yapılan anlaşmaların<br />
tanınması gibi koşullardan vazgeçerek, Mısır<br />
gözetiminde yapılacak müzakereler sürecinde bu<br />
hedefleri elde etmeye çalışması beklenmektedir.<br />
Bu yolla devletleşme adımları atan Filistin otoritesini<br />
(Fetih) dengelemiş olacaktır. Çünkü Hamas<br />
uzun vadede iki devletli çözüm yerine, tüm<br />
İsrail’i kapsayan bir devlet kurmak istemektedir.<br />
Fakat bu devlet kurulana kadar, orta vadede var<br />
olan statükoya dayalı orta vadeli bir hüdnayı<br />
(ateşkesi) desteklemektedir. Bu durum aslında<br />
uzun vadede iki devletli çözüme soğuk bakan ve<br />
orta vadede statükoyu devam ettirmekten başka<br />
bir alternatifi olmayan Likud’un politikalarına<br />
da uygundur. Bu durum Filistin barış sürecini<br />
iyice içinden çıkılmaz bir hale getirirken barış<br />
sürecinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.<br />
İsrail’in, Hamas’ın örgüt liderinin 25. kuruluş yıl<br />
dönümü kutlamasına katılmasına izin vermesi<br />
bu savaş sonrasında ortaya çıkan yeni durumun<br />
doğal bir sonucudur.<br />
Meşal’in Gazze’ye girişine izin vermesi özellikle<br />
örgütteki iki parçalığı önleyerek Gazze’nin bir<br />
bütün olarak temsilini hızlandırmıştır. Genel<br />
olarak Meşal tarafından temsil edilen diaspora<br />
kanadının daha çok Mısır ve Katar’a yakın bir<br />
yol takip ederek bölgesel sisteme uygun pragmatik<br />
bir politika takip ettiği iddia edilmektedir.<br />
Buna karşın Haniye tarafından temsil edilen<br />
Gazze kanadının örgüt/yerel çıkarını ön plana<br />
alan pragmatist bir politika izlediği, Mahmud<br />
Zahar’in temsil ettiği diğer bir grubun ise askeri<br />
direnişi savunduğu iddia edilmektedir. 13 Meşalin<br />
Gazze’ye gelmesine izin verilerek bu farklı<br />
kanatlar tekrar bir araya getirilmiştir. Meşal diğer<br />
kanatların söylemlerini dillendirerek, Gazze<br />
liderliğinin elini güçlendirirken, gelecek dönem<br />
de liderliğini devam ettireceğinin işaretini vermiştir.<br />
Bu durum Fetih ile Hamas’ın birleşmesini<br />
de farklı bir mecraya sokmuştur. Devletleşmeyi<br />
hızlandırması için savunulan birlikteliğin, devletleşme<br />
ilanından sonra artık daha da zor olduğu<br />
ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü Hamas<br />
Filistin’in sadece Gazze ve Batı Şeria’dan ibaret<br />
olmadığını Ürdün nehrinden Akdeniz’e kadar<br />
tüm toprakları kapsadığını ve bir karışının bile
Kapak Konusu<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
verilmesinin mümkün olmadığını belirterek, şu<br />
anki iki devletli çözüme taraftar olmadığını ifade<br />
etmiştir. 14 Bundan dolayı iki devletli çözümü<br />
en fazla savunan bölge devletlerinden birisi olan<br />
Türkiye, Gazze sorunlarını önceleyen bir söylem<br />
kullanmaktan vazgeçerek, iki devletli çözüm için<br />
Hamas ve Fetih birlikteliğini öne alan bir politikaya<br />
ağırlık vermeye başlamıştır. 15<br />
Meşal’in Gazze’de İsrail’e karşı kullandığı sert<br />
söylem ise İsrailli seçmene, tüm sosyoekonomik<br />
sorunlara rağmen güvenlik konularının hala çok<br />
daha önemli olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır.<br />
Hükümetin çözüm bulamadığı tüm<br />
sosyoekonomik problemleri ikinci plana itmiştir.<br />
Bu durum Gazze savaşı sonrasında istenilen<br />
sonuçların elde edilmemesine rağmen, Likud’un<br />
oy oranlarında büyük bir düşme olmamasının da<br />
en önemli nedenidir. Ayrıca, Hamas’ın bu söylemi,<br />
koalisyonda olmalarına rağmen sağ cenahın<br />
yıpranmasını en alt düzeye tutmalarına olanak<br />
vermektedir.<br />
Likud ayrıca, Mısır’ın Gazze sınır kapısından<br />
insan geçişleri yanında yeni ateşkes anlaşması<br />
gereğince mal geçişine ve elektrik alımına müsaade<br />
etmesi sayesinde Gazze’ye olan ekonomik<br />
sorumluluklarından kurtulmayı hesaplamış olabilir.<br />
Böylece Gazze’nin Batı Şeria’daki Filistin<br />
otoritesinden kopuşu hızlanırken, Mısır’la ekonomik<br />
entegrasyonu hızlanabilecektir. Yani kademe<br />
kademe Gazze yönetimi Mısır’a entegre<br />
edilebilecektir. Bu durum Sina yarımadasının silahsız<br />
olmasına zarar vermediği sürece, 1948-67<br />
döneminde olduğu gibi belki adı konmamış bir<br />
siyasi birlikteliğe bile yol açabilecektir. 16<br />
Ambargonun yumuşatılarak kaldırılması bölgede<br />
sorun yaşadığı Türkiye ile de sorunlarının<br />
çözümüne faydası olabilecektir. Alçak koltuk<br />
krizi mimarı Ayalo’nun meclis dışı kalması ile<br />
Lieberman’ın Dış İşleri Bakanlığını bırakabilecek<br />
olması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerde daha<br />
cesaretli adım atmasını kolaylaştıracaktır. Büyük<br />
ihtimalle 22 Ocak seçiminden sonra açıklanacak<br />
ateşkes anlaşmasıyla Gazze’nin ablukası ve ambargo<br />
durumu ile ilgili sürpriz gelişmeler ortaya<br />
çıkacaktır. Bu noktada İsrail, Türkiye’nin şartlarını<br />
yerine getirildiğini savunarak Türkiye’yi<br />
İsraille ilişkilerini normalleştirmeye zorlayacaktır.<br />
Bu noktada İsrail’in tüm çabalarına rağmen,<br />
İsrail’le ilişkileri normalleştirmede Ahmet<br />
Davutoğlu’nun ağır davranması beklenmektedir.<br />
Milletvekili sayısını Likud’un aleyhine iki katına<br />
çıkarması beklenen Yahudi Yurdu ortak listesi<br />
başta olma üzere %2’lik ülke barajını aşmaya çalışan<br />
milliyetçi sağ partiler 17 Gazze saldırısında<br />
siyasi olarak Likud’a göre daha sert söylem kullanmaktadırlar.<br />
Gazze’deki operasyonları yetersiz<br />
bulan milliyetçi partiler, nokta operasyonlarının<br />
Hamas’ın sadece askeri kanadını değil aynı<br />
zamanda siyasi kanadını da hedeflemesi gerektiğini<br />
söylemektedirler. Gazze ile yapılan savaşı<br />
özgür dünya ile radikal İslam’ın bir savaşı olarak<br />
lanse eden bu partiler operasyonun bir kara harekatına<br />
dönüştürülerek Hamas’ın devrilmesini<br />
ve İsrail’in Gazze’ye yeniden egemen olmasını
Kapak Konusu<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
savunmaktadırlar. Yapılacak hava saldırılarının<br />
sorunu kalıcı olarak çözmeyeceğini aksine orta<br />
ve uzun vadede İsrail’e yapılan roket saldırılarının<br />
devam edeceğini savunmaktadırlar. Bu<br />
görüştekiler, Arap Baharı sonrası yeniden şekillenen<br />
Yeni Ortadoğu’da bu tür bir operasyon<br />
yapmanın ilerde daha güç olacağını ifade ederek,<br />
Müslüman kardeşler güçlenmeden Gazze<br />
sorununun tamamen ve kökten halledilmesini<br />
savunmaktadırlar. Bu kişiler iyi planlanmış bir<br />
kara operasyonu ile zayiatlarını en aza indirebileceğini<br />
böylece İsrail kamuoyunun büyük çaplı<br />
bir kara operasyonunu destekleyeceğini iddia<br />
etmektedirler. Bu düşüncedeki kişiler İsrail’in<br />
uluslararası baskılara direnerek, arzu edilen<br />
sonuca ulaşıncaya kadar silahlı mücadelesine<br />
devam etmesini istemektedirler. Bu partiler sorununun<br />
diplomasi yerine tamamen askeri taktiklerle<br />
çözülmesini savunmaktadırlar. 18 Bu partiler,<br />
Obama yönetimindeki Amerika’nın Gazze<br />
meselesinde İsrail’i bölgesel aktörlerle pazarlığa<br />
zorladığını iddia ederek ABD’nin İsrail merkezli<br />
bir Ortadoğu düzeni kurma iddiasından vazgeçtiğini<br />
dillendirmektedirler. Özellikle ateşkes<br />
anlaşması ile Hamas tarafına verilen bazı düzenlemeler<br />
bu partiler tarafından eleştirilerek sanki<br />
bunlar Hamas’a verilmiş birer kapitülasyonmuş<br />
gibi dillendirilmektedir. Bu düşüncedeki partiler<br />
azımsanamayacak sayıdadır. Mesela son parti<br />
başkanlık seçimlerinde Netanyahu’ya karşı aday<br />
olan Moshe Feiling, Gazze dahil tüm Filistin’in<br />
İsrail’e ait olduğunu vurgulayarak hava saldırılarının<br />
ve suikastlerin bir sonuç doğurmadığı için<br />
yetersiz olduğunu ifade etmiştir. 2005 yılında<br />
Gazzedeki Kuş Katif yerleşiminin boşaltılmasının,<br />
yanlış olduğunun itiraf edilmesini savunmuştur.<br />
Ona göre Gazze savaşı, Gazze’den çekilme<br />
yanlış adımının sonucunda ortaya çıkmıştır<br />
ve bir an önce Gazze’de tekrar İsrail egemenliği<br />
kurulması gerekmektedir.<br />
Sağ blok içinde önemli bir güce sahip olan dinci<br />
partiler ise Gazze hususunda milliyetçi sağla<br />
merkez sağ Likud arasında bir yerde durmaktadırlar.<br />
Bu partiler, güvenlik konularından daha<br />
ziyade dini kesimin sosyoekonomik konularıyla<br />
ilgilendikleri için hükümet söylemlerine çok fazla<br />
eleştirisel yaklaşmamakta ve hükümetin politikalarına<br />
yakın söylemler ifade etmektedirler.<br />
Örneğin Şas parti lideri Eli Yishai İsrail vatandaşlarının<br />
kendilerini güvende hissedene kadar<br />
operasyonların devam etmesi gerektiğini söyleyerek<br />
Gazze’ye komşu olan Sderot rahat uyuyamazsa<br />
Gazze’nin de uyumayacağını söylemiştir. 19<br />
Merkez ve Sol Blok<br />
Merkez ve sol bloğun ezici bir çoğunluğu, sağ<br />
blok gibi, Gazze savaşı devam ederken hükümeti<br />
koşulsuz olarak desteklemiştir. Fakat merkez<br />
ile sol kesim savaş sürecinin ne kadar olması ve<br />
sonunda nasıl bir ateşkes imzalanması gerektiği<br />
hususunda farklı yaklaşıma sahip olmuşlardır.<br />
2005’de Gazze’den tek taraflı olarak çekilme politikasını<br />
hayata geçirmesine rağmen, 2008/9’daki<br />
Birinci Gazze Savaşında 22 gün boyunca yaptığı<br />
saldırılarla 1.417 Filistinlinin katledilmesine yol<br />
açan şu anki ana muhalefet partisi Kadima, doğal<br />
50
Kapak Konusu<br />
olarak savaşı desteklemiştir. Kadima partisinin<br />
o zamanki lideri ve o dönemin Dış İşleri Bakanı<br />
olan Livni ve şu an lideri olan Genel Kurmay<br />
eski Başkanı (1998–2002) ve Şaron hükümetinde<br />
Savunma eski Bakanı (2002-2006) Mofaz, Gazze<br />
savaşını seçim kampanyalarının en önemli konusu<br />
yapmışlardır. 2009 seçimlerinde birinci olan<br />
partisinin bu seçimde barajın altında kalmaması<br />
için Mofaz Gazze savaşını bir çıkış noktası olarak<br />
değerlendirmeye çalışmaktadır. Genelkurmay<br />
başkanı olduğu dönemde yürüttüğü Savunma<br />
Kalkanı Operasyonu (2002) gibi bir kapsamlı<br />
bir kara operasyonu yapılarak Gazze’deki İsrail<br />
kontrolünün temin edilmesini istemiştir. Ayrıca<br />
İsrail’le yapılan ateşkes anlaşmanın bir parçası<br />
olarak Gazze kutlamalarına katılan Hamas lideri<br />
Meşal’in öldürülmesini istemiştir. Gazze savaşı<br />
sonrasında partisini kurarak siyasete tekrar dönen<br />
ve iki devletli çözümü savunan Livni ise Netanyahu<br />
gibi güvenlik konularına ağırlık vererek<br />
hükümetin güvenlik politikalarını sert şekilde<br />
eleştirmektedir. 27 Aralık-18 Ocak 2009 tarihleri<br />
arasında 22 gün süren Birinci Gazze Savaşının<br />
Netanyahu’nun yürüttüğü sekiz günlük İkinci<br />
Gazze Savaşına göre daha caydırıcı oluğunu<br />
söyleyerek Netanyahu’nun başarısız olduğunu<br />
iddia etmiştir. Yeni kurulan diğer merkez partisi<br />
Yeş Atid (Gelecek Var) de diğer Siyonist partiler<br />
gibi saldırıyı koşulsuz desteklemesine rağmen,<br />
hükümetin savaştan istediği sonucu alamadığını<br />
savunmuştur. Kısaca merkez partileri hükümetin<br />
savaştan istediği sonucu alamadığını ifade<br />
ederek, savaş yanlısı bir dil kullanmaktan çekinmemişlerdir.<br />
Merkezdeki bu partiler sol partilerden<br />
farklı olarak ateşkesin zamanlamasının veya<br />
maddelerinin yanlış olduğunu iddia etmektedirler.<br />
2006’daki Lübnan savaşının mimarlarından olan<br />
İşçi Partisi, Gazze’ye yapılan saldırıyı diğer Siyonist<br />
partiler gibi desteklemiştir. Oslo sürecinde<br />
ortaya çıkan güvenlik zafiyetlerinin bedeli kendisine<br />
kesildiği için devamlı oy kaybeden İşçi<br />
partisi, sosyoekonomik meselelere ağırlık veren<br />
politikaları ile uzun zaman sonra yakaladığı yükselişi<br />
durdurmamak için diplomasi ve güvenlik<br />
konularında dikkatli bir politika izlemeye çalışmaktadır.<br />
Sosyoekonomik başlıkları ön tutmaya<br />
çalışırken, güvenlik ile ilgilii konularda ideolojik<br />
ve marjinal yaklaşımdan uzak dururken, merkez/genel<br />
kamuoyuna uygun söylemler kullanmayı<br />
tercih etmektedir. İşçi partisi, saldırının<br />
ABD ve uluslararası kamuoyu ile karşı karşıya<br />
gelinmeden yürütülmesini savunmuştur. İşçi<br />
partisi, Gazze savaşı çok uzatılmadan kısa sürede<br />
imzalanan ateşkesten memnun kalmıştır. Ayrıca<br />
savaş sonunda imzalanan ateşkes anlaşmasının<br />
ABD’nin öncülüğünde ve Mısır’ın bölgesel işbirliğinde<br />
imzalanmasına olumlu yaklaşmıştır. Ayrıca<br />
bir ay öncesine kadar birinci gündem maddesi<br />
olan İran sorunu yerine, seçimlerde barış<br />
sürecinin daha ön plana çıkması, İşçi Partisi’nin<br />
kendisine güvendiği barış sürecini dillendirmesine<br />
olanak vermiştir.<br />
Mecliste İşçi partisi dışındaki diğer bir sol parti<br />
olan Meretz ise, Hamas’ı terörist olarak görmesine<br />
rağmen, hükümetin bu savaşı siyasi emelleri<br />
için başlattığını ifade ederek savaşın başından<br />
beri Gazze savaşına eleştirisel yaklaşan meclisteki<br />
tek Siyonist partidir. Nokta operasyonlarının<br />
sorunun çözümünden ziyade durumu daha da<br />
kötüleştirdiğini ifade etmiştir. Özelikle Birinci<br />
Gazze Savaşında olduğu gibi hükümetin saldırısını<br />
desteklemek yerine, son savaşta eleştirel<br />
bir yaklaşım takip ederek, savaş karşıtı tabana<br />
seslenerek seçimlerde oyunu artırmak istemiştir.<br />
Savaş yerine diplomasiyi ve uluslararası arabuluculuğu<br />
savunan Meretz, İşçi partisinden farklı<br />
olarak Hamas’la geniş kapsamlı ve uzun ömürlü<br />
bir ateşkesi savunmaktadır.<br />
Merkezdeki ve soldaki partiler, Hamas’la imzalanacak<br />
bir ateşkes anlaşması sonrasında hükümetin<br />
tek taraflı adımlar atmaya son vererek Batı<br />
Şeria’daki Filistin otoritesi ile beraber hareket<br />
ederek olası bir barışı kovalamasını istemektedirler.<br />
Tek taraflı adımların Filistin’in gözlemci<br />
devlet statüsünü elde etmesini engelleyemediği<br />
örneğinde olduğu gibi başarısız olduğunu savunmaktadırlar.<br />
Bu cenahtaki partiler Filistin Otoritesi<br />
ile yapılacak barış anlaşmasını desteklemelerine<br />
rağmen Hamas’ın barış sürecine yeni bir aktör<br />
olarak girmesine karşıdırlar. Bunlar Likud’un<br />
Hamas’la Mısır üzerinden dolaylı müzakereler<br />
yoluyla ateşkes anlaşması yaparak zaman ka-<br />
<br />
51
Kapak Konusu<br />
zanması yerine, ABD arabuluculuğunda Filistin<br />
otoritesi ile barış görüşmelerine başlanılmasının<br />
daha doğru olduğunu düşünmektedirler.<br />
Bölünmüşlüğün hakim olduğu ve oy kaybına uğraması<br />
beklenen merkez partileri ile oy oranlarını<br />
artıracağı tahmin edilen milliyetçi sağ partiler,<br />
siyasi yelpazenin büyük bölümünü oluşturan<br />
merkezden ve sağdan oy alabilmek amacı ile bu<br />
kesimlerin önem verdiği güvenlik konularını seçim<br />
kampanyalarında öne plana çıkarmaktadırlar.<br />
Bu partilerin cemaat disiplini içinde dinci<br />
partilere oy veren dindar kesimden ve güvenlik<br />
problemlerinden ziyade sosyoekonomik önceliğe<br />
göre oy veren sol partileri destekleyen kesimlerden<br />
oy alması daha zordur. Bu partiler Gazze savaşının<br />
hedefine ulaşamadan ateşkes antlaşması<br />
imzalandığını, Hamas’ı yıkacağını söyleyerek<br />
iktidara gelen Netanyahu’nun Hamas’ı yıkmak<br />
bir tarafa Gazze savaşı ile Hamas’ın meşruiyetini<br />
arttırdığını iddia etmektedirler. Ayrıca bu partiler<br />
Gazze saldırıları esnasında Hamas’ın İsrail’in<br />
ortasında yer alan Kudüs, Tel Aviv ve Rişon Lesiyon<br />
gibi çok önemli İsrail şehirlerini roketleri<br />
ile vurmasını, seçim kampanyalarında hükümet<br />
aleyhine kullanmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki<br />
Birinci İntifada sonrasında Filistinlilerin attıkları<br />
taşlar Oslo sürecini, İkinci İndifada sonrasındaki<br />
canlı bombalar da Gazze’nin Hamas’ın kontrolüne<br />
girmesinini etkilemiştir. Benzer şekilde roketler<br />
de İsrail seçim kampanyalarını yönlendiren<br />
en önemli güvenlik meselesi olmuştur. Roket<br />
meselesi bu seçimlerin ana gündem maddesi olmayı<br />
sürdürmesine rağmen bundan sonra sürüp<br />
sürmeyeceği veya ne ile değişeceği, İsrail’in savunma<br />
sistemine (Demir Kubbe) ve karşı tarafın<br />
saldırı kapasitesine bağlı olacaktır. İsrail atacağı<br />
adımlarla hem kendi sistemini güçlendirmeye<br />
hem de karşı taraf üzerindeki caydırıcılığını devam<br />
ettirmeye çabalamaktadır.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
1 Doyle, Michael W. “Liberalism and World Politics”, <br />
1151-1169.<br />
2 Tzipi Livni, “Democracy’s Price of Admission”, New York Times , 5 Haziran 2009.<br />
3 Douglas Hamilton ve Nidal al-Mughrabi, “Analysis: Roots of Gaza crisis in crossed red lines”, ,<br />
<br />
4 Barry Rubin “Israel’s Motives Behind the Gaza War: True and False” <br />
5 “Haaretz poll: More than 90 percent of Israeli Jews support Gaza war” <br />
6 “Vast Majority of Israelis Approve of Operation, Poll Shows”, <br />
7 “Half of Israelis think government should have continued Gaza operation, poll shows” The Times of<br />
<br />
8 Anthony H. Cordesman, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, <br />
<br />
9 Douglas Hamilton ve Nidal al-Mughrabi, “Analysis: Roots of Gaza crisis in crossed red lines”, ,<br />
<br />
10 Eitan Shamir, “Operation Pillar of Defense An Initial Strategic and Military Assessment”<br />
<br />
11 Edad Eran “International Aspects of Operation Pillar of Defense”,<br />
12 Benedetta Berti, “Israel should rethink its strategy against Hamas in Gaza” -<br />
<br />
13 Benedetta Berti, “Throughout his brief staying in Gaza, Mashal was in fact able to gather broad personal<br />
support from all the major Gaza leaders of Hamas”, <br />
Avi Issacharoff, “After latest Israel-Gaza conflict, Hamas has gained major political strength” 9<br />
<br />
Ankara, Hamas-Fetih dengesine dönüyor” <br />
16 Elhanan Miller “Gaza to soon get electricity and gas from Egypt, Hamas official says” <br />
12 Temmuz 2012.<br />
17 Efraim Inbar ve Max Singer, “Operation Pillar of Defense: In Support of a Ground Offensive” -<br />
<br />
18 “Many Leaders Disappointed with Ceasefire” <br />
19 “Yishai: If Sderot Can’t Sleep, Then Neither Will Gaza” <br />
52
Kapak Konusu<br />
ABD’nin de desteğiyle, İsrail’in askeri gücü, diğer bölge ülkelerine göre, daha modernize durumdadır. Ancak ülkenin yetersiz nüfusu,<br />
ekonomik zayıflığı ve uluslararası faktörler gibi belirleyiciler tarafından askeri yapı çeşitli kısıtlamalara maruz kalmaktadır.<br />
İsrail’in Dış Politikasının Belirleyicileri<br />
The Determinants of Israeli Foreign Policy<br />
Ertan EFEGİL<br />
Abstract<br />
Israel sees itself as a sole Jewish state in the world. For that reason it encourages the Jewish diaspora to migrate<br />
to Israel. In Israel’s political culture, the concepts of wars, genocide, hostility and threats are located. The<br />
Cold War mentality still dominates its foreign policy principles. Due to that perspective, its foreign policy<br />
is shaped by national security concerns and threat perceptions. In order to put an end to its isolation in the<br />
region, the Israeli government tries to develop its relations with non-regional states. For Israel, its strategic<br />
partnership with the United States has a vital importance. Nowadays the international society supports<br />
two-state solution to the Palestinian question. It objects any military methods used by the parties to find a<br />
solution to the issue. Therefore the world public opinion heavily criticized Israel’s military operation toward<br />
Gaza.<br />
Keywords: Zionism, Israel, Foreign Policy, Foreign Policymaking, Palestine Issue<br />
<br />
53
Kapak Konusu<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
İsrail, Yahudi devletidir ve kendisini dünyadaki<br />
yegâne Yahudi devleti olarak tanımlamaktadır.<br />
Bu rolünden ötürü, bütün Yahudi diasporası,<br />
özgürce İsrail’e göç etme ve yerleşme hakkına<br />
sahiptir. Göç politikası, İsrail yönetimine iki açıdan<br />
hizmet etmektedir. Birincisi, İsrail ordusu ve<br />
ülkenin ekonomik kalkınması için ihyitaç duyulan<br />
insan gücünü temin etmektedir. İkincisi ise,<br />
bu sayede, İsrail’in kendisine has Yahudi kimliği<br />
muhafaza altına alınmaktadır.<br />
İsrail’de halkın ekonomik yaşam koşulları, diğer<br />
bölge ülkeleriyle kıyaslandığında, gözle görülür<br />
düzeyde iyi durumdadır. Yine de İsrail’in coğrafi<br />
açıdan küçük bir toprak parçasına sahip olması,<br />
madenler ve su kaynakları açısından yetersiz
Kapak Konusu<br />
konumda bulunması İsrail ekonomisini ciddi düzeyde<br />
olumsuz yönde etkilemektedir. İsrail, petrol,<br />
doğal gaz ve kömür bakımından tümüyle dış<br />
kaynaklara bağımlıdır. Fakat diğer taraftan yaygın<br />
sulama ve yoğun tarım yöntemleri sayesinde,<br />
İsrail’in tarım sanayi üretimi iç talebi karşılarken,<br />
aynı zamanda ihracat gelirleri de sağlamaktadır.<br />
ABD’nin de yardımıyla İsrail, gelişmiş sanayi<br />
altyapısına sahiptir. İsrail, ekonomik yapısının<br />
özelliklerinden ötürü, İran ve Mısır gibi ülkelerin<br />
aksine, daha açık, rekabetçi ve pazar-yönelimli<br />
ekonomik sistemi benimsemiştir. 1<br />
Siyasal Sistem<br />
İsrail’in yönetim sistemi, yazılı olmayan anayasaya<br />
dayanmaktadır. İsrail, parlamenter siyasal<br />
rejime sahiptir ve hükümet ile parlamento, siyasal<br />
sisteme hâkim olan resmi kurumlardır.<br />
Cumhurbaşkanı, İsrail’de, sembolik/törensel bir<br />
figür olarak siyasal hayatta yer almaktadır. Dış<br />
politika konusunda Cumhurbaşkanı, Parlamento<br />
tarafından onaylanan antlaşmaları imzalama ve<br />
diplomatik temsilcileri kabul etme gibi anayasal<br />
görevleri ifa etmektedir. 2<br />
İsrail’de siyasal katılım oldukça yaygındır ve ülkenin<br />
siyasal yaşamında siyasi partiler merkezi<br />
rol oynamaktadır. İsrail’in siyasal sistemi, aşırı<br />
farklılıklar ve çeşitlilik gösteren siyasal ve sosyal<br />
dünya görüşleri tarafından şekillendirilmektedir.<br />
Bu görüşler, siyasal partiler tarafından olduğu<br />
gibi, gazeteler ile sosyal, dini, kültürel ve diğer<br />
sivil toplum kuruluşları tarafından da seslendirilmektedir.<br />
Çok sayıda azınlıklar ve fraksiyonlar,<br />
özgürce hükümetin politikalarını eleştirebilmektedir.<br />
Aşırı dağınık siyasal yapısından ötürü, İsrail’de<br />
seçimlere çok sayıda siyasal parti katılmakta ve<br />
genellikle koalisyon hükümetleri kurulmaktadır.<br />
Bu nedenle karar alma sürecinde, siyasal partiler<br />
ile diğer siyasi gruplar, kendi aralarındaki ideolojik<br />
farklılıklardan, politik görüş ayrılıklarından ve<br />
kişisel sürtüşmelerden ötürü, birbirleriyle işbirliği<br />
yapmakta, rekabet etmekte, birbirlerine karşı<br />
ittifaklar kurmakta ve uzlaşmaya çalışmaktadır.<br />
Yine de siyasal dağınıklığa rağmen, koalisyon<br />
hükümetleri, genellikle istikrarlı bir durum sergilemektedir.<br />
Koalisyon hükümetlerinin talepleri,<br />
Başbakanı karar alırken sınırlandırmaktadır.<br />
Aynı zamanda bu durum, koalisyon hükümetinde<br />
yer alan küçük ortaklara, oy oranlarından<br />
daha fazla seviyede etkileme gücü verebilmektedir.<br />
Her şeye rağmen, İsrail’in siyasal hayatını, göreceli<br />
olarak az sayıda Yahudi elitler kendi kontrolleri<br />
altında tutmaktadır. Bu elitler de oldukça homojen<br />
bir dünya görüşüne sahiptir. Siyasal elitler<br />
ise sivillerden, yüksek-düzeyli askeri yetkililerden<br />
ve dini unsurlardan oluşmaktadır. 3<br />
Dış Politika Hedefleri<br />
İsrail’in ulusal bilincinde, şu kavramlar yer almaktadır:<br />
Savaşlar, sayısız çatışmalar, terörist eylemler,<br />
nefret yüklü söylemler, soykırım ve Arap<br />
devletlerinin düşmanlığı. İsrailli yetkililer, kendi<br />
ülkeleri ve Ortadoğu bölgesi hakkında da şöyle<br />
düşünmektedir: İsrail, coğrafi olarak yalnızlaştırılmıştır.<br />
Müttefiklerden yoksundur. Coğrafi açıdan<br />
dış tehditlere açıktır. Bu nedenle daha fazla<br />
askeri güce ihtiyaç duymaktadır.<br />
İsrail’in dış politikası, güvenlik endişeleri tarafından<br />
ağırlıklı olarak şekillendirilmektedir. İsrailli<br />
entellektüeller için, İsrail, saldırgan Arap dünyasında<br />
tek başına yaşamak zorundadır. Bu nedenle<br />
İsrail’in dış ve güvenlik politikalarının temel<br />
hedefleri, müzakereler yoluyla soruna barışçıl<br />
çözüm bulmak ve etkili savunma kapasitesini<br />
geliştirerek saldırgan emellerin hâkim olduğu bir<br />
bölgede güvenliğini güvence altına almaktır. Sonuçta,<br />
İsrail’in dış ve güvenlik politikalarını, Arap<br />
ülkeleriyle yaşadığı sürtüşmeler ve Filistinliler ile<br />
yaşadığı krizler ağırlıklı olarak belirlemektedir. 4<br />
İsrail yönetimi, Filistinliler ile komşu Arap ülkeleriyle<br />
işbirliği ve barışçıl ilişkiler içerisinde olmayı,<br />
İsrail’in uzun vadeli varlığını sürdürmesi<br />
ve kalkınması için hayati önemde görmektedir.<br />
Bu nedenle bu anlayış, İsrail’in dış politikasının<br />
aslında temel taşını oluşturmaktadır. Fakat güvenlik<br />
ve tehdit-temelli dünya görüşünden ötürü,<br />
<br />
55
Kapak Konusu<br />
20 Aralık 2012 günü Gazze’ye askeri operasyon başlatan İsrail yönetimi, psikolojik düşünce yapısına uygun olarak<br />
Filistinlilere karşı aşırı güç kullanmaktan kaçınmamıştır.<br />
İsrail hükümeti, bütçesinin önemli bir kısmını<br />
güvenlik kalemleri için harcamaktadır. ABD’nin<br />
de desteğiyle, İsrail’in askeri gücü, diğer bölge<br />
ülkelerine göre, daha modernize durumdadır.<br />
Ancak ülkenin yetersiz nüfusu, ekonomik zayıflığı<br />
ve uluslararası faktörler gibi belirleyiciler<br />
tarafından askeri yapı çeşitli kısıtlamalara maruz<br />
kalmaktadır. 5<br />
Arap devletlerinin tehditkâr yaklaşımlarıyla çevrili<br />
olması ve coğrafi yalnızlığı nedeniyle, İsrail,<br />
bölge-dışı devletler ile ilişkilerini geliştirmeye<br />
özel önem vermektedir. Bu bağlamda, Avrupa<br />
Birliği ülkeleri, Avustralya, Kanada, Japonya, Güney<br />
Kore, Üçüncü Dünya ülkeleri ve eski Sovyetler<br />
Birliği ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmiştir. Bu<br />
sayede İsrail, kendisine uluslararası alanda siyasi<br />
destek edinmeye çalışmaktadır. Bu tür ilişkilerin,<br />
İsrail’in, Filistin sorununda elini güçlendirdiğine<br />
inanılmaktadır. Aynı zamanda ikili ekonomik ve<br />
siyasi avantajların yardımıyla, uluslararası desteği<br />
elde ederek ve askeri yapısını güçlendirerek,<br />
İsrail’in Arap ülkelerine karşı caydırıcılığının güvence<br />
altına alacağı öngörülmektedir. 6<br />
Sonuçta İsrail, Arap Dünyası ile ilişkilerini, günümüzde<br />
de sıfır-toplamlı oyun temelinde veya<br />
realist kurama dayanarak değerlendirmektedir.<br />
Güvenlik Anlayışı<br />
Realist bakış açısı ile dış politikayı tanımlayan<br />
zihniyet, Soğuk Savaş sonrası dönemde de<br />
İsrail’in uluslararası sisteme yönelik değerlendirmelerini<br />
etkilemeye devam etmektedir. İsrail,<br />
halen Ortadoğu’yu, istikrarsızlığın hâkim olduğu<br />
bir bölge olarak algılamaktadır. Ayrıca İsrailli yöneticilere<br />
göre, İsrail, bölgedeki güçlü devletlerin<br />
56
Kapak Konusu<br />
<br />
-<br />
-<br />
-<br />
<br />
çeşitli tehditlerine maruz kalan küçük/zayıf bir<br />
devlettir. Bu nedenle uluslararası ve bölgesel sistemlerdeki<br />
radikal değişimler, İsrail’in Soğuk Savaş<br />
mantığında herhangi bir değişime neden olmamıştır.<br />
Yani İsrail, bölgesel güvenlik ilişkilerini,<br />
devletten devlete ilişkiler temelinde görmekte<br />
ve bu nedenle güçlü askeri yapıya sahip olma yönünde<br />
yıkılmaz/sarsılmaz önyargılara sahip olmaktadır.<br />
Bu anlayış, nükleer silah teknolojisine<br />
sahip olmayı ve konvansiyonel silah gücüne karşılık<br />
saldırı-amaçlı savunma stratejisini benimsemeyi<br />
gerekli görmektedir. İsrail savunma güçlerine<br />
göre, herhangi bir tehdidi, kendi toprakları<br />
yerine düşman ülkenin topraklarında karşılamak<br />
en geçerli askeri stratejidir. Çünkü aşağıda da ifade<br />
edileceği gibi, İsrail, yeterli askeri personele,<br />
stratejik derinliğe ve bölgesel müttefiklere sahip<br />
değildir. 7<br />
Yukarıda da ifade edildiği gibi, İsrail’de dış politika,<br />
ulusal güvenliği sağlama alma taleplerine<br />
kurban edilmektedir. Son derece güçlü askeri<br />
yapının mevcudiyetini ve Washington ile sağlam<br />
güvenlik bağlarını korumayı, İsrailli yöneticiler<br />
İsrail’in güvenliğini sağlama yönünde öncelikli<br />
ilkeler olarak tanımlamaktadır.<br />
İsrail’in militarist eksenli rolü, “küresel Yahudiliğin<br />
evi olması” kavramına dayanmaktadır. Siyonizmin<br />
yüksek ideallerini yerine getirme dürtüsünden<br />
ötürü, İsrail, kendi topraklarına sürekli<br />
olarak göçün gerçekleşmesini desteklemektedir. 8<br />
Kimlik<br />
Siyonizm, İsrail’in kimliğinin doğal bir parçasıdır.<br />
Siyonizm, bilindiği üzere, tarihsel olarak belli bir<br />
toprak parçasını, Yahudilerin vaadedilmiş toprakları<br />
olarak kabul etmektedir. Böylece İsrail’in<br />
siyasal kültürünün seçkin yönü, Yahudilik’tir.<br />
Yahudi entelektüelleri için, İsrail’in geleceği, yani<br />
güvenliği, zenginliği/refahı ve tarihsel görevini<br />
yerine getirmek için gerekli olan kabiliyeti, Dünya<br />
Yahudiliğine bağlıdır. Dünya Yahudiliğinin geleceği<br />
de, İsrail’in varlığını sürdürmesine endekslidir.<br />
Bu nedenle, İsrail’in dış politikasının temel<br />
görevi, saldırgan Arap dünyası ile kuşatılmış ve<br />
Siyonizmin ileri karakolu olan İsrail’in varlığının<br />
korunmasıdır. 9<br />
Ayrıca güçlü askeri yapıyı muhafaza etme ihtiyacı,<br />
yeni yerleşimcileri toplumla bütünleştirme ve<br />
yeni gelenler için yeni yerleşim yerleri inşa etme<br />
çabaları, İsrailli yetkililer açısından İsrail halkının<br />
çeşitli özverilerde bulunmalarını gerekli kılmaktadır.<br />
10<br />
Dış Politika Yapım Sürecinde Rol Alan Elitler<br />
İsrail’de, dış politika yapım sürecine hâkim olan<br />
temel değerler şunlardır: Dış tehdide karşı Yahudi<br />
devletinin varlığını güvence altına almak ve<br />
İsrail’de Yahudilerin sayıca çoğunluğunu muhafaza<br />
etmektir. Bu değerler, İsrail’in ulusal çıkarlarının<br />
tanımlanmasında rehber rolü oynamaktadır.<br />
İsrail’de dış politika yapım süreci, siyasi veya ideolojik<br />
gündemlerine bakmaksızın, tüm siyasal<br />
elitlerin, her türlü görüşü ve düşünceyi ifade etmesine<br />
olanak sağlamaktadır.<br />
<br />
57
Kapak Konusu<br />
Yine de, İsrail’de, belirleyici görev üstlenen karar<br />
vericiler, savunma kültürü içerisinde sosyalleştirilmiştir.<br />
Yani bu kişiler, İsrail’in askeri kültürüne<br />
aşina kişilerdir. Bu nedenle İsrail’de dış politika,<br />
İsrail’in askeri üstünlüğünü muhafaza etmeyi<br />
güvence altına alan görüşün desteklenmesinde,<br />
belirleyici değil, tamamlayıcı rol oynamaktadır.<br />
Bu temel görüş ele alındığında, diğer siyasi<br />
mülahazalar kolayca göz ardı edilebilmektedir.<br />
Bu nedenle Savunma Bakanlığı ile Başbakanlığın<br />
görüşleri, Dışişleri Bakanlığı’nın görüşlerinden<br />
daha baskın konumdadır. Güçlü kişilikler,<br />
İsrail’de, dış politikayı planlayan ve uygulayan<br />
kurumların rolünün şekillenmesinde belirleyici<br />
rol oynayabilmektedir.<br />
İsrail istihbarat servisleri de İsrail’in temel dış<br />
politika çıkarlarını tanımlamada, hakem rolü<br />
oynayabilmektedir. İsrail’de, Ulusal Güvenlik<br />
Konseyi, dış politika amaçlarının ve hedeflerinin<br />
dengeli bir şekilde belirlenmesinde forum rolü<br />
oynamaktadır. Aynı zamanda İsrail Parlamentosu<br />
Knesset’teki Komiteler, dış politika yapım<br />
sürecinde gözle görülür rol oynamaktadır. Komiteler,<br />
farklı parti temsilcilerinin bir araya geldiği<br />
ve karşılıklı görüşlerin tartışıldığı bir forum<br />
niteliğindedir. Yine de komitelerin dış politika<br />
yapım sürecindeki etkisi sınırlıdır. Dış politika<br />
yapım sürecinde, baskı grupları, oldukça aktif<br />
rol üstlenmektedir. Özellikle baskı grupları, işgal<br />
edilen topraklar, yeni yerleşim yerleri ve güvenlik<br />
konularında oldukça hassastır.<br />
Dış Politika Uygulamaları<br />
İsrail dış politikasının en temel unsuru, İsrail hükümetinin<br />
elinde bulundurduğu tüm topraklar<br />
içerisinde mutlak Yahudi çoğunluğunu muhafaza<br />
etmektir. Çünkü nüfus yapısı, İsrail’in kendi<br />
varlığının merkezi özelliğini oluşturmaktadır.<br />
İsrail’in kendi varlığını korumak için, bu unsur,<br />
en öncelikli konu olarak görülmektedir. 11<br />
Günümüzde İsrail’in, demografik açıdan çoğunluğu<br />
elde edemeyeceğinden daha fazla toprağı<br />
işgal etmemesi gerekmektedir. 1967 yılında Batı<br />
Şeria ve Gazze’nin İsrail tarafından işgali, İsrail<br />
yönetimi için Filistin sorununu ortaya çıkarmıştır.<br />
İsrail, yeni yerleşim yerlerinin güvenliğini<br />
sağlamak zorundadır. Fakat bu amaç için yeterli<br />
insan gücüne sahip değildir. Bu durum İsrail’in<br />
önüne, demografik zorluklar çıkarmaktadır. Bu<br />
güvenlik sorununu çözebilmek için İsrail, İsrail<br />
halkının Filistinlilerden ayrılmasını öngören politikayı<br />
benimsemiştir. Bir yandan İsrail ile Filistinliler<br />
arasında “Utanç Duvarı” inşa eden İsrail,<br />
diğer yandan Filistinlilere özerklik vermeyi kabul<br />
etmiştir. Fakat Filistinlilerin yönetimi altındaki<br />
alanları, doğrudan kendi kontrolü altında tutmakta<br />
ve İsrail ordusu tarafından bu alanlar çevrelenmektedir.<br />
12<br />
Dış politikasının ikinci unsuru, kendisi tarafından<br />
belirlenmiş topraklar üzerindeki İsrail’in<br />
meşruiyetinin ve varlığının, tüm Arap devletleri<br />
ve uluslararası camia tarafından tanınmasıdır.<br />
Böylece İsrail, Arap ülkeleriyle ikili barış antlaşmaları<br />
imzalamayı arzu etmektedir. Ancak bu<br />
imzalanan antlaşmalar, iki maddeyi içermektedir:<br />
a) İsrail’in tanınması, yani İsrail’in egemen<br />
devlet olarak varlığının kabulü ve b) normalleşme,<br />
yani İsrail’le her türlü ticari ilişkileri ve iletişimi<br />
yasaklayan Arap ülkelerinin ambargosunun<br />
kaldırılması ve boykot yerine işbirliğinin ilişkilerde<br />
esas alınması. Böylece İsrail ile Arap devletleri<br />
arasında karşılıklı bağımlılık inşa edilmiş<br />
olacaktır.<br />
Normalleşme sürecini, İsrail ile Arap ülkeleri<br />
farklı şekilde algılamaktadır. Arap devletleri için<br />
normalleşme, Arap ülkelerinin, İsrail ekonomisine<br />
ve altyapısına bağımlılığını arttıracak ve<br />
İsrail’in bölgesel hegemon güç haline gelmesine<br />
neden olacaktır. İsrail ise karşılıklı ilişkilerin<br />
geliştirilmesinin, Arap ülkelerinin İsrail’e karşı<br />
düşmanca tavrını ortadan kaldıracağını ve Arap<br />
ülkeleri ile İsrail’in karşılıklı çıkara dayalı barışçıl<br />
ilişkiler kurmasına yardımcı olacağını öngörmektedir.<br />
13<br />
Ekonomik işbirliği, normalleşme yönünde<br />
İsrail’in stratejisinin en önemli unsurunu oluşturmaktadır.<br />
İsrail, sadece Ürdün ile ticari ilişkiler<br />
içerisinde olmuştur. Altyapı bağlantıları<br />
ve karşılıklı ilişkilerin normalleştirilmesi, bölge<br />
genelinde ekonomik işbirliğinin geliştirilmesine<br />
58
Kapak Konusu<br />
yardımcı olacaktır. Örneğin, bu bağlamda İsrail,<br />
bölge devletleriyle elektrik, petrol ve doğal gaz<br />
konularında ortak şebekelerin inşa edilmesini<br />
savunmaktadır. Aynı zamanda İsrail, bölgesel örgütlere<br />
üye olmayı arzu etmektedir.<br />
İsrail dış politikasının üçüncü unsuru, saldırgan<br />
askeri stratejidir. Bu stratejinin birinci unsuru,<br />
“saldırı, en iyi savunmadır” mantığıdır. Yani savunmacı<br />
savaş mantığına dayanmaktadır. İsrail,<br />
kendi topraklarında ve/veya sınırlarında, saldırgan<br />
ülkenin herhangi bir askeri operasyonunu<br />
karşılayacak yeterli stratejik derinliğe sahip değildir.<br />
Bu nedenle düşman ülkenin toprağını işgal<br />
etmek, İsrail’in güvenliği için gerekli olan tampon<br />
bölgeyi elde etmek anlamına gelmektedir.<br />
İsrail, her ne koşulda olursa olsun, ABD’den koşulsuz<br />
destek elde etme arayışındadır. Bu bağlamda,<br />
ABD’den askeri teçhizat, teknik işbirliği,<br />
ekonomik yardım ve uluslararası siyasi destek<br />
elde etmeyi, dış politikasının ana hedeflerinden<br />
birisi haline getirmiştir. İsrailli yöneticiler, büyük<br />
ve güçlü bir devlet ile ittifak ilişkisi içerisinde<br />
olmamaları halinde, devletlerinin, ekonomik<br />
ve/veya askeri anlamda dış ve güvenlik politika<br />
hedeflerini hayata geçiremeyeceğini düşünmektedir.<br />
14<br />
Nükleer silahlarının yanı sıra, İsrail, askeri stratejisine,<br />
kapsamlı ve ölçüsüz/aşırı misilleme kavramını<br />
yerleştirmiştir.<br />
Dış politikasının ilkelerinin ardından, işleyişine<br />
baktığımızda, kurulduğu andan itibaren, İsrail’de<br />
dış politika tartışmalarını, güvenlik konuları ve<br />
stratejik düşünceler yönlendirmiş olduğunu görmekteyiz.<br />
Soğuk Savaş döneminde, İsrail yönetimi,<br />
İsrail’in güvenliği ve hayatta kalması konularına<br />
ağırlık vermiştir. Güvenlik sorunları, İsrailli<br />
yöneticileri, askeri gücü geliştirme ve ABD ile<br />
stratejik ortaklık ilişkilerini derinleştirme yönünde<br />
girişimlerde bulunmaya itmiştir. ABD ile<br />
stratejik ortaklık, İsrail’in, bir yandan Amerikanın<br />
gelişmiş silah sistemine ve araçlarına ulaşmasına,<br />
diğer yandan her yıl ABD’den 3 milyar<br />
dolar civarında askeri ve ekonomik yardım edinmesine<br />
yardımcı olmuştur. 1970’lerden itibaren,<br />
ABD ile stratejik ortaklık, İsrail’e kapsamlı güvenlik<br />
şemsiyesi sağlamıştır. 15<br />
Soğuk Savaş döneminde Arap ülkeleri, İsrail’in<br />
varlığına şiddetle karşı çıkmışlardır. Bölge ülkeleri,<br />
Türkiye, Mısır ve Ürdün hariç, İsrail’i tanımaktan<br />
sakınmış ve İsrail yönetimiyle her türlü<br />
iletişim kurmayı ret etmiştir. Hatta bölge ülkeleri,<br />
İsrail ile birkaç kez silahlı mücadeleye girmiştir.<br />
Bu devletler, aynı zamanda İsrail’i uluslararası<br />
arenada yalnızlaştırmaya çalışmış ve bu ülkeye<br />
karşı ekonomik ve diplomatik alanlarda boykot<br />
uygulamıştır.<br />
Üstün askeri gücünün yanısıra, ABD’nin sağladığı<br />
kesintisiz siyasi, askeri ve ekonomik destek,<br />
İsrail’in günümüze kadar varlığını sürdürmesine<br />
yardımcı olmuştur.<br />
Soğuk Savaş döneminde, Amerikan yönetimleri,<br />
Türkiye, Mısır ve İsrail gibi bölgesel müttefiklerine<br />
destek sağlamayı, Sovyet tehdidine karşı bir<br />
gereklilik olarak görüyordu. Bu üç ülke ile askeri<br />
işbirliği içerisine girerek, Sovyetler Birliği’ni<br />
çevrelemeye veya bölgedeki etkisini zayıflatmaya<br />
çalışıyordu. Bunların dışındaki bölge ülkeleri<br />
ise askeri anlamda, ABD tarafından ihmal edildi.<br />
ABD o dönemde daha çok kendisine yakın bölge<br />
ülkelerine askeri güvence vermekle yetindi.<br />
Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte, İsrail, kendisini<br />
ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki olarak<br />
lanse etmeye çalıştı. İsrail, kendisini bir yandan<br />
Sovyet yayılmacılığına diğer yandan da Arap<br />
milliyetçiliğine ve radikal İslam’a karşı bölgede<br />
Batı’nın en önemli müttefiki olarak tanımladı.<br />
Diğer bir ifadeyle, İsrail, kendisini istikrarsız ve<br />
stratejik açıdan öneme sahip Ortadoğu bölgesinde<br />
Batı’nın çıkarlarını koruyan ve savunan güvenilir<br />
müttefik olarak nitelendirdi. 16<br />
Soğuk Savaşın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin<br />
Arap ülkeleriyle stratejik ilişkilerinin sona ermesi,<br />
İsrail’in, bölgede daha güçlü bir konum elde<br />
etmesine yardımcı oldu. Çünkü özellikle İsrail’e<br />
karşı olan radikal Arap devletleri, askeri ve diplomatik<br />
açıdan bir süpergücün desteğinden mahrum<br />
kaldılar. İkinci olarak Madrid Barış Süreci<br />
<br />
59
Kapak Konusu<br />
esnasında, İsrail, herhangi bir şekilde ciddi düzeyde<br />
stratejik veya siyasi taviz vermeksizin bazı<br />
Arap ülkeleri ile yürüttüğü görüşmelerde, yeni<br />
bölgesel dengeleri ve Arap ülkeleri arasındaki<br />
bölünmüşlüğü kendi menfaatine olacak şekilde<br />
kullandı. Üçüncü olarak, Soğuk Savaşın bitmesi<br />
ve barış görüşmelerinin başlaması, İsrail’in Arap<br />
ülkelerinin boykotunu yavaş yavaş kırmasına,<br />
Üçüncü Dünya devletleri ile ilişkilerini geliştirmesine<br />
ve Afrika ve Asya’daki diğer güçlü bölgesel<br />
aktörler ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmasına<br />
yardımcı oldu. Aynı zamanda bu durum, uluslararası<br />
meşruiyet anlamında, İsrail’in önündeki<br />
siyasi engellerin ortadan kalkmasına neden oldu.<br />
Soğuk Savaşın sona ermesi ve Arap-İsrail barış<br />
süreci, İsrail’in, dış politika ufuklarını genişletti.<br />
1990’ların başından 2011 yılına kadar, İsrail hükümetleri,<br />
barış sürecine öncelik verdiler. Komşu<br />
Arap ülkeleriyle barışçıl ilişkilerini geliştirme<br />
arzusu, İsrail’in geleneksel stratejisinden ciddi<br />
anlamda ayrılma anlamına geliyordu. Çünkü İsrail,<br />
Arap-olmayan devletler ile ittifak ilişkilerini<br />
geliştirerek, kendisini güvence altına almaya gayret<br />
ediyordu.<br />
Özellikle Kuveyt krizi, İsrail’in en büyük düşmanı<br />
olan Saddam rejiminin eski gücünü kaybetmesine<br />
neden oldu. Diğer yandan Ürdün ile barış<br />
antlaşması imzalayan İsrail, Suriye ile doğrudan<br />
görüşmelere başladı. Filistinliler ile barış sürecini<br />
canlandıran İsrail, Körfez ülkeleri ve Kuzey<br />
Afrika devletleri ile ilişkilerini geliştirdi. 17<br />
İsrail’in Gazze’ye Son Askeri<br />
Operasyonu ve Etkileri<br />
20 Aralık 2012 günü Gazze’ye askeri operasyon<br />
başlatan İsrail yönetimi, yukarıda ifade ettiğimiz<br />
gibi psikolojik düşünce yapısına uygun olarak Filistinlilere<br />
karşı aşırı güç kullanmaktan kaçınmamıştır.<br />
Açıkça bir saldırganlık olsa bile, Hamas’ın<br />
İsrail’e “el yapımı” füzeler ile karşılık vermesi<br />
üzerine, İsrail, saldırgan tavrını, meşru müdafaa<br />
kavramı içerisine sokmaya çalışmıştır. Uluslararası<br />
kamuoyuna sürekli olarak Hamas’ın füzelerinin<br />
kendi güvenliğini tehdit ettiğini belirten<br />
İsrail yönetimi, bu amaçla meşru müdafaa hakkına<br />
dayanarak, bu operasyonu gerçekleştirdiğini<br />
ifade etmiştir. İsrail’in bu yöndeki açıklamalarını,<br />
ABD ve Batılı ülkeler başta olmak üzere, diğer<br />
devletler “anlayışla” karşıladıklarını ve İsrail’in<br />
kendi güvenliğini sağlamasının bir hukuksal<br />
hakkı olduğunu belirtmişlerdir.<br />
Ancak İsrail, Arap Baharı öncesi dönemde, özellikle<br />
ABD, Türkiye, Mısır ve Avrupa Birliği’nden<br />
aldığı desteği alamamıştır. Her ne kadar bu aktörler,<br />
İsrail’in bağımsız devlet olarak varlığını<br />
destekleseler bile, gerçekleştirilen operasyonu<br />
eleştirmişlerdir. Arap Baharı öncesi dönemde,<br />
özellikle Türkiye ve Mısır, İsrail’in operasyonlarına<br />
destek vermişler ve özellikle Mübarek yönetimi,<br />
Gazze’ye İsrail’in uyguladığı ambargoyu<br />
sürdürmesine yardımcı olmuştur. Fakat Mursi<br />
yönetimindeki Mısır, operasyonun ilk başından<br />
itibaren, Filistinlilere desteğini açıklamış ve Filistin<br />
halkına insani yardımların ulaştırılmasına<br />
yardımcı olmuştur. Hatta muhtemel Filistinli<br />
mülteciler için çadır kentler oluşturmuştur. Türkiye<br />
de uluslararası arenada, İsrail’in yaklaşımını<br />
açıkça eleştirmiş ve Filistinlilere olan desteğini<br />
her fırsatta dile getirmiştir. Amerikan yönetimi,<br />
her ne kadar İsrail’in varlığına ve güvenliğine<br />
yönelik desteğini açıklasa da askeri operasyona<br />
kayıtsız destek vermemiştir. Avrupa Birliği de<br />
İsrail’in bu tavrını eleştiren, Amerikan yönetimi<br />
benzeri bir tutum sergilemiştir.<br />
Aslında Birleşmiş Milletlerde Filistin’in üye olmayan<br />
devlet statüsüne ilişkin yapılan oylama<br />
sırasında, uluslararası kamuoyu, Filistin sorununa<br />
ilişkin temel parametreleri açıklamıştır. BM<br />
Genel Kurulu’ndaki müzakereler sırasında, karara<br />
destek veren ve vermeyen devletler, şu ilkeleri<br />
ifade etmişlerdir:<br />
<br />
çözülmelidir. Bu devletler, 1967 Savaşı öncesi<br />
sınırlar üzerinden belirlenmelidir.<br />
ğımsız<br />
devlete sahip olmalıdır.<br />
<br />
varlığını koruması doğaldır.<br />
<br />
ve ortak hareket etmelidir.<br />
60
Kapak Konusu<br />
<br />
tedbirler”, sorunun çözümü için uygun değildir.<br />
Taraflar, karşılıklı müzakereler yoluyla<br />
soruna çözüm bulmak durumundadır.<br />
Amerikan ve Mısır yönetimlerinin aracılığı sayesinde,<br />
İsrail ile Filistin yönetimi arasında ateşkesin<br />
imzalanması sağlanmıştır. BM’deki oylama<br />
neticesinde, Filistin yönetimi, yukarıdaki parametreler<br />
ışığında, uluslararası kamuoyundan<br />
destek almıştır.<br />
Kararın ardından, İsrail yönetimi, Doğu Kudüs’te<br />
3 bin konutluk yeni yerleşim yerleri inşa etme kararı<br />
almıştır. Bu adımıyla, BM Genel Kurulu’nda<br />
alınan kararı hukuksal ve siyasal olarak tanımadığını<br />
ifade eden İsrail yönetimi, aynı zamanda<br />
Doğu Kudüs’te kendi lehinde bir oluşum ortaya<br />
çıkarmaya çalışmakta ve Filistinlilerin, başkenti<br />
Doğu Kudüs olan bağımsız devlet idealini fiilen<br />
ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Ancak<br />
İsrail’in bu politikası, BM Güvenlik Konseyi üye<br />
devletleri, Avrupa Birliği ve diğer devletler tarafından<br />
ağır bir şekilde eleştirilmektedir. Özellikle<br />
uluslararası kamuoyu, artık İsrail’in bu “aşırı militarist<br />
tavrına” ve fiili olarak 1967 Savaşı öncesi<br />
sınırları temel almayan bir çözüm önerisine sıcak<br />
bakmadığını açıkça sergilemiştir.<br />
Sonuç olarak, İsrail yönetimi, halen daha aşırı<br />
güvenlikleştirilmiş bir dış politika üzerinden hareket<br />
etmekte ve Soğuk Savaş mantığına uygun<br />
olarak bölge politikalarını değerlendirmektedir.<br />
Fakat bu tavır, artık diğer devletler, hatta Başkan<br />
Obama tarafından onaylanmamaktadır. Aynı şekilde,<br />
Hamas ve Hizbullah gibi grupların silahlı<br />
eylemleri de aynı şekilde uluslararası kamuoyu<br />
tarafından tasvip edilmemektedir. Filistinli gruplar,<br />
kendi aralarında uzlaşarak, müzakereler yoluyla<br />
soruna çözüm bulmak için gayret etmelidir.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
, Kudüs: Ahva Press, 2006, s. 20-23.<br />
<br />
3 Zalman Abramov, , Rutherford, NJ, Farleigh Dickonson<br />
University Press, 1976.<br />
4 Ofra Bengio, New York,<br />
Palgrave, 2004.<br />
<br />
6 Mark Heller, , Londra, Oxford University Press, 2000, s.<br />
16.<br />
7 Yoash Tsiddon-Chatto, “Israel-Arabia Eye to Eye with the Future,” -<br />
<br />
8 “The security fence and the buffer zone as a successful obstacle to terrorism,” -<br />
<br />
<br />
9 Süleyman Özmen, <br />
Kudüs: Hamakor Press, 1997, s. 118.<br />
11 Barry Buzan, , Sussex:<br />
Wheatsheaf Books Ltd, 1983.<br />
<br />
13 Chaim Herzog ve Shlomo Gazit, , New York:<br />
Vintage Books, 2005, s. 21–24 ve 48.<br />
14 Musa Alami, “The Lesson of Palestine”, <br />
15 Arnold J. Toynbee, “Foreword”, <br />
<br />
ix; Walid Khalidi, “Why Did the Palestinians Leave Revisited”, <br />
<br />
16 Benny Morris, New York: Alfred<br />
Knopf,, 1999, 6. bölüm, s. 289–290; John Mearsheimer ve Stephen M. Walt, <br />
New York: Farrar, Straus And Grioux, 2007, s. 25.<br />
<br />
<br />
<br />
61
Kapak Konusu<br />
Tarım sektörünün Filistin GSYH’ına ve istihdama katkısı giderek azalmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi elbette<br />
tarıma elverişli toprakların yetersizliği ve İsrail işgalidir.<br />
Filistin Ekonomisinin Genel Özellikleri<br />
Basic Characteristics of Palestine’s Economy<br />
Harun ÖZTÜRKLER<br />
Abstract<br />
Palestine comprises West Bank and Gaza Strip. The purpose of this study is to analyze the basic characteristics<br />
of Palestine’s economy. According to the World Bank’s country classification on the basis of per capita<br />
gross national income, Palestine is a lower-middle income country. On the other hand, Palestine faces a<br />
deepening poverty problem. To solve poverty problem and improve its economic development level, Palestine<br />
needs a new development strategy that covers all sectors of the economy. This development strategy must give<br />
priority to investment projects that will produce goods to substitute import from Israel and through Israel.<br />
However, preparation and implementation of such a development plan requires lifting of Israel’s embargo<br />
and establishment of Palestine’s geographic and political unity. Specifically, free movement of goods and<br />
people between West Bank and Gaza Strip is a prerequisite for Palestine to become a sate. In addition, the<br />
economic integration between West Bank and Gaza Strip will create a more efficient and larger domestic<br />
market. Palestine economy grew on average 9% between 2009 and 2011. However, growth rates differ significantly<br />
between West Bank and Gaza Strip; growth rates were 6.4% in the former and 17% in the latter. The<br />
most important problem of Palestine’s economy is unemployment rate. Today, every one of four persons in<br />
the labor force is unemployed. On the other hand, inflation rate is low. Very low level of private saving rate<br />
together with high public sector deficit leads to very high current account deficits. At present, current account<br />
deficit is mostly financed by foreign donations. Decrease in such donations put the functioning of both<br />
Palestine’s economy and the government at risk.<br />
Keywords: Palestine, economic structure, poverty, unemployment, current account deficit, donation, economic<br />
planning<br />
62
Kapak Konusu<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
Giriş<br />
Bilindiği gibi Filistin bugün Batı Şeria ve Gazze<br />
Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsamaktadır. Bu<br />
çalışma bu iki bölgeli Filistin ekonomisinin genel<br />
özelliklerini ortaya koymayı amaçlamaktadır.<br />
Bu iki bölge ekonomik açıdan önemli yapısal<br />
farklılıklar göstermektedir. Bu çalışmada Filistin<br />
ekonomisi bir bütün olarak değerlendiriliyor olmasına<br />
karşın, iki bölge arasındaki temel makroekonomik<br />
farklılar da ortaya konmaktadır. Bu<br />
coğrafi bölünmüşlük yanında bütüncül bir politik<br />
yapının da söz konusu olmaması, Filistin için<br />
bir ekonomi politikası ve etkilerinin değerlendirmesini<br />
olanaksız kılmaktadır. Ekonomik yapı ve<br />
politika büyük ölçüde İsrail ile ilişkiler ve dış yardımlar<br />
çerçevesinde şekillenmektedir. Ferguson<br />
(2007) tarafından da belirtildiği gibi, işgal dönemince<br />
İsrail’in uyguladığı ekonomi politikaları<br />
uygulamaları bu iki bölgenin hem işgücü hem de<br />
mal ihracı kanalları ile tümüyle İsrail’e bağımlı<br />
hale gelmesine neden olmuştur. 1 2005 yılı öncesi<br />
dönemde bir ekonominin bir yılda ürettiği tüm<br />
nihai mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade<br />
eden gayri safi yurtiçi hâsılanın (GSYH) önemli<br />
bir kısmını oluşturan bu iki kanal hem işgücünün<br />
büyümesini önlemiş hem de ekonominin düşük<br />
nitelikli işçilikle mal ve hizmet üreten bir yapıya<br />
sahip olmasına neden olmuştur. 2005 sonrası dönemde,<br />
bu iki kanalın kapanması ise ekonomiyi<br />
hem büyük bir sorunla yüz yüze bırakmış hem<br />
de yeni bir yapının oluşturulmasının önünü açmıştır.<br />
Bu yeni ekonomik yapı ancak ekonominin<br />
tüm sektörlerini içeren yeni bir ekonomik kalkınma<br />
planlaması ve uygulaması ile oluşturulabilir.<br />
Böyle bir ekonomik kalkınma planının hazırlanıp<br />
uygulanabilmesi ise elbette İsrail’in “çitleme”<br />
politikasının ortadan kalkmasına, Filistin’in<br />
coğrafi ve politik bütünlüğünün kurulmasına ve<br />
uygun politik ve ekonomik ortamın oluşmasına<br />
bağlıdır. Al-Naqib (2003) böyle bir ekonomik alt<br />
yapının oluşmasının ancak Filistin’in kurumsal<br />
yapısının bir “kalkınma devleti”ne dönüştürülebilmesine<br />
bağlı olduğunu vurgulamaktadır. 2<br />
Dünya Bankası’nın (DB) (2012) Filistin ile ilgi<br />
olarak yayınladığı bir rapor Filistin ekonomisinin<br />
bugün dış yardım olmadan işlerliğinin oldukça<br />
zor olduğuna işaret etmektedir. 3 Bu raporda<br />
Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında insanların ve<br />
malların hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket<br />
etmelerinin Filistin’in bir devlet olabilmesinin<br />
temel şartı olduğuna işaret edilmektedir. Öte<br />
yandan, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında oluşturulacak<br />
ekonomik entegrasyon, daha etkin ve<br />
büyük bir iç piyasanın oluşmasını sağlayacaktır.<br />
Bilindiği gibi, ekonomik gelişmenin iki ön şartından<br />
biri nitelikli ve yeterli üretim faktörlerinin<br />
varlığı, diğeri ise etkin bir biçimde işleyen büyük<br />
bir ulusal piyasanın varlığıdır. Filistin’in bu ayrık<br />
iki parçasının ekonomilerinin entegre olmaları<br />
aynı zamanda, üretim faktörleri ve malların hareketi<br />
yoluyla fiyatların ve gelirlerin birbirlerine<br />
yakınsamalarına ve kaynakların daha etkin kullanımına<br />
katkı sağlayacaktır. Filistin’de bugünün<br />
geçerli tanımlarıyla bir ekonomiden söz edebilmemiz<br />
için bir diğer koşul ise kendisi dışında<br />
yer alan üretim faktörlerini bir araya getiren ve<br />
<br />
63
Kapak Konusu<br />
üretimi organize eden bir özel sektör girişimci<br />
grubunun ortaya çıkarılması ve özel sektörün<br />
geliştirilmesidir. Özel sektörün ekonomik gelişmenin<br />
bir parçası olabilmesi ise her şeyden önce<br />
İsrail’in her türlü ambargoyu ve sınırlandırmayı<br />
kaldırmasına bağlıdır. Filistin ekonomisinin en<br />
acil sorunu ise ulaşım, iletişim ve enerji gibi alt<br />
yapı eksikleridir. Eğitim ve sağlık insan sermayesinin<br />
oluşumunun ve etkin kullanımının ön<br />
koşullarıdır. Filistin’in alt yapıya ilişkin bu sorunlarının<br />
giderilmesi ekonomik gelişmesinin<br />
başlayabilmesinin diğer olmazsa olmazları arasındadır.<br />
Filistin Ekonomisinin Temel Yapısal<br />
Özellikleri, Sorunlar ve Çözüm Önerileri<br />
Bilindiği gibi, ekonomik yapıdan kastedilen temel<br />
sektörler olarak adlandırılan sanayi, tarım ve<br />
hizmetleri sektörlerinin GSYH’nın yaratılmasına<br />
ne ölçüde katkı yaptıklarıdır. Filistin Merkezi<br />
İstatistik Bürosu’nun raporuna 4 göre, 2011 yılı<br />
itibariyle sanayi sektörünün GSYH’nın oluşuma<br />
katkısı %37, tarım sektörünün katkısı %4 ve hizmetler<br />
sektörünün katkısı %59’dur. Bu bölüm,<br />
Filistin ekonomisini bu üç alt sektör çerçevesinde<br />
değerlendirmektedir. Nasr’a (2002) göre,<br />
tüm sorunlarına rağmen kısa dönemde Filistin<br />
sanayi sektörü İsrail’in (ekonomik) ambargosuna<br />
karşı mücadelede önemli bir rol oynayabilecek<br />
kapasitededir. 5 Uzun dönemde ise sanayi sektörü<br />
ekonomik kalkınmanın öncü sektörü rolünü<br />
oynayacaktır. Gelişmiş ülkelerin, özellikle de<br />
yeni sanayileşmiş Güneydoğu Asya ülkelerinin<br />
tecrübeleri göstermektedir ki, uygun sanayileşme<br />
stratejilerinin geliştirilmesi ve uygulanması<br />
sanayi sektörünün rekabetçi kapasitesini yükselterek<br />
ekonomik büyüme hızının artırılmasını ve<br />
sonuçta ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesini<br />
sağlamaktadır. Filistin sanayi sektörü için<br />
ilk adım politik çerçeveyi ve mevcut doğal ve<br />
insan kaynaklarını göz önüne alan açık bir stratejinin<br />
belirlenmesidir. Kısa dönemde bu strateji<br />
İsrail’in işgalinin sürmesinin toprak, su ve diğer<br />
kaynakların kullanımının İsrail tarafından sınırlandırıldığı<br />
ve mevcut politik ve ekonomik zorlukların<br />
iyi yetişmiş insan kaynağının göçüne neden<br />
olduğu olgularını hesaba katmalıdır. Bunun<br />
yanında, kısa dönemde yatırım ortamının iyileştirilmesi<br />
uzun dönem ekonomik kapasitenin en<br />
önemli belirleyicilerinden biri olacaktır. Böyle<br />
bir yatırım ortamı, emek yoğun ve tarım ve sanayi<br />
sektörlerini entegre eden yatırımların gerçekleştirilmesine<br />
ve böylece hem en önemli sorunlardan<br />
biri olan işsizliğin azaltılmasına hem de<br />
İsrail’den ve İsrail üzerinden ithal edilen ürünleri<br />
ikame eden ürünlerin üretilmesini sağlayarak<br />
dışa bağımlılığın azaltılmasına katkı sağlayacaktır.<br />
Sermaye birikiminin düzeyi de dikkate alındığında<br />
Filistin’de kısa dönem sanayileşme stratejisi<br />
küçük ve orta boy sanayi işletmeleri (KOBİ)<br />
üzerine yoğunlaşmalıdır. Bu tür işletmeler genel<br />
olarak hem daha rekabetçi bir yapıya sahiptirler<br />
hem de ekonomik krizler ve dalgalanmalara<br />
karşı daha çabuk adapte olabilmektedirler.<br />
KOBİ’lerin bir diğer önemli özellikleri ise genel<br />
olarak emek yoğun teknolojiler kullanmalarıdır.<br />
KOBİ’ler yoluyla çok farklı sanayi malı üretilmesi<br />
Arap ülkeleri ile entegrasyona ve böylece İsrail’e<br />
olan bağımlığın azaltılmasına katkı sağlayacaktır.<br />
Tam bağımsız ve birleşik bir Filistin’in kurulduğu<br />
varsayımı ile orta vade ise temel amaç sanayi sektörünün<br />
liberalizasyonu, Filistin ekonomisinin<br />
rehabilitasyonu ve bölgesel ve uluslararası entegrasyonu<br />
olmalıdır. Uzun dönem ekonomik kalkınmanın<br />
kısıtları, sınırlı kaynaklar ve küçük bir<br />
ulusal piyasadır. Bu nedenle uzun dönem sanayi<br />
stratejisi, bu kısıtları göz önüne almalıdır. Uzun<br />
dönem sanayi stratejisi, ihracata dönük ve teknoloji<br />
ürünleri üretecek ve nitelikli işgücü temeline<br />
dayanacak bir sanayi sektörü oluşturmayı planlamalıdır.<br />
Uzun yıllar süren savaş ve işgal, Filistinlilerin<br />
sermayelerini yurtdışına çıkarmalarına<br />
neden olmuştur. Bağımsız bir Filistin Devleti’nin<br />
yaratılması bir yandan yurtdışındaki Filistinlilerin<br />
sermayelerini Filistin’e getirmelerine, diğer<br />
yandan yabancı doğrudan sermayenin Filistin’e<br />
yatırım yapmasına ve böylece sanayi sektörünün<br />
kurulmasına katkı sağlayacaktır.<br />
Tarım sektörü hem GSYH’ya katkısı yönüyle<br />
ekonomik anlamda ama aynı zamanda yaşamın<br />
idamesi için gerekli olan besin maddelerini<br />
üretmesi anlamında önemlidir. Sanayi sektörü<br />
ve hizmetler sektörü ile kıyaslandığında daha<br />
emek yoğun bir üretim tekniğine sahip olması,
Kapak Konusu<br />
Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında insanların ve malların hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket etmeleri<br />
Filistin’in bir devlet olabilmesinin temel şartıdır.<br />
tarım sektörünü en önemli istihdam yaratma<br />
biçimi haline getirmektedir. Ancak Sabri (2008)<br />
tarafından da belirtildiği gibi, tarım sektörünün<br />
Filistin GSYH’ına ve istihdama katkısı giderek<br />
azalmaktadır. 6 Bunun en önemli nedenlerinden<br />
birisi elbette tarıma elverişli toprakların yetersizliği<br />
ve İsrail işgalidir. Ancak Bankacılık sektörünün<br />
çeşitli nedenlerle tarım sektörüne kredi<br />
vermekte gösterdiği isteksizlik ve birçok durumda<br />
karşılanması oldukça güç koşullar ileri sürülmesi<br />
tarımsal faaliyetin finansmanı sorununu<br />
derinleştirmekte ve tarımsal aktiviteyi olumsuz<br />
etkilemektedir. Tarımsal ürün üreticilerinin dini<br />
nedenlerle kredi kullanmamaları ve topraklarını<br />
teminat göstermeye yanaşmamaları da tarımsal<br />
aktivitenin finansmanı sorununu artırmaktadır.<br />
Filistin’de sigorta sektörü en az gelişmiş sektörlerden<br />
birisidir. Ancak, ekonomik aktivitenin en<br />
riskli olduğu sektörlerden biri olan tarım sektöründe<br />
sigorta oldukça önemlidir. Tarımsal sigortanın<br />
gelişmemişliği tarımsal aktiviteyi sınırlandıran<br />
bir diğer faktör konumundadır. Tarımsal<br />
ekonomik aktiviteyi düzenleyen ve denetleyen<br />
modern yasal bir çerçevenin olmaması da tarımsal<br />
aktivitenin modern olmayan bir biçimde<br />
yürütülmesine neden olmaktadır. Filistin’de tarım<br />
sektöründeki sorunların kısa dönemde etkin<br />
çözümlerinden birisi tarımsal kredi, üretim ve<br />
pazarlama kooperatifleri olabilir. Bu tür kooperatifler<br />
biryandan tarımsal aktivitenin finansmanı<br />
probleminin çözüme katkı sağlarken, diğer<br />
yandan parçalanmış küçük toprakların bir araya<br />
getirilerek sabit maliyetlerin azaltılmasına, modern<br />
teknolojilerin kullanılmasına olanak sağlar.<br />
Bu kooperatifler daha etkin pazarlama teknikleri<br />
de sunarak, karlılığın artmasına katkı sağlar.<br />
Hizmetler sektörünün GSYH’a katkısı göz önüne<br />
alınarak Filistin ekonomisini bir hizmet ekonomisi<br />
olarak tanımlayabiliriz. Ekonomik kalkınma<br />
kuramı bir ülkenin temel sanayi alt yapısının<br />
oluşturulması sonrasında hizmetler sektörü<br />
ürünlerine yönelik talebin artacağını öngörmekte<br />
ve bu nedenle hizmetler sektörünü türev bir sektör<br />
olarak tanımlamaktadır. Ancak her ülke aynı<br />
ekonomik kalkınma patikasını izlememekte ve<br />
<br />
65
Kapak Konusu<br />
sektörel, bölgesel, ekonomik refahın dağılımı v.b.<br />
birçok yönden eşitsiz ekonomik gelişme biçimleri<br />
gözlemlenmektedir. Bu türden bir gelişmenin<br />
Filistin için de geçerli olduğunu ileri sürebiliriz.<br />
El-Jafari, Makhool ve Lafi (2003), 1970’ler ile kıyaslandığında<br />
Filistin hizmetler sektörünün hem<br />
GSYH’ya katkı, hem de yatırım, istihdam ve teknolojik<br />
özellikleri yönleri ile önemli ölçüde geliştiğini<br />
ileri sürmektedirler. 7 Ancak işgal ve ülkede<br />
politik ve ekonomik istikrarın olmaması yatırım<br />
riskini artırmaktadır. Bunun yanında, ulusal para<br />
biriminin olmaması, sektörün aradığı nitelikte<br />
işgücünün yetersizliği ve kurumsal çerçevenin<br />
uygun düzenleme ve denetleme sağlayamaması<br />
gibi nedenler de sektörün istenen düzeyde gelişmesini<br />
engellemektedir. Tarihi ve doğal özellikleri<br />
göz önüne alındığında, gelişmiş bir turizm sektörünün<br />
Filistin ekonomisinin motoru işlevini<br />
görebileceğini, özellikle kısa dönemde niteliksiz<br />
işgücü için önemli bir istihdam yaratabileceğini<br />
ve bu sektörde yaratılan katma değerin sanayi ve<br />
tarım sektörlerindeki yatırımların finansmanını<br />
kolaylaştırabileceği vurgulanmalıdır.<br />
Filistin Ekonomisinin Temel Ekonomik<br />
Büyüklükleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi<br />
Uluslararası Para Fonu (IMF) (2012) tarafından<br />
hazırlanan rapora 8 göre 2011 yılı itibariyle<br />
Filistin’in nüfusu 4,2 milyondur. Bilindiği gibi<br />
DB, ülkeleri kişi başına gayrisafi ulusal gelir bazında<br />
düşük, orta-düşük, orta-yüksek ve yüksel<br />
gelir grubu olmak üzere dört kategoriye ayırmaktadır.<br />
9 Bu sınıflandırmaya göre Filistin 1,026-<br />
4,035 dolar arasında kişi başına gelire gelir sahip<br />
ülkelerin yer aldığı orta-düşük kategorisinde<br />
yer almaktadır. Filistin’de 2011 yılı itibariyle kişi<br />
başına gelir 2,394 dolar olmasına karşın ağır bir<br />
yoksulluk sorunu ile yüz yüzedir: 2011 yılı için<br />
Batı Şeria’da yoksulluk oranı %18 ve Gazze’de<br />
yoksulluk oranı %39’dur. Böylesine derin bir yoksulluk<br />
oranının temel nedeni hiç kuşkusuz yarım<br />
yüzyıldır süren savaş, işgal ve ambargodur. Öte<br />
yandan, bu büyüklükte yoksulluk oranının gerisinde<br />
yatan bir ekonomik çerçeve söz konusudur.<br />
Bu ekonomik çerçeveyi değerlendirebilmek için<br />
aşağıdaki Tablo’da Filistin ekonomisine ilişkin<br />
temel ekonomik büyüklükler yansıtılmaktadır.<br />
Tablo: Filistin Ekonomisinin Temel Ekonomik Büyüklükleri<br />
<br />
6,720 8,331 9.982<br />
7.4 9.8 9.9<br />
7.1 6.8 5.2<br />
8.4 19.5 23.0<br />
1,708 2,050 2,394<br />
25 24 21<br />
4.3 2.8 2.7<br />
18.3 18.5 18.5<br />
6.3 7.9 -8.8<br />
-12.0 -10.6 -27.3<br />
-26.4 -16.7 -10.8<br />
<br />
<br />
-38.1 -25.9 -36.7<br />
<br />
<br />
-12.0 -10.6 -27.3<br />
Kaynak: Kanaan, Oussama. Udo Kock, and Mariusz Sumlinskin (2012), Recent Experience and Prospects of the<br />
Economyof the West Bank and Gaza, Staff Report Prepared for the Ad Hoc Liaison Committee, New York, www.<br />
imf.org/wbg.<br />
66
Kapak Konusu<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
Tablo’dan Filistin ekonomisinin üç yıl içerisinde<br />
nominal fiyatlarla GSYH’sını yaklaşık olarak 1.5<br />
kat artırdığını gözlemlemekteyiz. Küresel ekonomide<br />
derin bir krizin yaşanmasına karşın Filistin<br />
ekonomisinin son üç yılda ortalama olarak %9<br />
oranında bir büyüme performansı göstermiştir.<br />
Ancak ekonomik büyüme Batı Şeria ve Gazze’de<br />
birbirinden oldukça farklıdır. Batı Şeria’da ortalama<br />
büyüme oranı yaklaşık olarak %6,4 iken,<br />
Gazze’de yaklaşık olarak %17’dir. Öte yandan<br />
son üç yılda nüfus artışının da etkisi ile GSYH<br />
1,5 kat artmasına karşın, kişi başına gelir 1,4 kat<br />
artabilmiştir. Filistin ekonomisinin temel sorunu<br />
oldukça yüksek işsizlik oranıdır. Filistin’de işgücü<br />
içerisinde yer alan her dört kişiden biri işsizdir.<br />
Bu işsizlik oranı yüksek yoksulluk düzeyinin temel<br />
nedenidir. Enflasyon oranı ise oldukça düşük<br />
düzeydedir. Yüksek işsizlik oranı ve düşük<br />
gelir düzeyi düşük enflasyonu açıklayan faktörlerdir.<br />
Yüksek işsizlik oranı aynı zamanda çalışan<br />
nüfusun çalışmayan nüfusa oranı olarak tanımladığımız<br />
bağımlılık oranının da yüksek olmasına<br />
neden olmaktadır. Yüksek bağımlılık oranı ve<br />
düşük gelir ile birlikte tasarruf oranının oldukça<br />
düşük olmasına neden olmaktadır. Düşük özel<br />
tasarruf düzeyi, yüksek kamu açıkları ile birlikte<br />
oldukça yüksek cari işlem açıklarına neden olmaktadır.<br />
Tablo’da cari işlemler açıklarının resmi<br />
transferler hariç ve dahil olmak üzere iki farklı<br />
biçimde verilmesinin nedeni dış yardımların Filistin<br />
ekonomisinin işleyişinde ne denli büyük<br />
bir öneme sahip olduğunu yansıtmaktır. Dış yardımların<br />
azalması Filistin ekonomisinin ve özellikle<br />
hükümetin işleyişini oldukça zor durumda<br />
bırakmaktadır.<br />
Sonuç<br />
Bilindiği gibi Filistin bugün Batı Şeria ve Gazze<br />
Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsamaktadır. Bu<br />
çalışma bu iki bölgeli Filistin ekonomisinin genel<br />
özelliklerini analiz etmektedir. DB’nın yaptığı<br />
sınıflandırmaya göre Filistin 1,026-4,035 dolar<br />
arasında kişi başına gelire gelir sahip ülkelerin<br />
yer aldığı orta-düşük kategorisinde yer almaktadır.<br />
Buna karşın Filistin ağır bir yoksulluk sorunu<br />
yüz yüzedir. Bu sorunu gidermesi, genel anlamda<br />
kalkınma sorununu çözebilmesi için Filistin’in<br />
ekonominin tüm sektörlerini içeren yeni bir ekonomik<br />
kalkınma planlamasına ihtiyaç vardır. Bu<br />
kalkınma planlaması İsrail’den ve İsrail üzerinden<br />
ithal edilen ürünleri ikame eden ürünlerin<br />
üretilmesini sağlayarak dışa bağımlılığın azaltılmasına<br />
katkı sağlayacak yatırım projelerine öncelik<br />
vermelidir. Böyle bir ekonomik kalkınma<br />
planın hazırlanıp uygulanabilmesi ise elbette<br />
İsrail’in “çitleme” politikasının ortadan kalkmasına,<br />
Filistin’in coğrafi ve politik bütünlüğünün<br />
kurulmasına ve uygun politik ve ekonomik ortamın<br />
oluşmasına bağlıdır. Özellikle, Batı Şeria<br />
ve Gazze Şeridi arasında insanların ve malların<br />
hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket etmeleri<br />
Filistin’in bir devlet olabilmesinin temel şartıdır.<br />
Ayrıca, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında oluşturulacak<br />
ekonomik entegrasyon daha etkin ve<br />
büyük bir iç piyasanın oluşmasını sağlayacaktır.<br />
Filistin’de tarıma elverişli toprakların yetersizliği<br />
ve İsrail işgali, tarımın GSYH’ya ve istihdama<br />
katkısını büyük ölçüde sınırlandırmaktadır. Ta-<br />
<br />
67
Kapak Konusu<br />
rımsal ekonomik aktiviteyi düzenleyen ve denetleyen<br />
modern yasal bir çerçevenin olmaması da<br />
tarımsal aktivitenin modern olmayan bir biçimde<br />
yürütülmesine neden olmaktadır. Filistin’de<br />
tarım sektöründeki sorunların kısa dönemde etkin<br />
çözümlerinden birisi tarımsal kredi, üretim<br />
ve pazarlama kooperatifleri olabilir. GSYH’ya<br />
katkısı göz önüne alındığında Filistin ekonomisini<br />
bir hizmet ekonomisi olarak nitelemek olanaklıdır.<br />
Tarihi ve doğal özellikleri göz önüne<br />
alındığında, gelişmiş bir turizm sektörünün de<br />
içinde yer aldığı hizmet sektörünün Filistin ekonomisinin<br />
motoru işlevini görebileceği, özellikle<br />
kısa dönemde niteliksiz işgücü için önemli bir<br />
istihdam yaratabileceği ve bu sektörde yaratılan<br />
katma değerin sanayi ve tarım sektörlerindeki<br />
yatırımların finansmanını kolaylaştırabileceği<br />
vurgulanmalıdır.<br />
Filistin ekonomisinin 2009-2011 yılları arasında<br />
ortalama olarak %9 oranında bir büyüme performansı<br />
göstermiştir. Ancak ekonomik büyüme<br />
Batı Şeria ve Gazze’de birbirinden oldukça farklıdır.<br />
Batı Şeria’da ortalama büyüme oranı yaklaşık<br />
olarak %6,4 iken, Gazze’de yaklaşık olarak<br />
%17’dir. Filistin ekonomisinin temel sorunu oldukça<br />
yüksek işsizlik oranıdır. Filistin’de işgücü<br />
içerisinde yer alan her dört kişiden biri işsizdir.<br />
Bu işsizlik oranı yüksek yoksulluk düzeyinin temel<br />
nedenidir. Filistin’de enflasyon oranı ise oldukça<br />
düşük düzeydedir. Öte yandan, Filistin’de<br />
tasarruf oranı oldukça düşüktür. Düşük özel tasarruf<br />
düzeyi, yüksek kamu açıkları ile birlikte<br />
oldukça yüksek cari işlemeler açıklarına neden<br />
olmaktadır. Yüksek cari işlemler açıkları büyük<br />
ölçüde dış yardımlarla kapatılmaktadır. Dış yardımların<br />
giderek azalması ise Filistin ekonomisinin<br />
ve özellikle hükümetin işleyişini oldukça zor<br />
durumda bırakmaktadır.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
1 Ferguson, Shaun, “Gaza in the Post-Separation Environment: A Simulation Exercise”, Palestine Economic Research<br />
Institute, http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/gaza.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012)<br />
2 Al-Naqib, Fadel Mustafa, “Towards a Palestinian Developmental Vision”, Economic Research Institute, http://www.<br />
mas.ps/2012/sites/default/files/Summary1_14.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
3 Dünya Bankası, “Stagnation of Revival: Palestinian Economic Prospects”, www.wrolbank.org (Erişim Tarihi: 24<br />
Aralık 2012).<br />
4 Palestinian Central Bureau of Statistics (PCBS), “The Press Report of the Economic Forecasting 2012”, Ramallah,<br />
Palestine, 2012.<br />
5 Nasr, Mohammed, “The Role of Industrial Sector in Palestinian Economic Development”, Palestine Economic Policy<br />
Research Institute, http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/Industry.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
6 Sabri, Nidal Rashid, “Financing the Palestinian Agricultural Economy”, Palestine Economic Policy Research Institute,<br />
http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/summary%20english.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
7 El-Jafari, Mahmoud, Basim Makhool ve Nasr Atyani, “Palestinian Services Sector and Its Role in Economic<br />
Development”, Palestine Economic Policy Research Institute, http://idl-bnc.idrc.ca/dspace/bitstream/10625/32441/1/124235.pdf<br />
(Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
8 Kanaan, Oussama., Udo Kock , and Mariusz Sumlinskin, “Recent Experience and Prospects of the Economy of<br />
the West Bank and Gaza”, Staff Report Prepared for the Ad Hoc Liaison Committee, New York, www.imf.org/wbg<br />
(Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
9 Dünya Bankası, “How We Classify Countries”, http://data.worldbank.org/about/country-classifications (Erişim<br />
Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />
68
İnceleme<br />
AK Party initiated in 2009 the democratic opening, which appeared promising as it envisaged a peaceful solution to the Kurdish problem.<br />
The Kurdish challenge to the<br />
Turkish Nation-State<br />
Ofra BENGIO<br />
Özet<br />
Kuruluşunun 90. yılında, Türk devleti mevcut ulus-devlet ile kendine tehdit oluşturan paralel devlet arasında<br />
bir mücadele ile karşı karşıyadır. Bu tehdidin birçok sebebi vardır. Kürtlere göre Kemalistlerin geliştirmiş<br />
oldukları model tek bir ulusun, yani Türklerin, varlığını tanıyan; Kürtlerin varlığını ise yok sayan bir devlet<br />
anlamına gelmekteydi. Bu anlamda modern devlet en azından Osmanlı Devleti döneminde kimliklerini<br />
koruyabilen ve özgürlükleri olan Kürtler için bir engel teşkil etmekteydi. Dolayısıyla bu noktada sorulması<br />
gereken sorular şunlardır: AK Parti bu sorunla başa çıkabilmek için nasıl bir teşebbüste bulundu? Bu teşebbüsü<br />
önceki hükümetlerin teşebbüslerinden ayıran özellikler nelerdi? Bu gelişmelerin sebepleri ve başlıca<br />
dönüm noktaları nelerdir? Kürt tarafının geçirdiği değişimler nelerdir?<br />
<br />
69
İnceleme<br />
By the time the AKP came to power in 2002, the Kurdish question<br />
could no longer be portrayed as solely a terrorist problem, as had<br />
been the case in earlier decades, because the Kurds had fashioned a<br />
genuine national movement with a legal party, institutions and strong<br />
popular support, which manifested itself in civil disobedience and intifada-like<br />
uprisings in the streets.<br />
Abstract<br />
In its 90th year of its existence the Turkish state<br />
is facing a race between the existing nation-state<br />
framework and the parallel state which is challenging<br />
it. The causes for this challenge are manifold<br />
but the most important ones are the decades<br />
of forced assimilation of the Kurds and the denial<br />
of their unique ethno-national identity by this<br />
very nation-state. For the Kurds, the model which<br />
had been developed by the Kemalists meant a<br />
state which recognized the existence of one nation<br />
only, that of the Turks, while obliterating<br />
altogether that of the Kurds. In this sense, the<br />
modern state represented a setback for the Kurds<br />
who under the Ottoman Empire had enjoyed at<br />
least the freedom to keep their identity intact.<br />
The questions that must be posed are therefore:<br />
How did the AKP attempt to cope with the problem<br />
and in what ways did it differ from its predecessors?<br />
What are the causes for, and the main<br />
turning points of these developments? What are<br />
the changes that the Kurdish camp itself has undergone?<br />
Keywords: Nation-state, ethno-national identity,<br />
parallel state, AKP’s paradoxes, delegitimization,<br />
Oslo process<br />
Introduction<br />
Prime Minister Tayyip Erdogan’s declarations<br />
and actions in the last few months regarding the<br />
Kurdish issue and the Partiya Karkeren Kurdistan<br />
(PKK) leave one utterly confused. One day<br />
he declares that the PKK members are terrorists,<br />
hence he will not sit with them at the same table,<br />
and the next day he says exactly the opposite. 1 In<br />
fact, throughout his decade in power, Erdogan<br />
has been issuing contradictory proclamations<br />
on the Kurdish issue. Often, he spoke of Turkish<br />
citizenship as being a supra-ethnic identity in<br />
which Turks, Kurds and others may enjoy equal<br />
citizenship, but he also frequently emphasized,<br />
in the traditional Kemalist vein, that in Turkey<br />
there is “one state, one flag, one homeland, one<br />
nation”. 2 On another occasion, he modified the<br />
formula in a way which was favorable to the<br />
Kurds, declaring: “we did not say one language;<br />
we said one flag, one religion, one state.” 3 Indeed,<br />
under successive Justice and Development<br />
Party (AKP) governments, the Kurdish issue<br />
became multi-dimensional, full of paradoxes<br />
and far more complicated than at any time in<br />
the past. The questions that must be posed are<br />
therefore: What are the causes for, and the main<br />
turning points of these developments? What are<br />
the changes that the Kurdish camp itself has undergone?<br />
How did the AKP attempt to cope with<br />
the problem and in what ways did it differ from<br />
its predecessors?<br />
Winds of change<br />
In the last decade a convergence of internal and<br />
external developments came together to catapult<br />
the Kurdish issue onto center stage in Turkish<br />
politics. The first cluster of causes was related to<br />
the geopolitical changes in the Middle East during<br />
the last decade. These include the Gulf war<br />
70
İnceleme<br />
of 2003; the “Arab spring” upheavals, beginning<br />
at the end of 2010; the withdrawal of the American<br />
forces from Iraq at the end of 2011; and the<br />
Syrian Kurdish self-assertion, resulting in their<br />
takeover of their region from the Assad regime<br />
in July 2012. Each of these developments opened<br />
a new Kurdish Pandora’s box for regional states,<br />
and particularly for Turkey.<br />
The second set of causes was related to the<br />
transformations in the Kurdish domestic scene<br />
in Turkey. By the time the AKP came to power<br />
in 2002, the Kurdish question could no longer be<br />
portrayed as solely a terrorist problem, 4 as had<br />
been the case in earlier decades, because the<br />
Kurds had fashioned a genuine national movement<br />
with a legal party, institutions and strong<br />
popular support, which manifested itself in civil<br />
disobedience and intifada-like uprisings in the<br />
streets. What is more, this movement challenged<br />
the very ethos of a nation-state on which the<br />
Turkish Republic was established. 5 The Kurdish<br />
challenge to the state was a kind of a belated<br />
reaction to the years of forced assimilation and<br />
denial of Kurdish identity by the state.<br />
The AKP’s own policies and constraints constituted<br />
the third set of causes. The 2003 decision<br />
not to allow the US-led coalition forces to<br />
launch attacks against Iraq from Turkish lands,<br />
the AKP’s efforts, up to a certain point in time,<br />
to join the EU, the attempts to appeal to both<br />
Kurds and Turks in Turkish election campaigns,<br />
and the pressures from the Turkish ultra nationalist<br />
camp, together formed the background to<br />
the volatile and zigzagging policies of the AKP<br />
toward the Kurds.<br />
Turkey’s policy towards the Kurds under the<br />
AKP displays many paradoxes which in turn exacerbated<br />
Ankara’s dilemmas and the challenges<br />
facing it. Domestically, AKP governments exhibited<br />
greater liberalism and openness toward the<br />
Kurdish issue than any of its predecessors, yet<br />
the PKK and the Kurdish national movement as<br />
a whole were solidified significantly by the time<br />
of AKP’s third term in 2011.<br />
Regarding relations with the Kurdistan Regional<br />
Government (KRG) in Iraq, the AKP began its<br />
first term by adamantly opposing official relations<br />
or formal recognition, lest this entity became<br />
a model for emulation by the Kurds in<br />
Turkey. However, by its third term, the AKP had<br />
become one of the most important partners of<br />
the KRG, thus contributing willy-nilly to the latter’s<br />
contagious effect on Turkey’s Kurds. Similarly,<br />
one of the motives for the marriage of convenience<br />
with Syria under Bashar al-Assad was<br />
the need to curb PKK activities which had been<br />
backed by Damascus, but it was this very AKP<br />
government which decided in 2011 to end this<br />
special relationship following the outbreak of<br />
the Syrian civil war, and thus open up another<br />
Kurdish front, in the south. Finally, one of the<br />
objectives for Turkey’s initial rapprochement<br />
with Iran was the need to coordinate policies<br />
vis-à-vis the Kurds in the entire region, but the<br />
subsequent estrangement between Ankara and<br />
Tehran, especially in the last year, has revived to<br />
a certain extent Iran’s support of the PKK.<br />
While these policies may reflect pragmatism and<br />
flexibility on the part of the AKP, they nonetheless<br />
have added to the complexity of the Kurdish<br />
question. As a rule, it was the Kurds who always<br />
felt encircled by hostile states. Now Turkey’s situation<br />
mirrors that of the Kurds, as Ankara feels<br />
encircled by a Kurdish problem on many fronts,<br />
and in which internal and external challenges<br />
have become intertwined. Indeed the AKP has<br />
had to devise a different strategy for each of the<br />
Kurdish fronts, while having to differentiate between<br />
“good Kurds” and “bad Kurds” in Turkey<br />
itself, as well as between “good Kurds” in Iraq<br />
and “bad Kurds” in Syria.<br />
To be sure from a military standpoint the objective<br />
situation might not be as threatening as it<br />
might initially appear. The Turkish army, one of<br />
the biggest in NATO, infinitely dwarfs the outlawed<br />
PKK guerrilla army, whose numbers are<br />
estimated at 6000. However, what is more important<br />
is Ankara’s own threat perceptions. In<br />
the 1990s, the two domestic issues that determined<br />
Turkey’s threat perceptions were radical<br />
<br />
71
İnceleme<br />
Islamism and Kurdish revisionism. 6 But with the<br />
ascendance of the pro-Islamist AKP to power<br />
in 2002, the threat of radical Islamism gradually<br />
lost its urgency, leaving the Kurdish problem<br />
alone at the top. As a matter of fact, the real danger<br />
did not lie in the military realm but rather in<br />
the severe harm being done to the social fabric<br />
of society, thus posing a major challenge to the<br />
foundational ethos of the state.<br />
The AKP’s dilemma: Coping with a terrorist<br />
organization or a national movement?<br />
The Kurdish problem has been steadily growing<br />
for many years, like a snowball in slow motion.<br />
From the late 1940s and for more than thirty<br />
years afterwards, the so-called “silent years”, no<br />
Kurdish problem officially existed in the Turkish<br />
public sphere. When the matter suddenly flared<br />
up in the mid 1980s, it was widely perceived and<br />
officially portrayed as purely a terrorist problem<br />
that could and should be solved by force.<br />
However, the “terrorist problem” has gradually<br />
metamorphosed into a national movement with<br />
profound impact on all facets of Turkish life, politically,<br />
economically and socially. 7 Moreover, it<br />
proved to be Ankara’s Achilles heel, for it was periodically<br />
manipulated by its neighbors, each in<br />
its own turn, with a view to destabilizing Turkey.<br />
What were the AKP’s strategies for coping with<br />
the problem? Ideologically, the AKP sought to<br />
engage the Kurdish rank and file by appealing to<br />
the Islamic bond of solidarity between Turks and<br />
Kurds. This approach was, in fact, reminiscent of<br />
Kemal Ataturk’s during the Turkish war of independence<br />
in the early 1920s, when he employed<br />
the bond of Islam as an important tool for gaining<br />
Kurdish support and mobilizing them to fight in<br />
the war against the invading Christian states. Of<br />
course, the prime difference between these two<br />
governments is the AKP’s genuine commitment<br />
to Islam and its desire to spread Islamic norms<br />
and practices throughout the country, including<br />
among the Kurds. 8 To encourage this new form<br />
of Islamo-Ottoman bonds, the AKP dispatched<br />
10,000 imams to the Kurdish region to preach to<br />
the Kurds (in Turkish). 9<br />
Economically, the AKP declared its willingness<br />
to encourage investments in the underdeveloped<br />
Kurdish southeastern part of the country and to<br />
offer new opportunities for Kurdish businessmen<br />
and entrepreneurs. 10 Yet, after a decade of<br />
the AKP being in power the Kurdish areas remained<br />
the most underdeveloped region in the<br />
country. Similarly, the AKP government began<br />
dealing with the acute problem of forced displacement<br />
of Kurds, which had reached its apex<br />
in the 1990s. Realizing that this has become a<br />
hotbed for PKK supporters the AKP agreed in<br />
2004 to pay compensation for village evacuations.<br />
11 However, on the ground not much was<br />
achieved.<br />
Politically, the AKP initiated in 2009 the “Kurdish<br />
opening” or the “democratic opening”<br />
(acilim), which appeared promising as it envisaged<br />
a peaceful solution to the problem. 12 It even<br />
engaged secretly the PKK to this end. 13 In early<br />
2009, a Turkey state delegation led by Hakan<br />
Fidan, later to be appointed as director of the<br />
National Intelligence Service (MIT), approached<br />
Abdullah Ocalan and requested that he produce<br />
a statement of his views. The result was the<br />
“Road Map” document written by Ocalan from<br />
his prison in Imrali Island where he has been<br />
serving life imprisonment since his abduction<br />
and conviction in 1999. As its author suggests,<br />
the “Road Map” document was aimed at presenting<br />
solutions to the Kurdish question and bringing<br />
democratization to Turkey. 14 It was indeed<br />
the centerpiece of the secret dialogue between<br />
the AKP and the PKK which took place in Oslo<br />
probably between 2009-2011 and which was<br />
broken off in mid 2011. Erdogan subsequently<br />
acknowledged the existence of such talks saying<br />
“they did meet; I myself had given the instructions.”<br />
15 We do not know whether the AKP’s Oslo<br />
initiative was a strategic plan that had failed to<br />
gain traction, or merely a tactical move aimed<br />
at winning the support of the Kurdish electorate<br />
in the June 2011 elections. The co-chair of<br />
the Kurdish Peace and Democratic Party (Baris<br />
Democratic Partisi; BDP) Selahattin Demirtas, is<br />
certain that it was the latter: Here is what he had<br />
to say:<br />
72
İnceleme<br />
Prime Minister Erdogan labels the BDP an extension of a terror organization.<br />
The fundamental result that the government<br />
hoped to get from the meetings was buying time.<br />
The fact that the meetings were carried on from<br />
the 2009 local elections up to the June 2011 parliamentary<br />
elections and then terminated makes<br />
us think that the government wanted to stall the<br />
PKK in order to gain votes. 16<br />
What is certain is that the results of the June<br />
2011 elections left the impression that the AKP<br />
did choose the right track, for it had succeeded<br />
in attaining the majority of the Kurdish votes.<br />
Shortly after this impressive success, however,<br />
a combination of internal and external factors<br />
eclipsed the AKP’s gains. The AKP’s “civilian soft<br />
coup” against the Turkish military and the trials<br />
of high ranking military personnel, including the<br />
chief of staff, caused severe disorientation and<br />
demoralization in the army, weakening significantly<br />
its hand vis-à-vis the PKK. One particular<br />
incident illustrates the awkward situation into<br />
which the military had been put: A commander<br />
of a military station near the Iraqi border asked<br />
his headquarters whether he should return fire<br />
at attacking PKK militants because he did not<br />
want to be put on trial later on. 17 The clipping<br />
of the army’s wings had another unexpected result,<br />
namely that it removed the major common<br />
denominator that had united the AKP and the<br />
Kurds: the goal of depoliticizing and weakening<br />
the military.<br />
Another important development which surfaced<br />
even before the June 2011 elections was<br />
the growing nationalist tendencies of the AKP.<br />
Whereas in 2005, Erdogan had portrayed Turkey<br />
under the AKP as a multi-ethnic and multi-<br />
<br />
73
İnceleme<br />
religious society far removed from the nationalist-chauvinist<br />
stance of earlier governments,<br />
five years later, the AKP itself began adopting<br />
an increasingly nationalist tone with a view to<br />
winning the votes of Turkey’s ultra-nationalist<br />
sector. 18 This new stance contributed to the polarization<br />
of Turkish society and to the growing<br />
rift between Turks and Kurds. It also further empowered<br />
the radicals in the Kurdish camp itself.<br />
Indeed, nationalism was on the rise in both sides<br />
especially among the youth. 19<br />
From the Kurdish perspective, the AKP’s policies<br />
were perceived as moving one step forward<br />
and two steps back. While the AKP took such<br />
moves as opening a Kurdish TV station or easing<br />
the ban on the use of the Kurdish language, it has<br />
also detained more than 7,000 Kurdish activists<br />
in recent years. 20 Parallel to the “Kurdish opening”,<br />
the AKP government cynically initiated<br />
a broad wave of arrests of officials, politicians,<br />
academics and NGO workers on the fabricated<br />
grounds of belonging to a terrorist organization.<br />
Demirtas explained the rationale behind these<br />
arrests that had begun on April 14, 2009, saying<br />
that they roughly coincided with the period<br />
when the İmralı (Ocalan) and Oslo meetings began.<br />
Accordingly, he concluded that the government<br />
had used the law-enforcement mechanism<br />
in order to strengthen the AKP’s hand in negotiations<br />
with the PKK and its leader. 21 Be it as it<br />
may, the government’s half-hearted gestures to<br />
the Kurds in the realm of culture and language<br />
could no longer satisfy the national-political expectations<br />
of a movement which was on the rise.<br />
On another level, the AKP’s attempts to sap the<br />
power of the ethno-national Kurdish bond by<br />
stressing Islamic loyalty began causing a backlash.<br />
In an attempt to pull the rug out from under<br />
the feet of AKP’s appeal to the more conservative-Islamic<br />
parts of Kurdish society, Kurdish<br />
organizations have started to mobilize Islam for<br />
their own purposes. Thus, in recent years the<br />
PKK has employed Imams, Friday prayers and<br />
an Islamic discourse in order to compete with<br />
the AKP. One of these initiatives was “civic Friday<br />
prayers,” which are held in the open and in<br />
which the sermons are conducted, for the first<br />
time, in Kurdish and not Turkish. The Kurds<br />
came to describe these prayers as “anti-state<br />
prayers,” during which Kurds vocally demand<br />
their rights. Blaming the AKP for promoting “religious<br />
assimilation” a group of Kurdish imams<br />
and Islamic scholars called Diay-der launched a<br />
boycott against state-controlled mosques. One<br />
of the participants in these prayers said: “We<br />
boycott the state, the party that runs it and their<br />
mosques that pretend nothing is happening to<br />
the Kurds in Turkey.” 22<br />
Erdogan did not remain idle vis-à-vis these<br />
moves, which potentially threatened to undermine<br />
his base of support among the Kurds.<br />
One tactic was to accuse the PKK and the BDP<br />
of being non-Muslims. Thus, in one of his visits<br />
to Diyarbakir, he attacked the PKK, saying<br />
that they were not religious and that moreover,<br />
they perceived Ocalan as their prophet: “They<br />
are cheating you, so let us teach them a lesson”,<br />
he declared. 23 Another means for delegitimizing<br />
the Kurdish opposition, especially the PKK was<br />
to periodically label them as Zoroastrians, i.e.<br />
infidels. 24 Thus, in one of his speeches, Erdogan<br />
declared that “the terrorist organization [PKK] is<br />
far from God, it is Zoroastrian”. 25 On yet another<br />
occasion he charged that “the terrorists’ place is<br />
clear. They are Zoroastrians” 26<br />
A parallel state vis-à-vis the nation-state<br />
If there is one issue that unites Kurds in Turkey,<br />
be they pro-AKP or pro-BDP, it is their demand<br />
for recognition of their particular collective<br />
identity. During the Kemalist era, Kurds were<br />
designated as “mountain Turks” or “reactionaries”,<br />
27 something now deemed utterly unacceptable<br />
by the Kurds. Accordingly, the Kurdish national<br />
movement in Turkey underwent of late an<br />
important development: the bifurcation in the<br />
means of struggle between violent and non-violent<br />
methods. At the very time that the PKK and<br />
the Turkish army escalated their mutual attacks,<br />
the Kurdish non-violent movement also reinforced<br />
its efforts to obtain greater visibility and<br />
recognition by the Turkish state and the world at
İnceleme<br />
ment<br />
to cope with because such tactics, if adopted in the future, are<br />
likely to gain for the Kurds international attention and sympathy, and<br />
thus bring pressure to bear on Ankara much more than armed attacks<br />
could do.<br />
large. The reinforcement of the Kurdish national<br />
movement took various forms including acts<br />
of civil disobedience, demonstrations, protests,<br />
hunger strikes and even boycott of parliament<br />
activities.<br />
The latest expression of this kind of activity was<br />
the hunger strike among some 700 Kurdish prisoners,<br />
which included members of the BDP and<br />
ordinary, unaffiliated Kurds as well. The strike<br />
which lasted for 68 days between September<br />
and November 2012 had among its aims the release<br />
of Ocalan from prison. Ironically enough,<br />
it was only Ocalan’s call to stop the strike that<br />
convinced the strikers to do so, but the government<br />
did not reciprocate by releasing him. These<br />
Ghandi style protests were much more difficult<br />
for the government to cope with because such<br />
tactics, if adopted in the future, are likely to gain<br />
for the Kurds international attention and sympathy,<br />
and thus bring pressure to bear on Ankara<br />
much more than armed attacks could do.<br />
Meanwhile, the Kurdish national movement<br />
has also redoubled its efforts to build what was<br />
termed “the parallel state” in Turkey. BDP cochair<br />
Selahattin Demirtas called on the government<br />
to change its policies, saying: “Leave this<br />
lawlessness to one side and start acting like a<br />
government and a state -- there is a people in<br />
front of you. Look, a Kurdish state is being constructed<br />
in the Middle East.” 28 While Demirtas<br />
might have been referring to the KRG, he probably<br />
also sought to send a message about the situation<br />
of the Kurds in Turkey as well. The body<br />
behind the establishment of “the parallel state” is<br />
the Union of Kurdistan Communities (KCK), a<br />
semi-clandestine organization considered to be<br />
the PKK’s arm for infiltrating into Kurdish society.<br />
The KCK’s activities were reinforced following<br />
the BDP’s success in the municipal elections<br />
of 2009, which resulted in 99 municipalities being<br />
headed by Kurdish mayors. 29 Allegedly, the<br />
KCK controls the mayors and deputies of the legal<br />
party, the BDP. It also collects the “revolutionary<br />
tax” both in Turkey and abroad. According to<br />
an audit by the ministry of finance, the Kurdish<br />
municipalities have paid at least €12 million to<br />
the guerrillas. 30 Prime Minister Erdogan himself<br />
acknowledged the existence of the “parallel<br />
state” and his determination to clamp down on<br />
those involved, warning: “Turkey cannot accept<br />
a parallel state. People who criticize these operations<br />
support and serve terrorism. We will not<br />
put down our weapons.” 31<br />
For all of Erdogan’s warnings, the Kurdish national<br />
movement was given a further boost by<br />
the contagious effect of the uprising in Syria,<br />
which has impacted the Kurds in Turkey on<br />
three different levels. First, the AKP’s vigorous<br />
anti-Assad stance and its support for the Syrian<br />
opposition led Assad to renew his support for<br />
the PKK as a quid pro quo. Second, the bolstering<br />
of the Syrian Kurds’ position as a result of<br />
their takeover of the Kurdish regions in Syria in<br />
July 2012 and their demands for a federated political<br />
system became a source of emulation for<br />
<br />
75
İnceleme<br />
the Kurds of Turkey. Third, the border between<br />
Turkish and Syrian Kurds became porous, thus<br />
strengthening cross-border influences between<br />
the two communities.<br />
Due to all these developments the Turkish government<br />
and militant Kurds have gone to new<br />
extremes since the summer of 2012. The PKK<br />
escalated significantly its operations in Turkey,<br />
among other things, due to the fact that a third<br />
of its members are believed to be Syrian Kurds.<br />
In another development, the PKK changed its<br />
strategy from “hit and run” to ‘’hit and stay” attacks.<br />
Thus, it attempted for the first time in its<br />
history to take control of a certain area in Hakkari.<br />
So serious the situation appeared that an<br />
army ex general, Osman Pamukoglu, stated that<br />
“Hakkari slipped from our hands”. 32<br />
For its part, the Turkish army escalated its activities<br />
against the PKK. The following statistics<br />
published by military sources may give a clue<br />
to the intensity of fighting. Over five months<br />
the army reportedly carried out 974 operations,<br />
killed 373 PKK fighters and lost 88 soldiers. 33 PM<br />
Erdogan claimed in September 2012 that 500<br />
PKK militants had been “rendered ineffective”,<br />
namely killed within one month. 34 For its part,<br />
the PKK maintained that the army had carried<br />
out 223 operations as against 303 operations of<br />
the PKK, in which the PKK killed 1035 soldiers<br />
and lost 101 guerrillas. 35 According to a more<br />
objective source, between June 2011 and November<br />
2012 more than 870 persons lost their<br />
life in the conflict. 36 Indeed, these numbers and<br />
the wide coverage by the media of such operations<br />
indicate that a small scale civil war is taking<br />
place.<br />
At the same time another important change took<br />
place in the Turkish discourse: While the Kurdish<br />
issue has been a taboo for decades, in the last<br />
few months it became the most debated issue<br />
in public life. The trickle became an avalanche<br />
following the upheavals in Syria and takeover of<br />
the Kurdish region in the summer of 2012. Many<br />
intellectuals and journalists now talk of the need<br />
to solve the Kurdish problem peacefully so as to<br />
pull the rug out from under the feet of the PKK;<br />
to ward off the Kurdish danger emanating from<br />
Syria; to keep the KRG-Turkish marriage of convenience<br />
on track; and finally, to safeguard the<br />
vested interests which many Turks, including<br />
even members of the MHP, the ultra nationalist<br />
party, have in the KRG.<br />
Many Turks and Kurds alike have pinned their<br />
hopes on the new constitution which is currently<br />
being drafted, desiring that it will establish a new<br />
framework for state-Kurd relations and enhance<br />
the prospects for a peaceful solution to the issue.<br />
37 However, rather than bringing representatives<br />
of the BDP into the process, the AKP sought<br />
to marginalize them and even to close down the<br />
party because of its alleged organic links with the<br />
PKK, which is listed as a terrorist organization<br />
by the Turkish government as well as European<br />
countries and the US. Erdogan, who labeled the<br />
lawful BDP “an extension” of a “terror organization,”<br />
38 continues to threaten to strip the BDP’s<br />
parliament members of their immunity and put<br />
them on trial. Such posture has contributed<br />
further to the alienation of the Kurds from the<br />
Turkish state and accelerated the moves for the<br />
establishment of the Kurdish parallel state.<br />
Conclusion<br />
In its 90 th year of its existence the Turkish state<br />
is facing a race between the existing nation-state<br />
framework and the parallel state which is challenging<br />
it. The causes for this challenge are manifold<br />
but the most important ones are the decades<br />
of forced assimilation of the Kurds and the<br />
denial of their unique ethno-national identity by<br />
this very nation-state. For the Kurds, the model<br />
which had been developed by the Kemalists<br />
meant a state which recognized the existence of<br />
one nation only, that of the Turks, while obliterating<br />
altogether that of the Kurds. In this sense,<br />
the modern state represented a setback for the<br />
Kurds who under the Ottoman Empire had enjoyed<br />
at least the freedom to keep their identity<br />
intact. Thus, the delegitimization of Kurdishness<br />
by the state brought about the delegitimization<br />
of the state in the eyes of many Kurds.<br />
76
İnceleme<br />
The dismantling of the Kemalist state by the AKP<br />
aroused hopes among the Kurds that this move<br />
would be followed by a revolutionary change toward<br />
the Kurds as well. Indeed, the early years<br />
of AKP rule were marked by some openness toward<br />
the issue. However, a decade on, the Kurdish<br />
question is far from being solved. The inconsistent,<br />
zigzag policies of the AKP are one of the<br />
causes. The fact that the government perceived<br />
every Kurd who is fighting for recognition of<br />
his identity to be a terrorist is another one. The<br />
growing Islamo-nationalist tendencies of the<br />
AKP have also contributed to the growing chasm<br />
between Turks and Kurds. Seen from the Kurdish<br />
perspective, for all the positive actions of the<br />
AKP, by 2012 the government’s red line continued<br />
to be “protecting the ethnically Turkish, unitary,<br />
centralized character of the existing system.<br />
The government continued to have a backward,<br />
apprehensive approach regarding recognition of<br />
the fundamental rights that Kurds derive from<br />
their status as a people . ” 39 To sum up, unless the<br />
AKP accepts a multi-ethnic model of a state for<br />
Turkey, the race might end with the parallel state<br />
demanding a separate state. One can already<br />
hear such voices, not only among Kurds but also<br />
Turks as well. 40<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
2 Enno Maessen, , Master Thesis, Utrecht<br />
University, June 2012, p. 59.<br />
3 , 5 May 2012.<br />
4 For such perception during the 1990s, see, Kemal Kirisci and Gareth Winrow, <br />
, Frank Cass, London, 1997, p.2.<br />
5 For the articulation of the challenge to the nation-state, see Abdullah Ocalan, <br />
International Initiative Edition, 2012.<br />
6 On these two threat perceptions see, for example, Hakan Yavuz, “Search for a New Social Contract in<br />
Turkey: Fethullah Gülen, the Virtue Party and the Kurds”, 19.1, 1999, p. 130.<br />
7 Cuma Cicek, “Elimination or integration of pro-Kurdish politics: Limits of the AKP’s democratic initiative”<br />
vol.12, no.1, 15-26 March, 2011.<br />
8 By 2009 Turkey boasted of 85,000 mosques and 90,000 Imams. Also, between 2002 and 2007, spending<br />
of the governmental directorate of religious affairs grew five fold. Rachel Sharon-Krespin, “Fethullah<br />
Gulen’s grand ambition”, , Winter 2009, vol. XVI, No. 1, p. 55.<br />
<br />
10 In spite of such endeavors the Kurdish eastern region remained behind in the economic sphere. The<br />
least developed is Tunceli, the center of anti government activities, whose export was zero in 2012.<br />
<br />
<br />
11 Reportedly two million Kurds were displaced between 1984-1994 alone. Deniz Gokalp, <br />
, ,<br />
PHD dissertation, University of Texas, 2007, pp.71-72.<br />
<br />
77
İnceleme<br />
12 For this experiment see, Michael Gunter, “The closing of Turkey’s opening”, , 20<br />
<br />
<br />
13 According to one source AKP held secrets contacts with PKK as early as 2005. Ivan Watson and Gul tuysuz,<br />
<br />
<br />
14 Abdullah Ocalan, International Initiative Edition, 2012.<br />
<br />
<br />
16 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />
17 , 8 September 2012.<br />
18 There are scholars who argue that nationalist tendencies continued to persist under the AKP as well. See<br />
for example, Enno Maessen, Master Thesis,<br />
Utrecht University, June 2012.<br />
19 , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.24..<br />
<br />
<br />
April 2009. , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.7.<br />
21 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />
<br />
<br />
24 Ocalan was believed to have had a negative view of Islam and in the 1980s he prohibited praying in his region.<br />
Later however, he adopted a more pragmatic approach. Emrullah Uslu, <br />
: , The University of Utah, 2009,<br />
pp. 153-154.<br />
<br />
<br />
<br />
around the 6 th century BCE in ancient Persia. Some Kurds whom I interviewed said proudly that they were<br />
Zoroastrians.<br />
<br />
<br />
27 Enno Maessen, Master Thesis, Utrecht<br />
University, June 2012, p. 54.<br />
28 <br />
<br />
<br />
<br />
30 <br />
<br />
31 <br />
<br />
32 <br />
<br />
33 <br />
34 BBC, 17 September 2012.<br />
35 <br />
36 , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.2.<br />
37 For a discussion on the importance of the constitutional change see, Kerim Yildiz, “Turkey’s Kurdish conflict:<br />
Pathways to progress”, , vol. 14, No.4, 2012, pp.158-159.<br />
38 <br />
<br />
39 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />
40 Interviews with Kurds and Turks who asked to remain anonymous.<br />
78
İnceleme<br />
Mübarek döneminde Mısırlıların bırakın gösteri yapmayı yakınına bile yaklaşamadığı Başkanlık Sarayı, Mursi karşıtlarınca abluka altına<br />
alınmış ve devlet başkanı güçlükle ve geniş güvenlik kordonu ile giriş çıkış yapabilmiştir.<br />
Devrim Sonrası Mısır’da Güç Mücadelesi:<br />
“İslamcı İktidar vs. Seküler Muhalefet”<br />
Power Struggle in post-Revolution Egypt:<br />
“Islamist Government vs. Secular Opposition”<br />
İsmail Numan TELCİ<br />
Abstract<br />
Post-revolutionary Egyptian political life has been experiencing one of the most arduous power struggles<br />
since the beginning of the revolution. Muslim Brotherhood dominated government is confronted with secular-liberal<br />
political actors of the opposition camp. At some point of the struggle the opposition seemed to<br />
have better representation of its position in terms of media coverage and international support. In contrast,<br />
President Morsi and other Islamist power centers had difficulties in successfully handling the demands of<br />
the opposition. Powerful Islamists of Egypt therefore could hardly overcome the constitutional referendum<br />
process that dominated Egyptian politics in the last two months of 2012. This article is an account to clarify<br />
the reasons that (1) allowed opposition to better position and explain itself in the latest crisis and (2) pushed<br />
Islamist political actors to the corner where they could only respond to the political attacks of the opposition.<br />
Keywords: Muslim Brotherhood, Muhammad Morsi, opposition, media, judiciary<br />
<br />
79
İnceleme<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
Giriş<br />
Mısır Devrimi en sancılı dönemlerinden birisini<br />
2012’nin son aylarında yaşadı. 22 Kasım’da Cumhurbaşkanı<br />
Muhammed Mursi’nin yayınladığı 6<br />
maddelik bildiri diken üstünde olan iktidar ile<br />
muhalefet arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine<br />
yol açtı. Bildirinin ardından muhalefet<br />
özellikle Kahire’de büyük kitleleri meydanlara<br />
dökerek Mursi karşıtı kampanyasını hızlandırdı.<br />
Buna cevaben Muhammed Mursi Anayasa<br />
Komisyonu’nun 6 aydan fazla bir süredir üzerinde<br />
çalıştığı anayasa taslağı için 15 Aralık’ta<br />
referandum yapılacağını duyurdu. Bu noktadan<br />
sonra muhalefetin aldığı tavır daha da sertleşirken,<br />
özellikle kitle gösterileri ve medya aracılığı<br />
ile Devlet Başkanı Mursi aldığı kararlardan vazgeçirilmeye<br />
çalışıldı.<br />
Muhalefet gösterilerinin ve iktidar karşıtı medya<br />
kampanyasının boyutu kimi zaman şaşırtıcı boyutlara<br />
ulaşmıştır. Mübarek döneminde Mısırlıların<br />
bırakın gösteri yapmayı yakınına bile yaklaşamadığı<br />
Başkanlık Sarayı, Mursi karşıtlarınca<br />
abluka altına alınmış ve devlet başkanı güçlükle<br />
ve geniş güvenlik kordonu ile giriş çıkış yapabilmiştir.<br />
Cumhurbaşkanı her ne kadar orduya talimat<br />
vererek bu gruplara müdahalede bulunma<br />
seçeneğine sahip olsa da buna başvurmayarak<br />
olayların şiddete dönüşmesini engellemiş ve bazı<br />
muhalefet liderlerinin bu yöndeki “umutlarını”<br />
boşa çıkarmıştır.<br />
Yine olayların yoğunlaştığı günlerde muhalefet<br />
medyayı başarılı bir şekilde kullanıma sokarak<br />
gösterilerin kamuoyundaki etkisini önemli bir biçimde<br />
manipüle etmiştir. Nitekim Mısır medyasının<br />
büyük kısmına hakim olan sermaye liberal,<br />
seküler ve Mübarek döneminden kalma aktörlerin<br />
elindeydi. Bu anlamda gösterilerin medya<br />
kanallarında yansıtılışı da muhalefeti “kayıran”<br />
ve iktidarı “şeytanlaştıran” bir biçimde gerçeklemiştir.<br />
Öyle ki Başkan Mursi birçok gazetede<br />
ve televizyon kanalındaki yorumlarda “Diktatör”,<br />
“Yeni Firavun”, “Hitler” ve “Faşist” gibi benzetmelerle<br />
anılmış, yayınların birçoğuyla ülkede bir<br />
İslamcı iktidar korkusu yaratılmaya çalışılmıştır.<br />
Müslüman Kardeşlerin İslami ajandasını ülkeye<br />
dayatmak istediği, olaylar sırasında şiddet<br />
kullandığı ve göstericilere saldırdığı teması gün<br />
boyunca yapılan canlı yayınlarda işlenmiştir.<br />
Seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanına karşı<br />
gösterilerin yönlendiricileri olan El-Baradey,<br />
Amr Musa ve Hamden Sabbahi gibi isimlerin bu<br />
medya organlarının sahipleri ile yakın ilişkileri<br />
resmin daha da anlaşılır olmasını sağlamaktadır.<br />
Bu gelişmeler ışığında bu yazıda özellikle Kasım<br />
ayıyla birlikte Mısır’da daha da belirginleşen<br />
iktidar ile muhalefet arasındaki zıtlaşmanın<br />
sebepleri üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken<br />
ilk önce iktidarın kendisinden kaynaklanan nedenlere<br />
değinilecek daha sonra da muhalefetin<br />
kitleleri arkasına alarak nasıl önemli bir oranda<br />
kamuoyunu yönlendirmeyi başardığı konusu ele<br />
alınacaktır.<br />
Müslüman Kardeşler ve İktidar “Tecrübesi”<br />
Kısaca “İhvan” olarak isimlendirilen Müslüman<br />
Kardeşler 1928’de Hasan El-Benna tarafından İslami<br />
hassasiyeti olan bir sosyal ve siyasal örgüt<br />
80
İnceleme<br />
olarak hayat geçtikten sonra Mısır başta olmak<br />
üzere tüm Arap dünyasında aktif bir sivil toplum<br />
örgütü olarak faaliyetlerini sürdürdü. Mısır özelinde<br />
İhvan’ı en zorlayan konu siyasal iktidarla<br />
arasındaki anlaşmazlıkların çoğu zaman grubun<br />
aleyhinde sonuçlar doğurmasıydı. Her ne kadar<br />
grup kurulduğu günden bu yana sosyal anlamda<br />
güçlenerek büyüdüyse de bu süreçte büyük baskılara,<br />
kısıtlamalara ve yasaklamalara maruz kalmıştı.<br />
1952’de Kral Faruk’un askeri bir darbeyle<br />
devrilişinin ardından iktidara gelen Cemal Abdül<br />
Nasır ile ilk etapta işbirliği yapan İhvan Hareketi,<br />
1954’te Nasır’a suikast girişimiyle ilişkilendirilmiş,<br />
ardından yoğun bir baskı ve tutuklama süreci<br />
ile karşılaşmıştır. 1970’de Enver Sedat, grubun<br />
faaliyetlerine bir nebze olsun rahatlama getirmiş<br />
ancak Sedat’ın suikastle öldürülüşünün ardından<br />
Mübarek’in iktidara gelmesi ile yeniden baskılar<br />
artmıştır. Mübarek’in 30 yıllık rejimi Müslüman<br />
Kardeşlerin sosyal anlamdaki varlığına herhangi<br />
bir zarar verememiş ancak grubun siyasi anlamda<br />
gelişimini ve tecrübe kazanmasını engellemiştir.<br />
2011 yılında Mübarek’in devrilmesi ile Müslüman<br />
Kardeşler siyaset alanında kendisini gösterme<br />
şansını yakalamış, kurduğu Özgürlük ve<br />
Adalet Partisi ile devrim sonrası ilk seçimleri kazanmıştır.<br />
2012 yılındaki Başkanlık seçimlerini<br />
de yine İhvan’ın adayı Muhammed Mursi’nin kazanmasıyla<br />
grubun Mısır siyasetindeki etkinliği<br />
daha da görünür hale gelmiştir. Buna karşın İhvan<br />
Hareketi ve grubun siyasi aktörleri özellikle<br />
Kasım ayında daha da görünür hale gelen muhalif<br />
hareket karşısında “pasif” olarak nitelendirilebilecek<br />
bir “tepkisizlik siyaseti” sürdürmektedirler.<br />
Gerek Cumhurbaşkanı Mursi’nin muhalefet karşısında<br />
aldığı önlemler gerekse İhvan tabanının<br />
düzenlediği kitle gösterileri muhalefetin etkinliğini<br />
kırmakta yeterli olamamıştır. Peki, Mısır ve<br />
Batı kamuoyunda muhalif hareketin daha görünür<br />
ve baskın olması ve taban anlamında daha<br />
zayıf olmasına karşın sesini daha kuvvetli bir şekilde<br />
duyurmasının Müslüman Kardeşler örgütü<br />
ile ilgili hangi nedenlerden kaynaklanmaktadır?<br />
Birinci neden olarak İhvan hareketinin iktidar ve<br />
devlet yönetimi anlamındaki tecrübesizliğinden<br />
bahsedebiliriz. Bilindiği gibi İhvan son 50 yılını<br />
iktidardaki rejimlere karşı mücadele etmek ve<br />
sosyal alanda gerçekleştirdiği faaliyetlerle ayakta<br />
durmaya çalışmakla geçirmiştir. Bu durum Müslüman<br />
Kardeşlerin iktidardan daha ziyade, “baskı<br />
karşısında ayakta kalma mücadelesi” anlamında<br />
tecrübe kazanması sonucunu doğurmuştur.<br />
İhvan’ın Mübarek sonrası dönemde iktidar kadrolarını<br />
eline almasıyla hareketin bu anlamdaki<br />
tecrübesizliği, bazı zayıflıkların, yöntemsizliklerin<br />
ve deneyimsizliklerin açığa çıkmasıyla görünür<br />
hale gelmiştir. Birçok analistin devrim sonrasında<br />
Müslüman Kardeşlere siyaset kurumu<br />
içerisinde şans verilmesi gerektiğini savunmalarının<br />
nedeni, grubun devrim sonrası Mısır’ında<br />
düzeni sağlama, ekonomik yükselişi başlatma ve<br />
sosyal sorunlara çözüm bulma anlamında başarılı<br />
olacağına inanmalarıydı. Ancak bu analizlerde<br />
göz ardı edilen iki unsurdan birincisi İhvan’ın<br />
“devlet yönetimi” anlamındaki tecrübesizliği,<br />
ikincisi de devrim sonrası bir toplumun düzen<br />
kurma sürecinin kısa vadeli bir projeden daha<br />
fazlasına ihtiyaç duymasıydı.<br />
Öyle ki Muhammed Mursi’nin masasında sadece<br />
anayasanın hazırlanması, yatırımların artması,<br />
sosyal adaletsizliğin giderilmesi gibi konuların<br />
dışında, Mübarek döneminden kalma özellikle<br />
yargıda ve devlet bürokrasisinde yoğunlaşan<br />
aktörlerle mücadele edilmesi, İslami hareketin<br />
önünü kesmek için her türlü yolu deneyen muhalefetin<br />
taleplerinin giderilmesi ve iktidara karşı<br />
topyekün bir karalama kampanyası yürüten<br />
medyanın eline fırsatlar verilmemesi gibi tali<br />
ama iktidarın muhafaza edilmesinde hayati görevler<br />
de bulunmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında,<br />
muhalif pozisyonda iken sadece iktidardaki<br />
rejim karşısında ayakta kalma mücadelesinde<br />
bulunan İhvan’ın iktidara geldikten sonra bu<br />
kadar çok boyutlu ve taraflı sorunlar kümesiyle<br />
karşı karşıya kalması hareket için en büyük sorunlardan<br />
bir tanesini oluşturmuştur.<br />
Müslüman Kardeşlerin iktidarının ilk aylarında<br />
siyasi olarak yeteri kadar etkin olmamasının bir<br />
diğer nedeni liderlik kadrosunda yapılan zoraki<br />
tercihler gösterilebilir. Bilindiği üzere İhvan hareketinin<br />
liderliği siyasi kadrolardan farklı belir-<br />
<br />
81
İnceleme<br />
Referandum kararı sonrasında, Yargıçlar Kulübü Başkanı Ahmed El-Zind yaptığı açıklamayla kulübe üye olan yaklaşık<br />
9.000 yargıcın referandumu boykot edeceğini söylemiştir.<br />
lenmektedir. İlk lider Hasan El-Benna’dan itibaren<br />
hareket, yürütme kurulunun belirlediği 8 lider<br />
tarafından yönetilmiştir. 2010 yılında grubun<br />
8. Genel Lideri olarak belirlenen Muhammed<br />
Bedi devrim sürecinde gruba önderlik etmiştir.<br />
Mübarek’in devrilmesinin ardından liberal ve seküler<br />
devrimci grupların kaygılarından dolayı ilk<br />
etapta Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini<br />
duyuran İhvan hareketi 1 daha sonra bu kararından<br />
vazgeçmiş, grubun en zengin ve karizmatik<br />
üyesi Hayrat El-Şatır’ın Cumhurbaşkanı adayı<br />
olduğunu duyurmuştur. 2 Şatır’ın bilgisayar teknolojileri,<br />
kimyasal maddeler, tekstil, mobilya<br />
ve ülkedeki dış yatırımlarla olan ortaklıklarıyla<br />
meydana gelen zenginliği, grubun birçok sosyal<br />
projesini ekonomik olarak desteklemesi, Mübarek<br />
döneminde uzun yıllarını siyasi tutuklamalar<br />
sonucu hapiste geçirmesi ve tüm bunların bileşiminden<br />
oluşan karizmasından gelmekteydi. 3 Kararın<br />
ardından muhalefetten Şatır’ın adaylığına<br />
yönelik büyük eleştiriler gelmiş, medya ve sosyal<br />
medyada karşı kampanyalar hızla yayılmıştır. 4<br />
Böyle bir ortamda 14 Nisan’da Yüksek Seçim<br />
Komitesi yaptığı açıklamayla Şatır’ın (ve diğer 9<br />
adayın) adaylığının geçerli olmadığını duyurarak<br />
grubu başka bir aday göstermek zorunda bırakmıştır.<br />
5<br />
Uzun yıllardır İhvan üyesi olan ve 30 Nisan<br />
2011’den beri hareketin siyasi kanadı Özgürlük<br />
ve Adalet Partisi’nin liderliğini yürüten Muhammed<br />
Mursi’nin adı ilk kez bu süreçte cumhurbaşkanı<br />
adaylığı için zikredilmiştir. 6 Her ne kadar<br />
hareket içerisinde önemli görevlerde bulunmuş<br />
olsa da Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı için Şatır’a<br />
göre çok daha düşük profilli bir aday olduğu<br />
gerçeği birçoklarınca dile getirilmiştir. Nitekim<br />
gerek grup tabanı gerekse de yönetim kademe-<br />
82
İnceleme<br />
leri devrim sonrası süreçte özellikle karizmasıyla<br />
baskın olabilecek Şatır’ın adaylığının hayati olduğunu<br />
düşünmekteydi.<br />
Mursi’nin Şatır’ın “yedeği” olması yakıştırmasının<br />
üstünden gelmesi bu anlamda zor gözükmekteydi.<br />
Öte yandan Şatır’ın karizması gruba<br />
olan karşıtlığın ve muhalefetin daha da keskin<br />
olması sonucunu doğurmuştur. Bu son iki tespit<br />
Mursi’nin görevdeki ilk üç ayının ardından<br />
birebir yaşanmış, bir taraftan Cumhurbaşkanı<br />
iç politikada düşük profilli bir yönetim sergileyerek<br />
muhalefet karşısında geri adımlar atmak<br />
durumunda kalmış, öte yandan liberal ve seküler<br />
muhalefetin Mursi gibi Şatır’a göre daha az etkin<br />
bir adaya bile ne tür yoğunlukta bir baskı uygulayabileceğini,<br />
dolayısıyla Şatır’ın başkan olması<br />
durumunda muhalif bloğun daha keskin olabileceğinin<br />
işaretlerini vermiştir. Mursi eğer görev<br />
süresi boyunca ayakta kalabildiyse ve muhalefetin<br />
ataklarına karşılık verebildiyse bunu büyük<br />
oranda “İhvan” hareketinin tabanına ve yönetim<br />
kadrosuyla arkasında olmasına borçluydu. Müslüman<br />
Kardeşleri bu anlamda güçlü kılan noktada<br />
tam burada yatmaktadır.<br />
Öte yandan Mursi’nin devrim sonrası süreçte<br />
Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmesi hareket<br />
için başka bir artıyı ve bununla birlikte riski de<br />
beraberinde getirmektedir. Birçok devrim sonrası<br />
süreçte olduğu gibi bu sürecin Mısır’da da sancılı<br />
ve sorunlarla dolu olduğunu/olacağını göz<br />
önünde bulundurursak Mursi gibi çok da yüksek<br />
profilde olmayan bir adayın bu süreci atlattıktan<br />
sonra Şatır gibi daha güçlü ve karizmatik bir başkanın<br />
göreve gelmesi çok daha başarılı bir ikinci<br />
dönem geçirildikten sonra tabanın genişletilmesiyle<br />
daha uzun vadeli bir iktidarın sağlanmasının<br />
önünü açabilir. Cumhurbaşkanı Mursi’nin<br />
Başbakan olarak yine çok bilinmeyen ve siyasi<br />
tecrübesi devrim sonrası dönemde kısa bir süreliğine<br />
Su Kaynakları Bakanlığı yapmakla sınırlı<br />
olan Hişam Kandil’i ataması da bu çerçevede düşünülebilir.<br />
7 Ancak bu önerme, Mursi döneminin<br />
olası ve muhtemel kısa vadeli başarısızlıklarının<br />
seçmende İhvan’ın bu işi beceremediği algısının<br />
oluşması ve sonrasındaki seçimlerde tabanın<br />
tercihlerinin değişmesi riskini barındırmaktadır.<br />
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mursi ve Müslüman<br />
Kardeşler için bu ilk dönemin görece de olsa başarıyla<br />
atlatılması hayati önem arz etmektedir.<br />
Mursi liderliğinde İslamcı ittifakın bir diğer yumuşak<br />
noktası ise Müslüman Kardeşler ve Selefi<br />
gruplar arasındaki işbirliğinin dönemsel ve<br />
kırılgan doğasının ileriki dönemlerde ortaya çıkarabileceği<br />
sakıncaların varlığıdır. Nitekim iki<br />
ekol arasında önemli farklılıklar bulunmasının<br />
yanında, Selefi grupların kendi aralarındaki ayrışmalar<br />
bile ciddi siyasi pozisyon farklılaşmalarını<br />
beraberinde getirebilmektedir. Kasım ayında<br />
Mursi’nin anayasaya dair aldığı kararlar, Selefi<br />
grupların birçoğu tarafından desteklenmiş ve<br />
anayasa referandumunda bu gruplar “Evet” oyu<br />
kullanmışlardır. Ancak bu durum Müslüman<br />
Kardeşlerin uzun vadede tüm konularda Selefilerin<br />
desteğini alacağı anlamına gelmemektedir.<br />
Selefi hareketin siyasi kanadını oluşturan aktörlerin<br />
Mursi’yi bu süreçte desteklemelerinin<br />
en önemli nedeni devrim sonrası İslami siyaset<br />
tarafından ele geçirilen iktidarın kazanımlarının<br />
Mübarek dönemi kalıntılarına ve seküler-liberal<br />
muhalefete kaybedilmesi korkusudur. Öte<br />
yandan bazı Selefi grupların anayasa referandumunda<br />
“Hayır” oyu vereceğini açıklaması ve yine<br />
özellikle Sina Yarımadası’ndaki Selefi grupların<br />
Mursi yönetiminden rahatsızlıklarını her fırsatta<br />
dile getirmeleri İhvan’ın uzun vadede Selefi desteği<br />
olmadan da ayakta durabilmenin yollarını<br />
aramasını zorunlu kılmaktadır.<br />
Müslüman Kardeşler iktidarının düşük profilli<br />
oluşunda son bir nedenden bahsedecek olursak<br />
dış politikada karşılanamayan beklentilere değinebiliriz.<br />
Her ne kadar Kasım ayında İsrail’in<br />
Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından Hamas<br />
ve İsrail arasında ateşkes görüşmelerinin<br />
Kahire’de başarılı bir şekilde yürütülmesi ve<br />
sonlandırılmasının tüm kredisi Cumhurbaşkanı<br />
Mursi’ye gittiyse de görüşmelerin arka planında<br />
Türkiye, Katar ve Amerika gibi aktörlerin de<br />
olduğu bilinmekteydi. Öte yandan Suriye konusunda<br />
Mısır’ın tepkisizliği Arap dünyasının bu<br />
en büyük ülkesine yönelik eleştirileri de beraberinde<br />
getirmekteydi. Her geçen gün Suriye’de kötüleşen<br />
durum karşısında Arap Ligi’nin harekete<br />
<br />
83
İnceleme<br />
geçirilememesinde Mısır’ın pasifliği de Mursi’ye<br />
yönelik eleştiriler arasındaydı. Müslüman Kardeşler<br />
yönetiminin İsrail’e karşı tutumunun beklendiği<br />
kadar sert olmaması da özellikle iktidara<br />
yakın bazı gruplar tarafından yadırganmış ve<br />
Tel-Aviv yönetimine karşı daha sert politikalar<br />
izlenmesi gerektiği argümanları gündeme getirilmiştir.<br />
Öyle ki Kahire’nin İsrail’in yoğun istekleri<br />
sonrasında Gazze’ye açılan Refah sınır kapısı<br />
etrafındaki en büyük ekonomik aktivite olan “tünelleri”<br />
yok etmeye yönelik saldırıları Sina yarımadasında<br />
bu işten hayatını kazanan Mısırlılar<br />
tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. Yine<br />
aynı çerçevede Sina’daki aşırı İslamcı gruplar<br />
üzerindeki baskının yoğunlaşması buradaki Selefi<br />
grupların tepkisini çekmiştir.<br />
İşte tüm bu sorunlar henüz iktidardaki çömezliğini<br />
atamamış olan İhvan’ın politik aktörlerinin<br />
2012’de karşılaştıkları krizler karşısında görece<br />
zayıf ve etkisiz kalmasına neden olmuştur.<br />
Bunu söylemiş olmakla birlikte Cumhurbaşkanı<br />
Mursi’nin anayasa krizini tüm olumsuzluklara<br />
ve protestolara rağmen kısmen de olsa başarıyla<br />
yönettiğini ifade edebiliriz. Nitekim birçok objektif<br />
gözlemcinin belirttiği üzere demokratik<br />
yöntemlerle seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak<br />
Mursi, keskin muhalefete ve yargının engelleme<br />
girişimlerine rağmen anayasa hazırlık sürecini<br />
tamamlamış ve anayasa referandumunun gerçekleştirilmesini<br />
sağlamıştır. 15-22 Aralık tarihlerindeki<br />
referandumda Müslüman Kardeşler ve<br />
diğer İslamcı grupların birçoğunun desteklediği<br />
anayasa %60’ın üzerinde “Evet” oyu alarak kabul<br />
edilmiştir. 8 Bu sonuç haftalardır Mursi ve İslamcı<br />
siyaset karşıtı protestoları sürdüren muhalefet<br />
için önemli bir yenilgi olarak kayıtlara geçmiştir.<br />
Muhalefet Neden Baskın? 9<br />
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin göreve<br />
gelmesinden bu yana daha da belirginleşen muhalefet<br />
safları genel hatlarıyla liberal ve seküler<br />
devrimci gruplar, Mübarek döneminden kalma<br />
ve özellikle yargı gibi devlet bürokrasisinde kümelenen<br />
aktörler ve Kıpti gruplardan oluşmaktadır.<br />
Her ne kadar Ebu’l Fütuh gibi bazı İslamcı<br />
aktörler de Mursi yönetimine muhalefet ediyorsa<br />
da bu sınırlı düzeyde kalmıştır. Ülkede Kasım<br />
ayının son günleriyle birlikte hareketlenen iktidar-muhalefet<br />
mücadelesindeki son gelişmeler<br />
muhalif aktörlerin daha baskın ve kısmen üstün<br />
bir pozisyonda olduğunu göstermiştir. Bu durum<br />
her ne kadar Mursi’nin anayasa referandumunu<br />
gerçekleştirmesinin önüne geçememişse de<br />
Cumhurbaşkanı’na bazı kararlarında geri adım<br />
attırmış ve özellikle Batı kamuoyunda muhalefetin<br />
haklı bir mücadele içerisinde olduğu imajının<br />
ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Bu sonucun<br />
ortaya çıkması muhalefetin yapısından kaynaklanan<br />
bazı nedenler sayesinde mümkün olabilmiştir.<br />
Bu nedenlerden ilki eski rejim ajanlarının yargı<br />
başta olmak üzere bürokratik yapı içerisinde<br />
derinlemesine nüfuz etmiş olmaları ve bu pozisyonlarını<br />
başarılı bir şekilde muhalefetin yararına<br />
kullanmalarıdır. Bu çerçevede bazı yargı organlarının<br />
Mübarek’in devrilmesinden bu yana,<br />
özellikle de son aylarda aldığı bir takım kararlar<br />
bu durumun en önemli göstergesidir. Haziran<br />
ayında çoğu üyesi Mübarek döneminde atanmış<br />
Anayasa Mahkemesi, ülkenin demokratik bir seçimle<br />
işbaşına gelen ilk parlamentosunu “bağımsız<br />
üyelerin seçiminde anayasaya aykırılık” tespit<br />
ettiği gerekçesiyle feshetmiştir. 10 Temmuz ayında<br />
Muhammed Mursi’nin parlamentoyu yeniden<br />
devreye sokmak için yaptığı girişim yine yüksek<br />
mahkeme tarafından dondurulmuş, bunun<br />
ardından Cumhurbaşkanı “mahkemenin kararına<br />
saygı duyarım” diyerek geri adım atmak zorunda<br />
kalmıştır. Konu daha sonra Yüksek İdare<br />
Mahkemesi’nde görüşülmüş ancak bu mahkeme<br />
de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı onaylayarak<br />
parlamentonun işlevsiz halini devam ettirmiştir.<br />
11 Yargının farklı organlarının bu “görev<br />
alanını aşan” kararları neticesinde demokratik<br />
seçimle işbaşına gelmiş yasama kurumunun feshedilmesi<br />
ilginç bir şekilde El-Baradey ve Amr<br />
Musa gibi muhalefet liderleri tarafından tepki<br />
görmemiştir. 12<br />
Mübarek dönemi yargısının iktidar karşısındaki<br />
bir diğer kararı görevinden alınan Cumhuriyet<br />
Başsavcısı ile ilgili olmuştur. Devrik lider Hüsnü<br />
Mübarek tarafından meslek hayatı boyunca
İnceleme<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
(bir nevi ömür boyu) bu görevde kalmak üzere<br />
atanan Cumhuriyet Başsavcısı Abdel Meguid<br />
Mahmud, Cumhurbaşkanı Mursi tarafından<br />
görevinden alınarak Vatikan’a Büyükelçi olarak<br />
atanmıştır. Mursi’nin bu kararı almasında Başsavcının<br />
Mübarek dönemi görevlilerinin yargılanmalarında<br />
hiçbir başarı sağlayamamış olması<br />
önemli bir etken olmuştur. Mursi’nin kararı<br />
Ekim ayında Kahire Ceza Mahkemesi’nin devrim<br />
protestoları sırasında meydana gelen ve onlarca<br />
kişinin ölümüyle sonuçlanan “Deve Savaşı”nın<br />
düzenlenmesinde parmağı olan görevlileri aklaması<br />
sonrasında Başsavcıya yönelik protestoların<br />
artmasının ardından gelmiştir. 13 Ancak<br />
Cumhurbaşkanı’nın girişiminin başarısız kaldığı<br />
Başsavcı Mahmud’un ertesi gün 3.000 savcının<br />
hazır bulduğu basın açıklamasında “beni<br />
görevimden ancak suikast alır!” açıklamasıyla<br />
anlaşılmıştır. Başsavcının görevine devam etme<br />
kararına birçok yüksek yargı organından destek<br />
gelmiş ve Cumhurbaşkanı atama yetkisi kendisinde<br />
olan bir bürokratı görevden alamamıştır. 14<br />
Yukarıda bahsedilen Deve Savaşı yargılamasına<br />
kısaca değinmek gerekir. Çünkü Kahire Ceza<br />
Mahkemesi’nin Deve Savaşı nedeniyle yargılananları<br />
temize çıkarması Mübarek dönemi aktörlerinin<br />
yargının neredeyse tüm kurumlarındaki<br />
aktif varlığına işaret eden bir diğer emaredir.<br />
Nitekim suçlanan 24 kişi arasında Mübarek’in<br />
kapatılan Ulusal Demokratik Partisi’nin eski<br />
Genel Sekreteri Fethi Surour, eski Şura Konseyi<br />
Başkanı Safwat El-Şerif ve Mübarek’e yakınlığı ile<br />
bilinen işadamı ve medya patronu Muhammed<br />
Aboul Enein gibi isimler bulunmaktaydı. 15 Dolayısıyla<br />
mahkemenin verdiği bu kararı Mübarek<br />
dönemi aktörlerinin yasal yollarla cezalandırılabilmesinin<br />
ne kadar zor olacağının bir göstergesi<br />
olarak okumak mümkündür.<br />
Yargı içerisindeki Mübarek dönemi aktörlerinin<br />
direncinin bir diğer örneği de Anayasa referandumuna<br />
giden süreçte yaşanmıştır. Cumhurbaşkanı<br />
Mursi’nin 15 Aralık’ta ülkenin devrim<br />
sonrası anayasasını belirleyecek olan taslağın<br />
referandumla oylanması kararı sonrasında, Yargıçlar<br />
Kulübü Başkanı Ahmed El-Zind yaptığı<br />
açıklamayla kulübe üye olan yaklaşık 9.000 yargıcın<br />
referandumu boykot edeceğini söylemiştir.<br />
Buna karşın Mısır İdari Devlet Konseyi’ne bağlı<br />
Yargıçlar Kulübü ise aldığı kararla seçmenlerin<br />
ve seçim merkezlerinin güvenliğinin sağlanması<br />
durumunda referandumu boykot etmeyeceğini<br />
açıklamıştır. 16 Bu açıklamaya rağmen mevcut<br />
yargıçların büyük çoğunluğunun boykota katılması<br />
sonucunda referandum 15 ve 22 Aralık<br />
tarihlerinde olmak üzere iki turda yapılarak gerçekleşebilmiştir.<br />
17 Durumdan da anlaşılabileceği<br />
üzere Cumhurbaşkanı’nın aldığı karar yargıçlar<br />
tarafından boykot edilmiş ve demokratik sürecin<br />
önü tıkanmaya çalışılmıştır. Bu da Mübarek<br />
döneminden kalma yargı içindeki aktörlerin ne<br />
derece güçlü ve önemli bir muhalefet bloğu olduğunu<br />
göstermektedir.<br />
Mursi ve İslamcı siyaset karşıtı grupların muhalefetinin<br />
daha baskın ve kamuoyu nezdinde daha<br />
görünür olmasının ikinci nedeni olarak medya ve<br />
ekonomik faaliyetlerin bu grupların elinde toplanmış<br />
olması gösterilebilir. Bu bağlamda önce-<br />
<br />
85
İnceleme<br />
likle anaakım medyayı oluşturan birçok kanalın<br />
Mübarek döneminde devlet desteği ile zenginleştirilen<br />
medya patronlarına ve işadamlarına ait<br />
olduğunu belirtmek gerekir. 18 Öyle ki Mübarek<br />
dönemindeki 55 televizyon kanalına devrim sonrasında<br />
eklenen 15’in üzerinde kanalın birçoğu<br />
yine bu Mübarek döneminde zenginleşen sermaye<br />
sahiplerine aittir. Mısır’ın okur-yazarlık oranının<br />
çok da yüksek olmadığı bir ülke olduğunu ve<br />
halkın %90’ının evinde televizyon %70’inde uydu<br />
yayını olduğunu düşündüğümüzde medyanın<br />
kamuoyunu etkilemedeki gücünü teslim etmiş<br />
oluruz. 19 İşte bu etkiye hükmeden işadamlarından<br />
birkaçından kısaca bahsetmek büyük resmi<br />
daha kolay görebilmek anlamında bize yardımcı<br />
olacaktır.<br />
Bu anlamda öne çıkan isimlerin başında Muhammed<br />
El-Emin gelmektedir. CBC (Capital<br />
Broadcasting Company) başta olmak üzere 14<br />
televizyon kanalının sahibi olan El-Emin devrimden<br />
hemen sonra kurulan televizyonlarından<br />
birinde yayınlanan bir programda Mübarek<br />
rejimiyle olan bağlarından gururla bahsetmiştir.<br />
Dolayısıyla CBC bazı analistlerce “Mübarek dönemi<br />
kalıntılarının kanalı” (qanat al foloul) olarak<br />
isimlendirilmiştir. 20 Yeni kurduğu kanallarda<br />
Mübarek döneminin meşhur televizyoncularına<br />
yer vermeye özen gösteren El-Emin bu çerçevede<br />
Mübarek’in seçim kampanyasını yürüten Lamis<br />
El-Hadidi’yi ve eski rejimin en etkin savunucularından<br />
Khairy Ramadan’ı takımına katmıştır.<br />
El-Emin’in medya krallığında ayrıca İslamcı siyasete<br />
karşı keskin muhalefetiyle öne çıkan El-<br />
Fecr, Al Youm Al-Sabe ve Vatan gibi gazeteler<br />
de bulunmaktadır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde<br />
bu gazetelerde Mübarek döneminin önde gelen<br />
savunucularından Adel Hammouda ve Magdy<br />
El-Galad gibi isimler editörlük yapmaktadırlar. 21<br />
Yine Mübarek döneminin zenginleştirdiği bir diğer<br />
medya patronu olan Muhammed Al-Ainein,<br />
Sada Al-Balad isimli televizyon kanalı ve yine<br />
aynı isimli gazete ile seküler ve iktidar karşıtı<br />
bir yayın politikası izlemektedir. Mısır’ın en<br />
büyük seramik fabrikalarından olan Kleopatra<br />
Seramik’in sahibi olan Al-Ainein Mübarek’in<br />
kapatılan Ulusal Demokratik Parti’sinde önemli<br />
pozisyonlarda bulunmuş ve eski rejim sırasında<br />
büyük bir servete ulaşmıştır. 22<br />
Özellikle emlak ve ev eşyaları sektöründeki ekonomik<br />
faaliyetleriyle ülkenin önemli zenginleri<br />
arasına giren ve Mübarek’e yakınlığı ile bilinen<br />
Ahmed Behget bir diğer önde gelen medya patronudur.<br />
Mısır’da özel televizyon lisansını alan<br />
ilk yatırımcılardan olan Behget, Dream kanalları<br />
ile özellikle devrim sonrası süreçte Müslüman<br />
Kardeşler karşıtı yayın politikasıyla öne çıkmaktadır.<br />
Al-Sabah gazetesi ise yine Behget’in medya<br />
faaliyetlerinden bir diğeridir.<br />
Sina Yarımadası’ndaki yatırımları ile ön plana<br />
çıkan ve Mübarek döneminde artan varlığını ülkedeki<br />
ilk özel televizyon lisanslarından birisiyle<br />
pekiştiren Hasan Rateb bir diğer medya patronudur.<br />
Sahibi olduğu Mihver grubu kanallarının<br />
devrim sırasında Mübarek karşıtı göstericileri<br />
Amerikan ve İsrail tarafından parayla tutulan<br />
haydutlar olduklarını iddia etmesi, grubun devrim<br />
sonrasında popülaritesini büyük anlamda yitirmesine<br />
yol açmıştır. Buna rağmen hitap ettiği<br />
bir taban olması ve Rateb’in ekonomik faaliyetleri<br />
için önemli işlevleri barındırmasından dolayı<br />
bu kanallar yayın hayatını devam ettirmektedir.<br />
Kasım ayındaki olaylar sırasında ve sonrasındaki<br />
anayasa referandumu sürecinde Mihver kanalları<br />
Mursi karşıtı yayınlarda en önde gelmiştir. 23<br />
Yukarıda belirtilen medya patronlarının dışında<br />
Kıpti işadamı Rada Edward’ın sahibi olduğu<br />
Dustour 24 , Mübarek rejimi istihbaratıyla yakın<br />
ilişkileri olduğu bilinen Mustafa Bakri’nin sahibi<br />
olduğu Al-Usbua ve İbrahim El-Muallim’in<br />
sahibi olduğu Shourouk gazetesi de iktidar karşıtı<br />
cephenin basılı medyada öne çıkan aktörlerindendir.<br />
Bununla birlikte Necip Sawiris, Tarik<br />
Nour ve Tawfik Okasa gibi medya patronları<br />
özellikle görsel medya alanında sahip oldukları<br />
kanallarla İslamcı hareket karşıtı kamuoyu oluşturulmasında<br />
büyük çaba sarf etmektedirler. 25<br />
Bütün bu sayılan medya organları Mısır’daki<br />
devlet dışı yayıncılığın %80-90’ını oluşturmaktadır.<br />
Muhalefete yakınlıkları ile bilinen bu medya<br />
sahipleri Mursi’ye ve İslamcı siyasete keskin<br />
86
İnceleme<br />
Muhalif grupların tabanları ve genç kadroları politik olarak aktif ve katılımcı bir yapıdadır. Mursi karşıtı gösterilerin Kahire ve<br />
İskenderiye gibi büyük şehirlerde yoğunlaşması da bu durumun bir göstergesidir.<br />
bir şekilde karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Kasım<br />
ayında Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı muhalefetin<br />
yoğunlaştığı dönemde daha da gün yüzüne<br />
çıktığı gibi bu yayın organlarının ortak paydası<br />
seküler ve liberal bir çizgide olmalarıdır. Ahmed<br />
Şefik ile Muhammed Mursi arasındaki seçim<br />
kampanyası sırasında olduğu gibi neredeyse<br />
bütün televizyon istasyonları açık bir şekilde<br />
Müslüman Kardeşler ve Başkan Mursi karşıtı<br />
bir yayın sergilemektedirler. Mesela olayların<br />
yoğunlaştığı 5-6 Aralık akşamlarında Başkanlık<br />
Sarayı önündeki çatışmalar sırasında birçok kanalda<br />
canlı yayına bağlananların neredeyse tümü<br />
Müslüman Kardeşleri suçlamakta ve olaylardan<br />
Özgürlük ve Adalet Partisi’ni sorumlu tutmaktaydı.<br />
Ancak daha sonra muhalefet liderlerinden<br />
bazılarının parayla tuttukları adamlarla gerilimi<br />
artırmaya ve anarşi ortamı yaratmaya çalıştıkları<br />
ortaya çıkmıştır. Yine bu günlerde muhalefete<br />
yakın birçok gazete ilk sayfasında büyük puntolarla<br />
yazılmış “Faşizm’e Hayır” sloganını taşımıştır.<br />
Ancak bu “absürd” benzetme Faşizmin ne olduğunu<br />
az çok bilen birisi için bile ancak gülünç<br />
olarak nitelendirilebilir. Öte yandan Müslüman<br />
Kardeşlerin bu noktadaki en büyük handikapı<br />
medya anlamında neredeyse hiçbir görünürlüğe<br />
sahip olmamasıdır. Devrimden sonra kurulan<br />
Mısır 25 kanalı ve birkaç gazete dışında İslamcı<br />
hareketi medya alanında temsil eden ciddi bir<br />
güç bulunmamaktadır. 26<br />
Yukarıda anlatılan iki ana nedenin yanında muhalefetin<br />
daha baskın ve etkin bir politika izlemesinin<br />
daha az önemli bir nedeni de liberal ve<br />
seküler çizgisi ile muhalefetin uluslararası kamuoyu<br />
ve siyasi aktörler nezdinde daha tercih<br />
edilir olmasıdır. Amerika, İngiltere, Almanya ve<br />
Fransa gibi önde gelen Batılı devletler yaptıkla-<br />
<br />
87
İnceleme<br />
rı açıklamalarda Cumhurbaşkanı Mursi’ye muhalefeti<br />
daha fazla sürece katması tavsiyesinde<br />
bulunmuşlar, İslamcı hareketin Mısır siyasetini<br />
domine etmemesi gerektiği gibi konulara vurgu<br />
yapmışlar ve muhalefetin kaygılarını desteklediklerini<br />
ifade etmişlerdir. Yine Batı medyasındaki<br />
analizlerin birçoğu olayları “Mısır İslamcı<br />
bir devlete mi dönüşüyor?” sorusu çerçevesinde<br />
açıklamaya çalışarak sorunun Mursi ve Müslüman<br />
Kardeşlerden kaynaklandığı varsayımını<br />
daha ön plana çıkarmışlardır.<br />
Dördüncü etken ise devrimi yapan ve şuan muhalif<br />
pozisyondaki grupların tabanlarının daha<br />
eğitimli ve şehirleşmiş olmaları söylenebilir. Seküler,<br />
liberal, sosyalist ve Kıpti olan bu gruplar<br />
geleneksel olarak Kahire, İskenderiye ve Mahalle<br />
El-Kübra gibi nüfus olarak büyük şehirlerde yoğunlaşmıştır.<br />
Buna ilaveten bu grupların sosyal<br />
seviyeleri ve gelir düzeyleriyle bağlantılı olarak<br />
eğitim düzeylerinin de daha yüksek olduğunu<br />
belirtebiliriz. Bunun bir sonucu olarak bu grupların<br />
tabanları ve genç kadroları politik olarak aktif<br />
ve katılımcı bir yapıdadır. Mursi karşıtı gösterilerin<br />
Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde<br />
yoğunlaşması da bu durumun bir göstergesidir.<br />
Bu durumun sağlamasını Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin<br />
sonuçlarına bakarak yapmak mümkündür.<br />
2012’deki seçimde Kahire’de en çok oyu<br />
Mübarek döneminin başbakanlarından Ahmed<br />
Şefik alırken, ikinci olarak da Hamden Sabbahi<br />
gelmiştir. Muhammed Mursi ise çok az bir farkla<br />
Amr Musa’nın önüne geçerek üçüncü sırada<br />
yer bulabilmiştir. Bir diğer ifadeyle Kahire’de ilk<br />
iki sırayı İslamcı olmayan adaylar almıştır. Bu da<br />
Kahire seçmeninin büyük oranda seküler-liberal<br />
çizgide olduğunun göstergesidir.<br />
Sonuç Yerine<br />
Devrim sonrası Mısır’ında son günlerde iktidar<br />
ile muhalefet arasındaki mücadelede saflar iyice<br />
belirginleşti. Ülkede tarafların kimi zaman kontrolü<br />
kaybettiği ve argümanların mesnetsiz biçimler<br />
alabildiği bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır.<br />
Mesela muhalefet Mursi’nin tüm Mısırlıları<br />
temsil etmediği iddiası ile Cumhurbaşkanı’nın<br />
görevini sorgulayabilmiştir. Ancak bu söylenirken<br />
hiçbir sistemde bir başkanın toplumun tüm<br />
kesimlerinin onayını almasının imkânsızlığı göz<br />
önüne alınmamıştır. Tabii bu sistem otokratik bir<br />
diktatörlük değilse. Mesela Fransa’da 2012’deki<br />
Başkanlık seçimlerinde Francois Hollande oyların<br />
%51,7’sini alıp Nicholas Sarkozy’yi geçmiş<br />
ve başkan seçilmiştir. Bu rakamlar tam da Mısır’daki<br />
başkanlık seçimlerindeki oranın aynısına<br />
karşılık gelmektedir. Ancak kimse Fransa’da<br />
Hollande’ın tüm Fransızları temsil etmediğini<br />
iddia ederek başkanlığını sorgulamamaktadır.<br />
Yine bir diğer başkanlık sistemi olan Amerika’da<br />
ise milyonlarca savaş karşıtına rağmen George<br />
W. Bush 2004’te oyların %50,7’sini alarak ikinci<br />
dönem başkan seçilebilmiştir. İslam dünyasında<br />
modelliği uzun süredir birçoklarınca teslim edilen<br />
Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan oyların<br />
sadece %34’ünü (2007’de %46, 2011’de %49) alarak<br />
iktidara gelmiştir. Bu çok basit bağlamda bile<br />
bakıldığında Mısır medyasında Mursi’nin tüm<br />
Mısırlıların başkanı olmadığı iddiası demokratik<br />
bir sistemde yadırganacak ve seçilmiş bir başkanın<br />
pozisyonunu sorgulatacak bir unsur olarak<br />
değerlendirilemez.<br />
Burada en önemli nokta muhalefetin muhalefetini<br />
demokratik yöntemler kullanarak ve siyaset<br />
kurumu içerisinde kalarak gerçekleştirmesidir.<br />
Bununla birlikte Mübarek dönemi kalıntıları ile<br />
işbirliği yapmanın muhalefete uzun vadede taban<br />
anlamında bir getirisi olmayacaktır. Nitekim<br />
bu işbirliğinin farkında olan Mısırlıların İslami<br />
siyasetten uzaklaşıp liberal-seküler muhalefete<br />
kayma olasılığı yok denilecek kadar azdır. Dolayısıyla<br />
Mısır muhalefeti devrimde oynadığı pozitif<br />
rolün devrim sonrası süreçte kendilerine taban<br />
desteği olarak yansımasını istiyorsa ekonomik<br />
ve sosyal programlarını ön plana çıkararak<br />
gözle görülür bir değişim gerçekleştirebileceğine<br />
Mısırlıları inandırmalıdır.<br />
Öte yandan İslamcı siyasetin önündeki en zorlu<br />
engel ülkede istikrarın sağlanarak ekonomik<br />
kalkınma sürecinin başlamasının güçlüğüdür.<br />
Bu gerçekleştiği takdirde Mısırlıların siyaset kurumuna<br />
olan inancı yavaş da olsa tesis edilecek<br />
ve ekonomik iyileşme seçim sandığına da olumlu<br />
bir şekilde yansıyarak Müslüman Kardeşler<br />
88
İnceleme<br />
için uzun vadede olumlu sonuçlar doğuracaktır.<br />
Ayrıca Mısırlıların istikrara olan inancının bir<br />
göstergesi olarak geçtiğimiz hafta gerçekleşen<br />
Anayasa referandumunda yüksek bir “evet” sonucunun<br />
alınmış olmasını söyleyebiliriz. Bu sonuç<br />
ayrıca Cumhurbaşkanı Mursi’ye ve İhvan’a<br />
olan güvenin seçmen nezdinde yeniden onaylanışı<br />
anlamına da gelmektedir.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
1 “Can Muslim Brotherhood Decide Egypt’s President?”, Al Arabiya, 28 March 2012.<br />
2 “Muslim Brotherhood Endorses Khairat Al-Shater As Presidential Candidate”, Egypt Independent, 31<br />
March 2012.<br />
3 “Profile: Egypt’s Khairat Al-Shater”, Al-Jazeera, 1 April 2012; Amira Howeidy, “Meet the Brotherhood’s<br />
Enforcer: Khairat El-Shater”, Ahram Online, 29 March 2012.<br />
4 Tarek El-Tablewy, “Egypt’s Secularists Criticize Brotherhood Presidency Run”, Bloomsberg, 2 April<br />
2012.<br />
5 Muhammed Fadel Fahmy, “10 Egyptian Presidential Candidates Disqualified”, CNN, 16 April 2012; Sherif<br />
Tarek, “Eliminated Presidential Contenders to Appeal Disqualification Decision”, Ahram Online, 15<br />
April 2012.<br />
6 Mostafa Ali, “Mohamed Morsi”, Ahram Online, 6 May 2012.<br />
7 “PROFILE: Egypt’s New PM Hisham Qandil”, Ahram Online, 27 July 2011.<br />
8 “Full Unofficial Results of Egypt’s Constitutional Referendum: A Visual Breakdown”, Ahram Online, 23<br />
December 2012.<br />
<br />
<br />
10 David D. Kirkpatrick, “Blow to Transition as Court Dissolves Egypt’s Parliament”, New York Times, 14<br />
June 2012.<br />
11 “Egypt Court Rejects Reinstatement of Dissolved Lower House of Parliament”, Ahram Online, 22 September<br />
2012; Ivan Watson, “Court Overrules Egypt’s President on Parliament”, CNN, 10 July 2012.<br />
<br />
13 “Morsi Dismisses Mubarak-era Prosecutor General Abdel-Meguid Mahmoud”, Ahram Online, 11 October<br />
2012.<br />
14 Nouran El-Behairy, “Prosecutor General Remains in Office”, Daily News Egypt, 13 October 2012; “Public<br />
Prosecutor: Only Assassination will Make Me Leave My Job”, Egypt Independent, 13 October 2012.<br />
15 Basil El-Dabh, “Muslim Brotherhood Calls for Million Man March”, Daily News Egypt, 11 October 2012;<br />
“Egypt Acquits ‘Camel Battle’ Defendants”, Al-Jazeera, 11 October 2012.<br />
16 “Egypt’s Judges Club Agrees to Oversee Constitutional Referendum”, Al Arabiya, 10 December 2012;<br />
“State Council Judges’ Club to Oversee Referendum with Preconditions”, Ahram Online, 10 December<br />
2012.<br />
17 “Egypt to Hold Referendum in Two Stages Due to Shortage of Judges”, Al Arabiya, 11 December 2012;<br />
<br />
2012.<br />
<br />
19 Emad Mekay, “TV Stations Multiply as Egyptian Censorship Falls”, Washington Post, 13 July 2011.<br />
20 Hanan Solayman, “Egypt’s Revolution Media: A Question of Credibility”, Emaj Magazine, 13 September<br />
2011.<br />
21 Mohammed Abdel Rahman and Mohammad Khawly, “Echoes of Mubarak Still Dominate Egypt’s Airwaves”,<br />
Al Akhbar, 27 January 2012.<br />
22 “Media Tycoons in Egypt”, Doha Center for Media Freedom, 30 May 2012.<br />
23 Emad Mekay, “TV Stations Multiply as Egyptian Censorship Falls”, Washington Post, 13 July 2011.<br />
24 Heba Afifiy, “Media Moguls Struggle to Keep Their Biases in Check”, Egypt Independent, 28 June 2012.<br />
25 “Media Strike Attempt to Settle Accounts by Former Regime Hangovers”, Ikhwan Web, 5 December<br />
2012.<br />
26 Sherine Abdel Moneim, “Egypt’s Broadcasting Industry Lacks Clarity”, Variety Arabia, 18 June 2012.<br />
<br />
89
İnceleme<br />
Meşruiyeti tartışmalı bir yargılama sürecinin ardından Tarık Haşimi’nin idama mahkum edilmesi Irak’a komşu ülkelerin büyük bir kısmında<br />
şiddetle eleştirilirken Türkiye’nin Haşimi’ye desteği, Maliki’nin büyük tepkisine neden oldu.<br />
2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin<br />
Beklentiler ve Olasılıklar<br />
Prospects and Expectations for Turkish Iraq Relations in 2013<br />
Serhat ERKMEN<br />
Abstract<br />
Turkish Iraqi relations have deteriorated in 2012. The relations which is its worst shape in post Saddam<br />
Hussein era have been affected by several factors. It can be assumed that most important factors that affect<br />
two countries’ relations are the reflection of changing political environment in Iraq and the developments<br />
in Syria. In this context, it will be over optimistic approach if one assumes that this relation would improve<br />
in 2013. Especially, the rising political tension before the general elections which will be hold in 2014 and<br />
energy issue can cause more escalation in the relations between Turkey and Iraq.<br />
Keyword: Turkey, Iraq, Energy, Syria, Northern Iraq<br />
90
İnceleme<br />
<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
Özet<br />
Türkiye-Irak ilişkileri 2012 yılında büyük yaralar<br />
aldı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden beri en<br />
sorunlu dönemini yaşayan ilişkinin bu hale gelmesinde<br />
pek çok faktör rol oynuyor. Bu faktörler<br />
arasında en önemlilerinin Irak iç politikasında<br />
yaşanan değişimin ilişkilere yansıması ve Suriye’deki<br />
gelişmeler olduğu ileri sürülebilir. Bu<br />
çerçevede 2013 yılında da ilişkilerin düzeleceğini<br />
beklemek fazlasıyla iyimserlik olacaktır. Özellikle<br />
2014’te yapılacak genel seçim öncesi siyasi<br />
atmosferdeki gerilimin yükselmesi ve enerji boyutu<br />
ilişkinin daha sorunlu hale gelmesine neden<br />
olabilir.<br />
Giriş<br />
Geride bıraktığımız yıl Türkiye-Irak ilişkileri<br />
açısından hiç de parlak geçmedi. 2010 yılında<br />
yapılan seçimlerin ve sonrasındaki 9 aylık hükümet<br />
kurma sürecinin ardından göreli olarak bozulmaya<br />
başlayan Türkiye-Irak ilişkileri, 2012’ye<br />
Tarık Haşimi krizinin gölgesinde girdi. Meşruiyeti<br />
tartışmalı bir yargılama sürecinin ardından<br />
Tarık Haşimi ve bazı yardımcılarının idama<br />
mahkum edilmesi Irak’a komşu ülkelerin büyük<br />
bir kısmında şiddetle eleştirilirken Türkiye’nin<br />
Haşimi’ye desteği Başbakan Nuri Maliki’nin büyük<br />
tepkisine neden oldu. 1 Baştan itibaren Haşimi<br />
olayı ne Türkiye ne Maliki açısından kişisel<br />
bir sorun olarak görüldü. Türkiye Haşimi olayını<br />
Irak’taki Sünni Araplar üzerinde bir baskı kurarak<br />
Maliki’nin otoriter bir yönetim kurma çabasının<br />
bir parçası ve ülkenin toprak bütünlüğünü<br />
sağlamak için hayati olarak görülen Sünni Arapların<br />
sistem içindeki mevcudiyetine yönelik bir<br />
darbe olarak algıladı. 2 Maliki ise Türkiye’nin tutumunu<br />
kendi iktidarını tüm Irak geneline yaymasının<br />
önündeki temel engel olarak gördü.<br />
Aslında Türkiye ile Irak hükümeti arasındaki ilişkilerin<br />
bozulmasının hikayesi 2008’in ikinci yarısına<br />
kadar geri götürülebilir. Maliki’nin iç politikada<br />
her geçen gün güçlenmesi Ankara’nın başlangıçta<br />
memnuniyet duyduğu bir olgu olmasına<br />
rağmen diğer Iraklı siyasi grupların Maliki’nin<br />
aşırı otoriter tavırlarından şikayetleri ilk endişelerinin<br />
yavaş yavaş filizlenmesine yol açmıştı.<br />
2009 yılının Ocak ayındaki Vilayet Meclisi seçiminden<br />
özellikle ülkenin güneyinde gücünü pekiştirerek<br />
çıkan Maliki ile Türkiye’nin arası yine<br />
de bir süre daha olumlu bir çizgide ilerledi. Hatta<br />
Eylül 2009’da Türkiye’de yapılan ortak bakanlar<br />
kurulu toplantısından sonra Ekim ayında Başbakan<br />
Recep Tayyip Erdoğan’ın beraberinde kalabalık<br />
bir heyetle Bağdat’a yaptığı gezi, ilişkilerde<br />
bir bahar havası esmesine neden olmuştu. Türkiye<br />
ile Irak arasında tek seferde imzalanan en çok<br />
anlaşma bu gezi sırasında gerçekleşti. Özellikle<br />
ekonomik alanda iki ülke ilişkilerinin zirveye<br />
ulaşması bekleniyordu. Fakat 2010 yılının Mart<br />
ayında yapılan seçimler öncesi Irak’ta değişmeye<br />
başlayan siyasi dengeler son iki yıllık gerginliğin<br />
ilk sinyallerini verdi. Türkiye’nin Irak’ta istikrarı<br />
sağlamak için anahtar konumda olduğuna inandığı<br />
Sünni Arapları tek bir çatı altında toplama<br />
çabası Maliki ile Türkiye arasındaki gerginliğin<br />
ilk ciddi adımı oldu.<br />
<br />
91
İnceleme<br />
Hükümet kurulduktan sonraki 1 yıl içinde de<br />
ilişkiler kademeli olarak gerginleşti. Basının gündeminde<br />
fazla yer bulmasa bile aslında 2010 yılının<br />
ikinci yarısından itibaren Türkiye ile Irak<br />
merkezi hükümetinin daha doğrusu Maliki’nin<br />
arası bozulmaya başlamıştı. 2011 yılının sonları,<br />
ilişkilerdeki bozulmanın açığa çıkmasına neden<br />
oldu. Irak Başbakanı Nuri Maliki’nin Türkiye’nin<br />
eski Bağdat Büyükelçisini suçlamasından sonra<br />
gerginlik daha da tırmandı. Çok kısa bir süre<br />
sonra ise Tarık Haşimi krizi ortaya çıktı.<br />
2012’nin başına bu atmosferde girildikten sonra<br />
yıl boyunca pek çok kez iki ülke ilişkileri gerildi.<br />
Bu gerginliğin temelinde iki boyut bulunuyordu.<br />
Birinci boyut Irak içindeki siyasal dengelerin<br />
değişmesiydi. Kürtler ile bazı Sünni Şii Arap<br />
partileri Başbakan Maliki’nin aşırı merkeziyetçi<br />
eğilimlerine karşı bir destek arayışına girdiler. Bu<br />
arayışta Maliki karşısındaki cephenin en büyük<br />
destekçisi Türkiye oldu. 2012 yılında Kürdistan<br />
Bölgesel Yönetimi’nin Başbakanı Neçirvan<br />
Barzani ve Başkanı Mesut Barzani’nin yansıra,<br />
Maliki’ye mesafeli duran Irak Parlamentosu Başkanı<br />
Usame Nuceyfi, Irakiye Listesi’nin lideri<br />
Eyad Allavi ve Irak İslami Yüksek Konseyi Başkanı<br />
Ammar El Hekim gibi pek çok üst düzey Iraklı<br />
siyasetçi Türkiye’yi ziyaret etti. Buna karşılık<br />
Türkiye’den Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,<br />
Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Ticaret Bakanı Zafer<br />
Çağlayan 3 Kuzey Irak’a son derece kritik ziyaretler<br />
gerçekleştirdi. Ancak bu süreçte Bağdat ile<br />
ilişkilerde önceki yıllardaki sakin hava ve olumlu<br />
gelişmeler tersine döndü. Türkiye ile Irak’ın 17-<br />
18 Eylül 2009 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşen<br />
ortak bakanlar kurulu toplantısından<br />
bir ay sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />
başkanlığındaki bir heyet Bağdat’a giderek 48<br />
adet anlaşma imzalamasına rağmen 2012 yılında<br />
Türkiye’den Bağdat’a tek resmi ziyaret gerçekleşmedi.<br />
4<br />
2012 yılının Nisan ayında ilişkiler şaşırtıcı ölçüde<br />
gerginleşti. Başbakan Erdoğan’ın Maliki’yi<br />
bencil bir tutum takınmak, Sünni-Şii ve Kürtler<br />
arasındaki anlaşmazlıkları ateşlemekle eleştirmesinin<br />
ardından Irak Başbakanı Nuri Maliki,<br />
basına “Türkiye düşman ülke haline geliyor”<br />
şeklinde bir demeç verdi. 5 Bu demece Başbakan<br />
Erdoğan’ın “kötü söz sahibine aittir” şeklinde yanıtlamasından<br />
sonra iki ülke arasında bir nota<br />
krizi yaşandı. 6 Ancak ikili ilişkileri asıl geren olay<br />
Temmuz ayında yaşandı. Başbakan Maliki’ye yönelik<br />
parlamentoda başlatılmaya çalışılan güvensizlik<br />
oylaması girişimine Suudi Arabistan, Ürdün<br />
gibi ülkelerle birlikte Türkiye’nin de destek<br />
olması ilişkileri daha da gerginleştirdi. Temmuz<br />
ayındaki girişimden yara almadan çıkan Maliki,<br />
Türkiye’ye karşı tavrını daha da sertleştirdi.<br />
Bu arada Suriye’nin kuzeyinde bazı Kürt yerleşimlerinin<br />
PYD tarafından kontrol edilmeye<br />
başlamasının ardından Dışişleri Bakanı Ahmet<br />
Davutoğlu’nun Kuzey Irak’a bir ziyaret gerçekleştirmesi<br />
tansiyonu daha yükseltti. 7 Davutoğlu’nun<br />
ziyareti sırasında Erbil’den Kerkük’e geçmesi<br />
Irak hükümeti tarafından tepkiyle karşılandı.<br />
Hatta Irak hükümeti meseleyi egemenlik boyutuna<br />
taşıdı ve Türkiye’nin Kuzey Irak’taki yönetim<br />
ile doğrudan ilişki kurmasını eleştirdi. 8 Nitekim<br />
kısa bir süre sonra Ramazan Bayramı’nı<br />
Kerkük’te geçirmek isteyen MHP lideri Devlet<br />
Bahçeli’ye Irak hükümeti vize vermedi ve ziyaret<br />
gerçekleşmedi. 9<br />
Eylül ayında ise Irak hükümeti Türkiye’yi<br />
PKK’yla mücadelesi çerçevesinde Kuzey Irak’ta<br />
bulundurduğu askeri üsler ve sınır ötesi operasyonları<br />
bağlamında ağır bir biçimde eleştirmeye<br />
başladı. Bazı milletvekilleri Türk uçaklarını<br />
vurmaktan bahsederken 10 Türkiye bu eleştirileri<br />
ciddiye almadı, tersine Irak’ta üslenen terör örgütüne<br />
yönelik sınırötesi operasyonlara yönelik<br />
tezkereyi bir yıl daha uzattı. 11 Son olarak tartışmalı<br />
bölgelerde Iraklı Kürtler ile Maliki arasındaki<br />
sürtüşmede Türkiye Maliki’nin faaliyetlerini<br />
ülkede istikrarsızlığı artırıcı ve iç savaşa götüren<br />
bir politika olarak nitelerken, Maliki’nin tepkisi<br />
Türkiye içişlerimize müdahale ederse biz de<br />
ederiz türünden oldu. 12 Bu restleşmeden kısa bir<br />
süre sonra Kuzey Irak’ta bir Enerji Konferansı’na<br />
giden Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın uçağının inmesi<br />
Irak hükümeti tarafından engellendi.<br />
92
İnceleme<br />
Maliki’ye mesafeli duran Irak Parlamentosu Başkanı Usame Nuceyfi, Irakiye Listesi’nin lideri Eyad Allavi ve Irak İslami Yüksek Konseyi<br />
Başkanı Ammar El Hekim gibi pek çok üst düzey Iraklı siyasetçi Türkiye’yi ziyaret etti.<br />
Tüm bu gelişmeler Irak içindeki siyasal dengenin<br />
değişmesine karşı Türkiye’nin yeni bir tutum takınmasıyla<br />
bağlantılı olduğu kadar Türkiye’nin<br />
Iraklı Kürtlerle özel ekonomik ilişkiler geliştirmesiyle<br />
de yakından ilişkilidir. Türkiye-Irak ilişkilerinde<br />
ticaret rakamları rekor kırarken rakamlar<br />
aslında Türkiye’nin gittikçe Kuzey Irak merkezli<br />
bir ekonomik ilişkiye sahip olduğunu gösteriyor.<br />
2012 yılının Ekim ayı itibarıyla Türkiye’nin Irak’a<br />
ihracatı 8.716.585 dolar iken Irak’tan yapılan<br />
ithalat yaklaşık 129 milyon dolar olarak görünmektedir.<br />
13 Ancak son zamanlarda yapılan çalışmalar<br />
Türkiye’nin asıl ticaretinin KBY ile olduğunu<br />
göstermektedir. 14 Türkiye’nin Irak’ın geri<br />
kalanında beklenen ekonomik atılımı yapamamasının<br />
ardında büyük ölçüde Maliki’nin engellemelerinin<br />
önemli bir rol oynadığı söylenebilir.<br />
Fakat yine de Türkiye’nin Iraklı Kürtler ile ekonomik<br />
ilişkilerini gözden geçirmesine ve enerji<br />
politikasını değiştirmesine neden olan gelişme<br />
2011 yılının Kasım ayında yaşanmıştır. Dünyanın<br />
en büyük petrol şirketi olarak kabul edilen Exxon<br />
Mobil’in Irak hükümetinin tüm itirazlarına<br />
rağmen “tartışmalı bölgede” Kürdistan Bölgesel<br />
Hükümeti’ni muhatap alarak bir petrol anlaşması<br />
imzalaması Türkiye için dönüm noktası oldu.<br />
Bu tarihe kadar KBY’de yaklaşık 40 kadar küçük<br />
ve orta ölçekli petrol şirketi faaliyet gösteriyordu.<br />
Fakat dünyanın en büyük şirketinin bölgeye<br />
girmesinin hemen ardından diğer petrol şirketlerinin<br />
de bölgeyle ilgilenme haberleri gelmeye<br />
başladı. Başlangıçta Irak hükümetinin itirazları<br />
bazı büyük çaplı şirketlerin hareket etmemesine<br />
neden olsa da kısa sürede diğer büyük şirketlerin<br />
<br />
93
İnceleme<br />
Türkiye açısından Kerkük’te olası bir çatışma Türkmenlerin geleceği ve olası bir çatışmanın Irak’ın geri kalanına yansıması<br />
sonucunda ortaya çıkabilecek parçalanma nedeniyle önemlidir.<br />
Exxon Mobil’i izleyeceği belli oldu. Bu tarihten<br />
sonra hızla diğer çokuluslu petrol şirketlerinin<br />
Kuzey Irak’a gireceğinin kesinleşmesi Türkiye<br />
için yeni bir stratejik enerji kararı almasına neden<br />
oldu. Uzun süreden beri Türkiye’nin küçük<br />
çaplı özel şirketleri Kuzey Irak’ta enerji kaynaklarını<br />
işletmelerine rağmen Türkiye resmi olarak<br />
KBY’deki enerji ilişkilerinden uzak duruyordu.<br />
Exxon Mobil’in KBH ile yaptığı anlaşmadan sonra<br />
ise Türkiye iki yönlü bir karar aldı. Bu kararın<br />
bir yönü Türkiye ile Kuzey Irak arasında yeni bir<br />
boru hattı inşa edilerek Kuzey Irak’tan petrol ve<br />
doğal gazı Türkiye’ye ve oradan dünyaya taşımaya<br />
yönelikti. Kararın ikinci boyutu ise Türkiye’nin<br />
resmi enerji şirketlerinin Kuzey Irak’a girmesiydi.<br />
15 Türkiye, Irak hükümetinin kara listesine<br />
girmemek için bu sorunu BOTAŞ altında yeni<br />
bir şirket açarak çözmeye çalıştı. Bu karar hala<br />
uygulamaya geçirilmese de Neçirvan Barzani’nin<br />
ziyaretleriyle de görüldüğü gibi Türkiye açıkça<br />
siyasi olarak Kuzey Irak’taki yeni enerji devrimini<br />
desteklemeye başladı. Yıllar boyunca Kerkük<br />
petrollerine ve KBH’nin petrol konusundaki<br />
konumuna, bağımsız Kürt devletine giden yolda<br />
önemli unsurlar olarak gördüğü için karşı çıkan<br />
Türkiye’nin stratejik ve ekonomik nedenlerle bu<br />
politikadan vazgeçmesi Irak merkezi hükümeti<br />
ile ilişkilerin daha da gerilmesine neden oldu.<br />
2013 için Beklentiler<br />
2012’nin kötü mirasıyla yeni bir yıla girilirken<br />
Türkiye-Irak ilişkilerinin geleceği hakkında iyimser<br />
olmak güç olacaktır. 2013 için Türkiye-Irak<br />
ilişkilerini etkileyecek faktörler olarak şunlar sayılabilir:
İnceleme<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
1. Irak’ta Nisan 2013’te Yapılması Beklenen Yerel<br />
Seçimler: Irak parlamentosunun aldığı karar<br />
uyarınca 20 Nisan 2013’te KBH ve Kerkük dışındaki<br />
14 vilayette Vilayet Meclisi seçimleri yapılması<br />
beklenmektedir. 16 Bu seçimler hem ülke<br />
içindeki güç dengesinin belirginleşmesi hem de<br />
özellikle “tartışmalı bölgeler”deki durumun netleşmesi<br />
açısından önemli olacaktır. Vilayet Meclisi<br />
seçimlerinde ortaya çıkacak tablo özellikle<br />
Musul, Selahattin ve Diyala vilayetleri bağlamında<br />
KBH-Bağdat ilişkilerini yeni bir aşamaya<br />
taşıyacak olması açısından önemli olacaktır. Seçim<br />
sonucunda yeni Vilayet Meclislerinin oluşması<br />
bu şehirlerdeki güç dengesinin başkentten<br />
yana mı yoksa Maliki karşıtı gruplardan yana mı<br />
olacağını gösterecektir. Fakat daha önemlisi, bu<br />
bölgeler seçimden önce ciddi bir çatışma ve güvenlik<br />
sorunuyla karşı karşıya kalabilirler. Daha<br />
önceki seçim öncesi tecrübelerin de gösterdiği<br />
üzere Irak’ta birbirini sindirmek isteyen siyasal<br />
partiler dolaylı olarak şiddet sarmalıyla ilişkili<br />
hale gelebilmektedir. Bunun yanı sıra “tartışmalı<br />
bölgeler”de Kürtler ile merkezi hükümet arasında<br />
seçimin öncesinde yeni ve hatta geçmişte<br />
olduğundan daha şiddetli olaylar küçük ve orta<br />
çaplı çatışmalar yaşanması mümkündür. Nitekim<br />
Kasım ve Aralık 2012’de Diyala, Selahattin<br />
ve Kerkük üçgeninde Irak ordusu ile peşmergeler<br />
arasında yaşanan küçük çaplı çatışma ve mücadeleler<br />
bu olasılığın küçümsenmemesi gerektiğini<br />
göstermektedir. Bu olayların ardından Türkiye<br />
ile Irak merkezi hükümeti arasındaki ilişkilerin<br />
gerilmesinin de gösterdiği gibi gelecekte bu türden<br />
gelişmelerin yaşanması Türkiye-Irak ilişkilerini<br />
daha da gerginleştirecektir. Son günlerde<br />
Kerkük ve civarında yaşanan gelişmelerin de<br />
ortaya koyduğu gibi Türkiye, Irak’ın yeni bir çatışmaya<br />
sürüklenmesinden ciddi rahatsızlık duymaktadır.<br />
Bu nedenle Irak’ın bu bölgelerindeki<br />
yerel seçim sonuçlarının yaratacağı yeni siyasal<br />
dengeler ve seçim öncesi/sonrası çatışmalar iki<br />
ülke arasındaki gelişmeleri etkileyecek en önemli<br />
faktörlerden birisi olacaktır. Ayrıca, Maliki’nin<br />
yerel seçimlerden güçlenerek çıkması 2014’te<br />
yapılacak genel seçim öncesinde kendisini daha<br />
fazla güvende hissetmesi ve Türkiye’ye karşı<br />
daha sert bir söylem kullanmasına neden olabilir.<br />
2. Enerji İlişkileri: 2013 büyük bir olasılıkla Türkiye-Irak<br />
enerji ilişkilerinde bir dönüm noktası<br />
olacaktır. Türkiye, Irak’ın yeniden inşası sürecinde<br />
enerji ilişkilerine önem verse de şu ana<br />
kadar resmi olarak TPAO’nun ancak bazı sahalarda<br />
kazanımlar elde ettiği görülmektedir. Fakat<br />
2013’ün özellikle Türkiye’nin Kuzey Irak’ta enerji<br />
yatırımlarına resmi olarak başlayacağı yıl olması<br />
beklenebilir. Hâlihazırda faaliyet gösteren özel<br />
şirketlerin yanı sıra Türkiye’nin resmi petrol şirketinin<br />
Kuzey Irak’ta boy göstermeye başlaması<br />
Ankara-Bağdat ilişkilerini yeni bir gerginlik aşamasına<br />
taşıyabilir. Buna, planlanan boru hattının<br />
eklenmesi kısa vadede çok güç görünmektedir.<br />
Fakat Türkiye’nin KBH ile doğrudan petrol ilişkisine<br />
geçme kararı Kürtleri kuvvetlendireceği<br />
gibi Bağdat’ta tehlike çanlarının çalmasına neden<br />
olacaktır. Bu nedenle 2013’te ilişkileri belirleyecek<br />
en önemli faktörlerden birisinin enerji<br />
boyutu olacağı söylenebilir.<br />
<br />
95
İnceleme<br />
3. Bölgesel Gelişmeler: İki ülke arasındaki ilişkilerin<br />
gerilmesinin en önemli nedenlerinden birisi<br />
de Ankara ve Bağdat’ın Suriye konusunda açıkça<br />
farklı ve hatta zıt politikalar izlemesidir. Türkiye,<br />
Beşar Esad Yönetimi’nin baskıcı ve halkını katleden<br />
politikalarına karşı muhalefetin yanında yer<br />
alırken Maliki hükümeti Esad Yönetimi’ne destek<br />
vermektedir. Hatta İran’ın Suriye’ye yardım<br />
için açıkça Irak’ı kullandığı ileri sürülmektedir. 17<br />
İki hükümet arasındaki Suriye konusundaki uzlaşmazlık<br />
2013 yılında daha da güçlenerek sürecektir.<br />
Özellikle Esad Yönetimi’nin devrilmesi<br />
halinde Suriye’de ortaya çıkabilecek yeni durum<br />
iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerecektir.<br />
Suriye’deki çatışmaların artması tüm bölgeyi<br />
gererken, Ankara-Bağdat ilişkilerinin bundan<br />
uzak kalması mümkün görünmemektedir. Dahası,<br />
Suriye’de yaşanabilecek ani bir kırılma ve<br />
çöküş aşamasında iki ülkenin karşı pozisyonlar<br />
takınması ilişkileri kötüleştirecektir. Suriye’nin<br />
yanı sıra altı çizilmesi gereken bir diğer faktör<br />
de İran-Türkiye ilişkileridir. Hiçbir ülke tarafından<br />
açıkça dile getirilmese de Irak’ın içindeki<br />
siyasal dengelerin değişimi ve Ankara-Bağdat<br />
gerilimi Ortadoğu’daki pek çok aktör tarafından<br />
Türkiye-İran ilişkilerinin bir parçası olarak algılanmaktadır.<br />
Irak’ta 2010 yılında yapılan seçimi<br />
birincilikle tamamlayan Irakiye Listesi’ne yakın<br />
partiler ve siyasetçiler Türkiye’ye yakın olarak tanımlanırken<br />
pek çok Şii partinin ve koalisyonun<br />
da İran’ın etkisinde olduğu kabul edilmektedir.<br />
Bu bağlamda Irak’ın içinde yaşanan gelişmeler<br />
bir anlamda Türkiye ve İran arasındaki bölgesel<br />
rekabetin bir uzantısı olarak görülmektedir. Bu<br />
nedenle 2013’te Türkiye-İran arasındaki bölgesel<br />
rekabetin devam etmesi bir ölçüde Ankara-Bağdat<br />
ilişkilerini etkileyecektir.<br />
4. Kerkük Sorunu: 2013 yılı Kerkük’ün yeniden<br />
Irak’ın ve Ortadoğu’nun gündemine yerleşeceği<br />
yıl olabilir. 2000’lerin ortasında gerek taşıdığı<br />
potansiyel çatışma riski gerekse nasıl çözüleceğine<br />
ilişkin çözüm arayışları nedeniyle pek çok<br />
kez gündeme gelen Kerkük, Türkiye için Irak politikasının<br />
en önemli konuları arasındadır. 2013<br />
yılında Kerkük’ün gündeme gelmesi pek çok şekilde<br />
olabilir. Bu biçimlerden birisi Kerkük’te seçimin<br />
yapılması ya da yapılmamasıyla ilişkili olacaktır.<br />
Kerkük’te seçimin yapılmaması halinde<br />
2009 yılından sonra ikinci kez şehirdeki duruma<br />
ilişkin çözüm şansı ertelenmiş olabilir. Açıkçası<br />
Kerkük’te seçim yapılması bir ölçüde çözümün<br />
ilk adımını da oluşturabilir ya da daha büyük<br />
bir çatışmanın fitilini de ateşleyebilir. Şu anda<br />
Kerkük’te seçim yapılması için düğümlenen nokta<br />
seçmen kütüklerine ilişkindir. Kürtler, seçimin<br />
yeni kayıtlara göre yapılmasını savunurken Türkmenler<br />
ve Araplar 2003 sonrasında şehre yerleştirilen<br />
Kürtlerin bu şehirde oy vermesine karşı<br />
çıkmaktadır. Bu sorun sadece seçime ilişkin bir<br />
anlaşmazlık değil gelecekte Kerkük’ün kaderinin<br />
belirlenmesi için yapılabilecek bir referandumun<br />
da kaderini etkileyeceğinden şehrin nihai geleceğinin<br />
belirlenmesinde en önemli kilit noktasıdır.<br />
Bu durumda şehirde seçimin yapılması ya<br />
da yapılmaması şehrin kaderini etkileyebileceği<br />
gibi Ankara-Bağdat-Erbil ilişkilerinin kaderini<br />
de etkileyecektir. Kerkük’te seçimin yanı sıra seçim<br />
öncesi veya sonrası yaşanabilecek çatışmalar<br />
da Türkiye-Irak ilişkilerini etkileme potansiyelini<br />
güçlü bir biçimde taşımaktadır. Özellikle Irak<br />
ordusu ile KBY’ye bağlı peşmerge güçleri arasında<br />
yaşanacak olan çatışma durumu Türkiye’yi<br />
rahatsız edecektir. Türkiye açısından Kerkük’te<br />
olası bir çatışma Türkmenlerin geleceği ve olası<br />
bir çatışmanın Irak’ın geri kalanına yansıması<br />
sonucunda ortaya çıkabilecek parçalanma nedeniyle<br />
önemlidir.<br />
Sonuç<br />
Türkiye-Irak ilişkilerinde sancılı geçen 2012 yılından<br />
sonra 2013 de pek olumlu sinyaller vermemektedir.<br />
Özellikle yapılacak Vilayet Meclisi<br />
seçimi sonucuna bağlı olarak ülkede yaşanabilecek<br />
gerginliğin Ankara-Bağdat ilişkilerine olumsuz<br />
yansıması güçlü bir olasılıktır. Buna karşılık<br />
2013’ün özellikle Ankara-Erbil ilişkileri açısından<br />
olumlu gelişmelere sahne olması beklenebilir.<br />
Türkiye’nin Kuzey Irak’ta enerji alanında yapabileceği<br />
yeni atılımlar Türkiye ile Iraklı Kürtler<br />
arasındaki ilişkiyi yeni bir boyuta taşıyabilecek<br />
niteliktedir. Ancak yine de Türkiye’nin hem Erbil<br />
hem de Bağdat ile ilişkilerinde nihai belirleyicinin<br />
istikrar olduğunu hatırlatmak yararlı olacaktır.<br />
Ankara, Kuzey Irak’taki enerji çıkarları ne<br />
olursa olsun Kerkük’ün statüsünde ülkeyi kaosa<br />
sürükleyecek bir gelişmeye olumlu bakmayacaktır.<br />
O<br />
96
İnceleme<br />
DİPNOTLAR<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
7 “Kuzey Irak’ta gündem Suriye”, <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
07 Ey-<br />
<br />
<br />
<br />
97
İnceleme<br />
Anayasanın 140. maddesinde, açık olarak “ihtilaflı bölge” tabiri kullanılmışsa da esas itibariyle Kerkük kastedilmekteydi.<br />
Irak’ta İhtilaflı Bölgeler ve Türkmenler<br />
Disputed Areas and Turkmens in Iraq<br />
Mahir NAKİP<br />
Abstract<br />
According to the Iraqi constitution (Article 140), The only area mentioned as a disputed territory is Kirkuk.<br />
However, the Kurds also add Tuzmurmatı, Haneqin, Mendeli, Bashiqa, Aqra and Sinjar to the disputed areas.<br />
The dispute seems to be between Arabs and Kurds. But Turkmens constitute the majorities in these areas.<br />
For sure, the most peaceful and inoffensive community in the so-called disputed areas is the Turkmens. The<br />
clearest manifestation of this is that many innocent Turkmens died during the latest bomb explosions in<br />
the disputed areas. Turkmen politicians suggest that a multi-ethnic security force be formed in the disputed<br />
areas. This offer was accepted by Maliki, but rejected by Barzani. Barzani insists that these regions are not<br />
disputed areas, but have been cut off from Kurdistan by force. Turkey has not changed its Kirkuk policy and<br />
wants to see the city consist of three ethnic groups: Turkmens, Arabs and Kurds. This view is also shared by<br />
the Turkmens. However, it seems that Turkey has not paid enough attention to the Turkmen issue over last<br />
three years. Unarmed and pacifist Turkmens need a protector that will shield them against the danger of any<br />
ethnic conflict between Arabs and Kurds.<br />
Keywords: Iraq, Iraqi Turkmens, Kirkuk<br />
98
İnceleme<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
katmak mümkündür.<br />
Özet<br />
Irak Anayasası’nda (140. Madde) tartışmalı bölge<br />
olarak söz edilen tek yer Kerkük’tür. Ancak<br />
Kürtler; Tuzhurmatu, Hanekin, Mendeli, Başhika,<br />
Akra ve Sincar’ı da tartışmalı bölgelere<br />
dahil etmişlerdir. Görünen o ki, bu anlaşmazlık<br />
yalnızca Araplar ve Kürtler arasında yaşanmaktadır.<br />
Ancak Türkmenler söz konusu bölgelerde<br />
çoğunluğu teşkil etmektedirler. Şüphesiz ki bu<br />
bölgelerdeki en mazlum topluluk Türkmenlerdir.<br />
Bunun en bariz kanıtı ise son patlamalardır, çok<br />
sayıda masum Türkmen son patlamalarda hayatını<br />
kaybetti. Türkmen siyasetçiler, her bölgeden<br />
etnik grupların katılacağı bir güvenlik gücü kurma<br />
önerisinde bulunmuşlardır. Öneri Maliki tarafından<br />
kabul edilirken Barzani tarafından reddedilmiştir.<br />
Barzani, buraların sadece tartışmalı<br />
bölge olmakla kalmayıp Kürdistan’dan zor kullanılarak<br />
ayrıldığını iddia etmektedir. Türkiye Kerkük<br />
politikasında bir değişikliğe gitmemekte ve<br />
Kerkük’ü Türkmenler, Araplar ve Kürtler olmak<br />
üzere üç etnik gruptan oluşan bir şehir olarak<br />
görmek istemektedir. Bu görüş Türkmenlerce de<br />
onaylanmaktadır. Ne var ki, görünüşe göre Türkiye<br />
Türkmen meselesini son üç yıldır ihmâl etmektedir.<br />
Birilerinin silahsız Türkmenleri Araplar<br />
ve Kürtler arasında çıkabilecek muhtemel bir<br />
çatışmadan koruması gerekmektedir.<br />
Neden ve Nasıl İhtilaflı Bölgeler?<br />
2004 yılında Irak anayasası hazırlanırken iki taraf<br />
öne çıkmıştı: Şiiler ve Kürtler. Sünniler görünüşte<br />
masada idi; esas yoğunlukları, yer altına inerek<br />
silahlı mücadeleyi tercih etmişti. Türkmenler ise<br />
masada olmakla beraber ne hacimlerine uygun<br />
temsil, ne de üçüncü taraf olarak kabul ediliyordu.<br />
Bu dışlamayı, 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin Türk<br />
Parlamentosu’nda reddedilmesine ve faturanın<br />
o tarihlerde Türkiye’nin himayesinde görünen<br />
Türkmenlere kesilmesine bağlamak yanlış değildir.<br />
50 küsur kişiden oluşan Anayasa Komisyonu’nun<br />
iradesi dışında ve kapalı kapılar ardında Şiiler ve<br />
Kürtler arasında pişirilen meselelerden biri de<br />
“ihtilaflı bölgeler” meselesi idi. Anayasanın 140.<br />
maddesi, Kürtler tarafından masaya “şart olarak”<br />
getirilmişti ve hukukiliği tartışmalı olan ihtilaflı<br />
bölgeleri ihtiva etmekteydi. Başta Kerkük olmak<br />
üzere bütün ihtilaflı bölgelerde önce normalleştirme<br />
sonra nüfus sayımı yapılacak ve 31 Aralık<br />
2007’de de referandumla bölgelerin kaderleri<br />
belli olacaktı. Bu maddenin açık ve gizli yanları<br />
vardı. Açık olan yanı, “ihtilaflı bölge” tabiri genel<br />
olarak kullanılmışsa da esas itibariyle Kerkük’ü<br />
kastetmesiydi. Gizli olan yanları da ihtilafın<br />
Kürtlerle Araplar arasında olduğu ve Kerkük dışında<br />
kalan bölgelerin zikredilmemesiydi. Yani,<br />
ihtilafın içinde Türkmenler yok sayılıyordu ve ihtilafın<br />
kapsam alanı istendiğinde genişletilebilirdi.<br />
Nitekim Kürtler ihtilaflı bölgeleri Kerkük’ün<br />
tamamı; Musul’un Başika, Akra, Sincar, ilçeleri;<br />
Selahattin’nin Tuzhurmatu ilçesi ve Diyala’nın da<br />
Hanekin ilçesi ile Mendeli bucağı olarak tanımlıyordu.<br />
Aslında Kerkük’ün dışında diğer şehirlerin<br />
ihtilaflı bölge olduğuna dair hiçbir belge ve<br />
anlaşma yoktur. Musul’un üç ilçesi hariç diğer<br />
ihtilaflı yerlerin en büyük müştereği Türkmen<br />
<br />
99
İnceleme<br />
ağırlıklı olmasıdır. Kerkük, Tuzhurmatu, Hanekin<br />
ve Mendeli bölgeleri 50 yıl içerisinde demografik<br />
yapısı planlı şekilde değiştirilmiş Türk yerleşim<br />
bölgeleridir. Bunlara Altunköprü ve Kifri<br />
şehirlerini de katmak mümkündür.<br />
2007 yılında artık Sünniler, Türkiye’nin de katkısı<br />
ile siyasi sürece katılmışlar ve üçüncü güç olarak<br />
hak ettikleri yeri almışlardı. Bu arada ihtilaflı<br />
bölgeler için çizilen vade gelip çatmıştı. Kürtler<br />
bölgelerde hemen referandum yapmaktan yana;<br />
Şiiler sessiz; Sünni ve Türkmenler ise bu ihtilaflı<br />
bölgelere karşı idiler. Türkiye’nin de gayretleriyle<br />
Anayasanın 140. maddesi kadük kabul edildi ve<br />
bugüne gelindi. Ne zaman Irak’ta Hükümet kurulacak<br />
olsa ya da bir siyasi kriz çıksa Kürtler bu<br />
ihtilaflı bölgeleri masaya getirir. Bu tutum karşısında<br />
yakın tarihe kadar Şiiler ılımlı Sünniler ise<br />
tavırlı dururlardı. Özellikle Kerkük konusunda<br />
Şii liderler hep yuvarlak ifadeler kullanmayı tercih<br />
ederken, Sünni Araplar Kerkük’ün ve diğer<br />
ihtilaflı bölgelerin Irak’ın geneline ait olduğunu<br />
savunuyorlardı. Son bir sene içinde manzara yavaş<br />
yavaş değişmeye başladı. Şiiler ve özellikle<br />
Kanun Devleti ekibi yani Maliki, Sünni Arapların<br />
rolünü alırken, Sünni Araplar ikiye bölünmüş<br />
görünüyor: Bir grup sessiz kalmayı tercih ederken,<br />
Kerkük Sünni Arapları Maliki’nin safında<br />
yer almaya başlamışlardır. Türkmenler ise her<br />
zamanki tutumlarını değiştirmemişlerdir. Yani,<br />
adı geçen ihtilaflı bölgelerde Türkmenlerin de<br />
yaşadığını ve Türkmensiz çözümün olmayacağı<br />
üzerinde ısrarcı olmuşlardır.<br />
İki Taraflı Entrikalı Siyaset ve ABD<br />
Anayasa’nın 140. maddesi işlevini kaybedince,<br />
hem hükümette ağırlığı olan Şii Arapların, hem<br />
de ihtilaflı bölgelerde askeri yığınağı olan Kürtlerin<br />
çeşitli manevralarda bulunarak söz konusu<br />
ihtilaflı bölgelerde varlıklarını göstermeye ya da<br />
güçlendirmeye çalıştıkları görünmektedir. 2003<br />
yılından itibaren Kürtler Kerkük, Tuzhurmatu,<br />
Altunköprü, Kifri, Hanekin ve Mendeli şehirlerine<br />
yüzbinleri aşan nüfus kaydırmışlardır. Hiçbir<br />
hukuki düzenleme olmamasından güç alan<br />
Kürtler, bu bölgelere silahlı Peşmerge ve asayiş<br />
güçleri de sevk etmiştir. Kürt siyasetçiler iki supabı<br />
hâlâ ellerinde tutmaktadır. İlki ne Arapların<br />
ya da Türkmenlerin, Kürt bölgesine nüfus<br />
kaydırması mümkündür ne de böyle bir niyetleri<br />
bulunmaktadır. İkincisi ise Arapların Kürt<br />
bölgelerine askeri güç sevk etmeleri kısa ve orta<br />
vadede mümkün görünmemektedir. Bundan güç<br />
alan Kürtler, Kürt şehirlerine tahsis edilen parlamento<br />
sandalye sayısını sabit tutarak seçimler sırasında<br />
ihtilaflı bölgelere nüfus kaydırmışlardır.<br />
Böylece ihtilaflı bölgelerde hem il meclis üyelerini<br />
hem de parlamentoda sandalye sayılarını arttırabilmişlerdir.<br />
Aslında bu gibi oyunları Şiiler de<br />
yapmışlardır. Bu konuda en dürüst olan seçmenler<br />
Türkmenlerle Sünni Araplar gözükmektedir.<br />
Buna mukabil Araplar bugün her ne kadar Şii ve<br />
Sünni olarak ikiye bölünmüş ve kıyasıya birbirlerini<br />
öldürüyorlarsa da ihtilaflı bölgeler konusunda<br />
farklı düşünmemekteler ve ihtilaflı bölgelerin<br />
merkeze bağlı kalmasını savunmaktadırlar. Nitekim<br />
Maliki, 20 Kasım 2012 günü verdiği demeçte<br />
Kerkük’ün Kürdistan’a değil, Merkezi Hükümete<br />
bağlı olduğunu savunmuştur. “Kimse Kerkük’ün<br />
Kürtlüğünden söz etmesin; “Kerkük bir Arap ve<br />
Türkmen şehridir” diyecek kadar ileri gittiğini<br />
görüyoruz. Bu demeç, ilk defa Şii bir Başbakan<br />
tarafından bu kadar net ifade edilmektedir. Tabi<br />
ki Kürtlerin buna cevabı gecikmedi, Kerkük Kürt<br />
milletvekili Halit Şivani, Kerkük ve diğer ihtilaflı<br />
bölgelerin coğrafi ve tarihi olarak birer Kürt şehri<br />
olduğunu beyan etmiştir. Hatta aynı şahıs 12<br />
Aralık tarihinde bir Arap televizyonuna konuşarak,<br />
“artık ihtilaflı bölgeler kalmamıştır. Mevcut<br />
olan bu bölgeler Kürdistan’dan koparılmış<br />
bölgeler olup er veya geç tekrar Kürdistan’a iade<br />
edilecektir” diyerek meseleyi daha hasmane bir<br />
düzeye çıkarmıştır.<br />
Irak Genel Kurmay Başkanı Babekir Şevket Zibari<br />
bir Kürt olunca, Maliki yetkisini kullanarak<br />
Dicle Kuvvetlerini aylar önce kurmuş, Hanekin<br />
ve Mendeli taraflarında Peşmergeleri şehirden<br />
çıkarmak için kullanmıştı. Bir ölçüde de başarılı<br />
oldu denilebilir. Tuzhurmatu denemesi ikinci<br />
sırada uygulamaya konuldu. Ama burada aynı<br />
rahatlığı bulamayarak Peşmergelerle az da olsa<br />
çatışmaya girmiştir. Bilindiği gibi Tuzhurmatu<br />
bir Türkmen şehri olmakla beraber tamamen<br />
100
İnceleme<br />
16 Aralık tarihinde Kerkük ve Tuzhurmatu’da meydana gelen patlamalarda ve belirsiz bir yerden atılan havan topları saldırılarında onlarca<br />
Şii Türkmen’in ölmesi dikkatleri Peşmergelerin bu iki şehir etrafından yaptığı yığınağa çevirmiştir.<br />
Şii mezhebine mensup Türkmenlerden oluşmaktadır.<br />
Bu da Maliki’nin hamlesine destek<br />
oluşturabilir düşüncesini kuvvetlendirmektedir.<br />
Dicle Kuvvetlerinin Tuzhurmatu’ya yerleşmeye<br />
başlaması aslında ABD’nin de dikkatini çekmiştir.<br />
Nitekim hemen harekete geçmiş ve 16 maddelik<br />
bir metin geliştirerek iki tarafı anlaşmaya<br />
ve ateşkes sağlamaya mecbur etmiştir. Bu olay<br />
Amerikan basınında da yer almıştır. Nitekim Liz<br />
Sly’ın The Washington Post gazetesinin 20 Kasım<br />
tarihli sayısında bu şehir için şöyle demektedir:<br />
“Çoğunluğu Türkmen olan Tuzhurmatu<br />
kenti Arap Selahattin İli’ne bağlı bir ilçe olmasına<br />
rağmen 2003 Amerikan işgalinden bu yana<br />
Kürtlerin kontrolünde görünmektedir. Kürtler bu<br />
şehri kendi bölgelerine katmak istemektedirler.”<br />
Sly, ihtilaflı bölgelerin haritasını makalesinde<br />
verirken aslında tamamen Türkmeneli’ni işaret<br />
etmektedir.<br />
Ancak Amerikan heyeti gider gitmez karşılıklı<br />
sataşmalar yine başlamış ve 29 Kasım günü<br />
Kürt tarafı görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlandığını<br />
ilan etmiştir. Hatta Barzani, “Maliki<br />
artık bitmiştir” gibi diplomatik olmayan sözler<br />
de sarf etmiştir. Bununla da yetinmeyerek binlerce<br />
Peşmerge’yi Kerkük’e yakın Leylan İlçesine<br />
sevk etmiş ve kendisi de 10 Aralık günü Kürdistan<br />
Bölgesi Başkomutan sıfatı ile bu kuvvetleri<br />
denetlemeye gelmiştir. Demek ki yine ilk kareye<br />
dönülmüştür. Bu makale kaleme alındığında<br />
Kürtler tankları ile Erbil’den çıkarak Türkmen<br />
Altunköprü şehrini geçmiş ve Kerkük’e yakın<br />
bir yerde konuşlanmıştır. Dicle Kuvvetleri de<br />
Bağdat’tan takviye almaya devam ediyordu.<br />
Türkmenlerin Çözüm Önerisi<br />
İster Maliki isterse Kürt tarafı olsun verdikleri<br />
demeçlerde Türkmenleri ihmal etmedikleri gö-<br />
<br />
101
İnceleme<br />
-<br />
-<br />
-<br />
<br />
rünüyor. Nitekim Barzani ve Talabani’nin verdikleri<br />
ilk ortak demeçlerinin sonunda, bölgede<br />
bir çatışma olduğu takdirde Türkmenlerin kendileri<br />
tarafından korunacağını zikretmişlerdir.<br />
Ama asla onların da bu ihtilafta taraf oldukları<br />
dile getirilmemiştir. Ancak Maliki’nin Türkmenlere<br />
yaklaşımı daha farklıdır. 1 Aralık günkü basın<br />
toplantısında ihtilaflı bölgede Türkmenlerin<br />
de yaşadığını, Tuzhurmatu şehrinin bir Türkmen<br />
şehri olduğunu ve ihtilaflı bölgelerin güvenliği<br />
için kurulmasını düşündükleri yeni kuvvetlerin<br />
içinde Türkmenlerin de olması gerektiğini ifade<br />
etmiştir. Ancak Türkmenler adına kimi muhatap<br />
alacaklarına temas etmemiş olması dikkatleri<br />
çekmiştir.<br />
İhtilafın başladığı günden beri aslında Türkmen<br />
siyasetçiler bu konuda demeçler vermekte ve<br />
bu demeçler Irak medyasında yer almaktadır.<br />
İlk demeci eski milletvekillerinden Fevzi Ekrem<br />
Terzi 22 Kasım tarihinde vermiş ve Maliki’ye<br />
ihtilaflı bölgelerin güvenlik kuvvetlerine Türkmenlerin<br />
de katılması gerektiğini beyan etmiştir.<br />
Arkasında Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat<br />
Salihi’nin ilki 23 Kasım’da ikincisini de 3 Aralık’ta<br />
yaptığı basın toplantılarında ihtilafın çözülmesi<br />
için dört önemli talepte bulunduğu gözlenmiştir:<br />
1. Bölgede ve özellikle Kerkük’te yaşayan bütün<br />
etnik halklardan oluşan müşterek bir güvenlik<br />
kuvvetlerinin ihtilaflı bölgeleri koruması gerektiğini<br />
vurgulamıştır.<br />
2. Siyasi partilerin bu süreçten uzak durmaları<br />
gerektiğini dile getirmiştir.<br />
3. Siyasi görüşmelerde Türkmenlerin üçüncü<br />
taraf olarak masada bulunması gerektiğini ifade<br />
etmiştir. Hatta Türkmenlerin Arap ve Kürtler<br />
arasında iyi bir uzlaştırıcı rol oynayabileceğini<br />
hatırlatmıştır.<br />
4. Kürt ve Araplar arasında Türkmen bölgelerinde<br />
bir çatışma çıkarsa, silahsız oluşlarından dolayı<br />
Türkmenlerin çok zarar göreceklerini ve buna<br />
binaen kendilerini korumak için dış yardım talep<br />
edebileceklerini ima etmiştir.<br />
Bir başka basın toplantısı da Kanun Devleti<br />
(Maliki’nin partisi) adına Türkmen milletvekili<br />
Abbas Bayatlı yapmıştır. Bayatlı, Kerkük Kürt<br />
Milletvekili Halit Şivani’nin “Kerkük Kürt’tür ve<br />
Kürdistan bölgesine dâhildir” demecine tepki<br />
göstererek Kerkük’ün bağımsız bir federal bölge<br />
olmasını teklif etmiştir. Aslında bu teklif bilumum<br />
Türkmenler tarafından kabul görmüş bir<br />
teklif olup 2010 yılına kadar Türkiye’de de telaffuz<br />
edilmekteydi.<br />
Şu anda durum sakin görünmektedir. Parlamento<br />
Başkâtibi Muhammed Halidi 7 Aralık’ta<br />
yapmış olduğu resmi açıklamada krizin sona erdiğini<br />
ve ihtilaflı bölgelerde yaşayan üç kesimin<br />
eşit temsilinden oluşacak bir güvenlik kuvvetinin<br />
bölgedeki asayişi koruyacağını belirtmiştir.<br />
Ancak, ihtilaflı bölgelerde ve özellikle Kerkük ve<br />
civarında tansiyonun yüksek kalacağı aşikârdır.<br />
Nitekim Maliki “ihtilaflı bölgeler” ibaresi yerine<br />
“karışık bölgeler” ifadesini kullanırken, buna<br />
mukabil Kürtler de “Koparılmış bölgeler” tabirini<br />
kullanmaya başlamışlardır. Bu ihtilaf çok uzun<br />
102
İnceleme<br />
bir süre daha devam edecektir. Ancak bu süre<br />
içerisinde en çok güç kazanan Kürt tarafı ve en<br />
çok güç kaybeden Türkmenler olacaktır. Çünkü<br />
Kürtler güvenlikli olan kendi bölgelerinden<br />
nüfus ve silahlı kişiler kaydırabilmekte, Araplar<br />
ise Irak silahlı güçlerini ellerinde tutmaktadırlar.<br />
Türkmenler ise Arap ve Kürt kıskacının arasında<br />
endişe ve korku içinde yaşamaktadır. Bu gibi karşılıklı<br />
dikleşmeler de Kerkük şehrinin huzurunu<br />
kaçırmakta ve iş hayatını olumsuz yönde etkilemektedir.<br />
Yaklaşan Mahalli Seçimler<br />
Bilindiği gibi bütün bu kargaşa içerisinde bir de<br />
gelecek 20 Nisan 2013’te mahalli seçimler yapılacaktır.<br />
Kerkük’teki seçimlerin nasıl yapılacağı<br />
konusunda üç ayrı görüş var. Kürtler Kerkük’te<br />
seçimlerin kendi bölgelerindeki seçimlerden<br />
sonra olmasını, 2010 seçmen kütüklerinin esas<br />
alınmasını, seçimlerin kayıtsız ve şartsız yapılmasını<br />
istiyorlar. Kerkük Arapları ise bu şartları<br />
kabul etmekle beraber Kerkük’te seçimlerin<br />
Kürt bölgesindeki seçimlerle aynı günde olması<br />
konusunda ısrarcı oldular. Bunun da sebebi<br />
açıktır; çünkü Kürtlerin kendi bölgelerinden<br />
seçmen kaydırması yapacaklarına kesin gözüyle<br />
bakılmaktadır. Türkmenler ise daha farklı yaklaşmaktadırlar.<br />
Onlar önceden bu konuda çıkan İl<br />
Meclisleri Seçim Kanunu’nun 36. maddesi gereği<br />
Kerkük’te bütün görevlerin ve meclis sandalyelerinin<br />
ve şehirdeki önemli görevlerin 1/3 oranında<br />
üç milliyet arasında bölüşülmesini, seçmen<br />
kütükleri konusunda 2004 yılının kütüklerinin<br />
esas alınmasını ve seçimlerin bu esasa göre yapılmasını<br />
istemektedirler. Böylece ne tarih değiştirmesinin<br />
ne de nüfus kaydırmasının seçimlere bir<br />
zararı olur. Irak Parlamento Başkanı Nuceyfi ve<br />
Birleşmiş Milletler Temsilcisi Kopler bu maksatla<br />
farklı tarihlerde Kerkük’ü ziyaret ederek arayı<br />
bulmaya çalıştılarsa da şu ana kadar mutabakat<br />
sağlanmış değildir. Kürtlerle Şiiler arasında tansiyon<br />
yüksek kaldığı sürece bu konuda da mutabakat<br />
sağlanacağı mümkün görünmüyor. Ortada<br />
çözüm arayışında olan sadece Irak Türkmen<br />
Cephesi görünmektedir.<br />
9 Aralık günü Kerkük’te mahalli seçimlerin yapılamayacağı<br />
kesinleşmiştir. Tuzhurmatu ve Diyala<br />
gibi diğer ihtilaflı bölgelerde ise mahalli seçimler<br />
yapılacaktır. Ancak mevcut tansiyon böyle devam<br />
ederse, seçimler sırasında büyük bir kargaşa<br />
yaşanacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.<br />
Belki de Türkmenler sandığa gitmemeyi tercih<br />
edeceklerdir. Hal böyle olunca Türkmenler mevcut<br />
durumdan en rahatsız kesim olarak görünmekte<br />
ve gelecekleri en belirsiz olan topluluk<br />
olarak ortaya çıkmaktadır.<br />
Mahalli seçimlerin Kerkük’te yapılamayacağına<br />
belki en çok Türkmenler sevinmiş ve en çok<br />
da Kürtler üzülmüştür. Çünkü Türkmenlerin<br />
Kerkük’te iyice dışlandığı çok açıktır. Gelen bilgilere<br />
göre Türkmenler seçimlere Musul ve Diyale<br />
illerinde Nuceyfi’nin (şu anda Parlamento Başkanı)<br />
grubu ile Tuzhurmatu’da da Birleşik Türkmen<br />
listesi ile gireceklerdir. Bu stratejinin isabetli olduğunu<br />
şimdiden söylemek mümkündür.<br />
Türkiye Ne Yapabilir?<br />
Türkiye’nin Irak merkezi hükümeti ile arasının<br />
bozuk olması, Türkmenleri olumsuz yönde<br />
etkilemektedir. Türkmenler, şartlar ne olursa<br />
olsun bugün iki grup arasında tarafsız kalmalıdırlar.<br />
Malum, dünyada hiçbir azınlığın bir tarafa<br />
meyletme gibi bir lüksü olmamıştır. Kürt<br />
siyasileri içerisinde Türkmenlere en sıcak bakan<br />
kişi Cumhurbaşkanı Talabani’dir. O da Kerkük<br />
ve ihtilaflı bölgeler konusunda Barzani’den farklı<br />
düşünmemektedir. Bu durumda Türkmenler<br />
gerçekten bir çıkmazın içindedirler ve aralarında<br />
ihtilaflar bile baş göstermiştir denilebilir. Çünkü<br />
Türkiye’nin şu anda iyi ilişkiler içerisinde olduğu<br />
Barzani’nin Türkmenlere bakışı hiç de dostane<br />
görünmüyor ve Türkmenleri pek kaile aldığı söylenemez.<br />
Özellikle 16 Aralık tarihinde Kerkük<br />
ve Tuzhurmatu’da meydana gelen patlamalarda<br />
ve belirsiz bir yerden atılan havan topları saldırılarında<br />
onlarca Şii Türkmen’in ölmesi dikkatleri<br />
Peşmergelerin bu iki şehir etrafından yaptığı<br />
yığınağa çevirmiştir. Bu arada Sayın Davutoğlu,<br />
TBMM Genel Kurulu’nda bakanlığın 2013 yılı<br />
bütçesi görüşmeleri sırasında milletvekillerinden<br />
gelen soruları cevaplayarak, Türkmen nü-<br />
<br />
103
İnceleme<br />
fusun yoğunlukta olduğu ve Irak Merkezi Hükümeti<br />
ile Barzani Peşmergesi’nin karşı karşıya<br />
geldiği Kerkük ile ilgili Türkiye’nin politikasını<br />
açıkladı. Davutoğlu, Türkiye’nin Kerkük politikasının<br />
ne olduğuna yönelik bir soruya, “Kerkük<br />
politikamız bellidir. Bütün orada bulunan etnik<br />
grupların; Türkmen’in, Arap’ın, Kürt’ün hep beraber<br />
yaşayacağı özel bir statüde olması düşüncemiz<br />
ve politikamız esastır” cevabını vermesi<br />
bu aşamada önemlidir. Türkiye, Kerkük konusunda,<br />
bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, politika<br />
değiştirmiş değildir.<br />
Türkiye, Irak’ın iç işlerine karışmayabilir ya da<br />
karışamayabilir. Ama Türkmenlerin can ve mal<br />
güvenlikleri konusunda söyleyecek sözleri olmalıdır.<br />
Türkiye’nin Barzani’ye yaklaşması, Türkmenler<br />
için yeni bir durumdur. Bu durum karşısında<br />
mevzilerini tespit etmek için Türkiye’nin<br />
Türkmenler konusundaki görüşlerini de bilmeleri<br />
gerekmektedir. Şu ana kadar bu manzara<br />
net değildir. Türkmen siyasetçilerinin Sayın<br />
Erdoğan’la en son görüştükleri tarih Temmuz<br />
2006 tarihidir. Hâlbuki ister Barzani olsun isterse<br />
Sünni Arap liderleri olsun son zamanlarda<br />
Sayın Erdoğan’la defalarca görüşmüşlerdir. Dolayısıyla<br />
nasıl ki bütün siyasi grupların başkanları<br />
Türkiye’ye gelerek Sayın Başbakanımızla fikir<br />
teatisinde bulunmuşsa, Türkmen siyasetçileri de<br />
gelip görüşlerini ve tekliflerini Sayın Başbakanımızla<br />
paylaşabilmelidir. Bu şartlarda Türkiye,<br />
Türkmenlere önem verdiği ölçüde, Irak’ın siyasi<br />
tarafları da o ölçüde Türkmenlere rol ve önem<br />
vereceklerdir.<br />
Kısacası Türkmenler, Gazze ve Filistinliler Türkiye<br />
için ne ise, Kerkük ve Türkmenlerin de Türkiye<br />
için aynı anlam ve değeri taşımasını beklemektedirler.<br />
O
İnceleme<br />
Halep’te yaklaşık 3 ay tutuklu kalan ve kısa süre önce özgürlüğüne kavuşan Cüneyt Ünal’ın yaşadıkları Suriye’ye “kaçak giren” bir yabancı<br />
gazetecinin başına gelebileceklerinin açık örneklerinden biri.<br />
Suriye’de Gazeteci Olmak<br />
Being Journalist in Syria<br />
Hediye LEVENT<br />
Abstract<br />
In Syria there is a multidimensional crisis for nearly 2 years. In addition to the repressive regime ruling<br />
the country for 40 years, other factors such as the ongoing civil and armed opposition, the involvement of<br />
international actors, the struggle among regional powers and the energy issues make the crisis more chronic<br />
and deepen. These factors and the psychological wars pursuded by the actors involved in the crisis need to<br />
be examined. All these factors create several challenges for the journalists who are supposed to inform the<br />
international community about the developments inside Syria. In addition, journalists working Syria are<br />
exposed to thretas to their life and manipulations of their stories.<br />
Keywords: Syria, media, journalists, manipulation, opposition<br />
<br />
105
İnceleme<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
bölgelere giremiyor.<br />
Basın etik ilkeleri, kamu yararı, hedef kitle, doğru<br />
bilgi, tarafsızlık… İletişim fakültelerinde “doğru<br />
bilginin kamuoyuna tarafsız aktarılması” olarak<br />
özetlenir gazetecilik. Gazeteci doğru bilgiye<br />
ulaşır, uygun kanallarla halka aktarır. Gazeteci<br />
zinhar manipülasyona bulaşmaz, tarafsızlığına<br />
gölge düşürmez, dürüstlükten taviz vermez,<br />
5n1k yol haritasıdır ve formatın dışına çıkmaz,<br />
haberinde yoruma kaçacak ifade kullanmaz vs<br />
vs… Herşey bu kadar kolay mıdır? Mesela doğru<br />
bilgi nedir, nerden ve nasıl bulunur, bilginin doğruluğunun<br />
kriteri nedir? Medyanın en önemli<br />
“savaşın gerekliliğine inandırma aracı” olduğunu<br />
en son ABD’nin Irak’ı işgali sürecinde bölge<br />
ülkeleri olarak tecrübe etmiştik. Can güvenliği<br />
başta olmak üzere hedef gösterilmek, yaftalanmak,<br />
çatışma ve bombalı saldırılardan zarar görmek<br />
bir tarafa manipülasyondan etkilenmemek<br />
mümkün mü?<br />
Gazeteci mikrofonunu, ses kayıt cihazını, kamerasını<br />
diğerlerine uzatandır ancak bu yazıda<br />
dinleyen değil anlatan olacak. Gazetecinin bilgi<br />
toplarken ve aktarırken çok dikkatli olması gerektiğine<br />
dikkat çekmiştik. Peki, henüz sıcak çatışmalar<br />
nedeniyle “Suriye’de şu kadar gazeteci<br />
öldü” gibi silik haberlerin dışında pek dikkat çekmeyen<br />
süreçlerde bir gazeteci nasıl yaşar, nasıl<br />
çalışır, nelere karşı mücadele etmek zorundadır?<br />
Hele hele Suriye’deki sıcak sürecin soğumaya<br />
başlaması ile birlikte bazı araştırmacı gözlerin<br />
“Suriye’deki isyan sürecinde medyanın rolü ve<br />
etkisi” gibi başlıklar altında detaylı irdelemelere<br />
başlamasıyla nelere şaşıracağız, ne kadar şaşıracağız<br />
kimbilir… Henüz sıcak olan sahadan sıcak<br />
sıcak gördüğüm, yaşadığım ve başdöndürücü<br />
hızla devam eden gündem içinde yakalayabildiğim<br />
kadarıyla “Suriye’de gazeteci olmak…”<br />
“Suriye’ye Kiminle Girdiysen Onun<br />
Tarafındasın” Anlayışı<br />
Ülkedeki gelişmeleri yerinden takip etmek isteyen<br />
gazetecilerin sıkıntısı Suriye’ye girmeye<br />
karar verdikleri anda başlar. Ülkeye girmenin<br />
iki yolu var; ya Enformasyon Bakanlığı’ndan<br />
izin alınacaktır ya da muhalifler kanalıyla ülkeye<br />
girilecektir. Gazetecinin ülkesinin ve çalıştığı<br />
medya kuruluşunun Suriye krizine yaklaşımı<br />
ülkeye giriş konusunda oldukça bağlayıcı. Rus<br />
basınına çalışan birinin muhaliflerin kamplarına<br />
girmesi çok mümkün değil. Nitekim bunun<br />
farkında olan Russia Today çalışanları El Cezire<br />
adını kullanarak bazı kamplara girmeyi başardı.<br />
Yine El Cezire muhabirinin Şam’a Enformasyon<br />
Bakanlığı’nın izni ile girebilmesi, gerçekleşmesi<br />
imkânsıza yakın bir beklenti.<br />
Gazeteci, ülkesinin ve çalıştığı kurumun Suriye<br />
meselesine yaklaşımı nedeniyle taraflardan birinin<br />
cephesinde çalışmaya itilebiliyor. Şam’dan<br />
muhaliflerin kontrol ettiği alana geçmek isteyen<br />
bir yabancı gazeteciye silahlı muhalifler iyi gözle<br />
bakmazken, sınır kapılarından resmi bir şekilde<br />
geçmemiş gazeteciler de yönetimin kontrolündeki<br />
bölgelere giremiyor. Yabancı gazetecilerin<br />
106
İnceleme<br />
ordu tarafından silahlı muhaliflerin kontrolündeki<br />
bölgelerde yakalanmaları halinde “ülkeye<br />
yasadışı yollardan girme ve terörist organizasyonlarla<br />
işbirliği yapma” suçları çerçevesinde kanuni<br />
işlem yapılıyor.<br />
Halep’te yaklaşık 3 ay tutuklu kalan ve kısa süre<br />
önce özgürlüğüne kavuşan Cüneyt Ünal’ın yaşadıkları<br />
Suriye’ye “kaçak giren” bir yabancı gazetecinin<br />
başına gelebileceklerinin açık örneklerinden<br />
biri. Suriye Devlet Televizyonu’nda “terörist”<br />
gibi gösterilmesi, Suriyeli meslektaşının uzattığı<br />
mikrofona konuşmaya zorlanması ve nerde çekildiği<br />
belli olmayan bir fotoğrafın bir gazeteciyi<br />
“terörist” yapmaya yettiği Suriye’de, kayıp gazetecilerin<br />
akıbetinin izini sürmek de oldukça güç.<br />
Zaman zaman taraflardan biri ile çatışma bölgesine<br />
giden yabancı gazeteciler de hayatını kaybediyor.<br />
Suriye yönetimi, Sunday Times gazetesinin<br />
muhabiri Marie Colvin’in hayatını kaybettiği<br />
olayda olduğu gibi “askeri operasyon sırasında<br />
muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde hayatını<br />
kaybeden gazetecilerin sorumluluğunun gazetecilere<br />
ve muhaliflere ait olduğunu” öne sürüyor.<br />
Yine French Tv muhabiri Gilles Jacquier, Enformasyon<br />
Bakanlığı organizasyonu ile götürüldüğü<br />
Humus’ta muhaliflerin attığı roket sonucu<br />
hayatını kaybetmişti. Muhalifler önce Suriye<br />
yönetimini suçlamış ardından olayın “yanlışlıkla<br />
olduğunu” öne süren bir açıklama yapmışlardı.<br />
Gazetecileri, çatışmaların olmadığı kent merkezlerinde<br />
bombalı saldırı, rastgele atılan roket veya<br />
havan topu gibi tehditlerin dışında günlük hayatta<br />
ve sokakta da birçok sıkıntı bekliyor. 1<br />
“Bitaka”<br />
Suriye yönetiminin gazetecilere yaklaşımından<br />
başlayalım. Krizden önce de gazeteciler için zor<br />
ve “özgür basın” anlayışından oldukça uzak olan<br />
Suriye’de, kriz sürecinde şartlar iyice ağırlaştı.<br />
Krizin başlarında yabancı gazetecilere karşı temkinli<br />
hareket eden Suriye yönetimi, bir süredir<br />
yabancı gazetecileri sık sık Suriye’ye davet edip<br />
“sesini duyurmaya” çalışsa da bu bakış açısı henüz<br />
sokaklara yansımamış.<br />
Sadece Şam içinde son aylarda neredeyse bütün<br />
ana caddelerde ve ara sokaklarda askeri kontrol<br />
noktaları oluşturuldu. Yabancı gazetecilerin<br />
özellikle de fiziksel olarak Orta Doğu toplumlarından<br />
olmayanların birçok kontrol noktasında<br />
“hasbıhal eyleyeceği” kesin. “Ehlen ve sehlen<br />
– (hoşgeldin), bitaka(izin kartı-kâğıdı), cevaz<br />
seferi(pasaport)” gibi birkaç kelime Suriye’ye ilk<br />
kez giren yabancı gazetecilerin öğreneceği ilk kelimeler.<br />
Bazen izin belgesi yeterli olurken bazen<br />
sıradan kimlik kontrolü uzun süre beklemeye,<br />
ilgili kurumlardan teyid almaya kadar uzayan sıkıntılı<br />
bir sürece dönüşebiliyor.<br />
Enformasyon Bakanlığı’ndan izin alınmış olsa<br />
da olağanüstü günlerin ve ordunun sokaklardaki<br />
varlığının her geçen gün daha fazla hissedildiği<br />
ülkedeki yabancı gazeteciler, askerlerin ve halkın<br />
tepkisine hedef olabiliyor. Eğer gazeteci Suudi<br />
Arabistan, Katar, Türkiye, Amerika gibi ülkelerin<br />
vatandaşıysa sitemler, iğnemeler, ardarda anlatılan<br />
birbirinden ürpertici hikâyeler… “Bizim köyden<br />
bir kızı kaçırdılar, günlerce tecavüz etmişler,<br />
sonra parçalayıp poşetle köyün girişine bırakmışlar.”<br />
Bu tip yüzlerce olayın olduğu doğru; 20<br />
aydan fazladır yüzlerce görüntü izleyip mağdur<br />
yakınları ile görüştüm. Ancak “Kim yaptı” sorumun<br />
cevabı her zaman aynı; “Özgür Suriye<br />
Ordusu.” “Suriye’de onlarca suç örgütü türedi,<br />
kimin yaptığına nasıl eminsiniz?” sorusu bazen<br />
oldukça rahatsız edici olabilir, özellikle de bir askeri<br />
kontrol noktasında…<br />
Kontrol noktasına geri dönelim. Kimlik kontrolü,<br />
izin teyidi gibi süreçler tamamlandı. Bu rahat<br />
çalışılacağı anlamına gelmez, izin kâğıdını görmek<br />
isteyen esnaftan özellikle çatışmalardan kaçanların<br />
yaşadığı bölgelerde hikâyelerini hepbir<br />
ağızdan anlatmaya çalışanlara kadar onlarca sıkıntı,<br />
gerginlik bekliyor.<br />
Ordu ya da güvenlik birimleri çalışanlarının tepkileri<br />
bir tarafa, bazen tedirginlik bazen güvensizlik<br />
nedeniyle sokak röportajlarından, ekonomi-enerji<br />
gibi konulara dair görüş alacak uzman<br />
bulunması bile haftalar süren girişimler gerektirebiliyor.<br />
<br />
107
İnceleme<br />
Fransa yönetimi, French Tv muhabiri Gilles Jacquier’in Humus’ta muhalifler tarafından atılan roketle hayatını kaybettiği olaydan<br />
Suriye yönetimini sorumlu tutmuş ve “Yönetimin, gazetecinin hayatını korumakla sorumlu olduğunu” açıklamıştı.<br />
Kriz öncesi Suriye ile ilgilenmeye başlayan ya<br />
da ülkede yaşayan gazeteciler nispeten şanslı.<br />
Çoğunlukla “off the record” şartı olsa da kişisel<br />
kaynaklar, ülkedeki durumu ve gidişatı kalıp<br />
kavramlar ve sorgulanmaya muhtaç yargılarla<br />
değerlendirmekten kurtarabiliyor. Mesela, sıkça<br />
işlenen ve artık geçerli önerme olarak kabul edilen<br />
“Suriye’deki bütün Aleviler rejim yanlısıdır<br />
çünkü Esad ailesi Alevidir” değerlendirmesinin<br />
yanlış olduğu uzunca yıllar hapiste kalmış muhalif<br />
Alevilerin yönetime yönelik eleştirilerini<br />
açıklıkla paylaştıkları sohbetlerden öğrenilebiliyor.<br />
Ya da “Sünnilerin tamamının aynı gerekçeyle<br />
yönetime muhalif olduğu” düşüncesinin sorgulanmaya<br />
ne kadar muhtaç olduğu ancak ses kayıt<br />
cihazının olmadığı sohbetlerde ortaya çıkıyor.<br />
Bu tip bağlantıları olmayan gazetecilerin önemli<br />
kaynaklarından biri olan Suriye basınının durumu<br />
ne?<br />
“İrhabi Var mı Yok mu?”<br />
Suriye’deki kriz, 40 yıllık baskıcı rejim anlayışının<br />
basın üzerindeki tahribatını net bir şekilde<br />
ortaya çıkardı. Dünya gündemi ülkedeki krizle<br />
çalkalanırken Suriye basını ilk birkaç ay ülkede<br />
hiçbirşey yokmuş gibi davranmayı tercih etti.<br />
Kriz neredeyse 2 yılını dolduracak ancak Suriye<br />
basınından ülkedeki gelişmeleri takip etmek,<br />
bilgi sahibi olmak hala pek mümkün değil. Ülke<br />
içindeki kısıtlı sayılabilecek kaynakları Arapça<br />
bilmeyenlerin takip etmesi de oldukça güç.<br />
Batılı standartlarda bilgi ve görüntü aktarılması<br />
anlayışının olmadığı ülke basınında haber bültenlerinde<br />
bolca kanlı ceset görüntüleri yer alıyor.<br />
“Halka terörün gerçek ve korkunç yüzünü<br />
108
İnceleme<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
anlatmak” gayesiyle mozaiklenmeden yayınlanan<br />
görüntülerin başlı başına nasıl etkilere yolaçabileceği<br />
bile sorgulanmıyor.<br />
Tarafsızlık bir tarafa sıcak haber ve fikri takip<br />
gibi temel gazetecilik kavramlarının olmadığı<br />
ülke basınında çatışma ve patlamaların ardından<br />
parçalanan cesetler, işkence ile öldürülmüş<br />
kişilerin görüntülerinin yayınlanması sıradan bir<br />
durum.<br />
Bölgesel bir krize dönüşüp uluslararası boyut kazanan<br />
isyan süreci neredeyse 2 yılını dolduracak<br />
ancak çoğunlukla resmi makamlarca hazırlanan<br />
haber metinlerini aktaran Suriye medyasında<br />
mikrofon uzattıkları herkese aynı soru soruluyor:<br />
“Suriye’de İrhabi (terörist) var mı?”<br />
Ülke içindeki muhalifler, birkaç toplantıları haricinde<br />
Suriye medyasında yer bulamıyor. Daha<br />
çok El Kaide uzantılı örgütlerin eylemlerine<br />
odaklanmış ülke medyasında iç muhaliflerin sesini<br />
dahi duymak mümkün değil. Bu çerçevede,<br />
güvenlik birimleri tarafından mağdur edilen ya<br />
da öldürülenlere ilişkin haberler, artık her kesimden<br />
insan tarafından açıkça dile getirilen rüşvet,<br />
yolsuzluk, insan hakları ihlalleri, demokrasi yokluğu<br />
gibi gerçeklere kesinlikle değinilmediğini<br />
belirtmeye gerek yok…<br />
Basın üzerinden kısıtlı bilgi edinilmesi sorununa<br />
manipülasyon da eklenebiliyor. Ülkedeki silahlı<br />
sürecin kilitlendiği Devlet Başkanı Yardımcısı<br />
Faruk Şara tarafından bile açıkça dile getirilirken<br />
basında hergün onlarca “Suriye Ordusu a bölgesini<br />
kontrol altına aldı, b bölgesinde silahlı teröristlere<br />
ağır zaiyat verdirdi” haberleri yer alıyor.<br />
Ancak a bölgesinde birkaç saat sonra şiddetli çatışmalar<br />
yaşanabiliyor. Ordunun durumu, Halep<br />
gibi kritik süreçlerin yaşandığı bölgelerde neler<br />
olduğu, herkesçe malum Kürtlere ilişkin gelişmeler<br />
basında yer bulmayan konular.<br />
Birkaç yüzbin mensubuyla ordu uzun süredir sahaya<br />
inmiş durumda. Ordu gibi büyük bir mekanizmanın<br />
çalışmaya başlamasının ardından<br />
yüzbinlerce askerin en azından bireysel hataları<br />
nasıl kontrol edilebilir? Ancak Suriye basınına<br />
göre “her türlü olumsuzluğun sorumlusu Özgür<br />
Suriye Ordusu’dur” ve bu durum sorgulanamaz.<br />
Örneğin, ekmek fiyatlarının bazı yerlerde 10<br />
TL’yi aşmasının nedeni “Muhaliflerin kırsal bölgeleri<br />
terörize etmesidir. Elbette Suriye’de karaborsacıların<br />
varlığı ve bu kişilere gözyuman yetkililerin<br />
bulunması sözkonusu bile değildir.”<br />
Suriye basınının kısırlığı sadece yabancı gazetecileri<br />
etkilemiyor elbette. Ülke içinde basın üzerinden<br />
bilgi edinmek bu kadar zorken yönetim<br />
yanlısı olan veya tarafsız kalan halk ya da akademisyenler<br />
gibi uzman kişiler neden yabancı basın<br />
mensuplarına güvenmiyor?<br />
Medyanın Hal-i Pürmelâli<br />
Irak savaşını, gazetecilerin savaş sırasında aktardıkları<br />
sıcak bilgilerden değil, işgal sonrası yani<br />
süreç epey soğuduktan sonra anlattıklarından<br />
öğrenmiştik birçoğumuz. Suriye’de süreç soğu-<br />
<br />
109
İnceleme<br />
maya başladığında kimbilir neler öğreneceğiz?<br />
Henüz süreç soğumadan Arap ve dünya basınına<br />
dair ortaya çıkanlara bakılırsa ilerleyen yıllarda<br />
duyacaklarımız bizi pek şaşırtmayacak gibi görünüyor.<br />
Yazının başında “gazetecinin görevi kamuoyuna<br />
doğru bilgi aktarmaktır” demiştik. Sahadaki<br />
gazetecinin ve çalıştığı kuruluşun en önemli imtihanlarından<br />
biri de bilgiyi haberleştirirken ortaya<br />
çıkıyor. Örneğin, temel gazetecilik ilkelerine<br />
göre, “görgü tanıkları ve aktivistlere” dayandırılan<br />
haberlerin “iddia” şeklinde sunulması gerekiyor.<br />
Ancak Suriye’deki kriz sürecinde bu ilkenin<br />
çoğunlukla gözardı edilerek haberlerin kesinlik<br />
içeren ifadelerle servis edilmesi sık yaşanan olaylardan<br />
biri. Yine uluslararası haber ajanslarının<br />
Şam bürolarının açık olmasına rağmen başka ülkelerdeki<br />
bürolardan ve çoğunlukla aktivistlere<br />
ve görgü tanıklarına dayandırılan Suriye haberlerine<br />
sıkça rastlanıyor. Kim oldukları, nerede<br />
bulundukları veya ciddiye alınırlıkları tartışmalı<br />
olan “görgü tanıkları ve aktivistlere” dayandırılan<br />
haberler birçok şüpheyi doğuruyor.<br />
Suriye’deki krizin yeni başladığı aylar, dünyanın<br />
saygın ajanslarından birine ardarda haberler düşüyor.<br />
Haberlerde, “Şam’ın en büyük meydanlarından<br />
birinde onbinlerce göstericinin güvenlik<br />
birimleri ile çatıştığı” belirtiliyor. Üstelik haberler<br />
o kadar inandırıcı ki, içinde göstericilerle güvenlik<br />
birimleri arasında gerçekleşmiş diyaloglar<br />
bile var. Daha ne olsun? Haberi gören gazeteciler<br />
meydana gidiyor ancak meydan bomboş. Haliyle<br />
öfkelenen gazetecilerden biri de benim ve<br />
selam bile vermeden haberi geçen ajansın Şam<br />
muhabirine şakayla karışık sataşıyorum. “Nereye<br />
sakladınız göstericileri?” diyorum, cümlemi<br />
bitirmeme fırsatım olmadan sataştığım muhabir<br />
“Bize sormadan başka ülkelerdeki muhabirlerin<br />
haberlerini servis ediyorlar vs vs.” Bu, birkaç ay<br />
sonra 2 yılı dolacak olan isyan sürecinde karşılaştığımız<br />
örnek olaylardan sadece biri.<br />
Yine şimdiye kadar yapısı, ciddiyeti ya da yetkililerine<br />
ilişkin bilgi edinilemeyen “insan hakları<br />
gözlemcileri/gözlemevlerinin” haber kaynağı<br />
olarak kullanılırken ne kadar ciddiye alınabilecekleri<br />
de soru işareti olarak duruyor. “Onbinler<br />
sokağa indi” şeklinde aktarılan haberler, ilgili<br />
gösterinin video kayıtlarına rağmen düzeltilmiyor.<br />
“Ordunun katlettiği ya da yönetimden ayrıldığı”<br />
iddia edilen kişilere ilişkin haberlere geniş<br />
yer verilirken bu kişilerin yaşadıklarının veya<br />
yönetimden ayrılmadıklarının ortaya çıkmasının<br />
haber değeri taşımaması da basının tarafsızlık ilkesine<br />
gölge düşürüyor. Devlet Başkanı Yardımcısı<br />
Faruk Şara’nın yönetimden ayrıldığı yönündeki<br />
iddialara ilişkin haberler hala hatırlanabilecek<br />
kadar kısa süre önce ortaya atıldı. 2<br />
Uluslararası bir televizyon kanalının Suriye’deki<br />
bir boru hattına yönelik sabotaj öncesi kamerayı<br />
“açık unutması”, kamera açısına göre sabotaj<br />
yapılacak noktanın tartışılması da pek kimsenin<br />
dikkatini çekmeyen olaylardan biri olarak kaldı. 3<br />
Yine kimin tarafından sızdırıldığı ve gerçekliği<br />
sorgulanmadan Esma Esad’a ait olduğu öne<br />
sürülerek yayınlanan çıplak kadın resimleri 4 ve<br />
yazışmaların haberleştirilmesi fotoğraf ve bilgiler<br />
doğru olsa bile temel basın ahlak ilkelerinden<br />
“özel hayatın ihlali”nin bir örneği.<br />
Yazılı haberlerle birlikte kullanılan fotoğraf ve<br />
görüntüler de bir diğer sorun. Son olarak 200’den<br />
fazla kişinin katledildiği Hule katliamına ilişkin<br />
haberde Irak’ta çekilmiş bir fotoğrafın kullanıldığı<br />
5 basın çevresinde hatırlanan olaylardan biri.<br />
Arap basınında Suriye krizine ilişkin açıklama,<br />
haber ya da tartışma programlarında sıkça “din<br />
ve mezhep temelli” söylemlerin kullanılması, El<br />
Kaide ve Selefi uzantılı silahlı muhaliflerin yok<br />
sayılması bir taraftan basına karşı güvensizlik<br />
doğururken diğer taraftan ülkedeki krizi basından<br />
takip edenlerin gerçek tabloyu görmesine<br />
engel olabiliyor.<br />
Dünya ve Arap basınının yönetim taraftarlarını<br />
“görmezden gelmeleri” ya da taraftarların ifadelerini<br />
“iddia” şeklinde muhaliflerin söylemlerini<br />
ise “kesin yargılarla” aktarmaları da Suriye’de<br />
yabancı gazetecilere karşı tepkiyi arttıran faktörlerden<br />
biri. Aynı şekilde “dış müdahaleyi reddeden<br />
ancak bunun dışındaki söylemleri ile Esad<br />
yönetimine muhalif olan” Heysem Menna gibi<br />
110
İnceleme<br />
Humus’ta öldürülen Sari’nin hikayesi dezenformasyonun boyutlarına dair ipucu verebilir. Sari, 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu,<br />
Arap kanallarında Sari’nin cesedinin üzerine eğilmiş annesinin görüntüsü günlerce yayınlandı.<br />
kişilerin uluslararası basında yer bulamamaları<br />
“Suriye krizinde tarafsızlık ilkesine ne kadar sadık<br />
kalınıyor?” soruları doğuruyor.<br />
Muhalifler ve Gazeteciler<br />
Suriye’deki sürecin diğer tarafı da muhalifler.<br />
Muhalifleri, dış sivil muhalefet ve silahlı muhalefet<br />
olarak iki ana kısma ayırarak yabancı gazetecileri<br />
bekleyen zorluk ve tehlikeleri sıralamaya<br />
silahlı muhalefetten başlayalım.<br />
Fransa yönetimi, French Tv muhabiri Gilles<br />
Jacquier’in Humus’ta muhalifler tarafından atılan<br />
roketle hayatını kaybettiği olaydan Suriye<br />
yönetimini sorumlu tutmuş ve “Yönetimin, gazetecinin<br />
hayatını korumakla sorumlu olduğunu”<br />
açıklamıştı. 6 Aynı sorumluluk muhalifler için de<br />
geçerli ancak muhaliflerin gazetecilere “görüntü<br />
verme” amaçlı roket vs. attığı görülen çok sayıda<br />
görüntü bulunuyor. Bu atışlara Suriye ordusundan<br />
karşılık geleceği ve eylemi gerçekleştiren<br />
muhaliflerle birlikte yanlarında bulunan gazetecilerin<br />
de hayatlarının tehlikede olduğu açık.<br />
Muhaliflerin, sıcak çatışma bölgeleri haricinde,<br />
yanlarında bulunan gazetecilerin hayatlarını korumak<br />
için gösterdikleri çaba endişelere neden<br />
oluyor.<br />
Manipülasyon sorunu ile sadece yönetim cephesinde<br />
karşılaşılmıyor. Örneğin, sahada olmayan<br />
gazetecilere ve medya kuruluşlarına haber, görüntü,<br />
fotoğraf servisi yapan muhaliflerin zaman<br />
zaman fabrikasyon görüntü ve yalan haberler<br />
<br />
111
İnceleme<br />
aktarmaları da diğer bir sorun. Son olarak CNN<br />
International’a düzenli olarak Suriye içinden internet<br />
üzerinden bağlanarak ve “şu anda çatışma<br />
var, sokaklarda ölüler yatıyor” gibi ifadelerle bilgi<br />
aktaran kişinin yalan haber aktardığı, sahada olmadığı<br />
CNN tarafından da kabul edilmişti.<br />
Humus’ta öldürülen Sari’nin hikayesi dezenformasyonun<br />
boyutlarına dair ipucu verebilir. Sari,<br />
12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu, Arap kanallarında<br />
Sari’nin cesedinin üzerine eğilmiş annesinin<br />
görüntüsü günlerce yayınlandı. Suriye ordusu<br />
tarafından öldürüldüğü belirtildi. Sari’nin annesi<br />
ise çok farklı bir hikaye anlatıyordu. “Oğlunun<br />
vurulmasından hemen sonra tanımadığı kişiler<br />
tarafından hastaneye götüreceğiz diye alındığını,<br />
bilmediği bir yere götürüldüklerini, birilerinin<br />
kamera çekimi yaptıktan sonra oğlunun cesedi<br />
ile birlikte oturdukları yerin biraz dışına araba ile<br />
bırakıldıklarını...” 7<br />
Yine Arap kanallarına görgü tanığı sıfatıyla bağlanan<br />
kişiler de önemli bilgi kaynaklarından ancak<br />
Humus’tan bir isimle bağlanan kişinin, 10-15 dakika<br />
sonra Dera’dan farklı bir isimle bağlanması<br />
bu kanalları takip edenlerin sık karşılaştığı olaylardan.<br />
Aynı ses, aynı konuşma uslubu ve aynı<br />
şive ancak aralarında yüzlerce kilometre olan iki<br />
farklı kentteki olaylara 10-15 dakika arayla görgü<br />
şahidi olmak...<br />
Daha önce Arap medyasında adları duyulmamış<br />
kişilerin muhabir sıfatıyla, uydu cihazları ve<br />
iletişim araçları ile aktardıkları bilgileri belli bir<br />
şüphe payı bırakarak “iddia” şeklinde yansıtma<br />
gereği ortaya çıkabiliyor.<br />
Eleştiriye Tahammülsüzlük<br />
Sivil muhalefet Beşşar Esad sonrası dönem için<br />
bir vizyon ortaya koymakta zorlanıyor. “Çok<br />
başlılık ve dağınıklık” gibi eleştirilere de hedef<br />
olan Suriye sivil muhalefetinin vizyonsuzluk sorunu<br />
ülke içinde önemli bir tarafsızlar kitlesinin<br />
doğmasına neden oluyor. Bu tarafsızlar kitlesi<br />
zaman zaman silahlı muhalefetin hedefi haline<br />
gelebiyor.<br />
Gerek sivil gerek silahlı muhaliflerin ülkedeki<br />
yönetim yanlıları ve tarafsızlara yönelik infaz,<br />
suikast ve saldırılara ilişkin özeleştiri yapmamaları<br />
ve bu yönde eleştirilere de tahammül göstermemeleri<br />
gazeteciler açısından önemli bir sorun<br />
teşkil ediyor.<br />
Yönetim yanlısı olan ya da rahatsızlıklarına rağmen<br />
yönetimin yanında durmayı tercih eden<br />
Suriyeli gazetecilerin kaçırılması, idam gibi yöntemlerle<br />
infaz edilmeleri, evlerinin yakılması,<br />
tehdit edilmeleri de muhaliflerin “demokrasi”<br />
iddialarına gölge düşürüyor. Ancak bunu muhaliflerle<br />
tartışmak bile mümkün değil.<br />
“Savaş suçu” sayılabileceği belirtilen suikast, katliam,<br />
Halep’te hastaneler bölgesinde olduğu gibi<br />
bombalama eylemlerinin muhalif kaynaklarca<br />
dile getirilmemesi, gazetecilerin de bu olayların<br />
izini sürememeleri muhaliflerin eleştiriye tahammülsüzlüğünü<br />
ortaya koyuyor. 8<br />
Sivil ve silahlı muhalefet içindeki dağınıklık da<br />
bilgi edinmeyi zorlaştıran faktörlerden biri. Örneğin<br />
ÖSO içinden sürekli yeni isimlerin açıklamalar<br />
yapmaları ve sık sık yeni tugay isimleri<br />
duyulması, hem açıklama yapan kişilere hem de<br />
tugaylara ilişkin detaylı bilgilerin bulunmaması<br />
hiyerarşiye dair karmaşaya neden olabiliyor.<br />
En önemli sorunlardan biri de ÖSO çatısı altında<br />
hareket eden El Kaide uzantılı örgütlerin<br />
bulunması. 9 ÖSO üst yapısının bu örgütlerden<br />
“rahatsızlık duyduklarına” dair söylentiler yayılsa<br />
da şimdiye kadar “bu tip örgütlerle ilişkinin<br />
reddedildiğini” duyuran açıklama yapılmamış<br />
olması muhalif kaynaklardan aktarılan bilgileri<br />
ve eylemlerin niteliğini bulandırıyor. ÖSO kafa<br />
kesme, yakarak infaz, bombalı eylemler gibi yöntemlere<br />
sık başvuran El Kaide uzantılı örgütlerin<br />
sorumluluğunu üstlenmiş oluyor. Yine, “demokrasi<br />
ve özgürlük talepleri” ile mücadele ettiklerini<br />
sık sık vurgulayan sivil muhalefet ve ÖSO’nun<br />
El Kaide uzantılı örgütlerle “birlikte hareket ediyor”<br />
görüntüsü vermesi muhalefete yönelik çok<br />
sayıda soru doğuruyor. Muhalifleri “devrimci,<br />
özgürlük savaşçıları” sıfatları ile haberlerinde ak-<br />
112
İnceleme<br />
taran basın çevresinde “bu sıfatların” kullanımına<br />
ilişkin henüz “kısıtlı” sayılabilecek çevrelerde<br />
yaşanan tartışmaların büyümesi de mümkün.<br />
Tarafsan Tarafsızsın!!!<br />
Gazetecileri bekleyen bir diğer sorun da ülkesinin<br />
ya da çalıştığı kurumun Suriye krizine yaklaşımı.<br />
Muhalif çevrelerin iddiaları, açıklamaları<br />
çoğunlukla “teyid edilmiş kesin bilgiler” şeklinde<br />
aktarılırken, Suriye yönetimi ve muhaliflere yönelik<br />
eleştiri getiren gazeteciler “Baasçı, Esadçı”<br />
olarak görülebiliyor. Muhalifler tarafından sivillere<br />
yönelik infazlarda henüz varlığı ve yapısı kanıtlanmamış<br />
olan “şebbihaydılar” iddiası bazen<br />
infazı aklamaya yetiyor. Bu tip hak ihlallerine<br />
dikkat çekmeye çalışan gazetecilerin yazdıkları<br />
haberler ya da çektikleri görüntüler çalıştıkları<br />
kurumlar tarafından manipüle edilmesine rastlanabiliyor.<br />
Yine Suriye’deki krizin “demokrasi talebini” aşarak<br />
enerji, güç dengeleri gibi boyutlarının iyice<br />
belirginleşmiş olmasına rağmen bu yönlere dikkat<br />
çekenler de zaman zaman aynı yaftalamalardan<br />
nasibini alabiliyor. Suriye krizini takip etmek<br />
isteyen gazetecileri, can güvenliğine yönelik tehditlerin<br />
yanı sıra zaman zaman “tek tarafın sesi<br />
olmaya zorlanma”, bilgi edinmek, mevcut dezenformasyon<br />
içinde gerçeğe en yakınını ayıklamak,<br />
bunları sağlıklı bir şekilde aktarabilmek, yaftalamaların<br />
beraberinde getirdiği sorunları göğüslemek<br />
gibi pek çok sorun da bekliyor.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
1 “Journalist deaths hit 15-yr high: press watchdog”, DAWN, 22 Kasım 2012, http://dawn.com/2012/11/22/<br />
journalist-deaths-hit-15-yr-high-press-watchdog/ (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “Record killing of journalists<br />
doing their jobs in 2012, according to RSF”, MercoPress, 20 Aralık 2012, http://en.mercopress.com/2012/12/20/<br />
record-killing-of-journalists-doing-their-jobs-in-2012-according-to-rsf (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “139 journalists<br />
killed in conflict zones this year”, The Voice of Russia, 19 aralık 2012, http://english.ruvr.ru/2012_12_19/139-<br />
journalists-killed-in-conflict-zones-this-year/ (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
2 “Suriye Muhalefeti: Başkan Yardımcısı Faruk El Şara Ürdün’e Kaçtı”, Show Haber, 18 Ağustos 2012, http://www.<br />
showhaber.com/suriye-muhalefeti-baskan-yardimcisi-faruk-el-sara-urdune-kacti-591751h.htm (Erişim Tarihi:<br />
20 Aralık 2012)<br />
3 “Arab Journalists Union member says CNN, Al-Jazeera falsifying events in Syria”, Press TV, 7 Nisan 2012, http://<br />
presstv.com/detail/235102.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
4 “O kadın Esma Esad mı?”, Gazete Vatan, 13 Nisan 2012, http://haber.gazetevatan.com/o-kadin-esma-esadmi/443468/30/Haber<br />
(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
5 “BBC News uses ‘Iraq photo to illustrate Syrian massacre’” The Telegraph, 27 Mayıs 2012, http://www.telegraph.<br />
co.uk/culture/tvandradio/bbc/9293620/BBC-News-uses-Iraq-photo-to-illustrate-Syrian-massacre.html (Erişim<br />
Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
6 “Gilles Jacquier”, CPJ, 11 Ocak 2012, http://cpj.org/killed/2012/gilles-jacquier.php (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012);<br />
“Syria offers ‘deep regret’ for French journalist’s death”, CNN, 12 Ocak 2012, http://edition.cnn.com/2012/01/11/<br />
world/meast/syria-journalist-killed/index.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
7 “Sari Saoud’s family telling Al Jadeed TV how he was killed”, Youtube, http://www.youtube.com/<br />
watch?v=65BLivqdNrQ (Erişim Tarihi: 20 aralık 2012); “Syria crisis turns into ‘psychological war’”, Al Arabiyya<br />
News, 4 Kasım 2011, http://www.alarabiya.net/articles/2011/12/04/180799.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012);<br />
“Syrian child, Sari Saoud, killed by terrorists gangs in Bayada, Homs” Syrian Free Press, 5 Aralık 2011, http://syrianfreepress.wordpress.com/2011/12/05/syrian-child-sari-saoud-killed-by-terrorists-gangs-in-bayada-homsvideo-eng-subtitle/<br />
(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
8 “Syrian Government and opposition forces responsible for war crimes”, UN, http://www.un.org/apps/news/<br />
story.asp?NewsID=42687 (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “UN: Syria opposition may have committed war crime”,<br />
All Voices, http://www.allvoices.com/contributed-news/13318395-un-syria-opposition-may-have-committedwar-crime<br />
(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “Has the Syrian opposition done nothing wrong?” Al Jazeera, http://<br />
www.aljazeera.com/programmes/insidesyria/2012/05/20125683653954565.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
9 “Does al-Qaeda have a foothold in Syria?”, BBC, http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-18193504 (Erişim<br />
Tarihi: 20 Aralık 2012); “Al-Qaeda’s Specter in Syria”, Council on Foreign Relations, http://www.cfr.org/syria/<br />
al-qaedas-specter-syria/p28782 (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />
<br />
113
İnceleme<br />
19. yüzyılın sonlarına kadar akarsulardan faydalanma, ulaşım, balıkçılık ve küçük çaplı sulamalarla sınırlı kalmış ve<br />
devletler arasında seyrüsefer dışında, fazla bir sorun oluşturmamıştır.<br />
Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı<br />
Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler<br />
Sözleşmesi ve 2012 Değerlendirmesi<br />
United Nations Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of<br />
International Watercourses and an Evaluation of 2012<br />
Seyfi KILIÇ<br />
Abstract<br />
After fifteen years of the adoption resolution concerning the Non-Navigational Uses of International Watercourses<br />
by the United Nations General Assembly the Convention is still not binding for the parties. However<br />
calls for ratification to states gained momentum in the last years. And in 2012 five more states ratified the<br />
Convention compared to three both in 2011 and 2010. It seems thirty-fifth instruments of ratification, acceptance,<br />
approval or accession will be deposit to the United Nations and the Convention shall enter into<br />
force. This study is about the tendency of the states for ratification the Convention and possible effects of the<br />
Convention on the Turkey.<br />
Keywords: 1997 UN Convention, International Water Law, Trans-boundary Water, Turkey, Equitable and<br />
Reasonable Utilization
İnceleme<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
Giriş<br />
İnsanoğlunun en önemli su kaynağını oluşturan<br />
nehirler, ülkelerin sınırlarını tanımlamaktadır.<br />
Endüstriyel ve tarımsal gelişmelerle ortaya çıkan<br />
nüfus artışının sonucunda sınırlı kaynaklar üzerindeki<br />
baskı artmakta ve aynı kaynağı kullanan<br />
yukarı ve aşağı kıyıdaş ülkeler arasında sorunlar<br />
baş göstermektedir.<br />
Dünya nüfusunun %40’a yakın bir kısmı, en az<br />
iki ülke tarafından paylaşılan nehir havzalarında<br />
yaşamakta 1 ve 200’den fazla nehir birden çok<br />
ülkenin egemenliği altında akmaya devam etmektedir.<br />
2 Bu kadar çok nehrin, en az iki ülkenin<br />
egemenliği altında bulunması ise o ülkeler arasında<br />
sorunların ortaya çıkmasına ve uyuşmazlık<br />
çözülebilirse andlaşmalara konu olmaktadır.<br />
19. yüzyılın sonlarına kadar akarsulardan faydalanma,<br />
ulaşım, balıkçılık ve küçük çaplı sulamalarla<br />
sınırlı kalmış ve devletlerarasında seyrüsefer<br />
dışında, fazla bir sorun oluşturmamıştır.<br />
Akarsuların, söz konusu dönem içinde sorun<br />
oluşturmama nedenleri arasında, yoğun tarımsal<br />
sulama ya da endüstriyel kullanımın yokluğunun<br />
yanı sıra, o dönemin politik yapısı en büyük etkendir.<br />
I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve II.<br />
Dünya Savaşı’ndan sonra doruk noktasına ulaşan<br />
bağımsızlık hareketleri neticesinde parçalanan<br />
imparatorluklar, gerilerinde birçok devlet bırakmışlardır.<br />
Daha önceleri tek bir yönetim altında<br />
idare edilen havzalarda, birçok ulusal devlet<br />
egemen hale gelmiş ve bu yeni ülkeler arasında<br />
sınıraşan veya sınır oluşturan akarsuların kullanımına<br />
ilişkin sorunlar çıkmaya başlamıştır. 3<br />
Bu süreçle aynı zamana denk gelen bir başka<br />
gelişme de suları depolama tekniklerinin ilerlemesi<br />
ve yaygınlaşmasıdır. Birden fazla ülkenin<br />
egemenlik sahasında bulunan nehirlerin, coğrafi<br />
konum açısından, nehrin yukarısında bulunan<br />
memba ülkeleri, bir akarsuyu daha önce kullanma<br />
şansına sahip olmaktadırlar. Bu ülkelerin,<br />
tarımsal ve/veya endüstriyel kullanıma bağlı<br />
olarak, suların miktarını azaltıcı ya da niteliğini<br />
değiştirici faydalanmaları, memba-mansap çatışmasını<br />
ortaya çıkarmaktadır. Bu tip bir çatışmanın<br />
yanı sıra, kronolojik açıdan, suları daha önce<br />
kullanmaya başlayan bir devlet ile daha sonra<br />
kullanmaya başlayan bir devlet arasında da sorun<br />
oluşabilmektedir. 4<br />
Aynı akarsuyunun kıyıdaşı olan ülkeler arasında<br />
bu iki temel sebep nedeniyle çıkan sorunlarda,<br />
ülkeler uyuşmazlıkta genellikle hangi konumda<br />
iseler -memba ya da ilk kullanan-o konuma<br />
göre iddialarla ortaya çıkmaktadırlar. Bu iddialar,<br />
uluslararası hukukun kaynakları arasında<br />
yer alan ve Milletler Cemiyeti döneminde Uluslararası<br />
Sürekli Adalet Divanı statüsünün 38.<br />
maddesinde, Birleşmiş Milletler döneminde de<br />
Uluslararası Adalet Divanı statüsünün yine 38.<br />
maddesinde yardımcı kaynak olarak geçen doktrinlere<br />
dayandırılmaktadır. Bu doktrinlerden<br />
önemli olanları ve sınıraşan sulara ilişkin uyuşmazlıklarda<br />
ileri sürülenleri ise:<br />
· Mutlak Egemenlik Doktrini,<br />
· Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini,<br />
· Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini,<br />
· Makul ve Hakça Kullanım Doktrini olarak sıralanabilir.<br />
<br />
115
İnceleme<br />
Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı<br />
Kullanımına İlişkin 1997 Birleşmiş Milletler<br />
Sözleşmesi<br />
Uluslararası su hukuku konusunda kapsamlı ve<br />
tüm tarafları bağlayıcı Sözleşme çalışmalarının<br />
sonucunda 1997 tarihli Uluslararası Suyollarının<br />
Ulaşım–dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler<br />
Sözleşmesi ortaya çıkmıştır. Sözleşme’ye<br />
yönelik çalışmalar ise 1970’li yıllara kadar dayanmaktadır.<br />
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu<br />
1959 gibi erken bir tarihte aldığı 1401 sayılı<br />
kararı ile “uluslararası nehirlere” ilişkin hukuki<br />
sorunların kodifikasyonunun mümkün olup olmadığına<br />
dair ön çalışmaların başlaması çağrısında<br />
bulunmuştur. 5 8 Aralık 1970’e gelindiğinde<br />
ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2669 sayılı<br />
ve “Uluslararası Suyollarına İlişkin Uluslararası<br />
Hukuk Kurallarının Gelişmesi ve Kodifikasyonu”<br />
başlığı taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar<br />
ile Uluslararası Hukuk Komisyonu, sınıraşan suyollarının<br />
ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin çalışmalara<br />
başlamıştır. 1959 yılında alınan 1401<br />
sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı ile<br />
1970’te alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul<br />
kararı arasındaki temel fark, ilkinde nehirlerden<br />
bahsedilmesine karşılık ikincisinde suyolu kavramının<br />
kullanılmasıdır. Suyolu kavramı bir yandan<br />
nehirleri kapsarken diğer yandan da göller<br />
ve yer altı suları gibi nehirler ile doğrudan hidrolojik<br />
bağlantı içinde olan suları da kapsamaktadır.<br />
Bu değişiklik ise uluslararası kamuoyunun<br />
su döngüsüne ilişkin bilgi birikiminin arttığına<br />
işaret etmektedir.<br />
Sözleşme’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na<br />
sunulması Ekim 1996 ve Mart 1997 tarihlerinde<br />
olmuştur. Bu süreçte Sözleşme’ye ilişkin tartışmalar<br />
birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlar;<br />
· Sözleşme’nin çerçeve antlaşması özelliği<br />
· Sözleşme’nin mevcut ve gelecekteki andlaşmalara<br />
olan etkisi ve<br />
· 5. maddede düzenlenen “Makul ve Hakça<br />
Kullanım” ve 6. maddede düzenlenen “Makul<br />
ve Hakça Kullanımı Belirleyen Faktörler” ile<br />
7. maddede düzenlenen “Önemli Zarar Vermeme<br />
Yükümlülüğü” arasındaki karşılıklı ilişkiye<br />
ait tartışmalar olarak sıralanabilir.<br />
Sözleşme içinde yer alan maddelerin ruhu ise<br />
Uluslararası Hukuk Derneği’nin (International<br />
Law Association) 1956 yılında yayınladığı Dobrovnik<br />
kararları ile benzerlik göstermektedir. Bu<br />
kararlarda esas olarak makul ve hakça kullanım<br />
ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Dobrovnik’te<br />
alınan kararlar ise derneğin daha sonraki 1958<br />
yılında New York toplantısında, 1964 yılında<br />
Tokyo toplantısında ve 1966 tarihli Helsinki<br />
toplantısında da tekrar edilmiştir. Ayrıca 1988<br />
tarihli “Uluslararası Yeraltı Sularına İlişkin Seul<br />
Kuralları”nda da bu kurallara değinilmiştir. 6<br />
Daha sonra birçok ülke de bu kararlara atıfta bulunmuş<br />
ya da bu kararları doğrudan kabul ettiklerini<br />
bildirmişlerdir.<br />
Sözleşme’nin 36. maddesi gereğince, Sözleşme<br />
otuz beşinci tarafın kabul ya da onay belgesinin<br />
depozitere ulaşmasından sonraki doksanıncı<br />
günde yürürlüğe girecektir. Sözleşmeyi Aralık<br />
2012 itibariyle onaylayan veya kabul eden devlet<br />
sayısı yirmi dokuzdur. Ancak Rio +20 olarak<br />
adlandırılan ve 2012’nin Haziran ayında Brezilya<br />
Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir<br />
Kalkınma Konferansı’nda, 1997 tarihli<br />
Sözleşme’nin onaylanması çağrısında bulunulmuştur.<br />
Bu çağrının ana nedeni ise sınıraşan suların<br />
yönetiminde kıyıdaş devletler arasında söz<br />
konusu sulardan faydalanma konusundaki anlaşmazlıkların<br />
ortadan kalkacağına ilişkin inançtır.<br />
Rio Konferansı’nda yapılan çağrıya ek olarak bu<br />
yönde daha önce yapılmış olan çağrılar da bulunmaktadır.<br />
Bu çağrılar arasında 2007 yılında<br />
Batı Afrika Devletleri’nin Sözleşme’nin onaylanması<br />
çağrısının yanı sıra, Biyolojik Çeşitlilik<br />
Sözleşmesi 8. ve 9. Taraflar Konferansı kararları,<br />
Ramsar Sözleşmesi Sekretaryası, Stockholm<br />
Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI), Birleşmiş Milletler<br />
Kalkınma Programı (UNDP) gibi kuruluşların<br />
çağrıları da bulunmaktadır. 7<br />
Sözleşmenin Oylanmasında<br />
Devletlerin Tutumu<br />
Oylamada oy verme şeklini etkileyen faktörlere<br />
bakıldığında ise genel bir değerlendirmeye ulaşılması<br />
mümkün görünmektedir. Sözleşme’nin<br />
kabul edildiği 1997 yılındaki Birleşmiş Milletler<br />
116
İnceleme<br />
Genel Kurulu’ndaki oylamada 103 ülkenin kabul<br />
yönünde oy kullandığı görülmektedir. Bu ülkeler<br />
arasında 23 ada devleti bulunmaktadır. Bu ülkeler<br />
herhangi bir sınıraşan ya da sınır oluşturan<br />
suya sahip olmamakla birlikte oylamaya katılmışlardır.<br />
Aralarından sadece Küba’nın çekimser<br />
oy kullandığı bu devletlerin Sözleşme’nin lehine<br />
oy kullanmaları ülkesel çıkarlardan çok uluslararası<br />
hukukun oluşumuna katkıda bulunma fikri<br />
ile açıklanabilir.<br />
Ada devletlerinden 12’si ise oylamaya katılmamıştır.<br />
Herhangi bir sınıraşan veya sınır oluşturan<br />
suya kıyısı olmayan devletler arasından ise<br />
Panama, Andorra ve Monaco hariç olmak üzere<br />
19 devlet Sözleşme’nin lehine oy kullanmışlardır.<br />
Böylece sınıraşan ve sınır oluşturan bir suya kıyıdaş<br />
olmayan devletlerin toplamı 41’e çıkmaktadır.<br />
Toplam 103 devletin oylamada Sözleşme<br />
lehine oy kullandığı hatırlanırsa, konu ile ilgisi<br />
olan ve olumlu oy veren devlet sayısı 62 olarak<br />
ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerden ise 53 gibi büyük<br />
bir kısmının tamamen ya da kısmen aşağı<br />
kıyıdaş ülke durumunda olduğu görülmektedir.<br />
Sözleşme’nin onaylanmasına karşı oy veren ülkeler<br />
ile çekimser kalan ülkelere bakıldığında<br />
ise, bu ülkelerin genellikle yukarı kıyıdaş konumunda<br />
oldukları görülmektedir. Sözleşme’nin<br />
oylanmasında aşağı kıyıdaşlar ile yukarı kıyıdaş<br />
ülkeler arasında ortaya çıkan bu ayrım esasen<br />
Sözleşme’nin aşağı kıyıdaş ülkeler lehine bir düzenleme<br />
getirdiği iddiasından kaynaklanmaktadır.<br />
Havza bazında bakıldığında ise bu inancın<br />
varlığı daha açık bir şekilde göz önüne serilmektedir.<br />
Fırat-Dicle havzasının temel kıyıdaşları olan<br />
Türkiye, Irak ve Suriye’nin tutumları bu açıdan<br />
kayda değerdir. Türkiye Sözleşme’nin oylanması<br />
sırasında karşı oy veren üç ülkeden biri iken; Suriye<br />
ve Irak Sözleşme’yi onaylayarak depozitere<br />
gönderen ülkeler arasında yer almaktadır. Hatta<br />
Suriye, Sözleşme’yi 11 Ağustos 1997 gibi erken<br />
bir tarihte imzalayarak ilk imzacı devlet olmuş ve<br />
2 Nisan 1998’de de onaylayarak belgesini depozitere<br />
gönderen Finlandiya’dan sonra ikinci devlet<br />
olmuştur.<br />
Suları depolama tekniklerinin ilerlemesi ve yaygınlaşması ülkeler<br />
arasında sınıraşan veya sınır oluşturan akarsuların kullanımına ilişkin<br />
sorunlar çıkmasına neden olmuştur.<br />
Sözleşme’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda<br />
oylanması sırasında red oyu veren ülkelerden<br />
biri olan Çin de Mekong Nehri’nin yukarı kıyıdaşı<br />
konumundadır. Aşağı kıyıdaş konumundaki<br />
Vietnam, Laos, Tayland ve Kamboçya ise<br />
Sözleşme’nin lehine oy kullanmışlardır. Mekong<br />
nehrinin sadece sınır oluşturduğu Myanmar ise<br />
oylamaya katılmamıştır. Ancak henüz hiçbir<br />
Mekong Nehri kıyıdaşı devlet Sözleşme’yi onaylamamıştır.<br />
8<br />
<br />
117
İnceleme<br />
-<br />
-<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
Nil Nehri havzasına bakıldığında ise sadece<br />
Kenya ve Sudan’ın Sözleşme lehine oy kullandığı<br />
görülmektedir. Sözleşme’ye red oyu veren üç<br />
ülkeden biri olan Brundi’nin yanı sıra Mısır’ın<br />
da içinde bulunduğu diğer yedi kıyıdaş devlet ise<br />
çekimser kalmıştır.<br />
Aral denizi havzasında yer alan Siri Derya (Seyhun)<br />
ve Amu Derya (Ceyhun) nehirleri kıyıdaşı<br />
ülkelerinin verdikleri oylar aşağı kıyıdaş-yukarı<br />
kıyıdaş özelliklerini tam olarak taşımaktadır.<br />
Aşağı kıyıdaş Kazakistan Sözleşme lehine oy<br />
kullanırken yine aşağı kıyıdaş Özbekistan çekimser<br />
kalmıştır. Özbekistan’ın çekimser kalmasının<br />
nedeni ise Sovyetler Birliği zamanından bu<br />
yana Amu Derya nehrinden sulama amacı ile<br />
yoğun bir şekilde faydalanmasıdır. Özbekistan’ın<br />
Sözleşme’ye ilişkin bu tutumu, Nil havzasında<br />
Mısır’ın tutumu ile benzerlik göstermektedir.<br />
Ancak Özbekistan 4 Eylül 2007’de katılma belgesini<br />
depozitere göndererek Sözleşme’nin taraflarından<br />
biri olmuştur. Diğer havza devletlerinden<br />
Afganistan, Tacikistan ve Türkmenistan oy kullanmamışlar,<br />
Kırgızistan ise oylamaya katılmamıştır.<br />
Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi için yoğun bir şekilde<br />
çalışan devletlerden biri de Irak’tır. Irak Su<br />
Kaynakları Bakanlığı ve Arap Ligi Genel Kurulu<br />
tarafından düzenlenen toplantıda Irak, henüz<br />
1997 tarihli “Uluslararası Suyollarının Ulaşım-<br />
Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Birleşmiş<br />
Milletler Sözleşmesi”ne taraf olmayan ülkeleri bu<br />
Sözleşme’ye taraf olmaya çağırmıştır. 9 Irak dışında<br />
Sözleşme’ye taraf olan Arap ülkelerini saymak<br />
gerekirse bunlar; Tunus, Suriye, Katar, Fas, Libya,<br />
Lübnan ve Ürdün’dür. Mısır’ın başından beri<br />
1997 Sözleşmesi’ne yukarı kıyıdaşlara fazla hak<br />
verildiği gerekçesiyle karşı olduğunu ve su konusunda<br />
Mısır ile Sudan’ın aralarında tarihi olarak<br />
işbirliği yapmayı tercih ettiklerini göz önüne alırsak,<br />
bu ülkelerin Sözleşme’yi onaylamaları beklenebilecek<br />
bir gelişme değildir. Arap Ligi üyelerinden<br />
Filistin’in de Birleşmiş Milletler nezdinde<br />
tam bağımsız bir ülke olarak tanınmadığı hatırlanacak<br />
olursa muhtemel bir Filistin onayının da<br />
Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi yönünde bir etki<br />
yapmayacağı düşünülebilir. Geriye kalan Arap<br />
Ligi devletlerinin sayısı Sözleşme’nin yürürlüğe<br />
girmesi için yeterlidir. Ancak, söz konusu Arap<br />
Ligi devletlerinin 1997 Sözleşmesi’ne taraf olma<br />
kararları doğal olarak ulusal bir karardır ve bu<br />
çağrıdan etkilenmesi beklenmemelidir.<br />
Türkiye’nin taraf olmadığı ve Birleşmiş Milletler<br />
Genel Kurulu’ndaki oylamada Çin ve Brundi<br />
ile birlikte red oyu verdiği 1997 Sözleşmesi’nin<br />
yürürlüğe girebilmesi için 35 ülkenin onayına<br />
ihtiyaç duyulmaktadır. Hâlihazırda, 29 ülkenin<br />
onaylayarak belgelerini depoziter olan Birleşmiş<br />
Milletler Genel Sekreterliği’ne gönderdiği düşünüldüğünde,<br />
bu çağrıya uyulması durumunda<br />
gerekli sayı olan 35’e kısa bir sürede ulaşılması<br />
mümkündür. Özellikle son dönemde Arap bölgesi<br />
dışında da olsa bu yönde bir eğilimin olduğu<br />
dikkate alındığında 2013 yılı içinde Sözleşme’nin<br />
yürürlüğe girme ihtimali oldukça yüksek olarak<br />
değerlendirilebilir. Bu eğilimi göstermek için<br />
118
İnceleme<br />
Bağımsızlık hareketleri neticesinde birçok ulusal devlet egemen hale gelmiş ve bu yeni ülkeler arasında sınıraşan veya sınır<br />
oluşturan akarsulardan faydalanmaya ilişkin sorunlar ortaya çıkmıştır.<br />
2012 yılında Danimarka, Çad, Benin, Lüksemburg<br />
ve İtalya’nın 1997 Sözleşmesi’ne taraf olduğunu<br />
belirtmek gereklidir. Aynı şekilde bu yıl düzenlenen<br />
Rio+20 konferansında da henüz taraf<br />
olmayan ülkelere bu yönde bir çağrı yapılmış ve<br />
aralarında Birleşik Krallık, İrlanda, İtalya, Polonya<br />
ve Romanya gibi ülkelerin de bulunduğu on<br />
iki ülkenin bu yönde bir eğilimi olduğu belirtilmiştir.<br />
10 Bu ülkeler arasından da İtalya, 30 Kasım<br />
2012 itibarıyla Sözleşme’ye taraf olduğuna dair<br />
belgeleri, depoziter olan Birleşmiş Milletler Genel<br />
Sekreterliği’ne ulaştırmıştır.<br />
Ayrıca Sözleşme’nin imzaya açık olduğu tarih<br />
olan 20 Mayıs 2000 tarihine kadar Sözleşme’ye<br />
imza atan ancak henüz iç hukukları açısından<br />
bağlayıcı duruma getirmeyen dört ülke daha bulunmaktadır.<br />
Bu ülkeler Fildişi Sahili, Venezuella,<br />
Paraguay ve Yemen’dir. Bu ülkelerin de yakın bir<br />
gelecekte işlemlerini tamamlaması beklenebilir. 11<br />
Paraguay oylamada çekimser kalmış iken daha<br />
sonra 25 Ağustos 1998 tarihinde Sözleşme’yi imzalamış<br />
ancak henüz onaylama, uygun bulma ya<br />
da kabul etme işlemlerinden birini gerçekleştirmemiştir.<br />
Sözleşme ile Getirilen Temel Düzenlemeler<br />
Sözleşme’nin 5. maddesi hakça ve makul kullanım<br />
ve katılım başlığı taşımakta ve taraf devletlerin<br />
ülkesi içinde yer alan uluslararası suyollarından<br />
makul ve hakça bir şekilde faydalanması<br />
gerektiğini ve aynı zamanda bu faydalanmanın<br />
optimal ve sürdürülebilir bir bakışla ele alınması<br />
gerektiğini vurgulamaktadır. 12<br />
<br />
119
İnceleme<br />
Sözleşme’nin 6. maddesi makul ve hakça kullanımı<br />
etkileyen unsurlara ayrılmıştır. Bu unsurların<br />
her birinin eşit değerde olduğu da ayrıca<br />
belirtilmiş. 7. maddede önemli zarar vermeme<br />
yükümlülüğü düzenlenmiş ve devletlerin uluslararası<br />
bir suyolundan faydalanması sırasında diğer<br />
suyolu devletlerine önemli zarar vermemek<br />
amacıyla tüm önlemleri almak zorunda olduğu<br />
vurgulanmıştır. Sözleşme’nin 8. maddesinde suyolu<br />
devletlerinin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü,<br />
karşılıklı fayda ve iyi niyetle işbirliği içinde<br />
olmaları gerektiğini düzenlemektedir.<br />
Sözleşme planlanan önlemler başlığı taşıyan 3.<br />
bölümde uluslararası suyoluna ilişkin faydalanmalara<br />
yönelik oldukça ayrıntılı bir bildirim süreci<br />
öngörmektedir. Uluslararası suyolu üzerinde<br />
bir geliştirme faaliyetinde bulunmayı planlayan<br />
bir devlet, diğer suyolu devletlerine zamanında<br />
bildirimde bulunmak zorundadır. Bu bildirim<br />
gerekli teknik veri ve çevresel etki değerlendirmesini<br />
de içermelidir. Sözleşme’ye göre bildirimi<br />
alan devletin cevap vermesi için özel durumlarda<br />
ek bir 6 ay olmak üzere, 6 ayı bulunmaktadır. Bu<br />
sırada ise bildirimi yapan devlet herhangi bir faaliyette<br />
bulunamamaktadır. Bu düzenlemeler ise<br />
faydalanma eylemine, diğer kıyıdaşlara bir çeşit<br />
veto hakkının verilmiş olması, devletin egemenliğine<br />
halel getirdiği için ciddi bir şekilde eleştirilmektedir.<br />
Oldukça ayrıntılı ve uzun olan Sözleşme’nin 33.<br />
maddesi ise anlaşmazlık durumlarındaki süreci<br />
düzenlemektedir. Anlaşmazlıkların ya Uluslararası<br />
Adalet Divanı ya da hakemlik yoluyla çözüme<br />
kavuşacağı hükme bağlanmıştır. Sözleşme’nin<br />
toplam 37 maddesi ve hakemliği düzenleyen<br />
ekinde de toplam 14 madde bulunmaktadır.<br />
Sözleşme’nin müzakereleri sırasında Türkiye’nin<br />
birtakım müdahaleleri olmuştur. Bunlardan ilki<br />
“Makul ve Hakça Kullanıma İlişkin Faktörler”<br />
başlığı taşıyan 6. maddeye yönelik olmuştur.<br />
Türkiye bu maddenin “a” bendine toprak kalitesi<br />
anlamına gelen “pedoloji” teriminin eklenmesini<br />
istemiş ancak kabul edilmemiştir. Yine aynı maddenin<br />
aynı bendine 1966 Helsinki kararlarında<br />
yer alan “her havza devletinin suyoluna yaptığı<br />
su katkısı” ifadesinin eklenmesi talebi de aynı şekilde<br />
reddedilmiştir. Türkiye’nin “Önemli zarar<br />
vermeme” başlığı taşıyan 7. maddeye ilişkin de<br />
birtakım itirazları olmuştur. Türkiye, kıyıdaş ülkelerin,<br />
suyu hakça ve makul olarak kullandıkları<br />
takdirde zaten diğer kıyıdaş devletlere zarar vermeme<br />
ilkesinin de yerine geleceği görüşünü önererek<br />
bu maddeye itiraz etmiştir. Önemli zarar<br />
vermeme ile ilgili bir ölçüt olmadığından, aşağı<br />
kıyıdaş ülkenin itirazları doğrultusunda yukarı<br />
kıyıdaş devletin çeşitli amaçlar için yapmayı<br />
planladığı projeler engellenebilecek ve dolayısıyla<br />
ekonomik durum olumsuz etkilenecektir.<br />
Türkiye’nin Sözleşme’ye ilişkin belki en ciddi<br />
karşı çıkışı “Planlanan Önlemler” başlığı taşıyan<br />
Sözleşme’nin üçüncü bölümüdür. Bu bölümde<br />
düzenlenen genel yaklaşım ise bir yukarı kıyıdaş<br />
devletin aşağı kıyıdaş ülkenin onayını almadan<br />
herhangi bir su kaynakları geliştirme faaliyetine<br />
girişememesi durumudur. Sözleşme’nin 11.<br />
maddesinden başlayan bu bölüm 19. maddeye<br />
kadar devam etmekte ve onay sürecini ayrıntılı<br />
bir şekilde düzenlemektedir. Türkiye, bir yukarı<br />
kıyıdaş ülkesinin Sözleşme’nin hükümlerine<br />
bağlı olarak, nehir suları üzerinde geliştireceği<br />
bir projede aşağı kıyıdaş devlete haber verme zorunluluğu<br />
ve buna bağlı olarak devletler arasında<br />
uzlaşma için de uzun bir süre gerektiği fikirlerini<br />
göz önünde tutarak itiraz etmiştir.<br />
Türkiye’nin Sözleşme’ye itiraz ettiği temel noktalar<br />
bunlardır. Bu itirazların geçerliliği ise halen<br />
devam etmektedir. Türkiye sınıraşan sulara<br />
ilişkin politikasında tutarlı ve komşularının da<br />
çıkarlarını gözeten bir yaklaşım içerisindedir.<br />
Ancak kendi ülkesinde gerçekleştireceği su kaynaklarını<br />
geliştirme faaliyetleri için diğer ülkelerin<br />
onayını alma durumunda kalmamak için<br />
Sözleşme’ye taraf olmamaktadır. Sözleşme’nin<br />
yakın bir gelecekte yürürlüğe girme ihtimaline<br />
karşın bu Sözleşme’nin, taraf olmaması dolayısıyla<br />
Türkiye’yi bağlamayacağı açıktır.<br />
Sonuç<br />
1997 tarihli “Uluslararası Suyollarının Ulaşım-<br />
Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Birleşmiş<br />
120
İnceleme<br />
Milletler Sözleşmesi”nin yürürlüğe girmesinin<br />
Türkiye’yi doğrudan etkilemesi söz konusu değildir.<br />
Belli bir konuda uluslararası bir düzenlemenin<br />
olması bu düzenlemelerden doğan kuralların<br />
tüm ülkeleri bağlaması anlamına gelmemektedir.<br />
Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan<br />
“andlaşmaların sadece taraflarını bağlayacağı ilkesi”<br />
göz önüne alındığında, söz konusu Sözleşme<br />
hükümlerinin Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi<br />
mümkün değildir. Ancak 1997 Sözleşmesi’nin<br />
yürürlüğe girmesi ile Sözleşme’de yer alan kuralların<br />
ve düzenlemelerin bir uluslararası yapılageliş<br />
(teamül) kuralı haline gelme ihtimali de söz<br />
konusudur. Doğal olarak bir devletin sürekli bir<br />
şekilde bir uluslararası bir teamülü tanımadığını<br />
belirtecek şekilde hareket etmesi söz konusu<br />
teamülün ilgili devlete karşı ileri sürülme olanağı<br />
ortadan kaldırmaktadır. 1997 Sözleşmesi’nin<br />
yürürlüğe girmesi uluslararası hukuk bakımından<br />
Türkiye’yi sıkıntıya sokmayabilir. Ancak<br />
Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra her<br />
türlü platformda Türkiye’yi sınıraşan sulardan<br />
faydalanma konusunda eleştirmek, bölge ülkeleri<br />
ve konuya müdahil olmak isteyen diğer taraflar<br />
bakımından daha kolay olacaktır.<br />
O<br />
DİPNOTLAR<br />
<br />
<br />
Ankara, Gazi Üniversitesi, 1997, s, 12.<br />
3 Mustafa Bir, “” (Ya-<br />
<br />
4 Cem SAR, “, Ankara, A.Ü.<br />
<br />
5 M.A. Salman, “The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into<br />
Force Proven Difficult?” , Vol. 32, 2007, ss 1-15.<br />
6 Gabriel E Eckstein, “Development of international water law and the UN Watercourse Convention”,<br />
<br />
Roland Henwood, 2002,s. 83.<br />
<br />
<br />
-<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
-<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
121
A HISTORY OF THE MIDDLE EAST<br />
Yazar: Peter Mansfield-Güncelleyen: Nicolas Pelham<br />
London, New York: Penguin Books, 2003.<br />
Second Edition, ISBN 0-141-01123-8<br />
Hazırlayan:<br />
Barış ÇAĞLAR<br />
KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 4<br />
Önce Batı’nın ve ardından tüm dünyanın Ortadoğu<br />
olarak adlandırdığı bölgede antik zamanlardan<br />
yirmi birinci yüzyılın başına kadar geçen<br />
olayların konu edildiği kısa fakat etkili bir siyasi,<br />
ekonomik ve savaş tarihi kitabı A History of the<br />
Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi. Kitabın yazarı<br />
Peter Mansfield’ın ifadesiyle kâinatın yaratıcısının<br />
Araplara ve Perslere verdiği güç enstrümanı<br />
petrol’ün yaşattığı modern macerayı adeta resmeden<br />
kitap, Ortadoğu’daki siyasi çekişmeler<br />
ve beraberinde yaşanan sosyolojik bunalımlar<br />
silsilesi olarak da özetlenebilir. Bu modern özetin<br />
arkaplanını Doğu-Batı sarkacındaki tarihsel<br />
panorama oluşturmaktadır. Yazar, Hristiyan<br />
Avrupa ile Müslüman Osmanlı’nın birbirleriyle<br />
imtihanı olan Doğu Sorunu’nun İslam medeniyetine<br />
ve özellikle Araplara yönelik siyasi yansımalarından<br />
yola çıkarak Ortadoğu’yu Batı’nın<br />
doğusunda ve aynı anda Doğu’nun batısında bir<br />
noktada mümkün olduğunca tarafsız anlatmaya<br />
çalışmakta. Arap topluluklarının Osmanlı sonrası<br />
tecrübelerine ek olarak Türkler ve Persler<br />
de eserin tarihsel panoramasındaki yerlerini almışlar.<br />
Günümüz Ortadoğu’sundaki çatışmaların<br />
anlaşılmasını kolaylaştıracak tarihi nedenleri<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş<br />
dönemlerinden yola çıkarak anlatan Mansfield<br />
1996’da öldüğü için günümüzü anlamamızı kolaylaştıracak<br />
11 Eylül 2001 sonrası dönemi Pelham<br />
kaleme almış.<br />
Akademik kitaplar için rivayet edilenin aksine<br />
akademik tarzdaki hikâye ediş (historical narrative)<br />
kitabın su gibi akan iklimine hiç dokunmadığı<br />
gibi okuyucuya nasıl bir okuma yapacağına<br />
dair bir perspektif de sunuyor. Ortadoğu dışı güçlerin,<br />
Ortadoğu halklarına olan etkisinin kitabın<br />
122
Kitap İncelemesi<br />
her bölümünde farklı bir şekilde işlendiği bu temel<br />
referans kitap, çok uzun bir tarihin hızlı bir<br />
özeti. Bölge-dışı güç odaklarının tarih boyunca<br />
bölgeye olan dahli perspektifinde sunulan bir tür<br />
hızlandırılmış kurs olarak da görülebilecek eser,<br />
Ortadoğu’yu antik zamandan 2003’e dört yüz altı<br />
sayfada getiren, az kelimeyle çok bilgi vermekte<br />
mahir bölümlerden oluşuyor. İkinci basımı 2003<br />
yılında olmasına karşın günümüze ışık tutmakta<br />
başarılı olduğu tartışılamayacak olan eserin ilk<br />
baskısı 1992 yılında yapılmış. Fakat A History of<br />
the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi’nin basım<br />
yılı itibariyle genç olmaması okuyucuları yanıltmamalı<br />
çünkü sunduğu bilgi birikimi ve perspektif<br />
itibariyle değerlendirildiğinde hayli genç<br />
bir kitap. Kitabın İngilizce olması okuyucuya erişimini<br />
yabancı dil hâkimiyetiyle sınırlasa da basit<br />
ve akıcı anlatımı bu sınırlamayı azaltıyor.<br />
Yazarların ileri görüşlülüğü eseri okumak için iyi<br />
bir sebep oluşturuyor. Kitabın iki yazarının da<br />
tahminlerinde haklı çıktığını görüyoruz: Mansfield<br />
1992’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin<br />
Ortadoğu’daki askeri varlığını haklı çıkaracak<br />
nedenlerin ileride zayıflayacağı öngörüsünde<br />
bulunmuş ve Birleşik Devletler’in ileride süpergüç<br />
pozisyonunu korumakta çok zorlanacağını<br />
tahmin etmiştir. İster uluslararası toplumun algısı<br />
ister Irak ve Afganistan’da yaşanan son on<br />
yılın krizleri isterse de Çin’in yükselişine karşı<br />
önalıcı biçimde Birleşik Devletler’in sıklet merkezini<br />
Pasifik’e kaydırması itibariyle bakılsın,<br />
2013’ün başında Mansfield teyid almıştır: Birleşik<br />
Devletler, Ortadoğu’da süper-güç konumunu<br />
korumakta zorlanmaktadır. Irak’ta başarılı<br />
olduğunu söylemek güçtür ve bölgesel güçlerin<br />
meydan okuyuşuna açıktır. Son iki yıldır yaşanan<br />
Suriye Krizi’nin uzaması bunun diğer bir örneğidir.<br />
Yazarın bu ileri görüşlülüğü onun eserini<br />
okumak için iyi bir sebep oluşturuyor çünkü<br />
sağlıklı öngörüler bilgi birikiminin analitik keskinlikle<br />
buluşmasından doğar. Eseri güncelleyen<br />
Pelham da Mansfield’ın izinden başarıyla giderek<br />
2003’te yazdığı 13. ve 14. bölümlerde adeta günümüz<br />
Arap Baharı’nı haber veriyor. Pelham’ın<br />
tahminlerinin gerçek olması sadece 8 yıl almış ve<br />
Arap Baharı hareketi onun öngördüğü biçimde<br />
21. yüzyılın başına damgasını vurmuştur.<br />
A History of the Middle East, 14 bölümden oluşuyor.<br />
Yazarın vefatından sonra güncellenen kitap<br />
kendi içinde tutarlı iki kısımdan oluşmakta:<br />
İlk oniki bölümden oluşan ilk kısım ve güncellemenin<br />
yeraldığı son iki bölümden oluşan son<br />
kısım. Günümüz politikalarını aydınlatan son iki<br />
bölüm, ilk kısım atlanarak tek başına okunabilir<br />
değil. Zincirleme bir tarihsel olay örgüsüyle giden<br />
kitabın atlanarak okunması yararsız. İlk bölüm,<br />
tüm insanlık tarihinin en eski bölgesi olan<br />
Ortadoğu’nun adını sorunsallaştırarak başlıyor.<br />
Bölgenin neden ‘Ortadoğu’ olarak anıldığına değinmesi<br />
yazarın tarafsızlığına delil teşkil ediyor.<br />
Mansfield, terimin içinde saklı, dolaylı anlamı<br />
unutmamamız gerektiğini belirtiyor. ‘Ortadoğu’<br />
teriminin, dünyanın Batı tarafından domine edildiğini<br />
varsayan bir alt-anlam taşıdığına değinen<br />
yazarın bu vurgusu dikkate değer. Ortadoğu terimi<br />
Avrupa merkezli bir kelime, aksi halde neden<br />
Ortabatı ya da Batıasya denmiyor sorusundan<br />
hareket eden yazar, bölgenin isminden içindeki<br />
devletlerin hangileri olacağını ne zaman kimin<br />
belirlediğine kadar bir dizi noktayı tartışıyor.<br />
‘Ortadoğu’ teriminin epeydir yerleşik kullanımda<br />
ve de Batı bakış açısından çıkmış olduğu atlanmamakla<br />
beraber tarihin büyük bir bölümü süresince<br />
Ortadoğu’nun ad koyucusu Avrupa’dan<br />
çok daha ileri bir medeniyet olduğu hatırlatılıyor.<br />
Hem akademisyen hem eski bir general<br />
olan John Bagot Glubb’a referansla 5000 yıllık<br />
dünya tarihinin son 500 yılı hariç Ortadoğu’nun<br />
Avrupa’dan kültür ve medeniyette çok daha ileri<br />
olduğunu hatırlatan yazar kelimelerin ve terimlerin<br />
masum olmadıklarının altını çiziyor. Birinci<br />
Dünya Savaşı öncesinde ve süresince ‘Yakındoğu’<br />
teriminin Türkiye, Balkanlar, Doğu Akdeniz<br />
ülkeleri ve Mısır için kullanıldığını belirtiyor.<br />
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında ‘Ortadoğu’<br />
kelimesi Arabistan, Körfez, İran, Irak ve<br />
Afganistan’ı anlatmak amacıyla kullanılmışsa da<br />
nadiren kullanılmış olduğu belirtiliyor. Osmanlı-<br />
Türk İmparatorluğu parçalandıktan sonra Ortadoğu<br />
terimi ‘Yakındoğu’ kelimesi altında toplanan<br />
bölgeleri de içine alacak şekilde kullanılmaya<br />
başlamış; Avrupa-merkezli bu kullanım İkinci<br />
Dünya Savaşı’yla iyice pekişmiştir. Bölgenin adlandırılmasının<br />
ve kapsamının belirlenmesinin<br />
<br />
123
Kitap İncelemesi<br />
döneme ve güç döngüsüne göre değiştiğini ve<br />
bizatihi siyasal olduğunu belirten kitap, adlandırmaların<br />
siyasal altyapısında hegemonik güç<br />
ilişkilerinin ya da dünyadaki başat güçlerin kimler<br />
olduğu gerçeğinin yattığını savlıyor.<br />
Giriş bölümünün devamındaysa Babil<br />
Krallığı’ndan modern döneme kesitler sunuluyor.<br />
İsa’dan önce 1600 yıllarında bugünkü ismiyle<br />
Filistin ve Suriye olan topraklardaki ticaret ve<br />
yönetim biçiminden, Semitik toplulukların savaşlarına,<br />
Babil halkından Hititlere, Kızıl ve Ölü<br />
Deniz boyunca uzanan medeniyetlerden Doğu<br />
Akdeniz havzasını oluşturan Nil Vadisi ve deltasını<br />
da içine alacak şekilde tanımlı Verimli Hilal<br />
boyunca tarihi yerleşimlerin geçmişini anlatan<br />
ilk bölüm, Arapların bölgeye gelişini de kapsıyor.<br />
Büyük İskender’in etkisi, Pax Romana ya da<br />
Roma hukuku altındaki bugünkü adları Türkiye,<br />
Suriye ve Mısır olan topraklarda hangi etnisitelerin<br />
varolageldiği tartışılıyor. Hristiyanlığın<br />
yayılması ve Roma’nın çöküş süreçleri ardından<br />
Roma İmparatorluğu’nun doğu yarısı olarak görülen<br />
Bizans’ın kuruluşu da Arap ve Pers tarihine<br />
koşut anlatılmış.<br />
Akabinde İslam dininin bölgeye gelişi inceleniyor.<br />
İslam dininin özellikle iki boyutu Ortadoğu<br />
tarihinin bütününe yansımıştır argümanına<br />
yer verilmiş: Bu boyutlardan ilki, İslam’ın ‘nihai<br />
inanç’ olduğu boyutu ve bunun paralelinde tüm<br />
dünyadaki insanlar henüz İslam’ı kabul etmemişlerse<br />
bunun Müslümanların başarısızlığı olduğuna<br />
Müslümanların inandığı ve bunun siyasi<br />
sonuçlarının olabileceği tartışması. İkinci boyut<br />
ise Müslümanların cennet ve cehenneme inanmalarına<br />
karşın İslam’ın tamamen öteki dünyacı<br />
olmadığı, Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan farklı<br />
olarak aynı zamanda siyasi bir lider de olduğu ve<br />
yine bunun Ortadoğu tarihine siyasi yansımalarının<br />
olduğu şeklinde ele alınmış. Fakat bunun<br />
idealize bir durum olduğunu belirten yazar, bu<br />
boyutların günümüz Müslüman halklarını etkilemeye<br />
devam ettiğini ancak tarih boyunca süregelen<br />
Arap ve diğer Müslüman yönetimlerin<br />
seküler formlar da taşıdığını belirtiyor. Ortadoğu’daki<br />
Arap hâkimiyet dönemi ve sonrasındaki<br />
Türk hâkimiyeti bu bağlamda tasvir ediliyor. Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun Ortadoğulu bir İslami<br />
medeniyet olduğu anlatılıyor.<br />
İkinci bölümse İslam medeniyetinin dünya sahnesinde<br />
geri kalmaya başladığı tarih dilimini<br />
‘Savunmaya geçen İslam’ başlığıyla özetliyor.<br />
Avrupa karşısında belirgin derecede zayıflamış<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun çareyi İslam’ı siyaseten<br />
vurgulamakta bulduğunu ve bunu bir<br />
siyasa olarak uyguladığını ileri süren yazar, bu<br />
suretle padişahın Müslüman bölgelerdeki nüfuzunu<br />
Batı baskısı karşısında artırmaya çalıştığını<br />
fakat başaramadığını gösteriyor. Gerilemeden<br />
çöküşe geçişin anlatıldığı bu ikinci bölüm hem<br />
Ortadoğu hem İslam medeniyeti hem de bölge<br />
halklarının izini sürüyor: 18. Yüzyıl, ‘Hristiyan<br />
Avrupa’nın güç dengesini lehine çevirdiği dönemken,<br />
19. yüzyıl bu durumun iyice pekişip<br />
Osmanlı’nın ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olarak<br />
anıldığı zamanlara tekabül ediyor. Kapitülasyonlar<br />
Osmanlı’nın güçlüyken verdiği, diplomatik<br />
kazanımlar sağladığı ve siyasi ve ekonomik nüfuz<br />
bölgelerini manipüle eden ayrıcalıklarken zayıflama<br />
döneminde hastalıklı çıbanlara dönüşüyor.<br />
Bu çıbanlara ek olarak 19. yüzyıl İngiliz tehdidinin<br />
Osmanlı topraklarında hissedildiği dönem.<br />
18. yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın başat<br />
gücü olmaya başlayan Britanya, eş zamanlı olarak<br />
Osmanlı’nın doğu sınırlarına da tehdit oluşturmaya<br />
başlamıştı.<br />
Tarihsel güç devinimi sarkacında Batı ya da o<br />
zamanki daha kimliksel ifadesiyle Hristiyan Avrupa<br />
modern zamanlara gelindiğinde Doğu’ya,<br />
rakibine yani Müslüman Osmanlı’ya galebe<br />
çalmaya başlamıştı. ‘Ortadoğu’ kelimesi bu nedenle<br />
Orta-doğu olarak tarif bulmuştur. Bu gidişatın<br />
farkında olup önüne geçmek isteyen III.<br />
Selim İmparatorluğun hem iç işlerinde hem de<br />
dış ilişkilerinde yönetim reformları yapmaya<br />
soyunmuşsa da bu çabaları Osmanlı’nın Arap<br />
bölgelerine ulaşamadı. Dolayısıyla, Osmanlı’nın<br />
yenilenme çabalarının Ortadoğu’ya geniş ölçekte<br />
sirayet edememesi Arap bölgelerinin modern<br />
zamanlardaki yönetimsel sıkışmışlığının tarihsel<br />
tabanına işaret etmektedir. Yönetimsel sorunlara<br />
örnek oluşturan geçmişteki ve günümüzdeki<br />
Mısır, bu sıkıntılarına paralel olarak son yüzyıl-