13.11.2014 Views

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Karkerên jin û mêr!<br />

Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />

we yê wendakirinê tune!<br />

Hûn dikanin cîhanekê<br />

nu wergirin!<br />

Kadın ve erkek işçiler!<br />

Zincirlerinizden başka<br />

kaybedecek birşeyiniz yok!<br />

Kazanacağınız<br />

yeni bir dünya var!<br />

Ocak 2008/01 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X118<br />

AYLIK<br />

SİYASİ<br />

GAZETE<br />

• SAYI HEJMAR<br />

Eski Yıl -<br />

Yeni Yıl...<br />

Değişen Bir<br />

Şey Yok!<br />

Serbest<br />

Bölgelerde<br />

Modern<br />

Köleler:<br />

Kadın<br />

İşçiler...<br />

Filistin<br />

Sorununda<br />

Çözümsüzlük<br />

Arayışları...<br />

BM İklim<br />

Konferansı<br />

Fiyaskoyla<br />

Sonuçlandı!


• editörden - içindekiler<br />

Editörden...<br />

Değerli Okuyucu,<br />

2008 yılının bu ilk sayısıyla<br />

merhaba!<br />

Geçtiğimiz yıl içerisinde dünya<br />

çapında yaşanan siyasi gelişmelere<br />

11 sayı boyunca dergimizde<br />

yer vermeye çalıştık. Bir yıllık<br />

bu zaman dilimi içerisinde<br />

dünyada emperyalist gerici<br />

savaşlar, kışkırtılan milliyetçilik<br />

ve şovenizm, işçi sınıfına yönelik<br />

saldırılar, doğanın talanı, kadınlara<br />

yönelik şiddet tüm hızıyla sürerken<br />

ne yazık buna karşı kayda değer<br />

bir tepki gelişmedi ezilenler<br />

cephesinden.<br />

Emperyalist kapitalist sistem<br />

varlığını koruduğu sürece 2008<br />

yılının da bir önceki yıldan farklı<br />

olmayacağı açık.<br />

Fakat bu kader değil! Yeter ki<br />

dünyayı değiştirecek gücümüze<br />

olan inancımızı yitirmeyelim!<br />

Tüm okurlarımızı yeni yılda tüm<br />

objektif zorluklara rağmen devrim<br />

mücadelesine daha sıkı sarılmaya<br />

çağırıyoruz!<br />

2008 yılının bu ilk sayısında<br />

2007’nin kısa bir hatırlatmasını<br />

yaptık.<br />

Kürt halkına yönelik kışkırtmalar,<br />

baskılar geçen ay da tüm hızıyla<br />

devam etti. Halkların Kardeşliği<br />

sayfalarımızda buna bir kez daha<br />

yer verdik.<br />

Yeni İşçi Dünyası sayfalarımız yine<br />

dolu dolu, burada özellikle anda<br />

yürüyen mücadelelere yer verdik.<br />

Tüm okurlarımızı direnişte ve<br />

grevde olan işçileri ziyaret etmeye<br />

ve desteklemeye çağırıyoruz.<br />

Yeni Kadın Dünyası sayfalarında<br />

bu kez kadın emeğinin çok<br />

yoğun <strong>olarak</strong> sömürüldüğü<br />

Serbest Bölgeleri irdeledik.<br />

İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.<br />

Panorama, Yaşama Temellerini<br />

Koruyalım ve Yeni Dünya Gençliği<br />

sayfalarını da ilgiyle okuyacağınızı<br />

düşünüyoruz.<br />

Yeni sayımızda tekrar buluşmak<br />

üzere!<br />

YDİ ÇAĞRI,<br />

03 Ocak 2008 •<br />

Özür:<br />

Teknik bir hata sonucu geçen sayımızın<br />

arka kapak içi yanlış basıldı.<br />

Eksik olan yazılar için lütfen internet<br />

sitemize bakın.<br />

YDİ Çağrı<br />

İçindekiler<br />

GÜNDEM<br />

Eski Yıl – Yeni yıl: Değişen Bir Şey Yok! . 3<br />

19 Aralık katliamı protesto edildi. 4<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

Operasyonlar, bombalamalar ... Kürt ulusal sorununu çözemez!. 5<br />

“Hırsız evde, kilit işe yaramadı” . 6<br />

Malatya katliamında son durum . 6<br />

Denizde katliam!. 7<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

Novamed grevi sona erdi... “Kadınların grevi” kazandı . 8<br />

Mustafa Öztaşkın’dan teşekkür ziyareti . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

Serbest Bölgelerde Modern Köleler : Kadın İşçiler... . 9<br />

Bir eleştiri... . 10<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

‘Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası kanun tasarısı’ bilmecesi. EK:1<br />

Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu.<br />

EK:2<br />

Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı.<br />

EK:3<br />

Dimes meyve suyu fabrikasında direniş.<br />

EK:3<br />

Türk-İş 20. Kongresi: Gitti Salih Geldi Mustafa! .<br />

EK:4<br />

“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!” .<br />

EK:5<br />

Güven Elektrik işçileri saldırılara direniyor!.<br />

EK:6<br />

ACERER Döküm Sanayi işçileri grevde.<br />

EK:6<br />

DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!.<br />

EK:7<br />

Yörsan’da işçi kıyımı! .<br />

EK:8<br />

Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin mücadelesi sürüyor.<br />

EK:8<br />

BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan Genel Kurulu. . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />

PANORAMA<br />

RUSYA: Duma seçimleri yapıldı, Putin kazandı… . 11<br />

ABD / ANNAPOLİS / Filistin sorununda çözümsüzlük arayışları…. . . . . 12<br />

ENDONEZYA / BALİ: BM’nin 13. İklim Konferansı yapıldı… . 13<br />

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />

BM İklim Konferansı fiyasko ile sonuçlandı. 15<br />

Munzur’da barajlara hayır!. 15<br />

GÜNCEL<br />

Polis vazifesinin başında, salahiyetinin bilincinde!. 16<br />

Mersin’de “Ek Ders” isyanı yankısını buldu . 17<br />

Eğitim-Sen üyeleri iş bıraktı . 17<br />

Eğitim emekçileri ek ders ücretleri için alanlardaydı . . . . . . . . . . . 17<br />

YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />

YÖK tam gaz sürüyor…. 18<br />

“Üniversitelerimizi gericilere bırakmayacağız” . 18<br />

Genç-Sen Genel Kurulu Gerçekleşti! . 19<br />

Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek için yürüyüş. 19<br />

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />

• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

• Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul<br />

• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27<br />

• Banka Hesap:<br />

Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

• Sayı: 118 · Ocak 2008 • ISSN 1301-692X118<br />

• Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />

• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)<br />

• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />

2<br />

mail@ydicagri.com<br />

www.ydicagri.com<br />


gündem<br />

Eski Yıl – Yeni yıl<br />

Değişen Bir Şey Yok!<br />

Küresel ısınma ve buna bağlı çevre felaketleri,<br />

emperyalistler arası dalaş, çatışmalar, açlık, susuzluk,<br />

işsizlik gibi kapitalizmin ürettiği barbarlığın tüm<br />

görünümleri dünya işçi ve emekçilerini yok etmeye<br />

devam etti 2007 yılı boyunca. 2008’in bu açıdan<br />

2007’den daha farklı olacağına ilişkin herhangi bir<br />

belirti de henüz yok. 2008 daha şimdiden karanlık<br />

görünüyor. Değişen bir şey yok!<br />

Her yeni yıla girerken bir<br />

yeni yıl yazısı yazmak gelenektir.<br />

Biz de bu geleneği<br />

şimdilik bozmadan devam ediyoruz.<br />

Ama ne yazık ki yeni yıl için<br />

yeni yeni dileklerde bulunamayacak;<br />

öyle herkesi mutlu, huzurlu, barışçıl<br />

güzel günlerin beklediğini filan<br />

söyleyemeyeceğiz.<br />

Şimdi gazetelerde, televizyonlarda,<br />

reklam sloganlarında bol bol yeni yılın<br />

getireceği güzelliklerden bahsedilecek.<br />

Meclis, siyasi partiler, bakanlar,<br />

işadamları, sendikalar ve hatta<br />

Genelkurmay Başkanlığı bile yeni yıl<br />

dileklerini ard arda sıralayacaklar.<br />

Kimi insanlar beyaz sakallı nur<br />

yüzlü bir dede, kimileri şömineleri<br />

başında geyiklerine binmiş Noel<br />

Babayı bekleyecek. Ama ülkemizde<br />

milyonlarca, dünyada ise milyarlarca<br />

insan bir sonraki gün ne yiyeceğinin,<br />

iş bulup bulamayacağının, varolan<br />

işinden çıkarılıp çıkarılmayacağının<br />

hesabını yapmak zorunda kalacak.<br />

Bir söz vardır; “Yaptıklarımız yapacaklarımızın<br />

teminatıdır.” veya<br />

“Tarihini bilmeyen geleceğini göremez.”<br />

vb. Demek ki dönüp 2007<br />

yılına bakmamız, neler yaptığımızı<br />

sorgulamamız, son bir yıllık ta olsa<br />

tarihimizi incelememiz gerek.<br />

* * *<br />

2007 yılı Irak eski Devlet Başkanı<br />

Saddam Hüseyin’in idam görüntüleri<br />

ile başladı. 20 Mart 2003 tarihinden<br />

bu yana başta ABD ve İngiltere’nin işgal<br />

altında tuttuğu Irak’ın eski devlet<br />

Başkanı Saddam Hüseyin 30 Aralık<br />

2006’da idam edildi. İdam görüntüleri<br />

“gizlice” medyaya sızdırıldı. İşgal<br />

güçlerinin sınırlı kontrolü altında<br />

bulunan Irak’ta yıl boyu çatışmalar,<br />

intihar eylemleri sürdü; binlerce insan<br />

öldürüldü. 16 Ocak’ta Birleşmiş<br />

Milletler, 2006 yılında Irak’ta 34<br />

bin 452 sivilin öldüğünü açıkladı.<br />

14 Ağustos’ta ise Musul’un Şengal<br />

ilçesinde düzenlenen intihar saldırılarında<br />

yaklaşık 500 Ezidi Kürt<br />

katledildi. İşgal güçlerine karşı ise<br />

direniş sürerken, ABD ülkede kontrolü<br />

sağlayabilmek için asker sayısını<br />

arttırdı.<br />

19 Ocak’ta AGOS Gazetesinin<br />

Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink<br />

katledildi. Hrant Dink’i katleden kişi<br />

cinayeti milli duygularla işlediğini<br />

söylerken, bazı emniyet görevlileri<br />

katil O.G. ile fotoğraf çektirdi. Hrant<br />

Dink’in cenazesine yüzbinlerce kişi<br />

katıldı. Bu eylemde Hrant Dink’in<br />

eşi Rakel Dink bir konuşma yaptı:<br />

“Bir bebekten katil yaratan zihniyeti<br />

sorgulamalıyız.”<br />

2 Şubat’ta Paris’te düzenlenen küresel<br />

ısınma ile ilgili uluslararası<br />

toplantıda, Hükümetlerarası İklim<br />

Değişikliği Uzmanlar Grubu 21 sayfalık<br />

bir rapor açıkladı. Yayımlanan<br />

raporda, küresel ısınmanın son 50<br />

yıl içerisinde yüzde 90 oranında insan<br />

eliyle yaratıldığı ve bunun etkilerinin<br />

asırlarca süreceği belirtildi.<br />

Raporun bu haliyle yayımlanmaması<br />

için bazı çevrelerin bilim insanlarına<br />

rüşvet teklif ettiği ortaya çıktı.<br />

Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna<br />

dünyayı yağmalaması artarak devam<br />

ediyor.<br />

İran ile ABD arasındaki diplomatik<br />

çatışma 2007 yılında da sürdü.<br />

İran donanma askerleri 23 Mart’ta 15<br />

İngiliz askerini karasularını ihlal ettiği<br />

gerekçesiyle esir aldı. Esir denizciler<br />

5 Nisan’da serbest bırakıldılar.<br />

İran, Uranyum zenginleştirme programlarını<br />

sürdüreceğini açıklaması<br />

nedeniyle diğer emperyalist devletler<br />

tarafından baskı altında tutulmaya<br />

devam ediliyordu. İngiliz askerlerinin<br />

esir alınması yaşanan gerilimi<br />

doruğa çıkardı. İran geri adım atmamakta<br />

direnirken, ABD ve diğer<br />

emperyalistler İran’ın nükleer bomba<br />

elde etmesini istemiyor.<br />

2007 yılında liberal burjuvazinin<br />

hükümeti AKP ile Kemalist bürokrat<br />

burjuvazi arasındaki iktidar<br />

mücadelesi her alanda şiddetlenerek<br />

sürdü. AKP’nin Cumhurbaşkanı<br />

adayını açıklamasına günler kala,<br />

14 Nisan’da Ankara Tandoğan’da<br />

Cu m hu r iyet M it i ng i yapı ld ı.<br />

AKP 24 Nisan’da Abdullah Gül’ü<br />

Cumhurbaşkanı adayı <strong>olarak</strong> açıkladı.<br />

27 Nisan’daki ilk turda Abdullah<br />

Gül 357 oy aldı. Aynı gün TSK internet<br />

sitesinden bir bildiri yayınlayarak<br />

“TSK’nın Atatürk İlkeleri’nin<br />

ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz<br />

savunucusu olduğu ve o ilkeleri<br />

korumakta” kararlı olduğunu<br />

açıkladı. Bildiri e-muhtıra <strong>olarak</strong><br />

tarihe geçti. 3 Mayıs’ta İzmir’de de<br />

Cumhuriyet mitingi düzenlendi.<br />

Daha sonra bu mitingler birçok ile<br />

yayıldı. 1 Mayıs tarihinde Anayasa<br />

Mahkemesi CHP’nin başvurusu üzerine<br />

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk<br />

turunu iptal etti ve Cumhurbaşkanı<br />

seçiminin yapılabilmesi için Mecliste<br />

en az 367 milletvekilinin hazır bulunması<br />

gerektiğini açıkladı. 6<br />

Mayıs’taki oturumda Mecliste 367<br />

milletvekili olmadığından seçim yapılamadı,<br />

bunun üzerine Gül adaylıktan<br />

çekildiğini açıkladı. AKP erken<br />

seçim kararı aldı. 22 Temmuz da<br />

yapılan seçimlerde AKP beklenmedik<br />

bir oy oranı (%47 – 341 milletvekili)<br />

ile birinci parti seçildi. Meclise<br />

AKP ile birlikte 3 parti seçildi (CHP<br />

112, MHP 71 milletvekili). DTP,<br />

EMEP ve ÖDP’nin desteklediği bağımsız<br />

adaylardan 22’si seçildi. DTP<br />

grup oluşturdu, bağımsız adaylardan<br />

(ÖDP eski Genel Başkanı) Ufuk<br />

Uras ise ÖDP’ye katıldı. Meclis’te<br />

tekrar çoğunluğu elde eden AKP<br />

Cumhurbaşkanlığı seçimini yineledi.<br />

Abdullah Gül 28 Ağustos’ta 339 oyla<br />

3


gündem<br />

4<br />

TBMM tarafından Türkiye’nin 11.<br />

cumhurbaşkanı seçildi. 21 Ekim’de<br />

de Gül’den sonraki cumhurbaşkanlarının<br />

halk tarafından seçilmesine<br />

ve diğer bazı anayasa değişikliklerine<br />

ilişkin referandum yapıldı, referandumdan<br />

Evet çıktı. Bu süreç AKP’nin<br />

iktidarını daha da sağlamlaştırmasını,<br />

Kemalist kesimin ise iktidardan<br />

daha hızlı bir uzaklaşmasını sağladı.<br />

Çünkü AKP hükümet olduğu süreç<br />

boyunca Sezer vetosu ile karşılaşan<br />

yasa değişikliklerini jet hızıyla onaylatma<br />

avantajını kazandı. İktidar dalaşı<br />

her alanda sürüyor, 2008 yılında<br />

da sürecek.<br />

2007 yılı işçi sınıfı açısından da<br />

hareketli geçti. Çok sayıda grev, direniş<br />

gerçekleşti, görece kazanımlar<br />

elde edildi. Yılın başında Tansaş işçilerinin<br />

mücadelesi kazanımla sonuçlandı<br />

ve işçiler sendikalı oldular.<br />

17 Mart’ta Mersin Serbest Bölgede<br />

çalışan binlerce işçi insanca çalışma<br />

koşulları için bir hafta boyunca iş bıraktı.<br />

Örgütsüzlük nedeniyle direniş<br />

kısa zamanda kırıldı. Tarsus’ta buluna<br />

Koluman Motorlu Araçlar A.Ş.<br />

işçileri Birleşik Metal-İş Sendikasında<br />

örgütlendiler ve kısa sürede sendikalı<br />

oldular. 2007 yılında Sanovel, Esen<br />

Plastik, Bağ Yağları, Seri-İş Metal,<br />

Alkan Deri, Güven Elektrik, Akdeniz<br />

Nakliyat Kargo, THY, Beksa, Lider<br />

Deri, Akdeniz Selçuk Nakliyat işyerlerinde<br />

patronların saldırılarına<br />

karşı direnişler, sendikalaşma mücadeleleri<br />

gerçekleşti. 2007 yılı 1 Mayıs’ı<br />

işçi sınıfının Taksim yasağına karşı<br />

mücadelesine ve zaferine şahit oldu.<br />

2006’da başlayan Novamed ve SCT<br />

Or Turbo Filtre grevleri 2007 yılında<br />

da sürdü. SCT grevi hala belirsizliğini<br />

korurken, Novamed grevi<br />

2007 yılının sonuna yaklaşırken zaferle<br />

sonuçlandı. 83’ü kadın 85 işçi<br />

adına Petrol-İş sendikası TİS imzaladı.<br />

Tüm bunlara rağmen 2007 yılı<br />

işçi sınıfı açısından Türk Telekom<br />

grevi ile anılacaktır. 25 bin 600 Türk<br />

Telekom işçisinin eşit işe eşit ücret<br />

talebi ve sendikasızlaştırma saldırılarına<br />

karşı 16 Ekim’de başlattığı<br />

grev 44. gününde zaferle sonuçlandı.<br />

Telekom tarihinde ilk defa gerçekleştirilen<br />

grev ile sınıfın hareketi geçen<br />

yıllara oranla ivme kazandı.<br />

2007 yılına damgasını vuran diğer<br />

gelişmeler ise PKK gerillalarının 21<br />

Ekim’de Dağlıca’daki askeri birliklere<br />

baskın düzenlemesi ile başlayan<br />

süreçti. PKK bu saldırıda 12 askeri<br />

öldürdü, 8 askeri de rehin aldı. Bu<br />

saldırı sonrasında milliyetçi-şovenist<br />

dalga yükseldi, birçok ilde DTP binalarına<br />

saldırı düzenlendi, Kürtlere<br />

yönelik linç eylemleri başladı, ırkçı<br />

sloganlarla donanmış kalabalıklar<br />

tüm kentlerde terör estirdi. Bu süreçte<br />

Hükümet Güney Kürdistan’a operasyon<br />

yapılması için tezkere çıkarttı.<br />

Tezkere Aralık başında TSK’ya verildi.<br />

Son bir haftadır ise TSK Güney<br />

Kürdistan’a birkaç operasyon düzenledi,<br />

Kandil Dağı bomba yağmuruna<br />

tutuldu. Sınırda bu hareketlilik sürerken,<br />

içerde de DTP’ye karşı büyük<br />

bir yok etme kampanyası düzenlendi.<br />

Partinin kapatılması için dava açıldı.<br />

Yüzlerce parti üyesine, başkanına da<br />

dava açılarak, siyaset yasağı konulması<br />

istendi. DTP’li milletvekilleri<br />

üzerinde baskı uygulandı, son <strong>olarak</strong><br />

DTP Eş Başkanı Nurettin Demirtaş<br />

“asker kaçağı” olduğu gerekçesiyle<br />

tutuklandı.<br />

Genel <strong>olarak</strong> 2007 yılı ülkelerimiz<br />

açısından yükseltilen milliyetçiliğin,<br />

şovenizmin yılı oldu. 2008 yılına ise<br />

Kürt sorununun çözümsüzlüğünün<br />

sürdüğü koşullarda ve bomba sesleri<br />

arasında giriyoruz.<br />

Afganistan ve Irak işgalinin,<br />

Filistin’de savaşın sürdüğü koşullarda<br />

2007’yi geride bırakırken, 27<br />

Aralık’ta Pakistan muhalefetinin<br />

temsilcisi Benazir Butto’nun, düzenlediği<br />

miting sırasında öldürüldüğü<br />

haberi uluslararası alanda yankı buluyor.<br />

Son iki gündür gerçekleşen<br />

protesto gösterilerinde ise onlarca<br />

insan öldü.<br />

* * *<br />

Küresel ısınma ve buna bağlı çevre<br />

felaketleri, emperyalistler arası dalaş,<br />

çatışmalar, açlık, susuzluk, işsizlik<br />

gibi kapitalizmin ürettiği barbarlığın<br />

tüm görünümleri dünya işçi ve<br />

emekçilerini yok etmeye devam etti<br />

2007 yılı boyunca. 2008’in bu açıdan<br />

2007’den daha farklı olacağına<br />

ilişkin herhangi bir belirti de henüz<br />

yok. 2008 daha şimdiden karanlık<br />

görünüyor. Değişen bir şey yok!<br />

Ama elbette “Elden ne gelir ummaktan<br />

başka” demeyeceğiz. 2008<br />

yılının 2007’den faklı olması, işçi<br />

ve emekçiler açısından bir şeylerin<br />

değişmesi için yapılabilecek çok şey.<br />

Örgütlenmek, birleşmek, mücadele<br />

etmek ve kazanmak! Tüm bunları<br />

yapacak gücümüz var. Sorun kendi<br />

gücünü görmekte…<br />

Bizler işçi sınıfının, elinde tüm<br />

dünyayı durdurabilecek gücü tutan<br />

sınıfın, bu gücünün farkına varması<br />

içim mücadelemize devam edeceğiz<br />

2008 yılında da. Sizleri de yeni bir<br />

dünya, yeni bir yaşam kurma mücadelesine<br />

sarılmaya çağırıyoruz.<br />

29.12.2007 ✓<br />

19 Aralık katliamı protesto edildi<br />

19 Aralık 2000 tarihinde, aynı<br />

anda 20 cezaevine başlatılan<br />

saldırı sonucu, 28 devrimci<br />

tutsak katledildi. Katliamdan yaralı<br />

<strong>olarak</strong> kurtulan tutsaklar, F<br />

tiplerinde tecride gönderildiler.<br />

7. yılında 19 Aralık katliamı,<br />

BDSP, ESP, DHP, İCİ, Köz, Kaldıraç,<br />

ÖMP, Partizan tarafından İzmir<br />

Karşıyaka’da düzenlenen bir basın<br />

açıklaması ile protesto edildi.<br />

19 Aralık katliamında katledilen,<br />

F tiplerinde tecride karşı mücadele<br />

içerisinde toprağa düşen devrimciler<br />

anısına bir dakika saygı duruşu<br />

yapıldı.<br />

‘19 Aralık katliamını unutmadık,<br />

unutturmayacağız!’ pankartının<br />

açıldığı, 19 Aralık’ta katledilen ve<br />

tecride karşı mücadele içerisinde<br />

yaşamını kaybeden devrimcilerin<br />

resimlerinin taşındığı basın açıklaması<br />

sırasında çeşitli sloganlar<br />

atıldı.<br />

“Devrimci irade teslim alınamaz!,<br />

Devrimci tutsaklar onurumuzdur!,<br />

19 Aralık’ı unutma,unutturma!,<br />

İçerde, dışarıda hücreleri parçala!,<br />

Zindanlar yıkılsın, tutsaklara<br />

özgürlük!, Bedel ödedik, bedel<br />

ödeteceğiz! Yaşasın devrimci<br />

dayanışma!”<br />

Basın açıklaması sırasında, şiirler<br />

okundu. Tecritten gelen tutsak<br />

mektuplarından parçalar okundu.<br />

Grup Kavel devrimci marşlar<br />

söyledi.<br />

Basın açıklaması bitirildikten<br />

sonra, bir grup faşistin provokasyon<br />

girişimi bir sonuç vermedi.<br />

Tecrite son! Devrimci tutsaklara<br />

özgürlük!<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓


halkların kardeşliği için<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

Operasyonlar, bombalamalar, imha<br />

siyaseti Kürt ulusal sorununu çözemez!<br />

Beklenen oldu. Bush-Erdoğan<br />

görüşmesi sırasında üzerinde<br />

anlaşıldığı belli olan “sınırlı askeri<br />

harekat” Türk devleti tarafından<br />

gerçekleştirildi/gerçekleştiriliyor.<br />

16 Aralık Pazar günü saat 02.00<br />

civarında Türk savaş uçakları Kuzey<br />

Irak’ta Kandil’in de aralarında bulunduğu<br />

bazı bölgeleri bombaladı.<br />

Karadan da bazı bölgeler füze ve top<br />

atışına tabi tutuldu.<br />

Genelkurmay Başkanı Orgeneral<br />

Yaşar Büyükanıt’ın operasyonun ardından,<br />

“Sıfır hata”, “PKK kampları<br />

bizim için artık BBG evi”, “Bir tek<br />

sivil hedef, köy vurulmamıştır” açıklamasını<br />

bölgeden gelen haberler,<br />

Kürt medyasına yansıyan görüntüler<br />

yalanladı.<br />

Bölgeden gelen haberler, yayınlanan<br />

görüntülere göre operasyonda<br />

Nawdeşt û Dola Baleyan kazasına<br />

bağlı Bokirîkan, Ênze, Lêwje,<br />

Kutel, Zargelî, Qelatûkan, Rezge,<br />

Maredû Silêyiyan, Balekayetî’ye bağlı<br />

Xinêrew Qebirî Zahîriyan köyleri ve<br />

Sîdekan kazasıyla birlikte toplam 15<br />

köy isabet aldı. Operasyonda, 1 hastane<br />

ve 2 ilkokul yıkılırken, 2 sivil<br />

ve 5 HPG’linin yaşamını yitirdiği<br />

açıklandı.<br />

Hava harekatı yapıldıktan iki gün<br />

sonra, 800 civarında Türk askerinin<br />

karadan bölgeye girdiği, birkaç kilometre<br />

ilerlediği, sonra geri çekildiği<br />

Genelkurmay tarafından açıklandı.<br />

Savaş bir yandan cephede yürürken<br />

diğer yandan yazılı ve görsel basında<br />

da yürütülüyordu. Emir eri burjuva<br />

medya operasyonu öve öve bitiremiyor.<br />

“Harekat gece yapılmıştı. Bu<br />

büyük başarı idi. Havada yakıt ikmali<br />

yapılmış, uçaklar 3 saat havada<br />

kalmıştı. Sivillere kesinlikle zarar<br />

verilmemişti. PKK’ya ağır darbe vurulmuştu.<br />

Artık komşular da ayaklarını<br />

denk alsınlar, Türk ordusundan<br />

korksunlardı. … vs.”<br />

Mehmetçik medya Türk ordusu<br />

ile övüne dursun gerçekler bambaşka:<br />

Türk ordusu ABD’nin izin<br />

verdiği çerçevede, verdiği istihbarat<br />

doğrultusunda, ABD’nin sattığı savaş<br />

uçakları ve tekniği ile operasyon<br />

yapmıştır.<br />

Diğer yandan Kuzey Irak’a kendilerinin<br />

verdiği bilgilere göre 24 sefer<br />

“sınır ötesi harekat” yapılmış, bölge<br />

defalarca havadan bombalanmıştır.<br />

Bu harekatlardan istenilen sonuç<br />

elde edilememiştir. Elde edilemez de!<br />

Çünkü Kürt ulusal sorunu katliamlarla,<br />

bombalarla, imha ve inkar ile<br />

çözülecek bir sorun değildir.<br />

AKP Hükümeti ile ordu arasında,<br />

ulusal harekete karşı uygulanacak<br />

askeri operasyonlar konusunda<br />

uyum olduğu anlaşılıyor. Başbakan<br />

Erdoğan’ın yer yer dillendirdiği “dağdan<br />

insinler, ovada siyaset yapsınlar”<br />

söylemi top, bomba, kurşun seslerinden<br />

duyulmuyor bile! “PKK’yı dağdan<br />

<strong>indir</strong>ecek geniş kapsamlı plan”dan<br />

bahsediliyor. Ancak planın tam ne<br />

olduğu açıklanmıyor. Kendilerinin<br />

geçmişte denedikleri, başarıya ulaşmayan<br />

“Pişmanlık Yasası” ya da “Eve<br />

Dönüş Yasası” pişirilerek yeniden<br />

gündeme getiriliyor. Görünen o ki,<br />

imha ve pişmanlık ile güya sorunu<br />

çözmek istiyorlar! Ama nafile!<br />

DTP’ye yönelik linç kampanyası<br />

sürüyor. DTP üzerinde tam bir abluka<br />

uygulanıyor. Son <strong>olarak</strong> DTP<br />

Genel Başkanı Nurettin Demirtaş<br />

“askere gitmemek için sahte çürük<br />

raporu aldığı gerekçesi” ile gözaltına<br />

alınarak tutuklandı. Çeşitli illerde<br />

yapılmak istenen “barış ve kardeşlik”<br />

mitingleri yasaklandı.<br />

Yargısız infazlar yeniden gündemdeki<br />

yerini alıyor. Yasaklamalar, gözaltılar,<br />

tutuklamalar giderek artıyor.<br />

Taşların bağlandığı, itlerin salındığı<br />

bir dönemi yaşıyoruz.<br />

ABD ve batılı emperyalistlerden<br />

dost olmaz!<br />

Gelişmelerin gösterdiği bir diğer<br />

gerçek de emperyalistlerden dost olmayacağı<br />

gerçeğidir. ABD Kürtlerin<br />

dostu değildir. Ortadoğu’da çıkarları<br />

için Kürtleri kullanmaktadır.<br />

Emperyalist işgal, Saddam diktatörlüğü<br />

dönemi ile karşılaştırıldığında,<br />

Güney’de Kürt Devleti’ni gündeme<br />

getirmiştir. Kürt Devleti Güneyli<br />

Kürtler için eskiye oranla olumlu<br />

ise de, bu durum kalıcı değildir.<br />

ABD’nin bölgede çıkarları bittiğinde,<br />

Kürtleri de bir kenara koyacaktır.<br />

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!<br />

Unutulmamalı ki, emperyalistler için<br />

çıplak çıkarlar vardır. Onlar çıkarları<br />

gereği siyaset izliyorlar.<br />

E m p e r y a l i s t i ş g a l i l e<br />

emperyalistlerin güdümünde gelen<br />

“bağımsızlık” gerçek bağımsızlık<br />

değildir. Gerçek bağımsızlık emperyalizmden<br />

bağımsızlığı gerektirir.<br />

Burjuva milliyetçi önderlikler bunu<br />

sağlayamaz. Bunu sağlayacak olan işçi<br />

sınıfı önderliğindeki devrimlerdir.<br />

Bölgede 5 Kasım’da yapılan Bush-<br />

Erdoğan görüşmesinin, anlaşmasının<br />

sonuçları yaşanıyor. ABD Türk<br />

devletine Kuzey Irak’ta “sınırlı askeri<br />

operasyonlara” izin vermiştir. Bu<br />

operasyonlar için gerekli istihbaratı<br />

ABD verecektir. Aralık ayında yapılması<br />

Anayasa gereği olan Kerkük<br />

referandumu 6 ay ertelenmiştir.<br />

Kürt ulusal sorunu askeri yol ile<br />

çözülemez!<br />

Ulusal sorunda inkar ve imha siyasetinde<br />

Türk devleti diretiyor.<br />

Meseleyi “terör” sorunu <strong>olarak</strong> görerek,<br />

savaş ile çözmeye çalışıyor.<br />

Oysa ulusal sorunun tek bir çözümü<br />

vardır: Zoraki birliğin ortadan kaldırılması,<br />

ulusal baskıya son verilmesi,<br />

tüm uluslar ve milliyetler arasında<br />

tam hak eşitliğinin sağlanması, ayrılmak<br />

isteyen uluslara ayrılma hakkının<br />

tanınması gereklidir.<br />

Ezilen, sömürgeleştirilen bir ulusun<br />

kendi kaderini tayin edebilmesi<br />

için özgür şartların olması gerekir.<br />

Özgür şartlar işçi sınıfı önderliğinde<br />

devrim ile yaratılacaktır. Devrim ile<br />

sermayenin iktidarı yıkılacak, yaratılan<br />

eşit ve özgür şartlarda Kürt<br />

ulusu kendi kaderini bizzat kendisi<br />

tayin edecektir. Kürt ulusu isterse<br />

ayrılıp kendi bağımsız devletini kurabileceği<br />

gibi, bütünün çerçevesinde<br />

kalarak federasyon temelinde özgür<br />

birliğin parçası <strong>olarak</strong> yaşamaya da<br />

karar verebilir.<br />

Zoraki birlik, ulusal baskı, sermayenin<br />

egemenliği sürdüğü sürece gerçek<br />

barış gelmeyecektir.<br />

B a r ı ş , ö z g ü r l ü k d e v r i m l e<br />

gelecektir.<br />

“Bütün uluslar için tam hak eşitliği,<br />

ulusların kendi kaderini tayin etme<br />

hakkı, bütün ülkelerin işçilerinin ve<br />

ezilen halklarının birleşmesi” ulusal<br />

sorunda uğrunda mücadele edeceğimiz<br />

şiarlardır.<br />

İşçilerin, emekçilerin görevi devrim<br />

için örgütlenmek ve mücadele<br />

etmektir.<br />

Halkların kardeşliği için tek yol<br />

devrim!<br />

20 Aralık 2007 ✓<br />

5


halkların kardeşliği için<br />

Büyükanıt’ın “İyi Çocukları” tahliye edildi!<br />

“Hırsız evde, kilit işe<br />

Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde<br />

9 Kasım 2005 tarihinde<br />

Umut Kitabevi’nin<br />

bombalanması olayında halk tarafından<br />

yakalanan PKK itirafçısı<br />

Veysel Ateş, astsubaylar Özcan<br />

İldeniz ve Ali Kaya’ya, Van 3. Ağır<br />

Ceza Mahkemesi tarafından 39’ar yıl<br />

hapis cezası verilmişti. Bu katilleri,<br />

dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı<br />

Yaşar Büyükanıt, “Tanırım iyi ço-<br />

yaramadı”<br />

adam öldürmeye teşebbüs ve yaralamaktan<br />

yargılanan astsubaylar Ali<br />

Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş,<br />

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından<br />

39 yıl 5 ay 10’ar gün hapse<br />

mahkum edildiler. Bunun üzerine<br />

sanık avukatları olayı temyiz etti.<br />

Temyiz başvurusu üzerine Yargıtay<br />

1. Ceza Dairesi, görevsizlik kararı<br />

verdi. Dosya, terör, örgüt ve devletin<br />

birliğini bozmaya yönelik eylem da-<br />

TSK’da görevli olmaları nedeniyle<br />

tutuksuz yargılanmalarına karar<br />

verdi. Duruşma, 14 Mart 2008 tarihine<br />

ertelendi.<br />

Tahliye kararı sonrası<br />

Şemdinli’de tanklı geçit<br />

Van Askeri Mahkemesi’nde Şemdinli<br />

sanıkları Veysel Ateş, astsubaylar Ali<br />

Kaya ve Özcan İldeniz hakkında çıkan<br />

tahliye kararının ardından, 15<br />

Aralık 2007 tarihinde ilginç bir gelişme<br />

yaşandı. Sabah saatlerinde İlçe<br />

Jandarma Komutanlığı’nda bir araya<br />

gelen, Şemdinli Alay Komutanı Evliya<br />

Çelebi, İlçe Jandarma Komutanı<br />

Mustafa Özdurhan ve korucubaşı<br />

Mehmet Emin Özer, iki panzer eşliğinde<br />

ilçe merkezinde tur attılar.<br />

Esnaf ve vatandaşlarla sohbet etmeden<br />

ilçe merkezi çıkışında bulunan<br />

köprüye kadar yürüyüp, “herkes<br />

ayağını denk alsın” der gibi, daha<br />

sonra İlçe Jandarma Komutanlığı’na<br />

dönen bu askeri yetkililer gerçek iktidarın<br />

kim olduğunu dosta düşmana<br />

gösteriyorlardı.<br />

Bu ülkede hukukun nasıl guguk<br />

olduğu bu dava ile bir kez daha görülmüştür.<br />

İnsan hakları, demokrasi<br />

konusunda nutuk atanların nasıl bir<br />

demokrasiden, insan hakkından, hukuktan<br />

yana oldukları bu dava ile bir<br />

kez daha kendini göstermiştir.<br />

Biz bu eli kanlı katillerin serbest<br />

kalmasına hiçte şaşırmadık.<br />

Şemdinli’deki bu tanklı gövde gösterisi<br />

bu “iyi çocukların” görevlerinin<br />

başına dönüp tekrar ‘iyi işler’ yapacaklarının<br />

bir göstergesidir.<br />

Gün gelecek bu eli kanlı katiller,<br />

düzenleri ile birlikte tarihin çöplüğünde<br />

yerini alacaktır!<br />

23.12.2007 ✓<br />

Malatya katliamında<br />

son durum<br />

6<br />

cuklardır” diyerek sahiplenmişti.<br />

Yargılanmaya başlanmaları ile birlikte,<br />

bu katiller için yine Büyükanıt;<br />

“Bu bir hukuk skandalıdır” diyerek<br />

tepki göstermişti.<br />

Bu tepkinin sonucu fatura, olayı<br />

soruşturan, Emniyet İstihbarat Daire<br />

Başkanı Sabri Uzun’a çıkmıştı. Meclis<br />

Şemdinli Komisyonu’na verdiği ifadede,<br />

“Hırsız evdeyse kilit işe yaramaz”<br />

diyen Sabri Uzun görevinden<br />

alınarak, Emniyet Genel Müdürlüğü<br />

APK Uzmanlığı’na getirildi. Uzun’un<br />

görevden alınmasının ardından kameraların<br />

karşısına geçen Hükümet<br />

Sözcüsü Cemil Çiçek, “Kimse kahramanlık<br />

yapmaya kalkmasın” diyerek<br />

Uzun’a göstermişti.<br />

Şemdinli olaylarının ikinci kurbanı<br />

ise hazırladığı iddianamede dönemin<br />

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral<br />

Yaşar Büyükanıt’ı suçlayan Van<br />

Savcısı Ferhat Sarıkaya oldu.<br />

İddianamenin ardından toplanan<br />

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu,<br />

Savcı Sarıkaya’yı meslekten ihraç<br />

etme kararı aldı.<br />

Savcı Ferhat Sarıkaya, iddianamesinde<br />

tutuklu Ali Kaya’yla ilgili<br />

<strong>olarak</strong>, “Kendisini tanırım, iyi<br />

çocuktur” diyen Orgeneral Yaşar<br />

Büyükanıt başta olmak üzere birçok<br />

komutanın ismine yer vermiş, ardından<br />

dosyayı gereğinin yapılması için<br />

Genelkurmay Askeri Başsavcılığı’na<br />

göndermişti.<br />

Çete oluşturmak, adam öldürmek,<br />

valarına bakan 9. Daire’ye gönderildi.<br />

Kararı eksik soruşturma gerekçesiyle<br />

bozan 9. Daire, sanıkların eylemini<br />

“terörle mücadele görevleri kapsamında”<br />

gördü ve yargılamanın askeri<br />

mahkemede yapılmasını istedi.<br />

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı<br />

askeri mahkemeye göndermeyince<br />

hâkim hakkında inceleme başlatıldı.<br />

Atama kararnameleri sonucu yenilenen<br />

mahkeme heyeti, dosyayı askeri<br />

mahkemeye gönderdi<br />

Müdahil avukatlarının, “Askeri<br />

Mahkeme’nin görevsizlik kararı vermesi<br />

ve dosyanın, davanın görev yerinin<br />

belirlenmesi için Uyuşmazlık<br />

Mahkemesi’ne gönderilmesi” talebi<br />

reddedilince, avukatlar duruşma salonunu<br />

terk ederek yaptıkları açıklama<br />

ile, bu hukuksuzluğa ortak<br />

olmak istemediklerini kamuoyuna<br />

açıkladılar.<br />

Tahliye kararı<br />

Mahkeme heyeti ise, sanık astsubaylar<br />

Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel<br />

Ateş’in savunmalarını dinledi. Sanık<br />

avukatlarının tahliye talebi üzerine<br />

söz alan Askeri Savcı da, sanıkların<br />

tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesini<br />

istedi. Yaklaşık 5 saat süren duruşmada,<br />

mahkeme heyeti 15 dakika<br />

ara verdi. Daha sonra devam eden<br />

duruşmada mahkeme heyeti, sanıkların<br />

delilleri karartma ihtimali ve<br />

kaçma şüphelerinin bulunmaması,<br />

18 Nisan 2007’de, Malatya’da,<br />

Zirve Yayıncılık bürosundaki<br />

katliamı, Türkiye ve bütün<br />

dünya konuştu. Bu katliamda da her<br />

zaman olduğu gibi devlet yöneticileri<br />

timsah gözyaşları döktüler. Hakim<br />

sınıf temsilcileri bu olayın üzerine<br />

“Ucu kime dokunursa dokunsun”<br />

diyerek, gideceklerini söylediler. Bu<br />

arada misyonerlik faaliyeti yürütenlerin<br />

de ayaklarını denk almaları<br />

gerektiğini belirtip bu ülkenin sahipsiz<br />

olmadığını söylemeyi de ihmal<br />

etmediler.<br />

Bu olayın ardından, Malatya<br />

Cumhuriyet Baş Savcısı olayla ilgili<br />

iddianamesini hazırlayarak, zanlıların<br />

müebbet hapisle yargılanmasını<br />

istedi. Bunun üzerine 23 Kasım’da<br />

Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde<br />

dava duruşması yapıldı.<br />

İddianamedeki ‘tuhaflıklar’ ve<br />

‘ilginç’ gelişmeler<br />

Dava dosyasında normal bir burjuva<br />

ülkesinde bile skandal <strong>olarak</strong><br />

değerlendirilecek telefon görüşmeleri<br />

ortaya çıktı. Baskından önceki 6<br />

aylık döneme ait telefon dökümleri;<br />

katillerin, İstanbul adresli bir savcı,<br />

Özel Harekât Daire Başkanlığı ve 2.<br />

Ordu Komutanlığı’nda olan kişilerle<br />

görüştüklerini ortaya koydu. Hem de<br />

defalarca!<br />

Katliamdan önceki 6 ay içerisinde<br />

sanıklardan S.G. 38, H.Ç. 17, A.Y. 16<br />

farklı telefonla görüşme yapmışlardı.<br />

Fakat dava dosyasını inceleyen avukatlar,<br />

bu tespitlere karşın sanıkların<br />

bu cep telefonlarını hangi numaralarla<br />

kullandıkları yönünde bir kanıt<br />

toplanmadığını belirttiler. Üstelik<br />

birçok şeyin yanında, sanıkların ‘olay<br />

günü’ yaptıkları telefon konuşmalarının<br />

dökümünün bulunmaması da<br />

dikkat çekiciydi!<br />

Baskında polisten kaçarken balkondan<br />

düşüp ağır yaralanan E.G.’ın<br />

hastanede bulunduğu sırada hastanenin<br />

güvenlik kameralarının<br />

silindiği basına yansıdı. Silinen kasetlerde<br />

önemli itiraflar bulunduğu,<br />

hastane odasında E.G.’ı kaydeden video<br />

kayıtlarını takip etmekle ve not<br />

almakla görevlendirilen polis memurunun<br />

‘tutanak’ şeklinde yazdığı<br />

bilgi notlarıyla ortaya çıktı. E.G.’ın<br />

odasında bu notları tutan polis memurunun<br />

dışında bir polis ve bir jandarma<br />

üsteğmen daha bulunuyordu.<br />

Bulunan notlara ve silinen kayıtlara<br />

rağmen diğer görevlilerin ifadelerinin<br />

alınmaması ise bir başka ihmal<br />

<strong>olarak</strong> görülüyor.<br />

Sanıkların silah konusundaki ifadeleriyse,<br />

akla AGOS Gazetesi Genel<br />

Yayın Yönetmeni Hrant Dink suikastını<br />

getiriyor. Dink’in zanlıları da suikastın<br />

bir numaralı delili olan silahı<br />

nereden aldıklarını ‘ustaca’ gizlemişlerdi.<br />

Zanlılar silahı deniz kazasında<br />

ölen birinden aldıklarını söylemişler,<br />

ancak dosyaya konulan belgelerdeki<br />

tarih tutarsızlığı bu bilginin<br />

doğru olmadığını ortaya çıkarmıştı.<br />

Aynı ‘ustalık’ Malatya davasında da<br />

görülüyor: Sanıkların ifadelerine<br />

göre ortada dört kurusıkı tabanca<br />

var. Tabancaların üçü, Malatya Av<br />

Pazarı 2 isimli av malzemeleri satan<br />

işletmeden, cinayetten iki gün önce<br />

alındığını söylüyorlar. Satıcı ise bir<br />

silah sattığını söylüyor ve faturasını<br />

gösteriyor!<br />

Katiller E.G., A.Y. ve S.G., üç kurusıkı<br />

tabancayı 17 Nisan’da Orduzu<br />

Pınarbaşı denilen boş alanda deniyorlar.<br />

Araçlarıyla geri dönerken ihbar<br />

üzerine polis tarafından durdu-


halkların kardeşliği için<br />

ruluyorlar. Polis ekibi, sanıkların Av<br />

Pazarı’ndan aldıkları 1312 numaralı<br />

silahı torpido bölümünden alıyor,<br />

arama yapılmadığı için bagajdaki iki<br />

silah bulunmuyor! Ancak 1312 seri<br />

numaralı silahı polisin almasıyla ‘tabanca<br />

karmaşası’ daha da büyüyor.<br />

Nasıl mı? Şöyle ki; resmi kayıtlarda<br />

muhafaza altında görülen tabanca<br />

nasıl oluyordu da olay günü katillerin<br />

üzerinden çıkıyordu? Ne hikmetse<br />

bu soruya da ifadenin hiçbir yerinde<br />

rastlanılmıyor!!!<br />

Yaşanan gelişmeleri değerlendiren<br />

Hrant Dink’in ve Malatya davasının<br />

müdahil avukatlarından olan Erdal<br />

Doğan, iki olayın da aynı yerden<br />

beslenen bir zihniyetin ürünü olduğunu<br />

söylüyor. Bu olayın da ardından<br />

olayın ‘üzerine gidilmemesi’, bir<br />

biçimde ortaya çıkan ilişkilerin, bizlere<br />

olayların ardında kimlerin olduğunu<br />

gösteriyor. Bu durum kendini,<br />

Malatya katliamında “Dava dosyasında<br />

sanki suçlu olan öldürülenlermiş<br />

gibi, katledilenler hakkında,<br />

sanıklardan daha fazla bilginin yer<br />

alıyor” olmasıyla gösterdi.<br />

Katiller Müslümanlıklarının<br />

gereğini mi yapmışlardı?<br />

Toplumun büyük çoğunluğu, bizzat<br />

devlet yöneticilerinin kışkırtmaları<br />

ve doldurmalarıyla, ‘misyonerlik’<br />

faaliyetlerinin her türlüsüne,<br />

Müslüman olmayanların kendi dinlerinin<br />

gereklerini yapmalarına veya<br />

kendi dinlerini yaymaya çalışmalarına<br />

ve hatta kendini Müslüman<br />

<strong>olarak</strong> görmelerine rağmen ‘Sünni’<br />

inancına değil de ‘Alevi’ inancına<br />

yönelmelerine de düşman gözüyle<br />

bakıyor. En son İstanbul Esenyurt<br />

Ali Kul Çok Programlı Lisesi öğretmeni<br />

Zeki Yılmaz’ın Alevi bir öğrenciye;<br />

‘elimden çekeceğin var’ diyerek<br />

dayak atması, haklı <strong>olarak</strong> gündeme<br />

oturmuştur.<br />

Siyasiler, medya, devlet “yabancı”<br />

<strong>olarak</strong> gördükleri her şeye karşı düşmanlığı<br />

körüklemekte, bu durumdan<br />

vazife çıkaran ‘kahramancık’lar<br />

da, hazırlanan ortamı fırsat bilerek<br />

saldırıya geçip cinayetleri ve başka<br />

suçları işlemektedirler.<br />

Müslüman olmayan, diğer inanışlardan<br />

insanlara duyulan düşmanlık,<br />

vahşice saldırılara yol açmaktadır.<br />

“İslam dininin barış dini olduğu”<br />

söylemi, bu cinayetler karşısında<br />

gölgede kalmaktadır. Yayınevinin<br />

bürosunda ağızları kapatılıp, elleri<br />

arkadan bağlandıktan sonra, boğazları<br />

vahşice kesilen o üç kişi bize, şeriatçıların<br />

tarihteki ve günümüzdeki<br />

diğer cinayetlerini hatırlatıyor.<br />

Malatya katillerinin cebinden<br />

“Beşimiz kardeşiz, ölüme gidiyoruz.<br />

Dönmeyebiliriz, hakkınızı helal<br />

edin” yazılı not çıkması, cinayetin<br />

planlı olduğunu göstermektedir.<br />

Bu yönde gelişen şiddetin asıl sorumlusu<br />

egemenlerdir. 12 Eylül<br />

darbesiyle devrimci kabarışın üstüne<br />

gitmeye çalışan egemenler,<br />

bizzat kendi elleriyle dini gericiliği<br />

bir baba şef katiyle büyütmüştür.<br />

‘Baba’ Kemalistlerin, ‘oğulları’ olan<br />

İslamcılarla dalaşını bu gözlerle görmek<br />

gerekir. Eee, babayla çocuğu<br />

arasında ufak tefek atışmalar da olağan<br />

şeylerdir!<br />

Sermaye ve onun devleti, ulusal<br />

farklılıkları da, dini farklılıkları<br />

da kullanarak emekçileri bölüyor.<br />

Bölerek daha iyi yönetip sömüreceklerini<br />

çok iyi biliyorlar yani. Ki,<br />

bunda da gayet başarılılar. Oysaki<br />

işçi ve emekçilerin düşmanı kendi<br />

sınıf kardeşleri değildir. Düşman,<br />

tüm emekçileri sömüren kapitalist<br />

sistemdir.<br />

Düşmanını tanımayan dostunu se-<br />

Denizde katliam!<br />

8<br />

A r a l ı k 2 0 0 7<br />

Cumartesi akşamı,<br />

İzmir’in Seferihisar<br />

ilçesinden yola çıkan ve<br />

yaklaşık 85 kişi oldukları<br />

tahmin edilen sığınmacı/göçmen<br />

grubunu,<br />

Yunanistan’ın Sisam adasına<br />

götüren tekne battı.<br />

Yüzme bilmeyen göçmenlerin<br />

çoğunluğu boğuldu.<br />

49 göçmenin cesedi bulundu.<br />

6 göçmen kendi<br />

çabaları ile boğulmaktan<br />

kurtuldu.<br />

Bu kaza –cinayet demek<br />

daha doğru olur- Ege<br />

Denizi’nde yaşanılan ne<br />

ilk kaza, ne de son kaza olacaktır.<br />

İzmir ve sahil şeridi, Yunanistan’ın<br />

Ege Denizi’nde bulunan adalarına sadece<br />

birkaç deniz mili uzaklıktadır.<br />

Özellikle kış aylarında Türkiye’den<br />

Yunanistan’a deniz yolu ile geçmeye<br />

çalışan mülteciler Kuşadası,<br />

Seferihisar, Çeşme ve Karaburun<br />

sahillerinden başlayan ve 1-2 saatlik<br />

mesafedeki Yunanistan adalarını<br />

hedef leyen rotaları kullanıyorlar.<br />

Facianın yaşandığı Seferihisar ilçesi<br />

de, sığınmacıların ulaşmaya çalıştıkları<br />

Yunanistan’ın Sisam (Samos)<br />

adasına yaklaşık 15 deniz mili<br />

uzaklıktadır.<br />

Tü rk iye Asya, (A fga nista n,<br />

Pakistan, Bangladeş vb.) Afrika,<br />

(Nijerya, Somali, Tanzanya vb.)<br />

Ortadoğu (Irak, Filistin vb.) ülkelerinden<br />

gelen göçmenlerin, Avrupa<br />

ülkelerine geçiş noktasını oluşturuyor.<br />

Kimisi ülkesindeki savaştan,<br />

kimisi ulusal baskıdan, kimisi cinsel<br />

baskıdan, kimisi yoksulluktan, kimisi<br />

sınıfsal nedenlerden dolayı her<br />

türlü tehlikeyi göze alarak, etrafı duvarlarla<br />

örülü Avrupa ülkelerine gitmeye<br />

çalışıyor.<br />

Göçmenleri, sığınmacıları para<br />

karşılığı Avrupa ülkelerine götüren<br />

insan tacirleri, şebekeler, çeteler var.<br />

Bunlar için göçmenler para kaynağı.<br />

Paraları alınan göçmenler bir dizi<br />

çemez. Düşmanı tanıyıp dosta inanmak<br />

gerekir. Örneğin son dönemde<br />

medyanın Malatya katliamına ve<br />

sonrasında çıkan iğrenç ilişki yumağına<br />

yoğunlaşmasıyla, İçişleri<br />

Bakanlığı da harekete geçmek zorunda<br />

kaldı. Bakanlık tarafından<br />

görevlendirilen ‘müfettişler’ Malatya<br />

soruşturmasında isimleri geçen emniyet<br />

personellerini ve ortada olan<br />

iddiaları soruşturacaklarmış!!! Fakat<br />

bizim bu polisçilik ‘oyun’una karnımız<br />

tok! Biz bu oyunları Susurluk’ta<br />

da, Şemdinli’de de, Hrant Dink davasında<br />

da… daha bir çok olayda da<br />

gördük. Halkın göz önünde olan iğrençlikleri<br />

gördüğü ve dahası iğrençliklerin<br />

üzerine yürüdüğü dönemlerde,<br />

böyle müfettişlikler v.s. çıkar.<br />

Buna benzer olaylarda devletin tepesindekiler:<br />

“Bu olayı çözmek benim<br />

namus borcumdur”, “Bu olayı çözene<br />

kadar üzerine gideceğiz.”, “Sonu nereye<br />

varırsa varsın, çözeceğiz” lafları<br />

bizlere yabancı değil. Biz tüm<br />

bu açıklamaların birer açıklamadan<br />

öteye gitmediğini çok iyi biliyoruz.<br />

Hakim sınıfların bu tür olayların<br />

ardından bizleri oyalamak için uydurdukları<br />

ahmaklıklarla geçirecek<br />

zamanımız kalmadı. Sömürüsüz<br />

dünyayı yaratma mücadelesinde yürüyen<br />

kervana katılmanın zamanı<br />

geldi!!!<br />

09.12.2007 ✓<br />

durumda ölüme terk edilmektedir.<br />

Örneğin parası alınan bir göçmen<br />

grubu, Yunanistan sahili diye Ege sahillerine<br />

bırakılmaktadır. Göçmenler<br />

eski teknelere, teknelerin kaldıramayacağı<br />

kadar insan b<strong>indir</strong>ilmekte,<br />

yükü kaldıramayan tekneler yolda<br />

batmaktadır. İnsan tacirlerini bunlar<br />

ilgilendirmemektedir. Ne de olsa<br />

onlar paralarını almış oluyorlar. Para<br />

uğruna insan yaşamı bunlar için bir<br />

hiçtir. Her şeyin paraya endekslendiği,<br />

her şeyin çıkara göre belirlendiği,<br />

ilişkilerin temelinde çıkarın<br />

yattığı kapitalizmde insana verilen<br />

değer de bu kadar olmaktadır.<br />

Günümüzde insan tacirliği, mülteci<br />

ticareti bir sektör haline gelmiştir. Bu<br />

alanda milyarlarca dolar para dönmektedir.<br />

İnsan tacirliğinin sadece<br />

şebekelerin işi olduğunu, devletlerden<br />

bağımsız olduğunu düşünmek<br />

saflık olur. İnsan tacirliği devletlerden<br />

özellikle de güvenlik kurumlarından<br />

bağımsız değildir. Bu alanda<br />

da temel ölçü para olmaktadır.<br />

Kimi durumlarda sağ salim<br />

Yunanistan kara sularına ulaşmayı<br />

başaran, ancak yakalanan göçmen<br />

grupları, Yunanistan güvenlik güçleri<br />

tarafından Türkiye kara sularına<br />

bırakılmaktadır. Aynı taktiğe Türk<br />

güvenlik kuvvetleri de başvurmakta,<br />

Türkiye kara sularında yakalan göçmenler<br />

Yunanistan kara sularına<br />

bırakılmaktadır.<br />

Ege Denizi’nde yaşanılan bazı facialar<br />

şöyle:<br />

1990 yazında Kuşadası açıklarında 20<br />

kişi. Eylül 1991’de aynı yerde 6 kişi.<br />

Eylül 1992’de Çeşme açıklarında<br />

29 kişi. Ekim 1992’de yine Çeşme<br />

açıklarında 14 kişi. Kasım 1994’te<br />

Bodrum açıklarında 27 kişi. Mayıs<br />

1996’da Gümüldür sahillerinde 24<br />

kişi. Temmuz 1997’de Çeşme açıklarında<br />

16 kişi. Ağustos 2003’te<br />

Altınoluk açıklarında 19 kişi. Kasım<br />

2004’te Seferihisar açıklarında 11 kişi.<br />

5 kişi kayboldu. Kasım 2005’te Çeşme<br />

açıklarında 10 kişi. Nisan 2007’de<br />

Kuşadası Güzelçamlı’da 6 kişi. Mayıs<br />

2007’de yine Güzelçamlı’da 17 kişi.<br />

Ağustos 2007’de Urla Zeytineli açıklarında<br />

6 kişi. 5 kişi kayboldu. Kasım<br />

2007’de Çanakkale’nin Ezine ilçesi<br />

açıklarında 3 kişi. 15 kişi kayboldu.<br />

(11 Aralık 2007, Milliyet)<br />

Bu tablo durumun vahametini gösteriyor.<br />

İyi bir yaşam uğruna bin bir<br />

güçlükle yola çıkan, umut yolcularını<br />

Ege Denizi’nde ölüm bekliyor!<br />

Türkiye’ye ulaşmayı başaran mülteciler,<br />

çok kötü koşullarda yaşam<br />

savaşı veriyorlar. Çeşitli baskılara<br />

maruz kalıp, hor görülüyorlar.<br />

Türkiye’ye gelmeyi başaran mültecilere<br />

insanca yaşanacak şartlar yaratılmalıdır.<br />

Sığınmak hakkı anayasal<br />

hak <strong>olarak</strong> tanınmalıdır. Temiz ve<br />

sağlıklı barınma koşulları yaratılmalıdır.<br />

İnsanca yaşanılacak ücret karşılığı<br />

iş verilmelidir. Sosyal güvenlik<br />

kurumlarından yararlanmaları<br />

sağlanmalıdır.<br />

Mültecileri daha iyi bir yaşam uğruna<br />

yola düşüren nedenleri yaratan<br />

emperyalist dünya sistemidir. Gerici<br />

savaşların, ulusal baskının, emperyalist<br />

işgalin, cinsiyetçi baskıların,<br />

yoksulluğun, faşizmin, sömürünün,<br />

çevre katliamının vb. nedeni<br />

emperyalizmdir.<br />

İnsanların daha iyi bir yaşam uğruna<br />

yollara çıkmadığı, kendi ülkesinde<br />

göçmen olmadığı, yeni bir<br />

dünya emperyalist dünya sisteminin<br />

tarihin çöplüğüne atılması ile<br />

yaratılacaktır.<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />

7


yeni kadın dünyası<br />

Novamed grevi sona erdi...<br />

“Kadınların grevi”<br />

kazandı<br />

grevi deneyimi, şimdiye kadar kadın<br />

işçilerin işçi <strong>olarak</strong> sorunlarının genellikle<br />

uzağında duran kadın hareketi<br />

açısından önemli bir yere sahip.<br />

Önümüzdeki dönemde de kadın<br />

platformlarını daha fazla kadın işçilerinin<br />

sorunlarını ele alan, onların<br />

taleplerini destekleyen çalışmalar örgütlemeye<br />

çekmemiz gerekiyor.<br />

Uluslararası Sendikaların desteği<br />

ve baskısı, kadın platformlarının çalışmaları<br />

sonucu medyada önemli bir<br />

yer bulması ve tabii ki öncelikle kadın<br />

işçilerin 448 gündür yürüttükleri<br />

kararlı mücadele grevin kazanılması<br />

ile sonuçlandı. İşçi kadınların esas<br />

talepleri içerisinde yer alan sendikalı<br />

<strong>olarak</strong> çalışma hakkı kazanılmış<br />

oldu.<br />

Bu başarı tüm çevreleri olduğu gibi<br />

dayanışma platformlarında yer alan<br />

bizleri de çok sev<strong>indir</strong>di.<br />

Çünkü bu başarı aynı zamanda erkek<br />

egemen kapitalist sömürüye karşı<br />

yürütülen mücadeledenin de bir parçasıdır.<br />

Kendi en basit hakları için<br />

mücadele etmek gerektiği bilincine<br />

varmamış, bunun için sendikal örgütlülüğün<br />

önemini kavramamış bir<br />

işçi sınıfı daha büyük hedefler için<br />

mücadeleyi başaramaz. Görevimiz<br />

kadın-erkek tüm işçi ve emekçilerin<br />

sendikal hak ve daha iyi koşullarda<br />

çalışmak için yürüttükleri mücadelede<br />

yer alarak bunu aynı zamanda<br />

kapitalist sömürü sistemine karşı<br />

mücadeleyle birleştirmek olmalıdır.<br />

Kahrolsun erkek egemen kapitalist<br />

sistem!<br />

Yaşasın Novamed grevci kadınların<br />

zaferi!<br />

Aralık 2007 ✓<br />

Mustafa Öztaşkın’dan teşekkür ziyareti<br />

8<br />

Antalya Serbest Bölgede bulunan<br />

Novamed ilaç fabrikasının<br />

kadın işçileri 26 Eylül<br />

2006 tarihinde başlattıkları grevlerini<br />

anlaşma sonucu 448 günün ardından<br />

sona erdirdiler.<br />

18 Aralık’ta Petrol İş Sendikası ile<br />

Novamed patronlarının imzaladığı<br />

3 yıllık Toplu İş Sözleşmesi şunları<br />

kapsıyor:<br />

Toplu iş sözleşmesiyle grevden önce<br />

aylık ortalama 350 Avro olan ücretler<br />

yüzde 9.20 oranında artırılarak ortalama<br />

383 Avro’ya çıkarıldı.<br />

1 Ocak 2008 tarihinden itibaren<br />

ücretler yıllık <strong>olarak</strong> Avro üzerinden<br />

yüzde 5 oranında artırılacak. Artış<br />

oranları 2009 yılında yüzde 4, 2010<br />

yılında da yüzde 4 oranında olacak,<br />

yıllık 300 Avro da sosyal paket ödemesi<br />

yapılacak. Grevde olan işçilerin<br />

hepsi 2 Ocak’ta işbaşı yapacaklar.<br />

Alman kökenli Fresenius Medical<br />

Care’e (FMC) bağ l ı, A nta lya<br />

Serbest Bölgesi’nde faaliyet gösteren<br />

Novamed işyerinde toplam 316<br />

işçi çalışmasına karşın, 81’i kadın<br />

toplam 83 sendika üyesi greve çıktı.<br />

Novamed grevi Serbest Bölgelerde<br />

uygulanan ilk grev olmasının yanı<br />

sıra Türkiye’de, bir grevde azınlık<br />

sayıda olunmasına karşın başarıya<br />

ulaşılan ve TİS imzalanan ilk grev<br />

olma özelliğini de taşıyor.<br />

Novamed’de işçi kadınlar greve<br />

çıktıkları andan itibaren bir sürü<br />

zorlukla karşılaştılar. Greve çıkabilmek<br />

için öncelikle babalarını, kardeşlerini,<br />

kocalarını ikna etmeleri<br />

gerekiyordu. Bunun için yürüttükleri<br />

çalışmada başarılı oldular ve 81 kadın,<br />

2 erkek işçiyle greve çıktılar. Bu<br />

uzun soluklu grev, kadın işçilerin ilk<br />

deneyimi olmasına ve bütün zorluklarına<br />

rağmen başarıyla sonuçlandı.<br />

Çünkü kadın işçiler; hakların kimseye<br />

durup dururken bağışlanmayacağının<br />

bunun için çetin bir mücadele<br />

yürütmek gerektiğinin bilincine<br />

vardılar. Sömürü serbestliğinin sonsuz<br />

olduğu, kadın emeğinin dizginsiz<br />

bir şekilde sömürüldüğü Serbest<br />

Bölgelerde grevin başarıya ulaşmasının<br />

orada çalışan diğer işçiler açısından<br />

da çok önemli bir kazanım olacağını<br />

kavradılar. Bu mücadelede erkek<br />

egemen anlayışlara karşı da durmak<br />

gerektiğinin farkına vardılar.<br />

Grevi kazanarak ve sendikalı <strong>olarak</strong><br />

işyerine girecek olan kadın işçiler<br />

artık hiç bir şeyin eskisi gibi<br />

olmayacağını biliyorlar. Artık kadın<br />

onurunu zedeleyen insanlık dışı<br />

uygulamaların, ustabaşlarının her<br />

fırsatta kendilerini azarlamasının o<br />

kadar kolay olmayacağını biliyorlar.<br />

Haklı <strong>olarak</strong> bunun mutluluğunu ve<br />

gururunu yaşıyorlar…<br />

Novamed kadın işçilerinin bu başarısında<br />

kuşkusuz kadın hareketinin<br />

dayanışması önemli bir yer tutuyor.<br />

İlk <strong>olarak</strong> İstanbul’da, Novamed<br />

ile dayanışma kadın platformu ile<br />

başlatılan çalışmalar kısa sürede<br />

Türkiye’nin değişik illerinde yaygınlaştırılarak<br />

maddi ve manevi <strong>olarak</strong><br />

güçlü bir desteğe dönüştü. Kadın hareketinin<br />

ilgisinin esas sebebi uzun<br />

süreden bu yana ilk defa kadın işçilerin,<br />

ağır sömürü koşullarına karşı<br />

çıkarken aynı zamanda işyerindeki<br />

cinsiyetçi kapitalist sömürüye karşı<br />

da başkaldırmış olmalarıydı. Bu çalışma<br />

genel kadın hareketi açısından<br />

da ilk defa kadın işçilerin taleplerinin<br />

sahiplenildiği bunun için yoğun bir<br />

destek kampanyasının yürütüldüğü<br />

bir çalışma oldu. Bu açıdan Novamed<br />

Kadın hareketinin desteğinin<br />

de önemli bir yer tuttuğu<br />

Novamed grevinin başarısının<br />

ardından Petrol-İş Genel Başkanı<br />

Mustafa Öztaşkın Novamed Greviyle<br />

Dayanışma Kadın Platformu üyelerini<br />

teşekkür etmek amacıyla ziyaret<br />

etti.<br />

İstanbul ’da 28 Ara lık günü<br />

Novamed grevinin sergi salonunda<br />

kadın temsilcilerle biraraya gelen<br />

Mustafa Öztaşkın basın aracılığıyla<br />

bir kez daha kadın aktivistlere teşekkür<br />

etti. Öztaşkın yaptığı kısa<br />

konuşmasında grevin başarısında<br />

kadın hareketinin önemli bir payı<br />

olduğunu, bu dayanışma örneğinin<br />

işçi sınıfının tarihine altın harflerle<br />

yazılacağını belirtti.<br />

Kadın hareketi ile işçi sınıfı hareketinin<br />

bir buluşması <strong>olarak</strong> değerlendirdiği<br />

çalışmayı aynı zamanda<br />

sendika ile kadın hareketinin de bir<br />

yakınlaşması olduğunu vurguladı.<br />

Serbest Bölgelerde, fabrika içerisinde<br />

işçilerin çalışmaya devam etmesi<br />

koşullarına rağmen 83 işçinin grevi<br />

kazanmış olmasının bir ilk olduğunu<br />

söyleyen Öztaşkın bu grevin daha<br />

çok konuşulacağını söyledi.<br />

Kadın Platformunun gece gündüz<br />

demeden örgütlü bir mücadele disiplini<br />

içerisinde büyük bir çalışma yürüttüğünü,<br />

sokakları aşındırdığını,<br />

grevin kamuoyuna mal olmasında<br />

önemli çalışmalar gerçekleştiriğini<br />

belirterek medya ayağının oluşturulmasında<br />

da yürütülen çalışmaların<br />

başarısına dikkat çekerek emeği geçen<br />

herkese teşekkür etti. Son <strong>olarak</strong><br />

ise bundan sonra da sendika <strong>olarak</strong><br />

kadın hareketi ile bu tür çalışmaları<br />

yapmaya devam edeceklerini dile getirdi.<br />

Yanında getirdiği teşekkür çiçeğini<br />

Platform adına Hava İş İkinci<br />

Başkanı Eylem Ateş’e verdi. Eylem<br />

Ateş ise yaptığı kısa konuşmasında<br />

Öztaşkın’ın her zaman kadınların<br />

yanında olduğunu, bunun için teşekkür<br />

ettiğini, ilk defa kadınların, sınıfın<br />

ve sendikanın birlikte mücadele<br />

yürüttüğünü ve sonucunda başarılı<br />

olduklarını vurguladı. Novamed<br />

grevinin erkek egemenliğine ve kapitalizme<br />

bir başkaldırı olduğunu bu<br />

nedenle kadınlar <strong>olarak</strong> bu grevde<br />

dayanışmak amacıyla yer almış olmanın<br />

büyük bir onur olduğunu dile<br />

getirdi. Platformdan iki kadın arkadaşın<br />

da kısaca yaptıkları konuşmalarda<br />

erkek egemenliğine ve kapitalizme<br />

karşı mücadelenin devam<br />

edeceği belirtildi.<br />

Son <strong>olarak</strong> Bursa’da 29 Aralık 2005<br />

yılında yanarak ölen kadın işçiler<br />

birkez daha anılarak ziyaret alkışlarla<br />

sona erdirildi.<br />

Aralık 2007 ✓


yeni kadın dünyası<br />

Serbest Bölgelerde Modern Köleler :<br />

Kadın İşçiler...<br />

Adına Serbest Bölge denilen bu kuralsız sömürü bölgelerinin olmadığı, kadınların erkek<br />

egemenliği tarafından aşağılanmadığı, kadın-erkek toplumun tüm bireylerinin emeğinin<br />

karşılığını aldığı sosyalizm mücadelesine biz kadınlar da daha şimdiden katılmalıyız.<br />

Unutmayalım ki “gökyüzünün yarısı biziz!”<br />

Serbest Bölge nedir?<br />

Serbest Bölgeler bulundukları<br />

ülkelerin sınırları içerisinde yer<br />

alan fakat o ülkenin vergi ve<br />

gümrük yükümlülükleri dışında sayılan,<br />

herhangi bir malın ihracatında<br />

veya ithalatında her türlü kolaylığın<br />

sağlandığı dev sanayi ve ticaret<br />

bölgeleridir.<br />

2. Dünya Savaşı öncesinde Singapur<br />

ve Hong Kong Serbest Limanları ve<br />

1960’lı yıllarda kurulan Panama,<br />

İrlanda, Tayvan ve Güney Kore<br />

Serbest Bölgelerinin uluslararası kapitalist<br />

sermaye açısından elde ettiği<br />

büyük “başarılar” ve ardından 1967<br />

yılında Birleşmiş Milletler Ekonomik<br />

ve Sosyal İlişkiler Komisyonu tarafından<br />

Serbest Bölgelerin kabul<br />

edilmesiyle, pek çok ülkede Serbest<br />

Bölgeler yaygınlaştırılmış ve sayıları<br />

hızla artmıştır.<br />

Serbest Bölge uygulaması dünya<br />

çapında ilk <strong>olarak</strong> Doğu Asya ve<br />

Latin Amerika ülkelerinde yoğunlaşmıştır.<br />

Fakat 1990 yılından itibaren<br />

“reel sosyalizm” (siz bürokratik<br />

kapitalizm diye okuyun) ülkelerinin<br />

de dağılmasıyla birlikte dünya çapında<br />

yaygınlaşan bir sistem haline<br />

gelmiştir.<br />

Bugünkü verilere göre özellikle<br />

Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın<br />

emperyalizme bağımlı ülkeleri başta<br />

olmak üzere 80 ülkede toplam 27<br />

milyon insanın çalıştığı 450’nin üzerinde<br />

Serbest Bölge bulunuyor.<br />

Serbest Bölge çalışmalarının<br />

Türkiye’de, Osmanlı dönemini de<br />

kapsayan fakat her seferinde başarısızlıkla<br />

sonuçlanan uzun bir geçmişi<br />

var.<br />

Türkiye’de Serbest Bölgeler esas<br />

<strong>olarak</strong> 1980’li yıllardan itibaren<br />

yaygınlık kazanmaya başlar. 1985<br />

yılında 3218 sayılı Serbest Bölgeler<br />

Kanunu’nun çıkarılmasıyla birlikte<br />

şu anda Türkiye’de yaklaşık 45 bin<br />

işçinin çalıştırıldığı 20 tane Serbest<br />

Bölge bulunuyor.<br />

Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine<br />

göre, Türkiye’de 2006 yılında<br />

Serbest Bölgelerin toplam ticaret<br />

hacmi 23.8 milyar dolara ulaştı.<br />

İstanbul Deri ve Endüstri (Tuzla),<br />

EGE (Gaziemir, İzmir) ve İstanbul<br />

Atatürk Havalimanı 18 milyar dolarlık<br />

ticaret hacmi büyüklüğü ile 20<br />

Serbest Bölge arasında ilk sıralarda<br />

yer aldı.<br />

Emperyalizmin kendisine bağımlı<br />

hale getirdiği ve iliğine kadar sömürdüğü<br />

ülkelerde yaşanan ekonomik<br />

çöküntüleri yine emperyalistler yeni<br />

“kalkınma” modelleriyle aşmaya çalışıyorlar.<br />

Bağımlı ülke ekonomisini<br />

iyileştireceği, kalkınmayı hızlandıracağı,<br />

işsizliği azaltacağı vs. yalanlarıyla<br />

oluşturulan Serbest Bölgeler,<br />

aslında emperyalistler için dünya çapında<br />

sermaye dolaşımının önündeki<br />

her türlü engelin kaldırılmasından,<br />

sermayenin serbest dolaşımından<br />

başka birşey değildir. Emperyalist<br />

sistem sermaye ihracının, kar transferlerinin,<br />

dünya ticaretinin önündeki<br />

engelleri mümkün olan en alt<br />

sınıra <strong>indir</strong>erek maksimum kar elde<br />

etmek istiyor. Sadece uluslararası<br />

tekeller değil, rekabet gücüne sahip<br />

yerli sermaye tekelleri açısından da<br />

Serbest Bölgeler azami kar elde etmek<br />

açısından bulunmaz nimetler<br />

taşıyor.<br />

Neden mi? Birincisi; Serbest bölgelerdeki<br />

işletmelerde üretilen mallar<br />

ihracatta gümrük vergisinden, gelirler<br />

ve kurumlar vergisinden muaf<br />

tutuluyorlar, kısa, orta ve uzun vaadeli<br />

ucuz krediler kullanabiliyorlar,<br />

Serbest Bölgeler ile deniz veya hava<br />

limanları arasındaki ulaşım hizmetleri<br />

için özel, ucuz tarifelerden yararlanıyorlar,<br />

arsa, bina ve diğer gerekli<br />

tesisleri (haberleşme, ulaşım, bankacılık,<br />

enerji vb.) devlet inşa ediyor vs.<br />

İkincisi ise; bol ve ucuz iş gücü...<br />

Serbest Bölgelerin özellikle işsizlerin<br />

bol olduğu ve işgücünün alabildiğine<br />

ucuz olduğu emperyalizme<br />

bağımlı ülkelerde yoğunlaşması tesadüf<br />

değildir. Gelişmiş kapitalistemperyalist<br />

ülkelerde işgücü “pahalıdır.”<br />

Sermaye sürekli <strong>olarak</strong> bol<br />

ve ucuz işgücü peşinde koştuğundan,<br />

emperyalizme bağımlı ülkeler<br />

tam da bu alanda sayısız olanaklara<br />

sahiptir.<br />

Bağımlı ülkelerde ekonomide yaygınlaşan<br />

kapitalist ilişkiler ve kırda<br />

artan yoksullaşmanın etkisiyle kırdan<br />

şehre büyük bir göç hareketi<br />

yaşanıyor. Bu nedenle emperyalizme<br />

bağımlı ülkelerin bir iki kentinin toplam<br />

nüfusu neredeyse ülkenin toplam<br />

nüfusunun yarısını oluşturarak,<br />

nüfusu 10 milyonu aşan mega kentler<br />

haline gelirler. Örnek mi? Fazla uzağa<br />

gitmeye gerek yok. İstanbul buna çok<br />

iyi bir örnek oluşturuyor.<br />

Böyle olunca da sonuç <strong>olarak</strong> nüfus<br />

artışı, andaki sanayinin istihdam ihtiyacının<br />

üzerinde olduğundan “fazla<br />

nüfus” oranı yükseliyor. Bu “fazla<br />

nüfus” uluslararası sermayenin iştahını<br />

kabartıyor. Emperyalistlerin<br />

iştahını kabartan bir diğer nokta ise<br />

sadece niteliksiz işgücünün değil nitelikli<br />

(vasıflı) işgücünün de emperyalist<br />

ülkelerle karşılaştırılamayacak<br />

kadar ucuz olmasıdır.<br />

Kapitalist-emperyalist ülkelerde<br />

ortalama aylık ücretler 1500 dolar<br />

civarında iken zaten çok düşük ortalama<br />

ücretlerin bulunduğu bağımlı<br />

ülkelerdeki serbest bölgelerde, ortalama<br />

ücretler çoğunlukla aylık 50-60<br />

doları geçmemektedir. Yani kapitalist,<br />

emperyalist ülkelerden 30 kat<br />

daha ucuzdur iş gücü!
<br />

İşgücünün ucuzluğu, sosyal güvenceden<br />

yoksunluk, çoğu kez emeklilik<br />

hakkından yararlanamama, çalışma<br />

koşullarının ağırlığı, günlük çalışma<br />

saatlerinin 12-14 saati bulması, haftalık<br />

çalışma saatlerinin 48-60 saate<br />

kadar çıkarılması, haftada en fazla<br />

bir gün, yılda en fazla iki hafta izin<br />

kullandırılması … vb. uygulamaları<br />

Serbest Bölgelerde çalışan işçilerin<br />

modern köleler <strong>olarak</strong> sömürülmelerinin<br />

hangi boyutlarda olduğunu<br />

gözler önüne seriyor.<br />

Serbest Bölgeler ülkenin diğer bölgelerinden<br />

objektif <strong>olarak</strong> ayrılmış,<br />

özel statüye sahip, özel bölge polisi tarafından<br />

korunan, kendi yönetimine<br />

ve otoritesine sahip ülke içinde ülke<br />

olan, adeta kışlalar haline getirilmiş<br />

bölgelerdir. Serbest Bölgelerde kural<br />

<strong>olarak</strong> sendikal örgütlenme, grevler<br />

ve her türden işçi direnişleri yasaklanmıştır.<br />

Sendikal örgütlenmenin<br />

yasaklanmadığı bir kaç ülkede ise<br />

grev yasağı vardır. Örgütlenmek ve<br />

hakkını aramak isteyen işçilerin karşısına<br />

bin bir zorluk çıkarılarak direnişler<br />

baskıyla ezilmektedir.<br />

9


yeni kadın dünyası<br />

Bir eleştiri...<br />

10<br />

Serbest Bölgelerde kadın<br />

emeğinin sömürüsü<br />

Serbest Bölgelerde ucuz işgücünün<br />

ayrılmaz bir parçası yaygın kadın<br />

işgücünün kullanımıdır. Serbest<br />

Bölgelerin bulunduğu ülkelerde kadın<br />

işgücü kullanımının %80’lerde<br />

olduğu tahmin ediliyor. Bu oran,<br />

Tayvan’da %79, Meksika’da %80 iken<br />

Malezya’da %83’lere kadar çıkıyor.<br />

(Türk İş Yayınları No 22, s. 28) Kadın<br />

emeğinin ucuz sömürüsü Serbest<br />

Bölgelerin temel felsefesi niteliğinde.<br />

Türkiye’de Serbest Bölgelerde çalışan<br />

kadınların hangi koşullarda çalıştıklarına,<br />

nasıl bir sömürü ile karşı<br />

karşıya olduklarına Novamed’de çalışan<br />

kadın işçilerin greviyle tanık<br />

olduk. Kadınların işçi <strong>olarak</strong> sömürülmelerinin<br />

yanısıra sırayla doğum<br />

izni, erkek şeflerin cinsiyetçi aşağılamaları<br />

vb. uygulamalarıyla kadın<br />

<strong>olarak</strong> erkek egemen anlayışların<br />

baskısı altında iki kat daha fazla ezildiklerini<br />

gördük.<br />

Dünyada Serbest Bölgelerde üretim<br />

yapan kadınların çalışma koşullarına<br />

baktığımızda üç aşağı beş yukarı<br />

aynı manzarayla karşılaşıyoruz.<br />

Kadın emeğinin yoğun <strong>olarak</strong> sömürüldüğü<br />

Latin Amerika ülkelerinden<br />

biri olan Meksika’da “Maria<br />

Elena Cuadra (MEC) isimli kadın<br />

örgütünün Serbest Bölgelerde çalışan<br />

kadınlara ilişkin gözlemleri şöyle:<br />

“Kadınlar dikiş makinelerinde<br />

günde 8-12 saat, taburelerde oturarak<br />

çalışıyorlar. Şeflerin sistemli kontrolü<br />

ve aşağılamalarına maruz kalarak<br />

akort üretimi yapıyorlar. Günde iki<br />

kez tuvalete gidiyorlar. Dikiş tozları<br />

nedeniyle kadınların çoğunda nefes<br />

alma güçlüğü var. Düşük sayısı<br />

fazla ve sistemli cinsel tacize maruz<br />

kalıyorlar. Hamile kalınca işten<br />

çıkarılıyorlar.”<br />

Bu bölgelerde yaygın olan çalışma<br />

biçimleri genellikle kadınların el becerilerine<br />

dayanıyor. Fakat bu el becerileri<br />

kapitalistler tarafından bir<br />

kalifikasyon <strong>olarak</strong> değil son derece<br />

erkek egemen bir anlayışla “kadın<br />

hüneri” <strong>olarak</strong> değerlendiriliyor.<br />

Malezya’da Serbest Bölgelere yabancı<br />

sermaye yatırımlarını özendirmek<br />

amacıyla hazırlanan bir broşürde yazılanlar<br />

ne demek istediğimizi daha<br />

iyi anlatıyor:<br />

“Oryantal kadınların el hünerleri<br />

dünya çapında meşhurdur. Onların<br />

elleri küçüktür, olağanüstü bir hız<br />

ve dikkatle çalışırlar. Doğalarından<br />

kaynaklanan bu meziyetlerle üretim<br />

hattınızın etkinliğine daha fazla<br />

katkı sunabilirler.”<br />

Serbest Bölgelerde kadın işgücünün<br />

kullanılmasının başta gelen nedeni<br />

erkeklere oranla daha düşük ücrete<br />

çalıştırılabilir olmalarının yanı<br />

sıra kadınların ataerkil baskıyla daha<br />

edilgenleştirilmiş, s<strong>indir</strong>ilmiş olmalarıdır.<br />

Buralarda çalışan kadınların<br />

çoğunun geliri bir yan gelir <strong>olarak</strong><br />

görülüyor. Çalışma izinlerini çoğu<br />

zaman birlikte yaşadıkları erkeklerden<br />

alıyorlar. Sendikal örgütlülük<br />

için sadece kadınların değil babaların,<br />

eşlerin, sevgililerin vs. de ikna<br />

edilmesi gerekiyor. Sendikal örgütlülüğün<br />

zaten çok zor olduğu Serbest<br />

Bölgelerde bir de bu eklenince, örgütlülükte<br />

oldukça zorlu bir süreç<br />

yaşanıyor. Novamed’de greve çıkan<br />

kadınların sendikal örgütlenme ve<br />

grev süresince yaşadıkları bunu pratikte<br />

bir kez daha ortaya koydu.<br />

Kadın emeği sömürüsünün bu boyutlarda<br />

olmasına karşılık işçi kadınların<br />

örgütlülük ve sendikalaşma<br />

oranı da o denli düşük ne yazık ki.<br />

Bunda kuşkusuz sendikaların erkek<br />

egemen anlayışlarının da önemli bir<br />

payı var. Sendikaların kadın işçilerin<br />

örgütlenmesine yeteri kadar önem<br />

vermediğini sendika merkezlerindeki<br />

kadın sendikacı sayılarına bakarak<br />

ta rahatlıkla söyleyebiliriz. Sınıftan<br />

yana sendikaların bir bütün <strong>olarak</strong><br />

kadın işçilerin örgütlenmesine dönük<br />

bir çalışma perspektifi geliştirirken<br />

Serbest Bölgelerde çalışan kadınların<br />

örgütlenmesine de özel bir önem vermeleri<br />

gerekiyor. Kuşkusuz sendikal<br />

örgütlülük tek başına yeterli değildir.<br />

İşçi kadınları sendikal örgütlülüğün<br />

önemi üzerine bilinçlendirirken aynı<br />

zamanda bir bütün <strong>olarak</strong> kapitalist<br />

sömürü sistemine karşı mücadele<br />

için de bilinçlendirmeliyiz.<br />

Adına Serbest Bölge denilen bu kuralsız<br />

sömürü bölgelerinin olmadığı,<br />

kadınların erkek egemenliği tarafından<br />

aşağılanmadığı, kadın-erkek<br />

toplumun tüm bireylerinin emeğinin<br />

karşılığını aldığı sosyalizm mücadelesine<br />

biz kadınlar da daha şimdiden<br />

katılmalıyız. Unutmayalım ki “gökyüzünün<br />

yarısı biziz!”<br />

Ocak 2008 ✓<br />

Yazı Kurulunun notu:<br />

Sayı 115’te yayınladığımız “Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem” yazımıza<br />

bir okurumuzdan eleştiri yazısı aldık. Biz öncelikle yazdıklarımızı<br />

dikkatle okuyan ve hatalarımızı bize göstererek bizi ilerleten bu yazı için<br />

okurumuza teşekkür ediyoruz, diğer okurlarımızın bu tavrı örnek almalarını<br />

istiyoruz.<br />

Okurumuzun yazıda getirdiği eleştiriye katıldığımızı belirtelim.<br />

Gerçekten de cinsel taciz yaptığı söylenen kişilere karşı alınacak ilk önlemler<br />

konusunda abartılı değerlendirme yaptık. Ve bu değerlendirmemiz<br />

“somut bakılmalıdır” tespitimiz ile de çelişiyordu.<br />

“Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem” yazımızda yer alan bir diğer<br />

yanlış ise, konuyu ilk öğrendiğimizde hiç üzerine gitmediğimiz tespitidir.<br />

Bu tespit olgularla çelişmektedir. Gerçekte ise durum şöyle: konuyu ilk öğrendiğimizde<br />

üzerine gittik. Bu konudaki özeleştirimiz bunun çok yetersiz<br />

kaldığı noktasında olmalıydı.<br />

Yeni Dünya İçin Çağrı Yazı Kurulu ✓<br />

Sevgili arkadaşlar,<br />

S a y ı 11 5 ’ t e y a y ı n l a n a n<br />

Barışarock’ta cinsel tacize karşı eylem<br />

tavrınızı olumlu ve doyurucu<br />

bir açıklama <strong>olarak</strong> değerlendiriyorum.<br />

Bu yazıda gayet anlaşılır ve<br />

sade bir biçimde cinsel taciz suçlamalarında<br />

kadınların açıklamasının<br />

neden esas alınması gerektiğini<br />

ortaya koymuşsunuz. Buna ekleyecek<br />

birşeyim yok ve yazının esasıyla<br />

hemfikirim.<br />

Fakat bir noktada yazının belirli<br />

bir aşırılığa kaçtığını düşünüyorum.<br />

Bu belki de ifadelendirmeden<br />

kaynaklanan bir şeydir. Şu sorunda<br />

bir açıklama yapmanız iyi olur.<br />

Yazınızda şöyle diyorsunuz:<br />

Bu durumda bizim temel almamız<br />

gereken mağdur durumdaki<br />

kadının suçlamaları olmak zorundadır.<br />

Suçlanan erkeğe karşı nasıl<br />

bir tavır alınacağı konusunda ise,<br />

somut duruma bağlı olmakla beraber,<br />

onunla her türlü ilişkinin askıya<br />

alınması ve sol çevreden tecrit<br />

edilmesi asgari önlem olmalıdır.<br />

Temel alınması gerekenin mağdur<br />

durumdaki kadının suçlamaları olmalıdır<br />

görüşünüze katılıyorum.<br />

Devamında suçlanan erkeğe karşı<br />

nasıl bir tavır alınacağı konusunda<br />

da doğru bir biçimde somut duruma<br />

bağlı tavrını takınıyorsunuz. Evet,<br />

böyle olmalıdır, diyerek bunun altını<br />

çiziyorum. Ancak, cümlenin<br />

ikinci bölümünde onunla her türlü<br />

İşçi kadınların<br />

uluslararası<br />

deneyimlerini<br />

anlatan, Türkiye<br />

için sonuçlar<br />

çıkaran önemli bir<br />

başucu belgesi!<br />

ilişkinin askıya alınması ve sol çevreden<br />

tecrit edilmesi asgari önlem<br />

olmalıdır tavrını takınıyorsunuz ki,<br />

eğer bu ifadelendirmeden kaynaklanan<br />

bir sorun değilse ve gerçekten<br />

de böyle düşünüyorsanız, aşırılığa<br />

kaçtığınızı düşünüyorum. Her cinsel<br />

taciz suçlaması ciddiye alınmak<br />

ve kadının açıklaması esastır temelinde<br />

hareket edilmek zorundadır.<br />

Bunda anlaşıyoruz. Fakat, her olay<br />

kendi içinde değerlendirilmek zorundadır.<br />

Suçlanan erkeğe karşı nasıl<br />

tavır takınılacağı, hangi boyutlarda<br />

taciz suçlamasının sözkonusu<br />

olduğu kadar, olayın tartışma gündemine<br />

geldiği yerde erkeğin tavrının<br />

ne olduğuna, özeleştirici bir<br />

yaklaşımının olup olmadığına ve<br />

özeleştirisinin taciz suçlamasını getiren<br />

kadın/lar tarafından kabul görüp<br />

görmediğine, suçlanan erkeğin<br />

konumuna vb. vb. bir dizi faktöre<br />

bağlıdır. Sol çevreden tecrit başvurulması<br />

gereken ve başvurmaktan<br />

çekinmeyeceğimiz önlemlerdendir.<br />

Ancak bunun her durumda asgari<br />

önlem <strong>olarak</strong> önerilmesi doğru değildir.<br />

Bu bağlamda her türlü ilişkinin<br />

askıya alınması ve sol çevreden<br />

tecrit edilmesi gibi önlemler gündeme<br />

gelir. deyip bırakmak ve her<br />

olayın kendi somutunda değerlendirileceğini<br />

açıklamak yeterlidir.<br />

Devrimci selamlarımla<br />

Gül ✓


Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

‘Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası kanun<br />

Bilindiği gibi, 5510 Sayılı Sosyal<br />

Sigortalar ve Genel Sağlık<br />

Sigor tası Yasasının bazı<br />

maddeleri Anayasa Mahkemesinin<br />

15.12.2006 tarihli kararı ile iptal<br />

edilmiş ve yürürlüğü durdurulmuştur.<br />

Anayasa Mahkemesi’nin<br />

31.12.2006 tarihli gerekçeli kararının<br />

ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik<br />

Bakanlığı tarafından hazırlanan<br />

5510 Sayılı Kanunda yapılması düşünülen<br />

değişikliklere ilişkin taslak<br />

metin 25.10.2007 tarihinde Çalışma<br />

ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk<br />

Çelik tarafından basına ve kamuoyuna<br />

açıklanmış ve sosyal taraflara<br />

iletilmiştir.<br />

5510 Sayılı Yasanın kimi maddelerinde<br />

Anayasa Mahkemesi’nin<br />

kararına istinaden değişiklik yapan<br />

mevcut taslak incelendiğinde görülmektedir<br />

ki, yapılan değişiklikler<br />

çalışanlar arasında eşitsizliği daha<br />

daderinleştirmekte.<br />

Hükümet aynı yasayı iyileştirmeler<br />

yapacağı kandırmacasıyla, -şartları<br />

daha da zorlaştırarak- bu ayın başlarında<br />

büyük bir hızla Meclis’e tekrar<br />

getirdi. Ne de olsa IMF böyle istemişti.<br />

Bekletmek olmazdı.<br />

Hükümet bütün bütçe işlerinde olduğu<br />

gibi, sosyal güvenlik konusunda<br />

da, IMF ile tam bir uyum içinde çalışıyor.<br />

Bu uyumlarını, yıpranmış<br />

ve borçlu ekonomiyi düze çıkarmak<br />

için kendilerinin inisiyatiflerinde bir<br />

uyum <strong>olarak</strong> göstermeye çalışıyorlar.<br />

Gerçekte ise, ülkenin emperyalistlere<br />

açık bağımlılığını kör gözlerden dahi<br />

saklayamamaktadırlar.<br />

Hükümet elinden gelse yapmış<br />

olduğu tasarıyı hiç tartıştırmadan<br />

Meclis’ten geçirecek. Hem de yasayı<br />

tüm taraflarla görüştüğü ve hatta,<br />

daha da görüşebileceği yalanları arasında.<br />

Fakat çeşitli oda ve sendikalar<br />

yaptıkları eylemlerde başlıca şu<br />

görüşleri öne sürerek tasarıya karşı<br />

çıktılar:<br />

*Zaten kadınlar için 58, erkekler<br />

için 60 olan emeklilik yaşı hem<br />

kadınlar hem de erkekler için 65’e<br />

çıkarılacak.<br />

*Bütün sağlık hizmetleri paralı<br />

olacak.<br />

*Hastalanan sigortalılara verilen iş<br />

göremezlik ödeneği % 16 azalacak.<br />

*Aylık geliri 140 YTL’den fazla olan<br />

bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475<br />

YTL arasında Genel Sağlık Sigortası<br />

primi ödeyecek.<br />

* Emekli Bağ-Kur’luların maaşından<br />

10 yıl süreyle %10 oranında Genel<br />

tasarısı’ bilmecesi<br />

Sağlık Sigortası primi kesilecek.<br />

*Primini ödeyemeyenler sağlık<br />

hizmeti alamayacak, hastane kapılarından<br />

geri dönecek.<br />

*Primini ödeyemeyen çiftçilerin<br />

mahsulüne el konulacak.<br />

Bugünlerde hükümet işitme özürlü<br />

olanların ille de işitmelerine gerek<br />

olmadığı kararına varmış olmalı ki,<br />

işitme cihazları tasarrufu gerekçesiyle<br />

duyamayanlara sigorta kapsamında<br />

cihaz verilmemeye başlanmış<br />

durumda.<br />

Bu yasa çıktığında, paran kadar<br />

sağlık hizmeti alacaksın, emeklilik<br />

mi? “Bir zamanlar insanlar emekli<br />

de oluyormuş” diye torunlarımız<br />

anlatacak. Emeklilik’te ancak parası<br />

olanlar için geçerli olacak.<br />

Hükümet; IMF ve sermayenin istekleri<br />

doğrultusunda, bu yasayı<br />

çıkarmakda kararlı. Çıkacak olan<br />

bu yasayı, Hükümetin Çalışma Ve<br />

Sosyal Güven(sizlik) Bakanı Faruk<br />

Çelik savunarak herkesin kabul etmesini<br />

istiyor. Tabi karşı çıkanları<br />

azarlayarak.<br />

15 Ocak’a kadar çıkarılmaya çalışılan<br />

bu yasa; GSS ile sağlık sistemini<br />

şimdikinden daha da kötüleştiriyor.<br />

Sağlığı temel insan hakkından<br />

ziyade, alınır satılır bir ticari malzeme<br />

haline getiriyor. Örneğin yasa<br />

tasarısı geçerse yatan hastadan 600<br />

YTL’ye kadar bir para alınabilecek.<br />

100 YTL’yi bile cebinden ödeyemeyen<br />

bir hastanın sağlık hizmetinden<br />

yararlanmasını baltalayacak.<br />

Mevcut anayasa sağlığı hak <strong>olarak</strong><br />

tanımlıyor. Bu yasa ise sağlığı hak<br />

olmaktan çıkarıyor. Bu basit bir değişiklik<br />

değil. Herkes sağlık hakkına<br />

sahip çıkmalı.<br />

Bu yasaya karşı duyarlı sendikalar,<br />

kitle örgütleri dışında karşı çıkan da<br />

pek yok. Burjuva medya hemen hemen<br />

yasayı öven bir biçimde anlatıyor.<br />

Geniş emekçi yığınlarının bilinç<br />

ve örgütlülüğünün geriliği göz önüne<br />

alındığında, hükümetin bu yasayı rahatlıkla<br />

çıkarmasının önünde önemli<br />

bir engel yok gibi.<br />

Sosyal güvenliğin işçi sınıfı<br />

açısından kısa tarihi<br />

Bilindiği gibi işçi sınıfı dünyaya zembille<br />

inmedi ve dünya tarihinde ilk ve<br />

tek sınıf, işçi sınıfı değildi. İşçi sınıfı<br />

tarih sahnesine çıktığı ilk dönemlerde<br />

ezildiğini biliyor, fakat kaynağını<br />

tam <strong>olarak</strong> bilemiyordu. Bu döneminde<br />

işçi sınıfı ve öncüleri, sanki<br />

sömürünün kaynağı fabrikalarmış<br />

gibi fabrikaları yağmalamış, makinaları<br />

yakıp yıkmışlardır.<br />

İşçi hareketinin ilkel dönemi diyeceğimiz<br />

bu döneminin hemen<br />

ertesinde, işçiler kendi aralarında<br />

dayanışmak için (sendikaların da<br />

öncülleri olan) yardım sandıklarını<br />

kurmuşlardır. Bu yardım sandıklarının<br />

amacı; kaza, işsizlik, yaşlılık<br />

gibi durumlarda işçilerin acilen imdadına<br />

yetişmekti. Yani sosyal güvenlik<br />

kurumlarının ilk atası diyebileceğimiz<br />

bu kurumlar, bizzat işçiler<br />

tarafından ve pek de bilinçli olmayıp,<br />

işçi güdüsüyle yapılan kurumlardı.<br />

Bu kurumlar öylesine gelişmişlerdi<br />

ki, örneğin 1830 Fransız Temmuz<br />

Devrimi eşiğinde Fransa’da 113.000<br />

kömür işçisinin 109.000’i Madenciler<br />

Yardım Kasası’na üye idi.<br />

Çok geçmeden bu yardım sandıkları<br />

salt yardım yapma işlevini aşıp grevdeki<br />

işçilere bir destek kurumu haline<br />

dönüşmüştü. Fakat bu kurumun özellikle<br />

bu son işlevinden ürken yöneticiler,<br />

hemen bu kurumu işlevsiz hale<br />

getirmenin yollarını aradılar. Bunun<br />

üzerine de işçilerin zorlu mücadelelerle<br />

kazandıkları bu kurumları, yasal<br />

bir temelde ‘kurum’laştırdılar. Yani<br />

işçi sınıfının mücadelesini sistem<br />

içine çekmeyi başardılar.<br />

Türkiye’de kısaca sosyal<br />

güvenliğin tarihi<br />

Türkiye kendi öznel tarihi gelişimi<br />

nedeniyle yukarıda Avrupa işçi sınıfı<br />

tarihinde anlattığım aşamalardan<br />

geçmemiştir. Bu son söylediğimle<br />

Osmanlı ve T.C.nin ilk yıllarında hiç<br />

işçi mücadelesi olmamıştır, sonucu<br />

çıkartılmamalıdır. Ancak Avrupa işçi<br />

sınıfıyla karşılaştırıldığında Osmanlı<br />

ve T.C.nin ilk yıllarında ‘hemen hemen’<br />

hiçbir mücadele olmamıştır sonucunu<br />

da çıkarabiliriz.<br />

Ülkemizde işçi sınıfının asıl mücadele<br />

tarihi ise, 1950-60’lardan sonrasına<br />

rastlar. Özellikle 1968’den sonraki<br />

süreçte işçi sınıfımızın bilinç seviyesi<br />

muazzam bir şekilde yükselir<br />

ve hak üstüne hak kazanmaya başlar.<br />

Yani o dönemde Türkiye’deki işçi sınıfı<br />

da, tıpkı 1830’larda Fransa’daki<br />

işçi sınıfı gibi, gerçekten sosyal güvenliğini<br />

elde etmeyi, mücadelede<br />

görüp, gereğini yerine getirmişti.<br />

Çok kısaca açıkladığımız dünyada<br />

ve Türkiye’deki ‘sosyal güvenliğin’<br />

kısa tarihlerinden de görüleceği<br />

gibi, işçilerin gerçek güvenliği<br />

‘mücadele’den geçer. Dahası kapitalist<br />

sistem içindeki mücadele de yetmez.<br />

Zira emekçiler açısından sosyal<br />

güvensizliğin kaynağı, kapitalizmdir.<br />

Onu yıkıp sosyalizmi kurmadan da,<br />

gerçek sağlıklı ve güvenli bir gelecek<br />

yoktur!<br />

Egemenler bayram ve yılbaşı dolayısıyla<br />

meclis çalışmalarının yavaşlayacağını,<br />

halkın da o dönemlerde<br />

siyasetle pek ilgilenmeyeceğini ve<br />

dolayısıyla o arada bu yasayı daha<br />

rahat geçireceklerini mi düşündüler?<br />

Bilinmez. Ancak yasanın en geç<br />

Ocak ortalarında geçeceğini tahmin<br />

ettiğini söyleyen Çalışma ve Sosyal<br />

Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, yürürlük<br />

tarihini ise 1 Haziran 2008<br />

<strong>olarak</strong> belirtti.<br />

Bize de: Sağlık ve sosyal güvenlik<br />

temel bir haktır. Bu hak parayla alınıp<br />

satılmamalıdır.<br />

Parasız sağlık, parasız eğitim işçi<br />

ve emekçilerin temel şiarı olmalıdır.<br />

“Hey göklere duman vurmuş dağlar<br />

hey!<br />

Değirmenin üstü her gün yel<br />

olmaz<br />

Dinle ağa, dinle paşa, dinle bey<br />

Sen söylersin, o susar mı?<br />

Bel’lolmaz!” halk türküsünü, söylemek<br />

kaldı.<br />

25.12.2007 ✓<br />

EK:1


EK:2<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu<br />

Birleşik Metal-İş 17. Olağan<br />

Kongresi 14 Aralık’ta Green<br />

Park Otel’de başladı.<br />

Üç gün süren kongrenin açılışı<br />

Kazım Koyuncu Kültür Merkezi<br />

müzik grubunun dinletisi ile başladı.<br />

Çeşitli marşlar söyleyen grup<br />

dinletiyi enternasyonalle bittirdi.<br />

Açılış konuşmasını Birleşik<br />

Metal-İş Genel Başkanı Adnan<br />

Serdaroğlu yaptı. Bir saate yakın<br />

süren konuşmasında, öz <strong>olarak</strong> 4<br />

yıl önce mücadeleci bir anlayışla<br />

yönetime geldiklerini bunun sonucu<br />

%50 büyüdüklerini anlattı.<br />

S erd a roğ lu konu şma sı nd a<br />

Türkiye’de ve dünyada işçi sınıfı ve<br />

diğer ezilenlerin yaşadığı sorunların,<br />

doğanın tahribinin sebebinin<br />

kapitalist ve emperyalist sistem olduğuna<br />

vurgu yaptı. Tek çarenin<br />

örgütlenme ve enternasyonal dayanışma<br />

olduğunun altını çizerek<br />

konuşmasını şöyle bitirdi:<br />

“Eğer bugün burada isek, geleneklerimizi<br />

yenileyerek geleceğe<br />

taşımak iç<strong>indir</strong>. Eşitlikçi, paylaşımcı,<br />

adaletli bir düzen, ezen ve<br />

ezilenin olmadığı sömürüsüz bir<br />

dünya iç<strong>indir</strong>.<br />

İnsanlık ve insanlığın acılarla,<br />

sevinçlerle, yengi ve yenilgilerle<br />

yoğrulmuş tarihinde küçük bir<br />

dere olsak da, çok iyi biliyoruz ki<br />

hepimize yetecek kadar büyük ve<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

‘SSGSS kanun tasarısı’ bilmecesi.<br />

Birleşik Metal İş 17. Genel Kurulu.<br />

Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı.<br />

Dimes meyve suyu fabrikasında direniş.<br />

Türk-İş 20. Kongresi: Gitti Salih Geldi Mustafa!.<br />

“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”.<br />

Güven Elektrik işçileri saldırılara direniyor!.<br />

ACERER Döküm Sanayi işçileri grevde.<br />

DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!.<br />

Yörsan’da işçi kıyımı! .<br />

Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin mücadelesi sürüyor .<br />

BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan Genel Kurulu.<br />

cömert bir okyanus var ve biz, ırmaklarla,<br />

nehirlerle birleşip kavuşacağız<br />

o büyük okyanusa.<br />

Avrupa, Asya ve Ortadoğu gibi<br />

üç kritik fay hattının kesiştiği bir<br />

coğrafyada kurulu bu güzel ancak<br />

çelişkilerle dolu ülkede, kapitalizmin<br />

son aşaması olan emperyalizmin<br />

oyunlarını hep birlikte bozmak<br />

için barışı, kardeşliği ve sınıf<br />

dayanışmasını her zamankinden<br />

daha fazla ön plana çıkarmak<br />

zorundayız.”<br />

Daha sonra divan seçimine geçildi.<br />

Divana DİSK Genel Başkanı<br />

Süleyman Çelebi oybirliğiyle seçildi.<br />

Süleyman Çelebi AKP yönetimini<br />

eleştiren kısa bir konuşma<br />

yaptıktan sonra komisyonların seçimine<br />

geçildi. Nursen Caniklioğlu<br />

Genel Sağlık Sigortası taslağı ile<br />

ilgili eğitim niteliğinde bir sunum<br />

yaptı.<br />

İkinci oturumda yurtdışından<br />

gelen sendikacılar tanıtıldı. Diğer<br />

sendika kongrelerine göre yurt dışından<br />

daha fazla konuk katılmıştı.<br />

Konukların hepsine söz hakkı verildi.<br />

Konuklar konuşmalarında<br />

genellikle enternasyonal dayanışmanın<br />

önemini belirttiler. Daha<br />

sonra EMEP Genel Başkanı ile<br />

DSP’den bir kişi konuştu. Birinci<br />

günün kapanış konuşmasını faşistlerce<br />

katledilen DİSK Genel<br />

İÇİNDEKİLER<br />

EK:1<br />

EK:2<br />

EK:3<br />

EK:3<br />

EK:4<br />

EK:5<br />

EK:6<br />

EK:6<br />

EK:7<br />

EK:8<br />

EK:8<br />

EK:8<br />

Başkanı Kemal Türklerin karısı<br />

Sebahat Türkler yaptı.<br />

K o n g r e n i n i k i n c i g ü n ü<br />

Cumartesi, Güven Elektrik’den<br />

işyeri temsilcisi bir işçi kısa bir konuşma<br />

yaptı. Konuşmasında mücadeleleri<br />

sürecinde sendikanın<br />

kendilerine verdiği maddi ve manevi<br />

destekten dolayı teşekkür etti.<br />

Bundan sonra da desteğe ihtiyaçları<br />

olduğunu belirterek, “Elimizi<br />

bırakmayın” dedi.<br />

Divan başkanı Süleyman Çelebi<br />

Güven Elektrik’deki direnişe<br />

vurgu yaparak yasaların muğlak<br />

olduğunu, bunu işverenlerin kendi<br />

lehlerine çok iyi kullandıklarını,<br />

örneğin işkolu barajı gibi yasalarla<br />

sendikalaşma önünde ciddi engellerin<br />

olduğunu söyledi. Sendikal<br />

haklar ile ilgili varolan adaletsizlik<br />

ve çarpık anlayışlar nedeniyle<br />

sendikasızlığın dayatıldığını ve işverene<br />

karşı işçilerin korunmasız<br />

hale getirildiklerini söyledi. Buna<br />

karşı işçilerin kendi direncini örgütlemesi<br />

gerektiğini vurgulayarak<br />

DİSK <strong>olarak</strong> her zaman Güven<br />

Elektrik işçisinin yanında olacaklarını<br />

belirtti.<br />

Çelebi’nin konuşmasının ardından<br />

çalışma ve mali raporların<br />

görüşülmesine geçildi. Bu raporlar<br />

daha önceden delegelere ulaştırılmış<br />

olduğu için verilen önerge<br />

üzerine okunmadan oybirliği ile<br />

onaylandı.<br />

Kongrenin ikinci günü esas <strong>olarak</strong><br />

delegelerin konuşmalarına<br />

ayrıldı. 200’ü aşkın delegenin katıldığı<br />

kongrede toplam 18 delege<br />

söz alarak görüşlerini dile getirdi.<br />

Konuşan delegelerin hemen hepsinin<br />

hemfikir olduğu konulardan<br />

biri Genel Kurulun sadece Birleşik<br />

Metal İş açısından değil genel <strong>olarak</strong><br />

son yıllardaki genel kurullara<br />

bakıldığında tüm sendikal hareket<br />

açısından bir dönüm noktası <strong>olarak</strong><br />

değerlendirmeleriydi. Uzun yıllardan<br />

bu yana ilk defa bir kongreye<br />

hazırlanılırken gereksiz çekişmelerin<br />

yaşanmadığını, “kulislerin yapılmadığını”<br />

geleceğe dönük daha<br />

iyi bir çalışmanın nasıl yapılabileceği<br />

yönünde kafa yorulduğunu<br />

belirttiler. Yapılan değerlendirmeler<br />

arasında bugünkü yönetim<br />

kurulunun işbaşına geldiği son<br />

dört yıllık zaman dilimi içerisinde<br />

yaptıklarından övgü ile sözedilerek<br />

önümüzdeki dört yıl daha aynı<br />

yönetimi görmek istediklerini de<br />

ortaya koymuş oldular.<br />

Yapılan olumlu çalışmalarla;<br />

örneğin, Serbest Bölgelerde örgütlenme<br />

olmaz denilirken örgütlenmelerin<br />

gerçekleştirilmesi, 6 ayda<br />

bir düzenli <strong>olarak</strong> işyeri temsilciler<br />

toplantılarının ya da genişletilmiş<br />

başkanlar toplantılarının<br />

yapılması, tabanın söz ve yetki<br />

sahibi olması, sendika içi demokrasinin<br />

işletilmesi, düzenli eğitim<br />

çalışmalarının yapılması vb. ile<br />

Birleşik Metal İş’in işçi sınıfının<br />

ideolojisini sahiplenerek mücadele<br />

yürüttüğünü gösterdiğini, sendika<br />

içi güven ve işbirliğini pekiştirmesinin<br />

örnekleri olduğunu vurguladılar.<br />

Genel Merkez’in ilk defa<br />

gerçek anlamda kurumsallaştığını,<br />

bunun da işçi sınıfı içerisinde<br />

doğru bir çalışma açısından çok<br />

önemli olduğunu dile getirdiler.<br />

Gerek sendikal gerekse toplumsal<br />

<strong>olarak</strong> ileriye dönük çalışmalar<br />

bağlamında getirilen öneriler şunlardı:<br />

Metal patronlarına (MESS)<br />

karşı daha güçlü bir örgütlenmeyi<br />

gerçekleştirmek. Büyük fabrikalarda<br />

örgütlenmenin başarılması.<br />

İşverene karşı yürütülen mücadelede<br />

ekonomik güç çok önemli olduğu<br />

için grev fonu üzerinde ciddiyetle<br />

durulması ve gerekirse işçi<br />

ücretlerinden her ay belli bir miktar<br />

kesilerek grev fonuna aktarılması.<br />

Asgari ücret sorununun sadece<br />

işçilerin küçük bir bölümünü<br />

ilgilendiren bir sorun olmadığı,<br />

asgari ücretin üzerinde ücret alan<br />

işçileri de doğrudan ilgilendiren ve<br />

etkileyen bir sorun olduğu için asgari<br />

ücretin belirlenmesi sürecinde<br />

işçi sınıfının aktif bir şekilde yer<br />

alması için ciddi bir çalışmanın<br />

yürütülmesi. En büyük konfederasyon<br />

olduğu için işçiler adına<br />

Asgari Ücret Tespit Komisyonunda<br />

yer alan Türk İş’in yerine Disk’in<br />

yer alması için mücadele edilmesi.<br />

Geçici işçilik uygulamasına karşı<br />

mücadele. Meslek liselerine dönük<br />

sendikal eğitimin verilmesi. 2008<br />

yılında yapılacak TİS görüşmelerine<br />

şimdiden sadece Birleşik Metal<br />

İş’de örgütlü olan işçileri değil tüm<br />

metal işçilerini katmak için tabana<br />

inen bir çalışmanın yürütülmesi.<br />

Disk ve Birleşik Metal İş’in emek<br />

mücadelesinin yanı sıra barış ve<br />

demokrasi mücadelesinde de aktif<br />

bir şekilde yer alması. Direnen,<br />

başkaldıran bir sendika ve siyasi<br />

iktidarı hedefleyen bir işçi sınıfının<br />

yaratılması.<br />

Son dört yılda sendikanın %50<br />

oranında bir büyüme sağladığını<br />

bunun iyi birşey olduğu fakat nitelikli<br />

büyümenin ihtiyaç olduğu<br />

belirtilerek uzlaşmacı, işbirlikçi<br />

siyasete karşı kavganın örgütlenmesi<br />

gerektiği vurgulandı.<br />

Delege konuşmalarının ardından<br />

Yönetim Kurulu adına Genel<br />

Başkan Adnan Serdaroğlu uzunca<br />

bir konuşma yaptı.<br />

Serdaroğlu söze ”omuzlarımıza<br />

çok ağır bir yük yüklediniz, misyonumuzun<br />

farkındayız” diyerek<br />

başladı. İşçilerin bugün işçi olmaktan<br />

utandırılmaya çalışıldıklarını,<br />

işçilere bilmem ne operatörü,<br />

bilmem ne elemanı, bilmem ne<br />

yardımcısı gibi isimlendirmelerle<br />

sanki ‘işçiyim’ demenin utanılacak<br />

bir şeymiş gibi gösterildiğini, bu<br />

nedenle işçinin işçi olduğunu daha<br />

gür bir sesle söylemesi gerektiğini


elirtti. Fakat bunu söyleyebilmek<br />

için sendikasına sahip çıkan, enternasyonalizmi<br />

savunan, hakları<br />

için güçlü bir mücadele yürüten<br />

bir işçi sınıfının yaratılması gerektiğini<br />

dile getirdi. Getirilen övgülerin<br />

yanında eleştirilere de teşekkür<br />

ettiğini belirterek eleştirinin<br />

sendikal gelişme için çok önemli<br />

olduğunu, sendikanın örgütsel<br />

sorunlarla ilgili her ay neredeyse<br />

bir toplantı yaptığını, kendilerinin<br />

dikkatle izlenmelerini talep etiklerini<br />

ve eleştirileri beklediklerini<br />

söyledi. Güven Elektrik temsilcisi<br />

işçinin “elimizi bırakmayın” sözlerine<br />

karşılık şimdiye kadar hiç<br />

kimseyi yarı yolda bırakmadıklarını,<br />

işçi atmalarına karşı hukuki<br />

alanda çok yoğun bir çalışma yürüttüklerini<br />

vurgulayarak “kanımızın<br />

son damlasına, paramızın<br />

son kuruşuna kadar mücadelemiz<br />

devam edecek” dedi.<br />

Birleşik Metal İş <strong>olarak</strong> anayasa<br />

ile ilgili çalışmaların içerisinde yer<br />

aldıklarına değinerek anayasayı<br />

hükümet değil halkın yapması gerektiğini<br />

söyledi. Sermayenin örgütlü<br />

toplum istemediğini, ricacı<br />

‘akredite’ olmuş sendikacılık istediğini<br />

belirtti. Asgari ücret tespiti,<br />

sosyal güvenlik yasası gibi konuların<br />

aynı zamanda metal işçilerin<br />

de gündemi olduğunu belirterek,<br />

egemenlerin sendikaları sivil toplum<br />

örgütleri haline getirmeye<br />

çalıştıklarını buna karşı amansız<br />

bir mücadelenin yürütülmesi gerektiğini,<br />

kendilerinin devletten ve<br />

iktidardaki partilerden bağımsız<br />

olduklarını fakat bunun siyasetten<br />

bağımsız oldukları anlamına gelmediğini<br />

söyledi. Tersine siyasetin<br />

tam göbeğinde olduklarını, işçi<br />

sınıfının siyasetini yaptıklarını<br />

söyledi.<br />

İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin de<br />

önemini vurgulayarak bu konuda<br />

ellerinden geleni yapacaklarını<br />

söyledi. Genç işçilere yönelik çalışmaya<br />

da özel bir önemin verilmesi<br />

gerektiğini belirten Serdaroğlu<br />

genç işçiler kazanılamazsa ne gelecek<br />

ne de sendikal örgütlülük garanti<br />

altına alınabilir dedi.<br />

Hem delegelerin hem de Genel<br />

Başkan Adnan Serdaroğlu’nun<br />

konuşması sık sık “Direne direne<br />

kazanacağız, yaşasın örgütlü mücadelemiz,<br />

işçilerin birliği sermayeyi<br />

yenecek, yaşasın Disk, yaşasın<br />

Birleşik Metal İş” sloganları ile<br />

kesildi. Bir delege konuşmasında<br />

halkların kardeşliğine değinirken<br />

salondan bir kez “yaşasın halkların<br />

kardeşliği” sloganı atıldı.<br />

Pazar günü yapılan seçimlere<br />

tek listeyle gidildi. Genel Başkan<br />

Adnan Serdaroğlu, Genel Sekreter<br />

Selçuk Göktaş, Mali Sekreter<br />

Süleyman Türker, Örgütlenme<br />

Sekreteri Özkan Atar, Eğitim<br />

Sekreteri Celalettin Aykanat yeniden<br />

yönetime seçildiler.<br />

17 Aralık 2007 ✓<br />

Ditaş’ta kölelik sözleşmesi imzalandı<br />

Doğa n Holdinge bağ lı<br />

Niğde’de bulunan otomotiv<br />

yedek parçaları üreten<br />

işyerinde, taşeron Türk Metal ile<br />

işveren arasında, 12 Kasım 2007<br />

tarihinde imzalanan “toplu iş sözleşmesi”,<br />

işçilerin ağır olan yaşam<br />

koşullarını daha da ağırlaştırdı.<br />

DİTAŞ işçilerinin bu işyerindeki<br />

örgütlenme çalışması Birleşik<br />

Metal-İş önderliğinde 2001 yılına<br />

kadar uzanır. O dönem işyerini 8<br />

taşerona bölen patrona karşı, 8 aylık<br />

direniş sonrası Birleşik Metal-İş<br />

işçileri örgütlemeyi başarmıştı.<br />

Ardından toplu iş sözleşmesi için<br />

masaya oturmayan patronun<br />

inatçı tavrı üzerine 8 ay bu kez<br />

grev ile cevap veren DİTAŞ işçileri,<br />

toplu sözleşmelerini yaparak işbaşı<br />

yapmışlardı.<br />

Bu yenilgiyi hazmedemeyen<br />

patron, yenilginin ardından ek<br />

<strong>olarak</strong> ödeyeceği yüksek tazminatlar<br />

nedeniyle DİTAŞ’ta Birleşik<br />

Metal-İş’in yetkisini bitirme kararı<br />

vererek bunu 2005 yılında uygulamaya<br />

koymuştu. Patron bu isteğini<br />

devreye sokabilmek için taşeron<br />

sendika olan Türk Metal-İş’i<br />

devreye sokmuştu. Türk Metal-İş,<br />

patronun sunduğu bütün olanakları<br />

kullanmasına rağmen, ancak<br />

beyaz yakalıları üye yaparak ‘çoğunluğu’<br />

almıştı.<br />

Bu ittifakla nasıl bir sözleşmenin<br />

çıkacağı sır değildi. 12 Kasım tarihindeki<br />

“sözleşme” ile DİTAŞ işçilerinin<br />

geçmiş iki yılı elbirliği ile<br />

yok edilmiştir. 31 Aralık 2005 tarihinde<br />

sona eren toplu sözleşmeyi,<br />

Taşeron firma olan Türk Metal,<br />

sözleşmeyi 1 Eylül 2007 tarihinden<br />

itibaren yapmıştır. 21 Ay sözleşmesiz<br />

geçen süreyi yok sayan patron<br />

ve taşeron firma Türk Metal, işçilerin<br />

tepkisini çekmemek için<br />

sözleşmeye 500.00 YTL brüt toplu<br />

para koymuşlardır. Geçen bu süre<br />

dikkate alındığında DİTAŞ işçilerine<br />

aylık net 17 YTL vermişlerdir.<br />

Bu sözleşme 01.09.2007 başlayıp,<br />

31.08.2010 yılında bitmek üzere<br />

3 yıllığına imzalanmıştır. Buna<br />

göre 1. Yıl: 1.09.2007 den itibaren<br />

%10. Diğer iki yılda ise enflasyon<br />

oranına göre zam yapılacak. 3<br />

Yıllığına sözleşmeye imza atılarak,<br />

işçilerin asgari ücretle bu süre<br />

zarfında çalışmaları garanti altına<br />

alınarak, hiçbir ek kazanım elde<br />

edilmemiştir.<br />

DİTAŞ’ ta sular durulmuyor<br />

Patron ile yapılan bu sözleşmenin<br />

ardında Birleşik Metal-İş üyesi<br />

4 işyeri temsilcisi; “Yönetim sizinle<br />

çalışmak istemiyor” diyerek işten<br />

atılıyor. Daha önce Türk Metal-İş<br />

için çalışan bir işçi bu toplu sözleşmeyi<br />

eleştirdiği için işten atılıyor.<br />

Patron sendika ile beraber ‘ya uslu<br />

durursunuz, ya da kapı dışarı’ diyerek<br />

işçilere gözdağı veriyor.<br />

Yasalar patronlar için işliyor<br />

Normal yasalarda işe iade davaları<br />

2 ay içinde sonuçlanır ve karar verilir<br />

denmesine rağmen DİTAŞ’ta<br />

atılan işçilerin davası 4 yıl sürdü.<br />

Birleşik Metal-İş tarafından işten<br />

atılan işçilerin tazminat davaları<br />

212 dosya için 5200 YTL ilk pilot<br />

dava işçilerin lehine sonuçlandı.<br />

Bu para işçilere dağıtıldı. Bu emsal<br />

davanın ardında geriye kalan davalar<br />

da açılmış durumda.<br />

DİTAŞ’ta her türlü zorluğa rağmen,<br />

Birleşik Metal-İş üyesi işçiler<br />

sendikalarından istifa etmeyerek<br />

her türlü baskıya karşı direneceklerini<br />

söylüyorlar.<br />

Zafer direnen işçilerin olacaktır!<br />

22.12.2007 ✓<br />

Dimes meyve suyu fabrikasında direniş<br />

Dimes, Türkiye’nin meyve<br />

suyu sektöründe en fazla<br />

satış ve üretim kapasitesine<br />

sahip olan bir şirkettir.<br />

14 yılda, yüzde 4 bin büyüme<br />

sağlamıştır.<br />

Dimes’in Tokat ve<br />

İzmir’deki iki fabrikasında<br />

toplam<br />

535 işçi çalışıyor.<br />

Dimes’in büyümesinin<br />

temelinde<br />

işçilerin emeği<br />

var. İşçilerin yoğun<br />

sömürülmesi<br />

var. İşçiler 45 saat<br />

çalışmaları gerekirken<br />

72 saat çalıştırılıyorlar.<br />

Aşırı<br />

çalışmanın getirdiği<br />

yorgunluk ve<br />

dikkat dağılması<br />

sonucu yaşanılan<br />

kazalarda işçiler sakat kalıyorlar.<br />

Dimes’in sahibi Orhan Diren<br />

CHP’li bir milletvekili. “Namusu<br />

ve şerefi üzerine” yasalara bağlılık<br />

yemini ediyor, fakat anayasal hak<br />

olan sendikaya üye olan işçileri<br />

işten atıyor. İşçilerin sendikalı olmasını<br />

istemiyor.<br />

Kötü çalışma koşulları, düşük<br />

ücretler, uzun çalışma saatlerinden<br />

bıkan, bu koşullarda daha fazla<br />

çalışmak istemeyen işçiler Tek<br />

Gıda-İş Sendikası’na üye oldular.<br />

Sendikanın Çalışma Bakanlığı’na<br />

çoğunluk tespiti başvurusunu öğrenen<br />

patron, işçileri tek tek sorguya<br />

çekerek ve çeşitli gerekçelerle<br />

işten attı. Tokat ve İzmir’deki fabrikada<br />

sendika üyesi olan 17 işçi<br />

işten atıldı.<br />

Sendika üyesi olmak,<br />

işten çıkarılma<br />

gerekçesi olamayacağı<br />

için,işçiler<br />

‘verimsiz’lik gerekçesi<br />

ile işten çıkarıldı.<br />

İşten atılan işçiler,<br />

İzmir Kemalpaşa ve<br />

Tokat’taki fabrikaların<br />

önünde direnişe<br />

geçtiler.<br />

Direniş bir aydan<br />

bu yana sürüyor.<br />

İşçiler Dimes’e sendika<br />

girinceye kadar<br />

fabrikaların önünden<br />

ayrılmayacaklarını<br />

söylüyorlar.<br />

20 Aralık 2007<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:3


Türk-İş 20. Kongresi:<br />

Gitti Salih Geldi Mustafa!<br />

Bu tehdit savurma Türk-İş tarihinde hiçte yeni olan<br />

bir şey değil. Onlar sermayenin talepleri karşısında<br />

yer yer genel grev tehditlerini savurmalarının<br />

ertesi günü, işçilerin haklarını sermayenin istekleri<br />

doğrultusunda satmaktan hiçbir zaman geri<br />

durmamıştır.<br />

EK:4<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Türk-İş’in 20. Genel Kurulu<br />

Milli Eğitim Bakanlığı<br />

Şûra Salonu’nda 7 Aralık<br />

Perşembe günü başladı. Genel<br />

Kurul öncesinde seçimlere tek<br />

listeyle gidilip gidilemeyeceği konusu<br />

da netlik kazandı. Buna göre,<br />

bir dönem daha konfederasyon<br />

yönetimine talip olduğunu açıklayan<br />

mevcut Genel Başkan Salih<br />

Kılıç’ın karşısına Genel Sekreter<br />

Mustafa Kumlu’nun aday <strong>olarak</strong><br />

çıkması kesinleşti. Kumlu, genel<br />

kurulda aday olacağını son yapılan<br />

Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda<br />

sendika başkanlarına bildirdi.<br />

Kumlu’nun aday açıklaması ile<br />

birlikte tartışmalar, yani koltuk<br />

için dalaş, hızlanarak devam etti.<br />

İşçi sınıfının haklarını satmaktan<br />

bir an dahi tereddüt etmeyen Salih<br />

Kılıç, delegelerin oylarını alabilmek<br />

için, hükümetin çıkarmak<br />

istediği sosyal güvenlik yasa tasarısına<br />

karşı sert açıklamalarda bulunarak<br />

‘genel grev’ tehdidinde bulundu.<br />

Bu tehdit savurma Türk-İş<br />

tarihinde hiçte yeni olan bir şey<br />

değil. Onlar sermayenin talepleri<br />

karşısında yer yer genel grev tehditlerini<br />

savurmalarının ertesi günü,<br />

işçilerin haklarını sermayenin istekleri<br />

doğrultusunda satmaktan<br />

hiçbir zaman geri durmamıştır.<br />

Bunların sosyal güvenlik yasa tasarısına<br />

karşı olmaları, Genel Kurul<br />

esnasında delegelerin oylarını almak<br />

için şov yapmanın ötesinde<br />

bir şey değildir. Yani işçi haklarını<br />

savunup savunmama konusunda<br />

Kılıç ile Kumlu arasında bir fark<br />

yoktur. Aralarındaki tartışma da<br />

zaten bu temelde olmamıştır.<br />

Kılıç ile Kumlu neyi tartıştı?<br />

Salih Kılıç’ın Kumlu’ya yönelik<br />

siyasi eleştirisi, onun ‘hal ve<br />

hareketlerinden kaynaklandığı’<br />

temelindedir. Neymiş bu hal ve<br />

hareketler? Kılıç olayı şöyle anlatıyor:<br />

“Cumhuriyet mitinglerinin,<br />

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin<br />

eylemlerinin başladığı süreçte,<br />

Kumlu, ‘Bir sivil toplum platformu<br />

kuralım, bunlara tepki gösterelim’<br />

dedi. Buna ‘Evet dememiz mümkün<br />

değil, biz bloklaşmaya yol<br />

açamayız’ dedim. Bu platforma<br />

karşı, platform oluşturmak için<br />

beni zorladılar. Sonra konuyla ilgili<br />

bir bildiri hazırladık, bunu<br />

engellemek istediler. Bildiride laiklik<br />

ve cumhuriyetin olmasından<br />

rahatsız oldular. Budur meseleleri”<br />

diyerek, Kumlu ve ekibini AKP’li<br />

olmakla suçlayıp, bunların Türk-<br />

İş’i hükümetin arka bahçesi yapacaklarını<br />

iddia ederek delegelerden<br />

oy istedi.<br />

Bu suçlamaya Kumlu’nun verdiği<br />

yanıt da ‘sert’ oluyor tabi<br />

ki. Yukarıdaki iddiaları Mustafa<br />

Kumlu şöyle yanıtlıyor: “Bana AK<br />

Parti’li diyorlar. Benim liderliğimde<br />

mücadeleci Türk-İş gidecek,<br />

teslimiyetçi Türk-İş gelecekmiş...<br />

Siz ne kadar AK Parti’liyseniz ben<br />

de o kadar AK Parti’liyim. Siz ne<br />

kadar CHP, MHP’liyseniz ben<br />

de o kadar CHP’li, MHP’liyim.<br />

Kimsenin gücü, Türk-İş’i iktidarın<br />

arka bahçesi yapmaya yetmez. Ben,<br />

tüm siyasi partiler bir yana, Türk-<br />

İş’liyim. Kararlı, tutarlı, öncü, saygın,<br />

ilkeli bir Türk-İş için göreve<br />

talibim.” Kumlu, “Ekibimle gümbür<br />

gümbür bir Türk-İş için göreve<br />

talibim. Aday <strong>olarak</strong> işçi liderlerinin<br />

giydiği ateşten gömleği giymek<br />

istiyorum. Gömlek, sizin elinizde.<br />

Verseniz de vermezseniz de Allah<br />

razı olsun” diyerek oy istedi.<br />

Kumlu’dan sonra kürsüye gelen<br />

Kılıç; işçi hareketine (siz bunu sermayenin<br />

isteklerine okuyun) gölge<br />

düşürmediğini belirtti. “Bunun<br />

aksini söyleyecek olanın alnını karışlarım”<br />

diyerek de kükredi.<br />

Kongrenin konukları<br />

Türk-İş’in Kongresine konuşmacı<br />

<strong>olarak</strong> katılanlar arasında<br />

Başbakan Erdoğan, Meclis Başkanı<br />

Toptan ve Cumhurbaşkanı Gül<br />

gibi ünlü isimler de vardı. Bugüne<br />

kadar işveren toplantılarında boy<br />

gösterip, işçi haklarını nasıl tırpanlayacaklarının<br />

hesabını yapan bu<br />

isimler, acaba Türk-İş Kongresinde<br />

ne arıyorlardı?<br />

İlk konuşmacı <strong>olarak</strong> Erdoğan<br />

kürsüye çıktığında alkışlar arasında<br />

konuşmasına özetle şöyle<br />

başlıyor: “İşçi ve işveren arasında<br />

artık çatışma, pazarlık değil; diyalog,<br />

uzlaşma ve anlaşma gibi kavramların<br />

öne çıktığını” savundu.<br />

“Hepimiz aynı gemideyiz” diyerek,<br />

geçmişte başbakanların, siyasilerin,<br />

işçilerin kongrelerine gelemediğini<br />

ileri sürdü. “Çok şükür o<br />

devir geride kaldı. Ankara’da işçi<br />

dostu hükümet, işçilerin arasından<br />

gelen Başbakan var, bakanlar<br />

var” diyen Erdoğan, sosyal diyalogu<br />

kurumsal hale getireceklerini<br />

söyledi. Emekli sayısının fazla<br />

olduğunu ileri sürerek emeklilik<br />

yaşının yükseltilmesini savundu.<br />

Erdoğan, Sosyal Güvenlik Yasa<br />

Tasarısını da savunarak, tasarıyı<br />

eleştirenleri suçladı. “Emekli sayısının<br />

fazla olduğunu ileri sürerek<br />

emeklilik yaşının yükseltilmesini”<br />

savundu. Kendini işçi dostu ilan<br />

eden başbakanın bu konuşmasının<br />

ardından kürsüye gelen Kılıç,<br />

Erdoğan’ın konuşmasını, Erdoğan<br />

salonu terk ederken, “çok ağır konuştunuz”<br />

diyerek tepki göstermiş<br />

ve fakat Başbakan buna cevap dahi<br />

vermemiş! Peki Erdoğan nasıl ağır<br />

konuşmuştu da Salih efendiyi bu<br />

denli üzmüştü? Aslında Erdoğan<br />

temsilcisi olduğu sermayenin taleplerini<br />

burada dile getirmişti.<br />

Erdoğan’ın bu konuşması salondan<br />

alkışlanırken, demiryollarında<br />

geçici işçi <strong>olarak</strong> çalışan İsa<br />

Çakmak’ın Erdoğan’ı protesto etmesi<br />

ile birlikte, apar topar dışarı<br />

atılması bu işçi dostunun nasıl bir<br />

‘dost’ olduğunu gösterdi.<br />

Meclis Başkanı Toptan ise konuşmasında;<br />

“Sivil toplum örgütlerinin,<br />

modern demokrasilerin<br />

‘olmazsa olmazlarından’ olduğunu”<br />

belirterek, “sendikacılık<br />

hareketiyle sivil toplum ve demokrasinin<br />

gelişimlerinin beraber yol<br />

aldığını” dile getirdi.<br />

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül<br />

de konuşmasında; babasının da 45<br />

yıl önce Haber-İş’in temsilcisi olduğunu<br />

belirterek, “Bunu size demokrasinin,<br />

Cumhuriyet’in şimdi<br />

hangi noktada olduğunu görmeniz<br />

için söylüyorum. Artık sınıf ayrımlarının<br />

olmadığını, demokrasinin<br />

ne kadar sağlamlaştığını bilmenizi<br />

istiyorum” diyerek vurguladı.<br />

Türk-İş kongresinde bu konuşmalar<br />

yapılırken Devlet Bakanı<br />

Mehmet Şimşek, “asgari ücretin<br />

yüksek ” olduğunu basına<br />

açıklıyordu!!!<br />

Ayda eğer iş bulabilirse, net 419<br />

YTL ile çalışan bir işçi ile, reklamlara<br />

milyarlarca YTL harcayıp,<br />

yıllık karlarını katlayarak büyüten<br />

şirket sahipleri arasında; bir ‘sınıf<br />

farkı’nın olduğu bizim için de, işçiler<br />

için de çok açık. Burjuvazi<br />

her zaman olduğu gibi bu farklılığı<br />

gizlemeye çalışıyor. Bunu Türk-İş<br />

gibi sendika patronları ile iyi de<br />

beceriyor. Ama güneş balçıkla<br />

sıvanmaz.<br />

Tüm bu tantanaların ardından<br />

Türk-İş’te ‘yeni yönetim’, 20.<br />

Olağan Genel Kurulun dördüncü<br />

gününde, Mustafa Kumlu’nun genel<br />

başkanlığında seçildi.<br />

372 kayıtlı delegeden 368’inin oy<br />

kullandığı seçimlerde, 361 geçerli<br />

oyun 214’ünü alan Mustafa Kumlu<br />

genel başkan seçilirken, Salih Kılıç<br />

147 oy aldı. Kumlu başkanlığındaki<br />

Türk-İş yönetimi; Genel Sekreter<br />

Mustafa Türkel 196, Genel Mali<br />

Sekreter Ergün Atalay 243, Genel<br />

Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul<br />

209 ve Genel Teşkilatlandırma<br />

Sekreteri Pevrul Kavlak’tan 183<br />

oluştu.<br />

Özellikle hükümetin 2008’de, kıdem<br />

tazminatı ve zorunlu istihdamın<br />

daraltılmasına ilişkin düzenlemenin<br />

istihdam paketinde yer<br />

alması halinde, Türk-İş’in 19’uncu<br />

Genel Kurulu’nda aldığı “Kıdem<br />

tazminatına dokunulması genel<br />

grev nedenidir” kararını uygulayıp<br />

uygulamayacağını da önümüzdeki<br />

süreçte hep beraber göreceğiz.<br />

Bu yönetimin de eskisinden bir<br />

farkının olmayacağını görmek için<br />

kâhin olmaya gerek yoktur.<br />

Gün gelecek işçi sınıfı bu sahte<br />

işçi dostlarını, sermayenin iktidarı<br />

ile tarihin çöplüğüne atacaktır.<br />

11.12.2007 ✓


“Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”<br />

Ocak ayı bir büyük işçi hareketinin<br />

yıldönümüdür.<br />

150 yılı aşkın bir zamandır<br />

yeryüzü sıcak olsun diye madenlere<br />

inen Zonguldak işçi sınıfı,<br />

30 Kasım 1990 günü çıktıkları<br />

grevi 4 Ocak 1991’de başladıkları<br />

yürüyüşle taçlandırırlar. Türkiye<br />

işçi sınıfı tarihine “Uzun Yürüyüş”<br />

<strong>olarak</strong> geçen bu eylem, sadece ekonomik<br />

değil, siyasi taleplerin de ön<br />

plana çıktığı, inancın, direncin ve<br />

mücadelenin sembolüdür.<br />

İndi maden ocağına, kara elmas<br />

diyarına<br />

Yeryüzü sıcak olsun diye dost…<br />

Zonguldak kömür işçileri 1908,<br />

1909, 1910, 1911, 1914’deki grev ve<br />

direnişlerden öğrenerek, bilenerek<br />

geliyorlardı. 1965’de Kozlu’daki<br />

direnişte iki yoldaşlarını kaybetmişler,<br />

1969’da ise aylardır ödenmeyen<br />

ücretlerinin ödenmesi için<br />

Alpagut’da maden ocaklarını işgal<br />

etmişler ve 35 gün sürdürdükleri<br />

eylemlerini kazanarak noktalamışlardır.<br />

Bu direniş geleneğine<br />

karşın, Cumhuriyet döneminde<br />

defalarca grev aşamasına gelen<br />

Zonguldak Kömür Havzası’nda<br />

sendika ve işverenin hep son anda<br />

(!) anlaşması bir gelenek olmuştur.<br />

Ta ki o güne kadar…<br />

Bugün maden ocağına kara elmas<br />

diyarına<br />

inmedik selam olsun sana dost…<br />

1990 yılı kamu toplu sözleşmelerinin<br />

imzalanacağı yıldı.<br />

Sözleşmelerin ilk bölümü yıl<br />

ortasında imzalanmıştı. Genel<br />

Maden-İş, Türkiye Maden-İş,<br />

Ağaç-İş, Teksif, Selüloz-İş, Sağlık-İş,<br />

Petrol-İş, Hava-İş, Basın-İş ve<br />

Deri-İş’in örgütlü olduğu kamu<br />

kurumlarının sözleşmeleri ise yılın<br />

ikinci yarısında imzalanacaktı.<br />

48 bin üyesi olan Genel Maden-İş<br />

Sendikası, görüşmelerin uyuşmazlıkla<br />

sonuçlanması üzerine<br />

30 Kasım 1990 günü “Hükümet<br />

istifa”, “Zonguldak’ı sattırmayız”,<br />

“Bu ocaklar bizim”, “işçiler el ele<br />

genel greve”, “Çankaya’nın şişmanı<br />

işçi düşmanı” sloganları eşliğinde<br />

greve çıktı. Grevin başlamasıyla<br />

birlikte artık Zonguldak koskoca<br />

bir miting alanı olmuştu. Bu arada<br />

3 Ocak 1991 günü maden işçilerin<br />

iteklemesiyle de olsa maden işçileriyle<br />

dayanışmak için Türk-İş<br />

bağlı sendikalarıyla birlikte bir<br />

gün işe gitmeyeceğini duyurdu.<br />

Hükümetin her türlü tehdidine<br />

rağmen işçiler 3 Ocak’ta hayatı<br />

durdurdu.<br />

Yerin derinliklerinden geldiler<br />

Cumhuriyet döneminde defalarca grev<br />

aşamasına gelen Zonguldak Kömür Havzası’nda<br />

sendika ve işverenin hep son anda (!) anlaşması<br />

bir gelenek olmuştur. Ta ki o güne kadar…<br />

ellerinde susmak bilmeyen bir<br />

yeraltı güneşiyle<br />

Ve 4 Ocak günü… Zonguldak<br />

Ankara’ya gitmeye hazırlanıyor.<br />

Plana göre Ankara’ya otobüslerle<br />

gidilecekti. Ama Ankara<br />

Zonguldak lıları istemiyordu.<br />

Otobüsler Zonguldak’a sokulmadı.<br />

Sendikacıların gece boyunca<br />

süren toplantılarından<br />

çıkan görüş, işçileri artık geriye<br />

döndürmenin imkansız olduğu<br />

yönündeydi. Sonunda yürüyerek<br />

yola çıkıp, yolun kesildiği yerde<br />

geri dönme fikri ön plana çıktı.<br />

İşçiler erzak torbalarıyla başladıkları<br />

yürüyüşün başlarında 25<br />

bin kişi iken, Yenice, Kurucaşile,<br />

Bartın, Amasra, Çaycuma, Devrek<br />

ve Ulus gibi üretim merkezlerinden<br />

katılanlarla beraber 100 bin<br />

kişiye yaklaştı. Madenciler kapalı<br />

cezaevi önünden geçerken “zindanlar<br />

boşalsın, genel af” sloganlarıyla<br />

selamladılar kendilerine el<br />

sallayan tutsakları. İlk gün 33 km.<br />

yol alan yürüyüşçüler kendilerine<br />

kucak açan Devrek’te mola verirler.<br />

Bu arada pazarlıklar devam<br />

etmektedir. İkinci gün hava daha<br />

da soğur. Dorukhan Tüneli’nde<br />

ilk barikatla karşılaşır işçiler. Bir<br />

süre sonra bu barikat kaldırılır.<br />

Görüşmeler devam etmektedir ve<br />

o akşamın mola yeri Mengen’dir.<br />

Üçüncü gün başladığında sendikacılar<br />

kadınların dönmesini ister.<br />

Ama yürüyüşçü kadınlar bu teklifi<br />

kabul etmez. Üçüncü gün öğleden<br />

sonra yürüyüşçüler Dellerderesi<br />

Mevkii’nde ikinci barikatla karşılaşırlar.<br />

Devlet buldozerler, askerler,<br />

polislerle o barikattadır.<br />

Madenciler barikata elli metre kala<br />

dururlar. O gün sabaha karşı provokasyon<br />

yaratmak isteyen güvenlik<br />

güçleri, uykudayken 200 işçiyi<br />

karga tulumba gözaltına alırlar.<br />

Yapılan geri dönün baskıları ve<br />

son <strong>olarak</strong> bu barikat sendikacıları<br />

geri dönme yolunda karar almaya<br />

iter. 8 Ocak Mengen’de belediye<br />

önünde toplanan işçilere seslenen<br />

Genel Maden-İş Sendikası Başkanı<br />

Şemsi Denizer geri dönüş kararını<br />

açıklar. Ve sendikacılar Ankara yolunu<br />

tutarken dört günde 112 km.<br />

yürüyen işçiler geriye dönmeye<br />

başlarlar.17 Ocak tarihinde başlayan<br />

Körfez Savaşı bahane edilerek<br />

Bakanlar Kurulu tarafından tüm<br />

grevler altmış gün süresince ertelenir.<br />

Genel Maden-İş Sendikası da 7<br />

Şubat’ta toplu sözleşmeyi imzalar.<br />

Sendikacılar, siyasetçiler vs…<br />

Zonguldak sınıf dayanışmasının<br />

güzel örneklerine de sahne olur.<br />

Örneğin Güney Afrika kömür ve<br />

liman işçileri ve çeşitli ülkelerden<br />

kömür işçileri, TTK grevinde grev<br />

kırıcı olmamak için Türkiye’ye<br />

yönelik ithal kömür yüklemelerini<br />

durduklarını bildirirler. 16<br />

Aralık günü İstanbul, İzmit ve<br />

Kocaeli’nden gelen 11 sendikaya<br />

üye toplam 6 bin işçi mitinge katılır.<br />

Yürüyüşçüler konakladıkları<br />

her yerde halkın desteğini alırlar.<br />

Sanatçılar da eksik değildir<br />

Zonguldak’ta siyasetçiler de. Hazır<br />

kürsü bulan aşağı yukarı bütün<br />

partiler oradadır. Demirel’den<br />

İnönü’ye dek. Nedense uzun<br />

süre görünmeyen tek kişi Türk-İş<br />

Genel Başkanı Şevket Yılmaz olur.<br />

Başından beri ne grevi ne de yürüyüşü<br />

destekleyen Yılmaz, sonunda<br />

pes ederek madencilerin<br />

yanındaymış gibi görünmek için<br />

çaba harcarken bir yandan da yürüyüşü<br />

bitirmeye çalışır. Genel<br />

Maden-İş Sendikası Başkanı Şemsi<br />

Denizer’in yıldızını parlatan yürüyüşün<br />

kimin fikri olduğu ise<br />

bir muammadır. Dönemin Genel-<br />

Maden-İş Sendikası Yönetim<br />

Kurulu’ndan yürüyüşe sahip çıkan<br />

sadece Başkan Denizer değildir.<br />

Denizer ayrıca yürüyüş başlamadan<br />

hemen önce vazgeçme eğilimi<br />

göstermiştir. Ancak madenciler<br />

gemileri yakmışlardır bir kere. Hiç<br />

kimse önlerine çıkıp “vazgeçelim”<br />

demeye cesaret edemez sendikacılardan.<br />

Son gün Mengen’de geri<br />

dönüş açıklanmadan önce, haberi<br />

alan gazetecilerin yürüyüşçülerle<br />

yaptığı görüşmelerde de işçilerin<br />

geri dönmek gibi bir niyetlerinin<br />

olmadığı görülmektedir. Denizer<br />

geri dönüşü açıklarken itiraz eden<br />

işçiler ise birden başkanları tarafından<br />

“kışkırtıcı” ilan edilivermişlerdir.<br />

Sürekli size danışmadan<br />

sizin onayınızı almadan imza atmam<br />

diyen Denizer toplu sözleşmeyi<br />

de “canlarına” danışmadan<br />

imzalar. Ve sanki imza atılmamış<br />

gibi gidip işçilere danışmaya kalkar.<br />

Ancak gazeteler toplu sözleşmenin<br />

imzalandığını yazarlar.<br />

Üstelik verilen rakamlar yürüyüşten<br />

önceki rakamların aynıdır.<br />

Sadece sosyal haklarda bir takım<br />

artışlar vardır.<br />

Ve son <strong>olarak</strong>…<br />

Ortada olan tek gerçek ise binlerce<br />

madencinin aileleriyle birlikte tek<br />

yürek <strong>olarak</strong> sürdürdükleri muhteşem<br />

bir grev ve yürüyüştür. Üstelik<br />

hep yanlarındaymış gibi gözüken<br />

ama asla yanlarında olmayan sendikacılara<br />

rağmen. Yüzleri kömür<br />

karası fakat yürekleri ak madencilerin<br />

işçi sınıfı tarihimize armağan<br />

ettiği bembeyaz bir sayfa ve burjuvazinin<br />

yüreğine “geliyorlar” korkusunu<br />

salan bir eylemdir “Uzun<br />

Yürüyüş”…<br />

Bu yazının kaleme alınması sırasında<br />

dönemin Güneş Gazetesi’nde<br />

çalışma hayatı muhabirliği yapan<br />

ve grevle yürüyüşü başından sonuna<br />

takip eden Sevkuthan N.<br />

Karakaş’ın “EYLEM GÜNLÜĞÜ”<br />

adlı Metis Yayınlarından çıkan<br />

kitabından faydalanılmıştır. Kitap<br />

grev aşamasına nasıl gelindiği,<br />

grev, yürüyüş, yürüyüş sonrası<br />

ve dönemin tanıklarıyla yapılan<br />

röportajlardan oluşmaktadır.<br />

Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi<br />

almak isteyenlerin bu tanıklığa<br />

başvurmalarında yarar var…<br />

Bir YDİ Çağrı okuru<br />

25 Aralık 2007 ✓<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:5


Güven Elektrik işçileri<br />

saldırılara direniyor!<br />

Güven Elektrik San. Mamul<br />

İma lat ve Tic. A. Ş.<br />

Fabrikası, Cankurtaran<br />

Holding’e ait İstanbul – Sefaköy<br />

Çınar Yolu’nda kurulu elektrikli ev<br />

aletleri üreten bir fabrika. İşçilerin<br />

asgari ücretle çalıştırıldığı bu fabrikada<br />

-çalışanın çoğu kadın- 450<br />

işçiden 400’ü sendikalaşmak için<br />

geçtiğimiz 2006 yılının başında<br />

Birleşik Metal- İş Sendikası’nın 2<br />

No’lu Şubesine üye oldular.<br />

Gazetemizin 2007’nin Temmuz<br />

ve Ekim aylarına ait sayılarında<br />

işçilerin örgütlenme süreci, patronun<br />

saldırıları ve bu saldırılara<br />

karşı işçilerin direniş eylemleri<br />

hakkında bilgi verilmişti.<br />

Bu fabrikada çalışan 400 işçi<br />

yoğun sömürü koşullarında çalıştırılan,<br />

iş güvencesinden yoksun,<br />

gelecekleri karartılan ve onurları<br />

çiğnenen işçiler olmaktan birazcık<br />

olsun kurtulmak için bir yıldır<br />

sendikalaşma mücadelesi sürdürüyorlar.<br />

Bu mücadelelerini şimdi bir<br />

yıl öncekinden daha bilinçli, büyük<br />

bir kararlılık ve yüreklilikle yürütüyorlar.<br />

Tabi buna karşılık her yeni<br />

sendikalaşan işçiler gibi bu işçiler<br />

de -yasal ve anayasal hakları olmasına<br />

rağmen- patronun her türlü<br />

baskı ve saldırısına uğruyor.<br />

Geçmişte ücretlerin geç ödenmesi,<br />

müdür ve şeflerin baskıları<br />

vb. saldırılara yeni saldırılar eklenerek<br />

sürdürülüyor. Patron bir<br />

taraftan sendika yetkisine ve işkoluna<br />

itiraz davaları açıyor, diğer<br />

taraftan yıllar sonra gelecek sendika<br />

yetkisini -üye işçileri işten çıkararak-<br />

boşa çıkarmaya çalışıyor.<br />

İşçiler ise haklılıklarından, meşru<br />

ve yasal haklarından aldıkları<br />

güçle buna karşı direniyorlar.<br />

Geçtiğimiz günlerde patron sendikal<br />

örgütlenmenin öncüsü gördüğü<br />

işçilerden üçünü işten attı.<br />

Bunun üzerine tüm işçiler sendikalarıyla<br />

birlikte patrona nasıl bir<br />

örgütlü güç olduklarını fabrikaya<br />

sendika girmesine kimsenin engel<br />

olmaya gücünün yetmeyeceğini<br />

eylemlilikleriyle gösterdiler.<br />

İşçiler, Aralık ayının 7’sinde bir<br />

işçi 10’unda ise iki işçiyi işten atan<br />

patrona karşı 11 ve 12 Aralık’ta eylemler<br />

gerçekleştirdiler. En son, 12<br />

Aralık günü saat 12.30’da içerde<br />

çalışan işçiler “İnadına sendika,<br />

inadına DİSK / Güven Elektrik<br />

İşçileri” yazılı bir pankart açarak<br />

fabrika içinde sloganlarla protesto<br />

eylemlerini sürdürürken, diğer<br />

vardiyadaki işçiler de “Kahrolsun<br />

ücretli kölelik düzeni” pankartıyla<br />

fabrikanın önüne geldiler.<br />

İşten atılan ve fabrika kapısında<br />

direnişte olan üç işçi “Hakkımızı<br />

aradık, işten atıldık!”, “Sendika<br />

hakkımız engellenemez!”, “Direne<br />

direne kazanacağız!” vb. döviz<br />

ve sloganlarla eyleme katılarak<br />

patrona “Buraya sendika girecek<br />

başka yolu yok” mesajını güçlü bir<br />

şekilde verdiler.<br />

İçlerinde 16 yıldır asgari ücretle<br />

çalıştırılan bir işçinin de<br />

bulunduğu üç işçi arkadaşla,<br />

Zafer Tekşen, Savaş Can ve Recep<br />

Çakmak’la görüştük. Arkadaşlar<br />

yıllardır çalıştıkları fabrikada büyük<br />

bir haksızlığa uğradıklarını ve<br />

bu haksızlığı ortadan kaldırmak<br />

için sendikalaştıklarını, patronun<br />

ise bunu engellemek için var gücüyle<br />

her türlü olanağını kullanarak<br />

saldırdığını belirtti. Patronun<br />

“iş yok” gerekçesiyle kendilerini<br />

işten atmasının sendikalaşmayı<br />

engelleme çabası olduğunu söyleyen<br />

işçiler tek kişi de kalsalar<br />

sendikalarıyla birlikte kazanana<br />

kadar direneceklerini, mücadelelerini<br />

sürdüreceklerini vurguladılar.<br />

Her gün sabah saat 7.00’den<br />

akşam 17.30’a kadar fabrikanın<br />

önünde beklediklerini söyleyen işçiler<br />

her vardiya değişiminde işçi<br />

arkadaşlarının kendileriyle dayanışma<br />

içinde olduğunu belirten eylem<br />

ve etkinliklerde bulunduğunu<br />

belirttiler. İçerdeki işçi arkadaşlarla<br />

birlikte günde birkaç kez slogan<br />

ve dövizlerle patronun baskılarını<br />

protesto ettiklerini söylediler. İşçi<br />

arkadaşlarının ve kendilerinin bu<br />

direngen tavırlarında patronun<br />

ne kadar rahatsızlık duyduğunu,<br />

patronun içerde çalışanların kendileriyle<br />

görüşmemesi için bir dizi<br />

yaptırımda bulunmasından anlaşıldığını<br />

belirttiler.<br />

Polisin fabrikanın önünde durmalarına<br />

müdahale etmediğini,<br />

herhangi yasadışı bir tavırlarının<br />

olmadığını ve olamayacağını, tek<br />

amaçlarının ekmeğine, geleceğine<br />

ve onurlarına sahip çıkmak olduğunu<br />

söylediler. Çevre fabrikalardaki<br />

işçilerden henüz pek ciddi bir<br />

destek gelmediğini belirten işçiler<br />

sendika, grev, direniş konularında<br />

halkın çok bilgisiz olduğunu onları<br />

bilgilendirmek için hepimize<br />

görev düştüğünü belirttiler.<br />

Devrimci ve demokrat basın<br />

yayın kurumları dışında boyalı<br />

basının kendilerine yapılan haksızlıklara<br />

pek yer vermediğini belirten<br />

işçiler gazetemiz aracılığıyla<br />

kamuoyuna; holding medyasından<br />

çıkanlara itibar etmemelerini, sınıftan<br />

yana olan tüm çevreleri kendileriyle<br />

dayanışmaya çağırdılar.<br />

20 Aralık 2007 ✓<br />

EK:6<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

ACERER Döküm Sanayi işçileri<br />

grevde<br />

Kocaeli-Gebze ilçesi Sanayi<br />

Bölgesinde TÜBİTAK’ın<br />

yanında kurulu bu dökümhanede<br />

demir, nikel, krom ve benzeri<br />

metallerin dökümü yapılıyor.<br />

Hammaddesini iç pazardan alan,<br />

ürettiğini ise iç ve dış pazara satan<br />

bir fabrika. Biri kadın toplam 41<br />

çalışanı var.<br />

Bu işyerinde 4 yıl önce Birleşik<br />

Me t a l-İ ş S e nd i k a s ı G e b z e<br />

Şubesi’nde örgütlenen 22 işçinin<br />

6 aydır süren Toplu İş Sözleşmesi<br />

anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Bu işçiler<br />

şimdi grevdeler.<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> grevin<br />

3. gününde işçileri ziyaret ettik.<br />

Grev gözcüsü 4,5 yılık döküm<br />

ustası <strong>olarak</strong> çalışan işçi Gürsel<br />

Kavak ve 4 yıllık işçi Cemali<br />

Partlak adlı işçilerle gelişmeler<br />

hakkında sohbet ettik.<br />

İşçilerin verdiği bilgiye göre idari<br />

personelin maaşları çok yüksek,<br />

işçilerinki ise çok düşük. İşçilerle<br />

idari personel arasında 2 ile 10 kat<br />

arası değişen ücret farkı var. En<br />

düşük işçi aylığı 490, en yükseği ise<br />

700 YTL. İşyeri MESS’e bağlı olmasına<br />

rağmen yılda üç ikramiye<br />

alınabiliyor. Normalde MESS’e<br />

bağlı işyerlerinde 4 ikramiye olduğunu<br />

belirten döküm ustası Gürsel<br />

Kavak ayda 590 YTL ücret aldığını<br />

bunun 230’nu ev kirasına verdiğini<br />

geri kalanla nasıl geçinileceğini<br />

patrona sormak gerektiğini<br />

söyledi. Sadece bir kuru ekmek<br />

elde etmek için greve çıktıklarını,<br />

patronun geçen yıllardaki ücret<br />

zammı (aylıklara %10-15 oranında<br />

zam yapma) teklifleriyle gelmesinin<br />

kendileriyle dalga geçmek anlamına<br />

geldiğini söyledi.<br />

Ağır sanayide çalışan işçiler <strong>olarak</strong><br />

yaptıkları işe göre ücretlerin<br />

çok düşük olduğunu, dökümhanede<br />

en uzun çalışan ve en yetkin<br />

ustanın aylığının 700 YTL olduğunu<br />

belirten işçiler patronun bu<br />

zam teklifi ile bunun 800’e çıkacağını<br />

ifade ettiler. Patronun bu<br />

kadar düşük tekliflerle gelme cesaretini<br />

nereden aldığına bir türlü<br />

akıl erdiremediklerini belirten<br />

işçiler taleplerinin sadece yılda 4<br />

ikramiye ve 95 YKRŞ saat ücreti<br />

olduğunu söylediler. Greve çıkmış<br />

olmalarının patronun uzlaşmaz<br />

tavrı yüzünden olduğunu belirttiler.<br />

Gece grev nöbetlerini ilk iki<br />

gün işyerinin güvenlik kulübesinde<br />

tuttuklarını söyleyen işçiler patron<br />

tarafından bu kulübeden çıkarıldıklarını<br />

anlattılar. Buna öfkelenen<br />

işçiler greve çıkmakla patrona<br />

silahlı çatışma ilan etmediklerini,<br />

yarın birlikte yine çalışacaklarını,<br />

patronların buna saygılı olmaları<br />

gerektiğini söylediler.<br />

Neden bir grev çadırı açmadıkları<br />

yönlü sorumuza da işyerinin<br />

TÜBİTAK’ın yanında olduğunu,<br />

buranın Bakanlar, Başbakan,<br />

Cumhurbaşkanı, vb.nin geldiği<br />

bir yer olduğu için polisle problem<br />

yaşayacaklarını ve yasalar çerçevesinde<br />

hak aramanın daha doğru<br />

olacağı yanıtını verdiler. İşçilerin<br />

yasal haklarını gasp eden tüm patronların<br />

büyük kanunsuzluklar<br />

yaptığını hatırlatmamıza ise patronların<br />

neden böyle davrandıklarına<br />

pek bir anlam vermediklerini<br />

öyle davranmamaları gerektiğini<br />

belirttiler. Biz de patronların devletlerinin<br />

yasalarında işçilere tanınan<br />

hak kırıntılarını bile vermek<br />

istemediğini verilenleri de çoğu<br />

zaman çok açık ve büyük kanunsuzluklarla<br />

gasp ettiğini anlatmaya<br />

çalıştık.<br />

Ücretli kölelik düzeninin en ağır<br />

işkolundan biri olan bu işyerinde,<br />

açlık ücretinin altında çalışan bu<br />

işçilerin yeni haklar elde etmeleri<br />

ve kazanılmış haklarını koruyabilmeleri<br />

için haklılıklarından<br />

aldıkları güçle meşru mücadele<br />

yol ve yöntemlerini kullanmaktan<br />

çekinmemeleri gerekir. Çünkü<br />

“Cehennemin yolu iyi niyetlerle<br />

döşelidir!”. Hak verilmez alınır!<br />

Aralık 2007 ✓


DEMSAŞ Deri’de sendikayı yok etme saldırısı!<br />

rına -kısmen de olsa- ulaştılar.<br />

Bu da deri patronlarının sendikal<br />

örgütlülüğüne sahip çıkan, bilinçli<br />

ve öncü, hak arayan mücadeleci arkadaşların<br />

çalıştığı işyerlerinin örgütlülüğünü<br />

yok etmeyi esas hedef<br />

haline getirdiklerini gösteriyor. Biz<br />

DEMSAŞ işçileri <strong>olarak</strong> patronun<br />

TİS’e yanaşmayıp hepimizi işten<br />

atmasını böyle bir saldırı <strong>olarak</strong><br />

değerlendiriyoruz. Kazlı Çeşme’de<br />

ve burada toplam 30 yıldır deride<br />

çalışıyorum. 90 yıllık bu fabrikada<br />

45 yıldır işçilerin sendikalı çalıştığını<br />

biliyoruz.<br />

Patron gördü ki işyerimiz en örgütlü<br />

işyerlerinden bir tanesidir.<br />

Arkadaşların çoğu sendikasına<br />

bağlı, örgütlü ve mücadeleci işçi<br />

arkadaşlar. O yüzden patron “sendikal<br />

haklardan dolayı maliyet artıyor,<br />

diğer firmalarla rekabet edemiyorum<br />

zarar ediyorum.” diyerek<br />

bizi işten attı.<br />

Bu saldırıyı, işyerinde bu kadar<br />

uzun yıllar haklarını mücadele<br />

ederek almış işçilerin örgütlü olma<br />

geleneğini sürdüren bizler sadece<br />

patronumuz tarafından değil onun<br />

şahsında tüm deri patronlarının<br />

genel saldırısı <strong>olarak</strong> görüyoruz.<br />

Bu saldırı, her yerde yaşandığı<br />

gibi işyerimizde de yaşanıyor.<br />

Fabrikayı geçici <strong>olarak</strong> kapatıp<br />

sendikalı işçileri işten çıkarma ve<br />

tekrar asgari ücretle yeni işçi alarak<br />

üretimi sürdürme saldırısıdır.<br />

Ve bu saldırı aynı zamanda böyle<br />

işyerlerinde tek tek var olan sendikal<br />

örgütlenmeyi tasfiye etmek<br />

suretiyle bir bütün <strong>olarak</strong> Tuzla<br />

Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde<br />

sendikalı çalışmayı tümden bitirmeyi<br />

amaçlamaktadır.<br />

YDİ ÇAĞRI- Patron “kazanamıyorum”<br />

bahanesiyle işyerini<br />

kapattı ve sizi de işten attı. Bu durumda<br />

sizin istekleriniz nedir, ne<br />

için direniştesiniz?<br />

Y. GÖKÇE- Bölgede içlerinde<br />

çok büyük firmaların da olduğu<br />

yüzlerce fabrikada çalışan on binlere<br />

varan işçiden %10’nu bile sendikalı<br />

değil. Belki DEMSAŞ gibi<br />

küçük işyerleri sendikasız, sigortasız<br />

ve asgari ücretle işçi çalıştıran<br />

fabrikalara göre az kazanıyor olabilir.<br />

Fakat bugünkü ortamda işçi<br />

maliyeti bir fabrikayı iflas ettirip<br />

kapanmasına asıl neden olamaz.<br />

Bu tüm patronların sendikalı işçiden<br />

veya yüksek ücretli işçiden<br />

kurtulmak için hep ileri sürdükleri<br />

sahte bir gerekçedir. Patronlar<br />

daima kendilerine hakkını arayan<br />

işçi değil sendikasız, örgütsüz kul<br />

köle işçi ararlar. Bizim işyerimizde<br />

de patronun öyle işçiler almak için<br />

bizi işten attığını düşünüyoruz.<br />

Buna rağmen; biz, eğer fabrika<br />

büyük bir zararda ve iflas edecek<br />

durumda ise bu işyerinin çalışması<br />

Tu z l a O r g a n i z e D e r i<br />

Sanayi Bölgesi’nde kurulu<br />

DEMSAŞ Deri Mamulleri<br />

Sanayi A.Ş. Fabrikası işlenmemiş<br />

sığır derisinden ayakkabı ve çanta<br />

derisi üreten 90 yıllık bir fabrika.<br />

Ürettiğinin çoğunu Avrupa ülkelerine<br />

satıyor.<br />

1999 yılında Zey tinburnu-<br />

Kazlıçeşme’den Tuzla’ya taşınan bu<br />

işyerinde patron işçilerin örgütlü<br />

olduğu Deri – İş Sendikası ile hep<br />

işkolundaki Grup Toplu Sözleşmesi<br />

kapsamında Toplu İş Sözleşmeleri<br />

imzalamış. Fakat yeni TİS döneminden<br />

önce patron zarar ettiğini<br />

ileri sürerek çalışan üçü kadın 21<br />

işçiyi 14 Aralık 2007 günü işten atmış.<br />

İşçiler şu an fabrikanın kapısında<br />

direnişteler. İşyerinde sendikayı<br />

yok etmeye yönelik patronun<br />

ve jandarmanın saldırı ve baskılarına<br />

karşı işçiler, sendikaları Deri<br />

– İş Sendikası Tuzla Şubesi önderliğinde<br />

direnişlerini büyük bir<br />

kararlılıkla sürdürüyorlar. Konu<br />

ile ilgili 24 Aralık’ta kamuoyuna<br />

bir basın açıklaması yapan sendika,<br />

Tuzla Organize Deri Sanayi<br />

Bölgesindeki bu saldırının sendikalı<br />

işyerlerinin tümünde sendikayı<br />

tasfiyeye yönelik olduğunu<br />

belirtmiş, bu saldırıya karşı mücadelesinde<br />

tüm duyarlı kamuoyunu<br />

desteğe çağırmıştı.<br />

Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong><br />

direnen bu 21 işçiyi direnişlerinin<br />

9. gününde ziyaret ettik. Onlarla<br />

söyleşi ve sohbetler yaptık. En kıdemsizi<br />

2 yıllık ve en kıdemlisi<br />

40 yıllık işçilerden Yusuf Gökçe<br />

(işyerinde 12 yıllık işçi ve aynı zamanda<br />

işyeri sendika temsilcisi)<br />

ile yaptığımız söyleşiyi yayınlayarak<br />

bu fabrikadaki gelişmeler<br />

hakkında okuyucularımıza bilgi<br />

vermek istiyoruz.<br />

YDİ ÇAĞRI-İşyerinizde geçmişten<br />

bugüne kadar yaşanan gelişmeleri<br />

ve direnişinizin taleplerini<br />

kısaca anlatır mısınız?<br />

Y. GÖKÇE- DEMSAŞ işyeri sürecini<br />

anlatmaya başlamadan önce<br />

Organize Deri Sanayi Bölgesi’ndeki<br />

biz işçilerin durumu hakkında birkaç<br />

şey söylemek istiyorum. Biz bu<br />

bölgede uzun yıllardır çalışıyoruz.<br />

Bu işyerinde çalışan tüm arkadaşlar<br />

da çoğu -aşağı yukarı- 15 yıllık<br />

işçiler.<br />

Tabii bu sürece gelmeden önce<br />

mutlaka bu bölgenin sıkıntılarına<br />

da değinmekte yarar var.<br />

Yıllardır bu bölgede sermaye bir<br />

bütün <strong>olarak</strong> saldırıyor. Bu saldırıların<br />

bir tek nedeni var: Bölgeyi<br />

sendikasızlaştırmak ..! Son birkaç<br />

yıldır patronlar bölgede sendikal<br />

örgütlülüğü olan birçok işyerine<br />

bu tür saldırılarda bulundular.<br />

Ve buralarda çoğunda sendikal<br />

örgütlülüğü yok ederek amaçlaşartıyla<br />

şimdi aldığımız haklardan<br />

belli bir süre vazgeçeceğimizi<br />

önemli fedakarlıklarda bulunacağımızı<br />

söyledik. Fakat patron tarafından<br />

isteğimiz kabul edilmedi.<br />

Yani patron tarafından yıllardır<br />

büyük özverilerle çalıştığımız işyerimizde<br />

işimizi kaybetmeden<br />

sendikalı çalışma isteğimiz kabul<br />

edilmedi.<br />

YDİ ÇAĞRI- Yıllardır sendikalı<br />

sözleşmeli çalıştığınız işyerinizde<br />

yine sendikalı fakat bazı haklarınızdan<br />

vazgeçerek çalışmak istiyorsunuz.<br />

Bu vazgeçtiğiniz haklar<br />

nelerdi?<br />

Y. GÖKÇE- Patron en son 17<br />

Ekim 2007 günü bizi temsilcileri<br />

ve sendikayı çağırarak işyerini kapatacağını<br />

belirtti. Nedenini sorduğumuzda<br />

ise işçi maliyetinden<br />

dolayı kazanamadığını, sürekli<br />

kaybettiğini söyledi. Biz de bunun<br />

üzerine işyerinin çalışması, kapanmaması<br />

için ne gibi özveride<br />

bulunulması gerekiyorsa onu yapabileceğimizi<br />

söyledik. Bu özveriler<br />

nelerdi? İşte gerekiyorsa 2008<br />

yılının ücretli izinlerini ücretsiz<br />

kullanabileceğimizi onun dışında<br />

yine gerekiyorsa bizim ücretsiz izin<br />

kullanabileceğimizi hatta hepimize<br />

çıkış giriş vermeyi bile kabul<br />

edeceğimizi belirttik. Ona rağmen<br />

yok kapatıyorum dedi. Son <strong>olarak</strong><br />

bunları bir düşünün dedik. Bize<br />

haber vereceğini söyledi. Fakat<br />

bize haber vermeden 14 Aralık<br />

2007 günü yemekhaneye asılan<br />

bir duyurudan öğrendik ki fabrikayı<br />

kapatacağına karar vermiş,<br />

biz 21 işçiyi işten çıkarmış SSK<br />

ve Bölge Çalışma Müdürlüğüne<br />

de bildirmiş. O gün çalışıyorduk.<br />

Bizi çağırdı, görüştük. Bize üç işçi<br />

arkadaşımızı işte tutmak istediğini<br />

gerekçeleriyle anlattı. Bu üç<br />

kişi kazanı yakan, makineyi çalıştıran<br />

ve paketlemede çalışan usta<br />

olan arkadaşlardı. Bunda fabrikayı<br />

çalıştırmak istediğini anladığımızı<br />

belirttik. Hatta işçi azaltmak istiyorsa<br />

içimizde işten gönüllü ayrılmak<br />

isteyen 8 arkadaşın olduğunu<br />

onların kendi rızalarıyla işten ayrılacağını<br />

belirttik. Fakat bunu da<br />

kabul etmedi. Bu 8 arkadaştan ziyade<br />

özellikle biz temsilcileri işten<br />

atmak istediğini söyledi. Açıkça<br />

anladık ki işyerinde sendikayı yok<br />

etmekten başka bir amacı yok patronun.<br />

Böyle bir haksızlığa karşı<br />

17 Aralıktan beri direnişteyiz.<br />

YDİ CAĞRI- Direnişte geçen bu<br />

süre içinde gerek kamuoyundan<br />

gerekse bu Organize Deri Sanayi<br />

Bölgesindeki fabrikalarda çalışan<br />

işçilerden size destek var mı? Bu<br />

destekler nelerdir?<br />

Y. GÖKÇE- Daha henüz kamuoyunu<br />

direnişimiz hakkında yeterli<br />

bir bilgilendirme yapılmadığı için<br />

çoğu dostlarımızın bizlerden haberi<br />

yok. Sadece geçtiğimiz günlerde<br />

sendika genel merkezi tarafından<br />

yazılı bir basın açıklaması<br />

yapıldı. Buna rağmen özellikle<br />

bağlı olduğumuz TÜRK- İş olmak<br />

üzere sendikalarda bir duyarsızlık<br />

var. Önümüzdeki günlerde sendikamızla<br />

birlikte kamuoyunu<br />

duyarlı hale getirecek dayanışma<br />

talep eden açıklamalar, etkinliklerde<br />

bulunacağız. Çevremizdeki<br />

fabrikalarda çok güçlü olmasa da<br />

gerçekten örgütlü olan işyerlerinde<br />

öğle paydoslarında 30-40 kişilik<br />

gruplar halinde bizi ziyaret eden<br />

işçi arkadaşlar oluyor. Birlikte sloganlı<br />

protestolarda bulunuyoruz.<br />

Bundan patronlar çok rahatsız oldukları<br />

için çoğu zaman jandarma<br />

müdahale ediyor.<br />

Sabahtan akşama kadar kapıda<br />

soğukta bekleyen üçü kadın bu<br />

21 işçi arkadaşımızın fabrikanın<br />

tuvaletini kullanmasına bile engel<br />

olunuyor. İşçilerin fabrikanın<br />

önündeki kaldırımda durmalarını<br />

büyük bir suç işlemiş gibi gören<br />

jandarma saldırıyor. Tüm bu saldırı<br />

ve baskılara rağmen kazanana<br />

kadar burayı terk etmeyeceğini<br />

söyleyen işçilerin direnişine sahip<br />

çıkmaları için tüm sınıf bilinçli işçilere<br />

çağrıda bulunuyoruz:<br />

DEMSAŞ işçilerini destekleyelim!<br />

Çünkü; dayanışmayla<br />

güçlüyüz! Kavgaları kavgamızdır!<br />

Yaşasın DEMSAŞ işçilerinin<br />

direnişi!<br />

Aralık 2007 ✓<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:7


Yörsan’da işçi kıyımı!<br />

Yörsan Gıda Mamulleri San.<br />

ve Tic. A.Ş., Balıkesir ilçesi<br />

Susurluk Organize Sanayi<br />

Bölgesinde kurulu bulunuyor.<br />

Yörsan’da süt ürünleri ve meyve<br />

suyu üretimi yapılıyor.<br />

Susurluk´taki işletme, “Türkiye,<br />

Balkanlar ve Ortadoğu´nun en büyük<br />

süt ve süt ürünleri entegre tesisi”<br />

<strong>olarak</strong> sunuluyor. “Gelenekten<br />

Geleceğe” sloganını benimseyen<br />

Yörsan A.Ş.nin temelinde işçilerin<br />

alın teri, emeği yatıyor.<br />

Bir süredir Yörsan ürettikleri ile<br />

değil, yaşanılan sendikalaşma mücadelesinden<br />

dolayı gündemde!<br />

Yörsan’da sendikalaşma mücadelesi<br />

veren Türk-İş’e bağlı<br />

Tekgıda-İş Sendikası’nın verdiği<br />

bilgilere göre Yörsan’da yaşanılan<br />

gelişmeler şöyle:<br />

Yörsan’da çalışan işçilerin hemen<br />

hemen tamamını 4 ayda örgütleyen<br />

(400 işçi) Tekgıda-İş, yetki<br />

tespiti için Çalışma Bakanlığı’na<br />

başvuruyor. Bunu öğrenen Yörsan<br />

patronu, işçilere karşı saldırıya<br />

geçiyor.<br />

“Önce üyemiz Mehmet Karaman,<br />

adeta mafya usulüyle, bir bağ<br />

evine götürülüp sendikadan istifa<br />

etmesi için fiziksel şiddete maruz<br />

bırakılmış, “ayağına kurşun<br />

sıkmakla” tehdit edilmiştir. Buna<br />

mukabil üyelerimizin sendikalaşmada<br />

kararlılık göstermesi sonrasında,<br />

geçtiğimiz Çarşamba günü<br />

12 kişiyle başlamış olan işçi çıkarımı,<br />

Perşembe günü 110’a, Cuma<br />

Günü 240’a ve Cumartesi günü de<br />

400 kişiye ulaşmış bulunmaktadır.”<br />

(Tekgıda-İş Sendikası Genel<br />

Yönetim Kurulu’nun 09.12. 2007<br />

tarihli basın açıklaması.)<br />

Yörsan patronu, fabrikada sürekli<br />

çalışan yaklaşık 400 işçiyi<br />

“öğrenci” kimliği altında, “stajyer”<br />

adı altında sigortasız <strong>olarak</strong><br />

çalıştırmaktadır.<br />

Baskı, tehdit ve şiddetle sendikal<br />

örgütlenmeyi bastırmaya<br />

çalışmaktadır.<br />

“Halihazırda, “yasa dışı lokavt”<br />

yaparak ve çevre köylerden hiçbir<br />

deneyimi olmayan kişileri toplayarak<br />

üretim yapmaya çalışan işverenin<br />

tavrını şiddetle kınıyor ve bu<br />

gayrı kanuni ve insan sağlığı için<br />

tehlikeli olabilecek üretimi hukuki<br />

yollardan engelleyebilmek için<br />

her türlü girişimi yapmış bulunuyoruz.”<br />

(09.12.2007 tarihli basın<br />

açıklaması.)<br />

Yörsan’da atılan işçiler fabrika<br />

yakınında direnişe geçtiler.<br />

Anayasal hak olan sendikayı<br />

Yörsan patronu istemiyor.<br />

Fabrikaya sendikanın girmemesi<br />

için her türlü yola başvuruyor. 11<br />

Aralık´ta bazı gazetelere yarım<br />

sayfa ilan verdi. Öyle ki Yörsan<br />

A.Ş. yaptığı basın açıklamasında<br />

pervasızca şunları diyebiliyor:<br />

“YÖRSAN Yönetimi ve çalışanları<br />

<strong>olarak</strong> huzur içinde çalışmalarımız<br />

devam ederken işyerimize;<br />

bir takım kişiler tarafından organize<br />

edilen ve çalışanlarımızı; yönetim,<br />

iş yeri ve iş arkadaşları ile<br />

karşı karşıya gelmelerine neden<br />

olacak ve iş barışına zarar verecek<br />

bir takım faaliyetler yürütüldüğü;<br />

gerçek dışı ve doğru olmayan beyanlarla<br />

bazı çalışanlarımızın bu<br />

menfi faaliyetlere katılmaları için<br />

zorlandıkları ve bununla alakalı<br />

<strong>olarak</strong> maalesef iş yerinde üretimi<br />

aksatmaya çalıştıkları, bazı<br />

direnişçi personelin; makinalara,<br />

ürünlere ve çalışmak isteyen personelimize<br />

zarar verdikleri tesbit<br />

edilmiştir.” (Yörsan’ın “Türk kamuoyuna<br />

açıklama”sından)<br />

Yörsan patronu, vahşi kapitalizm<br />

yöntemleri ile “huzur içinde”<br />

işçileri sömürürken, işçilerin<br />

emeği sayesinde sürekli zenginleşirken,<br />

“bir takım kişiler” gelip<br />

işçilerin anayasal hakları olan sendikayı<br />

fabrikaya sokmak istiyorlar.<br />

Patron sendikalaşma mücadelesi<br />

veren, yürüten kişileri “kötü niyetli”<br />

<strong>olarak</strong> ilan ediyor, sendikayı,<br />

sendikal mücadeleyi de karalıyor.<br />

Bir anlamda sendikayı ve sendikal<br />

mücadeleyi “bir tür terör sızması”<br />

<strong>olarak</strong> adlandırıyor!!<br />

Patronlar istiyorlar ki, istedikleri<br />

gibi işçileri ezsinler, sömürsünler.<br />

İşçilerin hiçbir hakkı olmasın.<br />

Sadece köle gibi çalışmayı düşünsünler.<br />

Ücret köleliği koşullarını<br />

birazcık düzeltmek, biraz daha<br />

fazla ücret için sendika üyesi olan<br />

işçiler hemen kapı önüne konuyor.<br />

Patronlara sendikayı, sendikal mücadeleyi<br />

kabul ettirmek, uzun soluklu<br />

bir mücadeleyi gerektiriyor.<br />

Yörsan işçileri de yılmamalı,<br />

kenetlenerek patronun baskılarını<br />

göğüslemeli, direnişlerini başarı<br />

ile tamamlamak için gerekli olanın<br />

mücadele ve örgütlenme olduğunu<br />

unutmamalıdırlar.<br />

Yaşasın sınıf dayanışması!<br />

İşçilerin birliği sermayey i<br />

yenecek!<br />

23 Aralık 2007<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />

Ocak 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Kocaeli Üniversitesi’inde işçilerin<br />

mücadelesi sürüyor<br />

Üniversitenin kantin ve<br />

otelinde çalışan işçiler<br />

2007 yılının Şubatından<br />

beri DİSK/OLEYİS’de örgütlenmeye<br />

çalışmış ve geçtiğimiz aylarda<br />

sendika yetki alarak TİS görüşmelerine<br />

başlamışlardı. Fakat<br />

örgütlenmenin başladığı günden<br />

bu yana 75 işçiyi baskı tehdit ve<br />

taşeronlaştırma ile yıldırarak işten<br />

atan Rektör, işçilerin hakların vermek<br />

istememiş işyerinde grev oylaması<br />

için baskıyla imza toplamıştır.<br />

İşçilerin sendikadan istifa etmeleri<br />

ve grev oylamasında “HAYIR” oyu<br />

kullanmaları için işten çıkarma<br />

tehditlerinde bulunmuştur. Bu baskılar<br />

o denli gaddar ki gece çalışan<br />

işçilere “evinize nasıl giderseniz<br />

gidin” denilerek işçileri evlerine<br />

götüren servis aracı kaldırılmış.<br />

Sözümona bilim insanı geçinen bu<br />

yöneticilerin sendikalaşmak isteyen<br />

işçilere karşı takındıkları bu<br />

tavırlar ibretliktir.<br />

İşçilerin ve emekçilerin sömürülmesinden<br />

elde edilen ranttan<br />

pay alan bu bürokratların emrinde<br />

oldukları egemen sınıflara hizmet<br />

etme aşkının bir bilim insanında<br />

var olması gereken insana saygılı<br />

davranma etik ilkesine daha baskın<br />

çıkmış olduğunu gösteriyor.<br />

Tüm bunlara rağmen işyerinde<br />

çalışan 89 işçiden sendika üyesi<br />

55 işçi yapılan grev oylamasında<br />

greve ‘evet’ demiş ve sendika<br />

Kasım ayı başında grev kararını<br />

işyerine asmıştır.<br />

Aralık ayı sonunda greve çıkacak<br />

işçilere baskılar sürüyor. İşçiler<br />

bu baskı ve saldırılara karşı inatla<br />

ve sabırla direniyorlar.<br />

DİSK- OLEYİS Marmara Bölge<br />

Şubesi bununla ilgili 7 Aralık 2007<br />

günü kamuoyuna yaptığı yazılı<br />

açıklamada sendika <strong>olarak</strong>, rektörlüğün<br />

bu saldırılarını kınadığını<br />

işçilerin haklarını yasal sınırlar<br />

içinde sonuna kadar savunacağını<br />

KESK Kilis Şubelerinin binasındaki<br />

toplantı salonunda<br />

yapılan Genel Kurula<br />

Kilis’te var olan Eğitim-SEN,<br />

Haber-SEN, Emekli-SEN şube başkanları<br />

ile Özürlüler Yardımlaşma<br />

ve Dayanışma Derneği Başkanı<br />

katıldı. Kongrede tek liste ile seçime<br />

katılan eski Şube Başkanı<br />

Kiyasettin Aslan güven tazeleyerek<br />

yeniden seçildi. Yönetim Kurulu<br />

üyeliklerine de Muzaffer Porsuk,<br />

İbrahim Ceylan, Yunus Çiçek ve<br />

Enver Özdemir getirildiler.<br />

K. Aslan kongrede yaptığı konuşmada<br />

sendika <strong>olarak</strong> TİS ve<br />

belirterek tüm Kocaeli halkına işçi<br />

sınıfına, aydınlara ve öğrencilere<br />

işçilerin yanında olmaları için<br />

çağrıda bulundu.<br />

Aralık 2007 ✓<br />

BES Kilis Şubesi’nin 4. Olağan<br />

Genel Kurulu<br />

grev hakkının verilmesi, örgütlenme<br />

özgürlüğü önündeki engellerin<br />

kaldırılması, açlık yoksulluk<br />

ve sefalete dur demek ve insanca<br />

yaşanacak bir ücret alabilmek için<br />

var güçleriyle mücadele edeceklerini<br />

belirtti.<br />

Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğünün<br />

önündeki engellerin kaldırılması<br />

savaşa ve sömürüye hayır<br />

diyen emekçilerin birliği, halkların<br />

kardeşliği için verdikleri mücadeleyi<br />

de kesintisiz sürdüreceklerini<br />

vurguladı.<br />

Aralık 2007 ✓<br />

EK:8<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir<br />

Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27<br />

e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

SAYI 118’in İşçi Eki · Ocak 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli


PANORAMA<br />

panorama<br />

Duma seçimleri yapıldı,<br />

Putin kazandı…<br />

- RUSYA -<br />

Başkanlık sistemiyle yönetilen<br />

Rusya’da parlamentonun<br />

ya da başbakanın fazla bir<br />

yetkisi olmadığından Duma seçimleri<br />

genelde pek önemsenmiyordu.<br />

Kuşkusuz ki bu nedenle Duma’ya<br />

girmeye çalışan partiler arasında siyasi<br />

dalaş, karşı propaganda vb. işler<br />

ortadan kalkmadı, kalkmıyor da.<br />

Yine de devlet erkini elinde tutan<br />

esas makam başkanlık makamı olduğundan,<br />

kimin başbakan olacağı<br />

tartışmaları tali, yan tartışmalar <strong>olarak</strong><br />

yaşandı.<br />

Bu sefer ama bu böyle olmadı.<br />

2 Aralık 2007 tarihinde yapılan<br />

Duma seçimlerini ilginç kılan ve bu<br />

seçimler üzerine tartışmaların yoğunlaşmasına<br />

yol açan olgu, Başkan<br />

Putin’in, başkanlık görevi bitmeden<br />

Duma seçimlerinde Birleşik Rusya<br />

Partisi’nin baş adayı <strong>olarak</strong> seçimlere<br />

katılmasıydı.<br />

2008 y ılı Mart ay ı başında<br />

Rusya’da başkanlık seçimleri yapılacak.<br />

Anayasa’ya göre Putin ardarda<br />

üçüncü kez aday olamıyor. Putin’in<br />

geçen Duma seçimlerinden bu yana<br />

yasayı değiştirip başkanlığa devam<br />

edeceği yönlü eleştirileri boşa çıkarıp<br />

yasayı değiştirmemesi olgusu<br />

ile Putin’in Rusya’nın uluslararası<br />

dalaşta yeniden güçlenmesinde oynadığı<br />

rol birleşince, kimin başkan<br />

olacağı tartışmaları ile Putin’in ne<br />

yapacağı üzerine tartışmalar çok<br />

yönlü sürdürüldü. Değişik senaryolar<br />

üretildi.<br />

Duma seçimlerinin propaganda<br />

dönemine gelindiğinde Putin,<br />

Birleşik Rusya Partisi’nin baş adayı<br />

<strong>olarak</strong> seçimlere gireceğini ve açık<br />

farklı bir galibiyet alındığında başkanlık<br />

görevi bittikten sonra başbakan<br />

<strong>olarak</strong> “hizmete hazır” olabileceğini<br />

açıkladı. Halkı da seçimlere<br />

gidip Birleşik Rusya Partisi’ne, yani<br />

kendisine oy vermeye çağırdı.<br />

Putin’in üçüncü kez başkan olabilmesi<br />

için geçen dört yıllık süreçte<br />

yasayı değiştirmemesi esas <strong>olarak</strong><br />

Rusya’da iktidarı elinde tutan kesimin<br />

böylesi bir değişikliğe ihtiyaç<br />

duymadığını gösterirken, aynı zamanda<br />

Putin’in “batılı” güçlere kendisinin<br />

“demokrat” olduğunu gösterme<br />

çabasında “anayasayı koruyacağım”<br />

yönlü açıklamasına uygun davrandığını<br />

da göstermektedir. Kuşkusuz ki<br />

bu olgular, 1989’da Doğu Bloku’nun<br />

dağılması sonrasında Rusya’da ortaya<br />

çıkan iktidar dalaşının, oligarkların<br />

çatışmalarının şimdilik Putin<br />

ve çevresinde birleşenlerin lehine sonuçlandığını;<br />

anda iktidarı elinde tutan<br />

kesimin kendisini tehdit altında<br />

görmediğinin de işaretleridir.<br />

Putin önderliğindeki Rusya yönetimi,<br />

ülkenin zenginlik kaynaklarını,<br />

ekonomisini yeniden devletin kontrolüne<br />

almış, belli anlamda yeniden<br />

merkezileştirmiştir. Bunu yaparken<br />

1989 sonrası ortaya çıkan oligarkları<br />

ortadan kaldırmamış, tersine devletle<br />

içiçe geçirmiştir. Diğer bir deyimle<br />

devlet mafyası ile özel mafya<br />

içiçe geçmiştir. Bu kaynaşmaya ters<br />

düşenler ise devredışı bırakılmıştır.<br />

Putin’in peşpeşe üçüncü kez başkanlığa<br />

aday olamadığı ve iktidarın<br />

tehdit altında olmadığı böylesi koşullarda<br />

Duma seçimleri vitrin değişikliği<br />

için bir araç rolünü oynayabilirdi,<br />

oynuyor da.<br />

SEÇİM SONUÇLARI…<br />

Seçimler bağlamında bilince çıkarılması<br />

gereken şey, son Duma seçimlerinden<br />

sonra seçim ve parti<br />

yasalarında değişiklikler yapıldığıdır.<br />

Duma’ya katılabilmenin barajı<br />

%5’ten %7’ye çıkarıldı. Tek istisna,<br />

seçimlerde ikinci sırayı kapan partinin<br />

%7’yi aşamaması durumudur.<br />

Böylesi bir durumda sözkonusu<br />

ikinci parti baraj oranının altında da<br />

kalsa Duma’ya katılabiliyor. Böylece<br />

Duma’da muhalif partinin varlığı<br />

garantiye alınmış oluyor…<br />

Parti yasasının değişikliğinden biri<br />

en az 10.000 üyeye sahip olması durumu<br />

en az 50.000 üyeye sahip olma<br />

biçiminde değiştirildi. Böylece sayısız<br />

küçük partinin resmi varlığı sona<br />

erdi. Eğer böylesi partiler örgütlü<br />

çalışmasını yürütüyorsa, bu yasal olmayan<br />

bir örgütlülük olmuş oluyor.<br />

Önce 50.000 üye kazanacaksın, ondan<br />

sonra parti <strong>olarak</strong> kabul edilip<br />

seçimlere katılmayı hakedeceksin…<br />

Parti olmadan nasıl üye kazanacaksın<br />

sorusu ortaya çıkıyor tabii ki,<br />

ama olgu bu.<br />

Bu değişikliğin doğrudan sonucu<br />

seçimlere sadece onbir partinin katılmasıydı.<br />

450 koltuk için 4500’den<br />

fazla aday yarıştı… Merkezi Seçim<br />

Komisyonu’nun 8 Aralık’ta yaptığı<br />

açıklamaya göre 2 Aralık seçiminin<br />

resmi sonuçları şöyledir:<br />

Oy hakkına sahip seçmen sayısı<br />

109.145.517’dir. Seçime katılım oranı<br />

%63,72’dir. Buna göre katılmayanların<br />

oranı %36,28 ve somut rakam<br />

<strong>olarak</strong> da 39.597.993 seçmen seçime<br />

katılmamıştır. Seçime katılanların<br />

sayısının 69.547.523 olduğu gözönüne<br />

alındığında, seçime katılmayanların<br />

oranı üçte birin üzerindedir.<br />

Kullanılan ve geçerli oyların dağılımı<br />

ise şöyledir: Birleşik Rusya<br />

Partisi, 44.714.241, oran <strong>olarak</strong> ise<br />

%64.3; Rusya Federasyonu Komünist<br />

Partisi, 8.046.886, oran <strong>olarak</strong> ise<br />

%11.57; Rusya Liberal-Demokratik<br />

Partisi (faşist Jirinovski’nin partisi),<br />

5.660.823, oran <strong>olarak</strong> ise % 8.14 ve<br />

Adaletli Rusya Partisi (bu parti de<br />

esasta Putin yanlısı bir partidir),<br />

5.383.639, oran <strong>olarak</strong> ise %7.74.<br />

Bu oranların toplam seçmen sayısına<br />

göre oranı ise kuşkusuz ki daha<br />

düşüktür. Örneğin Birleşik Rusya<br />

Partisi %64.3 değil, %40.967 oranında<br />

oy almıştır. Ya da revizyonist<br />

Komünist Partisi %11.57 değil, %7.37<br />

oranında oy almıştır. Diğer iki parti<br />

toplam seçmen sayısı oranına göre<br />

%7’lik barajı aşamamıştır.<br />

Duma’ya katılmaya hak kazanan bu<br />

dört partidir. Bu oy oranlarına göre<br />

koltuk dağılımı da şöyledir: Birleşik<br />

Rusya 315; Rusya Federasyonu<br />

Komünist Partisi 57; Rusya Liberal-<br />

Demokrat Partisi 40 ve Adaletli<br />

Rusya Partisi 38.<br />

Bu sonuçlara göre Putin’in partisi<br />

450 milletvekili koltuğundan 315’ni<br />

kazanarak yasa değiştirmek için<br />

öngörülen üçte iki çoğunluğa sahip<br />

olmuştur.<br />

SEÇİMLERE TEPKİLER…<br />

Başta Rusya Federasyonu Komünist<br />

Partisi olmak üzere Duma’ya katılamayan<br />

kimi muhalif partiler de seçim<br />

sonuçlarını kabul etmediklerini,<br />

seçimlerde hile yapıldığını açıkladılar.<br />

Seçim sonuçlarının iptali için de<br />

mahkemeye başvuracaklarını ilan<br />

ettiler. Bunların esas sancısı bekledikleri<br />

kadar oy alamamalarıdır.<br />

Rusya Federasyonu Komünist Partisi<br />

%20 civarında oy alacağını tahmin<br />

etmiş, ya da beklemiş ama %11.57 almıştır.<br />

Bu yüzden seçim sonuçlarını<br />

kabul etmediğini ilan etti. Böylesi bir<br />

tavır aslında kendi içinde çelişkilidir.<br />

Oynanan oyunda yer alacaksın, yenilince<br />

de oyunun kurallarına, hakeme<br />

itiraz edeceksin… Tam bir burjuva<br />

siyaseti. Diğer muhalefet partilerinin<br />

itirazları da esasta parlamentoya katılamamayı<br />

kabul edememeleri üzerinde<br />

yükselmektedir.<br />

İçteki muhalefetin seçim sonuçlarına<br />

itirazları böyle iken, dıştan<br />

itirazlar da seçimlerin “adil ve demokratik”<br />

olmadığı yönündedir.<br />

Bu itirazların ya da eleştirilerin başını<br />

ise ABD ve AB emperyalistleri<br />

çekmektedir.<br />

Biz sınıf bilinçli işçiler, emekçiler<br />

için burjuvazinin iktidarını sürdürmede<br />

her dört-beş senede bir gündeme<br />

getirdiği seçimler, gerçekte ne<br />

adildir ne de demokratik. Olan esas<br />

şey, ezilenlerin, gelecek seçim döneminde<br />

kendilerini burjuvazinin<br />

hangi kanadının ezeceğine onay vermesidir.<br />

Burjuvazinin demokratik<br />

seçim dediği şey budur gerçekte.<br />

Burjuva demokrasisi çerçevesinde<br />

ele alındığında “adil ve demokratik”<br />

<strong>olarak</strong> kabul edilip kitlelere sunulan<br />

seçimlere baktığımızda, yani<br />

burjuvazinin “demokratikliği” çerçevesinde<br />

soruna baktığımızda da<br />

emperyalistlerin sahtekârlığıyla karşı<br />

karşıyayız. Rusya’da yapılan seçimlerin<br />

ABD’de yapılan seçimlerden özde<br />

farkı yoktur. Olan nüans farklarıdır.<br />

Gerçek durumun böyle olduğu<br />

yerde başta ABD, İngiltere ve<br />

Almanya olmak üzere emperyalist<br />

11


panorama<br />

güçlerin “seçimlerin özgür ve adil”<br />

olmadığını söylemeleri, esasta Rusya<br />

ile olan dalaşlarıyla açıklanabilir.<br />

Putin önderliğindeki Rusya yönetimi,<br />

ABD ve AB emperyalistlerinin<br />

dünya üzerindeki dalaşının önündeki<br />

önemli engellerden biridir. Bu<br />

yüzden de ele geçen her fırsat Rusya<br />

yönetimini zayıflatmak için kullanılmaktadır.<br />

Emperyalist dalaşın sadece<br />

bir yansımasıdır bu.<br />

“Adil ve özgür” ya da “demokratik”<br />

seçimlerden yana oldukları şov<br />

ne yazık ki kitleler içinde tutuyor.<br />

Oysa gerçekte bu emperyalist güçlerin<br />

adillikle, özgürlükle, demokratiklikle<br />

hiç bir alakası yoktur. Onlar<br />

kendilerinin işgal ettiği, silahların<br />

gölgesinde sonuçları baştan belli seçimleri,<br />

örneğin Irak, Afganistan seçimleri<br />

“adil, özgür ve demokratik”<br />

olur, ama gerçekte burjuva demokrasisi<br />

çerçevesinde “demokratik”<br />

olan seçimler “ABD” ya da “Avrupa<br />

ölçülerine uygun” yapılmamış olur.<br />

Burjuvazinin seçim oyunu, oyun kuralları<br />

egemenler tarafından sürekli<br />

değiştirilen, kendilerine uydurulan<br />

oyundur. Mesele işçilerin, emekçilerin<br />

bu oyuna ortak olmamasıdır.<br />

SÜPER BAŞBAKAN PUTİN<br />

YOLDA…<br />

Seçimlerin açık farkla kazanılması,<br />

aynı zamanda halkın Putin’e olan<br />

güven ve onayı <strong>olarak</strong> kabul edildi.<br />

Bununla birlikte Putin’in gerçekte<br />

başbakan olup olmayacağı ve Putin’in<br />

yerine kimin başkan adayı olacağı<br />

yönlü tartışmalar yoğunlaştı.<br />

Birleşik Rusya Partisi Başkanı Boris<br />

Grizlov Putin ile yaptığı görüşmede,<br />

seçim sonuçlarını değerlendirdiklerini<br />

ve görüştükleri kimi diğer parti<br />

temsilcileriyle ortak görüşe vardıklarını,<br />

başkanlık seçimlerinde Putin’in<br />

“veliahtı”nın Dmitriy Medvedev olması<br />

gerektiğini karara bağladıklarını<br />

açıkladı. Bunun üzerine Putin:<br />

“Medvedev arkadaşımızı ben de çok<br />

iyi tanırım. Onunla 17 yıldan beri<br />

birlikte çalışıyoruz. Dolayısıyla yaptığınız<br />

seçimi tereddütsüz ben de<br />

destekliyorum.” (Hürriyet, 11 Aralık<br />

2007) açıklamasını yapmıştır. Böylece<br />

başkan adayı Putin tarafından değil<br />

de Birleşik Rusya Partisi tarafından<br />

açıklanmış oldu…<br />

Putin Medvedev’in başkanlığa<br />

aday olmasını desteklediği gibi,<br />

Medvedev’in başkan olmasını da<br />

başbakanlık görevini üstlenmesinin<br />

önkoşulu <strong>olarak</strong> gösterdi. Putin,<br />

“Ancak Medvedev seçilirse başbakan<br />

olmayı kabul ederim” yönlü tavır ta-<br />

kındı. Sonuçta Putin Medvedev’den,<br />

Medvedev de Putin’den memnun görünüyor.<br />

Vitrin değişikliğinde ama<br />

başbakanın görev ve yetkilerinin çoğaltılacağı<br />

haberleri medyaya yansıyor.<br />

Böylece Putin devlet iktidarında<br />

siyaseti belirleme rolünü başka biçimde<br />

sürdüreceğe benziyor.<br />

2008 Mart ayı başında başkanlık<br />

seçimlerinin nasıl sonuçlanacağını<br />

ve Putin’in başkanlık görevinin sona<br />

ereceği 2008 Mayıs ayı sonunda başbakan<br />

olup olmayacağını göreceğiz.<br />

Bu seçim oyununu da egemenler oynuyor,<br />

ezilenler figüran rolünde…<br />

Esas mesele ezilenlerin figüran olmaktan<br />

kurtulup kendi oyununu<br />

oynayıp ezenleri silip süpürüp piyasadan<br />

temizlemesidir…<br />

20 Aralık 2007 ✓<br />

Filistin sorununda<br />

çözümsüzlük<br />

arayışları…<br />

- ABD / ANNAPOLİS -<br />

12<br />

Annapolis de nereden çıktı?<br />

diye soran olursa hiç de haksız<br />

sayılmaz. Bush efendi 17<br />

Temmuz 2007 tarihinde Annapolis’te<br />

bir toplantı yapılacağını duyurdu. Bu<br />

duyuruyu yaparken, ne toplantının<br />

gündemi, ne tarihi ne de katılımcılar<br />

belliydi. Olsun, Filistin sorununu görüşecek<br />

bir “Yakındoğu Konferansı”<br />

yapılacaktı ya, gerisi gelirdi…<br />

Bush ve takımı 49 devlet ve örgüt<br />

temsilcisini davet etmiş ve<br />

kendilerinin “barış” sorunuyla da<br />

ilgilendiğini el aleme bildirmiş olacaktı.<br />

Üstüne üstlük, bir de 2008<br />

yılı sonuna kadar piyango vurur da<br />

İsrail ile Filistin arasında “barış sözleşmesi”<br />

imzalanırsa, Bush, İsrail-<br />

Filistin sorununu çözen Başkan<br />

<strong>olarak</strong> ABD emperyalizminin son<br />

60 yıllık süreçteki tüm başkanlarından<br />

“daha büyük” olduğunu da<br />

gösterme imkanına kavuşabilirdi…<br />

Tahminler, hesaplar, umutlar, beklentiler…<br />

ne vurursa artık, kârdı!<br />

Kesin ve açık olan şey,<br />

Annapolis’teki bu konferansın amacının<br />

herhangi bir anlaşma sağlamak<br />

olmadığıydı. Bu da Bush efendinin<br />

konferans açış konuşmasına<br />

şöyle yansıyordu:<br />

“Burada Annapolis’te amacımız<br />

iki taraf arasında bir anlaşma<br />

sağlamak değil, aksine İsrail ve<br />

Filistinliler arasında müzakereleri<br />

başlatmaktır. Bizim vazifemiz bu<br />

çabalarında tarafları teşvik etmek ve<br />

onlara başarıya ulaşmaları için gereken<br />

yardımı yapmaktır.” (Hürriyet,<br />

28 Kasım 2007)<br />

Amacı taraflar arasında müzakereleri<br />

yeniden başlatmak olan bu<br />

konferans, 27 Kasım’da Annapolis’te<br />

gerçekleştirildi. Bu konferanstan<br />

önce de İsrail ve Filistinli yetkililerin<br />

bir araya gelerek ortak bir “yol haritası”<br />

üzerinde anlaşmaları istenmiş<br />

ama istenen sonuç alınamamıştı. Bu<br />

bağlamda Perez ile Abbas’ın TBMM<br />

çatısı altında buluşturulması da<br />

Annapolis konferansından önceki<br />

planların bir parçasıydı. Türkiye iki<br />

taraf arasında dolaylı, dolaysız arabuluculuk<br />

rolüne soyundu.<br />

Annapolis’teki konferansın ilginç<br />

noktalarından biri de Suriye başta<br />

olmak üzere kimi Arap ülkelerinin<br />

temsilcilerinin de davet edilmesi ve<br />

Sorun böyle gitmez konusunda değil,<br />

sorunun nasıl çözüleceğine verilen<br />

cevaplarda yatmaktadır. Verilen<br />

cevaplar ise tarafların ve arabulucuların<br />

hesap ve çıkarlarına göre<br />

değişmektedir.<br />

1993’te yapılan Oslo<br />

Anlaşması’ndan bu yana çok şey<br />

değişti ve değişik gelişmeler yaşandı.<br />

Ama Filistin sorununa çözüm<br />

getirme bağlamında gerçek<br />

bir ilerleme kaydedilmedi. Gerçek<br />

bir ilerlemenin kaydedilmesinin<br />

ötesinde, Oslo Anlaşması’ndan öngörülenden<br />

daha geri bir çözüm bile<br />

gerçekleşmemiştir.<br />

En son “Yakındoğu” ya da<br />

“Ortadoğu dörtlüsü” denen ABD,<br />

Rusya, AB ve BM’nin 2003 yılında<br />

kabul ettirdiği üç aşamalı<br />

“Yol Haritası”nın birinci aşaması<br />

bile erişilmeyi bekliyor… Oysa bu<br />

“Yol Haritası”na göre 2005 yılında<br />

Filistin devletinin kurulmuş olması<br />

ve buna göre sorunun çözülmüş<br />

olması gerekiyordu. Yıllar sonra<br />

taraflar arasında müzakerelerin başlatılması<br />

amacıyla bir konferansın<br />

gerçekleştirilmesi, gerçekte bu kobunların<br />

sözkonusu daveti kabul etmeleriydi.<br />

Bush ve takımı ilginç bir<br />

şova imza attı.<br />

Güya İsrail ile Filistin arasında<br />

barış görüşmeleri için müzakerelerin<br />

başlatılması istenirken, gerçekte<br />

İsrail ile savaşan taraf, ya da İsrail<br />

ile barışık olmayan gücün, Hamas’ın<br />

devredışı bırakılması ise sözkonusu<br />

konferansın kimi yorumcular tarafından<br />

“savaş buluşması” <strong>olarak</strong><br />

değerlendirilmesine yol açtı.<br />

Aynı biçimde Bush’un böylesi bir<br />

konferansı gündeme getirmesinin<br />

perde arkasında esasında dikkatleri<br />

Irak ve Afganistan savaşından,<br />

İsrail-Filistin barışı tartışmasına<br />

yönlendirerek savaşı geri plana itmek<br />

ve “barış” yanlısı görünümle<br />

puan toplamak amacının yattığını<br />

savunanlar da oldu.<br />

Kuşkusuz ki Bush ve takımının<br />

bir çok hesabı bulunmaktadır. Fakat,<br />

Annapolis’te yapılan konferans ile<br />

taraflar arasında müzakereyi başlatma<br />

amacı, gerçekte bu konudaki<br />

çıkmazın dayattığı sonuçlardan<br />

biridir. Bu böyle gitmez demeyen<br />

hemen hemen hiç kimse yoktur.


panorama<br />

nuda çözüm bulamama bağlamında<br />

iflasın ilanıdır. Buna rağmen ama,<br />

böylesi bir konferans başarı <strong>olarak</strong><br />

sunulabiliyor. Yıllarca Filistin Arap<br />

halkına verilen sözlerin yerine getirilmediği<br />

gerçeğinin üzerinin örtülmesinin<br />

de ötesinde hep yeni tavizlerin<br />

gündeme getirildiği, çözümsüzlüğün<br />

çözüm <strong>olarak</strong> dayatıldığı<br />

bir durum; kitlelere barış sağlama<br />

adımları <strong>olarak</strong> sunulabilmektedir.<br />

Ne büyük bir sahtekârlık!<br />

Gelinen yerde, Annapolis’te yapılan<br />

konferansla başlatıldığı söylenen<br />

müzakerelerin, gerçekte 2003 yılında<br />

kabul edilen “Yol Haritası”nın yeniden<br />

gündeme getirilmesi olduğu,<br />

bunun da gerçekte soruna çözüm<br />

getirmeyeceğinin üzeri örtülmeye<br />

çalışılmaktadır.<br />

2003 yılına göre değişen kimi<br />

durumlar vardır tabii ki. Örneğin,<br />

Filistinli güçler, Hamas ve El Fetih,<br />

ya da Hamas ve Abbas yanlısı güçler<br />

<strong>olarak</strong> bölünmüş, Gazze Şeridi<br />

Hamas’ın denetimine geçmiş ve bir<br />

iç savaş benzeri gelişme yaşanmıştır,<br />

yaşanmaktadır. Bu durumda Abbas<br />

yönetimi gerçekte emperyalistlerin<br />

işbirlikçisi bir siyaset yürütürken,<br />

emperyalistler ve başta da İsrail<br />

Hamas’a karşı açık savaş yürütmektedir.<br />

Annapolis konferansı da<br />

esasında Filistinliler arasındaki bu<br />

bölünmede Abbas’ı desteklerken,<br />

sorunu tartışmada, müzakerede<br />

Hamas’ı devredışı bırakmaktadır.<br />

Hamas’ı terbiye etme siyaseti, yeniden<br />

Hamas’a karşı savaşa devam<br />

siyasetine dönüşmüştür.<br />

Bunun da ötesinde İsrail devleti<br />

andaki tavırlarıyla gerçekte<br />

Filistinlilerle barış isteme konumunda<br />

değildir. Bu, gerek Yahudi<br />

yerleşim alanlarının genişletilmesi<br />

pratiğiyle olsun, gerek Filistin halkına<br />

karşı sürekli saldırı savaşı yürütmesiyle<br />

olsun, gerekse de Filistin<br />

devletinin sınırlarını hiçe sayıp<br />

yüzbinlerce kilometre uzunluğundaki<br />

duvarı örme pratiğiyle olsun,<br />

olsun, olsun… tüm uygulamalarla<br />

ortadadır.<br />

Annapolis’te yapılan konferansta<br />

İsrail ve Filistinli tarafların üzerinde<br />

anlaştığı temel konu, müzakerelere<br />

12 Aralık 2007 tarihinden itibaren<br />

başlamak. Olmert ve Abbas’ın ayda<br />

iki kez görüşmesi ve tüm sorunların<br />

görüşülmesi temelinde 2008 yılı sonuna<br />

kadar anlaşmaya varılmasıdır.<br />

Bu, zaman <strong>olarak</strong> Bush’un görev süresinin<br />

bitmesiyle örtüşüyor…<br />

Tüm sorunlar denilince ve çözümünün<br />

2008 yılı sonuna kadar<br />

sağlanması istenince, insana bayağı<br />

önemli ve büyük bir başarı sağlanmak<br />

istendiği görünümü yansıyor.<br />

Gerçek duruma bakınca, hiç de<br />

böylesi bir başarının sağlanacağı ihtimali<br />

ortada görünmüyor.<br />

Düşünün ki, 1993 yılından beri,<br />

diğer tüm sorunların yanısıra, tüm<br />

görüşmelerde üzerinde anlaşma sağlanamayan<br />

ve bir senelik süreçte de<br />

anlaşma sağlanamayacak olan konu-<br />

lara nasıl bir çözüm getirilecek?<br />

Haydi diyelim ki Abbas yönetimi<br />

emperyalistlerin işbirliğiyle Hamas’a<br />

karşı başarı sağladı. Bunun sonucunda<br />

İsrail yönetimiyle de canciğer<br />

kardeş kesildi… İsrail’e karşı şiddet,<br />

saldırı olayları son buldu ve İsrail de<br />

Filistinlilere bomba yağdırmaya son<br />

verdi. 2008 yılı sonuna kadar bunlar<br />

da olmayacak ama, varsayalım ki<br />

oldu. Filistin sorunu böylece çözülecek<br />

mi? Olmert ve Abbas yönetimi<br />

nasıl bir anlaşma imzalayacak?<br />

Kurulması gereken Filistin devletinin<br />

sınırları ne olacak? İnşa<br />

edilen yüzlerce kilometrelik duvar<br />

yıkılıp duvarın inşa edilmesiyle<br />

işgal edilen Filistin devletinin toprakları<br />

iade edilecek ve “Yeşil Hat”<br />

<strong>olarak</strong> belirlenen sınıra dönülecek<br />

mi? Kudüs’ün geleceği ne olacak.<br />

Milyonlarca Filistinli Arap mültecinin<br />

geri gelme sorunu çözülecek mi?<br />

Yahudi yerleşim alanları boşaltılacak<br />

mı? Ya da en basitinde insanların<br />

yaşamak için temel ihtiyaçlarından<br />

biri olan su sorununda Filistin halkının<br />

ihtiyaçlarına uygun çözüm<br />

bulunacak mı? Bu sorular kuşkusuz<br />

ki öne çıkan bazı sorulardır sadece.<br />

Ama bu sorunlar çözülmeden, burjuva<br />

sistem çerçevesinde bile mümkün<br />

olan çözüm gerçekleşemez.<br />

Aslında burjuva demokrasisi çerçevesinde<br />

bile ele alındığında, artık<br />

Filistin sorununda barış görüşmelerinin<br />

başlatılması değil, çözüm<br />

görüşmelerinin başlatılması gerekiyor.<br />

Bunun için bile çok ama çok<br />

gecikilmiştir. Savaşın günlük yaşam<br />

olduğu koşullarda barış lafları rağbet<br />

görmektedir elbette. Burjuva<br />

anlamda bile çözüm olmadan<br />

ise savaşın sona ermesi mümkün<br />

görünmüyor.<br />

Konferansta tartışılan diğer noktalar<br />

gerçekte detay ve tali noktalardır.<br />

Esas <strong>olarak</strong> öne çıkarılan tarafların<br />

görüşmelere başlamasıdır. Bu<br />

yönlü görüşmelere ise 12 Aralık’ta<br />

başlandı. Yeniden başa dönülüp<br />

“barış müzakereleri” yürütülüyor.<br />

Beş yılda hiç bir adımı atılmayan<br />

“Yol Haritası”nın bir sene içinde sonuca<br />

vardırılması ise sadece bir ilan<br />

amacı durumunda. Önümüzdeki<br />

dönemde yaşanacak olanlar, büyük<br />

ihtimalle emperyalist güçlerle ve<br />

İsrail ile yakınlaşan bir Abbas yönetimi<br />

ile bu güçlerin Hamas ile çatışmalarının<br />

sürmesi olacaktır.<br />

2008 yılı sonuna kadar, sözkonusu<br />

konferansın sonuç açıklamasında<br />

dile getirildiği gibi, “özgürlük, güvenlik,<br />

adalet, onur, karşılıklı kabullenme<br />

ve saygıya dayanan” barış için<br />

yeni bir dönem gerçekleşmeyecektir.<br />

Yapılan sadece ve sadece halkların<br />

bilincinin karartılmasıdır.<br />

Annapolis’te de Filistin sorununa,<br />

çözüm değil, çözümsüzlük aranmıştır.<br />

Emperyalistlerin bu soruna da<br />

gerçekte çözümü yoktur.<br />

21 Aralık 2007 ✓<br />

BM’nin 13.<br />

İklim Konferansı<br />

yapıldı…<br />

- ENDONEZYA / BALİ -<br />

Dünyamızın ikliminin durumu,<br />

ciddi önlemler alınmazsa<br />

felaketin kapıda olduğunu<br />

gösteriyor. Bu felaketin somut<br />

ön işaretleri ise doğa tarafından<br />

son yıllarda hep yeniden veriliyor.<br />

Kuraklıklar, su, sel baskınları, kasırgalar…,<br />

her geçen yılın yüzyılın en<br />

sıcak yılı olması vb. vb. durumlar bu<br />

işaretlerin birkaçı.<br />

İklim felaketinin şu ya da bu sınıftan<br />

insanları birbirinden ayırmadığı<br />

ve tüm dünyayı / insanları etkilediği<br />

gerçeği, insan toplumunun soruna sınıfsal<br />

temelde yaklaşmasını ortadan<br />

kaldırmıyor.<br />

Egemenlerin, yani burjuvazinin<br />

kâr uğruna sürdürdüğü dalaşla da,<br />

doğanın talanından, çevrenin kirletilmesinden<br />

esas sorumlu olduğu<br />

hiçbir sahtekârlığa yer bırakmayacak<br />

kadar açıktır. Ezilenler ise yaşamın<br />

temellerini tümden yok edecek olan<br />

doğanın talanına, çevrenin kirletilmesine<br />

karşı mücadele bilincine ve<br />

azmine ne yazık ki anda sahip değil.<br />

Durum böyle olunca, çevrenin korunması,<br />

doğanın talanına son verilmesi<br />

üzerine tartışmalar da ezilenlerin<br />

mücadelesiyle gündeme gelen bir<br />

sorun olmaktan uzaktır. Kuşkusuz<br />

ki çevreyi koruma bilincine sahip<br />

kesimler içinde işçiler, emekçiler de<br />

vardır. Mücadeleye damgasını vuran<br />

ama işçiler, emekçiler değil ve bu mücadele<br />

ezilenlerin sınıfsal mücadelesine<br />

bağlı, bu temelde yükselen bir<br />

mücadele de değil. Soruna sınıfsal<br />

mücadele temelinde yaklaşıp, doğanın<br />

talanına ve çevrenin kirletilmesine<br />

karşı mücadeleyi yürüten biz<br />

sınıf bilinçli kesimler, ne yazık ki bu<br />

mücadelede hâlâ zayıf konumdayız.<br />

Etkilediğimiz kitle geniş bir kitle<br />

değil.<br />

Bu durumumuza rağmen çevrenin<br />

kirletilmesine, doğanın talanına karşı<br />

mücadelenin –bu mücadele sistem içi<br />

mücadele olsa da– varlığı da olgudur.<br />

Sorunu bilince çıkarmada, tartışmaları<br />

sürdürmede kuşkusuz ki bunun<br />

önemli rolü vardır. Bu kesimlere<br />

karşı mücadelede esas mesele, sistem<br />

çerçevesinde hareket etmenin soruna<br />

gerçekte çözüm getirmeyeceği bilincini<br />

yaymaktır.<br />

Bilince çıkarılması gereken bir diğer<br />

mesele ise, egemenlerin iklimi koruma<br />

üzerine tartışmalarının, onların<br />

gerçekte iklimi, insanlığı koruma<br />

istek ve amacıyla soruna yaklaşmadığı;<br />

burjuvaziyi ilgilendiren esas meselenin<br />

onların çıkarları olduğudur.<br />

Bu bağlamda da özellikle son bir-iki<br />

yıllık süreçte gündeme gelen neyin<br />

ekonomik, yani daha çok kârlı olduğu<br />

yönlü tartışmalar, egemenlerin<br />

tavırlarını belirlemektedir.<br />

KONFERANSIN GÜNDEMİ VE<br />

SONUCU…<br />

Bu yılki konferansın gündemi aslında<br />

geçen sene Kenya / Nairobi’de yapılan<br />

12å. Dünya İklim Konferansı’nda<br />

belirlenmişti. Buna göre Kyoto<br />

Konferansı’nın gözden geçirilmesi<br />

2008 yılında yapılacak. 2007 yılında,<br />

13


panorama<br />

14<br />

yani Bali’de yapılan konferansta ise<br />

2012 yılından sonra Kyoto Anlaşması<br />

yerine geçecek anlaşmanın taslağının<br />

hazırlanmasına başlanacaktı. (Bu konuda<br />

dergimizin 106. sayısına, sayfa<br />

7-9’a bakabilirsiniz.)<br />

Kyoto Anlaşması’nın 2012’de sona<br />

ermesi ertesinde neler yapılacağı, ya<br />

da sözkonusu anlaşmanın güncelleştirilmesi<br />

meselesi, 2007 Haziran<br />

ayı başında Almanya’da gerçekleşen<br />

G8 Zirvesi’nde de ele alındı ve konu<br />

üzerine yapılacak anlaşmanın genel<br />

hatlarının belirlenmesi Bali’de yapılacak<br />

BM İklim Konferansı’na bırakıldı.<br />

(Bu konuda da dergimizin 113.<br />

sayısına, sayfa 13-14 bakabilirsiniz.)<br />

Böylece konferansın esas gündeminin<br />

Kyoto Anlaşması’nın yerini alacak<br />

olan, güncelleştirilmiş bir anlaşmanın<br />

kaba hatlarının belirlenmesi<br />

olacağı önceden belliydi.<br />

Konferansa 11.000 civarında delege<br />

katıldı. Bu, şimdiye kadarki en yoğun<br />

katılımlı, iklim konferansı oldu. 190<br />

civarında devlet yetkilileri, temsilcileri<br />

katıldı konferansa.<br />

Konferanstaki tartışmalar ve sonuç,<br />

bizim şu tespitlerimizi bir kez<br />

ispatladı:<br />

“Zirve öncesindeki tartışmalarda<br />

da ortaya çıktı ki, aslında yeni bir şey<br />

yoktur bu konuda. Bir yandan Kyoto<br />

Anlaşması’nı onaylayan ve 2012’den<br />

sonra da yeni biçimiyle tabii ki sürdürülmesini<br />

isteyenler; bir yandan<br />

ABD emperyalizmi gibi anlaşmayı<br />

onaylamayan ve atmosferi zehirlemede<br />

birinci sırada olan ve diğer<br />

yandan da Çin, Hindistan, Brezilya<br />

ve Güney Afrika gibi ülkeler duruyor.<br />

Anlaşmanın sürdürülmesini isteyenler<br />

hem ABD’nin kabul edebileceği,<br />

hem de başta Çin olmak üzere diğer<br />

ülkelerin de içine çekilebileceği bir<br />

anlaşma sağlamaya çalışıyor. ABD<br />

anlaşmayı onaylamamak için topu<br />

Çin’e ve diğerlerine atıyor, Çin ve diğerleri<br />

ise topu uzun süre sanayi ülkesi<br />

olma konumunda olan Avrupalı<br />

güçlere ABD ve Japonya gibi ülkelere<br />

atmaktadır.<br />

Çelişkilerin böyle olduğu yerde<br />

ise esasta herkesi bağlayan bir anlaşmanın<br />

gerçekleştirilebileceğini<br />

beklemek abestir. Bu da Kyoto<br />

Anlaşması’nın devamının gözden<br />

geçirilmesi durumunda, anlaşma<br />

metninin yumuşatılmasını dayatmaktadır.<br />

Bu güçlerin anlaşabilmesi<br />

için yumuşatılacak olan ve somut<br />

bağlayıcı hedeflerin ortaya konmadığı<br />

bir anlaşma metni ise, gerçekte<br />

iklim felaketini önlemek için ciddi<br />

bir adım atmaya hazır olmadıklarının<br />

onayıdır. Gelişmeler Bali’de<br />

yapılacak BM İklim Konferansı’nda<br />

yumuşatılmış bir metnin tartışmaya<br />

sunulabileceğine işaret etmektedir.”<br />

(sayı 113, sayfa 13)<br />

Formel <strong>olarak</strong> Kyoto Anlaşması’nın<br />

gözden geçirilmesi 2008 yılında gerçekleşecek.<br />

Gerçekte ise üzerinde<br />

tartışılan konular ve sözkonusu anlaşmanın<br />

hatlarının ortaya konması,<br />

Kyoto Anlaşması’nın gözden geçirilip<br />

güncelleştirilmesidir. 3-14 Aralık<br />

2007 tarihlerinde gerçekleşen 13.<br />

İklim Konferansı’na sunulan taslak,<br />

tarafların itiraz ve tartışmaları sonucunda<br />

bağlayıcı yükümlülükleri olmayan<br />

bir taslağa dönüştü. Uç noktada<br />

ele alındığında, aslında anlaşma<br />

taslağından çok, üzerinde uzlaşma<br />

sağlanacak kaba hatlar belirlenmeye<br />

çalışıldı.<br />

2020 yılına kadar atmosfere salınan<br />

zehirli gazların, özellikle de<br />

karbondioksit oranının %25 ile 40<br />

arası oranda azaltılması gerektiği<br />

görüşü, özellikle ABD, Kanada ve<br />

Japonya’nın tavırları sonucu taslaktan<br />

çıkarılmıştır. Sadece ve sadece<br />

bir dipnot ile BM’nin iklim komisyonunun<br />

raporuna atıfta bulunulmaktadır.<br />

Yani bağlayıcı bir yükümlülük<br />

yoktur. Yukarıda aktardığımız<br />

alıntıda ortaya koyduğumuz tavıra<br />

uygun <strong>olarak</strong> ABD emperyalizmi ve<br />

yer yer Kanada ve Japonya gibi ülkelerin<br />

desteğiyle Çin, Hindistan,<br />

Brezilya gibi ülkelerin daha çok sorumluluk<br />

üstlenmesi gerektiği tavrını<br />

savunmuş; Çin, Hindistan başta<br />

olmak üzere kimi ülkeler de esas sorumluluğu<br />

uzun süredir sanayi ülkesi<br />

olan ABD, Japonya ve Avrupalı<br />

güçlerin üzerlenmesi gerektiği görüşünü<br />

savunmuştur. Konferansın son<br />

gününe gelindiğinde taraflar taslak<br />

üzerine anlaşamamıştı henüz. BM<br />

Genel Sekreteri, planda olmamasına<br />

rağmen ikinci kez Bali’ye giderek tarafları<br />

uzlaşmaya davet etti.<br />

Bir gün uzayan konferansın ortaya<br />

koyduğu “Bali Yol Haritası” üzerine<br />

anlaşma esas <strong>olarak</strong> taslakta bağlayıcı<br />

yükümlülüklerin çıkarılması ve<br />

sonuçta ABD emperyalizminin itirazları<br />

konusunda tek başına kalması<br />

sonucu gerçekleşti. ABD emperyalizminin<br />

sonunda konsensüse katılacağını<br />

açıklamasını sağlayan gelişme<br />

ise, esasında ABD emperyalizminin<br />

planlarına uygun planlanan ve Ocak<br />

2008’de Havai’de yapılacak olan<br />

iklimi kirleten en büyük 20 gücün<br />

toplantısının tehlikeye girmesiydi.<br />

Konferans katılımcıları açıkça “Bali<br />

yoksa, en büyük kirleticilerle toplantı<br />

da yok” diyerek ABD emperyalizminin<br />

temsilcilerini anlaşmaya zorladılar.<br />

Gerek bu toplantının yapılmaması<br />

ihtimalini devredışı bırakmak,<br />

gerekse de taslakta bağlayıcı bir yükümlülüğün<br />

yer almaması durumu<br />

ABD emperyalizminin geri adım atmasının<br />

perde arkasını oluşturuyor.<br />

“Bali Yol Haritası”nın kendisine gelince,<br />

üzerinde anlaşılan esas ve belirleyici<br />

karar, Kyoto Anlaşması’nın<br />

devamı olacak anlaşmanın 2009 yılı<br />

sonunda Kopenhag’da yapılacak 15.<br />

İklim Konferansı’nda kararlaştırılmasıdır.<br />

Bunun için de görüşmelere<br />

en gecinde Nisan 2008’e kadar başlanması<br />

gerekiyor.<br />

Bu durumda söylenebilecek şey, 13.<br />

İklim Konferansı’nın esas kararının<br />

2009 yılı sonuna kadar yeni anlaşmanın<br />

sonuçlandırılması gerektiğidir.<br />

Bu ise, somut <strong>olarak</strong> anlaşmanın<br />

içeriğinin ne olacağını ortaya koymuyor.<br />

Bir yandan ABD’nin, diğer<br />

yandan da Çin ve Hindistan gibi<br />

devletlerin –tabii ki sadece bunların<br />

değil– üzerinde anlaşabileceği bir<br />

anlaşma taslağının, soruna gerçekte<br />

çözüm getiremeyecek bir taslak olacağına<br />

kesin gözüyle bakılabilir.<br />

Asıl pazarlıklar ve dalaşın bu süreçte<br />

yürütülecek görüşmelerde yaşanacağı<br />

da açıktır. Kimi Avrupalı<br />

siyasetçilerin daha şimdiden ABD’siz<br />

bir anlaşma imzalamaya hazır olalım<br />

yönlü çağrıları; ya da ABD emperyalizminin<br />

temsilcilerinin hemen<br />

İklim Konferansı sonrasında üzerinde<br />

anlaşmaya varılan taslaktaki<br />

kimi görüşlerden kaygı duyduklarını<br />

açıklamaları, hem emperyalist<br />

güçler arasındaki çelişkilerin hem<br />

de Bali’nin soruna önemli bir çözüm<br />

getirmediğinin göstergeleridir.<br />

Bu arada bilince çıkarılması gereken<br />

bir nokta ise, Kyoto Anlaşması’nın<br />

kendisidir. Kyoto Anlaşması’nın yerine<br />

geçecek olan yeni anlaşma üzerine<br />

pazarlıklar yürütülüyor ama<br />

Kyoto Anlaşması’nın kendisi daha<br />

şimdiden gözardı edilmektedir. 2012<br />

yılına kadar gerçekte ciddi hiç bir<br />

önlem alınmak istenmediğinin açık<br />

belirtisidir bu.<br />

Bali’de yapılan BM 13. İklim<br />

Konferansı’nın iklim felaketine karşı<br />

ciddi bir önlem alma durumunda olmadığı<br />

kimi konferans temsilcilerinin<br />

açıklamalarından da ortaya çıkmaktadır.<br />

Buna göre konferans herhangi<br />

bir şeyi karara bağlamaktan çok,<br />

“tekerlekleri harekete geçirmekle” ilgilenmektedir.<br />

Harekete geçirilen tekerleklerin<br />

dönüp dönmediği, ya da<br />

hangi yöne döndüğü ise, 2009 yılı sonuna<br />

kadar ortaya çıkacaktır. İklimi<br />

koruma, dünyamızı yaşanır kılma<br />

bağlamında ciddi bir sonuç çıkmayacağı<br />

şimdiden söylenebilir.<br />

Bizim için açık olan bir şey de<br />

şudur:<br />

“BM’nin iklim konferanslarının<br />

her seferinde gösterdiği bir gerçek de,<br />

dünyanın işçilerinin, emekçilerinin<br />

doğayı, çevreyi koruma mücadelesini,<br />

doğayı talan eden, çevreyi zehirleyen,<br />

yaşanmaz kılan kapitalistlerin<br />

sömürücü sistemine karşı mücadelenin<br />

kopmaz bir parçası <strong>olarak</strong> kendi<br />

ellerine alması gerektiğidir.<br />

Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!<br />

sloganı günümüzün acil sloganlarından<br />

biridir ve her zamankinden<br />

günceldir.<br />

Barbarlık içinde çöküşü engellemek<br />

isteyen herkesin, devrim için, sosyalizm<br />

için kapitalist barbarlığa karşı<br />

mücadele vermesi, barbarlığa son<br />

vermenin olmazsa olmaz ön koşuludur.”<br />

(YDİ Çağrı, sayı 106, sayfa 9)<br />

21 Aralık 2007 ✓


BM İklim Konferansı<br />

fiyasko ile sonuçlandı<br />

yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

Munzur’da barajlara hayır!<br />

Birleşmiş Millet ler İk lim<br />

Değ i şi k l i ğ i Kon fer a n sı,<br />

Endonezya’nın Bali Adası’nda,<br />

3-14 Aralık tarihleri arasında yapıldı.<br />

Konferansa 190 ülke katıldı.<br />

Konferansın ana gündemini kuraklıkların,<br />

sıcak hava dalgalarının ve<br />

yükselen deniz seviyelerinin önüne<br />

geçmek amacıyla 2009’a kadar iklim<br />

değişikliğiyle mücadele etmek üzere<br />

yeni bir küresel anlaşma çalışması<br />

tartışmaları oluşturdu.<br />

Konferansa katılan 190 ülke,<br />

2012’den sonra Kyoto Protokolü’nün<br />

yerini alacak ve emisyon kısıtlamalarının<br />

daha hızlı uygulanmasını öngörecek<br />

yeni anlaşma oluşturabilmek<br />

için yapılacak müzakerenin esaslarını<br />

belirlemeye çalıştı. 190 ülke yerine,<br />

büyük emperyalist ülkeler demek<br />

daha doğru. Çünkü çevreyi kirletenler<br />

esas <strong>olarak</strong> bu ülkeler. Bu ülkeler<br />

aynı zamanda çevre zirvelerinde<br />

alınan, alınmaya çalışılan kararlara<br />

da damgalarını vuruyorlar. Nitekim<br />

Bali’de de böyle oldu.<br />

Bali Konferansı 36 sanayileşmiş ülkeden<br />

2008-2012’ye kadar sera etkisi<br />

yapan gaz emisyonlarını 1990 seviyelerinin,<br />

yüzde 5’in altına <strong>indir</strong>mesini<br />

isteyen Kyoto Protokolü’nün daha da<br />

genişletilmesini öngörüyordu. Ancak<br />

planlanan olmadı.<br />

Konferansa AB ile ABD arasındaki<br />

tartışmalar damgasını vurdu.<br />

1990 yılı seviyesine göre, sera gazı<br />

emisyonunu yüzde beş azaltılmasına<br />

karşı çıkan, Kyoto Protokolü’nü<br />

imzalamayan, dünyanın en büyük<br />

sera gazı salınımı yapan ABD, Kyoto<br />

Protokolü anlaşması yerine geçecek<br />

yeni bir anlaşma çerçevesinin karar<br />

altına alınmasına karşı çıktı.<br />

AB 2020’ye kadar, sera gazı emisyonlarının<br />

yüzde 25 ile yüzde 40<br />

arasında azaltma hedefi konulmasını<br />

istiyordu. Kyoto Protokolü’nü imzalamayan<br />

ABD, sera gazı emisyonu<br />

hedefi konulmasına karşı çıktı.<br />

Uzun süren tartışmalar, karşılıklı<br />

çekilen restler sonucu, tıkanma noktasına<br />

gelen Konferans, son anda<br />

yapılan bir uzlaşma ile ‘anlaşma’ ile<br />

sonuçlandı.<br />

Planlanan Kyoto Protokolü yerini<br />

alacak, yeni anlaşma için iki yıllık<br />

müzakerelerin çerçevesini çizecek<br />

Bali Yol Haritası üzerine anlaşmaktı.<br />

Bu olmadı. Sorun geleceğe ertelendi.<br />

Küresel ısınma ile mücadele için 2009<br />

yılına kadar yeni anlaşmanın hazırlanması<br />

kararlaştırıldı. Yani çevrenin<br />

en büyük kirleticileri, sera gazı emisyonlarının<br />

ne kadar düşürüleceği<br />

meselesini tartışmayı, kararlaştırmayı<br />

geleceğe ertelediler!! Bu durum<br />

medya tarafından anlaşma <strong>olarak</strong><br />

adlandırıldı. Ne büyük anlaşma!!<br />

ABD heyetine başkanlık yapan<br />

Paula Dobriansky’nin “ileri doğru<br />

adım atacağız ve ortaklığa katılacağız”<br />

sözleri ile güya ABD direnişi<br />

sona ermiş, anlaşma sağlanmış. Bu<br />

yuvarlak laflarla ABD hiçbir yükümlülüğün<br />

altına girmiyor.<br />

Uğrunda mücadele edilmesi gerekli<br />

olan; küresel ısınmanın temel<br />

nedeni olan sera gazlarını, şu kadar<br />

veya bu kadar azaltmak mücadelesi<br />

değil, sera gazlarının salınımını sıfırlamak<br />

mücadelesi olmalıdır. Enerji<br />

üretiminde fosil yakıtların kullanımına<br />

son verilmelidir. Yenilenebilir,<br />

alternatif enerji kaynakları ile enerji<br />

ihtiyacı karşılanmalıdır.<br />

Temel amacı kar olan, kara dayalı<br />

üretim yapan, çevreyi koruma<br />

derdi olmayan kapitalizmde bu<br />

gerçekleşemez.<br />

Doğa ile uyum içerisinde, çevrenin<br />

korunmasını temel alan, üretimin<br />

amacının toplumun ihtiyacını gidermek<br />

olacağı bir dünya mümkündür.<br />

Bu dünya sosyalizmle yaratılacaktır.<br />

20 Aralık 2007 ✓<br />

Devlet Dersim’de ‘Munzur<br />

Barajları Projesi’ kapsamında<br />

8 adet baraj ve hidroelektrik<br />

santrali yapmak istiyor.<br />

Planlanan barajlardan, Uzunçayır ve<br />

Mercan barajlarının inşaatı tamamlanmış<br />

durumda.<br />

Munzur‘da yapılması planlanan<br />

barajlar bitirildiği taktirde, Pülümür<br />

ve Munzur Vadileri göl haline gelecek<br />

ve Munzur’un iklim dengesi alt<br />

üst olacaktır. Munzur suyunun ana<br />

kaynağı olan kar yağışının azalması<br />

ile, yer altı suları beslenemeyecek ve<br />

Munzur’un kaynağı kuruyacaktır.<br />

21.12.1971 tarihinde, 6831 sayılı<br />

orman kanunu ile 42.000 hektarlık<br />

alana sahip olan Munzur Vadisi en<br />

büyük milli parkı ilan edilmiştir.<br />

Munzur Barajlar Projesi gerçekleştiği<br />

taktirde, Munzur Vadisi’nde şu<br />

sonuçlara yol açacaktır:<br />

Munzur dağlarında bilinen 1518<br />

bitki türü var. Bunlardan 43’ü bütün<br />

dünyada yalnızca Munzur’da bulunan<br />

endemik türler. Bu bitkilerin doğal<br />

alanları değişecek, büyük çoğunluğu<br />

ortadan kalkacak.<br />

Çengelboynuzlu ve Bezuvar Keçisi,<br />

Ür Kekliği ve yalnızca Munzur gözelerinde<br />

yaşayan Kırmızı Pullu<br />

Alabalık yok olacak. Bölgenin tarım<br />

ve hayvancılığa dayanan yerel ekonomisi<br />

tamamen altüst olacak.<br />

Barajlar ulaşımı engelleyecek.<br />

Merkez, ilçelerden tecrit edilecek.<br />

Munzurun toplam uzunluğu 144<br />

km olup 50 km‘si Keban Barajı esnasında<br />

su altında kalmıştır. 8 Barajın<br />

yapılmasıyla toplam 117 km lik akıntılı<br />

su mesafesi durgunlaşmış göl sahası<br />

haline gelecektir.<br />

Munzur Vadisi üzerinde kurulu<br />

olan 84 köy su altında kalacak<br />

ve böylece bölge halkı göçe zorlanacaktır.<br />

Devletin boşalttığı diğer<br />

köylerle birlikte bölge daha da<br />

insansızlaştırılacaktır.<br />

Barajların ortalama ömrü 50-70 yıl<br />

arasındadır. Bir süre sonra bölge balçıkla<br />

dolacak ve kulanılamaz hale gelecektir.<br />

Bölgede kanalizasyon arıtma<br />

tesislerinin bulunmamasından ötürü<br />

durağan baraj gölü daha da kirlenip,<br />

bölgede insan ve doğayı tahrip edecek<br />

bir çok hastalıklara neden olacaktır.<br />

Barajlar projesinin hiçbir aşamasında,<br />

ormanlar, bitki örtüsü,<br />

yaban hayatı, su canlıları ve bölgenin<br />

arkeolojik bakımdan tarihsel<br />

niteliği konularında, herhangi bir<br />

çalışma yapılmamış ÇED raporu<br />

hazırlanmamıştır.<br />

Barajlar doğal olmayan büyük su<br />

kütleleri topladığı için yapıldıkları<br />

alanlarda ekolojik dengeyi altüst ediyorlar.<br />

Yağış düzeni değişiyor. İklim<br />

değişiyor. Yeşil bitki örtüsü, ormanlar<br />

yok oluyor.<br />

Barajlar küresel ısınmaya da yol<br />

açıyor. Bu ısınmaya yol açan sera<br />

gazlarının %28’i baraj göllerinden<br />

kaynaklanıyor. Su altında kalan bitkiler,<br />

ağaçlar ve toprak, barajın ömrü<br />

boyunca atmosfere karbondioksit ve<br />

metan salıyor.<br />

Barajların ömürleri tamamlandığında<br />

geriye sadece bataklık kalıyor.<br />

Barajların çevreye verdiği zararlardan<br />

ötürü, elektrik üretimi için<br />

kullanılmamalıdır. Diğer yenilenebilir<br />

–güneş, rüzgar, bio, hidrojen vb.-<br />

enerji kaynakları enerji üretimi için<br />

kullanılmalıdır.<br />

Devletin asıl amacı Munzur Vadisi<br />

ve çevresinde elektrik üretmek değildir.<br />

Munzur Vadisinde barajlarla elde<br />

edilecek enerjinin 1999 yılında akarsulardan<br />

elde edilen toplam enerjinin<br />

%09,7’si kadar olacağı bilindiğinde,<br />

asıl amacın elektrik olmadığı açığa<br />

çıkmaktadır.<br />

Asıl amaç Dersim coğrafyasını<br />

yok etmektir. İnsansızlaştırmaktır.<br />

Katliamlarla, yangınlarla, operasyonlarla,<br />

vb. yok edilemeyen bölge, barajlarla<br />

yok edilmek istenmektedir!<br />

Bir doğa harikası olan Munzur<br />

Vadisi’nin yok edilmek istenmesine<br />

karşı mücadele etmeliyiz. Bu mücadele<br />

sadece Dersimlilerin görevi<br />

değildir. Her yerde yok edilmek istenen<br />

doğaya karşı mücadele, işçilerin,<br />

emekçilerin görevi olmalıdır.<br />

Dersim’de, Hasankeyf’de, Çoruh<br />

Vadisi’nde, Fırtına Vadisi’nde,<br />

Allianoi’de … her yerde, kar uğruna<br />

yok edilmek istenen geleceğimizdir.<br />

Geleceğimize sahip çıkalım!<br />

20 Aralık 2007 ✓<br />

15


16<br />

gündem<br />

Polis vazifesinin başında,<br />

salahiyetinin bilincinde!<br />

Asıl olan kutsallaştırılan devleti korumak değil, bu topraklarda<br />

yaşayan halkların hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesidir.<br />

İzmir’de, Ankara’da ardı ardına<br />

bombalar patlıyor, canlı<br />

bomba alarmları veriliyor, bizzat<br />

Genelkurmay Başkanı büyük şehirlerin<br />

tehdit altında olduğunu söylüyordu.<br />

Terörle mücadelede alınan önlemler<br />

yetersiz, güvenlik güçlerinin<br />

eli zayıftı. Polis yakalıyor, mahkemeler<br />

serbest bırakıyordu. Böyle bir<br />

ortamda polis terörle nasıl mücadele<br />

edecekti. Genel seçimlere az kalmıştı<br />

ve halk infial içindeydi. İşte böyle bir<br />

ortamda, Ulus’ta yaşanan patlamanın<br />

üzerinden bir kaç gün geçtikten<br />

sonra, 2 Haziran 2007’de Polis<br />

Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda<br />

Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun<br />

TBMM Genel Kurulu’nda kabul<br />

edildi ve 14 Haziran’da ise yasalaşıverdi.<br />

İnsan hakları örgütlerinin ve<br />

baroların zaten kötü muamele iddiaları<br />

ile sık sık gündeme gelen, daha<br />

bir ay önce 1 Mayıs gösterilerindeki<br />

tutumundan dolayı yoğun <strong>olarak</strong><br />

eleştirilen bir kurumun güç kullanmaya<br />

ilişkin yetkilerinin artırılmasından<br />

sonra yeni sorunlar yaşanacağına<br />

dair eleştirileri ise göz ardı<br />

edildi.<br />

DİKKAT! Artık ehliyet ya da pasaport<br />

alırken parmak iziniz alınabilir,<br />

sokak ortasında sebepsiz durdurulup<br />

kimliğiniz sorulabilir hatta gözaltına<br />

alınabilir veya duymadığınız bir dur<br />

ihtarına uymadığınız gerekçesiyle<br />

“kaçarken” vurulabilirsiniz.<br />

Yasa değişikliği sırasında sesini çıkarmayan,<br />

hatta dolaylı <strong>olarak</strong> destek<br />

veren CHP ise şimdi bir rapor hazırladı.<br />

Bu raporda son iki yıl içerisinde<br />

polisin silah kullanması sonucu ölenlerin<br />

sayısının 34 olduğu, ölenlerden<br />

8’inin polis takibinde, 16’sının polis<br />

cinneti ya da polisle çıkan tartışmada,<br />

3’ünün polisin yaptığı suçüstünde,<br />

2’sinin suçlu takip eden polisin<br />

kurşununun hedef şaşırmasında,<br />

2’sinin maganda polisin kurşununda,<br />

3’ünün de gözaltında hayatını kaybettiği<br />

kaydediliyor. Tabi bu rakam<br />

10 Aralık’ta, yani tüm dünyanın insan<br />

haklarını andığı bir günde evinde<br />

“ölü ele geçirilen” Kevser Mızrak’ı<br />

kapsamıyor.<br />

Yasa değişikliği yapıldıktan sonra;<br />

4 Haziran günü Çanakkale’de<br />

hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan<br />

Hakkı Çancı’nın Çanakkale Emniyet<br />

Müdürlüğü’nde kendini astığı iddia<br />

edildi.<br />

6 Haziran günü İzmir Alsancak<br />

Polis Karakolu’nda hırsızlık iddiasıyla<br />

gözaltında tutulan E.T.’nin kendini<br />

astığı açıklandı,<br />

17 Haziran günü hırsızlık iddiasıyla<br />

gözaltına alınan 24 yaşındaki<br />

Mustafa Kükçe, üç karakol gezdirildikten,<br />

savcılığa gösterildikten ve<br />

işkence iddiası soruşturulmadıktan<br />

sonra Ümraniye E Tipi Cezaevi’nde<br />

öldü,<br />

20 Ağustos’ta Nijeryalı Festus<br />

(Fa stos) Okey, Ta k si m Pol is<br />

Merkezi’nde polis tarafından vurularak<br />

öldürüldü,<br />

18 Eylül günü Polonyalı Dariusz<br />

Witek, Yabanclar Şubesi misafirhanesinde<br />

intihar etti,<br />

21 Kasm günü Avcılar’da Feyzullah<br />

Ete bir polisin göğsüne attığı tekme<br />

sonucu öldü,<br />

24 Kasm günü İzmir’de polisin dur<br />

ihtarına uymadı, barikatta durmadı<br />

diyerek ateş açtığı arabayı kullanan<br />

20 yaşındaki Baran Tursun, kafatasına<br />

giren mermi nedeniyle komaya<br />

girdi ve birkaç gün sonra hayatını<br />

kaybetti, (Bianet-27.1.2007)<br />

10 Aralık günü Ankara’da DHKP/C<br />

militanı olduğu ileri sürülen Kevser<br />

Mızrak, ev baskını sonucunda “ölü<br />

<strong>olarak</strong> ele geçirildi”.<br />

Bunların yan sıra; 5 Haziran:<br />

Transseksüel Esmeray, Beyoğlu<br />

Emniyet Müdürlüğü önünde bekleyen<br />

iki polisçe geçmek yasak denilerek<br />

dövüldü. 8 Haziran: Taksim Polis<br />

Merkezi’nde dövülen Sezai Yakar’ın<br />

burnu ve eli kırıldı. 26 Temmuz:<br />

Gazeteci Serkan Tekpetek, zorla sokulduğu<br />

polis aracında dövüldü ve<br />

araçtan atıldı. 29 Temmuz: Avukat<br />

Muammer Öz, Moda’da kimlik soran<br />

polisle tartışınca dövüldü; burnu kırıldı.<br />

2 Ağustos: Mardin Kızıltepe’de<br />

evine gitmek için otostop yapan Eyyüp<br />

Doğan, işaret ettiği, polis aracı olduğunu<br />

bilmediği minibüsten çıkan polislerce<br />

dövüldü. 10 Ağustos: Taksim<br />

Polis Merkezinde dövülüp yola atılan<br />

Mehmet Nezir Çirik’in dalağı alındı.<br />

9 Eylül: İzmir’de hukukçu Mustafa<br />

Rollas, gözaltındaki iki müvekkiline<br />

hukuki yardım götürmek isterken<br />

Fuar Asayiş Ekipler Amirliği önünde<br />

polislerin saldırısına ve fiziksel şiddetine<br />

uğradı. 24 Eylül: Şişli’de bir<br />

kuyumcuda hırsızlık şüphelisi genç<br />

bir kadın önce kelepçeleyip sonra fiziksel<br />

şiddet uygulaması mağazanın<br />

güvenlik kameralarınca kaydedildi.<br />

7 Ekim: 19 yaşındaki Ferhat Gerçek,<br />

Yenibosna’da Yürüyüş dergisi satarken<br />

çıkan arbede sonrası polis kurşunuyla<br />

vurularak felç oldu. 14 Ekim:<br />

Sertan Çelik, Taksim’de müziğin<br />

sesini kısmadı diye trafik polisince<br />

darp edildi ve tutukland. 24 Kasm:<br />

Posta Gazetesi Yaz İşleri Müdürü<br />

Mehmet Coşkundeniz, kız arkadaşı<br />

Derya Özel’in kullandığı araçla bir<br />

eğlenceden dönüşte kendilerini durduran<br />

trafik polisi tarafından yere<br />

yatırılıp kelepçelendi ve dövüldü.<br />

(Bianet-27.1.2007) 7 Aralık: İzmir’de<br />

trafik ekiplerinin “dur” ihtarına di-<br />

renen M.G. (36) otomobilinden <strong>indir</strong>ildikten<br />

sonra çevrede bulunanlarca<br />

dövüldü ve aynı otomobilin içinde<br />

bulunan ve inmek istemeyen “Melisa”<br />

takma adını kullanan travesti olduğu<br />

ileri sürülen E.Y. (29) polis memuru<br />

H.Y.’nin açtığı ateş sonucu omzundan<br />

yaralandı.(Milliyet-8.12. 2007)<br />

14 Aralık: Av. Haluk Kutlu Ankara<br />

Çankaya Merkez Karakolu’nda elleri<br />

arkadan kelepçelendi ve sonrasında<br />

dövüldü, hakarete uğradı<br />

(Evrensel-16.12.2007). 16 Aralık:<br />

Çorum’da Bektaş T. ve Öncü T. adlı<br />

iki kişi ailelerinin önünde polis tarafından<br />

dövülerek hastanelik edildi.<br />

(Cumhuriyet–18.12.2007) şeklindeki<br />

iddialar sadece basına yansıyan<br />

olaylar.<br />

Yaşanan her olayın ardından ise<br />

yetkili ve etkili kişiler olayın faili<br />

polisler için bir mazeret buluyor ve<br />

mümkün olduğu kadar onları koruyor.<br />

Örneğin Festus Okey’in ölümünde<br />

kameralar çalışmıyor, giysileri<br />

kayıp, yine Ferhat Gerçek’in giysileri<br />

kayıp, Feyzullah Ete kalp krizinden<br />

öldü, falanca polisi yaraladı<br />

vs. Yargıya taşınan az sayıda olay ise<br />

sürüncemede kalıyor, uzadıkça uzuyor<br />

genellikle takipsizlikle sonuçlanıyor.<br />

Hatta mağdur durumunda<br />

olanlar memura mukavemetten ceza<br />

bile alıyor.<br />

Asıl olan kutsallaştırılan devleti<br />

korumak değil, bu topraklarda yaşayan<br />

halkların hak ve özgürlüklerinin<br />

geliştirilmesidir. Burjuva devletin<br />

suç <strong>olarak</strong> nitelediği fiilleri önlemek<br />

ve devletinin devamlılığını sağlamak<br />

için aldığı polisiye tedbirler, daha<br />

fazla cezaevi kurmak veya daha fazla<br />

insan kaçarken vurmak, suçu önlemek<br />

adına bir başarı mıdır? Yaşama<br />

hakkı, işkence yasağı gibi en temel<br />

insan haklarının bu kadar kolayca<br />

çiğnenebildiği bu topraklarda unutulmamalıdır<br />

ki, her an, herkes yaratılan<br />

bu korku atmosferi içerisinde<br />

gerçekleşen uygulamaların mağdurumaktulü<br />

olabilir.<br />

Öyleyse anti-demokratik yasalara<br />

karşı mücadeleye!<br />

Bir YDİ Çağrı okuru ✓


Mersin’de “Ek Ders” isyanı<br />

yankısını buldu<br />

gündem<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın<br />

eğitim emekçileri aleyhine<br />

olan uygulamaları, hızını<br />

kesmeden devam ediyor. Bunun son<br />

örneği, yapılan yeni ‘düzenleme’yle<br />

kurban bayramında ek ders ücretlerinin<br />

kesilmesi.<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesine<br />

göre ulusal bayramlar işgününe<br />

denk geldiği zaman öğretmenler<br />

ders görevi yapmış sayılacak ve ek<br />

ders ücretleri ödenecektir. Ancak nedense(!)<br />

dini bayramların hafta içine<br />

denk gelmesi durumunda ise, öğretmenler<br />

bu günlerde ders yapmış sayılmayacak<br />

ve derse girmemelerinin<br />

sorumlusu kendileriymiş gibi, hak<br />

ettikleri ek ders ücretlerinden mahrum<br />

bırakılacaklardır. Daha başka<br />

bir ifadeyle, bu haftanın son iki gününün<br />

bayrama rastlamasından dolayı<br />

ilk üç gün verilen eğitim hizmeti<br />

yok sayılacak ve ek ders ücreti bütün<br />

hafta için ödenmeyecektir. Bu haksız<br />

uygulama nedeniyle; her öğretmenin<br />

60 ila 90 ytl arasında kaybı olacaktır.<br />

Ay sonunu getirmekte zorlanan eğitim<br />

emekçileri içinse, bu kesintinin<br />

önemi ortadadır.<br />

Üstelik şu sorulara da cevap vermekte<br />

zorlanan eğitim emekçilerinin<br />

Eğitim Sen cephesi, bu uygulamaya<br />

bir eylemle cevap vermeyi kararlaştırmış<br />

ve bu kararlarını hakkıyla, ye-<br />

rine getirmişlerdir. İşte uygulamanın<br />

açıkları ve cevap bekleyen sorular:<br />

Ulusal bayramlarda bu tür bir uygulama<br />

yapılmazken, dini bayramlarda<br />

neden yapılıyor? Vay be, yoksa AKP<br />

dini hassasiyetlerini yitirdi mi?! Bir<br />

çok iş kolunda göstermelik de olsa<br />

bayram yardımı, ek ücretler v.s. verilirken<br />

öğretmenlere bu ‘göz boyama’<br />

dahi neden çok görülüyor? Yoksa öğretmenlerin<br />

göz boyatmaya ihtiyaçlarının<br />

olmadığı mı düşünülüyor?! Bir<br />

taraftan eğitime bütçeden en büyük<br />

payı ayırdıklarını iddia ederlerken,<br />

bir taraftan da eğitimcilerin ‘üç kuruşlarına’<br />

göz dikmelerini, acaba nasıl<br />

açıklayacaklar? Yoksa öğretmenlerin<br />

bu ‘üç kuruşluk hesabı’ çözemeyeceklerini<br />

mi düşündüler?!<br />

Eğitim Sen Genel Merkezi sorunun<br />

çözümü için bakanlık düzeyinde görüşmeler<br />

yapmış. Fakat hiç bir olumlu<br />

yanıt alamamış. Bunun üzerine haklı<br />

<strong>olarak</strong>, tüm yurt genelinde 18 Aralık<br />

Salı günü, sevk alıp iş bırakma kararı<br />

almışlardır.<br />

Mersin’de yukardaki amaç doğrultusunda,<br />

Eğitim Sen önünde, saat 11<br />

civarında toplanan yaklaşık 250 kişilik<br />

grup, alkışlar ve sloganlar eşliğinde,<br />

Taş Bina önüne gelerek basın açıklamasında<br />

bulundu. “Güvenceli İş,<br />

Güvenceli Çalışma Hakkı İstiyoruz.<br />

(Güvencesiz Çalışanlar Komisyonu)”,<br />

“Bakan Çelik, Elini Cebimizden Çek”,<br />

“Ek Ders Ücretlerine Dokunma” ve<br />

“Sosyal Hakların Tasfiyesine Hayır!”,<br />

”Gerici, Irkçı Kadrolaşmaya Hayır!”<br />

bez afişleri altında ve ‘Parasız Eğitim,<br />

Parasız Sağlık’, ‘IMF Değil, Üretenler<br />

Yönetecek’, ‘Kurtuluş Yok Tek Başına,<br />

Ya Hep Beraber, Ya Hiç Birimiz.’ ve<br />

‘Savaşa Değil, Eğitime Bütçe’ sloganları<br />

eşliğinde yürüyen kitlenin<br />

coşkusu, dikkat çekiciydi. Görülen<br />

o ki; hemen çoğu yerde olduğu gibi<br />

Mersin’de de emek güçleri, ülkenin<br />

içinde bulunduğu gerici-ırkçı pozisyona<br />

ve hak kayıplarına karşı bir kızgınlık<br />

içindeler.<br />

Bu eylemde dikkatimizi çeken bir<br />

olgu da şu oldu; bu ‘lanetli’ dönemde<br />

bile, eylem içindekiler coşkulu olduğunda<br />

ve gündeme uygun sloganlar<br />

attıklarında, eylemi izleyenler de bu<br />

coşkuya ayak uydurup, eyleme alkışları<br />

ve sloganlarıyla katılıyorlar.<br />

Grup adına konuşan Eğitim Sen<br />

Şube Başkanı Ünsal YILDIZ, ek ders<br />

kesintisinden, çalışanların sorunlarından,<br />

eğitimin gericileştirilmesinden,<br />

güvencesiz çalıştırılan öğretmenlerden<br />

vs. bahsettikten sonra,<br />

aslında bu uygulamaların mevcut<br />

hükümetin zihniyetine uygun olduğunu<br />

ve bu anlamda da kendileri açısından<br />

anlaşılır olduklarını belirtti.<br />

Yıldız, “AKP hükümetinin eğitim<br />

emekçilerinin kazanılmış haklarına<br />

yönelik tüm uygulamalarına karşı örgütlenmekten,<br />

birlikte, omuz omuza<br />

mücadele etmekten başka çıkar yol<br />

yoktur. Eğer bizler, yaşanan haksız<br />

uygulamalara bugünden demokratik<br />

tepkilerimizi göstermezsek, yarın<br />

daha kapsamlı hak kayıpları yaşanmasının<br />

kaçınılmaz olacağı ortadadır...<br />

Bu ve buna benzer girişimlere<br />

karşı demokratik tepkilerimizi göstermeye<br />

devam edeceğiz.” sözleriyle,<br />

konuşmasını sonlandırdı.<br />

‘Parasız Eğitim, Parasız Sağlık’<br />

Devrimle Gelecek!!<br />

Yaşasın; Demokratik, Bilimsel, Ana<br />

Dilde Eğitim Mücadelemiz!!!<br />

18.12.2007<br />

Ydi Çağrı okuru/Mersin ✓<br />

Eğitim-Sen üyeleri iş bıraktı<br />

Eğitim emekçileri ek ders ücretleri<br />

için alanlardaydı<br />

Eğitim-Sen İzmir şubeleri, diğer<br />

illerde olduğu gibi, Milli<br />

Eğitim Bakanlığı’nın ayda dört<br />

defadan fazla sevk alınması halinde,<br />

sevk alınan günlerin ek ders ücretleri<br />

yerine tam gün ücretlerin kesilmesi<br />

uygulamasının yanı sıra, dini bayramlarda<br />

hafta içi tatil olan günlerin<br />

ücretleri tam gün kesileceğine ilişkin<br />

uygulamasını protesto etmek için iş<br />

bırakarak alanlara çıktılar.<br />

Konak YKM önünde toplanan<br />

Eğitim-Sen üyeleri, buradan İzmir<br />

Büyükşehir Belediyesi önüne kadar<br />

yürüyerek burada bir basın açıklaması<br />

yaptılar. Basın açıklamasını<br />

okuyan Eğitim-Sen İzmir 1 No’lu<br />

Şube Başkanı Mahir Ulus; “ayda dört<br />

defadan fazla sevk alınması halinde<br />

bunun ders ücretlerinden düşülmesi<br />

ve tatillerde tüm gün ücretlerinin<br />

kesilmesi, öğretmenlerin zaten yetersiz<br />

olan ücretlerinde ciddi kayba<br />

yol açacaktır” dedi. Eğitim emekçilerinin<br />

oldukça kitlesel bir katılım<br />

gerçekleştirdiği basın açıklaması ve<br />

yürüyüş sırasında sık sık “parasız<br />

sağlık, parasız eğitim”, “savaşa değil<br />

eğitime bütçe”, “susma haykır, ek<br />

ders haktır”, “ek ders hakkımız söke<br />

söke alırız”, “gün gelecek, devran dönecek,<br />

AKP halka hesap verecek” ve<br />

“yaşasın iş, ekmek, özgürlük mücadelemiz”<br />

sloganları atıldı.<br />

18 Aralık 2007<br />

YDİ Çağrı/İzmir ✓<br />

Eğitim Sen’in çağrısıyla, Eğitim<br />

Sen Adana Şubesi önünde toplanan<br />

yüzlerce eğitim emekçisi<br />

ek ders ücretlerinin kesilmesini, sevk<br />

alıp okullara gitmeyerek protesto etti.<br />

‘Ek derslerimiz Kurban Bayramı’na<br />

kurban edilemez’, ‘Ek ders hakkımız<br />

gasp edilemez.’ ‘Bakan Çelik elini cebimizden<br />

çek.’ sloganlarıyla AKP il<br />

binasına yürüyerek, önüne siyah çelenk<br />

bıraktılar.<br />

Burada açıklama yapan Eğitim Sen<br />

Adana Şube Başkanı Güven Boğa,<br />

milli bayramlarda ders görevi yapılmış<br />

sayılmasına rağmen, dini bayramlarda<br />

ders görevi yapılmamış<br />

sayılarak ders ücretinin kesildiğini,<br />

örneğin önümüzdeki kurban bayramı<br />

tatilinin iki gününün hafta içine gelmesi<br />

nedeniyle o günlere ilişkin sadece<br />

ek ders ücretleri kesilmesi gerekirken,<br />

tüm günün ücretleri kesileceğini ve o<br />

hafta öğretmenler hiç ek ders ücreti<br />

alamayacaklarını, bu durumda her<br />

öğretmenin 60 ila 90 YTL arasında<br />

kaybı olacağını ifade etti. Hak kayıplarının<br />

bununla da bitmediğini kaydeden<br />

Boğa, ayda dört defadan fazla<br />

sevk alınması halinde sevk alınan<br />

günlerin ek ders ücretleri yerine tam<br />

gün ücretlerin kesildiğini söyledi.<br />

Eğitim Sen <strong>olarak</strong>, bakanlık düzeyinde<br />

yapılan görüşmelerle sorunun<br />

çözülmesini, yaşanacak hak kayıplarının<br />

giderilmesini istemiş bulunduklarını,<br />

ancak şu ana kadar sorunun<br />

çözümü noktasında herhangi<br />

bir gelişme yaşanmadığını, böylelikle<br />

eylem kararı aldıklarını ifade eden<br />

Boğa, bugüne kadar olduğu gibi, bundan<br />

sonra da eğitim emekçilerinin<br />

kazanılmış haklarına karşı yürütülen<br />

her türlü saldırı girişiminin karşısında<br />

olmaya ve demokratik tepkilerini<br />

göstermeye devam edeceklerini<br />

bildirdi.<br />

Basın açıklaması sloganlarla olaysız<br />

son buldu.<br />

19.12.2007 / Ydi Çağrı/Adana ✓<br />

17


yeni dünya gençliği<br />

18<br />

YÖK tam gaz sürüyor…<br />

AKP’nin devlet organlarını ele<br />

geçirip buralarda kadrolaşma<br />

temelindeki çabaları devam<br />

ediyor. 8 Aralık 2007 günü Yüksek<br />

Öğretim Kurulu’nda (YÖK) başkanlık<br />

görevini dolduran darbecilerin yerine<br />

merakla beklenen ve çok tartışılan<br />

atama gerçekleşti. Cumhurbaşkanı<br />

Abdullah Gül, Erdoğan Teziç’in ardından<br />

YÖK’ün başkanlığına AKP’ye<br />

yakınlığıyla ve İslam alanındaki<br />

makaleleri-araştırmalarıyla bilinen<br />

ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim<br />

üyesi Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı<br />

atadı. Akademik çevreler ile birlikte<br />

burjuva medya da atanma haberini<br />

sürpriz isim <strong>olarak</strong> değerlendirdi<br />

ve kimi gazeteler yeni atanan YÖK<br />

başkanı için; ‘serbest olursa türban<br />

azalır diyen başkan atandı’, kimisi<br />

‘şoförlükten başkanlığa’, kimisi ‘özgürlükçü<br />

ve demokrat kişiliğiyle tanınan<br />

başkan görevde’ ve kimisi de<br />

‘YÖK’ün başına lokum gibi hoca’<br />

şeklinde başlıklar kullandılar.<br />

Peki, kimdir yeni YÖK başkanı,<br />

daha önce neler yapmıştır biraz buna<br />

bakalım.<br />

ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde öğretim<br />

üyesi olan Özcan, TÜBİTAK<br />

Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırma<br />

Grubu Yürütme Komitesi Sekreteri,<br />

İsla m i A r a ş t ı r ma la r Derg i si<br />

Danışma Kurulu üyeliği de yapıyor.<br />

Uluslararası Hukuk ve Politika<br />

Dergisi Yazı Kurulu Üyesi ve aynı<br />

zamanda Uluslararası Stratejik<br />

Araştırma lar Kurumu’nun da<br />

(USAK), Bilim ve Uzmanlar Kurulu<br />

Başkanlığı’nı yürütüyor. Bu kurum<br />

uluslararası ilişkiler, etnik araştırmalar,<br />

terörizm ve güvenlik alanlarında<br />

faaliyet gösteriyor. Kurumun uzmanlık<br />

alanları, uluslararası güvenlik,<br />

dış ilişkiler, Ortadoğu, Kafkasya,<br />

Orta Asya, Balkanlar, AB, terörizm<br />

ve uluslararası hukuk <strong>olarak</strong> sıralanıyor.<br />

Özcan’ın kurucusu olduğu<br />

POLLMARK Piyasa ve Kamuoyu<br />

Araştırma Şirketi, Cumhurbaşkanlığı<br />

seçimi öncesinde yaptığı “Köşk’e kim<br />

çıkacak?” araştırmasında, Abdullah<br />

Gül’ün seçileceğini bilmesiyle dikkat<br />

çekmişti. POLLMARK, AKP’nin anlaşmış<br />

olduğu araştırma şirketlerinden<br />

birisi.<br />

Özcan’ın şu ana kadar birçok konuda<br />

makalesi var. Bunlardan bazı-<br />

ları: İslami araştırma<br />

dergisinde yayınlanan<br />

“İslam Ekonomik<br />

Gelişmeye Engel midir?<br />

Karşıt Delil ve<br />

B a z ı M e t o d o l o j i k<br />

D ü ş ü n c e l e r ” ,<br />

“Ülkemizdeki Cami<br />

Sayıları Üzerine Sayısal<br />

Bir İnceleme”, İngilizce<br />

dilinde eğitim veren ve<br />

İslam üniversitesi olan<br />

Malezya Uluslararası<br />

İslam Üniversitesinde<br />

misafir öğretim üyesi olduğu zaman<br />

Özcan, “Geleneksel İslam toplumu:<br />

Kelantan” ile ilgili bir çalışma yürütmüştür,<br />

“Siyasi Parti Tercihleri<br />

Belirleyen Etmenler: İstanbul Örneği”<br />

makaleleri arasında yer almaktadır.<br />

Özcan Türkiye’de polis konusuyla<br />

da ilgilenmiş bunun üzerine<br />

yazılar yazmış ve konferanslar vermiştir.<br />

Bu konuda yazdığı makaleler:<br />

“Ne Öğretmeli, Nasıl Eğitmeli:<br />

Türk Polis Akademisinde Müfredat<br />

Sorunu”, “Emniyet Genel Müdürlüğü<br />

Küçükleri Koruma Şubesinin<br />

Statü ve İmajının Değiştirilmesi”,<br />

“Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi”.<br />

Hatta Özcan terör uzmanı <strong>olarak</strong> da<br />

nitelendiriliyor. Kendisinin de üyesi<br />

olduğu USAK’ın hazırladığı raporda<br />

Kuzey Irak için operasyon öncesi diplomatik<br />

yolların denenmesi gerektiğinin<br />

altını çizerken, operasyon olacaksa<br />

bile bunun seçimden sonraya<br />

bırakılması gerektiği söyleniyordu.<br />

Özcan 61 anayasasından sonra gelişen<br />

işçi sınıfı hareketlenmesini terör<br />

olayları <strong>olarak</strong> değerlendirmekte ve<br />

‘terör’ olaylarının 61’den sonra başladığını<br />

öne sürmektedir. Emniyet istihbaratla<br />

işbirliği içerisinde faaliyet<br />

yürütmekle birlikte devrimci öğrenci<br />

hareketinde bir simge haline gelen<br />

Ortadoğu Teknik Üniversitesine terörle<br />

mücadelenin ve polisin taşınmasında<br />

en etkili olan isimlerin başında<br />

gelmiştir.<br />

Kuşkusuz yeni YÖK başkanının<br />

atanmasıyla beraber en çok merak<br />

edilen konulardan biri üniversitelerde<br />

türban konusu. Aslında<br />

AKP’nin ta başından beri kendi lehine<br />

oy kullanılması için verdiği sözün<br />

devamıdır ve bu sefer YÖK başkanıyla<br />

beraber gündeme gelmektedir<br />

türban. Özcan’ın göreve gelir<br />

gelmez tüm yasakların kalkacağını,<br />

aslında sorunun yasaklardan oluştuğunu<br />

ve özerk bilimsel üniversiteler<br />

temelinde çalışma yapılacağını söyleyerek<br />

tüm dikkat ve tepkileri üzerine<br />

çekti. Bu sözüyle Özcan ilk bakışta<br />

işte aradığımız kişi, kurtarıcı <strong>olarak</strong><br />

görünebilir. Peki gerçektende öyle<br />

mi? Özcan’ın tüm yasaklar kalkacak<br />

dediği yasaklar hangileri veya Özcan<br />

özerk, bilimsel üniversitelerden ne<br />

anlıyor. Bunu cevaplandırmadan<br />

önce biraz geriye gidelim. Yusuf Ziya<br />

Özcan bugüne kadar gelen anayasalar<br />

içinde en ılımlı olan ve işçiye, emekçiye<br />

belli başlı haklar veren 61 anayasasını<br />

terörün artmasına etken <strong>olarak</strong><br />

görmüştür ve işçi sınıfının hareketini<br />

terör <strong>olarak</strong> nitelendirmiştir.<br />

Yusuf Ziya Özcan’ın yasaklar kalkacak<br />

sözünden kastı türban yasağının<br />

kalkması yönündedir. Özgür bir<br />

ortamdan kastı ise egemen sınıfın<br />

üniversiteler üzerindeki emellerini<br />

daha özgür bir ortamda gerçekleştirmelerinin<br />

önünü açmaktan başka bir<br />

şey değildir.<br />

Yu s u f Z i y a Ö z c a n A K P<br />

Hükümetinin kuklası konumundadır.<br />

TBMM Başkanı Köksal Toptan’la<br />

olan basına kapalı görüşmesi sırasında<br />

TBMM TV kamerasına “yanlışlıkla”<br />

yansıyan şu diyalog bunu<br />

açıkça gösteriyor:<br />

Toptan: YÖK’le ilgili söyleyeceğiniz<br />

varsa...<br />

Özcan: Hayır, yok Hocam. Mümkün<br />

olduğu kadar bu işten kaçınıyorum.<br />

Toptan: Arada sırada bu konularla<br />

ilgili katılım için cevap da vermek<br />

lazım.<br />

Üniversitelerde devrimci ve<br />

demokrat öğrencilere yönelik<br />

saldırılar devam ediyor.<br />

27 Aralık Çarşamba günü İstanbul<br />

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde<br />

“üniversiteye haçlı seferi” başlıklı<br />

bildiri dağıtan TKP’li öğrenciler ve<br />

ilerici, devrimci, yurtsever öğrenciler<br />

kendilerine Müslüman öğrenciler diyen<br />

bir grup tarafından sopalarla ve<br />

testerelerle saldırıya uğradı. Bu saldırı<br />

sonucunda 3 devrimci öğrenci<br />

ağır yaralandı ve 27 öğrenci de gözaltına<br />

alındı.<br />

Perşembe günü bu yaşanan olay<br />

üzerine bir araya gelen devrimci, demokrat<br />

öğrenciler saldırıyı kınamak<br />

için İstanbul Üniversitesi Beyazıt<br />

Kampüsü önünde basın açıklaması<br />

yaptılar.<br />

Polisin de saldırıların içinde olduğunu<br />

söyleyen öğrenciler yeni YÖK<br />

Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın koltuğuna<br />

gelir gelmez yasakları kaldıracağım<br />

açıklamalarıyla kendi gibi<br />

düşünenlere her türlü saldırıyı hak<br />

sayacağını ve devrimci, demokrat<br />

öğrencilerinse bu özgürlükten hiçbir<br />

kar sağlayamayacağını belirterek<br />

bunun kanıtını da yapılan bu gerici<br />

saldırının olduğunu açıkladılar. Bu<br />

saldırıların arkasında yatan sebebin<br />

ABD odaklı AKP ve onun diğer bir<br />

Özcan: Hem Sayın Cumhurbaşkanı<br />

tavsiye etti hem de Sayın Başbakan.<br />

‘Aman Hocam’ dedi, ‘Bir şey söylersin<br />

ipimizi çekerler.’<br />

Özcan burjuvazinin tam aradığı bir<br />

“bilim insanı”dır. İslam ve terör konusunda<br />

uzmanlaşmış bir kişi burjuvazi<br />

için çok şey demektir. S<strong>indir</strong>me<br />

ve uyutma politikası burjuvazinin<br />

biricik araçları. Geçmiş sayımızda<br />

bu denli saf bilim insanının neden<br />

böyle burjuvazi tarafından hediyelere<br />

boğulduğunu, ödüllendirildiğini<br />

ve önemli mevzilere getirildiğinden<br />

söz etmiştik.<br />

Asıl sorun YÖK’ün başına kimin<br />

atandığı veya kimin atanmadığı değil,<br />

asıl sorun sitemin ve onun bir<br />

kurumu olan YÖK’ün kendisidir.<br />

Kapitalizm sürdükçe burjuvazi YÖK<br />

ve benzeri kurumları koruyacaktır.<br />

Üniversiteleri özgürleştirmek, bilim<br />

üreten, toplumsal ihtiyaçları gözeten<br />

kurumlar haline getirmek için sistemi<br />

değiştirmek gerek.<br />

30.12.2007<br />

Yeni Dünya Gençliği / Adana ✓<br />

“Üniversitelerimizi gericilere bırakmayacağız”<br />

uzantısı olan yeni YÖK yönetiminin<br />

hızla yaygınlaşma politikalarında<br />

yattığını söyleyen öğrenciler üniversiteler<br />

üzerindeki piyasacı, otoriter,<br />

gerici baskılarında her geçen gün artığını<br />

söylediler.<br />

Bu açıklamaların yapıldığı gün<br />

gözaltına alınan öğrencilerin gözaltı<br />

sürelerinin uzatıldığını, bugün 3 arkadaşlarının<br />

daha göz altına alındığını<br />

söylediler.<br />

Açıklama sonunda üniversitelerdeki<br />

devrimci, ilerici, yurtsever öğrenciler<br />

<strong>olarak</strong> üniversitelerde her<br />

türlü gerici ideolojiye karşı mücadelelerine<br />

devam edeceğini ekleyen<br />

öğrenciler, hep bir ağızdan “gericiler<br />

dışarı üniversiteler bizimdir, üniversitelerimizi<br />

gericilere bırakmayacağız”<br />

sloganlarını attılar.<br />

Yeni Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> biz,<br />

devrimci öğrencilere yönelik bu saldırıları<br />

şiddetle kınıyor ve devrimci,<br />

demokrat öğrencilerin haklı mücadelesinde<br />

her zaman yanlarında olacağımızı<br />

söylüyoruz. Özerk ve bilimsel<br />

bir eğitim için bütün genç işçi ve<br />

öğrencileri bu devrimci mücadeleye<br />

çağırıyor, devrimci ve demokratik<br />

taleplerimizi direnerek almaya davet<br />

ediyoruz.<br />

27 Aralık 2007<br />

Yeni Dünya Gençliği / İstanbul ✓


Genç-Sen Genel Kurulu Gerçekleşti!<br />

Genç-Sen 15 Aralık’ta ODTÜ<br />

Kema l Ku rd a ş Kong re<br />

Salonu’nda yapılan Genel<br />

Kurul’la kuruluşunu ilan etti.<br />

Yaklaşık 600 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen<br />

kurul oldukça yoğun<br />

tartışmalar ve gerginlikler ile tamamlandı.<br />

Genel Kurul’un divanlığını<br />

Dev Maden İş Sendikası Genel<br />

Başkanı Tayfun Güngör ile birlikte<br />

toplam 3 kişi yürüttü. Genel Kurul’a<br />

“özgürlük ve demokrasi mücadelesinde<br />

aramızdan ayrılanlar” için<br />

saygı duruşunun ardından başlandı.<br />

Değişik tartışmaların yaşandığı ve<br />

yaklaşık 150 kişinin belli sebeplerden<br />

dolayı salonu terk etmesinin<br />

gündeme geldiği bir durumda biz<br />

de birkaç noktada tavır takınmak<br />

istiyoruz.<br />

Genel Kurul’da getirilen eleştirilerden<br />

biri; Genel Kurul’un iki gün yerine<br />

bir gün içerisinde yapılmasıdır.<br />

Maddi sorunların sebep <strong>olarak</strong> gösterilmesinden<br />

dolayı salon tek günlük<br />

tutulmuştur. İki gün yapılması<br />

düşünülen Genel Kurul’un tek güne<br />

düşürülmesi, aynı zamanda zaman<br />

darlığını da gündeme getirmiştir. Bu<br />

da birçok katılımcının konuşmalarının<br />

kısaltılmasına ve değişik konular<br />

üzerinde tartışmanın sürdürülmesini<br />

engellemiştir. Bu konuda DİSK’in<br />

maddi sorunları sebep <strong>olarak</strong> göstermesi<br />

kabul edilemez bir durumdur.<br />

Genç-Sen bütün öğrencilerin birlik,<br />

mücadele ve dayanışma örgütü <strong>olarak</strong><br />

düşünüldüyse, o halde bu işi örgütlemek<br />

için bir araya gelmiş bütün<br />

öğrencilerin kolektif bir biçimde, tartışmalarının<br />

sürdürüldüğü ve karara<br />

bağlandığı bir ortamda kuruluşunu<br />

gerçekleştirmesi gerekirdi.<br />

Getirilen eleştirilerden bir diğeri<br />

de; “anadilde eğitim” sorununun<br />

tüzük maddeleri içerisinde yer almaması<br />

idi. Tüzüğe dair ek maddelerin<br />

tartışıldığı bölümde bir öğrenci<br />

tüzükte, “anadilde eğitim” üzerine<br />

hiçbir söylemin bulunmadığını ve<br />

tüzük maddeleri içerisine alınması<br />

gerektiğini dile getirdi. Tüzüğe alınmamasını<br />

gerekçelendirmek üzere<br />

söz alan SGD’li bir arkadaşın yorumu<br />

ise şu; “anadilde eğitim talebinin<br />

tüzükte yer almasının gerekli<br />

olmadığını çünkü bunun tüzükte<br />

yer almadan da dikkate alınacağını”<br />

söylemesi aynı zamanda bu sorunun<br />

çözümü için ne kadar uğraş ver(mey)<br />

eceklerinin de bir göstergesiydi. Yine<br />

EHP’li bir arkadaşın söz alarak anadilde<br />

eğitimin tüzüğe alınmasına<br />

karşı olduğunun gerekçelendirmesini<br />

“Eğitim-Sen’in yaşamış olduğu<br />

dava süreci”ne bağlaması da bir hayli<br />

ilginç bir yorumdur. Katılımcıların<br />

büyük bir çoğunluğu “anadilde eğitim”<br />

talebinin tüzüğe eklenmesi<br />

noktasındaki düşüncelerini savunarak<br />

tüzüğe ekletmeyi başarmışlardır.<br />

Anadilde eğitim hakkı insan hakkıdır.<br />

Yapılması gereken sistemin bu<br />

ırkçı, ayrımcı yanını teşhir edecek<br />

tüm örgütlenmelerde bulunmak ve<br />

bunun için mücadele etmektir. Genç-<br />

Sen de bu örgütlenmelerden birisi<br />

olmalıdır. Tüm devrimci, ilerici öğrencilerin<br />

anadilde eğitim hakkını<br />

savunmaları gerekmektedir.<br />

Yine getirilen eleştirilerden bir<br />

başkası da; Merkez Yürütme Kurulu<br />

seçimlerinin anti-demokratik olduğudur.<br />

MYK’ya aday <strong>olarak</strong> tüzük<br />

önerisini getiren gençlik örgütlenmeleri<br />

ve DİSK temsilcisi Kıvanç<br />

Eliaçık’ın olduğu 13 kişiden oluşan<br />

bir liste sunuldu. Bu listeye alternatif<br />

<strong>olarak</strong> DPG ve TÜM-İGD’lilerden<br />

oluşan başka bir liste ortaya konuldu.<br />

Fakat gelinen yerde DPG’li aday Bora<br />

Korkmaz’ın kürsüden yapmış olduğu<br />

konuşma sırasında kaba saba sözlerle<br />

susturulmaya çalışılması üzerine<br />

DPG ve Ekim Gençliği’nden oluşan<br />

yaklaşık 150 kişi salonu terk etmiştir.<br />

Bora Korkmaz yapılan müdahaleler<br />

sonrasında kürsüden MYK’nın<br />

seçilmiş bir MYK olmadığını ve<br />

MYK’nın gayri meşru olduğunu dile<br />

getirdi. 13 kişilik MYK “EHP, SDP,<br />

Antikapitalist, TÖP, SGD ve DİSK<br />

Temsilcisi Kıvanç Eliaçık” tan oluşmuştur.<br />

Burada eleştirilerin merkezinde<br />

koltuk kapmacanın gençlik<br />

örgütlenmesinin önüne geçtiği duruyor.<br />

DPG’li adayın susturulmaya<br />

çalışılmasının, kaba sözlerle hakaret<br />

edilmesinin doğru olmadığını ve<br />

böyle bir durumun demokratik anlayışa<br />

ters düştüğünü belirtmek gerekir.<br />

Aynı zamanda koltuk kapmacanın<br />

olduğu eleştirisini getiren TÜM-<br />

İGD’nin Genel Kurul değerlendirme<br />

yazısında bir noktaya dikkat çekmek<br />

istiyoruz. Yazı bütünlük içerisinde<br />

değerlendirildiğinde getirilen bir dizi<br />

eleştirinin doğru olmasının yanı sıra<br />

aynı zamanda kendilerinin de (yazıdan<br />

çıkartılan durum böyle ) “koltuk<br />

kapma” yarışı içerisinde oldukları ve<br />

“kim daha çok oy aldı” hesabı yaptıkları<br />

görülmektedir. Yazıdan çıkartılan<br />

“tek doğru benim” anlayışıdır.<br />

Önerimiz yazılarını bir kez daha gözden<br />

geçirmeleridir. Yapmış oldukları<br />

değerlendirme yazısını okuyan her<br />

arkadaş bunu açıkça görecektir.<br />

Tabi bu yaşanan tartışmaların dışında<br />

bir de Genel Kurul’da moral<br />

olan ve devrimci dayanışmanın örneğini<br />

sergileyen bir durum yaşanmıştır.<br />

Kongre salonunun yapıldığı<br />

binanın giriş bloğunda duran sivil<br />

polisleri 200-300 kişilik bir grup toplanarak<br />

o yöne doğru hareket etmelerinin<br />

ardından dışarı çıkarmışlardır.<br />

Aynı zamanda orada bekleyen<br />

jandarmalar da aynı kararlı tutum<br />

karşısında dışarıya çıkartılmıştır.<br />

Bu dayanışma örneğinin toplumsal<br />

mücadelenin her alanında verilmesi<br />

gerekmektedir.<br />

Bugün öğrenci hareketinin en büyük<br />

sorunu bölünmüş dağınık bir<br />

yapıya sahip olmasıdır. Bu da bir dizi<br />

ortak talepler noktasında birlikte hareket<br />

etmeyi çoğu kez engellemektedir.<br />

Tabi ki değişik siyasi görüşler<br />

çerçevesinde bir araya gelmiş gençlik<br />

dernekleri ve örgütlülükleri olacaktır.<br />

Fakat bunların bir çatı altında<br />

birleşmeleri hedefimiz olmalıdır.<br />

Genç-Sen yaklaşık bir buçuk<br />

yıldır belli çalışmaları örgütlemiş<br />

Türkiye’nin ilk öğrenci gençlik<br />

sendikasını oluşturma hedefleri<br />

noktasında belli adımlar atmıştır.<br />

Genel Kurul’la da bunu resmen ilan<br />

etmiştir.<br />

Yeni Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> bu tip<br />

örgütlenmelerin içerisinde çalışmayı<br />

(geniş öğrenci yığınlarını birleştirme<br />

çabası içerisinde olan) doğru bulmak-<br />

yeni dünya gençliği<br />

tayız. Bizim için bundan da önemli<br />

olan esas <strong>olarak</strong> proleter gençlik içerisinde<br />

örgütlenecek olan Komünist<br />

Gençlik Örgütlenmesini yaratmak<br />

için çaba sarfetmektir.<br />

Tarih sahnesinde gençlik hep en<br />

ön saflarda bayrağı omuzlamaktadır.<br />

Bundan sonra da böyle olacaktır.<br />

Bu barbarlık düzeni ancak güçlü bir<br />

örgütlülükle alaşağı edilebilir. Haydi<br />

örgütlü mücadeleye…<br />

G e n ç l i k G e l e c e k , G e l e c e k<br />

Ellerimizde!<br />

Gençlik Saflara, Faşizmi Döktüğü<br />

Kanda Boğmaya!<br />

Yeni Dünya Gençliği<br />

30 Aralık 2007<br />

Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek<br />

için yürüyüş<br />

27<br />

Aralık 2007 tarihinde<br />

birçok sendika ve kitle<br />

örgütlerinin katılımıyla<br />

İstanbul Çalışma Müdürlüğü<br />

önünde eylem gerçekleştirildi.<br />

Aksaray Belediye İş önünde toplanan<br />

yaklaşık 1000 kişilik kitle<br />

yoğun polis kordonu arasında<br />

Unkapanı’nda bulunan Çalışma<br />

Müdürlüğü Binası önüne yürüdü.<br />

Yürüyüş içinde birçok sendika<br />

ve kitle kuruluşunun yer<br />

aldığı “Herkese Sağlık, Güvenli<br />

Gelecek Platformu” tarafından<br />

gerçekleştirildi. HSGGP bir süre<br />

önce İstanbul’da Sosyal Güvenlik<br />

Yasasının meclisten geçmesini önlemek<br />

için kurulmuştu.<br />

YDİ Çağrı <strong>olarak</strong> bizim de dövizlerimizle<br />

katıldığımız yürüyüş<br />

boyunca sıkça şu sloganlar atıldı:<br />

“Zafer Direnen Emekçinin Olacak!”,<br />

“Direne Direne Kazanacağız!”,<br />

“Kahrolsun IMF İşbirlikçi AKP!”,<br />

“Yaşasın Sınıf Dayanışması!”,<br />

“Faşizme Karşı Omuz Omuza!”,<br />

“Gün Gelecek, Devran Dönecek,<br />

AKP Halka Hesap Verecek!”,<br />

“Hükümet İstifa!”, “İşçilerin Birliği<br />

Sermayeyi Yenecek!”, “Kahrolsun<br />

Faşist Diktatörlük!”, “Yaşasın<br />

Halkların Kardeşliği!”, “Biji Bıratiya<br />

Gelan!”, “Savaşa Değil, Eğitime<br />

Bütçe!”, “Yaşasın İşçilerin Birliği<br />

Halkların Kardeşliği!”, “Mezarda<br />

Emekli Olmayacağız!” vb.<br />

Unkapanı önünde toplandıktan<br />

sonra ilk konuşmayı Türk Tabipler<br />

Birliği Başkanı Gencay Gürsoy<br />

yaptı. AKP’nin “zücaciye dükkanına<br />

girmiş bir fil” gibi sağlık ve<br />

sosyal güvenlik sistemini yıktığını<br />

söyleyen Gürsoy, sağlık alanının<br />

hızla ticarileştirildiğini anlattı.<br />

Sosyal Güvenlik alanında hükümetin<br />

söylemini de eleştiren Gürsoy,<br />

kayıtdışı çalışmanın bu kadar yaygın<br />

olduğu bir ülkede emekli sayısının<br />

çalışan sayısına oranının<br />

yüksek olduğuna dair iddialarda<br />

bulunan hükümetin bu gerçeği<br />

göz ardı ettiğini anlattı. Gencay<br />

Gürsoy bu yasanın meclise gelmesi<br />

halinde, parlamento kapısında buluşarak<br />

yasanın geçmesini engellemeye<br />

çalışacaklarını da ilan etti.<br />

Platform adına basın açıklamasını<br />

Hava-İş ikinci başkanı Eylem<br />

Ateş okudu. Açıklamasında, yasanın<br />

getireceği olumsuzlukları<br />

sıralayan Ateş, dünyanın her yerinde<br />

olduğu gibi Türkiye’de de<br />

bu tür yasaların halkın tepkisi ile<br />

püskürtülebileceğine işaret etti.<br />

Bütün bu düzenlemelerin yerli ve<br />

yabancı sermayenin istekleri doğrultusunda<br />

gerçekleştirildiğini<br />

vurgulayan Ateş, “Kabesi IMF,<br />

secdesi patron olanların sağlık ve<br />

sosyal güvenlik haklarımızı yok<br />

etme çabasıdır bu” dedi. AKP hükümetinin<br />

“Nasılsa Allahın sopası<br />

yok ama IMF’nin sopası var” diye<br />

düşündüğünü söyleyen Ateş, “Ama<br />

bizi hesaba katmıyorlar, çalışan da<br />

üreten de biziz, biz karşı çıkarsak<br />

yapamazlar” dedi.<br />

Açıklamalardan sonra eylem<br />

olaysız bitti.<br />

28 Aralık 2007 ✓<br />

19

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!