Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
Kadın ve erkek işçiler!<br />
Zincirlerinizden başka<br />
kaybedecek birşeyiniz yok!<br />
Kazanacağınız<br />
yeni bir dünya var!<br />
Ocak 2008/01 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X118<br />
AYLIK<br />
SİYASİ<br />
GAZETE<br />
• SAYI HEJMAR<br />
Eski Yıl -<br />
Yeni Yıl...<br />
Değişen Bir<br />
Şey Yok!<br />
Serbest<br />
Bölgelerde<br />
Modern<br />
Köleler:<br />
Kadın<br />
İşçiler...<br />
Filistin<br />
Sorununda<br />
Çözümsüzlük<br />
Arayışları...<br />
BM İklim<br />
Konferansı<br />
Fiyaskoyla<br />
Sonuçlandı!
• editörden - içindekiler<br />
Editörden...<br />
Değerli Okuyucu,<br />
2008 yılının bu ilk sayısıyla<br />
merhaba!<br />
Geçtiğimiz yıl içerisinde dünya<br />
çapında yaşanan siyasi gelişmelere<br />
11 sayı boyunca dergimizde<br />
yer vermeye çalıştık. Bir yıllık<br />
bu zaman dilimi içerisinde<br />
dünyada emperyalist gerici<br />
savaşlar, kışkırtılan milliyetçilik<br />
ve şovenizm, işçi sınıfına yönelik<br />
saldırılar, doğanın talanı, kadınlara<br />
yönelik şiddet tüm hızıyla sürerken<br />
ne yazık buna karşı kayda değer<br />
bir tepki gelişmedi ezilenler<br />
cephesinden.<br />
Emperyalist kapitalist sistem<br />
varlığını koruduğu sürece 2008<br />
yılının da bir önceki yıldan farklı<br />
olmayacağı açık.<br />
Fakat bu kader değil! Yeter ki<br />
dünyayı değiştirecek gücümüze<br />
olan inancımızı yitirmeyelim!<br />
Tüm okurlarımızı yeni yılda tüm<br />
objektif zorluklara rağmen devrim<br />
mücadelesine daha sıkı sarılmaya<br />
çağırıyoruz!<br />
2008 yılının bu ilk sayısında<br />
2007’nin kısa bir hatırlatmasını<br />
yaptık.<br />
Kürt halkına yönelik kışkırtmalar,<br />
baskılar geçen ay da tüm hızıyla<br />
devam etti. Halkların Kardeşliği<br />
sayfalarımızda buna bir kez daha<br />
yer verdik.<br />
Yeni İşçi Dünyası sayfalarımız yine<br />
dolu dolu, burada özellikle anda<br />
yürüyen mücadelelere yer verdik.<br />
Tüm okurlarımızı direnişte ve<br />
grevde olan işçileri ziyaret etmeye<br />
ve desteklemeye çağırıyoruz.<br />
Yeni Kadın Dünyası sayfalarında<br />
bu kez kadın emeğinin çok<br />
yoğun <strong>olarak</strong> sömürüldüğü<br />
Serbest Bölgeleri irdeledik.<br />
İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.<br />
Panorama, Yaşama Temellerini<br />
Koruyalım ve Yeni Dünya Gençliği<br />
sayfalarını da ilgiyle okuyacağınızı<br />
düşünüyoruz.<br />
Yeni sayımızda tekrar buluşmak<br />
üzere!<br />
YDİ ÇAĞRI,<br />
03 Ocak 2008 •<br />
Özür:<br />
Teknik bir hata sonucu geçen sayımızın<br />
arka kapak içi yanlış basıldı.<br />
Eksik olan yazılar için lütfen internet<br />
sitemize bakın.<br />
YDİ Çağrı<br />
İçindekiler<br />
GÜNDEM<br />
Eski Yıl – Yeni yıl: Değişen Bir Şey Yok! . 3<br />
19 Aralık katliamı protesto edildi. 4<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
Operasyonlar, bombalamalar ... Kürt ulusal sorununu çözemez!. 5<br />
“Hırsız evde, kilit işe yaramadı” . 6<br />
Malatya katliamında son durum . 6<br />
Denizde katliam!. 7<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
Novamed grevi sona erdi... “Kadınların grevi” kazandı . 8<br />
Mustafa Öztaşkın’dan teşekkür ziyareti . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
Serbest Bölgelerde Modern Köleler : Kadın İşçiler... . 9<br />
Bir eleştiri... . 10<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
‘Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası kanun tasarısı’ bilmecesi. EK:1<br />
Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu.<br />
EK:2<br />
Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı.<br />
EK:3<br />
Dimes meyve suyu fabrikasında direniş.<br />
EK:3<br />
Türk-İş 20. Kongresi: Gitti Salih Geldi Mustafa! .<br />
EK:4<br />
“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!” .<br />
EK:5<br />
Güven Elektrik işçileri saldırılara direniyor!.<br />
EK:6<br />
ACERER Döküm Sanayi işçileri grevde.<br />
EK:6<br />
DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!.<br />
EK:7<br />
Yörsan’da işçi kıyımı! .<br />
EK:8<br />
Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin mücadelesi sürüyor.<br />
EK:8<br />
BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan Genel Kurulu. . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />
PANORAMA<br />
RUSYA: Duma seçimleri yapıldı, Putin kazandı… . 11<br />
ABD / ANNAPOLİS / Filistin sorununda çözümsüzlük arayışları…. . . . . 12<br />
ENDONEZYA / BALİ: BM’nin 13. İklim Konferansı yapıldı… . 13<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
BM İklim Konferansı fiyasko ile sonuçlandı. 15<br />
Munzur’da barajlara hayır!. 15<br />
GÜNCEL<br />
Polis vazifesinin başında, salahiyetinin bilincinde!. 16<br />
Mersin’de “Ek Ders” isyanı yankısını buldu . 17<br />
Eğitim-Sen üyeleri iş bıraktı . 17<br />
Eğitim emekçileri ek ders ücretleri için alanlardaydı . . . . . . . . . . . 17<br />
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />
YÖK tam gaz sürüyor…. 18<br />
“Üniversitelerimizi gericilere bırakmayacağız” . 18<br />
Genç-Sen Genel Kurulu Gerçekleşti! . 19<br />
Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek için yürüyüş. 19<br />
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
• Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul<br />
• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27<br />
• Banka Hesap:<br />
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
• Sayı: 118 · Ocak 2008 • ISSN 1301-692X118<br />
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />
• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />
• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />
2<br />
mail@ydicagri.com<br />
www.ydicagri.com<br />
•
gündem<br />
Eski Yıl – Yeni yıl<br />
Değişen Bir Şey Yok!<br />
Küresel ısınma ve buna bağlı çevre felaketleri,<br />
emperyalistler arası dalaş, çatışmalar, açlık, susuzluk,<br />
işsizlik gibi kapitalizmin ürettiği barbarlığın tüm<br />
görünümleri dünya işçi ve emekçilerini yok etmeye<br />
devam etti 2007 yılı boyunca. 2008’in bu açıdan<br />
2007’den daha farklı olacağına ilişkin herhangi bir<br />
belirti de henüz yok. 2008 daha şimdiden karanlık<br />
görünüyor. Değişen bir şey yok!<br />
Her yeni yıla girerken bir<br />
yeni yıl yazısı yazmak gelenektir.<br />
Biz de bu geleneği<br />
şimdilik bozmadan devam ediyoruz.<br />
Ama ne yazık ki yeni yıl için<br />
yeni yeni dileklerde bulunamayacak;<br />
öyle herkesi mutlu, huzurlu, barışçıl<br />
güzel günlerin beklediğini filan<br />
söyleyemeyeceğiz.<br />
Şimdi gazetelerde, televizyonlarda,<br />
reklam sloganlarında bol bol yeni yılın<br />
getireceği güzelliklerden bahsedilecek.<br />
Meclis, siyasi partiler, bakanlar,<br />
işadamları, sendikalar ve hatta<br />
Genelkurmay Başkanlığı bile yeni yıl<br />
dileklerini ard arda sıralayacaklar.<br />
Kimi insanlar beyaz sakallı nur<br />
yüzlü bir dede, kimileri şömineleri<br />
başında geyiklerine binmiş Noel<br />
Babayı bekleyecek. Ama ülkemizde<br />
milyonlarca, dünyada ise milyarlarca<br />
insan bir sonraki gün ne yiyeceğinin,<br />
iş bulup bulamayacağının, varolan<br />
işinden çıkarılıp çıkarılmayacağının<br />
hesabını yapmak zorunda kalacak.<br />
Bir söz vardır; “Yaptıklarımız yapacaklarımızın<br />
teminatıdır.” veya<br />
“Tarihini bilmeyen geleceğini göremez.”<br />
vb. Demek ki dönüp 2007<br />
yılına bakmamız, neler yaptığımızı<br />
sorgulamamız, son bir yıllık ta olsa<br />
tarihimizi incelememiz gerek.<br />
* * *<br />
2007 yılı Irak eski Devlet Başkanı<br />
Saddam Hüseyin’in idam görüntüleri<br />
ile başladı. 20 Mart 2003 tarihinden<br />
bu yana başta ABD ve İngiltere’nin işgal<br />
altında tuttuğu Irak’ın eski devlet<br />
Başkanı Saddam Hüseyin 30 Aralık<br />
2006’da idam edildi. İdam görüntüleri<br />
“gizlice” medyaya sızdırıldı. İşgal<br />
güçlerinin sınırlı kontrolü altında<br />
bulunan Irak’ta yıl boyu çatışmalar,<br />
intihar eylemleri sürdü; binlerce insan<br />
öldürüldü. 16 Ocak’ta Birleşmiş<br />
Milletler, 2006 yılında Irak’ta 34<br />
bin 452 sivilin öldüğünü açıkladı.<br />
14 Ağustos’ta ise Musul’un Şengal<br />
ilçesinde düzenlenen intihar saldırılarında<br />
yaklaşık 500 Ezidi Kürt<br />
katledildi. İşgal güçlerine karşı ise<br />
direniş sürerken, ABD ülkede kontrolü<br />
sağlayabilmek için asker sayısını<br />
arttırdı.<br />
19 Ocak’ta AGOS Gazetesinin<br />
Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink<br />
katledildi. Hrant Dink’i katleden kişi<br />
cinayeti milli duygularla işlediğini<br />
söylerken, bazı emniyet görevlileri<br />
katil O.G. ile fotoğraf çektirdi. Hrant<br />
Dink’in cenazesine yüzbinlerce kişi<br />
katıldı. Bu eylemde Hrant Dink’in<br />
eşi Rakel Dink bir konuşma yaptı:<br />
“Bir bebekten katil yaratan zihniyeti<br />
sorgulamalıyız.”<br />
2 Şubat’ta Paris’te düzenlenen küresel<br />
ısınma ile ilgili uluslararası<br />
toplantıda, Hükümetlerarası İklim<br />
Değişikliği Uzmanlar Grubu 21 sayfalık<br />
bir rapor açıkladı. Yayımlanan<br />
raporda, küresel ısınmanın son 50<br />
yıl içerisinde yüzde 90 oranında insan<br />
eliyle yaratıldığı ve bunun etkilerinin<br />
asırlarca süreceği belirtildi.<br />
Raporun bu haliyle yayımlanmaması<br />
için bazı çevrelerin bilim insanlarına<br />
rüşvet teklif ettiği ortaya çıktı.<br />
Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna<br />
dünyayı yağmalaması artarak devam<br />
ediyor.<br />
İran ile ABD arasındaki diplomatik<br />
çatışma 2007 yılında da sürdü.<br />
İran donanma askerleri 23 Mart’ta 15<br />
İngiliz askerini karasularını ihlal ettiği<br />
gerekçesiyle esir aldı. Esir denizciler<br />
5 Nisan’da serbest bırakıldılar.<br />
İran, Uranyum zenginleştirme programlarını<br />
sürdüreceğini açıklaması<br />
nedeniyle diğer emperyalist devletler<br />
tarafından baskı altında tutulmaya<br />
devam ediliyordu. İngiliz askerlerinin<br />
esir alınması yaşanan gerilimi<br />
doruğa çıkardı. İran geri adım atmamakta<br />
direnirken, ABD ve diğer<br />
emperyalistler İran’ın nükleer bomba<br />
elde etmesini istemiyor.<br />
2007 yılında liberal burjuvazinin<br />
hükümeti AKP ile Kemalist bürokrat<br />
burjuvazi arasındaki iktidar<br />
mücadelesi her alanda şiddetlenerek<br />
sürdü. AKP’nin Cumhurbaşkanı<br />
adayını açıklamasına günler kala,<br />
14 Nisan’da Ankara Tandoğan’da<br />
Cu m hu r iyet M it i ng i yapı ld ı.<br />
AKP 24 Nisan’da Abdullah Gül’ü<br />
Cumhurbaşkanı adayı <strong>olarak</strong> açıkladı.<br />
27 Nisan’daki ilk turda Abdullah<br />
Gül 357 oy aldı. Aynı gün TSK internet<br />
sitesinden bir bildiri yayınlayarak<br />
“TSK’nın Atatürk İlkeleri’nin<br />
ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz<br />
savunucusu olduğu ve o ilkeleri<br />
korumakta” kararlı olduğunu<br />
açıkladı. Bildiri e-muhtıra <strong>olarak</strong><br />
tarihe geçti. 3 Mayıs’ta İzmir’de de<br />
Cumhuriyet mitingi düzenlendi.<br />
Daha sonra bu mitingler birçok ile<br />
yayıldı. 1 Mayıs tarihinde Anayasa<br />
Mahkemesi CHP’nin başvurusu üzerine<br />
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk<br />
turunu iptal etti ve Cumhurbaşkanı<br />
seçiminin yapılabilmesi için Mecliste<br />
en az 367 milletvekilinin hazır bulunması<br />
gerektiğini açıkladı. 6<br />
Mayıs’taki oturumda Mecliste 367<br />
milletvekili olmadığından seçim yapılamadı,<br />
bunun üzerine Gül adaylıktan<br />
çekildiğini açıkladı. AKP erken<br />
seçim kararı aldı. 22 Temmuz da<br />
yapılan seçimlerde AKP beklenmedik<br />
bir oy oranı (%47 – 341 milletvekili)<br />
ile birinci parti seçildi. Meclise<br />
AKP ile birlikte 3 parti seçildi (CHP<br />
112, MHP 71 milletvekili). DTP,<br />
EMEP ve ÖDP’nin desteklediği bağımsız<br />
adaylardan 22’si seçildi. DTP<br />
grup oluşturdu, bağımsız adaylardan<br />
(ÖDP eski Genel Başkanı) Ufuk<br />
Uras ise ÖDP’ye katıldı. Meclis’te<br />
tekrar çoğunluğu elde eden AKP<br />
Cumhurbaşkanlığı seçimini yineledi.<br />
Abdullah Gül 28 Ağustos’ta 339 oyla<br />
3
gündem<br />
4<br />
TBMM tarafından Türkiye’nin 11.<br />
cumhurbaşkanı seçildi. 21 Ekim’de<br />
de Gül’den sonraki cumhurbaşkanlarının<br />
halk tarafından seçilmesine<br />
ve diğer bazı anayasa değişikliklerine<br />
ilişkin referandum yapıldı, referandumdan<br />
Evet çıktı. Bu süreç AKP’nin<br />
iktidarını daha da sağlamlaştırmasını,<br />
Kemalist kesimin ise iktidardan<br />
daha hızlı bir uzaklaşmasını sağladı.<br />
Çünkü AKP hükümet olduğu süreç<br />
boyunca Sezer vetosu ile karşılaşan<br />
yasa değişikliklerini jet hızıyla onaylatma<br />
avantajını kazandı. İktidar dalaşı<br />
her alanda sürüyor, 2008 yılında<br />
da sürecek.<br />
2007 yılı işçi sınıfı açısından da<br />
hareketli geçti. Çok sayıda grev, direniş<br />
gerçekleşti, görece kazanımlar<br />
elde edildi. Yılın başında Tansaş işçilerinin<br />
mücadelesi kazanımla sonuçlandı<br />
ve işçiler sendikalı oldular.<br />
17 Mart’ta Mersin Serbest Bölgede<br />
çalışan binlerce işçi insanca çalışma<br />
koşulları için bir hafta boyunca iş bıraktı.<br />
Örgütsüzlük nedeniyle direniş<br />
kısa zamanda kırıldı. Tarsus’ta buluna<br />
Koluman Motorlu Araçlar A.Ş.<br />
işçileri Birleşik Metal-İş Sendikasında<br />
örgütlendiler ve kısa sürede sendikalı<br />
oldular. 2007 yılında Sanovel, Esen<br />
Plastik, Bağ Yağları, Seri-İş Metal,<br />
Alkan Deri, Güven Elektrik, Akdeniz<br />
Nakliyat Kargo, THY, Beksa, Lider<br />
Deri, Akdeniz Selçuk Nakliyat işyerlerinde<br />
patronların saldırılarına<br />
karşı direnişler, sendikalaşma mücadeleleri<br />
gerçekleşti. 2007 yılı 1 Mayıs’ı<br />
işçi sınıfının Taksim yasağına karşı<br />
mücadelesine ve zaferine şahit oldu.<br />
2006’da başlayan Novamed ve SCT<br />
Or Turbo Filtre grevleri 2007 yılında<br />
da sürdü. SCT grevi hala belirsizliğini<br />
korurken, Novamed grevi<br />
2007 yılının sonuna yaklaşırken zaferle<br />
sonuçlandı. 83’ü kadın 85 işçi<br />
adına Petrol-İş sendikası TİS imzaladı.<br />
Tüm bunlara rağmen 2007 yılı<br />
işçi sınıfı açısından Türk Telekom<br />
grevi ile anılacaktır. 25 bin 600 Türk<br />
Telekom işçisinin eşit işe eşit ücret<br />
talebi ve sendikasızlaştırma saldırılarına<br />
karşı 16 Ekim’de başlattığı<br />
grev 44. gününde zaferle sonuçlandı.<br />
Telekom tarihinde ilk defa gerçekleştirilen<br />
grev ile sınıfın hareketi geçen<br />
yıllara oranla ivme kazandı.<br />
2007 yılına damgasını vuran diğer<br />
gelişmeler ise PKK gerillalarının 21<br />
Ekim’de Dağlıca’daki askeri birliklere<br />
baskın düzenlemesi ile başlayan<br />
süreçti. PKK bu saldırıda 12 askeri<br />
öldürdü, 8 askeri de rehin aldı. Bu<br />
saldırı sonrasında milliyetçi-şovenist<br />
dalga yükseldi, birçok ilde DTP binalarına<br />
saldırı düzenlendi, Kürtlere<br />
yönelik linç eylemleri başladı, ırkçı<br />
sloganlarla donanmış kalabalıklar<br />
tüm kentlerde terör estirdi. Bu süreçte<br />
Hükümet Güney Kürdistan’a operasyon<br />
yapılması için tezkere çıkarttı.<br />
Tezkere Aralık başında TSK’ya verildi.<br />
Son bir haftadır ise TSK Güney<br />
Kürdistan’a birkaç operasyon düzenledi,<br />
Kandil Dağı bomba yağmuruna<br />
tutuldu. Sınırda bu hareketlilik sürerken,<br />
içerde de DTP’ye karşı büyük<br />
bir yok etme kampanyası düzenlendi.<br />
Partinin kapatılması için dava açıldı.<br />
Yüzlerce parti üyesine, başkanına da<br />
dava açılarak, siyaset yasağı konulması<br />
istendi. DTP’li milletvekilleri<br />
üzerinde baskı uygulandı, son <strong>olarak</strong><br />
DTP Eş Başkanı Nurettin Demirtaş<br />
“asker kaçağı” olduğu gerekçesiyle<br />
tutuklandı.<br />
Genel <strong>olarak</strong> 2007 yılı ülkelerimiz<br />
açısından yükseltilen milliyetçiliğin,<br />
şovenizmin yılı oldu. 2008 yılına ise<br />
Kürt sorununun çözümsüzlüğünün<br />
sürdüğü koşullarda ve bomba sesleri<br />
arasında giriyoruz.<br />
Afganistan ve Irak işgalinin,<br />
Filistin’de savaşın sürdüğü koşullarda<br />
2007’yi geride bırakırken, 27<br />
Aralık’ta Pakistan muhalefetinin<br />
temsilcisi Benazir Butto’nun, düzenlediği<br />
miting sırasında öldürüldüğü<br />
haberi uluslararası alanda yankı buluyor.<br />
Son iki gündür gerçekleşen<br />
protesto gösterilerinde ise onlarca<br />
insan öldü.<br />
* * *<br />
Küresel ısınma ve buna bağlı çevre<br />
felaketleri, emperyalistler arası dalaş,<br />
çatışmalar, açlık, susuzluk, işsizlik<br />
gibi kapitalizmin ürettiği barbarlığın<br />
tüm görünümleri dünya işçi ve<br />
emekçilerini yok etmeye devam etti<br />
2007 yılı boyunca. 2008’in bu açıdan<br />
2007’den daha farklı olacağına<br />
ilişkin herhangi bir belirti de henüz<br />
yok. 2008 daha şimdiden karanlık<br />
görünüyor. Değişen bir şey yok!<br />
Ama elbette “Elden ne gelir ummaktan<br />
başka” demeyeceğiz. 2008<br />
yılının 2007’den faklı olması, işçi<br />
ve emekçiler açısından bir şeylerin<br />
değişmesi için yapılabilecek çok şey.<br />
Örgütlenmek, birleşmek, mücadele<br />
etmek ve kazanmak! Tüm bunları<br />
yapacak gücümüz var. Sorun kendi<br />
gücünü görmekte…<br />
Bizler işçi sınıfının, elinde tüm<br />
dünyayı durdurabilecek gücü tutan<br />
sınıfın, bu gücünün farkına varması<br />
içim mücadelemize devam edeceğiz<br />
2008 yılında da. Sizleri de yeni bir<br />
dünya, yeni bir yaşam kurma mücadelesine<br />
sarılmaya çağırıyoruz.<br />
29.12.2007 ✓<br />
19 Aralık katliamı protesto edildi<br />
19 Aralık 2000 tarihinde, aynı<br />
anda 20 cezaevine başlatılan<br />
saldırı sonucu, 28 devrimci<br />
tutsak katledildi. Katliamdan yaralı<br />
<strong>olarak</strong> kurtulan tutsaklar, F<br />
tiplerinde tecride gönderildiler.<br />
7. yılında 19 Aralık katliamı,<br />
BDSP, ESP, DHP, İCİ, Köz, Kaldıraç,<br />
ÖMP, Partizan tarafından İzmir<br />
Karşıyaka’da düzenlenen bir basın<br />
açıklaması ile protesto edildi.<br />
19 Aralık katliamında katledilen,<br />
F tiplerinde tecride karşı mücadele<br />
içerisinde toprağa düşen devrimciler<br />
anısına bir dakika saygı duruşu<br />
yapıldı.<br />
‘19 Aralık katliamını unutmadık,<br />
unutturmayacağız!’ pankartının<br />
açıldığı, 19 Aralık’ta katledilen ve<br />
tecride karşı mücadele içerisinde<br />
yaşamını kaybeden devrimcilerin<br />
resimlerinin taşındığı basın açıklaması<br />
sırasında çeşitli sloganlar<br />
atıldı.<br />
“Devrimci irade teslim alınamaz!,<br />
Devrimci tutsaklar onurumuzdur!,<br />
19 Aralık’ı unutma,unutturma!,<br />
İçerde, dışarıda hücreleri parçala!,<br />
Zindanlar yıkılsın, tutsaklara<br />
özgürlük!, Bedel ödedik, bedel<br />
ödeteceğiz! Yaşasın devrimci<br />
dayanışma!”<br />
Basın açıklaması sırasında, şiirler<br />
okundu. Tecritten gelen tutsak<br />
mektuplarından parçalar okundu.<br />
Grup Kavel devrimci marşlar<br />
söyledi.<br />
Basın açıklaması bitirildikten<br />
sonra, bir grup faşistin provokasyon<br />
girişimi bir sonuç vermedi.<br />
Tecrite son! Devrimci tutsaklara<br />
özgürlük!<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓
halkların kardeşliği için<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
Operasyonlar, bombalamalar, imha<br />
siyaseti Kürt ulusal sorununu çözemez!<br />
Beklenen oldu. Bush-Erdoğan<br />
görüşmesi sırasında üzerinde<br />
anlaşıldığı belli olan “sınırlı askeri<br />
harekat” Türk devleti tarafından<br />
gerçekleştirildi/gerçekleştiriliyor.<br />
16 Aralık Pazar günü saat 02.00<br />
civarında Türk savaş uçakları Kuzey<br />
Irak’ta Kandil’in de aralarında bulunduğu<br />
bazı bölgeleri bombaladı.<br />
Karadan da bazı bölgeler füze ve top<br />
atışına tabi tutuldu.<br />
Genelkurmay Başkanı Orgeneral<br />
Yaşar Büyükanıt’ın operasyonun ardından,<br />
“Sıfır hata”, “PKK kampları<br />
bizim için artık BBG evi”, “Bir tek<br />
sivil hedef, köy vurulmamıştır” açıklamasını<br />
bölgeden gelen haberler,<br />
Kürt medyasına yansıyan görüntüler<br />
yalanladı.<br />
Bölgeden gelen haberler, yayınlanan<br />
görüntülere göre operasyonda<br />
Nawdeşt û Dola Baleyan kazasına<br />
bağlı Bokirîkan, Ênze, Lêwje,<br />
Kutel, Zargelî, Qelatûkan, Rezge,<br />
Maredû Silêyiyan, Balekayetî’ye bağlı<br />
Xinêrew Qebirî Zahîriyan köyleri ve<br />
Sîdekan kazasıyla birlikte toplam 15<br />
köy isabet aldı. Operasyonda, 1 hastane<br />
ve 2 ilkokul yıkılırken, 2 sivil<br />
ve 5 HPG’linin yaşamını yitirdiği<br />
açıklandı.<br />
Hava harekatı yapıldıktan iki gün<br />
sonra, 800 civarında Türk askerinin<br />
karadan bölgeye girdiği, birkaç kilometre<br />
ilerlediği, sonra geri çekildiği<br />
Genelkurmay tarafından açıklandı.<br />
Savaş bir yandan cephede yürürken<br />
diğer yandan yazılı ve görsel basında<br />
da yürütülüyordu. Emir eri burjuva<br />
medya operasyonu öve öve bitiremiyor.<br />
“Harekat gece yapılmıştı. Bu<br />
büyük başarı idi. Havada yakıt ikmali<br />
yapılmış, uçaklar 3 saat havada<br />
kalmıştı. Sivillere kesinlikle zarar<br />
verilmemişti. PKK’ya ağır darbe vurulmuştu.<br />
Artık komşular da ayaklarını<br />
denk alsınlar, Türk ordusundan<br />
korksunlardı. … vs.”<br />
Mehmetçik medya Türk ordusu<br />
ile övüne dursun gerçekler bambaşka:<br />
Türk ordusu ABD’nin izin<br />
verdiği çerçevede, verdiği istihbarat<br />
doğrultusunda, ABD’nin sattığı savaş<br />
uçakları ve tekniği ile operasyon<br />
yapmıştır.<br />
Diğer yandan Kuzey Irak’a kendilerinin<br />
verdiği bilgilere göre 24 sefer<br />
“sınır ötesi harekat” yapılmış, bölge<br />
defalarca havadan bombalanmıştır.<br />
Bu harekatlardan istenilen sonuç<br />
elde edilememiştir. Elde edilemez de!<br />
Çünkü Kürt ulusal sorunu katliamlarla,<br />
bombalarla, imha ve inkar ile<br />
çözülecek bir sorun değildir.<br />
AKP Hükümeti ile ordu arasında,<br />
ulusal harekete karşı uygulanacak<br />
askeri operasyonlar konusunda<br />
uyum olduğu anlaşılıyor. Başbakan<br />
Erdoğan’ın yer yer dillendirdiği “dağdan<br />
insinler, ovada siyaset yapsınlar”<br />
söylemi top, bomba, kurşun seslerinden<br />
duyulmuyor bile! “PKK’yı dağdan<br />
<strong>indir</strong>ecek geniş kapsamlı plan”dan<br />
bahsediliyor. Ancak planın tam ne<br />
olduğu açıklanmıyor. Kendilerinin<br />
geçmişte denedikleri, başarıya ulaşmayan<br />
“Pişmanlık Yasası” ya da “Eve<br />
Dönüş Yasası” pişirilerek yeniden<br />
gündeme getiriliyor. Görünen o ki,<br />
imha ve pişmanlık ile güya sorunu<br />
çözmek istiyorlar! Ama nafile!<br />
DTP’ye yönelik linç kampanyası<br />
sürüyor. DTP üzerinde tam bir abluka<br />
uygulanıyor. Son <strong>olarak</strong> DTP<br />
Genel Başkanı Nurettin Demirtaş<br />
“askere gitmemek için sahte çürük<br />
raporu aldığı gerekçesi” ile gözaltına<br />
alınarak tutuklandı. Çeşitli illerde<br />
yapılmak istenen “barış ve kardeşlik”<br />
mitingleri yasaklandı.<br />
Yargısız infazlar yeniden gündemdeki<br />
yerini alıyor. Yasaklamalar, gözaltılar,<br />
tutuklamalar giderek artıyor.<br />
Taşların bağlandığı, itlerin salındığı<br />
bir dönemi yaşıyoruz.<br />
ABD ve batılı emperyalistlerden<br />
dost olmaz!<br />
Gelişmelerin gösterdiği bir diğer<br />
gerçek de emperyalistlerden dost olmayacağı<br />
gerçeğidir. ABD Kürtlerin<br />
dostu değildir. Ortadoğu’da çıkarları<br />
için Kürtleri kullanmaktadır.<br />
Emperyalist işgal, Saddam diktatörlüğü<br />
dönemi ile karşılaştırıldığında,<br />
Güney’de Kürt Devleti’ni gündeme<br />
getirmiştir. Kürt Devleti Güneyli<br />
Kürtler için eskiye oranla olumlu<br />
ise de, bu durum kalıcı değildir.<br />
ABD’nin bölgede çıkarları bittiğinde,<br />
Kürtleri de bir kenara koyacaktır.<br />
Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!<br />
Unutulmamalı ki, emperyalistler için<br />
çıplak çıkarlar vardır. Onlar çıkarları<br />
gereği siyaset izliyorlar.<br />
E m p e r y a l i s t i ş g a l i l e<br />
emperyalistlerin güdümünde gelen<br />
“bağımsızlık” gerçek bağımsızlık<br />
değildir. Gerçek bağımsızlık emperyalizmden<br />
bağımsızlığı gerektirir.<br />
Burjuva milliyetçi önderlikler bunu<br />
sağlayamaz. Bunu sağlayacak olan işçi<br />
sınıfı önderliğindeki devrimlerdir.<br />
Bölgede 5 Kasım’da yapılan Bush-<br />
Erdoğan görüşmesinin, anlaşmasının<br />
sonuçları yaşanıyor. ABD Türk<br />
devletine Kuzey Irak’ta “sınırlı askeri<br />
operasyonlara” izin vermiştir. Bu<br />
operasyonlar için gerekli istihbaratı<br />
ABD verecektir. Aralık ayında yapılması<br />
Anayasa gereği olan Kerkük<br />
referandumu 6 ay ertelenmiştir.<br />
Kürt ulusal sorunu askeri yol ile<br />
çözülemez!<br />
Ulusal sorunda inkar ve imha siyasetinde<br />
Türk devleti diretiyor.<br />
Meseleyi “terör” sorunu <strong>olarak</strong> görerek,<br />
savaş ile çözmeye çalışıyor.<br />
Oysa ulusal sorunun tek bir çözümü<br />
vardır: Zoraki birliğin ortadan kaldırılması,<br />
ulusal baskıya son verilmesi,<br />
tüm uluslar ve milliyetler arasında<br />
tam hak eşitliğinin sağlanması, ayrılmak<br />
isteyen uluslara ayrılma hakkının<br />
tanınması gereklidir.<br />
Ezilen, sömürgeleştirilen bir ulusun<br />
kendi kaderini tayin edebilmesi<br />
için özgür şartların olması gerekir.<br />
Özgür şartlar işçi sınıfı önderliğinde<br />
devrim ile yaratılacaktır. Devrim ile<br />
sermayenin iktidarı yıkılacak, yaratılan<br />
eşit ve özgür şartlarda Kürt<br />
ulusu kendi kaderini bizzat kendisi<br />
tayin edecektir. Kürt ulusu isterse<br />
ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabileceği<br />
gibi, bütünün çerçevesinde<br />
kalarak federasyon temelinde özgür<br />
birliğin parçası <strong>olarak</strong> yaşamaya da<br />
karar verebilir.<br />
Zoraki birlik, ulusal baskı, sermayenin<br />
egemenliği sürdüğü sürece gerçek<br />
barış gelmeyecektir.<br />
B a r ı ş , ö z g ü r l ü k d e v r i m l e<br />
gelecektir.<br />
“Bütün uluslar için tam hak eşitliği,<br />
ulusların kendi kaderini tayin etme<br />
hakkı, bütün ülkelerin işçilerinin ve<br />
ezilen halklarının birleşmesi” ulusal<br />
sorunda uğrunda mücadele edeceğimiz<br />
şiarlardır.<br />
İşçilerin, emekçilerin görevi devrim<br />
için örgütlenmek ve mücadele<br />
etmektir.<br />
Halkların kardeşliği için tek yol<br />
devrim!<br />
20 Aralık 2007 ✓<br />
5
halkların kardeşliği için<br />
Büyükanıt’ın “İyi Çocukları” tahliye edildi!<br />
“Hırsız evde, kilit işe<br />
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde<br />
9 Kasım 2005 tarihinde<br />
Umut Kitabevi’nin<br />
bombalanması olayında halk tarafından<br />
yakalanan PKK itirafçısı<br />
Veysel Ateş, astsubaylar Özcan<br />
İldeniz ve Ali Kaya’ya, Van 3. Ağır<br />
Ceza Mahkemesi tarafından 39’ar yıl<br />
hapis cezası verilmişti. Bu katilleri,<br />
dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı<br />
Yaşar Büyükanıt, “Tanırım iyi ço-<br />
yaramadı”<br />
adam öldürmeye teşebbüs ve yaralamaktan<br />
yargılanan astsubaylar Ali<br />
Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş,<br />
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından<br />
39 yıl 5 ay 10’ar gün hapse<br />
mahkum edildiler. Bunun üzerine<br />
sanık avukatları olayı temyiz etti.<br />
Temyiz başvurusu üzerine Yargıtay<br />
1. Ceza Dairesi, görevsizlik kararı<br />
verdi. Dosya, terör, örgüt ve devletin<br />
birliğini bozmaya yönelik eylem da-<br />
TSK’da görevli olmaları nedeniyle<br />
tutuksuz yargılanmalarına karar<br />
verdi. Duruşma, 14 Mart 2008 tarihine<br />
ertelendi.<br />
Tahliye kararı sonrası<br />
Şemdinli’de tanklı geçit<br />
Van Askeri Mahkemesi’nde Şemdinli<br />
sanıkları Veysel Ateş, astsubaylar Ali<br />
Kaya ve Özcan İldeniz hakkında çıkan<br />
tahliye kararının ardından, 15<br />
Aralık 2007 tarihinde ilginç bir gelişme<br />
yaşandı. Sabah saatlerinde İlçe<br />
Jandarma Komutanlığı’nda bir araya<br />
gelen, Şemdinli Alay Komutanı Evliya<br />
Çelebi, İlçe Jandarma Komutanı<br />
Mustafa Özdurhan ve korucubaşı<br />
Mehmet Emin Özer, iki panzer eşliğinde<br />
ilçe merkezinde tur attılar.<br />
Esnaf ve vatandaşlarla sohbet etmeden<br />
ilçe merkezi çıkışında bulunan<br />
köprüye kadar yürüyüp, “herkes<br />
ayağını denk alsın” der gibi, daha<br />
sonra İlçe Jandarma Komutanlığı’na<br />
dönen bu askeri yetkililer gerçek iktidarın<br />
kim olduğunu dosta düşmana<br />
gösteriyorlardı.<br />
Bu ülkede hukukun nasıl guguk<br />
olduğu bu dava ile bir kez daha görülmüştür.<br />
İnsan hakları, demokrasi<br />
konusunda nutuk atanların nasıl bir<br />
demokrasiden, insan hakkından, hukuktan<br />
yana oldukları bu dava ile bir<br />
kez daha kendini göstermiştir.<br />
Biz bu eli kanlı katillerin serbest<br />
kalmasına hiçte şaşırmadık.<br />
Şemdinli’deki bu tanklı gövde gösterisi<br />
bu “iyi çocukların” görevlerinin<br />
başına dönüp tekrar ‘iyi işler’ yapacaklarının<br />
bir göstergesidir.<br />
Gün gelecek bu eli kanlı katiller,<br />
düzenleri ile birlikte tarihin çöplüğünde<br />
yerini alacaktır!<br />
23.12.2007 ✓<br />
Malatya katliamında<br />
son durum<br />
6<br />
cuklardır” diyerek sahiplenmişti.<br />
Yargılanmaya başlanmaları ile birlikte,<br />
bu katiller için yine Büyükanıt;<br />
“Bu bir hukuk skandalıdır” diyerek<br />
tepki göstermişti.<br />
Bu tepkinin sonucu fatura, olayı<br />
soruşturan, Emniyet İstihbarat Daire<br />
Başkanı Sabri Uzun’a çıkmıştı. Meclis<br />
Şemdinli Komisyonu’na verdiği ifadede,<br />
“Hırsız evdeyse kilit işe yaramaz”<br />
diyen Sabri Uzun görevinden<br />
alınarak, Emniyet Genel Müdürlüğü<br />
APK Uzmanlığı’na getirildi. Uzun’un<br />
görevden alınmasının ardından kameraların<br />
karşısına geçen Hükümet<br />
Sözcüsü Cemil Çiçek, “Kimse kahramanlık<br />
yapmaya kalkmasın” diyerek<br />
Uzun’a göstermişti.<br />
Şemdinli olaylarının ikinci kurbanı<br />
ise hazırladığı iddianamede dönemin<br />
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral<br />
Yaşar Büyükanıt’ı suçlayan Van<br />
Savcısı Ferhat Sarıkaya oldu.<br />
İddianamenin ardından toplanan<br />
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu,<br />
Savcı Sarıkaya’yı meslekten ihraç<br />
etme kararı aldı.<br />
Savcı Ferhat Sarıkaya, iddianamesinde<br />
tutuklu Ali Kaya’yla ilgili<br />
<strong>olarak</strong>, “Kendisini tanırım, iyi<br />
çocuktur” diyen Orgeneral Yaşar<br />
Büyükanıt başta olmak üzere birçok<br />
komutanın ismine yer vermiş, ardından<br />
dosyayı gereğinin yapılması için<br />
Genelkurmay Askeri Başsavcılığı’na<br />
göndermişti.<br />
Çete oluşturmak, adam öldürmek,<br />
valarına bakan 9. Daire’ye gönderildi.<br />
Kararı eksik soruşturma gerekçesiyle<br />
bozan 9. Daire, sanıkların eylemini<br />
“terörle mücadele görevleri kapsamında”<br />
gördü ve yargılamanın askeri<br />
mahkemede yapılmasını istedi.<br />
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı<br />
askeri mahkemeye göndermeyince<br />
hâkim hakkında inceleme başlatıldı.<br />
Atama kararnameleri sonucu yenilenen<br />
mahkeme heyeti, dosyayı askeri<br />
mahkemeye gönderdi<br />
Müdahil avukatlarının, “Askeri<br />
Mahkeme’nin görevsizlik kararı vermesi<br />
ve dosyanın, davanın görev yerinin<br />
belirlenmesi için Uyuşmazlık<br />
Mahkemesi’ne gönderilmesi” talebi<br />
reddedilince, avukatlar duruşma salonunu<br />
terk ederek yaptıkları açıklama<br />
ile, bu hukuksuzluğa ortak<br />
olmak istemediklerini kamuoyuna<br />
açıkladılar.<br />
Tahliye kararı<br />
Mahkeme heyeti ise, sanık astsubaylar<br />
Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel<br />
Ateş’in savunmalarını dinledi. Sanık<br />
avukatlarının tahliye talebi üzerine<br />
söz alan Askeri Savcı da, sanıkların<br />
tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesini<br />
istedi. Yaklaşık 5 saat süren duruşmada,<br />
mahkeme heyeti 15 dakika<br />
ara verdi. Daha sonra devam eden<br />
duruşmada mahkeme heyeti, sanıkların<br />
delilleri karartma ihtimali ve<br />
kaçma şüphelerinin bulunmaması,<br />
18 Nisan 2007’de, Malatya’da,<br />
Zirve Yayıncılık bürosundaki<br />
katliamı, Türkiye ve bütün<br />
dünya konuştu. Bu katliamda da her<br />
zaman olduğu gibi devlet yöneticileri<br />
timsah gözyaşları döktüler. Hakim<br />
sınıf temsilcileri bu olayın üzerine<br />
“Ucu kime dokunursa dokunsun”<br />
diyerek, gideceklerini söylediler. Bu<br />
arada misyonerlik faaliyeti yürütenlerin<br />
de ayaklarını denk almaları<br />
gerektiğini belirtip bu ülkenin sahipsiz<br />
olmadığını söylemeyi de ihmal<br />
etmediler.<br />
Bu olayın ardından, Malatya<br />
Cumhuriyet Baş Savcısı olayla ilgili<br />
iddianamesini hazırlayarak, zanlıların<br />
müebbet hapisle yargılanmasını<br />
istedi. Bunun üzerine 23 Kasım’da<br />
Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde<br />
dava duruşması yapıldı.<br />
İddianamedeki ‘tuhaflıklar’ ve<br />
‘ilginç’ gelişmeler<br />
Dava dosyasında normal bir burjuva<br />
ülkesinde bile skandal <strong>olarak</strong><br />
değerlendirilecek telefon görüşmeleri<br />
ortaya çıktı. Baskından önceki 6<br />
aylık döneme ait telefon dökümleri;<br />
katillerin, İstanbul adresli bir savcı,<br />
Özel Harekât Daire Başkanlığı ve 2.<br />
Ordu Komutanlığı’nda olan kişilerle<br />
görüştüklerini ortaya koydu. Hem de<br />
defalarca!<br />
Katliamdan önceki 6 ay içerisinde<br />
sanıklardan S.G. 38, H.Ç. 17, A.Y. 16<br />
farklı telefonla görüşme yapmışlardı.<br />
Fakat dava dosyasını inceleyen avukatlar,<br />
bu tespitlere karşın sanıkların<br />
bu cep telefonlarını hangi numaralarla<br />
kullandıkları yönünde bir kanıt<br />
toplanmadığını belirttiler. Üstelik<br />
birçok şeyin yanında, sanıkların ‘olay<br />
günü’ yaptıkları telefon konuşmalarının<br />
dökümünün bulunmaması da<br />
dikkat çekiciydi!<br />
Baskında polisten kaçarken balkondan<br />
düşüp ağır yaralanan E.G.’ın<br />
hastanede bulunduğu sırada hastanenin<br />
güvenlik kameralarının<br />
silindiği basına yansıdı. Silinen kasetlerde<br />
önemli itiraflar bulunduğu,<br />
hastane odasında E.G.’ı kaydeden video<br />
kayıtlarını takip etmekle ve not<br />
almakla görevlendirilen polis memurunun<br />
‘tutanak’ şeklinde yazdığı<br />
bilgi notlarıyla ortaya çıktı. E.G.’ın<br />
odasında bu notları tutan polis memurunun<br />
dışında bir polis ve bir jandarma<br />
üsteğmen daha bulunuyordu.<br />
Bulunan notlara ve silinen kayıtlara<br />
rağmen diğer görevlilerin ifadelerinin<br />
alınmaması ise bir başka ihmal<br />
<strong>olarak</strong> görülüyor.<br />
Sanıkların silah konusundaki ifadeleriyse,<br />
akla AGOS Gazetesi Genel<br />
Yayın Yönetmeni Hrant Dink suikastını<br />
getiriyor. Dink’in zanlıları da suikastın<br />
bir numaralı delili olan silahı<br />
nereden aldıklarını ‘ustaca’ gizlemişlerdi.<br />
Zanlılar silahı deniz kazasında<br />
ölen birinden aldıklarını söylemişler,<br />
ancak dosyaya konulan belgelerdeki<br />
tarih tutarsızlığı bu bilginin<br />
doğru olmadığını ortaya çıkarmıştı.<br />
Aynı ‘ustalık’ Malatya davasında da<br />
görülüyor: Sanıkların ifadelerine<br />
göre ortada dört kurusıkı tabanca<br />
var. Tabancaların üçü, Malatya Av<br />
Pazarı 2 isimli av malzemeleri satan<br />
işletmeden, cinayetten iki gün önce<br />
alındığını söylüyorlar. Satıcı ise bir<br />
silah sattığını söylüyor ve faturasını<br />
gösteriyor!<br />
Katiller E.G., A.Y. ve S.G., üç kurusıkı<br />
tabancayı 17 Nisan’da Orduzu<br />
Pınarbaşı denilen boş alanda deniyorlar.<br />
Araçlarıyla geri dönerken ihbar<br />
üzerine polis tarafından durdu-
halkların kardeşliği için<br />
ruluyorlar. Polis ekibi, sanıkların Av<br />
Pazarı’ndan aldıkları 1312 numaralı<br />
silahı torpido bölümünden alıyor,<br />
arama yapılmadığı için bagajdaki iki<br />
silah bulunmuyor! Ancak 1312 seri<br />
numaralı silahı polisin almasıyla ‘tabanca<br />
karmaşası’ daha da büyüyor.<br />
Nasıl mı? Şöyle ki; resmi kayıtlarda<br />
muhafaza altında görülen tabanca<br />
nasıl oluyordu da olay günü katillerin<br />
üzerinden çıkıyordu? Ne hikmetse<br />
bu soruya da ifadenin hiçbir yerinde<br />
rastlanılmıyor!!!<br />
Yaşanan gelişmeleri değerlendiren<br />
Hrant Dink’in ve Malatya davasının<br />
müdahil avukatlarından olan Erdal<br />
Doğan, iki olayın da aynı yerden<br />
beslenen bir zihniyetin ürünü olduğunu<br />
söylüyor. Bu olayın da ardından<br />
olayın ‘üzerine gidilmemesi’, bir<br />
biçimde ortaya çıkan ilişkilerin, bizlere<br />
olayların ardında kimlerin olduğunu<br />
gösteriyor. Bu durum kendini,<br />
Malatya katliamında “Dava dosyasında<br />
sanki suçlu olan öldürülenlermiş<br />
gibi, katledilenler hakkında,<br />
sanıklardan daha fazla bilginin yer<br />
alıyor” olmasıyla gösterdi.<br />
Katiller Müslümanlıklarının<br />
gereğini mi yapmışlardı?<br />
Toplumun büyük çoğunluğu, bizzat<br />
devlet yöneticilerinin kışkırtmaları<br />
ve doldurmalarıyla, ‘misyonerlik’<br />
faaliyetlerinin her türlüsüne,<br />
Müslüman olmayanların kendi dinlerinin<br />
gereklerini yapmalarına veya<br />
kendi dinlerini yaymaya çalışmalarına<br />
ve hatta kendini Müslüman<br />
<strong>olarak</strong> görmelerine rağmen ‘Sünni’<br />
inancına değil de ‘Alevi’ inancına<br />
yönelmelerine de düşman gözüyle<br />
bakıyor. En son İstanbul Esenyurt<br />
Ali Kul Çok Programlı Lisesi öğretmeni<br />
Zeki Yılmaz’ın Alevi bir öğrenciye;<br />
‘elimden çekeceğin var’ diyerek<br />
dayak atması, haklı <strong>olarak</strong> gündeme<br />
oturmuştur.<br />
Siyasiler, medya, devlet “yabancı”<br />
<strong>olarak</strong> gördükleri her şeye karşı düşmanlığı<br />
körüklemekte, bu durumdan<br />
vazife çıkaran ‘kahramancık’lar<br />
da, hazırlanan ortamı fırsat bilerek<br />
saldırıya geçip cinayetleri ve başka<br />
suçları işlemektedirler.<br />
Müslüman olmayan, diğer inanışlardan<br />
insanlara duyulan düşmanlık,<br />
vahşice saldırılara yol açmaktadır.<br />
“İslam dininin barış dini olduğu”<br />
söylemi, bu cinayetler karşısında<br />
gölgede kalmaktadır. Yayınevinin<br />
bürosunda ağızları kapatılıp, elleri<br />
arkadan bağlandıktan sonra, boğazları<br />
vahşice kesilen o üç kişi bize, şeriatçıların<br />
tarihteki ve günümüzdeki<br />
diğer cinayetlerini hatırlatıyor.<br />
Malatya katillerinin cebinden<br />
“Beşimiz kardeşiz, ölüme gidiyoruz.<br />
Dönmeyebiliriz, hakkınızı helal<br />
edin” yazılı not çıkması, cinayetin<br />
planlı olduğunu göstermektedir.<br />
Bu yönde gelişen şiddetin asıl sorumlusu<br />
egemenlerdir. 12 Eylül<br />
darbesiyle devrimci kabarışın üstüne<br />
gitmeye çalışan egemenler,<br />
bizzat kendi elleriyle dini gericiliği<br />
bir baba şef katiyle büyütmüştür.<br />
‘Baba’ Kemalistlerin, ‘oğulları’ olan<br />
İslamcılarla dalaşını bu gözlerle görmek<br />
gerekir. Eee, babayla çocuğu<br />
arasında ufak tefek atışmalar da olağan<br />
şeylerdir!<br />
Sermaye ve onun devleti, ulusal<br />
farklılıkları da, dini farklılıkları<br />
da kullanarak emekçileri bölüyor.<br />
Bölerek daha iyi yönetip sömüreceklerini<br />
çok iyi biliyorlar yani. Ki,<br />
bunda da gayet başarılılar. Oysaki<br />
işçi ve emekçilerin düşmanı kendi<br />
sınıf kardeşleri değildir. Düşman,<br />
tüm emekçileri sömüren kapitalist<br />
sistemdir.<br />
Düşmanını tanımayan dostunu se-<br />
Denizde katliam!<br />
8<br />
A r a l ı k 2 0 0 7<br />
Cumartesi akşamı,<br />
İzmir’in Seferihisar<br />
ilçesinden yola çıkan ve<br />
yaklaşık 85 kişi oldukları<br />
tahmin edilen sığınmacı/göçmen<br />
grubunu,<br />
Yunanistan’ın Sisam adasına<br />
götüren tekne battı.<br />
Yüzme bilmeyen göçmenlerin<br />
çoğunluğu boğuldu.<br />
49 göçmenin cesedi bulundu.<br />
6 göçmen kendi<br />
çabaları ile boğulmaktan<br />
kurtuldu.<br />
Bu kaza –cinayet demek<br />
daha doğru olur- Ege<br />
Denizi’nde yaşanılan ne<br />
ilk kaza, ne de son kaza olacaktır.<br />
İzmir ve sahil şeridi, Yunanistan’ın<br />
Ege Denizi’nde bulunan adalarına sadece<br />
birkaç deniz mili uzaklıktadır.<br />
Özellikle kış aylarında Türkiye’den<br />
Yunanistan’a deniz yolu ile geçmeye<br />
çalışan mülteciler Kuşadası,<br />
Seferihisar, Çeşme ve Karaburun<br />
sahillerinden başlayan ve 1-2 saatlik<br />
mesafedeki Yunanistan adalarını<br />
hedef leyen rotaları kullanıyorlar.<br />
Facianın yaşandığı Seferihisar ilçesi<br />
de, sığınmacıların ulaşmaya çalıştıkları<br />
Yunanistan’ın Sisam (Samos)<br />
adasına yaklaşık 15 deniz mili<br />
uzaklıktadır.<br />
Tü rk iye Asya, (A fga nista n,<br />
Pakistan, Bangladeş vb.) Afrika,<br />
(Nijerya, Somali, Tanzanya vb.)<br />
Ortadoğu (Irak, Filistin vb.) ülkelerinden<br />
gelen göçmenlerin, Avrupa<br />
ülkelerine geçiş noktasını oluşturuyor.<br />
Kimisi ülkesindeki savaştan,<br />
kimisi ulusal baskıdan, kimisi cinsel<br />
baskıdan, kimisi yoksulluktan, kimisi<br />
sınıfsal nedenlerden dolayı her<br />
türlü tehlikeyi göze alarak, etrafı duvarlarla<br />
örülü Avrupa ülkelerine gitmeye<br />
çalışıyor.<br />
Göçmenleri, sığınmacıları para<br />
karşılığı Avrupa ülkelerine götüren<br />
insan tacirleri, şebekeler, çeteler var.<br />
Bunlar için göçmenler para kaynağı.<br />
Paraları alınan göçmenler bir dizi<br />
çemez. Düşmanı tanıyıp dosta inanmak<br />
gerekir. Örneğin son dönemde<br />
medyanın Malatya katliamına ve<br />
sonrasında çıkan iğrenç ilişki yumağına<br />
yoğunlaşmasıyla, İçişleri<br />
Bakanlığı da harekete geçmek zorunda<br />
kaldı. Bakanlık tarafından<br />
görevlendirilen ‘müfettişler’ Malatya<br />
soruşturmasında isimleri geçen emniyet<br />
personellerini ve ortada olan<br />
iddiaları soruşturacaklarmış!!! Fakat<br />
bizim bu polisçilik ‘oyun’una karnımız<br />
tok! Biz bu oyunları Susurluk’ta<br />
da, Şemdinli’de de, Hrant Dink davasında<br />
da… daha bir çok olayda da<br />
gördük. Halkın göz önünde olan iğrençlikleri<br />
gördüğü ve dahası iğrençliklerin<br />
üzerine yürüdüğü dönemlerde,<br />
böyle müfettişlikler v.s. çıkar.<br />
Buna benzer olaylarda devletin tepesindekiler:<br />
“Bu olayı çözmek benim<br />
namus borcumdur”, “Bu olayı çözene<br />
kadar üzerine gideceğiz.”, “Sonu nereye<br />
varırsa varsın, çözeceğiz” lafları<br />
bizlere yabancı değil. Biz tüm<br />
bu açıklamaların birer açıklamadan<br />
öteye gitmediğini çok iyi biliyoruz.<br />
Hakim sınıfların bu tür olayların<br />
ardından bizleri oyalamak için uydurdukları<br />
ahmaklıklarla geçirecek<br />
zamanımız kalmadı. Sömürüsüz<br />
dünyayı yaratma mücadelesinde yürüyen<br />
kervana katılmanın zamanı<br />
geldi!!!<br />
09.12.2007 ✓<br />
durumda ölüme terk edilmektedir.<br />
Örneğin parası alınan bir göçmen<br />
grubu, Yunanistan sahili diye Ege sahillerine<br />
bırakılmaktadır. Göçmenler<br />
eski teknelere, teknelerin kaldıramayacağı<br />
kadar insan b<strong>indir</strong>ilmekte,<br />
yükü kaldıramayan tekneler yolda<br />
batmaktadır. İnsan tacirlerini bunlar<br />
ilgilendirmemektedir. Ne de olsa<br />
onlar paralarını almış oluyorlar. Para<br />
uğruna insan yaşamı bunlar için bir<br />
hiçtir. Her şeyin paraya endekslendiği,<br />
her şeyin çıkara göre belirlendiği,<br />
ilişkilerin temelinde çıkarın<br />
yattığı kapitalizmde insana verilen<br />
değer de bu kadar olmaktadır.<br />
Günümüzde insan tacirliği, mülteci<br />
ticareti bir sektör haline gelmiştir. Bu<br />
alanda milyarlarca dolar para dönmektedir.<br />
İnsan tacirliğinin sadece<br />
şebekelerin işi olduğunu, devletlerden<br />
bağımsız olduğunu düşünmek<br />
saflık olur. İnsan tacirliği devletlerden<br />
özellikle de güvenlik kurumlarından<br />
bağımsız değildir. Bu alanda<br />
da temel ölçü para olmaktadır.<br />
Kimi durumlarda sağ salim<br />
Yunanistan kara sularına ulaşmayı<br />
başaran, ancak yakalanan göçmen<br />
grupları, Yunanistan güvenlik güçleri<br />
tarafından Türkiye kara sularına<br />
bırakılmaktadır. Aynı taktiğe Türk<br />
güvenlik kuvvetleri de başvurmakta,<br />
Türkiye kara sularında yakalan göçmenler<br />
Yunanistan kara sularına<br />
bırakılmaktadır.<br />
Ege Denizi’nde yaşanılan bazı facialar<br />
şöyle:<br />
1990 yazında Kuşadası açıklarında 20<br />
kişi. Eylül 1991’de aynı yerde 6 kişi.<br />
Eylül 1992’de Çeşme açıklarında<br />
29 kişi. Ekim 1992’de yine Çeşme<br />
açıklarında 14 kişi. Kasım 1994’te<br />
Bodrum açıklarında 27 kişi. Mayıs<br />
1996’da Gümüldür sahillerinde 24<br />
kişi. Temmuz 1997’de Çeşme açıklarında<br />
16 kişi. Ağustos 2003’te<br />
Altınoluk açıklarında 19 kişi. Kasım<br />
2004’te Seferihisar açıklarında 11 kişi.<br />
5 kişi kayboldu. Kasım 2005’te Çeşme<br />
açıklarında 10 kişi. Nisan 2007’de<br />
Kuşadası Güzelçamlı’da 6 kişi. Mayıs<br />
2007’de yine Güzelçamlı’da 17 kişi.<br />
Ağustos 2007’de Urla Zeytineli açıklarında<br />
6 kişi. 5 kişi kayboldu. Kasım<br />
2007’de Çanakkale’nin Ezine ilçesi<br />
açıklarında 3 kişi. 15 kişi kayboldu.<br />
(11 Aralık 2007, Milliyet)<br />
Bu tablo durumun vahametini gösteriyor.<br />
İyi bir yaşam uğruna bin bir<br />
güçlükle yola çıkan, umut yolcularını<br />
Ege Denizi’nde ölüm bekliyor!<br />
Türkiye’ye ulaşmayı başaran mülteciler,<br />
çok kötü koşullarda yaşam<br />
savaşı veriyorlar. Çeşitli baskılara<br />
maruz kalıp, hor görülüyorlar.<br />
Türkiye’ye gelmeyi başaran mültecilere<br />
insanca yaşanacak şartlar yaratılmalıdır.<br />
Sığınmak hakkı anayasal<br />
hak <strong>olarak</strong> tanınmalıdır. Temiz ve<br />
sağlıklı barınma koşulları yaratılmalıdır.<br />
İnsanca yaşanılacak ücret karşılığı<br />
iş verilmelidir. Sosyal güvenlik<br />
kurumlarından yararlanmaları<br />
sağlanmalıdır.<br />
Mültecileri daha iyi bir yaşam uğruna<br />
yola düşüren nedenleri yaratan<br />
emperyalist dünya sistemidir. Gerici<br />
savaşların, ulusal baskının, emperyalist<br />
işgalin, cinsiyetçi baskıların,<br />
yoksulluğun, faşizmin, sömürünün,<br />
çevre katliamının vb. nedeni<br />
emperyalizmdir.<br />
İnsanların daha iyi bir yaşam uğruna<br />
yollara çıkmadığı, kendi ülkesinde<br />
göçmen olmadığı, yeni bir<br />
dünya emperyalist dünya sisteminin<br />
tarihin çöplüğüne atılması ile<br />
yaratılacaktır.<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />
7
yeni kadın dünyası<br />
Novamed grevi sona erdi...<br />
“Kadınların grevi”<br />
kazandı<br />
grevi deneyimi, şimdiye kadar kadın<br />
işçilerin işçi <strong>olarak</strong> sorunlarının genellikle<br />
uzağında duran kadın hareketi<br />
açısından önemli bir yere sahip.<br />
Önümüzdeki dönemde de kadın<br />
platformlarını daha fazla kadın işçilerinin<br />
sorunlarını ele alan, onların<br />
taleplerini destekleyen çalışmalar örgütlemeye<br />
çekmemiz gerekiyor.<br />
Uluslararası Sendikaların desteği<br />
ve baskısı, kadın platformlarının çalışmaları<br />
sonucu medyada önemli bir<br />
yer bulması ve tabii ki öncelikle kadın<br />
işçilerin 448 gündür yürüttükleri<br />
kararlı mücadele grevin kazanılması<br />
ile sonuçlandı. İşçi kadınların esas<br />
talepleri içerisinde yer alan sendikalı<br />
<strong>olarak</strong> çalışma hakkı kazanılmış<br />
oldu.<br />
Bu başarı tüm çevreleri olduğu gibi<br />
dayanışma platformlarında yer alan<br />
bizleri de çok sev<strong>indir</strong>di.<br />
Çünkü bu başarı aynı zamanda erkek<br />
egemen kapitalist sömürüye karşı<br />
yürütülen mücadeledenin de bir parçasıdır.<br />
Kendi en basit hakları için<br />
mücadele etmek gerektiği bilincine<br />
varmamış, bunun için sendikal örgütlülüğün<br />
önemini kavramamış bir<br />
işçi sınıfı daha büyük hedefler için<br />
mücadeleyi başaramaz. Görevimiz<br />
kadın-erkek tüm işçi ve emekçilerin<br />
sendikal hak ve daha iyi koşullarda<br />
çalışmak için yürüttükleri mücadelede<br />
yer alarak bunu aynı zamanda<br />
kapitalist sömürü sistemine karşı<br />
mücadeleyle birleştirmek olmalıdır.<br />
Kahrolsun erkek egemen kapitalist<br />
sistem!<br />
Yaşasın Novamed grevci kadınların<br />
zaferi!<br />
Aralık 2007 ✓<br />
Mustafa Öztaşkın’dan teşekkür ziyareti<br />
8<br />
Antalya Serbest Bölgede bulunan<br />
Novamed ilaç fabrikasının<br />
kadın işçileri 26 Eylül<br />
2006 tarihinde başlattıkları grevlerini<br />
anlaşma sonucu 448 günün ardından<br />
sona erdirdiler.<br />
18 Aralık’ta Petrol İş Sendikası ile<br />
Novamed patronlarının imzaladığı<br />
3 yıllık Toplu İş Sözleşmesi şunları<br />
kapsıyor:<br />
Toplu iş sözleşmesiyle grevden önce<br />
aylık ortalama 350 Avro olan ücretler<br />
yüzde 9.20 oranında artırılarak ortalama<br />
383 Avro’ya çıkarıldı.<br />
1 Ocak 2008 tarihinden itibaren<br />
ücretler yıllık <strong>olarak</strong> Avro üzerinden<br />
yüzde 5 oranında artırılacak. Artış<br />
oranları 2009 yılında yüzde 4, 2010<br />
yılında da yüzde 4 oranında olacak,<br />
yıllık 300 Avro da sosyal paket ödemesi<br />
yapılacak. Grevde olan işçilerin<br />
hepsi 2 Ocak’ta işbaşı yapacaklar.<br />
Alman kökenli Fresenius Medical<br />
Care’e (FMC) bağ l ı, A nta lya<br />
Serbest Bölgesi’nde faaliyet gösteren<br />
Novamed işyerinde toplam 316<br />
işçi çalışmasına karşın, 81’i kadın<br />
toplam 83 sendika üyesi greve çıktı.<br />
Novamed grevi Serbest Bölgelerde<br />
uygulanan ilk grev olmasının yanı<br />
sıra Türkiye’de, bir grevde azınlık<br />
sayıda olunmasına karşın başarıya<br />
ulaşılan ve TİS imzalanan ilk grev<br />
olma özelliğini de taşıyor.<br />
Novamed’de işçi kadınlar greve<br />
çıktıkları andan itibaren bir sürü<br />
zorlukla karşılaştılar. Greve çıkabilmek<br />
için öncelikle babalarını, kardeşlerini,<br />
kocalarını ikna etmeleri<br />
gerekiyordu. Bunun için yürüttükleri<br />
çalışmada başarılı oldular ve 81 kadın,<br />
2 erkek işçiyle greve çıktılar. Bu<br />
uzun soluklu grev, kadın işçilerin ilk<br />
deneyimi olmasına ve bütün zorluklarına<br />
rağmen başarıyla sonuçlandı.<br />
Çünkü kadın işçiler; hakların kimseye<br />
durup dururken bağışlanmayacağının<br />
bunun için çetin bir mücadele<br />
yürütmek gerektiğinin bilincine<br />
vardılar. Sömürü serbestliğinin sonsuz<br />
olduğu, kadın emeğinin dizginsiz<br />
bir şekilde sömürüldüğü Serbest<br />
Bölgelerde grevin başarıya ulaşmasının<br />
orada çalışan diğer işçiler açısından<br />
da çok önemli bir kazanım olacağını<br />
kavradılar. Bu mücadelede erkek<br />
egemen anlayışlara karşı da durmak<br />
gerektiğinin farkına vardılar.<br />
Grevi kazanarak ve sendikalı <strong>olarak</strong><br />
işyerine girecek olan kadın işçiler<br />
artık hiç bir şeyin eskisi gibi<br />
olmayacağını biliyorlar. Artık kadın<br />
onurunu zedeleyen insanlık dışı<br />
uygulamaların, ustabaşlarının her<br />
fırsatta kendilerini azarlamasının o<br />
kadar kolay olmayacağını biliyorlar.<br />
Haklı <strong>olarak</strong> bunun mutluluğunu ve<br />
gururunu yaşıyorlar…<br />
Novamed kadın işçilerinin bu başarısında<br />
kuşkusuz kadın hareketinin<br />
dayanışması önemli bir yer tutuyor.<br />
İlk <strong>olarak</strong> İstanbul’da, Novamed<br />
ile dayanışma kadın platformu ile<br />
başlatılan çalışmalar kısa sürede<br />
Türkiye’nin değişik illerinde yaygınlaştırılarak<br />
maddi ve manevi <strong>olarak</strong><br />
güçlü bir desteğe dönüştü. Kadın hareketinin<br />
ilgisinin esas sebebi uzun<br />
süreden bu yana ilk defa kadın işçilerin,<br />
ağır sömürü koşullarına karşı<br />
çıkarken aynı zamanda işyerindeki<br />
cinsiyetçi kapitalist sömürüye karşı<br />
da başkaldırmış olmalarıydı. Bu çalışma<br />
genel kadın hareketi açısından<br />
da ilk defa kadın işçilerin taleplerinin<br />
sahiplenildiği bunun için yoğun bir<br />
destek kampanyasının yürütüldüğü<br />
bir çalışma oldu. Bu açıdan Novamed<br />
Kadın hareketinin desteğinin<br />
de önemli bir yer tuttuğu<br />
Novamed grevinin başarısının<br />
ardından Petrol-İş Genel Başkanı<br />
Mustafa Öztaşkın Novamed Greviyle<br />
Dayanışma Kadın Platformu üyelerini<br />
teşekkür etmek amacıyla ziyaret<br />
etti.<br />
İstanbul ’da 28 Ara lık günü<br />
Novamed grevinin sergi salonunda<br />
kadın temsilcilerle biraraya gelen<br />
Mustafa Öztaşkın basın aracılığıyla<br />
bir kez daha kadın aktivistlere teşekkür<br />
etti. Öztaşkın yaptığı kısa<br />
konuşmasında grevin başarısında<br />
kadın hareketinin önemli bir payı<br />
olduğunu, bu dayanışma örneğinin<br />
işçi sınıfının tarihine altın harflerle<br />
yazılacağını belirtti.<br />
Kadın hareketi ile işçi sınıfı hareketinin<br />
bir buluşması <strong>olarak</strong> değerlendirdiği<br />
çalışmayı aynı zamanda<br />
sendika ile kadın hareketinin de bir<br />
yakınlaşması olduğunu vurguladı.<br />
Serbest Bölgelerde, fabrika içerisinde<br />
işçilerin çalışmaya devam etmesi<br />
koşullarına rağmen 83 işçinin grevi<br />
kazanmış olmasının bir ilk olduğunu<br />
söyleyen Öztaşkın bu grevin daha<br />
çok konuşulacağını söyledi.<br />
Kadın Platformunun gece gündüz<br />
demeden örgütlü bir mücadele disiplini<br />
içerisinde büyük bir çalışma yürüttüğünü,<br />
sokakları aşındırdığını,<br />
grevin kamuoyuna mal olmasında<br />
önemli çalışmalar gerçekleştiriğini<br />
belirterek medya ayağının oluşturulmasında<br />
da yürütülen çalışmaların<br />
başarısına dikkat çekerek emeği geçen<br />
herkese teşekkür etti. Son <strong>olarak</strong><br />
ise bundan sonra da sendika <strong>olarak</strong><br />
kadın hareketi ile bu tür çalışmaları<br />
yapmaya devam edeceklerini dile getirdi.<br />
Yanında getirdiği teşekkür çiçeğini<br />
Platform adına Hava İş İkinci<br />
Başkanı Eylem Ateş’e verdi. Eylem<br />
Ateş ise yaptığı kısa konuşmasında<br />
Öztaşkın’ın her zaman kadınların<br />
yanında olduğunu, bunun için teşekkür<br />
ettiğini, ilk defa kadınların, sınıfın<br />
ve sendikanın birlikte mücadele<br />
yürüttüğünü ve sonucunda başarılı<br />
olduklarını vurguladı. Novamed<br />
grevinin erkek egemenliğine ve kapitalizme<br />
bir başkaldırı olduğunu bu<br />
nedenle kadınlar <strong>olarak</strong> bu grevde<br />
dayanışmak amacıyla yer almış olmanın<br />
büyük bir onur olduğunu dile<br />
getirdi. Platformdan iki kadın arkadaşın<br />
da kısaca yaptıkları konuşmalarda<br />
erkek egemenliğine ve kapitalizme<br />
karşı mücadelenin devam<br />
edeceği belirtildi.<br />
Son <strong>olarak</strong> Bursa’da 29 Aralık 2005<br />
yılında yanarak ölen kadın işçiler<br />
birkez daha anılarak ziyaret alkışlarla<br />
sona erdirildi.<br />
Aralık 2007 ✓
yeni kadın dünyası<br />
Serbest Bölgelerde Modern Köleler :<br />
Kadın İşçiler...<br />
Adına Serbest Bölge denilen bu kuralsız sömürü bölgelerinin olmadığı, kadınların erkek<br />
egemenliği tarafından aşağılanmadığı, kadın-erkek toplumun tüm bireylerinin emeğinin<br />
karşılığını aldığı sosyalizm mücadelesine biz kadınlar da daha şimdiden katılmalıyız.<br />
Unutmayalım ki “gökyüzünün yarısı biziz!”<br />
Serbest Bölge nedir?<br />
Serbest Bölgeler bulundukları<br />
ülkelerin sınırları içerisinde yer<br />
alan fakat o ülkenin vergi ve<br />
gümrük yükümlülükleri dışında sayılan,<br />
herhangi bir malın ihracatında<br />
veya ithalatında her türlü kolaylığın<br />
sağlandığı dev sanayi ve ticaret<br />
bölgeleridir.<br />
2. Dünya Savaşı öncesinde Singapur<br />
ve Hong Kong Serbest Limanları ve<br />
1960’lı yıllarda kurulan Panama,<br />
İrlanda, Tayvan ve Güney Kore<br />
Serbest Bölgelerinin uluslararası kapitalist<br />
sermaye açısından elde ettiği<br />
büyük “başarılar” ve ardından 1967<br />
yılında Birleşmiş Milletler Ekonomik<br />
ve Sosyal İlişkiler Komisyonu tarafından<br />
Serbest Bölgelerin kabul<br />
edilmesiyle, pek çok ülkede Serbest<br />
Bölgeler yaygınlaştırılmış ve sayıları<br />
hızla artmıştır.<br />
Serbest Bölge uygulaması dünya<br />
çapında ilk <strong>olarak</strong> Doğu Asya ve<br />
Latin Amerika ülkelerinde yoğunlaşmıştır.<br />
Fakat 1990 yılından itibaren<br />
“reel sosyalizm” (siz bürokratik<br />
kapitalizm diye okuyun) ülkelerinin<br />
de dağılmasıyla birlikte dünya çapında<br />
yaygınlaşan bir sistem haline<br />
gelmiştir.<br />
Bugünkü verilere göre özellikle<br />
Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın<br />
emperyalizme bağımlı ülkeleri başta<br />
olmak üzere 80 ülkede toplam 27<br />
milyon insanın çalıştığı 450’nin üzerinde<br />
Serbest Bölge bulunuyor.<br />
Serbest Bölge çalışmalarının<br />
Türkiye’de, Osmanlı dönemini de<br />
kapsayan fakat her seferinde başarısızlıkla<br />
sonuçlanan uzun bir geçmişi<br />
var.<br />
Türkiye’de Serbest Bölgeler esas<br />
<strong>olarak</strong> 1980’li yıllardan itibaren<br />
yaygınlık kazanmaya başlar. 1985<br />
yılında 3218 sayılı Serbest Bölgeler<br />
Kanunu’nun çıkarılmasıyla birlikte<br />
şu anda Türkiye’de yaklaşık 45 bin<br />
işçinin çalıştırıldığı 20 tane Serbest<br />
Bölge bulunuyor.<br />
Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine<br />
göre, Türkiye’de 2006 yılında<br />
Serbest Bölgelerin toplam ticaret<br />
hacmi 23.8 milyar dolara ulaştı.<br />
İstanbul Deri ve Endüstri (Tuzla),<br />
EGE (Gaziemir, İzmir) ve İstanbul<br />
Atatürk Havalimanı 18 milyar dolarlık<br />
ticaret hacmi büyüklüğü ile 20<br />
Serbest Bölge arasında ilk sıralarda<br />
yer aldı.<br />
Emperyalizmin kendisine bağımlı<br />
hale getirdiği ve iliğine kadar sömürdüğü<br />
ülkelerde yaşanan ekonomik<br />
çöküntüleri yine emperyalistler yeni<br />
“kalkınma” modelleriyle aşmaya çalışıyorlar.<br />
Bağımlı ülke ekonomisini<br />
iyileştireceği, kalkınmayı hızlandıracağı,<br />
işsizliği azaltacağı vs. yalanlarıyla<br />
oluşturulan Serbest Bölgeler,<br />
aslında emperyalistler için dünya çapında<br />
sermaye dolaşımının önündeki<br />
her türlü engelin kaldırılmasından,<br />
sermayenin serbest dolaşımından<br />
başka birşey değildir. Emperyalist<br />
sistem sermaye ihracının, kar transferlerinin,<br />
dünya ticaretinin önündeki<br />
engelleri mümkün olan en alt<br />
sınıra <strong>indir</strong>erek maksimum kar elde<br />
etmek istiyor. Sadece uluslararası<br />
tekeller değil, rekabet gücüne sahip<br />
yerli sermaye tekelleri açısından da<br />
Serbest Bölgeler azami kar elde etmek<br />
açısından bulunmaz nimetler<br />
taşıyor.<br />
Neden mi? Birincisi; Serbest bölgelerdeki<br />
işletmelerde üretilen mallar<br />
ihracatta gümrük vergisinden, gelirler<br />
ve kurumlar vergisinden muaf<br />
tutuluyorlar, kısa, orta ve uzun vaadeli<br />
ucuz krediler kullanabiliyorlar,<br />
Serbest Bölgeler ile deniz veya hava<br />
limanları arasındaki ulaşım hizmetleri<br />
için özel, ucuz tarifelerden yararlanıyorlar,<br />
arsa, bina ve diğer gerekli<br />
tesisleri (haberleşme, ulaşım, bankacılık,<br />
enerji vb.) devlet inşa ediyor vs.<br />
İkincisi ise; bol ve ucuz iş gücü...<br />
Serbest Bölgelerin özellikle işsizlerin<br />
bol olduğu ve işgücünün alabildiğine<br />
ucuz olduğu emperyalizme<br />
bağımlı ülkelerde yoğunlaşması tesadüf<br />
değildir. Gelişmiş kapitalistemperyalist<br />
ülkelerde işgücü “pahalıdır.”<br />
Sermaye sürekli <strong>olarak</strong> bol<br />
ve ucuz işgücü peşinde koştuğundan,<br />
emperyalizme bağımlı ülkeler<br />
tam da bu alanda sayısız olanaklara<br />
sahiptir.<br />
Bağımlı ülkelerde ekonomide yaygınlaşan<br />
kapitalist ilişkiler ve kırda<br />
artan yoksullaşmanın etkisiyle kırdan<br />
şehre büyük bir göç hareketi<br />
yaşanıyor. Bu nedenle emperyalizme<br />
bağımlı ülkelerin bir iki kentinin toplam<br />
nüfusu neredeyse ülkenin toplam<br />
nüfusunun yarısını oluşturarak,<br />
nüfusu 10 milyonu aşan mega kentler<br />
haline gelirler. Örnek mi? Fazla uzağa<br />
gitmeye gerek yok. İstanbul buna çok<br />
iyi bir örnek oluşturuyor.<br />
Böyle olunca da sonuç <strong>olarak</strong> nüfus<br />
artışı, andaki sanayinin istihdam ihtiyacının<br />
üzerinde olduğundan “fazla<br />
nüfus” oranı yükseliyor. Bu “fazla<br />
nüfus” uluslararası sermayenin iştahını<br />
kabartıyor. Emperyalistlerin<br />
iştahını kabartan bir diğer nokta ise<br />
sadece niteliksiz işgücünün değil nitelikli<br />
(vasıflı) işgücünün de emperyalist<br />
ülkelerle karşılaştırılamayacak<br />
kadar ucuz olmasıdır.<br />
Kapitalist-emperyalist ülkelerde<br />
ortalama aylık ücretler 1500 dolar<br />
civarında iken zaten çok düşük ortalama<br />
ücretlerin bulunduğu bağımlı<br />
ülkelerdeki serbest bölgelerde, ortalama<br />
ücretler çoğunlukla aylık 50-60<br />
doları geçmemektedir. Yani kapitalist,<br />
emperyalist ülkelerden 30 kat<br />
daha ucuzdur iş gücü! <br />
İşgücünün ucuzluğu, sosyal güvenceden<br />
yoksunluk, çoğu kez emeklilik<br />
hakkından yararlanamama, çalışma<br />
koşullarının ağırlığı, günlük çalışma<br />
saatlerinin 12-14 saati bulması, haftalık<br />
çalışma saatlerinin 48-60 saate<br />
kadar çıkarılması, haftada en fazla<br />
bir gün, yılda en fazla iki hafta izin<br />
kullandırılması … vb. uygulamaları<br />
Serbest Bölgelerde çalışan işçilerin<br />
modern köleler <strong>olarak</strong> sömürülmelerinin<br />
hangi boyutlarda olduğunu<br />
gözler önüne seriyor.<br />
Serbest Bölgeler ülkenin diğer bölgelerinden<br />
objektif <strong>olarak</strong> ayrılmış,<br />
özel statüye sahip, özel bölge polisi tarafından<br />
korunan, kendi yönetimine<br />
ve otoritesine sahip ülke içinde ülke<br />
olan, adeta kışlalar haline getirilmiş<br />
bölgelerdir. Serbest Bölgelerde kural<br />
<strong>olarak</strong> sendikal örgütlenme, grevler<br />
ve her türden işçi direnişleri yasaklanmıştır.<br />
Sendikal örgütlenmenin<br />
yasaklanmadığı bir kaç ülkede ise<br />
grev yasağı vardır. Örgütlenmek ve<br />
hakkını aramak isteyen işçilerin karşısına<br />
bin bir zorluk çıkarılarak direnişler<br />
baskıyla ezilmektedir.<br />
9
yeni kadın dünyası<br />
Bir eleştiri...<br />
10<br />
Serbest Bölgelerde kadın<br />
emeğinin sömürüsü<br />
Serbest Bölgelerde ucuz işgücünün<br />
ayrılmaz bir parçası yaygın kadın<br />
işgücünün kullanımıdır. Serbest<br />
Bölgelerin bulunduğu ülkelerde kadın<br />
işgücü kullanımının %80’lerde<br />
olduğu tahmin ediliyor. Bu oran,<br />
Tayvan’da %79, Meksika’da %80 iken<br />
Malezya’da %83’lere kadar çıkıyor.<br />
(Türk İş Yayınları No 22, s. 28) Kadın<br />
emeğinin ucuz sömürüsü Serbest<br />
Bölgelerin temel felsefesi niteliğinde.<br />
Türkiye’de Serbest Bölgelerde çalışan<br />
kadınların hangi koşullarda çalıştıklarına,<br />
nasıl bir sömürü ile karşı<br />
karşıya olduklarına Novamed’de çalışan<br />
kadın işçilerin greviyle tanık<br />
olduk. Kadınların işçi <strong>olarak</strong> sömürülmelerinin<br />
yanısıra sırayla doğum<br />
izni, erkek şeflerin cinsiyetçi aşağılamaları<br />
vb. uygulamalarıyla kadın<br />
<strong>olarak</strong> erkek egemen anlayışların<br />
baskısı altında iki kat daha fazla ezildiklerini<br />
gördük.<br />
Dünyada Serbest Bölgelerde üretim<br />
yapan kadınların çalışma koşullarına<br />
baktığımızda üç aşağı beş yukarı<br />
aynı manzarayla karşılaşıyoruz.<br />
Kadın emeğinin yoğun <strong>olarak</strong> sömürüldüğü<br />
Latin Amerika ülkelerinden<br />
biri olan Meksika’da “Maria<br />
Elena Cuadra (MEC) isimli kadın<br />
örgütünün Serbest Bölgelerde çalışan<br />
kadınlara ilişkin gözlemleri şöyle:<br />
“Kadınlar dikiş makinelerinde<br />
günde 8-12 saat, taburelerde oturarak<br />
çalışıyorlar. Şeflerin sistemli kontrolü<br />
ve aşağılamalarına maruz kalarak<br />
akort üretimi yapıyorlar. Günde iki<br />
kez tuvalete gidiyorlar. Dikiş tozları<br />
nedeniyle kadınların çoğunda nefes<br />
alma güçlüğü var. Düşük sayısı<br />
fazla ve sistemli cinsel tacize maruz<br />
kalıyorlar. Hamile kalınca işten<br />
çıkarılıyorlar.”<br />
Bu bölgelerde yaygın olan çalışma<br />
biçimleri genellikle kadınların el becerilerine<br />
dayanıyor. Fakat bu el becerileri<br />
kapitalistler tarafından bir<br />
kalifikasyon <strong>olarak</strong> değil son derece<br />
erkek egemen bir anlayışla “kadın<br />
hüneri” <strong>olarak</strong> değerlendiriliyor.<br />
Malezya’da Serbest Bölgelere yabancı<br />
sermaye yatırımlarını özendirmek<br />
amacıyla hazırlanan bir broşürde yazılanlar<br />
ne demek istediğimizi daha<br />
iyi anlatıyor:<br />
“Oryantal kadınların el hünerleri<br />
dünya çapında meşhurdur. Onların<br />
elleri küçüktür, olağanüstü bir hız<br />
ve dikkatle çalışırlar. Doğalarından<br />
kaynaklanan bu meziyetlerle üretim<br />
hattınızın etkinliğine daha fazla<br />
katkı sunabilirler.”<br />
Serbest Bölgelerde kadın işgücünün<br />
kullanılmasının başta gelen nedeni<br />
erkeklere oranla daha düşük ücrete<br />
çalıştırılabilir olmalarının yanı<br />
sıra kadınların ataerkil baskıyla daha<br />
edilgenleştirilmiş, s<strong>indir</strong>ilmiş olmalarıdır.<br />
Buralarda çalışan kadınların<br />
çoğunun geliri bir yan gelir <strong>olarak</strong><br />
görülüyor. Çalışma izinlerini çoğu<br />
zaman birlikte yaşadıkları erkeklerden<br />
alıyorlar. Sendikal örgütlülük<br />
için sadece kadınların değil babaların,<br />
eşlerin, sevgililerin vs. de ikna<br />
edilmesi gerekiyor. Sendikal örgütlülüğün<br />
zaten çok zor olduğu Serbest<br />
Bölgelerde bir de bu eklenince, örgütlülükte<br />
oldukça zorlu bir süreç<br />
yaşanıyor. Novamed’de greve çıkan<br />
kadınların sendikal örgütlenme ve<br />
grev süresince yaşadıkları bunu pratikte<br />
bir kez daha ortaya koydu.<br />
Kadın emeği sömürüsünün bu boyutlarda<br />
olmasına karşılık işçi kadınların<br />
örgütlülük ve sendikalaşma<br />
oranı da o denli düşük ne yazık ki.<br />
Bunda kuşkusuz sendikaların erkek<br />
egemen anlayışlarının da önemli bir<br />
payı var. Sendikaların kadın işçilerin<br />
örgütlenmesine yeteri kadar önem<br />
vermediğini sendika merkezlerindeki<br />
kadın sendikacı sayılarına bakarak<br />
ta rahatlıkla söyleyebiliriz. Sınıftan<br />
yana sendikaların bir bütün <strong>olarak</strong><br />
kadın işçilerin örgütlenmesine dönük<br />
bir çalışma perspektifi geliştirirken<br />
Serbest Bölgelerde çalışan kadınların<br />
örgütlenmesine de özel bir önem vermeleri<br />
gerekiyor. Kuşkusuz sendikal<br />
örgütlülük tek başına yeterli değildir.<br />
İşçi kadınları sendikal örgütlülüğün<br />
önemi üzerine bilinçlendirirken aynı<br />
zamanda bir bütün <strong>olarak</strong> kapitalist<br />
sömürü sistemine karşı mücadele<br />
için de bilinçlendirmeliyiz.<br />
Adına Serbest Bölge denilen bu kuralsız<br />
sömürü bölgelerinin olmadığı,<br />
kadınların erkek egemenliği tarafından<br />
aşağılanmadığı, kadın-erkek<br />
toplumun tüm bireylerinin emeğinin<br />
karşılığını aldığı sosyalizm mücadelesine<br />
biz kadınlar da daha şimdiden<br />
katılmalıyız. Unutmayalım ki “gökyüzünün<br />
yarısı biziz!”<br />
Ocak 2008 ✓<br />
Yazı Kurulunun notu:<br />
Sayı 115’te yayınladığımız “Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem” yazımıza<br />
bir okurumuzdan eleştiri yazısı aldık. Biz öncelikle yazdıklarımızı<br />
dikkatle okuyan ve hatalarımızı bize göstererek bizi ilerleten bu yazı için<br />
okurumuza teşekkür ediyoruz, diğer okurlarımızın bu tavrı örnek almalarını<br />
istiyoruz.<br />
Okurumuzun yazıda getirdiği eleştiriye katıldığımızı belirtelim.<br />
Gerçekten de cinsel taciz yaptığı söylenen kişilere karşı alınacak ilk önlemler<br />
konusunda abartılı değerlendirme yaptık. Ve bu değerlendirmemiz<br />
“somut bakılmalıdır” tespitimiz ile de çelişiyordu.<br />
“Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem” yazımızda yer alan bir diğer<br />
yanlış ise, konuyu ilk öğrendiğimizde hiç üzerine gitmediğimiz tespitidir.<br />
Bu tespit olgularla çelişmektedir. Gerçekte ise durum şöyle: konuyu ilk öğrendiğimizde<br />
üzerine gittik. Bu konudaki özeleştirimiz bunun çok yetersiz<br />
kaldığı noktasında olmalıydı.<br />
Yeni Dünya İçin Çağrı Yazı Kurulu ✓<br />
Sevgili arkadaşlar,<br />
S a y ı 11 5 ’ t e y a y ı n l a n a n<br />
Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem<br />
tavrınızı olumlu ve doyurucu<br />
bir açıklama <strong>olarak</strong> değerlendiriyorum.<br />
Bu yazıda gayet anlaşılır ve<br />
sade bir biçimde cinsel taciz suçlamalarında<br />
kadınların açıklamasının<br />
neden esas alınması gerektiğini<br />
ortaya koymuşsunuz. Buna ekleyecek<br />
birşeyim yok ve yazının esasıyla<br />
hemfikirim.<br />
Fakat bir noktada yazının belirli<br />
bir aşırılığa kaçtığını düşünüyorum.<br />
Bu belki de ifadelendirmeden<br />
kaynaklanan bir şeydir. Şu sorunda<br />
bir açıklama yapmanız iyi olur.<br />
Yazınızda şöyle diyorsunuz:<br />
Bu durumda bizim temel almamız<br />
gereken mağdur durumdaki<br />
kadının suçlamaları olmak zorundadır.<br />
Suçlanan erkeğe karşı nasıl<br />
bir tavır alınacağı konusunda ise,<br />
somut duruma bağlı olmakla beraber,<br />
onunla her türlü ilişkinin askıya<br />
alınması ve sol çevreden tecrit<br />
edilmesi asgari önlem olmalıdır.<br />
Temel alınması gerekenin mağdur<br />
durumdaki kadının suçlamaları olmalıdır<br />
görüşünüze katılıyorum.<br />
Devamında suçlanan erkeğe karşı<br />
nasıl bir tavır alınacağı konusunda<br />
da doğru bir biçimde somut duruma<br />
bağlı tavrını takınıyorsunuz. Evet,<br />
böyle olmalıdır, diyerek bunun altını<br />
çiziyorum. Ancak, cümlenin<br />
ikinci bölümünde onunla her türlü<br />
İşçi kadınların<br />
uluslararası<br />
deneyimlerini<br />
anlatan, Türkiye<br />
için sonuçlar<br />
çıkaran önemli bir<br />
başucu belgesi!<br />
ilişkinin askıya alınması ve sol çevreden<br />
tecrit edilmesi asgari önlem<br />
olmalıdır tavrını takınıyorsunuz ki,<br />
eğer bu ifadelendirmeden kaynaklanan<br />
bir sorun değilse ve gerçekten<br />
de böyle düşünüyorsanız, aşırılığa<br />
kaçtığınızı düşünüyorum. Her cinsel<br />
taciz suçlaması ciddiye alınmak<br />
ve kadının açıklaması esastır temelinde<br />
hareket edilmek zorundadır.<br />
Bunda anlaşıyoruz. Fakat, her olay<br />
kendi içinde değerlendirilmek zorundadır.<br />
Suçlanan erkeğe karşı nasıl<br />
tavır takınılacağı, hangi boyutlarda<br />
taciz suçlamasının sözkonusu<br />
olduğu kadar, olayın tartışma gündemine<br />
geldiği yerde erkeğin tavrının<br />
ne olduğuna, özeleştirici bir<br />
yaklaşımının olup olmadığına ve<br />
özeleştirisinin taciz suçlamasını getiren<br />
kadın/lar tarafından kabul görüp<br />
görmediğine, suçlanan erkeğin<br />
konumuna vb. vb. bir dizi faktöre<br />
bağlıdır. Sol çevreden tecrit başvurulması<br />
gereken ve başvurmaktan<br />
çekinmeyeceğimiz önlemlerdendir.<br />
Ancak bunun her durumda asgari<br />
önlem <strong>olarak</strong> önerilmesi doğru değildir.<br />
Bu bağlamda her türlü ilişkinin<br />
askıya alınması ve sol çevreden<br />
tecrit edilmesi gibi önlemler gündeme<br />
gelir. deyip bırakmak ve her<br />
olayın kendi somutunda değerlendirileceğini<br />
açıklamak yeterlidir.<br />
Devrimci selamlarımla<br />
Gül ✓
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
‘Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası kanun<br />
Bilindiği gibi, 5510 Sayılı Sosyal<br />
Sigortalar ve Genel Sağlık<br />
Sigor tası Yasasının bazı<br />
maddeleri Anayasa Mahkemesinin<br />
15.12.2006 tarihli kararı ile iptal<br />
edilmiş ve yürürlüğü durdurulmuştur.<br />
Anayasa Mahkemesi’nin<br />
31.12.2006 tarihli gerekçeli kararının<br />
ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik<br />
Bakanlığı tarafından hazırlanan<br />
5510 Sayılı Kanunda yapılması düşünülen<br />
değişikliklere ilişkin taslak<br />
metin 25.10.2007 tarihinde Çalışma<br />
ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk<br />
Çelik tarafından basına ve kamuoyuna<br />
açıklanmış ve sosyal taraflara<br />
iletilmiştir.<br />
5510 Sayılı Yasanın kimi maddelerinde<br />
Anayasa Mahkemesi’nin<br />
kararına istinaden değişiklik yapan<br />
mevcut taslak incelendiğinde görülmektedir<br />
ki, yapılan değişiklikler<br />
çalışanlar arasında eşitsizliği daha<br />
daderinleştirmekte.<br />
Hükümet aynı yasayı iyileştirmeler<br />
yapacağı kandırmacasıyla, -şartları<br />
daha da zorlaştırarak- bu ayın başlarında<br />
büyük bir hızla Meclis’e tekrar<br />
getirdi. Ne de olsa IMF böyle istemişti.<br />
Bekletmek olmazdı.<br />
Hükümet bütün bütçe işlerinde olduğu<br />
gibi, sosyal güvenlik konusunda<br />
da, IMF ile tam bir uyum içinde çalışıyor.<br />
Bu uyumlarını, yıpranmış<br />
ve borçlu ekonomiyi düze çıkarmak<br />
için kendilerinin inisiyatiflerinde bir<br />
uyum <strong>olarak</strong> göstermeye çalışıyorlar.<br />
Gerçekte ise, ülkenin emperyalistlere<br />
açık bağımlılığını kör gözlerden dahi<br />
saklayamamaktadırlar.<br />
Hükümet elinden gelse yapmış<br />
olduğu tasarıyı hiç tartıştırmadan<br />
Meclis’ten geçirecek. Hem de yasayı<br />
tüm taraflarla görüştüğü ve hatta,<br />
daha da görüşebileceği yalanları arasında.<br />
Fakat çeşitli oda ve sendikalar<br />
yaptıkları eylemlerde başlıca şu<br />
görüşleri öne sürerek tasarıya karşı<br />
çıktılar:<br />
*Zaten kadınlar için 58, erkekler<br />
için 60 olan emeklilik yaşı hem<br />
kadınlar hem de erkekler için 65’e<br />
çıkarılacak.<br />
*Bütün sağlık hizmetleri paralı<br />
olacak.<br />
*Hastalanan sigortalılara verilen iş<br />
göremezlik ödeneği % 16 azalacak.<br />
*Aylık geliri 140 YTL’den fazla olan<br />
bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475<br />
YTL arasında Genel Sağlık Sigortası<br />
primi ödeyecek.<br />
* Emekli Bağ-Kur’luların maaşından<br />
10 yıl süreyle %10 oranında Genel<br />
tasarısı’ bilmecesi<br />
Sağlık Sigortası primi kesilecek.<br />
*Primini ödeyemeyenler sağlık<br />
hizmeti alamayacak, hastane kapılarından<br />
geri dönecek.<br />
*Primini ödeyemeyen çiftçilerin<br />
mahsulüne el konulacak.<br />
Bugünlerde hükümet işitme özürlü<br />
olanların ille de işitmelerine gerek<br />
olmadığı kararına varmış olmalı ki,<br />
işitme cihazları tasarrufu gerekçesiyle<br />
duyamayanlara sigorta kapsamında<br />
cihaz verilmemeye başlanmış<br />
durumda.<br />
Bu yasa çıktığında, paran kadar<br />
sağlık hizmeti alacaksın, emeklilik<br />
mi? “Bir zamanlar insanlar emekli<br />
de oluyormuş” diye torunlarımız<br />
anlatacak. Emeklilik’te ancak parası<br />
olanlar için geçerli olacak.<br />
Hükümet; IMF ve sermayenin istekleri<br />
doğrultusunda, bu yasayı<br />
çıkarmakda kararlı. Çıkacak olan<br />
bu yasayı, Hükümetin Çalışma Ve<br />
Sosyal Güven(sizlik) Bakanı Faruk<br />
Çelik savunarak herkesin kabul etmesini<br />
istiyor. Tabi karşı çıkanları<br />
azarlayarak.<br />
15 Ocak’a kadar çıkarılmaya çalışılan<br />
bu yasa; GSS ile sağlık sistemini<br />
şimdikinden daha da kötüleştiriyor.<br />
Sağlığı temel insan hakkından<br />
ziyade, alınır satılır bir ticari malzeme<br />
haline getiriyor. Örneğin yasa<br />
tasarısı geçerse yatan hastadan 600<br />
YTL’ye kadar bir para alınabilecek.<br />
100 YTL’yi bile cebinden ödeyemeyen<br />
bir hastanın sağlık hizmetinden<br />
yararlanmasını baltalayacak.<br />
Mevcut anayasa sağlığı hak <strong>olarak</strong><br />
tanımlıyor. Bu yasa ise sağlığı hak<br />
olmaktan çıkarıyor. Bu basit bir değişiklik<br />
değil. Herkes sağlık hakkına<br />
sahip çıkmalı.<br />
Bu yasaya karşı duyarlı sendikalar,<br />
kitle örgütleri dışında karşı çıkan da<br />
pek yok. Burjuva medya hemen hemen<br />
yasayı öven bir biçimde anlatıyor.<br />
Geniş emekçi yığınlarının bilinç<br />
ve örgütlülüğünün geriliği göz önüne<br />
alındığında, hükümetin bu yasayı rahatlıkla<br />
çıkarmasının önünde önemli<br />
bir engel yok gibi.<br />
Sosyal güvenliğin işçi sınıfı<br />
açısından kısa tarihi<br />
Bilindiği gibi işçi sınıfı dünyaya zembille<br />
inmedi ve dünya tarihinde ilk ve<br />
tek sınıf, işçi sınıfı değildi. İşçi sınıfı<br />
tarih sahnesine çıktığı ilk dönemlerde<br />
ezildiğini biliyor, fakat kaynağını<br />
tam <strong>olarak</strong> bilemiyordu. Bu döneminde<br />
işçi sınıfı ve öncüleri, sanki<br />
sömürünün kaynağı fabrikalarmış<br />
gibi fabrikaları yağmalamış, makinaları<br />
yakıp yıkmışlardır.<br />
İşçi hareketinin ilkel dönemi diyeceğimiz<br />
bu döneminin hemen<br />
ertesinde, işçiler kendi aralarında<br />
dayanışmak için (sendikaların da<br />
öncülleri olan) yardım sandıklarını<br />
kurmuşlardır. Bu yardım sandıklarının<br />
amacı; kaza, işsizlik, yaşlılık<br />
gibi durumlarda işçilerin acilen imdadına<br />
yetişmekti. Yani sosyal güvenlik<br />
kurumlarının ilk atası diyebileceğimiz<br />
bu kurumlar, bizzat işçiler<br />
tarafından ve pek de bilinçli olmayıp,<br />
işçi güdüsüyle yapılan kurumlardı.<br />
Bu kurumlar öylesine gelişmişlerdi<br />
ki, örneğin 1830 Fransız Temmuz<br />
Devrimi eşiğinde Fransa’da 113.000<br />
kömür işçisinin 109.000’i Madenciler<br />
Yardım Kasası’na üye idi.<br />
Çok geçmeden bu yardım sandıkları<br />
salt yardım yapma işlevini aşıp grevdeki<br />
işçilere bir destek kurumu haline<br />
dönüşmüştü. Fakat bu kurumun özellikle<br />
bu son işlevinden ürken yöneticiler,<br />
hemen bu kurumu işlevsiz hale<br />
getirmenin yollarını aradılar. Bunun<br />
üzerine de işçilerin zorlu mücadelelerle<br />
kazandıkları bu kurumları, yasal<br />
bir temelde ‘kurum’laştırdılar. Yani<br />
işçi sınıfının mücadelesini sistem<br />
içine çekmeyi başardılar.<br />
Türkiye’de kısaca sosyal<br />
güvenliğin tarihi<br />
Türkiye kendi öznel tarihi gelişimi<br />
nedeniyle yukarıda Avrupa işçi sınıfı<br />
tarihinde anlattığım aşamalardan<br />
geçmemiştir. Bu son söylediğimle<br />
Osmanlı ve T.C.nin ilk yıllarında hiç<br />
işçi mücadelesi olmamıştır, sonucu<br />
çıkartılmamalıdır. Ancak Avrupa işçi<br />
sınıfıyla karşılaştırıldığında Osmanlı<br />
ve T.C.nin ilk yıllarında ‘hemen hemen’<br />
hiçbir mücadele olmamıştır sonucunu<br />
da çıkarabiliriz.<br />
Ülkemizde işçi sınıfının asıl mücadele<br />
tarihi ise, 1950-60’lardan sonrasına<br />
rastlar. Özellikle 1968’den sonraki<br />
süreçte işçi sınıfımızın bilinç seviyesi<br />
muazzam bir şekilde yükselir<br />
ve hak üstüne hak kazanmaya başlar.<br />
Yani o dönemde Türkiye’deki işçi sınıfı<br />
da, tıpkı 1830’larda Fransa’daki<br />
işçi sınıfı gibi, gerçekten sosyal güvenliğini<br />
elde etmeyi, mücadelede<br />
görüp, gereğini yerine getirmişti.<br />
Çok kısaca açıkladığımız dünyada<br />
ve Türkiye’deki ‘sosyal güvenliğin’<br />
kısa tarihlerinden de görüleceği<br />
gibi, işçilerin gerçek güvenliği<br />
‘mücadele’den geçer. Dahası kapitalist<br />
sistem içindeki mücadele de yetmez.<br />
Zira emekçiler açısından sosyal<br />
güvensizliğin kaynağı, kapitalizmdir.<br />
Onu yıkıp sosyalizmi kurmadan da,<br />
gerçek sağlıklı ve güvenli bir gelecek<br />
yoktur!<br />
Egemenler bayram ve yılbaşı dolayısıyla<br />
meclis çalışmalarının yavaşlayacağını,<br />
halkın da o dönemlerde<br />
siyasetle pek ilgilenmeyeceğini ve<br />
dolayısıyla o arada bu yasayı daha<br />
rahat geçireceklerini mi düşündüler?<br />
Bilinmez. Ancak yasanın en geç<br />
Ocak ortalarında geçeceğini tahmin<br />
ettiğini söyleyen Çalışma ve Sosyal<br />
Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, yürürlük<br />
tarihini ise 1 Haziran 2008<br />
<strong>olarak</strong> belirtti.<br />
Bize de: Sağlık ve sosyal güvenlik<br />
temel bir haktır. Bu hak parayla alınıp<br />
satılmamalıdır.<br />
Parasız sağlık, parasız eğitim işçi<br />
ve emekçilerin temel şiarı olmalıdır.<br />
“Hey göklere duman vurmuş dağlar<br />
hey!<br />
Değirmenin üstü her gün yel<br />
olmaz<br />
Dinle ağa, dinle paşa, dinle bey<br />
Sen söylersin, o susar mı?<br />
Bel’lolmaz!” halk türküsünü, söylemek<br />
kaldı.<br />
25.12.2007 ✓<br />
EK:1
EK:2<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu<br />
Birleşik Metal-İş 17. Olağan<br />
Kongresi 14 Aralık’ta Green<br />
Park Otel’de başladı.<br />
Üç gün süren kongrenin açılışı<br />
Kazım Koyuncu Kültür Merkezi<br />
müzik grubunun dinletisi ile başladı.<br />
Çeşitli marşlar söyleyen grup<br />
dinletiyi enternasyonalle bittirdi.<br />
Açılış konuşmasını Birleşik<br />
Metal-İş Genel Başkanı Adnan<br />
Serdaroğlu yaptı. Bir saate yakın<br />
süren konuşmasında, öz <strong>olarak</strong> 4<br />
yıl önce mücadeleci bir anlayışla<br />
yönetime geldiklerini bunun sonucu<br />
%50 büyüdüklerini anlattı.<br />
S erd a roğ lu konu şma sı nd a<br />
Türkiye’de ve dünyada işçi sınıfı ve<br />
diğer ezilenlerin yaşadığı sorunların,<br />
doğanın tahribinin sebebinin<br />
kapitalist ve emperyalist sistem olduğuna<br />
vurgu yaptı. Tek çarenin<br />
örgütlenme ve enternasyonal dayanışma<br />
olduğunun altını çizerek<br />
konuşmasını şöyle bitirdi:<br />
“Eğer bugün burada isek, geleneklerimizi<br />
yenileyerek geleceğe<br />
taşımak iç<strong>indir</strong>. Eşitlikçi, paylaşımcı,<br />
adaletli bir düzen, ezen ve<br />
ezilenin olmadığı sömürüsüz bir<br />
dünya iç<strong>indir</strong>.<br />
İnsanlık ve insanlığın acılarla,<br />
sevinçlerle, yengi ve yenilgilerle<br />
yoğrulmuş tarihinde küçük bir<br />
dere olsak da, çok iyi biliyoruz ki<br />
hepimize yetecek kadar büyük ve<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
‘SSGSS kanun tasarısı’ bilmecesi.<br />
Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu.<br />
Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı.<br />
Dimes meyve suyu fabrikasında direniş.<br />
Türk-İş 20. Kongresi: Gitti Salih Geldi Mustafa!.<br />
“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”.<br />
Güven Elektrik işçileri saldırılara direniyor!.<br />
ACERER Döküm Sanayi işçileri grevde.<br />
DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!.<br />
Yörsan’da işçi kıyımı! .<br />
Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin mücadelesi sürüyor .<br />
BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan Genel Kurulu.<br />
cömert bir okyanus var ve biz, ırmaklarla,<br />
nehirlerle birleşip kavuşacağız<br />
o büyük okyanusa.<br />
Avrupa, Asya ve Ortadoğu gibi<br />
üç kritik fay hattının kesiştiği bir<br />
coğrafyada kurulu bu güzel ancak<br />
çelişkilerle dolu ülkede, kapitalizmin<br />
son aşaması olan emperyalizmin<br />
oyunlarını hep birlikte bozmak<br />
için barışı, kardeşliği ve sınıf<br />
dayanışmasını her zamankinden<br />
daha fazla ön plana çıkarmak<br />
zorundayız.”<br />
Daha sonra divan seçimine geçildi.<br />
Divana DİSK Genel Başkanı<br />
Süleyman Çelebi oybirliğiyle seçildi.<br />
Süleyman Çelebi AKP yönetimini<br />
eleştiren kısa bir konuşma<br />
yaptıktan sonra komisyonların seçimine<br />
geçildi. Nursen Caniklioğlu<br />
Genel Sağlık Sigortası taslağı ile<br />
ilgili eğitim niteliğinde bir sunum<br />
yaptı.<br />
İkinci oturumda yurtdışından<br />
gelen sendikacılar tanıtıldı. Diğer<br />
sendika kongrelerine göre yurt dışından<br />
daha fazla konuk katılmıştı.<br />
Konukların hepsine söz hakkı verildi.<br />
Konuklar konuşmalarında<br />
genellikle enternasyonal dayanışmanın<br />
önemini belirttiler. Daha<br />
sonra EMEP Genel Başkanı ile<br />
DSP’den bir kişi konuştu. Birinci<br />
günün kapanış konuşmasını faşistlerce<br />
katledilen DİSK Genel<br />
İÇİNDEKİLER<br />
EK:1<br />
EK:2<br />
EK:3<br />
EK:3<br />
EK:4<br />
EK:5<br />
EK:6<br />
EK:6<br />
EK:7<br />
EK:8<br />
EK:8<br />
EK:8<br />
Başkanı Kemal Türklerin karısı<br />
Sebahat Türkler yaptı.<br />
K o n g r e n i n i k i n c i g ü n ü<br />
Cumartesi, Güven Elektrik’den<br />
işyeri temsilcisi bir işçi kısa bir konuşma<br />
yaptı. Konuşmasında mücadeleleri<br />
sürecinde sendikanın<br />
kendilerine verdiği maddi ve manevi<br />
destekten dolayı teşekkür etti.<br />
Bundan sonra da desteğe ihtiyaçları<br />
olduğunu belirterek, “Elimizi<br />
bırakmayın” dedi.<br />
Divan başkanı Süleyman Çelebi<br />
Güven Elektrik’deki direnişe<br />
vurgu yaparak yasaların muğlak<br />
olduğunu, bunu işverenlerin kendi<br />
lehlerine çok iyi kullandıklarını,<br />
örneğin işkolu barajı gibi yasalarla<br />
sendikalaşma önünde ciddi engellerin<br />
olduğunu söyledi. Sendikal<br />
haklar ile ilgili varolan adaletsizlik<br />
ve çarpık anlayışlar nedeniyle<br />
sendikasızlığın dayatıldığını ve işverene<br />
karşı işçilerin korunmasız<br />
hale getirildiklerini söyledi. Buna<br />
karşı işçilerin kendi direncini örgütlemesi<br />
gerektiğini vurgulayarak<br />
DİSK <strong>olarak</strong> her zaman Güven<br />
Elektrik işçisinin yanında olacaklarını<br />
belirtti.<br />
Çelebi’nin konuşmasının ardından<br />
çalışma ve mali raporların<br />
görüşülmesine geçildi. Bu raporlar<br />
daha önceden delegelere ulaştırılmış<br />
olduğu için verilen önerge<br />
üzerine okunmadan oybirliği ile<br />
onaylandı.<br />
Kongrenin ikinci günü esas <strong>olarak</strong><br />
delegelerin konuşmalarına<br />
ayrıldı. 200’ü aşkın delegenin katıldığı<br />
kongrede toplam 18 delege<br />
söz alarak görüşlerini dile getirdi.<br />
Konuşan delegelerin hemen hepsinin<br />
hemfikir olduğu konulardan<br />
biri Genel Kurulun sadece Birleşik<br />
Metal İş açısından değil genel <strong>olarak</strong><br />
son yıllardaki genel kurullara<br />
bakıldığında tüm sendikal hareket<br />
açısından bir dönüm noktası <strong>olarak</strong><br />
değerlendirmeleriydi. Uzun yıllardan<br />
bu yana ilk defa bir kongreye<br />
hazırlanılırken gereksiz çekişmelerin<br />
yaşanmadığını, “kulislerin yapılmadığını”<br />
geleceğe dönük daha<br />
iyi bir çalışmanın nasıl yapılabileceği<br />
yönünde kafa yorulduğunu<br />
belirttiler. Yapılan değerlendirmeler<br />
arasında bugünkü yönetim<br />
kurulunun işbaşına geldiği son<br />
dört yıllık zaman dilimi içerisinde<br />
yaptıklarından övgü ile sözedilerek<br />
önümüzdeki dört yıl daha aynı<br />
yönetimi görmek istediklerini de<br />
ortaya koymuş oldular.<br />
Yapılan olumlu çalışmalarla;<br />
örneğin, Serbest Bölgelerde örgütlenme<br />
olmaz denilirken örgütlenmelerin<br />
gerçekleştirilmesi, 6 ayda<br />
bir düzenli <strong>olarak</strong> işyeri temsilciler<br />
toplantılarının ya da genişletilmiş<br />
başkanlar toplantılarının<br />
yapılması, tabanın söz ve yetki<br />
sahibi olması, sendika içi demokrasinin<br />
işletilmesi, düzenli eğitim<br />
çalışmalarının yapılması vb. ile<br />
Birleşik Metal İş’in işçi sınıfının<br />
ideolojisini sahiplenerek mücadele<br />
yürüttüğünü gösterdiğini, sendika<br />
içi güven ve işbirliğini pekiştirmesinin<br />
örnekleri olduğunu vurguladılar.<br />
Genel Merkez’in ilk defa<br />
gerçek anlamda kurumsallaştığını,<br />
bunun da işçi sınıfı içerisinde<br />
doğru bir çalışma açısından çok<br />
önemli olduğunu dile getirdiler.<br />
Gerek sendikal gerekse toplumsal<br />
<strong>olarak</strong> ileriye dönük çalışmalar<br />
bağlamında getirilen öneriler şunlardı:<br />
Metal patronlarına (MESS)<br />
karşı daha güçlü bir örgütlenmeyi<br />
gerçekleştirmek. Büyük fabrikalarda<br />
örgütlenmenin başarılması.<br />
İşverene karşı yürütülen mücadelede<br />
ekonomik güç çok önemli olduğu<br />
için grev fonu üzerinde ciddiyetle<br />
durulması ve gerekirse işçi<br />
ücretlerinden her ay belli bir miktar<br />
kesilerek grev fonuna aktarılması.<br />
Asgari ücret sorununun sadece<br />
işçilerin küçük bir bölümünü<br />
ilgilendiren bir sorun olmadığı,<br />
asgari ücretin üzerinde ücret alan<br />
işçileri de doğrudan ilgilendiren ve<br />
etkileyen bir sorun olduğu için asgari<br />
ücretin belirlenmesi sürecinde<br />
işçi sınıfının aktif bir şekilde yer<br />
alması için ciddi bir çalışmanın<br />
yürütülmesi. En büyük konfederasyon<br />
olduğu için işçiler adına<br />
Asgari Ücret Tespit Komisyonunda<br />
yer alan Türk İş’in yerine Disk’in<br />
yer alması için mücadele edilmesi.<br />
Geçici işçilik uygulamasına karşı<br />
mücadele. Meslek liselerine dönük<br />
sendikal eğitimin verilmesi. 2008<br />
yılında yapılacak TİS görüşmelerine<br />
şimdiden sadece Birleşik Metal<br />
İş’de örgütlü olan işçileri değil tüm<br />
metal işçilerini katmak için tabana<br />
inen bir çalışmanın yürütülmesi.<br />
Disk ve Birleşik Metal İş’in emek<br />
mücadelesinin yanı sıra barış ve<br />
demokrasi mücadelesinde de aktif<br />
bir şekilde yer alması. Direnen,<br />
başkaldıran bir sendika ve siyasi<br />
iktidarı hedefleyen bir işçi sınıfının<br />
yaratılması.<br />
Son dört yılda sendikanın %50<br />
oranında bir büyüme sağladığını<br />
bunun iyi birşey olduğu fakat nitelikli<br />
büyümenin ihtiyaç olduğu<br />
belirtilerek uzlaşmacı, işbirlikçi<br />
siyasete karşı kavganın örgütlenmesi<br />
gerektiği vurgulandı.<br />
Delege konuşmalarının ardından<br />
Yönetim Kurulu adına Genel<br />
Başkan Adnan Serdaroğlu uzunca<br />
bir konuşma yaptı.<br />
Serdaroğlu söze ”omuzlarımıza<br />
çok ağır bir yük yüklediniz, misyonumuzun<br />
farkındayız” diyerek<br />
başladı. İşçilerin bugün işçi olmaktan<br />
utandırılmaya çalışıldıklarını,<br />
işçilere bilmem ne operatörü,<br />
bilmem ne elemanı, bilmem ne<br />
yardımcısı gibi isimlendirmelerle<br />
sanki ‘işçiyim’ demenin utanılacak<br />
bir şeymiş gibi gösterildiğini, bu<br />
nedenle işçinin işçi olduğunu daha<br />
gür bir sesle söylemesi gerektiğini
elirtti. Fakat bunu söyleyebilmek<br />
için sendikasına sahip çıkan, enternasyonalizmi<br />
savunan, hakları<br />
için güçlü bir mücadele yürüten<br />
bir işçi sınıfının yaratılması gerektiğini<br />
dile getirdi. Getirilen övgülerin<br />
yanında eleştirilere de teşekkür<br />
ettiğini belirterek eleştirinin<br />
sendikal gelişme için çok önemli<br />
olduğunu, sendikanın örgütsel<br />
sorunlarla ilgili her ay neredeyse<br />
bir toplantı yaptığını, kendilerinin<br />
dikkatle izlenmelerini talep etiklerini<br />
ve eleştirileri beklediklerini<br />
söyledi. Güven Elektrik temsilcisi<br />
işçinin “elimizi bırakmayın” sözlerine<br />
karşılık şimdiye kadar hiç<br />
kimseyi yarı yolda bırakmadıklarını,<br />
işçi atmalarına karşı hukuki<br />
alanda çok yoğun bir çalışma yürüttüklerini<br />
vurgulayarak “kanımızın<br />
son damlasına, paramızın<br />
son kuruşuna kadar mücadelemiz<br />
devam edecek” dedi.<br />
Birleşik Metal İş <strong>olarak</strong> anayasa<br />
ile ilgili çalışmaların içerisinde yer<br />
aldıklarına değinerek anayasayı<br />
hükümet değil halkın yapması gerektiğini<br />
söyledi. Sermayenin örgütlü<br />
toplum istemediğini, ricacı<br />
‘akredite’ olmuş sendikacılık istediğini<br />
belirtti. Asgari ücret tespiti,<br />
sosyal güvenlik yasası gibi konuların<br />
aynı zamanda metal işçilerin<br />
de gündemi olduğunu belirterek,<br />
egemenlerin sendikaları sivil toplum<br />
örgütleri haline getirmeye<br />
çalıştıklarını buna karşı amansız<br />
bir mücadelenin yürütülmesi gerektiğini,<br />
kendilerinin devletten ve<br />
iktidardaki partilerden bağımsız<br />
olduklarını fakat bunun siyasetten<br />
bağımsız oldukları anlamına gelmediğini<br />
söyledi. Tersine siyasetin<br />
tam göbeğinde olduklarını, işçi<br />
sınıfının siyasetini yaptıklarını<br />
söyledi.<br />
İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin de<br />
önemini vurgulayarak bu konuda<br />
ellerinden geleni yapacaklarını<br />
söyledi. Genç işçilere yönelik çalışmaya<br />
da özel bir önemin verilmesi<br />
gerektiğini belirten Serdaroğlu<br />
genç işçiler kazanılamazsa ne gelecek<br />
ne de sendikal örgütlülük garanti<br />
altına alınabilir dedi.<br />
Hem delegelerin hem de Genel<br />
Başkan Adnan Serdaroğlu’nun<br />
konuşması sık sık “Direne direne<br />
kazanacağız, yaşasın örgütlü mücadelemiz,<br />
işçilerin birliği sermayeyi<br />
yenecek, yaşasın Disk, yaşasın<br />
Birleşik Metal İş” sloganları ile<br />
kesildi. Bir delege konuşmasında<br />
halkların kardeşliğine değinirken<br />
salondan bir kez “yaşasın halkların<br />
kardeşliği” sloganı atıldı.<br />
Pazar günü yapılan seçimlere<br />
tek listeyle gidildi. Genel Başkan<br />
Adnan Serdaroğlu, Genel Sekreter<br />
Selçuk Göktaş, Mali Sekreter<br />
Süleyman Türker, Örgütlenme<br />
Sekreteri Özkan Atar, Eğitim<br />
Sekreteri Celalettin Aykanat yeniden<br />
yönetime seçildiler.<br />
17 Aralık 2007 ✓<br />
Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı<br />
Doğa n Holdinge bağ lı<br />
Niğde’de bulunan otomotiv<br />
yedek parçaları üreten<br />
işyerinde, taşeron Türk Metal ile<br />
işveren arasında, 12 Kasım 2007<br />
tarihinde imzalanan “toplu iş sözleşmesi”,<br />
işçilerin ağır olan yaşam<br />
koşullarını daha da ağırlaştırdı.<br />
DİTAŞ işçilerinin bu işyerindeki<br />
örgütlenme çalışması Birleşik<br />
Metal-İş önderliğinde 2001 yılına<br />
kadar uzanır. O dönem işyerini 8<br />
taşerona bölen patrona karşı, 8 aylık<br />
direniş sonrası Birleşik Metal-İş<br />
işçileri örgütlemeyi başarmıştı.<br />
Ardından toplu iş sözleşmesi için<br />
masaya oturmayan patronun<br />
inatçı tavrı üzerine 8 ay bu kez<br />
grev ile cevap veren DİTAŞ işçileri,<br />
toplu sözleşmelerini yaparak işbaşı<br />
yapmışlardı.<br />
Bu yenilgiyi hazmedemeyen<br />
patron, yenilginin ardından ek<br />
<strong>olarak</strong> ödeyeceği yüksek tazminatlar<br />
nedeniyle DİTAŞ’ta Birleşik<br />
Metal-İş’in yetkisini bitirme kararı<br />
vererek bunu 2005 yılında uygulamaya<br />
koymuştu. Patron bu isteğini<br />
devreye sokabilmek için taşeron<br />
sendika olan Türk Metal-İş’i<br />
devreye sokmuştu. Türk Metal-İş,<br />
patronun sunduğu bütün olanakları<br />
kullanmasına rağmen, ancak<br />
beyaz yakalıları üye yaparak ‘çoğunluğu’<br />
almıştı.<br />
Bu ittifakla nasıl bir sözleşmenin<br />
çıkacağı sır değildi. 12 Kasım tarihindeki<br />
“sözleşme” ile DİTAŞ işçilerinin<br />
geçmiş iki yılı elbirliği ile<br />
yok edilmiştir. 31 Aralık 2005 tarihinde<br />
sona eren toplu sözleşmeyi,<br />
Taşeron firma olan Türk Metal,<br />
sözleşmeyi 1 Eylül 2007 tarihinden<br />
itibaren yapmıştır. 21 Ay sözleşmesiz<br />
geçen süreyi yok sayan patron<br />
ve taşeron firma Türk Metal, işçilerin<br />
tepkisini çekmemek için<br />
sözleşmeye 500.00 YTL brüt toplu<br />
para koymuşlardır. Geçen bu süre<br />
dikkate alındığında DİTAŞ işçilerine<br />
aylık net 17 YTL vermişlerdir.<br />
Bu sözleşme 01.09.2007 başlayıp,<br />
31.08.2010 yılında bitmek üzere<br />
3 yıllığına imzalanmıştır. Buna<br />
göre 1. Yıl: 1.09.2007 den itibaren<br />
%10. Diğer iki yılda ise enflasyon<br />
oranına göre zam yapılacak. 3<br />
Yıllığına sözleşmeye imza atılarak,<br />
işçilerin asgari ücretle bu süre<br />
zarfında çalışmaları garanti altına<br />
alınarak, hiçbir ek kazanım elde<br />
edilmemiştir.<br />
DİTAŞ’ ta sular durulmuyor<br />
Patron ile yapılan bu sözleşmenin<br />
ardında Birleşik Metal-İş üyesi<br />
4 işyeri temsilcisi; “Yönetim sizinle<br />
çalışmak istemiyor” diyerek işten<br />
atılıyor. Daha önce Türk Metal-İş<br />
için çalışan bir işçi bu toplu sözleşmeyi<br />
eleştirdiği için işten atılıyor.<br />
Patron sendika ile beraber ‘ya uslu<br />
durursunuz, ya da kapı dışarı’ diyerek<br />
işçilere gözdağı veriyor.<br />
Yasalar patronlar için işliyor<br />
Normal yasalarda işe iade davaları<br />
2 ay içinde sonuçlanır ve karar verilir<br />
denmesine rağmen DİTAŞ’ta<br />
atılan işçilerin davası 4 yıl sürdü.<br />
Birleşik Metal-İş tarafından işten<br />
atılan işçilerin tazminat davaları<br />
212 dosya için 5200 YTL ilk pilot<br />
dava işçilerin lehine sonuçlandı.<br />
Bu para işçilere dağıtıldı. Bu emsal<br />
davanın ardında geriye kalan davalar<br />
da açılmış durumda.<br />
DİTAŞ’ta her türlü zorluğa rağmen,<br />
Birleşik Metal-İş üyesi işçiler<br />
sendikalarından istifa etmeyerek<br />
her türlü baskıya karşı direneceklerini<br />
söylüyorlar.<br />
Zafer direnen işçilerin olacaktır!<br />
22.12.2007 ✓<br />
Dimes meyve suyu fabrikasında direniş<br />
Dimes, Türkiye’nin meyve<br />
suyu sektöründe en fazla<br />
satış ve üretim kapasitesine<br />
sahip olan bir şirkettir.<br />
14 yılda, yüzde 4 bin büyüme<br />
sağlamıştır.<br />
Dimes’in Tokat ve<br />
İzmir’deki iki fabrikasında<br />
toplam<br />
535 işçi çalışıyor.<br />
Dimes’in büyümesinin<br />
temelinde<br />
işçilerin emeği<br />
var. İşçilerin yoğun<br />
sömürülmesi<br />
var. İşçiler 45 saat<br />
çalışmaları gerekirken<br />
72 saat çalıştırılıyorlar.<br />
Aşırı<br />
çalışmanın getirdiği<br />
yorgunluk ve<br />
dikkat dağılması<br />
sonucu yaşanılan<br />
kazalarda işçiler sakat kalıyorlar.<br />
Dimes’in sahibi Orhan Diren<br />
CHP’li bir milletvekili. “Namusu<br />
ve şerefi üzerine” yasalara bağlılık<br />
yemini ediyor, fakat anayasal hak<br />
olan sendikaya üye olan işçileri<br />
işten atıyor. İşçilerin sendikalı olmasını<br />
istemiyor.<br />
Kötü çalışma koşulları, düşük<br />
ücretler, uzun çalışma saatlerinden<br />
bıkan, bu koşullarda daha fazla<br />
çalışmak istemeyen işçiler Tek<br />
Gıda-İş Sendikası’na üye oldular.<br />
Sendikanın Çalışma Bakanlığı’na<br />
çoğunluk tespiti başvurusunu öğrenen<br />
patron, işçileri tek tek sorguya<br />
çekerek ve çeşitli gerekçelerle<br />
işten attı. Tokat ve İzmir’deki fabrikada<br />
sendika üyesi olan 17 işçi<br />
işten atıldı.<br />
Sendika üyesi olmak,<br />
işten çıkarılma<br />
gerekçesi olamayacağı<br />
için,işçiler<br />
‘verimsiz’lik gerekçesi<br />
ile işten çıkarıldı.<br />
İşten atılan işçiler,<br />
İzmir Kemalpaşa ve<br />
Tokat’taki fabrikaların<br />
önünde direnişe<br />
geçtiler.<br />
Direniş bir aydan<br />
bu yana sürüyor.<br />
İşçiler Dimes’e sendika<br />
girinceye kadar<br />
fabrikaların önünden<br />
ayrılmayacaklarını<br />
söylüyorlar.<br />
20 Aralık 2007<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:3
Türk-İş 20. Kongresi:<br />
Gitti Salih Geldi Mustafa!<br />
Bu tehdit savurma Türk-İş tarihinde hiçte yeni olan<br />
bir şey değil. Onlar sermayenin talepleri karşısında<br />
yer yer genel grev tehditlerini savurmalarının<br />
ertesi günü, işçilerin haklarını sermayenin istekleri<br />
doğrultusunda satmaktan hiçbir zaman geri<br />
durmamıştır.<br />
EK:4<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Türk-İş’in 20. Genel Kurulu<br />
Milli Eğitim Bakanlığı<br />
Şûra Salonu’nda 7 Aralık<br />
Perşembe günü başladı. Genel<br />
Kurul öncesinde seçimlere tek<br />
listeyle gidilip gidilemeyeceği konusu<br />
da netlik kazandı. Buna göre,<br />
bir dönem daha konfederasyon<br />
yönetimine talip olduğunu açıklayan<br />
mevcut Genel Başkan Salih<br />
Kılıç’ın karşısına Genel Sekreter<br />
Mustafa Kumlu’nun aday <strong>olarak</strong><br />
çıkması kesinleşti. Kumlu, genel<br />
kurulda aday olacağını son yapılan<br />
Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda<br />
sendika başkanlarına bildirdi.<br />
Kumlu’nun aday açıklaması ile<br />
birlikte tartışmalar, yani koltuk<br />
için dalaş, hızlanarak devam etti.<br />
İşçi sınıfının haklarını satmaktan<br />
bir an dahi tereddüt etmeyen Salih<br />
Kılıç, delegelerin oylarını alabilmek<br />
için, hükümetin çıkarmak<br />
istediği sosyal güvenlik yasa tasarısına<br />
karşı sert açıklamalarda bulunarak<br />
‘genel grev’ tehdidinde bulundu.<br />
Bu tehdit savurma Türk-İş<br />
tarihinde hiçte yeni olan bir şey<br />
değil. Onlar sermayenin talepleri<br />
karşısında yer yer genel grev tehditlerini<br />
savurmalarının ertesi günü,<br />
işçilerin haklarını sermayenin istekleri<br />
doğrultusunda satmaktan<br />
hiçbir zaman geri durmamıştır.<br />
Bunların sosyal güvenlik yasa tasarısına<br />
karşı olmaları, Genel Kurul<br />
esnasında delegelerin oylarını almak<br />
için şov yapmanın ötesinde<br />
bir şey değildir. Yani işçi haklarını<br />
savunup savunmama konusunda<br />
Kılıç ile Kumlu arasında bir fark<br />
yoktur. Aralarındaki tartışma da<br />
zaten bu temelde olmamıştır.<br />
Kılıç ile Kumlu neyi tartıştı?<br />
Salih Kılıç’ın Kumlu’ya yönelik<br />
siyasi eleştirisi, onun ‘hal ve<br />
hareketlerinden kaynaklandığı’<br />
temelindedir. Neymiş bu hal ve<br />
hareketler? Kılıç olayı şöyle anlatıyor:<br />
“Cumhuriyet mitinglerinin,<br />
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin<br />
eylemlerinin başladığı süreçte,<br />
Kumlu, ‘Bir sivil toplum platformu<br />
kuralım, bunlara tepki gösterelim’<br />
dedi. Buna ‘Evet dememiz mümkün<br />
değil, biz bloklaşmaya yol<br />
açamayız’ dedim. Bu platforma<br />
karşı, platform oluşturmak için<br />
beni zorladılar. Sonra konuyla ilgili<br />
bir bildiri hazırladık, bunu<br />
engellemek istediler. Bildiride laiklik<br />
ve cumhuriyetin olmasından<br />
rahatsız oldular. Budur meseleleri”<br />
diyerek, Kumlu ve ekibini AKP’li<br />
olmakla suçlayıp, bunların Türk-<br />
İş’i hükümetin arka bahçesi yapacaklarını<br />
iddia ederek delegelerden<br />
oy istedi.<br />
Bu suçlamaya Kumlu’nun verdiği<br />
yanıt da ‘sert’ oluyor tabi<br />
ki. Yukarıdaki iddiaları Mustafa<br />
Kumlu şöyle yanıtlıyor: “Bana AK<br />
Parti’li diyorlar. Benim liderliğimde<br />
mücadeleci Türk-İş gidecek,<br />
teslimiyetçi Türk-İş gelecekmiş...<br />
Siz ne kadar AK Parti’liyseniz ben<br />
de o kadar AK Parti’liyim. Siz ne<br />
kadar CHP, MHP’liyseniz ben<br />
de o kadar CHP’li, MHP’liyim.<br />
Kimsenin gücü, Türk-İş’i iktidarın<br />
arka bahçesi yapmaya yetmez. Ben,<br />
tüm siyasi partiler bir yana, Türk-<br />
İş’liyim. Kararlı, tutarlı, öncü, saygın,<br />
ilkeli bir Türk-İş için göreve<br />
talibim.” Kumlu, “Ekibimle gümbür<br />
gümbür bir Türk-İş için göreve<br />
talibim. Aday <strong>olarak</strong> işçi liderlerinin<br />
giydiği ateşten gömleği giymek<br />
istiyorum. Gömlek, sizin elinizde.<br />
Verseniz de vermezseniz de Allah<br />
razı olsun” diyerek oy istedi.<br />
Kumlu’dan sonra kürsüye gelen<br />
Kılıç; işçi hareketine (siz bunu sermayenin<br />
isteklerine okuyun) gölge<br />
düşürmediğini belirtti. “Bunun<br />
aksini söyleyecek olanın alnını karışlarım”<br />
diyerek de kükredi.<br />
Kongrenin konukları<br />
Türk-İş’in Kongresine konuşmacı<br />
<strong>olarak</strong> katılanlar arasında<br />
Başbakan Erdoğan, Meclis Başkanı<br />
Toptan ve Cumhurbaşkanı Gül<br />
gibi ünlü isimler de vardı. Bugüne<br />
kadar işveren toplantılarında boy<br />
gösterip, işçi haklarını nasıl tırpanlayacaklarının<br />
hesabını yapan bu<br />
isimler, acaba Türk-İş Kongresinde<br />
ne arıyorlardı?<br />
İlk konuşmacı <strong>olarak</strong> Erdoğan<br />
kürsüye çıktığında alkışlar arasında<br />
konuşmasına özetle şöyle<br />
başlıyor: “İşçi ve işveren arasında<br />
artık çatışma, pazarlık değil; diyalog,<br />
uzlaşma ve anlaşma gibi kavramların<br />
öne çıktığını” savundu.<br />
“Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek,<br />
geçmişte başbakanların, siyasilerin,<br />
işçilerin kongrelerine gelemediğini<br />
ileri sürdü. “Çok şükür o<br />
devir geride kaldı. Ankara’da işçi<br />
dostu hükümet, işçilerin arasından<br />
gelen Başbakan var, bakanlar<br />
var” diyen Erdoğan, sosyal diyalogu<br />
kurumsal hale getireceklerini<br />
söyledi. Emekli sayısının fazla<br />
olduğunu ileri sürerek emeklilik<br />
yaşının yükseltilmesini savundu.<br />
Erdoğan, Sosyal Güvenlik Yasa<br />
Tasarısını da savunarak, tasarıyı<br />
eleştirenleri suçladı. “Emekli sayısının<br />
fazla olduğunu ileri sürerek<br />
emeklilik yaşının yükseltilmesini”<br />
savundu. Kendini işçi dostu ilan<br />
eden başbakanın bu konuşmasının<br />
ardından kürsüye gelen Kılıç,<br />
Erdoğan’ın konuşmasını, Erdoğan<br />
salonu terk ederken, “çok ağır konuştunuz”<br />
diyerek tepki göstermiş<br />
ve fakat Başbakan buna cevap dahi<br />
vermemiş! Peki Erdoğan nasıl ağır<br />
konuşmuştu da Salih efendiyi bu<br />
denli üzmüştü? Aslında Erdoğan<br />
temsilcisi olduğu sermayenin taleplerini<br />
burada dile getirmişti.<br />
Erdoğan’ın bu konuşması salondan<br />
alkışlanırken, demiryollarında<br />
geçici işçi <strong>olarak</strong> çalışan İsa<br />
Çakmak’ın Erdoğan’ı protesto etmesi<br />
ile birlikte, apar topar dışarı<br />
atılması bu işçi dostunun nasıl bir<br />
‘dost’ olduğunu gösterdi.<br />
Meclis Başkanı Toptan ise konuşmasında;<br />
“Sivil toplum örgütlerinin,<br />
modern demokrasilerin<br />
‘olmazsa olmazlarından’ olduğunu”<br />
belirterek, “sendikacılık<br />
hareketiyle sivil toplum ve demokrasinin<br />
gelişimlerinin beraber yol<br />
aldığını” dile getirdi.<br />
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül<br />
de konuşmasında; babasının da 45<br />
yıl önce Haber-İş’in temsilcisi olduğunu<br />
belirterek, “Bunu size demokrasinin,<br />
Cumhuriyet’in şimdi<br />
hangi noktada olduğunu görmeniz<br />
için söylüyorum. Artık sınıf ayrımlarının<br />
olmadığını, demokrasinin<br />
ne kadar sağlamlaştığını bilmenizi<br />
istiyorum” diyerek vurguladı.<br />
Türk-İş kongresinde bu konuşmalar<br />
yapılırken Devlet Bakanı<br />
Mehmet Şimşek, “asgari ücretin<br />
yüksek ” olduğunu basına<br />
açıklıyordu!!!<br />
Ayda eğer iş bulabilirse, net 419<br />
YTL ile çalışan bir işçi ile, reklamlara<br />
milyarlarca YTL harcayıp,<br />
yıllık karlarını katlayarak büyüten<br />
şirket sahipleri arasında; bir ‘sınıf<br />
farkı’nın olduğu bizim için de, işçiler<br />
için de çok açık. Burjuvazi<br />
her zaman olduğu gibi bu farklılığı<br />
gizlemeye çalışıyor. Bunu Türk-İş<br />
gibi sendika patronları ile iyi de<br />
beceriyor. Ama güneş balçıkla<br />
sıvanmaz.<br />
Tüm bu tantanaların ardından<br />
Türk-İş’te ‘yeni yönetim’, 20.<br />
Olağan Genel Kurulun dördüncü<br />
gününde, Mustafa Kumlu’nun genel<br />
başkanlığında seçildi.<br />
372 kayıtlı delegeden 368’inin oy<br />
kullandığı seçimlerde, 361 geçerli<br />
oyun 214’ünü alan Mustafa Kumlu<br />
genel başkan seçilirken, Salih Kılıç<br />
147 oy aldı. Kumlu başkanlığındaki<br />
Türk-İş yönetimi; Genel Sekreter<br />
Mustafa Türkel 196, Genel Mali<br />
Sekreter Ergün Atalay 243, Genel<br />
Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul<br />
209 ve Genel Teşkilatlandırma<br />
Sekreteri Pevrul Kavlak’tan 183<br />
oluştu.<br />
Özellikle hükümetin 2008’de, kıdem<br />
tazminatı ve zorunlu istihdamın<br />
daraltılmasına ilişkin düzenlemenin<br />
istihdam paketinde yer<br />
alması halinde, Türk-İş’in 19’uncu<br />
Genel Kurulu’nda aldığı “Kıdem<br />
tazminatına dokunulması genel<br />
grev nedenidir” kararını uygulayıp<br />
uygulamayacağını da önümüzdeki<br />
süreçte hep beraber göreceğiz.<br />
Bu yönetimin de eskisinden bir<br />
farkının olmayacağını görmek için<br />
kâhin olmaya gerek yoktur.<br />
Gün gelecek işçi sınıfı bu sahte<br />
işçi dostlarını, sermayenin iktidarı<br />
ile tarihin çöplüğüne atacaktır.<br />
11.12.2007 ✓
“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”<br />
Ocak ayı bir büyük işçi hareketinin<br />
yıldönümüdür.<br />
150 yılı aşkın bir zamandır<br />
yeryüzü sıcak olsun diye madenlere<br />
inen Zonguldak işçi sınıfı,<br />
30 Kasım 1990 günü çıktıkları<br />
grevi 4 Ocak 1991’de başladıkları<br />
yürüyüşle taçlandırırlar. Türkiye<br />
işçi sınıfı tarihine “Uzun Yürüyüş”<br />
<strong>olarak</strong> geçen bu eylem, sadece ekonomik<br />
değil, siyasi taleplerin de ön<br />
plana çıktığı, inancın, direncin ve<br />
mücadelenin sembolüdür.<br />
İndi maden ocağına, kara elmas<br />
diyarına<br />
Yeryüzü sıcak olsun diye dost…<br />
Zonguldak kömür işçileri 1908,<br />
1909, 1910, 1911, 1914’deki grev ve<br />
direnişlerden öğrenerek, bilenerek<br />
geliyorlardı. 1965’de Kozlu’daki<br />
direnişte iki yoldaşlarını kaybetmişler,<br />
1969’da ise aylardır ödenmeyen<br />
ücretlerinin ödenmesi için<br />
Alpagut’da maden ocaklarını işgal<br />
etmişler ve 35 gün sürdürdükleri<br />
eylemlerini kazanarak noktalamışlardır.<br />
Bu direniş geleneğine<br />
karşın, Cumhuriyet döneminde<br />
defalarca grev aşamasına gelen<br />
Zonguldak Kömür Havzası’nda<br />
sendika ve işverenin hep son anda<br />
(!) anlaşması bir gelenek olmuştur.<br />
Ta ki o güne kadar…<br />
Bugün maden ocağına kara elmas<br />
diyarına<br />
inmedik selam olsun sana dost…<br />
1990 yılı kamu toplu sözleşmelerinin<br />
imzalanacağı yıldı.<br />
Sözleşmelerin ilk bölümü yıl<br />
ortasında imzalanmıştı. Genel<br />
Maden-İş, Türkiye Maden-İş,<br />
Ağaç-İş, Teksif, Selüloz-İş, Sağlık-İş,<br />
Petrol-İş, Hava-İş, Basın-İş ve<br />
Deri-İş’in örgütlü olduğu kamu<br />
kurumlarının sözleşmeleri ise yılın<br />
ikinci yarısında imzalanacaktı.<br />
48 bin üyesi olan Genel Maden-İş<br />
Sendikası, görüşmelerin uyuşmazlıkla<br />
sonuçlanması üzerine<br />
30 Kasım 1990 günü “Hükümet<br />
istifa”, “Zonguldak’ı sattırmayız”,<br />
“Bu ocaklar bizim”, “işçiler el ele<br />
genel greve”, “Çankaya’nın şişmanı<br />
işçi düşmanı” sloganları eşliğinde<br />
greve çıktı. Grevin başlamasıyla<br />
birlikte artık Zonguldak koskoca<br />
bir miting alanı olmuştu. Bu arada<br />
3 Ocak 1991 günü maden işçilerin<br />
iteklemesiyle de olsa maden işçileriyle<br />
dayanışmak için Türk-İş<br />
bağlı sendikalarıyla birlikte bir<br />
gün işe gitmeyeceğini duyurdu.<br />
Hükümetin her türlü tehdidine<br />
rağmen işçiler 3 Ocak’ta hayatı<br />
durdurdu.<br />
Yerin derinliklerinden geldiler<br />
Cumhuriyet döneminde defalarca grev<br />
aşamasına gelen Zonguldak Kömür Havzası’nda<br />
sendika ve işverenin hep son anda (!) anlaşması<br />
bir gelenek olmuştur. Ta ki o güne kadar…<br />
ellerinde susmak bilmeyen bir<br />
yeraltı güneşiyle<br />
Ve 4 Ocak günü… Zonguldak<br />
Ankara’ya gitmeye hazırlanıyor.<br />
Plana göre Ankara’ya otobüslerle<br />
gidilecekti. Ama Ankara<br />
Zonguldak lıları istemiyordu.<br />
Otobüsler Zonguldak’a sokulmadı.<br />
Sendikacıların gece boyunca<br />
süren toplantılarından<br />
çıkan görüş, işçileri artık geriye<br />
döndürmenin imkansız olduğu<br />
yönündeydi. Sonunda yürüyerek<br />
yola çıkıp, yolun kesildiği yerde<br />
geri dönme fikri ön plana çıktı.<br />
İşçiler erzak torbalarıyla başladıkları<br />
yürüyüşün başlarında 25<br />
bin kişi iken, Yenice, Kurucaşile,<br />
Bartın, Amasra, Çaycuma, Devrek<br />
ve Ulus gibi üretim merkezlerinden<br />
katılanlarla beraber 100 bin<br />
kişiye yaklaştı. Madenciler kapalı<br />
cezaevi önünden geçerken “zindanlar<br />
boşalsın, genel af” sloganlarıyla<br />
selamladılar kendilerine el<br />
sallayan tutsakları. İlk gün 33 km.<br />
yol alan yürüyüşçüler kendilerine<br />
kucak açan Devrek’te mola verirler.<br />
Bu arada pazarlıklar devam<br />
etmektedir. İkinci gün hava daha<br />
da soğur. Dorukhan Tüneli’nde<br />
ilk barikatla karşılaşır işçiler. Bir<br />
süre sonra bu barikat kaldırılır.<br />
Görüşmeler devam etmektedir ve<br />
o akşamın mola yeri Mengen’dir.<br />
Üçüncü gün başladığında sendikacılar<br />
kadınların dönmesini ister.<br />
Ama yürüyüşçü kadınlar bu teklifi<br />
kabul etmez. Üçüncü gün öğleden<br />
sonra yürüyüşçüler Dellerderesi<br />
Mevkii’nde ikinci barikatla karşılaşırlar.<br />
Devlet buldozerler, askerler,<br />
polislerle o barikattadır.<br />
Madenciler barikata elli metre kala<br />
dururlar. O gün sabaha karşı provokasyon<br />
yaratmak isteyen güvenlik<br />
güçleri, uykudayken 200 işçiyi<br />
karga tulumba gözaltına alırlar.<br />
Yapılan geri dönün baskıları ve<br />
son <strong>olarak</strong> bu barikat sendikacıları<br />
geri dönme yolunda karar almaya<br />
iter. 8 Ocak Mengen’de belediye<br />
önünde toplanan işçilere seslenen<br />
Genel Maden-İş Sendikası Başkanı<br />
Şemsi Denizer geri dönüş kararını<br />
açıklar. Ve sendikacılar Ankara yolunu<br />
tutarken dört günde 112 km.<br />
yürüyen işçiler geriye dönmeye<br />
başlarlar.17 Ocak tarihinde başlayan<br />
Körfez Savaşı bahane edilerek<br />
Bakanlar Kurulu tarafından tüm<br />
grevler altmış gün süresince ertelenir.<br />
Genel Maden-İş Sendikası da 7<br />
Şubat’ta toplu sözleşmeyi imzalar.<br />
Sendikacılar, siyasetçiler vs…<br />
Zonguldak sınıf dayanışmasının<br />
güzel örneklerine de sahne olur.<br />
Örneğin Güney Afrika kömür ve<br />
liman işçileri ve çeşitli ülkelerden<br />
kömür işçileri, TTK grevinde grev<br />
kırıcı olmamak için Türkiye’ye<br />
yönelik ithal kömür yüklemelerini<br />
durduklarını bildirirler. 16<br />
Aralık günü İstanbul, İzmit ve<br />
Kocaeli’nden gelen 11 sendikaya<br />
üye toplam 6 bin işçi mitinge katılır.<br />
Yürüyüşçüler konakladıkları<br />
her yerde halkın desteğini alırlar.<br />
Sanatçılar da eksik değildir<br />
Zonguldak’ta siyasetçiler de. Hazır<br />
kürsü bulan aşağı yukarı bütün<br />
partiler oradadır. Demirel’den<br />
İnönü’ye dek. Nedense uzun<br />
süre görünmeyen tek kişi Türk-İş<br />
Genel Başkanı Şevket Yılmaz olur.<br />
Başından beri ne grevi ne de yürüyüşü<br />
destekleyen Yılmaz, sonunda<br />
pes ederek madencilerin<br />
yanındaymış gibi görünmek için<br />
çaba harcarken bir yandan da yürüyüşü<br />
bitirmeye çalışır. Genel<br />
Maden-İş Sendikası Başkanı Şemsi<br />
Denizer’in yıldızını parlatan yürüyüşün<br />
kimin fikri olduğu ise<br />
bir muammadır. Dönemin Genel-<br />
Maden-İş Sendikası Yönetim<br />
Kurulu’ndan yürüyüşe sahip çıkan<br />
sadece Başkan Denizer değildir.<br />
Denizer ayrıca yürüyüş başlamadan<br />
hemen önce vazgeçme eğilimi<br />
göstermiştir. Ancak madenciler<br />
gemileri yakmışlardır bir kere. Hiç<br />
kimse önlerine çıkıp “vazgeçelim”<br />
demeye cesaret edemez sendikacılardan.<br />
Son gün Mengen’de geri<br />
dönüş açıklanmadan önce, haberi<br />
alan gazetecilerin yürüyüşçülerle<br />
yaptığı görüşmelerde de işçilerin<br />
geri dönmek gibi bir niyetlerinin<br />
olmadığı görülmektedir. Denizer<br />
geri dönüşü açıklarken itiraz eden<br />
işçiler ise birden başkanları tarafından<br />
“kışkırtıcı” ilan edilivermişlerdir.<br />
Sürekli size danışmadan<br />
sizin onayınızı almadan imza atmam<br />
diyen Denizer toplu sözleşmeyi<br />
de “canlarına” danışmadan<br />
imzalar. Ve sanki imza atılmamış<br />
gibi gidip işçilere danışmaya kalkar.<br />
Ancak gazeteler toplu sözleşmenin<br />
imzalandığını yazarlar.<br />
Üstelik verilen rakamlar yürüyüşten<br />
önceki rakamların aynıdır.<br />
Sadece sosyal haklarda bir takım<br />
artışlar vardır.<br />
Ve son <strong>olarak</strong>…<br />
Ortada olan tek gerçek ise binlerce<br />
madencinin aileleriyle birlikte tek<br />
yürek <strong>olarak</strong> sürdürdükleri muhteşem<br />
bir grev ve yürüyüştür. Üstelik<br />
hep yanlarındaymış gibi gözüken<br />
ama asla yanlarında olmayan sendikacılara<br />
rağmen. Yüzleri kömür<br />
karası fakat yürekleri ak madencilerin<br />
işçi sınıfı tarihimize armağan<br />
ettiği bembeyaz bir sayfa ve burjuvazinin<br />
yüreğine “geliyorlar” korkusunu<br />
salan bir eylemdir “Uzun<br />
Yürüyüş”…<br />
Bu yazının kaleme alınması sırasında<br />
dönemin Güneş Gazetesi’nde<br />
çalışma hayatı muhabirliği yapan<br />
ve grevle yürüyüşü başından sonuna<br />
takip eden Sevkuthan N.<br />
Karakaş’ın “EYLEM GÜNLÜĞÜ”<br />
adlı Metis Yayınlarından çıkan<br />
kitabından faydalanılmıştır. Kitap<br />
grev aşamasına nasıl gelindiği,<br />
grev, yürüyüş, yürüyüş sonrası<br />
ve dönemin tanıklarıyla yapılan<br />
röportajlardan oluşmaktadır.<br />
Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi<br />
almak isteyenlerin bu tanıklığa<br />
başvurmalarında yarar var…<br />
Bir YDİ Çağrı okuru<br />
25 Aralık 2007 ✓<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:5
Güven Elektrik işçileri<br />
saldırılara direniyor!<br />
Güven Elektrik San. Mamul<br />
İma lat ve Tic. A. Ş.<br />
Fabrikası, Cankurtaran<br />
Holding’e ait İstanbul – Sefaköy<br />
Çınar Yolu’nda kurulu elektrikli ev<br />
aletleri üreten bir fabrika. İşçilerin<br />
asgari ücretle çalıştırıldığı bu fabrikada<br />
-çalışanın çoğu kadın- 450<br />
işçiden 400’ü sendikalaşmak için<br />
geçtiğimiz 2006 yılının başında<br />
Birleşik Metal- İş Sendikası’nın 2<br />
No’lu Şubesine üye oldular.<br />
Gazetemizin 2007’nin Temmuz<br />
ve Ekim aylarına ait sayılarında<br />
işçilerin örgütlenme süreci, patronun<br />
saldırıları ve bu saldırılara<br />
karşı işçilerin direniş eylemleri<br />
hakkında bilgi verilmişti.<br />
Bu fabrikada çalışan 400 işçi<br />
yoğun sömürü koşullarında çalıştırılan,<br />
iş güvencesinden yoksun,<br />
gelecekleri karartılan ve onurları<br />
çiğnenen işçiler olmaktan birazcık<br />
olsun kurtulmak için bir yıldır<br />
sendikalaşma mücadelesi sürdürüyorlar.<br />
Bu mücadelelerini şimdi bir<br />
yıl öncekinden daha bilinçli, büyük<br />
bir kararlılık ve yüreklilikle yürütüyorlar.<br />
Tabi buna karşılık her yeni<br />
sendikalaşan işçiler gibi bu işçiler<br />
de -yasal ve anayasal hakları olmasına<br />
rağmen- patronun her türlü<br />
baskı ve saldırısına uğruyor.<br />
Geçmişte ücretlerin geç ödenmesi,<br />
müdür ve şeflerin baskıları<br />
vb. saldırılara yeni saldırılar eklenerek<br />
sürdürülüyor. Patron bir<br />
taraftan sendika yetkisine ve işkoluna<br />
itiraz davaları açıyor, diğer<br />
taraftan yıllar sonra gelecek sendika<br />
yetkisini -üye işçileri işten çıkararak-<br />
boşa çıkarmaya çalışıyor.<br />
İşçiler ise haklılıklarından, meşru<br />
ve yasal haklarından aldıkları<br />
güçle buna karşı direniyorlar.<br />
Geçtiğimiz günlerde patron sendikal<br />
örgütlenmenin öncüsü gördüğü<br />
işçilerden üçünü işten attı.<br />
Bunun üzerine tüm işçiler sendikalarıyla<br />
birlikte patrona nasıl bir<br />
örgütlü güç olduklarını fabrikaya<br />
sendika girmesine kimsenin engel<br />
olmaya gücünün yetmeyeceğini<br />
eylemlilikleriyle gösterdiler.<br />
İşçiler, Aralık ayının 7’sinde bir<br />
işçi 10’unda ise iki işçiyi işten atan<br />
patrona karşı 11 ve 12 Aralık’ta eylemler<br />
gerçekleştirdiler. En son, 12<br />
Aralık günü saat 12.30’da içerde<br />
çalışan işçiler “İnadına sendika,<br />
inadına DİSK / Güven Elektrik<br />
İşçileri” yazılı bir pankart açarak<br />
fabrika içinde sloganlarla protesto<br />
eylemlerini sürdürürken, diğer<br />
vardiyadaki işçiler de “Kahrolsun<br />
ücretli kölelik düzeni” pankartıyla<br />
fabrikanın önüne geldiler.<br />
İşten atılan ve fabrika kapısında<br />
direnişte olan üç işçi “Hakkımızı<br />
aradık, işten atıldık!”, “Sendika<br />
hakkımız engellenemez!”, “Direne<br />
direne kazanacağız!” vb. döviz<br />
ve sloganlarla eyleme katılarak<br />
patrona “Buraya sendika girecek<br />
başka yolu yok” mesajını güçlü bir<br />
şekilde verdiler.<br />
İçlerinde 16 yıldır asgari ücretle<br />
çalıştırılan bir işçinin de<br />
bulunduğu üç işçi arkadaşla,<br />
Zafer Tekşen, Savaş Can ve Recep<br />
Çakmak’la görüştük. Arkadaşlar<br />
yıllardır çalıştıkları fabrikada büyük<br />
bir haksızlığa uğradıklarını ve<br />
bu haksızlığı ortadan kaldırmak<br />
için sendikalaştıklarını, patronun<br />
ise bunu engellemek için var gücüyle<br />
her türlü olanağını kullanarak<br />
saldırdığını belirtti. Patronun<br />
“iş yok” gerekçesiyle kendilerini<br />
işten atmasının sendikalaşmayı<br />
engelleme çabası olduğunu söyleyen<br />
işçiler tek kişi de kalsalar<br />
sendikalarıyla birlikte kazanana<br />
kadar direneceklerini, mücadelelerini<br />
sürdüreceklerini vurguladılar.<br />
Her gün sabah saat 7.00’den<br />
akşam 17.30’a kadar fabrikanın<br />
önünde beklediklerini söyleyen işçiler<br />
her vardiya değişiminde işçi<br />
arkadaşlarının kendileriyle dayanışma<br />
içinde olduğunu belirten eylem<br />
ve etkinliklerde bulunduğunu<br />
belirttiler. İçerdeki işçi arkadaşlarla<br />
birlikte günde birkaç kez slogan<br />
ve dövizlerle patronun baskılarını<br />
protesto ettiklerini söylediler. İşçi<br />
arkadaşlarının ve kendilerinin bu<br />
direngen tavırlarında patronun<br />
ne kadar rahatsızlık duyduğunu,<br />
patronun içerde çalışanların kendileriyle<br />
görüşmemesi için bir dizi<br />
yaptırımda bulunmasından anlaşıldığını<br />
belirttiler.<br />
Polisin fabrikanın önünde durmalarına<br />
müdahale etmediğini,<br />
herhangi yasadışı bir tavırlarının<br />
olmadığını ve olamayacağını, tek<br />
amaçlarının ekmeğine, geleceğine<br />
ve onurlarına sahip çıkmak olduğunu<br />
söylediler. Çevre fabrikalardaki<br />
işçilerden henüz pek ciddi bir<br />
destek gelmediğini belirten işçiler<br />
sendika, grev, direniş konularında<br />
halkın çok bilgisiz olduğunu onları<br />
bilgilendirmek için hepimize<br />
görev düştüğünü belirttiler.<br />
Devrimci ve demokrat basın<br />
yayın kurumları dışında boyalı<br />
basının kendilerine yapılan haksızlıklara<br />
pek yer vermediğini belirten<br />
işçiler gazetemiz aracılığıyla<br />
kamuoyuna; holding medyasından<br />
çıkanlara itibar etmemelerini, sınıftan<br />
yana olan tüm çevreleri kendileriyle<br />
dayanışmaya çağırdılar.<br />
20 Aralık 2007 ✓<br />
EK:6<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
ACERER Döküm Sanayi işçileri<br />
grevde<br />
Kocaeli-Gebze ilçesi Sanayi<br />
Bölgesinde TÜBİTAK’ın<br />
yanında kurulu bu dökümhanede<br />
demir, nikel, krom ve benzeri<br />
metallerin dökümü yapılıyor.<br />
Hammaddesini iç pazardan alan,<br />
ürettiğini ise iç ve dış pazara satan<br />
bir fabrika. Biri kadın toplam 41<br />
çalışanı var.<br />
Bu işyerinde 4 yıl önce Birleşik<br />
Me t a l-İ ş S e nd i k a s ı G e b z e<br />
Şubesi’nde örgütlenen 22 işçinin<br />
6 aydır süren Toplu İş Sözleşmesi<br />
anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Bu işçiler<br />
şimdi grevdeler.<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> grevin<br />
3. gününde işçileri ziyaret ettik.<br />
Grev gözcüsü 4,5 yılık döküm<br />
ustası <strong>olarak</strong> çalışan işçi Gürsel<br />
Kavak ve 4 yıllık işçi Cemali<br />
Partlak adlı işçilerle gelişmeler<br />
hakkında sohbet ettik.<br />
İşçilerin verdiği bilgiye göre idari<br />
personelin maaşları çok yüksek,<br />
işçilerinki ise çok düşük. İşçilerle<br />
idari personel arasında 2 ile 10 kat<br />
arası değişen ücret farkı var. En<br />
düşük işçi aylığı 490, en yükseği ise<br />
700 YTL. İşyeri MESS’e bağlı olmasına<br />
rağmen yılda üç ikramiye<br />
alınabiliyor. Normalde MESS’e<br />
bağlı işyerlerinde 4 ikramiye olduğunu<br />
belirten döküm ustası Gürsel<br />
Kavak ayda 590 YTL ücret aldığını<br />
bunun 230’nu ev kirasına verdiğini<br />
geri kalanla nasıl geçinileceğini<br />
patrona sormak gerektiğini<br />
söyledi. Sadece bir kuru ekmek<br />
elde etmek için greve çıktıklarını,<br />
patronun geçen yıllardaki ücret<br />
zammı (aylıklara %10-15 oranında<br />
zam yapma) teklifleriyle gelmesinin<br />
kendileriyle dalga geçmek anlamına<br />
geldiğini söyledi.<br />
Ağır sanayide çalışan işçiler <strong>olarak</strong><br />
yaptıkları işe göre ücretlerin<br />
çok düşük olduğunu, dökümhanede<br />
en uzun çalışan ve en yetkin<br />
ustanın aylığının 700 YTL olduğunu<br />
belirten işçiler patronun bu<br />
zam teklifi ile bunun 800’e çıkacağını<br />
ifade ettiler. Patronun bu<br />
kadar düşük tekliflerle gelme cesaretini<br />
nereden aldığına bir türlü<br />
akıl erdiremediklerini belirten<br />
işçiler taleplerinin sadece yılda 4<br />
ikramiye ve 95 YKRŞ saat ücreti<br />
olduğunu söylediler. Greve çıkmış<br />
olmalarının patronun uzlaşmaz<br />
tavrı yüzünden olduğunu belirttiler.<br />
Gece grev nöbetlerini ilk iki<br />
gün işyerinin güvenlik kulübesinde<br />
tuttuklarını söyleyen işçiler patron<br />
tarafından bu kulübeden çıkarıldıklarını<br />
anlattılar. Buna öfkelenen<br />
işçiler greve çıkmakla patrona<br />
silahlı çatışma ilan etmediklerini,<br />
yarın birlikte yine çalışacaklarını,<br />
patronların buna saygılı olmaları<br />
gerektiğini söylediler.<br />
Neden bir grev çadırı açmadıkları<br />
yönlü sorumuza da işyerinin<br />
TÜBİTAK’ın yanında olduğunu,<br />
buranın Bakanlar, Başbakan,<br />
Cumhurbaşkanı, vb.nin geldiği<br />
bir yer olduğu için polisle problem<br />
yaşayacaklarını ve yasalar çerçevesinde<br />
hak aramanın daha doğru<br />
olacağı yanıtını verdiler. İşçilerin<br />
yasal haklarını gasp eden tüm patronların<br />
büyük kanunsuzluklar<br />
yaptığını hatırlatmamıza ise patronların<br />
neden böyle davrandıklarına<br />
pek bir anlam vermediklerini<br />
öyle davranmamaları gerektiğini<br />
belirttiler. Biz de patronların devletlerinin<br />
yasalarında işçilere tanınan<br />
hak kırıntılarını bile vermek<br />
istemediğini verilenleri de çoğu<br />
zaman çok açık ve büyük kanunsuzluklarla<br />
gasp ettiğini anlatmaya<br />
çalıştık.<br />
Ücretli kölelik düzeninin en ağır<br />
işkolundan biri olan bu işyerinde,<br />
açlık ücretinin altında çalışan bu<br />
işçilerin yeni haklar elde etmeleri<br />
ve kazanılmış haklarını koruyabilmeleri<br />
için haklılıklarından<br />
aldıkları güçle meşru mücadele<br />
yol ve yöntemlerini kullanmaktan<br />
çekinmemeleri gerekir. Çünkü<br />
“Cehennemin yolu iyi niyetlerle<br />
döşelidir!”. Hak verilmez alınır!<br />
Aralık 2007 ✓
DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!<br />
rına -kısmen de olsa- ulaştılar.<br />
Bu da deri patronlarının sendikal<br />
örgütlülüğüne sahip çıkan, bilinçli<br />
ve öncü, hak arayan mücadeleci arkadaşların<br />
çalıştığı işyerlerinin örgütlülüğünü<br />
yok etmeyi esas hedef<br />
haline getirdiklerini gösteriyor. Biz<br />
DEMSAŞ işçileri <strong>olarak</strong> patronun<br />
TİS’e yanaşmayıp hepimizi işten<br />
atmasını böyle bir saldırı <strong>olarak</strong><br />
değerlendiriyoruz. Kazlı Çeşme’de<br />
ve burada toplam 30 yıldır deride<br />
çalışıyorum. 90 yıllık bu fabrikada<br />
45 yıldır işçilerin sendikalı çalıştığını<br />
biliyoruz.<br />
Patron gördü ki işyerimiz en örgütlü<br />
işyerlerinden bir tanesidir.<br />
Arkadaşların çoğu sendikasına<br />
bağlı, örgütlü ve mücadeleci işçi<br />
arkadaşlar. O yüzden patron “sendikal<br />
haklardan dolayı maliyet artıyor,<br />
diğer firmalarla rekabet edemiyorum<br />
zarar ediyorum.” diyerek<br />
bizi işten attı.<br />
Bu saldırıyı, işyerinde bu kadar<br />
uzun yıllar haklarını mücadele<br />
ederek almış işçilerin örgütlü olma<br />
geleneğini sürdüren bizler sadece<br />
patronumuz tarafından değil onun<br />
şahsında tüm deri patronlarının<br />
genel saldırısı <strong>olarak</strong> görüyoruz.<br />
Bu saldırı, her yerde yaşandığı<br />
gibi işyerimizde de yaşanıyor.<br />
Fabrikayı geçici <strong>olarak</strong> kapatıp<br />
sendikalı işçileri işten çıkarma ve<br />
tekrar asgari ücretle yeni işçi alarak<br />
üretimi sürdürme saldırısıdır.<br />
Ve bu saldırı aynı zamanda böyle<br />
işyerlerinde tek tek var olan sendikal<br />
örgütlenmeyi tasfiye etmek<br />
suretiyle bir bütün <strong>olarak</strong> Tuzla<br />
Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde<br />
sendikalı çalışmayı tümden bitirmeyi<br />
amaçlamaktadır.<br />
YDİ ÇAĞRI- Patron “kazanamıyorum”<br />
bahanesiyle işyerini<br />
kapattı ve sizi de işten attı. Bu durumda<br />
sizin istekleriniz nedir, ne<br />
için direniştesiniz?<br />
Y. GÖKÇE- Bölgede içlerinde<br />
çok büyük firmaların da olduğu<br />
yüzlerce fabrikada çalışan on binlere<br />
varan işçiden %10’nu bile sendikalı<br />
değil. Belki DEMSAŞ gibi<br />
küçük işyerleri sendikasız, sigortasız<br />
ve asgari ücretle işçi çalıştıran<br />
fabrikalara göre az kazanıyor olabilir.<br />
Fakat bugünkü ortamda işçi<br />
maliyeti bir fabrikayı iflas ettirip<br />
kapanmasına asıl neden olamaz.<br />
Bu tüm patronların sendikalı işçiden<br />
veya yüksek ücretli işçiden<br />
kurtulmak için hep ileri sürdükleri<br />
sahte bir gerekçedir. Patronlar<br />
daima kendilerine hakkını arayan<br />
işçi değil sendikasız, örgütsüz kul<br />
köle işçi ararlar. Bizim işyerimizde<br />
de patronun öyle işçiler almak için<br />
bizi işten attığını düşünüyoruz.<br />
Buna rağmen; biz, eğer fabrika<br />
büyük bir zararda ve iflas edecek<br />
durumda ise bu işyerinin çalışması<br />
Tu z l a O r g a n i z e D e r i<br />
Sanayi Bölgesi’nde kurulu<br />
DEMSAŞ Deri Mamulleri<br />
Sanayi A.Ş. Fabrikası işlenmemiş<br />
sığır derisinden ayakkabı ve çanta<br />
derisi üreten 90 yıllık bir fabrika.<br />
Ürettiğinin çoğunu Avrupa ülkelerine<br />
satıyor.<br />
1999 yılında Zey tinburnu-<br />
Kazlıçeşme’den Tuzla’ya taşınan bu<br />
işyerinde patron işçilerin örgütlü<br />
olduğu Deri – İş Sendikası ile hep<br />
işkolundaki Grup Toplu Sözleşmesi<br />
kapsamında Toplu İş Sözleşmeleri<br />
imzalamış. Fakat yeni TİS döneminden<br />
önce patron zarar ettiğini<br />
ileri sürerek çalışan üçü kadın 21<br />
işçiyi 14 Aralık 2007 günü işten atmış.<br />
İşçiler şu an fabrikanın kapısında<br />
direnişteler. İşyerinde sendikayı<br />
yok etmeye yönelik patronun<br />
ve jandarmanın saldırı ve baskılarına<br />
karşı işçiler, sendikaları Deri<br />
– İş Sendikası Tuzla Şubesi önderliğinde<br />
direnişlerini büyük bir<br />
kararlılıkla sürdürüyorlar. Konu<br />
ile ilgili 24 Aralık’ta kamuoyuna<br />
bir basın açıklaması yapan sendika,<br />
Tuzla Organize Deri Sanayi<br />
Bölgesindeki bu saldırının sendikalı<br />
işyerlerinin tümünde sendikayı<br />
tasfiyeye yönelik olduğunu<br />
belirtmiş, bu saldırıya karşı mücadelesinde<br />
tüm duyarlı kamuoyunu<br />
desteğe çağırmıştı.<br />
Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong><br />
direnen bu 21 işçiyi direnişlerinin<br />
9. gününde ziyaret ettik. Onlarla<br />
söyleşi ve sohbetler yaptık. En kıdemsizi<br />
2 yıllık ve en kıdemlisi<br />
40 yıllık işçilerden Yusuf Gökçe<br />
(işyerinde 12 yıllık işçi ve aynı zamanda<br />
işyeri sendika temsilcisi)<br />
ile yaptığımız söyleşiyi yayınlayarak<br />
bu fabrikadaki gelişmeler<br />
hakkında okuyucularımıza bilgi<br />
vermek istiyoruz.<br />
YDİ ÇAĞRI-İşyerinizde geçmişten<br />
bugüne kadar yaşanan gelişmeleri<br />
ve direnişinizin taleplerini<br />
kısaca anlatır mısınız?<br />
Y. GÖKÇE- DEMSAŞ işyeri sürecini<br />
anlatmaya başlamadan önce<br />
Organize Deri Sanayi Bölgesi’ndeki<br />
biz işçilerin durumu hakkında birkaç<br />
şey söylemek istiyorum. Biz bu<br />
bölgede uzun yıllardır çalışıyoruz.<br />
Bu işyerinde çalışan tüm arkadaşlar<br />
da çoğu -aşağı yukarı- 15 yıllık<br />
işçiler.<br />
Tabii bu sürece gelmeden önce<br />
mutlaka bu bölgenin sıkıntılarına<br />
da değinmekte yarar var.<br />
Yıllardır bu bölgede sermaye bir<br />
bütün <strong>olarak</strong> saldırıyor. Bu saldırıların<br />
bir tek nedeni var: Bölgeyi<br />
sendikasızlaştırmak ..! Son birkaç<br />
yıldır patronlar bölgede sendikal<br />
örgütlülüğü olan birçok işyerine<br />
bu tür saldırılarda bulundular.<br />
Ve buralarda çoğunda sendikal<br />
örgütlülüğü yok ederek amaçlaşartıyla<br />
şimdi aldığımız haklardan<br />
belli bir süre vazgeçeceğimizi<br />
önemli fedakarlıklarda bulunacağımızı<br />
söyledik. Fakat patron tarafından<br />
isteğimiz kabul edilmedi.<br />
Yani patron tarafından yıllardır<br />
büyük özverilerle çalıştığımız işyerimizde<br />
işimizi kaybetmeden<br />
sendikalı çalışma isteğimiz kabul<br />
edilmedi.<br />
YDİ ÇAĞRI- Yıllardır sendikalı<br />
sözleşmeli çalıştığınız işyerinizde<br />
yine sendikalı fakat bazı haklarınızdan<br />
vazgeçerek çalışmak istiyorsunuz.<br />
Bu vazgeçtiğiniz haklar<br />
nelerdi?<br />
Y. GÖKÇE- Patron en son 17<br />
Ekim 2007 günü bizi temsilcileri<br />
ve sendikayı çağırarak işyerini kapatacağını<br />
belirtti. Nedenini sorduğumuzda<br />
ise işçi maliyetinden<br />
dolayı kazanamadığını, sürekli<br />
kaybettiğini söyledi. Biz de bunun<br />
üzerine işyerinin çalışması, kapanmaması<br />
için ne gibi özveride<br />
bulunulması gerekiyorsa onu yapabileceğimizi<br />
söyledik. Bu özveriler<br />
nelerdi? İşte gerekiyorsa 2008<br />
yılının ücretli izinlerini ücretsiz<br />
kullanabileceğimizi onun dışında<br />
yine gerekiyorsa bizim ücretsiz izin<br />
kullanabileceğimizi hatta hepimize<br />
çıkış giriş vermeyi bile kabul<br />
edeceğimizi belirttik. Ona rağmen<br />
yok kapatıyorum dedi. Son <strong>olarak</strong><br />
bunları bir düşünün dedik. Bize<br />
haber vereceğini söyledi. Fakat<br />
bize haber vermeden 14 Aralık<br />
2007 günü yemekhaneye asılan<br />
bir duyurudan öğrendik ki fabrikayı<br />
kapatacağına karar vermiş,<br />
biz 21 işçiyi işten çıkarmış SSK<br />
ve Bölge Çalışma Müdürlüğüne<br />
de bildirmiş. O gün çalışıyorduk.<br />
Bizi çağırdı, görüştük. Bize üç işçi<br />
arkadaşımızı işte tutmak istediğini<br />
gerekçeleriyle anlattı. Bu üç<br />
kişi kazanı yakan, makineyi çalıştıran<br />
ve paketlemede çalışan usta<br />
olan arkadaşlardı. Bunda fabrikayı<br />
çalıştırmak istediğini anladığımızı<br />
belirttik. Hatta işçi azaltmak istiyorsa<br />
içimizde işten gönüllü ayrılmak<br />
isteyen 8 arkadaşın olduğunu<br />
onların kendi rızalarıyla işten ayrılacağını<br />
belirttik. Fakat bunu da<br />
kabul etmedi. Bu 8 arkadaştan ziyade<br />
özellikle biz temsilcileri işten<br />
atmak istediğini söyledi. Açıkça<br />
anladık ki işyerinde sendikayı yok<br />
etmekten başka bir amacı yok patronun.<br />
Böyle bir haksızlığa karşı<br />
17 Aralıktan beri direnişteyiz.<br />
YDİ CAĞRI- Direnişte geçen bu<br />
süre içinde gerek kamuoyundan<br />
gerekse bu Organize Deri Sanayi<br />
Bölgesindeki fabrikalarda çalışan<br />
işçilerden size destek var mı? Bu<br />
destekler nelerdir?<br />
Y. GÖKÇE- Daha henüz kamuoyunu<br />
direnişimiz hakkında yeterli<br />
bir bilgilendirme yapılmadığı için<br />
çoğu dostlarımızın bizlerden haberi<br />
yok. Sadece geçtiğimiz günlerde<br />
sendika genel merkezi tarafından<br />
yazılı bir basın açıklaması<br />
yapıldı. Buna rağmen özellikle<br />
bağlı olduğumuz TÜRK- İş olmak<br />
üzere sendikalarda bir duyarsızlık<br />
var. Önümüzdeki günlerde sendikamızla<br />
birlikte kamuoyunu<br />
duyarlı hale getirecek dayanışma<br />
talep eden açıklamalar, etkinliklerde<br />
bulunacağız. Çevremizdeki<br />
fabrikalarda çok güçlü olmasa da<br />
gerçekten örgütlü olan işyerlerinde<br />
öğle paydoslarında 30-40 kişilik<br />
gruplar halinde bizi ziyaret eden<br />
işçi arkadaşlar oluyor. Birlikte sloganlı<br />
protestolarda bulunuyoruz.<br />
Bundan patronlar çok rahatsız oldukları<br />
için çoğu zaman jandarma<br />
müdahale ediyor.<br />
Sabahtan akşama kadar kapıda<br />
soğukta bekleyen üçü kadın bu<br />
21 işçi arkadaşımızın fabrikanın<br />
tuvaletini kullanmasına bile engel<br />
olunuyor. İşçilerin fabrikanın<br />
önündeki kaldırımda durmalarını<br />
büyük bir suç işlemiş gibi gören<br />
jandarma saldırıyor. Tüm bu saldırı<br />
ve baskılara rağmen kazanana<br />
kadar burayı terk etmeyeceğini<br />
söyleyen işçilerin direnişine sahip<br />
çıkmaları için tüm sınıf bilinçli işçilere<br />
çağrıda bulunuyoruz:<br />
DEMSAŞ işçilerini destekleyelim!<br />
Çünkü; dayanışmayla<br />
güçlüyüz! Kavgaları kavgamızdır!<br />
Yaşasın DEMSAŞ işçilerinin<br />
direnişi!<br />
Aralık 2007 ✓<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:7
Yörsan’da işçi kıyımı!<br />
Yörsan Gıda Mamulleri San.<br />
ve Tic. A.Ş., Balıkesir ilçesi<br />
Susurluk Organize Sanayi<br />
Bölgesinde kurulu bulunuyor.<br />
Yörsan’da süt ürünleri ve meyve<br />
suyu üretimi yapılıyor.<br />
Susurluk´taki işletme, “Türkiye,<br />
Balkanlar ve Ortadoğu´nun en büyük<br />
süt ve süt ürünleri entegre tesisi”<br />
<strong>olarak</strong> sunuluyor. “Gelenekten<br />
Geleceğe” sloganını benimseyen<br />
Yörsan A.Ş.nin temelinde işçilerin<br />
alın teri, emeği yatıyor.<br />
Bir süredir Yörsan ürettikleri ile<br />
değil, yaşanılan sendikalaşma mücadelesinden<br />
dolayı gündemde!<br />
Yörsan’da sendikalaşma mücadelesi<br />
veren Türk-İş’e bağlı<br />
Tekgıda-İş Sendikası’nın verdiği<br />
bilgilere göre Yörsan’da yaşanılan<br />
gelişmeler şöyle:<br />
Yörsan’da çalışan işçilerin hemen<br />
hemen tamamını 4 ayda örgütleyen<br />
(400 işçi) Tekgıda-İş, yetki<br />
tespiti için Çalışma Bakanlığı’na<br />
başvuruyor. Bunu öğrenen Yörsan<br />
patronu, işçilere karşı saldırıya<br />
geçiyor.<br />
“Önce üyemiz Mehmet Karaman,<br />
adeta mafya usulüyle, bir bağ<br />
evine götürülüp sendikadan istifa<br />
etmesi için fiziksel şiddete maruz<br />
bırakılmış, “ayağına kurşun<br />
sıkmakla” tehdit edilmiştir. Buna<br />
mukabil üyelerimizin sendikalaşmada<br />
kararlılık göstermesi sonrasında,<br />
geçtiğimiz Çarşamba günü<br />
12 kişiyle başlamış olan işçi çıkarımı,<br />
Perşembe günü 110’a, Cuma<br />
Günü 240’a ve Cumartesi günü de<br />
400 kişiye ulaşmış bulunmaktadır.”<br />
(Tekgıda-İş Sendikası Genel<br />
Yönetim Kurulu’nun 09.12. 2007<br />
tarihli basın açıklaması.)<br />
Yörsan patronu, fabrikada sürekli<br />
çalışan yaklaşık 400 işçiyi<br />
“öğrenci” kimliği altında, “stajyer”<br />
adı altında sigortasız <strong>olarak</strong><br />
çalıştırmaktadır.<br />
Baskı, tehdit ve şiddetle sendikal<br />
örgütlenmeyi bastırmaya<br />
çalışmaktadır.<br />
“Halihazırda, “yasa dışı lokavt”<br />
yaparak ve çevre köylerden hiçbir<br />
deneyimi olmayan kişileri toplayarak<br />
üretim yapmaya çalışan işverenin<br />
tavrını şiddetle kınıyor ve bu<br />
gayrı kanuni ve insan sağlığı için<br />
tehlikeli olabilecek üretimi hukuki<br />
yollardan engelleyebilmek için<br />
her türlü girişimi yapmış bulunuyoruz.”<br />
(09.12.2007 tarihli basın<br />
açıklaması.)<br />
Yörsan’da atılan işçiler fabrika<br />
yakınında direnişe geçtiler.<br />
Anayasal hak olan sendikayı<br />
Yörsan patronu istemiyor.<br />
Fabrikaya sendikanın girmemesi<br />
için her türlü yola başvuruyor. 11<br />
Aralık´ta bazı gazetelere yarım<br />
sayfa ilan verdi. Öyle ki Yörsan<br />
A.Ş. yaptığı basın açıklamasında<br />
pervasızca şunları diyebiliyor:<br />
“YÖRSAN Yönetimi ve çalışanları<br />
<strong>olarak</strong> huzur içinde çalışmalarımız<br />
devam ederken işyerimize;<br />
bir takım kişiler tarafından organize<br />
edilen ve çalışanlarımızı; yönetim,<br />
iş yeri ve iş arkadaşları ile<br />
karşı karşıya gelmelerine neden<br />
olacak ve iş barışına zarar verecek<br />
bir takım faaliyetler yürütüldüğü;<br />
gerçek dışı ve doğru olmayan beyanlarla<br />
bazı çalışanlarımızın bu<br />
menfi faaliyetlere katılmaları için<br />
zorlandıkları ve bununla alakalı<br />
<strong>olarak</strong> maalesef iş yerinde üretimi<br />
aksatmaya çalıştıkları, bazı<br />
direnişçi personelin; makinalara,<br />
ürünlere ve çalışmak isteyen personelimize<br />
zarar verdikleri tesbit<br />
edilmiştir.” (Yörsan’ın “Türk kamuoyuna<br />
açıklama”sından)<br />
Yörsan patronu, vahşi kapitalizm<br />
yöntemleri ile “huzur içinde”<br />
işçileri sömürürken, işçilerin<br />
emeği sayesinde sürekli zenginleşirken,<br />
“bir takım kişiler” gelip<br />
işçilerin anayasal hakları olan sendikayı<br />
fabrikaya sokmak istiyorlar.<br />
Patron sendikalaşma mücadelesi<br />
veren, yürüten kişileri “kötü niyetli”<br />
<strong>olarak</strong> ilan ediyor, sendikayı,<br />
sendikal mücadeleyi de karalıyor.<br />
Bir anlamda sendikayı ve sendikal<br />
mücadeleyi “bir tür terör sızması”<br />
<strong>olarak</strong> adlandırıyor!!<br />
Patronlar istiyorlar ki, istedikleri<br />
gibi işçileri ezsinler, sömürsünler.<br />
İşçilerin hiçbir hakkı olmasın.<br />
Sadece köle gibi çalışmayı düşünsünler.<br />
Ücret köleliği koşullarını<br />
birazcık düzeltmek, biraz daha<br />
fazla ücret için sendika üyesi olan<br />
işçiler hemen kapı önüne konuyor.<br />
Patronlara sendikayı, sendikal mücadeleyi<br />
kabul ettirmek, uzun soluklu<br />
bir mücadeleyi gerektiriyor.<br />
Yörsan işçileri de yılmamalı,<br />
kenetlenerek patronun baskılarını<br />
göğüslemeli, direnişlerini başarı<br />
ile tamamlamak için gerekli olanın<br />
mücadele ve örgütlenme olduğunu<br />
unutmamalıdırlar.<br />
Yaşasın sınıf dayanışması!<br />
İşçilerin birliği sermayey i<br />
yenecek!<br />
23 Aralık 2007<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />
Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin<br />
mücadelesi sürüyor<br />
Üniversitenin kantin ve<br />
otelinde çalışan işçiler<br />
2007 yılının Şubatından<br />
beri DİSK/OLEYİS’de örgütlenmeye<br />
çalışmış ve geçtiğimiz aylarda<br />
sendika yetki alarak TİS görüşmelerine<br />
başlamışlardı. Fakat<br />
örgütlenmenin başladığı günden<br />
bu yana 75 işçiyi baskı tehdit ve<br />
taşeronlaştırma ile yıldırarak işten<br />
atan Rektör, işçilerin hakların vermek<br />
istememiş işyerinde grev oylaması<br />
için baskıyla imza toplamıştır.<br />
İşçilerin sendikadan istifa etmeleri<br />
ve grev oylamasında “HAYIR” oyu<br />
kullanmaları için işten çıkarma<br />
tehditlerinde bulunmuştur. Bu baskılar<br />
o denli gaddar ki gece çalışan<br />
işçilere “evinize nasıl giderseniz<br />
gidin” denilerek işçileri evlerine<br />
götüren servis aracı kaldırılmış.<br />
Sözümona bilim insanı geçinen bu<br />
yöneticilerin sendikalaşmak isteyen<br />
işçilere karşı takındıkları bu<br />
tavırlar ibretliktir.<br />
İşçilerin ve emekçilerin sömürülmesinden<br />
elde edilen ranttan<br />
pay alan bu bürokratların emrinde<br />
oldukları egemen sınıflara hizmet<br />
etme aşkının bir bilim insanında<br />
var olması gereken insana saygılı<br />
davranma etik ilkesine daha baskın<br />
çıkmış olduğunu gösteriyor.<br />
Tüm bunlara rağmen işyerinde<br />
çalışan 89 işçiden sendika üyesi<br />
55 işçi yapılan grev oylamasında<br />
greve ‘evet’ demiş ve sendika<br />
Kasım ayı başında grev kararını<br />
işyerine asmıştır.<br />
Aralık ayı sonunda greve çıkacak<br />
işçilere baskılar sürüyor. İşçiler<br />
bu baskı ve saldırılara karşı inatla<br />
ve sabırla direniyorlar.<br />
DİSK- OLEYİS Marmara Bölge<br />
Şubesi bununla ilgili 7 Aralık 2007<br />
günü kamuoyuna yaptığı yazılı<br />
açıklamada sendika <strong>olarak</strong>, rektörlüğün<br />
bu saldırılarını kınadığını<br />
işçilerin haklarını yasal sınırlar<br />
içinde sonuna kadar savunacağını<br />
KESK Kilis Şubelerinin binasındaki<br />
toplantı salonunda<br />
yapılan Genel Kurula<br />
Kilis’te var olan Eğitim-SEN,<br />
Haber-SEN, Emekli-SEN şube başkanları<br />
ile Özürlüler Yardımlaşma<br />
ve Dayanışma Derneği Başkanı<br />
katıldı. Kongrede tek liste ile seçime<br />
katılan eski Şube Başkanı<br />
Kiyasettin Aslan güven tazeleyerek<br />
yeniden seçildi. Yönetim Kurulu<br />
üyeliklerine de Muzaffer Porsuk,<br />
İbrahim Ceylan, Yunus Çiçek ve<br />
Enver Özdemir getirildiler.<br />
K. Aslan kongrede yaptığı konuşmada<br />
sendika <strong>olarak</strong> TİS ve<br />
belirterek tüm Kocaeli halkına işçi<br />
sınıfına, aydınlara ve öğrencilere<br />
işçilerin yanında olmaları için<br />
çağrıda bulundu.<br />
Aralık 2007 ✓<br />
BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan<br />
Genel Kurulu<br />
grev hakkının verilmesi, örgütlenme<br />
özgürlüğü önündeki engellerin<br />
kaldırılması, açlık yoksulluk<br />
ve sefalete dur demek ve insanca<br />
yaşanacak bir ücret alabilmek için<br />
var güçleriyle mücadele edeceklerini<br />
belirtti.<br />
Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğünün<br />
önündeki engellerin kaldırılması<br />
savaşa ve sömürüye hayır<br />
diyen emekçilerin birliği, halkların<br />
kardeşliği için verdikleri mücadeleyi<br />
de kesintisiz sürdüreceklerini<br />
vurguladı.<br />
Aralık 2007 ✓<br />
EK:8<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />
Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />
e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
SAYI 118’in İşçi Eki · Ocak 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
PANORAMA<br />
panorama<br />
Duma seçimleri yapıldı,<br />
Putin kazandı…<br />
- RUSYA -<br />
Başkanlık sistemiyle yönetilen<br />
Rusya’da parlamentonun<br />
ya da başbakanın fazla bir<br />
yetkisi olmadığından Duma seçimleri<br />
genelde pek önemsenmiyordu.<br />
Kuşkusuz ki bu nedenle Duma’ya<br />
girmeye çalışan partiler arasında siyasi<br />
dalaş, karşı propaganda vb. işler<br />
ortadan kalkmadı, kalkmıyor da.<br />
Yine de devlet erkini elinde tutan<br />
esas makam başkanlık makamı olduğundan,<br />
kimin başbakan olacağı<br />
tartışmaları tali, yan tartışmalar <strong>olarak</strong><br />
yaşandı.<br />
Bu sefer ama bu böyle olmadı.<br />
2 Aralık 2007 tarihinde yapılan<br />
Duma seçimlerini ilginç kılan ve bu<br />
seçimler üzerine tartışmaların yoğunlaşmasına<br />
yol açan olgu, Başkan<br />
Putin’in, başkanlık görevi bitmeden<br />
Duma seçimlerinde Birleşik Rusya<br />
Partisi’nin baş adayı <strong>olarak</strong> seçimlere<br />
katılmasıydı.<br />
2008 y ılı Mart ay ı başında<br />
Rusya’da başkanlık seçimleri yapılacak.<br />
Anayasa’ya göre Putin ardarda<br />
üçüncü kez aday olamıyor. Putin’in<br />
geçen Duma seçimlerinden bu yana<br />
yasayı değiştirip başkanlığa devam<br />
edeceği yönlü eleştirileri boşa çıkarıp<br />
yasayı değiştirmemesi olgusu<br />
ile Putin’in Rusya’nın uluslararası<br />
dalaşta yeniden güçlenmesinde oynadığı<br />
rol birleşince, kimin başkan<br />
olacağı tartışmaları ile Putin’in ne<br />
yapacağı üzerine tartışmalar çok<br />
yönlü sürdürüldü. Değişik senaryolar<br />
üretildi.<br />
Duma seçimlerinin propaganda<br />
dönemine gelindiğinde Putin,<br />
Birleşik Rusya Partisi’nin baş adayı<br />
<strong>olarak</strong> seçimlere gireceğini ve açık<br />
farklı bir galibiyet alındığında başkanlık<br />
görevi bittikten sonra başbakan<br />
<strong>olarak</strong> “hizmete hazır” olabileceğini<br />
açıkladı. Halkı da seçimlere<br />
gidip Birleşik Rusya Partisi’ne, yani<br />
kendisine oy vermeye çağırdı.<br />
Putin’in üçüncü kez başkan olabilmesi<br />
için geçen dört yıllık süreçte<br />
yasayı değiştirmemesi esas <strong>olarak</strong><br />
Rusya’da iktidarı elinde tutan kesimin<br />
böylesi bir değişikliğe ihtiyaç<br />
duymadığını gösterirken, aynı zamanda<br />
Putin’in “batılı” güçlere kendisinin<br />
“demokrat” olduğunu gösterme<br />
çabasında “anayasayı koruyacağım”<br />
yönlü açıklamasına uygun davrandığını<br />
da göstermektedir. Kuşkusuz ki<br />
bu olgular, 1989’da Doğu Bloku’nun<br />
dağılması sonrasında Rusya’da ortaya<br />
çıkan iktidar dalaşının, oligarkların<br />
çatışmalarının şimdilik Putin<br />
ve çevresinde birleşenlerin lehine sonuçlandığını;<br />
anda iktidarı elinde tutan<br />
kesimin kendisini tehdit altında<br />
görmediğinin de işaretleridir.<br />
Putin önderliğindeki Rusya yönetimi,<br />
ülkenin zenginlik kaynaklarını,<br />
ekonomisini yeniden devletin kontrolüne<br />
almış, belli anlamda yeniden<br />
merkezileştirmiştir. Bunu yaparken<br />
1989 sonrası ortaya çıkan oligarkları<br />
ortadan kaldırmamış, tersine devletle<br />
içiçe geçirmiştir. Diğer bir deyimle<br />
devlet mafyası ile özel mafya<br />
içiçe geçmiştir. Bu kaynaşmaya ters<br />
düşenler ise devredışı bırakılmıştır.<br />
Putin’in peşpeşe üçüncü kez başkanlığa<br />
aday olamadığı ve iktidarın<br />
tehdit altında olmadığı böylesi koşullarda<br />
Duma seçimleri vitrin değişikliği<br />
için bir araç rolünü oynayabilirdi,<br />
oynuyor da.<br />
SEÇİM SONUÇLARI…<br />
Seçimler bağlamında bilince çıkarılması<br />
gereken şey, son Duma seçimlerinden<br />
sonra seçim ve parti<br />
yasalarında değişiklikler yapıldığıdır.<br />
Duma’ya katılabilmenin barajı<br />
%5’ten %7’ye çıkarıldı. Tek istisna,<br />
seçimlerde ikinci sırayı kapan partinin<br />
%7’yi aşamaması durumudur.<br />
Böylesi bir durumda sözkonusu<br />
ikinci parti baraj oranının altında da<br />
kalsa Duma’ya katılabiliyor. Böylece<br />
Duma’da muhalif partinin varlığı<br />
garantiye alınmış oluyor…<br />
Parti yasasının değişikliğinden biri<br />
en az 10.000 üyeye sahip olması durumu<br />
en az 50.000 üyeye sahip olma<br />
biçiminde değiştirildi. Böylece sayısız<br />
küçük partinin resmi varlığı sona<br />
erdi. Eğer böylesi partiler örgütlü<br />
çalışmasını yürütüyorsa, bu yasal olmayan<br />
bir örgütlülük olmuş oluyor.<br />
Önce 50.000 üye kazanacaksın, ondan<br />
sonra parti <strong>olarak</strong> kabul edilip<br />
seçimlere katılmayı hakedeceksin…<br />
Parti olmadan nasıl üye kazanacaksın<br />
sorusu ortaya çıkıyor tabii ki,<br />
ama olgu bu.<br />
Bu değişikliğin doğrudan sonucu<br />
seçimlere sadece onbir partinin katılmasıydı.<br />
450 koltuk için 4500’den<br />
fazla aday yarıştı… Merkezi Seçim<br />
Komisyonu’nun 8 Aralık’ta yaptığı<br />
açıklamaya göre 2 Aralık seçiminin<br />
resmi sonuçları şöyledir:<br />
Oy hakkına sahip seçmen sayısı<br />
109.145.517’dir. Seçime katılım oranı<br />
%63,72’dir. Buna göre katılmayanların<br />
oranı %36,28 ve somut rakam<br />
<strong>olarak</strong> da 39.597.993 seçmen seçime<br />
katılmamıştır. Seçime katılanların<br />
sayısının 69.547.523 olduğu gözönüne<br />
alındığında, seçime katılmayanların<br />
oranı üçte birin üzerindedir.<br />
Kullanılan ve geçerli oyların dağılımı<br />
ise şöyledir: Birleşik Rusya<br />
Partisi, 44.714.241, oran <strong>olarak</strong> ise<br />
%64.3; Rusya Federasyonu Komünist<br />
Partisi, 8.046.886, oran <strong>olarak</strong> ise<br />
%11.57; Rusya Liberal-Demokratik<br />
Partisi (faşist Jirinovski’nin partisi),<br />
5.660.823, oran <strong>olarak</strong> ise % 8.14 ve<br />
Adaletli Rusya Partisi (bu parti de<br />
esasta Putin yanlısı bir partidir),<br />
5.383.639, oran <strong>olarak</strong> ise %7.74.<br />
Bu oranların toplam seçmen sayısına<br />
göre oranı ise kuşkusuz ki daha<br />
düşüktür. Örneğin Birleşik Rusya<br />
Partisi %64.3 değil, %40.967 oranında<br />
oy almıştır. Ya da revizyonist<br />
Komünist Partisi %11.57 değil, %7.37<br />
oranında oy almıştır. Diğer iki parti<br />
toplam seçmen sayısı oranına göre<br />
%7’lik barajı aşamamıştır.<br />
Duma’ya katılmaya hak kazanan bu<br />
dört partidir. Bu oy oranlarına göre<br />
koltuk dağılımı da şöyledir: Birleşik<br />
Rusya 315; Rusya Federasyonu<br />
Komünist Partisi 57; Rusya Liberal-<br />
Demokrat Partisi 40 ve Adaletli<br />
Rusya Partisi 38.<br />
Bu sonuçlara göre Putin’in partisi<br />
450 milletvekili koltuğundan 315’ni<br />
kazanarak yasa değiştirmek için<br />
öngörülen üçte iki çoğunluğa sahip<br />
olmuştur.<br />
SEÇİMLERE TEPKİLER…<br />
Başta Rusya Federasyonu Komünist<br />
Partisi olmak üzere Duma’ya katılamayan<br />
kimi muhalif partiler de seçim<br />
sonuçlarını kabul etmediklerini,<br />
seçimlerde hile yapıldığını açıkladılar.<br />
Seçim sonuçlarının iptali için de<br />
mahkemeye başvuracaklarını ilan<br />
ettiler. Bunların esas sancısı bekledikleri<br />
kadar oy alamamalarıdır.<br />
Rusya Federasyonu Komünist Partisi<br />
%20 civarında oy alacağını tahmin<br />
etmiş, ya da beklemiş ama %11.57 almıştır.<br />
Bu yüzden seçim sonuçlarını<br />
kabul etmediğini ilan etti. Böylesi bir<br />
tavır aslında kendi içinde çelişkilidir.<br />
Oynanan oyunda yer alacaksın, yenilince<br />
de oyunun kurallarına, hakeme<br />
itiraz edeceksin… Tam bir burjuva<br />
siyaseti. Diğer muhalefet partilerinin<br />
itirazları da esasta parlamentoya katılamamayı<br />
kabul edememeleri üzerinde<br />
yükselmektedir.<br />
İçteki muhalefetin seçim sonuçlarına<br />
itirazları böyle iken, dıştan<br />
itirazlar da seçimlerin “adil ve demokratik”<br />
olmadığı yönündedir.<br />
Bu itirazların ya da eleştirilerin başını<br />
ise ABD ve AB emperyalistleri<br />
çekmektedir.<br />
Biz sınıf bilinçli işçiler, emekçiler<br />
için burjuvazinin iktidarını sürdürmede<br />
her dört-beş senede bir gündeme<br />
getirdiği seçimler, gerçekte ne<br />
adildir ne de demokratik. Olan esas<br />
şey, ezilenlerin, gelecek seçim döneminde<br />
kendilerini burjuvazinin<br />
hangi kanadının ezeceğine onay vermesidir.<br />
Burjuvazinin demokratik<br />
seçim dediği şey budur gerçekte.<br />
Burjuva demokrasisi çerçevesinde<br />
ele alındığında “adil ve demokratik”<br />
<strong>olarak</strong> kabul edilip kitlelere sunulan<br />
seçimlere baktığımızda, yani<br />
burjuvazinin “demokratikliği” çerçevesinde<br />
soruna baktığımızda da<br />
emperyalistlerin sahtekârlığıyla karşı<br />
karşıyayız. Rusya’da yapılan seçimlerin<br />
ABD’de yapılan seçimlerden özde<br />
farkı yoktur. Olan nüans farklarıdır.<br />
Gerçek durumun böyle olduğu<br />
yerde başta ABD, İngiltere ve<br />
Almanya olmak üzere emperyalist<br />
11
panorama<br />
güçlerin “seçimlerin özgür ve adil”<br />
olmadığını söylemeleri, esasta Rusya<br />
ile olan dalaşlarıyla açıklanabilir.<br />
Putin önderliğindeki Rusya yönetimi,<br />
ABD ve AB emperyalistlerinin<br />
dünya üzerindeki dalaşının önündeki<br />
önemli engellerden biridir. Bu<br />
yüzden de ele geçen her fırsat Rusya<br />
yönetimini zayıflatmak için kullanılmaktadır.<br />
Emperyalist dalaşın sadece<br />
bir yansımasıdır bu.<br />
“Adil ve özgür” ya da “demokratik”<br />
seçimlerden yana oldukları şov<br />
ne yazık ki kitleler içinde tutuyor.<br />
Oysa gerçekte bu emperyalist güçlerin<br />
adillikle, özgürlükle, demokratiklikle<br />
hiç bir alakası yoktur. Onlar<br />
kendilerinin işgal ettiği, silahların<br />
gölgesinde sonuçları baştan belli seçimleri,<br />
örneğin Irak, Afganistan seçimleri<br />
“adil, özgür ve demokratik”<br />
olur, ama gerçekte burjuva demokrasisi<br />
çerçevesinde “demokratik”<br />
olan seçimler “ABD” ya da “Avrupa<br />
ölçülerine uygun” yapılmamış olur.<br />
Burjuvazinin seçim oyunu, oyun kuralları<br />
egemenler tarafından sürekli<br />
değiştirilen, kendilerine uydurulan<br />
oyundur. Mesele işçilerin, emekçilerin<br />
bu oyuna ortak olmamasıdır.<br />
SÜPER BAŞBAKAN PUTİN<br />
YOLDA…<br />
Seçimlerin açık farkla kazanılması,<br />
aynı zamanda halkın Putin’e olan<br />
güven ve onayı <strong>olarak</strong> kabul edildi.<br />
Bununla birlikte Putin’in gerçekte<br />
başbakan olup olmayacağı ve Putin’in<br />
yerine kimin başkan adayı olacağı<br />
yönlü tartışmalar yoğunlaştı.<br />
Birleşik Rusya Partisi Başkanı Boris<br />
Grizlov Putin ile yaptığı görüşmede,<br />
seçim sonuçlarını değerlendirdiklerini<br />
ve görüştükleri kimi diğer parti<br />
temsilcileriyle ortak görüşe vardıklarını,<br />
başkanlık seçimlerinde Putin’in<br />
“veliahtı”nın Dmitriy Medvedev olması<br />
gerektiğini karara bağladıklarını<br />
açıkladı. Bunun üzerine Putin:<br />
“Medvedev arkadaşımızı ben de çok<br />
iyi tanırım. Onunla 17 yıldan beri<br />
birlikte çalışıyoruz. Dolayısıyla yaptığınız<br />
seçimi tereddütsüz ben de<br />
destekliyorum.” (Hürriyet, 11 Aralık<br />
2007) açıklamasını yapmıştır. Böylece<br />
başkan adayı Putin tarafından değil<br />
de Birleşik Rusya Partisi tarafından<br />
açıklanmış oldu…<br />
Putin Medvedev’in başkanlığa<br />
aday olmasını desteklediği gibi,<br />
Medvedev’in başkan olmasını da<br />
başbakanlık görevini üstlenmesinin<br />
önkoşulu <strong>olarak</strong> gösterdi. Putin,<br />
“Ancak Medvedev seçilirse başbakan<br />
olmayı kabul ederim” yönlü tavır ta-<br />
kındı. Sonuçta Putin Medvedev’den,<br />
Medvedev de Putin’den memnun görünüyor.<br />
Vitrin değişikliğinde ama<br />
başbakanın görev ve yetkilerinin çoğaltılacağı<br />
haberleri medyaya yansıyor.<br />
Böylece Putin devlet iktidarında<br />
siyaseti belirleme rolünü başka biçimde<br />
sürdüreceğe benziyor.<br />
2008 Mart ayı başında başkanlık<br />
seçimlerinin nasıl sonuçlanacağını<br />
ve Putin’in başkanlık görevinin sona<br />
ereceği 2008 Mayıs ayı sonunda başbakan<br />
olup olmayacağını göreceğiz.<br />
Bu seçim oyununu da egemenler oynuyor,<br />
ezilenler figüran rolünde…<br />
Esas mesele ezilenlerin figüran olmaktan<br />
kurtulup kendi oyununu<br />
oynayıp ezenleri silip süpürüp piyasadan<br />
temizlemesidir…<br />
20 Aralık 2007 ✓<br />
Filistin sorununda<br />
çözümsüzlük<br />
arayışları…<br />
- ABD / ANNAPOLİS -<br />
12<br />
Annapolis de nereden çıktı?<br />
diye soran olursa hiç de haksız<br />
sayılmaz. Bush efendi 17<br />
Temmuz 2007 tarihinde Annapolis’te<br />
bir toplantı yapılacağını duyurdu. Bu<br />
duyuruyu yaparken, ne toplantının<br />
gündemi, ne tarihi ne de katılımcılar<br />
belliydi. Olsun, Filistin sorununu görüşecek<br />
bir “Yakındoğu Konferansı”<br />
yapılacaktı ya, gerisi gelirdi…<br />
Bush ve takımı 49 devlet ve örgüt<br />
temsilcisini davet etmiş ve<br />
kendilerinin “barış” sorunuyla da<br />
ilgilendiğini el aleme bildirmiş olacaktı.<br />
Üstüne üstlük, bir de 2008<br />
yılı sonuna kadar piyango vurur da<br />
İsrail ile Filistin arasında “barış sözleşmesi”<br />
imzalanırsa, Bush, İsrail-<br />
Filistin sorununu çözen Başkan<br />
<strong>olarak</strong> ABD emperyalizminin son<br />
60 yıllık süreçteki tüm başkanlarından<br />
“daha büyük” olduğunu da<br />
gösterme imkanına kavuşabilirdi…<br />
Tahminler, hesaplar, umutlar, beklentiler…<br />
ne vurursa artık, kârdı!<br />
Kesin ve açık olan şey,<br />
Annapolis’teki bu konferansın amacının<br />
herhangi bir anlaşma sağlamak<br />
olmadığıydı. Bu da Bush efendinin<br />
konferans açış konuşmasına<br />
şöyle yansıyordu:<br />
“Burada Annapolis’te amacımız<br />
iki taraf arasında bir anlaşma<br />
sağlamak değil, aksine İsrail ve<br />
Filistinliler arasında müzakereleri<br />
başlatmaktır. Bizim vazifemiz bu<br />
çabalarında tarafları teşvik etmek ve<br />
onlara başarıya ulaşmaları için gereken<br />
yardımı yapmaktır.” (Hürriyet,<br />
28 Kasım 2007)<br />
Amacı taraflar arasında müzakereleri<br />
yeniden başlatmak olan bu<br />
konferans, 27 Kasım’da Annapolis’te<br />
gerçekleştirildi. Bu konferanstan<br />
önce de İsrail ve Filistinli yetkililerin<br />
bir araya gelerek ortak bir “yol haritası”<br />
üzerinde anlaşmaları istenmiş<br />
ama istenen sonuç alınamamıştı. Bu<br />
bağlamda Perez ile Abbas’ın TBMM<br />
çatısı altında buluşturulması da<br />
Annapolis konferansından önceki<br />
planların bir parçasıydı. Türkiye iki<br />
taraf arasında dolaylı, dolaysız arabuluculuk<br />
rolüne soyundu.<br />
Annapolis’teki konferansın ilginç<br />
noktalarından biri de Suriye başta<br />
olmak üzere kimi Arap ülkelerinin<br />
temsilcilerinin de davet edilmesi ve<br />
Sorun böyle gitmez konusunda değil,<br />
sorunun nasıl çözüleceğine verilen<br />
cevaplarda yatmaktadır. Verilen<br />
cevaplar ise tarafların ve arabulucuların<br />
hesap ve çıkarlarına göre<br />
değişmektedir.<br />
1993’te yapılan Oslo<br />
Anlaşması’ndan bu yana çok şey<br />
değişti ve değişik gelişmeler yaşandı.<br />
Ama Filistin sorununa çözüm<br />
getirme bağlamında gerçek<br />
bir ilerleme kaydedilmedi. Gerçek<br />
bir ilerlemenin kaydedilmesinin<br />
ötesinde, Oslo Anlaşması’ndan öngörülenden<br />
daha geri bir çözüm bile<br />
gerçekleşmemiştir.<br />
En son “Yakındoğu” ya da<br />
“Ortadoğu dörtlüsü” denen ABD,<br />
Rusya, AB ve BM’nin 2003 yılında<br />
kabul ettirdiği üç aşamalı<br />
“Yol Haritası”nın birinci aşaması<br />
bile erişilmeyi bekliyor… Oysa bu<br />
“Yol Haritası”na göre 2005 yılında<br />
Filistin devletinin kurulmuş olması<br />
ve buna göre sorunun çözülmüş<br />
olması gerekiyordu. Yıllar sonra<br />
taraflar arasında müzakerelerin başlatılması<br />
amacıyla bir konferansın<br />
gerçekleştirilmesi, gerçekte bu kobunların<br />
sözkonusu daveti kabul etmeleriydi.<br />
Bush ve takımı ilginç bir<br />
şova imza attı.<br />
Güya İsrail ile Filistin arasında<br />
barış görüşmeleri için müzakerelerin<br />
başlatılması istenirken, gerçekte<br />
İsrail ile savaşan taraf, ya da İsrail<br />
ile barışık olmayan gücün, Hamas’ın<br />
devredışı bırakılması ise sözkonusu<br />
konferansın kimi yorumcular tarafından<br />
“savaş buluşması” <strong>olarak</strong><br />
değerlendirilmesine yol açtı.<br />
Aynı biçimde Bush’un böylesi bir<br />
konferansı gündeme getirmesinin<br />
perde arkasında esasında dikkatleri<br />
Irak ve Afganistan savaşından,<br />
İsrail-Filistin barışı tartışmasına<br />
yönlendirerek savaşı geri plana itmek<br />
ve “barış” yanlısı görünümle<br />
puan toplamak amacının yattığını<br />
savunanlar da oldu.<br />
Kuşkusuz ki Bush ve takımının<br />
bir çok hesabı bulunmaktadır. Fakat,<br />
Annapolis’te yapılan konferans ile<br />
taraflar arasında müzakereyi başlatma<br />
amacı, gerçekte bu konudaki<br />
çıkmazın dayattığı sonuçlardan<br />
biridir. Bu böyle gitmez demeyen<br />
hemen hemen hiç kimse yoktur.
panorama<br />
nuda çözüm bulamama bağlamında<br />
iflasın ilanıdır. Buna rağmen ama,<br />
böylesi bir konferans başarı <strong>olarak</strong><br />
sunulabiliyor. Yıllarca Filistin Arap<br />
halkına verilen sözlerin yerine getirilmediği<br />
gerçeğinin üzerinin örtülmesinin<br />
de ötesinde hep yeni tavizlerin<br />
gündeme getirildiği, çözümsüzlüğün<br />
çözüm <strong>olarak</strong> dayatıldığı<br />
bir durum; kitlelere barış sağlama<br />
adımları <strong>olarak</strong> sunulabilmektedir.<br />
Ne büyük bir sahtekârlık!<br />
Gelinen yerde, Annapolis’te yapılan<br />
konferansla başlatıldığı söylenen<br />
müzakerelerin, gerçekte 2003 yılında<br />
kabul edilen “Yol Haritası”nın yeniden<br />
gündeme getirilmesi olduğu,<br />
bunun da gerçekte soruna çözüm<br />
getirmeyeceğinin üzeri örtülmeye<br />
çalışılmaktadır.<br />
2003 yılına göre değişen kimi<br />
durumlar vardır tabii ki. Örneğin,<br />
Filistinli güçler, Hamas ve El Fetih,<br />
ya da Hamas ve Abbas yanlısı güçler<br />
<strong>olarak</strong> bölünmüş, Gazze Şeridi<br />
Hamas’ın denetimine geçmiş ve bir<br />
iç savaş benzeri gelişme yaşanmıştır,<br />
yaşanmaktadır. Bu durumda Abbas<br />
yönetimi gerçekte emperyalistlerin<br />
işbirlikçisi bir siyaset yürütürken,<br />
emperyalistler ve başta da İsrail<br />
Hamas’a karşı açık savaş yürütmektedir.<br />
Annapolis konferansı da<br />
esasında Filistinliler arasındaki bu<br />
bölünmede Abbas’ı desteklerken,<br />
sorunu tartışmada, müzakerede<br />
Hamas’ı devredışı bırakmaktadır.<br />
Hamas’ı terbiye etme siyaseti, yeniden<br />
Hamas’a karşı savaşa devam<br />
siyasetine dönüşmüştür.<br />
Bunun da ötesinde İsrail devleti<br />
andaki tavırlarıyla gerçekte<br />
Filistinlilerle barış isteme konumunda<br />
değildir. Bu, gerek Yahudi<br />
yerleşim alanlarının genişletilmesi<br />
pratiğiyle olsun, gerek Filistin halkına<br />
karşı sürekli saldırı savaşı yürütmesiyle<br />
olsun, gerekse de Filistin<br />
devletinin sınırlarını hiçe sayıp<br />
yüzbinlerce kilometre uzunluğundaki<br />
duvarı örme pratiğiyle olsun,<br />
olsun, olsun… tüm uygulamalarla<br />
ortadadır.<br />
Annapolis’te yapılan konferansta<br />
İsrail ve Filistinli tarafların üzerinde<br />
anlaştığı temel konu, müzakerelere<br />
12 Aralık 2007 tarihinden itibaren<br />
başlamak. Olmert ve Abbas’ın ayda<br />
iki kez görüşmesi ve tüm sorunların<br />
görüşülmesi temelinde 2008 yılı sonuna<br />
kadar anlaşmaya varılmasıdır.<br />
Bu, zaman <strong>olarak</strong> Bush’un görev süresinin<br />
bitmesiyle örtüşüyor…<br />
Tüm sorunlar denilince ve çözümünün<br />
2008 yılı sonuna kadar<br />
sağlanması istenince, insana bayağı<br />
önemli ve büyük bir başarı sağlanmak<br />
istendiği görünümü yansıyor.<br />
Gerçek duruma bakınca, hiç de<br />
böylesi bir başarının sağlanacağı ihtimali<br />
ortada görünmüyor.<br />
Düşünün ki, 1993 yılından beri,<br />
diğer tüm sorunların yanısıra, tüm<br />
görüşmelerde üzerinde anlaşma sağlanamayan<br />
ve bir senelik süreçte de<br />
anlaşma sağlanamayacak olan konu-<br />
lara nasıl bir çözüm getirilecek?<br />
Haydi diyelim ki Abbas yönetimi<br />
emperyalistlerin işbirliğiyle Hamas’a<br />
karşı başarı sağladı. Bunun sonucunda<br />
İsrail yönetimiyle de canciğer<br />
kardeş kesildi… İsrail’e karşı şiddet,<br />
saldırı olayları son buldu ve İsrail de<br />
Filistinlilere bomba yağdırmaya son<br />
verdi. 2008 yılı sonuna kadar bunlar<br />
da olmayacak ama, varsayalım ki<br />
oldu. Filistin sorunu böylece çözülecek<br />
mi? Olmert ve Abbas yönetimi<br />
nasıl bir anlaşma imzalayacak?<br />
Kurulması gereken Filistin devletinin<br />
sınırları ne olacak? İnşa<br />
edilen yüzlerce kilometrelik duvar<br />
yıkılıp duvarın inşa edilmesiyle<br />
işgal edilen Filistin devletinin toprakları<br />
iade edilecek ve “Yeşil Hat”<br />
<strong>olarak</strong> belirlenen sınıra dönülecek<br />
mi? Kudüs’ün geleceği ne olacak.<br />
Milyonlarca Filistinli Arap mültecinin<br />
geri gelme sorunu çözülecek mi?<br />
Yahudi yerleşim alanları boşaltılacak<br />
mı? Ya da en basitinde insanların<br />
yaşamak için temel ihtiyaçlarından<br />
biri olan su sorununda Filistin halkının<br />
ihtiyaçlarına uygun çözüm<br />
bulunacak mı? Bu sorular kuşkusuz<br />
ki öne çıkan bazı sorulardır sadece.<br />
Ama bu sorunlar çözülmeden, burjuva<br />
sistem çerçevesinde bile mümkün<br />
olan çözüm gerçekleşemez.<br />
Aslında burjuva demokrasisi çerçevesinde<br />
bile ele alındığında, artık<br />
Filistin sorununda barış görüşmelerinin<br />
başlatılması değil, çözüm<br />
görüşmelerinin başlatılması gerekiyor.<br />
Bunun için bile çok ama çok<br />
gecikilmiştir. Savaşın günlük yaşam<br />
olduğu koşullarda barış lafları rağbet<br />
görmektedir elbette. Burjuva<br />
anlamda bile çözüm olmadan<br />
ise savaşın sona ermesi mümkün<br />
görünmüyor.<br />
Konferansta tartışılan diğer noktalar<br />
gerçekte detay ve tali noktalardır.<br />
Esas <strong>olarak</strong> öne çıkarılan tarafların<br />
görüşmelere başlamasıdır. Bu<br />
yönlü görüşmelere ise 12 Aralık’ta<br />
başlandı. Yeniden başa dönülüp<br />
“barış müzakereleri” yürütülüyor.<br />
Beş yılda hiç bir adımı atılmayan<br />
“Yol Haritası”nın bir sene içinde sonuca<br />
vardırılması ise sadece bir ilan<br />
amacı durumunda. Önümüzdeki<br />
dönemde yaşanacak olanlar, büyük<br />
ihtimalle emperyalist güçlerle ve<br />
İsrail ile yakınlaşan bir Abbas yönetimi<br />
ile bu güçlerin Hamas ile çatışmalarının<br />
sürmesi olacaktır.<br />
2008 yılı sonuna kadar, sözkonusu<br />
konferansın sonuç açıklamasında<br />
dile getirildiği gibi, “özgürlük, güvenlik,<br />
adalet, onur, karşılıklı kabullenme<br />
ve saygıya dayanan” barış için<br />
yeni bir dönem gerçekleşmeyecektir.<br />
Yapılan sadece ve sadece halkların<br />
bilincinin karartılmasıdır.<br />
Annapolis’te de Filistin sorununa,<br />
çözüm değil, çözümsüzlük aranmıştır.<br />
Emperyalistlerin bu soruna da<br />
gerçekte çözümü yoktur.<br />
21 Aralık 2007 ✓<br />
BM’nin 13.<br />
İklim Konferansı<br />
yapıldı…<br />
- ENDONEZYA / BALİ -<br />
Dünyamızın ikliminin durumu,<br />
ciddi önlemler alınmazsa<br />
felaketin kapıda olduğunu<br />
gösteriyor. Bu felaketin somut<br />
ön işaretleri ise doğa tarafından<br />
son yıllarda hep yeniden veriliyor.<br />
Kuraklıklar, su, sel baskınları, kasırgalar…,<br />
her geçen yılın yüzyılın en<br />
sıcak yılı olması vb. vb. durumlar bu<br />
işaretlerin birkaçı.<br />
İklim felaketinin şu ya da bu sınıftan<br />
insanları birbirinden ayırmadığı<br />
ve tüm dünyayı / insanları etkilediği<br />
gerçeği, insan toplumunun soruna sınıfsal<br />
temelde yaklaşmasını ortadan<br />
kaldırmıyor.<br />
Egemenlerin, yani burjuvazinin<br />
kâr uğruna sürdürdüğü dalaşla da,<br />
doğanın talanından, çevrenin kirletilmesinden<br />
esas sorumlu olduğu<br />
hiçbir sahtekârlığa yer bırakmayacak<br />
kadar açıktır. Ezilenler ise yaşamın<br />
temellerini tümden yok edecek olan<br />
doğanın talanına, çevrenin kirletilmesine<br />
karşı mücadele bilincine ve<br />
azmine ne yazık ki anda sahip değil.<br />
Durum böyle olunca, çevrenin korunması,<br />
doğanın talanına son verilmesi<br />
üzerine tartışmalar da ezilenlerin<br />
mücadelesiyle gündeme gelen bir<br />
sorun olmaktan uzaktır. Kuşkusuz<br />
ki çevreyi koruma bilincine sahip<br />
kesimler içinde işçiler, emekçiler de<br />
vardır. Mücadeleye damgasını vuran<br />
ama işçiler, emekçiler değil ve bu mücadele<br />
ezilenlerin sınıfsal mücadelesine<br />
bağlı, bu temelde yükselen bir<br />
mücadele de değil. Soruna sınıfsal<br />
mücadele temelinde yaklaşıp, doğanın<br />
talanına ve çevrenin kirletilmesine<br />
karşı mücadeleyi yürüten biz<br />
sınıf bilinçli kesimler, ne yazık ki bu<br />
mücadelede hâlâ zayıf konumdayız.<br />
Etkilediğimiz kitle geniş bir kitle<br />
değil.<br />
Bu durumumuza rağmen çevrenin<br />
kirletilmesine, doğanın talanına karşı<br />
mücadelenin –bu mücadele sistem içi<br />
mücadele olsa da– varlığı da olgudur.<br />
Sorunu bilince çıkarmada, tartışmaları<br />
sürdürmede kuşkusuz ki bunun<br />
önemli rolü vardır. Bu kesimlere<br />
karşı mücadelede esas mesele, sistem<br />
çerçevesinde hareket etmenin soruna<br />
gerçekte çözüm getirmeyeceği bilincini<br />
yaymaktır.<br />
Bilince çıkarılması gereken bir diğer<br />
mesele ise, egemenlerin iklimi koruma<br />
üzerine tartışmalarının, onların<br />
gerçekte iklimi, insanlığı koruma<br />
istek ve amacıyla soruna yaklaşmadığı;<br />
burjuvaziyi ilgilendiren esas meselenin<br />
onların çıkarları olduğudur.<br />
Bu bağlamda da özellikle son bir-iki<br />
yıllık süreçte gündeme gelen neyin<br />
ekonomik, yani daha çok kârlı olduğu<br />
yönlü tartışmalar, egemenlerin<br />
tavırlarını belirlemektedir.<br />
KONFERANSIN GÜNDEMİ VE<br />
SONUCU…<br />
Bu yılki konferansın gündemi aslında<br />
geçen sene Kenya / Nairobi’de yapılan<br />
12å. Dünya İklim Konferansı’nda<br />
belirlenmişti. Buna göre Kyoto<br />
Konferansı’nın gözden geçirilmesi<br />
2008 yılında yapılacak. 2007 yılında,<br />
13
panorama<br />
14<br />
yani Bali’de yapılan konferansta ise<br />
2012 yılından sonra Kyoto Anlaşması<br />
yerine geçecek anlaşmanın taslağının<br />
hazırlanmasına başlanacaktı. (Bu konuda<br />
dergimizin 106. sayısına, sayfa<br />
7-9’a bakabilirsiniz.)<br />
Kyoto Anlaşması’nın 2012’de sona<br />
ermesi ertesinde neler yapılacağı, ya<br />
da sözkonusu anlaşmanın güncelleştirilmesi<br />
meselesi, 2007 Haziran<br />
ayı başında Almanya’da gerçekleşen<br />
G8 Zirvesi’nde de ele alındı ve konu<br />
üzerine yapılacak anlaşmanın genel<br />
hatlarının belirlenmesi Bali’de yapılacak<br />
BM İklim Konferansı’na bırakıldı.<br />
(Bu konuda da dergimizin 113.<br />
sayısına, sayfa 13-14 bakabilirsiniz.)<br />
Böylece konferansın esas gündeminin<br />
Kyoto Anlaşması’nın yerini alacak<br />
olan, güncelleştirilmiş bir anlaşmanın<br />
kaba hatlarının belirlenmesi<br />
olacağı önceden belliydi.<br />
Konferansa 11.000 civarında delege<br />
katıldı. Bu, şimdiye kadarki en yoğun<br />
katılımlı, iklim konferansı oldu. 190<br />
civarında devlet yetkilileri, temsilcileri<br />
katıldı konferansa.<br />
Konferanstaki tartışmalar ve sonuç,<br />
bizim şu tespitlerimizi bir kez<br />
ispatladı:<br />
“Zirve öncesindeki tartışmalarda<br />
da ortaya çıktı ki, aslında yeni bir şey<br />
yoktur bu konuda. Bir yandan Kyoto<br />
Anlaşması’nı onaylayan ve 2012’den<br />
sonra da yeni biçimiyle tabii ki sürdürülmesini<br />
isteyenler; bir yandan<br />
ABD emperyalizmi gibi anlaşmayı<br />
onaylamayan ve atmosferi zehirlemede<br />
birinci sırada olan ve diğer<br />
yandan da Çin, Hindistan, Brezilya<br />
ve Güney Afrika gibi ülkeler duruyor.<br />
Anlaşmanın sürdürülmesini isteyenler<br />
hem ABD’nin kabul edebileceği,<br />
hem de başta Çin olmak üzere diğer<br />
ülkelerin de içine çekilebileceği bir<br />
anlaşma sağlamaya çalışıyor. ABD<br />
anlaşmayı onaylamamak için topu<br />
Çin’e ve diğerlerine atıyor, Çin ve diğerleri<br />
ise topu uzun süre sanayi ülkesi<br />
olma konumunda olan Avrupalı<br />
güçlere ABD ve Japonya gibi ülkelere<br />
atmaktadır.<br />
Çelişkilerin böyle olduğu yerde<br />
ise esasta herkesi bağlayan bir anlaşmanın<br />
gerçekleştirilebileceğini<br />
beklemek abestir. Bu da Kyoto<br />
Anlaşması’nın devamının gözden<br />
geçirilmesi durumunda, anlaşma<br />
metninin yumuşatılmasını dayatmaktadır.<br />
Bu güçlerin anlaşabilmesi<br />
için yumuşatılacak olan ve somut<br />
bağlayıcı hedeflerin ortaya konmadığı<br />
bir anlaşma metni ise, gerçekte<br />
iklim felaketini önlemek için ciddi<br />
bir adım atmaya hazır olmadıklarının<br />
onayıdır. Gelişmeler Bali’de<br />
yapılacak BM İklim Konferansı’nda<br />
yumuşatılmış bir metnin tartışmaya<br />
sunulabileceğine işaret etmektedir.”<br />
(sayı 113, sayfa 13)<br />
Formel <strong>olarak</strong> Kyoto Anlaşması’nın<br />
gözden geçirilmesi 2008 yılında gerçekleşecek.<br />
Gerçekte ise üzerinde<br />
tartışılan konular ve sözkonusu anlaşmanın<br />
hatlarının ortaya konması,<br />
Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilip<br />
güncelleştirilmesidir. 3-14 Aralık<br />
2007 tarihlerinde gerçekleşen 13.<br />
İklim Konferansı’na sunulan taslak,<br />
tarafların itiraz ve tartışmaları sonucunda<br />
bağlayıcı yükümlülükleri olmayan<br />
bir taslağa dönüştü. Uç noktada<br />
ele alındığında, aslında anlaşma<br />
taslağından çok, üzerinde uzlaşma<br />
sağlanacak kaba hatlar belirlenmeye<br />
çalışıldı.<br />
2020 yılına kadar atmosfere salınan<br />
zehirli gazların, özellikle de<br />
karbondioksit oranının %25 ile 40<br />
arası oranda azaltılması gerektiği<br />
görüşü, özellikle ABD, Kanada ve<br />
Japonya’nın tavırları sonucu taslaktan<br />
çıkarılmıştır. Sadece ve sadece<br />
bir dipnot ile BM’nin iklim komisyonunun<br />
raporuna atıfta bulunulmaktadır.<br />
Yani bağlayıcı bir yükümlülük<br />
yoktur. Yukarıda aktardığımız<br />
alıntıda ortaya koyduğumuz tavıra<br />
uygun <strong>olarak</strong> ABD emperyalizmi ve<br />
yer yer Kanada ve Japonya gibi ülkelerin<br />
desteğiyle Çin, Hindistan,<br />
Brezilya gibi ülkelerin daha çok sorumluluk<br />
üstlenmesi gerektiği tavrını<br />
savunmuş; Çin, Hindistan başta<br />
olmak üzere kimi ülkeler de esas sorumluluğu<br />
uzun süredir sanayi ülkesi<br />
olan ABD, Japonya ve Avrupalı<br />
güçlerin üzerlenmesi gerektiği görüşünü<br />
savunmuştur. Konferansın son<br />
gününe gelindiğinde taraflar taslak<br />
üzerine anlaşamamıştı henüz. BM<br />
Genel Sekreteri, planda olmamasına<br />
rağmen ikinci kez Bali’ye giderek tarafları<br />
uzlaşmaya davet etti.<br />
Bir gün uzayan konferansın ortaya<br />
koyduğu “Bali Yol Haritası” üzerine<br />
anlaşma esas <strong>olarak</strong> taslakta bağlayıcı<br />
yükümlülüklerin çıkarılması ve<br />
sonuçta ABD emperyalizminin itirazları<br />
konusunda tek başına kalması<br />
sonucu gerçekleşti. ABD emperyalizminin<br />
sonunda konsensüse katılacağını<br />
açıklamasını sağlayan gelişme<br />
ise, esasında ABD emperyalizminin<br />
planlarına uygun planlanan ve Ocak<br />
2008’de Havai’de yapılacak olan<br />
iklimi kirleten en büyük 20 gücün<br />
toplantısının tehlikeye girmesiydi.<br />
Konferans katılımcıları açıkça “Bali<br />
yoksa, en büyük kirleticilerle toplantı<br />
da yok” diyerek ABD emperyalizminin<br />
temsilcilerini anlaşmaya zorladılar.<br />
Gerek bu toplantının yapılmaması<br />
ihtimalini devredışı bırakmak,<br />
gerekse de taslakta bağlayıcı bir yükümlülüğün<br />
yer almaması durumu<br />
ABD emperyalizminin geri adım atmasının<br />
perde arkasını oluşturuyor.<br />
“Bali Yol Haritası”nın kendisine gelince,<br />
üzerinde anlaşılan esas ve belirleyici<br />
karar, Kyoto Anlaşması’nın<br />
devamı olacak anlaşmanın 2009 yılı<br />
sonunda Kopenhag’da yapılacak 15.<br />
İklim Konferansı’nda kararlaştırılmasıdır.<br />
Bunun için de görüşmelere<br />
en gecinde Nisan 2008’e kadar başlanması<br />
gerekiyor.<br />
Bu durumda söylenebilecek şey, 13.<br />
İklim Konferansı’nın esas kararının<br />
2009 yılı sonuna kadar yeni anlaşmanın<br />
sonuçlandırılması gerektiğidir.<br />
Bu ise, somut <strong>olarak</strong> anlaşmanın<br />
içeriğinin ne olacağını ortaya koymuyor.<br />
Bir yandan ABD’nin, diğer<br />
yandan da Çin ve Hindistan gibi<br />
devletlerin –tabii ki sadece bunların<br />
değil– üzerinde anlaşabileceği bir<br />
anlaşma taslağının, soruna gerçekte<br />
çözüm getiremeyecek bir taslak olacağına<br />
kesin gözüyle bakılabilir.<br />
Asıl pazarlıklar ve dalaşın bu süreçte<br />
yürütülecek görüşmelerde yaşanacağı<br />
da açıktır. Kimi Avrupalı<br />
siyasetçilerin daha şimdiden ABD’siz<br />
bir anlaşma imzalamaya hazır olalım<br />
yönlü çağrıları; ya da ABD emperyalizminin<br />
temsilcilerinin hemen<br />
İklim Konferansı sonrasında üzerinde<br />
anlaşmaya varılan taslaktaki<br />
kimi görüşlerden kaygı duyduklarını<br />
açıklamaları, hem emperyalist<br />
güçler arasındaki çelişkilerin hem<br />
de Bali’nin soruna önemli bir çözüm<br />
getirmediğinin göstergeleridir.<br />
Bu arada bilince çıkarılması gereken<br />
bir nokta ise, Kyoto Anlaşması’nın<br />
kendisidir. Kyoto Anlaşması’nın yerine<br />
geçecek olan yeni anlaşma üzerine<br />
pazarlıklar yürütülüyor ama<br />
Kyoto Anlaşması’nın kendisi daha<br />
şimdiden gözardı edilmektedir. 2012<br />
yılına kadar gerçekte ciddi hiç bir<br />
önlem alınmak istenmediğinin açık<br />
belirtisidir bu.<br />
Bali’de yapılan BM 13. İklim<br />
Konferansı’nın iklim felaketine karşı<br />
ciddi bir önlem alma durumunda olmadığı<br />
kimi konferans temsilcilerinin<br />
açıklamalarından da ortaya çıkmaktadır.<br />
Buna göre konferans herhangi<br />
bir şeyi karara bağlamaktan çok,<br />
“tekerlekleri harekete geçirmekle” ilgilenmektedir.<br />
Harekete geçirilen tekerleklerin<br />
dönüp dönmediği, ya da<br />
hangi yöne döndüğü ise, 2009 yılı sonuna<br />
kadar ortaya çıkacaktır. İklimi<br />
koruma, dünyamızı yaşanır kılma<br />
bağlamında ciddi bir sonuç çıkmayacağı<br />
şimdiden söylenebilir.<br />
Bizim için açık olan bir şey de<br />
şudur:<br />
“BM’nin iklim konferanslarının<br />
her seferinde gösterdiği bir gerçek de,<br />
dünyanın işçilerinin, emekçilerinin<br />
doğayı, çevreyi koruma mücadelesini,<br />
doğayı talan eden, çevreyi zehirleyen,<br />
yaşanmaz kılan kapitalistlerin<br />
sömürücü sistemine karşı mücadelenin<br />
kopmaz bir parçası <strong>olarak</strong> kendi<br />
ellerine alması gerektiğidir.<br />
Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!<br />
sloganı günümüzün acil sloganlarından<br />
biridir ve her zamankinden<br />
günceldir.<br />
Barbarlık içinde çöküşü engellemek<br />
isteyen herkesin, devrim için, sosyalizm<br />
için kapitalist barbarlığa karşı<br />
mücadele vermesi, barbarlığa son<br />
vermenin olmazsa olmaz ön koşuludur.”<br />
(YDİ Çağrı, sayı 106, sayfa 9)<br />
21 Aralık 2007 ✓
BM İklim Konferansı<br />
fiyasko ile sonuçlandı<br />
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
Munzur’da barajlara hayır!<br />
Birleşmiş Millet ler İk lim<br />
Değ i şi k l i ğ i Kon fer a n sı,<br />
Endonezya’nın Bali Adası’nda,<br />
3-14 Aralık tarihleri arasında yapıldı.<br />
Konferansa 190 ülke katıldı.<br />
Konferansın ana gündemini kuraklıkların,<br />
sıcak hava dalgalarının ve<br />
yükselen deniz seviyelerinin önüne<br />
geçmek amacıyla 2009’a kadar iklim<br />
değişikliğiyle mücadele etmek üzere<br />
yeni bir küresel anlaşma çalışması<br />
tartışmaları oluşturdu.<br />
Konferansa katılan 190 ülke,<br />
2012’den sonra Kyoto Protokolü’nün<br />
yerini alacak ve emisyon kısıtlamalarının<br />
daha hızlı uygulanmasını öngörecek<br />
yeni anlaşma oluşturabilmek<br />
için yapılacak müzakerenin esaslarını<br />
belirlemeye çalıştı. 190 ülke yerine,<br />
büyük emperyalist ülkeler demek<br />
daha doğru. Çünkü çevreyi kirletenler<br />
esas <strong>olarak</strong> bu ülkeler. Bu ülkeler<br />
aynı zamanda çevre zirvelerinde<br />
alınan, alınmaya çalışılan kararlara<br />
da damgalarını vuruyorlar. Nitekim<br />
Bali’de de böyle oldu.<br />
Bali Konferansı 36 sanayileşmiş ülkeden<br />
2008-2012’ye kadar sera etkisi<br />
yapan gaz emisyonlarını 1990 seviyelerinin,<br />
yüzde 5’in altına <strong>indir</strong>mesini<br />
isteyen Kyoto Protokolü’nün daha da<br />
genişletilmesini öngörüyordu. Ancak<br />
planlanan olmadı.<br />
Konferansa AB ile ABD arasındaki<br />
tartışmalar damgasını vurdu.<br />
1990 yılı seviyesine göre, sera gazı<br />
emisyonunu yüzde beş azaltılmasına<br />
karşı çıkan, Kyoto Protokolü’nü<br />
imzalamayan, dünyanın en büyük<br />
sera gazı salınımı yapan ABD, Kyoto<br />
Protokolü anlaşması yerine geçecek<br />
yeni bir anlaşma çerçevesinin karar<br />
altına alınmasına karşı çıktı.<br />
AB 2020’ye kadar, sera gazı emisyonlarının<br />
yüzde 25 ile yüzde 40<br />
arasında azaltma hedefi konulmasını<br />
istiyordu. Kyoto Protokolü’nü imzalamayan<br />
ABD, sera gazı emisyonu<br />
hedefi konulmasına karşı çıktı.<br />
Uzun süren tartışmalar, karşılıklı<br />
çekilen restler sonucu, tıkanma noktasına<br />
gelen Konferans, son anda<br />
yapılan bir uzlaşma ile ‘anlaşma’ ile<br />
sonuçlandı.<br />
Planlanan Kyoto Protokolü yerini<br />
alacak, yeni anlaşma için iki yıllık<br />
müzakerelerin çerçevesini çizecek<br />
Bali Yol Haritası üzerine anlaşmaktı.<br />
Bu olmadı. Sorun geleceğe ertelendi.<br />
Küresel ısınma ile mücadele için 2009<br />
yılına kadar yeni anlaşmanın hazırlanması<br />
kararlaştırıldı. Yani çevrenin<br />
en büyük kirleticileri, sera gazı emisyonlarının<br />
ne kadar düşürüleceği<br />
meselesini tartışmayı, kararlaştırmayı<br />
geleceğe ertelediler!! Bu durum<br />
medya tarafından anlaşma <strong>olarak</strong><br />
adlandırıldı. Ne büyük anlaşma!!<br />
ABD heyetine başkanlık yapan<br />
Paula Dobriansky’nin “ileri doğru<br />
adım atacağız ve ortaklığa katılacağız”<br />
sözleri ile güya ABD direnişi<br />
sona ermiş, anlaşma sağlanmış. Bu<br />
yuvarlak laflarla ABD hiçbir yükümlülüğün<br />
altına girmiyor.<br />
Uğrunda mücadele edilmesi gerekli<br />
olan; küresel ısınmanın temel<br />
nedeni olan sera gazlarını, şu kadar<br />
veya bu kadar azaltmak mücadelesi<br />
değil, sera gazlarının salınımını sıfırlamak<br />
mücadelesi olmalıdır. Enerji<br />
üretiminde fosil yakıtların kullanımına<br />
son verilmelidir. Yenilenebilir,<br />
alternatif enerji kaynakları ile enerji<br />
ihtiyacı karşılanmalıdır.<br />
Temel amacı kar olan, kara dayalı<br />
üretim yapan, çevreyi koruma<br />
derdi olmayan kapitalizmde bu<br />
gerçekleşemez.<br />
Doğa ile uyum içerisinde, çevrenin<br />
korunmasını temel alan, üretimin<br />
amacının toplumun ihtiyacını gidermek<br />
olacağı bir dünya mümkündür.<br />
Bu dünya sosyalizmle yaratılacaktır.<br />
20 Aralık 2007 ✓<br />
Devlet Dersim’de ‘Munzur<br />
Barajları Projesi’ kapsamında<br />
8 adet baraj ve hidroelektrik<br />
santrali yapmak istiyor.<br />
Planlanan barajlardan, Uzunçayır ve<br />
Mercan barajlarının inşaatı tamamlanmış<br />
durumda.<br />
Munzur‘da yapılması planlanan<br />
barajlar bitirildiği taktirde, Pülümür<br />
ve Munzur Vadileri göl haline gelecek<br />
ve Munzur’un iklim dengesi alt<br />
üst olacaktır. Munzur suyunun ana<br />
kaynağı olan kar yağışının azalması<br />
ile, yer altı suları beslenemeyecek ve<br />
Munzur’un kaynağı kuruyacaktır.<br />
21.12.1971 tarihinde, 6831 sayılı<br />
orman kanunu ile 42.000 hektarlık<br />
alana sahip olan Munzur Vadisi en<br />
büyük milli parkı ilan edilmiştir.<br />
Munzur Barajlar Projesi gerçekleştiği<br />
taktirde, Munzur Vadisi’nde şu<br />
sonuçlara yol açacaktır:<br />
Munzur dağlarında bilinen 1518<br />
bitki türü var. Bunlardan 43’ü bütün<br />
dünyada yalnızca Munzur’da bulunan<br />
endemik türler. Bu bitkilerin doğal<br />
alanları değişecek, büyük çoğunluğu<br />
ortadan kalkacak.<br />
Çengelboynuzlu ve Bezuvar Keçisi,<br />
Ür Kekliği ve yalnızca Munzur gözelerinde<br />
yaşayan Kırmızı Pullu<br />
Alabalık yok olacak. Bölgenin tarım<br />
ve hayvancılığa dayanan yerel ekonomisi<br />
tamamen altüst olacak.<br />
Barajlar ulaşımı engelleyecek.<br />
Merkez, ilçelerden tecrit edilecek.<br />
Munzurun toplam uzunluğu 144<br />
km olup 50 km‘si Keban Barajı esnasında<br />
su altında kalmıştır. 8 Barajın<br />
yapılmasıyla toplam 117 km lik akıntılı<br />
su mesafesi durgunlaşmış göl sahası<br />
haline gelecektir.<br />
Munzur Vadisi üzerinde kurulu<br />
olan 84 köy su altında kalacak<br />
ve böylece bölge halkı göçe zorlanacaktır.<br />
Devletin boşalttığı diğer<br />
köylerle birlikte bölge daha da<br />
insansızlaştırılacaktır.<br />
Barajların ortalama ömrü 50-70 yıl<br />
arasındadır. Bir süre sonra bölge balçıkla<br />
dolacak ve kulanılamaz hale gelecektir.<br />
Bölgede kanalizasyon arıtma<br />
tesislerinin bulunmamasından ötürü<br />
durağan baraj gölü daha da kirlenip,<br />
bölgede insan ve doğayı tahrip edecek<br />
bir çok hastalıklara neden olacaktır.<br />
Barajlar projesinin hiçbir aşamasında,<br />
ormanlar, bitki örtüsü,<br />
yaban hayatı, su canlıları ve bölgenin<br />
arkeolojik bakımdan tarihsel<br />
niteliği konularında, herhangi bir<br />
çalışma yapılmamış ÇED raporu<br />
hazırlanmamıştır.<br />
Barajlar doğal olmayan büyük su<br />
kütleleri topladığı için yapıldıkları<br />
alanlarda ekolojik dengeyi altüst ediyorlar.<br />
Yağış düzeni değişiyor. İklim<br />
değişiyor. Yeşil bitki örtüsü, ormanlar<br />
yok oluyor.<br />
Barajlar küresel ısınmaya da yol<br />
açıyor. Bu ısınmaya yol açan sera<br />
gazlarının %28’i baraj göllerinden<br />
kaynaklanıyor. Su altında kalan bitkiler,<br />
ağaçlar ve toprak, barajın ömrü<br />
boyunca atmosfere karbondioksit ve<br />
metan salıyor.<br />
Barajların ömürleri tamamlandığında<br />
geriye sadece bataklık kalıyor.<br />
Barajların çevreye verdiği zararlardan<br />
ötürü, elektrik üretimi için<br />
kullanılmamalıdır. Diğer yenilenebilir<br />
–güneş, rüzgar, bio, hidrojen vb.-<br />
enerji kaynakları enerji üretimi için<br />
kullanılmalıdır.<br />
Devletin asıl amacı Munzur Vadisi<br />
ve çevresinde elektrik üretmek değildir.<br />
Munzur Vadisinde barajlarla elde<br />
edilecek enerjinin 1999 yılında akarsulardan<br />
elde edilen toplam enerjinin<br />
%09,7’si kadar olacağı bilindiğinde,<br />
asıl amacın elektrik olmadığı açığa<br />
çıkmaktadır.<br />
Asıl amaç Dersim coğrafyasını<br />
yok etmektir. İnsansızlaştırmaktır.<br />
Katliamlarla, yangınlarla, operasyonlarla,<br />
vb. yok edilemeyen bölge, barajlarla<br />
yok edilmek istenmektedir!<br />
Bir doğa harikası olan Munzur<br />
Vadisi’nin yok edilmek istenmesine<br />
karşı mücadele etmeliyiz. Bu mücadele<br />
sadece Dersimlilerin görevi<br />
değildir. Her yerde yok edilmek istenen<br />
doğaya karşı mücadele, işçilerin,<br />
emekçilerin görevi olmalıdır.<br />
Dersim’de, Hasankeyf’de, Çoruh<br />
Vadisi’nde, Fırtına Vadisi’nde,<br />
Allianoi’de … her yerde, kar uğruna<br />
yok edilmek istenen geleceğimizdir.<br />
Geleceğimize sahip çıkalım!<br />
20 Aralık 2007 ✓<br />
15
16<br />
gündem<br />
Polis vazifesinin başında,<br />
salahiyetinin bilincinde!<br />
Asıl olan kutsallaştırılan devleti korumak değil, bu topraklarda<br />
yaşayan halkların hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesidir.<br />
İzmir’de, Ankara’da ardı ardına<br />
bombalar patlıyor, canlı<br />
bomba alarmları veriliyor, bizzat<br />
Genelkurmay Başkanı büyük şehirlerin<br />
tehdit altında olduğunu söylüyordu.<br />
Terörle mücadelede alınan önlemler<br />
yetersiz, güvenlik güçlerinin<br />
eli zayıftı. Polis yakalıyor, mahkemeler<br />
serbest bırakıyordu. Böyle bir<br />
ortamda polis terörle nasıl mücadele<br />
edecekti. Genel seçimlere az kalmıştı<br />
ve halk infial içindeydi. İşte böyle bir<br />
ortamda, Ulus’ta yaşanan patlamanın<br />
üzerinden bir kaç gün geçtikten<br />
sonra, 2 Haziran 2007’de Polis<br />
Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda<br />
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun<br />
TBMM Genel Kurulu’nda kabul<br />
edildi ve 14 Haziran’da ise yasalaşıverdi.<br />
İnsan hakları örgütlerinin ve<br />
baroların zaten kötü muamele iddiaları<br />
ile sık sık gündeme gelen, daha<br />
bir ay önce 1 Mayıs gösterilerindeki<br />
tutumundan dolayı yoğun <strong>olarak</strong><br />
eleştirilen bir kurumun güç kullanmaya<br />
ilişkin yetkilerinin artırılmasından<br />
sonra yeni sorunlar yaşanacağına<br />
dair eleştirileri ise göz ardı<br />
edildi.<br />
DİKKAT! Artık ehliyet ya da pasaport<br />
alırken parmak iziniz alınabilir,<br />
sokak ortasında sebepsiz durdurulup<br />
kimliğiniz sorulabilir hatta gözaltına<br />
alınabilir veya duymadığınız bir dur<br />
ihtarına uymadığınız gerekçesiyle<br />
“kaçarken” vurulabilirsiniz.<br />
Yasa değişikliği sırasında sesini çıkarmayan,<br />
hatta dolaylı <strong>olarak</strong> destek<br />
veren CHP ise şimdi bir rapor hazırladı.<br />
Bu raporda son iki yıl içerisinde<br />
polisin silah kullanması sonucu ölenlerin<br />
sayısının 34 olduğu, ölenlerden<br />
8’inin polis takibinde, 16’sının polis<br />
cinneti ya da polisle çıkan tartışmada,<br />
3’ünün polisin yaptığı suçüstünde,<br />
2’sinin suçlu takip eden polisin<br />
kurşununun hedef şaşırmasında,<br />
2’sinin maganda polisin kurşununda,<br />
3’ünün de gözaltında hayatını kaybettiği<br />
kaydediliyor. Tabi bu rakam<br />
10 Aralık’ta, yani tüm dünyanın insan<br />
haklarını andığı bir günde evinde<br />
“ölü ele geçirilen” Kevser Mızrak’ı<br />
kapsamıyor.<br />
Yasa değişikliği yapıldıktan sonra;<br />
4 Haziran günü Çanakkale’de<br />
hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan<br />
Hakkı Çancı’nın Çanakkale Emniyet<br />
Müdürlüğü’nde kendini astığı iddia<br />
edildi.<br />
6 Haziran günü İzmir Alsancak<br />
Polis Karakolu’nda hırsızlık iddiasıyla<br />
gözaltında tutulan E.T.’nin kendini<br />
astığı açıklandı,<br />
17 Haziran günü hırsızlık iddiasıyla<br />
gözaltına alınan 24 yaşındaki<br />
Mustafa Kükçe, üç karakol gezdirildikten,<br />
savcılığa gösterildikten ve<br />
işkence iddiası soruşturulmadıktan<br />
sonra Ümraniye E Tipi Cezaevi’nde<br />
öldü,<br />
20 Ağustos’ta Nijeryalı Festus<br />
(Fa stos) Okey, Ta k si m Pol is<br />
Merkezi’nde polis tarafından vurularak<br />
öldürüldü,<br />
18 Eylül günü Polonyalı Dariusz<br />
Witek, Yabanclar Şubesi misafirhanesinde<br />
intihar etti,<br />
21 Kasm günü Avcılar’da Feyzullah<br />
Ete bir polisin göğsüne attığı tekme<br />
sonucu öldü,<br />
24 Kasm günü İzmir’de polisin dur<br />
ihtarına uymadı, barikatta durmadı<br />
diyerek ateş açtığı arabayı kullanan<br />
20 yaşındaki Baran Tursun, kafatasına<br />
giren mermi nedeniyle komaya<br />
girdi ve birkaç gün sonra hayatını<br />
kaybetti, (Bianet-27.1.2007)<br />
10 Aralık günü Ankara’da DHKP/C<br />
militanı olduğu ileri sürülen Kevser<br />
Mızrak, ev baskını sonucunda “ölü<br />
<strong>olarak</strong> ele geçirildi”.<br />
Bunların yan sıra; 5 Haziran:<br />
Transseksüel Esmeray, Beyoğlu<br />
Emniyet Müdürlüğü önünde bekleyen<br />
iki polisçe geçmek yasak denilerek<br />
dövüldü. 8 Haziran: Taksim Polis<br />
Merkezi’nde dövülen Sezai Yakar’ın<br />
burnu ve eli kırıldı. 26 Temmuz:<br />
Gazeteci Serkan Tekpetek, zorla sokulduğu<br />
polis aracında dövüldü ve<br />
araçtan atıldı. 29 Temmuz: Avukat<br />
Muammer Öz, Moda’da kimlik soran<br />
polisle tartışınca dövüldü; burnu kırıldı.<br />
2 Ağustos: Mardin Kızıltepe’de<br />
evine gitmek için otostop yapan Eyyüp<br />
Doğan, işaret ettiği, polis aracı olduğunu<br />
bilmediği minibüsten çıkan polislerce<br />
dövüldü. 10 Ağustos: Taksim<br />
Polis Merkezinde dövülüp yola atılan<br />
Mehmet Nezir Çirik’in dalağı alındı.<br />
9 Eylül: İzmir’de hukukçu Mustafa<br />
Rollas, gözaltındaki iki müvekkiline<br />
hukuki yardım götürmek isterken<br />
Fuar Asayiş Ekipler Amirliği önünde<br />
polislerin saldırısına ve fiziksel şiddetine<br />
uğradı. 24 Eylül: Şişli’de bir<br />
kuyumcuda hırsızlık şüphelisi genç<br />
bir kadın önce kelepçeleyip sonra fiziksel<br />
şiddet uygulaması mağazanın<br />
güvenlik kameralarınca kaydedildi.<br />
7 Ekim: 19 yaşındaki Ferhat Gerçek,<br />
Yenibosna’da Yürüyüş dergisi satarken<br />
çıkan arbede sonrası polis kurşunuyla<br />
vurularak felç oldu. 14 Ekim:<br />
Sertan Çelik, Taksim’de müziğin<br />
sesini kısmadı diye trafik polisince<br />
darp edildi ve tutukland. 24 Kasm:<br />
Posta Gazetesi Yaz İşleri Müdürü<br />
Mehmet Coşkundeniz, kız arkadaşı<br />
Derya Özel’in kullandığı araçla bir<br />
eğlenceden dönüşte kendilerini durduran<br />
trafik polisi tarafından yere<br />
yatırılıp kelepçelendi ve dövüldü.<br />
(Bianet-27.1.2007) 7 Aralık: İzmir’de<br />
trafik ekiplerinin “dur” ihtarına di-<br />
renen M.G. (36) otomobilinden <strong>indir</strong>ildikten<br />
sonra çevrede bulunanlarca<br />
dövüldü ve aynı otomobilin içinde<br />
bulunan ve inmek istemeyen “Melisa”<br />
takma adını kullanan travesti olduğu<br />
ileri sürülen E.Y. (29) polis memuru<br />
H.Y.’nin açtığı ateş sonucu omzundan<br />
yaralandı.(Milliyet-8.12. 2007)<br />
14 Aralık: Av. Haluk Kutlu Ankara<br />
Çankaya Merkez Karakolu’nda elleri<br />
arkadan kelepçelendi ve sonrasında<br />
dövüldü, hakarete uğradı<br />
(Evrensel-16.12.2007). 16 Aralık:<br />
Çorum’da Bektaş T. ve Öncü T. adlı<br />
iki kişi ailelerinin önünde polis tarafından<br />
dövülerek hastanelik edildi.<br />
(Cumhuriyet–18.12.2007) şeklindeki<br />
iddialar sadece basına yansıyan<br />
olaylar.<br />
Yaşanan her olayın ardından ise<br />
yetkili ve etkili kişiler olayın faili<br />
polisler için bir mazeret buluyor ve<br />
mümkün olduğu kadar onları koruyor.<br />
Örneğin Festus Okey’in ölümünde<br />
kameralar çalışmıyor, giysileri<br />
kayıp, yine Ferhat Gerçek’in giysileri<br />
kayıp, Feyzullah Ete kalp krizinden<br />
öldü, falanca polisi yaraladı<br />
vs. Yargıya taşınan az sayıda olay ise<br />
sürüncemede kalıyor, uzadıkça uzuyor<br />
genellikle takipsizlikle sonuçlanıyor.<br />
Hatta mağdur durumunda<br />
olanlar memura mukavemetten ceza<br />
bile alıyor.<br />
Asıl olan kutsallaştırılan devleti<br />
korumak değil, bu topraklarda yaşayan<br />
halkların hak ve özgürlüklerinin<br />
geliştirilmesidir. Burjuva devletin<br />
suç <strong>olarak</strong> nitelediği fiilleri önlemek<br />
ve devletinin devamlılığını sağlamak<br />
için aldığı polisiye tedbirler, daha<br />
fazla cezaevi kurmak veya daha fazla<br />
insan kaçarken vurmak, suçu önlemek<br />
adına bir başarı mıdır? Yaşama<br />
hakkı, işkence yasağı gibi en temel<br />
insan haklarının bu kadar kolayca<br />
çiğnenebildiği bu topraklarda unutulmamalıdır<br />
ki, her an, herkes yaratılan<br />
bu korku atmosferi içerisinde<br />
gerçekleşen uygulamaların mağdurumaktulü<br />
olabilir.<br />
Öyleyse anti-demokratik yasalara<br />
karşı mücadeleye!<br />
Bir YDİ Çağrı okuru ✓
Mersin’de “Ek Ders” isyanı<br />
yankısını buldu<br />
gündem<br />
Milli Eğitim Bakanlığı’nın<br />
eğitim emekçileri aleyhine<br />
olan uygulamaları, hızını<br />
kesmeden devam ediyor. Bunun son<br />
örneği, yapılan yeni ‘düzenleme’yle<br />
kurban bayramında ek ders ücretlerinin<br />
kesilmesi.<br />
Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesine<br />
göre ulusal bayramlar işgününe<br />
denk geldiği zaman öğretmenler<br />
ders görevi yapmış sayılacak ve ek<br />
ders ücretleri ödenecektir. Ancak nedense(!)<br />
dini bayramların hafta içine<br />
denk gelmesi durumunda ise, öğretmenler<br />
bu günlerde ders yapmış sayılmayacak<br />
ve derse girmemelerinin<br />
sorumlusu kendileriymiş gibi, hak<br />
ettikleri ek ders ücretlerinden mahrum<br />
bırakılacaklardır. Daha başka<br />
bir ifadeyle, bu haftanın son iki gününün<br />
bayrama rastlamasından dolayı<br />
ilk üç gün verilen eğitim hizmeti<br />
yok sayılacak ve ek ders ücreti bütün<br />
hafta için ödenmeyecektir. Bu haksız<br />
uygulama nedeniyle; her öğretmenin<br />
60 ila 90 ytl arasında kaybı olacaktır.<br />
Ay sonunu getirmekte zorlanan eğitim<br />
emekçileri içinse, bu kesintinin<br />
önemi ortadadır.<br />
Üstelik şu sorulara da cevap vermekte<br />
zorlanan eğitim emekçilerinin<br />
Eğitim Sen cephesi, bu uygulamaya<br />
bir eylemle cevap vermeyi kararlaştırmış<br />
ve bu kararlarını hakkıyla, ye-<br />
rine getirmişlerdir. İşte uygulamanın<br />
açıkları ve cevap bekleyen sorular:<br />
Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama<br />
yapılmazken, dini bayramlarda<br />
neden yapılıyor? Vay be, yoksa AKP<br />
dini hassasiyetlerini yitirdi mi?! Bir<br />
çok iş kolunda göstermelik de olsa<br />
bayram yardımı, ek ücretler v.s. verilirken<br />
öğretmenlere bu ‘göz boyama’<br />
dahi neden çok görülüyor? Yoksa öğretmenlerin<br />
göz boyatmaya ihtiyaçlarının<br />
olmadığı mı düşünülüyor?! Bir<br />
taraftan eğitime bütçeden en büyük<br />
payı ayırdıklarını iddia ederlerken,<br />
bir taraftan da eğitimcilerin ‘üç kuruşlarına’<br />
göz dikmelerini, acaba nasıl<br />
açıklayacaklar? Yoksa öğretmenlerin<br />
bu ‘üç kuruşluk hesabı’ çözemeyeceklerini<br />
mi düşündüler?!<br />
Eğitim Sen Genel Merkezi sorunun<br />
çözümü için bakanlık düzeyinde görüşmeler<br />
yapmış. Fakat hiç bir olumlu<br />
yanıt alamamış. Bunun üzerine haklı<br />
<strong>olarak</strong>, tüm yurt genelinde 18 Aralık<br />
Salı günü, sevk alıp iş bırakma kararı<br />
almışlardır.<br />
Mersin’de yukardaki amaç doğrultusunda,<br />
Eğitim Sen önünde, saat 11<br />
civarında toplanan yaklaşık 250 kişilik<br />
grup, alkışlar ve sloganlar eşliğinde,<br />
Taş Bina önüne gelerek basın açıklamasında<br />
bulundu. “Güvenceli İş,<br />
Güvenceli Çalışma Hakkı İstiyoruz.<br />
(Güvencesiz Çalışanlar Komisyonu)”,<br />
“Bakan Çelik, Elini Cebimizden Çek”,<br />
“Ek Ders Ücretlerine Dokunma” ve<br />
“Sosyal Hakların Tasfiyesine Hayır!”,<br />
”Gerici, Irkçı Kadrolaşmaya Hayır!”<br />
bez afişleri altında ve ‘Parasız Eğitim,<br />
Parasız Sağlık’, ‘IMF Değil, Üretenler<br />
Yönetecek’, ‘Kurtuluş Yok Tek Başına,<br />
Ya Hep Beraber, Ya Hiç Birimiz.’ ve<br />
‘Savaşa Değil, Eğitime Bütçe’ sloganları<br />
eşliğinde yürüyen kitlenin<br />
coşkusu, dikkat çekiciydi. Görülen<br />
o ki; hemen çoğu yerde olduğu gibi<br />
Mersin’de de emek güçleri, ülkenin<br />
içinde bulunduğu gerici-ırkçı pozisyona<br />
ve hak kayıplarına karşı bir kızgınlık<br />
içindeler.<br />
Bu eylemde dikkatimizi çeken bir<br />
olgu da şu oldu; bu ‘lanetli’ dönemde<br />
bile, eylem içindekiler coşkulu olduğunda<br />
ve gündeme uygun sloganlar<br />
attıklarında, eylemi izleyenler de bu<br />
coşkuya ayak uydurup, eyleme alkışları<br />
ve sloganlarıyla katılıyorlar.<br />
Grup adına konuşan Eğitim Sen<br />
Şube Başkanı Ünsal YILDIZ, ek ders<br />
kesintisinden, çalışanların sorunlarından,<br />
eğitimin gericileştirilmesinden,<br />
güvencesiz çalıştırılan öğretmenlerden<br />
vs. bahsettikten sonra,<br />
aslında bu uygulamaların mevcut<br />
hükümetin zihniyetine uygun olduğunu<br />
ve bu anlamda da kendileri açısından<br />
anlaşılır olduklarını belirtti.<br />
Yıldız, “AKP hükümetinin eğitim<br />
emekçilerinin kazanılmış haklarına<br />
yönelik tüm uygulamalarına karşı örgütlenmekten,<br />
birlikte, omuz omuza<br />
mücadele etmekten başka çıkar yol<br />
yoktur. Eğer bizler, yaşanan haksız<br />
uygulamalara bugünden demokratik<br />
tepkilerimizi göstermezsek, yarın<br />
daha kapsamlı hak kayıpları yaşanmasının<br />
kaçınılmaz olacağı ortadadır...<br />
Bu ve buna benzer girişimlere<br />
karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye<br />
devam edeceğiz.” sözleriyle,<br />
konuşmasını sonlandırdı.<br />
‘Parasız Eğitim, Parasız Sağlık’<br />
Devrimle Gelecek!!<br />
Yaşasın; Demokratik, Bilimsel, Ana<br />
Dilde Eğitim Mücadelemiz!!!<br />
18.12.2007<br />
Ydi Çağrı okuru/Mersin ✓<br />
Eğitim-Sen üyeleri iş bıraktı<br />
Eğitim emekçileri ek ders ücretleri<br />
için alanlardaydı<br />
Eğitim-Sen İzmir şubeleri, diğer<br />
illerde olduğu gibi, Milli<br />
Eğitim Bakanlığı’nın ayda dört<br />
defadan fazla sevk alınması halinde,<br />
sevk alınan günlerin ek ders ücretleri<br />
yerine tam gün ücretlerin kesilmesi<br />
uygulamasının yanı sıra, dini bayramlarda<br />
hafta içi tatil olan günlerin<br />
ücretleri tam gün kesileceğine ilişkin<br />
uygulamasını protesto etmek için iş<br />
bırakarak alanlara çıktılar.<br />
Konak YKM önünde toplanan<br />
Eğitim-Sen üyeleri, buradan İzmir<br />
Büyükşehir Belediyesi önüne kadar<br />
yürüyerek burada bir basın açıklaması<br />
yaptılar. Basın açıklamasını<br />
okuyan Eğitim-Sen İzmir 1 No’lu<br />
Şube Başkanı Mahir Ulus; “ayda dört<br />
defadan fazla sevk alınması halinde<br />
bunun ders ücretlerinden düşülmesi<br />
ve tatillerde tüm gün ücretlerinin<br />
kesilmesi, öğretmenlerin zaten yetersiz<br />
olan ücretlerinde ciddi kayba<br />
yol açacaktır” dedi. Eğitim emekçilerinin<br />
oldukça kitlesel bir katılım<br />
gerçekleştirdiği basın açıklaması ve<br />
yürüyüş sırasında sık sık “parasız<br />
sağlık, parasız eğitim”, “savaşa değil<br />
eğitime bütçe”, “susma haykır, ek<br />
ders haktır”, “ek ders hakkımız söke<br />
söke alırız”, “gün gelecek, devran dönecek,<br />
AKP halka hesap verecek” ve<br />
“yaşasın iş, ekmek, özgürlük mücadelemiz”<br />
sloganları atıldı.<br />
18 Aralık 2007<br />
YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />
Eğitim Sen’in çağrısıyla, Eğitim<br />
Sen Adana Şubesi önünde toplanan<br />
yüzlerce eğitim emekçisi<br />
ek ders ücretlerinin kesilmesini, sevk<br />
alıp okullara gitmeyerek protesto etti.<br />
‘Ek derslerimiz Kurban Bayramı’na<br />
kurban edilemez’, ‘Ek ders hakkımız<br />
gasp edilemez.’ ‘Bakan Çelik elini cebimizden<br />
çek.’ sloganlarıyla AKP il<br />
binasına yürüyerek, önüne siyah çelenk<br />
bıraktılar.<br />
Burada açıklama yapan Eğitim Sen<br />
Adana Şube Başkanı Güven Boğa,<br />
milli bayramlarda ders görevi yapılmış<br />
sayılmasına rağmen, dini bayramlarda<br />
ders görevi yapılmamış<br />
sayılarak ders ücretinin kesildiğini,<br />
örneğin önümüzdeki kurban bayramı<br />
tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi<br />
nedeniyle o günlere ilişkin sadece<br />
ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken,<br />
tüm günün ücretleri kesileceğini ve o<br />
hafta öğretmenler hiç ek ders ücreti<br />
alamayacaklarını, bu durumda her<br />
öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında<br />
kaybı olacağını ifade etti. Hak kayıplarının<br />
bununla da bitmediğini kaydeden<br />
Boğa, ayda dört defadan fazla<br />
sevk alınması halinde sevk alınan<br />
günlerin ek ders ücretleri yerine tam<br />
gün ücretlerin kesildiğini söyledi.<br />
Eğitim Sen <strong>olarak</strong>, bakanlık düzeyinde<br />
yapılan görüşmelerle sorunun<br />
çözülmesini, yaşanacak hak kayıplarının<br />
giderilmesini istemiş bulunduklarını,<br />
ancak şu ana kadar sorunun<br />
çözümü noktasında herhangi<br />
bir gelişme yaşanmadığını, böylelikle<br />
eylem kararı aldıklarını ifade eden<br />
Boğa, bugüne kadar olduğu gibi, bundan<br />
sonra da eğitim emekçilerinin<br />
kazanılmış haklarına karşı yürütülen<br />
her türlü saldırı girişiminin karşısında<br />
olmaya ve demokratik tepkilerini<br />
göstermeye devam edeceklerini<br />
bildirdi.<br />
Basın açıklaması sloganlarla olaysız<br />
son buldu.<br />
19.12.2007 / Ydi Çağrı/Adana ✓<br />
17
yeni dünya gençliği<br />
18<br />
YÖK tam gaz sürüyor…<br />
AKP’nin devlet organlarını ele<br />
geçirip buralarda kadrolaşma<br />
temelindeki çabaları devam<br />
ediyor. 8 Aralık 2007 günü Yüksek<br />
Öğretim Kurulu’nda (YÖK) başkanlık<br />
görevini dolduran darbecilerin yerine<br />
merakla beklenen ve çok tartışılan<br />
atama gerçekleşti. Cumhurbaşkanı<br />
Abdullah Gül, Erdoğan Teziç’in ardından<br />
YÖK’ün başkanlığına AKP’ye<br />
yakınlığıyla ve İslam alanındaki<br />
makaleleri-araştırmalarıyla bilinen<br />
ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim<br />
üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı<br />
atadı. Akademik çevreler ile birlikte<br />
burjuva medya da atanma haberini<br />
sürpriz isim <strong>olarak</strong> değerlendirdi<br />
ve kimi gazeteler yeni atanan YÖK<br />
başkanı için; ‘serbest olursa türban<br />
azalır diyen başkan atandı’, kimisi<br />
‘şoförlükten başkanlığa’, kimisi ‘özgürlükçü<br />
ve demokrat kişiliğiyle tanınan<br />
başkan görevde’ ve kimisi de<br />
‘YÖK’ün başına lokum gibi hoca’<br />
şeklinde başlıklar kullandılar.<br />
Peki, kimdir yeni YÖK başkanı,<br />
daha önce neler yapmıştır biraz buna<br />
bakalım.<br />
ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde öğretim<br />
üyesi olan Özcan, TÜBİTAK<br />
Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma<br />
Grubu Yürütme Komitesi Sekreteri,<br />
İsla m i A r a ş t ı r ma la r Derg i si<br />
Danışma Kurulu üyeliği de yapıyor.<br />
Uluslararası Hukuk ve Politika<br />
Dergisi Yazı Kurulu Üyesi ve aynı<br />
zamanda Uluslararası Stratejik<br />
Araştırma lar Kurumu’nun da<br />
(USAK), Bilim ve Uzmanlar Kurulu<br />
Başkanlığı’nı yürütüyor. Bu kurum<br />
uluslararası ilişkiler, etnik araştırmalar,<br />
terörizm ve güvenlik alanlarında<br />
faaliyet gösteriyor. Kurumun uzmanlık<br />
alanları, uluslararası güvenlik,<br />
dış ilişkiler, Ortadoğu, Kafkasya,<br />
Orta Asya, Balkanlar, AB, terörizm<br />
ve uluslararası hukuk <strong>olarak</strong> sıralanıyor.<br />
Özcan’ın kurucusu olduğu<br />
POLLMARK Piyasa ve Kamuoyu<br />
Araştırma Şirketi, Cumhurbaşkanlığı<br />
seçimi öncesinde yaptığı “Köşk’e kim<br />
çıkacak?” araştırmasında, Abdullah<br />
Gül’ün seçileceğini bilmesiyle dikkat<br />
çekmişti. POLLMARK, AKP’nin anlaşmış<br />
olduğu araştırma şirketlerinden<br />
birisi.<br />
Özcan’ın şu ana kadar birçok konuda<br />
makalesi var. Bunlardan bazı-<br />
ları: İslami araştırma<br />
dergisinde yayınlanan<br />
“İslam Ekonomik<br />
Gelişmeye Engel midir?<br />
Karşıt Delil ve<br />
B a z ı M e t o d o l o j i k<br />
D ü ş ü n c e l e r ” ,<br />
“Ülkemizdeki Cami<br />
Sayıları Üzerine Sayısal<br />
Bir İnceleme”, İngilizce<br />
dilinde eğitim veren ve<br />
İslam üniversitesi olan<br />
Malezya Uluslararası<br />
İslam Üniversitesinde<br />
misafir öğretim üyesi olduğu zaman<br />
Özcan, “Geleneksel İslam toplumu:<br />
Kelantan” ile ilgili bir çalışma yürütmüştür,<br />
“Siyasi Parti Tercihleri<br />
Belirleyen Etmenler: İstanbul Örneği”<br />
makaleleri arasında yer almaktadır.<br />
Özcan Türkiye’de polis konusuyla<br />
da ilgilenmiş bunun üzerine<br />
yazılar yazmış ve konferanslar vermiştir.<br />
Bu konuda yazdığı makaleler:<br />
“Ne Öğretmeli, Nasıl Eğitmeli:<br />
Türk Polis Akademisinde Müfredat<br />
Sorunu”, “Emniyet Genel Müdürlüğü<br />
Küçükleri Koruma Şubesinin<br />
Statü ve İmajının Değiştirilmesi”,<br />
“Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi”.<br />
Hatta Özcan terör uzmanı <strong>olarak</strong> da<br />
nitelendiriliyor. Kendisinin de üyesi<br />
olduğu USAK’ın hazırladığı raporda<br />
Kuzey Irak için operasyon öncesi diplomatik<br />
yolların denenmesi gerektiğinin<br />
altını çizerken, operasyon olacaksa<br />
bile bunun seçimden sonraya<br />
bırakılması gerektiği söyleniyordu.<br />
Özcan 61 anayasasından sonra gelişen<br />
işçi sınıfı hareketlenmesini terör<br />
olayları <strong>olarak</strong> değerlendirmekte ve<br />
‘terör’ olaylarının 61’den sonra başladığını<br />
öne sürmektedir. Emniyet istihbaratla<br />
işbirliği içerisinde faaliyet<br />
yürütmekle birlikte devrimci öğrenci<br />
hareketinde bir simge haline gelen<br />
Ortadoğu Teknik Üniversitesine terörle<br />
mücadelenin ve polisin taşınmasında<br />
en etkili olan isimlerin başında<br />
gelmiştir.<br />
Kuşkusuz yeni YÖK başkanının<br />
atanmasıyla beraber en çok merak<br />
edilen konulardan biri üniversitelerde<br />
türban konusu. Aslında<br />
AKP’nin ta başından beri kendi lehine<br />
oy kullanılması için verdiği sözün<br />
devamıdır ve bu sefer YÖK başkanıyla<br />
beraber gündeme gelmektedir<br />
türban. Özcan’ın göreve gelir<br />
gelmez tüm yasakların kalkacağını,<br />
aslında sorunun yasaklardan oluştuğunu<br />
ve özerk bilimsel üniversiteler<br />
temelinde çalışma yapılacağını söyleyerek<br />
tüm dikkat ve tepkileri üzerine<br />
çekti. Bu sözüyle Özcan ilk bakışta<br />
işte aradığımız kişi, kurtarıcı <strong>olarak</strong><br />
görünebilir. Peki gerçektende öyle<br />
mi? Özcan’ın tüm yasaklar kalkacak<br />
dediği yasaklar hangileri veya Özcan<br />
özerk, bilimsel üniversitelerden ne<br />
anlıyor. Bunu cevaplandırmadan<br />
önce biraz geriye gidelim. Yusuf Ziya<br />
Özcan bugüne kadar gelen anayasalar<br />
içinde en ılımlı olan ve işçiye, emekçiye<br />
belli başlı haklar veren 61 anayasasını<br />
terörün artmasına etken <strong>olarak</strong><br />
görmüştür ve işçi sınıfının hareketini<br />
terör <strong>olarak</strong> nitelendirmiştir.<br />
Yusuf Ziya Özcan’ın yasaklar kalkacak<br />
sözünden kastı türban yasağının<br />
kalkması yönündedir. Özgür bir<br />
ortamdan kastı ise egemen sınıfın<br />
üniversiteler üzerindeki emellerini<br />
daha özgür bir ortamda gerçekleştirmelerinin<br />
önünü açmaktan başka bir<br />
şey değildir.<br />
Yu s u f Z i y a Ö z c a n A K P<br />
Hükümetinin kuklası konumundadır.<br />
TBMM Başkanı Köksal Toptan’la<br />
olan basına kapalı görüşmesi sırasında<br />
TBMM TV kamerasına “yanlışlıkla”<br />
yansıyan şu diyalog bunu<br />
açıkça gösteriyor:<br />
Toptan: YÖK’le ilgili söyleyeceğiniz<br />
varsa...<br />
Özcan: Hayır, yok Hocam. Mümkün<br />
olduğu kadar bu işten kaçınıyorum.<br />
Toptan: Arada sırada bu konularla<br />
ilgili katılım için cevap da vermek<br />
lazım.<br />
Üniversitelerde devrimci ve<br />
demokrat öğrencilere yönelik<br />
saldırılar devam ediyor.<br />
27 Aralık Çarşamba günü İstanbul<br />
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde<br />
“üniversiteye haçlı seferi” başlıklı<br />
bildiri dağıtan TKP’li öğrenciler ve<br />
ilerici, devrimci, yurtsever öğrenciler<br />
kendilerine Müslüman öğrenciler diyen<br />
bir grup tarafından sopalarla ve<br />
testerelerle saldırıya uğradı. Bu saldırı<br />
sonucunda 3 devrimci öğrenci<br />
ağır yaralandı ve 27 öğrenci de gözaltına<br />
alındı.<br />
Perşembe günü bu yaşanan olay<br />
üzerine bir araya gelen devrimci, demokrat<br />
öğrenciler saldırıyı kınamak<br />
için İstanbul Üniversitesi Beyazıt<br />
Kampüsü önünde basın açıklaması<br />
yaptılar.<br />
Polisin de saldırıların içinde olduğunu<br />
söyleyen öğrenciler yeni YÖK<br />
Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın koltuğuna<br />
gelir gelmez yasakları kaldıracağım<br />
açıklamalarıyla kendi gibi<br />
düşünenlere her türlü saldırıyı hak<br />
sayacağını ve devrimci, demokrat<br />
öğrencilerinse bu özgürlükten hiçbir<br />
kar sağlayamayacağını belirterek<br />
bunun kanıtını da yapılan bu gerici<br />
saldırının olduğunu açıkladılar. Bu<br />
saldırıların arkasında yatan sebebin<br />
ABD odaklı AKP ve onun diğer bir<br />
Özcan: Hem Sayın Cumhurbaşkanı<br />
tavsiye etti hem de Sayın Başbakan.<br />
‘Aman Hocam’ dedi, ‘Bir şey söylersin<br />
ipimizi çekerler.’<br />
Özcan burjuvazinin tam aradığı bir<br />
“bilim insanı”dır. İslam ve terör konusunda<br />
uzmanlaşmış bir kişi burjuvazi<br />
için çok şey demektir. S<strong>indir</strong>me<br />
ve uyutma politikası burjuvazinin<br />
biricik araçları. Geçmiş sayımızda<br />
bu denli saf bilim insanının neden<br />
böyle burjuvazi tarafından hediyelere<br />
boğulduğunu, ödüllendirildiğini<br />
ve önemli mevzilere getirildiğinden<br />
söz etmiştik.<br />
Asıl sorun YÖK’ün başına kimin<br />
atandığı veya kimin atanmadığı değil,<br />
asıl sorun sitemin ve onun bir<br />
kurumu olan YÖK’ün kendisidir.<br />
Kapitalizm sürdükçe burjuvazi YÖK<br />
ve benzeri kurumları koruyacaktır.<br />
Üniversiteleri özgürleştirmek, bilim<br />
üreten, toplumsal ihtiyaçları gözeten<br />
kurumlar haline getirmek için sistemi<br />
değiştirmek gerek.<br />
30.12.2007<br />
Yeni Dünya Gençliği / Adana ✓<br />
“Üniversitelerimizi gericilere bırakmayacağız”<br />
uzantısı olan yeni YÖK yönetiminin<br />
hızla yaygınlaşma politikalarında<br />
yattığını söyleyen öğrenciler üniversiteler<br />
üzerindeki piyasacı, otoriter,<br />
gerici baskılarında her geçen gün artığını<br />
söylediler.<br />
Bu açıklamaların yapıldığı gün<br />
gözaltına alınan öğrencilerin gözaltı<br />
sürelerinin uzatıldığını, bugün 3 arkadaşlarının<br />
daha göz altına alındığını<br />
söylediler.<br />
Açıklama sonunda üniversitelerdeki<br />
devrimci, ilerici, yurtsever öğrenciler<br />
<strong>olarak</strong> üniversitelerde her<br />
türlü gerici ideolojiye karşı mücadelelerine<br />
devam edeceğini ekleyen<br />
öğrenciler, hep bir ağızdan “gericiler<br />
dışarı üniversiteler bizimdir, üniversitelerimizi<br />
gericilere bırakmayacağız”<br />
sloganlarını attılar.<br />
Yeni Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> biz,<br />
devrimci öğrencilere yönelik bu saldırıları<br />
şiddetle kınıyor ve devrimci,<br />
demokrat öğrencilerin haklı mücadelesinde<br />
her zaman yanlarında olacağımızı<br />
söylüyoruz. Özerk ve bilimsel<br />
bir eğitim için bütün genç işçi ve<br />
öğrencileri bu devrimci mücadeleye<br />
çağırıyor, devrimci ve demokratik<br />
taleplerimizi direnerek almaya davet<br />
ediyoruz.<br />
27 Aralık 2007<br />
Yeni Dünya Gençliği / İstanbul ✓
Genç-Sen Genel Kurulu Gerçekleşti!<br />
Genç-Sen 15 Aralık’ta ODTÜ<br />
Kema l Ku rd a ş Kong re<br />
Salonu’nda yapılan Genel<br />
Kurul’la kuruluşunu ilan etti.<br />
Yaklaşık 600 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen<br />
kurul oldukça yoğun<br />
tartışmalar ve gerginlikler ile tamamlandı.<br />
Genel Kurul’un divanlığını<br />
Dev Maden İş Sendikası Genel<br />
Başkanı Tayfun Güngör ile birlikte<br />
toplam 3 kişi yürüttü. Genel Kurul’a<br />
“özgürlük ve demokrasi mücadelesinde<br />
aramızdan ayrılanlar” için<br />
saygı duruşunun ardından başlandı.<br />
Değişik tartışmaların yaşandığı ve<br />
yaklaşık 150 kişinin belli sebeplerden<br />
dolayı salonu terk etmesinin<br />
gündeme geldiği bir durumda biz<br />
de birkaç noktada tavır takınmak<br />
istiyoruz.<br />
Genel Kurul’da getirilen eleştirilerden<br />
biri; Genel Kurul’un iki gün yerine<br />
bir gün içerisinde yapılmasıdır.<br />
Maddi sorunların sebep <strong>olarak</strong> gösterilmesinden<br />
dolayı salon tek günlük<br />
tutulmuştur. İki gün yapılması<br />
düşünülen Genel Kurul’un tek güne<br />
düşürülmesi, aynı zamanda zaman<br />
darlığını da gündeme getirmiştir. Bu<br />
da birçok katılımcının konuşmalarının<br />
kısaltılmasına ve değişik konular<br />
üzerinde tartışmanın sürdürülmesini<br />
engellemiştir. Bu konuda DİSK’in<br />
maddi sorunları sebep <strong>olarak</strong> göstermesi<br />
kabul edilemez bir durumdur.<br />
Genç-Sen bütün öğrencilerin birlik,<br />
mücadele ve dayanışma örgütü <strong>olarak</strong><br />
düşünüldüyse, o halde bu işi örgütlemek<br />
için bir araya gelmiş bütün<br />
öğrencilerin kolektif bir biçimde, tartışmalarının<br />
sürdürüldüğü ve karara<br />
bağlandığı bir ortamda kuruluşunu<br />
gerçekleştirmesi gerekirdi.<br />
Getirilen eleştirilerden bir diğeri<br />
de; “anadilde eğitim” sorununun<br />
tüzük maddeleri içerisinde yer almaması<br />
idi. Tüzüğe dair ek maddelerin<br />
tartışıldığı bölümde bir öğrenci<br />
tüzükte, “anadilde eğitim” üzerine<br />
hiçbir söylemin bulunmadığını ve<br />
tüzük maddeleri içerisine alınması<br />
gerektiğini dile getirdi. Tüzüğe alınmamasını<br />
gerekçelendirmek üzere<br />
söz alan SGD’li bir arkadaşın yorumu<br />
ise şu; “anadilde eğitim talebinin<br />
tüzükte yer almasının gerekli<br />
olmadığını çünkü bunun tüzükte<br />
yer almadan da dikkate alınacağını”<br />
söylemesi aynı zamanda bu sorunun<br />
çözümü için ne kadar uğraş ver(mey)<br />
eceklerinin de bir göstergesiydi. Yine<br />
EHP’li bir arkadaşın söz alarak anadilde<br />
eğitimin tüzüğe alınmasına<br />
karşı olduğunun gerekçelendirmesini<br />
“Eğitim-Sen’in yaşamış olduğu<br />
dava süreci”ne bağlaması da bir hayli<br />
ilginç bir yorumdur. Katılımcıların<br />
büyük bir çoğunluğu “anadilde eğitim”<br />
talebinin tüzüğe eklenmesi<br />
noktasındaki düşüncelerini savunarak<br />
tüzüğe ekletmeyi başarmışlardır.<br />
Anadilde eğitim hakkı insan hakkıdır.<br />
Yapılması gereken sistemin bu<br />
ırkçı, ayrımcı yanını teşhir edecek<br />
tüm örgütlenmelerde bulunmak ve<br />
bunun için mücadele etmektir. Genç-<br />
Sen de bu örgütlenmelerden birisi<br />
olmalıdır. Tüm devrimci, ilerici öğrencilerin<br />
anadilde eğitim hakkını<br />
savunmaları gerekmektedir.<br />
Yine getirilen eleştirilerden bir<br />
başkası da; Merkez Yürütme Kurulu<br />
seçimlerinin anti-demokratik olduğudur.<br />
MYK’ya aday <strong>olarak</strong> tüzük<br />
önerisini getiren gençlik örgütlenmeleri<br />
ve DİSK temsilcisi Kıvanç<br />
Eliaçık’ın olduğu 13 kişiden oluşan<br />
bir liste sunuldu. Bu listeye alternatif<br />
<strong>olarak</strong> DPG ve TÜM-İGD’lilerden<br />
oluşan başka bir liste ortaya konuldu.<br />
Fakat gelinen yerde DPG’li aday Bora<br />
Korkmaz’ın kürsüden yapmış olduğu<br />
konuşma sırasında kaba saba sözlerle<br />
susturulmaya çalışılması üzerine<br />
DPG ve Ekim Gençliği’nden oluşan<br />
yaklaşık 150 kişi salonu terk etmiştir.<br />
Bora Korkmaz yapılan müdahaleler<br />
sonrasında kürsüden MYK’nın<br />
seçilmiş bir MYK olmadığını ve<br />
MYK’nın gayri meşru olduğunu dile<br />
getirdi. 13 kişilik MYK “EHP, SDP,<br />
Antikapitalist, TÖP, SGD ve DİSK<br />
Temsilcisi Kıvanç Eliaçık” tan oluşmuştur.<br />
Burada eleştirilerin merkezinde<br />
koltuk kapmacanın gençlik<br />
örgütlenmesinin önüne geçtiği duruyor.<br />
DPG’li adayın susturulmaya<br />
çalışılmasının, kaba sözlerle hakaret<br />
edilmesinin doğru olmadığını ve<br />
böyle bir durumun demokratik anlayışa<br />
ters düştüğünü belirtmek gerekir.<br />
Aynı zamanda koltuk kapmacanın<br />
olduğu eleştirisini getiren TÜM-<br />
İGD’nin Genel Kurul değerlendirme<br />
yazısında bir noktaya dikkat çekmek<br />
istiyoruz. Yazı bütünlük içerisinde<br />
değerlendirildiğinde getirilen bir dizi<br />
eleştirinin doğru olmasının yanı sıra<br />
aynı zamanda kendilerinin de (yazıdan<br />
çıkartılan durum böyle ) “koltuk<br />
kapma” yarışı içerisinde oldukları ve<br />
“kim daha çok oy aldı” hesabı yaptıkları<br />
görülmektedir. Yazıdan çıkartılan<br />
“tek doğru benim” anlayışıdır.<br />
Önerimiz yazılarını bir kez daha gözden<br />
geçirmeleridir. Yapmış oldukları<br />
değerlendirme yazısını okuyan her<br />
arkadaş bunu açıkça görecektir.<br />
Tabi bu yaşanan tartışmaların dışında<br />
bir de Genel Kurul’da moral<br />
olan ve devrimci dayanışmanın örneğini<br />
sergileyen bir durum yaşanmıştır.<br />
Kongre salonunun yapıldığı<br />
binanın giriş bloğunda duran sivil<br />
polisleri 200-300 kişilik bir grup toplanarak<br />
o yöne doğru hareket etmelerinin<br />
ardından dışarı çıkarmışlardır.<br />
Aynı zamanda orada bekleyen<br />
jandarmalar da aynı kararlı tutum<br />
karşısında dışarıya çıkartılmıştır.<br />
Bu dayanışma örneğinin toplumsal<br />
mücadelenin her alanında verilmesi<br />
gerekmektedir.<br />
Bugün öğrenci hareketinin en büyük<br />
sorunu bölünmüş dağınık bir<br />
yapıya sahip olmasıdır. Bu da bir dizi<br />
ortak talepler noktasında birlikte hareket<br />
etmeyi çoğu kez engellemektedir.<br />
Tabi ki değişik siyasi görüşler<br />
çerçevesinde bir araya gelmiş gençlik<br />
dernekleri ve örgütlülükleri olacaktır.<br />
Fakat bunların bir çatı altında<br />
birleşmeleri hedefimiz olmalıdır.<br />
Genç-Sen yaklaşık bir buçuk<br />
yıldır belli çalışmaları örgütlemiş<br />
Türkiye’nin ilk öğrenci gençlik<br />
sendikasını oluşturma hedefleri<br />
noktasında belli adımlar atmıştır.<br />
Genel Kurul’la da bunu resmen ilan<br />
etmiştir.<br />
Yeni Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> bu tip<br />
örgütlenmelerin içerisinde çalışmayı<br />
(geniş öğrenci yığınlarını birleştirme<br />
çabası içerisinde olan) doğru bulmak-<br />
yeni dünya gençliği<br />
tayız. Bizim için bundan da önemli<br />
olan esas <strong>olarak</strong> proleter gençlik içerisinde<br />
örgütlenecek olan Komünist<br />
Gençlik Örgütlenmesini yaratmak<br />
için çaba sarfetmektir.<br />
Tarih sahnesinde gençlik hep en<br />
ön saflarda bayrağı omuzlamaktadır.<br />
Bundan sonra da böyle olacaktır.<br />
Bu barbarlık düzeni ancak güçlü bir<br />
örgütlülükle alaşağı edilebilir. Haydi<br />
örgütlü mücadeleye…<br />
G e n ç l i k G e l e c e k , G e l e c e k<br />
Ellerimizde!<br />
Gençlik Saflara, Faşizmi Döktüğü<br />
Kanda Boğmaya!<br />
Yeni Dünya Gençliği<br />
30 Aralık 2007<br />
Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek<br />
için yürüyüş<br />
27<br />
Aralık 2007 tarihinde<br />
birçok sendika ve kitle<br />
örgütlerinin katılımıyla<br />
İstanbul Çalışma Müdürlüğü<br />
önünde eylem gerçekleştirildi.<br />
Aksaray Belediye İş önünde toplanan<br />
yaklaşık 1000 kişilik kitle<br />
yoğun polis kordonu arasında<br />
Unkapanı’nda bulunan Çalışma<br />
Müdürlüğü Binası önüne yürüdü.<br />
Yürüyüş içinde birçok sendika<br />
ve kitle kuruluşunun yer<br />
aldığı “Herkese Sağlık, Güvenli<br />
Gelecek Platformu” tarafından<br />
gerçekleştirildi. HSGGP bir süre<br />
önce İstanbul’da Sosyal Güvenlik<br />
Yasasının meclisten geçmesini önlemek<br />
için kurulmuştu.<br />
YDİ Çağrı <strong>olarak</strong> bizim de dövizlerimizle<br />
katıldığımız yürüyüş<br />
boyunca sıkça şu sloganlar atıldı:<br />
“Zafer Direnen Emekçinin Olacak!”,<br />
“Direne Direne Kazanacağız!”,<br />
“Kahrolsun IMF İşbirlikçi AKP!”,<br />
“Yaşasın Sınıf Dayanışması!”,<br />
“Faşizme Karşı Omuz Omuza!”,<br />
“Gün Gelecek, Devran Dönecek,<br />
AKP Halka Hesap Verecek!”,<br />
“Hükümet İstifa!”, “İşçilerin Birliği<br />
Sermayeyi Yenecek!”, “Kahrolsun<br />
Faşist Diktatörlük!”, “Yaşasın<br />
Halkların Kardeşliği!”, “Biji Bıratiya<br />
Gelan!”, “Savaşa Değil, Eğitime<br />
Bütçe!”, “Yaşasın İşçilerin Birliği<br />
Halkların Kardeşliği!”, “Mezarda<br />
Emekli Olmayacağız!” vb.<br />
Unkapanı önünde toplandıktan<br />
sonra ilk konuşmayı Türk Tabipler<br />
Birliği Başkanı Gencay Gürsoy<br />
yaptı. AKP’nin “zücaciye dükkanına<br />
girmiş bir fil” gibi sağlık ve<br />
sosyal güvenlik sistemini yıktığını<br />
söyleyen Gürsoy, sağlık alanının<br />
hızla ticarileştirildiğini anlattı.<br />
Sosyal Güvenlik alanında hükümetin<br />
söylemini de eleştiren Gürsoy,<br />
kayıtdışı çalışmanın bu kadar yaygın<br />
olduğu bir ülkede emekli sayısının<br />
çalışan sayısına oranının<br />
yüksek olduğuna dair iddialarda<br />
bulunan hükümetin bu gerçeği<br />
göz ardı ettiğini anlattı. Gencay<br />
Gürsoy bu yasanın meclise gelmesi<br />
halinde, parlamento kapısında buluşarak<br />
yasanın geçmesini engellemeye<br />
çalışacaklarını da ilan etti.<br />
Platform adına basın açıklamasını<br />
Hava-İş ikinci başkanı Eylem<br />
Ateş okudu. Açıklamasında, yasanın<br />
getireceği olumsuzlukları<br />
sıralayan Ateş, dünyanın her yerinde<br />
olduğu gibi Türkiye’de de<br />
bu tür yasaların halkın tepkisi ile<br />
püskürtülebileceğine işaret etti.<br />
Bütün bu düzenlemelerin yerli ve<br />
yabancı sermayenin istekleri doğrultusunda<br />
gerçekleştirildiğini<br />
vurgulayan Ateş, “Kabesi IMF,<br />
secdesi patron olanların sağlık ve<br />
sosyal güvenlik haklarımızı yok<br />
etme çabasıdır bu” dedi. AKP hükümetinin<br />
“Nasılsa Allahın sopası<br />
yok ama IMF’nin sopası var” diye<br />
düşündüğünü söyleyen Ateş, “Ama<br />
bizi hesaba katmıyorlar, çalışan da<br />
üreten de biziz, biz karşı çıkarsak<br />
yapamazlar” dedi.<br />
Açıklamalardan sonra eylem<br />
olaysız bitti.<br />
28 Aralık 2007 ✓<br />
19