09.05.2014 Views

Metnin Tamamı - orsam

Metnin Tamamı - orsam

Metnin Tamamı - orsam

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Indexed by<br />

tarafından taranmaktadır<br />

Ocak 2013 Cilt 5<br />

aylık uluslararası ilişkiler dergisi<br />

sayı<br />

49<br />

Türkiye-İsrail İlişkileri, İsrail’de<br />

Seçimler ve Filistin Sorunu<br />

What Lies Ahead for the Palestinian Issue in 2013 -<br />

Opportunities and Challenges<br />

İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na Farklı<br />

Yaklaşımlar<br />

2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin Beklentiler ve Olasılıklar<br />

ORSAM<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ


ORSAM<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />

STRATEJİK BİLGİ YÖNETİMİ, ÖZGÜR DÜŞÜNCE ÜRETİMİ<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />

Tarihçe<br />

Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış<br />

politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik<br />

Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu<br />

özelinde yoğunlaştırmıştır.<br />

Ortadoğu’ya Bakış<br />

Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları,<br />

olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkum edilmemelidir. Ortadoğu ülkeleri, halklarından<br />

aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak<br />

potansiyele sahiptir. Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik halklarına,<br />

bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek ulusal ölçekte kalıcı barışın<br />

ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi<br />

çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir Sözkonusu çerçevede, Türkiye,<br />

yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir.<br />

Cepheleşen eksenlere dahil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi,<br />

tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi<br />

bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir.<br />

Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları<br />

ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması<br />

ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına<br />

aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri<br />

oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin<br />

nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM; bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere<br />

ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM, web sitesiyle, aylık Ortadoğu<br />

Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal<br />

ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. Bölge ülkelerinden devlet<br />

adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK<br />

temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek<br />

dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır.<br />

* ORSAM, The Middle East Studies Association (MESA) üyesidir.<br />

www.<strong>orsam</strong>.org.tr/tr/


STRATEGIC INFORMATION MANAGEMENT AND<br />

INDEPENDENT THOUGHT PRODUCTION<br />

ORSAM<br />

CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES<br />

CENTER FOR MIDDLE EASTERN STRATEGIC STUDIES<br />

History<br />

In Turkey, the shortage of research on the Middle East grew more conspicuous than ever during the<br />

early 90’s. Center for Middle Eastern Strategic Studies (ORSAM) was established in Janu- ary 1, 2009<br />

in order to provide relevant information to the general public and to the foreign policy community.<br />

The institute underwent an intensive structuring process, beginning to con- centrate exclusively on<br />

Middle Eastern affairs.<br />

Outlook on the Middle Eastern World<br />

It is certain that the Middle East harbors a variety of interconnected problems. However, ne- ither<br />

the Middle East nor its people ought to be stigmatized by images with negative connota- tions. Given<br />

the strength of their populations, Middle Eastern states possess the potential to activate their inner<br />

dynamics in order to begin peaceful mobilizations for development. Respect for people’s willingness to<br />

live together, respect for the sovereign right of states and respect for basic human rights and individual<br />

freedoms are the prerequisites for assuring peace and tranquility, both domestically and internationally.<br />

In this context, Turkey must continue to make constructive contributions to the establishment<br />

of regional stability and prosperity in its vicinity.<br />

ORSAM’s Think-Tank Research<br />

ORSAM provides the general public and decision-making organizations with enlightening in- formation<br />

about international politics in order to promote a healthier understanding of interna- tional<br />

policy issues and to help them to adopt appropriate positions. In order to present effective solutions,<br />

ORSAM supports high quality research by intellectuals and researchers that are com- petent in a<br />

variety of disciplines. ORSAM’s strong publishing capacity transmits meticulous analyses of regional<br />

developments and trends to the relevant parties. With its website, books, reports, and periodicals,<br />

ORSAM supports the development of Middle Eastern literature on a national and international scale.<br />

ORSAM facilitates the sharing of knowledge and ideas with the Turkish and international communities<br />

by inviting statesmen, bureaucrats, academicians, strategists, businessmen, journalists, and NGO<br />

representatives to Turkey.<br />

* ORSAM is a member of the The Middle East Studies Association (MESA). <br />

www.<strong>orsam</strong>.org.tr/en/


Kapak Konusu / Cover Story<br />

<br />

Turkey-Israel Relations, Elections in Israel and the Palestine Problem<br />

The Turkish-Israeli Relations in 2013:<br />

Modest Expectations<br />

<br />

What Lies Ahead for the Palestinian Issue in<br />

2013 - Opportunities and Challenges<br />

<br />

<br />

Görünüm ve ‘Son Dakika’ Sürprizleri<br />

Political Landscape and ‘Last Minute’<br />

Surprises in Israel Heading Towards Early<br />

Elections<br />

<br />

<br />

Various Approaches for the Second Gaza War in the Israeli Public Opinion<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

21 November – 20 December 2012<br />

<br />

<br />

<br />

Indexed by


The Kurdish challenge to the<br />

Turkish Nation-State<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Power Struggle in post-Revolution<br />

Egypt: “Islamist Government vs.<br />

Secular Opposition”<br />

<br />

<br />

Prospects and Expectations for<br />

Turkey-Iraq Relations in 2013<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Disputed Areas and Turkmens in Iraq<br />

<br />

<br />

<br />

Being Journalist in Syria<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

United Nations Convention on the<br />

Law of the Non-Navigational Uses of<br />

International Watercourses and an<br />

Evaluation of 2012<br />

<br />

<br />

ORSAM KONUK / Guest<br />

<br />

Riad al-Shaqfa: “We Aim to Bring Stability, Peace and Democracy to Syria”<br />

<br />

Gazwan Masri: “Turkey’s Current Policy Will Bear Fruit in the Future”<br />

<br />

<br />

<br />

Yusuf Molla: “Turkmens Assume an Important Role in Maintaining Unity in Syria”


Ocak 2013<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık<br />

Hasan Kanbolat<br />

Doç. Dr. Hasan Ali Karasar<br />

Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen<br />

ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü<br />

ORSAM Başkanı<br />

ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi<br />

ORSAM Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

<br />

Dr. İsmet Abdülmecid<br />

Irak Danıştayı Eski Başkanı<br />

Prof. Dr. Ramazan Daurov<br />

Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü, Direktör Yardımcısı<br />

Prof. Dr. Vitaly Naumkin<br />

Rusya Bilimler Akademisi Doğu Çalışmaları Enstitüsü Direktörü<br />

Hasan Alsancak<br />

İhlas Holding, Gn.Md.Yrd., Statejik İs Gelistirme ve Dış İliskiler<br />

Prof. Dr. Meliha Benli Altunışık ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü<br />

Prof. Dr. Ahat Andican<br />

Devlet Eski Bakanı, İstanbul Üniversitesi<br />

Prof. Dr. Dorayd A. Noori<br />

Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı Yardımcısı<br />

Prof. Dr. Tayyar Arı<br />

Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Prof. Dr. Ali Arslan<br />

İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü<br />

Büyükelçi Shaban Murati<br />

Arnavutluk Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü<br />

Başar Ay<br />

Türkiye Tekstil Sanayii İşveren Sendikası Genel Sekreteri<br />

Hediye Levent<br />

Gazeteci (Suriye)<br />

Prof. Dr. Mustafa Aydın<br />

Kadir Has Üniversitesi Rektörü<br />

Doç. Dr. Ersel Aydınlı<br />

Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı & Fulbright Genel Sekreteri<br />

Yaşar Yakış<br />

Büyükelçi, Dışişleri Eski Bakanı<br />

Patrick Seale<br />

Ortadoğu ve Suriye Uzmanı<br />

Prof. Dr. Hüseyin Bağcı<br />

ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Prof. Aftab Kamal Pasha<br />

Hindistan Batı Asya Araştırmaları Merkezi Başkanı<br />

Itır Bağdadi<br />

İzmir Ekonomi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Bölümü<br />

Prof. Dr. İdris Bal<br />

TBMM 24. Dönem Milletvekili<br />

Yrd. Doç. Dr. Ersan Başar<br />

Karadeniz Teknik Üniversitesi, Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği Bölüm Başkanı<br />

Dr. Sami Al Taqi<br />

Orient Research Center Başkanı<br />

Kemal Beyatlı<br />

Irak Türkmen Basın Konseyi Başkanı<br />

Barbaros Binicioğlu<br />

Ortadoğu Danışmanı<br />

Safarov Sayfullo Sadullaevich<br />

Tacikistan Cumhurbaşkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı<br />

Prof. Dr. Ali Birinci<br />

Polis Akademisi<br />

Doç. Dr. Mustafa Budak<br />

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı<br />

Doç. Dr. Hasan Canpolat<br />

Milli Savunma Bakanlığı Danışmanı<br />

E. Hava Orgeral Ergin Celasin 23. Hava Kuvvetleri Komutanı<br />

Volkan Çakır<br />

ORSAM Danışmanı, Afrika<br />

Doç. Dr. Mitat Çelikpala<br />

Kadir Has Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Çetiner Çetin<br />

Gazeteci (Orta Doğu)<br />

Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya<br />

YÖK Başkanı<br />

Doç. Dr. Didem Danış<br />

ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Galatasaray Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü<br />

Prof. Dr. Volkan Ediger<br />

İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ekonomi Bölümü<br />

Dr. Serdar Aziz<br />

ORSAM Danışma Kurulu Üyesi<br />

Prof. Dr. Cezmi Eraslan<br />

Başbakanlık Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı<br />

Prof. Dr. Çağrı Erhan<br />

Ankara Üniversitesi, Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü<br />

Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Dr. Amer Hasan Fayyadh<br />

Bağdat Üniversitesi, Siyaset Bilimi Fakültesi Dekanı<br />

Dr. Farhan Ahmad Nizami<br />

Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Merkezi Yöneticisi<br />

Av. Aslıhan Erbaş Açıkel<br />

ORSAM Danışmanı, Enerji-Deniz Hukuku<br />

Cevat Gök<br />

Irak El Fırat TV Türkiye Müdürü<br />

Mete Göknel<br />

BOTAŞ Eski Genel Müdürü<br />

Osman Göksel<br />

BTC ve NABUCCO Koordinatörü<br />

Timur Göksel<br />

Beyrut Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi<br />

Prof. Dr. Muhamad Al Hamdani Irak’ın Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarı<br />

Numan Hazar<br />

Emekli Büyükelçi<br />

Habib Hürmüzlü<br />

ORSAM Danışmanı, Ortadoğu<br />

Doç. Dr. Pınar İpek<br />

Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Dr. Tuğrul İsmail<br />

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Prof. Dr. Alexandr Koleşnikov Diplomat<br />

Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu (Kamalov) ORSAM Avrasya Danışmanı


Doç. Dr. Hasan Ali Karasar<br />

ORSAM Danışmanı, The Black Sea International Koordinatörü - Bilkent Üniversitesi<br />

Doç. Dr. Şenol Kantarcı<br />

Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Selçuk Karaçay<br />

Vodofone Genel Müdür Yardımcısı<br />

Doç. Dr. Nilüfer Karacasulu<br />

Dokuz Eylül Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Prof. Dr. M. Lütfullah Karaman Fatih Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Doç. Dr. Şaban Kardaş<br />

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Doç Dr. Elif Hatun Kılıçbeyli Çukurova Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Prof. Dr. Aleksandr Knyazev<br />

Rus-Slav Üniversitesi (Bişkek)<br />

Prof. Dr. Erol Kurubaş<br />

Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Prof. Dr. Talip Küçükcan<br />

Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Müdürü<br />

Arslan Kaya<br />

KPMG ,Yeminli Mali Müşavir<br />

Dr. Hicran Kazancı<br />

Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi<br />

İzzettin Kerküklü<br />

Kerkük Vakfı Başkanı<br />

Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu<br />

Okan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı<br />

Dr. Max Georg Meier<br />

Hanns Seidel Vakfı Proje Müdürü (Bişkek)<br />

Prof. Dr. Mosa Aziz Al Mosawa Bağdat Üniversitesi Rektörü<br />

Prof. Dr. Mahir Nakip<br />

Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi<br />

Doç. Dr. Tarık Oğuzlu<br />

ORSAM Danışmanı, Ortadoğu - Uluslararası Antalya Üniversitesi<br />

Prof. Dr. Çınar Özen<br />

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Murat Özçelik<br />

Büyükelçi<br />

Muhammed Nurettin<br />

Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı<br />

Doç. Dr. Harun Öztürkler<br />

ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Afyon Kocatepe Üniversitesi<br />

Dr. Bahadır Pehlivantürk<br />

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Prof. Dr. Victor Panin<br />

Pyatigorsk Üniversitesi (Pyatigorsk, Rusya Federasyonu)<br />

Doç. Dr. Fırat Purtaş<br />

Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, TÜRKSOY Genel Sekreter Yardımcısı<br />

Prof. Dr. Suphi Saatçi<br />

Kerkük Vakfı Genel Sekreteri<br />

Doç. Dr. Yaşar Sarı<br />

ORSAM Danışmanı, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniv. Ögretim Üyesi<br />

Ersan Sarıkaya<br />

Türkmeneli TV (Kerkük,Irak)<br />

Dr. Bayram Sinkaya<br />

ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlşkiler Bölümü<br />

Doç. Dr. İbrahim Sirkeci<br />

Regent’s College (Londra, Birleşik Krallık)<br />

Dr. Aleksandr Sotnichenko<br />

St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)<br />

Zaher Sultan<br />

Lübnan Türk Cemiyeti Başkanı<br />

Dr. Irina Svistunova<br />

Rusya Strateji Araştırmaları Merkezi, Türkiye-Ortadoğu Araştırmaları Masası Uzmanı<br />

Semir Yorulmaz<br />

(Gazeteci, Mısır)<br />

Doç. Dr. Mehmet Şahin<br />

ORSAM Ortadoğu Danışmanı,Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin<br />

Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Mehmet Şüküroğlu<br />

Enerji Uzmanı<br />

Doç. Dr. Oktay Tanrısever<br />

ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

Prof. Dr. Erol Taymaz<br />

ODTÜ, Kuzey Kıbrıs Kampusü Rektör Yardımcısı<br />

Prof. Dr. Sabri Tekir<br />

İzmir Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı<br />

Dr. Gönül Tol<br />

Middle East Institute Türkiye Çalışmaları Direktörü<br />

Av. Niyazi Güney<br />

Prens Group Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı<br />

Doç. Dr. Özlem Tür<br />

ORSAM Ortadoğu Danışmanı, ODTÜ, Uluslararası İlişkiler Bölümü<br />

M. Ragıp Vural 2023 Dergisi Yayın Koordinatörü<br />

Dr. Ermanno Visintainer<br />

Vox Populi Direktörü (Roma,İtalya)<br />

Dr. Umut Uzer<br />

İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri<br />

Prof. Dr. Vatanyar Yagya<br />

St. Petersburg Şehir Parlamentosu Milletvekili, St. Petersburg Üniversitesi (Rusya Federasyonu)<br />

Dr. Süreyya Yiğit<br />

ORSAM Avrasya Danışmanı<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

www.karincayayinlari.net - bilgi@karincayayinlari.net<br />

<br />

<br />

<br />

Dergisi<br />

abonesidir.<br />

-<br />

<br />

© 2013 ORSAM<br />

<br />

-<br />

-


ORSAM<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ


ORSAM’dan<br />

Değerli Okurlar,<br />

Ortadoğu Analiz’in Ocak 2013 sayısıyla birlikte bir yeniliğe imza atıyoruz. Bu sayıyla birlikte dergimizde hem İngilizce<br />

hem de Türkçe makaleler yer alacak.<br />

Ortadoğu Analiz’in bu sayısını Türkiye-İsrail İlişkileri, İsrail’de Seçimler ve Filistin Sorunu kapak konusuyla çıkarmaya<br />

karar verdik. Önümüzdeki yılda İsrail-Türkiye ilişkilerinde nelerin beklenebileceğini, İsrail’in dış politikasını,<br />

yakında gerçekleştirilecek olan İsrail seçimlerini ve İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri operasyonunu özellikle mercek<br />

altına aldık.<br />

Can Kasapoğlu “2013’te Türkiye-İsrail İlişkileri: Mütevazı Tahminler” isimli makalesinde Mavi Marmara krizinin<br />

ardından zarar gören Türkiye-İsrail ilişkilerine eğilerek 1958 Çevresel Paktı’nı referans alarak 2013 yılına dair beklentileri<br />

ve olasılıkları inceliyor.<br />

Özlem Tür “Filistin Meselesini 2013 Yılında Neler Beklemektedir? – Fırsatlar ve Zorluklar” başlıklı makalesinde<br />

Filistin siyasetindeki son değişimleri ele alıyor ve bu meselenin geçtiğimiz üç ayda meydana gelen gelişmelerle<br />

yeniden gündeme taşındığını öne sürüyor.<br />

Ali Oğuz Diriöz makalesinde 2013 yılında erken seçime gidecek olan İsrail’in iç dinamiklerine, siyasi dengelerine<br />

ve seçim sonrası muhtemel sonuçlara ışık tutuyor.<br />

Mustafa Kulu “İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na Farklı Yaklaşımlar” başlıklı makalesinde 2. Gazze<br />

Savaşı’nın ardındaki İsrail kamuoyunu analiz ederek 2013’te gerçekleşecek olan seçimlere yönelik İsrail siyasi partilerinin<br />

söylemlerini inceliyor.<br />

Ertan Efegil ise makalesinde İsrail’in siyasal sistemine, dış politika hedeflerine, güvenlik anlayışına, kimlik tanımlamasına<br />

ve karar mekanizmasında etkili olan elitlere ışık tutarak İsrail dış politikasındaki belirleyicileri analiz<br />

ediyor.<br />

Harun Öztürkler, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsayan Filistin ekonomisinin genel özelliklerini<br />

analiz ediyor.<br />

Ofra Bengio makalesinde AK Parti’nin Kürt sorununa yönelik çalışmaları, bu çalışmaların ayırıcı özellikleri, bu<br />

gelişmelerin sebepleri ve başlıca dönüm noktaları ve Kürt tarafının geçirdiği değişimi mercek altına alıyor. Kürt<br />

sorununun Türk ulus-devletine yönelmiş ciddi riskleri içinde barındırdığını ileri sürüyor.<br />

Numan Telci makalesinde devrim sonrası Mısır’ı inceliyor ve ülkedeki Müslüman Kardeşlerin ve muhalefetin yeni<br />

konumlarını analiz ediyor. Kasım ayıyla birlikte Mısır’da daha da belirginleşen iktidar ile muhalefet arasındaki<br />

zıtlaşmanın sebepleri üzerinde duran Kulu, iktidar ve muhalefetin kapasiteleri ile karşılaştıkları sınırları irdeliyor.<br />

Serhat Erkmen makalesinde 2013 yılında Türkiye-Irak ilişkilerini bekleyen gelişmeleri analiz ederek Ankara-Bağdat<br />

ve Erbil arasındaki olası gelişmelere, beklentilere ve zorluklara dikkat çekiyor.<br />

Mahir Nakip makalesinde Irak’taki ihtilaflı bölgeleri ve Türkmenlerin özellikle 2013 yılında gerçekleştirilecek olan<br />

yerel seçimlerdeki durumları ve gelecekteki konumlarını analiz ediyor.<br />

2008 tarihinden itibaren Suriye’de gazetecilik yapan Hediye Levent makalesinde Suriye içinden veya dışından ülkedeki<br />

durumu ve gidişatı aktaran gazetecileri bekleyen zor çalışma şartlarına ve bu bağlamda gündeme gelen can<br />

güvenliği, manipülasyon, yaftalanma gibi birçok soruna ışık tutuyor.<br />

Seyfi Kılıç makalesinde, BM Genel Kurulu’ndaki oylamada Türkiye’nin ret oyu verdiği “Uluslararası Suyollarının<br />

Ulaşım-Dışı Kullanımlarına İlişkin BM Sözleşmesi”ne 2012 yılında taraf olan ülkeler ve tutumlarını ele alıyor.<br />

Ocak sayımızın Kitap İncelemesi bölümünde ise Barış Çağlar’ın siyasi, ekonomik ve savaş tarihi kitabı olan A History<br />

of the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi’ni incelediği yazısına yer veriyoruz.<br />

Bu sayımızda sizlerle Oytun Orhan ve Bilgay Duman’ın Suriyeli muhaliflerle gerçekleştirdiği söyleşileri paylaşıyor<br />

ve ilgi ile okuyacağınızı tahmin ediyoruz.<br />

Keyifli okumalar,<br />

Şubat sayımızda görüşmek üzere,<br />

Tarık Oğuzlu<br />

Ortadoğu Analiz Editörü<br />

Hasan Kanbolat<br />

ORSAM Başkanı


ORSAM<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />

www.<strong>orsam</strong>.org.tr


Kapak Konusu<br />

Kapak Konusu<br />

Türkiye-İsrail İlişkileri,<br />

İsrail’de Seçimler ve<br />

Filistin Sorunu<br />

ORSAM<br />

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ<br />

<br />

9


Kapak Konusu<br />

Israel is holding elections in January 2013 and Netanyahu-Liberman (Likud Israel Beiteinu) bloc seems to be able to secure the leading position.<br />

The Turkish – Israeli Relations in 2013:<br />

Modest Expectations<br />

Can KASAPOĞLU<br />

Özet<br />

Türk-İsrail ilişkileri tarih boyunca hiçbir zaman tam bir istikrara ulaşmamıştır, ve bazı uçlar arasındaki<br />

dalgalanma her zaman için ayırt edici bir faktör olmuştur. Ancak filo olayı Türk vatandaşlarının ölümünden<br />

kaynaklanan bir anomaliye yol açmış, ve ilişkilere önemli ölçüde zarar vermiştir. Hem Türkiye hem de<br />

İsrail’in demokratik siyasi sistemleri ikili ilişkilerde kamuoyunu çok önemli bir unsur olarak görmekte, ve<br />

bariz bir (ikili ilişkileri) yeniden yapılandırma teşebbüsü kamu desteğini güvence altına almalıdır, bu ise<br />

durumu karmaşık hâle getirmektedir. Öte yandan, bölgedeki mevcut güvenlik ortamı 2010 yılındaki ortamla<br />

aynı değildir. Kısacası, filo olayı meydana geldiği sırada Buazizi Tunus’taki zorlu yaşam koşullarına<br />

karşı mücadele veriyordu. İki yıl içinde Arap dünyasında diktatörler devrildi, ve Suriye’de ise iç savaş devam<br />

ediyor. Dolayısıyla, yeniden yapılandırmaya ilişkin kısıtlamalara rağmen, Türkiye ve İsrail arasında sınırlı<br />

düzeyde bir güvenlik işbirliğine ihtiyaç duyulabilir. Askeri güçler son savaşa hazırlanırken, stratejistler ise<br />

son statükoyu, yani 1990’lardaki Türk-İsrail anlaşması, çerçevesinde düşünme eğilimindedirler. Ne var ki,<br />

bu çalışma 2013 yılındaki Türk-İsrail ilişkileri eksenine dair başka bir senaryo öne sürmektedir; tarihin<br />

derinliklerinde bulunan başka bir işbirliği modeli, 1958 Çevresel Paktı...<br />

10


Kapak Konusu<br />

In sum, we have negative factors that hinder prospects of a major<br />

restoration, and some positive factors showing that Turkey and Israel<br />

have reached the limits of their crisis. Thus, now it would be accurate<br />

to assess the changing security environment which these two actors<br />

will have to face in 2013.<br />

Abstract<br />

The Turkish – Israeli relations have never been<br />

perfectly stable throughout the history, and fluctuation<br />

between certain extremes has always<br />

been a characteristic factor. However, the flotilla<br />

incident caused an anomaly by inflicting deaths<br />

of Turkish citizens, and harming people to people<br />

relations significantly. The democratic political<br />

systems of both Turkey and Israel makes public<br />

opinion a crucial parameter of bilateral ties,<br />

and any open restoration attempts should secure<br />

public support that makes it complicated. On<br />

the other hand, current regional security environment<br />

is not the same with that of 2010. Put<br />

simply, Bouazizi was struggling for his hard life<br />

in Tunis when the flotilla incident happened.<br />

Within two years, we have dictators fallen in the<br />

Arab world, and a civil war is ongoing in Syria.<br />

Thus, despite the constraints of restoration, there<br />

might be a need for limited security cooperation<br />

between Turkey and Israel. As militaries prepare<br />

for the last battle, strategists tend to think within<br />

the framework of the last status quo, namely, the<br />

Turkish – Israeli entente in the 1990s. However,<br />

this study suggests another scenario for a forecast<br />

on the trajectory of the Turkish – Israeli relations<br />

in 2013; another cooperation model that could<br />

be found deep in history, the Peripheral Pact of<br />

1958…<br />

Keywords: Peripheral Pact, Turkish-Israeli Relations,<br />

Flotilla, Syria, Chemical Weapons, Iran,<br />

Ballistic Missiles<br />

Introduction<br />

Starting from the Operation Cast Lead in 2008,<br />

which hindered Turkey’s mediation efforts between<br />

Syria and Israel at that time, the Turkish<br />

– Israeli relations have deteriorated gradually. It<br />

was in May-June 2010, by the flotilla incident,<br />

when the downtrend was dramatically accelerated<br />

by an anomaly, and the bilateral ties fell to<br />

historical low. Since then, no major restoration<br />

attempts were made by either of the two parties,<br />

and domestic political factors rule out any concessions.<br />

On the other hand, in parallel with the drastic<br />

shift in the relations, regional security environment<br />

was shaken by the turbulence in the Arab<br />

world that dragged Syria, a common border nation<br />

of Turkey and Israel, into a chaotic civil war.<br />

Under these circumstances, this study makes a<br />

slightly modified reference to Charles Dickens’<br />

famous Great Expectations, and suggests “modest<br />

expectations” when depicting possible trajectory<br />

of the Turkish – Israeli relations in 2013. In<br />

fact, also Dickens preferred a modest and ambiguous<br />

ending for the relationship between his<br />

main characters, Pip and Estella; an ending that<br />

is far away from their glamorous days and openended<br />

that reader would never be sure about<br />

what might happen ever after.<br />

This article firstly lays out trends in 2012’s security<br />

environment that would shape prospects<br />

and merits of the Turkish – Israeli relations in the<br />

forthcoming year. Then, domestic political equa-<br />

<br />

11


Kapak Konusu<br />

tion, which is argued to be a crucial factor, would<br />

be analyzed in order to show what couldn’t be<br />

achieved. As the limits of rapprochement will be<br />

defined at that point, then this article’s main thesis,<br />

namely the strategic forecast assessing that<br />

Turkey and Israel might probably develop a narrow,<br />

limited security cooperation, which would<br />

look like the Peripheral Pact of 1958 rather than<br />

the over strategic partnership of the 1990s, will<br />

be elaborated. Within this context, the paper examines<br />

Syrian WMD capability as an imminent<br />

threat, and Iran’s rising political-military profile<br />

as a menacing trend that might pave the ground<br />

for a limited, security-focused restoration.<br />

1. The Turkish – Israeli Crisis Reached<br />

Its Limits<br />

Following the downtrend period of 2008 – 2011<br />

in the Turkish – Israeli relations, it would be fair<br />

to say that 2012 was “tense as usual”, but nothing<br />

has gone worse significantly. Although political<br />

and diplomatic deterioration has continued,<br />

trade relations remained resilient. From 2010 to<br />

2011, there was an increase about 30.7 percent,<br />

and despite the slight decrease in 2012, the trade<br />

profile was still above the pre-flotilla level. 1 Another<br />

positive factor is that the two countries<br />

have not clashed in the Eastern Mediterranean<br />

up until now. In fact, all parameters were pointing<br />

out prospects of further tensions, and even a<br />

military challenge in this sea basin. First, hydrocarbon<br />

resources off the island Cyprus is an important<br />

factor for more power struggle. Second,<br />

given the Turkish Foreign Minister Prof. Ahmet<br />

Davutoglu’s “navigation security” emphasis<br />

in September 2011, Turkey’s high naval profile<br />

along with its strong military presence in Northern<br />

Cyprus, and the Israeli escalation practice<br />

during the flotilla crisis; it would be accurate to<br />

say that the armed potential was there waiting<br />

for a miscalculation. And third, in May 2012,<br />

when Turkish officials from Ankara and Turkish<br />

Republic of Northern Cyprus (TRNC) indicated<br />

that an Israeli jet has violated the TRNC airspace;<br />

many experts, including the author of this<br />

article, have forecasted emergence of a situation<br />

that might have been similar to Turkish – Greek<br />

tensions in the Aegean. Fortunately, such a serious<br />

military escalation did not happen. And<br />

finally, several press sources reported that there<br />

were some very early contacts between Turkish<br />

and Israeli officials, recently in Switzerland. 2<br />

On the other hand, factors that cause more pessimism<br />

about prospects of restoration of the relations<br />

are still solid, and don’t seem to change<br />

in a near future. First, as it will be elaborated<br />

in subsequent sections, Ankara would not step<br />

back from its pre-conditions to normalize the<br />

relations; and Israel is not likely to make a major<br />

concession. Second, despite the resilience<br />

of trade relations, defense cooperation, the<br />

most important aspect of the bilateral ties, has<br />

dropped like a rock. And third, following the<br />

flotilla incident, people to people relations were<br />

harmed to a certain level.<br />

In sum, we have negative factors that hinder<br />

prospects of a major restoration, and some positive<br />

factors showing that Turkey and Israel have<br />

reached the limits of their crisis. Thus, now it<br />

would be accurate to assess the changing security<br />

environment which these two actors will have<br />

to face in 2013.<br />

1.1. Regional Security Environment in 2012<br />

and Trends for 2013: Not the Best Times for<br />

Turkey and Israel<br />

As indicated before, this study anticipates that in<br />

short term, a comprehensive restoration of the<br />

Turkish – Israeli relations were unlikely to a certain<br />

extent, but at the same time, limited security<br />

cooperation could be possible. Within this context,<br />

this section lays out the possible trajectory<br />

of regional security environment in 2013, and<br />

key outcomes of 2012.<br />

Following the Operation Cast Lead (OCL) in<br />

2008, Israel Defense Forces (IDF) has recently<br />

12


Kapak Konusu<br />

Tehran’s political influence in Iraq, Gaza, Syria, Lebanon as well as Qud’s Forces intelligence capabilities in those areas,<br />

are also likely to promote convergence in threat perceptions of Turkey and Israel.<br />

conducted a major military effort in Gaza, the<br />

Operation Pillar of Defense (OPD). Unlike the<br />

OCL, IDF hasn’t initiated a ground incursion this<br />

time, and the OPD came to an end by some 1,500<br />

air strikes in total, along with targeted-killings<br />

against several senior operatives of Hamas and<br />

Islamic Jihad, such as Ahmed Jabari, the head of<br />

Hamas’ military wing. 3<br />

The threat landscape that paved the ground for<br />

OPD is more important than the military technical<br />

details of the operation. For the first time,<br />

militant groups in Gaza reached rocket capability<br />

to threaten the Israeli heartland through Fajr-<br />

5s with 70 – 75 kms of range. In 2008, Fajr-3s<br />

were able to cover 40-45 kms of range, and the<br />

30kms of difference between Fajr-3 and Fajr-5<br />

has changed course of the conflict by enabling<br />

Gazan militants to hit Israel’s center of gravity.<br />

Within this context, two issues loom large in<br />

the Israeli security environment. First, security<br />

of Sinai and political instability in Egypt present<br />

a severe danger to Israel, as obviously the naval<br />

blockade wasn’t able to prevent Hamas and Islamic<br />

Jihad from enhancing their military capabilities.<br />

In fact, since the fall of Mubarak, many<br />

reports have pointed out the growing danger in<br />

this strategic buffer peninsula, Sinai, and current<br />

situation shouldn’t be a surprise. 4 Apart from<br />

the threat against Israeli energy security that has<br />

already gained importance, the recent Fajr-5 issue<br />

revealed a serious power vacuum, probably<br />

starting from Sudan and moves through Sinai<br />

into the Philadelphia route, and finally reaches<br />

Gaza. Moreover, Iran’s Revolutionary Guards<br />

publicly admitted their support to Gazan militant<br />

groups following the OPD. 5 Thereby, Gaza<br />

issue is becoming a more troublesome headache<br />

<br />

13


Kapak Konusu<br />

Security of Sinai and political instability in Egypt present a severe danger<br />

to Israel, as obviously the naval blockade wasn’t able to prevent<br />

Hamas and Islamic Jihad from enhancing their military capabilities.<br />

for Israel, and Iranian military involvement is a<br />

crucial risk factor, especially given the outcome<br />

of the Lebanon experience in 2006.<br />

Apart from Gaza, the turbulence in the Arab<br />

world, which is called Arab Spring by many, has<br />

created a complicated situation for both Turkey<br />

and Israel. Israeli right-wing experts tend to see<br />

the situation in a pessimistic way, indicating that<br />

the turbulence in the Arab world has hindered<br />

Israel’s deterrence, created more security risks,<br />

and has brought about strategic surprises. 6 On<br />

Turkey’s side, the expectations were high at its<br />

outset, as “the Turkish model”, which can be defined<br />

as the combination of conservatism, democracy,<br />

and liberal economy, could have become<br />

an inspiring example for the new Arab regimes.<br />

However, as the “spring” reached Bahrain<br />

and Syria, it turned into a sectarian struggle, and<br />

triggered more Iranian involvement that created<br />

an unfavorable situation for Ankara. This new<br />

strategic equation has had serious repercussions<br />

particularly in Syria and Iraq; and, it is argued,<br />

a power struggle between Ankara and Tehran is<br />

still ongoing.<br />

Furthermore, the trajectory of events in Syria<br />

has also triggered a Kurdish secessionist aspect<br />

that might create bigger problems for Turkey in a<br />

near future. Kurdistan Workers’ Party (PKK) terrorist<br />

organization’s presence in northern plains<br />

of Syria, from Qamishli to Afrin, is structurally<br />

different than its presence in Northern Iraq. In<br />

Northern Iraq, PKK has tactical and operational-level<br />

terror sites, and a so-called “command<br />

& control” body in Iran – Iraq border, Qandil<br />

Mountains. On the other hand, in Kurdishpopulated<br />

areas of Syria the terrorist organization<br />

has political proxies (i.e. PYD), and this<br />

development overlaps with the Syrian-Kurdish<br />

dominance in PKK’s notorious terror apparatus,<br />

HPG. Thus, following Assad’s probable demise,<br />

possible emergence of a second Kurdish autonomy,<br />

right in the Turkish border and in contact<br />

with KRG, would bring about a very complicated<br />

threat landscape against Turkey’s national security.<br />

In geopolitical terms, Turkey might have<br />

over 1000kms border with two Kurdish autonomies<br />

where PKK operates intensely. Furthermore,<br />

should pro-PKK elements in Syria manage<br />

to secure sea access, the Kurdish secessionist<br />

movement and separatist terrorism would overcome<br />

its historical land-locked character. 7 Such<br />

an improvement might change the geopolitical<br />

course of defending Turkey against the separatist<br />

terrorism threat.<br />

In sum, this study argues that the year 2013’s<br />

“strategic legacy” from 2012 has presented an<br />

ambiguous security environment and a troublesome<br />

threat landscape for both Turkey and Israel.<br />

In some crucial aspects, which will be elaborated<br />

in following sections, Turkish and Israeli<br />

decision-makers have been facing some overlapping<br />

threats. Thus, the intersections in the two<br />

national security agendas form the basis of this<br />

article’s argument that forecasts limited security<br />

cooperation in 2013. In parallel, domestic political<br />

parameters block the way for a comprehensive<br />

restoration and make the limited security<br />

cooperation the only way forward option.


Kapak Konusu<br />

1.2. “Between Two Democracies”: Domestic<br />

Political Constraints of Restoring the<br />

Turkish – Israeli Relations in 2013<br />

The Turkish – Israeli relations’ last 4 years were<br />

definitely not the best of bilateral ties’ record<br />

throughout the history. Road to the flotilla incident<br />

was elaborated in many studies with different<br />

perspectives. Above all, the bottom line is; by<br />

the flotilla raid, for the first time, civilian casualties<br />

became a part of downtrend in the relations.<br />

Turkish–Israeli partnership in a troublesome security<br />

environment has not only been cooperation<br />

between the two most important military<br />

powers of the Middle East, but also a consolidation<br />

between two western democracies in a<br />

region of tyrannies and dictatorships. In other<br />

words, for theoretically explaining the Turkish –<br />

Israeli ties, there should be relevant interest and<br />

power struggle-based realist calculus, along with<br />

identity-based constructivism, and even liberal<br />

analytical frameworks (i.e. democratic peace<br />

theory).<br />

This overall depiction about the nature of the<br />

relations points out a complex system. Clearly,<br />

strategic partnership with Turkey has provided<br />

Israel strategic depth, ability to contain Syria,<br />

Iran and Iraq from north; and also the legitimacy<br />

of being strategic partners with a secular,<br />

Muslim nation that is an important member of<br />

NATO, and the successor of Ottoman Empire,<br />

one of the most powerful Islamic actors in the<br />

history that has held caliphate and ruled Palestine<br />

for centuries.<br />

On the other hand, this complex character of the<br />

relations makes any restoration attempts harder<br />

at the same time. Put simply, domestic political<br />

parameters of the Turkish – Israeli ties are<br />

very different than Israel’s relations with Jordan’s<br />

Hashemite house. Both Turkey and Israel are<br />

democracies in which governments have to get<br />

voters’ support for political legitimacy, and simply,<br />

for the next term. Turkey will have 3 elections<br />

in 2014 and 2015; namely municipality and<br />

presidential elections in 2014, and parliamentary<br />

elections in 2015. Following the Mavi Marmara<br />

raid, Ankara has stipulated three pre-conditions<br />

to restore the relations; an official public apology,<br />

full compensation for the victims of the incident,<br />

and removal of the blockade in Gaza. 8<br />

Stepping back from these preconditions would<br />

have serious repercussions in domestic politics,<br />

and such a concession is not likely. On the other<br />

hand, Israel is holding elections in January 2013<br />

and Netanyahu-Liberman (Likud Israel Beiteinu)<br />

bloc seems to be able to secure the leading position.<br />

In sum, we have more or less similar domestic<br />

political pictures in Turkey and Israel: Two powerful<br />

and popular PMs at both sides, who have<br />

been able to secure conservative, right, and center-right<br />

votes, and who have been easily competing<br />

with fragmented political oppositions<br />

that are away from offering attractive political<br />

alternatives to people. Both of the countries have<br />

strong militaries that are able to protect national<br />

borders. Following the last decades’ developments<br />

in Ankara, both Turkish Armed Forces<br />

(TAF) and IDF are under civil oversight, and<br />

there is no more paternalist military guardianship<br />

in Turkey that shaped the 1990s’ Turkish –<br />

Israeli partnership’s domestic political dynamics.<br />

In the light of points discussed hitherto, this article<br />

tried to lay out what cannot be achieved,<br />

along with the major trends in the security environment<br />

in which the Turkish – Israeli relations<br />

might find a way forward in 2013. From now on,<br />

the piece will focus on the “alternative restoration<br />

model”, or Peripheral Pact, and its correlation<br />

with the present strategic parameters.<br />

2. Geopolitical Grounds of the “1958 Model”<br />

and the Current Conjuncture: Does anyone<br />

has a Time Machine?<br />

Main handicap when assessing the prospects of<br />

rapprochement between Turkey and Israel is to<br />

limit the analytical framework with the 1990s<br />

case in the Turkish – Israeli relations. Apart<br />

from the open strategic partnership that culminated<br />

in 1996, the two countries have another<br />

<br />

15


Kapak Konusu<br />

<br />

Iranian military trend; along with the mounting imminent threat in Syria,<br />

it would be fair to say that the current security environment has been<br />

showing harbingers of a potential convergence between Turkish<br />

and Israeli threat perceptions.<br />

cooperation record, or model, that depends on<br />

“Peripheral Pact” signed by Turkey’s conservative<br />

PM at that time, Adnan Menderes, and his<br />

Israeli counterpart, David Ben Gurion in 1958.<br />

Unlike the overt strategic partnership of the<br />

1990s, the Turkish- Israeli covert security cooperation<br />

had dealt with a narrow military and<br />

intelligence agenda during the late 1950s and<br />

mid/early 1960s. Moreover, at both sides, only<br />

top political decision-makers and key figures of<br />

military and intelligence apparatuses were involved<br />

in these covert security ties. Even PM<br />

Ben Gurion’s visit to Turkey in August 1958 was<br />

kept secret. 9<br />

The main geopolitical ground of 1958’s covert<br />

pact was the worsening security environment in<br />

Syria and Iraq. Both parties perceived the Iraqi<br />

July 14 “revolution” as a threat, and the United<br />

Arab Republic era in Syria was another matter of<br />

concern among both of the strategic communities.<br />

It is known that in 1959, even Turkish and<br />

Israeli general staffs at that time had prepared a<br />

joint operation plan against Syria. 10<br />

At present, considering the rising Tehran influence<br />

in the region and Iranian military trend;<br />

along with the mounting imminent threat in Syria,<br />

it would be fair to say that the current security<br />

environment has been showing harbingers of a<br />

potential convergence between Turkish and Israeli<br />

threat perceptions. These two countries are<br />

now in a situation in which the restoration of relations<br />

publicly has domestic political repercussions<br />

for either of the actors depending on concessions.<br />

However, lack of security cooperation<br />

might also have unfavorable outcomes. Furthermore,<br />

Turkey’s soft power initiative under Prof.<br />

Davutoglu’s foreign policy doctrine, which aims<br />

to consolidate socio-cultural bridges between<br />

Turkey and Muslim streets, could be rendered<br />

abortive by a “very close and intimate picture”<br />

with Israel. Thus, due to domestic political reasons<br />

and keeping its soft power capacity effective,<br />

Ankara cannot re-form its ties with Israel<br />

depending on the 1990s’ model. On the other<br />

hand, Turkey and Israel cannot stay indifferent<br />

to their overlapping threat perceptions. The next<br />

section will examine convergence factors that<br />

might enable a limited security cooperation that<br />

wouldn’t be necessarily conducted under spotlights.<br />

3. Assessing the Convergence Factors in<br />

Turkish – Israeli Common Threat Landscape<br />

As the covert Peripheral Pact was based on intersecting<br />

threat perceptions, sort of repetition<br />

of this model is expected follow the same track.<br />

Given the security environment surrounding<br />

Turkey and Israel, next two sections lay out an<br />

imminent threat, the Syrian WMD arsenal, and<br />

a mid-term trend, Iran, as two convergence factors<br />

that might pave the ground for limited, narrow<br />

security cooperation.<br />

3.1. The Imminent Threat or Window of<br />

Opportunity: Syrian WMD Arsenal<br />

Syria, which is not a party to the Chemical<br />

Weapons Convention, holds a notorious chemi-<br />

16


Kapak Konusu<br />

cal arsenal, and allegedly, has been running a biological<br />

weapons program too. In its dangerous<br />

inventory, the Baathist regime keeps a significant<br />

amount of sarin and tabun nerve gasses and<br />

VX, along with mustard blister agents. Furthermore,<br />

Syria’s dispersion capability is also a serious<br />

threat. Apart from of aerial bombs and artillery<br />

assets, a combination of ballistic missiles<br />

and chemical warheads provides Assad’s forces<br />

the ability to threaten its neighbors from depth<br />

of the country. 11 Under the Missile Command,<br />

Syrian Armed Forces has three surface-to-surface<br />

missile (SSM) brigades of which, at least one<br />

of them, is capable of launching SCUD types and<br />

variants short-range ballistic missiles (SRBM).<br />

This SRBM inventory enables the regime to cover<br />

an area from 300kms (via SCUD B) to 700-<br />

800 kms (via SCUD C about 500-600kms, and<br />

via SCUD D –North Korean No Dong– variant<br />

up to 700-800kms) depending on several factors<br />

like type, modifications, and warhead. 12 Thus, an<br />

important proportion of Turkey’s territory, and<br />

entire Israeli lands fall under the Assad’s forces’<br />

chemical warhead-ballistic missile range. As a<br />

matter of fact, in November 2012, Turkish President<br />

Abdullah Gul raised his concerns about<br />

a possible “madness” of the Baathist regime 13 .<br />

And eventually, Ankara has officially requested<br />

the deployment of missile defense systems from<br />

NATO on 21 st November 2012. 14 Likewise Ankara’s<br />

threat perception, also PM Benjamin Netanyahu<br />

recently indicated that Israel has been<br />

monitoring events related with the Syrian chemical<br />

threat carefully. Nonetheless, Israel Defense<br />

Forces (IDF) has effective missile defense coverage<br />

at several altitudes, and Turkey is coming<br />

under NATO protection soon, with at least 6<br />

Patriot batteries being deployed on Turkish soil.<br />

Assad’s chemical inventory presents threat in<br />

two aspects. The first aspect is a state-led aggression.<br />

In case of an uncontrolled fall of the<br />

regime, some rogue and radical elements within<br />

the Baathist circles might say après moi le deluge.<br />

Given the 1982 notorious crackdown conducted<br />

by Hafez al Assad, when he used cyanide gas for<br />

massacring more than 18.000 Sunnis, possibility<br />

of state-led aggression scenario should be<br />

taken into consideration. 15 Second, even assuming<br />

that Assad clan either will not be able to use<br />

its WMD arsenal, or step down upon a gradual<br />

transition; securing the chemical and biological<br />

agents will be a vital issue for Turkey and Israel.<br />

Both states have been facing asymmetric threats<br />

related with Syria for a long time.<br />

On Turkey’s side, PKK’s reach to chemical and<br />

biological agents would be a nightmare scenario<br />

that would give a true terror weapon into the<br />

hands of a dangerous terrorist organization that<br />

seeks to commit sensational attacks in urban areas.<br />

Furthermore, given the Syrian-Kurdish elements’<br />

mounting influence in HPG, the so called<br />

“armed wing” of PKK; and also considering<br />

PKK-aligned actors’ rise in Syria, Ankara would<br />

definitely want to secure all chemical and biological<br />

agents to the last piece. In parallel, transfer<br />

of chemical warheads and biological agents to<br />

Hezbollah is a red line for Israel.<br />

In military terms, securing a WMD arsenal in<br />

a hostile and troublesome territory is one of<br />

the hardest missions for armed forces. It requires<br />

precise and perfect military intelligence<br />

to fully detect all sites, specialized teams to secure<br />

deadly agents without causing contamination,<br />

and combat assets to provide operational<br />

security. Recently, Pentagon estimated that it<br />

would require some 75.000 troops to seize the<br />

Syrian WMD sites. 16 Without a doubt, Turkish<br />

and Israeli intelligences are among the most<br />

experienced and focused in Syrian affairs, and<br />

their militaries would be effective given their<br />

geographical familiarities and logistical support.<br />

Thus, this study argues that the urgent and<br />

critical need for securing the Syrian chemical<br />

and biological arsenal following Assad’s possible<br />

demise, and also the issue of ballistic missilechemical<br />

warhead threat might create a window<br />

of opportunity that would bring about a limited<br />

but vital cooperation between Turkey and Israel.<br />

3.2. Iranian Military Trend and Political<br />

Influence: Could Turkey and Israel be on the<br />

Same Page?<br />

At the beginning of the Justice and Development<br />

Party era, the Turkish – Iranian relations seemed<br />

<br />

17


Kapak Konusu<br />

promising. Under the positive atmosphere, some<br />

claimed an axis-shift for Turkey, and even some<br />

related the alleged axis-shift with the rising conservatism<br />

in Ankara. However, as the biggest<br />

political and economic success story of conservatism<br />

in Turkey, AK Party has always attached<br />

utmost importance to Ottoman Empire’s political-military<br />

legacy, and Iran stands nowhere<br />

near being a historical Ottoman ally, but a true<br />

geopolitical archrival. In fact, as Ankara started<br />

to pursue a more assertive agenda in the Middle<br />

East, Tehran has raised its voice more, many<br />

times through a harsh rhetoric. Especially starting<br />

from 2011, top Iranian figures have begun to<br />

play more open when threatening Turkey. For<br />

instance, in October 2011, Major General Yahya<br />

Rahim Safavi, the top adviser of the Supreme<br />

Leader, stressed in a menacing way that Turkey<br />

had to rethink its policies in Syria, NATO missile<br />

shield, and promoting secularism in the Arab<br />

world. 17 Other top officials have also kept threatening<br />

Ankara about NATO assets in Turkey, by<br />

hitting them in case of a preventive operation<br />

against Iranian rogue nuclear program.<br />

At present, Tehran’s stance is going a step further<br />

by opposing the PAC-3 deployment which is a<br />

defensive weapons system. Recently, Iran’s military<br />

Chief of Staff, Gen. Hassan Firouzabadi, said<br />

that Patriot deployment could lead to a “world<br />

war”. 18 In fact, Tehran’s reaction to improvement<br />

of Turkey’s missile defense capability might give<br />

a hint about merits of Iranian military trend.<br />

One of the most important trends that might<br />

cause a limited rapprochement between Turkey<br />

and Israel is Iran’s assertive missile program. For<br />

instance, in May 2009, Iran has tested its new<br />

solid-propellant, two-stage ballistic missile, the<br />

Sejjil-2. Following this test, Tehran reached the<br />

range over 2,000kms that enables it to cover the<br />

Turkish capital, as well as the major population<br />

and industrial centers of the Marmara region.<br />

Although we don’t know how much of the Sejjil-2<br />

capability is deployed in missile bridges, this<br />

was an important indicator showing the Iranian<br />

military modernization trend. 19 On Israel’s side,<br />

development of the Sejjil-2 did not mean a drastic<br />

change in range as Iran could already cover<br />

Israeli territory with Shahab-3, the first Medium<br />

Range Ballistic Missile (MRBM) of Tehran.<br />

However, the solid-propellant system of Sejjil-2<br />

shortened the launch cycle, and increased operational<br />

effectiveness. 20 Thus, the ongoing Iranian<br />

military modernization, especially developments<br />

in missile capability, has been creating a<br />

common threat perception for Turkey and Israel.<br />

As a matter of fact, Turkish press reported that in<br />

December 2011 PM Erdogan has asked four-star<br />

generals of Turkey’s Supreme Military Council<br />

(SMC) about Iranian missile range, in comparison<br />

with Turkey’s capabilities in that field. And,<br />

after getting an answer that stated an unacceptable<br />

gap, the PM, as the chair of the SMC and<br />

also the under secretariat for Defense Industries,<br />

has ordered improvement of the Turkish missile<br />

capability. 21<br />

Without a doubt, another common national security<br />

interest of Turkey and Israel is to prevent<br />

Iran’s ongoing nuclearization. Unlike the Israeli<br />

reaction, which hasn’t excluded preventive strike<br />

option up until now, Ankara has embraced a<br />

calm and consistent stance that opposed nuclear<br />

weapons in the Middle East, and also an operation<br />

against Iran at the same time. However,<br />

the Iranian nuclear program can be depicted<br />

as a mathematical countdown system in which<br />

Tehran has successfully used negotiations and<br />

peaceful solution initiatives as opportunities of<br />

buying time so far.<br />

From the Israeli point of view; the Iranian nuclear<br />

threat is tantamount to a combination of ideological<br />

challenge to the very existence of a Jewish<br />

State, possibility of WMD capability at the hands<br />

of a radical and revolutionary regime, and finally,<br />

a constant threat that can be triggered in case of<br />

miscalculation or irrationality. 22 On the other<br />

hand, a nuclear Iran would mean collapse of<br />

over 5-centruies long balance of power between<br />

Turkey and Iran that could be traced back to the<br />

Battle of Chaldiran in 1514.<br />

Furthermore, there is a strong connection between<br />

the Iranian nuclear program and the Revo-<br />

18


Kapak Konusu<br />

lutionary Guards (IRGC) that also controls most<br />

of the surface-to-surface missile capability, along<br />

with chemical, biological, radiological (CBN) assets.<br />

23 The recent Iranian attack at a U.S. drone<br />

in November 2012 is important to understand<br />

operational culture and aggression limits of the<br />

IRGC. The close air support plane that was commissioned<br />

in that operation, a SU-25, is the only<br />

high-performance aircraft that IRGC uses apart<br />

from the regular Iranian air force, thus, this<br />

shows that the operation was probably conducted<br />

by them. 24 Thereby, given the fact that most<br />

probably IRGC will also control future nuclear<br />

capability, should Iran succeed to reach it, Turkey<br />

and Israel cannot rely on level of cautiousness<br />

in Tehran.<br />

Along with the rising Iranian ballistic missile<br />

threat, and nuclear program; Tehran’s political<br />

influence in Iraq, Gaza, Syria, Lebanon as well<br />

as Qud’s Forces intelligence capabilities in those<br />

areas, are also likely to promote convergence in<br />

threat perceptions of Turkey and Israel. Recently,<br />

Ankara has seen that rising Iranian influence<br />

in Baghdad could threaten the Turkish military<br />

presence in Northern Iraq, and hinder Turkish<br />

companies’ interests in lucrative energy deals.<br />

Given Maliki administration’s aggressive shift<br />

against Turkey, and regarding the Baathist regime’s<br />

foreign support from Tehran in the Syrian<br />

turmoil; it would be fair to say that Iran has been<br />

standing right in the way of Turkey’s regional<br />

leadership agenda.<br />

Clearly, rising Iranian political-military profile<br />

might put Turkey and Israel on the same page.<br />

Though, there are two different level of threat<br />

perceptions. For Israel, Iran posses an existential<br />

threat while Ankara would see Tehran as a regional<br />

competitor. Furthermore, this paper depicts<br />

Syrian WMD issue as an imminent threat,<br />

but the Iranian factor as a trend. Nonetheless,<br />

although it doesn’t necessitate urgent security<br />

cooperation like the mission of securing Syrian<br />

terror arsenal would require; IRGC’s aggressive<br />

breakthrough attempts can definitely pave the<br />

way for narrow and limited security cooperation<br />

between Turkey and Israel in 2013.<br />

Conclusion<br />

Fluctuation within acceptable limits is more<br />

than a half a century-long characteristic of the<br />

Turkish – Israeli relations. However, the flotilla<br />

incident was an anomaly that has made it enormously<br />

harder to restore the bilateral ties. For<br />

the first time, Turkey suffered civilian casualties<br />

due to an Israeli operation, and Israel has lost its<br />

only non-Arab, secular, Muslim ally. Following<br />

the Islamic revolution of Iran in 1979, this was<br />

the second biggest strategic loss of Israeli decision-makers<br />

in the region.<br />

When Turkey and Israel faced this crisis, Bouazizi<br />

was still alive, struggling for his life in Tunisia. He<br />

hadn’t set himself on fire at that time, and Turkey<br />

was enjoying its rising soft power capacity while<br />

Ankara and Damascus were holding joint cabinet<br />

meetings. Yet, at that time Iranian officials<br />

hadn’t threatened Turkey by hitting NATO assets<br />

on Turkish soil.<br />

Then, all calculus started to change, and now,<br />

Tunis seems relatively stable, while there is an<br />

ongoing civil war in Syria, and PKK terrorist organization<br />

strives to extend its control over Turkey’s<br />

southern borders. Furthermore, Sinai has<br />

turned into a hostile environment for Israel, and<br />

by Iran’s military assistance, Hamas managed to<br />

fire rockets at Tel Aviv metropolitan area, and Jerusalem.<br />

All happened fast, just within two years<br />

after the flotilla incident.<br />

This study concludes possible trajectory of the<br />

Turkish – Israeli relations in 2013 considering<br />

the tour d’horizon given above. On the other<br />

hand, domestic political factors constrain an<br />

open partnership. At this point, the Peripheral<br />

Pact of 1958 could be a good start for finding a<br />

viable model in order to weather the storm in the<br />

region without being discredited in voters’ eyes.<br />

The 1958 Peripheral Pact was a political decision<br />

under the absolute oversight of Prime Minister<br />

Adnan Menderes. On the other hand, during<br />

the 1990s, strategic partnership was more or<br />

less imposed to political decision-makers by the<br />

<br />

19


Kapak Konusu<br />

paternalist military elite at that time. Under the<br />

Justice and Development Party (AK Party) era,<br />

starting from November 2002, Turkish Armed<br />

Forces has gradually transformed from its political<br />

guardianship role into a capable national defense<br />

body. This trend has put an end to decades’<br />

long double-headed political fragmentation of<br />

the Turkish decision-making system, and has<br />

initiated a robust government control on military<br />

affairs. Thus, at any restoration attempts,<br />

Israeli officials now have to negotiate with the<br />

Turkish government.<br />

Moreover, “the 1958 model” offers a narrow<br />

framework that would be limited with security<br />

issues. And it does not necessitate PMs shaking<br />

hands before cameras. It would focus solely on<br />

military and intelligence issues.<br />

In sum, 2013 might bring about “modest expectations”<br />

with some important security outcomes<br />

for the Turkish – Israeli relations. For further<br />

“great expectations”, we should wait for the next<br />

year’s developments.<br />

O<br />

ENDNOTES<br />

1 Soner, Cagaptay. and Tyler, Evans. The Unexpected Vitality of Turkish – Israeli Trade, The Washington Institute for<br />

Near East Policy, Washington D.C., 2012. p 1.<br />

2 BBC Turkce[web], “Turkiye – Israil: Kapi Ne Acik Ne Tam Kapali”, 26 th November 2012,http://www.bbc.co.uk/<br />

turkce/cep/haberler/2012/11/121126_turkey_israel_relations.shtml. Accessed: 19 th December 2012.<br />

3 IDF Announcement, 21 st November 2012, http://www.idf.il/1153-17717-en/Dover.aspx, Accessed: 18 th December<br />

2012.<br />

4 For further information, see Nicolas, Pelham. Sinai: The Buffer Erodes, Chatham House, London, 2012; Ehud, Yaari.<br />

Sinai: A New Front, Washington Institute for Near East Policy, Washington D.C., 2012.<br />

5 “Iran Supplied Hamas with Fajr-5 Missile Technology”, Guardian, 21 st November 2012.<br />

6 Efraim, Inbar. The 2011 Arab Uprisings and Israel’s National Security, BESA Center, Ramat Gan, 2012. pp. 10 – 15.<br />

7 Ofra, Bengio. “Kurdistan Reaches towards the Sea”, Haaretz, 3 rd August 2012.<br />

8 Turkish Ministry of Foreign Affairs,[web] “Turkiye – Israil Siyasi Iliskileri”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israilsiyasi-iliskileri.tr.mfa,<br />

Accessed: 19 th December 2012.<br />

9 For a comprehensive study on the Peripheral Pact, or 1958 covert agreement between Turkey and Israel; see<br />

Ofra, Bengio. The Turkish – Israeli Relationship: Changing Ties of Middle Eastern Outsiders. Palgrave MacMillan Ltd.,<br />

New York, 2004.<br />

10 Gencer, Ozcan. Turkiye – Israil Iliskilerinde Donusum: Guvenligin Otesi, TESEV, Istanbul, 2005. pp. 20 – 22.<br />

11 Jane’s IHS, Sentinel Security Assessment –Eastern Mediterranean– Syria Strategic Weapons Systems, 2012, pp. 3 – 5.<br />

12 IISS, Military Balance 2012 – Middle East and North Africa, Routledge, London, 2012, pp. 348 – 351.<br />

13 Interview with Turkish President Abdullah Gul, Financial Times, 12 November 2012.<br />

14 Turkish Ministry of Foreign Affairs, Statement No: 263, http://www.mfa.gov.tr/no_-263_-21-kasim-2012_-ulusal-hava-savunmamizin-muttefik-hava-savunma-unsurlariyla-takviyesinin-desteklenmesi-konusunda.tr.mfa,<br />

21 st November 2012, Accessed: 17 December 2012.<br />

15 Dany, Shoham. The Fate of Syria’s Chemical and Biological Weapons, BESA Perspectives, 6 August 2012.<br />

16 “Pentagon Says 75,000 Troops Might be Needed to Seize Syria Chemical Arms”, The New York Times, 15 th November<br />

2012.<br />

17 Soner Cagaptay, “Next Up: Turkey vs. Iran”, The New York Times, 14 th February 2012.<br />

18 “Patriot Missiles in Turkey threaten ‘word war’-Iran Army Chief”, Reuters, 15 th December 2012.<br />

19 Anthony, Cordesman, et al. Iran and the Gulf Military Balance – II, CSIS, Washington D.C., 2012. pp. 30 – 31.<br />

20 Christopher, Harmer. Threat and Response: Israeli Missile Defense, Institute for the Study of War, Washington D.C.,<br />

2012, pp. 5 – 6.<br />

21 “Turk Fuzesi: Hedef Menzil 2500 km”, Haberturk [ web], http://www.haberturk.com/gundem/haber/701120-turkfuzesi-hedef-menzil-2500-km<br />

, 29 th December 2011, Accessed: 18 th December 2012.<br />

22 For a detailed lay out of the Israeli – Iranian tensions, see Dalia,Dassa, et al. Israel and Iran: A Dangerous Rivalry,<br />

RAND Corporation, Santa Monica, 2012.<br />

23 Anthony, Cordesman. Iran’s Revolutionary Guards, the Al Quds Force, and Other Intelligence and Paramilitary Forces,<br />

CSIS, Washington D.C., 2007. pp. 3-4.<br />

24 Eddie, Boxx. “Iran Threatens Aerial Freedom of Navigation in the Gulf”, Policy Watch 2004, Washington Institute<br />

for Near East Policy, Washington D.C. 2012.<br />

20


Kapak Konusu<br />

On 14 November, Israel carried out a targeted assassination effort against the leader of Hamas’ military wing,<br />

Ahmed Jabari, and followed it up by launching Operation Pillar of Defense on Gaza, which lasted for eight days and ended with<br />

an Egyptian-brokered and US-supported ceasefire.<br />

What Lies Ahead for the Palestinian Issue in<br />

2013 - Opportunities and Challenges<br />

Özlem TÜR<br />

Özet<br />

Bu çalışma, Filistin siyasetindeki son değişimleri ele almakta ve çoktan unutulmuş bu meselenin geçtiğimiz<br />

üç ayda meydana gelen gelişmelerle yeniden gündeme taşındığını öne sürmektedir. Söz konusu gelişmeler şu<br />

şekilde sıralanabilir: Estelle gemisinin Gazze’ye gitmesi, Katar Emiri’nin Gazze ziyareti, İsrail’in Gazze’deki<br />

“Savunma Harekat Ayağı”, ve Filistin’in BM’de üye olmayan devlet statüsü elde etme çabası. Bu gelişmeler<br />

her iki tarafın liderleri için hem fırsat hem de sıkıntı yaratmaktadır. Filistin tarafında uzlaşı gerekirken,<br />

İsrail tarafında ise Filistin meselesini çözmek için kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. Yine de bu<br />

gelişmelerden hiçbiri önümüzdeki yıl için muhtemel görünmeyebilir, zira günümüzde Filistin’deki grupları<br />

bölen etkenler, onları birleştiren etkenlerden daha fazladır. Buna ek olarak, İsrail’deki güvenlik söyleminin<br />

esnekliği ve bu meseleye ilişkin kısa-vadeli stratejiler uzun vadeli çabaları engellemekle birlikte Hamas’ı<br />

güçlendirdiği kadar diyalog kurma hedefine de ters etki etmektedir.<br />

<br />

21


Kapak Konusu<br />

While the visit of Sheikh Hamad bin Khalifa al-Thani, Emir of Qatar, to<br />

Gaza strengthened Hamas, it also indirectly deepened the division<br />

between the Palestinian Authority in West Bank and Hamas in Gaza,<br />

which can be seen as problematic for the future of the territories and<br />

for undermining the power of Mahmoud Abbas, the leader of the PA.<br />

Abstract<br />

This article deals with recent developments in<br />

Palestinian politics and argues that the longforgotten<br />

issue has come back onto the agenda<br />

through a series of developments over the past<br />

three months: the sailing of the Gaza-bound vessel<br />

Estelle, the visit of the Emir of Qatar to Gaza,<br />

Israel’s ‘Operation Pillar of Defense’ in Gaza, and<br />

the Palestinian bid for non-member state status<br />

in the UN. These developments will provide both<br />

opportunities and additional challenges for the<br />

leaders of both parties. While what is needed on<br />

the Palestinian side is reconciliation, on the Israeli<br />

side a comprehensive strategy to resolve the<br />

Palestinian issue is necessary. Yet, none of these<br />

developments seems feasible in the year ahead, as<br />

what is dividing Palestinian groups seems greater<br />

than what is uniting them today. In addition, the<br />

resilience of the security discourse in Israel and<br />

short-term strategies being deployed on the issue<br />

preclude long-term efforts and, insofar as they<br />

strengthen Hamas, they are counterproductive to<br />

the goal of dialogue.<br />

Keywords: Israel, Palestine, Hamas, Gaza, Palestinian<br />

Authority<br />

Introduction<br />

As the Middle East witnessed the unfolding of<br />

tumultuous events with the Arab uprisings,<br />

whether or not the Palestinian issue retains its<br />

central position in regional politics has come<br />

into question. As the discussion has increasingly<br />

become preoccupied with issues of change, democracy,<br />

elections and new constitutions, the<br />

Palestinian issue seems to have been put on the<br />

backburner, falling lower on the agendas of regional<br />

and international actors. In September<br />

2011, in an attempt to revive the issue, the Palestinian<br />

Authority (PA) applied to the UN for full<br />

membership, with no success. Neither have the<br />

reconciliation talks of 2011 between Fatah and<br />

Hamas resulted in the anticipated elections. Yet,<br />

a few important developments since October<br />

2012 have brought the Palestinian issue in general<br />

and Gaza in particular back onto the agenda.<br />

These are the sailing of the Gaza-bound vessel<br />

Estelle, the visit of the Emir of Qatar to Gaza, Israel’s<br />

‘Operation Pillar of Defense’ in Gaza, and<br />

the Palestinian bid for non-member state status<br />

in the UN, which have each reminded us of the<br />

place of the Palestinian issue in a rapidly changing<br />

regional politics. Upon examination of these<br />

developments, it appears important challenges<br />

lie ahead in 2013 with regard to the renewal of<br />

peace talks between Israel and the Palestinian<br />

Authority, as well as to the relations between Fatah<br />

and Hamas.<br />

Developments in Gaza<br />

In October 2012, two important events occurred<br />

that drew attention to Gaza. One of these was<br />

the disembarkation of the Gaza-bound vessel<br />

Estelle from port in Europe in an attempt to<br />

break the Israeli blockade on the territory. The<br />

ship was stopped before it reached its destination<br />

and those on board; including members<br />

of the parliaments of some European countries<br />

were detained and later expelled. This was the<br />

22


Kapak Konusu<br />

Israel’s relations with Gaza, from which it unilaterally withdrew in 2005, have been problematic especially since 2007.<br />

first event of its kind since the Mavi Marmara<br />

incident of 2010. It should be recalled that Israel<br />

had unilaterally withdrawn from Gaza in 2005<br />

but retained control over its borders. Since the<br />

kidnapping of Israeli soldier Gilat Shalid by Hamas<br />

in 2006, control over borders has turned<br />

into a blockade, and after Hamas took control<br />

of Gaza in 2007, the blockade was tightened in<br />

coordination with the Mubarak regime. Following<br />

the change of regime in Egypt, the Muslim<br />

Brotherhood made an initial announcement that<br />

crossings into Gaza from the Rafah Gate would<br />

be eased, and this has been realized in time. Yet,<br />

the living conditions of the people of Gaza due<br />

to the blockade came to the fore once again with<br />

the sailing of Estelle.<br />

A second and more important development was<br />

the visit of Sheikh Hamad bin Khalifa al-Thani,<br />

Emir of Qatar, to Gaza with a convoy and 90<br />

tons of humanitarian aid supplies. The emir has<br />

promised 400 million dollars more in aid and<br />

committed to projects aimed at repairing the infrastructure<br />

destroyed during 2008–9 Operation<br />

Cast Lead. Considering that after Hamas and its<br />

political bureau Chief Halid Meshal left Damascus<br />

the financial help it had been receiving from<br />

its major financiers, Syria and Iran, diminished<br />

considerably, this aid was very timely. In a way,<br />

the emir seemed, with his visit, to be rewarding<br />

the organization for having left Damascus<br />

and joining the anti-Asad forces. Prime Minister<br />

of Hamas, Ismail Haniye, had praised the of-<br />

<br />

23


Kapak Konusu<br />

While the abovementioned developments have given Hamas enormous popularity, enhancing its position in the region and ‘in the struggle<br />

against Israel’, the Palestinian Authority’s bid for UN member status has added a new dynamic to the issue in general.<br />

ficial visit, the first by a head of state since the<br />

1999 visit of King Abdallah of Jordan, and declared<br />

the blockade officially broken. That he had<br />

traveled to Gaza helped to legitimize the Hamas<br />

government. As I have argued elsewhere, 1 while<br />

the visit strengthened Hamas, it also indirectly<br />

deepened the division between the Palestinian<br />

Authority in West Bank and Hamas in Gaza,<br />

which can be seen as problematic for the future<br />

of the territories and for undermining the power<br />

of Mahmoud Abbas, the leader of the PA.<br />

Operation Pillar of Defense<br />

A few weeks after the emir’s visit, Israel initiated<br />

an operation on Gaza. There has been a periodic<br />

escalation of tension between Israel and<br />

Gaza in the previous months consisting of the<br />

exchange of rockets. Before the operation began,<br />

Netanyahu asserted, “In recent days and weeks,<br />

Hamas and the other terrorist organizations in<br />

Gaza have made normal life impossible for over<br />

1 million Israelis. No government would tolerate<br />

a situation where nearly a fifth of its people<br />

live under a constant barrage of rockets and missile<br />

fire.” Accusing those that had launched the<br />

attacks of committing a double war crime, he<br />

continued, “They fire at Israeli civilians, and they<br />

hide behind Palestinian civilians. And by contrast,<br />

Israel takes every measure to avoid civilian<br />

casualties.” 2 On 14 November, Israel carried<br />

out a targeted assassination effort against the<br />

leader of Hamas’ military wing, Ahmed Jabari,<br />

and followed it up by launching Operation Pillar<br />

of Defense on Gaza, which lasted for eight<br />

days and ended with an Egyptian-brokered and<br />

US-supported ceasefire. Jabari had been behind<br />

the 2006 kidnapping of Gilad Shalit in 2006 and


Kapak Konusu<br />

In light of the rapidly changing environment resulting from the Arab<br />

Spring, Israel seems to have wanted to show it was able to respond<br />

to threats to its own security without hesitation, to test the Morsi<br />

government’s reaction and learn to what extent it was a reliable partner,<br />

and it also wanted to test its defense shield, the Iron Dome.<br />

exchanged the soldier’s release in October 2011<br />

for that of 1027 Palestinians being held in Israeli<br />

prisons.<br />

Israel’s relations with Gaza, from which it unilaterally<br />

withdrew in 2005, have been problematic<br />

especially since 2007 and were faced with two<br />

major options: carry out a full-scale ground operation<br />

in order to wipe Hamas out altogether<br />

or take a diplomatic path by pursuing an agreement.<br />

However, the first option involves too<br />

many risks and international dimensions to be<br />

viable, and the second is also unachievable with<br />

a partner that aims to destroy Israel altogether<br />

and one that is also a rival of the Palestinian Authority<br />

in the West Bank, a body Israel negotiates<br />

with and recognizes as representative of the<br />

Palestinian people. Instead, since it could fulfill<br />

neither of these options, Israel has implemented<br />

what some have called a “cutting the grass”<br />

strategy 3 —periodically carrying out operations<br />

in Gaza targeted at militants and their arsenals,<br />

and then keep quiet until the next round. Looking<br />

at Operation Cast Lead in 2008–9 and now<br />

Operation Pillar of Defense, if the pattern holds<br />

this next round will begin when Hamas or other<br />

organizations in Gaza exhibit readiness to challenge<br />

Israel through a rocket and mortar attack,<br />

which will prompt an Israeli response. Many analysts<br />

see this cyclical pattern as a sign that Israel<br />

lacks a broader strategy on the Palestinian issue<br />

in general and Gaza in particular. 4 In the absence<br />

of a broader strategy involving dialogue and negotiation,<br />

it seems Israel will continue to rely on<br />

short-term solutions that yield short-term results<br />

in return.<br />

Israel’s stated aims for Operation Pillar of Defense<br />

was to halt the rocket attacks on it, and<br />

to thus restore its deterrence capabilities and<br />

secure a long-term commitment from Hamas<br />

to respect a ceasefire. In addition, in light of the<br />

rapidly changing environment resulting from<br />

the Arab Spring, Israel seems to have wanted to<br />

show it was able to respond to threats to its own<br />

security without hesitation, to test the Morsi<br />

government’s reaction and learn to what extent<br />

it was a reliable partner, and it also wanted to<br />

test its defense shield, the Iron Dome. As Iran<br />

is at the top of Israel’s foreign policy priorities,<br />

especially since the 2006 Lebanese War, Israel’s<br />

operations are analyzed through the lens of its<br />

relations with Iran. This operation can also thus<br />

be understood as Israel crippling Hamas’ military<br />

capabilities as a way of reducing its risks<br />

in the event of an attack on Iran—to prevent<br />

Hamas from joining forces with Iran against Israel.<br />

The upcoming elections on 22 January are<br />

another force making it necessary for the Israeli<br />

government to provide security for its citizens in<br />

this period. It seems that Israel has reached some<br />

of its aims—most of Hamas’ long-range rockets<br />

have been destroyed, top military fighters have<br />

been killed and it showed that it was able to defend<br />

its territories and population. The Egyptian<br />

government under Morsi has contained the conflict<br />

and helped to broker the peace. An important<br />

development was that Hezbollah did not<br />

join Hamas during the last operation, supporting<br />

it only verbally. Yet, as Israel refrained from<br />

carrying out a ground operation—too risky just<br />

<br />

25


Kapak Konusu<br />

While the abovementioned developments have given Hamas enormous<br />

popularity, enhancing its position in the region and ‘in the struggle<br />

against Israel’, the Palestinian Authority’s bid for UN member status<br />

has added a new dynamic to the issue in general.<br />

before the elections—to what extent the success<br />

of the operation can be sustained is a question at<br />

this point. 5<br />

On the side of Hamas, the operation has definitely<br />

boosted its power, and although it lost some<br />

of its top fighters and its arsenal and infrastructure,<br />

its credibility as an organization capable of<br />

standing up against Israel has been bolstered.<br />

Hanan Ashrawi, a senior Fatah member, says<br />

she is “increasingly worried that Palestinians will<br />

see armed resistance, which Fatah renounced<br />

in 1988, as the only mechanism that appears to<br />

win concessions from Israel”. 6 Mahmoud Abbas’<br />

position calling for dialogue with Israel has also<br />

been further weakened as a result of the operation.<br />

After the ceasefire was announced on 7 December,<br />

ending the eight-day operation, Haled Meshal<br />

made a historic first visit to Gaza, and this<br />

visit became a great show for Hamas. Although<br />

members of Fatah came to the celebration, the<br />

visit showed the growing power of Hamas in<br />

“resistance against Israel”, bringing Israel’s view<br />

of the operation as successful into question. In<br />

a speech made by Meshal to a large crowd gathered<br />

to commemorate the 25th anniversary of<br />

the founding of Hamas the next day, he said,<br />

“Palestine is ours, from the river to the sea and<br />

from the south to the north. There will be no<br />

concession on an inch of the land [...] We will<br />

never recognize the legitimacy of the Israeli occupation<br />

and therefore there is no legitimacy for<br />

Israel, no matter how long it will take.” 7 This rejection<br />

of the two-state solution and goal of destroying<br />

Israel runs counter to the basis for negotiations<br />

and the peace process led by the PA and<br />

Mahmoud Abbas since the 1993 Oslo Accords.<br />

The difference between the two organizations<br />

seems to become more irreconcilable as Hamas’<br />

methods gain more popularity, including by the<br />

recent operation.<br />

Palestinian Statehood<br />

While the abovementioned developments have<br />

given Hamas enormous popularity, enhancing<br />

its position in the region and ‘in the struggle<br />

against Israel’, the Palestinian Authority’s bid<br />

for UN member status has added a new dynamic<br />

to the issue in general. As will be remembered,<br />

Israeli-Palestinian negotiations have been stalled<br />

since the last round of direct talks in 2010. In<br />

September 2011, its leader, Mahmoud Abbas,<br />

has sought full member state status in the UN<br />

based on the pre-1967 borders. Abbas asserted<br />

that “the Palestinian territories must be represented<br />

in their natural border”, referring to the<br />

pre-1967 borders, which include the West Bank,<br />

Gaza and East Jerusalem. Since this effort failed<br />

due to US objection in the Security Council, Palestinians<br />

have been looking for other solutions<br />

that would give them a diplomatic victory at a<br />

time when peace negotiations have been stuck,<br />

the Jewish settlements in West Bank have grown<br />

and Palestine itself has become increasingly divided<br />

between a Fatah-dominated West Bank<br />

and a Hamas-controlled Gaza. PA has made a<br />

settlement freeze a precondition of restarting<br />

negotiations, without success.<br />

26


Kapak Konusu<br />

What we may then see in the coming months is that Palestinian groups may try to seize the<br />

opportunity to unite and hold the long-promised elections.<br />

A year after the application for full membership,<br />

in September 2012, the PA decided to take the<br />

issue to the General Assembly in a bid to apply<br />

for non-member state status. Although this status—short<br />

of full membership but a step above<br />

‘observer’ status—would not change much on<br />

the ground, the Palestinians argued that it will<br />

strengthen their hand in negotiations with Israel,<br />

especially in issues like borders, settlements,<br />

Palestinian refugees and the status of Jerusalem.<br />

Also, a Palestinian non-member ‘state’ could apply<br />

to the International Criminal Court and hold<br />

Israel responsible for some of its operations as<br />

war crimes, although the likelihood of this in<br />

near future is small.<br />

The bid to the UN General Assembly has been<br />

met by a harsh Israeli response. Israel viewed the<br />

UN application as a unilateral action and saw it<br />

as an impediment to the continuation of peace<br />

talks. It has objected to the application, saying<br />

that the PA, instead of using international channels,<br />

should come to the negotiation table without<br />

conditions like the freeze on construction of<br />

Jewish settlements. It has also threatened to nullify<br />

the Oslo Accords.<br />

Many analysts have criticized Israel’s position<br />

regarding the Palestinian UN bid. Both last year<br />

and this year, calls were made advising Israel to<br />

back Palestinian statehood and to “rally allies<br />

to its side, to leverage their support in decisive<br />

settlement talks.” 8 This would help, according to<br />

these calls, to advance the peace talks, to maintain<br />

Israel’s alliances in the Muslim world and to<br />

secure a more comfortable position in a rapidly<br />

changing region, as well as to bolster its international<br />

standing. However, the Israeli response<br />

has not waivered. The US administration has<br />

also criticized the PA’s application to the General<br />

Assembly; before the vote it blamed the PA for<br />

using the wrong forums.<br />

When Palestine was granted non-member state<br />

status in the vote, Israel’s immediate response<br />

was to threaten the PA with cutting the tax rev-<br />

<br />

27


Kapak Konusu<br />

enues it collected on its behalf and announced<br />

that a new settlement construction was to be<br />

carried out that would include 3000 more houses<br />

in the West Bank, in the E-1 Area, which would<br />

constitute a further breach of the pre-1967 borders.<br />

Scholars like Efraim Inbar have supported<br />

the building of these settlements as he sees them<br />

critical to linking Jerusalem with other settlements,<br />

especially Maaleh Adumim in the east of<br />

Jerusalem; he says this construction “serves as<br />

the linchpin in establishing an effective line of defense<br />

along the Jordan Valley against aggression<br />

from the east”. 9 Yet such a policy, while possibly<br />

increasing Israel’s defense posture and enhancing<br />

its defendable borders in case of an attack<br />

by Arab forces, is undermining the power of the<br />

PA, which was already on the decline, especially<br />

after the abovementioned developments, which<br />

have had the result of enhancing the power of<br />

Hamas. By cutting revenues and building further<br />

settlements, Israel itself is weakening the PA and<br />

decreasing opportunities for negotiation, while<br />

also indirectly encouraging Hamas.<br />

Conclusion<br />

With the Palestinian issue increasingly marginalized<br />

in regional and international politics, a<br />

series of events since October 2012 has brought<br />

the issue to the forefront. These events have important<br />

consequences for the issue, the most<br />

important of which are the increase of Hamas’<br />

power and the decrease of that of the PA and of<br />

Mahmoud Abbas in Palestinian politics. While<br />

the visit by the Emir of Qatar legitimized the<br />

Hamas government in Gaza, Operation Pillar of<br />

Defense, despite dealing a heavy blow from Israel<br />

showed Hamas’ power in standing up against<br />

Israel. In this context, the PA and Mahmoud Abbas<br />

have been further weakened. In a move to<br />

acquire at least symbolic power through nonmember<br />

state status in the UN, Abbas tried to<br />

enhance his power but the impact of this ‘victory’<br />

on the ground will remain limited.<br />

What we may then see in the coming months is<br />

that Palestinian groups may try to seize the opportunity<br />

to unite and hold the long-promised<br />

elections. The reconciliation between the factions<br />

is more important today than before for<br />

reviving talks with Israel, and the new Obama<br />

government could help bring this to fruition.<br />

However, looking at the developments over the<br />

past few months, what divides Hamas and Fatah<br />

seems greater than what brings them together;<br />

even Meshal’s talk in Gaza is evidence of this difference.<br />

In a speech in the Turkish Parliament<br />

last month, Abbas promised a renewed effort towards<br />

reconciliation. 10 Yet, how it can be established<br />

and whether it can be sustainable remains<br />

highly questionable.<br />

Another important consequence of these recent<br />

developments has been the revelation of a lack<br />

of a comprehensive strategy by Israel in dealing<br />

with the Palestinian issue in general and with Hamas<br />

in particular. After the last operation, and its<br />

results, it appears Israel is managing tensions as<br />

they are about to erupt with responses that will<br />

only provide short-term solutions to the issue.<br />

Punishing the PA by cutting taxes and building<br />

new settlements also seems counterproductive<br />

to its interests.<br />

Considering that the Israeli elections are ahead,<br />

the operation seems to guarantee the dominance<br />

of the security discourse in the coming period.<br />

On the subject of security and implementing<br />

policies to maintain it, not undermining the PA<br />

and radicalizing Palestinian politics seems to be<br />

the key. Yet, the challenge is to build a comprehensive<br />

policy on the Palestinian issue that will<br />

deliver Israel security. This first of all requires<br />

a willingness that has been lacking in the past.<br />

Secondly, policies are needed that encourage the<br />

factions in Palestinian politics that call for negotiation<br />

and dialogue before it’s too late. And<br />

thirdly, the US administration must be tasked<br />

with committing to a peace in the region. Looking<br />

ahead to 2013, and reviewing the direction<br />

events have been unfolding in 2012, there unfortunately<br />

seem to be little hope for progress in the<br />

short run.<br />

O<br />

28


Kapak Konusu<br />

ENDNOTES<br />

1 Özlem Tür, “Gazze’de Neler Oluyor? Estelle Gemisi’nin Alıkonuşu ve Katar Emiri’nin Ziyareti Üzerine”, Ortadoğu<br />

Analiz, December 2012.<br />

2 “Rockets pound Israel, Gaza as Netanyahu alleges ‘double war crime’”, CNN, November 19, 2012. http://edition.<br />

cnn.com/2012/11/15/world/meast/gaza-israel-strike/index.html<br />

3 “Gaza Conflict Highlights Israel’s Search For A Long-Term Strategy On Palestine”, Huffington Post, 18 November<br />

2012. http://www.huffingtonpost.com/2012/11/18/gaza-conflict-israel-strategy-palestine_n_2155819.html<br />

4 See for example the comments of Daniel Levy, who is the Middle East director for the European Council on<br />

Foreign Relations and a former Israeli government official at Huffington Post. “Gaza Conflict Highlights Israel’s<br />

Search For A Long-Term Strategy On Palestine”, Huffington Post, 18 November 2012. http://www.huffingtonpost.com/2012/11/18/gaza-conflict-israel-strategy-palestine_n_2155819.html<br />

5 For a similar argument see Eitan Shamir, “Operation Pillar of Defense: An Initial Strategic and Military Assessment”,<br />

BESA Center Perspectives Paper No. 189, December 4, 2012.<br />

6 “For Palestinians, Gaza Conflict deepens sense of futility with nonviolent approach toward Israel”, The Washington<br />

Post, 25 November 2012. http://www.washingtonpost.com/world/middle_east/.../ea2ce918-3668-11e2-<br />

bfd5-e202b6d7b501_print.html<br />

7 “Tens of thousands celebrate Hamas ‘victory’ rally as exiled leader returns”, The Guardian, 8 December 2012,<br />

http://www.guardian.co.uk/world/2012/dec/08/hamas-gaza-palestine-khaled-meshaal-israel<br />

8 Steve Coll, “Membership Dues”, The New Yorker, 26 September 2011.<br />

9 Efraim Inbar, “Building in Jerusalem: A Strategic Imperative”, BESA Center Perspectives paper No. 190, 5 December<br />

2012.<br />

10 “Abbas Ankara’da açıkladı: Hamas’la birlik çabaları hız kazanıyor”, BBC Türkçe, 12 December 2012. http://www.<br />

bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/12/121212_hamas_fatah.shtml<br />

<br />

29


Kapak Konusu<br />

Birinci Netanyahu hükümeti gibi ikinci Netanyahu hükümeti de ağırlıklı olarak Sağ ve Ortodoks partilerden kurulmuştur.<br />

Erken Seçime Giden İsrail’deki Siyasi<br />

Görünüm ve ‘Son Dakika’ Sürprizleri<br />

Political Landscape and ‘Last Minute’ Surprises in<br />

Israel Heading Towards Early Elections<br />

Ali Oğuz DİRİÖZ<br />

Abstract<br />

The Israeli government’s decision to have early general elections (for the 19th Knesset) on 22 January 2013<br />

may be seen as sudden, yet came as no real surprise. Like many preceding governments, the current Israeli<br />

government was the product of a multi-party coalition; which meant that at any serious disagreement,<br />

the possibility for its collapse was ever-present. The government experienced divergences regarding the Tal<br />

law concerning Yeshiva students’ military service, and many other differences, could not agree on the 2013<br />

Budget, and consequently decided to head for general elections. In this election, Prime Minister Netanyahu’s<br />

Likud party and Foreign Minister Lieberman’s Yisrael Beiteinu party decided to join forces and have a single<br />

list. This joint Likud-Yisrael Beiteinu coalition, unless a big surprise, seems most likely to become the largest<br />

group in the Knesset, and would likely lead the new government in spite of a small loss of votes. However, the<br />

recent “last moment” indictment and subsequent resignation of Foreign Affairs Minister, Avigdor Lieberman,<br />

might change the balances for the next government.<br />

Keywords: Israel, Israel 2013 Elections, Israeli Politics, Middle East, Turkey, Turkish-Israeli Relations,<br />

Middle East Peace<br />

30


Kapak Konusu<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

İsrail hükümetinin erken genel seçime gitmesi,<br />

ani bir kararmış gibi gözükmekle beraber, aslında<br />

şaşırtıcı bir durum olmamıştır. 19. Knesset<br />

üyelerini seçmek için gerçekleştirilecek olan<br />

İsrail’de genel seçim 22 Ocak 2013 tarihinde<br />

gerçekleşecektir. Mevcut İsrail hükümeti son 20<br />

yıldır olduğu gibi çok partili bir koalisyondan<br />

oluşmaktadır. Koalisyonlarda, ciddi bir anlaşmazlık<br />

halinde hükümetin düşme olasılığı daima<br />

mevcuttur. Yeshiva öğrencilerinin (din okulu<br />

öğrencileri) askerlikleriyle ilgili yasa (konuyla<br />

geçmişte ilgilenen Tal komitesinden dolayı ‘Tal’<br />

yasası diye de bilinir) ve çeşitli konularda anlaşmazlıklar<br />

yaşanmaktaydı. Hükümeti oluşturan<br />

koalisyon ortakları arasında en son 2013 Bütçesi<br />

üzerinde anlaşmazlık ortaya çıkınca erken genel<br />

seçime gitme kararı alınmıştır. Bu seçimde Başbakan<br />

Netanyahu’nun Likud Partisi ile Dışişleri<br />

Bakanı Avigdor Lieberman’ın Evimiz İsrail (Yisrail<br />

Beiteinu/ Yisrael Beytenu) Partisi ortak bir<br />

liste ile seçim ittifakı oluşturmuşlardır. Seçimler<br />

sonucunda 19. Knesset’deki en büyük grup, beklentilere<br />

göre ve büyük olasılıkla gene Likud-Evimiz<br />

İsrail ortaklığı olacaktır. Herhangi bir sürpriz<br />

olmaması durumunda, oy kaybına rağmen iktidarda<br />

kalma olasılıkları yüksek gözükmektedir.<br />

Ancak son dakikada ‘’sürpriz’’ bir şekilde yolsuzluk<br />

suçlamaları yüzünden kabineden istifa eden<br />

Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın durumu<br />

bir sonraki hükümetteki dengeleri etkileyecektir.<br />

Sürprizlerin hiç eksik olmadığı 2013 İsrail<br />

seçimleri kampanyasında bugünlerde ciddi bir<br />

hareketlik yaşanmaktadır.<br />

1993’den Günümüze Son 20 Yılın<br />

İsrail Hükümetleri<br />

1993-2013 tarihleri arasındaki 20 yıllık süre<br />

zarfına İsrail hükümetleri Ortadoğu barışı konusunda<br />

arzu ettikleri noktaya varamamışlardır.<br />

İşçi Partisi iktidardayken varılan 1993 Oslo<br />

Anlaşması’nın ardından Batı Şeria ve Gazze’de<br />

yönetimin Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ’ye)<br />

devredilmesi hususunda anlaşılmıştı. Bundan<br />

dolayı 1994’te Yitzhak Rabin, Shimon Peres ve<br />

Yaser Arafat, Nobel Barış ödülünü paylaşmışlardı.<br />

Ancak, 1995 yılında İşçi Partili Başbakan Yitzhak<br />

Rabin’in öldürülmesinden sonra barış süreci<br />

sekteye uğramıştır. 1996 yılında, barış sürecine<br />

daha mesafeli bir tutum sergilemekte olan birinci<br />

Netanyahu Hükümeti (Likud Partisi) işbaşına<br />

gelmiştir.<br />

1999 yılında Ehud Barak önderliğindeki İşçi<br />

Partisi’nin başında bulunduğu koalisyon hükümetinin<br />

iktidara gelmesiyle, 2000 yılında ABD<br />

Başkanı Bill Clinton önderliğinde Camp David’de<br />

Barak ile Arafat arasında yeniden Ortadoğu barışı<br />

için müzakereler başlamıştır. Camp David’de<br />

Filistinli mülteciler, İsrail’in güvenliği, iki devletli<br />

bir çözümdeki nihai sınırlar ve Kudüs’ün nihai<br />

statüsü gibi birçok konu masaya yatırılmıştır.<br />

Ancak görüşmelerde sonuç elde edilememesinin<br />

ardından 2000 senesinin sonbaharında Filistin’de<br />

İkinci İntifada başlamıştır.<br />

2001’de işbaşına gelen Ariel Sharon liderliğindeki<br />

sağcı Likud partisi, aynı sene Turizm Bakanı Rec-<br />

<br />

31


Kapak Konusu<br />

havam Ze’evy’nin öldürülmesinin akabinde şiddeti<br />

daha da tırmandırmış, ancak 2003 senesinde<br />

Ariel Sharon’un daha güçlü bir şekilde seçimleri<br />

kazanmasının ardından Ortadoğu Barışı ‘’Yol<br />

Haritasını’’ kabul etmiştir. Her ne kadar olaylar<br />

yatışmasa da, İsrail 2005’te Gazze’den tek taraflı<br />

olarak ve tamamen geri çekilmiştir. Aynı sene bu<br />

geri çekilmeye karşı çıkan ve Netanyahu’ya yakın<br />

olan bir grup Likud Parti üyesinin muhalefetinden<br />

dolayı Sharon, merkeze daha yakın olan Kadima<br />

partisini kurmuştur.<br />

2006’da Ariel Sharon’un beyin kanaması geçirmesinden<br />

dolayı Ehud Olmert başbakanlık görevine<br />

gelmiştir. 1 Olmert, aynı sene güney Lübnan<br />

ve Gazze’ye karşı ağır askeri operasyonlar başlatmış<br />

ancak Hizbullah Lideri Nasrallah’ı yakalayamamıştır.<br />

2 2008’deki Gazze bombardımanında<br />

orantısız güç kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye ve<br />

uluslararası kamuoyundan da tepki çekmiştir.<br />

2009 seçimlerinde en çok oy alan parti Kadima<br />

olmuş, ancak hükümet kuramamıştır. Dolayısıyla<br />

mevcut Likud önderliğindeki ve Netanyahu’nun<br />

Başbakanlığındaki geniş tabanlı koalisyon hükümeti<br />

iş başına gelmiştir. Mayıs 2010’da gerçekleşen<br />

Mavi Marmara Baskını sonucu hayatını kaybeden<br />

9 Türk vatandaşından dolayı da Türkiye-<br />

İsrail ilişkileri bu dönemde iyice kötüye gitmiştir.<br />

Ocak 2013’te Erken Genel Seçime Gidilmesi<br />

Ardındaki Başlıca Nedenler<br />

2013 Bütçesi üzerindeki görüş ayrılıkları erken<br />

genel seçime gidilmesindeki en önemli sebep<br />

olmuştur. İsrail’de seçim barajının yüzde 2 gibi<br />

düşük bir oranda tutulması nedeniyle İsrail parlamentosu<br />

Knesset’te tek bir partinin hükümeti<br />

oluşturması düşük bir olasılıktır. Son 20 yıldır<br />

olduğu gibi, 2. Netanyahu hükümeti de (1. Netanyahu<br />

Hükümeti 1996-1999 arası) çok partili<br />

bir koalisyondan oluşmaktadır. 120 sandalyeli<br />

Knesset’te iktidarı kurmak için gereken 61’e ulaşmak<br />

için 2. Netanyahu hükümeti, Likud, Yisraeil<br />

Beiteinu, Shas, Ehud Barak’ın Bağımsızlık Partisi,<br />

Yahudi Evi ve Birleşik Tevrat gibi çok sayıda<br />

partiden oluşmaktaydı. Birinci Netanyahu hükümeti<br />

gibi ikinci Netanyahu hükümeti de ağırlıklı<br />

olarak Sağ ve Ortodoks partilerden kurulmuştur.<br />

Her koalisyonda olduğu gibi, bu koalisyonda da<br />

partilerin öncelikleri ve farklılıkları bulunmaktaydı.<br />

Nihayetinde, bütçe üzerindeki anlaşmazlıktan<br />

ötürü hükümetin düşmesi kaçınılmaz<br />

olunca erken seçime gidilmiştir.<br />

Mevcut iktidarın olası oy kaybının başlıca sebepleri<br />

olarak ekonomik ve sosyal politikalar gösterilmektedir.<br />

2011 yılında Netanyahu hükümetine<br />

karşı 300,000 kişiyi bulan çok büyük protestolar<br />

gerçekleşmiştir. 3 İsrail tarihindeki en kalabalık<br />

protesto gösterilerinin yaşandığı bir dönemde<br />

protestocular ‘sosyal adalet’ çağrıları yapmaktaydılar.<br />

Bu gösterilerde İsrail’deki gelir adaletsizliği<br />

ve yaşam pahalılığı başta olmak üzere sosyal<br />

konular protesto edilmiştir. 2011 yaz ayları mevcut<br />

iktidarın belki de popülaritesinin en düşük<br />

olduğu dönemi oluşturmaktadır. Her ne kadar<br />

bu protestolar erken seçime doğrudan sebep<br />

olmamışlarsa da, seçime giden yolun ilk habercileri<br />

olarak algılanabilirler. Hükümetin neredeyse<br />

düşmesine sebep olan bir diğer sebep ise<br />

Yeshiva öğrencilerinin askerlik statüleri ile ilgili<br />

belli imtiyazlar sağlamayı amaçlayan yasadır. Fakat<br />

erken seçime gidilmesinin başlıca sebebi ise<br />

2013 yılı bütçesi üzerinde anlaşma sağlanamamış<br />

olunmasıdır.<br />

Seçimlerdeki Önde Gelen Partilere, Liderlere<br />

ve Siyasi Görüntüye Kısa Bir Bakış<br />

İsrail’deki 22 Ocak 2013 seçimleri öncesi en<br />

büyük favori olarak mevcut hükümetin Başbakanı<br />

Netanyahu’nun Likud Partisi gösterilmektedir.<br />

Likud ile Dışişleri Bakanı Avigdor<br />

Lieberman’ın başında olduğu (eski Sovyetler<br />

Birliği ve Rusya’dan gelen göçmenlerin ağırlıklı<br />

olarak oy verdiği) sağ parti Evimiz İsrail Partisi<br />

arasında seçim ittifakı kurması ve seçime ortak<br />

liste ile girmesi bu partinin iyice sağa kayması<br />

anlamına gelmektedir. Barış sürecine kuşkulu<br />

yaklaşan, İran’a yönelik katı tutumları ile bilinen<br />

ve Türkiye’yle ilişkilerin gerilmesinin başlıca sorumluları<br />

olarak görülen iki liderin büyük olasılıkla<br />

iktidarda kalacakları tahmin edilmektedir. 4<br />

32


Kapak Konusu<br />

Likud-Evimiz İsrail ittifakının 120 milletvekilinden<br />

oluşan Knesset’deki mevcut 42 sandalyesinin<br />

(25 Likud, 17 Evimiz İsrail) ne kadarını<br />

koruyacağı merak konusudur. Lieberman’ın istifası<br />

öncesi yapılan son Aralık ayı anketlerine<br />

göre Likud-Evimiz İsrail koalisyonunun 37-39<br />

sandalye arası kazanacağı tahmin edilmektedir.<br />

Fakat Lieberman’ın istifasının ardından bu sayı<br />

35’e gerilemiştir. Mevcut gerilemeye rağmen, Likud-Evimiz<br />

İsrail koalisyonunun, Shas, Birleşik<br />

Tevrat (UTJ) ve Milli Birlik-Yahudi Ev (Yahudi<br />

Yurdu) gibi sağ partilerden oluşan bir koalisyona<br />

önderlik etme olasılığı kuvvetlidir. Burada hatırlanması<br />

gereken önemli bir ayrıntı da Likud ve<br />

Evimiz İsrail partileri daha laik ve milliyetçi sağı<br />

temsil ederken, Shas ve Birleşik Tevrat (UTJ) gibi<br />

ultra-Ortodoks partiler ise din ağırlıklı sağı temsil<br />

etmektedirler.<br />

Seçimlerdeki en büyük kayba ise ana muhalefet<br />

partisi Kadima’nın uğrayacağı şimdiden öngörülmektedir.<br />

2009 seçimlerinden birinci parti çıkmasına<br />

karşın hükümet kuramayan Kadima’dan<br />

Tzipi Livni’nin ayrılışı sonrasında partinin barajı<br />

dahi geçememe riski bulunmaktadır.<br />

2013 seçimleri öncesinde parti içi seçimlerde<br />

parti başkanlığını eski Savunma Bakanı Shaul<br />

Mofaz’a büyük bir farkla kaybeden eski Dışişleri<br />

Bakanı Tzipi Livni, partiden ayrılıp kendi<br />

partisini kurmuştur. Tzipi Livni’nin Kadima’dan<br />

ayrıldıktan kısa bir süre sonra kurduğu Hatnuah<br />

(Hareket) partisinin bu seçimlerdeki önemli partilerden<br />

biri olacağı tahmin edilmektedir. Partisine<br />

eski İşçi Partisi lideri ve eski Savunma Bakanı<br />

Amir Peretz gibi isimleri katarak merkez’de yeni<br />

bir parti kuran Livni, kimi eleştirilere göre, bu hareketiyle<br />

Merkez-Sol blokunu daha da bölmektedir<br />

(Yair Lapid Livni’yi merkez-sol blokunu bölmemesi<br />

için kendi partisine davet etmiştir). Livni,<br />

uluslararası kamuoyunca barış görüşmeleri<br />

için daha istekli bir ortak olarak algılanmaktadır.<br />

Bunun bir örneği ise, Livni’nin Batı Şeria’daki Yahudi<br />

Yerleşim Yerlerine yönelik bütçede reform<br />

yapma vaadinde bulunup, ‘yasal’ olanlar ile siyasi<br />

amaçlarla sponsor olunanlar arasında ayrım gözeten<br />

bir plan öne sürmesidir. (Burada İsrail’in<br />

Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi konusunda da Livni daha istekli<br />

gözükmektedir. Son anketlere göre, Livni’nin partisinin en az 10 parlamenter<br />

ile yeni Knesset’te yer alacağı tahmin edilmektedir.<br />

iç hukukuna göre yasal olanlar söz konusudur,<br />

çünkü uluslararası hukuka göre çoğu yerleşim<br />

yerinin yasal durumu zaten tartışmalıdır). 5 Türkiye<br />

ile ilişkilerin düzelmesi konusunda da Livni<br />

daha istekli gözükmektedir. Son anketlere göre,<br />

Livni’nin partisinin en az 10 parlamenter ile yeni<br />

Knesset’te yer alacağı tahmin edilmektedir.<br />

Livni dışında, önemli bir kadın lider de (ve aynı<br />

Livni gibi Lieberman’ın hakaretine uğrayan)<br />

Shelly Yachimovich’tir. Yachimovich, Golda<br />

Meir’in ardından İşçi Partisi’nin ikinci kadın lideri<br />

olmuştur. 2011’de Ehud Barak’ın Netanyahu<br />

hükümetinde yer almasından memnun olmayan<br />

İşçi Partililerin artan baskıları sonucu Ehud Ba-<br />

<br />

33


Kapak Konusu<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

rak partiden ayrılıp ‘Bağımsızlık’ adında kendi<br />

partisini kurmuştur ve Netanyahu hükümetinin<br />

Savunma Bakanı olarak görevini sürdürmüştür.<br />

Barak’ın yerine Amir Peretz ve Shelly Yachimovich<br />

arasında geçen liderlik yarışını Yachimovich<br />

kazanmıştır. Peretz ise sonradan İşçi Partisi’nden<br />

ayrılıp Livni’nin Hatnuah partisine geçmiştir.<br />

Yachimovich, Gilad Şalit’in babası Noam Şalit’i<br />

parti üyesi yaparak bir anda dikkatleri üzerine<br />

çekmeyi başarmıştır. İşçi partisinin bir önceki<br />

seçime nazaran oylarının artması ve Knesset’te<br />

en az 17 koltuk alması beklenmektedir. Peretz’in<br />

partiden ayrılışı olumsuz etki yaratırken, Ehud<br />

Barak’ın siyaseti bırakıp aday olmayacağını açıklaması<br />

ise en çok Yachimovich ve İşçi Partisi’ne<br />

yaramıştır. Yachimovich seçimlerde bilhassa<br />

2011’de yapılan ‘’sosyal adalet’’ protestolarına<br />

katılan kesimden destek almayı hedeflemektedir.<br />

Seçimlerdeki üçüncü kadın parti lideri ise Meretz<br />

Partisi’inden Zahaya Gal-On’dur. (Gal-<br />

On’un da ailesi tıpkı Livni ve Yachimovich gibi<br />

Polonya göçmenidir ve aynı şekilde Lieberman’ın<br />

hakaretine maruz kalmıştır). Meretz partisi, kendisini<br />

merkez-Sol blok partiler arasında yer alan<br />

son gerçek ‘’Siyonist-Solcu’’ parti olarak tanımlamaktadır.<br />

Ayrıca Gal-On, Netanyahu önderliğindeki<br />

bir koalisyonda yer almayı baştan açıkça<br />

reddeden ilk liderlerden biridir. Netanyahu ile<br />

koalisyon kurma seçeneğini açık bırakan Livni<br />

ve Yachimovich’e karşın eleştirel bir tutum sergilemektedir.<br />

6<br />

Merkez-Sol blok’ta yer alan en yeni partilerden<br />

biri ise gazeteci Yair Lapid tarafından kurulan<br />

Yesh Atid partisidir. Yesh Atid, liberal ve merkezde<br />

yer alan bir parti olarak görülmektedir. Lapid,<br />

Kadima’dan yeni ayrıldığı dönemde Livni’ye, ayrı<br />

parti kurmak yerine kendi partisine katılmasını<br />

önermiştir. Son anketlere göre Yesh Atid’in seçimlerde<br />

en az 8 üyeyle Knesset’e gireceği tahmin<br />

edilmektedir.<br />

Aşırı Ortodoks partilerden Shas’ın ise anketlere<br />

göre en az 10 adayının seçilmesi öngörülmektedir.<br />

Birleşik Tevrat’ın (UTJ) en az 6 adayının seçilmesi<br />

beklenmektedir. Shas ve UTJ gibi ‘’Ultra<br />

Ortodoks’’ partileri, Likud-Beiteinu veya en az<br />

10 parlamenter seçilmesi beklenen Milli Birlik-<br />

Yahudi Ev (Yurt) gibi milliyetçi sağ partilerden<br />

ayıran en önemli unsur ise dini ön planda tutmalarıdır.<br />

İsrail’de, Yahudi çoğunluğun yanı sıra yaşadıkları<br />

toprakları terk etmeyip, İsrail’de kalan Filistinli,<br />

Dürzî ve diğer azınlıklar da mevcuttur. Ve tabii<br />

bu grupları temsil eden siyasi hareketler de seçimlerde<br />

yer almaktadırlar. Azınlıkta bulunan<br />

İsrailli Arapların ve diğer mezheplerin mevcudiyetine<br />

rağmen, günümüzde İsrail’in büyük çoğunluğu<br />

Musevi olduğundan İsrail, bir Yahudi<br />

Devleti sayılmaktadır. Ancak gene de, Arap Birlik<br />

Listesi, Taal, Hadash ve Balad gibi partilerden<br />

Ahmet Tibi ve Muhammed Barakeh gibi Arap<br />

kökenli İsrail vatandaşlarının Knesset’e seçilmeleri<br />

ve Meclis Başkan Vekilliği gibi konumları<br />

üstlenmeleri geçmişte mümkün olmuştur. Bu seçimde<br />

de en az 10 İsrailli Arap adayın Knesset’e<br />

seçilmesi beklenmektedir.


Kapak Konusu<br />

Seçim Öncesi Gelişmeler<br />

2011’den bu yana, Tal yasası ve sosyal adalet<br />

protestolarının ardından, girilen seçim sürecinin<br />

hemen öncesinde önemli gelimeler meydana<br />

gelmiştir. Gazze’nin yeniden bombalanması,<br />

Filistin’in Birleşmiş Milletler’de gözlemci devlet<br />

statüsünü alması ve son anda onaylanan yeni Yahudi<br />

yerleşim yerleri planı gibi gelişmelerin yanı<br />

sıra, Ehud Barak’ın aday olmayacağını açıklaması<br />

ve Lieberman’ın yolsuzluk suçlamaları yüzünden<br />

istifa etmesi gibi gelişmeler sonucunda gündemde<br />

hareketlilik yaşanmaktadır.<br />

2008’deki Gazze bombalamaları ile 2012’deki<br />

daha kısa süreli Gazze bombalamaları arasındaki<br />

en büyük ortak özellik, her ikisinin de seçimlere<br />

yakın bir dönemde gerçekleşmiş olmalarıdır.<br />

(2008’de de seçim öncesi Gazze bombalanmıştı,<br />

2012’de de aynı şekilde seçim öncesi bombalandı.)<br />

Her iki durumda da seçim öncesi ulusal<br />

güvenlik ve birlik çağrıları yapılmaktaydı. Fakat<br />

2008’in aksine bu sefer ABD baskısıyla ve Mısır<br />

ile Türkiye gibi devletlerin girişimleriyle çok<br />

daha hızlı bir şekilde ateşkes sağlanabilmiş ve<br />

2008’deki kadar büyük bir insanlık dramı yaşanmamıştır.<br />

Fakat bu seferki bombalamanın kısa<br />

olmasının altında yatan bir diğer neden de, Gilad<br />

Şalit kaçırılmasında olduğu gibi tek bir asker<br />

karşılığında 1027 Filistinli’nin serbest bırakılmasından<br />

dolayı benzer asker kaçırmaların artabileceği<br />

endişesinin yaşanması olabilir.<br />

Gilad Şalit Takası: Ekim 2011’de gerçekleşen takasta,<br />

İsrailli asker Gilad Shalit’in Hamas tarafından<br />

serbest bırakılmasına karşılık yaklaşık 1027<br />

Filistinli, İsrail hapishanelerinden serbest bırakılmıştır.<br />

Anlaşma sağlanmasında Türkiye’nin<br />

de önemli rolü olmuştur. Bu da İsrail’in barışa<br />

karşılık toprak politikası gibi, bir askerinin kurtarılmasına<br />

karşılık yaklaşık bin kişiyi serbest bırakması<br />

şeklindeki önemli bir takas politikasını<br />

ortaya koymaktadır. Bunun sebebi, İsrail toplumunda<br />

hakim olan, tek bir askerin bile geri bırakılmaması<br />

beklentisidir. Gilad Şalit takası, İsrail<br />

kamuoyunca genel anlamda olumlu karşılanmış<br />

ve Netanyahu hükümetinin popülaritesini arttırmıştır.<br />

Gelir dağılımındaki dengesizlik ve sosyal adalet<br />

protestolarının aksine, seçimlere haftalar kala,<br />

dünya kamuoyunun gündemine bomba gibi düşen<br />

bir diğer mesele de yeni E-1 Yahudi yerleşim<br />

yerleri ve bilhassa Kudüs etrafında inşa edilecek<br />

yeni yerleşim yerlerinin imara açılması meselesidir.<br />

Netanyahu hükümeti, böylece popülist<br />

politikalar ile sağ oyları iyice kendisine çekme<br />

gayretindedir. Doğu Kudüs ve Batı Şeria arasında<br />

planlanan son Yahudi yerleşim yerlerinin inşası<br />

ile Filistin toprakları fiilen üçe bölünecektir<br />

(böylece Gazze, Doğu Kudüs ve Batı Şeria olarak<br />

üçe bölünüp Kudüs ile Batı Şeria’nın birbirinden<br />

tamamen izole olma durumu söz konusudur).<br />

Yeni yerleşim yerleri imar kararının seçim sonrasında<br />

devam edip etmeyeceğine dair belirsizlik<br />

bulunmaktadır. Bu hareket Filistin’in Birleşmiş<br />

Milletler’den gözlemci devlet statüsünü almasına<br />

karşılık atılan bir adım olarak gözükmekle<br />

birlikte, aslında Başbakan Netanyahu tarafından<br />

sağ muhafazakâr oyları alabilmek için yapılmış<br />

bir siyasi hamle de olabilir.<br />

Avigdor Lieberman’ın yolsuzluk suçlamaları<br />

karşısında mevcut kabineden istifa etmesinin<br />

yankıları henüz çok tazedir. Bu durum da oylar<br />

üzerinde önemli etkide bulunmaktadır. Her ne<br />

kadar Lieberman’ın suçlamaları kabul etmeyip,<br />

adını temize çıkarmak adına görevi bıraktığı<br />

yazılsa da 7 , Likud partisi tam olarak olaya nasıl<br />

yaklaşılması gerektiği konusunda kararsız gözükmektedir.<br />

Bunun başlıca sebeplerinden biri<br />

de, Lieberman’ın sadece yolsuzlukla suçlanması<br />

değil, Yachimovich, Livni ve Gal-On gibi kadın<br />

siyasetçilere hakaret etmiş olmasıdır. Her ne kadar<br />

Lieberman söylediğinin şaka olduğunu ve<br />

yanlış anlaşılmadan dolayı özür dilediğini belirtmişse<br />

de bu şekilde seviyesiz bir yorum Likud’un<br />

oylarını olumsuz etkileyebilir. 8<br />

<br />

35


Kapak Konusu<br />

SON ANKETLER (milletvekili sayısına göre)<br />

<br />

9<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

0 0 0-2<br />

<br />

<br />

35 35 35-38<br />

<br />

<br />

19 17 18-19<br />

<br />

<br />

11 10 10-11<br />

<br />

<br />

6 6,5 6-7<br />

<br />

<br />

11 16 11-16<br />

<br />

(Ahmet Tibi, Muhammed Barakeh, ve<br />

<br />

11 11 10-11<br />

<br />

<br />

4 6 4-6<br />

<br />

<br />

8 12 8-12<br />

<br />

<br />

2 0 0-2<br />

<br />

<br />

0 0 0-1<br />

<br />

<br />

11 6,5 7-12<br />

<br />

<br />

2 Yok 0-2<br />

*Seçim İttifakı<br />

** birçok ankette beraber ele alınmışlar<br />

-Yukarıdaki Rakamlar, 120 üyeli parlamentoya kaç parlamenter gönderileceği ile ilgilidir.<br />

-İsrail’in seçim barajı ulusal oyların %2’sine denk gelmektedir.<br />

36


Kapak Konusu<br />

Gazze’nin 2008’de bombalanmasıyla gerilmeye başlayan Türk-İsrail ilişkileri, 9 Türk vatandaşının öldürüldüğü<br />

Mavi Marmara baskını nedeniyle tarihteki en kötü seviyeye inmiştir.<br />

Olası Seçim Sonuçları ve Bunları Ortadoğu ve<br />

Türkiye Açısından Ne Anlama Geleceği<br />

Her ne kadar Lieberman’ın Dışişleri Bakanlık<br />

görevinden istifa etmesi, bazı anketlere göre<br />

Likud’un oyunu düşürmüş olsa da görünürde<br />

Likud-Beiteinu ittifakının 1. Parti olma olasılığı<br />

neredeyse kesin gibi gözükmektedir. Genel anlamda<br />

sağ partilerin yükselişte olduğu gerçeği<br />

karşısında, Merkez-Sol blok’un bütün partileri<br />

bir araya gelseler dahi, aralarına bir sağ parti almadan<br />

iktidarda bir koalisyon oluşturmaları zor<br />

gibi gözükmektedir. Ne Livni ne de Yachimovich,<br />

Netanyahu ile koalisyon oluşturma seçeneğine<br />

açıkça karşı çıkmamışlardır.<br />

Seçimler sonucu oluşabilecek 4 farklı koalisyon<br />

ön plandadır. İlki ve en büyük olasılık, bir Sağ<br />

cephe koalisyonudur. Likud-Beiteinu’nun yanı<br />

sıra Milli Birlik-Yahudi Ev (Yurt), Shas ve Birleşik<br />

Tevrat (UTJ) gibi sağ partilerden oluşan bir koalisyonun<br />

2013’de İsrail’i yönetmesi çok yüksek<br />

bir olasılıktır. Bu açıdan, Likud-Beitneinu’nun<br />

daha fazla oy kaybetmemesi gerekmektedir. Bu<br />

durumda, güvenlik meselelerini daha fazla ön<br />

planda tutan ve barış sürecine daha mesafeli<br />

duran sağ cephenin Ortadoğu ve Türkiye ile ilişkileri<br />

düzeltme konusunda ağır davranabileceği<br />

düşünülmektedir.<br />

İkinci olasılık ise Likud-Beiteinu önderliğinde<br />

bir ulusal cephe koalisyonunun oluşmasıdır. İşçi<br />

Partisi ve diğer Merkez partilerin bu koalisyonda<br />

önemli birer ortak olacakları düşünülmektedir.<br />

Buradaki dengede Likud ve İşçi partilerinin<br />

aldıkları oylar büyük önem arz etmektedir.<br />

Ortadoğu ve Türkiye konusunda İşçi Partisi’nin<br />

atacağı adımlar ve kuracağı denge önem arz etmektedir.<br />

Üçüncü olasılık, İşçi Partisi önderliğinde bir<br />

Merkez-Sol koalisyon hükümetinin oluşması-<br />

<br />

37


Kapak Konusu<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

dır. Düşük bir olasılık da olsa, böyle bir durumda<br />

Amerikan yönetimiyle uyumlu olarak, barış<br />

planlarında veya ilişki normalleştirmede masaya<br />

oturulması olasılığı artmaktadır.<br />

Dördüncü ve düşük bir olasılık, Tzipi Livni’nin<br />

Hatnuah partisi gibi diğer orta büyüklükteki bir<br />

partinin koalisyon oluşturabilecek durumda olmasıdır.<br />

Yukarıdaki anketlerde görülebileceği<br />

gibi, bu olasılık az da olsa mevcuttur.<br />

Sonuç<br />

İsrail iç politikasına yönelik yapılan en ağır eleştirilerden<br />

biri Haaretz gazetesinden gelmiştir.<br />

Haaretz’e göre, İsrail politikası hiçbir yöne doğru<br />

ilerlememekte ve siyasetçiler bunu pek umursamamaktadırlar.<br />

Çünkü siyasetçiler tarafından,<br />

politikanın ve siyasi partilerin, kendi kişisel çıkarlarını<br />

ve konumlarını korumak ya da ileriye<br />

götürmek adına sadece birer araç olarak görülmekte<br />

olduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden Peretz<br />

veya Livni gibi siyasi şahsiyetler eski partilerini<br />

bırakıp, kimi görüşlere göre yeniden seçilme<br />

adına siyasi çizgilerinden vazgeçmektedirler. 11<br />

Buna karşın, İsrail içindeki sosyal sorunlara çözüm<br />

aramak ya da gerçek anlamda kalıcı barış<br />

için gayret göstermekten ziyade, seçim tartışmalarını<br />

güvenlik üzerine yürütmek siyasetçilerin<br />

işine gelmektedir. 12<br />

İsrail’de artık 1990’lardan gelen ve Kibutz (kolektif<br />

çiftlikler) hayatına nispeten yabancı olan yeni<br />

nesiller mevcuttur. 1990’larda Rusya ve Doğu<br />

Avrupa’dan gelen göç ile İsrail’in kendi iç dinamikleri<br />

de değişmiştir. Aşırı sağcı Dışişleri Bakanı<br />

Lieberman’ın seçim başarısı değişen toplumsal<br />

yapının ve yükselen sağın göstergelerinden<br />

biridir.<br />

İsrail toplumunun içinde bulunduğu en büyük<br />

çıkmazlardan birisi, bir yandan bölge ülkeleriyle<br />

kalıcı barış sağlamayı kendi güvenlikleri için<br />

en emniyetli seçenek olduğunu düşünmelerine<br />

rağmen, diğer taraftan güvenlik gerekçesiyle<br />

orantısız güç kullanılmasını da meşru kabul etmeleridir.<br />

2008’deki Gazze Bombardımanı gibi<br />

hadiselerde çok sert karşılık verme politikasına<br />

karşın İsrail’in halen daha güvenli bir ortamda<br />

bulunduğu söylenemez. Lakin İsrail neredeyse<br />

kurulduğu günden bu yana bir milli güvenlik<br />

devleti olmuştur.<br />

Türkiye, İsrail’le kurulduğu günden bu yana inişli-çıkışlı<br />

ilişkiler yaşamıştır. 181 Sayılı Birleşmiş<br />

Milletler Kararına (1947 BM Planına) göre Filistin<br />

ve İsrail olarak iki devletli bir çözümü tanıyan<br />

Türkiye, İsrail Devleti’ni de ilk tanıyan devletlerarasında<br />

yer almıştır (Mart 1949’da tanımış ve<br />

1950 yılında diplomatik ilişkiler kurmuştur). 13<br />

Gazze’nin 2008’de bombalanmasıyla gerilmeye<br />

başlayan Türk-İsrail ilişkileri, 9 Türk vatandaşının<br />

öldürüldüğü Mavi Marmara baskını nedeniyle<br />

tarihteki en kötü seviyeye inmiştir.<br />

Sadece mevcut hükümetin değişmesiyle Türk-<br />

İsrail ilişkilerinin aniden düzeleceğini varsaymak<br />

fazla iyimserlik olur. Kaldı ki seçimler sonrası<br />

38


Kapak Konusu<br />

başbakanlık için en büyük aday gene Netanyahu<br />

gözükmektedir ve İsrail kamuoyunca başbakanlık<br />

görevini en iyi yapacak kişi olarak görülen<br />

gene Netanyahu’dur.<br />

Bu yazı ile İsrail’in seçimler öncesi karmaşık iç<br />

siyasi yapısının güncel bir yansıması iletilmeye<br />

çalışılmıştır. İsrail’deki seçimler sonrası, beklendiği<br />

gibi sağ partilerin güçlü olmaları durumda,<br />

Türkiye ile ilişkilerin yeniden 2008 öncesi seviyeye<br />

geri gelmesi için daha uzun zamana ihtiyaç<br />

olacağı düşünülmektedir. Merkez-Sol blokunun<br />

başarılı olması durumunda ise ilişkilerin, kısmen<br />

de olsa, biraz daha hızlı düzelme olasılığı artmaktadır.<br />

Bu aşamada siyasi gerginliğe rağmen<br />

ekonomik ve ticari ilişkilerin devam etmesi gelecek<br />

için önemlidir. Çünkü aynı Türkiye gibi,<br />

İsrail’in de ekonomisi Avrupa’dan göreceli olarak<br />

daha iyi durumda olup, uluslararası rekabet edebilme<br />

gücü yüksektir (küresel ekonomide rekabet<br />

edebilme gücü en yüksek 26. ülke). 14 Sağlam<br />

ekonomik ve kültürel alışverişlere dayalı ilişkilerin<br />

ve ticaretin, siyasi ilişkiler kötüyken bile sürdürülebilir<br />

olması, gelecek açısından ve olası bir<br />

düzelmenin zaman içerisinde gerçekleşmesi açısından<br />

önemlidir.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

1 “Facts About Israel” editor: Ruth Ben-Haim (main edition 2003), Israel Information Center, Printed by Ahva Press,<br />

Jerusalem, Israel, 2006. Syf. 45.ve 52.<br />

2 The Economist Print Edition 17 August 2006 Cover Story “Nasrallah wins the war: Bad news all round, especially<br />

if mor of Israel’s neighbors com to believe in Hizbullah’s methods’’ Aug 117th 2006 | from the print edition. (Economist.Com<br />

sitesinden alındı. http://www.economist.com/node/7796790 (Son Erişim: 13 Aralık 2012)<br />

3 Jerusalem Post - JPost.Com http://www.jpost.com/VideoArticles/Video/Article.aspx?id=232759 (Son Erişim: 13<br />

Aralık 2012)<br />

4 David Makovsky “Netanyahu Slidifies Lead in Israeli Campaign’’ The Washington Institute for Near East Policy,<br />

13 December 2012. http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/netanyahu-solidifies-lead-inisraeli-campaign<br />

(Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

5 “Livni vows to reform settlement budget’’ by Roi Mandel, Yedioth Ahronoth, 17.12.2012. http://www.ynetnews.<br />

com/articles/0,7340,L-4321153,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

6 “Meretz leader reaffirms: We will not join Netanyahu’s coalition Zahava Gal-On slammed Shelly Yacimovich and<br />

Tzipi Livni, presenting herself as Israel’s only Zionist leftist party.’’ By Ilan Lior, Haaretz, (http://www.haaretz.com/<br />

news/national/meretz-leader-reaffirms-we-will-not-join-netanyahu-s-coalition.premium-1.485216) (Son Erişim:<br />

18 Aralık 2012)<br />

7 ’Israël : démission surprise d’Avigdor Lieberman’’ par Laurent Zecchini, Le Monde , 15.12.2012.<br />

8 “Lieberman apologizes for insulting Livni, Yachmovich, Gal-On’’, Yedioth Ahronoth , 16.12.2012. http://www.<br />

ynetnews.com/articles/0,7340,L-4320527,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

9 “New poll sees Likud-Beiteinu down 2 mandates’’ by Telem Yahav, Roi Mandel, Yedioth Ahronoth, 14.12.2012.<br />

http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4319861,00.html (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

10 “Latest poll shows Likud-Beytenu down 2 seats’’ by Gil Hoffman, The Jerusalem Post , 14.12.2012. http://www.<br />

jpost.com/LandedPages/PrintArticle.aspx?id=295918 (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

11 ‘Israel’s leaders: No direction, and not looking for one’’ By Guy Rolnik, Haaretz, 17.12.2012<br />

12 Brookings Institute, http://www.brookings.edu/blogs/up-front/posts/2012/10/10-israel-elections-sachs (Son<br />

Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

13 T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa (Son Erişim: 18 Aralık 2012)<br />

14 Sherwin Pomerantz—President, Atid EDI Ltd. “Israel’s Economy Measures Up’’ EDI Insights, 28.11.2012 http://<br />

www.atid-edi.com/index.php/publications-2/edi-insights/397-israel-s-economy-measures-up (Son Erişim: 18<br />

Aralık 2012)<br />

<br />

39


Kapak Konusu<br />

İsrail, Hamas’ı ve onu destekleyenleri terörist olarak görürken, Hamas da İsrail’i ve onun Siyonist politikalarına destek veren<br />

İsraillileri işgalci olarak görmektedir.<br />

İsrail Kamuoyu’nda İkinci Gazze Savaşı’na<br />

Farklı Yaklaşımlar<br />

Various Approaches for the Second Gaza War in the<br />

Israeli Public Opinion<br />

M. Mustafa KULU<br />

Abstract<br />

In this study, the public opinion in Israel on the eight-day long 2nd Gaza Attack (14- 21 November) is analyzed<br />

by looking at the political parties’ discourse on the eve of the parliamentary elections to be held on 22<br />

Jan. 2013. This study refutes the assumption that the recent Israeli attack on Gaza can be attributed to the<br />

upcoming parliamentary elections. However, that the overwhelming majority of Israelis supported the war<br />

due to security concern came to the agenda during the election season. During the 2nd Gaza war, all Zionist<br />

political parties acted together until the cease fire agreement with Hamas was signed. However, after the<br />

announcement of the cease-fire agreement, the parties on the political spectrum, ranging from the right to<br />

center and left, have returned to their political rivalry.<br />

Keywords: Israel, Palestine, 2nd Gaza Attack, Zionist Politics, Hamas


Kapak Konusu<br />

İsrail’in sadece seçimler öncesinde orantısız güç<br />

kullandığını iddia etmek ya da Hamas’ın roket<br />

saldırılarını İsrail seçimleri öncesinde yoğunlaş-<br />

-<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Neoliberal uluslararası teorisyenlerince dillendirilen<br />

ve Kant’ın “edebi barış” (perpetual peace)<br />

felsefi görüşüne dayanan “demokratik barış<br />

teorisi”ne göre demokratik devletler birbiri ile<br />

savaşmak istemezler. 1 Çünkü savaş, doğası gereği<br />

maddi, manevi külfete ve planlanamayan<br />

değişimlere yol açmaktadır. Fakat toplumlar çeşitli<br />

nedenlerle savaşı isteseler bile, savaş karşıtı<br />

demokratik liderlerce savaşın engellendiği ifade<br />

edilmektedir. Seçim mekanizmasının şeffaflığından<br />

dolayı seçim kampanyaları döneminde<br />

savaş yanlısı liderin kazanmaması için karşı tarafın<br />

daha dikkatli olduğu ifade edilmektedir. Fakat<br />

halk iradesine dayalı toplumların/devletlerin<br />

birbiri ile savaşmayacağı iddiası İsrail ve Filistin<br />

söz konusu olunca bir istisna teşkil etmektedir.<br />

Teorik olarak İsrail’deki ve Gazze’deki hükümetler,<br />

yönetimleri altındaki toplumun rızasıyla ve<br />

seçimle işbaşına geldiği için demokratik yönetimlerdir.<br />

Her iki toplumun da demokratik olmasına<br />

rağmen, savaşmalarının nedeni, bu iki siyasi<br />

yapının istisnalığından kaynaklanmaktadır. Çünkü<br />

bu iki devlet/toplum birbirlerini meşru birer<br />

devlet/toplum olarak tanımamaktadırlar. İsrail,<br />

Hamas’ı ve onu destekleyenleri terörist olarak<br />

görürken, Hamas da İsrail’i ve onun Siyonist politikalarına<br />

destek veren İsraillileri işgalci olarak<br />

görmektedir. Bu teoriye göre, Gazze savaşının<br />

tarafları olan Gazze ve İsrail aslında ontolojik<br />

olarak devlet ve toplum değillerdir. Filistin tarafı,<br />

seçimle ortaya çıkan sonucu İsrail’in kabul etmeyerek<br />

halkı cezalandırdığını savunmaktadır. Bu<br />

ithama karşı ise İsrail “seçimlerin demokrasi için<br />

tek başına yetmeyeceği” söylemini savunarak Filistin<br />

seçimlerinin uçtaki unsurların şiddetini yatıştırması<br />

gerekirken daha da şiddetlendirdiğini<br />

savunmaktadır. 2<br />

İsrail yıllarca ABD ve Avrupa’daki lobileri vasıtasıyla<br />

kendisinin Ortadoğu’daki tek gerçek demokrasi<br />

olduğunu ve yaptığı savaşların müdafaa<br />

veya önleyici savaş olduğunu anlatmıştır. Fakat<br />

Ortadoğu’da yaşanan son demokratikleşme gelişmeleri,<br />

İsrail’in komşularına karşı saldırganlığı<br />

meşrulaştırmada kurduğu değer merkezli söylem<br />

yerine güvenlik merkezli yeni bir neorealist<br />

söylemi ön plana çıkarmasını zorunlu kılmıştır.<br />

İsrail’in Dışişleri Bakanlığı’nın web sayfasında,<br />

son Gazze savaşına İbranice olarak “Bulut Sütunu<br />

Operasyonu” (mivtsa amud anen [<br />

]) denmesine rağmen İngilizce bölümünde<br />

“Sütun Savunma Operasyonu” (Operation Pillar<br />

of Defense) olarak adlandırması bu söylemin bir<br />

yansımasıdır. Bu iki farklı isimlendirme aslında,<br />

savaşın içerdeki algılaması ile dışarıdaki algılamasının<br />

farklı olmasını istemesinin de bir ifadesidir.<br />

İç kamuoyuna bu operasyonun İsrail’in<br />

caydırıcılığını devam ettirme ve Hamas’ın askeri<br />

altyapısını çökertmek amacıyla yapıldığı anlatılmak<br />

istenmiştir. Buna karşın uluslararası topluma<br />

özellikle bir “mağdur” portesi çizilerek bir<br />

savunma savaşı yapılmak zorunda bırakıldıkları<br />

anlatılmak istenmiştir.


Kapak Konusu<br />

tırdığını söylemek, aslında bu savaşın/saldırıların<br />

güvenlik amacı ile değil de kişisel veya partizan/örgüt<br />

çıkarlar için çıkarıldığını iddia etmek<br />

demektir. Bu söyleme karşı diğer bir söylem ise<br />

İsrail’in veya Hamas’ın bunu haklı gerekçelerle,<br />

kırmızıçizgiyi aşan karşı tarafa karşı kendisini savunmak<br />

amacı ile yaptığını ifade eden güvenlikçi<br />

söylemdir. Bu iki söylemi savunanlar İsrail’in<br />

Gazze Savaşı’nı başlatmasına giden süreçteki<br />

olayları da değişik yorumlamaktadırlar.<br />

Bu savaşın görülen en önemli sebebi, Birinci<br />

Gazze Savaşı’ndan sonra duran ama daha sonra<br />

yoğunlaşan roket saldırıları ile artan tansiyonun<br />

10 Kasım’da İsrail cipi Kornet’in Gazze’den atılan<br />

roket ile imha edilerek dört İsrailli askerin yaralanması<br />

ile zirveye çıkmasıdır. Hamas, Kornet’e<br />

yapılan saldırıya sahip çıkmayarak İsrail’le tansiyonu<br />

düşürmeye çalışmıştır. Buna rağmen 14<br />

Kasım’da Hamas’ın askeri lideri olan Caberi’nin<br />

İsrail füzesi ile öldürülmesi Hamas’ı istemese de<br />

İsrail’e karşı misillemede bulunmaya zorlamıştır.<br />

İsrail’in bu savaşı özellikle seçim öncesi yaptığını<br />

düşünenler, İsrail’in olayları istediği şekilde yönlendirerek<br />

savaş başlattığını savunmaktadırlar.<br />

Buna göre, Hamas’ın uzun süren bir sessizlik istemediği<br />

gibi sorunun tırmandırılmasını da istemediği<br />

3 buna karşın İsrail’in seçimler öncesinde<br />

bir haftalık yoğun bir hava saldırısına girişmekten<br />

çekinmeyerek seçim kampanyasında kullanmak<br />

istediği iddia edilmiştir. Bu ithama karşın<br />

İsrail, Hamas’ın diğer direniş grupları tarafından<br />

İsrail’e karşı atılan roketleri, işine geldiği zaman<br />

engelleyip işine gelmediği zaman engellemediğini<br />

iddia ederek bu son olaylardan Hamas’ı sorumlu<br />

tutmuştur.<br />

İsrail’in bu saldırıları seçim kaygısı ile yaptığı iddiasının,<br />

karşıt yaklaşımı savunanlar tarafından<br />

eleştirildiği belirtilmelidir. Buna göre hayatta<br />

kalma mücadelesi veren İsrail’in seçim zamanlarında<br />

da savaşması normal bir durumdur. İsraillilerin<br />

savaşa genelde sıcak bakmaları ülkelerinin<br />

içinde bulundukları stratejik durumu bilmeleri<br />

ile açıklanabilir demektedirler. Tersine siyasilerin<br />

kendilerini savaşa sürükleyip sonrada seçim<br />

kampanyalarında savaşı kullanarak kendilerini<br />

kandırdıklarını düşünmemektedirler. Bu yaklaşımdakiler,<br />

seçim kampanyasının bir parçası olarak<br />

Gazze savaşının başlatıldığını iddia edenleri<br />

ya İsrail tarihini bilmemekle ya da İsrail’e karşı<br />

yapılan sistematik saldırıların bir parçası olmakla<br />

itham etmişlerdir. Ayrıca bu savaşın sadece<br />

seçim yatırımı olarak yapıldığı yaklaşımının, İsrailli<br />

Yahudi seçmeler arasında yaygın kabul görmediğini<br />

ve bunu savunanların ideolojik bir avuç<br />

azınlık olduğunu belirtmek gerekir.<br />

Gazze Savaşı’nın seçim yatırımı olarak yapılmadığını<br />

söyleyenler şu delilleri ortaya koymuşlardır.<br />

Güvenlik amacı ile değil de oy kazanmak<br />

amacı ile başlatılan bu savaşa karşı öncelikli<br />

olarak oy kaybetmesi beklenen partilerin karşı<br />

durmaları beklenmez miydi? Fakat İsrail’de seçimler<br />

öncesinde Siyonist partilerin kahir ekseriyeti<br />

saldırıların arkasında durmuştur. Ayrıca<br />

bu savaşı seçim kazanmak amacı ile başlattığı<br />

düşünülen Netanyahu’nun 2013 seçimlerini<br />

kazanmasının savaş başlatmadan önce de kamuoyunda<br />

yaygın kanaat olduğu belirtilmiştir.<br />

Ayrıca Netanyahu’nun bundan önceki iki hükümeti<br />

kurmadan önce herhangi bir savaş yapmadığını,<br />

tersine seçim öncesinde savaş başlatan<br />

liderlerin hükümeti kuramadığını, onlar yerine<br />

Netanyahu’nun hükümeti kurduğunu belirtmişlerdir.<br />

İsrail’in tarihinde, savaşlar ile seçim başarısı<br />

arasında bir bağlantının kurulamayacağının<br />

birçok örneğini sunmuşlardır: 1973 savaşından<br />

sonraki 1974 seçimini kazansa bile savaşın doğurduğu<br />

olumsuzlukların sonucu olarak 1977<br />

seçimini İşçi Partisi’nin kaybetmesi, 1982 Lübnan<br />

Savaşı’nda yaşanan olumsuzlukların sonucu<br />

olarak Başbakan Begin’in istifa etmek zorunda<br />

kalması, 1996 yılında İsrail hükümetinin<br />

Lübnan’a başlattığı operasyonun o zaman kimse<br />

tarafından seçim yatırımı olarak görülmediği ve<br />

savaş sonrasında yapılan seçimleri Peres’in kaybetmesi,<br />

II. İndifada ile mücadele eden Barak’ın<br />

2001 seçimlerinde yenilmesi, 2006 Lübnan savaşının<br />

İşçi partisinin lideri Peretz’nin istifasına ve<br />

partinin 2009 seçimlerde çok ciddi oy kaybetmesine<br />

neden olması, 2008/9 Gazze savaşını yürütücüsü<br />

Kadimanın seçimlerde birinci çıkmasına<br />

rağmen hükümeti kuramaması gibi. 4


Kapak Konusu<br />

Bu çalışmada, daha çok 2013 seçim kampanyalarında<br />

partilerin Gazze savaşına yaklaşımlarını<br />

genel hatları ile ele alındığı için sanki bu savaşın<br />

sırf seçimler için yapıldığı intibaı uyanabilir.<br />

Fakat resmin tamamına bakılınca bu savaşın sadece<br />

konjonktürel kaygıların ön planda olduğu<br />

bir seçim savaşı olmadığı aynı zamanda arasında<br />

uzun dönemli derin stratejik hesapların da olduğu<br />

ortaya çıkmaktadır.<br />

Savaş devam ederken yapılmış olan bir ankete<br />

göre; İsrail’in son Gazze hava saldırısını destekleyen<br />

Yahudilerin oranı %90 civarındadır. Bir önceki<br />

Gazze savaşında da İsrail’in Gazze’ye başlattığı<br />

savaşı destekleyenlerin oranı benzerdi. Kara<br />

saldırını ise halkın sadece %30’u desteklemektedir.<br />

Ayrıca halkın %63’ü bu saldırıların 2013’de<br />

yapılacak olan İsrail parlamentosu seçimleri ile<br />

bağlantısı olduğunu kabul etmemektedir. 5 Diğer<br />

bir ankette de 6 benzer şekilde halkın çoğunluğu<br />

(%68), bu saldırının Gazze’den atılan roketleri<br />

durdurmak üzere başlatıldığını savunurken sadece<br />

halkın %26’ı bu operasyonun bir seçim kaygısı<br />

ile başlatıldığını düşünmektedir. Ateşkesten<br />

sonra 23 Kasımda yayınlanan diğer bir ankette<br />

de buna paralel sonuçlar çıkmıştır. Bu ankete<br />

halkın %49’u Hamas’a yapılan hava saldırılarının<br />

devam ettirilmesini isterken, sadece %31’i hükümetin<br />

ateşkes kararını desteklemektedir. Fakat<br />

İsrail’in çoğunluğu bir kara operasyonuna da<br />

karşıdır (%71), %20 ise herhangi bir görüş belirtmemiştir.<br />

7 Anketlerde ortaya çıkan bu sonuçlar,<br />

politika yapıcıların neden havadan saldırı ile yetinerek<br />

kara savaşına girişmediklerinin en önemli<br />

sebebidir. Halk Hamas’la sıcak bir çatışma istemezken,<br />

havadan füzelerle yapılacak saldırıyı<br />

büyük çoğunlukla desteklemektedir.<br />

İsrail’de Gazze savaşına yaklaşım farkının en<br />

belirgin olduğu iki kesim Siyonist Yahudiler ile<br />

İsrail vatandaşı olan İsrailli Araplardır. Siyonist<br />

Yahudilerin ezici çoğunluğu bu savaşı desteklerken<br />

Arapların ezici bir çoğunluğu bu savaşa karşıdır.<br />

Bu durum İsrailli Araplarca direniş örgütü<br />

olarak kabul edilen Hamas’ın İsrailli Siyonist Yahudilerce<br />

terörist olarak kabul edilmesinin doğal<br />

bir sonucudur. Araplar ile sol ve insan haklarını<br />

savunan azınlık Yahudilerin oluşturduğu savaş<br />

Araplar ile sol ve insan haklarını savunan azınlık Yahudilerin<br />

oluşturduğu savaş karşıtı cephe, 7,7 milyonluk İsrail nüfusunun<br />

yaklaşık %15’i civarındadır.<br />

karşıtı cephe, 7,7 milyonluk İsrail nüfusunun<br />

yaklaşık %15’i civarındadır.<br />

Gazze’ye yapılan savaş, güvenlikle iç içe geçmiş<br />

bir biçimde kimlik ve ahlakla beraber yürütülmektedir.<br />

Kendilerini Hz. İshak’ın 12 oğlundan<br />

gelen, bu toprakların sahibi ve egemeni, haklı<br />

müdafaa yapan “seçilmiş” (Çıkış-19) bir toplum<br />

olarak gören yaygın bir zihniyet, “öte” tarafı (Filistinlileri)<br />

ise Afrikalı köle bir annenin (Sare)<br />

çocuğu olan “İsmail” soyundan gelen “terörist”<br />

“geri kalmış” Müslüman Arap olarak görmektedir.<br />

Gazze’nin ise Yahudi tarihindeki yeri daha<br />

olumsuzdur. Çünkü Gazze, Yahudi yöneticilerinden<br />

Simson’un düşmanlarınca öldürüldüğü


Kapak Konusu<br />

uğursuz bir yerdir (Hakimler-13/16). Yahudiler<br />

hayatlarına kast eden “teröristlere” karşı hayatta<br />

kalma mücadelesini verdiklerine inanmaktadırlar.<br />

“Zorla söküldükleri ve dönmelerine asırlarca<br />

izin verilmeyen anavatanlarına” tarihten kaynaklanan<br />

meşru haklarının bir sonucu olarak tekrar<br />

döndüklerine inanmaktadırlar. Bu noktada<br />

1948’de kurdukları devlete karşı mücadele eden<br />

Filistinlilerle bizatihi meşruiyetini varlığından ve<br />

askeri gücünden alan devletleriyle mücadele ettiklerini<br />

düşünmektedirler.<br />

Bu durumda teröristleri yok ederek ve bunları<br />

destekleyen halkı cezalandırarak dünya barışına<br />

katkıda bulunduklarına inanmaktadırlar. Savaşlardaki<br />

sivil zayiatı en aza indirgemek için ellerinden<br />

geleni yaptıklarını ifade etmektedirler. Saldırılarda<br />

hassas (precise) füzelerin kullanıldığını<br />

övünerek ifade ederlerken, 8 savaşlarda meydana<br />

gelen sivil ölümlerinden ise sivil hedefleri kendilerine<br />

kalkan yaptığını iddia ettikleri Hamas’lı<br />

militanları sorumlu tutmaktadırlar. İsrail, saldırıların<br />

orantısız olduğunu kabul etmemektedir.<br />

Hamas ve diğer teröristlerin tüm İsraillileri hedef<br />

aldığını, kendilerinin ise sadece roket atan ve<br />

bedeli ödemesi gereken terörist askeri unsurları<br />

hedef aldıklarını ifade etmektedirler.<br />

Gazze kimlik ve imaj acısında iç siyasette önemli<br />

olup seçimlerde gündemi belirleme gücüne sahip<br />

bir başlık olmasına karşın Gazze gibi abluka<br />

altındaki bir topluluğa havadan saldırmak İsrail<br />

için büyük riskler taşımamaktadır. Sadece 365<br />

kilometre kare Gazze, yaklaşık olarak 1,7 milyon<br />

insanın yaşadığı bir toprak parçasıdır. Ekonomik<br />

olarak Mısır ve İsrail’e bağımlı bir yapısı olan<br />

Gazze askeri olarak çok önemli değildir. Bundan<br />

dolayı İsrail Gazze’ye saldırdığı için İsrail’de büyük<br />

güvenlik sorunları ortaya çıkmaz, ekonomisi<br />

sarsılmaz, büyük bir toplumsal huzursuzluk<br />

patlak vermez. İsrail’in son yıllarda geliştirdiği<br />

füze savunma sistemi ise (Demir Kubbe) İsrail’in<br />

savunma açıklarını iyice kapatmıştır. Böylece<br />

İsrail’in vurulmazlığı iyice perçinlenmiştir. Bu<br />

operasyona karşı oluşabilecek en şiddetli uluslararası<br />

tepki ise “İsrail’in kınanması” ve “gerekli<br />

önlemlerin alınması”ndan öteye geçemeyeceği<br />

için diplomatik açıdan hayatı bir risk de oluşmamaktadır.<br />

İsrail hava operasyonlarından kaynaklanacak<br />

sivil ölümlerine karşı ortaya çıkabilecek<br />

uluslararası baskı ile Hamas’ın altyapı ve silahlarına<br />

zarar verme ikilemi arasındaki dengeyi<br />

başarıyla yürütmesine yardım edecek lobileri<br />

güçlüdür.<br />

İsrail gibi belli aralıklarla savaşan bir ülkenin<br />

İran yerine Gazze’ye yapacağı antrenman niteliğindeki<br />

bir savaş hem İsrail toplumunu hem de<br />

ABD ve Avrupa’daki egemen güçleri çok rahatsız<br />

etmemektedir. Gazze İran gibi olmayıp, Gazzeye<br />

yapılacak bir saldırının bölgesel ve uluslararası<br />

etkileri çok sarsıcı olmayacağı için, bu saldırı<br />

İsrail’i, bölgeyi ve uluslararası dengeyi çok sarsmayacaktır.<br />

Hatta bölgede eski Ortadoğu özlemi<br />

çeken devletlerin işini kolaylaştırabilecektir.<br />

Hamas’ın attığı veya atacağı füzeler, İsrail toplumundaki<br />

safları sıklaştırırken, partilerin birlikteliğini<br />

kısa bir süreliğine de olsa kolaylaştıracaktır.<br />

Son zamanlarda sağ ve merkez-sol cenah olarak<br />

ikiye ayrılan İsrail’deki Siyonist siyasi partiler bu<br />

tür operasyonlarda karşı tarafla (Gazze) ateşkes<br />

imzalanana kadar, milli birlik ve bütünlük içinde<br />

hareket etmektedirler. Fakat ateşkesin imzalanmasından<br />

sonra kendi aralarındaki ateşkese son<br />

vererek, birbirleri ile siyasi mücadeleyi kaldıkları<br />

yerden sürdürmektedirler. Her parti ideolojik<br />

duruşundan hareketle, koalisyonda veya muhalefette<br />

olmasına göre bir söylem kullanarak, seçim<br />

kampanyalarında Gazze savaşını dillendirmektedir.<br />

Öncelikle İsrail’deki sağ blok ile muhalefetteki<br />

merkez ve sol blok içerisindeki partilerin meclisteki<br />

son sandalye dağılımına ve almaları muhtemel<br />

sandalye dağılımına bakmak lazımdır. Smith<br />

şirketi tarafından savaştan önce ve sonra yapılan<br />

anketlere göre koalisyonun büyük ortağı merkez<br />

sağ Likud-Beiteinu ortak listesi, Gazze savaşı<br />

sonrası oyunu çok kaybetmezken, Milliyetçi sağ<br />

Yahudi Yurdu ve Milli Birlik ortak listesi oyunu<br />

oldukça artırmıştır. Milli Birlik ortak listesinden<br />

ayrılarak Gazze savaşından hemen önce yeni kurulan<br />

“İsrail için Kuvvet” ise barajı geçmek için<br />

çabalamaktadır. Dinci parti olan Şas oyunu korurken,<br />

“Birleşik Tevrat Yahudiliği” ise oyunu


Kapak Konusu<br />

artırmıştır. Gazze savaşından önce yeni kurulan<br />

ve Şas ile aynı tabana hitap eden Tüm Millet<br />

[Am Shalem] partisi ise barajı geçmek için çabalamaktadır.<br />

Yair Lapid’in 2012 Martında yeni<br />

kurduğu “Gelecek Var” ile Livni’nin Gazze savaşı<br />

sonrasında yeni kurduğu “Hareket” gibi merkezi<br />

partilerin ise 10 vekil civarında çıkarabilecekleri<br />

tahmin edilmektedir. 2009 seçimlerinde sonra en<br />

fazla sandalye kazanan Kadima partisi de barajın<br />

altında kalmamak için çabalamaktadır. Barak’ın<br />

kurduğu Bağımsızlık [Haatzmaut] partisi ise<br />

Gazze savaşından sonra da barajın altında kalma<br />

riski devam ettiği için seçimlere katılmama<br />

kararı almıştır. Lideri Barak da siyasetten çekildiğini<br />

duyurmuştur (bir süreliğine olabilir). Sol<br />

kesiminde yer alan İşçi Partisi ise oylarını 2009<br />

seçimlerine göre artırmasına rağmen, Gazze<br />

savaşından önce alması beklenen oyların altına<br />

inmiştir. Meretz ise oylarını biraz artırmıştır. Bu<br />

tabloda yaklaşık 17-18 sandalyesi dinci bloğa ait<br />

olmak üzere sağ bloğun yaklaşık 66-68 sandalyeye<br />

sahip olması beklenirken, merkez ve sol cephenin<br />

ancak 43-45 vekil çıkarabileceği tahmin<br />

edilmektedir. Yaklaşık 11 tane vekil çıkarabilen<br />

Arap partileri sol cenahta değerlendirilmelerine<br />

rağmen Siyonist kampta yer almadıkları için bu<br />

çalışmada incelenmemiştir.<br />

Bu anketlere göre bu operasyonu yürüten Netanyahu,<br />

Gazze savaşından sonra oyunu az kayıpla<br />

hala korumaktadır. Fakat bazı anketlerde, operasyonun<br />

başarısızlığından dolayı Netanyahu’nun<br />

aleyhine milliyetçi sağın oylarını yükselttiğini<br />

gösteren tahminler yayınlanmaktadır. Aynı anketlerde<br />

İşçi partisi diplomatik konulara yeterince<br />

öncelik vermediği için, oyunu diplomatik ve<br />

siyasi konulara daha fazla ağırlık veren Livni’nin<br />

partisi lehine kaybettiği görülmektedir.<br />

22 Ocak 2013 Parlamento Seçimlerinden Önce Yapılan Anketlere Göre Siyonist Partilerin Meclisteki (Knesset)<br />

Olası Vekil Dağılımı ile 2009 Knesset seçimlerinden sonraki ile son durumlarını gösterir Tablo<br />

<br />

27 +15 42 38 36<br />

<br />

3+4 5 10 11<br />

0 - 0<br />

11 10 12 11<br />

<br />

5 5 5 6<br />

0 2 3<br />

0 0 11 11<br />

<br />

28 21 2 -<br />

0 3 -<br />

0 - 9<br />

<br />

<br />

<br />

13 8 22 19<br />

3 3 4 4<br />

65 65 67 67<br />

44 44 42 43<br />

<br />

11 11 11 10<br />

120 120 120 120


Kapak Konusu<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Bu savaş sonunda imzalanmış ateşkes anlaşmasından<br />

sonra İsrail kamuoyu ikiye ayrılmıştır.<br />

Başta sol kesim olmak üzere birçok kişi ateşkesten<br />

memnun kalırken, muhalefetteki merkez<br />

ile Likud ortak listesinden oy kapmaya çalışan<br />

milliyetçi sağ gruplar ise hükümetin işini tam<br />

yapmadığını ve uluslararası ve bölgesel baskılara<br />

boyun eğildiğini söylemeye başlamışlardır. Bu<br />

operasyonları yürüten Netanyahu ve Lieberman<br />

ise II. Gazze savaşının güvenlik parametreleri<br />

acısından başarılı olduğuna merkez ve sağ blok<br />

seçmeni ikna etmek için çabalamaktadır. Seçim<br />

sürecinde Gazze’yi her biçimde tehdit etmeye<br />

devam ederek Hamas üzerindeki caydırıcılığı<br />

devam ettirmeyi planlamaktadırlar.<br />

Sağ Blok<br />

İktidarda olan Likud Partisi lideri Netanyahu<br />

1996-1999 ve 2009-2013 yılları arasındaki yedi<br />

yılda diplomasi masasında sert olmasından ve<br />

gerekli güvenlik önemleri almasından dolayı<br />

komşuları ile hiç savaş yapmadığı belirtilmesinin<br />

üzerinden çok geçmeden Gazze savaşını başlatmıştır.<br />

2013 seçimlerine ortak liste yaparak girecek<br />

olan Likud ve Yisrael Beiteniu partileri, daha<br />

önceki seçimlerde (2006) Hizbullah’ın füzelerine<br />

maruz kalan İsrail’in kuzeyi gibi, Hamas’ın roketlerine<br />

maruz kalan İsrail’in güneyinin 2009<br />

seçimlerinde olduğu gibi 2013 seçimlerinde de<br />

önemli bir gündem maddesi olduğunu düşünerek<br />

bu saldırıya girişmişlerdir. Bu saldırı ile<br />

hükümet kendi kamuoyuna Arap Baharına rağmen,<br />

İsrail’in kendi kararı çerçevesinde önleyici<br />

saldırılar yapabilecek bir ülke olduğunu kanıtlamak<br />

istemiştir. Bölge devletlerine de bir bakıma<br />

bölgenin hala eski bölge, İsrail’in de eski İsrail<br />

olduğu göstermiştir. Ayrıca aniden başlattığı savaşla<br />

Hamas’ı şaşırtmıştır. Çünkü Hamas, Arap<br />

baharı sonrasında İsrail’in bu tür bir operasyon<br />

kalkışma olasılığının düşük olduğunu düşünmeye<br />

başlamıştır.<br />

22 Ocak 2013 seçimlerinde başarı şansını devam<br />

ettirmek isteyen Likud-Beiteniu ortak listesi<br />

Gazze operasyonunu başlatarak seçimlerde<br />

sosyoekonomik problemlerin ana başlık olmasındansa<br />

kendilerine çok güvendikleri güvenlik<br />

konularının seçimlerde ön plana çıkmasını<br />

istemişlerdir. Ayrıca muhaliflerinin Hamas’ın<br />

roketleriyle ortaya çıkan güvenlik zafiyetlerini<br />

hükümetin aleyhine kullanmasını engellemek<br />

istemişlerdir. Savaş karşıtı cephenin de İsrailli<br />

askeri veya sivil ölümleri artmadığı sürece seçimi<br />

olumsuz etkilemeyeceğini hesaplamışlardır.<br />

Operasyon öncesi atılan roketlerin operasyon<br />

sonrasında durmasının operasyonun başarısı<br />

olarak algılanmasını planlamışlardır. Hamas’ın<br />

askeri lideri olan Ahmet Caberi’nin “katledilmesini”,<br />

Bin Ladin’in öldürülmesi gibi lanse ederek<br />

seçimlerde oya dönüştürmek istemişlerdir.<br />

Ayrıca Kassam ve Fecr 5 silahları başta olmak<br />

uzun menzilli roketler ile Hamas’ın alt yapısının<br />

ve kapasitesinin büyük ölçüde yok edildiğini<br />

açıklamışlardır. Ayrıca Hamas’ın askeri kapasitesinin<br />

önemli oranda zarar görmesinin İran’a<br />

karşı yapılacak saldırıda geri bölgenin (güneyin)<br />

güvenliğinin sağladığını ifade etmişlerdir. Hala<br />

Hamas’ın iktidarda olmasını engelleyememelerini<br />

ise gelecek vaatleri arasında sayarak, nihai çö-


Kapak Konusu<br />

Son parti başkanlık seçimlerinde Netanyahu’ya karşı aday olan Moshe Feiling, Gazze dahil tüm Filistin’in İsrail’e ait<br />

olduğunu vurgulayarak hava saldırılarının ve suikastlerin bir sonuç doğurmadığı için yetersiz olduğunu ifade etmiştir.<br />

zümün gerçekleşmesinin hemen beklenmemesi<br />

gerektiğini ifade etmişlerdir. Şu an yapılacak bir<br />

kara saldırısının özellikle yüksek askeri kayıplara<br />

yol açacağını ifade ederek, askerlerinin hayatını<br />

tehlikeye atmak istemediklerini söylemişlerdir.<br />

Netanyahu’nun Gazze savaşını başlatmasının bir<br />

nedeni de Filistin otoritesinin BM Genel Kuruluna<br />

başvurarak üye olmayan gözlemci devlet statüsü<br />

hakkını kazanmasını engellemekti. Fakat bu<br />

savaşın kısa sürmesi bu adımın atılmasını engelleyemedi.<br />

Filistin otoritesinin bu adımına karşı,<br />

yapılan ateşkes anlaşması ile Hamas’ı güçlendirmiş<br />

ve Batı Şeria’yı ikiye bölecek E1’de yerleşim<br />

yeri kurma kararı almıştır. Böylece Gazze savaşı<br />

ile Fetih’in karşısına Hamas’ı çıkararak yönetimde<br />

iki başlılığı daha da derinleştirmiş; E1 inşa<br />

planı ile Batı Şeria’yı ikiye bölerek gelecekte Filistin<br />

devletinin kurulmasını fiili olarak imkansız<br />

hale getirmek istemiştir. Ayrıca attığı bu adımlar<br />

tepki oylarının, rakibi Yahudi Yurdu ortak<br />

listesine gitmesini önlemiştir. Hamas’ı bir aktör<br />

olarak ön plana çıkarmasının diğer bir yönü ise<br />

Mısır devriminden sonra yıkamayacağını anladığı<br />

Hamas’la ilişkisini daha farkı bir düzlemde<br />

gerçekleştirmek istemesidir. Hamas’ı örgüt üstü<br />

fakat devlet altı bir kurumsal yapıya yükselterek,<br />

Hamas’la Mısır üzerinden müzakere yapmak<br />

istemiştir. Böylece kurumsallaşmış bir yapıya<br />

daha kolay caydırıcılık uygulamak istemiştir.<br />

İsrail’e düşman bile olsa, uluslararası sistem<br />

içinde Mısır’a bağlı olarak hareket eden Hamas<br />

ile birlikte yaşamanın daha güvenlikli olacağını<br />

hesaplamıştır. Çünkü Singapur gibi bir ekonomi<br />

başarısı ortaya koyabilecek Gazze’nin, oyunun<br />

kurallarına uymada hem daha dikkat edeceğini<br />

hem de diğer tarafın kırmızıçizgilerini geçmeyeceğini<br />

düşünmüş olmalıdır. Böylece siyasi olarak<br />

rakibi olan içerdeki diğer grupların 9 İsrail’e karşı<br />

eylemlerini kontrol altına almasını istemiştir.


Kapak Konusu<br />

Savaşın erken bitirildiği ithamlarına karşılık ise<br />

savaşın ilk günlerinde stratejik hedeflerin büyük<br />

oranda vurulduğunu daha sonra yapılacak füze<br />

saldırıları ile elde edilebilecek sonucun önemsiz,<br />

ödenmesi gereken diplomatik maliyetin ise yüksek<br />

olacağını savunmuştur. 10 Bu söylemlerinden<br />

hareketle savaş esnasında ve sonrasında yaşanan<br />

gelişmeleri tekrar değerlendirince İsrail’in<br />

Hamas’ı yok etmek veya Gazze üzerinde tekrar<br />

egemenlik kurma gibi bir amacı olmadığı anlaşılmaktadır.<br />

Aksine İsrail’in Hamas’ın kendisine<br />

zarar verecek asker kapasitesini önleyerek siyasi<br />

olarak ön plana çekmek istediği anlaşılmaktadır.<br />

Netanyahu, ABD ve AB’nin Gazze savaşını<br />

İsrail’in saldırılarını meşru müdafaa olarak nitelemesini<br />

ve savaşta orantısız güç kullanılmadığının<br />

belirtilmiş olmasını İsrail hükümetinin imajı<br />

açısından olumlu bir gelişme olarak görmüştür.<br />

Ayrıca bu desteğin İran’a karşı girişilecek ortak<br />

bir saldırıyı daha da kolaylaştırabileceğini seçim<br />

kampanyalarında savunmaktadır. 11 ABD’nin telkinleri,<br />

Mısır’ın arabuluculuğu ve fakat Hamas<br />

ile direkt görüşme yapılmadan imzalanmış olan<br />

“şartlı bir ateşkes”e şans vererek Hamas’ı Mısır’da<br />

yeni iktidara gelen Müslüman kardeşlerin zimmetine<br />

vermek istemiştir. Böylece Mısır yönetimine<br />

yeni bir sorumluluk yükleyerek elini güçlendirmek<br />

istemiştir. Ayrıca Mısır’ın bu ateşkes<br />

sürecindeki pragmatist yaklaşımından hareketle,<br />

İhvan’a İsrail gerçeğini kabul ettirdiğini düşünmektedir.<br />

Böylece Mısır’ın bölge realpolitiğini<br />

anladığını ve Hamas’ı zimmetine alıp sorumluluk<br />

yükleyerek iyi bir ortak haline getirdiğine inanmaktadır.<br />

Çünkü ateşkesin detayları tam olarak<br />

açıklanmasa da maddeleri arasında Gazze’ye silah<br />

sokulmaması ve Gazze’den atılan roket saldırılarına<br />

son verilmesi gibi şartların Mısır’ın garantörlüğü<br />

altında olduğu tahmin edilmektedir.<br />

Bu süreçten sonra, Hamas Mısır kanalı ile barış<br />

görüşmelerinin dolaylı olarak bir parçası olabilecektir.<br />

Bu durum Hamas’ın hüdna dediği uzun<br />

süreli politikasına uyarken, Mısır’da yönetimde<br />

bulunan Müslüman kardeşler için, FKÖ yerine<br />

Hamas’la çalışarak 12 Mısır’ın bölgesel etkinliğini<br />

daha da artırmasına fırsat verebilecektir. İsrail’in<br />

Hamas’la müzakereleri başlamak için ön şartları<br />

olan, Hamas’ın İsrail Devleti’ni tanıması, şiddetin<br />

kınanması, daha önce FKÖ ile yapılan anlaşmaların<br />

tanınması gibi koşullardan vazgeçerek, Mısır<br />

gözetiminde yapılacak müzakereler sürecinde bu<br />

hedefleri elde etmeye çalışması beklenmektedir.<br />

Bu yolla devletleşme adımları atan Filistin otoritesini<br />

(Fetih) dengelemiş olacaktır. Çünkü Hamas<br />

uzun vadede iki devletli çözüm yerine, tüm<br />

İsrail’i kapsayan bir devlet kurmak istemektedir.<br />

Fakat bu devlet kurulana kadar, orta vadede var<br />

olan statükoya dayalı orta vadeli bir hüdnayı<br />

(ateşkesi) desteklemektedir. Bu durum aslında<br />

uzun vadede iki devletli çözüme soğuk bakan ve<br />

orta vadede statükoyu devam ettirmekten başka<br />

bir alternatifi olmayan Likud’un politikalarına<br />

da uygundur. Bu durum Filistin barış sürecini<br />

iyice içinden çıkılmaz bir hale getirirken barış<br />

sürecinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.<br />

İsrail’in, Hamas’ın örgüt liderinin 25. kuruluş yıl<br />

dönümü kutlamasına katılmasına izin vermesi<br />

bu savaş sonrasında ortaya çıkan yeni durumun<br />

doğal bir sonucudur.<br />

Meşal’in Gazze’ye girişine izin vermesi özellikle<br />

örgütteki iki parçalığı önleyerek Gazze’nin bir<br />

bütün olarak temsilini hızlandırmıştır. Genel<br />

olarak Meşal tarafından temsil edilen diaspora<br />

kanadının daha çok Mısır ve Katar’a yakın bir<br />

yol takip ederek bölgesel sisteme uygun pragmatik<br />

bir politika takip ettiği iddia edilmektedir.<br />

Buna karşın Haniye tarafından temsil edilen<br />

Gazze kanadının örgüt/yerel çıkarını ön plana<br />

alan pragmatist bir politika izlediği, Mahmud<br />

Zahar’in temsil ettiği diğer bir grubun ise askeri<br />

direnişi savunduğu iddia edilmektedir. 13 Meşalin<br />

Gazze’ye gelmesine izin verilerek bu farklı<br />

kanatlar tekrar bir araya getirilmiştir. Meşal diğer<br />

kanatların söylemlerini dillendirerek, Gazze<br />

liderliğinin elini güçlendirirken, gelecek dönem<br />

de liderliğini devam ettireceğinin işaretini vermiştir.<br />

Bu durum Fetih ile Hamas’ın birleşmesini<br />

de farklı bir mecraya sokmuştur. Devletleşmeyi<br />

hızlandırması için savunulan birlikteliğin, devletleşme<br />

ilanından sonra artık daha da zor olduğu<br />

ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü Hamas<br />

Filistin’in sadece Gazze ve Batı Şeria’dan ibaret<br />

olmadığını Ürdün nehrinden Akdeniz’e kadar<br />

tüm toprakları kapsadığını ve bir karışının bile


Kapak Konusu<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

verilmesinin mümkün olmadığını belirterek, şu<br />

anki iki devletli çözüme taraftar olmadığını ifade<br />

etmiştir. 14 Bundan dolayı iki devletli çözümü<br />

en fazla savunan bölge devletlerinden birisi olan<br />

Türkiye, Gazze sorunlarını önceleyen bir söylem<br />

kullanmaktan vazgeçerek, iki devletli çözüm için<br />

Hamas ve Fetih birlikteliğini öne alan bir politikaya<br />

ağırlık vermeye başlamıştır. 15<br />

Meşal’in Gazze’de İsrail’e karşı kullandığı sert<br />

söylem ise İsrailli seçmene, tüm sosyoekonomik<br />

sorunlara rağmen güvenlik konularının hala çok<br />

daha önemli olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır.<br />

Hükümetin çözüm bulamadığı tüm<br />

sosyoekonomik problemleri ikinci plana itmiştir.<br />

Bu durum Gazze savaşı sonrasında istenilen<br />

sonuçların elde edilmemesine rağmen, Likud’un<br />

oy oranlarında büyük bir düşme olmamasının da<br />

en önemli nedenidir. Ayrıca, Hamas’ın bu söylemi,<br />

koalisyonda olmalarına rağmen sağ cenahın<br />

yıpranmasını en alt düzeye tutmalarına olanak<br />

vermektedir.<br />

Likud ayrıca, Mısır’ın Gazze sınır kapısından<br />

insan geçişleri yanında yeni ateşkes anlaşması<br />

gereğince mal geçişine ve elektrik alımına müsaade<br />

etmesi sayesinde Gazze’ye olan ekonomik<br />

sorumluluklarından kurtulmayı hesaplamış olabilir.<br />

Böylece Gazze’nin Batı Şeria’daki Filistin<br />

otoritesinden kopuşu hızlanırken, Mısır’la ekonomik<br />

entegrasyonu hızlanabilecektir. Yani kademe<br />

kademe Gazze yönetimi Mısır’a entegre<br />

edilebilecektir. Bu durum Sina yarımadasının silahsız<br />

olmasına zarar vermediği sürece, 1948-67<br />

döneminde olduğu gibi belki adı konmamış bir<br />

siyasi birlikteliğe bile yol açabilecektir. 16<br />

Ambargonun yumuşatılarak kaldırılması bölgede<br />

sorun yaşadığı Türkiye ile de sorunlarının<br />

çözümüne faydası olabilecektir. Alçak koltuk<br />

krizi mimarı Ayalo’nun meclis dışı kalması ile<br />

Lieberman’ın Dış İşleri Bakanlığını bırakabilecek<br />

olması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerde daha<br />

cesaretli adım atmasını kolaylaştıracaktır. Büyük<br />

ihtimalle 22 Ocak seçiminden sonra açıklanacak<br />

ateşkes anlaşmasıyla Gazze’nin ablukası ve ambargo<br />

durumu ile ilgili sürpriz gelişmeler ortaya<br />

çıkacaktır. Bu noktada İsrail, Türkiye’nin şartlarını<br />

yerine getirildiğini savunarak Türkiye’yi<br />

İsraille ilişkilerini normalleştirmeye zorlayacaktır.<br />

Bu noktada İsrail’in tüm çabalarına rağmen,<br />

İsrail’le ilişkileri normalleştirmede Ahmet<br />

Davutoğlu’nun ağır davranması beklenmektedir.<br />

Milletvekili sayısını Likud’un aleyhine iki katına<br />

çıkarması beklenen Yahudi Yurdu ortak listesi<br />

başta olma üzere %2’lik ülke barajını aşmaya çalışan<br />

milliyetçi sağ partiler 17 Gazze saldırısında<br />

siyasi olarak Likud’a göre daha sert söylem kullanmaktadırlar.<br />

Gazze’deki operasyonları yetersiz<br />

bulan milliyetçi partiler, nokta operasyonlarının<br />

Hamas’ın sadece askeri kanadını değil aynı<br />

zamanda siyasi kanadını da hedeflemesi gerektiğini<br />

söylemektedirler. Gazze ile yapılan savaşı<br />

özgür dünya ile radikal İslam’ın bir savaşı olarak<br />

lanse eden bu partiler operasyonun bir kara harekatına<br />

dönüştürülerek Hamas’ın devrilmesini<br />

ve İsrail’in Gazze’ye yeniden egemen olmasını


Kapak Konusu<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

savunmaktadırlar. Yapılacak hava saldırılarının<br />

sorunu kalıcı olarak çözmeyeceğini aksine orta<br />

ve uzun vadede İsrail’e yapılan roket saldırılarının<br />

devam edeceğini savunmaktadırlar. Bu<br />

görüştekiler, Arap Baharı sonrası yeniden şekillenen<br />

Yeni Ortadoğu’da bu tür bir operasyon<br />

yapmanın ilerde daha güç olacağını ifade ederek,<br />

Müslüman kardeşler güçlenmeden Gazze<br />

sorununun tamamen ve kökten halledilmesini<br />

savunmaktadırlar. Bu kişiler iyi planlanmış bir<br />

kara operasyonu ile zayiatlarını en aza indirebileceğini<br />

böylece İsrail kamuoyunun büyük çaplı<br />

bir kara operasyonunu destekleyeceğini iddia<br />

etmektedirler. Bu düşüncedeki kişiler İsrail’in<br />

uluslararası baskılara direnerek, arzu edilen<br />

sonuca ulaşıncaya kadar silahlı mücadelesine<br />

devam etmesini istemektedirler. Bu partiler sorununun<br />

diplomasi yerine tamamen askeri taktiklerle<br />

çözülmesini savunmaktadırlar. 18 Bu partiler,<br />

Obama yönetimindeki Amerika’nın Gazze<br />

meselesinde İsrail’i bölgesel aktörlerle pazarlığa<br />

zorladığını iddia ederek ABD’nin İsrail merkezli<br />

bir Ortadoğu düzeni kurma iddiasından vazgeçtiğini<br />

dillendirmektedirler. Özellikle ateşkes<br />

anlaşması ile Hamas tarafına verilen bazı düzenlemeler<br />

bu partiler tarafından eleştirilerek sanki<br />

bunlar Hamas’a verilmiş birer kapitülasyonmuş<br />

gibi dillendirilmektedir. Bu düşüncedeki partiler<br />

azımsanamayacak sayıdadır. Mesela son parti<br />

başkanlık seçimlerinde Netanyahu’ya karşı aday<br />

olan Moshe Feiling, Gazze dahil tüm Filistin’in<br />

İsrail’e ait olduğunu vurgulayarak hava saldırılarının<br />

ve suikastlerin bir sonuç doğurmadığı için<br />

yetersiz olduğunu ifade etmiştir. 2005 yılında<br />

Gazzedeki Kuş Katif yerleşiminin boşaltılmasının,<br />

yanlış olduğunun itiraf edilmesini savunmuştur.<br />

Ona göre Gazze savaşı, Gazze’den çekilme<br />

yanlış adımının sonucunda ortaya çıkmıştır<br />

ve bir an önce Gazze’de tekrar İsrail egemenliği<br />

kurulması gerekmektedir.<br />

Sağ blok içinde önemli bir güce sahip olan dinci<br />

partiler ise Gazze hususunda milliyetçi sağla<br />

merkez sağ Likud arasında bir yerde durmaktadırlar.<br />

Bu partiler, güvenlik konularından daha<br />

ziyade dini kesimin sosyoekonomik konularıyla<br />

ilgilendikleri için hükümet söylemlerine çok fazla<br />

eleştirisel yaklaşmamakta ve hükümetin politikalarına<br />

yakın söylemler ifade etmektedirler.<br />

Örneğin Şas parti lideri Eli Yishai İsrail vatandaşlarının<br />

kendilerini güvende hissedene kadar<br />

operasyonların devam etmesi gerektiğini söyleyerek<br />

Gazze’ye komşu olan Sderot rahat uyuyamazsa<br />

Gazze’nin de uyumayacağını söylemiştir. 19<br />

Merkez ve Sol Blok<br />

Merkez ve sol bloğun ezici bir çoğunluğu, sağ<br />

blok gibi, Gazze savaşı devam ederken hükümeti<br />

koşulsuz olarak desteklemiştir. Fakat merkez<br />

ile sol kesim savaş sürecinin ne kadar olması ve<br />

sonunda nasıl bir ateşkes imzalanması gerektiği<br />

hususunda farklı yaklaşıma sahip olmuşlardır.<br />

2005’de Gazze’den tek taraflı olarak çekilme politikasını<br />

hayata geçirmesine rağmen, 2008/9’daki<br />

Birinci Gazze Savaşında 22 gün boyunca yaptığı<br />

saldırılarla 1.417 Filistinlinin katledilmesine yol<br />

açan şu anki ana muhalefet partisi Kadima, doğal<br />

50


Kapak Konusu<br />

olarak savaşı desteklemiştir. Kadima partisinin<br />

o zamanki lideri ve o dönemin Dış İşleri Bakanı<br />

olan Livni ve şu an lideri olan Genel Kurmay<br />

eski Başkanı (1998–2002) ve Şaron hükümetinde<br />

Savunma eski Bakanı (2002-2006) Mofaz, Gazze<br />

savaşını seçim kampanyalarının en önemli konusu<br />

yapmışlardır. 2009 seçimlerinde birinci olan<br />

partisinin bu seçimde barajın altında kalmaması<br />

için Mofaz Gazze savaşını bir çıkış noktası olarak<br />

değerlendirmeye çalışmaktadır. Genelkurmay<br />

başkanı olduğu dönemde yürüttüğü Savunma<br />

Kalkanı Operasyonu (2002) gibi bir kapsamlı<br />

bir kara operasyonu yapılarak Gazze’deki İsrail<br />

kontrolünün temin edilmesini istemiştir. Ayrıca<br />

İsrail’le yapılan ateşkes anlaşmanın bir parçası<br />

olarak Gazze kutlamalarına katılan Hamas lideri<br />

Meşal’in öldürülmesini istemiştir. Gazze savaşı<br />

sonrasında partisini kurarak siyasete tekrar dönen<br />

ve iki devletli çözümü savunan Livni ise Netanyahu<br />

gibi güvenlik konularına ağırlık vererek<br />

hükümetin güvenlik politikalarını sert şekilde<br />

eleştirmektedir. 27 Aralık-18 Ocak 2009 tarihleri<br />

arasında 22 gün süren Birinci Gazze Savaşının<br />

Netanyahu’nun yürüttüğü sekiz günlük İkinci<br />

Gazze Savaşına göre daha caydırıcı oluğunu<br />

söyleyerek Netanyahu’nun başarısız olduğunu<br />

iddia etmiştir. Yeni kurulan diğer merkez partisi<br />

Yeş Atid (Gelecek Var) de diğer Siyonist partiler<br />

gibi saldırıyı koşulsuz desteklemesine rağmen,<br />

hükümetin savaştan istediği sonucu alamadığını<br />

savunmuştur. Kısaca merkez partileri hükümetin<br />

savaştan istediği sonucu alamadığını ifade<br />

ederek, savaş yanlısı bir dil kullanmaktan çekinmemişlerdir.<br />

Merkezdeki bu partiler sol partilerden<br />

farklı olarak ateşkesin zamanlamasının veya<br />

maddelerinin yanlış olduğunu iddia etmektedirler.<br />

2006’daki Lübnan savaşının mimarlarından olan<br />

İşçi Partisi, Gazze’ye yapılan saldırıyı diğer Siyonist<br />

partiler gibi desteklemiştir. Oslo sürecinde<br />

ortaya çıkan güvenlik zafiyetlerinin bedeli kendisine<br />

kesildiği için devamlı oy kaybeden İşçi<br />

partisi, sosyoekonomik meselelere ağırlık veren<br />

politikaları ile uzun zaman sonra yakaladığı yükselişi<br />

durdurmamak için diplomasi ve güvenlik<br />

konularında dikkatli bir politika izlemeye çalışmaktadır.<br />

Sosyoekonomik başlıkları ön tutmaya<br />

çalışırken, güvenlik ile ilgilii konularda ideolojik<br />

ve marjinal yaklaşımdan uzak dururken, merkez/genel<br />

kamuoyuna uygun söylemler kullanmayı<br />

tercih etmektedir. İşçi partisi, saldırının<br />

ABD ve uluslararası kamuoyu ile karşı karşıya<br />

gelinmeden yürütülmesini savunmuştur. İşçi<br />

partisi, Gazze savaşı çok uzatılmadan kısa sürede<br />

imzalanan ateşkesten memnun kalmıştır. Ayrıca<br />

savaş sonunda imzalanan ateşkes anlaşmasının<br />

ABD’nin öncülüğünde ve Mısır’ın bölgesel işbirliğinde<br />

imzalanmasına olumlu yaklaşmıştır. Ayrıca<br />

bir ay öncesine kadar birinci gündem maddesi<br />

olan İran sorunu yerine, seçimlerde barış<br />

sürecinin daha ön plana çıkması, İşçi Partisi’nin<br />

kendisine güvendiği barış sürecini dillendirmesine<br />

olanak vermiştir.<br />

Mecliste İşçi partisi dışındaki diğer bir sol parti<br />

olan Meretz ise, Hamas’ı terörist olarak görmesine<br />

rağmen, hükümetin bu savaşı siyasi emelleri<br />

için başlattığını ifade ederek savaşın başından<br />

beri Gazze savaşına eleştirisel yaklaşan meclisteki<br />

tek Siyonist partidir. Nokta operasyonlarının<br />

sorunun çözümünden ziyade durumu daha da<br />

kötüleştirdiğini ifade etmiştir. Özelikle Birinci<br />

Gazze Savaşında olduğu gibi hükümetin saldırısını<br />

desteklemek yerine, son savaşta eleştirel<br />

bir yaklaşım takip ederek, savaş karşıtı tabana<br />

seslenerek seçimlerde oyunu artırmak istemiştir.<br />

Savaş yerine diplomasiyi ve uluslararası arabuluculuğu<br />

savunan Meretz, İşçi partisinden farklı<br />

olarak Hamas’la geniş kapsamlı ve uzun ömürlü<br />

bir ateşkesi savunmaktadır.<br />

Merkezdeki ve soldaki partiler, Hamas’la imzalanacak<br />

bir ateşkes anlaşması sonrasında hükümetin<br />

tek taraflı adımlar atmaya son vererek Batı<br />

Şeria’daki Filistin otoritesi ile beraber hareket<br />

ederek olası bir barışı kovalamasını istemektedirler.<br />

Tek taraflı adımların Filistin’in gözlemci<br />

devlet statüsünü elde etmesini engelleyemediği<br />

örneğinde olduğu gibi başarısız olduğunu savunmaktadırlar.<br />

Bu cenahtaki partiler Filistin Otoritesi<br />

ile yapılacak barış anlaşmasını desteklemelerine<br />

rağmen Hamas’ın barış sürecine yeni bir aktör<br />

olarak girmesine karşıdırlar. Bunlar Likud’un<br />

Hamas’la Mısır üzerinden dolaylı müzakereler<br />

yoluyla ateşkes anlaşması yaparak zaman ka-<br />

<br />

51


Kapak Konusu<br />

zanması yerine, ABD arabuluculuğunda Filistin<br />

otoritesi ile barış görüşmelerine başlanılmasının<br />

daha doğru olduğunu düşünmektedirler.<br />

Bölünmüşlüğün hakim olduğu ve oy kaybına uğraması<br />

beklenen merkez partileri ile oy oranlarını<br />

artıracağı tahmin edilen milliyetçi sağ partiler,<br />

siyasi yelpazenin büyük bölümünü oluşturan<br />

merkezden ve sağdan oy alabilmek amacı ile bu<br />

kesimlerin önem verdiği güvenlik konularını seçim<br />

kampanyalarında öne plana çıkarmaktadırlar.<br />

Bu partilerin cemaat disiplini içinde dinci<br />

partilere oy veren dindar kesimden ve güvenlik<br />

problemlerinden ziyade sosyoekonomik önceliğe<br />

göre oy veren sol partileri destekleyen kesimlerden<br />

oy alması daha zordur. Bu partiler Gazze savaşının<br />

hedefine ulaşamadan ateşkes antlaşması<br />

imzalandığını, Hamas’ı yıkacağını söyleyerek<br />

iktidara gelen Netanyahu’nun Hamas’ı yıkmak<br />

bir tarafa Gazze savaşı ile Hamas’ın meşruiyetini<br />

arttırdığını iddia etmektedirler. Ayrıca bu partiler<br />

Gazze saldırıları esnasında Hamas’ın İsrail’in<br />

ortasında yer alan Kudüs, Tel Aviv ve Rişon Lesiyon<br />

gibi çok önemli İsrail şehirlerini roketleri<br />

ile vurmasını, seçim kampanyalarında hükümet<br />

aleyhine kullanmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki<br />

Birinci İntifada sonrasında Filistinlilerin attıkları<br />

taşlar Oslo sürecini, İkinci İndifada sonrasındaki<br />

canlı bombalar da Gazze’nin Hamas’ın kontrolüne<br />

girmesinini etkilemiştir. Benzer şekilde roketler<br />

de İsrail seçim kampanyalarını yönlendiren<br />

en önemli güvenlik meselesi olmuştur. Roket<br />

meselesi bu seçimlerin ana gündem maddesi olmayı<br />

sürdürmesine rağmen bundan sonra sürüp<br />

sürmeyeceği veya ne ile değişeceği, İsrail’in savunma<br />

sistemine (Demir Kubbe) ve karşı tarafın<br />

saldırı kapasitesine bağlı olacaktır. İsrail atacağı<br />

adımlarla hem kendi sistemini güçlendirmeye<br />

hem de karşı taraf üzerindeki caydırıcılığını devam<br />

ettirmeye çabalamaktadır.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

1 Doyle, Michael W. “Liberalism and World Politics”, <br />

1151-1169.<br />

2 Tzipi Livni, “Democracy’s Price of Admission”, New York Times , 5 Haziran 2009.<br />

3 Douglas Hamilton ve Nidal al-Mughrabi, “Analysis: Roots of Gaza crisis in crossed red lines”, ,<br />

<br />

4 Barry Rubin “Israel’s Motives Behind the Gaza War: True and False” <br />

5 “Haaretz poll: More than 90 percent of Israeli Jews support Gaza war” <br />

6 “Vast Majority of Israelis Approve of Operation, Poll Shows”, <br />

7 “Half of Israelis think government should have continued Gaza operation, poll shows” The Times of<br />

<br />

8 Anthony H. Cordesman, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, <br />

<br />

9 Douglas Hamilton ve Nidal al-Mughrabi, “Analysis: Roots of Gaza crisis in crossed red lines”, ,<br />

<br />

10 Eitan Shamir, “Operation Pillar of Defense An Initial Strategic and Military Assessment”<br />

<br />

11 Edad Eran “International Aspects of Operation Pillar of Defense”,<br />

12 Benedetta Berti, “Israel should rethink its strategy against Hamas in Gaza” -<br />

<br />

13 Benedetta Berti, “Throughout his brief staying in Gaza, Mashal was in fact able to gather broad personal<br />

support from all the major Gaza leaders of Hamas”, <br />

Avi Issacharoff, “After latest Israel-Gaza conflict, Hamas has gained major political strength” 9<br />

<br />

Ankara, Hamas-Fetih dengesine dönüyor” <br />

16 Elhanan Miller “Gaza to soon get electricity and gas from Egypt, Hamas official says” <br />

12 Temmuz 2012.<br />

17 Efraim Inbar ve Max Singer, “Operation Pillar of Defense: In Support of a Ground Offensive” -<br />

<br />

18 “Many Leaders Disappointed with Ceasefire” <br />

19 “Yishai: If Sderot Can’t Sleep, Then Neither Will Gaza” <br />

52


Kapak Konusu<br />

ABD’nin de desteğiyle, İsrail’in askeri gücü, diğer bölge ülkelerine göre, daha modernize durumdadır. Ancak ülkenin yetersiz nüfusu,<br />

ekonomik zayıflığı ve uluslararası faktörler gibi belirleyiciler tarafından askeri yapı çeşitli kısıtlamalara maruz kalmaktadır.<br />

İsrail’in Dış Politikasının Belirleyicileri<br />

The Determinants of Israeli Foreign Policy<br />

Ertan EFEGİL<br />

Abstract<br />

Israel sees itself as a sole Jewish state in the world. For that reason it encourages the Jewish diaspora to migrate<br />

to Israel. In Israel’s political culture, the concepts of wars, genocide, hostility and threats are located. The<br />

Cold War mentality still dominates its foreign policy principles. Due to that perspective, its foreign policy<br />

is shaped by national security concerns and threat perceptions. In order to put an end to its isolation in the<br />

region, the Israeli government tries to develop its relations with non-regional states. For Israel, its strategic<br />

partnership with the United States has a vital importance. Nowadays the international society supports<br />

two-state solution to the Palestinian question. It objects any military methods used by the parties to find a<br />

solution to the issue. Therefore the world public opinion heavily criticized Israel’s military operation toward<br />

Gaza.<br />

Keywords: Zionism, Israel, Foreign Policy, Foreign Policymaking, Palestine Issue<br />

<br />

53


Kapak Konusu<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

İsrail, Yahudi devletidir ve kendisini dünyadaki<br />

yegâne Yahudi devleti olarak tanımlamaktadır.<br />

Bu rolünden ötürü, bütün Yahudi diasporası,<br />

özgürce İsrail’e göç etme ve yerleşme hakkına<br />

sahiptir. Göç politikası, İsrail yönetimine iki açıdan<br />

hizmet etmektedir. Birincisi, İsrail ordusu ve<br />

ülkenin ekonomik kalkınması için ihyitaç duyulan<br />

insan gücünü temin etmektedir. İkincisi ise,<br />

bu sayede, İsrail’in kendisine has Yahudi kimliği<br />

muhafaza altına alınmaktadır.<br />

İsrail’de halkın ekonomik yaşam koşulları, diğer<br />

bölge ülkeleriyle kıyaslandığında, gözle görülür<br />

düzeyde iyi durumdadır. Yine de İsrail’in coğrafi<br />

açıdan küçük bir toprak parçasına sahip olması,<br />

madenler ve su kaynakları açısından yetersiz


Kapak Konusu<br />

konumda bulunması İsrail ekonomisini ciddi düzeyde<br />

olumsuz yönde etkilemektedir. İsrail, petrol,<br />

doğal gaz ve kömür bakımından tümüyle dış<br />

kaynaklara bağımlıdır. Fakat diğer taraftan yaygın<br />

sulama ve yoğun tarım yöntemleri sayesinde,<br />

İsrail’in tarım sanayi üretimi iç talebi karşılarken,<br />

aynı zamanda ihracat gelirleri de sağlamaktadır.<br />

ABD’nin de yardımıyla İsrail, gelişmiş sanayi<br />

altyapısına sahiptir. İsrail, ekonomik yapısının<br />

özelliklerinden ötürü, İran ve Mısır gibi ülkelerin<br />

aksine, daha açık, rekabetçi ve pazar-yönelimli<br />

ekonomik sistemi benimsemiştir. 1<br />

Siyasal Sistem<br />

İsrail’in yönetim sistemi, yazılı olmayan anayasaya<br />

dayanmaktadır. İsrail, parlamenter siyasal<br />

rejime sahiptir ve hükümet ile parlamento, siyasal<br />

sisteme hâkim olan resmi kurumlardır.<br />

Cumhurbaşkanı, İsrail’de, sembolik/törensel bir<br />

figür olarak siyasal hayatta yer almaktadır. Dış<br />

politika konusunda Cumhurbaşkanı, Parlamento<br />

tarafından onaylanan antlaşmaları imzalama ve<br />

diplomatik temsilcileri kabul etme gibi anayasal<br />

görevleri ifa etmektedir. 2<br />

İsrail’de siyasal katılım oldukça yaygındır ve ülkenin<br />

siyasal yaşamında siyasi partiler merkezi<br />

rol oynamaktadır. İsrail’in siyasal sistemi, aşırı<br />

farklılıklar ve çeşitlilik gösteren siyasal ve sosyal<br />

dünya görüşleri tarafından şekillendirilmektedir.<br />

Bu görüşler, siyasal partiler tarafından olduğu<br />

gibi, gazeteler ile sosyal, dini, kültürel ve diğer<br />

sivil toplum kuruluşları tarafından da seslendirilmektedir.<br />

Çok sayıda azınlıklar ve fraksiyonlar,<br />

özgürce hükümetin politikalarını eleştirebilmektedir.<br />

Aşırı dağınık siyasal yapısından ötürü, İsrail’de<br />

seçimlere çok sayıda siyasal parti katılmakta ve<br />

genellikle koalisyon hükümetleri kurulmaktadır.<br />

Bu nedenle karar alma sürecinde, siyasal partiler<br />

ile diğer siyasi gruplar, kendi aralarındaki ideolojik<br />

farklılıklardan, politik görüş ayrılıklarından ve<br />

kişisel sürtüşmelerden ötürü, birbirleriyle işbirliği<br />

yapmakta, rekabet etmekte, birbirlerine karşı<br />

ittifaklar kurmakta ve uzlaşmaya çalışmaktadır.<br />

Yine de siyasal dağınıklığa rağmen, koalisyon<br />

hükümetleri, genellikle istikrarlı bir durum sergilemektedir.<br />

Koalisyon hükümetlerinin talepleri,<br />

Başbakanı karar alırken sınırlandırmaktadır.<br />

Aynı zamanda bu durum, koalisyon hükümetinde<br />

yer alan küçük ortaklara, oy oranlarından<br />

daha fazla seviyede etkileme gücü verebilmektedir.<br />

Her şeye rağmen, İsrail’in siyasal hayatını, göreceli<br />

olarak az sayıda Yahudi elitler kendi kontrolleri<br />

altında tutmaktadır. Bu elitler de oldukça homojen<br />

bir dünya görüşüne sahiptir. Siyasal elitler<br />

ise sivillerden, yüksek-düzeyli askeri yetkililerden<br />

ve dini unsurlardan oluşmaktadır. 3<br />

Dış Politika Hedefleri<br />

İsrail’in ulusal bilincinde, şu kavramlar yer almaktadır:<br />

Savaşlar, sayısız çatışmalar, terörist eylemler,<br />

nefret yüklü söylemler, soykırım ve Arap<br />

devletlerinin düşmanlığı. İsrailli yetkililer, kendi<br />

ülkeleri ve Ortadoğu bölgesi hakkında da şöyle<br />

düşünmektedir: İsrail, coğrafi olarak yalnızlaştırılmıştır.<br />

Müttefiklerden yoksundur. Coğrafi açıdan<br />

dış tehditlere açıktır. Bu nedenle daha fazla<br />

askeri güce ihtiyaç duymaktadır.<br />

İsrail’in dış politikası, güvenlik endişeleri tarafından<br />

ağırlıklı olarak şekillendirilmektedir. İsrailli<br />

entellektüeller için, İsrail, saldırgan Arap dünyasında<br />

tek başına yaşamak zorundadır. Bu nedenle<br />

İsrail’in dış ve güvenlik politikalarının temel<br />

hedefleri, müzakereler yoluyla soruna barışçıl<br />

çözüm bulmak ve etkili savunma kapasitesini<br />

geliştirerek saldırgan emellerin hâkim olduğu bir<br />

bölgede güvenliğini güvence altına almaktır. Sonuçta,<br />

İsrail’in dış ve güvenlik politikalarını, Arap<br />

ülkeleriyle yaşadığı sürtüşmeler ve Filistinliler ile<br />

yaşadığı krizler ağırlıklı olarak belirlemektedir. 4<br />

İsrail yönetimi, Filistinliler ile komşu Arap ülkeleriyle<br />

işbirliği ve barışçıl ilişkiler içerisinde olmayı,<br />

İsrail’in uzun vadeli varlığını sürdürmesi<br />

ve kalkınması için hayati önemde görmektedir.<br />

Bu nedenle bu anlayış, İsrail’in dış politikasının<br />

aslında temel taşını oluşturmaktadır. Fakat güvenlik<br />

ve tehdit-temelli dünya görüşünden ötürü,<br />

<br />

55


Kapak Konusu<br />

20 Aralık 2012 günü Gazze’ye askeri operasyon başlatan İsrail yönetimi, psikolojik düşünce yapısına uygun olarak<br />

Filistinlilere karşı aşırı güç kullanmaktan kaçınmamıştır.<br />

İsrail hükümeti, bütçesinin önemli bir kısmını<br />

güvenlik kalemleri için harcamaktadır. ABD’nin<br />

de desteğiyle, İsrail’in askeri gücü, diğer bölge<br />

ülkelerine göre, daha modernize durumdadır.<br />

Ancak ülkenin yetersiz nüfusu, ekonomik zayıflığı<br />

ve uluslararası faktörler gibi belirleyiciler<br />

tarafından askeri yapı çeşitli kısıtlamalara maruz<br />

kalmaktadır. 5<br />

Arap devletlerinin tehditkâr yaklaşımlarıyla çevrili<br />

olması ve coğrafi yalnızlığı nedeniyle, İsrail,<br />

bölge-dışı devletler ile ilişkilerini geliştirmeye<br />

özel önem vermektedir. Bu bağlamda, Avrupa<br />

Birliği ülkeleri, Avustralya, Kanada, Japonya, Güney<br />

Kore, Üçüncü Dünya ülkeleri ve eski Sovyetler<br />

Birliği ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmiştir. Bu<br />

sayede İsrail, kendisine uluslararası alanda siyasi<br />

destek edinmeye çalışmaktadır. Bu tür ilişkilerin,<br />

İsrail’in, Filistin sorununda elini güçlendirdiğine<br />

inanılmaktadır. Aynı zamanda ikili ekonomik ve<br />

siyasi avantajların yardımıyla, uluslararası desteği<br />

elde ederek ve askeri yapısını güçlendirerek,<br />

İsrail’in Arap ülkelerine karşı caydırıcılığının güvence<br />

altına alacağı öngörülmektedir. 6<br />

Sonuçta İsrail, Arap Dünyası ile ilişkilerini, günümüzde<br />

de sıfır-toplamlı oyun temelinde veya<br />

realist kurama dayanarak değerlendirmektedir.<br />

Güvenlik Anlayışı<br />

Realist bakış açısı ile dış politikayı tanımlayan<br />

zihniyet, Soğuk Savaş sonrası dönemde de<br />

İsrail’in uluslararası sisteme yönelik değerlendirmelerini<br />

etkilemeye devam etmektedir. İsrail,<br />

halen Ortadoğu’yu, istikrarsızlığın hâkim olduğu<br />

bir bölge olarak algılamaktadır. Ayrıca İsrailli yöneticilere<br />

göre, İsrail, bölgedeki güçlü devletlerin<br />

56


Kapak Konusu<br />

<br />

-<br />

-<br />

-<br />

<br />

çeşitli tehditlerine maruz kalan küçük/zayıf bir<br />

devlettir. Bu nedenle uluslararası ve bölgesel sistemlerdeki<br />

radikal değişimler, İsrail’in Soğuk Savaş<br />

mantığında herhangi bir değişime neden olmamıştır.<br />

Yani İsrail, bölgesel güvenlik ilişkilerini,<br />

devletten devlete ilişkiler temelinde görmekte<br />

ve bu nedenle güçlü askeri yapıya sahip olma yönünde<br />

yıkılmaz/sarsılmaz önyargılara sahip olmaktadır.<br />

Bu anlayış, nükleer silah teknolojisine<br />

sahip olmayı ve konvansiyonel silah gücüne karşılık<br />

saldırı-amaçlı savunma stratejisini benimsemeyi<br />

gerekli görmektedir. İsrail savunma güçlerine<br />

göre, herhangi bir tehdidi, kendi toprakları<br />

yerine düşman ülkenin topraklarında karşılamak<br />

en geçerli askeri stratejidir. Çünkü aşağıda da ifade<br />

edileceği gibi, İsrail, yeterli askeri personele,<br />

stratejik derinliğe ve bölgesel müttefiklere sahip<br />

değildir. 7<br />

Yukarıda da ifade edildiği gibi, İsrail’de dış politika,<br />

ulusal güvenliği sağlama alma taleplerine<br />

kurban edilmektedir. Son derece güçlü askeri<br />

yapının mevcudiyetini ve Washington ile sağlam<br />

güvenlik bağlarını korumayı, İsrailli yöneticiler<br />

İsrail’in güvenliğini sağlama yönünde öncelikli<br />

ilkeler olarak tanımlamaktadır.<br />

İsrail’in militarist eksenli rolü, “küresel Yahudiliğin<br />

evi olması” kavramına dayanmaktadır. Siyonizmin<br />

yüksek ideallerini yerine getirme dürtüsünden<br />

ötürü, İsrail, kendi topraklarına sürekli<br />

olarak göçün gerçekleşmesini desteklemektedir. 8<br />

Kimlik<br />

Siyonizm, İsrail’in kimliğinin doğal bir parçasıdır.<br />

Siyonizm, bilindiği üzere, tarihsel olarak belli bir<br />

toprak parçasını, Yahudilerin vaadedilmiş toprakları<br />

olarak kabul etmektedir. Böylece İsrail’in<br />

siyasal kültürünün seçkin yönü, Yahudilik’tir.<br />

Yahudi entelektüelleri için, İsrail’in geleceği, yani<br />

güvenliği, zenginliği/refahı ve tarihsel görevini<br />

yerine getirmek için gerekli olan kabiliyeti, Dünya<br />

Yahudiliğine bağlıdır. Dünya Yahudiliğinin geleceği<br />

de, İsrail’in varlığını sürdürmesine endekslidir.<br />

Bu nedenle, İsrail’in dış politikasının temel<br />

görevi, saldırgan Arap dünyası ile kuşatılmış ve<br />

Siyonizmin ileri karakolu olan İsrail’in varlığının<br />

korunmasıdır. 9<br />

Ayrıca güçlü askeri yapıyı muhafaza etme ihtiyacı,<br />

yeni yerleşimcileri toplumla bütünleştirme ve<br />

yeni gelenler için yeni yerleşim yerleri inşa etme<br />

çabaları, İsrailli yetkililer açısından İsrail halkının<br />

çeşitli özverilerde bulunmalarını gerekli kılmaktadır.<br />

10<br />

Dış Politika Yapım Sürecinde Rol Alan Elitler<br />

İsrail’de, dış politika yapım sürecine hâkim olan<br />

temel değerler şunlardır: Dış tehdide karşı Yahudi<br />

devletinin varlığını güvence altına almak ve<br />

İsrail’de Yahudilerin sayıca çoğunluğunu muhafaza<br />

etmektir. Bu değerler, İsrail’in ulusal çıkarlarının<br />

tanımlanmasında rehber rolü oynamaktadır.<br />

İsrail’de dış politika yapım süreci, siyasi veya ideolojik<br />

gündemlerine bakmaksızın, tüm siyasal<br />

elitlerin, her türlü görüşü ve düşünceyi ifade etmesine<br />

olanak sağlamaktadır.<br />

<br />

57


Kapak Konusu<br />

Yine de, İsrail’de, belirleyici görev üstlenen karar<br />

vericiler, savunma kültürü içerisinde sosyalleştirilmiştir.<br />

Yani bu kişiler, İsrail’in askeri kültürüne<br />

aşina kişilerdir. Bu nedenle İsrail’de dış politika,<br />

İsrail’in askeri üstünlüğünü muhafaza etmeyi<br />

güvence altına alan görüşün desteklenmesinde,<br />

belirleyici değil, tamamlayıcı rol oynamaktadır.<br />

Bu temel görüş ele alındığında, diğer siyasi<br />

mülahazalar kolayca göz ardı edilebilmektedir.<br />

Bu nedenle Savunma Bakanlığı ile Başbakanlığın<br />

görüşleri, Dışişleri Bakanlığı’nın görüşlerinden<br />

daha baskın konumdadır. Güçlü kişilikler,<br />

İsrail’de, dış politikayı planlayan ve uygulayan<br />

kurumların rolünün şekillenmesinde belirleyici<br />

rol oynayabilmektedir.<br />

İsrail istihbarat servisleri de İsrail’in temel dış<br />

politika çıkarlarını tanımlamada, hakem rolü<br />

oynayabilmektedir. İsrail’de, Ulusal Güvenlik<br />

Konseyi, dış politika amaçlarının ve hedeflerinin<br />

dengeli bir şekilde belirlenmesinde forum rolü<br />

oynamaktadır. Aynı zamanda İsrail Parlamentosu<br />

Knesset’teki Komiteler, dış politika yapım<br />

sürecinde gözle görülür rol oynamaktadır. Komiteler,<br />

farklı parti temsilcilerinin bir araya geldiği<br />

ve karşılıklı görüşlerin tartışıldığı bir forum<br />

niteliğindedir. Yine de komitelerin dış politika<br />

yapım sürecindeki etkisi sınırlıdır. Dış politika<br />

yapım sürecinde, baskı grupları, oldukça aktif<br />

rol üstlenmektedir. Özellikle baskı grupları, işgal<br />

edilen topraklar, yeni yerleşim yerleri ve güvenlik<br />

konularında oldukça hassastır.<br />

Dış Politika Uygulamaları<br />

İsrail dış politikasının en temel unsuru, İsrail hükümetinin<br />

elinde bulundurduğu tüm topraklar<br />

içerisinde mutlak Yahudi çoğunluğunu muhafaza<br />

etmektir. Çünkü nüfus yapısı, İsrail’in kendi<br />

varlığının merkezi özelliğini oluşturmaktadır.<br />

İsrail’in kendi varlığını korumak için, bu unsur,<br />

en öncelikli konu olarak görülmektedir. 11<br />

Günümüzde İsrail’in, demografik açıdan çoğunluğu<br />

elde edemeyeceğinden daha fazla toprağı<br />

işgal etmemesi gerekmektedir. 1967 yılında Batı<br />

Şeria ve Gazze’nin İsrail tarafından işgali, İsrail<br />

yönetimi için Filistin sorununu ortaya çıkarmıştır.<br />

İsrail, yeni yerleşim yerlerinin güvenliğini<br />

sağlamak zorundadır. Fakat bu amaç için yeterli<br />

insan gücüne sahip değildir. Bu durum İsrail’in<br />

önüne, demografik zorluklar çıkarmaktadır. Bu<br />

güvenlik sorununu çözebilmek için İsrail, İsrail<br />

halkının Filistinlilerden ayrılmasını öngören politikayı<br />

benimsemiştir. Bir yandan İsrail ile Filistinliler<br />

arasında “Utanç Duvarı” inşa eden İsrail,<br />

diğer yandan Filistinlilere özerklik vermeyi kabul<br />

etmiştir. Fakat Filistinlilerin yönetimi altındaki<br />

alanları, doğrudan kendi kontrolü altında tutmakta<br />

ve İsrail ordusu tarafından bu alanlar çevrelenmektedir.<br />

12<br />

Dış politikasının ikinci unsuru, kendisi tarafından<br />

belirlenmiş topraklar üzerindeki İsrail’in<br />

meşruiyetinin ve varlığının, tüm Arap devletleri<br />

ve uluslararası camia tarafından tanınmasıdır.<br />

Böylece İsrail, Arap ülkeleriyle ikili barış antlaşmaları<br />

imzalamayı arzu etmektedir. Ancak bu<br />

imzalanan antlaşmalar, iki maddeyi içermektedir:<br />

a) İsrail’in tanınması, yani İsrail’in egemen<br />

devlet olarak varlığının kabulü ve b) normalleşme,<br />

yani İsrail’le her türlü ticari ilişkileri ve iletişimi<br />

yasaklayan Arap ülkelerinin ambargosunun<br />

kaldırılması ve boykot yerine işbirliğinin ilişkilerde<br />

esas alınması. Böylece İsrail ile Arap devletleri<br />

arasında karşılıklı bağımlılık inşa edilmiş<br />

olacaktır.<br />

Normalleşme sürecini, İsrail ile Arap ülkeleri<br />

farklı şekilde algılamaktadır. Arap devletleri için<br />

normalleşme, Arap ülkelerinin, İsrail ekonomisine<br />

ve altyapısına bağımlılığını arttıracak ve<br />

İsrail’in bölgesel hegemon güç haline gelmesine<br />

neden olacaktır. İsrail ise karşılıklı ilişkilerin<br />

geliştirilmesinin, Arap ülkelerinin İsrail’e karşı<br />

düşmanca tavrını ortadan kaldıracağını ve Arap<br />

ülkeleri ile İsrail’in karşılıklı çıkara dayalı barışçıl<br />

ilişkiler kurmasına yardımcı olacağını öngörmektedir.<br />

13<br />

Ekonomik işbirliği, normalleşme yönünde<br />

İsrail’in stratejisinin en önemli unsurunu oluşturmaktadır.<br />

İsrail, sadece Ürdün ile ticari ilişkiler<br />

içerisinde olmuştur. Altyapı bağlantıları<br />

ve karşılıklı ilişkilerin normalleştirilmesi, bölge<br />

genelinde ekonomik işbirliğinin geliştirilmesine<br />

58


Kapak Konusu<br />

yardımcı olacaktır. Örneğin, bu bağlamda İsrail,<br />

bölge devletleriyle elektrik, petrol ve doğal gaz<br />

konularında ortak şebekelerin inşa edilmesini<br />

savunmaktadır. Aynı zamanda İsrail, bölgesel örgütlere<br />

üye olmayı arzu etmektedir.<br />

İsrail dış politikasının üçüncü unsuru, saldırgan<br />

askeri stratejidir. Bu stratejinin birinci unsuru,<br />

“saldırı, en iyi savunmadır” mantığıdır. Yani savunmacı<br />

savaş mantığına dayanmaktadır. İsrail,<br />

kendi topraklarında ve/veya sınırlarında, saldırgan<br />

ülkenin herhangi bir askeri operasyonunu<br />

karşılayacak yeterli stratejik derinliğe sahip değildir.<br />

Bu nedenle düşman ülkenin toprağını işgal<br />

etmek, İsrail’in güvenliği için gerekli olan tampon<br />

bölgeyi elde etmek anlamına gelmektedir.<br />

İsrail, her ne koşulda olursa olsun, ABD’den koşulsuz<br />

destek elde etme arayışındadır. Bu bağlamda,<br />

ABD’den askeri teçhizat, teknik işbirliği,<br />

ekonomik yardım ve uluslararası siyasi destek<br />

elde etmeyi, dış politikasının ana hedeflerinden<br />

birisi haline getirmiştir. İsrailli yöneticiler, büyük<br />

ve güçlü bir devlet ile ittifak ilişkisi içerisinde<br />

olmamaları halinde, devletlerinin, ekonomik<br />

ve/veya askeri anlamda dış ve güvenlik politika<br />

hedeflerini hayata geçiremeyeceğini düşünmektedir.<br />

14<br />

Nükleer silahlarının yanı sıra, İsrail, askeri stratejisine,<br />

kapsamlı ve ölçüsüz/aşırı misilleme kavramını<br />

yerleştirmiştir.<br />

Dış politikasının ilkelerinin ardından, işleyişine<br />

baktığımızda, kurulduğu andan itibaren, İsrail’de<br />

dış politika tartışmalarını, güvenlik konuları ve<br />

stratejik düşünceler yönlendirmiş olduğunu görmekteyiz.<br />

Soğuk Savaş döneminde, İsrail yönetimi,<br />

İsrail’in güvenliği ve hayatta kalması konularına<br />

ağırlık vermiştir. Güvenlik sorunları, İsrailli<br />

yöneticileri, askeri gücü geliştirme ve ABD ile<br />

stratejik ortaklık ilişkilerini derinleştirme yönünde<br />

girişimlerde bulunmaya itmiştir. ABD ile<br />

stratejik ortaklık, İsrail’in, bir yandan Amerikanın<br />

gelişmiş silah sistemine ve araçlarına ulaşmasına,<br />

diğer yandan her yıl ABD’den 3 milyar<br />

dolar civarında askeri ve ekonomik yardım edinmesine<br />

yardımcı olmuştur. 1970’lerden itibaren,<br />

ABD ile stratejik ortaklık, İsrail’e kapsamlı güvenlik<br />

şemsiyesi sağlamıştır. 15<br />

Soğuk Savaş döneminde Arap ülkeleri, İsrail’in<br />

varlığına şiddetle karşı çıkmışlardır. Bölge ülkeleri,<br />

Türkiye, Mısır ve Ürdün hariç, İsrail’i tanımaktan<br />

sakınmış ve İsrail yönetimiyle her türlü<br />

iletişim kurmayı ret etmiştir. Hatta bölge ülkeleri,<br />

İsrail ile birkaç kez silahlı mücadeleye girmiştir.<br />

Bu devletler, aynı zamanda İsrail’i uluslararası<br />

arenada yalnızlaştırmaya çalışmış ve bu ülkeye<br />

karşı ekonomik ve diplomatik alanlarda boykot<br />

uygulamıştır.<br />

Üstün askeri gücünün yanısıra, ABD’nin sağladığı<br />

kesintisiz siyasi, askeri ve ekonomik destek,<br />

İsrail’in günümüze kadar varlığını sürdürmesine<br />

yardımcı olmuştur.<br />

Soğuk Savaş döneminde, Amerikan yönetimleri,<br />

Türkiye, Mısır ve İsrail gibi bölgesel müttefiklerine<br />

destek sağlamayı, Sovyet tehdidine karşı bir<br />

gereklilik olarak görüyordu. Bu üç ülke ile askeri<br />

işbirliği içerisine girerek, Sovyetler Birliği’ni<br />

çevrelemeye veya bölgedeki etkisini zayıflatmaya<br />

çalışıyordu. Bunların dışındaki bölge ülkeleri<br />

ise askeri anlamda, ABD tarafından ihmal edildi.<br />

ABD o dönemde daha çok kendisine yakın bölge<br />

ülkelerine askeri güvence vermekle yetindi.<br />

Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte, İsrail, kendisini<br />

ABD’nin bölgedeki en güvenilir müttefiki olarak<br />

lanse etmeye çalıştı. İsrail, kendisini bir yandan<br />

Sovyet yayılmacılığına diğer yandan da Arap<br />

milliyetçiliğine ve radikal İslam’a karşı bölgede<br />

Batı’nın en önemli müttefiki olarak tanımladı.<br />

Diğer bir ifadeyle, İsrail, kendisini istikrarsız ve<br />

stratejik açıdan öneme sahip Ortadoğu bölgesinde<br />

Batı’nın çıkarlarını koruyan ve savunan güvenilir<br />

müttefik olarak nitelendirdi. 16<br />

Soğuk Savaşın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin<br />

Arap ülkeleriyle stratejik ilişkilerinin sona ermesi,<br />

İsrail’in, bölgede daha güçlü bir konum elde<br />

etmesine yardımcı oldu. Çünkü özellikle İsrail’e<br />

karşı olan radikal Arap devletleri, askeri ve diplomatik<br />

açıdan bir süpergücün desteğinden mahrum<br />

kaldılar. İkinci olarak Madrid Barış Süreci<br />

<br />

59


Kapak Konusu<br />

esnasında, İsrail, herhangi bir şekilde ciddi düzeyde<br />

stratejik veya siyasi taviz vermeksizin bazı<br />

Arap ülkeleri ile yürüttüğü görüşmelerde, yeni<br />

bölgesel dengeleri ve Arap ülkeleri arasındaki<br />

bölünmüşlüğü kendi menfaatine olacak şekilde<br />

kullandı. Üçüncü olarak, Soğuk Savaşın bitmesi<br />

ve barış görüşmelerinin başlaması, İsrail’in Arap<br />

ülkelerinin boykotunu yavaş yavaş kırmasına,<br />

Üçüncü Dünya devletleri ile ilişkilerini geliştirmesine<br />

ve Afrika ve Asya’daki diğer güçlü bölgesel<br />

aktörler ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmasına<br />

yardımcı oldu. Aynı zamanda bu durum, uluslararası<br />

meşruiyet anlamında, İsrail’in önündeki<br />

siyasi engellerin ortadan kalkmasına neden oldu.<br />

Soğuk Savaşın sona ermesi ve Arap-İsrail barış<br />

süreci, İsrail’in, dış politika ufuklarını genişletti.<br />

1990’ların başından 2011 yılına kadar, İsrail hükümetleri,<br />

barış sürecine öncelik verdiler. Komşu<br />

Arap ülkeleriyle barışçıl ilişkilerini geliştirme<br />

arzusu, İsrail’in geleneksel stratejisinden ciddi<br />

anlamda ayrılma anlamına geliyordu. Çünkü İsrail,<br />

Arap-olmayan devletler ile ittifak ilişkilerini<br />

geliştirerek, kendisini güvence altına almaya gayret<br />

ediyordu.<br />

Özellikle Kuveyt krizi, İsrail’in en büyük düşmanı<br />

olan Saddam rejiminin eski gücünü kaybetmesine<br />

neden oldu. Diğer yandan Ürdün ile barış<br />

antlaşması imzalayan İsrail, Suriye ile doğrudan<br />

görüşmelere başladı. Filistinliler ile barış sürecini<br />

canlandıran İsrail, Körfez ülkeleri ve Kuzey<br />

Afrika devletleri ile ilişkilerini geliştirdi. 17<br />

İsrail’in Gazze’ye Son Askeri<br />

Operasyonu ve Etkileri<br />

20 Aralık 2012 günü Gazze’ye askeri operasyon<br />

başlatan İsrail yönetimi, yukarıda ifade ettiğimiz<br />

gibi psikolojik düşünce yapısına uygun olarak Filistinlilere<br />

karşı aşırı güç kullanmaktan kaçınmamıştır.<br />

Açıkça bir saldırganlık olsa bile, Hamas’ın<br />

İsrail’e “el yapımı” füzeler ile karşılık vermesi<br />

üzerine, İsrail, saldırgan tavrını, meşru müdafaa<br />

kavramı içerisine sokmaya çalışmıştır. Uluslararası<br />

kamuoyuna sürekli olarak Hamas’ın füzelerinin<br />

kendi güvenliğini tehdit ettiğini belirten<br />

İsrail yönetimi, bu amaçla meşru müdafaa hakkına<br />

dayanarak, bu operasyonu gerçekleştirdiğini<br />

ifade etmiştir. İsrail’in bu yöndeki açıklamalarını,<br />

ABD ve Batılı ülkeler başta olmak üzere, diğer<br />

devletler “anlayışla” karşıladıklarını ve İsrail’in<br />

kendi güvenliğini sağlamasının bir hukuksal<br />

hakkı olduğunu belirtmişlerdir.<br />

Ancak İsrail, Arap Baharı öncesi dönemde, özellikle<br />

ABD, Türkiye, Mısır ve Avrupa Birliği’nden<br />

aldığı desteği alamamıştır. Her ne kadar bu aktörler,<br />

İsrail’in bağımsız devlet olarak varlığını<br />

destekleseler bile, gerçekleştirilen operasyonu<br />

eleştirmişlerdir. Arap Baharı öncesi dönemde,<br />

özellikle Türkiye ve Mısır, İsrail’in operasyonlarına<br />

destek vermişler ve özellikle Mübarek yönetimi,<br />

Gazze’ye İsrail’in uyguladığı ambargoyu<br />

sürdürmesine yardımcı olmuştur. Fakat Mursi<br />

yönetimindeki Mısır, operasyonun ilk başından<br />

itibaren, Filistinlilere desteğini açıklamış ve Filistin<br />

halkına insani yardımların ulaştırılmasına<br />

yardımcı olmuştur. Hatta muhtemel Filistinli<br />

mülteciler için çadır kentler oluşturmuştur. Türkiye<br />

de uluslararası arenada, İsrail’in yaklaşımını<br />

açıkça eleştirmiş ve Filistinlilere olan desteğini<br />

her fırsatta dile getirmiştir. Amerikan yönetimi,<br />

her ne kadar İsrail’in varlığına ve güvenliğine<br />

yönelik desteğini açıklasa da askeri operasyona<br />

kayıtsız destek vermemiştir. Avrupa Birliği de<br />

İsrail’in bu tavrını eleştiren, Amerikan yönetimi<br />

benzeri bir tutum sergilemiştir.<br />

Aslında Birleşmiş Milletlerde Filistin’in üye olmayan<br />

devlet statüsüne ilişkin yapılan oylama<br />

sırasında, uluslararası kamuoyu, Filistin sorununa<br />

ilişkin temel parametreleri açıklamıştır. BM<br />

Genel Kurulu’ndaki müzakereler sırasında, karara<br />

destek veren ve vermeyen devletler, şu ilkeleri<br />

ifade etmişlerdir:<br />

<br />

çözülmelidir. Bu devletler, 1967 Savaşı öncesi<br />

sınırlar üzerinden belirlenmelidir.<br />

ğımsız<br />

devlete sahip olmalıdır.<br />

<br />

varlığını koruması doğaldır.<br />

<br />

ve ortak hareket etmelidir.<br />

60


Kapak Konusu<br />

<br />

tedbirler”, sorunun çözümü için uygun değildir.<br />

Taraflar, karşılıklı müzakereler yoluyla<br />

soruna çözüm bulmak durumundadır.<br />

Amerikan ve Mısır yönetimlerinin aracılığı sayesinde,<br />

İsrail ile Filistin yönetimi arasında ateşkesin<br />

imzalanması sağlanmıştır. BM’deki oylama<br />

neticesinde, Filistin yönetimi, yukarıdaki parametreler<br />

ışığında, uluslararası kamuoyundan<br />

destek almıştır.<br />

Kararın ardından, İsrail yönetimi, Doğu Kudüs’te<br />

3 bin konutluk yeni yerleşim yerleri inşa etme kararı<br />

almıştır. Bu adımıyla, BM Genel Kurulu’nda<br />

alınan kararı hukuksal ve siyasal olarak tanımadığını<br />

ifade eden İsrail yönetimi, aynı zamanda<br />

Doğu Kudüs’te kendi lehinde bir oluşum ortaya<br />

çıkarmaya çalışmakta ve Filistinlilerin, başkenti<br />

Doğu Kudüs olan bağımsız devlet idealini fiilen<br />

ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Ancak<br />

İsrail’in bu politikası, BM Güvenlik Konseyi üye<br />

devletleri, Avrupa Birliği ve diğer devletler tarafından<br />

ağır bir şekilde eleştirilmektedir. Özellikle<br />

uluslararası kamuoyu, artık İsrail’in bu “aşırı militarist<br />

tavrına” ve fiili olarak 1967 Savaşı öncesi<br />

sınırları temel almayan bir çözüm önerisine sıcak<br />

bakmadığını açıkça sergilemiştir.<br />

Sonuç olarak, İsrail yönetimi, halen daha aşırı<br />

güvenlikleştirilmiş bir dış politika üzerinden hareket<br />

etmekte ve Soğuk Savaş mantığına uygun<br />

olarak bölge politikalarını değerlendirmektedir.<br />

Fakat bu tavır, artık diğer devletler, hatta Başkan<br />

Obama tarafından onaylanmamaktadır. Aynı şekilde,<br />

Hamas ve Hizbullah gibi grupların silahlı<br />

eylemleri de aynı şekilde uluslararası kamuoyu<br />

tarafından tasvip edilmemektedir. Filistinli gruplar,<br />

kendi aralarında uzlaşarak, müzakereler yoluyla<br />

soruna çözüm bulmak için gayret etmelidir.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

, Kudüs: Ahva Press, 2006, s. 20-23.<br />

<br />

3 Zalman Abramov, , Rutherford, NJ, Farleigh Dickonson<br />

University Press, 1976.<br />

4 Ofra Bengio, New York,<br />

Palgrave, 2004.<br />

<br />

6 Mark Heller, , Londra, Oxford University Press, 2000, s.<br />

16.<br />

7 Yoash Tsiddon-Chatto, “Israel-Arabia Eye to Eye with the Future,” -<br />

<br />

8 “The security fence and the buffer zone as a successful obstacle to terrorism,” -<br />

<br />

<br />

9 Süleyman Özmen, <br />

Kudüs: Hamakor Press, 1997, s. 118.<br />

11 Barry Buzan, , Sussex:<br />

Wheatsheaf Books Ltd, 1983.<br />

<br />

13 Chaim Herzog ve Shlomo Gazit, , New York:<br />

Vintage Books, 2005, s. 21–24 ve 48.<br />

14 Musa Alami, “The Lesson of Palestine”, <br />

15 Arnold J. Toynbee, “Foreword”, <br />

<br />

ix; Walid Khalidi, “Why Did the Palestinians Leave Revisited”, <br />

<br />

16 Benny Morris, New York: Alfred<br />

Knopf,, 1999, 6. bölüm, s. 289–290; John Mearsheimer ve Stephen M. Walt, <br />

New York: Farrar, Straus And Grioux, 2007, s. 25.<br />

<br />

<br />

<br />

61


Kapak Konusu<br />

Tarım sektörünün Filistin GSYH’ına ve istihdama katkısı giderek azalmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi elbette<br />

tarıma elverişli toprakların yetersizliği ve İsrail işgalidir.<br />

Filistin Ekonomisinin Genel Özellikleri<br />

Basic Characteristics of Palestine’s Economy<br />

Harun ÖZTÜRKLER<br />

Abstract<br />

Palestine comprises West Bank and Gaza Strip. The purpose of this study is to analyze the basic characteristics<br />

of Palestine’s economy. According to the World Bank’s country classification on the basis of per capita<br />

gross national income, Palestine is a lower-middle income country. On the other hand, Palestine faces a<br />

deepening poverty problem. To solve poverty problem and improve its economic development level, Palestine<br />

needs a new development strategy that covers all sectors of the economy. This development strategy must give<br />

priority to investment projects that will produce goods to substitute import from Israel and through Israel.<br />

However, preparation and implementation of such a development plan requires lifting of Israel’s embargo<br />

and establishment of Palestine’s geographic and political unity. Specifically, free movement of goods and<br />

people between West Bank and Gaza Strip is a prerequisite for Palestine to become a sate. In addition, the<br />

economic integration between West Bank and Gaza Strip will create a more efficient and larger domestic<br />

market. Palestine economy grew on average 9% between 2009 and 2011. However, growth rates differ significantly<br />

between West Bank and Gaza Strip; growth rates were 6.4% in the former and 17% in the latter. The<br />

most important problem of Palestine’s economy is unemployment rate. Today, every one of four persons in<br />

the labor force is unemployed. On the other hand, inflation rate is low. Very low level of private saving rate<br />

together with high public sector deficit leads to very high current account deficits. At present, current account<br />

deficit is mostly financed by foreign donations. Decrease in such donations put the functioning of both<br />

Palestine’s economy and the government at risk.<br />

Keywords: Palestine, economic structure, poverty, unemployment, current account deficit, donation, economic<br />

planning<br />

62


Kapak Konusu<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

Giriş<br />

Bilindiği gibi Filistin bugün Batı Şeria ve Gazze<br />

Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsamaktadır. Bu<br />

çalışma bu iki bölgeli Filistin ekonomisinin genel<br />

özelliklerini ortaya koymayı amaçlamaktadır.<br />

Bu iki bölge ekonomik açıdan önemli yapısal<br />

farklılıklar göstermektedir. Bu çalışmada Filistin<br />

ekonomisi bir bütün olarak değerlendiriliyor olmasına<br />

karşın, iki bölge arasındaki temel makroekonomik<br />

farklılar da ortaya konmaktadır. Bu<br />

coğrafi bölünmüşlük yanında bütüncül bir politik<br />

yapının da söz konusu olmaması, Filistin için<br />

bir ekonomi politikası ve etkilerinin değerlendirmesini<br />

olanaksız kılmaktadır. Ekonomik yapı ve<br />

politika büyük ölçüde İsrail ile ilişkiler ve dış yardımlar<br />

çerçevesinde şekillenmektedir. Ferguson<br />

(2007) tarafından da belirtildiği gibi, işgal dönemince<br />

İsrail’in uyguladığı ekonomi politikaları<br />

uygulamaları bu iki bölgenin hem işgücü hem de<br />

mal ihracı kanalları ile tümüyle İsrail’e bağımlı<br />

hale gelmesine neden olmuştur. 1 2005 yılı öncesi<br />

dönemde bir ekonominin bir yılda ürettiği tüm<br />

nihai mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade<br />

eden gayri safi yurtiçi hâsılanın (GSYH) önemli<br />

bir kısmını oluşturan bu iki kanal hem işgücünün<br />

büyümesini önlemiş hem de ekonominin düşük<br />

nitelikli işçilikle mal ve hizmet üreten bir yapıya<br />

sahip olmasına neden olmuştur. 2005 sonrası dönemde,<br />

bu iki kanalın kapanması ise ekonomiyi<br />

hem büyük bir sorunla yüz yüze bırakmış hem<br />

de yeni bir yapının oluşturulmasının önünü açmıştır.<br />

Bu yeni ekonomik yapı ancak ekonominin<br />

tüm sektörlerini içeren yeni bir ekonomik kalkınma<br />

planlaması ve uygulaması ile oluşturulabilir.<br />

Böyle bir ekonomik kalkınma planının hazırlanıp<br />

uygulanabilmesi ise elbette İsrail’in “çitleme”<br />

politikasının ortadan kalkmasına, Filistin’in<br />

coğrafi ve politik bütünlüğünün kurulmasına ve<br />

uygun politik ve ekonomik ortamın oluşmasına<br />

bağlıdır. Al-Naqib (2003) böyle bir ekonomik alt<br />

yapının oluşmasının ancak Filistin’in kurumsal<br />

yapısının bir “kalkınma devleti”ne dönüştürülebilmesine<br />

bağlı olduğunu vurgulamaktadır. 2<br />

Dünya Bankası’nın (DB) (2012) Filistin ile ilgi<br />

olarak yayınladığı bir rapor Filistin ekonomisinin<br />

bugün dış yardım olmadan işlerliğinin oldukça<br />

zor olduğuna işaret etmektedir. 3 Bu raporda<br />

Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında insanların ve<br />

malların hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket<br />

etmelerinin Filistin’in bir devlet olabilmesinin<br />

temel şartı olduğuna işaret edilmektedir. Öte<br />

yandan, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında oluşturulacak<br />

ekonomik entegrasyon, daha etkin ve<br />

büyük bir iç piyasanın oluşmasını sağlayacaktır.<br />

Bilindiği gibi, ekonomik gelişmenin iki ön şartından<br />

biri nitelikli ve yeterli üretim faktörlerinin<br />

varlığı, diğeri ise etkin bir biçimde işleyen büyük<br />

bir ulusal piyasanın varlığıdır. Filistin’in bu ayrık<br />

iki parçasının ekonomilerinin entegre olmaları<br />

aynı zamanda, üretim faktörleri ve malların hareketi<br />

yoluyla fiyatların ve gelirlerin birbirlerine<br />

yakınsamalarına ve kaynakların daha etkin kullanımına<br />

katkı sağlayacaktır. Filistin’de bugünün<br />

geçerli tanımlarıyla bir ekonomiden söz edebilmemiz<br />

için bir diğer koşul ise kendisi dışında<br />

yer alan üretim faktörlerini bir araya getiren ve<br />

<br />

63


Kapak Konusu<br />

üretimi organize eden bir özel sektör girişimci<br />

grubunun ortaya çıkarılması ve özel sektörün<br />

geliştirilmesidir. Özel sektörün ekonomik gelişmenin<br />

bir parçası olabilmesi ise her şeyden önce<br />

İsrail’in her türlü ambargoyu ve sınırlandırmayı<br />

kaldırmasına bağlıdır. Filistin ekonomisinin en<br />

acil sorunu ise ulaşım, iletişim ve enerji gibi alt<br />

yapı eksikleridir. Eğitim ve sağlık insan sermayesinin<br />

oluşumunun ve etkin kullanımının ön<br />

koşullarıdır. Filistin’in alt yapıya ilişkin bu sorunlarının<br />

giderilmesi ekonomik gelişmesinin<br />

başlayabilmesinin diğer olmazsa olmazları arasındadır.<br />

Filistin Ekonomisinin Temel Yapısal<br />

Özellikleri, Sorunlar ve Çözüm Önerileri<br />

Bilindiği gibi, ekonomik yapıdan kastedilen temel<br />

sektörler olarak adlandırılan sanayi, tarım ve<br />

hizmetleri sektörlerinin GSYH’nın yaratılmasına<br />

ne ölçüde katkı yaptıklarıdır. Filistin Merkezi<br />

İstatistik Bürosu’nun raporuna 4 göre, 2011 yılı<br />

itibariyle sanayi sektörünün GSYH’nın oluşuma<br />

katkısı %37, tarım sektörünün katkısı %4 ve hizmetler<br />

sektörünün katkısı %59’dur. Bu bölüm,<br />

Filistin ekonomisini bu üç alt sektör çerçevesinde<br />

değerlendirmektedir. Nasr’a (2002) göre,<br />

tüm sorunlarına rağmen kısa dönemde Filistin<br />

sanayi sektörü İsrail’in (ekonomik) ambargosuna<br />

karşı mücadelede önemli bir rol oynayabilecek<br />

kapasitededir. 5 Uzun dönemde ise sanayi sektörü<br />

ekonomik kalkınmanın öncü sektörü rolünü<br />

oynayacaktır. Gelişmiş ülkelerin, özellikle de<br />

yeni sanayileşmiş Güneydoğu Asya ülkelerinin<br />

tecrübeleri göstermektedir ki, uygun sanayileşme<br />

stratejilerinin geliştirilmesi ve uygulanması<br />

sanayi sektörünün rekabetçi kapasitesini yükselterek<br />

ekonomik büyüme hızının artırılmasını ve<br />

sonuçta ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesini<br />

sağlamaktadır. Filistin sanayi sektörü için<br />

ilk adım politik çerçeveyi ve mevcut doğal ve<br />

insan kaynaklarını göz önüne alan açık bir stratejinin<br />

belirlenmesidir. Kısa dönemde bu strateji<br />

İsrail’in işgalinin sürmesinin toprak, su ve diğer<br />

kaynakların kullanımının İsrail tarafından sınırlandırıldığı<br />

ve mevcut politik ve ekonomik zorlukların<br />

iyi yetişmiş insan kaynağının göçüne neden<br />

olduğu olgularını hesaba katmalıdır. Bunun<br />

yanında, kısa dönemde yatırım ortamının iyileştirilmesi<br />

uzun dönem ekonomik kapasitenin en<br />

önemli belirleyicilerinden biri olacaktır. Böyle<br />

bir yatırım ortamı, emek yoğun ve tarım ve sanayi<br />

sektörlerini entegre eden yatırımların gerçekleştirilmesine<br />

ve böylece hem en önemli sorunlardan<br />

biri olan işsizliğin azaltılmasına hem de<br />

İsrail’den ve İsrail üzerinden ithal edilen ürünleri<br />

ikame eden ürünlerin üretilmesini sağlayarak<br />

dışa bağımlılığın azaltılmasına katkı sağlayacaktır.<br />

Sermaye birikiminin düzeyi de dikkate alındığında<br />

Filistin’de kısa dönem sanayileşme stratejisi<br />

küçük ve orta boy sanayi işletmeleri (KOBİ)<br />

üzerine yoğunlaşmalıdır. Bu tür işletmeler genel<br />

olarak hem daha rekabetçi bir yapıya sahiptirler<br />

hem de ekonomik krizler ve dalgalanmalara<br />

karşı daha çabuk adapte olabilmektedirler.<br />

KOBİ’lerin bir diğer önemli özellikleri ise genel<br />

olarak emek yoğun teknolojiler kullanmalarıdır.<br />

KOBİ’ler yoluyla çok farklı sanayi malı üretilmesi<br />

Arap ülkeleri ile entegrasyona ve böylece İsrail’e<br />

olan bağımlığın azaltılmasına katkı sağlayacaktır.<br />

Tam bağımsız ve birleşik bir Filistin’in kurulduğu<br />

varsayımı ile orta vade ise temel amaç sanayi sektörünün<br />

liberalizasyonu, Filistin ekonomisinin<br />

rehabilitasyonu ve bölgesel ve uluslararası entegrasyonu<br />

olmalıdır. Uzun dönem ekonomik kalkınmanın<br />

kısıtları, sınırlı kaynaklar ve küçük bir<br />

ulusal piyasadır. Bu nedenle uzun dönem sanayi<br />

stratejisi, bu kısıtları göz önüne almalıdır. Uzun<br />

dönem sanayi stratejisi, ihracata dönük ve teknoloji<br />

ürünleri üretecek ve nitelikli işgücü temeline<br />

dayanacak bir sanayi sektörü oluşturmayı planlamalıdır.<br />

Uzun yıllar süren savaş ve işgal, Filistinlilerin<br />

sermayelerini yurtdışına çıkarmalarına<br />

neden olmuştur. Bağımsız bir Filistin Devleti’nin<br />

yaratılması bir yandan yurtdışındaki Filistinlilerin<br />

sermayelerini Filistin’e getirmelerine, diğer<br />

yandan yabancı doğrudan sermayenin Filistin’e<br />

yatırım yapmasına ve böylece sanayi sektörünün<br />

kurulmasına katkı sağlayacaktır.<br />

Tarım sektörü hem GSYH’ya katkısı yönüyle<br />

ekonomik anlamda ama aynı zamanda yaşamın<br />

idamesi için gerekli olan besin maddelerini<br />

üretmesi anlamında önemlidir. Sanayi sektörü<br />

ve hizmetler sektörü ile kıyaslandığında daha<br />

emek yoğun bir üretim tekniğine sahip olması,


Kapak Konusu<br />

Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında insanların ve malların hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket etmeleri<br />

Filistin’in bir devlet olabilmesinin temel şartıdır.<br />

tarım sektörünü en önemli istihdam yaratma<br />

biçimi haline getirmektedir. Ancak Sabri (2008)<br />

tarafından da belirtildiği gibi, tarım sektörünün<br />

Filistin GSYH’ına ve istihdama katkısı giderek<br />

azalmaktadır. 6 Bunun en önemli nedenlerinden<br />

birisi elbette tarıma elverişli toprakların yetersizliği<br />

ve İsrail işgalidir. Ancak Bankacılık sektörünün<br />

çeşitli nedenlerle tarım sektörüne kredi<br />

vermekte gösterdiği isteksizlik ve birçok durumda<br />

karşılanması oldukça güç koşullar ileri sürülmesi<br />

tarımsal faaliyetin finansmanı sorununu<br />

derinleştirmekte ve tarımsal aktiviteyi olumsuz<br />

etkilemektedir. Tarımsal ürün üreticilerinin dini<br />

nedenlerle kredi kullanmamaları ve topraklarını<br />

teminat göstermeye yanaşmamaları da tarımsal<br />

aktivitenin finansmanı sorununu artırmaktadır.<br />

Filistin’de sigorta sektörü en az gelişmiş sektörlerden<br />

birisidir. Ancak, ekonomik aktivitenin en<br />

riskli olduğu sektörlerden biri olan tarım sektöründe<br />

sigorta oldukça önemlidir. Tarımsal sigortanın<br />

gelişmemişliği tarımsal aktiviteyi sınırlandıran<br />

bir diğer faktör konumundadır. Tarımsal<br />

ekonomik aktiviteyi düzenleyen ve denetleyen<br />

modern yasal bir çerçevenin olmaması da tarımsal<br />

aktivitenin modern olmayan bir biçimde<br />

yürütülmesine neden olmaktadır. Filistin’de tarım<br />

sektöründeki sorunların kısa dönemde etkin<br />

çözümlerinden birisi tarımsal kredi, üretim ve<br />

pazarlama kooperatifleri olabilir. Bu tür kooperatifler<br />

biryandan tarımsal aktivitenin finansmanı<br />

probleminin çözüme katkı sağlarken, diğer<br />

yandan parçalanmış küçük toprakların bir araya<br />

getirilerek sabit maliyetlerin azaltılmasına, modern<br />

teknolojilerin kullanılmasına olanak sağlar.<br />

Bu kooperatifler daha etkin pazarlama teknikleri<br />

de sunarak, karlılığın artmasına katkı sağlar.<br />

Hizmetler sektörünün GSYH’a katkısı göz önüne<br />

alınarak Filistin ekonomisini bir hizmet ekonomisi<br />

olarak tanımlayabiliriz. Ekonomik kalkınma<br />

kuramı bir ülkenin temel sanayi alt yapısının<br />

oluşturulması sonrasında hizmetler sektörü<br />

ürünlerine yönelik talebin artacağını öngörmekte<br />

ve bu nedenle hizmetler sektörünü türev bir sektör<br />

olarak tanımlamaktadır. Ancak her ülke aynı<br />

ekonomik kalkınma patikasını izlememekte ve<br />

<br />

65


Kapak Konusu<br />

sektörel, bölgesel, ekonomik refahın dağılımı v.b.<br />

birçok yönden eşitsiz ekonomik gelişme biçimleri<br />

gözlemlenmektedir. Bu türden bir gelişmenin<br />

Filistin için de geçerli olduğunu ileri sürebiliriz.<br />

El-Jafari, Makhool ve Lafi (2003), 1970’ler ile kıyaslandığında<br />

Filistin hizmetler sektörünün hem<br />

GSYH’ya katkı, hem de yatırım, istihdam ve teknolojik<br />

özellikleri yönleri ile önemli ölçüde geliştiğini<br />

ileri sürmektedirler. 7 Ancak işgal ve ülkede<br />

politik ve ekonomik istikrarın olmaması yatırım<br />

riskini artırmaktadır. Bunun yanında, ulusal para<br />

biriminin olmaması, sektörün aradığı nitelikte<br />

işgücünün yetersizliği ve kurumsal çerçevenin<br />

uygun düzenleme ve denetleme sağlayamaması<br />

gibi nedenler de sektörün istenen düzeyde gelişmesini<br />

engellemektedir. Tarihi ve doğal özellikleri<br />

göz önüne alındığında, gelişmiş bir turizm sektörünün<br />

Filistin ekonomisinin motoru işlevini<br />

görebileceğini, özellikle kısa dönemde niteliksiz<br />

işgücü için önemli bir istihdam yaratabileceğini<br />

ve bu sektörde yaratılan katma değerin sanayi ve<br />

tarım sektörlerindeki yatırımların finansmanını<br />

kolaylaştırabileceği vurgulanmalıdır.<br />

Filistin Ekonomisinin Temel Ekonomik<br />

Büyüklükleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi<br />

Uluslararası Para Fonu (IMF) (2012) tarafından<br />

hazırlanan rapora 8 göre 2011 yılı itibariyle<br />

Filistin’in nüfusu 4,2 milyondur. Bilindiği gibi<br />

DB, ülkeleri kişi başına gayrisafi ulusal gelir bazında<br />

düşük, orta-düşük, orta-yüksek ve yüksel<br />

gelir grubu olmak üzere dört kategoriye ayırmaktadır.<br />

9 Bu sınıflandırmaya göre Filistin 1,026-<br />

4,035 dolar arasında kişi başına gelire gelir sahip<br />

ülkelerin yer aldığı orta-düşük kategorisinde<br />

yer almaktadır. Filistin’de 2011 yılı itibariyle kişi<br />

başına gelir 2,394 dolar olmasına karşın ağır bir<br />

yoksulluk sorunu ile yüz yüzedir: 2011 yılı için<br />

Batı Şeria’da yoksulluk oranı %18 ve Gazze’de<br />

yoksulluk oranı %39’dur. Böylesine derin bir yoksulluk<br />

oranının temel nedeni hiç kuşkusuz yarım<br />

yüzyıldır süren savaş, işgal ve ambargodur. Öte<br />

yandan, bu büyüklükte yoksulluk oranının gerisinde<br />

yatan bir ekonomik çerçeve söz konusudur.<br />

Bu ekonomik çerçeveyi değerlendirebilmek için<br />

aşağıdaki Tablo’da Filistin ekonomisine ilişkin<br />

temel ekonomik büyüklükler yansıtılmaktadır.<br />

Tablo: Filistin Ekonomisinin Temel Ekonomik Büyüklükleri<br />

<br />

6,720 8,331 9.982<br />

7.4 9.8 9.9<br />

7.1 6.8 5.2<br />

8.4 19.5 23.0<br />

1,708 2,050 2,394<br />

25 24 21<br />

4.3 2.8 2.7<br />

18.3 18.5 18.5<br />

6.3 7.9 -8.8<br />

-12.0 -10.6 -27.3<br />

-26.4 -16.7 -10.8<br />

<br />

<br />

-38.1 -25.9 -36.7<br />

<br />

<br />

-12.0 -10.6 -27.3<br />

Kaynak: Kanaan, Oussama. Udo Kock, and Mariusz Sumlinskin (2012), Recent Experience and Prospects of the<br />

Economyof the West Bank and Gaza, Staff Report Prepared for the Ad Hoc Liaison Committee, New York, www.<br />

imf.org/wbg.<br />

66


Kapak Konusu<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

Tablo’dan Filistin ekonomisinin üç yıl içerisinde<br />

nominal fiyatlarla GSYH’sını yaklaşık olarak 1.5<br />

kat artırdığını gözlemlemekteyiz. Küresel ekonomide<br />

derin bir krizin yaşanmasına karşın Filistin<br />

ekonomisinin son üç yılda ortalama olarak %9<br />

oranında bir büyüme performansı göstermiştir.<br />

Ancak ekonomik büyüme Batı Şeria ve Gazze’de<br />

birbirinden oldukça farklıdır. Batı Şeria’da ortalama<br />

büyüme oranı yaklaşık olarak %6,4 iken,<br />

Gazze’de yaklaşık olarak %17’dir. Öte yandan<br />

son üç yılda nüfus artışının da etkisi ile GSYH<br />

1,5 kat artmasına karşın, kişi başına gelir 1,4 kat<br />

artabilmiştir. Filistin ekonomisinin temel sorunu<br />

oldukça yüksek işsizlik oranıdır. Filistin’de işgücü<br />

içerisinde yer alan her dört kişiden biri işsizdir.<br />

Bu işsizlik oranı yüksek yoksulluk düzeyinin temel<br />

nedenidir. Enflasyon oranı ise oldukça düşük<br />

düzeydedir. Yüksek işsizlik oranı ve düşük<br />

gelir düzeyi düşük enflasyonu açıklayan faktörlerdir.<br />

Yüksek işsizlik oranı aynı zamanda çalışan<br />

nüfusun çalışmayan nüfusa oranı olarak tanımladığımız<br />

bağımlılık oranının da yüksek olmasına<br />

neden olmaktadır. Yüksek bağımlılık oranı ve<br />

düşük gelir ile birlikte tasarruf oranının oldukça<br />

düşük olmasına neden olmaktadır. Düşük özel<br />

tasarruf düzeyi, yüksek kamu açıkları ile birlikte<br />

oldukça yüksek cari işlem açıklarına neden olmaktadır.<br />

Tablo’da cari işlemler açıklarının resmi<br />

transferler hariç ve dahil olmak üzere iki farklı<br />

biçimde verilmesinin nedeni dış yardımların Filistin<br />

ekonomisinin işleyişinde ne denli büyük<br />

bir öneme sahip olduğunu yansıtmaktır. Dış yardımların<br />

azalması Filistin ekonomisinin ve özellikle<br />

hükümetin işleyişini oldukça zor durumda<br />

bırakmaktadır.<br />

Sonuç<br />

Bilindiği gibi Filistin bugün Batı Şeria ve Gazze<br />

Şeridi’nden oluşan iki bölgeyi kapsamaktadır. Bu<br />

çalışma bu iki bölgeli Filistin ekonomisinin genel<br />

özelliklerini analiz etmektedir. DB’nın yaptığı<br />

sınıflandırmaya göre Filistin 1,026-4,035 dolar<br />

arasında kişi başına gelire gelir sahip ülkelerin<br />

yer aldığı orta-düşük kategorisinde yer almaktadır.<br />

Buna karşın Filistin ağır bir yoksulluk sorunu<br />

yüz yüzedir. Bu sorunu gidermesi, genel anlamda<br />

kalkınma sorununu çözebilmesi için Filistin’in<br />

ekonominin tüm sektörlerini içeren yeni bir ekonomik<br />

kalkınma planlamasına ihtiyaç vardır. Bu<br />

kalkınma planlaması İsrail’den ve İsrail üzerinden<br />

ithal edilen ürünleri ikame eden ürünlerin<br />

üretilmesini sağlayarak dışa bağımlılığın azaltılmasına<br />

katkı sağlayacak yatırım projelerine öncelik<br />

vermelidir. Böyle bir ekonomik kalkınma<br />

planın hazırlanıp uygulanabilmesi ise elbette<br />

İsrail’in “çitleme” politikasının ortadan kalkmasına,<br />

Filistin’in coğrafi ve politik bütünlüğünün<br />

kurulmasına ve uygun politik ve ekonomik ortamın<br />

oluşmasına bağlıdır. Özellikle, Batı Şeria<br />

ve Gazze Şeridi arasında insanların ve malların<br />

hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hareket etmeleri<br />

Filistin’in bir devlet olabilmesinin temel şartıdır.<br />

Ayrıca, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasında oluşturulacak<br />

ekonomik entegrasyon daha etkin ve<br />

büyük bir iç piyasanın oluşmasını sağlayacaktır.<br />

Filistin’de tarıma elverişli toprakların yetersizliği<br />

ve İsrail işgali, tarımın GSYH’ya ve istihdama<br />

katkısını büyük ölçüde sınırlandırmaktadır. Ta-<br />

<br />

67


Kapak Konusu<br />

rımsal ekonomik aktiviteyi düzenleyen ve denetleyen<br />

modern yasal bir çerçevenin olmaması da<br />

tarımsal aktivitenin modern olmayan bir biçimde<br />

yürütülmesine neden olmaktadır. Filistin’de<br />

tarım sektöründeki sorunların kısa dönemde etkin<br />

çözümlerinden birisi tarımsal kredi, üretim<br />

ve pazarlama kooperatifleri olabilir. GSYH’ya<br />

katkısı göz önüne alındığında Filistin ekonomisini<br />

bir hizmet ekonomisi olarak nitelemek olanaklıdır.<br />

Tarihi ve doğal özellikleri göz önüne<br />

alındığında, gelişmiş bir turizm sektörünün de<br />

içinde yer aldığı hizmet sektörünün Filistin ekonomisinin<br />

motoru işlevini görebileceği, özellikle<br />

kısa dönemde niteliksiz işgücü için önemli bir<br />

istihdam yaratabileceği ve bu sektörde yaratılan<br />

katma değerin sanayi ve tarım sektörlerindeki<br />

yatırımların finansmanını kolaylaştırabileceği<br />

vurgulanmalıdır.<br />

Filistin ekonomisinin 2009-2011 yılları arasında<br />

ortalama olarak %9 oranında bir büyüme performansı<br />

göstermiştir. Ancak ekonomik büyüme<br />

Batı Şeria ve Gazze’de birbirinden oldukça farklıdır.<br />

Batı Şeria’da ortalama büyüme oranı yaklaşık<br />

olarak %6,4 iken, Gazze’de yaklaşık olarak<br />

%17’dir. Filistin ekonomisinin temel sorunu oldukça<br />

yüksek işsizlik oranıdır. Filistin’de işgücü<br />

içerisinde yer alan her dört kişiden biri işsizdir.<br />

Bu işsizlik oranı yüksek yoksulluk düzeyinin temel<br />

nedenidir. Filistin’de enflasyon oranı ise oldukça<br />

düşük düzeydedir. Öte yandan, Filistin’de<br />

tasarruf oranı oldukça düşüktür. Düşük özel tasarruf<br />

düzeyi, yüksek kamu açıkları ile birlikte<br />

oldukça yüksek cari işlemeler açıklarına neden<br />

olmaktadır. Yüksek cari işlemler açıkları büyük<br />

ölçüde dış yardımlarla kapatılmaktadır. Dış yardımların<br />

giderek azalması ise Filistin ekonomisinin<br />

ve özellikle hükümetin işleyişini oldukça zor<br />

durumda bırakmaktadır.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

1 Ferguson, Shaun, “Gaza in the Post-Separation Environment: A Simulation Exercise”, Palestine Economic Research<br />

Institute, http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/gaza.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012)<br />

2 Al-Naqib, Fadel Mustafa, “Towards a Palestinian Developmental Vision”, Economic Research Institute, http://www.<br />

mas.ps/2012/sites/default/files/Summary1_14.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

3 Dünya Bankası, “Stagnation of Revival: Palestinian Economic Prospects”, www.wrolbank.org (Erişim Tarihi: 24<br />

Aralık 2012).<br />

4 Palestinian Central Bureau of Statistics (PCBS), “The Press Report of the Economic Forecasting 2012”, Ramallah,<br />

Palestine, 2012.<br />

5 Nasr, Mohammed, “The Role of Industrial Sector in Palestinian Economic Development”, Palestine Economic Policy<br />

Research Institute, http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/Industry.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

6 Sabri, Nidal Rashid, “Financing the Palestinian Agricultural Economy”, Palestine Economic Policy Research Institute,<br />

http://www.mas.ps/2012/sites/default/files/summary%20english.pdf (Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

7 El-Jafari, Mahmoud, Basim Makhool ve Nasr Atyani, “Palestinian Services Sector and Its Role in Economic<br />

Development”, Palestine Economic Policy Research Institute, http://idl-bnc.idrc.ca/dspace/bitstream/10625/32441/1/124235.pdf<br />

(Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

8 Kanaan, Oussama., Udo Kock , and Mariusz Sumlinskin, “Recent Experience and Prospects of the Economy of<br />

the West Bank and Gaza”, Staff Report Prepared for the Ad Hoc Liaison Committee, New York, www.imf.org/wbg<br />

(Erişim Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

9 Dünya Bankası, “How We Classify Countries”, http://data.worldbank.org/about/country-classifications (Erişim<br />

Tarihi: 24 Aralık 2012).<br />

68


İnceleme<br />

AK Party initiated in 2009 the democratic opening, which appeared promising as it envisaged a peaceful solution to the Kurdish problem.<br />

The Kurdish challenge to the<br />

Turkish Nation-State<br />

Ofra BENGIO<br />

Özet<br />

Kuruluşunun 90. yılında, Türk devleti mevcut ulus-devlet ile kendine tehdit oluşturan paralel devlet arasında<br />

bir mücadele ile karşı karşıyadır. Bu tehdidin birçok sebebi vardır. Kürtlere göre Kemalistlerin geliştirmiş<br />

oldukları model tek bir ulusun, yani Türklerin, varlığını tanıyan; Kürtlerin varlığını ise yok sayan bir devlet<br />

anlamına gelmekteydi. Bu anlamda modern devlet en azından Osmanlı Devleti döneminde kimliklerini<br />

koruyabilen ve özgürlükleri olan Kürtler için bir engel teşkil etmekteydi. Dolayısıyla bu noktada sorulması<br />

gereken sorular şunlardır: AK Parti bu sorunla başa çıkabilmek için nasıl bir teşebbüste bulundu? Bu teşebbüsü<br />

önceki hükümetlerin teşebbüslerinden ayıran özellikler nelerdi? Bu gelişmelerin sebepleri ve başlıca<br />

dönüm noktaları nelerdir? Kürt tarafının geçirdiği değişimler nelerdir?<br />

<br />

69


İnceleme<br />

By the time the AKP came to power in 2002, the Kurdish question<br />

could no longer be portrayed as solely a terrorist problem, as had<br />

been the case in earlier decades, because the Kurds had fashioned a<br />

genuine national movement with a legal party, institutions and strong<br />

popular support, which manifested itself in civil disobedience and intifada-like<br />

uprisings in the streets.<br />

Abstract<br />

In its 90th year of its existence the Turkish state<br />

is facing a race between the existing nation-state<br />

framework and the parallel state which is challenging<br />

it. The causes for this challenge are manifold<br />

but the most important ones are the decades<br />

of forced assimilation of the Kurds and the denial<br />

of their unique ethno-national identity by this<br />

very nation-state. For the Kurds, the model which<br />

had been developed by the Kemalists meant a<br />

state which recognized the existence of one nation<br />

only, that of the Turks, while obliterating<br />

altogether that of the Kurds. In this sense, the<br />

modern state represented a setback for the Kurds<br />

who under the Ottoman Empire had enjoyed at<br />

least the freedom to keep their identity intact.<br />

The questions that must be posed are therefore:<br />

How did the AKP attempt to cope with the problem<br />

and in what ways did it differ from its predecessors?<br />

What are the causes for, and the main<br />

turning points of these developments? What are<br />

the changes that the Kurdish camp itself has undergone?<br />

Keywords: Nation-state, ethno-national identity,<br />

parallel state, AKP’s paradoxes, delegitimization,<br />

Oslo process<br />

Introduction<br />

Prime Minister Tayyip Erdogan’s declarations<br />

and actions in the last few months regarding the<br />

Kurdish issue and the Partiya Karkeren Kurdistan<br />

(PKK) leave one utterly confused. One day<br />

he declares that the PKK members are terrorists,<br />

hence he will not sit with them at the same table,<br />

and the next day he says exactly the opposite. 1 In<br />

fact, throughout his decade in power, Erdogan<br />

has been issuing contradictory proclamations<br />

on the Kurdish issue. Often, he spoke of Turkish<br />

citizenship as being a supra-ethnic identity in<br />

which Turks, Kurds and others may enjoy equal<br />

citizenship, but he also frequently emphasized,<br />

in the traditional Kemalist vein, that in Turkey<br />

there is “one state, one flag, one homeland, one<br />

nation”. 2 On another occasion, he modified the<br />

formula in a way which was favorable to the<br />

Kurds, declaring: “we did not say one language;<br />

we said one flag, one religion, one state.” 3 Indeed,<br />

under successive Justice and Development<br />

Party (AKP) governments, the Kurdish issue<br />

became multi-dimensional, full of paradoxes<br />

and far more complicated than at any time in<br />

the past. The questions that must be posed are<br />

therefore: What are the causes for, and the main<br />

turning points of these developments? What are<br />

the changes that the Kurdish camp itself has undergone?<br />

How did the AKP attempt to cope with<br />

the problem and in what ways did it differ from<br />

its predecessors?<br />

Winds of change<br />

In the last decade a convergence of internal and<br />

external developments came together to catapult<br />

the Kurdish issue onto center stage in Turkish<br />

politics. The first cluster of causes was related to<br />

the geopolitical changes in the Middle East during<br />

the last decade. These include the Gulf war<br />

70


İnceleme<br />

of 2003; the “Arab spring” upheavals, beginning<br />

at the end of 2010; the withdrawal of the American<br />

forces from Iraq at the end of 2011; and the<br />

Syrian Kurdish self-assertion, resulting in their<br />

takeover of their region from the Assad regime<br />

in July 2012. Each of these developments opened<br />

a new Kurdish Pandora’s box for regional states,<br />

and particularly for Turkey.<br />

The second set of causes was related to the<br />

transformations in the Kurdish domestic scene<br />

in Turkey. By the time the AKP came to power<br />

in 2002, the Kurdish question could no longer be<br />

portrayed as solely a terrorist problem, 4 as had<br />

been the case in earlier decades, because the<br />

Kurds had fashioned a genuine national movement<br />

with a legal party, institutions and strong<br />

popular support, which manifested itself in civil<br />

disobedience and intifada-like uprisings in the<br />

streets. What is more, this movement challenged<br />

the very ethos of a nation-state on which the<br />

Turkish Republic was established. 5 The Kurdish<br />

challenge to the state was a kind of a belated<br />

reaction to the years of forced assimilation and<br />

denial of Kurdish identity by the state.<br />

The AKP’s own policies and constraints constituted<br />

the third set of causes. The 2003 decision<br />

not to allow the US-led coalition forces to<br />

launch attacks against Iraq from Turkish lands,<br />

the AKP’s efforts, up to a certain point in time,<br />

to join the EU, the attempts to appeal to both<br />

Kurds and Turks in Turkish election campaigns,<br />

and the pressures from the Turkish ultra nationalist<br />

camp, together formed the background to<br />

the volatile and zigzagging policies of the AKP<br />

toward the Kurds.<br />

Turkey’s policy towards the Kurds under the<br />

AKP displays many paradoxes which in turn exacerbated<br />

Ankara’s dilemmas and the challenges<br />

facing it. Domestically, AKP governments exhibited<br />

greater liberalism and openness toward the<br />

Kurdish issue than any of its predecessors, yet<br />

the PKK and the Kurdish national movement as<br />

a whole were solidified significantly by the time<br />

of AKP’s third term in 2011.<br />

Regarding relations with the Kurdistan Regional<br />

Government (KRG) in Iraq, the AKP began its<br />

first term by adamantly opposing official relations<br />

or formal recognition, lest this entity became<br />

a model for emulation by the Kurds in<br />

Turkey. However, by its third term, the AKP had<br />

become one of the most important partners of<br />

the KRG, thus contributing willy-nilly to the latter’s<br />

contagious effect on Turkey’s Kurds. Similarly,<br />

one of the motives for the marriage of convenience<br />

with Syria under Bashar al-Assad was<br />

the need to curb PKK activities which had been<br />

backed by Damascus, but it was this very AKP<br />

government which decided in 2011 to end this<br />

special relationship following the outbreak of<br />

the Syrian civil war, and thus open up another<br />

Kurdish front, in the south. Finally, one of the<br />

objectives for Turkey’s initial rapprochement<br />

with Iran was the need to coordinate policies<br />

vis-à-vis the Kurds in the entire region, but the<br />

subsequent estrangement between Ankara and<br />

Tehran, especially in the last year, has revived to<br />

a certain extent Iran’s support of the PKK.<br />

While these policies may reflect pragmatism and<br />

flexibility on the part of the AKP, they nonetheless<br />

have added to the complexity of the Kurdish<br />

question. As a rule, it was the Kurds who always<br />

felt encircled by hostile states. Now Turkey’s situation<br />

mirrors that of the Kurds, as Ankara feels<br />

encircled by a Kurdish problem on many fronts,<br />

and in which internal and external challenges<br />

have become intertwined. Indeed the AKP has<br />

had to devise a different strategy for each of the<br />

Kurdish fronts, while having to differentiate between<br />

“good Kurds” and “bad Kurds” in Turkey<br />

itself, as well as between “good Kurds” in Iraq<br />

and “bad Kurds” in Syria.<br />

To be sure from a military standpoint the objective<br />

situation might not be as threatening as it<br />

might initially appear. The Turkish army, one of<br />

the biggest in NATO, infinitely dwarfs the outlawed<br />

PKK guerrilla army, whose numbers are<br />

estimated at 6000. However, what is more important<br />

is Ankara’s own threat perceptions. In<br />

the 1990s, the two domestic issues that determined<br />

Turkey’s threat perceptions were radical<br />

<br />

71


İnceleme<br />

Islamism and Kurdish revisionism. 6 But with the<br />

ascendance of the pro-Islamist AKP to power<br />

in 2002, the threat of radical Islamism gradually<br />

lost its urgency, leaving the Kurdish problem<br />

alone at the top. As a matter of fact, the real danger<br />

did not lie in the military realm but rather in<br />

the severe harm being done to the social fabric<br />

of society, thus posing a major challenge to the<br />

foundational ethos of the state.<br />

The AKP’s dilemma: Coping with a terrorist<br />

organization or a national movement?<br />

The Kurdish problem has been steadily growing<br />

for many years, like a snowball in slow motion.<br />

From the late 1940s and for more than thirty<br />

years afterwards, the so-called “silent years”, no<br />

Kurdish problem officially existed in the Turkish<br />

public sphere. When the matter suddenly flared<br />

up in the mid 1980s, it was widely perceived and<br />

officially portrayed as purely a terrorist problem<br />

that could and should be solved by force.<br />

However, the “terrorist problem” has gradually<br />

metamorphosed into a national movement with<br />

profound impact on all facets of Turkish life, politically,<br />

economically and socially. 7 Moreover, it<br />

proved to be Ankara’s Achilles heel, for it was periodically<br />

manipulated by its neighbors, each in<br />

its own turn, with a view to destabilizing Turkey.<br />

What were the AKP’s strategies for coping with<br />

the problem? Ideologically, the AKP sought to<br />

engage the Kurdish rank and file by appealing to<br />

the Islamic bond of solidarity between Turks and<br />

Kurds. This approach was, in fact, reminiscent of<br />

Kemal Ataturk’s during the Turkish war of independence<br />

in the early 1920s, when he employed<br />

the bond of Islam as an important tool for gaining<br />

Kurdish support and mobilizing them to fight in<br />

the war against the invading Christian states. Of<br />

course, the prime difference between these two<br />

governments is the AKP’s genuine commitment<br />

to Islam and its desire to spread Islamic norms<br />

and practices throughout the country, including<br />

among the Kurds. 8 To encourage this new form<br />

of Islamo-Ottoman bonds, the AKP dispatched<br />

10,000 imams to the Kurdish region to preach to<br />

the Kurds (in Turkish). 9<br />

Economically, the AKP declared its willingness<br />

to encourage investments in the underdeveloped<br />

Kurdish southeastern part of the country and to<br />

offer new opportunities for Kurdish businessmen<br />

and entrepreneurs. 10 Yet, after a decade of<br />

the AKP being in power the Kurdish areas remained<br />

the most underdeveloped region in the<br />

country. Similarly, the AKP government began<br />

dealing with the acute problem of forced displacement<br />

of Kurds, which had reached its apex<br />

in the 1990s. Realizing that this has become a<br />

hotbed for PKK supporters the AKP agreed in<br />

2004 to pay compensation for village evacuations.<br />

11 However, on the ground not much was<br />

achieved.<br />

Politically, the AKP initiated in 2009 the “Kurdish<br />

opening” or the “democratic opening”<br />

(acilim), which appeared promising as it envisaged<br />

a peaceful solution to the problem. 12 It even<br />

engaged secretly the PKK to this end. 13 In early<br />

2009, a Turkey state delegation led by Hakan<br />

Fidan, later to be appointed as director of the<br />

National Intelligence Service (MIT), approached<br />

Abdullah Ocalan and requested that he produce<br />

a statement of his views. The result was the<br />

“Road Map” document written by Ocalan from<br />

his prison in Imrali Island where he has been<br />

serving life imprisonment since his abduction<br />

and conviction in 1999. As its author suggests,<br />

the “Road Map” document was aimed at presenting<br />

solutions to the Kurdish question and bringing<br />

democratization to Turkey. 14 It was indeed<br />

the centerpiece of the secret dialogue between<br />

the AKP and the PKK which took place in Oslo<br />

probably between 2009-2011 and which was<br />

broken off in mid 2011. Erdogan subsequently<br />

acknowledged the existence of such talks saying<br />

“they did meet; I myself had given the instructions.”<br />

15 We do not know whether the AKP’s Oslo<br />

initiative was a strategic plan that had failed to<br />

gain traction, or merely a tactical move aimed<br />

at winning the support of the Kurdish electorate<br />

in the June 2011 elections. The co-chair of<br />

the Kurdish Peace and Democratic Party (Baris<br />

Democratic Partisi; BDP) Selahattin Demirtas, is<br />

certain that it was the latter: Here is what he had<br />

to say:<br />

72


İnceleme<br />

Prime Minister Erdogan labels the BDP an extension of a terror organization.<br />

The fundamental result that the government<br />

hoped to get from the meetings was buying time.<br />

The fact that the meetings were carried on from<br />

the 2009 local elections up to the June 2011 parliamentary<br />

elections and then terminated makes<br />

us think that the government wanted to stall the<br />

PKK in order to gain votes. 16<br />

What is certain is that the results of the June<br />

2011 elections left the impression that the AKP<br />

did choose the right track, for it had succeeded<br />

in attaining the majority of the Kurdish votes.<br />

Shortly after this impressive success, however,<br />

a combination of internal and external factors<br />

eclipsed the AKP’s gains. The AKP’s “civilian soft<br />

coup” against the Turkish military and the trials<br />

of high ranking military personnel, including the<br />

chief of staff, caused severe disorientation and<br />

demoralization in the army, weakening significantly<br />

its hand vis-à-vis the PKK. One particular<br />

incident illustrates the awkward situation into<br />

which the military had been put: A commander<br />

of a military station near the Iraqi border asked<br />

his headquarters whether he should return fire<br />

at attacking PKK militants because he did not<br />

want to be put on trial later on. 17 The clipping<br />

of the army’s wings had another unexpected result,<br />

namely that it removed the major common<br />

denominator that had united the AKP and the<br />

Kurds: the goal of depoliticizing and weakening<br />

the military.<br />

Another important development which surfaced<br />

even before the June 2011 elections was<br />

the growing nationalist tendencies of the AKP.<br />

Whereas in 2005, Erdogan had portrayed Turkey<br />

under the AKP as a multi-ethnic and multi-<br />

<br />

73


İnceleme<br />

religious society far removed from the nationalist-chauvinist<br />

stance of earlier governments,<br />

five years later, the AKP itself began adopting<br />

an increasingly nationalist tone with a view to<br />

winning the votes of Turkey’s ultra-nationalist<br />

sector. 18 This new stance contributed to the polarization<br />

of Turkish society and to the growing<br />

rift between Turks and Kurds. It also further empowered<br />

the radicals in the Kurdish camp itself.<br />

Indeed, nationalism was on the rise in both sides<br />

especially among the youth. 19<br />

From the Kurdish perspective, the AKP’s policies<br />

were perceived as moving one step forward<br />

and two steps back. While the AKP took such<br />

moves as opening a Kurdish TV station or easing<br />

the ban on the use of the Kurdish language, it has<br />

also detained more than 7,000 Kurdish activists<br />

in recent years. 20 Parallel to the “Kurdish opening”,<br />

the AKP government cynically initiated<br />

a broad wave of arrests of officials, politicians,<br />

academics and NGO workers on the fabricated<br />

grounds of belonging to a terrorist organization.<br />

Demirtas explained the rationale behind these<br />

arrests that had begun on April 14, 2009, saying<br />

that they roughly coincided with the period<br />

when the İmralı (Ocalan) and Oslo meetings began.<br />

Accordingly, he concluded that the government<br />

had used the law-enforcement mechanism<br />

in order to strengthen the AKP’s hand in negotiations<br />

with the PKK and its leader. 21 Be it as it<br />

may, the government’s half-hearted gestures to<br />

the Kurds in the realm of culture and language<br />

could no longer satisfy the national-political expectations<br />

of a movement which was on the rise.<br />

On another level, the AKP’s attempts to sap the<br />

power of the ethno-national Kurdish bond by<br />

stressing Islamic loyalty began causing a backlash.<br />

In an attempt to pull the rug out from under<br />

the feet of AKP’s appeal to the more conservative-Islamic<br />

parts of Kurdish society, Kurdish<br />

organizations have started to mobilize Islam for<br />

their own purposes. Thus, in recent years the<br />

PKK has employed Imams, Friday prayers and<br />

an Islamic discourse in order to compete with<br />

the AKP. One of these initiatives was “civic Friday<br />

prayers,” which are held in the open and in<br />

which the sermons are conducted, for the first<br />

time, in Kurdish and not Turkish. The Kurds<br />

came to describe these prayers as “anti-state<br />

prayers,” during which Kurds vocally demand<br />

their rights. Blaming the AKP for promoting “religious<br />

assimilation” a group of Kurdish imams<br />

and Islamic scholars called Diay-der launched a<br />

boycott against state-controlled mosques. One<br />

of the participants in these prayers said: “We<br />

boycott the state, the party that runs it and their<br />

mosques that pretend nothing is happening to<br />

the Kurds in Turkey.” 22<br />

Erdogan did not remain idle vis-à-vis these<br />

moves, which potentially threatened to undermine<br />

his base of support among the Kurds.<br />

One tactic was to accuse the PKK and the BDP<br />

of being non-Muslims. Thus, in one of his visits<br />

to Diyarbakir, he attacked the PKK, saying<br />

that they were not religious and that moreover,<br />

they perceived Ocalan as their prophet: “They<br />

are cheating you, so let us teach them a lesson”,<br />

he declared. 23 Another means for delegitimizing<br />

the Kurdish opposition, especially the PKK was<br />

to periodically label them as Zoroastrians, i.e.<br />

infidels. 24 Thus, in one of his speeches, Erdogan<br />

declared that “the terrorist organization [PKK] is<br />

far from God, it is Zoroastrian”. 25 On yet another<br />

occasion he charged that “the terrorists’ place is<br />

clear. They are Zoroastrians” 26<br />

A parallel state vis-à-vis the nation-state<br />

If there is one issue that unites Kurds in Turkey,<br />

be they pro-AKP or pro-BDP, it is their demand<br />

for recognition of their particular collective<br />

identity. During the Kemalist era, Kurds were<br />

designated as “mountain Turks” or “reactionaries”,<br />

27 something now deemed utterly unacceptable<br />

by the Kurds. Accordingly, the Kurdish national<br />

movement in Turkey underwent of late an<br />

important development: the bifurcation in the<br />

means of struggle between violent and non-violent<br />

methods. At the very time that the PKK and<br />

the Turkish army escalated their mutual attacks,<br />

the Kurdish non-violent movement also reinforced<br />

its efforts to obtain greater visibility and<br />

recognition by the Turkish state and the world at


İnceleme<br />

ment<br />

to cope with because such tactics, if adopted in the future, are<br />

likely to gain for the Kurds international attention and sympathy, and<br />

thus bring pressure to bear on Ankara much more than armed attacks<br />

could do.<br />

large. The reinforcement of the Kurdish national<br />

movement took various forms including acts<br />

of civil disobedience, demonstrations, protests,<br />

hunger strikes and even boycott of parliament<br />

activities.<br />

The latest expression of this kind of activity was<br />

the hunger strike among some 700 Kurdish prisoners,<br />

which included members of the BDP and<br />

ordinary, unaffiliated Kurds as well. The strike<br />

which lasted for 68 days between September<br />

and November 2012 had among its aims the release<br />

of Ocalan from prison. Ironically enough,<br />

it was only Ocalan’s call to stop the strike that<br />

convinced the strikers to do so, but the government<br />

did not reciprocate by releasing him. These<br />

Ghandi style protests were much more difficult<br />

for the government to cope with because such<br />

tactics, if adopted in the future, are likely to gain<br />

for the Kurds international attention and sympathy,<br />

and thus bring pressure to bear on Ankara<br />

much more than armed attacks could do.<br />

Meanwhile, the Kurdish national movement<br />

has also redoubled its efforts to build what was<br />

termed “the parallel state” in Turkey. BDP cochair<br />

Selahattin Demirtas called on the government<br />

to change its policies, saying: “Leave this<br />

lawlessness to one side and start acting like a<br />

government and a state -- there is a people in<br />

front of you. Look, a Kurdish state is being constructed<br />

in the Middle East.” 28 While Demirtas<br />

might have been referring to the KRG, he probably<br />

also sought to send a message about the situation<br />

of the Kurds in Turkey as well. The body<br />

behind the establishment of “the parallel state” is<br />

the Union of Kurdistan Communities (KCK), a<br />

semi-clandestine organization considered to be<br />

the PKK’s arm for infiltrating into Kurdish society.<br />

The KCK’s activities were reinforced following<br />

the BDP’s success in the municipal elections<br />

of 2009, which resulted in 99 municipalities being<br />

headed by Kurdish mayors. 29 Allegedly, the<br />

KCK controls the mayors and deputies of the legal<br />

party, the BDP. It also collects the “revolutionary<br />

tax” both in Turkey and abroad. According to<br />

an audit by the ministry of finance, the Kurdish<br />

municipalities have paid at least €12 million to<br />

the guerrillas. 30 Prime Minister Erdogan himself<br />

acknowledged the existence of the “parallel<br />

state” and his determination to clamp down on<br />

those involved, warning: “Turkey cannot accept<br />

a parallel state. People who criticize these operations<br />

support and serve terrorism. We will not<br />

put down our weapons.” 31<br />

For all of Erdogan’s warnings, the Kurdish national<br />

movement was given a further boost by<br />

the contagious effect of the uprising in Syria,<br />

which has impacted the Kurds in Turkey on<br />

three different levels. First, the AKP’s vigorous<br />

anti-Assad stance and its support for the Syrian<br />

opposition led Assad to renew his support for<br />

the PKK as a quid pro quo. Second, the bolstering<br />

of the Syrian Kurds’ position as a result of<br />

their takeover of the Kurdish regions in Syria in<br />

July 2012 and their demands for a federated political<br />

system became a source of emulation for<br />

<br />

75


İnceleme<br />

the Kurds of Turkey. Third, the border between<br />

Turkish and Syrian Kurds became porous, thus<br />

strengthening cross-border influences between<br />

the two communities.<br />

Due to all these developments the Turkish government<br />

and militant Kurds have gone to new<br />

extremes since the summer of 2012. The PKK<br />

escalated significantly its operations in Turkey,<br />

among other things, due to the fact that a third<br />

of its members are believed to be Syrian Kurds.<br />

In another development, the PKK changed its<br />

strategy from “hit and run” to ‘’hit and stay” attacks.<br />

Thus, it attempted for the first time in its<br />

history to take control of a certain area in Hakkari.<br />

So serious the situation appeared that an<br />

army ex general, Osman Pamukoglu, stated that<br />

“Hakkari slipped from our hands”. 32<br />

For its part, the Turkish army escalated its activities<br />

against the PKK. The following statistics<br />

published by military sources may give a clue<br />

to the intensity of fighting. Over five months<br />

the army reportedly carried out 974 operations,<br />

killed 373 PKK fighters and lost 88 soldiers. 33 PM<br />

Erdogan claimed in September 2012 that 500<br />

PKK militants had been “rendered ineffective”,<br />

namely killed within one month. 34 For its part,<br />

the PKK maintained that the army had carried<br />

out 223 operations as against 303 operations of<br />

the PKK, in which the PKK killed 1035 soldiers<br />

and lost 101 guerrillas. 35 According to a more<br />

objective source, between June 2011 and November<br />

2012 more than 870 persons lost their<br />

life in the conflict. 36 Indeed, these numbers and<br />

the wide coverage by the media of such operations<br />

indicate that a small scale civil war is taking<br />

place.<br />

At the same time another important change took<br />

place in the Turkish discourse: While the Kurdish<br />

issue has been a taboo for decades, in the last<br />

few months it became the most debated issue<br />

in public life. The trickle became an avalanche<br />

following the upheavals in Syria and takeover of<br />

the Kurdish region in the summer of 2012. Many<br />

intellectuals and journalists now talk of the need<br />

to solve the Kurdish problem peacefully so as to<br />

pull the rug out from under the feet of the PKK;<br />

to ward off the Kurdish danger emanating from<br />

Syria; to keep the KRG-Turkish marriage of convenience<br />

on track; and finally, to safeguard the<br />

vested interests which many Turks, including<br />

even members of the MHP, the ultra nationalist<br />

party, have in the KRG.<br />

Many Turks and Kurds alike have pinned their<br />

hopes on the new constitution which is currently<br />

being drafted, desiring that it will establish a new<br />

framework for state-Kurd relations and enhance<br />

the prospects for a peaceful solution to the issue.<br />

37 However, rather than bringing representatives<br />

of the BDP into the process, the AKP sought<br />

to marginalize them and even to close down the<br />

party because of its alleged organic links with the<br />

PKK, which is listed as a terrorist organization<br />

by the Turkish government as well as European<br />

countries and the US. Erdogan, who labeled the<br />

lawful BDP “an extension” of a “terror organization,”<br />

38 continues to threaten to strip the BDP’s<br />

parliament members of their immunity and put<br />

them on trial. Such posture has contributed<br />

further to the alienation of the Kurds from the<br />

Turkish state and accelerated the moves for the<br />

establishment of the Kurdish parallel state.<br />

Conclusion<br />

In its 90 th year of its existence the Turkish state<br />

is facing a race between the existing nation-state<br />

framework and the parallel state which is challenging<br />

it. The causes for this challenge are manifold<br />

but the most important ones are the decades<br />

of forced assimilation of the Kurds and the<br />

denial of their unique ethno-national identity by<br />

this very nation-state. For the Kurds, the model<br />

which had been developed by the Kemalists<br />

meant a state which recognized the existence of<br />

one nation only, that of the Turks, while obliterating<br />

altogether that of the Kurds. In this sense,<br />

the modern state represented a setback for the<br />

Kurds who under the Ottoman Empire had enjoyed<br />

at least the freedom to keep their identity<br />

intact. Thus, the delegitimization of Kurdishness<br />

by the state brought about the delegitimization<br />

of the state in the eyes of many Kurds.<br />

76


İnceleme<br />

The dismantling of the Kemalist state by the AKP<br />

aroused hopes among the Kurds that this move<br />

would be followed by a revolutionary change toward<br />

the Kurds as well. Indeed, the early years<br />

of AKP rule were marked by some openness toward<br />

the issue. However, a decade on, the Kurdish<br />

question is far from being solved. The inconsistent,<br />

zigzag policies of the AKP are one of the<br />

causes. The fact that the government perceived<br />

every Kurd who is fighting for recognition of<br />

his identity to be a terrorist is another one. The<br />

growing Islamo-nationalist tendencies of the<br />

AKP have also contributed to the growing chasm<br />

between Turks and Kurds. Seen from the Kurdish<br />

perspective, for all the positive actions of the<br />

AKP, by 2012 the government’s red line continued<br />

to be “protecting the ethnically Turkish, unitary,<br />

centralized character of the existing system.<br />

The government continued to have a backward,<br />

apprehensive approach regarding recognition of<br />

the fundamental rights that Kurds derive from<br />

their status as a people . ” 39 To sum up, unless the<br />

AKP accepts a multi-ethnic model of a state for<br />

Turkey, the race might end with the parallel state<br />

demanding a separate state. One can already<br />

hear such voices, not only among Kurds but also<br />

Turks as well. 40<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

2 Enno Maessen, , Master Thesis, Utrecht<br />

University, June 2012, p. 59.<br />

3 , 5 May 2012.<br />

4 For such perception during the 1990s, see, Kemal Kirisci and Gareth Winrow, <br />

, Frank Cass, London, 1997, p.2.<br />

5 For the articulation of the challenge to the nation-state, see Abdullah Ocalan, <br />

International Initiative Edition, 2012.<br />

6 On these two threat perceptions see, for example, Hakan Yavuz, “Search for a New Social Contract in<br />

Turkey: Fethullah Gülen, the Virtue Party and the Kurds”, 19.1, 1999, p. 130.<br />

7 Cuma Cicek, “Elimination or integration of pro-Kurdish politics: Limits of the AKP’s democratic initiative”<br />

vol.12, no.1, 15-26 March, 2011.<br />

8 By 2009 Turkey boasted of 85,000 mosques and 90,000 Imams. Also, between 2002 and 2007, spending<br />

of the governmental directorate of religious affairs grew five fold. Rachel Sharon-Krespin, “Fethullah<br />

Gulen’s grand ambition”, , Winter 2009, vol. XVI, No. 1, p. 55.<br />

<br />

10 In spite of such endeavors the Kurdish eastern region remained behind in the economic sphere. The<br />

least developed is Tunceli, the center of anti government activities, whose export was zero in 2012.<br />

<br />

<br />

11 Reportedly two million Kurds were displaced between 1984-1994 alone. Deniz Gokalp, <br />

, ,<br />

PHD dissertation, University of Texas, 2007, pp.71-72.<br />

<br />

77


İnceleme<br />

12 For this experiment see, Michael Gunter, “The closing of Turkey’s opening”, , 20<br />

<br />

<br />

13 According to one source AKP held secrets contacts with PKK as early as 2005. Ivan Watson and Gul tuysuz,<br />

<br />

<br />

14 Abdullah Ocalan, International Initiative Edition, 2012.<br />

<br />

<br />

16 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />

17 , 8 September 2012.<br />

18 There are scholars who argue that nationalist tendencies continued to persist under the AKP as well. See<br />

for example, Enno Maessen, Master Thesis,<br />

Utrecht University, June 2012.<br />

19 , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.24..<br />

<br />

<br />

April 2009. , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.7.<br />

21 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />

<br />

<br />

24 Ocalan was believed to have had a negative view of Islam and in the 1980s he prohibited praying in his region.<br />

Later however, he adopted a more pragmatic approach. Emrullah Uslu, <br />

: , The University of Utah, 2009,<br />

pp. 153-154.<br />

<br />

<br />

<br />

around the 6 th century BCE in ancient Persia. Some Kurds whom I interviewed said proudly that they were<br />

Zoroastrians.<br />

<br />

<br />

27 Enno Maessen, Master Thesis, Utrecht<br />

University, June 2012, p. 54.<br />

28 <br />

<br />

<br />

<br />

30 <br />

<br />

31 <br />

<br />

32 <br />

<br />

33 <br />

34 BBC, 17 September 2012.<br />

35 <br />

36 , Europe Report, no. 222, 30 November 2012, p.2.<br />

37 For a discussion on the importance of the constitutional change see, Kerim Yildiz, “Turkey’s Kurdish conflict:<br />

Pathways to progress”, , vol. 14, No.4, 2012, pp.158-159.<br />

38 <br />

<br />

39 Jake Hess, “The AKP’s ‘new Kurdish strategy’ nothing of the sort”, , 2 May 2012.<br />

40 Interviews with Kurds and Turks who asked to remain anonymous.<br />

78


İnceleme<br />

Mübarek döneminde Mısırlıların bırakın gösteri yapmayı yakınına bile yaklaşamadığı Başkanlık Sarayı, Mursi karşıtlarınca abluka altına<br />

alınmış ve devlet başkanı güçlükle ve geniş güvenlik kordonu ile giriş çıkış yapabilmiştir.<br />

Devrim Sonrası Mısır’da Güç Mücadelesi:<br />

“İslamcı İktidar vs. Seküler Muhalefet”<br />

Power Struggle in post-Revolution Egypt:<br />

“Islamist Government vs. Secular Opposition”<br />

İsmail Numan TELCİ<br />

Abstract<br />

Post-revolutionary Egyptian political life has been experiencing one of the most arduous power struggles<br />

since the beginning of the revolution. Muslim Brotherhood dominated government is confronted with secular-liberal<br />

political actors of the opposition camp. At some point of the struggle the opposition seemed to<br />

have better representation of its position in terms of media coverage and international support. In contrast,<br />

President Morsi and other Islamist power centers had difficulties in successfully handling the demands of<br />

the opposition. Powerful Islamists of Egypt therefore could hardly overcome the constitutional referendum<br />

process that dominated Egyptian politics in the last two months of 2012. This article is an account to clarify<br />

the reasons that (1) allowed opposition to better position and explain itself in the latest crisis and (2) pushed<br />

Islamist political actors to the corner where they could only respond to the political attacks of the opposition.<br />

Keywords: Muslim Brotherhood, Muhammad Morsi, opposition, media, judiciary<br />

<br />

79


İnceleme<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

Mısır Devrimi en sancılı dönemlerinden birisini<br />

2012’nin son aylarında yaşadı. 22 Kasım’da Cumhurbaşkanı<br />

Muhammed Mursi’nin yayınladığı 6<br />

maddelik bildiri diken üstünde olan iktidar ile<br />

muhalefet arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine<br />

yol açtı. Bildirinin ardından muhalefet<br />

özellikle Kahire’de büyük kitleleri meydanlara<br />

dökerek Mursi karşıtı kampanyasını hızlandırdı.<br />

Buna cevaben Muhammed Mursi Anayasa<br />

Komisyonu’nun 6 aydan fazla bir süredir üzerinde<br />

çalıştığı anayasa taslağı için 15 Aralık’ta<br />

referandum yapılacağını duyurdu. Bu noktadan<br />

sonra muhalefetin aldığı tavır daha da sertleşirken,<br />

özellikle kitle gösterileri ve medya aracılığı<br />

ile Devlet Başkanı Mursi aldığı kararlardan vazgeçirilmeye<br />

çalışıldı.<br />

Muhalefet gösterilerinin ve iktidar karşıtı medya<br />

kampanyasının boyutu kimi zaman şaşırtıcı boyutlara<br />

ulaşmıştır. Mübarek döneminde Mısırlıların<br />

bırakın gösteri yapmayı yakınına bile yaklaşamadığı<br />

Başkanlık Sarayı, Mursi karşıtlarınca<br />

abluka altına alınmış ve devlet başkanı güçlükle<br />

ve geniş güvenlik kordonu ile giriş çıkış yapabilmiştir.<br />

Cumhurbaşkanı her ne kadar orduya talimat<br />

vererek bu gruplara müdahalede bulunma<br />

seçeneğine sahip olsa da buna başvurmayarak<br />

olayların şiddete dönüşmesini engellemiş ve bazı<br />

muhalefet liderlerinin bu yöndeki “umutlarını”<br />

boşa çıkarmıştır.<br />

Yine olayların yoğunlaştığı günlerde muhalefet<br />

medyayı başarılı bir şekilde kullanıma sokarak<br />

gösterilerin kamuoyundaki etkisini önemli bir biçimde<br />

manipüle etmiştir. Nitekim Mısır medyasının<br />

büyük kısmına hakim olan sermaye liberal,<br />

seküler ve Mübarek döneminden kalma aktörlerin<br />

elindeydi. Bu anlamda gösterilerin medya<br />

kanallarında yansıtılışı da muhalefeti “kayıran”<br />

ve iktidarı “şeytanlaştıran” bir biçimde gerçeklemiştir.<br />

Öyle ki Başkan Mursi birçok gazetede<br />

ve televizyon kanalındaki yorumlarda “Diktatör”,<br />

“Yeni Firavun”, “Hitler” ve “Faşist” gibi benzetmelerle<br />

anılmış, yayınların birçoğuyla ülkede bir<br />

İslamcı iktidar korkusu yaratılmaya çalışılmıştır.<br />

Müslüman Kardeşlerin İslami ajandasını ülkeye<br />

dayatmak istediği, olaylar sırasında şiddet<br />

kullandığı ve göstericilere saldırdığı teması gün<br />

boyunca yapılan canlı yayınlarda işlenmiştir.<br />

Seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanına karşı<br />

gösterilerin yönlendiricileri olan El-Baradey,<br />

Amr Musa ve Hamden Sabbahi gibi isimlerin bu<br />

medya organlarının sahipleri ile yakın ilişkileri<br />

resmin daha da anlaşılır olmasını sağlamaktadır.<br />

Bu gelişmeler ışığında bu yazıda özellikle Kasım<br />

ayıyla birlikte Mısır’da daha da belirginleşen<br />

iktidar ile muhalefet arasındaki zıtlaşmanın<br />

sebepleri üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken<br />

ilk önce iktidarın kendisinden kaynaklanan nedenlere<br />

değinilecek daha sonra da muhalefetin<br />

kitleleri arkasına alarak nasıl önemli bir oranda<br />

kamuoyunu yönlendirmeyi başardığı konusu ele<br />

alınacaktır.<br />

Müslüman Kardeşler ve İktidar “Tecrübesi”<br />

Kısaca “İhvan” olarak isimlendirilen Müslüman<br />

Kardeşler 1928’de Hasan El-Benna tarafından İslami<br />

hassasiyeti olan bir sosyal ve siyasal örgüt<br />

80


İnceleme<br />

olarak hayat geçtikten sonra Mısır başta olmak<br />

üzere tüm Arap dünyasında aktif bir sivil toplum<br />

örgütü olarak faaliyetlerini sürdürdü. Mısır özelinde<br />

İhvan’ı en zorlayan konu siyasal iktidarla<br />

arasındaki anlaşmazlıkların çoğu zaman grubun<br />

aleyhinde sonuçlar doğurmasıydı. Her ne kadar<br />

grup kurulduğu günden bu yana sosyal anlamda<br />

güçlenerek büyüdüyse de bu süreçte büyük baskılara,<br />

kısıtlamalara ve yasaklamalara maruz kalmıştı.<br />

1952’de Kral Faruk’un askeri bir darbeyle<br />

devrilişinin ardından iktidara gelen Cemal Abdül<br />

Nasır ile ilk etapta işbirliği yapan İhvan Hareketi,<br />

1954’te Nasır’a suikast girişimiyle ilişkilendirilmiş,<br />

ardından yoğun bir baskı ve tutuklama süreci<br />

ile karşılaşmıştır. 1970’de Enver Sedat, grubun<br />

faaliyetlerine bir nebze olsun rahatlama getirmiş<br />

ancak Sedat’ın suikastle öldürülüşünün ardından<br />

Mübarek’in iktidara gelmesi ile yeniden baskılar<br />

artmıştır. Mübarek’in 30 yıllık rejimi Müslüman<br />

Kardeşlerin sosyal anlamdaki varlığına herhangi<br />

bir zarar verememiş ancak grubun siyasi anlamda<br />

gelişimini ve tecrübe kazanmasını engellemiştir.<br />

2011 yılında Mübarek’in devrilmesi ile Müslüman<br />

Kardeşler siyaset alanında kendisini gösterme<br />

şansını yakalamış, kurduğu Özgürlük ve<br />

Adalet Partisi ile devrim sonrası ilk seçimleri kazanmıştır.<br />

2012 yılındaki Başkanlık seçimlerini<br />

de yine İhvan’ın adayı Muhammed Mursi’nin kazanmasıyla<br />

grubun Mısır siyasetindeki etkinliği<br />

daha da görünür hale gelmiştir. Buna karşın İhvan<br />

Hareketi ve grubun siyasi aktörleri özellikle<br />

Kasım ayında daha da görünür hale gelen muhalif<br />

hareket karşısında “pasif” olarak nitelendirilebilecek<br />

bir “tepkisizlik siyaseti” sürdürmektedirler.<br />

Gerek Cumhurbaşkanı Mursi’nin muhalefet karşısında<br />

aldığı önlemler gerekse İhvan tabanının<br />

düzenlediği kitle gösterileri muhalefetin etkinliğini<br />

kırmakta yeterli olamamıştır. Peki, Mısır ve<br />

Batı kamuoyunda muhalif hareketin daha görünür<br />

ve baskın olması ve taban anlamında daha<br />

zayıf olmasına karşın sesini daha kuvvetli bir şekilde<br />

duyurmasının Müslüman Kardeşler örgütü<br />

ile ilgili hangi nedenlerden kaynaklanmaktadır?<br />

Birinci neden olarak İhvan hareketinin iktidar ve<br />

devlet yönetimi anlamındaki tecrübesizliğinden<br />

bahsedebiliriz. Bilindiği gibi İhvan son 50 yılını<br />

iktidardaki rejimlere karşı mücadele etmek ve<br />

sosyal alanda gerçekleştirdiği faaliyetlerle ayakta<br />

durmaya çalışmakla geçirmiştir. Bu durum Müslüman<br />

Kardeşlerin iktidardan daha ziyade, “baskı<br />

karşısında ayakta kalma mücadelesi” anlamında<br />

tecrübe kazanması sonucunu doğurmuştur.<br />

İhvan’ın Mübarek sonrası dönemde iktidar kadrolarını<br />

eline almasıyla hareketin bu anlamdaki<br />

tecrübesizliği, bazı zayıflıkların, yöntemsizliklerin<br />

ve deneyimsizliklerin açığa çıkmasıyla görünür<br />

hale gelmiştir. Birçok analistin devrim sonrasında<br />

Müslüman Kardeşlere siyaset kurumu<br />

içerisinde şans verilmesi gerektiğini savunmalarının<br />

nedeni, grubun devrim sonrası Mısır’ında<br />

düzeni sağlama, ekonomik yükselişi başlatma ve<br />

sosyal sorunlara çözüm bulma anlamında başarılı<br />

olacağına inanmalarıydı. Ancak bu analizlerde<br />

göz ardı edilen iki unsurdan birincisi İhvan’ın<br />

“devlet yönetimi” anlamındaki tecrübesizliği,<br />

ikincisi de devrim sonrası bir toplumun düzen<br />

kurma sürecinin kısa vadeli bir projeden daha<br />

fazlasına ihtiyaç duymasıydı.<br />

Öyle ki Muhammed Mursi’nin masasında sadece<br />

anayasanın hazırlanması, yatırımların artması,<br />

sosyal adaletsizliğin giderilmesi gibi konuların<br />

dışında, Mübarek döneminden kalma özellikle<br />

yargıda ve devlet bürokrasisinde yoğunlaşan<br />

aktörlerle mücadele edilmesi, İslami hareketin<br />

önünü kesmek için her türlü yolu deneyen muhalefetin<br />

taleplerinin giderilmesi ve iktidara karşı<br />

topyekün bir karalama kampanyası yürüten<br />

medyanın eline fırsatlar verilmemesi gibi tali<br />

ama iktidarın muhafaza edilmesinde hayati görevler<br />

de bulunmaktaydı. Bu açıdan bakıldığında,<br />

muhalif pozisyonda iken sadece iktidardaki<br />

rejim karşısında ayakta kalma mücadelesinde<br />

bulunan İhvan’ın iktidara geldikten sonra bu<br />

kadar çok boyutlu ve taraflı sorunlar kümesiyle<br />

karşı karşıya kalması hareket için en büyük sorunlardan<br />

bir tanesini oluşturmuştur.<br />

Müslüman Kardeşlerin iktidarının ilk aylarında<br />

siyasi olarak yeteri kadar etkin olmamasının bir<br />

diğer nedeni liderlik kadrosunda yapılan zoraki<br />

tercihler gösterilebilir. Bilindiği üzere İhvan hareketinin<br />

liderliği siyasi kadrolardan farklı belir-<br />

<br />

81


İnceleme<br />

Referandum kararı sonrasında, Yargıçlar Kulübü Başkanı Ahmed El-Zind yaptığı açıklamayla kulübe üye olan yaklaşık<br />

9.000 yargıcın referandumu boykot edeceğini söylemiştir.<br />

lenmektedir. İlk lider Hasan El-Benna’dan itibaren<br />

hareket, yürütme kurulunun belirlediği 8 lider<br />

tarafından yönetilmiştir. 2010 yılında grubun<br />

8. Genel Lideri olarak belirlenen Muhammed<br />

Bedi devrim sürecinde gruba önderlik etmiştir.<br />

Mübarek’in devrilmesinin ardından liberal ve seküler<br />

devrimci grupların kaygılarından dolayı ilk<br />

etapta Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğini<br />

duyuran İhvan hareketi 1 daha sonra bu kararından<br />

vazgeçmiş, grubun en zengin ve karizmatik<br />

üyesi Hayrat El-Şatır’ın Cumhurbaşkanı adayı<br />

olduğunu duyurmuştur. 2 Şatır’ın bilgisayar teknolojileri,<br />

kimyasal maddeler, tekstil, mobilya<br />

ve ülkedeki dış yatırımlarla olan ortaklıklarıyla<br />

meydana gelen zenginliği, grubun birçok sosyal<br />

projesini ekonomik olarak desteklemesi, Mübarek<br />

döneminde uzun yıllarını siyasi tutuklamalar<br />

sonucu hapiste geçirmesi ve tüm bunların bileşiminden<br />

oluşan karizmasından gelmekteydi. 3 Kararın<br />

ardından muhalefetten Şatır’ın adaylığına<br />

yönelik büyük eleştiriler gelmiş, medya ve sosyal<br />

medyada karşı kampanyalar hızla yayılmıştır. 4<br />

Böyle bir ortamda 14 Nisan’da Yüksek Seçim<br />

Komitesi yaptığı açıklamayla Şatır’ın (ve diğer 9<br />

adayın) adaylığının geçerli olmadığını duyurarak<br />

grubu başka bir aday göstermek zorunda bırakmıştır.<br />

5<br />

Uzun yıllardır İhvan üyesi olan ve 30 Nisan<br />

2011’den beri hareketin siyasi kanadı Özgürlük<br />

ve Adalet Partisi’nin liderliğini yürüten Muhammed<br />

Mursi’nin adı ilk kez bu süreçte cumhurbaşkanı<br />

adaylığı için zikredilmiştir. 6 Her ne kadar<br />

hareket içerisinde önemli görevlerde bulunmuş<br />

olsa da Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı için Şatır’a<br />

göre çok daha düşük profilli bir aday olduğu<br />

gerçeği birçoklarınca dile getirilmiştir. Nitekim<br />

gerek grup tabanı gerekse de yönetim kademe-<br />

82


İnceleme<br />

leri devrim sonrası süreçte özellikle karizmasıyla<br />

baskın olabilecek Şatır’ın adaylığının hayati olduğunu<br />

düşünmekteydi.<br />

Mursi’nin Şatır’ın “yedeği” olması yakıştırmasının<br />

üstünden gelmesi bu anlamda zor gözükmekteydi.<br />

Öte yandan Şatır’ın karizması gruba<br />

olan karşıtlığın ve muhalefetin daha da keskin<br />

olması sonucunu doğurmuştur. Bu son iki tespit<br />

Mursi’nin görevdeki ilk üç ayının ardından<br />

birebir yaşanmış, bir taraftan Cumhurbaşkanı<br />

iç politikada düşük profilli bir yönetim sergileyerek<br />

muhalefet karşısında geri adımlar atmak<br />

durumunda kalmış, öte yandan liberal ve seküler<br />

muhalefetin Mursi gibi Şatır’a göre daha az etkin<br />

bir adaya bile ne tür yoğunlukta bir baskı uygulayabileceğini,<br />

dolayısıyla Şatır’ın başkan olması<br />

durumunda muhalif bloğun daha keskin olabileceğinin<br />

işaretlerini vermiştir. Mursi eğer görev<br />

süresi boyunca ayakta kalabildiyse ve muhalefetin<br />

ataklarına karşılık verebildiyse bunu büyük<br />

oranda “İhvan” hareketinin tabanına ve yönetim<br />

kadrosuyla arkasında olmasına borçluydu. Müslüman<br />

Kardeşleri bu anlamda güçlü kılan noktada<br />

tam burada yatmaktadır.<br />

Öte yandan Mursi’nin devrim sonrası süreçte<br />

Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmesi hareket<br />

için başka bir artıyı ve bununla birlikte riski de<br />

beraberinde getirmektedir. Birçok devrim sonrası<br />

süreçte olduğu gibi bu sürecin Mısır’da da sancılı<br />

ve sorunlarla dolu olduğunu/olacağını göz<br />

önünde bulundurursak Mursi gibi çok da yüksek<br />

profilde olmayan bir adayın bu süreci atlattıktan<br />

sonra Şatır gibi daha güçlü ve karizmatik bir başkanın<br />

göreve gelmesi çok daha başarılı bir ikinci<br />

dönem geçirildikten sonra tabanın genişletilmesiyle<br />

daha uzun vadeli bir iktidarın sağlanmasının<br />

önünü açabilir. Cumhurbaşkanı Mursi’nin<br />

Başbakan olarak yine çok bilinmeyen ve siyasi<br />

tecrübesi devrim sonrası dönemde kısa bir süreliğine<br />

Su Kaynakları Bakanlığı yapmakla sınırlı<br />

olan Hişam Kandil’i ataması da bu çerçevede düşünülebilir.<br />

7 Ancak bu önerme, Mursi döneminin<br />

olası ve muhtemel kısa vadeli başarısızlıklarının<br />

seçmende İhvan’ın bu işi beceremediği algısının<br />

oluşması ve sonrasındaki seçimlerde tabanın<br />

tercihlerinin değişmesi riskini barındırmaktadır.<br />

Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mursi ve Müslüman<br />

Kardeşler için bu ilk dönemin görece de olsa başarıyla<br />

atlatılması hayati önem arz etmektedir.<br />

Mursi liderliğinde İslamcı ittifakın bir diğer yumuşak<br />

noktası ise Müslüman Kardeşler ve Selefi<br />

gruplar arasındaki işbirliğinin dönemsel ve<br />

kırılgan doğasının ileriki dönemlerde ortaya çıkarabileceği<br />

sakıncaların varlığıdır. Nitekim iki<br />

ekol arasında önemli farklılıklar bulunmasının<br />

yanında, Selefi grupların kendi aralarındaki ayrışmalar<br />

bile ciddi siyasi pozisyon farklılaşmalarını<br />

beraberinde getirebilmektedir. Kasım ayında<br />

Mursi’nin anayasaya dair aldığı kararlar, Selefi<br />

grupların birçoğu tarafından desteklenmiş ve<br />

anayasa referandumunda bu gruplar “Evet” oyu<br />

kullanmışlardır. Ancak bu durum Müslüman<br />

Kardeşlerin uzun vadede tüm konularda Selefilerin<br />

desteğini alacağı anlamına gelmemektedir.<br />

Selefi hareketin siyasi kanadını oluşturan aktörlerin<br />

Mursi’yi bu süreçte desteklemelerinin<br />

en önemli nedeni devrim sonrası İslami siyaset<br />

tarafından ele geçirilen iktidarın kazanımlarının<br />

Mübarek dönemi kalıntılarına ve seküler-liberal<br />

muhalefete kaybedilmesi korkusudur. Öte<br />

yandan bazı Selefi grupların anayasa referandumunda<br />

“Hayır” oyu vereceğini açıklaması ve yine<br />

özellikle Sina Yarımadası’ndaki Selefi grupların<br />

Mursi yönetiminden rahatsızlıklarını her fırsatta<br />

dile getirmeleri İhvan’ın uzun vadede Selefi desteği<br />

olmadan da ayakta durabilmenin yollarını<br />

aramasını zorunlu kılmaktadır.<br />

Müslüman Kardeşler iktidarının düşük profilli<br />

oluşunda son bir nedenden bahsedecek olursak<br />

dış politikada karşılanamayan beklentilere değinebiliriz.<br />

Her ne kadar Kasım ayında İsrail’in<br />

Gazze’ye yönelik saldırılarının ardından Hamas<br />

ve İsrail arasında ateşkes görüşmelerinin<br />

Kahire’de başarılı bir şekilde yürütülmesi ve<br />

sonlandırılmasının tüm kredisi Cumhurbaşkanı<br />

Mursi’ye gittiyse de görüşmelerin arka planında<br />

Türkiye, Katar ve Amerika gibi aktörlerin de<br />

olduğu bilinmekteydi. Öte yandan Suriye konusunda<br />

Mısır’ın tepkisizliği Arap dünyasının bu<br />

en büyük ülkesine yönelik eleştirileri de beraberinde<br />

getirmekteydi. Her geçen gün Suriye’de kötüleşen<br />

durum karşısında Arap Ligi’nin harekete<br />

<br />

83


İnceleme<br />

geçirilememesinde Mısır’ın pasifliği de Mursi’ye<br />

yönelik eleştiriler arasındaydı. Müslüman Kardeşler<br />

yönetiminin İsrail’e karşı tutumunun beklendiği<br />

kadar sert olmaması da özellikle iktidara<br />

yakın bazı gruplar tarafından yadırganmış ve<br />

Tel-Aviv yönetimine karşı daha sert politikalar<br />

izlenmesi gerektiği argümanları gündeme getirilmiştir.<br />

Öyle ki Kahire’nin İsrail’in yoğun istekleri<br />

sonrasında Gazze’ye açılan Refah sınır kapısı<br />

etrafındaki en büyük ekonomik aktivite olan “tünelleri”<br />

yok etmeye yönelik saldırıları Sina yarımadasında<br />

bu işten hayatını kazanan Mısırlılar<br />

tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. Yine<br />

aynı çerçevede Sina’daki aşırı İslamcı gruplar<br />

üzerindeki baskının yoğunlaşması buradaki Selefi<br />

grupların tepkisini çekmiştir.<br />

İşte tüm bu sorunlar henüz iktidardaki çömezliğini<br />

atamamış olan İhvan’ın politik aktörlerinin<br />

2012’de karşılaştıkları krizler karşısında görece<br />

zayıf ve etkisiz kalmasına neden olmuştur.<br />

Bunu söylemiş olmakla birlikte Cumhurbaşkanı<br />

Mursi’nin anayasa krizini tüm olumsuzluklara<br />

ve protestolara rağmen kısmen de olsa başarıyla<br />

yönettiğini ifade edebiliriz. Nitekim birçok objektif<br />

gözlemcinin belirttiği üzere demokratik<br />

yöntemlerle seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak<br />

Mursi, keskin muhalefete ve yargının engelleme<br />

girişimlerine rağmen anayasa hazırlık sürecini<br />

tamamlamış ve anayasa referandumunun gerçekleştirilmesini<br />

sağlamıştır. 15-22 Aralık tarihlerindeki<br />

referandumda Müslüman Kardeşler ve<br />

diğer İslamcı grupların birçoğunun desteklediği<br />

anayasa %60’ın üzerinde “Evet” oyu alarak kabul<br />

edilmiştir. 8 Bu sonuç haftalardır Mursi ve İslamcı<br />

siyaset karşıtı protestoları sürdüren muhalefet<br />

için önemli bir yenilgi olarak kayıtlara geçmiştir.<br />

Muhalefet Neden Baskın? 9<br />

Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin göreve<br />

gelmesinden bu yana daha da belirginleşen muhalefet<br />

safları genel hatlarıyla liberal ve seküler<br />

devrimci gruplar, Mübarek döneminden kalma<br />

ve özellikle yargı gibi devlet bürokrasisinde kümelenen<br />

aktörler ve Kıpti gruplardan oluşmaktadır.<br />

Her ne kadar Ebu’l Fütuh gibi bazı İslamcı<br />

aktörler de Mursi yönetimine muhalefet ediyorsa<br />

da bu sınırlı düzeyde kalmıştır. Ülkede Kasım<br />

ayının son günleriyle birlikte hareketlenen iktidar-muhalefet<br />

mücadelesindeki son gelişmeler<br />

muhalif aktörlerin daha baskın ve kısmen üstün<br />

bir pozisyonda olduğunu göstermiştir. Bu durum<br />

her ne kadar Mursi’nin anayasa referandumunu<br />

gerçekleştirmesinin önüne geçememişse de<br />

Cumhurbaşkanı’na bazı kararlarında geri adım<br />

attırmış ve özellikle Batı kamuoyunda muhalefetin<br />

haklı bir mücadele içerisinde olduğu imajının<br />

ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Bu sonucun<br />

ortaya çıkması muhalefetin yapısından kaynaklanan<br />

bazı nedenler sayesinde mümkün olabilmiştir.<br />

Bu nedenlerden ilki eski rejim ajanlarının yargı<br />

başta olmak üzere bürokratik yapı içerisinde<br />

derinlemesine nüfuz etmiş olmaları ve bu pozisyonlarını<br />

başarılı bir şekilde muhalefetin yararına<br />

kullanmalarıdır. Bu çerçevede bazı yargı organlarının<br />

Mübarek’in devrilmesinden bu yana,<br />

özellikle de son aylarda aldığı bir takım kararlar<br />

bu durumun en önemli göstergesidir. Haziran<br />

ayında çoğu üyesi Mübarek döneminde atanmış<br />

Anayasa Mahkemesi, ülkenin demokratik bir seçimle<br />

işbaşına gelen ilk parlamentosunu “bağımsız<br />

üyelerin seçiminde anayasaya aykırılık” tespit<br />

ettiği gerekçesiyle feshetmiştir. 10 Temmuz ayında<br />

Muhammed Mursi’nin parlamentoyu yeniden<br />

devreye sokmak için yaptığı girişim yine yüksek<br />

mahkeme tarafından dondurulmuş, bunun<br />

ardından Cumhurbaşkanı “mahkemenin kararına<br />

saygı duyarım” diyerek geri adım atmak zorunda<br />

kalmıştır. Konu daha sonra Yüksek İdare<br />

Mahkemesi’nde görüşülmüş ancak bu mahkeme<br />

de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı onaylayarak<br />

parlamentonun işlevsiz halini devam ettirmiştir.<br />

11 Yargının farklı organlarının bu “görev<br />

alanını aşan” kararları neticesinde demokratik<br />

seçimle işbaşına gelmiş yasama kurumunun feshedilmesi<br />

ilginç bir şekilde El-Baradey ve Amr<br />

Musa gibi muhalefet liderleri tarafından tepki<br />

görmemiştir. 12<br />

Mübarek dönemi yargısının iktidar karşısındaki<br />

bir diğer kararı görevinden alınan Cumhuriyet<br />

Başsavcısı ile ilgili olmuştur. Devrik lider Hüsnü<br />

Mübarek tarafından meslek hayatı boyunca


İnceleme<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

(bir nevi ömür boyu) bu görevde kalmak üzere<br />

atanan Cumhuriyet Başsavcısı Abdel Meguid<br />

Mahmud, Cumhurbaşkanı Mursi tarafından<br />

görevinden alınarak Vatikan’a Büyükelçi olarak<br />

atanmıştır. Mursi’nin bu kararı almasında Başsavcının<br />

Mübarek dönemi görevlilerinin yargılanmalarında<br />

hiçbir başarı sağlayamamış olması<br />

önemli bir etken olmuştur. Mursi’nin kararı<br />

Ekim ayında Kahire Ceza Mahkemesi’nin devrim<br />

protestoları sırasında meydana gelen ve onlarca<br />

kişinin ölümüyle sonuçlanan “Deve Savaşı”nın<br />

düzenlenmesinde parmağı olan görevlileri aklaması<br />

sonrasında Başsavcıya yönelik protestoların<br />

artmasının ardından gelmiştir. 13 Ancak<br />

Cumhurbaşkanı’nın girişiminin başarısız kaldığı<br />

Başsavcı Mahmud’un ertesi gün 3.000 savcının<br />

hazır bulduğu basın açıklamasında “beni<br />

görevimden ancak suikast alır!” açıklamasıyla<br />

anlaşılmıştır. Başsavcının görevine devam etme<br />

kararına birçok yüksek yargı organından destek<br />

gelmiş ve Cumhurbaşkanı atama yetkisi kendisinde<br />

olan bir bürokratı görevden alamamıştır. 14<br />

Yukarıda bahsedilen Deve Savaşı yargılamasına<br />

kısaca değinmek gerekir. Çünkü Kahire Ceza<br />

Mahkemesi’nin Deve Savaşı nedeniyle yargılananları<br />

temize çıkarması Mübarek dönemi aktörlerinin<br />

yargının neredeyse tüm kurumlarındaki<br />

aktif varlığına işaret eden bir diğer emaredir.<br />

Nitekim suçlanan 24 kişi arasında Mübarek’in<br />

kapatılan Ulusal Demokratik Partisi’nin eski<br />

Genel Sekreteri Fethi Surour, eski Şura Konseyi<br />

Başkanı Safwat El-Şerif ve Mübarek’e yakınlığı ile<br />

bilinen işadamı ve medya patronu Muhammed<br />

Aboul Enein gibi isimler bulunmaktaydı. 15 Dolayısıyla<br />

mahkemenin verdiği bu kararı Mübarek<br />

dönemi aktörlerinin yasal yollarla cezalandırılabilmesinin<br />

ne kadar zor olacağının bir göstergesi<br />

olarak okumak mümkündür.<br />

Yargı içerisindeki Mübarek dönemi aktörlerinin<br />

direncinin bir diğer örneği de Anayasa referandumuna<br />

giden süreçte yaşanmıştır. Cumhurbaşkanı<br />

Mursi’nin 15 Aralık’ta ülkenin devrim<br />

sonrası anayasasını belirleyecek olan taslağın<br />

referandumla oylanması kararı sonrasında, Yargıçlar<br />

Kulübü Başkanı Ahmed El-Zind yaptığı<br />

açıklamayla kulübe üye olan yaklaşık 9.000 yargıcın<br />

referandumu boykot edeceğini söylemiştir.<br />

Buna karşın Mısır İdari Devlet Konseyi’ne bağlı<br />

Yargıçlar Kulübü ise aldığı kararla seçmenlerin<br />

ve seçim merkezlerinin güvenliğinin sağlanması<br />

durumunda referandumu boykot etmeyeceğini<br />

açıklamıştır. 16 Bu açıklamaya rağmen mevcut<br />

yargıçların büyük çoğunluğunun boykota katılması<br />

sonucunda referandum 15 ve 22 Aralık<br />

tarihlerinde olmak üzere iki turda yapılarak gerçekleşebilmiştir.<br />

17 Durumdan da anlaşılabileceği<br />

üzere Cumhurbaşkanı’nın aldığı karar yargıçlar<br />

tarafından boykot edilmiş ve demokratik sürecin<br />

önü tıkanmaya çalışılmıştır. Bu da Mübarek<br />

döneminden kalma yargı içindeki aktörlerin ne<br />

derece güçlü ve önemli bir muhalefet bloğu olduğunu<br />

göstermektedir.<br />

Mursi ve İslamcı siyaset karşıtı grupların muhalefetinin<br />

daha baskın ve kamuoyu nezdinde daha<br />

görünür olmasının ikinci nedeni olarak medya ve<br />

ekonomik faaliyetlerin bu grupların elinde toplanmış<br />

olması gösterilebilir. Bu bağlamda önce-<br />

<br />

85


İnceleme<br />

likle anaakım medyayı oluşturan birçok kanalın<br />

Mübarek döneminde devlet desteği ile zenginleştirilen<br />

medya patronlarına ve işadamlarına ait<br />

olduğunu belirtmek gerekir. 18 Öyle ki Mübarek<br />

dönemindeki 55 televizyon kanalına devrim sonrasında<br />

eklenen 15’in üzerinde kanalın birçoğu<br />

yine bu Mübarek döneminde zenginleşen sermaye<br />

sahiplerine aittir. Mısır’ın okur-yazarlık oranının<br />

çok da yüksek olmadığı bir ülke olduğunu ve<br />

halkın %90’ının evinde televizyon %70’inde uydu<br />

yayını olduğunu düşündüğümüzde medyanın<br />

kamuoyunu etkilemedeki gücünü teslim etmiş<br />

oluruz. 19 İşte bu etkiye hükmeden işadamlarından<br />

birkaçından kısaca bahsetmek büyük resmi<br />

daha kolay görebilmek anlamında bize yardımcı<br />

olacaktır.<br />

Bu anlamda öne çıkan isimlerin başında Muhammed<br />

El-Emin gelmektedir. CBC (Capital<br />

Broadcasting Company) başta olmak üzere 14<br />

televizyon kanalının sahibi olan El-Emin devrimden<br />

hemen sonra kurulan televizyonlarından<br />

birinde yayınlanan bir programda Mübarek<br />

rejimiyle olan bağlarından gururla bahsetmiştir.<br />

Dolayısıyla CBC bazı analistlerce “Mübarek dönemi<br />

kalıntılarının kanalı” (qanat al foloul) olarak<br />

isimlendirilmiştir. 20 Yeni kurduğu kanallarda<br />

Mübarek döneminin meşhur televizyoncularına<br />

yer vermeye özen gösteren El-Emin bu çerçevede<br />

Mübarek’in seçim kampanyasını yürüten Lamis<br />

El-Hadidi’yi ve eski rejimin en etkin savunucularından<br />

Khairy Ramadan’ı takımına katmıştır.<br />

El-Emin’in medya krallığında ayrıca İslamcı siyasete<br />

karşı keskin muhalefetiyle öne çıkan El-<br />

Fecr, Al Youm Al-Sabe ve Vatan gibi gazeteler<br />

de bulunmaktadır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde<br />

bu gazetelerde Mübarek döneminin önde gelen<br />

savunucularından Adel Hammouda ve Magdy<br />

El-Galad gibi isimler editörlük yapmaktadırlar. 21<br />

Yine Mübarek döneminin zenginleştirdiği bir diğer<br />

medya patronu olan Muhammed Al-Ainein,<br />

Sada Al-Balad isimli televizyon kanalı ve yine<br />

aynı isimli gazete ile seküler ve iktidar karşıtı<br />

bir yayın politikası izlemektedir. Mısır’ın en<br />

büyük seramik fabrikalarından olan Kleopatra<br />

Seramik’in sahibi olan Al-Ainein Mübarek’in<br />

kapatılan Ulusal Demokratik Parti’sinde önemli<br />

pozisyonlarda bulunmuş ve eski rejim sırasında<br />

büyük bir servete ulaşmıştır. 22<br />

Özellikle emlak ve ev eşyaları sektöründeki ekonomik<br />

faaliyetleriyle ülkenin önemli zenginleri<br />

arasına giren ve Mübarek’e yakınlığı ile bilinen<br />

Ahmed Behget bir diğer önde gelen medya patronudur.<br />

Mısır’da özel televizyon lisansını alan<br />

ilk yatırımcılardan olan Behget, Dream kanalları<br />

ile özellikle devrim sonrası süreçte Müslüman<br />

Kardeşler karşıtı yayın politikasıyla öne çıkmaktadır.<br />

Al-Sabah gazetesi ise yine Behget’in medya<br />

faaliyetlerinden bir diğeridir.<br />

Sina Yarımadası’ndaki yatırımları ile ön plana<br />

çıkan ve Mübarek döneminde artan varlığını ülkedeki<br />

ilk özel televizyon lisanslarından birisiyle<br />

pekiştiren Hasan Rateb bir diğer medya patronudur.<br />

Sahibi olduğu Mihver grubu kanallarının<br />

devrim sırasında Mübarek karşıtı göstericileri<br />

Amerikan ve İsrail tarafından parayla tutulan<br />

haydutlar olduklarını iddia etmesi, grubun devrim<br />

sonrasında popülaritesini büyük anlamda yitirmesine<br />

yol açmıştır. Buna rağmen hitap ettiği<br />

bir taban olması ve Rateb’in ekonomik faaliyetleri<br />

için önemli işlevleri barındırmasından dolayı<br />

bu kanallar yayın hayatını devam ettirmektedir.<br />

Kasım ayındaki olaylar sırasında ve sonrasındaki<br />

anayasa referandumu sürecinde Mihver kanalları<br />

Mursi karşıtı yayınlarda en önde gelmiştir. 23<br />

Yukarıda belirtilen medya patronlarının dışında<br />

Kıpti işadamı Rada Edward’ın sahibi olduğu<br />

Dustour 24 , Mübarek rejimi istihbaratıyla yakın<br />

ilişkileri olduğu bilinen Mustafa Bakri’nin sahibi<br />

olduğu Al-Usbua ve İbrahim El-Muallim’in<br />

sahibi olduğu Shourouk gazetesi de iktidar karşıtı<br />

cephenin basılı medyada öne çıkan aktörlerindendir.<br />

Bununla birlikte Necip Sawiris, Tarik<br />

Nour ve Tawfik Okasa gibi medya patronları<br />

özellikle görsel medya alanında sahip oldukları<br />

kanallarla İslamcı hareket karşıtı kamuoyu oluşturulmasında<br />

büyük çaba sarf etmektedirler. 25<br />

Bütün bu sayılan medya organları Mısır’daki<br />

devlet dışı yayıncılığın %80-90’ını oluşturmaktadır.<br />

Muhalefete yakınlıkları ile bilinen bu medya<br />

sahipleri Mursi’ye ve İslamcı siyasete keskin<br />

86


İnceleme<br />

Muhalif grupların tabanları ve genç kadroları politik olarak aktif ve katılımcı bir yapıdadır. Mursi karşıtı gösterilerin Kahire ve<br />

İskenderiye gibi büyük şehirlerde yoğunlaşması da bu durumun bir göstergesidir.<br />

bir şekilde karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Kasım<br />

ayında Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı muhalefetin<br />

yoğunlaştığı dönemde daha da gün yüzüne<br />

çıktığı gibi bu yayın organlarının ortak paydası<br />

seküler ve liberal bir çizgide olmalarıdır. Ahmed<br />

Şefik ile Muhammed Mursi arasındaki seçim<br />

kampanyası sırasında olduğu gibi neredeyse<br />

bütün televizyon istasyonları açık bir şekilde<br />

Müslüman Kardeşler ve Başkan Mursi karşıtı<br />

bir yayın sergilemektedirler. Mesela olayların<br />

yoğunlaştığı 5-6 Aralık akşamlarında Başkanlık<br />

Sarayı önündeki çatışmalar sırasında birçok kanalda<br />

canlı yayına bağlananların neredeyse tümü<br />

Müslüman Kardeşleri suçlamakta ve olaylardan<br />

Özgürlük ve Adalet Partisi’ni sorumlu tutmaktaydı.<br />

Ancak daha sonra muhalefet liderlerinden<br />

bazılarının parayla tuttukları adamlarla gerilimi<br />

artırmaya ve anarşi ortamı yaratmaya çalıştıkları<br />

ortaya çıkmıştır. Yine bu günlerde muhalefete<br />

yakın birçok gazete ilk sayfasında büyük puntolarla<br />

yazılmış “Faşizm’e Hayır” sloganını taşımıştır.<br />

Ancak bu “absürd” benzetme Faşizmin ne olduğunu<br />

az çok bilen birisi için bile ancak gülünç<br />

olarak nitelendirilebilir. Öte yandan Müslüman<br />

Kardeşlerin bu noktadaki en büyük handikapı<br />

medya anlamında neredeyse hiçbir görünürlüğe<br />

sahip olmamasıdır. Devrimden sonra kurulan<br />

Mısır 25 kanalı ve birkaç gazete dışında İslamcı<br />

hareketi medya alanında temsil eden ciddi bir<br />

güç bulunmamaktadır. 26<br />

Yukarıda anlatılan iki ana nedenin yanında muhalefetin<br />

daha baskın ve etkin bir politika izlemesinin<br />

daha az önemli bir nedeni de liberal ve<br />

seküler çizgisi ile muhalefetin uluslararası kamuoyu<br />

ve siyasi aktörler nezdinde daha tercih<br />

edilir olmasıdır. Amerika, İngiltere, Almanya ve<br />

Fransa gibi önde gelen Batılı devletler yaptıkla-<br />

<br />

87


İnceleme<br />

rı açıklamalarda Cumhurbaşkanı Mursi’ye muhalefeti<br />

daha fazla sürece katması tavsiyesinde<br />

bulunmuşlar, İslamcı hareketin Mısır siyasetini<br />

domine etmemesi gerektiği gibi konulara vurgu<br />

yapmışlar ve muhalefetin kaygılarını desteklediklerini<br />

ifade etmişlerdir. Yine Batı medyasındaki<br />

analizlerin birçoğu olayları “Mısır İslamcı<br />

bir devlete mi dönüşüyor?” sorusu çerçevesinde<br />

açıklamaya çalışarak sorunun Mursi ve Müslüman<br />

Kardeşlerden kaynaklandığı varsayımını<br />

daha ön plana çıkarmışlardır.<br />

Dördüncü etken ise devrimi yapan ve şuan muhalif<br />

pozisyondaki grupların tabanlarının daha<br />

eğitimli ve şehirleşmiş olmaları söylenebilir. Seküler,<br />

liberal, sosyalist ve Kıpti olan bu gruplar<br />

geleneksel olarak Kahire, İskenderiye ve Mahalle<br />

El-Kübra gibi nüfus olarak büyük şehirlerde yoğunlaşmıştır.<br />

Buna ilaveten bu grupların sosyal<br />

seviyeleri ve gelir düzeyleriyle bağlantılı olarak<br />

eğitim düzeylerinin de daha yüksek olduğunu<br />

belirtebiliriz. Bunun bir sonucu olarak bu grupların<br />

tabanları ve genç kadroları politik olarak aktif<br />

ve katılımcı bir yapıdadır. Mursi karşıtı gösterilerin<br />

Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde<br />

yoğunlaşması da bu durumun bir göstergesidir.<br />

Bu durumun sağlamasını Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin<br />

sonuçlarına bakarak yapmak mümkündür.<br />

2012’deki seçimde Kahire’de en çok oyu<br />

Mübarek döneminin başbakanlarından Ahmed<br />

Şefik alırken, ikinci olarak da Hamden Sabbahi<br />

gelmiştir. Muhammed Mursi ise çok az bir farkla<br />

Amr Musa’nın önüne geçerek üçüncü sırada<br />

yer bulabilmiştir. Bir diğer ifadeyle Kahire’de ilk<br />

iki sırayı İslamcı olmayan adaylar almıştır. Bu da<br />

Kahire seçmeninin büyük oranda seküler-liberal<br />

çizgide olduğunun göstergesidir.<br />

Sonuç Yerine<br />

Devrim sonrası Mısır’ında son günlerde iktidar<br />

ile muhalefet arasındaki mücadelede saflar iyice<br />

belirginleşti. Ülkede tarafların kimi zaman kontrolü<br />

kaybettiği ve argümanların mesnetsiz biçimler<br />

alabildiği bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır.<br />

Mesela muhalefet Mursi’nin tüm Mısırlıları<br />

temsil etmediği iddiası ile Cumhurbaşkanı’nın<br />

görevini sorgulayabilmiştir. Ancak bu söylenirken<br />

hiçbir sistemde bir başkanın toplumun tüm<br />

kesimlerinin onayını almasının imkânsızlığı göz<br />

önüne alınmamıştır. Tabii bu sistem otokratik bir<br />

diktatörlük değilse. Mesela Fransa’da 2012’deki<br />

Başkanlık seçimlerinde Francois Hollande oyların<br />

%51,7’sini alıp Nicholas Sarkozy’yi geçmiş<br />

ve başkan seçilmiştir. Bu rakamlar tam da Mısır’daki<br />

başkanlık seçimlerindeki oranın aynısına<br />

karşılık gelmektedir. Ancak kimse Fransa’da<br />

Hollande’ın tüm Fransızları temsil etmediğini<br />

iddia ederek başkanlığını sorgulamamaktadır.<br />

Yine bir diğer başkanlık sistemi olan Amerika’da<br />

ise milyonlarca savaş karşıtına rağmen George<br />

W. Bush 2004’te oyların %50,7’sini alarak ikinci<br />

dönem başkan seçilebilmiştir. İslam dünyasında<br />

modelliği uzun süredir birçoklarınca teslim edilen<br />

Türkiye’de de Recep Tayyip Erdoğan oyların<br />

sadece %34’ünü (2007’de %46, 2011’de %49) alarak<br />

iktidara gelmiştir. Bu çok basit bağlamda bile<br />

bakıldığında Mısır medyasında Mursi’nin tüm<br />

Mısırlıların başkanı olmadığı iddiası demokratik<br />

bir sistemde yadırganacak ve seçilmiş bir başkanın<br />

pozisyonunu sorgulatacak bir unsur olarak<br />

değerlendirilemez.<br />

Burada en önemli nokta muhalefetin muhalefetini<br />

demokratik yöntemler kullanarak ve siyaset<br />

kurumu içerisinde kalarak gerçekleştirmesidir.<br />

Bununla birlikte Mübarek dönemi kalıntıları ile<br />

işbirliği yapmanın muhalefete uzun vadede taban<br />

anlamında bir getirisi olmayacaktır. Nitekim<br />

bu işbirliğinin farkında olan Mısırlıların İslami<br />

siyasetten uzaklaşıp liberal-seküler muhalefete<br />

kayma olasılığı yok denilecek kadar azdır. Dolayısıyla<br />

Mısır muhalefeti devrimde oynadığı pozitif<br />

rolün devrim sonrası süreçte kendilerine taban<br />

desteği olarak yansımasını istiyorsa ekonomik<br />

ve sosyal programlarını ön plana çıkararak<br />

gözle görülür bir değişim gerçekleştirebileceğine<br />

Mısırlıları inandırmalıdır.<br />

Öte yandan İslamcı siyasetin önündeki en zorlu<br />

engel ülkede istikrarın sağlanarak ekonomik<br />

kalkınma sürecinin başlamasının güçlüğüdür.<br />

Bu gerçekleştiği takdirde Mısırlıların siyaset kurumuna<br />

olan inancı yavaş da olsa tesis edilecek<br />

ve ekonomik iyileşme seçim sandığına da olumlu<br />

bir şekilde yansıyarak Müslüman Kardeşler<br />

88


İnceleme<br />

için uzun vadede olumlu sonuçlar doğuracaktır.<br />

Ayrıca Mısırlıların istikrara olan inancının bir<br />

göstergesi olarak geçtiğimiz hafta gerçekleşen<br />

Anayasa referandumunda yüksek bir “evet” sonucunun<br />

alınmış olmasını söyleyebiliriz. Bu sonuç<br />

ayrıca Cumhurbaşkanı Mursi’ye ve İhvan’a<br />

olan güvenin seçmen nezdinde yeniden onaylanışı<br />

anlamına da gelmektedir.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

1 “Can Muslim Brotherhood Decide Egypt’s President?”, Al Arabiya, 28 March 2012.<br />

2 “Muslim Brotherhood Endorses Khairat Al-Shater As Presidential Candidate”, Egypt Independent, 31<br />

March 2012.<br />

3 “Profile: Egypt’s Khairat Al-Shater”, Al-Jazeera, 1 April 2012; Amira Howeidy, “Meet the Brotherhood’s<br />

Enforcer: Khairat El-Shater”, Ahram Online, 29 March 2012.<br />

4 Tarek El-Tablewy, “Egypt’s Secularists Criticize Brotherhood Presidency Run”, Bloomsberg, 2 April<br />

2012.<br />

5 Muhammed Fadel Fahmy, “10 Egyptian Presidential Candidates Disqualified”, CNN, 16 April 2012; Sherif<br />

Tarek, “Eliminated Presidential Contenders to Appeal Disqualification Decision”, Ahram Online, 15<br />

April 2012.<br />

6 Mostafa Ali, “Mohamed Morsi”, Ahram Online, 6 May 2012.<br />

7 “PROFILE: Egypt’s New PM Hisham Qandil”, Ahram Online, 27 July 2011.<br />

8 “Full Unofficial Results of Egypt’s Constitutional Referendum: A Visual Breakdown”, Ahram Online, 23<br />

December 2012.<br />

<br />

<br />

10 David D. Kirkpatrick, “Blow to Transition as Court Dissolves Egypt’s Parliament”, New York Times, 14<br />

June 2012.<br />

11 “Egypt Court Rejects Reinstatement of Dissolved Lower House of Parliament”, Ahram Online, 22 September<br />

2012; Ivan Watson, “Court Overrules Egypt’s President on Parliament”, CNN, 10 July 2012.<br />

<br />

13 “Morsi Dismisses Mubarak-era Prosecutor General Abdel-Meguid Mahmoud”, Ahram Online, 11 October<br />

2012.<br />

14 Nouran El-Behairy, “Prosecutor General Remains in Office”, Daily News Egypt, 13 October 2012; “Public<br />

Prosecutor: Only Assassination will Make Me Leave My Job”, Egypt Independent, 13 October 2012.<br />

15 Basil El-Dabh, “Muslim Brotherhood Calls for Million Man March”, Daily News Egypt, 11 October 2012;<br />

“Egypt Acquits ‘Camel Battle’ Defendants”, Al-Jazeera, 11 October 2012.<br />

16 “Egypt’s Judges Club Agrees to Oversee Constitutional Referendum”, Al Arabiya, 10 December 2012;<br />

“State Council Judges’ Club to Oversee Referendum with Preconditions”, Ahram Online, 10 December<br />

2012.<br />

17 “Egypt to Hold Referendum in Two Stages Due to Shortage of Judges”, Al Arabiya, 11 December 2012;<br />

<br />

2012.<br />

<br />

19 Emad Mekay, “TV Stations Multiply as Egyptian Censorship Falls”, Washington Post, 13 July 2011.<br />

20 Hanan Solayman, “Egypt’s Revolution Media: A Question of Credibility”, Emaj Magazine, 13 September<br />

2011.<br />

21 Mohammed Abdel Rahman and Mohammad Khawly, “Echoes of Mubarak Still Dominate Egypt’s Airwaves”,<br />

Al Akhbar, 27 January 2012.<br />

22 “Media Tycoons in Egypt”, Doha Center for Media Freedom, 30 May 2012.<br />

23 Emad Mekay, “TV Stations Multiply as Egyptian Censorship Falls”, Washington Post, 13 July 2011.<br />

24 Heba Afifiy, “Media Moguls Struggle to Keep Their Biases in Check”, Egypt Independent, 28 June 2012.<br />

25 “Media Strike Attempt to Settle Accounts by Former Regime Hangovers”, Ikhwan Web, 5 December<br />

2012.<br />

26 Sherine Abdel Moneim, “Egypt’s Broadcasting Industry Lacks Clarity”, Variety Arabia, 18 June 2012.<br />

<br />

89


İnceleme<br />

Meşruiyeti tartışmalı bir yargılama sürecinin ardından Tarık Haşimi’nin idama mahkum edilmesi Irak’a komşu ülkelerin büyük bir kısmında<br />

şiddetle eleştirilirken Türkiye’nin Haşimi’ye desteği, Maliki’nin büyük tepkisine neden oldu.<br />

2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin<br />

Beklentiler ve Olasılıklar<br />

Prospects and Expectations for Turkish Iraq Relations in 2013<br />

Serhat ERKMEN<br />

Abstract<br />

Turkish Iraqi relations have deteriorated in 2012. The relations which is its worst shape in post Saddam<br />

Hussein era have been affected by several factors. It can be assumed that most important factors that affect<br />

two countries’ relations are the reflection of changing political environment in Iraq and the developments<br />

in Syria. In this context, it will be over optimistic approach if one assumes that this relation would improve<br />

in 2013. Especially, the rising political tension before the general elections which will be hold in 2014 and<br />

energy issue can cause more escalation in the relations between Turkey and Iraq.<br />

Keyword: Turkey, Iraq, Energy, Syria, Northern Iraq<br />

90


İnceleme<br />

<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

Özet<br />

Türkiye-Irak ilişkileri 2012 yılında büyük yaralar<br />

aldı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden beri en<br />

sorunlu dönemini yaşayan ilişkinin bu hale gelmesinde<br />

pek çok faktör rol oynuyor. Bu faktörler<br />

arasında en önemlilerinin Irak iç politikasında<br />

yaşanan değişimin ilişkilere yansıması ve Suriye’deki<br />

gelişmeler olduğu ileri sürülebilir. Bu<br />

çerçevede 2013 yılında da ilişkilerin düzeleceğini<br />

beklemek fazlasıyla iyimserlik olacaktır. Özellikle<br />

2014’te yapılacak genel seçim öncesi siyasi<br />

atmosferdeki gerilimin yükselmesi ve enerji boyutu<br />

ilişkinin daha sorunlu hale gelmesine neden<br />

olabilir.<br />

Giriş<br />

Geride bıraktığımız yıl Türkiye-Irak ilişkileri<br />

açısından hiç de parlak geçmedi. 2010 yılında<br />

yapılan seçimlerin ve sonrasındaki 9 aylık hükümet<br />

kurma sürecinin ardından göreli olarak bozulmaya<br />

başlayan Türkiye-Irak ilişkileri, 2012’ye<br />

Tarık Haşimi krizinin gölgesinde girdi. Meşruiyeti<br />

tartışmalı bir yargılama sürecinin ardından<br />

Tarık Haşimi ve bazı yardımcılarının idama<br />

mahkum edilmesi Irak’a komşu ülkelerin büyük<br />

bir kısmında şiddetle eleştirilirken Türkiye’nin<br />

Haşimi’ye desteği Başbakan Nuri Maliki’nin büyük<br />

tepkisine neden oldu. 1 Baştan itibaren Haşimi<br />

olayı ne Türkiye ne Maliki açısından kişisel<br />

bir sorun olarak görüldü. Türkiye Haşimi olayını<br />

Irak’taki Sünni Araplar üzerinde bir baskı kurarak<br />

Maliki’nin otoriter bir yönetim kurma çabasının<br />

bir parçası ve ülkenin toprak bütünlüğünü<br />

sağlamak için hayati olarak görülen Sünni Arapların<br />

sistem içindeki mevcudiyetine yönelik bir<br />

darbe olarak algıladı. 2 Maliki ise Türkiye’nin tutumunu<br />

kendi iktidarını tüm Irak geneline yaymasının<br />

önündeki temel engel olarak gördü.<br />

Aslında Türkiye ile Irak hükümeti arasındaki ilişkilerin<br />

bozulmasının hikayesi 2008’in ikinci yarısına<br />

kadar geri götürülebilir. Maliki’nin iç politikada<br />

her geçen gün güçlenmesi Ankara’nın başlangıçta<br />

memnuniyet duyduğu bir olgu olmasına<br />

rağmen diğer Iraklı siyasi grupların Maliki’nin<br />

aşırı otoriter tavırlarından şikayetleri ilk endişelerinin<br />

yavaş yavaş filizlenmesine yol açmıştı.<br />

2009 yılının Ocak ayındaki Vilayet Meclisi seçiminden<br />

özellikle ülkenin güneyinde gücünü pekiştirerek<br />

çıkan Maliki ile Türkiye’nin arası yine<br />

de bir süre daha olumlu bir çizgide ilerledi. Hatta<br />

Eylül 2009’da Türkiye’de yapılan ortak bakanlar<br />

kurulu toplantısından sonra Ekim ayında Başbakan<br />

Recep Tayyip Erdoğan’ın beraberinde kalabalık<br />

bir heyetle Bağdat’a yaptığı gezi, ilişkilerde<br />

bir bahar havası esmesine neden olmuştu. Türkiye<br />

ile Irak arasında tek seferde imzalanan en çok<br />

anlaşma bu gezi sırasında gerçekleşti. Özellikle<br />

ekonomik alanda iki ülke ilişkilerinin zirveye<br />

ulaşması bekleniyordu. Fakat 2010 yılının Mart<br />

ayında yapılan seçimler öncesi Irak’ta değişmeye<br />

başlayan siyasi dengeler son iki yıllık gerginliğin<br />

ilk sinyallerini verdi. Türkiye’nin Irak’ta istikrarı<br />

sağlamak için anahtar konumda olduğuna inandığı<br />

Sünni Arapları tek bir çatı altında toplama<br />

çabası Maliki ile Türkiye arasındaki gerginliğin<br />

ilk ciddi adımı oldu.<br />

<br />

91


İnceleme<br />

Hükümet kurulduktan sonraki 1 yıl içinde de<br />

ilişkiler kademeli olarak gerginleşti. Basının gündeminde<br />

fazla yer bulmasa bile aslında 2010 yılının<br />

ikinci yarısından itibaren Türkiye ile Irak<br />

merkezi hükümetinin daha doğrusu Maliki’nin<br />

arası bozulmaya başlamıştı. 2011 yılının sonları,<br />

ilişkilerdeki bozulmanın açığa çıkmasına neden<br />

oldu. Irak Başbakanı Nuri Maliki’nin Türkiye’nin<br />

eski Bağdat Büyükelçisini suçlamasından sonra<br />

gerginlik daha da tırmandı. Çok kısa bir süre<br />

sonra ise Tarık Haşimi krizi ortaya çıktı.<br />

2012’nin başına bu atmosferde girildikten sonra<br />

yıl boyunca pek çok kez iki ülke ilişkileri gerildi.<br />

Bu gerginliğin temelinde iki boyut bulunuyordu.<br />

Birinci boyut Irak içindeki siyasal dengelerin<br />

değişmesiydi. Kürtler ile bazı Sünni Şii Arap<br />

partileri Başbakan Maliki’nin aşırı merkeziyetçi<br />

eğilimlerine karşı bir destek arayışına girdiler. Bu<br />

arayışta Maliki karşısındaki cephenin en büyük<br />

destekçisi Türkiye oldu. 2012 yılında Kürdistan<br />

Bölgesel Yönetimi’nin Başbakanı Neçirvan<br />

Barzani ve Başkanı Mesut Barzani’nin yansıra,<br />

Maliki’ye mesafeli duran Irak Parlamentosu Başkanı<br />

Usame Nuceyfi, Irakiye Listesi’nin lideri<br />

Eyad Allavi ve Irak İslami Yüksek Konseyi Başkanı<br />

Ammar El Hekim gibi pek çok üst düzey Iraklı<br />

siyasetçi Türkiye’yi ziyaret etti. Buna karşılık<br />

Türkiye’den Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,<br />

Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Ticaret Bakanı Zafer<br />

Çağlayan 3 Kuzey Irak’a son derece kritik ziyaretler<br />

gerçekleştirdi. Ancak bu süreçte Bağdat ile<br />

ilişkilerde önceki yıllardaki sakin hava ve olumlu<br />

gelişmeler tersine döndü. Türkiye ile Irak’ın 17-<br />

18 Eylül 2009 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşen<br />

ortak bakanlar kurulu toplantısından<br />

bir ay sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />

başkanlığındaki bir heyet Bağdat’a giderek 48<br />

adet anlaşma imzalamasına rağmen 2012 yılında<br />

Türkiye’den Bağdat’a tek resmi ziyaret gerçekleşmedi.<br />

4<br />

2012 yılının Nisan ayında ilişkiler şaşırtıcı ölçüde<br />

gerginleşti. Başbakan Erdoğan’ın Maliki’yi<br />

bencil bir tutum takınmak, Sünni-Şii ve Kürtler<br />

arasındaki anlaşmazlıkları ateşlemekle eleştirmesinin<br />

ardından Irak Başbakanı Nuri Maliki,<br />

basına “Türkiye düşman ülke haline geliyor”<br />

şeklinde bir demeç verdi. 5 Bu demece Başbakan<br />

Erdoğan’ın “kötü söz sahibine aittir” şeklinde yanıtlamasından<br />

sonra iki ülke arasında bir nota<br />

krizi yaşandı. 6 Ancak ikili ilişkileri asıl geren olay<br />

Temmuz ayında yaşandı. Başbakan Maliki’ye yönelik<br />

parlamentoda başlatılmaya çalışılan güvensizlik<br />

oylaması girişimine Suudi Arabistan, Ürdün<br />

gibi ülkelerle birlikte Türkiye’nin de destek<br />

olması ilişkileri daha da gerginleştirdi. Temmuz<br />

ayındaki girişimden yara almadan çıkan Maliki,<br />

Türkiye’ye karşı tavrını daha da sertleştirdi.<br />

Bu arada Suriye’nin kuzeyinde bazı Kürt yerleşimlerinin<br />

PYD tarafından kontrol edilmeye<br />

başlamasının ardından Dışişleri Bakanı Ahmet<br />

Davutoğlu’nun Kuzey Irak’a bir ziyaret gerçekleştirmesi<br />

tansiyonu daha yükseltti. 7 Davutoğlu’nun<br />

ziyareti sırasında Erbil’den Kerkük’e geçmesi<br />

Irak hükümeti tarafından tepkiyle karşılandı.<br />

Hatta Irak hükümeti meseleyi egemenlik boyutuna<br />

taşıdı ve Türkiye’nin Kuzey Irak’taki yönetim<br />

ile doğrudan ilişki kurmasını eleştirdi. 8 Nitekim<br />

kısa bir süre sonra Ramazan Bayramı’nı<br />

Kerkük’te geçirmek isteyen MHP lideri Devlet<br />

Bahçeli’ye Irak hükümeti vize vermedi ve ziyaret<br />

gerçekleşmedi. 9<br />

Eylül ayında ise Irak hükümeti Türkiye’yi<br />

PKK’yla mücadelesi çerçevesinde Kuzey Irak’ta<br />

bulundurduğu askeri üsler ve sınır ötesi operasyonları<br />

bağlamında ağır bir biçimde eleştirmeye<br />

başladı. Bazı milletvekilleri Türk uçaklarını<br />

vurmaktan bahsederken 10 Türkiye bu eleştirileri<br />

ciddiye almadı, tersine Irak’ta üslenen terör örgütüne<br />

yönelik sınırötesi operasyonlara yönelik<br />

tezkereyi bir yıl daha uzattı. 11 Son olarak tartışmalı<br />

bölgelerde Iraklı Kürtler ile Maliki arasındaki<br />

sürtüşmede Türkiye Maliki’nin faaliyetlerini<br />

ülkede istikrarsızlığı artırıcı ve iç savaşa götüren<br />

bir politika olarak nitelerken, Maliki’nin tepkisi<br />

Türkiye içişlerimize müdahale ederse biz de<br />

ederiz türünden oldu. 12 Bu restleşmeden kısa bir<br />

süre sonra Kuzey Irak’ta bir Enerji Konferansı’na<br />

giden Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın uçağının inmesi<br />

Irak hükümeti tarafından engellendi.<br />

92


İnceleme<br />

Maliki’ye mesafeli duran Irak Parlamentosu Başkanı Usame Nuceyfi, Irakiye Listesi’nin lideri Eyad Allavi ve Irak İslami Yüksek Konseyi<br />

Başkanı Ammar El Hekim gibi pek çok üst düzey Iraklı siyasetçi Türkiye’yi ziyaret etti.<br />

Tüm bu gelişmeler Irak içindeki siyasal dengenin<br />

değişmesine karşı Türkiye’nin yeni bir tutum takınmasıyla<br />

bağlantılı olduğu kadar Türkiye’nin<br />

Iraklı Kürtlerle özel ekonomik ilişkiler geliştirmesiyle<br />

de yakından ilişkilidir. Türkiye-Irak ilişkilerinde<br />

ticaret rakamları rekor kırarken rakamlar<br />

aslında Türkiye’nin gittikçe Kuzey Irak merkezli<br />

bir ekonomik ilişkiye sahip olduğunu gösteriyor.<br />

2012 yılının Ekim ayı itibarıyla Türkiye’nin Irak’a<br />

ihracatı 8.716.585 dolar iken Irak’tan yapılan<br />

ithalat yaklaşık 129 milyon dolar olarak görünmektedir.<br />

13 Ancak son zamanlarda yapılan çalışmalar<br />

Türkiye’nin asıl ticaretinin KBY ile olduğunu<br />

göstermektedir. 14 Türkiye’nin Irak’ın geri<br />

kalanında beklenen ekonomik atılımı yapamamasının<br />

ardında büyük ölçüde Maliki’nin engellemelerinin<br />

önemli bir rol oynadığı söylenebilir.<br />

Fakat yine de Türkiye’nin Iraklı Kürtler ile ekonomik<br />

ilişkilerini gözden geçirmesine ve enerji<br />

politikasını değiştirmesine neden olan gelişme<br />

2011 yılının Kasım ayında yaşanmıştır. Dünyanın<br />

en büyük petrol şirketi olarak kabul edilen Exxon<br />

Mobil’in Irak hükümetinin tüm itirazlarına<br />

rağmen “tartışmalı bölgede” Kürdistan Bölgesel<br />

Hükümeti’ni muhatap alarak bir petrol anlaşması<br />

imzalaması Türkiye için dönüm noktası oldu.<br />

Bu tarihe kadar KBY’de yaklaşık 40 kadar küçük<br />

ve orta ölçekli petrol şirketi faaliyet gösteriyordu.<br />

Fakat dünyanın en büyük şirketinin bölgeye<br />

girmesinin hemen ardından diğer petrol şirketlerinin<br />

de bölgeyle ilgilenme haberleri gelmeye<br />

başladı. Başlangıçta Irak hükümetinin itirazları<br />

bazı büyük çaplı şirketlerin hareket etmemesine<br />

neden olsa da kısa sürede diğer büyük şirketlerin<br />

<br />

93


İnceleme<br />

Türkiye açısından Kerkük’te olası bir çatışma Türkmenlerin geleceği ve olası bir çatışmanın Irak’ın geri kalanına yansıması<br />

sonucunda ortaya çıkabilecek parçalanma nedeniyle önemlidir.<br />

Exxon Mobil’i izleyeceği belli oldu. Bu tarihten<br />

sonra hızla diğer çokuluslu petrol şirketlerinin<br />

Kuzey Irak’a gireceğinin kesinleşmesi Türkiye<br />

için yeni bir stratejik enerji kararı almasına neden<br />

oldu. Uzun süreden beri Türkiye’nin küçük<br />

çaplı özel şirketleri Kuzey Irak’ta enerji kaynaklarını<br />

işletmelerine rağmen Türkiye resmi olarak<br />

KBY’deki enerji ilişkilerinden uzak duruyordu.<br />

Exxon Mobil’in KBH ile yaptığı anlaşmadan sonra<br />

ise Türkiye iki yönlü bir karar aldı. Bu kararın<br />

bir yönü Türkiye ile Kuzey Irak arasında yeni bir<br />

boru hattı inşa edilerek Kuzey Irak’tan petrol ve<br />

doğal gazı Türkiye’ye ve oradan dünyaya taşımaya<br />

yönelikti. Kararın ikinci boyutu ise Türkiye’nin<br />

resmi enerji şirketlerinin Kuzey Irak’a girmesiydi.<br />

15 Türkiye, Irak hükümetinin kara listesine<br />

girmemek için bu sorunu BOTAŞ altında yeni<br />

bir şirket açarak çözmeye çalıştı. Bu karar hala<br />

uygulamaya geçirilmese de Neçirvan Barzani’nin<br />

ziyaretleriyle de görüldüğü gibi Türkiye açıkça<br />

siyasi olarak Kuzey Irak’taki yeni enerji devrimini<br />

desteklemeye başladı. Yıllar boyunca Kerkük<br />

petrollerine ve KBH’nin petrol konusundaki<br />

konumuna, bağımsız Kürt devletine giden yolda<br />

önemli unsurlar olarak gördüğü için karşı çıkan<br />

Türkiye’nin stratejik ve ekonomik nedenlerle bu<br />

politikadan vazgeçmesi Irak merkezi hükümeti<br />

ile ilişkilerin daha da gerilmesine neden oldu.<br />

2013 için Beklentiler<br />

2012’nin kötü mirasıyla yeni bir yıla girilirken<br />

Türkiye-Irak ilişkilerinin geleceği hakkında iyimser<br />

olmak güç olacaktır. 2013 için Türkiye-Irak<br />

ilişkilerini etkileyecek faktörler olarak şunlar sayılabilir:


İnceleme<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

1. Irak’ta Nisan 2013’te Yapılması Beklenen Yerel<br />

Seçimler: Irak parlamentosunun aldığı karar<br />

uyarınca 20 Nisan 2013’te KBH ve Kerkük dışındaki<br />

14 vilayette Vilayet Meclisi seçimleri yapılması<br />

beklenmektedir. 16 Bu seçimler hem ülke<br />

içindeki güç dengesinin belirginleşmesi hem de<br />

özellikle “tartışmalı bölgeler”deki durumun netleşmesi<br />

açısından önemli olacaktır. Vilayet Meclisi<br />

seçimlerinde ortaya çıkacak tablo özellikle<br />

Musul, Selahattin ve Diyala vilayetleri bağlamında<br />

KBH-Bağdat ilişkilerini yeni bir aşamaya<br />

taşıyacak olması açısından önemli olacaktır. Seçim<br />

sonucunda yeni Vilayet Meclislerinin oluşması<br />

bu şehirlerdeki güç dengesinin başkentten<br />

yana mı yoksa Maliki karşıtı gruplardan yana mı<br />

olacağını gösterecektir. Fakat daha önemlisi, bu<br />

bölgeler seçimden önce ciddi bir çatışma ve güvenlik<br />

sorunuyla karşı karşıya kalabilirler. Daha<br />

önceki seçim öncesi tecrübelerin de gösterdiği<br />

üzere Irak’ta birbirini sindirmek isteyen siyasal<br />

partiler dolaylı olarak şiddet sarmalıyla ilişkili<br />

hale gelebilmektedir. Bunun yanı sıra “tartışmalı<br />

bölgeler”de Kürtler ile merkezi hükümet arasında<br />

seçimin öncesinde yeni ve hatta geçmişte<br />

olduğundan daha şiddetli olaylar küçük ve orta<br />

çaplı çatışmalar yaşanması mümkündür. Nitekim<br />

Kasım ve Aralık 2012’de Diyala, Selahattin<br />

ve Kerkük üçgeninde Irak ordusu ile peşmergeler<br />

arasında yaşanan küçük çaplı çatışma ve mücadeleler<br />

bu olasılığın küçümsenmemesi gerektiğini<br />

göstermektedir. Bu olayların ardından Türkiye<br />

ile Irak merkezi hükümeti arasındaki ilişkilerin<br />

gerilmesinin de gösterdiği gibi gelecekte bu türden<br />

gelişmelerin yaşanması Türkiye-Irak ilişkilerini<br />

daha da gerginleştirecektir. Son günlerde<br />

Kerkük ve civarında yaşanan gelişmelerin de<br />

ortaya koyduğu gibi Türkiye, Irak’ın yeni bir çatışmaya<br />

sürüklenmesinden ciddi rahatsızlık duymaktadır.<br />

Bu nedenle Irak’ın bu bölgelerindeki<br />

yerel seçim sonuçlarının yaratacağı yeni siyasal<br />

dengeler ve seçim öncesi/sonrası çatışmalar iki<br />

ülke arasındaki gelişmeleri etkileyecek en önemli<br />

faktörlerden birisi olacaktır. Ayrıca, Maliki’nin<br />

yerel seçimlerden güçlenerek çıkması 2014’te<br />

yapılacak genel seçim öncesinde kendisini daha<br />

fazla güvende hissetmesi ve Türkiye’ye karşı<br />

daha sert bir söylem kullanmasına neden olabilir.<br />

2. Enerji İlişkileri: 2013 büyük bir olasılıkla Türkiye-Irak<br />

enerji ilişkilerinde bir dönüm noktası<br />

olacaktır. Türkiye, Irak’ın yeniden inşası sürecinde<br />

enerji ilişkilerine önem verse de şu ana<br />

kadar resmi olarak TPAO’nun ancak bazı sahalarda<br />

kazanımlar elde ettiği görülmektedir. Fakat<br />

2013’ün özellikle Türkiye’nin Kuzey Irak’ta enerji<br />

yatırımlarına resmi olarak başlayacağı yıl olması<br />

beklenebilir. Hâlihazırda faaliyet gösteren özel<br />

şirketlerin yanı sıra Türkiye’nin resmi petrol şirketinin<br />

Kuzey Irak’ta boy göstermeye başlaması<br />

Ankara-Bağdat ilişkilerini yeni bir gerginlik aşamasına<br />

taşıyabilir. Buna, planlanan boru hattının<br />

eklenmesi kısa vadede çok güç görünmektedir.<br />

Fakat Türkiye’nin KBH ile doğrudan petrol ilişkisine<br />

geçme kararı Kürtleri kuvvetlendireceği<br />

gibi Bağdat’ta tehlike çanlarının çalmasına neden<br />

olacaktır. Bu nedenle 2013’te ilişkileri belirleyecek<br />

en önemli faktörlerden birisinin enerji<br />

boyutu olacağı söylenebilir.<br />

<br />

95


İnceleme<br />

3. Bölgesel Gelişmeler: İki ülke arasındaki ilişkilerin<br />

gerilmesinin en önemli nedenlerinden birisi<br />

de Ankara ve Bağdat’ın Suriye konusunda açıkça<br />

farklı ve hatta zıt politikalar izlemesidir. Türkiye,<br />

Beşar Esad Yönetimi’nin baskıcı ve halkını katleden<br />

politikalarına karşı muhalefetin yanında yer<br />

alırken Maliki hükümeti Esad Yönetimi’ne destek<br />

vermektedir. Hatta İran’ın Suriye’ye yardım<br />

için açıkça Irak’ı kullandığı ileri sürülmektedir. 17<br />

İki hükümet arasındaki Suriye konusundaki uzlaşmazlık<br />

2013 yılında daha da güçlenerek sürecektir.<br />

Özellikle Esad Yönetimi’nin devrilmesi<br />

halinde Suriye’de ortaya çıkabilecek yeni durum<br />

iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerecektir.<br />

Suriye’deki çatışmaların artması tüm bölgeyi<br />

gererken, Ankara-Bağdat ilişkilerinin bundan<br />

uzak kalması mümkün görünmemektedir. Dahası,<br />

Suriye’de yaşanabilecek ani bir kırılma ve<br />

çöküş aşamasında iki ülkenin karşı pozisyonlar<br />

takınması ilişkileri kötüleştirecektir. Suriye’nin<br />

yanı sıra altı çizilmesi gereken bir diğer faktör<br />

de İran-Türkiye ilişkileridir. Hiçbir ülke tarafından<br />

açıkça dile getirilmese de Irak’ın içindeki<br />

siyasal dengelerin değişimi ve Ankara-Bağdat<br />

gerilimi Ortadoğu’daki pek çok aktör tarafından<br />

Türkiye-İran ilişkilerinin bir parçası olarak algılanmaktadır.<br />

Irak’ta 2010 yılında yapılan seçimi<br />

birincilikle tamamlayan Irakiye Listesi’ne yakın<br />

partiler ve siyasetçiler Türkiye’ye yakın olarak tanımlanırken<br />

pek çok Şii partinin ve koalisyonun<br />

da İran’ın etkisinde olduğu kabul edilmektedir.<br />

Bu bağlamda Irak’ın içinde yaşanan gelişmeler<br />

bir anlamda Türkiye ve İran arasındaki bölgesel<br />

rekabetin bir uzantısı olarak görülmektedir. Bu<br />

nedenle 2013’te Türkiye-İran arasındaki bölgesel<br />

rekabetin devam etmesi bir ölçüde Ankara-Bağdat<br />

ilişkilerini etkileyecektir.<br />

4. Kerkük Sorunu: 2013 yılı Kerkük’ün yeniden<br />

Irak’ın ve Ortadoğu’nun gündemine yerleşeceği<br />

yıl olabilir. 2000’lerin ortasında gerek taşıdığı<br />

potansiyel çatışma riski gerekse nasıl çözüleceğine<br />

ilişkin çözüm arayışları nedeniyle pek çok<br />

kez gündeme gelen Kerkük, Türkiye için Irak politikasının<br />

en önemli konuları arasındadır. 2013<br />

yılında Kerkük’ün gündeme gelmesi pek çok şekilde<br />

olabilir. Bu biçimlerden birisi Kerkük’te seçimin<br />

yapılması ya da yapılmamasıyla ilişkili olacaktır.<br />

Kerkük’te seçimin yapılmaması halinde<br />

2009 yılından sonra ikinci kez şehirdeki duruma<br />

ilişkin çözüm şansı ertelenmiş olabilir. Açıkçası<br />

Kerkük’te seçim yapılması bir ölçüde çözümün<br />

ilk adımını da oluşturabilir ya da daha büyük<br />

bir çatışmanın fitilini de ateşleyebilir. Şu anda<br />

Kerkük’te seçim yapılması için düğümlenen nokta<br />

seçmen kütüklerine ilişkindir. Kürtler, seçimin<br />

yeni kayıtlara göre yapılmasını savunurken Türkmenler<br />

ve Araplar 2003 sonrasında şehre yerleştirilen<br />

Kürtlerin bu şehirde oy vermesine karşı<br />

çıkmaktadır. Bu sorun sadece seçime ilişkin bir<br />

anlaşmazlık değil gelecekte Kerkük’ün kaderinin<br />

belirlenmesi için yapılabilecek bir referandumun<br />

da kaderini etkileyeceğinden şehrin nihai geleceğinin<br />

belirlenmesinde en önemli kilit noktasıdır.<br />

Bu durumda şehirde seçimin yapılması ya<br />

da yapılmaması şehrin kaderini etkileyebileceği<br />

gibi Ankara-Bağdat-Erbil ilişkilerinin kaderini<br />

de etkileyecektir. Kerkük’te seçimin yanı sıra seçim<br />

öncesi veya sonrası yaşanabilecek çatışmalar<br />

da Türkiye-Irak ilişkilerini etkileme potansiyelini<br />

güçlü bir biçimde taşımaktadır. Özellikle Irak<br />

ordusu ile KBY’ye bağlı peşmerge güçleri arasında<br />

yaşanacak olan çatışma durumu Türkiye’yi<br />

rahatsız edecektir. Türkiye açısından Kerkük’te<br />

olası bir çatışma Türkmenlerin geleceği ve olası<br />

bir çatışmanın Irak’ın geri kalanına yansıması<br />

sonucunda ortaya çıkabilecek parçalanma nedeniyle<br />

önemlidir.<br />

Sonuç<br />

Türkiye-Irak ilişkilerinde sancılı geçen 2012 yılından<br />

sonra 2013 de pek olumlu sinyaller vermemektedir.<br />

Özellikle yapılacak Vilayet Meclisi<br />

seçimi sonucuna bağlı olarak ülkede yaşanabilecek<br />

gerginliğin Ankara-Bağdat ilişkilerine olumsuz<br />

yansıması güçlü bir olasılıktır. Buna karşılık<br />

2013’ün özellikle Ankara-Erbil ilişkileri açısından<br />

olumlu gelişmelere sahne olması beklenebilir.<br />

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta enerji alanında yapabileceği<br />

yeni atılımlar Türkiye ile Iraklı Kürtler<br />

arasındaki ilişkiyi yeni bir boyuta taşıyabilecek<br />

niteliktedir. Ancak yine de Türkiye’nin hem Erbil<br />

hem de Bağdat ile ilişkilerinde nihai belirleyicinin<br />

istikrar olduğunu hatırlatmak yararlı olacaktır.<br />

Ankara, Kuzey Irak’taki enerji çıkarları ne<br />

olursa olsun Kerkük’ün statüsünde ülkeyi kaosa<br />

sürükleyecek bir gelişmeye olumlu bakmayacaktır.<br />

O<br />

96


İnceleme<br />

DİPNOTLAR<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

7 “Kuzey Irak’ta gündem Suriye”, <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

07 Ey-<br />

<br />

<br />

<br />

97


İnceleme<br />

Anayasanın 140. maddesinde, açık olarak “ihtilaflı bölge” tabiri kullanılmışsa da esas itibariyle Kerkük kastedilmekteydi.<br />

Irak’ta İhtilaflı Bölgeler ve Türkmenler<br />

Disputed Areas and Turkmens in Iraq<br />

Mahir NAKİP<br />

Abstract<br />

According to the Iraqi constitution (Article 140), The only area mentioned as a disputed territory is Kirkuk.<br />

However, the Kurds also add Tuzmurmatı, Haneqin, Mendeli, Bashiqa, Aqra and Sinjar to the disputed areas.<br />

The dispute seems to be between Arabs and Kurds. But Turkmens constitute the majorities in these areas.<br />

For sure, the most peaceful and inoffensive community in the so-called disputed areas is the Turkmens. The<br />

clearest manifestation of this is that many innocent Turkmens died during the latest bomb explosions in<br />

the disputed areas. Turkmen politicians suggest that a multi-ethnic security force be formed in the disputed<br />

areas. This offer was accepted by Maliki, but rejected by Barzani. Barzani insists that these regions are not<br />

disputed areas, but have been cut off from Kurdistan by force. Turkey has not changed its Kirkuk policy and<br />

wants to see the city consist of three ethnic groups: Turkmens, Arabs and Kurds. This view is also shared by<br />

the Turkmens. However, it seems that Turkey has not paid enough attention to the Turkmen issue over last<br />

three years. Unarmed and pacifist Turkmens need a protector that will shield them against the danger of any<br />

ethnic conflict between Arabs and Kurds.<br />

Keywords: Iraq, Iraqi Turkmens, Kirkuk<br />

98


İnceleme<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

katmak mümkündür.<br />

Özet<br />

Irak Anayasası’nda (140. Madde) tartışmalı bölge<br />

olarak söz edilen tek yer Kerkük’tür. Ancak<br />

Kürtler; Tuzhurmatu, Hanekin, Mendeli, Başhika,<br />

Akra ve Sincar’ı da tartışmalı bölgelere<br />

dahil etmişlerdir. Görünen o ki, bu anlaşmazlık<br />

yalnızca Araplar ve Kürtler arasında yaşanmaktadır.<br />

Ancak Türkmenler söz konusu bölgelerde<br />

çoğunluğu teşkil etmektedirler. Şüphesiz ki bu<br />

bölgelerdeki en mazlum topluluk Türkmenlerdir.<br />

Bunun en bariz kanıtı ise son patlamalardır, çok<br />

sayıda masum Türkmen son patlamalarda hayatını<br />

kaybetti. Türkmen siyasetçiler, her bölgeden<br />

etnik grupların katılacağı bir güvenlik gücü kurma<br />

önerisinde bulunmuşlardır. Öneri Maliki tarafından<br />

kabul edilirken Barzani tarafından reddedilmiştir.<br />

Barzani, buraların sadece tartışmalı<br />

bölge olmakla kalmayıp Kürdistan’dan zor kullanılarak<br />

ayrıldığını iddia etmektedir. Türkiye Kerkük<br />

politikasında bir değişikliğe gitmemekte ve<br />

Kerkük’ü Türkmenler, Araplar ve Kürtler olmak<br />

üzere üç etnik gruptan oluşan bir şehir olarak<br />

görmek istemektedir. Bu görüş Türkmenlerce de<br />

onaylanmaktadır. Ne var ki, görünüşe göre Türkiye<br />

Türkmen meselesini son üç yıldır ihmâl etmektedir.<br />

Birilerinin silahsız Türkmenleri Araplar<br />

ve Kürtler arasında çıkabilecek muhtemel bir<br />

çatışmadan koruması gerekmektedir.<br />

Neden ve Nasıl İhtilaflı Bölgeler?<br />

2004 yılında Irak anayasası hazırlanırken iki taraf<br />

öne çıkmıştı: Şiiler ve Kürtler. Sünniler görünüşte<br />

masada idi; esas yoğunlukları, yer altına inerek<br />

silahlı mücadeleyi tercih etmişti. Türkmenler ise<br />

masada olmakla beraber ne hacimlerine uygun<br />

temsil, ne de üçüncü taraf olarak kabul ediliyordu.<br />

Bu dışlamayı, 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin Türk<br />

Parlamentosu’nda reddedilmesine ve faturanın<br />

o tarihlerde Türkiye’nin himayesinde görünen<br />

Türkmenlere kesilmesine bağlamak yanlış değildir.<br />

50 küsur kişiden oluşan Anayasa Komisyonu’nun<br />

iradesi dışında ve kapalı kapılar ardında Şiiler ve<br />

Kürtler arasında pişirilen meselelerden biri de<br />

“ihtilaflı bölgeler” meselesi idi. Anayasanın 140.<br />

maddesi, Kürtler tarafından masaya “şart olarak”<br />

getirilmişti ve hukukiliği tartışmalı olan ihtilaflı<br />

bölgeleri ihtiva etmekteydi. Başta Kerkük olmak<br />

üzere bütün ihtilaflı bölgelerde önce normalleştirme<br />

sonra nüfus sayımı yapılacak ve 31 Aralık<br />

2007’de de referandumla bölgelerin kaderleri<br />

belli olacaktı. Bu maddenin açık ve gizli yanları<br />

vardı. Açık olan yanı, “ihtilaflı bölge” tabiri genel<br />

olarak kullanılmışsa da esas itibariyle Kerkük’ü<br />

kastetmesiydi. Gizli olan yanları da ihtilafın<br />

Kürtlerle Araplar arasında olduğu ve Kerkük dışında<br />

kalan bölgelerin zikredilmemesiydi. Yani,<br />

ihtilafın içinde Türkmenler yok sayılıyordu ve ihtilafın<br />

kapsam alanı istendiğinde genişletilebilirdi.<br />

Nitekim Kürtler ihtilaflı bölgeleri Kerkük’ün<br />

tamamı; Musul’un Başika, Akra, Sincar, ilçeleri;<br />

Selahattin’nin Tuzhurmatu ilçesi ve Diyala’nın da<br />

Hanekin ilçesi ile Mendeli bucağı olarak tanımlıyordu.<br />

Aslında Kerkük’ün dışında diğer şehirlerin<br />

ihtilaflı bölge olduğuna dair hiçbir belge ve<br />

anlaşma yoktur. Musul’un üç ilçesi hariç diğer<br />

ihtilaflı yerlerin en büyük müştereği Türkmen<br />

<br />

99


İnceleme<br />

ağırlıklı olmasıdır. Kerkük, Tuzhurmatu, Hanekin<br />

ve Mendeli bölgeleri 50 yıl içerisinde demografik<br />

yapısı planlı şekilde değiştirilmiş Türk yerleşim<br />

bölgeleridir. Bunlara Altunköprü ve Kifri<br />

şehirlerini de katmak mümkündür.<br />

2007 yılında artık Sünniler, Türkiye’nin de katkısı<br />

ile siyasi sürece katılmışlar ve üçüncü güç olarak<br />

hak ettikleri yeri almışlardı. Bu arada ihtilaflı<br />

bölgeler için çizilen vade gelip çatmıştı. Kürtler<br />

bölgelerde hemen referandum yapmaktan yana;<br />

Şiiler sessiz; Sünni ve Türkmenler ise bu ihtilaflı<br />

bölgelere karşı idiler. Türkiye’nin de gayretleriyle<br />

Anayasanın 140. maddesi kadük kabul edildi ve<br />

bugüne gelindi. Ne zaman Irak’ta Hükümet kurulacak<br />

olsa ya da bir siyasi kriz çıksa Kürtler bu<br />

ihtilaflı bölgeleri masaya getirir. Bu tutum karşısında<br />

yakın tarihe kadar Şiiler ılımlı Sünniler ise<br />

tavırlı dururlardı. Özellikle Kerkük konusunda<br />

Şii liderler hep yuvarlak ifadeler kullanmayı tercih<br />

ederken, Sünni Araplar Kerkük’ün ve diğer<br />

ihtilaflı bölgelerin Irak’ın geneline ait olduğunu<br />

savunuyorlardı. Son bir sene içinde manzara yavaş<br />

yavaş değişmeye başladı. Şiiler ve özellikle<br />

Kanun Devleti ekibi yani Maliki, Sünni Arapların<br />

rolünü alırken, Sünni Araplar ikiye bölünmüş<br />

görünüyor: Bir grup sessiz kalmayı tercih ederken,<br />

Kerkük Sünni Arapları Maliki’nin safında<br />

yer almaya başlamışlardır. Türkmenler ise her<br />

zamanki tutumlarını değiştirmemişlerdir. Yani,<br />

adı geçen ihtilaflı bölgelerde Türkmenlerin de<br />

yaşadığını ve Türkmensiz çözümün olmayacağı<br />

üzerinde ısrarcı olmuşlardır.<br />

İki Taraflı Entrikalı Siyaset ve ABD<br />

Anayasa’nın 140. maddesi işlevini kaybedince,<br />

hem hükümette ağırlığı olan Şii Arapların, hem<br />

de ihtilaflı bölgelerde askeri yığınağı olan Kürtlerin<br />

çeşitli manevralarda bulunarak söz konusu<br />

ihtilaflı bölgelerde varlıklarını göstermeye ya da<br />

güçlendirmeye çalıştıkları görünmektedir. 2003<br />

yılından itibaren Kürtler Kerkük, Tuzhurmatu,<br />

Altunköprü, Kifri, Hanekin ve Mendeli şehirlerine<br />

yüzbinleri aşan nüfus kaydırmışlardır. Hiçbir<br />

hukuki düzenleme olmamasından güç alan<br />

Kürtler, bu bölgelere silahlı Peşmerge ve asayiş<br />

güçleri de sevk etmiştir. Kürt siyasetçiler iki supabı<br />

hâlâ ellerinde tutmaktadır. İlki ne Arapların<br />

ya da Türkmenlerin, Kürt bölgesine nüfus<br />

kaydırması mümkündür ne de böyle bir niyetleri<br />

bulunmaktadır. İkincisi ise Arapların Kürt<br />

bölgelerine askeri güç sevk etmeleri kısa ve orta<br />

vadede mümkün görünmemektedir. Bundan güç<br />

alan Kürtler, Kürt şehirlerine tahsis edilen parlamento<br />

sandalye sayısını sabit tutarak seçimler sırasında<br />

ihtilaflı bölgelere nüfus kaydırmışlardır.<br />

Böylece ihtilaflı bölgelerde hem il meclis üyelerini<br />

hem de parlamentoda sandalye sayılarını arttırabilmişlerdir.<br />

Aslında bu gibi oyunları Şiiler de<br />

yapmışlardır. Bu konuda en dürüst olan seçmenler<br />

Türkmenlerle Sünni Araplar gözükmektedir.<br />

Buna mukabil Araplar bugün her ne kadar Şii ve<br />

Sünni olarak ikiye bölünmüş ve kıyasıya birbirlerini<br />

öldürüyorlarsa da ihtilaflı bölgeler konusunda<br />

farklı düşünmemekteler ve ihtilaflı bölgelerin<br />

merkeze bağlı kalmasını savunmaktadırlar. Nitekim<br />

Maliki, 20 Kasım 2012 günü verdiği demeçte<br />

Kerkük’ün Kürdistan’a değil, Merkezi Hükümete<br />

bağlı olduğunu savunmuştur. “Kimse Kerkük’ün<br />

Kürtlüğünden söz etmesin; “Kerkük bir Arap ve<br />

Türkmen şehridir” diyecek kadar ileri gittiğini<br />

görüyoruz. Bu demeç, ilk defa Şii bir Başbakan<br />

tarafından bu kadar net ifade edilmektedir. Tabi<br />

ki Kürtlerin buna cevabı gecikmedi, Kerkük Kürt<br />

milletvekili Halit Şivani, Kerkük ve diğer ihtilaflı<br />

bölgelerin coğrafi ve tarihi olarak birer Kürt şehri<br />

olduğunu beyan etmiştir. Hatta aynı şahıs 12<br />

Aralık tarihinde bir Arap televizyonuna konuşarak,<br />

“artık ihtilaflı bölgeler kalmamıştır. Mevcut<br />

olan bu bölgeler Kürdistan’dan koparılmış<br />

bölgeler olup er veya geç tekrar Kürdistan’a iade<br />

edilecektir” diyerek meseleyi daha hasmane bir<br />

düzeye çıkarmıştır.<br />

Irak Genel Kurmay Başkanı Babekir Şevket Zibari<br />

bir Kürt olunca, Maliki yetkisini kullanarak<br />

Dicle Kuvvetlerini aylar önce kurmuş, Hanekin<br />

ve Mendeli taraflarında Peşmergeleri şehirden<br />

çıkarmak için kullanmıştı. Bir ölçüde de başarılı<br />

oldu denilebilir. Tuzhurmatu denemesi ikinci<br />

sırada uygulamaya konuldu. Ama burada aynı<br />

rahatlığı bulamayarak Peşmergelerle az da olsa<br />

çatışmaya girmiştir. Bilindiği gibi Tuzhurmatu<br />

bir Türkmen şehri olmakla beraber tamamen<br />

100


İnceleme<br />

16 Aralık tarihinde Kerkük ve Tuzhurmatu’da meydana gelen patlamalarda ve belirsiz bir yerden atılan havan topları saldırılarında onlarca<br />

Şii Türkmen’in ölmesi dikkatleri Peşmergelerin bu iki şehir etrafından yaptığı yığınağa çevirmiştir.<br />

Şii mezhebine mensup Türkmenlerden oluşmaktadır.<br />

Bu da Maliki’nin hamlesine destek<br />

oluşturabilir düşüncesini kuvvetlendirmektedir.<br />

Dicle Kuvvetlerinin Tuzhurmatu’ya yerleşmeye<br />

başlaması aslında ABD’nin de dikkatini çekmiştir.<br />

Nitekim hemen harekete geçmiş ve 16 maddelik<br />

bir metin geliştirerek iki tarafı anlaşmaya<br />

ve ateşkes sağlamaya mecbur etmiştir. Bu olay<br />

Amerikan basınında da yer almıştır. Nitekim Liz<br />

Sly’ın The Washington Post gazetesinin 20 Kasım<br />

tarihli sayısında bu şehir için şöyle demektedir:<br />

“Çoğunluğu Türkmen olan Tuzhurmatu<br />

kenti Arap Selahattin İli’ne bağlı bir ilçe olmasına<br />

rağmen 2003 Amerikan işgalinden bu yana<br />

Kürtlerin kontrolünde görünmektedir. Kürtler bu<br />

şehri kendi bölgelerine katmak istemektedirler.”<br />

Sly, ihtilaflı bölgelerin haritasını makalesinde<br />

verirken aslında tamamen Türkmeneli’ni işaret<br />

etmektedir.<br />

Ancak Amerikan heyeti gider gitmez karşılıklı<br />

sataşmalar yine başlamış ve 29 Kasım günü<br />

Kürt tarafı görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlandığını<br />

ilan etmiştir. Hatta Barzani, “Maliki<br />

artık bitmiştir” gibi diplomatik olmayan sözler<br />

de sarf etmiştir. Bununla da yetinmeyerek binlerce<br />

Peşmerge’yi Kerkük’e yakın Leylan İlçesine<br />

sevk etmiş ve kendisi de 10 Aralık günü Kürdistan<br />

Bölgesi Başkomutan sıfatı ile bu kuvvetleri<br />

denetlemeye gelmiştir. Demek ki yine ilk kareye<br />

dönülmüştür. Bu makale kaleme alındığında<br />

Kürtler tankları ile Erbil’den çıkarak Türkmen<br />

Altunköprü şehrini geçmiş ve Kerkük’e yakın<br />

bir yerde konuşlanmıştır. Dicle Kuvvetleri de<br />

Bağdat’tan takviye almaya devam ediyordu.<br />

Türkmenlerin Çözüm Önerisi<br />

İster Maliki isterse Kürt tarafı olsun verdikleri<br />

demeçlerde Türkmenleri ihmal etmedikleri gö-<br />

<br />

101


İnceleme<br />

-<br />

-<br />

-<br />

<br />

rünüyor. Nitekim Barzani ve Talabani’nin verdikleri<br />

ilk ortak demeçlerinin sonunda, bölgede<br />

bir çatışma olduğu takdirde Türkmenlerin kendileri<br />

tarafından korunacağını zikretmişlerdir.<br />

Ama asla onların da bu ihtilafta taraf oldukları<br />

dile getirilmemiştir. Ancak Maliki’nin Türkmenlere<br />

yaklaşımı daha farklıdır. 1 Aralık günkü basın<br />

toplantısında ihtilaflı bölgede Türkmenlerin<br />

de yaşadığını, Tuzhurmatu şehrinin bir Türkmen<br />

şehri olduğunu ve ihtilaflı bölgelerin güvenliği<br />

için kurulmasını düşündükleri yeni kuvvetlerin<br />

içinde Türkmenlerin de olması gerektiğini ifade<br />

etmiştir. Ancak Türkmenler adına kimi muhatap<br />

alacaklarına temas etmemiş olması dikkatleri<br />

çekmiştir.<br />

İhtilafın başladığı günden beri aslında Türkmen<br />

siyasetçiler bu konuda demeçler vermekte ve<br />

bu demeçler Irak medyasında yer almaktadır.<br />

İlk demeci eski milletvekillerinden Fevzi Ekrem<br />

Terzi 22 Kasım tarihinde vermiş ve Maliki’ye<br />

ihtilaflı bölgelerin güvenlik kuvvetlerine Türkmenlerin<br />

de katılması gerektiğini beyan etmiştir.<br />

Arkasında Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat<br />

Salihi’nin ilki 23 Kasım’da ikincisini de 3 Aralık’ta<br />

yaptığı basın toplantılarında ihtilafın çözülmesi<br />

için dört önemli talepte bulunduğu gözlenmiştir:<br />

1. Bölgede ve özellikle Kerkük’te yaşayan bütün<br />

etnik halklardan oluşan müşterek bir güvenlik<br />

kuvvetlerinin ihtilaflı bölgeleri koruması gerektiğini<br />

vurgulamıştır.<br />

2. Siyasi partilerin bu süreçten uzak durmaları<br />

gerektiğini dile getirmiştir.<br />

3. Siyasi görüşmelerde Türkmenlerin üçüncü<br />

taraf olarak masada bulunması gerektiğini ifade<br />

etmiştir. Hatta Türkmenlerin Arap ve Kürtler<br />

arasında iyi bir uzlaştırıcı rol oynayabileceğini<br />

hatırlatmıştır.<br />

4. Kürt ve Araplar arasında Türkmen bölgelerinde<br />

bir çatışma çıkarsa, silahsız oluşlarından dolayı<br />

Türkmenlerin çok zarar göreceklerini ve buna<br />

binaen kendilerini korumak için dış yardım talep<br />

edebileceklerini ima etmiştir.<br />

Bir başka basın toplantısı da Kanun Devleti<br />

(Maliki’nin partisi) adına Türkmen milletvekili<br />

Abbas Bayatlı yapmıştır. Bayatlı, Kerkük Kürt<br />

Milletvekili Halit Şivani’nin “Kerkük Kürt’tür ve<br />

Kürdistan bölgesine dâhildir” demecine tepki<br />

göstererek Kerkük’ün bağımsız bir federal bölge<br />

olmasını teklif etmiştir. Aslında bu teklif bilumum<br />

Türkmenler tarafından kabul görmüş bir<br />

teklif olup 2010 yılına kadar Türkiye’de de telaffuz<br />

edilmekteydi.<br />

Şu anda durum sakin görünmektedir. Parlamento<br />

Başkâtibi Muhammed Halidi 7 Aralık’ta<br />

yapmış olduğu resmi açıklamada krizin sona erdiğini<br />

ve ihtilaflı bölgelerde yaşayan üç kesimin<br />

eşit temsilinden oluşacak bir güvenlik kuvvetinin<br />

bölgedeki asayişi koruyacağını belirtmiştir.<br />

Ancak, ihtilaflı bölgelerde ve özellikle Kerkük ve<br />

civarında tansiyonun yüksek kalacağı aşikârdır.<br />

Nitekim Maliki “ihtilaflı bölgeler” ibaresi yerine<br />

“karışık bölgeler” ifadesini kullanırken, buna<br />

mukabil Kürtler de “Koparılmış bölgeler” tabirini<br />

kullanmaya başlamışlardır. Bu ihtilaf çok uzun<br />

102


İnceleme<br />

bir süre daha devam edecektir. Ancak bu süre<br />

içerisinde en çok güç kazanan Kürt tarafı ve en<br />

çok güç kaybeden Türkmenler olacaktır. Çünkü<br />

Kürtler güvenlikli olan kendi bölgelerinden<br />

nüfus ve silahlı kişiler kaydırabilmekte, Araplar<br />

ise Irak silahlı güçlerini ellerinde tutmaktadırlar.<br />

Türkmenler ise Arap ve Kürt kıskacının arasında<br />

endişe ve korku içinde yaşamaktadır. Bu gibi karşılıklı<br />

dikleşmeler de Kerkük şehrinin huzurunu<br />

kaçırmakta ve iş hayatını olumsuz yönde etkilemektedir.<br />

Yaklaşan Mahalli Seçimler<br />

Bilindiği gibi bütün bu kargaşa içerisinde bir de<br />

gelecek 20 Nisan 2013’te mahalli seçimler yapılacaktır.<br />

Kerkük’teki seçimlerin nasıl yapılacağı<br />

konusunda üç ayrı görüş var. Kürtler Kerkük’te<br />

seçimlerin kendi bölgelerindeki seçimlerden<br />

sonra olmasını, 2010 seçmen kütüklerinin esas<br />

alınmasını, seçimlerin kayıtsız ve şartsız yapılmasını<br />

istiyorlar. Kerkük Arapları ise bu şartları<br />

kabul etmekle beraber Kerkük’te seçimlerin<br />

Kürt bölgesindeki seçimlerle aynı günde olması<br />

konusunda ısrarcı oldular. Bunun da sebebi<br />

açıktır; çünkü Kürtlerin kendi bölgelerinden<br />

seçmen kaydırması yapacaklarına kesin gözüyle<br />

bakılmaktadır. Türkmenler ise daha farklı yaklaşmaktadırlar.<br />

Onlar önceden bu konuda çıkan İl<br />

Meclisleri Seçim Kanunu’nun 36. maddesi gereği<br />

Kerkük’te bütün görevlerin ve meclis sandalyelerinin<br />

ve şehirdeki önemli görevlerin 1/3 oranında<br />

üç milliyet arasında bölüşülmesini, seçmen<br />

kütükleri konusunda 2004 yılının kütüklerinin<br />

esas alınmasını ve seçimlerin bu esasa göre yapılmasını<br />

istemektedirler. Böylece ne tarih değiştirmesinin<br />

ne de nüfus kaydırmasının seçimlere bir<br />

zararı olur. Irak Parlamento Başkanı Nuceyfi ve<br />

Birleşmiş Milletler Temsilcisi Kopler bu maksatla<br />

farklı tarihlerde Kerkük’ü ziyaret ederek arayı<br />

bulmaya çalıştılarsa da şu ana kadar mutabakat<br />

sağlanmış değildir. Kürtlerle Şiiler arasında tansiyon<br />

yüksek kaldığı sürece bu konuda da mutabakat<br />

sağlanacağı mümkün görünmüyor. Ortada<br />

çözüm arayışında olan sadece Irak Türkmen<br />

Cephesi görünmektedir.<br />

9 Aralık günü Kerkük’te mahalli seçimlerin yapılamayacağı<br />

kesinleşmiştir. Tuzhurmatu ve Diyala<br />

gibi diğer ihtilaflı bölgelerde ise mahalli seçimler<br />

yapılacaktır. Ancak mevcut tansiyon böyle devam<br />

ederse, seçimler sırasında büyük bir kargaşa<br />

yaşanacağını tahmin etmek zor olmayacaktır.<br />

Belki de Türkmenler sandığa gitmemeyi tercih<br />

edeceklerdir. Hal böyle olunca Türkmenler mevcut<br />

durumdan en rahatsız kesim olarak görünmekte<br />

ve gelecekleri en belirsiz olan topluluk<br />

olarak ortaya çıkmaktadır.<br />

Mahalli seçimlerin Kerkük’te yapılamayacağına<br />

belki en çok Türkmenler sevinmiş ve en çok<br />

da Kürtler üzülmüştür. Çünkü Türkmenlerin<br />

Kerkük’te iyice dışlandığı çok açıktır. Gelen bilgilere<br />

göre Türkmenler seçimlere Musul ve Diyale<br />

illerinde Nuceyfi’nin (şu anda Parlamento Başkanı)<br />

grubu ile Tuzhurmatu’da da Birleşik Türkmen<br />

listesi ile gireceklerdir. Bu stratejinin isabetli olduğunu<br />

şimdiden söylemek mümkündür.<br />

Türkiye Ne Yapabilir?<br />

Türkiye’nin Irak merkezi hükümeti ile arasının<br />

bozuk olması, Türkmenleri olumsuz yönde<br />

etkilemektedir. Türkmenler, şartlar ne olursa<br />

olsun bugün iki grup arasında tarafsız kalmalıdırlar.<br />

Malum, dünyada hiçbir azınlığın bir tarafa<br />

meyletme gibi bir lüksü olmamıştır. Kürt<br />

siyasileri içerisinde Türkmenlere en sıcak bakan<br />

kişi Cumhurbaşkanı Talabani’dir. O da Kerkük<br />

ve ihtilaflı bölgeler konusunda Barzani’den farklı<br />

düşünmemektedir. Bu durumda Türkmenler<br />

gerçekten bir çıkmazın içindedirler ve aralarında<br />

ihtilaflar bile baş göstermiştir denilebilir. Çünkü<br />

Türkiye’nin şu anda iyi ilişkiler içerisinde olduğu<br />

Barzani’nin Türkmenlere bakışı hiç de dostane<br />

görünmüyor ve Türkmenleri pek kaile aldığı söylenemez.<br />

Özellikle 16 Aralık tarihinde Kerkük<br />

ve Tuzhurmatu’da meydana gelen patlamalarda<br />

ve belirsiz bir yerden atılan havan topları saldırılarında<br />

onlarca Şii Türkmen’in ölmesi dikkatleri<br />

Peşmergelerin bu iki şehir etrafından yaptığı<br />

yığınağa çevirmiştir. Bu arada Sayın Davutoğlu,<br />

TBMM Genel Kurulu’nda bakanlığın 2013 yılı<br />

bütçesi görüşmeleri sırasında milletvekillerinden<br />

gelen soruları cevaplayarak, Türkmen nü-<br />

<br />

103


İnceleme<br />

fusun yoğunlukta olduğu ve Irak Merkezi Hükümeti<br />

ile Barzani Peşmergesi’nin karşı karşıya<br />

geldiği Kerkük ile ilgili Türkiye’nin politikasını<br />

açıkladı. Davutoğlu, Türkiye’nin Kerkük politikasının<br />

ne olduğuna yönelik bir soruya, “Kerkük<br />

politikamız bellidir. Bütün orada bulunan etnik<br />

grupların; Türkmen’in, Arap’ın, Kürt’ün hep beraber<br />

yaşayacağı özel bir statüde olması düşüncemiz<br />

ve politikamız esastır” cevabını vermesi<br />

bu aşamada önemlidir. Türkiye, Kerkük konusunda,<br />

bazı çevrelerin iddia ettiği gibi, politika<br />

değiştirmiş değildir.<br />

Türkiye, Irak’ın iç işlerine karışmayabilir ya da<br />

karışamayabilir. Ama Türkmenlerin can ve mal<br />

güvenlikleri konusunda söyleyecek sözleri olmalıdır.<br />

Türkiye’nin Barzani’ye yaklaşması, Türkmenler<br />

için yeni bir durumdur. Bu durum karşısında<br />

mevzilerini tespit etmek için Türkiye’nin<br />

Türkmenler konusundaki görüşlerini de bilmeleri<br />

gerekmektedir. Şu ana kadar bu manzara<br />

net değildir. Türkmen siyasetçilerinin Sayın<br />

Erdoğan’la en son görüştükleri tarih Temmuz<br />

2006 tarihidir. Hâlbuki ister Barzani olsun isterse<br />

Sünni Arap liderleri olsun son zamanlarda<br />

Sayın Erdoğan’la defalarca görüşmüşlerdir. Dolayısıyla<br />

nasıl ki bütün siyasi grupların başkanları<br />

Türkiye’ye gelerek Sayın Başbakanımızla fikir<br />

teatisinde bulunmuşsa, Türkmen siyasetçileri de<br />

gelip görüşlerini ve tekliflerini Sayın Başbakanımızla<br />

paylaşabilmelidir. Bu şartlarda Türkiye,<br />

Türkmenlere önem verdiği ölçüde, Irak’ın siyasi<br />

tarafları da o ölçüde Türkmenlere rol ve önem<br />

vereceklerdir.<br />

Kısacası Türkmenler, Gazze ve Filistinliler Türkiye<br />

için ne ise, Kerkük ve Türkmenlerin de Türkiye<br />

için aynı anlam ve değeri taşımasını beklemektedirler.<br />

O


İnceleme<br />

Halep’te yaklaşık 3 ay tutuklu kalan ve kısa süre önce özgürlüğüne kavuşan Cüneyt Ünal’ın yaşadıkları Suriye’ye “kaçak giren” bir yabancı<br />

gazetecinin başına gelebileceklerinin açık örneklerinden biri.<br />

Suriye’de Gazeteci Olmak<br />

Being Journalist in Syria<br />

Hediye LEVENT<br />

Abstract<br />

In Syria there is a multidimensional crisis for nearly 2 years. In addition to the repressive regime ruling<br />

the country for 40 years, other factors such as the ongoing civil and armed opposition, the involvement of<br />

international actors, the struggle among regional powers and the energy issues make the crisis more chronic<br />

and deepen. These factors and the psychological wars pursuded by the actors involved in the crisis need to<br />

be examined. All these factors create several challenges for the journalists who are supposed to inform the<br />

international community about the developments inside Syria. In addition, journalists working Syria are<br />

exposed to thretas to their life and manipulations of their stories.<br />

Keywords: Syria, media, journalists, manipulation, opposition<br />

<br />

105


İnceleme<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

bölgelere giremiyor.<br />

Basın etik ilkeleri, kamu yararı, hedef kitle, doğru<br />

bilgi, tarafsızlık… İletişim fakültelerinde “doğru<br />

bilginin kamuoyuna tarafsız aktarılması” olarak<br />

özetlenir gazetecilik. Gazeteci doğru bilgiye<br />

ulaşır, uygun kanallarla halka aktarır. Gazeteci<br />

zinhar manipülasyona bulaşmaz, tarafsızlığına<br />

gölge düşürmez, dürüstlükten taviz vermez,<br />

5n1k yol haritasıdır ve formatın dışına çıkmaz,<br />

haberinde yoruma kaçacak ifade kullanmaz vs<br />

vs… Herşey bu kadar kolay mıdır? Mesela doğru<br />

bilgi nedir, nerden ve nasıl bulunur, bilginin doğruluğunun<br />

kriteri nedir? Medyanın en önemli<br />

“savaşın gerekliliğine inandırma aracı” olduğunu<br />

en son ABD’nin Irak’ı işgali sürecinde bölge<br />

ülkeleri olarak tecrübe etmiştik. Can güvenliği<br />

başta olmak üzere hedef gösterilmek, yaftalanmak,<br />

çatışma ve bombalı saldırılardan zarar görmek<br />

bir tarafa manipülasyondan etkilenmemek<br />

mümkün mü?<br />

Gazeteci mikrofonunu, ses kayıt cihazını, kamerasını<br />

diğerlerine uzatandır ancak bu yazıda<br />

dinleyen değil anlatan olacak. Gazetecinin bilgi<br />

toplarken ve aktarırken çok dikkatli olması gerektiğine<br />

dikkat çekmiştik. Peki, henüz sıcak çatışmalar<br />

nedeniyle “Suriye’de şu kadar gazeteci<br />

öldü” gibi silik haberlerin dışında pek dikkat çekmeyen<br />

süreçlerde bir gazeteci nasıl yaşar, nasıl<br />

çalışır, nelere karşı mücadele etmek zorundadır?<br />

Hele hele Suriye’deki sıcak sürecin soğumaya<br />

başlaması ile birlikte bazı araştırmacı gözlerin<br />

“Suriye’deki isyan sürecinde medyanın rolü ve<br />

etkisi” gibi başlıklar altında detaylı irdelemelere<br />

başlamasıyla nelere şaşıracağız, ne kadar şaşıracağız<br />

kimbilir… Henüz sıcak olan sahadan sıcak<br />

sıcak gördüğüm, yaşadığım ve başdöndürücü<br />

hızla devam eden gündem içinde yakalayabildiğim<br />

kadarıyla “Suriye’de gazeteci olmak…”<br />

“Suriye’ye Kiminle Girdiysen Onun<br />

Tarafındasın” Anlayışı<br />

Ülkedeki gelişmeleri yerinden takip etmek isteyen<br />

gazetecilerin sıkıntısı Suriye’ye girmeye<br />

karar verdikleri anda başlar. Ülkeye girmenin<br />

iki yolu var; ya Enformasyon Bakanlığı’ndan<br />

izin alınacaktır ya da muhalifler kanalıyla ülkeye<br />

girilecektir. Gazetecinin ülkesinin ve çalıştığı<br />

medya kuruluşunun Suriye krizine yaklaşımı<br />

ülkeye giriş konusunda oldukça bağlayıcı. Rus<br />

basınına çalışan birinin muhaliflerin kamplarına<br />

girmesi çok mümkün değil. Nitekim bunun<br />

farkında olan Russia Today çalışanları El Cezire<br />

adını kullanarak bazı kamplara girmeyi başardı.<br />

Yine El Cezire muhabirinin Şam’a Enformasyon<br />

Bakanlığı’nın izni ile girebilmesi, gerçekleşmesi<br />

imkânsıza yakın bir beklenti.<br />

Gazeteci, ülkesinin ve çalıştığı kurumun Suriye<br />

meselesine yaklaşımı nedeniyle taraflardan birinin<br />

cephesinde çalışmaya itilebiliyor. Şam’dan<br />

muhaliflerin kontrol ettiği alana geçmek isteyen<br />

bir yabancı gazeteciye silahlı muhalifler iyi gözle<br />

bakmazken, sınır kapılarından resmi bir şekilde<br />

geçmemiş gazeteciler de yönetimin kontrolündeki<br />

bölgelere giremiyor. Yabancı gazetecilerin<br />

106


İnceleme<br />

ordu tarafından silahlı muhaliflerin kontrolündeki<br />

bölgelerde yakalanmaları halinde “ülkeye<br />

yasadışı yollardan girme ve terörist organizasyonlarla<br />

işbirliği yapma” suçları çerçevesinde kanuni<br />

işlem yapılıyor.<br />

Halep’te yaklaşık 3 ay tutuklu kalan ve kısa süre<br />

önce özgürlüğüne kavuşan Cüneyt Ünal’ın yaşadıkları<br />

Suriye’ye “kaçak giren” bir yabancı gazetecinin<br />

başına gelebileceklerinin açık örneklerinden<br />

biri. Suriye Devlet Televizyonu’nda “terörist”<br />

gibi gösterilmesi, Suriyeli meslektaşının uzattığı<br />

mikrofona konuşmaya zorlanması ve nerde çekildiği<br />

belli olmayan bir fotoğrafın bir gazeteciyi<br />

“terörist” yapmaya yettiği Suriye’de, kayıp gazetecilerin<br />

akıbetinin izini sürmek de oldukça güç.<br />

Zaman zaman taraflardan biri ile çatışma bölgesine<br />

giden yabancı gazeteciler de hayatını kaybediyor.<br />

Suriye yönetimi, Sunday Times gazetesinin<br />

muhabiri Marie Colvin’in hayatını kaybettiği<br />

olayda olduğu gibi “askeri operasyon sırasında<br />

muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde hayatını<br />

kaybeden gazetecilerin sorumluluğunun gazetecilere<br />

ve muhaliflere ait olduğunu” öne sürüyor.<br />

Yine French Tv muhabiri Gilles Jacquier, Enformasyon<br />

Bakanlığı organizasyonu ile götürüldüğü<br />

Humus’ta muhaliflerin attığı roket sonucu<br />

hayatını kaybetmişti. Muhalifler önce Suriye<br />

yönetimini suçlamış ardından olayın “yanlışlıkla<br />

olduğunu” öne süren bir açıklama yapmışlardı.<br />

Gazetecileri, çatışmaların olmadığı kent merkezlerinde<br />

bombalı saldırı, rastgele atılan roket veya<br />

havan topu gibi tehditlerin dışında günlük hayatta<br />

ve sokakta da birçok sıkıntı bekliyor. 1<br />

“Bitaka”<br />

Suriye yönetiminin gazetecilere yaklaşımından<br />

başlayalım. Krizden önce de gazeteciler için zor<br />

ve “özgür basın” anlayışından oldukça uzak olan<br />

Suriye’de, kriz sürecinde şartlar iyice ağırlaştı.<br />

Krizin başlarında yabancı gazetecilere karşı temkinli<br />

hareket eden Suriye yönetimi, bir süredir<br />

yabancı gazetecileri sık sık Suriye’ye davet edip<br />

“sesini duyurmaya” çalışsa da bu bakış açısı henüz<br />

sokaklara yansımamış.<br />

Sadece Şam içinde son aylarda neredeyse bütün<br />

ana caddelerde ve ara sokaklarda askeri kontrol<br />

noktaları oluşturuldu. Yabancı gazetecilerin<br />

özellikle de fiziksel olarak Orta Doğu toplumlarından<br />

olmayanların birçok kontrol noktasında<br />

“hasbıhal eyleyeceği” kesin. “Ehlen ve sehlen<br />

– (hoşgeldin), bitaka(izin kartı-kâğıdı), cevaz<br />

seferi(pasaport)” gibi birkaç kelime Suriye’ye ilk<br />

kez giren yabancı gazetecilerin öğreneceği ilk kelimeler.<br />

Bazen izin belgesi yeterli olurken bazen<br />

sıradan kimlik kontrolü uzun süre beklemeye,<br />

ilgili kurumlardan teyid almaya kadar uzayan sıkıntılı<br />

bir sürece dönüşebiliyor.<br />

Enformasyon Bakanlığı’ndan izin alınmış olsa<br />

da olağanüstü günlerin ve ordunun sokaklardaki<br />

varlığının her geçen gün daha fazla hissedildiği<br />

ülkedeki yabancı gazeteciler, askerlerin ve halkın<br />

tepkisine hedef olabiliyor. Eğer gazeteci Suudi<br />

Arabistan, Katar, Türkiye, Amerika gibi ülkelerin<br />

vatandaşıysa sitemler, iğnemeler, ardarda anlatılan<br />

birbirinden ürpertici hikâyeler… “Bizim köyden<br />

bir kızı kaçırdılar, günlerce tecavüz etmişler,<br />

sonra parçalayıp poşetle köyün girişine bırakmışlar.”<br />

Bu tip yüzlerce olayın olduğu doğru; 20<br />

aydan fazladır yüzlerce görüntü izleyip mağdur<br />

yakınları ile görüştüm. Ancak “Kim yaptı” sorumun<br />

cevabı her zaman aynı; “Özgür Suriye<br />

Ordusu.” “Suriye’de onlarca suç örgütü türedi,<br />

kimin yaptığına nasıl eminsiniz?” sorusu bazen<br />

oldukça rahatsız edici olabilir, özellikle de bir askeri<br />

kontrol noktasında…<br />

Kontrol noktasına geri dönelim. Kimlik kontrolü,<br />

izin teyidi gibi süreçler tamamlandı. Bu rahat<br />

çalışılacağı anlamına gelmez, izin kâğıdını görmek<br />

isteyen esnaftan özellikle çatışmalardan kaçanların<br />

yaşadığı bölgelerde hikâyelerini hepbir<br />

ağızdan anlatmaya çalışanlara kadar onlarca sıkıntı,<br />

gerginlik bekliyor.<br />

Ordu ya da güvenlik birimleri çalışanlarının tepkileri<br />

bir tarafa, bazen tedirginlik bazen güvensizlik<br />

nedeniyle sokak röportajlarından, ekonomi-enerji<br />

gibi konulara dair görüş alacak uzman<br />

bulunması bile haftalar süren girişimler gerektirebiliyor.<br />

<br />

107


İnceleme<br />

Fransa yönetimi, French Tv muhabiri Gilles Jacquier’in Humus’ta muhalifler tarafından atılan roketle hayatını kaybettiği olaydan<br />

Suriye yönetimini sorumlu tutmuş ve “Yönetimin, gazetecinin hayatını korumakla sorumlu olduğunu” açıklamıştı.<br />

Kriz öncesi Suriye ile ilgilenmeye başlayan ya<br />

da ülkede yaşayan gazeteciler nispeten şanslı.<br />

Çoğunlukla “off the record” şartı olsa da kişisel<br />

kaynaklar, ülkedeki durumu ve gidişatı kalıp<br />

kavramlar ve sorgulanmaya muhtaç yargılarla<br />

değerlendirmekten kurtarabiliyor. Mesela, sıkça<br />

işlenen ve artık geçerli önerme olarak kabul edilen<br />

“Suriye’deki bütün Aleviler rejim yanlısıdır<br />

çünkü Esad ailesi Alevidir” değerlendirmesinin<br />

yanlış olduğu uzunca yıllar hapiste kalmış muhalif<br />

Alevilerin yönetime yönelik eleştirilerini<br />

açıklıkla paylaştıkları sohbetlerden öğrenilebiliyor.<br />

Ya da “Sünnilerin tamamının aynı gerekçeyle<br />

yönetime muhalif olduğu” düşüncesinin sorgulanmaya<br />

ne kadar muhtaç olduğu ancak ses kayıt<br />

cihazının olmadığı sohbetlerde ortaya çıkıyor.<br />

Bu tip bağlantıları olmayan gazetecilerin önemli<br />

kaynaklarından biri olan Suriye basınının durumu<br />

ne?<br />

“İrhabi Var mı Yok mu?”<br />

Suriye’deki kriz, 40 yıllık baskıcı rejim anlayışının<br />

basın üzerindeki tahribatını net bir şekilde<br />

ortaya çıkardı. Dünya gündemi ülkedeki krizle<br />

çalkalanırken Suriye basını ilk birkaç ay ülkede<br />

hiçbirşey yokmuş gibi davranmayı tercih etti.<br />

Kriz neredeyse 2 yılını dolduracak ancak Suriye<br />

basınından ülkedeki gelişmeleri takip etmek,<br />

bilgi sahibi olmak hala pek mümkün değil. Ülke<br />

içindeki kısıtlı sayılabilecek kaynakları Arapça<br />

bilmeyenlerin takip etmesi de oldukça güç.<br />

Batılı standartlarda bilgi ve görüntü aktarılması<br />

anlayışının olmadığı ülke basınında haber bültenlerinde<br />

bolca kanlı ceset görüntüleri yer alıyor.<br />

“Halka terörün gerçek ve korkunç yüzünü<br />

108


İnceleme<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

anlatmak” gayesiyle mozaiklenmeden yayınlanan<br />

görüntülerin başlı başına nasıl etkilere yolaçabileceği<br />

bile sorgulanmıyor.<br />

Tarafsızlık bir tarafa sıcak haber ve fikri takip<br />

gibi temel gazetecilik kavramlarının olmadığı<br />

ülke basınında çatışma ve patlamaların ardından<br />

parçalanan cesetler, işkence ile öldürülmüş<br />

kişilerin görüntülerinin yayınlanması sıradan bir<br />

durum.<br />

Bölgesel bir krize dönüşüp uluslararası boyut kazanan<br />

isyan süreci neredeyse 2 yılını dolduracak<br />

ancak çoğunlukla resmi makamlarca hazırlanan<br />

haber metinlerini aktaran Suriye medyasında<br />

mikrofon uzattıkları herkese aynı soru soruluyor:<br />

“Suriye’de İrhabi (terörist) var mı?”<br />

Ülke içindeki muhalifler, birkaç toplantıları haricinde<br />

Suriye medyasında yer bulamıyor. Daha<br />

çok El Kaide uzantılı örgütlerin eylemlerine<br />

odaklanmış ülke medyasında iç muhaliflerin sesini<br />

dahi duymak mümkün değil. Bu çerçevede,<br />

güvenlik birimleri tarafından mağdur edilen ya<br />

da öldürülenlere ilişkin haberler, artık her kesimden<br />

insan tarafından açıkça dile getirilen rüşvet,<br />

yolsuzluk, insan hakları ihlalleri, demokrasi yokluğu<br />

gibi gerçeklere kesinlikle değinilmediğini<br />

belirtmeye gerek yok…<br />

Basın üzerinden kısıtlı bilgi edinilmesi sorununa<br />

manipülasyon da eklenebiliyor. Ülkedeki silahlı<br />

sürecin kilitlendiği Devlet Başkanı Yardımcısı<br />

Faruk Şara tarafından bile açıkça dile getirilirken<br />

basında hergün onlarca “Suriye Ordusu a bölgesini<br />

kontrol altına aldı, b bölgesinde silahlı teröristlere<br />

ağır zaiyat verdirdi” haberleri yer alıyor.<br />

Ancak a bölgesinde birkaç saat sonra şiddetli çatışmalar<br />

yaşanabiliyor. Ordunun durumu, Halep<br />

gibi kritik süreçlerin yaşandığı bölgelerde neler<br />

olduğu, herkesçe malum Kürtlere ilişkin gelişmeler<br />

basında yer bulmayan konular.<br />

Birkaç yüzbin mensubuyla ordu uzun süredir sahaya<br />

inmiş durumda. Ordu gibi büyük bir mekanizmanın<br />

çalışmaya başlamasının ardından<br />

yüzbinlerce askerin en azından bireysel hataları<br />

nasıl kontrol edilebilir? Ancak Suriye basınına<br />

göre “her türlü olumsuzluğun sorumlusu Özgür<br />

Suriye Ordusu’dur” ve bu durum sorgulanamaz.<br />

Örneğin, ekmek fiyatlarının bazı yerlerde 10<br />

TL’yi aşmasının nedeni “Muhaliflerin kırsal bölgeleri<br />

terörize etmesidir. Elbette Suriye’de karaborsacıların<br />

varlığı ve bu kişilere gözyuman yetkililerin<br />

bulunması sözkonusu bile değildir.”<br />

Suriye basınının kısırlığı sadece yabancı gazetecileri<br />

etkilemiyor elbette. Ülke içinde basın üzerinden<br />

bilgi edinmek bu kadar zorken yönetim<br />

yanlısı olan veya tarafsız kalan halk ya da akademisyenler<br />

gibi uzman kişiler neden yabancı basın<br />

mensuplarına güvenmiyor?<br />

Medyanın Hal-i Pürmelâli<br />

Irak savaşını, gazetecilerin savaş sırasında aktardıkları<br />

sıcak bilgilerden değil, işgal sonrası yani<br />

süreç epey soğuduktan sonra anlattıklarından<br />

öğrenmiştik birçoğumuz. Suriye’de süreç soğu-<br />

<br />

109


İnceleme<br />

maya başladığında kimbilir neler öğreneceğiz?<br />

Henüz süreç soğumadan Arap ve dünya basınına<br />

dair ortaya çıkanlara bakılırsa ilerleyen yıllarda<br />

duyacaklarımız bizi pek şaşırtmayacak gibi görünüyor.<br />

Yazının başında “gazetecinin görevi kamuoyuna<br />

doğru bilgi aktarmaktır” demiştik. Sahadaki<br />

gazetecinin ve çalıştığı kuruluşun en önemli imtihanlarından<br />

biri de bilgiyi haberleştirirken ortaya<br />

çıkıyor. Örneğin, temel gazetecilik ilkelerine<br />

göre, “görgü tanıkları ve aktivistlere” dayandırılan<br />

haberlerin “iddia” şeklinde sunulması gerekiyor.<br />

Ancak Suriye’deki kriz sürecinde bu ilkenin<br />

çoğunlukla gözardı edilerek haberlerin kesinlik<br />

içeren ifadelerle servis edilmesi sık yaşanan olaylardan<br />

biri. Yine uluslararası haber ajanslarının<br />

Şam bürolarının açık olmasına rağmen başka ülkelerdeki<br />

bürolardan ve çoğunlukla aktivistlere<br />

ve görgü tanıklarına dayandırılan Suriye haberlerine<br />

sıkça rastlanıyor. Kim oldukları, nerede<br />

bulundukları veya ciddiye alınırlıkları tartışmalı<br />

olan “görgü tanıkları ve aktivistlere” dayandırılan<br />

haberler birçok şüpheyi doğuruyor.<br />

Suriye’deki krizin yeni başladığı aylar, dünyanın<br />

saygın ajanslarından birine ardarda haberler düşüyor.<br />

Haberlerde, “Şam’ın en büyük meydanlarından<br />

birinde onbinlerce göstericinin güvenlik<br />

birimleri ile çatıştığı” belirtiliyor. Üstelik haberler<br />

o kadar inandırıcı ki, içinde göstericilerle güvenlik<br />

birimleri arasında gerçekleşmiş diyaloglar<br />

bile var. Daha ne olsun? Haberi gören gazeteciler<br />

meydana gidiyor ancak meydan bomboş. Haliyle<br />

öfkelenen gazetecilerden biri de benim ve<br />

selam bile vermeden haberi geçen ajansın Şam<br />

muhabirine şakayla karışık sataşıyorum. “Nereye<br />

sakladınız göstericileri?” diyorum, cümlemi<br />

bitirmeme fırsatım olmadan sataştığım muhabir<br />

“Bize sormadan başka ülkelerdeki muhabirlerin<br />

haberlerini servis ediyorlar vs vs.” Bu, birkaç ay<br />

sonra 2 yılı dolacak olan isyan sürecinde karşılaştığımız<br />

örnek olaylardan sadece biri.<br />

Yine şimdiye kadar yapısı, ciddiyeti ya da yetkililerine<br />

ilişkin bilgi edinilemeyen “insan hakları<br />

gözlemcileri/gözlemevlerinin” haber kaynağı<br />

olarak kullanılırken ne kadar ciddiye alınabilecekleri<br />

de soru işareti olarak duruyor. “Onbinler<br />

sokağa indi” şeklinde aktarılan haberler, ilgili<br />

gösterinin video kayıtlarına rağmen düzeltilmiyor.<br />

“Ordunun katlettiği ya da yönetimden ayrıldığı”<br />

iddia edilen kişilere ilişkin haberlere geniş<br />

yer verilirken bu kişilerin yaşadıklarının veya<br />

yönetimden ayrılmadıklarının ortaya çıkmasının<br />

haber değeri taşımaması da basının tarafsızlık ilkesine<br />

gölge düşürüyor. Devlet Başkanı Yardımcısı<br />

Faruk Şara’nın yönetimden ayrıldığı yönündeki<br />

iddialara ilişkin haberler hala hatırlanabilecek<br />

kadar kısa süre önce ortaya atıldı. 2<br />

Uluslararası bir televizyon kanalının Suriye’deki<br />

bir boru hattına yönelik sabotaj öncesi kamerayı<br />

“açık unutması”, kamera açısına göre sabotaj<br />

yapılacak noktanın tartışılması da pek kimsenin<br />

dikkatini çekmeyen olaylardan biri olarak kaldı. 3<br />

Yine kimin tarafından sızdırıldığı ve gerçekliği<br />

sorgulanmadan Esma Esad’a ait olduğu öne<br />

sürülerek yayınlanan çıplak kadın resimleri 4 ve<br />

yazışmaların haberleştirilmesi fotoğraf ve bilgiler<br />

doğru olsa bile temel basın ahlak ilkelerinden<br />

“özel hayatın ihlali”nin bir örneği.<br />

Yazılı haberlerle birlikte kullanılan fotoğraf ve<br />

görüntüler de bir diğer sorun. Son olarak 200’den<br />

fazla kişinin katledildiği Hule katliamına ilişkin<br />

haberde Irak’ta çekilmiş bir fotoğrafın kullanıldığı<br />

5 basın çevresinde hatırlanan olaylardan biri.<br />

Arap basınında Suriye krizine ilişkin açıklama,<br />

haber ya da tartışma programlarında sıkça “din<br />

ve mezhep temelli” söylemlerin kullanılması, El<br />

Kaide ve Selefi uzantılı silahlı muhaliflerin yok<br />

sayılması bir taraftan basına karşı güvensizlik<br />

doğururken diğer taraftan ülkedeki krizi basından<br />

takip edenlerin gerçek tabloyu görmesine<br />

engel olabiliyor.<br />

Dünya ve Arap basınının yönetim taraftarlarını<br />

“görmezden gelmeleri” ya da taraftarların ifadelerini<br />

“iddia” şeklinde muhaliflerin söylemlerini<br />

ise “kesin yargılarla” aktarmaları da Suriye’de<br />

yabancı gazetecilere karşı tepkiyi arttıran faktörlerden<br />

biri. Aynı şekilde “dış müdahaleyi reddeden<br />

ancak bunun dışındaki söylemleri ile Esad<br />

yönetimine muhalif olan” Heysem Menna gibi<br />

110


İnceleme<br />

Humus’ta öldürülen Sari’nin hikayesi dezenformasyonun boyutlarına dair ipucu verebilir. Sari, 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu,<br />

Arap kanallarında Sari’nin cesedinin üzerine eğilmiş annesinin görüntüsü günlerce yayınlandı.<br />

kişilerin uluslararası basında yer bulamamaları<br />

“Suriye krizinde tarafsızlık ilkesine ne kadar sadık<br />

kalınıyor?” soruları doğuruyor.<br />

Muhalifler ve Gazeteciler<br />

Suriye’deki sürecin diğer tarafı da muhalifler.<br />

Muhalifleri, dış sivil muhalefet ve silahlı muhalefet<br />

olarak iki ana kısma ayırarak yabancı gazetecileri<br />

bekleyen zorluk ve tehlikeleri sıralamaya<br />

silahlı muhalefetten başlayalım.<br />

Fransa yönetimi, French Tv muhabiri Gilles<br />

Jacquier’in Humus’ta muhalifler tarafından atılan<br />

roketle hayatını kaybettiği olaydan Suriye<br />

yönetimini sorumlu tutmuş ve “Yönetimin, gazetecinin<br />

hayatını korumakla sorumlu olduğunu”<br />

açıklamıştı. 6 Aynı sorumluluk muhalifler için de<br />

geçerli ancak muhaliflerin gazetecilere “görüntü<br />

verme” amaçlı roket vs. attığı görülen çok sayıda<br />

görüntü bulunuyor. Bu atışlara Suriye ordusundan<br />

karşılık geleceği ve eylemi gerçekleştiren<br />

muhaliflerle birlikte yanlarında bulunan gazetecilerin<br />

de hayatlarının tehlikede olduğu açık.<br />

Muhaliflerin, sıcak çatışma bölgeleri haricinde,<br />

yanlarında bulunan gazetecilerin hayatlarını korumak<br />

için gösterdikleri çaba endişelere neden<br />

oluyor.<br />

Manipülasyon sorunu ile sadece yönetim cephesinde<br />

karşılaşılmıyor. Örneğin, sahada olmayan<br />

gazetecilere ve medya kuruluşlarına haber, görüntü,<br />

fotoğraf servisi yapan muhaliflerin zaman<br />

zaman fabrikasyon görüntü ve yalan haberler<br />

<br />

111


İnceleme<br />

aktarmaları da diğer bir sorun. Son olarak CNN<br />

International’a düzenli olarak Suriye içinden internet<br />

üzerinden bağlanarak ve “şu anda çatışma<br />

var, sokaklarda ölüler yatıyor” gibi ifadelerle bilgi<br />

aktaran kişinin yalan haber aktardığı, sahada olmadığı<br />

CNN tarafından da kabul edilmişti.<br />

Humus’ta öldürülen Sari’nin hikayesi dezenformasyonun<br />

boyutlarına dair ipucu verebilir. Sari,<br />

12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu, Arap kanallarında<br />

Sari’nin cesedinin üzerine eğilmiş annesinin<br />

görüntüsü günlerce yayınlandı. Suriye ordusu<br />

tarafından öldürüldüğü belirtildi. Sari’nin annesi<br />

ise çok farklı bir hikaye anlatıyordu. “Oğlunun<br />

vurulmasından hemen sonra tanımadığı kişiler<br />

tarafından hastaneye götüreceğiz diye alındığını,<br />

bilmediği bir yere götürüldüklerini, birilerinin<br />

kamera çekimi yaptıktan sonra oğlunun cesedi<br />

ile birlikte oturdukları yerin biraz dışına araba ile<br />

bırakıldıklarını...” 7<br />

Yine Arap kanallarına görgü tanığı sıfatıyla bağlanan<br />

kişiler de önemli bilgi kaynaklarından ancak<br />

Humus’tan bir isimle bağlanan kişinin, 10-15 dakika<br />

sonra Dera’dan farklı bir isimle bağlanması<br />

bu kanalları takip edenlerin sık karşılaştığı olaylardan.<br />

Aynı ses, aynı konuşma uslubu ve aynı<br />

şive ancak aralarında yüzlerce kilometre olan iki<br />

farklı kentteki olaylara 10-15 dakika arayla görgü<br />

şahidi olmak...<br />

Daha önce Arap medyasında adları duyulmamış<br />

kişilerin muhabir sıfatıyla, uydu cihazları ve<br />

iletişim araçları ile aktardıkları bilgileri belli bir<br />

şüphe payı bırakarak “iddia” şeklinde yansıtma<br />

gereği ortaya çıkabiliyor.<br />

Eleştiriye Tahammülsüzlük<br />

Sivil muhalefet Beşşar Esad sonrası dönem için<br />

bir vizyon ortaya koymakta zorlanıyor. “Çok<br />

başlılık ve dağınıklık” gibi eleştirilere de hedef<br />

olan Suriye sivil muhalefetinin vizyonsuzluk sorunu<br />

ülke içinde önemli bir tarafsızlar kitlesinin<br />

doğmasına neden oluyor. Bu tarafsızlar kitlesi<br />

zaman zaman silahlı muhalefetin hedefi haline<br />

gelebiyor.<br />

Gerek sivil gerek silahlı muhaliflerin ülkedeki<br />

yönetim yanlıları ve tarafsızlara yönelik infaz,<br />

suikast ve saldırılara ilişkin özeleştiri yapmamaları<br />

ve bu yönde eleştirilere de tahammül göstermemeleri<br />

gazeteciler açısından önemli bir sorun<br />

teşkil ediyor.<br />

Yönetim yanlısı olan ya da rahatsızlıklarına rağmen<br />

yönetimin yanında durmayı tercih eden<br />

Suriyeli gazetecilerin kaçırılması, idam gibi yöntemlerle<br />

infaz edilmeleri, evlerinin yakılması,<br />

tehdit edilmeleri de muhaliflerin “demokrasi”<br />

iddialarına gölge düşürüyor. Ancak bunu muhaliflerle<br />

tartışmak bile mümkün değil.<br />

“Savaş suçu” sayılabileceği belirtilen suikast, katliam,<br />

Halep’te hastaneler bölgesinde olduğu gibi<br />

bombalama eylemlerinin muhalif kaynaklarca<br />

dile getirilmemesi, gazetecilerin de bu olayların<br />

izini sürememeleri muhaliflerin eleştiriye tahammülsüzlüğünü<br />

ortaya koyuyor. 8<br />

Sivil ve silahlı muhalefet içindeki dağınıklık da<br />

bilgi edinmeyi zorlaştıran faktörlerden biri. Örneğin<br />

ÖSO içinden sürekli yeni isimlerin açıklamalar<br />

yapmaları ve sık sık yeni tugay isimleri<br />

duyulması, hem açıklama yapan kişilere hem de<br />

tugaylara ilişkin detaylı bilgilerin bulunmaması<br />

hiyerarşiye dair karmaşaya neden olabiliyor.<br />

En önemli sorunlardan biri de ÖSO çatısı altında<br />

hareket eden El Kaide uzantılı örgütlerin<br />

bulunması. 9 ÖSO üst yapısının bu örgütlerden<br />

“rahatsızlık duyduklarına” dair söylentiler yayılsa<br />

da şimdiye kadar “bu tip örgütlerle ilişkinin<br />

reddedildiğini” duyuran açıklama yapılmamış<br />

olması muhalif kaynaklardan aktarılan bilgileri<br />

ve eylemlerin niteliğini bulandırıyor. ÖSO kafa<br />

kesme, yakarak infaz, bombalı eylemler gibi yöntemlere<br />

sık başvuran El Kaide uzantılı örgütlerin<br />

sorumluluğunu üstlenmiş oluyor. Yine, “demokrasi<br />

ve özgürlük talepleri” ile mücadele ettiklerini<br />

sık sık vurgulayan sivil muhalefet ve ÖSO’nun<br />

El Kaide uzantılı örgütlerle “birlikte hareket ediyor”<br />

görüntüsü vermesi muhalefete yönelik çok<br />

sayıda soru doğuruyor. Muhalifleri “devrimci,<br />

özgürlük savaşçıları” sıfatları ile haberlerinde ak-<br />

112


İnceleme<br />

taran basın çevresinde “bu sıfatların” kullanımına<br />

ilişkin henüz “kısıtlı” sayılabilecek çevrelerde<br />

yaşanan tartışmaların büyümesi de mümkün.<br />

Tarafsan Tarafsızsın!!!<br />

Gazetecileri bekleyen bir diğer sorun da ülkesinin<br />

ya da çalıştığı kurumun Suriye krizine yaklaşımı.<br />

Muhalif çevrelerin iddiaları, açıklamaları<br />

çoğunlukla “teyid edilmiş kesin bilgiler” şeklinde<br />

aktarılırken, Suriye yönetimi ve muhaliflere yönelik<br />

eleştiri getiren gazeteciler “Baasçı, Esadçı”<br />

olarak görülebiliyor. Muhalifler tarafından sivillere<br />

yönelik infazlarda henüz varlığı ve yapısı kanıtlanmamış<br />

olan “şebbihaydılar” iddiası bazen<br />

infazı aklamaya yetiyor. Bu tip hak ihlallerine<br />

dikkat çekmeye çalışan gazetecilerin yazdıkları<br />

haberler ya da çektikleri görüntüler çalıştıkları<br />

kurumlar tarafından manipüle edilmesine rastlanabiliyor.<br />

Yine Suriye’deki krizin “demokrasi talebini” aşarak<br />

enerji, güç dengeleri gibi boyutlarının iyice<br />

belirginleşmiş olmasına rağmen bu yönlere dikkat<br />

çekenler de zaman zaman aynı yaftalamalardan<br />

nasibini alabiliyor. Suriye krizini takip etmek<br />

isteyen gazetecileri, can güvenliğine yönelik tehditlerin<br />

yanı sıra zaman zaman “tek tarafın sesi<br />

olmaya zorlanma”, bilgi edinmek, mevcut dezenformasyon<br />

içinde gerçeğe en yakınını ayıklamak,<br />

bunları sağlıklı bir şekilde aktarabilmek, yaftalamaların<br />

beraberinde getirdiği sorunları göğüslemek<br />

gibi pek çok sorun da bekliyor.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

1 “Journalist deaths hit 15-yr high: press watchdog”, DAWN, 22 Kasım 2012, http://dawn.com/2012/11/22/<br />

journalist-deaths-hit-15-yr-high-press-watchdog/ (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “Record killing of journalists<br />

doing their jobs in 2012, according to RSF”, MercoPress, 20 Aralık 2012, http://en.mercopress.com/2012/12/20/<br />

record-killing-of-journalists-doing-their-jobs-in-2012-according-to-rsf (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “139 journalists<br />

killed in conflict zones this year”, The Voice of Russia, 19 aralık 2012, http://english.ruvr.ru/2012_12_19/139-<br />

journalists-killed-in-conflict-zones-this-year/ (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

2 “Suriye Muhalefeti: Başkan Yardımcısı Faruk El Şara Ürdün’e Kaçtı”, Show Haber, 18 Ağustos 2012, http://www.<br />

showhaber.com/suriye-muhalefeti-baskan-yardimcisi-faruk-el-sara-urdune-kacti-591751h.htm (Erişim Tarihi:<br />

20 Aralık 2012)<br />

3 “Arab Journalists Union member says CNN, Al-Jazeera falsifying events in Syria”, Press TV, 7 Nisan 2012, http://<br />

presstv.com/detail/235102.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

4 “O kadın Esma Esad mı?”, Gazete Vatan, 13 Nisan 2012, http://haber.gazetevatan.com/o-kadin-esma-esadmi/443468/30/Haber<br />

(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

5 “BBC News uses ‘Iraq photo to illustrate Syrian massacre’” The Telegraph, 27 Mayıs 2012, http://www.telegraph.<br />

co.uk/culture/tvandradio/bbc/9293620/BBC-News-uses-Iraq-photo-to-illustrate-Syrian-massacre.html (Erişim<br />

Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

6 “Gilles Jacquier”, CPJ, 11 Ocak 2012, http://cpj.org/killed/2012/gilles-jacquier.php (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012);<br />

“Syria offers ‘deep regret’ for French journalist’s death”, CNN, 12 Ocak 2012, http://edition.cnn.com/2012/01/11/<br />

world/meast/syria-journalist-killed/index.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

7 “Sari Saoud’s family telling Al Jadeed TV how he was killed”, Youtube, http://www.youtube.com/<br />

watch?v=65BLivqdNrQ (Erişim Tarihi: 20 aralık 2012); “Syria crisis turns into ‘psychological war’”, Al Arabiyya<br />

News, 4 Kasım 2011, http://www.alarabiya.net/articles/2011/12/04/180799.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012);<br />

“Syrian child, Sari Saoud, killed by terrorists gangs in Bayada, Homs” Syrian Free Press, 5 Aralık 2011, http://syrianfreepress.wordpress.com/2011/12/05/syrian-child-sari-saoud-killed-by-terrorists-gangs-in-bayada-homsvideo-eng-subtitle/<br />

(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

8 “Syrian Government and opposition forces responsible for war crimes”, UN, http://www.un.org/apps/news/<br />

story.asp?NewsID=42687 (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “UN: Syria opposition may have committed war crime”,<br />

All Voices, http://www.allvoices.com/contributed-news/13318395-un-syria-opposition-may-have-committedwar-crime<br />

(Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012); “Has the Syrian opposition done nothing wrong?” Al Jazeera, http://<br />

www.aljazeera.com/programmes/insidesyria/2012/05/20125683653954565.html (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

9 “Does al-Qaeda have a foothold in Syria?”, BBC, http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-18193504 (Erişim<br />

Tarihi: 20 Aralık 2012); “Al-Qaeda’s Specter in Syria”, Council on Foreign Relations, http://www.cfr.org/syria/<br />

al-qaedas-specter-syria/p28782 (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2012)<br />

<br />

113


İnceleme<br />

19. yüzyılın sonlarına kadar akarsulardan faydalanma, ulaşım, balıkçılık ve küçük çaplı sulamalarla sınırlı kalmış ve<br />

devletler arasında seyrüsefer dışında, fazla bir sorun oluşturmamıştır.<br />

Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı<br />

Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler<br />

Sözleşmesi ve 2012 Değerlendirmesi<br />

United Nations Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of<br />

International Watercourses and an Evaluation of 2012<br />

Seyfi KILIÇ<br />

Abstract<br />

After fifteen years of the adoption resolution concerning the Non-Navigational Uses of International Watercourses<br />

by the United Nations General Assembly the Convention is still not binding for the parties. However<br />

calls for ratification to states gained momentum in the last years. And in 2012 five more states ratified the<br />

Convention compared to three both in 2011 and 2010. It seems thirty-fifth instruments of ratification, acceptance,<br />

approval or accession will be deposit to the United Nations and the Convention shall enter into<br />

force. This study is about the tendency of the states for ratification the Convention and possible effects of the<br />

Convention on the Turkey.<br />

Keywords: 1997 UN Convention, International Water Law, Trans-boundary Water, Turkey, Equitable and<br />

Reasonable Utilization


İnceleme<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

Giriş<br />

İnsanoğlunun en önemli su kaynağını oluşturan<br />

nehirler, ülkelerin sınırlarını tanımlamaktadır.<br />

Endüstriyel ve tarımsal gelişmelerle ortaya çıkan<br />

nüfus artışının sonucunda sınırlı kaynaklar üzerindeki<br />

baskı artmakta ve aynı kaynağı kullanan<br />

yukarı ve aşağı kıyıdaş ülkeler arasında sorunlar<br />

baş göstermektedir.<br />

Dünya nüfusunun %40’a yakın bir kısmı, en az<br />

iki ülke tarafından paylaşılan nehir havzalarında<br />

yaşamakta 1 ve 200’den fazla nehir birden çok<br />

ülkenin egemenliği altında akmaya devam etmektedir.<br />

2 Bu kadar çok nehrin, en az iki ülkenin<br />

egemenliği altında bulunması ise o ülkeler arasında<br />

sorunların ortaya çıkmasına ve uyuşmazlık<br />

çözülebilirse andlaşmalara konu olmaktadır.<br />

19. yüzyılın sonlarına kadar akarsulardan faydalanma,<br />

ulaşım, balıkçılık ve küçük çaplı sulamalarla<br />

sınırlı kalmış ve devletlerarasında seyrüsefer<br />

dışında, fazla bir sorun oluşturmamıştır.<br />

Akarsuların, söz konusu dönem içinde sorun<br />

oluşturmama nedenleri arasında, yoğun tarımsal<br />

sulama ya da endüstriyel kullanımın yokluğunun<br />

yanı sıra, o dönemin politik yapısı en büyük etkendir.<br />

I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve II.<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra doruk noktasına ulaşan<br />

bağımsızlık hareketleri neticesinde parçalanan<br />

imparatorluklar, gerilerinde birçok devlet bırakmışlardır.<br />

Daha önceleri tek bir yönetim altında<br />

idare edilen havzalarda, birçok ulusal devlet<br />

egemen hale gelmiş ve bu yeni ülkeler arasında<br />

sınıraşan veya sınır oluşturan akarsuların kullanımına<br />

ilişkin sorunlar çıkmaya başlamıştır. 3<br />

Bu süreçle aynı zamana denk gelen bir başka<br />

gelişme de suları depolama tekniklerinin ilerlemesi<br />

ve yaygınlaşmasıdır. Birden fazla ülkenin<br />

egemenlik sahasında bulunan nehirlerin, coğrafi<br />

konum açısından, nehrin yukarısında bulunan<br />

memba ülkeleri, bir akarsuyu daha önce kullanma<br />

şansına sahip olmaktadırlar. Bu ülkelerin,<br />

tarımsal ve/veya endüstriyel kullanıma bağlı<br />

olarak, suların miktarını azaltıcı ya da niteliğini<br />

değiştirici faydalanmaları, memba-mansap çatışmasını<br />

ortaya çıkarmaktadır. Bu tip bir çatışmanın<br />

yanı sıra, kronolojik açıdan, suları daha önce<br />

kullanmaya başlayan bir devlet ile daha sonra<br />

kullanmaya başlayan bir devlet arasında da sorun<br />

oluşabilmektedir. 4<br />

Aynı akarsuyunun kıyıdaşı olan ülkeler arasında<br />

bu iki temel sebep nedeniyle çıkan sorunlarda,<br />

ülkeler uyuşmazlıkta genellikle hangi konumda<br />

iseler -memba ya da ilk kullanan-o konuma<br />

göre iddialarla ortaya çıkmaktadırlar. Bu iddialar,<br />

uluslararası hukukun kaynakları arasında<br />

yer alan ve Milletler Cemiyeti döneminde Uluslararası<br />

Sürekli Adalet Divanı statüsünün 38.<br />

maddesinde, Birleşmiş Milletler döneminde de<br />

Uluslararası Adalet Divanı statüsünün yine 38.<br />

maddesinde yardımcı kaynak olarak geçen doktrinlere<br />

dayandırılmaktadır. Bu doktrinlerden<br />

önemli olanları ve sınıraşan sulara ilişkin uyuşmazlıklarda<br />

ileri sürülenleri ise:<br />

· Mutlak Egemenlik Doktrini,<br />

· Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini,<br />

· Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini,<br />

· Makul ve Hakça Kullanım Doktrini olarak sıralanabilir.<br />

<br />

115


İnceleme<br />

Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı<br />

Kullanımına İlişkin 1997 Birleşmiş Milletler<br />

Sözleşmesi<br />

Uluslararası su hukuku konusunda kapsamlı ve<br />

tüm tarafları bağlayıcı Sözleşme çalışmalarının<br />

sonucunda 1997 tarihli Uluslararası Suyollarının<br />

Ulaşım–dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler<br />

Sözleşmesi ortaya çıkmıştır. Sözleşme’ye<br />

yönelik çalışmalar ise 1970’li yıllara kadar dayanmaktadır.<br />

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu<br />

1959 gibi erken bir tarihte aldığı 1401 sayılı<br />

kararı ile “uluslararası nehirlere” ilişkin hukuki<br />

sorunların kodifikasyonunun mümkün olup olmadığına<br />

dair ön çalışmaların başlaması çağrısında<br />

bulunmuştur. 5 8 Aralık 1970’e gelindiğinde<br />

ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2669 sayılı<br />

ve “Uluslararası Suyollarına İlişkin Uluslararası<br />

Hukuk Kurallarının Gelişmesi ve Kodifikasyonu”<br />

başlığı taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar<br />

ile Uluslararası Hukuk Komisyonu, sınıraşan suyollarının<br />

ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin çalışmalara<br />

başlamıştır. 1959 yılında alınan 1401<br />

sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı ile<br />

1970’te alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul<br />

kararı arasındaki temel fark, ilkinde nehirlerden<br />

bahsedilmesine karşılık ikincisinde suyolu kavramının<br />

kullanılmasıdır. Suyolu kavramı bir yandan<br />

nehirleri kapsarken diğer yandan da göller<br />

ve yer altı suları gibi nehirler ile doğrudan hidrolojik<br />

bağlantı içinde olan suları da kapsamaktadır.<br />

Bu değişiklik ise uluslararası kamuoyunun<br />

su döngüsüne ilişkin bilgi birikiminin arttığına<br />

işaret etmektedir.<br />

Sözleşme’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na<br />

sunulması Ekim 1996 ve Mart 1997 tarihlerinde<br />

olmuştur. Bu süreçte Sözleşme’ye ilişkin tartışmalar<br />

birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlar;<br />

· Sözleşme’nin çerçeve antlaşması özelliği<br />

· Sözleşme’nin mevcut ve gelecekteki andlaşmalara<br />

olan etkisi ve<br />

· 5. maddede düzenlenen “Makul ve Hakça<br />

Kullanım” ve 6. maddede düzenlenen “Makul<br />

ve Hakça Kullanımı Belirleyen Faktörler” ile<br />

7. maddede düzenlenen “Önemli Zarar Vermeme<br />

Yükümlülüğü” arasındaki karşılıklı ilişkiye<br />

ait tartışmalar olarak sıralanabilir.<br />

Sözleşme içinde yer alan maddelerin ruhu ise<br />

Uluslararası Hukuk Derneği’nin (International<br />

Law Association) 1956 yılında yayınladığı Dobrovnik<br />

kararları ile benzerlik göstermektedir. Bu<br />

kararlarda esas olarak makul ve hakça kullanım<br />

ilkesi önemli bir yer tutmaktadır. Dobrovnik’te<br />

alınan kararlar ise derneğin daha sonraki 1958<br />

yılında New York toplantısında, 1964 yılında<br />

Tokyo toplantısında ve 1966 tarihli Helsinki<br />

toplantısında da tekrar edilmiştir. Ayrıca 1988<br />

tarihli “Uluslararası Yeraltı Sularına İlişkin Seul<br />

Kuralları”nda da bu kurallara değinilmiştir. 6<br />

Daha sonra birçok ülke de bu kararlara atıfta bulunmuş<br />

ya da bu kararları doğrudan kabul ettiklerini<br />

bildirmişlerdir.<br />

Sözleşme’nin 36. maddesi gereğince, Sözleşme<br />

otuz beşinci tarafın kabul ya da onay belgesinin<br />

depozitere ulaşmasından sonraki doksanıncı<br />

günde yürürlüğe girecektir. Sözleşmeyi Aralık<br />

2012 itibariyle onaylayan veya kabul eden devlet<br />

sayısı yirmi dokuzdur. Ancak Rio +20 olarak<br />

adlandırılan ve 2012’nin Haziran ayında Brezilya<br />

Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir<br />

Kalkınma Konferansı’nda, 1997 tarihli<br />

Sözleşme’nin onaylanması çağrısında bulunulmuştur.<br />

Bu çağrının ana nedeni ise sınıraşan suların<br />

yönetiminde kıyıdaş devletler arasında söz<br />

konusu sulardan faydalanma konusundaki anlaşmazlıkların<br />

ortadan kalkacağına ilişkin inançtır.<br />

Rio Konferansı’nda yapılan çağrıya ek olarak bu<br />

yönde daha önce yapılmış olan çağrılar da bulunmaktadır.<br />

Bu çağrılar arasında 2007 yılında<br />

Batı Afrika Devletleri’nin Sözleşme’nin onaylanması<br />

çağrısının yanı sıra, Biyolojik Çeşitlilik<br />

Sözleşmesi 8. ve 9. Taraflar Konferansı kararları,<br />

Ramsar Sözleşmesi Sekretaryası, Stockholm<br />

Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI), Birleşmiş Milletler<br />

Kalkınma Programı (UNDP) gibi kuruluşların<br />

çağrıları da bulunmaktadır. 7<br />

Sözleşmenin Oylanmasında<br />

Devletlerin Tutumu<br />

Oylamada oy verme şeklini etkileyen faktörlere<br />

bakıldığında ise genel bir değerlendirmeye ulaşılması<br />

mümkün görünmektedir. Sözleşme’nin<br />

kabul edildiği 1997 yılındaki Birleşmiş Milletler<br />

116


İnceleme<br />

Genel Kurulu’ndaki oylamada 103 ülkenin kabul<br />

yönünde oy kullandığı görülmektedir. Bu ülkeler<br />

arasında 23 ada devleti bulunmaktadır. Bu ülkeler<br />

herhangi bir sınıraşan ya da sınır oluşturan<br />

suya sahip olmamakla birlikte oylamaya katılmışlardır.<br />

Aralarından sadece Küba’nın çekimser<br />

oy kullandığı bu devletlerin Sözleşme’nin lehine<br />

oy kullanmaları ülkesel çıkarlardan çok uluslararası<br />

hukukun oluşumuna katkıda bulunma fikri<br />

ile açıklanabilir.<br />

Ada devletlerinden 12’si ise oylamaya katılmamıştır.<br />

Herhangi bir sınıraşan veya sınır oluşturan<br />

suya kıyısı olmayan devletler arasından ise<br />

Panama, Andorra ve Monaco hariç olmak üzere<br />

19 devlet Sözleşme’nin lehine oy kullanmışlardır.<br />

Böylece sınıraşan ve sınır oluşturan bir suya kıyıdaş<br />

olmayan devletlerin toplamı 41’e çıkmaktadır.<br />

Toplam 103 devletin oylamada Sözleşme<br />

lehine oy kullandığı hatırlanırsa, konu ile ilgisi<br />

olan ve olumlu oy veren devlet sayısı 62 olarak<br />

ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerden ise 53 gibi büyük<br />

bir kısmının tamamen ya da kısmen aşağı<br />

kıyıdaş ülke durumunda olduğu görülmektedir.<br />

Sözleşme’nin onaylanmasına karşı oy veren ülkeler<br />

ile çekimser kalan ülkelere bakıldığında<br />

ise, bu ülkelerin genellikle yukarı kıyıdaş konumunda<br />

oldukları görülmektedir. Sözleşme’nin<br />

oylanmasında aşağı kıyıdaşlar ile yukarı kıyıdaş<br />

ülkeler arasında ortaya çıkan bu ayrım esasen<br />

Sözleşme’nin aşağı kıyıdaş ülkeler lehine bir düzenleme<br />

getirdiği iddiasından kaynaklanmaktadır.<br />

Havza bazında bakıldığında ise bu inancın<br />

varlığı daha açık bir şekilde göz önüne serilmektedir.<br />

Fırat-Dicle havzasının temel kıyıdaşları olan<br />

Türkiye, Irak ve Suriye’nin tutumları bu açıdan<br />

kayda değerdir. Türkiye Sözleşme’nin oylanması<br />

sırasında karşı oy veren üç ülkeden biri iken; Suriye<br />

ve Irak Sözleşme’yi onaylayarak depozitere<br />

gönderen ülkeler arasında yer almaktadır. Hatta<br />

Suriye, Sözleşme’yi 11 Ağustos 1997 gibi erken<br />

bir tarihte imzalayarak ilk imzacı devlet olmuş ve<br />

2 Nisan 1998’de de onaylayarak belgesini depozitere<br />

gönderen Finlandiya’dan sonra ikinci devlet<br />

olmuştur.<br />

Suları depolama tekniklerinin ilerlemesi ve yaygınlaşması ülkeler<br />

arasında sınıraşan veya sınır oluşturan akarsuların kullanımına ilişkin<br />

sorunlar çıkmasına neden olmuştur.<br />

Sözleşme’nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda<br />

oylanması sırasında red oyu veren ülkelerden<br />

biri olan Çin de Mekong Nehri’nin yukarı kıyıdaşı<br />

konumundadır. Aşağı kıyıdaş konumundaki<br />

Vietnam, Laos, Tayland ve Kamboçya ise<br />

Sözleşme’nin lehine oy kullanmışlardır. Mekong<br />

nehrinin sadece sınır oluşturduğu Myanmar ise<br />

oylamaya katılmamıştır. Ancak henüz hiçbir<br />

Mekong Nehri kıyıdaşı devlet Sözleşme’yi onaylamamıştır.<br />

8<br />

<br />

117


İnceleme<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

Nil Nehri havzasına bakıldığında ise sadece<br />

Kenya ve Sudan’ın Sözleşme lehine oy kullandığı<br />

görülmektedir. Sözleşme’ye red oyu veren üç<br />

ülkeden biri olan Brundi’nin yanı sıra Mısır’ın<br />

da içinde bulunduğu diğer yedi kıyıdaş devlet ise<br />

çekimser kalmıştır.<br />

Aral denizi havzasında yer alan Siri Derya (Seyhun)<br />

ve Amu Derya (Ceyhun) nehirleri kıyıdaşı<br />

ülkelerinin verdikleri oylar aşağı kıyıdaş-yukarı<br />

kıyıdaş özelliklerini tam olarak taşımaktadır.<br />

Aşağı kıyıdaş Kazakistan Sözleşme lehine oy<br />

kullanırken yine aşağı kıyıdaş Özbekistan çekimser<br />

kalmıştır. Özbekistan’ın çekimser kalmasının<br />

nedeni ise Sovyetler Birliği zamanından bu<br />

yana Amu Derya nehrinden sulama amacı ile<br />

yoğun bir şekilde faydalanmasıdır. Özbekistan’ın<br />

Sözleşme’ye ilişkin bu tutumu, Nil havzasında<br />

Mısır’ın tutumu ile benzerlik göstermektedir.<br />

Ancak Özbekistan 4 Eylül 2007’de katılma belgesini<br />

depozitere göndererek Sözleşme’nin taraflarından<br />

biri olmuştur. Diğer havza devletlerinden<br />

Afganistan, Tacikistan ve Türkmenistan oy kullanmamışlar,<br />

Kırgızistan ise oylamaya katılmamıştır.<br />

Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi için yoğun bir şekilde<br />

çalışan devletlerden biri de Irak’tır. Irak Su<br />

Kaynakları Bakanlığı ve Arap Ligi Genel Kurulu<br />

tarafından düzenlenen toplantıda Irak, henüz<br />

1997 tarihli “Uluslararası Suyollarının Ulaşım-<br />

Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Birleşmiş<br />

Milletler Sözleşmesi”ne taraf olmayan ülkeleri bu<br />

Sözleşme’ye taraf olmaya çağırmıştır. 9 Irak dışında<br />

Sözleşme’ye taraf olan Arap ülkelerini saymak<br />

gerekirse bunlar; Tunus, Suriye, Katar, Fas, Libya,<br />

Lübnan ve Ürdün’dür. Mısır’ın başından beri<br />

1997 Sözleşmesi’ne yukarı kıyıdaşlara fazla hak<br />

verildiği gerekçesiyle karşı olduğunu ve su konusunda<br />

Mısır ile Sudan’ın aralarında tarihi olarak<br />

işbirliği yapmayı tercih ettiklerini göz önüne alırsak,<br />

bu ülkelerin Sözleşme’yi onaylamaları beklenebilecek<br />

bir gelişme değildir. Arap Ligi üyelerinden<br />

Filistin’in de Birleşmiş Milletler nezdinde<br />

tam bağımsız bir ülke olarak tanınmadığı hatırlanacak<br />

olursa muhtemel bir Filistin onayının da<br />

Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi yönünde bir etki<br />

yapmayacağı düşünülebilir. Geriye kalan Arap<br />

Ligi devletlerinin sayısı Sözleşme’nin yürürlüğe<br />

girmesi için yeterlidir. Ancak, söz konusu Arap<br />

Ligi devletlerinin 1997 Sözleşmesi’ne taraf olma<br />

kararları doğal olarak ulusal bir karardır ve bu<br />

çağrıdan etkilenmesi beklenmemelidir.<br />

Türkiye’nin taraf olmadığı ve Birleşmiş Milletler<br />

Genel Kurulu’ndaki oylamada Çin ve Brundi<br />

ile birlikte red oyu verdiği 1997 Sözleşmesi’nin<br />

yürürlüğe girebilmesi için 35 ülkenin onayına<br />

ihtiyaç duyulmaktadır. Hâlihazırda, 29 ülkenin<br />

onaylayarak belgelerini depoziter olan Birleşmiş<br />

Milletler Genel Sekreterliği’ne gönderdiği düşünüldüğünde,<br />

bu çağrıya uyulması durumunda<br />

gerekli sayı olan 35’e kısa bir sürede ulaşılması<br />

mümkündür. Özellikle son dönemde Arap bölgesi<br />

dışında da olsa bu yönde bir eğilimin olduğu<br />

dikkate alındığında 2013 yılı içinde Sözleşme’nin<br />

yürürlüğe girme ihtimali oldukça yüksek olarak<br />

değerlendirilebilir. Bu eğilimi göstermek için<br />

118


İnceleme<br />

Bağımsızlık hareketleri neticesinde birçok ulusal devlet egemen hale gelmiş ve bu yeni ülkeler arasında sınıraşan veya sınır<br />

oluşturan akarsulardan faydalanmaya ilişkin sorunlar ortaya çıkmıştır.<br />

2012 yılında Danimarka, Çad, Benin, Lüksemburg<br />

ve İtalya’nın 1997 Sözleşmesi’ne taraf olduğunu<br />

belirtmek gereklidir. Aynı şekilde bu yıl düzenlenen<br />

Rio+20 konferansında da henüz taraf<br />

olmayan ülkelere bu yönde bir çağrı yapılmış ve<br />

aralarında Birleşik Krallık, İrlanda, İtalya, Polonya<br />

ve Romanya gibi ülkelerin de bulunduğu on<br />

iki ülkenin bu yönde bir eğilimi olduğu belirtilmiştir.<br />

10 Bu ülkeler arasından da İtalya, 30 Kasım<br />

2012 itibarıyla Sözleşme’ye taraf olduğuna dair<br />

belgeleri, depoziter olan Birleşmiş Milletler Genel<br />

Sekreterliği’ne ulaştırmıştır.<br />

Ayrıca Sözleşme’nin imzaya açık olduğu tarih<br />

olan 20 Mayıs 2000 tarihine kadar Sözleşme’ye<br />

imza atan ancak henüz iç hukukları açısından<br />

bağlayıcı duruma getirmeyen dört ülke daha bulunmaktadır.<br />

Bu ülkeler Fildişi Sahili, Venezuella,<br />

Paraguay ve Yemen’dir. Bu ülkelerin de yakın bir<br />

gelecekte işlemlerini tamamlaması beklenebilir. 11<br />

Paraguay oylamada çekimser kalmış iken daha<br />

sonra 25 Ağustos 1998 tarihinde Sözleşme’yi imzalamış<br />

ancak henüz onaylama, uygun bulma ya<br />

da kabul etme işlemlerinden birini gerçekleştirmemiştir.<br />

Sözleşme ile Getirilen Temel Düzenlemeler<br />

Sözleşme’nin 5. maddesi hakça ve makul kullanım<br />

ve katılım başlığı taşımakta ve taraf devletlerin<br />

ülkesi içinde yer alan uluslararası suyollarından<br />

makul ve hakça bir şekilde faydalanması<br />

gerektiğini ve aynı zamanda bu faydalanmanın<br />

optimal ve sürdürülebilir bir bakışla ele alınması<br />

gerektiğini vurgulamaktadır. 12<br />

<br />

119


İnceleme<br />

Sözleşme’nin 6. maddesi makul ve hakça kullanımı<br />

etkileyen unsurlara ayrılmıştır. Bu unsurların<br />

her birinin eşit değerde olduğu da ayrıca<br />

belirtilmiş. 7. maddede önemli zarar vermeme<br />

yükümlülüğü düzenlenmiş ve devletlerin uluslararası<br />

bir suyolundan faydalanması sırasında diğer<br />

suyolu devletlerine önemli zarar vermemek<br />

amacıyla tüm önlemleri almak zorunda olduğu<br />

vurgulanmıştır. Sözleşme’nin 8. maddesinde suyolu<br />

devletlerinin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü,<br />

karşılıklı fayda ve iyi niyetle işbirliği içinde<br />

olmaları gerektiğini düzenlemektedir.<br />

Sözleşme planlanan önlemler başlığı taşıyan 3.<br />

bölümde uluslararası suyoluna ilişkin faydalanmalara<br />

yönelik oldukça ayrıntılı bir bildirim süreci<br />

öngörmektedir. Uluslararası suyolu üzerinde<br />

bir geliştirme faaliyetinde bulunmayı planlayan<br />

bir devlet, diğer suyolu devletlerine zamanında<br />

bildirimde bulunmak zorundadır. Bu bildirim<br />

gerekli teknik veri ve çevresel etki değerlendirmesini<br />

de içermelidir. Sözleşme’ye göre bildirimi<br />

alan devletin cevap vermesi için özel durumlarda<br />

ek bir 6 ay olmak üzere, 6 ayı bulunmaktadır. Bu<br />

sırada ise bildirimi yapan devlet herhangi bir faaliyette<br />

bulunamamaktadır. Bu düzenlemeler ise<br />

faydalanma eylemine, diğer kıyıdaşlara bir çeşit<br />

veto hakkının verilmiş olması, devletin egemenliğine<br />

halel getirdiği için ciddi bir şekilde eleştirilmektedir.<br />

Oldukça ayrıntılı ve uzun olan Sözleşme’nin 33.<br />

maddesi ise anlaşmazlık durumlarındaki süreci<br />

düzenlemektedir. Anlaşmazlıkların ya Uluslararası<br />

Adalet Divanı ya da hakemlik yoluyla çözüme<br />

kavuşacağı hükme bağlanmıştır. Sözleşme’nin<br />

toplam 37 maddesi ve hakemliği düzenleyen<br />

ekinde de toplam 14 madde bulunmaktadır.<br />

Sözleşme’nin müzakereleri sırasında Türkiye’nin<br />

birtakım müdahaleleri olmuştur. Bunlardan ilki<br />

“Makul ve Hakça Kullanıma İlişkin Faktörler”<br />

başlığı taşıyan 6. maddeye yönelik olmuştur.<br />

Türkiye bu maddenin “a” bendine toprak kalitesi<br />

anlamına gelen “pedoloji” teriminin eklenmesini<br />

istemiş ancak kabul edilmemiştir. Yine aynı maddenin<br />

aynı bendine 1966 Helsinki kararlarında<br />

yer alan “her havza devletinin suyoluna yaptığı<br />

su katkısı” ifadesinin eklenmesi talebi de aynı şekilde<br />

reddedilmiştir. Türkiye’nin “Önemli zarar<br />

vermeme” başlığı taşıyan 7. maddeye ilişkin de<br />

birtakım itirazları olmuştur. Türkiye, kıyıdaş ülkelerin,<br />

suyu hakça ve makul olarak kullandıkları<br />

takdirde zaten diğer kıyıdaş devletlere zarar vermeme<br />

ilkesinin de yerine geleceği görüşünü önererek<br />

bu maddeye itiraz etmiştir. Önemli zarar<br />

vermeme ile ilgili bir ölçüt olmadığından, aşağı<br />

kıyıdaş ülkenin itirazları doğrultusunda yukarı<br />

kıyıdaş devletin çeşitli amaçlar için yapmayı<br />

planladığı projeler engellenebilecek ve dolayısıyla<br />

ekonomik durum olumsuz etkilenecektir.<br />

Türkiye’nin Sözleşme’ye ilişkin belki en ciddi<br />

karşı çıkışı “Planlanan Önlemler” başlığı taşıyan<br />

Sözleşme’nin üçüncü bölümüdür. Bu bölümde<br />

düzenlenen genel yaklaşım ise bir yukarı kıyıdaş<br />

devletin aşağı kıyıdaş ülkenin onayını almadan<br />

herhangi bir su kaynakları geliştirme faaliyetine<br />

girişememesi durumudur. Sözleşme’nin 11.<br />

maddesinden başlayan bu bölüm 19. maddeye<br />

kadar devam etmekte ve onay sürecini ayrıntılı<br />

bir şekilde düzenlemektedir. Türkiye, bir yukarı<br />

kıyıdaş ülkesinin Sözleşme’nin hükümlerine<br />

bağlı olarak, nehir suları üzerinde geliştireceği<br />

bir projede aşağı kıyıdaş devlete haber verme zorunluluğu<br />

ve buna bağlı olarak devletler arasında<br />

uzlaşma için de uzun bir süre gerektiği fikirlerini<br />

göz önünde tutarak itiraz etmiştir.<br />

Türkiye’nin Sözleşme’ye itiraz ettiği temel noktalar<br />

bunlardır. Bu itirazların geçerliliği ise halen<br />

devam etmektedir. Türkiye sınıraşan sulara<br />

ilişkin politikasında tutarlı ve komşularının da<br />

çıkarlarını gözeten bir yaklaşım içerisindedir.<br />

Ancak kendi ülkesinde gerçekleştireceği su kaynaklarını<br />

geliştirme faaliyetleri için diğer ülkelerin<br />

onayını alma durumunda kalmamak için<br />

Sözleşme’ye taraf olmamaktadır. Sözleşme’nin<br />

yakın bir gelecekte yürürlüğe girme ihtimaline<br />

karşın bu Sözleşme’nin, taraf olmaması dolayısıyla<br />

Türkiye’yi bağlamayacağı açıktır.<br />

Sonuç<br />

1997 tarihli “Uluslararası Suyollarının Ulaşım-<br />

Dışı Amaçlarla Kullanılmasına İlişkin Birleşmiş<br />

120


İnceleme<br />

Milletler Sözleşmesi”nin yürürlüğe girmesinin<br />

Türkiye’yi doğrudan etkilemesi söz konusu değildir.<br />

Belli bir konuda uluslararası bir düzenlemenin<br />

olması bu düzenlemelerden doğan kuralların<br />

tüm ülkeleri bağlaması anlamına gelmemektedir.<br />

Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan<br />

“andlaşmaların sadece taraflarını bağlayacağı ilkesi”<br />

göz önüne alındığında, söz konusu Sözleşme<br />

hükümlerinin Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi<br />

mümkün değildir. Ancak 1997 Sözleşmesi’nin<br />

yürürlüğe girmesi ile Sözleşme’de yer alan kuralların<br />

ve düzenlemelerin bir uluslararası yapılageliş<br />

(teamül) kuralı haline gelme ihtimali de söz<br />

konusudur. Doğal olarak bir devletin sürekli bir<br />

şekilde bir uluslararası bir teamülü tanımadığını<br />

belirtecek şekilde hareket etmesi söz konusu<br />

teamülün ilgili devlete karşı ileri sürülme olanağı<br />

ortadan kaldırmaktadır. 1997 Sözleşmesi’nin<br />

yürürlüğe girmesi uluslararası hukuk bakımından<br />

Türkiye’yi sıkıntıya sokmayabilir. Ancak<br />

Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra her<br />

türlü platformda Türkiye’yi sınıraşan sulardan<br />

faydalanma konusunda eleştirmek, bölge ülkeleri<br />

ve konuya müdahil olmak isteyen diğer taraflar<br />

bakımından daha kolay olacaktır.<br />

O<br />

DİPNOTLAR<br />

<br />

<br />

Ankara, Gazi Üniversitesi, 1997, s, 12.<br />

3 Mustafa Bir, “” (Ya-<br />

<br />

4 Cem SAR, “, Ankara, A.Ü.<br />

<br />

5 M.A. Salman, “The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into<br />

Force Proven Difficult?” , Vol. 32, 2007, ss 1-15.<br />

6 Gabriel E Eckstein, “Development of international water law and the UN Watercourse Convention”,<br />

<br />

Roland Henwood, 2002,s. 83.<br />

<br />

<br />

-<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

121


A HISTORY OF THE MIDDLE EAST<br />

Yazar: Peter Mansfield-Güncelleyen: Nicolas Pelham<br />

London, New York: Penguin Books, 2003.<br />

Second Edition, ISBN 0-141-01123-8<br />

Hazırlayan:<br />

Barış ÇAĞLAR<br />

KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 4<br />

Önce Batı’nın ve ardından tüm dünyanın Ortadoğu<br />

olarak adlandırdığı bölgede antik zamanlardan<br />

yirmi birinci yüzyılın başına kadar geçen<br />

olayların konu edildiği kısa fakat etkili bir siyasi,<br />

ekonomik ve savaş tarihi kitabı A History of the<br />

Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi. Kitabın yazarı<br />

Peter Mansfield’ın ifadesiyle kâinatın yaratıcısının<br />

Araplara ve Perslere verdiği güç enstrümanı<br />

petrol’ün yaşattığı modern macerayı adeta resmeden<br />

kitap, Ortadoğu’daki siyasi çekişmeler<br />

ve beraberinde yaşanan sosyolojik bunalımlar<br />

silsilesi olarak da özetlenebilir. Bu modern özetin<br />

arkaplanını Doğu-Batı sarkacındaki tarihsel<br />

panorama oluşturmaktadır. Yazar, Hristiyan<br />

Avrupa ile Müslüman Osmanlı’nın birbirleriyle<br />

imtihanı olan Doğu Sorunu’nun İslam medeniyetine<br />

ve özellikle Araplara yönelik siyasi yansımalarından<br />

yola çıkarak Ortadoğu’yu Batı’nın<br />

doğusunda ve aynı anda Doğu’nun batısında bir<br />

noktada mümkün olduğunca tarafsız anlatmaya<br />

çalışmakta. Arap topluluklarının Osmanlı sonrası<br />

tecrübelerine ek olarak Türkler ve Persler<br />

de eserin tarihsel panoramasındaki yerlerini almışlar.<br />

Günümüz Ortadoğu’sundaki çatışmaların<br />

anlaşılmasını kolaylaştıracak tarihi nedenleri<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş<br />

dönemlerinden yola çıkarak anlatan Mansfield<br />

1996’da öldüğü için günümüzü anlamamızı kolaylaştıracak<br />

11 Eylül 2001 sonrası dönemi Pelham<br />

kaleme almış.<br />

Akademik kitaplar için rivayet edilenin aksine<br />

akademik tarzdaki hikâye ediş (historical narrative)<br />

kitabın su gibi akan iklimine hiç dokunmadığı<br />

gibi okuyucuya nasıl bir okuma yapacağına<br />

dair bir perspektif de sunuyor. Ortadoğu dışı güçlerin,<br />

Ortadoğu halklarına olan etkisinin kitabın<br />

122


Kitap İncelemesi<br />

her bölümünde farklı bir şekilde işlendiği bu temel<br />

referans kitap, çok uzun bir tarihin hızlı bir<br />

özeti. Bölge-dışı güç odaklarının tarih boyunca<br />

bölgeye olan dahli perspektifinde sunulan bir tür<br />

hızlandırılmış kurs olarak da görülebilecek eser,<br />

Ortadoğu’yu antik zamandan 2003’e dört yüz altı<br />

sayfada getiren, az kelimeyle çok bilgi vermekte<br />

mahir bölümlerden oluşuyor. İkinci basımı 2003<br />

yılında olmasına karşın günümüze ışık tutmakta<br />

başarılı olduğu tartışılamayacak olan eserin ilk<br />

baskısı 1992 yılında yapılmış. Fakat A History of<br />

the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi’nin basım<br />

yılı itibariyle genç olmaması okuyucuları yanıltmamalı<br />

çünkü sunduğu bilgi birikimi ve perspektif<br />

itibariyle değerlendirildiğinde hayli genç<br />

bir kitap. Kitabın İngilizce olması okuyucuya erişimini<br />

yabancı dil hâkimiyetiyle sınırlasa da basit<br />

ve akıcı anlatımı bu sınırlamayı azaltıyor.<br />

Yazarların ileri görüşlülüğü eseri okumak için iyi<br />

bir sebep oluşturuyor. Kitabın iki yazarının da<br />

tahminlerinde haklı çıktığını görüyoruz: Mansfield<br />

1992’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin<br />

Ortadoğu’daki askeri varlığını haklı çıkaracak<br />

nedenlerin ileride zayıflayacağı öngörüsünde<br />

bulunmuş ve Birleşik Devletler’in ileride süpergüç<br />

pozisyonunu korumakta çok zorlanacağını<br />

tahmin etmiştir. İster uluslararası toplumun algısı<br />

ister Irak ve Afganistan’da yaşanan son on<br />

yılın krizleri isterse de Çin’in yükselişine karşı<br />

önalıcı biçimde Birleşik Devletler’in sıklet merkezini<br />

Pasifik’e kaydırması itibariyle bakılsın,<br />

2013’ün başında Mansfield teyid almıştır: Birleşik<br />

Devletler, Ortadoğu’da süper-güç konumunu<br />

korumakta zorlanmaktadır. Irak’ta başarılı<br />

olduğunu söylemek güçtür ve bölgesel güçlerin<br />

meydan okuyuşuna açıktır. Son iki yıldır yaşanan<br />

Suriye Krizi’nin uzaması bunun diğer bir örneğidir.<br />

Yazarın bu ileri görüşlülüğü onun eserini<br />

okumak için iyi bir sebep oluşturuyor çünkü<br />

sağlıklı öngörüler bilgi birikiminin analitik keskinlikle<br />

buluşmasından doğar. Eseri güncelleyen<br />

Pelham da Mansfield’ın izinden başarıyla giderek<br />

2003’te yazdığı 13. ve 14. bölümlerde adeta günümüz<br />

Arap Baharı’nı haber veriyor. Pelham’ın<br />

tahminlerinin gerçek olması sadece 8 yıl almış ve<br />

Arap Baharı hareketi onun öngördüğü biçimde<br />

21. yüzyılın başına damgasını vurmuştur.<br />

A History of the Middle East, 14 bölümden oluşuyor.<br />

Yazarın vefatından sonra güncellenen kitap<br />

kendi içinde tutarlı iki kısımdan oluşmakta:<br />

İlk oniki bölümden oluşan ilk kısım ve güncellemenin<br />

yeraldığı son iki bölümden oluşan son<br />

kısım. Günümüz politikalarını aydınlatan son iki<br />

bölüm, ilk kısım atlanarak tek başına okunabilir<br />

değil. Zincirleme bir tarihsel olay örgüsüyle giden<br />

kitabın atlanarak okunması yararsız. İlk bölüm,<br />

tüm insanlık tarihinin en eski bölgesi olan<br />

Ortadoğu’nun adını sorunsallaştırarak başlıyor.<br />

Bölgenin neden ‘Ortadoğu’ olarak anıldığına değinmesi<br />

yazarın tarafsızlığına delil teşkil ediyor.<br />

Mansfield, terimin içinde saklı, dolaylı anlamı<br />

unutmamamız gerektiğini belirtiyor. ‘Ortadoğu’<br />

teriminin, dünyanın Batı tarafından domine edildiğini<br />

varsayan bir alt-anlam taşıdığına değinen<br />

yazarın bu vurgusu dikkate değer. Ortadoğu terimi<br />

Avrupa merkezli bir kelime, aksi halde neden<br />

Ortabatı ya da Batıasya denmiyor sorusundan<br />

hareket eden yazar, bölgenin isminden içindeki<br />

devletlerin hangileri olacağını ne zaman kimin<br />

belirlediğine kadar bir dizi noktayı tartışıyor.<br />

‘Ortadoğu’ teriminin epeydir yerleşik kullanımda<br />

ve de Batı bakış açısından çıkmış olduğu atlanmamakla<br />

beraber tarihin büyük bir bölümü süresince<br />

Ortadoğu’nun ad koyucusu Avrupa’dan<br />

çok daha ileri bir medeniyet olduğu hatırlatılıyor.<br />

Hem akademisyen hem eski bir general<br />

olan John Bagot Glubb’a referansla 5000 yıllık<br />

dünya tarihinin son 500 yılı hariç Ortadoğu’nun<br />

Avrupa’dan kültür ve medeniyette çok daha ileri<br />

olduğunu hatırlatan yazar kelimelerin ve terimlerin<br />

masum olmadıklarının altını çiziyor. Birinci<br />

Dünya Savaşı öncesinde ve süresince ‘Yakındoğu’<br />

teriminin Türkiye, Balkanlar, Doğu Akdeniz<br />

ülkeleri ve Mısır için kullanıldığını belirtiyor.<br />

Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında ‘Ortadoğu’<br />

kelimesi Arabistan, Körfez, İran, Irak ve<br />

Afganistan’ı anlatmak amacıyla kullanılmışsa da<br />

nadiren kullanılmış olduğu belirtiliyor. Osmanlı-<br />

Türk İmparatorluğu parçalandıktan sonra Ortadoğu<br />

terimi ‘Yakındoğu’ kelimesi altında toplanan<br />

bölgeleri de içine alacak şekilde kullanılmaya<br />

başlamış; Avrupa-merkezli bu kullanım İkinci<br />

Dünya Savaşı’yla iyice pekişmiştir. Bölgenin adlandırılmasının<br />

ve kapsamının belirlenmesinin<br />

<br />

123


Kitap İncelemesi<br />

döneme ve güç döngüsüne göre değiştiğini ve<br />

bizatihi siyasal olduğunu belirten kitap, adlandırmaların<br />

siyasal altyapısında hegemonik güç<br />

ilişkilerinin ya da dünyadaki başat güçlerin kimler<br />

olduğu gerçeğinin yattığını savlıyor.<br />

Giriş bölümünün devamındaysa Babil<br />

Krallığı’ndan modern döneme kesitler sunuluyor.<br />

İsa’dan önce 1600 yıllarında bugünkü ismiyle<br />

Filistin ve Suriye olan topraklardaki ticaret ve<br />

yönetim biçiminden, Semitik toplulukların savaşlarına,<br />

Babil halkından Hititlere, Kızıl ve Ölü<br />

Deniz boyunca uzanan medeniyetlerden Doğu<br />

Akdeniz havzasını oluşturan Nil Vadisi ve deltasını<br />

da içine alacak şekilde tanımlı Verimli Hilal<br />

boyunca tarihi yerleşimlerin geçmişini anlatan<br />

ilk bölüm, Arapların bölgeye gelişini de kapsıyor.<br />

Büyük İskender’in etkisi, Pax Romana ya da<br />

Roma hukuku altındaki bugünkü adları Türkiye,<br />

Suriye ve Mısır olan topraklarda hangi etnisitelerin<br />

varolageldiği tartışılıyor. Hristiyanlığın<br />

yayılması ve Roma’nın çöküş süreçleri ardından<br />

Roma İmparatorluğu’nun doğu yarısı olarak görülen<br />

Bizans’ın kuruluşu da Arap ve Pers tarihine<br />

koşut anlatılmış.<br />

Akabinde İslam dininin bölgeye gelişi inceleniyor.<br />

İslam dininin özellikle iki boyutu Ortadoğu<br />

tarihinin bütününe yansımıştır argümanına<br />

yer verilmiş: Bu boyutlardan ilki, İslam’ın ‘nihai<br />

inanç’ olduğu boyutu ve bunun paralelinde tüm<br />

dünyadaki insanlar henüz İslam’ı kabul etmemişlerse<br />

bunun Müslümanların başarısızlığı olduğuna<br />

Müslümanların inandığı ve bunun siyasi<br />

sonuçlarının olabileceği tartışması. İkinci boyut<br />

ise Müslümanların cennet ve cehenneme inanmalarına<br />

karşın İslam’ın tamamen öteki dünyacı<br />

olmadığı, Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan farklı<br />

olarak aynı zamanda siyasi bir lider de olduğu ve<br />

yine bunun Ortadoğu tarihine siyasi yansımalarının<br />

olduğu şeklinde ele alınmış. Fakat bunun<br />

idealize bir durum olduğunu belirten yazar, bu<br />

boyutların günümüz Müslüman halklarını etkilemeye<br />

devam ettiğini ancak tarih boyunca süregelen<br />

Arap ve diğer Müslüman yönetimlerin<br />

seküler formlar da taşıdığını belirtiyor. Ortadoğu’daki<br />

Arap hâkimiyet dönemi ve sonrasındaki<br />

Türk hâkimiyeti bu bağlamda tasvir ediliyor. Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun Ortadoğulu bir İslami<br />

medeniyet olduğu anlatılıyor.<br />

İkinci bölümse İslam medeniyetinin dünya sahnesinde<br />

geri kalmaya başladığı tarih dilimini<br />

‘Savunmaya geçen İslam’ başlığıyla özetliyor.<br />

Avrupa karşısında belirgin derecede zayıflamış<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun çareyi İslam’ı siyaseten<br />

vurgulamakta bulduğunu ve bunu bir<br />

siyasa olarak uyguladığını ileri süren yazar, bu<br />

suretle padişahın Müslüman bölgelerdeki nüfuzunu<br />

Batı baskısı karşısında artırmaya çalıştığını<br />

fakat başaramadığını gösteriyor. Gerilemeden<br />

çöküşe geçişin anlatıldığı bu ikinci bölüm hem<br />

Ortadoğu hem İslam medeniyeti hem de bölge<br />

halklarının izini sürüyor: 18. Yüzyıl, ‘Hristiyan<br />

Avrupa’nın güç dengesini lehine çevirdiği dönemken,<br />

19. yüzyıl bu durumun iyice pekişip<br />

Osmanlı’nın ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olarak<br />

anıldığı zamanlara tekabül ediyor. Kapitülasyonlar<br />

Osmanlı’nın güçlüyken verdiği, diplomatik<br />

kazanımlar sağladığı ve siyasi ve ekonomik nüfuz<br />

bölgelerini manipüle eden ayrıcalıklarken zayıflama<br />

döneminde hastalıklı çıbanlara dönüşüyor.<br />

Bu çıbanlara ek olarak 19. yüzyıl İngiliz tehdidinin<br />

Osmanlı topraklarında hissedildiği dönem.<br />

18. yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın başat<br />

gücü olmaya başlayan Britanya, eş zamanlı olarak<br />

Osmanlı’nın doğu sınırlarına da tehdit oluşturmaya<br />

başlamıştı.<br />

Tarihsel güç devinimi sarkacında Batı ya da o<br />

zamanki daha kimliksel ifadesiyle Hristiyan Avrupa<br />

modern zamanlara gelindiğinde Doğu’ya,<br />

rakibine yani Müslüman Osmanlı’ya galebe<br />

çalmaya başlamıştı. ‘Ortadoğu’ kelimesi bu nedenle<br />

Orta-doğu olarak tarif bulmuştur. Bu gidişatın<br />

farkında olup önüne geçmek isteyen III.<br />

Selim İmparatorluğun hem iç işlerinde hem de<br />

dış ilişkilerinde yönetim reformları yapmaya<br />

soyunmuşsa da bu çabaları Osmanlı’nın Arap<br />

bölgelerine ulaşamadı. Dolayısıyla, Osmanlı’nın<br />

yenilenme çabalarının Ortadoğu’ya geniş ölçekte<br />

sirayet edememesi Arap bölgelerinin modern<br />

zamanlardaki yönetimsel sıkışmışlığının tarihsel<br />

tabanına işaret etmektedir. Yönetimsel sorunlara<br />

örnek oluşturan geçmişteki ve günümüzdeki<br />

Mısır, bu sıkıntılarına paralel olarak son yüzyıl-