25.11.2014 Views

0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye

0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye

0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

ORTA DOĞU’DA<br />

DEĞİŞİM<br />

VE<br />

TÜRKİYE<br />

Editörler:<br />

Atilla SANDIKLI & Erdem KAYA<br />

İSTANBUL<br />

2014<br />

YAYINLARI


Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı)<br />

No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36-38<br />

Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye<br />

Tel: +90 212 217 65 91<br />

Faks: +90 212 217 65 93<br />

www.bilgesam.org<br />

bilgesam@bilgesam.org<br />

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No: 4/6<br />

A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye<br />

Tel : +90 312 425 32 90<br />

Faks: +90 312 425 32 90<br />

Copyright © TEMMUZ 2014<br />

Bu yayının tüm hakları saklıdır.<br />

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin<br />

izni olmadan elektronik <strong>ve</strong>ya mekanik yollarla çoğaltılamaz.<br />

ISBN: 978-605-9963-00-8<br />

Editörler: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA<br />

Kapak <strong>ve</strong> Dizgi: Sertaç DURMAZ<br />

Baskı: Gülmat Matbaacılık<br />

Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul<br />

0212 577 79 77


İÇİNDEKİLER<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

İlter TÜRKMEN ………………..............................….…...................................1<br />

İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Atilla SANDIKLI & Bilgehan EMEKLİER ....……………..…...…................39<br />

Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Özüm S. UZUN ....…......................................................................................….81<br />

Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Cenap ÇAKMAK, Mustafa YETİM & Fadime G. ÇOLAK ......…...................119<br />

Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

Barış DOSTER ....……………........................................................................167<br />

Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Atilla SANDIKLI & Ali SEMİN .....................................................................193<br />

Suriye Sorunu <strong>ve</strong> Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış<br />

Salih AKYÜREK & Cengiz YILMAZ...............................................................257<br />

Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Erdem KAYA & Bekir ÜNAL............................................................................277<br />

ABD’nin Irak’tan Çekilmesi <strong>ve</strong> Türkiye’ye Etkileri<br />

Cenap ÇAKMAK & Fadime G. ÇOLAK...........................................................299<br />

2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak<br />

Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN & Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK.............................321<br />

Kuzey Irak’ta Goran Hareketi <strong>ve</strong> KDP-KYB ile Denge Arayışları<br />

Ali SEMİN..........................................................................................................365


SUNUŞ<br />

Arap dünyasında 2011’de başlayan halk hareketleriyle birlikte Orta Doğu,<br />

Türkiye açısından oldukça riskli bir değişim sürecine girmiştir. Arap devletlerindeki<br />

ayaklanmalar bölgede demokratik sistemlere değil, istikrarsızlığın<br />

hâkim olduğu, etnik <strong>ve</strong> mezhepsel ayrışmanın belirginleştiği bir döneme yol<br />

açmıştır. Bu dönemde İran’ın nükleer programı kapsamındaki gelişmeler,<br />

ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık <strong>ve</strong> Suriye iç savaşı, Türkiye’nin güneydoğusu<br />

boyunca uzanan bir kriz coğrafyası meydana getirmiştir. Krizlerle birlikte<br />

bölgedeki kazanımlarını yitiren Türkiye’nin etki alanı daralırken; Irak’ta işgal<br />

sonrası dengeler <strong>ve</strong> Suriye’de Batılı ülkelerin kararsız tutumu nedeniyle İran<br />

bölgesel güç olarak öne çıkmıştır. Bölgedeki Şii unsurlar üzerindeki etkisini<br />

artıran İran, Türkiye’nin güneyinde Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir nüfuz<br />

hattına sahip olmuştur. 2. Körfez Savaşı <strong>ve</strong> Suriye krizi ayrıca Orta Doğu’da<br />

İran’la Batılı devletlerin <strong>ve</strong> İsrail’in menfaatlerinin örtüştüğü bir konjonktür<br />

hazırlamış, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Tahran’la diplomatik<br />

ilişkilerin yeniden tesisine sıcak baktığı bir süreç başlamıştır.<br />

ABD işgaliyle Baas rejiminin sona erdiği Irak’ta etnik <strong>ve</strong> mezhepsel unsurlara<br />

dayalı kurulan siyasi sistem, Bağdat’ta Şii çoğunlukçu bir yönetime yol açarken<br />

kuzeyde Kürtlerin özerkliğine anayasal gü<strong>ve</strong>nce sağlamıştır. Türkmenler<br />

ise güçlü bir siyasi teşkilatlanma geliştirememiş, Irak’ın yeniden yapılanma<br />

sürecinde etkinlik gösterememiştir. İşgal döneminde PKK terör örgütü, Kuzey<br />

Irak <strong>ve</strong> Kandil bölgesinde hareket serbestisi kazanmış, Türkiye’deki eylemlerini<br />

artırmış <strong>ve</strong> KCK sistemini kurarak devletleşme aşamasına geçmeye<br />

teşebbüs etmiştir. İşgalle birlikte Batılı petrol şirketleri Irak’ın enerji sektöründe<br />

etkili olmaya başlamış, İsrailli şirketler Irak pazarına girmiş, Tel-Aviv<br />

özellikle kuzeydeki Kürt yönetimiyle yakın ilişkiler geliştirmiştir. ABD’nin<br />

çekilmesinden sonra İran’ın etkili olduğu bir Irak siyaseti <strong>orta</strong>ya çıkmış, Tahran<br />

yönetimi gerek Şii ağırlıklı partiler üzerinden Bağdat’ta gerekse KYB <strong>ve</strong><br />

Goran Hareketi vasıtasıyla Kuzey Irak’ta en önemli dış aktör haline gelmiştir.<br />

ABD sonrası dönemde merkezi hükümetle kuzeydeki Kürt yönetimi arasında<br />

petrol gelirleri <strong>ve</strong> ihtilaflı bölgelerden kaynaklanan anlaşmazlıklar siyasi<br />

krizlere neden olmuş, Maliki iktidarının giderek otoriterleşmesinin ülkedeki<br />

Sünni Arapları ötekileştirdiği gözlemlenmiştir.


Orta Doğu’da 2. Körfez Savaşı’ndan sonra 2011’den itibaren Suriye’deki iç<br />

savaş bölge gü<strong>ve</strong>nliğini tehdit eden gelişmeler doğurmuştur. Esed rejiminin<br />

reform talebiyle protesto gösterileri düzenleyen halka ateş açmasıyla başlayan<br />

kriz, rejimin muhalefeti silahlı kuv<strong>ve</strong>tle bastırma girişimi neticesinde iç savaşa<br />

yol açmış, ülkede yaklaşık 160 bin kişi hayatını kaybederken milyonlarca<br />

Suriyeli, mücavir ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Kriz Orta Doğu’da<br />

bölgesel bir anlaşmazlığa dönüşmüş, İran, Irak’taki Maliki iktidarı <strong>ve</strong> Lübnan’daki<br />

Hizbullah Esed rejimini desteklerken başta Körfez ülkeleri olmak<br />

üzere Arap dünyası <strong>ve</strong> Türkiye Suriye’de iktidar değişimi doğrultusunda irade<br />

göstermiştir. Arap Birliği <strong>ve</strong> Birleşmiş Milletler’in barış girişimleri başarısız<br />

olmuş, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in <strong>ve</strong>tosu nedeniyle Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde uluslararası<br />

müdahaleye zemin hazırlayabilecek karar tasarılarından netice alınamamıştır.<br />

Esed rejimi, Ankara’nın muhalefete sağladığı diplomatik desteğe karşılık<br />

ülkenin kuzeyini PKK/KCK’nın bu ülkedeki uzantısı olan PYD’ye açmış <strong>ve</strong><br />

DHKP-C’nin Lazkiye’de üslenmesine imkân tanımıştır.<br />

1979 Devrimi’nden bu yana uluslararası ambargolara maruz kalan İran ise<br />

Kasım 2013’te Batılı ülkelerle sağladığı mutabakat kapsamında ambargoların<br />

kısmen kaldırıldığı bir döneme girmiştir. Bu dönemde ABD’nin, İran’ın daha<br />

etkili olduğu bir İslam dünyası <strong>ve</strong> Orta Doğu fikrine sıcak bakmaya başladığı,<br />

Tahran’la belirli alanlarda birlikte hareket etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.<br />

Ancak İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına <strong>ve</strong> balistik füze programlarına<br />

devam ettiği, Ruhani iktidarının söylemde ılımlı bir çizgi geliştirse<br />

de uygulamada seleflerinin sertlik yanlısı tutumunu sürdürdüğü görülmektedir.<br />

Arap dünyasındaki ilk ayaklanmalara “Batı yanlısı diktatör rejimlere”<br />

karşı İslami bir uyanış nazarıyla bakan İran, Suriye krizinde Esed rejimini<br />

desteklemekte, ayaklanan kitlelerin “ABD <strong>ve</strong> İsrail tarafından desteklenen<br />

teröristler” olduğunu iddia etmeye devam etmektedir. Esed rejimi büyük ölçüde<br />

İran’ın desteğiyle varlığını sürdürmekte, Tahran’ın dolaylı desteğiyle iç<br />

savaşa taraf olan radikal unsurlardan ötürü Batılı devletlerin muhalefetle ilgili<br />

tutumu değişmekte <strong>ve</strong> kriz sürüncemede kalmaktadır.<br />

İran-Irak-Suriye hattındaki krizler diğer Arap ülkelerindeki gelişmelerin <strong>ve</strong><br />

İsrail-Filistin anlaşmazlığının seyrinin gerek dünya kamuoyunda gerekse<br />

Türkiye’de geri planda kalmasına yol açmıştır. Libya’da Kaddafi sonrası dö-


nemde bölgeler <strong>ve</strong> aşiretler arası güç mücadelesinden kaynaklanan istikrarsızlık<br />

devam etmektedir. Mısır’da Mübarek iktidarının devrilmesiyle başlayan<br />

süreçte demokrasiye geçiş denemesi başarısız olmuş, ülkede ordunun gerçekleştirdiği<br />

darbe ile otoriter yönetime geri dönülmüştür. Filistin’de Hamas-El<br />

Fetih mutabakatıyla birlik hükümeti kurulsa da, ABD <strong>ve</strong> İsrail’in bağımsız<br />

bir Filistin’e karşı çıkması nedeniyle anlaşmazlığın çözülebileceği bir gidişat<br />

bulunmamaktadır. ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin İsrail’e koşulsuz<br />

desteği devam etmekte, Tel Aviv barışın önündeki en büyük engel haline gelen<br />

Yahudi yerleşimlerini genişletmeyi <strong>ve</strong> Gazze kuşatmasını sürdürmektedir.<br />

2010’da İsrail’in Mavi Marmara saldırısıyla bozulan Ankara-Tel Aviv ilişkilerinde<br />

ise tarafların farklı dönemlerdeki girişimlerine rağmen henüz normalleşme<br />

sağlanamamıştır.<br />

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), “Orta Doğu’da<br />

Değişim <strong>ve</strong> Türkiye” kitabını bölgedeki bu riskli değişim sürecini anlamak <strong>ve</strong><br />

Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda politika önerileri sunmak<br />

maksadıyla hazırlamıştır. Daha önce BİLGESAM tarafından yayımlanan<br />

diğer çalışmalar yanında, Bilge Adamlar Kurulu tarafından değerlendirilerek<br />

yayımlanan raporların da yer aldığı “Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye” kitabı<br />

zengin bir içeriğe sahiptir. 11 bölümden oluşan kitapta Orta Doğu genelindeki<br />

değişim süreciyle birlikte ağırlıklı olarak İran-Irak-Suriye hattındaki gelişmeler<br />

incelenmekte, bu gelişmelerin küresel ölçekteki yansımaları <strong>ve</strong> Türkiye’ye<br />

etkileri üzerinde durulmaktadır. Kitapta Cumhuriyet döneminden itibaren<br />

Türkiye’nin Orta Doğu politikası, İran nükleer krizinin Türkiye’ye etkileri,<br />

Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, Orta Doğu’daki değişim sürecinde Avrasya-Atlantik<br />

rekabeti <strong>ve</strong> Türkiye’nin tutumu, küresel <strong>ve</strong> bölgesel çerçe<strong>ve</strong>de<br />

Suriye krizi, Türkiye’nin Suriye politikasına toplumsal bakış, PKK/KCK’nın<br />

Suriye’nin kuzeyindeki PYD yapılanması, ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık<br />

<strong>ve</strong> Kuzey Irak’taki Goran Hareketi üzerine makaleler yer almaktadır.<br />

Kitaptaki çalışmalara katkı sağlayan Bilge Adamlar Kurulu üyeleri E. Oramiral<br />

Salim Dervişoğlu’na, E. Bakan/Büyükelçi İlter Türkmen’e, Yargıtay Eski<br />

Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’a, E. Bakan/Vali Kutlu Aktaş’a, E. Büyükelçi<br />

Özdem Sanberk’e, E. Büyükelçi Sönmez Köksal’a, E. Büyükelçi Güner<br />

Öztek’e, E. Büyükelçi Ümit Pamir’e, E. Orgeneral Necdet Yılmaz Timur’a,


E. Orgeneral Oktar Ataman’a, E. Koramiral Sabahattin Ergin’e, Prof. Dr. Nur<br />

Vergin’e, Prof. Dr. Orhan Gü<strong>ve</strong>nen’e, Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu’na, Prof.<br />

Dr. İlter Turan’a, Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu’na, Prof. Dr. Ersin Onulduran’a<br />

<strong>ve</strong> kitaba bölümleriyle katkı sağlayan Prof. Dr. Cengiz Yılmaz’a, Doç. Dr.<br />

Cenap Çakmak’a, Doç. Dr. Barış Doster’e, Yrd. Doç. Dr. Özüm Uzun’a, Dr.<br />

Salih Akyürek’e, Erdem Kaya’ya, Ali Semin’e, Bekir Ünal’a, Tuğçe Ersoy<br />

Öztürk’e, Bilgehan Emeklier’e, Fadime G. Çolak’a <strong>ve</strong> Mustafa Yetim’e teşekkür<br />

ederim. Kitabın başta siyaset bilimi <strong>ve</strong> uluslararası ilişkiler olmak üzere<br />

akademik dünyada istifade edilen bir kaynak olmasını diler, Orta Doğu’daki<br />

değişim sürecinde Türk karar mercilerine fayda sağlamasını temenni ederim.<br />

Doç. Dr. Atilla Sandıklı<br />

BİLGESAM Başkanı


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI *<br />

İlter TÜRKMEN **<br />

Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak<br />

noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni,<br />

AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların<br />

da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri<br />

kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı.<br />

Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık <strong>ve</strong> hatta kaosun bilinci ile<br />

hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri<br />

toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet<br />

ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu,<br />

fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. Amerikan askeri operasyonları<br />

bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir<br />

kuv<strong>ve</strong>ti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların <strong>ve</strong> özellikle Kuzey<br />

Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta<br />

ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde<br />

zaman zaman oldukça ciddi gerilimler <strong>orta</strong>ya çıktı. Özellikle savaştan önce<br />

Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu<br />

imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin<br />

problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır.<br />

Irak’taki gelişmeler <strong>ve</strong> bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu<br />

diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan bi-<br />

* Bu makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar<br />

Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır.<br />

** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi<br />

1


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ridir. Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini <strong>ve</strong> siyasi gruplarla<br />

temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi,<br />

Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin<br />

“mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur.<br />

Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında<br />

yaratıcı bir kavram sayılmalıdır.<br />

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede<br />

ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan<br />

beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık <strong>ve</strong> ayrışma<br />

unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den<br />

önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda<br />

arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede<br />

ışık tutabilir.<br />

Atatürk <strong>ve</strong> İnönü Devri<br />

Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap <strong>ve</strong> fakir ülkenin imar <strong>ve</strong> kalkındırılması<br />

diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi<br />

için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış <strong>ve</strong> istikrar çemberinin yaratılması<br />

gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” <strong>ve</strong>cizesi de bu<br />

gerekliğinin ifadesidir.<br />

Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında<br />

olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere <strong>ve</strong> Suriye’de Fransa esas itibarı<br />

ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen<br />

Musul <strong>ve</strong> Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı.<br />

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim<br />

1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz<br />

Kuv<strong>ve</strong>tleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra<br />

Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda<br />

ise ihtilâfın Türkiye <strong>ve</strong> İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda<br />

başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı.<br />

İstanbul’da 1924 Mayıs <strong>ve</strong> Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere<br />

yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine<br />

2


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

<strong>ve</strong>rilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler<br />

Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir<br />

anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını<br />

tavsiye etti <strong>ve</strong> bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı.<br />

Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti <strong>ve</strong> Türkiye, İngiltere <strong>ve</strong> Irak<br />

arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma<br />

ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye<br />

ödemesini öngörüyordu.<br />

Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde<br />

çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden”<br />

bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini <strong>ve</strong> Kerkük’ü de kapsayan Musul<br />

bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini<br />

göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için<br />

ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat<br />

enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini<br />

yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin<br />

bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük<br />

olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası<br />

destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap <strong>ve</strong>rmek<br />

<strong>ve</strong> geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte,<br />

Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi<br />

rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha el<strong>ve</strong>rişli olduğu bir zamanda ise<br />

Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır.<br />

31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya <strong>ve</strong><br />

İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat<br />

Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri<br />

Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap muka<strong>ve</strong>met cephesi<br />

<strong>orta</strong>ya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar<br />

Suriye’yi <strong>ve</strong> Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal<br />

etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep <strong>ve</strong> Urfa’yı da devralmışlardı.<br />

Bu bölgede halkın muka<strong>ve</strong>meti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin<br />

sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden<br />

3


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

vazgeçiyor <strong>ve</strong> Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli<br />

sınırlarını kabul ediyordu. Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi.<br />

Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü<br />

kolaylıktan yararlanacak <strong>ve</strong> Türk dili resmi dil sayılacaktı.<br />

1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler<br />

arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç<br />

yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor <strong>ve</strong> Sancak üzerindeki<br />

yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir<br />

anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi.<br />

Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.<br />

Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de <strong>ve</strong> Sancak Türkleri arasında infial<br />

uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne<br />

neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun<br />

<strong>ve</strong> Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele<br />

olduğunu vurguluyor <strong>ve</strong> bunun üzerinde ciddiyet <strong>ve</strong> azimle durulacağını ifade<br />

ediyordu.<br />

Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü<br />

hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti <strong>ve</strong> gözetimi altında<br />

içişlerinde tamamen bağımsız olacak <strong>ve</strong> dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı.<br />

Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir<br />

Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu <strong>ve</strong> hazırladığı tasarıların<br />

Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak<br />

bütünlüğünü <strong>ve</strong> Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs<br />

1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü <strong>ve</strong> Anayasa taslaklarını onayladı.<br />

Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı.<br />

Türkiye-Fransa anlaşması <strong>ve</strong> Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini<br />

kökünden çözümleyememişti. Suriye’de Arapların eylemleri <strong>ve</strong> Sancak’taki<br />

Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin<br />

yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin<br />

Statünün uygulanmasını <strong>ve</strong> Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu.<br />

Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan<br />

seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç <strong>ve</strong>recek nitelikte olduğundan, Türk<br />

4


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu <strong>ve</strong> 1930<br />

Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti.<br />

Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini<br />

gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri<br />

tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin<br />

hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı <strong>ve</strong> yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle<br />

Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

Sancak’ta gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan<br />

katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra<br />

30,000 kişilik bir kuv<strong>ve</strong>t yığdı.<br />

Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler<br />

yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak<br />

algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin <strong>ve</strong> Adana’ya<br />

giderek askeri birlikleri teftiş etti <strong>ve</strong> büyük bir geçit resminde hazır bulundu.<br />

1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren <strong>ve</strong> gittikçe<br />

çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk<br />

ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin <strong>ve</strong> Adana’dan döndükten sonra, Fransa<br />

Türkiye’nin Sancak’ın gü<strong>ve</strong>nliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu<br />

cevap <strong>ve</strong>rdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının<br />

Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da<br />

Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile<br />

Türkiye <strong>ve</strong> Fransa Sancak’ı ayrı <strong>ve</strong> bağımsız bir varlık olarak tanıyor <strong>ve</strong> onun<br />

bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini<br />

yerine getireceklerini teyit ediyorlardı.<br />

Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde<br />

Türkler Sancak Meclisinde 40 millet<strong>ve</strong>killiğinden 22’sini kazandılar,<br />

Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 <strong>ve</strong> Grek Ortodokslar 2 millet<strong>ve</strong>killiği elde<br />

ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını <strong>ve</strong>rdi.<br />

Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde<br />

koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai<br />

çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı<br />

5


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı <strong>ve</strong> bir süre sonra da Milletler<br />

Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe<br />

girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı.<br />

Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri<br />

olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş,<br />

baskı <strong>ve</strong> uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış,<br />

safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki<br />

yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini<br />

takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği<br />

takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu.<br />

Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri<br />

her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin<br />

Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür.<br />

Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla<br />

değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar <strong>ve</strong><br />

çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir<br />

savaş patlak <strong>ve</strong>rdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet<br />

Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi<br />

açık olmadığından anlaşmazlıklar <strong>ve</strong> ihlâller devam etti. 1847’de, yine<br />

Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat<br />

nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi.<br />

İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da<br />

dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı<br />

<strong>ve</strong> Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl<br />

ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi<br />

çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

<strong>ve</strong> Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin<br />

de gü<strong>ve</strong>nliğini tehdit eden eylemlerine son <strong>ve</strong>rmeye yönelik önlemler almayı<br />

taahhüt ediyorlardı.<br />

Gerektiği takdirde <strong>orta</strong>k önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca<br />

Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. Fa-<br />

6


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

kat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir<br />

yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde<br />

Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı<br />

Yöntemi <strong>ve</strong> Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

<strong>ve</strong> Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır<br />

ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı <strong>ve</strong> gerçekten dostane bir<br />

eksene oturtulabildi.<br />

O tarihlerde Türkiye-İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme<br />

İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi <strong>ve</strong><br />

darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi<br />

Atatürk’ün <strong>ve</strong> reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay<br />

süren bir ziyarette bulundu.<br />

Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden<br />

biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı<br />

sağlamaya başladı.<br />

Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane<br />

bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret<br />

eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret <strong>ve</strong>silesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları<br />

ile <strong>ve</strong> özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile<br />

ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride<br />

siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile<br />

ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü.<br />

İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet<br />

Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği<br />

askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her<br />

iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar.<br />

Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü.<br />

1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan<br />

Şattül-Arap ihtilâfı patlak <strong>ve</strong>rmişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir<br />

eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı<br />

sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun<br />

7


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında<br />

İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii <strong>ve</strong> Sünniler arasındaki<br />

gerginlikler <strong>ve</strong> İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar<br />

mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin<br />

arabuluculuğunu talep ediyordu.<br />

1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar.<br />

Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak <strong>ve</strong> Afganistan arasında<br />

Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan<br />

bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl<br />

etmemeyi, <strong>orta</strong>k menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde<br />

bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye,<br />

kamu düzenini <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi<br />

hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı.<br />

Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu<br />

politikası arasındaki <strong>orta</strong>k noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun<br />

politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman<br />

da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta<br />

Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi <strong>ve</strong> onun yansımaları<br />

yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin <strong>ve</strong>ya<br />

Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden<br />

çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede<br />

Hatay <strong>ve</strong> Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak<br />

gerekir.<br />

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya<br />

sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir<br />

gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir<br />

yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mih<strong>ve</strong>r taraftarı olan Raşit Ali<br />

ele geçirdi, Naip Abdülilâh <strong>ve</strong> Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a<br />

kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuv<strong>ve</strong>tleri gönderince darbeciler uzun<br />

süre muka<strong>ve</strong>met gösteremediler <strong>ve</strong> İran’a gittiler. İngiliz <strong>ve</strong>sikalarına göre<br />

Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu<br />

reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine <strong>ve</strong><br />

Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi.<br />

8


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini<br />

geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap<br />

Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem <strong>ve</strong>ren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te<br />

Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak<br />

Dostluk <strong>ve</strong> İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de<br />

Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında<br />

imzalanan Dostluk <strong>ve</strong> İyi Komşuluk Antlaşması takip etti.<br />

Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in<br />

taksimi <strong>ve</strong> onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş<br />

Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13<br />

ülke aleyhte oy <strong>ve</strong>riyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında<br />

İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy <strong>ve</strong>ren devletler ise bütün<br />

Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan <strong>ve</strong> Pakistan’dı. Fakat<br />

bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin<br />

politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel<br />

Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri<br />

muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD <strong>ve</strong> Fransa ile<br />

birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i<br />

tanıyan tek Müslüman ülke oldu.<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam<br />

etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını<br />

kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî<br />

Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine <strong>ve</strong> Milletler Cemiyeti<br />

Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti<br />

Manda’sının kendisine <strong>ve</strong>rdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya<br />

Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki<br />

iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu<br />

5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik<br />

misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın<br />

Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma <strong>ve</strong> anlaşmalara <strong>ve</strong> şahısların<br />

<strong>ve</strong> toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış<br />

olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları<br />

da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk<br />

9


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda,<br />

Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor<br />

<strong>ve</strong> diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları<br />

çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı<br />

geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile<br />

bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması<br />

için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart<br />

1946’da Türkiye Suriye’nin <strong>ve</strong> Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı.<br />

Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki<br />

yeni yapılanma <strong>ve</strong> reform ihtiyacına cevap <strong>ve</strong>rmekten uzaktı. Özellikle<br />

İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe<br />

ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e<br />

hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir<br />

icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak<br />

<strong>ve</strong> Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Mısır’a<br />

yanaştı. ABD de Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Mısır gibi Irak, Ürdün <strong>ve</strong> Suriye’nin siyasi<br />

birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine<br />

karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay<br />

Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik <strong>ve</strong>riyordu. Bu<br />

politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi<br />

tetikledi.<br />

Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın<br />

Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı<br />

Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin<br />

işaretlenmesine <strong>ve</strong> sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara<br />

gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın <strong>ve</strong> Güney Anadolu’nun Arap<br />

vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak<br />

günü olarak kabul edildi <strong>ve</strong> her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler<br />

yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından<br />

itibaren resmi <strong>ve</strong> gayri resmi Sancak gösterilerine son <strong>ve</strong>rildi. Fakat Baas<br />

Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında <strong>ve</strong><br />

resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü.<br />

İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine<br />

dair bir bilgi henüz yoktur.<br />

10


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

1950-1960 Yılları<br />

Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş,<br />

Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O<br />

dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf <strong>ve</strong> yalnızdır.<br />

Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin<br />

1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık <strong>ve</strong> Saldırmazlık Anlaşmasını<br />

fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars <strong>ve</strong><br />

Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir gü<strong>ve</strong>nlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır.<br />

Bu sorun o sıralarda <strong>ve</strong> ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış<br />

politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.<br />

1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli <strong>ve</strong> çok aktif<br />

olmakla beraber geleneksel dengeli <strong>ve</strong> basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır.<br />

Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı gü<strong>ve</strong>nliğinin sağlanması<br />

Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme<br />

hatalarına düşülmüştür.<br />

9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma<br />

amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de<br />

muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz <strong>ve</strong> Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı<br />

görüyor <strong>ve</strong> bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı<br />

bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de<br />

desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan<br />

ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.<br />

Türkiye NATO’ya katıldıktan <strong>ve</strong> İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına<br />

doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma<br />

sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin,<br />

özellikle Irak, Suriye, Mısır <strong>ve</strong> Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu.<br />

Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak<br />

niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu<br />

bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek<br />

kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben<br />

Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuv<strong>ve</strong>tlerinin Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi.<br />

Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı<br />

11


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir<br />

meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da<br />

devrimden önce Kahire’ye gönderilen <strong>ve</strong> eşinin Mısır’daki topraklarının yeni<br />

rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi<br />

görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu.<br />

1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta<br />

Doğu’nun gü<strong>ve</strong>nliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri<br />

Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura<br />

çıktı <strong>ve</strong> Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede<br />

Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği<br />

ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı<br />

bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu <strong>ve</strong> bu yüzden İngiliz kuv<strong>ve</strong>tlerinin<br />

bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın<br />

Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece<br />

önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes<br />

Arap devletlerinin bir <strong>orta</strong>k savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu<br />

artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde<br />

bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin<br />

etrafında et bulunması gerektiğini, Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’nın stratejik önemini<br />

kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölgede tutunmaya<br />

çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda<br />

Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamaktan geri kalmamıştır.<br />

Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi,<br />

Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir<br />

Dostluk <strong>ve</strong> İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak<br />

Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait,<br />

Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği<br />

politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını<br />

1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı.<br />

Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden<br />

hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın <strong>ve</strong> Yahudi lobilerinin tepkilerinden<br />

çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin <strong>ve</strong> diğer organlarının toplantılarına katılmakla<br />

birlikte üye olmaktan kaçındı.<br />

12


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının<br />

devrildiği <strong>ve</strong> Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona<br />

erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil,<br />

Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı.<br />

Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden <strong>ve</strong><br />

1956 yılında Fransa, İngiltere <strong>ve</strong> İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz<br />

askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.<br />

Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin<br />

Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir<br />

yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Sü<strong>ve</strong>yş Şirketi hissedarları<br />

toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri<br />

ile savaşı kınıyor <strong>ve</strong> İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler<br />

bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.<br />

Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye<br />

1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah <strong>ve</strong> askeri malzeme yardımı<br />

alıyor <strong>ve</strong> Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye<br />

Sovyet sızmasını <strong>ve</strong> bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu gü<strong>ve</strong>nlik tehdidini<br />

kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası<br />

komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı<br />

taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuv<strong>ve</strong>t yığmakla suçluyordu.<br />

Sovyetler Birliği Eylül 1957’de <strong>ve</strong>rdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma<br />

niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken<br />

Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de<br />

tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha<br />

fazla büyümesi önlendi <strong>ve</strong> Türkiye sınırdaki kuv<strong>ve</strong>tlerinin bir kısmını geri<br />

çekti.<br />

Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir.<br />

Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğinin en sağlam teminatı bu<br />

ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye <strong>ve</strong> Eisenhower<br />

doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz<br />

gayretkeşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf<br />

tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret-<br />

13


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini<br />

takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları <strong>ve</strong> hasımları<br />

arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş <strong>ve</strong> Cumhurbaşkanı<br />

Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz <strong>ve</strong> kara kuv<strong>ve</strong>tleri göndermek<br />

kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a<br />

sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan<br />

Türkiye <strong>ve</strong> Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi<br />

amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a<br />

katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar<br />

imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi<br />

“tarafların doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini”<br />

vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet<br />

iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini<br />

isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen<br />

lüzumsuzdu. Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok<br />

Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.<br />

Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsüne<br />

girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir<br />

gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes <strong>ve</strong> Dışişleri Bakanı Fatin<br />

Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini<br />

Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi <strong>ve</strong> aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi<br />

kararlaştırdılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.<br />

1960-1970 Yılları<br />

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında<br />

değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden<br />

uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir<br />

bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini <strong>ve</strong> özellikle<br />

Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile<br />

Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli<br />

olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de<br />

Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma<br />

kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı <strong>ve</strong> buna tepki gösteren<br />

Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.<br />

14


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim<br />

ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının<br />

Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan<br />

1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe<br />

kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk<br />

hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan<br />

etkilemedi.<br />

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu<br />

ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu<br />

mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı<br />

ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek<br />

Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek <strong>ve</strong>rdiklerini ifade etti. Mısır’la<br />

bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi<br />

Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi <strong>ve</strong> ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti.<br />

Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu<br />

politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler<br />

geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak<br />

<strong>ve</strong> taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara <strong>ve</strong> bölge anlaşmalarının<br />

dışında kalınacak.<br />

1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçe<strong>ve</strong>sinde Dışişleri Bakanı<br />

Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti <strong>ve</strong> Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu<br />

görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından<br />

duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı.<br />

Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının<br />

konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap <strong>ve</strong>rmeye<br />

meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini<br />

söyledi.<br />

1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye<br />

ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır,<br />

1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler<br />

Kuv<strong>ve</strong>tlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a<br />

bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça<br />

15


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a i<strong>ve</strong>di bir mesaj göndererek İsrail ile<br />

bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır<br />

kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı <strong>ve</strong> Tiran Boğazı’nı<br />

İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici<br />

bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını <strong>ve</strong>hmiyle Ürdün<br />

de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın<br />

sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını <strong>ve</strong> Doğu Kudüs’ü<br />

ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların<br />

hepsini bugün de elinde tutmaktadır.<br />

Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj<br />

göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini <strong>ve</strong> Mısır’ın bugün uğradığı<br />

kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler<br />

Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil,<br />

yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuv<strong>ve</strong>te başvurulması yoluyla toprak<br />

kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel<br />

Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara<br />

Arap ülkeleri ile birlikte oy <strong>ve</strong>rdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin<br />

Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha<br />

olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu.<br />

Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması<br />

da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta<br />

Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu<br />

örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında<br />

sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.<br />

Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan<br />

Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme<br />

gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas <strong>ve</strong> Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta<br />

toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da da<strong>ve</strong>t<br />

edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle<br />

bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının<br />

dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı<br />

16


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı<br />

düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan<br />

<strong>ve</strong> örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda<br />

Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının<br />

<strong>ve</strong> dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten<br />

İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen<br />

hepsi kağıt üzerinde kalmakta <strong>ve</strong> uygulanmamaktadır.<br />

İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş<br />

dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin da<strong>ve</strong>ti üzerine 1976’da İstanbul’da<br />

toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi <strong>ve</strong><br />

Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin<br />

Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk<br />

delegasyonunun girişimiyle kültürel <strong>ve</strong> bilimsel işbirliği için iki merkezin<br />

kurulmasına karar <strong>ve</strong>rildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih,<br />

Kültür <strong>ve</strong> Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi<br />

<strong>ve</strong> Sosyal Araştırmalar <strong>ve</strong> Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.<br />

1970-1980 Yılları<br />

1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için<br />

problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye <strong>ve</strong> Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler<br />

Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde<br />

bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin<br />

kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />

ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu.<br />

Nasır’dan sonra başkanlığa gelen En<strong>ve</strong>r Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde<br />

köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri<br />

tesislerini kapatıyor <strong>ve</strong> Sovyet teknisyenlerine yol <strong>ve</strong>riyordu.<br />

6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme<br />

politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak<br />

İsrail’e yardım etmesine izin <strong>ve</strong>rmeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara<br />

yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu.<br />

Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar <strong>ve</strong> OPEC üyeleri Türkiye’nin<br />

petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce,<br />

17


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının<br />

inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye<br />

petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin<br />

askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde,<br />

Libya harekâta katılan uçakların acil benzin <strong>ve</strong> lastik ihtiyaçlarını<br />

karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde<br />

“Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy<br />

<strong>ve</strong>rdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti.<br />

Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye<br />

başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı <strong>ve</strong> daha sonra Ankara’da bir<br />

büro açmasına izin <strong>ve</strong>rdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta<br />

Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam<br />

ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında<br />

barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya<br />

aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> Arap Liginin merkezi<br />

Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi <strong>ve</strong> Mısır<br />

ile ilişkilerini devam ettirdi.<br />

Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının<br />

önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde<br />

inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke<br />

genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik<br />

gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz<br />

rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe<br />

zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi <strong>ve</strong> enerji alanında işbirliğini geliştirmek<br />

konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman<br />

zaman su yüzüne çıkıyordu.<br />

1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi <strong>ve</strong> din/devlet ilişkileri anlayışı<br />

Türkiye’nin yönetim sistemi <strong>ve</strong> laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de<br />

birbirlerine karşı kuşku <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nsizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk<br />

karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine<br />

<strong>ve</strong> liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini <strong>orta</strong>ya<br />

koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun<br />

18


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de<br />

İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu.<br />

Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi.<br />

Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan<br />

ABD’yi takip etmemişti.<br />

1980-1990 Yılları<br />

12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış<br />

politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki<br />

<strong>orta</strong>klık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa<br />

Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi <strong>ve</strong> bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli<br />

bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı <strong>ve</strong> bunda başarı sağlandı.<br />

NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin<br />

Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık <strong>ve</strong>rmek yolunu<br />

tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen<br />

koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı.<br />

Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on<br />

gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi.<br />

Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan<br />

arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan<br />

bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular.<br />

Irak <strong>ve</strong> İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar gü<strong>ve</strong>ndiler ki karşılıklı olarak<br />

menfaatlerinin korunmasını Bağdat <strong>ve</strong> Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine<br />

bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye<br />

ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki<br />

petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-Yumurtalık<br />

Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile<br />

anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuv<strong>ve</strong>tlerinin zarar <strong>ve</strong>rmemesi için<br />

Tahran uyarıldı <strong>ve</strong> İran bu uyarıya uydu.<br />

Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçe<strong>ve</strong>sinde işbirliği bir derecede<br />

de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında<br />

Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin <strong>ve</strong> Kürt <strong>ve</strong> Ermeni teröristlerin<br />

Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de<br />

19


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi <strong>ve</strong> Ceza İşlerinde Karşılıklı<br />

Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir<br />

şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine<br />

rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu.<br />

Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim <strong>ve</strong> uyarılarına<br />

Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap<br />

<strong>ve</strong>riyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda<br />

ASALA <strong>ve</strong> PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey<br />

Irak’a <strong>ve</strong> Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de<br />

fiilen Suriye’nin kontrolündeydi.<br />

PKK terör örgütünün Bekaa <strong>ve</strong> Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliği için<br />

ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır<br />

Gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri<br />

Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan<br />

operasyonda Türk kuv<strong>ve</strong>tleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi.<br />

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) <strong>ve</strong> Kürdistan Yurtse<strong>ve</strong>rler Birliği (KYB)<br />

operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler <strong>ve</strong><br />

Irak Hükümetini bu duruma imkân <strong>ve</strong>rdiği için itham ettiler.<br />

1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı.<br />

Ağustos 1984’te Eruh <strong>ve</strong> Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile<br />

bir ”Gü<strong>ve</strong>nlik Protokolü” imzalandı. Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında<br />

5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı<br />

bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

1986 <strong>ve</strong> 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara<br />

karşı en büyük tepki İran <strong>ve</strong> onun desteklediği KYB <strong>ve</strong> KDP’den gelmişti.<br />

Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat<br />

Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de,<br />

Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi<br />

toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin <strong>ve</strong>rmemeyi <strong>ve</strong> silahlı<br />

eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de<br />

PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü.<br />

20


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla<br />

karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak<br />

için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuv<strong>ve</strong>tleri<br />

Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandılar.<br />

Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye<br />

Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici<br />

ikamet hakkı <strong>ve</strong>rileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı.<br />

Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı.<br />

PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin<br />

yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız<br />

Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu,<br />

PKK’ya siyasal <strong>ve</strong> lojistik destek <strong>ve</strong>rildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı.<br />

Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu.<br />

1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan<br />

İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar <strong>ve</strong>rmişti. Türkiye ise tepkisini<br />

bir adım ileri götürdü. Türkiye <strong>ve</strong> İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik<br />

temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı,<br />

fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri <strong>ve</strong> İstihbarat<br />

ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya<br />

karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler<br />

gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince,<br />

Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı.<br />

1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu.<br />

Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin,<br />

İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar,<br />

İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf<br />

basını laiklik <strong>ve</strong> dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin<br />

hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik <strong>ve</strong><br />

ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı.<br />

21


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

1990-2000 Yılları<br />

Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların<br />

yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />

ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi.<br />

1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Ku<strong>ve</strong>yt’in işgali<br />

ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in gü<strong>ve</strong>nliğini<br />

tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın<br />

bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi<br />

hızla duruma el koydu. Konsey, Ku<strong>ve</strong>yt topraklarını terk etmesini isteyen<br />

kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a<br />

mühlet tanıdı <strong>ve</strong> aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğin sağlanması<br />

için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam<br />

bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat<br />

başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi<br />

Arabistan, Suriye <strong>ve</strong> Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında<br />

Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu<br />

<strong>ve</strong> bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi.<br />

Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli <strong>ve</strong><br />

savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. Cumhurbaşkanı<br />

Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık<br />

petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce <strong>ve</strong> savaş<br />

sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu.<br />

Bunu Başkan Bush <strong>ve</strong> onun Başkanlığı sırasında Milli Gü<strong>ve</strong>nlik Müşavirliğini<br />

yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta<br />

özellikle belirtiyorlar.<br />

Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde<br />

bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Ku<strong>ve</strong>yt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla<br />

aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor.<br />

Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı<br />

Fahd ile görüşmüş <strong>ve</strong> Saddam’a bir ders <strong>ve</strong>rilmesi gerektiğini, aksi takdirde<br />

Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi<br />

Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehli-<br />

22


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

keli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan<br />

hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor.<br />

Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush<br />

Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçe<strong>ve</strong>sinde Suudi Arabistan’a bir Türk<br />

zırhlı tugayının gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle<br />

yetiniyor <strong>ve</strong> sonunda hiçbir kuv<strong>ve</strong>t gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir<br />

güç olarak müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor,<br />

fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı<br />

çıkıyor.<br />

25 Kasım’da Özal <strong>ve</strong> Bush AGİK toplantısı <strong>ve</strong>silesi ile Paris’te buluştuklarında<br />

Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor <strong>ve</strong> hava harekatının sonuç<br />

almaya yeteceğini <strong>ve</strong> savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının<br />

başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması<br />

üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe<br />

duyuyor <strong>ve</strong> NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak,<br />

Almanya’nın Türkiye’ye kuv<strong>ve</strong>t göndermeye <strong>ve</strong> savaşmaya hazır olduğunu<br />

bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor.<br />

Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali <strong>ve</strong>ya askeri<br />

darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar<br />

Türkiye’nin <strong>ve</strong> diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini,<br />

Kürtlere self-determinasyon hakkı <strong>ve</strong>rilmesinin gerçekçi politika ile<br />

bağdaşmadığını vurguluyor.<br />

Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak<br />

<strong>ve</strong> Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine<br />

yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi<br />

şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin<br />

<strong>ve</strong>rmiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış <strong>ve</strong> yalnızca<br />

Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan<br />

ekonomik zararlara <strong>ve</strong> Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar<br />

Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da<br />

Saddam Hüseyin’di.<br />

Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki<br />

23


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan<br />

olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak<br />

Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi<br />

<strong>ve</strong> sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız<br />

teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız <strong>ve</strong> kanlı biçimde<br />

bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin<br />

şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt <strong>ve</strong> Şii Türkiye <strong>ve</strong> İran sınırlarındaki<br />

dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye <strong>ve</strong> Fransa’nın<br />

inisiyatifi ile toplanan BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen<br />

şiddete derhal son <strong>ve</strong>rilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın<br />

kuzeyinde gü<strong>ve</strong>nli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. paralelin kuzeyinde uçuş<br />

yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na <strong>ve</strong> “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti.<br />

Türkiye bu çerçe<strong>ve</strong>de İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına<br />

izin <strong>ve</strong>rdi.<br />

1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani <strong>ve</strong> Mesut Barzani ile<br />

ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuv<strong>ve</strong>tleri ile işbirliği<br />

halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların<br />

en önemlileri 1992, 1996 <strong>ve</strong> 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda<br />

35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani <strong>ve</strong> Talabani kuv<strong>ve</strong>tleri arasındaki çarpışmalardan<br />

sonra Türk kuv<strong>ve</strong>tleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O<br />

zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış<br />

durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçe<strong>ve</strong>sinde ABD ile çok yakın işbirliği<br />

kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşı<br />

güçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise<br />

Türkiye ithal edilmedi.<br />

Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı<br />

1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası,<br />

özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya <strong>ve</strong> İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya<br />

dayanıyordu. Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu<br />

düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı.<br />

Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu.<br />

Suudi Araplar bile ona gü<strong>ve</strong>nilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman<br />

24


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

ülkelerin çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun<br />

ilişkiler <strong>ve</strong> menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.<br />

1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala<br />

Suriye’de ikamet etmesi <strong>ve</strong> PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke<br />

arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />

Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak<br />

“Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır”<br />

demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz <strong>orta</strong>mına girildi.<br />

Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye<br />

karşı kuv<strong>ve</strong>t kullanılabileceği mesajını <strong>ve</strong>rdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere<br />

kuv<strong>ve</strong>t kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap<br />

devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek<br />

<strong>ve</strong> İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine<br />

giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı <strong>ve</strong> bunun tetiklediği diplomatik baskı<br />

karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı.<br />

Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere<br />

girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin <strong>ve</strong> ABD’nin baskısı ile orada barınamadı.<br />

Rusya, Hollanda <strong>ve</strong> İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar<br />

bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar <strong>ve</strong> onu Nairobi’ye naklederek<br />

oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD<br />

Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan<br />

istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip<br />

Öcalan’ı teslim aldı.<br />

Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK<br />

eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını <strong>ve</strong>rdi.<br />

Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil<br />

bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla<br />

başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin<br />

bittiğini <strong>ve</strong> bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu<br />

zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir<br />

fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü<br />

terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte<br />

başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu.<br />

25


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi.<br />

Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi<br />

Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine<br />

Orta Doğu dengeleri açısından değer <strong>ve</strong>rmesi bu gelişmeyi destekleyen<br />

unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine<br />

çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok<br />

kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik <strong>ve</strong> ticari ilişkilerde de büyük<br />

bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar<br />

özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol<br />

açtı.<br />

Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden <strong>ve</strong> İran’ın PKK’ya<br />

destek <strong>ve</strong>rdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu.<br />

Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek <strong>ve</strong>rmesi<br />

yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da<br />

krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir<br />

müddet sonra ilişkiler normale dönebildi.<br />

2000-2010 Yılları<br />

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta<br />

Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından<br />

sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyi’nin onayı ile <strong>ve</strong> ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri<br />

operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan<br />

George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan<br />

müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı.<br />

Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci<br />

Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye<br />

için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire<br />

Irak’ın kimyasal <strong>ve</strong> nükleer silahlara sahip olduğu <strong>ve</strong> radikal terörizmi desteklediği<br />

yolunda yapay istihbarat raporları <strong>orta</strong>ya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush<br />

körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada<br />

kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş<br />

açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği <strong>ve</strong> o zamana kadar radikal<br />

26


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline<br />

gelebileceği tamamen göz ardı edildi.<br />

Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı.<br />

Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB<br />

üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda <strong>ve</strong><br />

kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu <strong>ve</strong> açık seçik bir tutum tespitinde<br />

sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin<br />

ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush<br />

eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı.<br />

Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde<br />

“önleyici müdahale” <strong>ve</strong> “şer mih<strong>ve</strong>ri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül<br />

onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını<br />

<strong>ve</strong>rmişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı<br />

ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut<br />

değildi.<br />

ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını<br />

gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa<br />

karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin <strong>ve</strong>riyorlardı.<br />

Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya <strong>ve</strong> Çin gayet dikkatli <strong>ve</strong> dengeli bir<br />

siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi <strong>ve</strong> Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet<br />

hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını<br />

unutmuyorlar <strong>ve</strong> ABD’yi destekliyorlardı. İspanya <strong>ve</strong> İtalya da kamuoylarına<br />

rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye<br />

<strong>ve</strong> Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık<br />

önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar <strong>ve</strong> Ku<strong>ve</strong>yt<br />

ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.<br />

Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün <strong>ve</strong><br />

Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim<br />

<strong>ve</strong> atılımlarının <strong>ve</strong> Saddam’a ulaştırılan tek taraflı <strong>ve</strong>ya çok taraflı mesajların<br />

takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç<br />

politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini<br />

yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.<br />

27


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey<br />

Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını <strong>ve</strong><br />

hava üslerini kullanmak <strong>ve</strong> Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek.<br />

Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını<br />

<strong>ve</strong>riyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis <strong>ve</strong> limanlarımızın<br />

yenilenmesi amacı ile ABD teknik <strong>ve</strong> askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini<br />

onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına <strong>ve</strong> çalışmalarına<br />

başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden<br />

Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini<br />

gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den<br />

operasyona katılmak üzere Ku<strong>ve</strong>yt’e yönlendirildiler.<br />

1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden<br />

sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı<br />

avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap,<br />

Türkmen <strong>ve</strong> Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi.<br />

İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı<br />

20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele<br />

yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı.<br />

Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere <strong>ve</strong>rilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında<br />

<strong>ve</strong> operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk <strong>ve</strong> Amerikan<br />

askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.<br />

1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu<br />

savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol <strong>ve</strong> gaz<br />

kaynaklarına da sahip bağımsız <strong>ve</strong>ya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu<br />

engellemek fırsatını <strong>ve</strong> o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini<br />

sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline<br />

gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı<br />

da yersizdi. ABD kuv<strong>ve</strong>tleri güneyde Ku<strong>ve</strong>yt üzerinden Irak’a girmişlerdi.<br />

Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları<br />

eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki<br />

algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul<br />

edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi.<br />

Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.<br />

28


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak<br />

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu <strong>ve</strong><br />

“Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval<br />

olayı” cereyan etti <strong>ve</strong> ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM,<br />

ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan<br />

“Koalisyon” kuv<strong>ve</strong>tlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuv<strong>ve</strong>t<br />

gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden<br />

kısa bir süre sonra patlak <strong>ve</strong>ren şiddet <strong>ve</strong> terör olaylarından sonra 1<br />

Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak <strong>ve</strong> Türkiye şehit<br />

tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti.<br />

Neyse ki Araplar <strong>ve</strong> Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar<br />

uygulanamadı.<br />

Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar<br />

haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik<br />

gücüne <strong>ve</strong> inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak,<br />

Irak’ı zayıflatarak <strong>ve</strong> istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuv<strong>ve</strong>tlendirerek <strong>ve</strong><br />

kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa <strong>orta</strong>mında,<br />

Türkiye, yürüttüğü aktif <strong>ve</strong> genelde yaratıcı <strong>ve</strong> isabetli politika ile Orta<br />

Doğu’daki jeopolitik <strong>ve</strong> ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın<br />

zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok<br />

değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi,<br />

fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan <strong>ve</strong> Bağdat’ın<br />

zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan<br />

Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi.<br />

Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek<br />

istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt<br />

yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin<br />

çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru<br />

oluşturuyordu.<br />

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri <strong>ve</strong> hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri<br />

geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya<br />

ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi<br />

29


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Arabistan <strong>ve</strong> diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye<br />

çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek<br />

düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge<br />

ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.<br />

Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan<br />

kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi <strong>ve</strong> bir ülkenin<br />

politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta<br />

çeşitli Şii <strong>ve</strong> Sünni gruplarla <strong>ve</strong> aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı<br />

yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra<br />

Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuv<strong>ve</strong>tine katkıda bulunurken iç politikada<br />

uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.<br />

Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik <strong>ve</strong> mali yardım sağlayan bir ülkedir.<br />

2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine<br />

Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuv<strong>ve</strong>t kullanması genellikle reaksiyon<br />

doğurduysa da diğer Arap <strong>ve</strong> Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri<br />

Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu<br />

Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil<br />

etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı<br />

olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu.<br />

Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadar<br />

ki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin<br />

Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya<br />

geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele<br />

edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı<br />

birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu<br />

şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından<br />

Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden <strong>ve</strong> din referanslı söylemlerden kaçınmanın<br />

önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın <strong>ve</strong> cazip kılan<br />

hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli<br />

demokratik bir ülke olması <strong>ve</strong> başta AB <strong>ve</strong> NATO olmak üzere Batı ile kurduğu<br />

<strong>ve</strong> idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.<br />

Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki<br />

30


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar <strong>ve</strong> karşılıklı<br />

olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi<br />

kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile<br />

Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu,<br />

fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten<br />

sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin<br />

arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde<br />

Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar<br />

Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail <strong>ve</strong><br />

Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye <strong>ve</strong> İsrail<br />

arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu.<br />

Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu<br />

Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını<br />

belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi <strong>ve</strong>ya devletin<br />

çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü<br />

daha çok tarafları bir araya getirmek <strong>ve</strong> müzakere atmosferi yaratmak şeklinde<br />

oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism”<br />

tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti.<br />

Medyanın <strong>ve</strong> bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı<br />

yanlış anlamalara <strong>ve</strong> çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı<br />

düzeltme çok yerinde olmuştur.<br />

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümetlerince<br />

değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir.<br />

Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere <strong>ve</strong> yorumlara<br />

bugünkü kadar yer <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />

Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD <strong>ve</strong> AB Hükümetlerinin,<br />

medyalarının <strong>ve</strong> düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir.<br />

Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön<br />

plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants”<br />

Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />

üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu <strong>ve</strong> İsrail’in tek Müslüman müttefiki<br />

olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. Aynı raporda<br />

31


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı gü<strong>ve</strong>ne dayanan<br />

bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin AB<br />

üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi.<br />

Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde.<br />

Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın<br />

toprak bütünlüğüne en fazla destek <strong>ve</strong>ren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk<br />

Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı gü<strong>ve</strong>nsizlik<br />

üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin<br />

Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret <strong>ve</strong> Büyükelçi düzeyinde<br />

temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine<br />

yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e<br />

yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında<br />

Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.<br />

Irak’ta Amerikan kuv<strong>ve</strong>tlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra<br />

ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde<br />

bulunamıyor. ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle<br />

takviye edilmesinin gü<strong>ve</strong>nliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen<br />

terör <strong>ve</strong> şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların<br />

kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle,<br />

sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini<br />

şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nlik menfaatlerinin<br />

Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde<br />

bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak<br />

Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla<br />

yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki<br />

açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır.<br />

Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı<br />

sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış <strong>ve</strong> İran Türkiye’nin en<br />

büyük 8. ticaret <strong>orta</strong>ğı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan<br />

yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan<br />

İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal<br />

gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının<br />

32


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline <strong>ve</strong> Güney Pars gaz kaynaklarının belirli<br />

fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası<br />

mevcuttur.<br />

Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine <strong>ve</strong> enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz<br />

kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları<br />

konusunda BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin,<br />

İsrail’in <strong>ve</strong> Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü<br />

otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği<br />

tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir.<br />

Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması<br />

uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın<br />

nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine<br />

katılmadığından Ajans Gu<strong>ve</strong>rnörler Kurulu’nda yapılan oylamada<br />

İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride<br />

ABD’nin isteği yönünde BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde<br />

Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele<br />

bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi<br />

gü<strong>ve</strong>nliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını<br />

<strong>ve</strong>rdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği<br />

yolunda yaptığı <strong>ve</strong> kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor.<br />

Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini<br />

haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın<br />

yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi<br />

antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün<br />

İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından<br />

şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den<br />

çok İran’dan endişe duymaktadırlar.<br />

İran’daki teokratik <strong>ve</strong> otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı<br />

seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük<br />

kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın<br />

içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi<br />

isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini <strong>ve</strong>rmesi de doğru<br />

sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı<br />

33


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın<br />

özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt<br />

çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar.<br />

11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan <strong>ve</strong> Pakistan da Orta<br />

Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane<br />

ilişkilerde bulunduğu bu iki ülkenin <strong>orta</strong>k sorunları ile de yakinen ilgilidir.<br />

Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile <strong>130</strong>0<br />

arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal <strong>ve</strong> kültürel<br />

alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan <strong>ve</strong> Pakistan liderlerini<br />

bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya<br />

çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide <strong>ve</strong> Taliban terörüne<br />

Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son <strong>ve</strong>rilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki<br />

savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir.<br />

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı<br />

olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız<br />

kuv<strong>ve</strong>t kullanmasına, kadınlar <strong>ve</strong> çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının<br />

çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir.<br />

İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa<br />

karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde<br />

bir ölçü <strong>ve</strong> üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on<br />

yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını<br />

Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi<br />

olmuştur. İsrail ile askeri <strong>ve</strong> savunma sanayi alanındaki işbirliğinin<br />

Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin<br />

Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır.<br />

İsrail aleyhtarı retoriğin <strong>ve</strong> televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını <strong>ve</strong> genellikle<br />

ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır.<br />

Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap<br />

ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında<br />

bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin<br />

sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan<br />

34


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün<br />

İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden <strong>ve</strong> diğer Müslüman ülkelerden<br />

daha fazla önem <strong>ve</strong>riyor. Oysa bu örgüt, yapısı <strong>ve</strong> kompozisyonu ile<br />

uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz.<br />

Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin<br />

genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi.<br />

Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı<br />

üslup sorunları <strong>ve</strong> aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği <strong>ve</strong><br />

AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü<br />

yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu<br />

Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin<br />

<strong>ve</strong> çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir <strong>ve</strong> bu durumun Türkiye’yi Avrupalı<br />

ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin<br />

Orta Doğu politikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı<br />

da belirtilmelidir.<br />

Sonuç<br />

Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun,<br />

Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede<br />

istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca<br />

istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine<br />

karşı cephe alınması <strong>ve</strong> buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti<br />

ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış<br />

değerlendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların<br />

hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken<br />

bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan<br />

sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı<br />

<strong>ve</strong> onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci <strong>ve</strong> İkinci<br />

Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar <strong>ve</strong> rekabetler, mezhepler<br />

arasındaki çekişmeler <strong>ve</strong> çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan<br />

yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara <strong>ve</strong><br />

istikrarsızlıklara çok müsait bir <strong>orta</strong>m yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin<br />

direkt komşuları İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile <strong>orta</strong>ya çıkan sorunları, PKK terör<br />

35


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını <strong>ve</strong> onlardan destek görmesini de<br />

eklemek gerekir.<br />

Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası<br />

teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde,<br />

Kafkasya’da, enerji gü<strong>ve</strong>nliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede,<br />

hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde<br />

Orta Doğu’daki şiddet <strong>ve</strong> tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası<br />

Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç<br />

bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı <strong>ve</strong> ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması<br />

olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün<br />

ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda<br />

hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine<br />

yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt<br />

meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır.<br />

İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü<br />

yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu<br />

yapılırken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil<br />

olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer<br />

programlarının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere<br />

birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir<br />

husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen<br />

politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir.<br />

İsrail’in politikasının çeşitli <strong>ve</strong>çhelerine <strong>ve</strong> özellikle yarattığı oldubittilere <strong>ve</strong><br />

Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuv<strong>ve</strong>t kullanmasına karşı tepki ifade<br />

edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili<br />

zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının<br />

yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.<br />

Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan<br />

<strong>ve</strong> referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa<br />

daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur.<br />

Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme <strong>ve</strong> sorunların-<br />

36


Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />

dan soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son <strong>ve</strong>rilmesi, demokrasinin<br />

güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet <strong>ve</strong><br />

ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki<br />

kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan<br />

reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog <strong>orta</strong>mının<br />

oluşturulması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin<br />

iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer<br />

yargılarına tesir etmemesi düşünülemez.<br />

37


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ *<br />

Atilla SANDIKLI **<br />

Bilgehan EMEKLİER ***<br />

Tahran yönetimi, Şah döneminde başlatılan <strong>ve</strong> 1980-1988 İran-Irak Savaş’ında<br />

olduğu gibi kimi zaman askıya alınmasına rağmen yine de kararlılıkla devam<br />

edilen nükleer programını İran iç <strong>ve</strong> dış politikasının önemli bir enstrümanı<br />

<strong>ve</strong> süreklilik unsuru olarak görmektedir. İran siyasi kültürüne Humeyni<br />

döneminden miras kalan <strong>ve</strong> “bağımsızlık”, “Batı-karşıtlığı” <strong>ve</strong> “bölgesel liderlik”<br />

gibi parametreler üzerine inşa edilen dış politika anlayışının ana eksenini<br />

oluşturan nükleer program, İran halkını <strong>orta</strong>k bir hedef etrafında birleştirmektedir.<br />

İran’ın nükleer programı yalnızca iktidar <strong>ve</strong> muhalefeti ulusal<br />

gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> ulusal çıkar çatısı altında bütünleştirmemekte, aynı zamanda rejimin<br />

sürekliliği konusunda bir meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla<br />

İran’da hem iktidar hem de muhalefetin büyük çoğunluğu, nükleer<br />

faaliyetlerin devam etmesi noktasında fikir birliğine sahiptir.<br />

Bölgenin lider gücü <strong>ve</strong> küresel bir aktör olmak için nükleer programını rasyonel<br />

bir dış politika aracı olarak gören İran, 2002 yılında Washington <strong>ve</strong><br />

Tahran arasında başlayan <strong>ve</strong> kısa sürede çok taraflı bir krize dönüşen nükleer<br />

faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirmektedir. ABD önderliğindeki Batı dünyası<br />

İran nükleer programının askeri amaçlı olduğunu <strong>ve</strong> Tahran’ın nükleer<br />

silah üretmeye çalıştığını ileri sürerken, İran ise nükleer faaliyetlerinin sivil<br />

amaçlı olduğunu <strong>ve</strong> hedeflerinin barışçıl nükleer enerji üretmek olduğunu öne<br />

sürmektedir.<br />

* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu<br />

Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir.<br />

** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üni<strong>ve</strong>rsitesi Öğretim Üyesi<br />

*** Galatasaray Üni<strong>ve</strong>rsitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi<br />

39


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Soğuk Savaş döneminde Şah yönetiminin iktidarda olduğu süreç boyunca<br />

İran’ın nükleer faaliyetlerini bizzat destekleyen ABD <strong>ve</strong> AB bu kez İran nükleer<br />

programına karşı çıkmakta; Rusya <strong>ve</strong> Çin ise 1979 Devrimi’nden önceki<br />

tutumlarının aksine Tahran’ın nükleer çalışmalarına destek <strong>ve</strong>rmektedir. Bu<br />

yönüyle İran nükleer krizi, 11 Eylül sonrası beliren yeni uluslararası sistemde<br />

“sistemsel bir katalizör” işlevi görmekte <strong>ve</strong> uluslararası aktörler arasında<br />

farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Küresel sistemin yeniden şekillendiği<br />

bu kriz sürecinde Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya gibi bölgesel aktörler ise arabulucu<br />

rolü oynayarak nükleer krizin diplomatik yöntemlerle çözümlenmesine gayret<br />

etmektedir. Bu nedenle Türkiye, diplomatik müzakerelere ev sahipliği de yaparak<br />

kriz çözümünü barışçıl yollarla gerçekleştirmeye özen göstermektedir.<br />

Buna karşın İran nükleer krizini diplomatik yöntemlerle çözme girişimlerinden<br />

sonuç alınamaması <strong>ve</strong> bu yöndeki umutların azalmaya başlaması, krizin<br />

çatışmaya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğuna dair yorumları beraberinde<br />

getirmektedir. Üstelik İran ile ABD karar alıcılarının söylemsel <strong>ve</strong> retorik açıdan<br />

giderek sertleşmesi <strong>ve</strong> iki aktör arasında sıcak bir çatışma yaşanacağına<br />

ilişkin değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunun gündemine yerleşmesi,<br />

İran’ı küresel kaos senaryolarının merkezine oturtmaktadır. Bu senaryoların<br />

ilki, İran nükleer tesislerinin <strong>ve</strong> füze sistemlerinin ABD <strong>ve</strong>ya İsrail tarafından<br />

vurulması; ikincisi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması; üçüncüsü<br />

ise İran’ın Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izleme olasılığıdır.<br />

1 Bu çerçe<strong>ve</strong>de raporda öncelikle tarihsel süreçte Türkiye-İran ilişkileri<br />

<strong>ve</strong> İran nükleer krizindeki güncel gelişmeler incelenecek, ardından öngörülen<br />

üç senaryo tartışılacak <strong>ve</strong> gerçekleşmesi durumunda bu senaryoların<br />

Türkiye’yi nasıl etkileyeceği üzerinde durulacaktır.<br />

1. Tarihsel Süreçte Türkiye-İran İlişkileri<br />

Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile ilişkileri tarihsel süreçte her zaman<br />

büyük önem taşımıştır. Bu ilişkiler 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan itibaren<br />

istikrarlı bir gelişme göstermiş <strong>ve</strong> bu anlaşma sonrasında iki ülke arasındaki<br />

sınır bazı ufak ayarlamalar dışında günümüze dek değişmemiştir. Buna<br />

1 Atilla Sandıklı, Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran” Rapor No: 40,<br />

BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012.<br />

40


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

karşın 1639’dan sonra sınır bölgesinde çıkan ayaklanmalardan kaynaklanan<br />

bazı ihtilaf <strong>ve</strong> çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin 1720 yılında iki ülke arasında<br />

20 yıl süren bir savaş başlamıştır. 1821-1823 yılları arasında iki ülke yine<br />

karşı karşıya gelmiş, Erzurum Anlaşması ile sınırın aynen korunması karara<br />

bağlanmasına rağmen sınırın işaretlenmesi konusunda ihtilaf <strong>ve</strong> sınır ihlalleri<br />

devam etmiştir. Sınırın işaretlenmesi ancak 1914 yılında gerçekleşebilmiştir. 2<br />

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkilerde bazı sorunlar yaşanmıştır.<br />

Mesela İran’daki dini sınıf <strong>ve</strong> muhafazakâr kesimler, Atatürk’ün gerçekleştirdiği<br />

reformlara <strong>ve</strong> Türkiye’de laik bir sistemin inşa edilmesine tepki<br />

göstermiştir. Musul sorunu <strong>ve</strong> 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan isyan sırasında<br />

İranlı aşiretler sık sık sınır ihlallerinde bulunmuş <strong>ve</strong> Musul sorunu<br />

çözüldükten sonra da bu ihlaller zaman zaman devam etmiştir. İki ülke arasında<br />

1926 yılında imzalanan Gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> Dostluk Anlaşması’nda taraflar bu<br />

eylemlere son <strong>ve</strong>rmeyi <strong>ve</strong> gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiş, ancak sınır<br />

olayları yine de sürmüştür. 1926’da imzalanan başka bir anlaşma ile Ağrı bölgesinde<br />

Türkiye lehine sınır düzeltmesi yapılmıştır. Aynı yıl imzalanan Uzlaşma,<br />

Yargı Yönetimi <strong>ve</strong> Hakemlik Anlaşması ile bu sınır düzeltmesi teyit edilmiştir.<br />

1926 tarihli Gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> Dostluk Anlaşması 1932’de güncelleştirilmiş<br />

<strong>ve</strong> böylece iki ülke arasındaki dostluk istikrarlı bir yapıya kavuşturulmuştur. 3<br />

1926 yılından sonra yaşanan bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenlerinden<br />

biri, İran’da Kaçar hanedanlığını askeri bir darbe ile sona erdiren <strong>ve</strong><br />

Türkiye’nin modernleşme sürecini örnek alan Albay Rıza Pehlevi’nin Şah olmasıydı.<br />

Şah Pehlevi, 1934 yılında Türkiye’ye yaklaşık bir ay süren bir ziyarette<br />

bulundu <strong>ve</strong> bu dönemde (1925-1941) iki ülke arasındaki dostane ilişkiler<br />

gelişti. İki ülke bölgedeki gelişmelere karşı benzer dış politika yaklaşımları<br />

sergiledi. Buna rağmen İran, petrol kaynakları sayesinde zenginleştikçe iki<br />

ülkenin bölgedeki nüfuz rekabeti su yüzüne çıkmaya başladı <strong>ve</strong> Tahran’ın isteksiz<br />

davranması nedeniyle iki ülke arasında ekonomi <strong>ve</strong> enerji işbirliği bir<br />

türlü geliştirilemedi. 4<br />

2 İlter Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu<br />

Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010, 11.<br />

3 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11.<br />

4 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu<br />

Raporu, 11-12.<br />

41


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Albay Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza’nın şahlığı döneminde (1941-<br />

1979) de ikili ilişkilerin genel itibarıyla istikrar <strong>ve</strong> barış içinde olduğu söylenebilir.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de Atatürk <strong>ve</strong> Şah Muhammed Rıza döneminde Türkiye,<br />

İran, Irak <strong>ve</strong> Afganistan arasında 1937 yılında imzalanan <strong>ve</strong> bölgesel işbirliği<br />

anlaşması niteliğinde olan Sadabat Paktı ile ikili ilişkilerde başlayan barış <strong>ve</strong><br />

istikrar süreci, Soğuk Savaş konjonktürünün büyük bir bölümünde devam etti.<br />

Aynı şekilde Şubat 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak <strong>ve</strong> Pakistan arasında<br />

yapılan Bağdat Paktı <strong>ve</strong> sonrasında paktın dağılmasıyla oluşturulan Merkezi<br />

Antlaşma Teşkilatı (CENTO) da Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin işbirliği<br />

içinde gelişmesinde büyük rol oynadı. İki devletin Soğuk Savaş döneminde<br />

Batı bloğunda yer almaları, ikili ilişkilerin iyi seyretmesinde temel etken olmuştur.<br />

5 Ancak Pehlevi hanedanını iktidardan deviren 1979 Humeyni Devrimi,<br />

Türkiye-İran ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturmuş <strong>ve</strong> iki ülkenin birbirlerinin<br />

siyasi rejimlerini tehdit olarak algılamaları ilişkileri etkilemiştir.<br />

İran’da 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim sistemi değişmiş <strong>ve</strong> Şah dönemindeki<br />

anayasal monarşiden dini cumhuriyete geçilmiştir. İran’da kurulan<br />

yeni siyasal sistem, Türkiye’deki laik devlet düzeniyle tezat teşkil ediyordu.<br />

Bu nedenle iki ülke arasında gü<strong>ve</strong>nsizlik <strong>ve</strong> kuşku <strong>orta</strong>mı oluşmaya başladı.<br />

Türkiye, İran’da Türkiye’nin laik sistemine karşı yayınlar yapıldığı gerekçesiyle<br />

rahatsız olduğunu ileri sürerken, İran ise Türkiye’de devrim <strong>ve</strong> kendi yöneticileri<br />

aleyhine propaganda yapıldığı yönündeki şikâyetlerini <strong>orta</strong>ya koyuyordu.<br />

Türkiye İran’ı devrim ihraç etmekle, İran da Türkiye’yi kendi rejimini<br />

yıkmak için faaliyette bulunmakla suçluyordu.<br />

Türkiye-İran ilişkileri, 1980-1988 İran-Irak Savaşı yıllarında özellikle<br />

Türkiye’nin tarafsız tutumu nedeniyle gelişme gösterdi. İran <strong>ve</strong> Irak,<br />

Türkiye’nin savaş sırasındaki tarafsızlığına o kadar gü<strong>ve</strong>ndi ki, karşılıklı haklarının<br />

korunmasını Türkiye’nin Bağdat <strong>ve</strong> Tahran’daki büyükelçiliklerine bıraktı.<br />

Bu nedenle İran ile ticaret hacmi bu dönemde 2 milyar dolara ulaştı. Buna<br />

rağmen İran ile siyasi ilişkiler kırılgan bir zeminde seyrediyordu. Zira Tahran<br />

yönetimi 1990’lı yıllarda PKK terör örgütüne destek <strong>ve</strong>rmeye başlamıştı.<br />

İran ile ilişkiler 2000 sonrası dönemde ise hızlı bir gelişme gösterdi <strong>ve</strong> dip-<br />

5 Soğuk Savaş Dönemi Türkiye-İran İlişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk-İran İlişkileri”,<br />

içinde Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul,<br />

2004, 207-234.<br />

42


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

lomatik temaslar arttı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2001’de 1,2 milyar<br />

dolar iken, bu rakam 2010’da 11 milyar dolara, 2011’de ise 15 milyar dolara<br />

yükseldi. 6 Enerji Bakanı Taner Yıldız, Şubat 2012’de yaptığı açıklamada<br />

Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık %50’sinin <strong>ve</strong> Mart 2012’de yaptığı<br />

açıklamada doğalgaz ihtiyacının %20’sinin İran’dan yapıldığını ifade etti. Ayrıca<br />

iki ülke arasında Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden Türkiye’ye<br />

sevk edilmesi, İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi<br />

<strong>ve</strong> Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının Türkiye Petrolleri Anonim<br />

Ortaklığı (TPAO) tarafından işletilmesi konularında mutabakat imzalandı.<br />

Ancak bugüne kadar bu projelerde önemli bir gelişme görülmedi. Bununla<br />

birlikte Türkiye’ye yerleştirilen NATO füze kalkanı, Irak’ta son dönemde yaşanan<br />

gelişmeler <strong>ve</strong> Suriye krizi nedeniyle Türkiye-İran ilişkileri 2011’den<br />

itibaren hassas bir çizgide seyretmektedir.<br />

Türkiye-İran Ticaret Hacmi ( Milyon Dolar)<br />

Kaynak: İstanbul Ticaret Odası<br />

2. İran Nükleer Krizindeki Gelişmeler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Son yıllarda Türkiye-İran ilişkilerinin hızla gelişmesindeki iki ana neden;<br />

Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” ilkesi çerçe<strong>ve</strong>sinde bölge ülkeleriyle<br />

ilişkilerin geliştirilmesine özel önem <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> askeri amaçlı olduğu ileri<br />

6 Günlük Orta Doğu Bülteni, ORSAM Yayınları, No: 1297, 8, http://www.orsam.org.tr/tr/<br />

trUploads/OrtadoguBulteni/201214_04jantur.pdf<br />

43


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

İran Nükleer Programının Kısa Bir Kronolojisi<br />

İran nükleer programının tarihi arka planı 1950’lerin ikinci yarısına dayanmaktadır.<br />

İran 1957 yılında ABD ile nükleer işbirliği anlaşması imzalamış,<br />

ardından 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na<br />

üye olmuştur. 1959’da Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur.<br />

ABD, İran ile 1957’de yaptığı anlaşma çerçe<strong>ve</strong>sinde 1967 yılında 5<br />

MW gücündeki nükleer araştırma reaktörünü Tahran Nükleer Araştırma<br />

Merkezi’ne <strong>ve</strong>rmiştir. İran, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme<br />

Anlaşması’nı imzalayarak anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1970’te bu<br />

anlaşmaya taraf olmuştur. 1974’te Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran<br />

Atom Enerjisi Kurumu kurulmuştur. Aynı yıl Şah Rıza Muhammed Pehlevi,<br />

20 yıl içerisinde 20.000 MW’lık enerji üretecek nükleer tesisleri<br />

kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. ABD yönetimi de İran’ın nükleer<br />

faaliyetlerini desteklediğini belirtmiştir. İran’ın Şah döneminde başlayan<br />

nükleer programına ABD’nin yanı sıra Avrupa devletleri de bizzat destek<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. Örneğin 1970’lerin <strong>orta</strong>sından itibaren Alman Kraftwerk,<br />

Siemens <strong>ve</strong> Fransız Framatome gibi Batılı şirketler ile Tahran arasında<br />

nükleer enerji işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmalar<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde nükleer tesislerin inşası, nükleer fizikçilerin eğitimi, nükleer<br />

ekipman <strong>ve</strong> teknolojinin temini gibi konularda İran’ın destekleneceği<br />

belirtilmiş <strong>ve</strong> bunların bir kısmı gerçekleştirilmiştir.<br />

Ancak 1979 yılında Humeyni Devrimi ile Pehlevi Hanedanı’na son <strong>ve</strong>rilmesi<br />

(1925-1979) <strong>ve</strong> İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, İran’ı ABD<br />

liderliğindeki Batı bloğundan uzaklaştırırken, Batı’nın İran nükleer<br />

programına <strong>ve</strong>rdiği desteği kesmesine neden olmuştur. Dini lider Humeyni<br />

önderliğindeki Tahran yönetimi, 1980-1988 yılları arasında yaşanan<br />

İran-Irak Savaşı nedeniyle nükleer faaliyetleri durdurmak zorunda<br />

kalmıştır. Savaşın ardından nükleer programını devam ettirmek isteyen<br />

İran, 1990 sonrası süreçte Rusya ile nükleer işbirliği yaparak Moskova<br />

tarafından açıkça, Çin tarafından ise Amerikan baskısı nedeniyle üstü<br />

örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Washington yönetiminin 2002 yılında,<br />

İran’ın Arak <strong>ve</strong> Natanz tesislerinde nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri<br />

sürmesi üzerine İran ile ABD arasında başlayan nükleer kriz, 2002’den<br />

bu yana tırmanarak devam etmiş <strong>ve</strong> bu süreçte çok taraflı bir krize dönüşmüştür.<br />

44


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

sürülen nükleer programı nedeniyle Tahran’a uygulanan yaptırımlar sonucunda<br />

İran’ın uluslararası sistemden tecrit edilmesidir. Türkiye enerji ihtiyacının<br />

önemli bir kısmını İran’dan karşılarken, Tahran ile ihracatını artırarak ekonomisini<br />

geliştirmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye nükleer kriz nedeniyle<br />

İran’ın olası bir çatışma <strong>orta</strong>mına çekilmesini <strong>ve</strong> dolayısıyla bölgedeki<br />

mevcut istikrarsızlığın kontrol edilemez boyuta gelmesini önlemek için yoğun<br />

bir diplomatik çaba harcamaktadır.<br />

Bu nedenle Türkiye, Batı ile İran arasında arabuluculuk girişimlerinde bulunmakta<br />

<strong>ve</strong> nükleer krizin çözümü konusunda yapıcı bir rol <strong>ve</strong> sorumluluk<br />

üstlenmeye özen göstermektedir. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle<br />

hem kriz çözümünde taraf olmaya devam etmekte hem de uluslararası<br />

toplumla iletişimini sürdürmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi İstanbul’da<br />

14 Nisan 2012’de yapılan görüşmeler öncesinde müzakere yeri konusunda<br />

sorun çıkarsa da, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün devamına sıcak bakmaktadır.<br />

Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer krizin çözümü konusunda Viyana’daki<br />

görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Brezilya ile birlikte arabuluculuk<br />

girişiminde bulunarak söz konusu diplomatik sürecin yeniden başlatılmasına<br />

katkı sağlamıştır. İran’ın bu girişimi kabul etmesi neticesinde 17 Mayıs<br />

2010 tarihinde Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Brezilya<br />

Cumhurbaşkanı Lula Da Silva <strong>ve</strong> Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />

katılımıyla uranyum takası konusunda bir uzlaşma metni imzalanmıştır. 7 Bir<br />

anlaşma niteliğinde olmayan Tahran Bildirisi, İran ile Viyana grubu arasında<br />

nükleer yakıt takası anlaşması yapılmasını sağlamak amacıyla üç ülkenin mutabakata<br />

vardığı bir metindir.<br />

İran, söz konusu metne göre düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun<br />

Türkiye’de muhafaza edilmesini kabul etmiştir. Metinde ayrıca 1200<br />

kg uranyumun Türkiye’de bulunduğu sürece İran’a ait olduğu, İran <strong>ve</strong> Uluslararası<br />

Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yetkililerinin istedikleri zaman Türki-<br />

7 “İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010,<br />

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=997227&Date=<br />

17.05.2010&CategoryID=81<br />

45


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ye’deki uranyumun depolanma <strong>ve</strong> saklanma koşullarını denetleyebilecekleri<br />

vurgulanmıştır. Bununla birlikte İran’ın belirtilen hususları kabul ettiğini 7<br />

gün içinde UAEK’ya bildirmesi; ABD, Rusya, Fransa <strong>ve</strong> UAEK’dan oluşan<br />

Viyana grubunun olumlu cevabına paralel olarak Tahran’daki araştırma reaktörü<br />

için gerekli 120 kg yakıtın teslim edilmesinin taahhüt edilmesi gibi<br />

takasla ilgili ayrıntılı konulara kesin anlaşmada yer <strong>ve</strong>rilmesi öngörülmüştür.<br />

İran, anlaşmaya varıldıktan sonra düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kg<br />

uranyumu bir ay içinde Türkiye’ye göndermeyi kabul etmiştir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

metinde, Viyana grubunun da bir yıl içinde 120 kg yakıtı İran’a teslim etmesi<br />

gerektiği belirtilmiş <strong>ve</strong> bildirinin şartlarına uyulmaması durumunda İran’ın<br />

<strong>ve</strong>rdiği uranyumu geri isteme hakkına sahip olduğu <strong>ve</strong> Türkiye’nin de bu istek<br />

doğrultusunda iade işlemini gerçekleştirmesi öngörülmüştür. 8<br />

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK)<br />

• 29 Temmuz 1957 tarihinde kurulan UAEK Birleşmiş Milletler bünyesinde<br />

faaliyet gösteren özerk bir kuruluştur. Merkezi Viyana’da bulunan<br />

kurumun şimdiki başkanı Yukiya Amano’dur.<br />

• UAEK’nın temel amaçları;<br />

-Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını sağlamak,<br />

-Nükleer silahların yayılmasını önlemektir.<br />

• Temel işlevleri;<br />

-Nükleer bilim <strong>ve</strong> teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda<br />

üye ülkelere destek sağlamak,<br />

-Denetim mekanizması aracılığıyla <strong>orta</strong>ya koyduğu nükleer gü<strong>ve</strong>nlik<br />

standartları çerçe<strong>ve</strong>sinde üye ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediğini<br />

kontrol etmek, nükleer tesisleri korunma önlemleri altında<br />

bulundurmak <strong>ve</strong> nükleer programları denetlemektir.<br />

• İran, UAEK’ya 1958 yılında üye olmuştur.<br />

8 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran <strong>ve</strong> Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”,<br />

http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-<strong>turkiye</strong>_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-<strong>orta</strong>k<br />

deklarasyonu.tr.mfa<br />

46


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

ABD dışındaki 5+1 üyeleri 9 <strong>ve</strong> UAEK bildiriye ihtiyatla yaklaşmıştır. Tahran<br />

yönetiminin kısa bir süre sonra %20 oranında uranyum zenginleştirme<br />

faaliyetlerine devam edeceğini açıklaması, İran’ın asıl amacının anlaşmaya<br />

varmaktan ziyade uluslararası yaptırımlardan kaçmak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir.<br />

Tahran Bildirisi’ne en fazla tepki gösteren ülke ABD olmuştur. Washington<br />

yönetimi İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya<br />

çalışmakla” suçlayarak, Tahran’ın söz konusu anlaşmayı BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyi toplantısı öncesinde imzalamasına dikkat çekmiştir. ABD, yaptırım<br />

tasarısını gündeme taşıması sonrasında Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi üyelerinin desteğini<br />

aldığını açıklamıştır. 10<br />

Tahran Bildirisi, Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya’nın girişimlerine rağmen beklenen <strong>ve</strong><br />

istenen uzlaşı zeminini sağlayamamış <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nden yeni<br />

yaptırım kararı çıkma ihtimaline karşı İran’ın yaptığı diplomatik bir manevra<br />

olarak yorumlanmıştır. Bu nedenle Washington yönetimi, İran’a yeni bir<br />

yaptırım uygulanması konusunda Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’ne talepte bulunmuştur.<br />

Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya diplomatik müzakerelere devam edilmesi gerekçesiyle<br />

yeni yaptırımlara karşı çıkmasına rağmen 1929 sayılı yaptırım kararı Türkiye<br />

<strong>ve</strong> Brezilya’nın “hayır”, Lübnan’ın ise “çekimser” oyuna karşı 12 “e<strong>ve</strong>t” oyu<br />

ile Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nce 9 Haziran 2010’da kabul edilmiştir. 11<br />

Tahran yönetimi, Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin yaptırım kararı sonrasında uranyum<br />

zenginleştirme çalışmalarının Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme<br />

Antlaşması’ndan (Non-Proliferation Treaty; NPT) kaynaklanan bir hakkı olduğunu<br />

vurgulayarak nükleer programına devam etmiş <strong>ve</strong> kısa bir süre sonra<br />

yaklaşık 40 kg %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettiğini açıklamış-<br />

9 5+1 grubu, Birleşmiş Milletler daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa <strong>ve</strong> İngiltere ile<br />

Almanya’dan oluşmaktadır.<br />

10 Bayram Sinkaya, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu Ve Uranyum<br />

Takası Mutabakatı”, Orta Doğu Analiz, Cilt: 2, Sayı:18, 2010, 74-75.<br />

11 Çin <strong>ve</strong> Rusya daha önceki tutumlarının aksine bu oylamada “e<strong>ve</strong>t” oyu kullanmışlardır;<br />

Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran, 9 June 2010,<br />

http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm<br />

47


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tır. 12 Bu gelişmelere karşın askıda bulunan görüşmelere tekrar başlanması için<br />

Türkiye öncülüğündeki diplomatik arayışlar devam etmiş <strong>ve</strong> 5+1 üyeleriyle<br />

İran arasındaki müzakereler bu kez 21-22 Ocak 2011 tarihlerinde İstanbul’da<br />

gerçekleştirilmiştir.<br />

Görüşmeler sırasında Viyana grubu ülkeleri ABD, Rusya <strong>ve</strong> Fransa ile İran ilk<br />

kez ayrı bir toplantı gerçekleştirmiş, 13 ancak 5+1 üyelerinden oluşan heyete<br />

başkanlık yapan AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton görüşmeler<br />

sonrasında müzakerelerden olumlu bir sonuç alamadıklarını belirtmiştir.<br />

Ashton, İran’ın nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla sürdürdüğüne<br />

ilişkin argümanlar <strong>orta</strong>ya koyması gerektiğini <strong>ve</strong> İran’ın işbirliği için gerekli<br />

tavrı sergilemediğini vurgulamıştır. 14 Dolayısıyla İstanbul görüşmelerinden de<br />

nükleer krizi diplomatik yöntemlerle çözecek somut bir ilerleme kaydedilememiştir.<br />

Yapılan müzakerelerden bir kez daha sonuç çıkmaması üzerine UAEK Başkanı<br />

Yukiya Amano tarafından İran nükleer çalışmalarıyla ilgili bir rapor hazırlanmıştır.<br />

9 Kasım 2011 tarihinde açıklanan UAEK raporunda, İran nükleer<br />

santrallerinde nükleer silah üretmeye yönelik birçok deney yapıldığı <strong>ve</strong> gerçekleştirilen<br />

bu deneylerin bir kısmında da başarıya ulaşıldığı aktarılmıştır.<br />

Raporda ayrıca İran’ın nükleer silah tasarımı <strong>ve</strong> üretimi konusunda faaliyetlerde<br />

bulunduğu <strong>ve</strong> bu yönde denemeler yaptığı belirtilmiştir. Öte yandan raporun<br />

vurguladığı önemli hususlardan biri de, İran’ın nükleer savaş başlığı<br />

elde etmek için bilgisayar simülasyonları <strong>ve</strong> modellemeleri gerçekleştirdiğini,<br />

nükleer enerji mühendislerinin nükleer başlıkların füzelere entegrasyonu ko-<br />

12 Ivanka Barzashka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”,<br />

Federation Of The American Scientists Issue Brief, 21.01.2011, 14, http://www.faorg/pubs/_<br />

docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf “Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”,<br />

http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-plan-to-produce-medical-reactor-fuel/<br />

13 “22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da<br />

Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, http://www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iranarasinda-21-22-ocak-2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa<br />

14 Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne,<br />

Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des pourparlers à Istanbul les 21 et 22<br />

janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/<br />

iran/l-union-europeenne-et-liran/article/programme-nucleaire-de-l-iran<br />

48


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

nusunda çalışmalar yaptığını <strong>ve</strong> bu kapsamda <strong>orta</strong> menzilli Şahab 3 füzesinin<br />

nükleer füzeye dönüştürülmeye çalışıldığını ileri sürmüş olmasıdır. 15<br />

Diğer taraftan müzakerelerin yapılamadığı 15 aylık süreçte İran’a uygulanan<br />

yaptırımlar etkili olmaya başlamış <strong>ve</strong> Tahran yönetimi müzakerelere tekrar<br />

hazır olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin de girişimleriyle 14 Nisan 2012’de<br />

5+1 ülkelerinin temsilcileri ile İran temsilcileri İstanbul’da yeniden müzakerelere<br />

başlamıştır. İstanbul görüşmesinin ardından 5+1 ülkelerinin temsilcilerine<br />

başkanlık eden Catherine Ashton <strong>ve</strong> İran heyetine başkanlık yapan İran<br />

Yüksek Ulusal Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi Genel Sekreteri Said Celili müzakerelerin<br />

olumlu geçtiğini belirterek müteakip toplantının 23 Mayıs 2012 tarihinde<br />

Bağdat’ta yapılacağını açıklamışlardır. Müzakerelerde NPT’nin esas alınması<br />

vurgulanmış, barışçıl nükleer araştırmaların serbest olduğu fakat gerçekleştirilen<br />

nükleer faaliyetlerin NPT rejimine <strong>ve</strong> Ek Protokole uygun bir şekilde<br />

UAEK’nın denetimine açık <strong>ve</strong> şeffaf olması gerektiği ifade edilmiştir.<br />

Türkiye’nin İran nükleer programına yaklaşımı ilkesel <strong>ve</strong> nettir. Türkiye,<br />

NPT’ye üye ülkelerin sivil amaçlı nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ileri<br />

sürmekte; askeri amaçlı nükleer faaliyetlere <strong>ve</strong> nükleer silahlanmaya karşı<br />

olduğunu belirterek NPT rejimine taraf ülkelerin nükleer programlarını<br />

uluslararası denetime açık <strong>ve</strong> şeffaf geliştirmeleri gerektiğini savunmaktadır.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de Türkiye, İran nükleer programına ilişkin yürüttüğü politikalarda<br />

“NPT’ye üye bir ülke olarak İran’ın da barışçıl amaçlı araştırma, üretme<br />

<strong>ve</strong> kullanma (nükleer zenginleştirme faaliyetleri dâhil nükleer yakıt çevrimi)<br />

hakkının bulunduğunu” belirtmektedir. Türkiye, barışçıl amaçlı nükleer enerji<br />

hakkı üzerinde dururken bu hakkın kullanılmasının NPT’de belirtilen sınırlama<br />

<strong>ve</strong> yükümlülüklere uygun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Aynı<br />

zamanda İran’ın NPT’den kaynaklanan hak <strong>ve</strong> yükümlülüklerini tehlikeye<br />

sokacak tedbir, eylem <strong>ve</strong> retorik açıklamalardan kaçınarak her türlü çatışmacı<br />

davranışlardan uzak durmasını <strong>ve</strong> bunun yerine nükleer alanda işbirliği yapmasını<br />

istemektedir. 16<br />

15 Raporun tamamı için bkz. “Implementation of the NPT Safeguards Agreement and<br />

Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”,<br />

GOV/2011/65, http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf<br />

16 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran <strong>ve</strong> Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”.<br />

49


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)<br />

- NPT 1 Temmuz 1968 tarihinde ABD, SSCB <strong>ve</strong> İngiltere arasında imzalanmış<br />

<strong>ve</strong> 1970’te yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı sonradan Fransa <strong>ve</strong><br />

Çin de imzalamıştır. Halen 189 ülke anlaşmaya taraftır. İsrail, Hindistan<br />

<strong>ve</strong> Pakistan anlaşmayı imzalamamış, Kuzey Kore ise anlaşmayı imzaladıktan<br />

sonra çekilmiştir.<br />

- Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah <strong>ve</strong> patlayıcıya<br />

sahip olan ABD, SSCB, Fransa, İngiltere <strong>ve</strong> Çin “nükleer silah<br />

sahibi ülkeler” olarak kabul edilmiştir. NPT rejimi, nükleer silahlanmanın<br />

1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmayan devletlere yayılmasını<br />

engelleme amacını taşımaktadır.<br />

- Bu çerçe<strong>ve</strong>de anlaşmanın temel amaçları;<br />

Nükleer silahların yayılmasını önlemek,<br />

Nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmek,<br />

Nükleer enerjinin barışçıl amaçlı kullanımını sağlamaktır.<br />

- İran, NPT’yi 1970’de onaylayarak NPT rejimine taraf olmuştur. İran;<br />

rutin denetimlerinin dışında aniden <strong>ve</strong> herhangi bir izne ihtiyaç duymaksızın<br />

UAEK’ya özel denetimler yapma yetkisi tanıyan <strong>ve</strong> NPT’yi<br />

tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlanabilecek Ek Protokolü (1997)<br />

18 Aralık 2003’te imzalamış, ancak hala onaylamamıştır.<br />

3. İran Nükleer Krizinde Muhtemel Senaryolar <strong>ve</strong> Türkiye’ye Etkileri<br />

İran’a askeri bir operasyon gerçekleştirilmesi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından<br />

kapatılması <strong>ve</strong> bölgede Şii-Sünni çatışmasının çıkması senaryolarıhttp://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-<strong>turkiye</strong>_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-<strong>orta</strong>k<br />

deklarasyonu.tr.mfa<br />

50


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

nın üçünden de en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.<br />

ABD’nin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> Arap Baharı’nın yol açtığı gü<strong>ve</strong>nlik sorunları<br />

<strong>ve</strong> belirsizlik, Türkiye’yi derinden etkileyen gelişmelerdir. Dolayısıyla enerji<br />

temini <strong>ve</strong> ekonomik konularda yaşanacak krizlerin yanı sıra diplomatik <strong>ve</strong><br />

siyasi krizler de gerek bölgesel bir güç olması gerekse enerji konusundaki<br />

hassasiyetleri nedeniyle Türkiye’yi zor durumda bırakabilir.<br />

3.1. İran’a Askeri Operasyon Yapılma Senaryosu<br />

Yukiya Amano’nun 9 Kasım 2011’de açıkladığı <strong>ve</strong> İran’ın nükleer silah ürettiğine<br />

dair ciddi şüpheler olduğunu ileri süren UAEK raporunun ardından<br />

İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam etmesi <strong>ve</strong> nükleer yakıt<br />

çubuklarını ürettiğini açıklaması uluslararası toplumu tedirgin etmiştir. Bu<br />

kapsamda Tahran’ın nükleer silah tetik tertibatı ürettiğine, Şahab-3 (1500 km)<br />

füzeleriyle İsrail’i doğrudan vurabilecek kapasiteye ulaştığına, Fecir-3 (45<br />

km) <strong>ve</strong> Fecir-5 (75 km) füzeleriyle de Hamas vasıtasıyla İsrail’i vurabileceğine<br />

<strong>ve</strong> bu nedenle Tahran yönetiminin Tel-Aviv için ciddi bir tehdit oluşturduğuna<br />

ilişkin haberlerin ABD <strong>ve</strong> İsrail kamuoyunda yayılması tüm dikkatleri<br />

İran’a çekmiştir. 17<br />

İran Silahlı Kuv<strong>ve</strong>tlerinin Envanterindeki Füze Sistemleri<br />

Füze Sistemleri<br />

Menzilleri (km)<br />

Fecir-3 45<br />

Fecir-5 75<br />

Naziat-10 <strong>130</strong><br />

Tondar 150<br />

Zelzal 150<br />

Fetih-110 210<br />

Şahap-1 300<br />

Şahap-2 500<br />

Şahap-3 1500<br />

Kadir-1 1800<br />

Sicil 2000<br />

Sicil-2 2200<br />

17 Yossi Melman <strong>ve</strong> Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”,<br />

http://www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusi<strong>ve</strong>-iran-providing-hamas,<br />

“HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm<br />

51


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Söz konusu tehdit algılamaları çerçe<strong>ve</strong>sinde Tahran’ın nükleer programını engellemek<br />

için askeri müdahale seçeneği üzerinde de durulmaktadır. 18 Nitekim<br />

ABD’nin İsrail ile birlikte düzenleyebileceği hava harekâtı <strong>ve</strong> füze saldırısıyla<br />

İran’ın nükleer tesislerini vurma ihtimalinin arttığına <strong>ve</strong> ABD’nin herhangi<br />

bir askeri operasyon başlatmaması durumunda ise olası bir saldırının İsrail<br />

tarafından tek başına gerçekleştirilebileceğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır.<br />

Bu konuda gerekli hazırlıkların üst seviyeye çıkarıldığı <strong>ve</strong> harekât<br />

<strong>orta</strong>mının olgunlaştırılmaya çalışıldığına dair görüşler bulunmaktadır.<br />

Geçmişte Tahran’ın nükleer programının bilgisayar kodlarına virüs saldırılarının<br />

gerçekleştirilmesi, İranlı birçok nükleer uzmanın öldürülmesi <strong>ve</strong> Tahran’ın<br />

yaklaşık 50 km batısındaki Bidganeh’teki tesiste yaşanan patlamada balistik<br />

füze programının önemli isimlerinden Tuğgeneral Hasan Tehrani Mukaddem<br />

ile birlikte 17 kişinin hayatını kaybetmesi, İran’ın endişelerini artırmaktadır. 19<br />

İran’ın önde gelen nükleer bilim adamlarından Mustafa Ahmedi Ruşen’in 11<br />

Ocak 2012’de öldürülmesi, İran’da istihbarat örgütleri arasında yaşanan örtülü<br />

savaşın devletlerarası sıcak <strong>ve</strong> açık bir çatışmaya dönüşme ihtimalini gündeme<br />

getirmektedir. 20<br />

Bu bağlamda İran, ABD <strong>ve</strong> İsrail tarafından koordineli bir operasyon planıyla<br />

nükleer tesislerine saldırıda bulunulacağından endişe duymaya başlamış <strong>ve</strong><br />

Tahran yönetiminin olası saldırılara karşı hazırlıklarını artırdığı öne sürülmüştür.<br />

Nitekim İran’ın Hürmüz Boğazı’nda Ocak 2012’de yaptığı kapsamlı<br />

tatbikat, İran ordusunun askeri hazırlık içinde olduğu görüşünü desteklemiş;<br />

General Muhammed Ali Caferi’nin olası bir saldırı karşısında askeri güçlere<br />

hazır olma emri <strong>ve</strong>rdiği ifade edilmiştir. Batılı istihbarat kaynakları ise İran’ın<br />

uzun menzilli füzeleri, tahrip gücü yüksek patlayıcıları, büyük topları <strong>ve</strong> muhafız<br />

birliklerini temel savunma noktalarına konuşlandırdığını belirtmiştir. 21<br />

18 Bu konuda bkz. Stephen M. Walt, “Why Attacking İran is a stil bad idea?”, 27.12.2011,<br />

http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea<br />

‘Military strike won’t stop Iran’s nuclear program’, http://www.haaretz.com/news/militarystrike-won-t-stop-iran-s-nuclear-program-1.266113<br />

19 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011.<br />

20 “Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”, 12 Ocak 2012,<br />

http://www.sundaytimelk/index.php?option=com_content&view=article&id=14649:bombkills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&catid=81:news&Itemid=625<br />

21 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011.<br />

52


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Öte yandan 14 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da yapılan müzakerelerin hemen<br />

ardından İsrail televizyon kanalı Channel 10, İsrail yönetiminin 23 Mayıs<br />

2012’de Bağdat’ta gerçekleştirilecek ikinci tur müzakerelere kadar bekleyeceğini,<br />

diplomatik müzakerelerin kesintiye uğraması durumundaysa düzenlenecek<br />

bir hava operasyonuyla İsrail ordusunun İran nükleer tesislerini vuracağını<br />

ileri sürmüştür. Operasyonda saldırı uçaklarının, eskort jetlerin, havada yakıt<br />

ikmali sağlayan tanker uçakların, elektronik savaş uçaklarının <strong>ve</strong> kurtarma<br />

helikopterlerinin kullanılacağı açıklanmıştır. Aynı zamanda İsrail filosunda en<br />

uzun menzile sahip olan F-15’ler ile “Eitan” insansız uçaklarının da operasyonun<br />

ön saflarında eşzamanlı olarak yer alacağı iddia edilmiştir. Haberde ayrıca<br />

söz konusu operasyon kapsamında İsrail’de özel sığınakların inşa edildiğinin<br />

ileri sürülmesi, İsrail’in İran’a düzenleyeceği olası askeri harekâtın tüm planlarının<br />

yapıldığını <strong>ve</strong> İsrail’in tüm seçeneklere hazırlıklı olduğunu göstermesi<br />

bakımından önem arz etmektedir. 22<br />

Tüm bu gelişmeler çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a yapılacak olası bir askeri operasyon,<br />

topyekûn <strong>ve</strong> sınırlı olmak üzere iki temel harekât tarzıyla yürütülebilir. İran’a<br />

yapılacak topyekûn bir askeri harekâtın Irak <strong>ve</strong> Afganistan’da olduğu gibi<br />

kara, deniz <strong>ve</strong> hava kuv<strong>ve</strong>tlerinin eşzamanlı katılımıyla yürütülmesi planlanabilir.<br />

Bu seçeneğin hayata geçirilebilmesi için öncelikle uluslararası meşruiyet<br />

aranarak BM aracılığıyla hem uluslararası hukukun temel ilkelerine uyulmaya<br />

hem de operasyonun sorumluluk <strong>ve</strong> maliyeti paylaşılmaya çalışılabilir. Ancak<br />

gerek uluslararası konjonktür gerekse Rusya <strong>ve</strong> Çin’in bu seçeneğe sıcak<br />

bakmaması nedeniyle askeri bir operasyon kararının alınması kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> vadede<br />

beklenmemektedir. Zira Suriye krizinde olduğu gibi <strong>ve</strong>to mekanizmasına<br />

başvuran Rusya <strong>ve</strong> Çin’in İran’a desteği dikkate alındığında, Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyi’nden İran’a askeri operasyon yapılmasına imkân sağlayacak bir karar<br />

çıkması zor görünmektedir. Üstelik Rusya’nın Buşehr nükleer santralini<br />

bitirmesi, İranlı nükleer uzmanları <strong>ve</strong> öğrencileri eğitmesi, Tahran’a nükleer<br />

teknoloji sağlaması <strong>ve</strong> lojistik destek <strong>ve</strong>rmesi, nükleer enerji alanında Moskova<br />

ile Tahran arasındaki stratejik <strong>orta</strong>klığa işaret etmektedir. Rusya aynı<br />

zamanda İran’ın en önemli silah tedarikçisi konumundadır. Bununla birlikte<br />

İran ile yaptığı nükleer anlaşmaları Amerikan baskısı nedeniyle feshetmesine<br />

karşın Çin’in de örtülü bir şekilde İran nükleer programını desteklediği bilinmektedir.<br />

22 “İsrail’in İran operasyonunun detayları yayınlandı”, 21 Nisan 2012, http://www.hurriyet.<br />

com.tr/planet/20389479.asp<br />

53


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tahran’ın Moskova <strong>ve</strong> Pekin ile yaptığı nükleer işbirliğinin yanı sıra jeopolitik<br />

çıkarları da göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran;<br />

Suriye krizinde görüldüğü üzere Batı, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez ülkelerine karşı bir<br />

blok oluşturmakta <strong>ve</strong> Orta Doğu’da bir nevi denge politikası izlemektedir.<br />

Bu kutuplaşmanın İran’a uygulanacak askeri operasyon seçeneğinin masaya<br />

getirilmesi durumunda da yaşanacağı açıktır. Diğer yandan AB’nin yaşadığı<br />

ekonomik kriz göz önünde bulundurulduğunda AB üyelerinin de askeri operasyon<br />

tercihine sıcak bakmayacağı tahmin edilebilir. Kaldı ki bu ülkeler, İran<br />

nükleer krizinin başından beri sorunun diplomatik yöntemlerle çözülmesinden<br />

yana tavır almış <strong>ve</strong> sert güç kullanımını istemediklerini net bir şekilde dile<br />

getirmiştir. İran nükleer krizinde AB’yi ABD’den ayıran <strong>ve</strong> Batı’yı ikiye bölen<br />

bu yöntemsel farklılaşmayı AB’nin birçok söylem <strong>ve</strong> eyleminde görmek<br />

mümkündür. Özetle İran’a uluslararası meşruiyete dayalı yapılacak bir askeri<br />

harekât zor görünmektedir.<br />

İran Ordusu (2013)<br />

Toplam Askeri Personel (Devrim Muhafızları dâhil): 523,000<br />

Paramiliter Güçler: 40,000<br />

Yedek Askeri Personel: 350,000<br />

Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri*<br />

Ana Muharebe Tankı: 1,663+<br />

Top: 8,798+<br />

Diğer Zırhlı Araçlar: 2,030+<br />

Uçak: 33<br />

Helikopter:<br />

Taarruz-50 Diğer-173<br />

Deniz Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />

Denizaltı: 29<br />

Devriye/Sahil Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Botu: 69<br />

Amfibi Çıkarma Gemisi: 24<br />

Amfibi Lojistik Gemisi: 47<br />

Uçak-19 Helikopter-30<br />

Hava Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />

Savaş Uçağı: 334<br />

Nakliye Uçağı: 117<br />

Eğitim Uçağı: 151<br />

Helikopter: 36<br />

Devrim Muhafızları<br />

Askeri Personel:125,000+<br />

Devriye/Sahil Gü<strong>ve</strong>nlik Botu:<br />

113<br />

Amfibi Çıkarma Gemisi: 4<br />

Füze Ateşleme Rampası:<br />

Orta Menzilli-12<br />

Kısa Menzilli-18<br />

Besic Direniş Gücü<br />

Seferberlik halinde<br />

1.000.000’a kadar çıkabileceği<br />

zannedilmektedir. Besic Gücü,<br />

Devrim Muhafızları’nın Kara<br />

Kuv<strong>ve</strong>tleri’yle birlikte hareket<br />

edebilecek niteliğekavuşturulmaktadır.<br />

İran Siber Ordusu<br />

İran’ın siber operasyonlar<br />

<strong>ve</strong> saldırılar<br />

gerçekleştirebilecek<br />

bir ordu geliştirdiği<br />

tahmin edilmektedir.<br />

*Devrim Muhafızları’nın Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri ile birlikte hesaplanmıştır.<br />

Kaynak: Routledge, “Chapter Se<strong>ve</strong>n: Middle East and North Africa”,<br />

The Military Balance Cilt:112 Sayı:1 (2012): 323-326.<br />

54


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Bu durumda geriye ABD <strong>ve</strong> İsrail öncülüğünde oluşturulacak bir koalisyon<br />

gücünün askeri harekât yapma seçeneği kalmaktadır. Ancak ABD <strong>ve</strong> İsrail’in<br />

<strong>orta</strong>k yürüteceği bir askeri harekât seçeneği hem uygulanması hem de istenilen<br />

sonucun alınması bakımından kolay bir tercih değildir. Zira Washington<br />

yönetimi; ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Irak’taki yıpranmışlık <strong>ve</strong> başarısızlığı, uluslararası<br />

kamuoyunda yitirdiği prestij <strong>ve</strong> savaş ekonomisinin Amerikan halkına<br />

yansıyan olumsuzlukları gibi nedenlerden dolayı böyle bir harekâta sıcak bakmayacaktır.<br />

Bu durumda İsrail kamuoyunda <strong>ve</strong> medyasında çıkan tüm haberlere<br />

rağmen Tel Aviv yönetiminin tek başına askeri operasyon başlatması en<br />

azından yakın gelecekte zor görülmektedir.<br />

Diğer bir açıdan İran’a yapılacak topyekûn bir askeri saldırı, hem bölgesel<br />

dengeler hem de başta jeopolitik konumu olmak üzere İran’ın sahip olduğu<br />

güç unsurları nedeniyle birçok zorluğu içermektedir. İran’ın ulusal güç unsurları,<br />

ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Irak’ta <strong>ve</strong>rdiği maddi <strong>ve</strong> manevi kayıplarla<br />

birlikte değerlendirildiğinde Washington yönetiminin Tahran’a düzenlenecek<br />

muhtemel bir topyekûn saldırıyı kolaylıkla göze alamayacağı düşünülebilir.<br />

İran’ın köklü devlet geleneği, ulusal bilinci, dışarıdan gelen bir tehdide karşı<br />

ulusça birlikte hareket etme özelliği, sahip olduğu kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> menzilli füzeler,<br />

İran ordusunun gayri-nizami savaş tekniklerini iyi bilmesi, asimetrik<br />

çatışma yeteneğinin bulunması, Devrim Muhafızlarının bölge ülkelerindeki<br />

devlet-dışı aktörleri harekete geçirebilme kapasitesi, İran’ın engebeli <strong>ve</strong> dağlık<br />

coğrafi yapısı gibi faktörler bu ülkeye yapılacak topyekûn bir saldırının<br />

özellikle kara harekâtının zorluğunu <strong>orta</strong>ya koymaktadır.<br />

İran köklü devlet geleneğinin etkisiyle dış tehditlere karşı farklı toplumsal<br />

hareketlerin kenetlendiği <strong>ve</strong> halkın birlikte hareket ettiği bir ülke 23 olsa da, yıllarca<br />

rejim baskısı altında giderek kemikleşen bir muhalefetin oluşması farklı<br />

senaryoları gündeme getirebilir. Örneğin İran’daki muhalif çevreler, olası bir<br />

23 2009 yılındaki seçimlerde İran muhalefeti dinamizm <strong>ve</strong> güç kazanmış gibi görünse de<br />

İran’ın iç dengesi askeri güçlerin konumuna bağlıdır. Zira gerek Besic milisleri gerekse<br />

Devrim Muhafızları politik konumlarını <strong>ve</strong> güçlerini korumak için İran’daki Yeşil Muhalefetin<br />

karşısında yer almaktadır; Bernd Kaussler, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”,<br />

Middle East Institute, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasks-and-capabilities<br />

55


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

İran-Azerbaycan İlişkileri<br />

SSCB’nin dağılmasıyla özellikle Kafkaslar <strong>ve</strong> Orta Asya’da <strong>orta</strong>ya çıkan<br />

güç boşluğu <strong>ve</strong> belirsizlik, bölgesel gü<strong>ve</strong>nsizliğin yaşanmasına neden olmuştur.<br />

Bölge jeopolitiğinin yeniden şekillendiği bu dönemde SSCB’den<br />

ayrılarak bağımsızlığını kazanan devletler, ilişkilerini gü<strong>ve</strong>nlik politikaları<br />

ekseninde kurgulamıştır. Söz konusu süreçte bölgesel aktörler arasında sıklıkla<br />

gözlemlenen <strong>ve</strong> etnik kimlik <strong>ve</strong> sınır anlaşmazlıkları üzerinden yaşanan<br />

sorunlar, bölgedeki gü<strong>ve</strong>nsizlik durumunun da temelini teşkil etmiştir.<br />

Bağımsızlığını 30 Ağustos 1991’de ilân eden Azerbaycan ile İran arasındaki<br />

ilişkiler bu çerçe<strong>ve</strong>de şekillenmiş <strong>ve</strong> günümüze kadar gü<strong>ve</strong>nlik eksenli<br />

bir seyir izlemiştir. Bu sebeple ikili ilişkilerin kırılgan bir zemine sahip<br />

olduğunu <strong>ve</strong> Azerbaycan’ın bu anlamda İran’ın yumuşak karnını oluşturduğunu<br />

söylemek mümkündür. İran-Azerbaycan ilişkilerinin gü<strong>ve</strong>n(siz)lik<br />

merkezli inşa edilmesine neden olan temel parametreler şu şekilde özetlenebilir:<br />

II. Dünya Savaşı sonrasında İran topraklarında kısa süreliğine kurulan<br />

Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti, İran’ın psikopolitik hafızasını derinden<br />

etkilemiştir.<br />

Haziran 1992-Haziran 1993 yılları arasında iktidarda bulunan Ebulfeyz<br />

Elçibey’in Azerbaycan’ı <strong>ve</strong> İran’ın kuzeyini kastederek “Kuzey Azerbaycan”<br />

<strong>ve</strong> “Güney Azerbaycan”ın birleşmesini hedefleyen “Birleşik<br />

Azerbaycan” (Bütov Azerbaycan) söylemini o dönemde resmi olarak<br />

gündeme getirmesi, ikili ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuş <strong>ve</strong><br />

İran’ın yaşadığı tecrübeler İran’ı rahatsız etmiştir.<br />

Hem İran’da yaşayan <strong>ve</strong> Azerbaycan’daki nüfustan fazla olan Azeri<br />

nüfusu, hem de İran’dan sonra en fazla Şii nüfus oranına sahip Azerbaycan’daki<br />

Şii nüfusu, ikili ilişkilere özel bir boyut kazandırmaktadır.<br />

56


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

SSCB’nin dağılmasından sonra Kafkas jeopolitiğinde Moskova-Nahçıvan-Tahran<br />

<strong>ve</strong> Bakü-Tiflis-Ankara-Batı ekseni belirginleşmiş, ancak<br />

Azerbaycan gibi Ermenistan’ın da İsrail <strong>ve</strong> Batı ile ilişkilerini<br />

geliştirme çabaları söz konusu denklemi karmaşıklaştırmıştır.<br />

İran, Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı “dengeleyici aktör” olarak<br />

görmekte <strong>ve</strong> Batı karşısında da Rusya’ya yakınlaşma stratejisi izlemektedir.<br />

Tahran yönetimi, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık<br />

Karabağ sorununda Azerbaycan’dan yana tavır almamış <strong>ve</strong> hatta<br />

Ermenistan’a yakın durmuştur.<br />

İran <strong>ve</strong> Azerbaycan Hazar’ın statüsü konusunda anlaşmazlık yaşamaktadır.<br />

İki ülke arasında bilhassa enerji alanında yaşanan bir rekabet söz konusudur.<br />

Bakü-Tiflis-Ceyhan enerji nakil hattında da görüldüğü üzere<br />

Azerbaycan, enerji politikalarını Hazar havzasından çıkan petrolün<br />

Batı’ya nakledilmesi konusunda İran’ın enerji politikalarının karşısına<br />

konumlandırmakta <strong>ve</strong> bu durum iki aktör arasında yoğun bir jeoekonomik<br />

rekabetin yaşanmasına neden olmaktadır.<br />

Tahran, kendisine yönelik olası bir askeri operasyonda Azerbaycan<br />

topraklarının askeri üs olarak kullanılmasından endişe duymaktadır.<br />

İran yönetimi, Azerbaycan’ın İsrail ile iyi olan ilişkilerinden <strong>ve</strong> özellikle<br />

silah alımı anlaşmaları yapmasından rahatsızdır.<br />

57


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

kaos <strong>orta</strong>mında rejim değişikliği arayışına girebilir <strong>ve</strong> Türkiye de dâhil uluslararası<br />

aktörlerden destek talebinde bulunabilir.<br />

Bu açıdan değerlendirildiğinde Tahran yönetiminin de topyekûn bir savaşı<br />

tırmandırmaktan <strong>ve</strong> özellikle ilk saldırıyı gerçekleştirmekten kaçınacağı belirtilebilir.<br />

Bu yüzden İran önümüzdeki süreçte muhtemelen, geleneksel diplomasi<br />

stratejisi olan satranç oyununu devam ettirmek isteyecek <strong>ve</strong> asimetrik<br />

tedbirlere yönelecektir. 24 Bu kapsamda İran’ın düşük yoğunluklu ancak süreklilik<br />

arz eden bir istikrarsızlığı besleyecek diplomatik hamlelerde bulunması<br />

muhtemeldir. İran, nükleer krizin başından bu yana müzakere yollarını ne tam<br />

olarak kapatmakta ne de kalıcı bir anlaşmaya yanaşmaktadır. Tahran yönetiminin<br />

nükleer kriz sürecini “kontrollü gerginlik” stratejisiyle atlatmaya çalıştığı<br />

görülmektedir. Bu taktiksel manevralar aynı zamanda Tahran’a nükleer programında<br />

ilerleme kaydetmesi için zaman kazandırmakta <strong>ve</strong> süreç bu stratejiyi<br />

şimdiye kadar iyi yürüten Tahran’ın lehine işlemektedir. Suriye’deki kriz ise<br />

bu anlamda uluslararası kamuoyunun ilgisini Şam’a çekerek nükleer programı<br />

konusunda zamana ihtiyacı olan İran’ın elini güçlendirmektedir. Ayrıca<br />

bu durumda, İran’ın çok etnikli sosyolojik yapısının da Tahran yönetiminin<br />

ulusal gü<strong>ve</strong>nlik kaygılarını artıracağı söylenebilir. Nitekim İran’ın bugünkü<br />

sosyo-psikolojisini oluşturan bazı tarihi tecrübeler, gü<strong>ve</strong>nlik hassasiyetlerinin<br />

ön planda tutulmasına neden olmaktadır. Keza II. Dünya Savaşı’ndan sonra<br />

kısa süreliğine kurulan Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti <strong>ve</strong> Mahabad Kürt<br />

Cumhuriyeti, İran’ın gü<strong>ve</strong>nlik eksenli toplumsal <strong>ve</strong> stratejik hafızasında yer<br />

edinmiştir. Tahran yönetimi, muhtemel bir kaos <strong>orta</strong>mında ülkedeki Kürtlerin<br />

ayrı bir yönetim talebinden <strong>ve</strong> Azerilerin Azerbaycan ile birleşme taleplerinden<br />

çekinmektedir.<br />

Tüm bu parametreler çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a topyekûn askeri harekâtın zorluğu,<br />

sınırlı bir askeri harekât seçeneğini gündeme getirmektedir. Diplomatik girişimlerin<br />

sonuçsuz kalması durumunda İran’ın hava saldırılarıyla vurulması<br />

daha olası bir askeri seçenektir. Bu harekât ABD’nin bölgedeki üslerinden,<br />

uçak gemilerinden <strong>ve</strong> füze atma kabiliyetine sahip gemilerinden koordine edi-<br />

24 Gawdat Bahgat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle East Institute,<br />

http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99s-regular-army-its-history-and-capacities<br />

58


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

lerek yürütülebilir. İsrail de hava saldırılarına Suriye <strong>ve</strong> Irak hava sahasını<br />

kullanarak iştirak edebilir. Hatta bu operasyon, Körfez bölgesindeki İngiliz <strong>ve</strong><br />

Fransız gemileri ile desteklenebilir. Ancak İsrail’in bu harekâtı tek başına gerçekleştirmesi<br />

durumunda hem harekâtın istenilen sonuçları alması mümkün<br />

olmayabilir, hem de İsrail uluslararası toplumun tepkisini çekebilir.<br />

Hava saldırıları vasıtasıyla yapılacak sınırlı harekâtın ana hedefi; İran’ın nükleer<br />

tesisleri, askeri üsleri, istihbarat birimleri <strong>ve</strong> diğer stratejik noktaları olacaktır.<br />

Fakat bu tercihin fiiliyata geçirilmesi halinde İran nükleer tesislerinin<br />

stratejik konumu, yapılacak olan hava operasyonun başarısı açısından sorun<br />

teşkil edebilir. Zira Tahran yönetiminin olası bir askeri operasyona karşı nükleer<br />

tesislerini dağınık, yerleşim merkezlerine yakın <strong>ve</strong> yeraltında inşa etmesi,<br />

bu tesislerin vurulmasını engelleyici bir rol oynayabilir. Ayrıca böyle bir durumdan<br />

sivillerin de zarar görecek olması, yapılacak bu operasyonun maliyet<br />

<strong>ve</strong> sorumluluğunu oldukça artıracaktır. Sınırlı askeri operasyon tercihinin simetrik<br />

olmayacak bir şekilde karşılıklılığa dönüşme potansiyeli de çok yüksektir.<br />

Bu senaryoda Tahran yönetiminin göstereceği reaksiyon, bölgedeki ABD üslerine<br />

saldırıda bulunulması şeklinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin<br />

Adana’daki İncirlik ABD üssü ile Malatya Kürecik’te konuşlandırılan<br />

NATO füze savunma sistemini hedef alması durumunda Türkiye açısından<br />

önemli bir gü<strong>ve</strong>nlik sorunu oluşacaktır. İran füzelerinin güdüm sistemlerinin<br />

ileri teknolojilere sahip olmaması nedeniyle bölge halkı da bu saldırılardan<br />

zarar görebilir <strong>ve</strong> İran Türkiye’yi sıcak bir çatışmanın içine çekebilir. Bununla<br />

birlikte Türkiye’nin füze savunma sistemlerindeki yetersizlikler, gü<strong>ve</strong>nlik<br />

kaygılarını artıracaktır. Ayrıca İran’a düzenlenecek olası bir askeri saldırıda<br />

Türkiye lojistik desteğin beklendiği bir ülke olarak uluslararası toplumdan<br />

baskı görebilir <strong>ve</strong> diplomatik ikilem içinde kalabilir.<br />

İran’ın bu senaryoda <strong>ve</strong>receği bir diğer tepki de Orta Doğu’da yakın ilişki<br />

içinde bulunduğu güçleri çatışma <strong>orta</strong>mına müdahil etme olasılığıdır. Tahran<br />

yönetiminin Suriye’deki Esed rejimi, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki<br />

Hamas <strong>ve</strong> Irak’taki Şii gruplar üzerindeki etki kapasitesi düşünüldüğünde bu<br />

aktörleri ABD ya da İsrail’e karşı kolaylıkla harekete geçireceği varsayılabilir.<br />

59


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

İsrail-Filistin çatışmaları <strong>ve</strong> 2006’daki İsrail-Lübnan Savaşı, bu güçlerin gayri<br />

nizami <strong>ve</strong> gerilla savaşlarını başarıyla kullanabilme yetenekleri karşısında<br />

İsrail ordusunun ne derece zorlandığını <strong>orta</strong>ya koymuştur. Tahran yönetiminin<br />

olası bir sıcak çatışmada konvansiyonel askeri gücü sınırlı bir kapasiteye<br />

sahip olmasına karşın bu çatışmayı ülke dışına yayma <strong>ve</strong> çatışma alanını genişleterek<br />

asimetrik güç unsurlarını harekete geçirebilme potansiyeli vardır.<br />

Bu sebeple Tahran’ın manevra alanını genişletmek <strong>ve</strong> karşı tarafa maddi <strong>ve</strong><br />

manevi zarar <strong>ve</strong>rmek amacıyla çatışma alanını kolayca yayabileceği öngörülebilir.<br />

Buradan hareketle İran’a yapılacak askeri bir harekâtın bölge ile sınırlı<br />

kalmayacağı <strong>ve</strong> küresel bir kaosa dönüşme riski taşıdığı söylenebilir.<br />

Askeri Operasyon Durumunda İran’ın Göstereceği Refleksler 25<br />

İsrail’e Hizbullah Saldırıları<br />

Orta Doğu’daki Amerikan Güçlerine Saldırı<br />

Bölge Ülkelerindeki Petrol Boru Hatlarına Saldırı<br />

Şii-Sünni Çatışmasının Çıkması<br />

İran’ın Körfez Bölgesinde Petrol Akışını Sabote Etmesi<br />

Bölgede Geniş Ölçekli Sokak Gösterileri<br />

Bölge Dışında Hizbullah Saldırıları<br />

İran’ın Şahap Füzeleri ile İsrail’i Vurması<br />

İran’ın Petrol İhracatını Durdurması<br />

İran’da Rejim Değişimi<br />

İran’ın İntihar Saldırılarına Başvurması<br />

Yüksek Olasılık<br />

Yüksek Olasılık<br />

Yüksek Olasılık<br />

Yüksek Olasılık<br />

Yüksek Olasılık<br />

Olasılık<br />

Olasılık<br />

Olasılık<br />

Olasılık<br />

Düşük Olasılık<br />

Beklenmiyor<br />

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere Tahran’a yapılacak bir müdahale <strong>ve</strong><br />

bunun karşılığında İran’ın <strong>orta</strong>ya koyacağı olası bir harekât tarzı; terör saldırılarından<br />

Körfez’de bulunan Amerikan üslerinin hedef alınmasına, başta Suudi<br />

Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerindeki petrol yataklarına saldırılmasından<br />

enerji lojistiğinin kesilmesine, Batı ile ilişkileri bulunan ülkelere füze saldırılarında<br />

bulunulmasından Sünni-Şii çatışması olasılığına kadar geniş bir<br />

zemindeki risk <strong>ve</strong> tehditleri içermektedir. Ayrıca bölgede oluşacak böyle bir<br />

25 Tablonun hazırlanmasında yararlanılan kaynak için bkz. Sam Gardiner, “The End of the<br />

“Summer of Diplomacy”: Assessing U. Military Options on Iran”, Century Foundation Report,<br />

2006, 16.<br />

60


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

kaos <strong>orta</strong>mında Suriye <strong>ve</strong> Irak ağırlıklı olmak üzere bölge ülkelerinde uzantıları<br />

bulunan PKK/KCK terör örgütü, daha rahat hareket edebilme <strong>ve</strong> şiddet<br />

eylemlerini artırma imkânı bulacaktır. Bu durumda terör eylemlerindeki artıştan<br />

Türkiye de etkilenecektir. Terör eylemlerine karşı mücadelede deneyimli<br />

olsa da Türkiye’nin bu eylemlerden zarar görmemesi mümkün değildir.<br />

İran’a askeri operasyon seçeneğinin, Türkiye’nin sınır gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> toplumsal<br />

yapısı üzerinde de etkileri olabilir. Örneğin geçmişte Irak’tan <strong>ve</strong> günümüzde<br />

de Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen göç dalgasının bir benzeri İran’dan da<br />

yaşanabilir. Olası bir çatışmanın bölgeye yayılması halinde çatışmadan etkilenme<br />

derecesine göre diğer bölge ülkelerinden de Türkiye’ye kitlesel göç<br />

gerçekleşebilir. Bu konjonktür, PKK/KCK terör örgütünün yapacağı eylemler<br />

de dikkate alındığında Türkiye’nin sınır gü<strong>ve</strong>nliğini ciddi derecede etkileyecektir.<br />

Bununla birlikte sınır bölgesinde başta kaçakçılık <strong>ve</strong> karaborsacılık olmak<br />

üzere çeşitli suçlarda artış meydana gelebilir. 26<br />

İran’a yapılacak olası bir askeri operasyonun önemli etkilerinden biri de tahrip<br />

olan nükleer tesislerden açığa çıkacak radyasyonun bölge ülkelerine yayılma<br />

riskidir. Japonya’da deprem sonrası yaşanan felaketin bir benzerinin, hatta<br />

daha da kuv<strong>ve</strong>tlisinin bölgede yaşanması muhtemeldir. Nükleer tesislerde<br />

meydana gelen hasar nedeniyle yayılan radyasyon sadece İran’ı değil, bütün<br />

bölge ülkelerini etkileyecektir. Türkiye’nin böyle bir tehlikeye karşı önlem<br />

alma kapasitesinin sınırlı olması, söz konusu ekolojik tehdidin etki derecesini<br />

<strong>ve</strong> hayatiliğini artırmaktadır. Ayrıca bu denli bir tehdidin kalıcı etkileri de<br />

olacaktır.<br />

Kısacası küresel ölçekli risk <strong>ve</strong> tehditleri içeren askeri operasyon seçeneğinin<br />

geri dönülmesi zor bir kaosa neden olacağı açıktır. Zira askeri operasyon<br />

senaryosunun gerçekleşmesi, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması <strong>ve</strong> Şii-Sünni<br />

çatışması senaryolarını da tetikleyebilir. Domino etkisiyle bu üç senaryonun<br />

yaşanması <strong>ve</strong> önemli enerji kaynaklarının bulunduğu Orta Doğu’da sıcak çatışmaların<br />

yaygınlaşması dünya ekonomisini <strong>ve</strong> uluslararası düzeni olumsuz<br />

yönde etkileyecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye gü<strong>ve</strong>nlik<br />

26 Nihat Ali Özcan, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler <strong>ve</strong> Türkiye’ye<br />

Öneriler”, TEPAV Orta Doğu Çalışmaları 1, 43-44.<br />

61


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ikilemi içine düşecektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin İran ile<br />

Batı arasındaki nükleer müzakerelere bu denli önem <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> arabuluculuk<br />

rolü üstlenmesi, idealpolitiğin yanı sıra reelpolitiğin de bir dışavurumu olarak<br />

yorumlanabilir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de Türkiye’nin İran nükleer krizinin diplomatik<br />

araçlarla çözüme kavuşturulması konusunda önümüzdeki süreçte de aktif olacağı<br />

düşünülmektedir.<br />

3.2. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı Kapatması Senaryosu<br />

İran’ın bütün yaptırımlara rağmen uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam<br />

etmesi <strong>ve</strong> nükleer silah üretebilecek kapasiteye ulaşabileceğine ilişkin<br />

öngörülerde bulunulması, küresel <strong>ve</strong> bölgesel aktörlerin kaygılarını artırmaktadır.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de Washington yönetimi, İran Merkez Bankası ile iş yapan finans<br />

kuruluşlarına yaptırım uygulama kararı almıştır. Bu karara paralel olarak<br />

Suriye krizi için toplanan AB Dışişleri Bakanları da 1 Aralık 2011 tarihinde<br />

143 İran şirketinin mal varlıklarını dondurmuş <strong>ve</strong> 37 İran vatandaşına seyahat<br />

yasağı getirmiştir. Ayrıca petrol ithalatı üzerine İran ile yeni anlaşmaların<br />

yapılmaması <strong>ve</strong> 1 Temmuz’dan itibaren petrol ithalatının yasaklanması Ocak<br />

2012’de karara bağlanmıştır. 27<br />

AB Komisyonu’nun <strong>ve</strong>rilerine göre 2010 yılında AB ülkeleri ham petrol<br />

ihtiyaçlarının %5,8’ini İran’dan sağlarken, 28 İran ise ham petrol ihracatının<br />

%17’sini AB’ye yapmıştır. Gelirinin yaklaşık yarısını ham petrol ihracatından<br />

elde eden İran’ın bu yaptırımlar karşısında Asya piyasalarına yöneleceği<br />

düşünülmekte, ancak başta Çin olmak üzere birçok ülke İran’dan ithal ettiği<br />

petrolü azaltacak tedbirler almakta 29 <strong>ve</strong> petrol ithalatı Rusya, Afrika <strong>ve</strong> diğer<br />

Orta Doğu ülkelerine kaydırılmaktadır. 30 ABD diğer ülkelerden de İran’dan<br />

27 “AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012.<br />

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_appro<strong>ve</strong>d.shtml<br />

28 “Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icin-toplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar<br />

01.12.2011<br />

29 “İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”,<br />

http://www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/<br />

index.html 05.01.2012<br />

30 Esin Gedik, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, 09 Ocak 2012, http://www.<br />

aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolara-cikar,-cari-acik-36-milyar-dolarartar-91327h.html<br />

62


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

yaptığı petrol ithalatını durdurmasını istemektedir. Bu gelişmeler çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

yaptırımların İran üzerindeki etkisinin artacağı söylenebilir.<br />

İran söz konusu yaptırım kararları karşısında Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceği<br />

tehdidinde bulunmaktadır. 31 Bu kapsamda İran Deniz Kuv<strong>ve</strong>tleri, 2012<br />

başlarında Basra Körfezi <strong>ve</strong> Hürmüz Boğazı’nda deniz tatbikatı yapmıştır. Bu<br />

tatbikatta kısa, <strong>orta</strong> <strong>ve</strong> uzun menzilli füze atışları denenmiş; karadan denize<br />

<strong>ve</strong> denizden denize atılan füzelerin 200 km mesafedeki hedefleri tam isabetle<br />

vurduğu açıklanmıştır. İran, deniz tatbikatının hemen ardından kara kuv<strong>ve</strong>tleriyle<br />

de bir tatbikat yapmış <strong>ve</strong> söz konusu tatbikatlara devam edeceğini belirtmiştir.<br />

Bu gelişmelerle aynı dönemde Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Hürmüz<br />

Boğazı’nın girişinde bulunan <strong>ve</strong> stratejik bir konuma sahip Hürmüzgan<br />

Eyaleti’ne bağlı kentleri <strong>ve</strong> Ebu Musa Adasını ziyaret etmiştir. Bu ziyaret,<br />

İran’ın adaya el koyduğu 1971 yılından bu yana adaya yapılan ilk ziyaret olması<br />

bakımından sembolik bir önem taşımaktadır. Nitekim bu gezinin akabinde<br />

ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ku<strong>ve</strong>yt <strong>ve</strong> Bahreyn hava<br />

kuv<strong>ve</strong>tleri 8-14 Nisan 2012 tarihleri arasında Hürmüz Boğazı’nın girişinde<br />

<strong>orta</strong>k bir tatbikat yapmış <strong>ve</strong> bu tatbikatta Hürmüz Boğazı’nın kapatılması tehdidine<br />

karşı alınacak tedbirlerin denendiği belirtilmiştir. 32<br />

Tahran yönetimi; ABD’nin Basra Körfezi’nde deniz kuv<strong>ve</strong>tleri bulundurmaması,<br />

Hürmüz Boğazı’ndan uçak gemisi <strong>ve</strong> donanma geçirmemesi yönünde<br />

uyarılarda bulunurken, Washington yönetimi ise Hürmüz Boğazı’nın her durumda<br />

açık bulundurulması için ne gerekirse yapılacağını belirtmiştir. Dönemin<br />

Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasını<br />

“kırmızı çizgi” olarak değerlendirerek boğazın kapatılması durumunda<br />

gerekli karşılığın ciddi bir biçimde <strong>ve</strong>rileceğini vurgulamıştır. 33 Diğer yandan<br />

31 İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Hürmüz Boğazı’nın İran için barış boğazı olduğunu<br />

belirterek, Umman Denizi ile Basra Körfezi’nde macera arayanların cezalandırılacağını<br />

belirtmiştir. Tahran yönetimi, Hürmüz Boğazı <strong>ve</strong> Basra Körfezi’ne müdahalenin kabul<br />

edilemeyeceğini dile getirmektedir.<br />

32 “ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, http://dunya.milliyet.com.tr/<br />

abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejad-meydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/<br />

default.htm 13.04.2012<br />

33 “ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, http://www.hurriyet.com.tr/plan-<br />

63


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

İran’ın uluslararası hukuka göre Hürmüz Boğazı’nı tek taraflı kapatma kararı<br />

alması söz konusu değildir. Dolayısıyla İran’ın bu yönde bir girişimde bulunması<br />

ya da boğazı kapatması, uluslararası hukuk ilkeleri doğrultusunda İran’a<br />

askeri operasyona uzanabilen yaptırımların alınmasını gündeme getirebilir.<br />

Küresel petrol üretiminin yaklaşık %25’inin Hürmüz Boğazı’ndan yapıldığı<br />

dikkate alındığında boğazın kapatılması durumunda petrol fiyatlarının kısa<br />

süre içinde ciddi bir artış göstereceği tahmin edilmektedir. Nitekim IMF’nin<br />

2012 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda Hürmüz Boğazı’nın kapanması<br />

durumunda petrol piyasalarında <strong>ve</strong> küresel ekonomide benzeri görülmemiş<br />

riskler açığa çıkabileceğine vurgu yapılarak, jeopolitik belirsizliklerin petrol<br />

fiyat artışını tetikleyeceği belirtilmiştir. Ayrıca petrol piyasalarına ilişkin olası<br />

risklerin tanımlandığı raporda İran’ın petrol ihracatını kesme riski <strong>orta</strong>ya konularak,<br />

bu durumda küresel piyasalarda petrol fiyatlarının ilk etapta %20-30<br />

oranında bir artış gösterebileceği, bu artışın iki yıl içinde %50’lere varabileceği<br />

belirtilmiş <strong>ve</strong> İran merkezli risk tanımlamalarına yer <strong>ve</strong>rilmiştir. 34 Geçmişte<br />

petrol fiyatlarındaki artışı tetikleyen küresel <strong>ve</strong> bölgesel olaylar incelendiğinde,<br />

İran merkezli çıkacak küresel bir krizin petrol piyasaları için ciddi bir risk<br />

teşkil edeceği öngörülebilir. 35<br />

Dünyadaki boğazlar arasında petrol lojistiğinde ilk sırada bulunan Hürmüz<br />

Boğazı, hem petrol ihtiyacını bu güzergâhtan temin eden ülkeler, hem küresel<br />

ekonomi, hem de dünya petrolünün %30’unu üreten <strong>ve</strong> %57 oranında petrol<br />

yataklarına sahip olan Körfez ülkeleri (Bahreyn, İran, Irak, Ku<strong>ve</strong>yt, Katar,<br />

Birleşik Arap Emirlikleri <strong>ve</strong> Suudi Arabistan) için hayati bir öneme sahiptir. 36<br />

Zira deniz yoluyla yapılan dünya petrol sevkiyatının yaklaşık %40’ı, küresel<br />

petrol ticaretinin yaklaşık %20’si <strong>ve</strong> Basra Körfezi’nden yapılan petrol<br />

ticaretinin yaklaşık %90’ı Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleştirilmektedir. 37<br />

et/19633574.asp 08.01.2012<br />

34 Growth Resuming, Dangers Remain, “World Economic Outlook April 2012”, International<br />

Monetary Fund, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf, 15-16,<br />

34-35.<br />

35 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s<br />

Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.<br />

36 Anthony H. Cordesman, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International<br />

Studies, 3/26/07, 2. http://csiorg/files/media/csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf<br />

37 Ariel Zirulnick, “Getting the Strait of Hormuz straight: an FAQ”, http://www.csmonitor.<br />

64


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Hürmüz Boğazı’ndan en çok petrol temin<br />

eden ülkelerin ABD, Çin, Hindistan, Japonya <strong>ve</strong> Güney Kore olduğu düşünüldüğünde<br />

boğazın kapatılmasının küresel ekonomik sisteme ne denli etkide<br />

bulunabileceği daha açık görülmektedir. 38<br />

Görüldüğü üzere Tahran yönetiminin Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda,<br />

Avrupa merkezli yaşanan <strong>ve</strong> henüz atlatılamayan finansal krizin küresel<br />

bir petrol krizine dönüşeceği <strong>ve</strong> söz konusu krizden tüm dünyanın etkileneceği<br />

ifade edilebilir. ABD <strong>ve</strong> AB ekonomilerinin güncel durumu <strong>ve</strong> kırılganlığı<br />

nedeniyle uluslararası finansal krizi tetikleyebilecek bu sorun, uluslararası<br />

kamuoyu tarafından oldukça kaygı <strong>ve</strong>rici olarak değerlendirilmektedir. Bu<br />

sebeple Washington yönetimi, İran’ın Hürmüz’ü kapatabileceği yönündeki<br />

açıklamalarına karşı Bahreyn’de konuşlu 5. Amerikan Filosu’na <strong>ve</strong> bu filonun<br />

içinde yer alan bir uçak gemisine ek olarak bir İngiliz <strong>ve</strong> bir Fransız muhribinin<br />

de katılımı ile Abraham Lincoln uçak gemisi görev grubunu Körfez’e<br />

göndermiştir.<br />

Hürmüz Boğazı’nın petrol üreticisi olan Körfez ülkeleri için yaşamsal önemi<br />

<strong>ve</strong> stratejik konumu, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin<br />

İran’a karşı kutuplaşmasına <strong>ve</strong> ABD ile mevcut stratejik ilişkilerini geliştirmelerine<br />

yol açmaktadır. Bu kapsamda Hürmüz Boğazı’nın kapatılma olasılığı<br />

gündeme geldikten sonra söz konusu ülkeler bir dizi <strong>orta</strong>k tatbikat gerçekleştirmiş<br />

<strong>ve</strong> Hürmüz’e alternatif enerji sevkiyat yollarının devreye sokulması<br />

konusunda <strong>orta</strong>k çalışmalarda bulunmuştur. Hürmüz Boğazı’na alternatif<br />

oluşturabilecek enerji nakil hatları arasında Doğu-Batı Ham Petrol Boru Hattı<br />

(Petroline), Trans-Arap Petrol Boru Hattı (Tapline), Irak-Suudi Arabistan<br />

Boru Hattı (IPSA), Trans-Arap Yeni Boru Hattı, Dolphin Hattı <strong>ve</strong> Abu Dabi<br />

Ham Petrol Boru Hattı (ADCOP) bulunmaktadır. 39 Körfez ülkeleri açısından<br />

com/World/Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/Does-Irane<strong>ve</strong>n-ha<strong>ve</strong>-the-right-to-close-the-Strait<br />

38 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s<br />

Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.<br />

39 Söz konusu enerji güzergâhlarının bir kısmı eski olduğu için bakım <strong>ve</strong> onarıma ihtiyaç duymaktadır.<br />

Bir kısmı ise yapım aşamasında olduğu için henüz kullanıma açılmamıştır. Dolayısıyla<br />

bu yolların Hürmüz Boğazı’na uzun vadede alternatif olabileceği belirtilebilir. Ancak bu<br />

boru hatları arasında en dikkat çekeni, Birleşik Arap Emirlikleri’nin tamamlama aşamasında<br />

olduğu <strong>ve</strong> Hürmüz Boğazı’nı devre dışı bırakan Abu Dabi Ham Petrol Boru Hattı’dır. Bu<br />

65


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

düşünüldüğünde Hürmüz Boğazı odaklı bir krizin bölgede sıcak çatışmaya<br />

yol açacak riskleri taşıdığı söylenebilir.<br />

Türkiye açısından değerlendirildiğinde ise Hürmüz Boğazı’na ilişkin krizin<br />

tırmanmasıyla birlikte Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrolü azaltması <strong>ve</strong><br />

müteakiben kesmesi konusunda baskılar artacaktır. Bu duruma bağlı olarak<br />

Türkiye enerji tedarik ettiği ülkeleri çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Fakat yaşanacak<br />

krize istinaden gerek enerji temini gerekse enerji fiyatlarının artması<br />

nedeniyle sosyo-ekonomik açıdan zor bir döneme girilebilir. Bununla birlikte<br />

Türkiye’nin dış ticaretinde komşu ülkeler arasında önemli bir yere sahip İran<br />

ile ekonomik ilişkilerde önemli bir düşüş yaşanabilir. ABD’nin yayımladığı<br />

İran yaptırım muafiyet listesinde Türkiye’nin yer almaması, önümüzdeki dönemde<br />

bu düşüşe ivme kazandırabilir <strong>ve</strong> Türkiye’nin dış ticaretini olumsuz<br />

yönde etkileyebilir.<br />

Boğazın İran tarafından kapatılması durumunda Basra Körfezi’nde sıcak bir<br />

çatışmanın yaşanması olasılık dâhilindedir. Zira ABD, İngiltere, Fransa <strong>ve</strong><br />

Körfez ülkelerinden oluşan deniz kuv<strong>ve</strong>tleri boğazı kapatma görevini yürüten<br />

İran kuv<strong>ve</strong>tlerine müdahalede bulunabilir. İran ise bu duruma Hürmüz<br />

Boğazı’na mayın döşeyerek karşılık <strong>ve</strong>rebilir <strong>ve</strong> asimetrik güç unsurlarına yönelebilir.<br />

İran’ın körfezin en dar kesimini mayınlaması halinde aynı kuv<strong>ve</strong>tler<br />

mayınları döşemeye çalışan İran kuv<strong>ve</strong>tlerine müdahale edebilir. İran’ın bu<br />

girişimleri karşısında Körfezdeki İran donanması <strong>ve</strong> kıyıda mevzilenmiş füze<br />

sistemleri vurulabilir. Bu durumda bölgede sıcak çatışma başlayabilir; küresel<br />

<strong>ve</strong> bölgesel çapta terör olaylarında artış görülebilir.<br />

Tüm bu olası gelişmeler Türkiye’nin son zamanlarda yürüttüğü arabuluculuk<br />

politikalarını sürdürmesini zorlaştırabilir. ABD <strong>ve</strong> Batılı güçler, Türkiye’nin<br />

İran karşıtı güçler arasında yer alması için baskılarını artırabilir. Türkiye bu<br />

desteği açık olarak sağlamaması durumunda, Türk ekonomisi kriz dönemine<br />

girebilir <strong>ve</strong> dış ticaret açığı sürdürülemez seviyelere çıkabilir. Türkiye, ABD<br />

<strong>ve</strong> Batı Bloğu içinde yer alması halinde ise İran’ın düşmanca girişimleriyle<br />

hat gemilerin Körfezi dolaşmalarından kaynaklanan 2 günlük zaman kaybını önlemiş olacağı<br />

gibi, günlük 2,5 milyon varil petrol taşıma kapasitesine ulaşacaktır; Leyla Melike Koçgündüz,<br />

“Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, http://www.orsam.org.tr/tr/<br />

yazigoster.aspx?ID=3290<br />

66


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

karşılaşabilir. Böyle bir konjonktürde İran’ın doğrudan Türkiye’yi hedef alma<br />

olasılığı az olsa da Türkiye’deki terör eylemlerinde artış <strong>ve</strong> iç karışıklıklar<br />

yaşanabilir. Söz konusu muhtemel gelişmeler bölgede birinci senaryonun yaşanmasına<br />

neden olabileceği gibi üçüncü senaryonun, yani Şii-Sünni çatışmasının<br />

fitilini de ateşleyebilir.<br />

Buna karşın İran’ın boğazı uzun süreliğine kapatma olasılığı çok gerçekçi<br />

gözükmemektedir. Zira İran her ne kadar Hürmüz Boğazı’na alternatif enerji<br />

yolları arayışında olsa da mevcut durumda enerji sevkiyatının önemli bir<br />

kısmını bu güzergâhtan gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla boğazın uzun süre<br />

kapanmasıyla <strong>orta</strong>ya çıkacak petrol krizinden kendisinin de etkileneceği <strong>ve</strong><br />

bu durumun zaten yaptırım kararlarıyla açığa çıkan İran’daki sosyo-ekonomik<br />

gerilimi artıracağı söylenebilir. Sonuç olarak İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatma<br />

seçeneğini her ne kadar stratejik bir koz olarak ön plana çıkarsa da İran’ın iç<br />

dengeleri açısından bu tercihin fiiliyata geçirilmesinin <strong>ve</strong> gerçekleştirilmesi<br />

durumunda ise sürdürülebilir bir hamle olmasının zor olduğu düşünülmektedir.<br />

3.3. Şii-Sünni Çatışması Senaryosu<br />

Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan <strong>ve</strong> kısa sürede diğer bölge ülkelerine yayılan<br />

halk ayaklanmaları, Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri değiştirmekte<br />

<strong>ve</strong> Orta Doğu jeopolitiğini yeniden şekillendirmektedir. Mikro boyutta Orta<br />

Doğu’yu makro boyutta ise küresel sistemi yeniden inşa eden sistemik değişkenler,<br />

bölgesel <strong>ve</strong> küresel aktörlere fırsat <strong>ve</strong> riskleri aynı anda sunmaktadır.<br />

Yeni güç odaklarının belirdiği, devlet-dışı aktörlerin aktif konuma geldiği, belirsizlik<br />

<strong>ve</strong> öngörülemezliğin ulusal <strong>ve</strong> uluslararası stratejileri derinden etkilediği<br />

böylesine bir süreç, farklı risk <strong>ve</strong> tehdit unsurlarını açığa çıkarmaktadır.<br />

Simetrik olabildiği gibi asimetrik özellikler taşıyan bu tehditlere Suriye’de<br />

iktidar ile muhalefet arasında yaşanan çatışmalar örnek olarak gösterilebilir.<br />

Küresel <strong>ve</strong> özellikle bölgesel düzlemde “yeni bir Soğuk Savaş”ın başladığına<br />

dair yorumlara neden olan <strong>ve</strong> bölgedeki inşa sürecini yakından etkileyen Suriye<br />

krizi bir yandan bölgedeki jeopolitik <strong>ve</strong> jeokültürel kutuplaşmaları belirlerken,<br />

diğer yandan da olası bir Şii-Sünni çatışmasını gündeme getirmektedir.<br />

67


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Orta Doğu’da Silahlanma <strong>ve</strong> Orta Doğu Silah<br />

Ticaretinde ABD’nin Artan Etkisi<br />

ABD’nin son zamanlarda başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleriyle<br />

silah anlaşmaları yapması <strong>ve</strong> bölgedeki askeri harcamaların<br />

artması gerilimi somutlaştırmaktadır. Beyaz Saray geçtiğimiz aylarda,<br />

Suudi Arabistan ile yaklaşık 30 milyar dolar değerindeki F-15 savaş uçağının<br />

satışını öngören bir anlaşma yaptıklarını açıklamış; bu anlaşmanın<br />

60 milyar dolarlık silah anlaşması kapsamında yapıldığını <strong>ve</strong> helikopter,<br />

füze, bomba, radar uyarı sistemi <strong>ve</strong> gece görüş sistemini içerdiğini belirtmiştir.<br />

1 Amerikan yönetiminin 2011 yılında silah satışı yaptığı ilk on<br />

ülkenin beşi Orta Doğu coğrafyasında yer almaktadır. Bu <strong>ve</strong>rilere göre<br />

ABD Afganistan’a 5,4 milyar dolar, Suudi Arabistan’a 3,5 milyar dolar,<br />

Irak’a 2 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’ne 1,5 milyar dolar <strong>ve</strong><br />

İsrail’e 1,4 milyar dolarlık silah satmıştır. ABD’nin Orta Doğu ülkelerine<br />

yaptığı silah satışı toplamı ilk on ülke arasında %49,11’lik orana,<br />

tüm silah satışında ise %39,66’lık bir paya sahiptir. 2 Söz konusu silah<br />

anlaşmaları <strong>ve</strong> bölge ülkelerinde artış eğilimi gösteren askeri harcamalar,<br />

ABD’nin bölgede Sünni kuşak oluşturmak suretiyle İran’a karşı yaptığı<br />

stratejik hamleler olarak yorumlanabilir.<br />

1 ABD’den kilit müttefike F-15”, 29 Aralık 2011,<br />

http://dunya.milliyet.com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/default.htm<br />

2 Washington yönetiminin silah sattığı diğer ülkeler <strong>ve</strong> yapılan silah satış tutarları şu<br />

şekildedir: Tayvan hükümeti (4,9 milyar dolar), Hindistan (4,5 milyar dolar), Avustralya<br />

(3,9 milyar dolar), Japonya (500 milyon dolar) <strong>ve</strong> İs<strong>ve</strong>ç (500 milyon dolar); Andrea Shalal-<br />

Esa, Bob Burgdorfer, U. Foreign arms sales reach $34.8 billion, 5 Aralık 2011, http://www.<br />

reutercom/article/2011/12/06/us-pentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206<br />

68


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Alttaki <strong>ve</strong>riler gösterdiği üzere ABD’nin Orta Doğu silah pazarındaki payı<br />

2003-2006 döneminde %33 iken, bu oran 2007-2010 döneminde %57’ye<br />

çıkmıştır. Orta Doğu’ya 2003-2010 arası dönemde yapılan silah anlaşması<br />

oranlarını gösteren aşağıdaki tabloda dikkat çeken bir diğer nokta da<br />

Rusya’nın bölgeye 2007-2010 yıllarında gerçekleştirdiği silah satış oranının<br />

bir önceki döneme göre büyük bir düşüş göstermesidir. 2007-2010<br />

döneminde Rusya’nın Orta Doğu’daki silah pazarının büyük bir oranını<br />

ABD ele geçirmiştir. 3 Bölge ülkelerinin yoğun bir şekilde silahlanması<br />

<strong>ve</strong> artan savunma harcamaları, bölgede çıkacak olası çatışmalara karşı<br />

yapılan bir hazırlık olarak değerlendirilebilir.<br />

Orta Doğu’ya Silah Satışının Ülkelere Göre Paylaşımı<br />

2003-2006 2007-2010<br />

3 Richard F. Grimmet, “Con<strong>ve</strong>ntional Arms Transfers to De<strong>ve</strong>loping Nations, 2003-2010”,<br />

(CRS Report for Congress, 2010): 28,44.<br />

69


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Bölgedeki halk ayaklanmalarının yol açtığı toplumsal dinamizm, Suriye’deki<br />

çatışmalar ile farklı bir boyut kazanmış <strong>ve</strong> bölgede meydana gelen jeopolitik<br />

gerginliği üst noktaya taşımıştır. Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak bir<br />

yanda Batı, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez ülkeleri; diğer yanda ise İran, Lübnan, Irak,<br />

Rusya <strong>ve</strong> Çin şeklinde beliren kutuplaşma yalnızca jeostratejik hamleleri içermemekte,<br />

aynı zamanda İslam jeopolitiğinde jeokültürel ayrışmalara neden<br />

olabilecek bir potansiyeli de ihtiva etmektedir.<br />

Suriye’deki çatışma <strong>orta</strong>mıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgedeki bazı aktörlerin<br />

Esed rejimini savunurken bazılarının muhalefeti desteklemesi, mezhepsel<br />

bir krize yol açabilecek politikaların uygulanma riskini de barındırmaktadır.<br />

Esed rejiminden yana tavır alan İran, Lübnan <strong>ve</strong> Irak ile Türkiye,<br />

Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Katar gibi ülkelerin Suriye konusunda karşı karşıya gelmesi,<br />

bölgede mezhepsel bir fay hattının oluşabileceği şeklindeki yorumlara<br />

neden olmaktadır. Kaldı ki İslam jeopolitiğini böyle bir jeokültürel bölünme<br />

oluşturmak suretiyle Şii <strong>ve</strong> Sünnileri çatışma <strong>orta</strong>mına çekme politikasına<br />

ilişkin varsayım kaygıları artırmaktadır. Bölgesel konjonktürde Suriye krizi<br />

üzerinden bir yanda öncülüğünü Türkiye’nin yaptığı Sünni dünya ile diğer<br />

yanda liderliğini İran’ın yaptığı Şii dünyanın cepheleştiği izlenimi doğmaktadır.<br />

Uluslararası medya <strong>ve</strong> kamuoyunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak oluşturulan<br />

bu imaj, olası bir mezhepsel ayrışmanın bölge jeopolitiğinin yeniden<br />

inşa edilmesinde katalizör olabileceğini düşündürmektedir.<br />

Son dönemde bölge jeopolitiğinde yaşanan gelişmeler, özelikle Irak ya da<br />

Suriye üzerinden çıkabilecek bir Şii-Sünni çatışmasının ciddi şekilde tartışılmasına<br />

neden olmaktadır. Karar alıcıların Suriye krizinde birbiri aleyhinde<br />

yaptıkları sert açıklamalar, Suriye’deki çatışmaların kesilmemesi, başta BM<br />

olmak üzere küresel aktörlerin bu sorunun çözümüne ilişkin <strong>orta</strong>k bir politika<br />

üretememesi, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından ülkede mezhepsel<br />

gerilimin tırmanması, bölgenin lider gücü olma potansiyelini taşıyan Türkiye<br />

<strong>ve</strong> İran’ın Suriye krizi konusunda karşı karşıya gelmesi <strong>ve</strong> bölgedeki silahlanmanın<br />

artan bir ivmeyle devam etmesi gibi gelişmeler bölgedeki jeopolitik<br />

<strong>ve</strong> jeostratejik gerilimin jeokültürel zemine de yansıma olasılığını güçlendirmektedir.<br />

70


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Orta Doğu’da artan silahlanma <strong>ve</strong> askeri harcamalar, bölge ülkelerindeki<br />

etnik-mezhepsel nüfus dağılımının yanı sıra günümüzdeki mezhepsel ayrışma<br />

riski ile birlikte değerlendirildiğinde, olası bir çatışma <strong>orta</strong>mının yayılma<br />

potansiyelini göstermektedir. Söz konusu nüfus oranları bir yandan izlenecek<br />

etnik-mezhepsel politikaların olası bir çatışmaya zemin hazırlaması<br />

durumunda <strong>orta</strong>ya çıkacak fay hattının ne derece derin <strong>ve</strong> şiddetli olacağını,<br />

diğer yandan da İran’ın Şii jeopolitiği aracılığıyla özellikle Basra Körfezi<br />

<strong>ve</strong> Orta Doğu havzalarındaki jeokültürel etki alanını göstermektedir. İslam<br />

jeopolitiğindeki Şii <strong>ve</strong> Sünni nüfus dağılımını <strong>orta</strong>ya koyan bu jeokültürel<br />

harita aynı zamanda İran’ın bilhassa 1979 Devrimi’nden sonra öncelik <strong>ve</strong>rdiği<br />

Orta Doğu, Güney Kafkasya, Orta <strong>ve</strong> Güney Asya <strong>ve</strong> Uzak Doğu jeopolitik<br />

kesişim hatlarının oluşturduğu Doğu jeopolitiğinin de “kalpgâhı”nı<br />

teşkil etmektedir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin Humeyni sonrasında süreklilik<br />

arz eden dış politikasının jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik <strong>ve</strong><br />

jeokültürel boyutlarının ağırlık merkezini de bu coğrafya oluşturmaktadır.<br />

İran Dışındaki Şii Nüfus Oranları<br />

Irak %60-65<br />

Bahreyn %70<br />

Yemen<br />

%35 (Zeydi)<br />

Lübnan %35<br />

Ku<strong>ve</strong>yt %24-30<br />

Katar %16-20<br />

Birleşik Arap Emirlikleri %16-18<br />

Suriye<br />

%10-16 (Nusayri)<br />

Suudi Arabistan %5-8<br />

Azerbaycan %74<br />

Afganistan %19<br />

Pakistan %20<br />

Tacikistan %5<br />

Hindistan %1<br />

71


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Öte yandan İran, Arap Baharı kapsamında bölgede meydana gelen gelişmeleri<br />

yakından izlemekte, bölgeye yönelik strateji <strong>ve</strong> politikalarını bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

şekillendirmektedir. İran, ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> bölgedeki<br />

ABD yanlısı yönetimlerin halk tarafından devrilmesiyle <strong>orta</strong>ya çıkan jeopolitik<br />

boşluğu bölgesel gücünü artırmak amacıyla değerlendirmeye çalışmaktadır.<br />

Tahran yönetimi bu kapsamda, Şii nüfusa sahip Körfez ülkelerindeki halk<br />

hareketlerinin başarıya ulaşması için destek sağlamakta <strong>ve</strong> böylece ABD’nin<br />

bölgedeki etkisini kırmayı hedeflemektedir.<br />

Buna karşın önemli bir Şii nüfusa sahip Bahreyn’de ABD’nin 5. Filosu bulunmakta<br />

<strong>ve</strong> diğer Körfez ülkelerinde de ciddi bir ABD askeri varlığı yer<br />

almaktadır. Ayrıca son yıllarda bölgede artan İran etkisini dengelemek için<br />

faaliyet gösteren Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın bölgesel <strong>ve</strong> bölge dışı aktörlerle<br />

stratejik ilişkilerini geliştirmesi <strong>ve</strong> bölge ülkelerince yapılan büyük çaplı<br />

silah alımları İran’ı rahatsız etmektedir. İran, Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Birleşik Arap<br />

Emirlikleri’nin Bahreyn’deki Şii halk ayaklanmasını bastırmak için asker<br />

göndermesini şiddetle eleştirmiştir. Ayrıca Suudi Arabistan yönetiminin kendi<br />

Şii kökenli halkının eylemlerine karşı tutumuna tepki göstermiştir.<br />

İran Orta Doğu’daki Batı yanlısı rejimlere karşı gerçekleştirilen halk hareketlerine<br />

destek <strong>ve</strong>rirken, Suriye’deki halk hareketlerine sessiz kalarak <strong>ve</strong> uluslararası<br />

toplumun Esed yönetimine karşı eleştirilerini Suriye’nin içişlerine müdahale<br />

şeklinde yorumlayarak bu konuda farklı bir yaklaşım sergilemektedir.<br />

Tahran yönetiminin Orta Doğu’daki diğer halk ayaklanmalarından farklı olarak<br />

Suriye konusunda izlediği bu politikanın temel nedeni, İran ile yakın ilişki<br />

içinde bulunan %10-16 oranındaki Nusayrilerin Suriye’de iktidarda olmasıdır.<br />

İran’ın Suriye’de yaşanan katliamlara rağmen Esed yönetimine destek <strong>ve</strong>rmesi,<br />

bölgede yükselen Şii-Sünni gerginliğini artırmaktadır.<br />

İran yönetiminin Şii hilalini ön plana çıkararak Şii jeopolitiğindeki hareket<br />

serbestîsini artırmak istemesi <strong>ve</strong> bu yönde stratejiler geliştirmesi, Humeyni’den<br />

miras kalan dış politika anlayışının bir yansımasıdır. Zira İran’ın öncelikli hedefi<br />

bölgede kurduğu Şii eksenini korumak <strong>ve</strong> bölgesel etkinliğini Şii hilali<br />

üzerinden genişletmektir. ABD müdahalesi sonrasında Şiilerin iktidarda söz<br />

sahibi olduğu <strong>ve</strong> giderek ağırlık kazandığı Irak da Suriye <strong>ve</strong> Lübnan’a ila<strong>ve</strong><br />

72


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

olarak bu eksene katılmıştır. İran, Irak’ta Şii iktidarın yönetimi devralması<br />

sonrasında bu ülke üzerindeki etkisini artırmıştır. ABD birliklerinin Irak’tan<br />

çekilmesinin hemen ardından Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık<br />

Haşimi hakkında terör olaylarına karıştığı gerekçesiyle tutuklama kararı<br />

çıkarılması, İran’ın bu ülkeyi kısa bir süre sonra tamamıyla kendi oyun alanı<br />

içine dâhil edebileceğini göstermektedir.<br />

Suriye’deki gelişmeler, Şii-Sünni çatışmasını tetikleyebilecek dinamiklere<br />

sahiptir. Şii dünyası ile yakın ilişki içinde olan Nusayri halka dayanan Esed<br />

yönetimi, büyük çoğunluğu Sünni olan bölgelerde tank, top <strong>ve</strong> hava araçları<br />

kullanarak icra ettiği askeri harekât sonucunda sivil halktan yaklaşık 160.000<br />

kişinin ölümüne <strong>ve</strong> çok daha fazla kişinin yaralanmasına neden olmuştur.<br />

Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu muhalif gruplar, bu saldırılara karşı silahlanmış<br />

<strong>ve</strong> ellerinde bulunan hafif silahlarla Esed yönetimine karşı mücadeleye<br />

başlamıştır. Bu süreçte Esed rejimine bağlı ordudan ayrılan subaylar<br />

tarafından Özgür Suriye Ordusu kurulmuştur. Krizin başlangıcından itibaren<br />

İran ise muhalifleri bastırmak için Esed rejimine silah dâhil her türlü desteği<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. Benzer şekilde Irak yönetimi de Esed yönetimine destek <strong>ve</strong>rmekte,<br />

İran’ın etkisiyle Lübnan’daki Hizbullah da Esed rejiminin ayakta kalması için<br />

seferber olmaktadır. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında Şii-Sünni kamplaşmasının<br />

oluştuğuna ilişkin değerlendirmeler seslendirilmese de bölgede<br />

hissedilmeye başlamıştır.<br />

Farklı oranlarda Sünni nüfusa sahip Arap devletleri <strong>ve</strong> Türkiye, bu katliamlara<br />

tepki göstererek Esed yönetimine karşı eleşirel bir politika benimsemiştir.<br />

Türkiye, katliamların durdurulması girişimlerinin yanında Esed’in yönetimden<br />

uzaklaştırılması için muhalif grupların teşkilatlandırılmasında sorumluluk<br />

almıştır. Bu dönemde ayrıca Türkiye’ye kaçan Suriyelilerin Suriye sınırları<br />

içinde oluşturulacak korumalı bölgelere yerleştirilmesi gündeme gelmiştir.<br />

Ancak Suriye sınırları içinde bu şekilde tampon bölgeler oluşturulmasının da,<br />

Suriye ile gerilimi derinleştirebileceği değerlendirilmektedir.<br />

Nükleer krizin tırmanmasına bağlı olarak İran’ın Suriye’deki gelişmeleri de<br />

kullanarak bir Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izlemesi<br />

durumunda, <strong>orta</strong>k sınırlara sahip Türkiye’nin bu gelişmeden büyük zarar<br />

73


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

görmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Olası bir Şii-Sünni çatışması bölgeye <strong>ve</strong><br />

Türkiye’ye tahmin edilemeyecek büyüklükte zararlar <strong>ve</strong>rebilir. Bu nedenle<br />

gerek uluslararası kamuoyu gerekse Sünni <strong>ve</strong> Şii nüfusa sahip ülkeler bu<br />

hassasiyeti dikkate almalıdır. Bu bağlamda Esed yönetimine karşı yapılacak<br />

muhtemel bir müdahalenin bölge dışı ülkeler tarafından yapılması daha uygun<br />

olabilir. BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde alınabilecek bir kararla bölge dışı aktörler<br />

tarafından Suriye’nin ağır silahlarına zarar <strong>ve</strong>rilmesi, muhalefeti güçlendirebileceği<br />

gibi Esed yönetimini destekleyen grupların mücadele gücünü de<br />

kırabilir. Bununla birlikte Türkiye’nin muhalif grupların <strong>orta</strong>k hareket etmesi<br />

<strong>ve</strong> siyasi bir güç haline gelmesinde, çatışma çözümü <strong>ve</strong> insani yardımlar konusunda<br />

sorumluluk alması daha faydalı olabilir.<br />

Sonuç<br />

İran, diplomatik yöntemler ile çözüme kavuşturulamayan nükleer kriz nedeniyle<br />

öne sürülen birçok kaos senaryosunun merkezinde yer almaktadır. İran<br />

nükleer tesisleri <strong>ve</strong> füze sistemlerinin ABD <strong>ve</strong>ya İsrail tarafından düzenlenecek<br />

bir askeri operasyon ile vurulması; Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından<br />

kapatılması, bundan dolayı petrol fiyatlarının hızla artması <strong>ve</strong> küresel ölçekli<br />

bir petrol krizinin çıkması; ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> Arap<br />

Baharı’nın etkisiyle Orta Doğu’da oluşan jeopolitik hassasiyetten yararlanan<br />

İran’ın Şii-Sünni çatışmasına yol açacak politikalar izlemesi gibi senaryolar<br />

uluslararası gündemi ciddi biçimde meşgul etmektedir. Bölgesel <strong>ve</strong> küresel<br />

aktörler, İran nükleer krizinin neden olacağı muhtemel gelişmeleri değerlendirmekte<br />

<strong>ve</strong> başta sıcak çatışma olmak üzere masada bulunan tüm seçeneklere<br />

karşı tedbir arayışındadır.<br />

Özellikle UAEK’nın 9 Kasım 2011 tarihli raporundan bu yana İran nükleer<br />

faaliyetlerinin askeri amaçlı olduğuna dair ciddi şüphelerin bulunması <strong>ve</strong> yapılan<br />

müzakerelerden bir türlü sonuç alınamaması, nükleer krizin diplomatik<br />

araçlarla çözülemeyeceği yönündeki öngörüleri güçlendirmiştir. Irak’taki gelişmelerle<br />

birlikte Suriye krizi de göz önünde bulundurulduğunda kaosa doğru<br />

evrilmeye başlayan nükleer kriz sürecinin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi olasılık<br />

dâhilindedir. Tahran yönetimi ise bu süreçte nükleer faaliyetlerine devam<br />

etmek için zaman kazanmaya çalışmakta <strong>ve</strong> nükleer krizi geçici bir süreliğine<br />

74


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

de olsa gündemden düşürmek amacıyla Suriye’deki gelişmeler <strong>ve</strong> bölgedeki<br />

diğer gerilim alanlarından faydalanmaya yönelik politikalar izlemektedir.<br />

Tahran yönetimi, bu strateji çerçe<strong>ve</strong>sinde Hürmüz Boğazı’nı kapatacağına<br />

ilişkin açıklamalarda bulunarak küresel gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> uluslararası ekonomik<br />

sistemi tehdit etmekte; Irak <strong>ve</strong> Suriye üzerinden Şii hilali ekseninde yürüttüğü<br />

bölgesel politikalarla Şiiler <strong>ve</strong> Sünniler arasında olası bir mezhepsel gerilimi<br />

tahrik etmektedir.<br />

Tahran yönetimi, gü<strong>ve</strong>nlik eksenli oluşturduğu klasik dış politikasının en stratejik<br />

enstrümanları olarak nükleer programını <strong>ve</strong> füze sistemini görmektedir.<br />

Bu sebeple nükleer faaliyetlerini, sahip olduğu kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> menzilli füze sistemleri<br />

<strong>ve</strong> üzerinde çalıştığı kıtalararası balistik füze programlarıyla paralel<br />

yürütmektedir. İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesi <strong>ve</strong> mevcut<br />

nükleer faaliyetleriyle birlikte birçok füze üretmesi, nükleer programının askeri<br />

amaçlı olduğuna yönelik kaygıları artırmaktadır. Nükleer silahlara <strong>ve</strong><br />

nükleer silah atma vasıtalarına sahip olan bir İran’ın kendisini avantajlı hissedeceği,<br />

bölgesel gücünü Şii jeopolitiğini kullanarak yaymaya çalışacağı <strong>ve</strong><br />

daha ofansif bir politikaya yönelebileceği söylenebilir. Nükleer bir İran, bölgedeki<br />

diğer ülkeler kadar Türkiye için de tehdittir.<br />

Bütün yaptırımlara <strong>ve</strong> tehditlere rağmen nükleer çalışmalarına kararlılıkla devam<br />

eden İran, nükleer programının barışçıl olduğunu iddia etmekte, uluslararası<br />

aktörler tarafından nükleer programına ilişkin karar alma aşamalarında<br />

müzakerelerin yeniden başlaması için uygun <strong>orta</strong>m oluşturmakta <strong>ve</strong> böylece<br />

programda ulaştığı her aşamayı uluslararası kamuoyuna kabullendirmek için<br />

fırsat yaratmaktadır. Nitekim İran’ın bu politika ile nükleer silah <strong>ve</strong> atma vasıtası<br />

üretebilecek kabiliyete ulaşıncaya kadar zaman kazanmaya çalıştığını<br />

öne süren görüşler bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye, İran’a nükleer silah<br />

üretmek için zaman kazandıracak politikalara zemin hazırladığı izlenimi <strong>ve</strong>rmekten<br />

özenle kaçınmalıdır. Ayrıca arabuluculuk rolünün İran <strong>ve</strong> diğer aktörlerin<br />

politikaları doğrultusunda kullanılması konusunda dikkatli olmalı <strong>ve</strong><br />

farkında olmadan krizin tarafı olmaktan kaçınmaya özen göstermelidir. Krizin<br />

taraflarının bütün tezlerini dikkatle göz önünde bulundurmalı <strong>ve</strong> krizin geleceğine<br />

yönelik tüm seçenekleri hesaplamalıdır. Her senaryoya karşı hazırlıklı<br />

olunması önemlidir.<br />

75


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz dikkate alındığında, Batı’nın herhangi bir<br />

askeri operasyona girişemeyeceğini düşünen İran’ın bu konjonktürü zaman<br />

kazanmak için kullanabileceği <strong>ve</strong> zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesini<br />

Batılı aktörlere kabul ettirmeye çalışacağı öngörülebilir. Batılı ülkeler de<br />

uygulanan yaptırımların İran üzerindeki etkisini tam olarak görebilmek için<br />

belli bir zamana ihtiyaç duymaktadır. Mevcut durumda Batı’nın sert güç uygulamalarından<br />

uzak duracağı <strong>ve</strong> diplomatik araçlarla çözüm arayışına devam<br />

edeceği düşünülmektedir. Bu nedenle İsrail’in kontrol edilmesi durumunda<br />

tarafların müzakerelerle sonuca ulaşmaya çalışabileceği, netice alınamaması<br />

halinde gerilimin tırmanabileceği değerlendirilmektedir.<br />

İran sınır komşumuz olmasının yanı sıra Türkiye için birçok yönden önemli<br />

bir ülkedir. Türkiye’nin İran ile yapıcı <strong>ve</strong> dostane ilişkiler içinde bulunması<br />

<strong>ve</strong> bu yöndeki politikalarını sürdürmesi olumlu <strong>ve</strong> gereklidir. Ancak ikili ilişkilerin<br />

tarihi arka planı göz önüne alındığında iki ülkenin aslında her zaman<br />

birbirlerine rakip durumda oldukları görülmektedir. İran’ın halâ bölgedeki<br />

devlet-dışı aktörler aracılığıyla yürüttüğü politikaların <strong>ve</strong> bölgede kurmaya<br />

çalıştığı nüfuz alanlarının Türkiye’nin çıkarları ile doğrudan çakışacağı öngörülebilir.<br />

Bilhassa nükleer silaha sahip olması durumunda İran’ın izleyeceği<br />

politikaların Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğini her açıdan tehdit edeceği unutulmamalıdır.<br />

Sonuç olarak Türkiye, İran ile ilişkilerinde birçok unsuru birbiriyle<br />

bağdaştırmak durumundadır. Bir yandan kendi gü<strong>ve</strong>nliğinin gereklerini <strong>ve</strong><br />

ekonomik çıkarlarını gözetirken, diğer yandan İran’ın genel politikası ile nükleer<br />

programının yol açtığı Orta Doğu’daki kaygı <strong>ve</strong> hassasiyetler göz önünde<br />

bulundurulmalıdır.<br />

76


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

Kaynakça<br />

“22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde<br />

İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://<br />

www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iran-arasinda-21-22-ocak-<br />

2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa.<br />

“AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012,http://www.<br />

bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_appro<strong>ve</strong>d.<br />

shtml.<br />

“ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, Milliyet, 13 Nisan<br />

2012,http://dunya.milliyet.com.tr/abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejadmeydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/default.htm.<br />

“ABD’den Kilit Müttefike F-15”, Milliyet, 29 Aralık 2011, http://dunya.milliyet.<br />

com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/<br />

default.htm.<br />

“ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, Hürriyet, 8 Ocak 2012,<br />

http://www.hurriyet.com.tr/planet/19633574.asp.<br />

Bahgat, Gawdat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle<br />

East Institute, 15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99sregular-army-its-history-and-capacities.<br />

Barzashka, Ivanka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout<br />

Potential”, Federation of the American Scientists Issue Brief, 21 Ocak 2011,<br />

http://www.fas.org/pubs/_docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf.<br />

“Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”,The Sunday Times, 12<br />

Ocak 2012, http://www.sundaytimes.lk/index.php?option=com_content&vie<br />

w=article&id=14649:bomb-kills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&cati<br />

d=81:news&Itemid=625.<br />

Cordesman, H. Anthony, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for<br />

Strategic and International Studies, 26 Mart 2007, http://csis.org/files/media/<br />

csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf.<br />

77


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Çetinsaya, Gökhan, “Türk-İran İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi içinde,<br />

der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 2004.<br />

Gardiner, Sam, “The End of the “Summer of Diplomacy”: Assessing U.S.<br />

Military Options on Iran”, Century Foundation Report, 2006.<br />

Gedik, Esin, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, Akşam, 9 Ocak<br />

2012, http://www.aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolaracikar,-cari-acik-36-milyar-dolar-artar-91327h.html.<br />

Grimmett, F. Richard, “Con<strong>ve</strong>ntional Arms Transfers to De<strong>ve</strong>loping Nations,<br />

2003-2010”, CRS Report for Congress, 2010.<br />

“Growth Resuming, Dangers Remain,” International Monetary Fund, Nisan<br />

2012, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf.<br />

“HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm.<br />

“Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of<br />

Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”, GOV/2011/65,<br />

http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf.<br />

“Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, The Nuclear Threat<br />

Initiati<strong>ve</strong>, 10 Ocak 2011, http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-planto-produce-medical-reactor-fuel/.<br />

“İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010,<br />

http://www.radikal.com.tr/dunya/iran_uranyum_takasi_<strong>turkiye</strong>de_yapilacak-997227.<br />

“İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, Hürriyet, 6 Aralık 2011, http://www.hurriyet.<br />

com.tr/planet/19401449.asp.<br />

“İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”, CNN Türk, 5 Ocak 2012, http://<br />

www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/index.html.<br />

78


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />

“İsrail’in İran Operasyonunun Detayları Yayınlandı”, Hürriyet, 21 Nisan<br />

2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/20389479.asp.<br />

Kaussler, Bernd, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”, Middle East<br />

Institute,15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasksand-capabilities.<br />

Koçgündüz, Leyla Melike, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış<br />

Politika Analizleri, 5 Mart 2012, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.<br />

aspx?ID=3290.<br />

Leon, Rudy <strong>ve</strong> diğerleri, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center<br />

for American Progress, Nisan 2012.<br />

Melman, Yossi <strong>ve</strong> Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”, http://<br />

www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusi<strong>ve</strong>-iran-providing-hamas.<br />

“Military Strike Won’t Stop Iran’s Nuclear Program”, Haaretz, 22 Şubat 2010,<br />

http://www.haaretz.com/news/military-strike-won-t-stop-iran-s-nuclearprogram-1.266113.<br />

Özcan, Nihat Ali, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler <strong>ve</strong><br />

Türkiye’ye Öneriler”, TEPAV Ortadoğu Çalışmaları 1, 2006.<br />

“Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de<br />

l’Union européenne”, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des<br />

pourparlers à Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),<br />

http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/iran/l-union-europeenne-etliran/article/programme-nucleaire-de-l-iran.<br />

“Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian<br />

Arab Republic, Human Rights Council”, 22 Şubat 2012, A/HRC/19/69,<br />

http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/HRCouncil/RegularSession/<br />

Session19/A-HRC-19-69.pdf.<br />

Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler <strong>ve</strong> ‘Şii Hilali’ Söylemi”,<br />

Bilge Strateji Cilt: 2 Sayı: 4 (Bahar 2011): 183-202.<br />

79


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Sandıklı, Atilla <strong>ve</strong> Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde<br />

İran”, Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012.<br />

“Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran”, 9 Haziran 2010,<br />

http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm.<br />

Shalal-Esa, Andrea <strong>ve</strong> Bob Burgdorfer, “U.S. Foreign Arms Sales Reach<br />

$34.8 Billion”, 5 Aralık 2011, http://www.reuters.com/article/2011/12/06/uspentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206.<br />

Sinkaya, Bayram, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu <strong>ve</strong><br />

Uranyum Takası Mutabakatı”, Ortadoğu Analiz Cilt: 2 Sayı:18 (2010).<br />

“Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, Habertürk, 1<br />

Aralık 2011, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icintoplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar.<br />

Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: İran için Fırsatlar <strong>ve</strong> Engeller”, Akademik<br />

Orta Doğu Cilt: 1 Sayı: 1 (2006).<br />

Taflıoğlu, Serkan, “İran, Silahlı İslami Hareketler <strong>ve</strong> Barış Süreci”, Avrasya<br />

Dosyası İsrail Özel Sayısı Cilt: 5 Sayı: 1 (İlkbahar 1999).<br />

Türkmen, İlter, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, Bilge Adamlar<br />

Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010.<br />

Walt, M. Stephen, “Why Attacking Iran is a Still Bad Idea?”, Foreign Policy,<br />

27 Aralık 2011, http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea.<br />

Zirulnick, Ariel, “Getting the Strait of Hormuz Straight: an FAQ”, The Christian<br />

Science Monitor, 29 Aralık 2011, http://www.csmonitor.com/World/<br />

Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/<br />

Does-Iran-e<strong>ve</strong>n-ha<strong>ve</strong>-the-right-to-close-the-Strait.<br />

80


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

YENİDEN YAPILANAN ORTA DOĞU’DA TÜRKİYE-İRAN<br />

EKONOMİK İLİŞKİLERİ<br />

Özüm S. UZUN *<br />

Türkiye-İran ilişkilerinde 2000’li yıllar yakınlaşma <strong>ve</strong> uzaklaşma döngüsünün<br />

devam ettiği bir dönem olmuştur. 1 2003-2011 yılları arasında siyasi, ekonomik<br />

<strong>ve</strong> askeri alanlarda yakınlaşan iki ülke arasındaki ilişkiler, Orta Doğu ile<br />

Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarına karşı farklı tutumları nedeniyle bozulmuş<br />

<strong>ve</strong> bölgesel rekabet daha görünür hale gelmiştir. Ekonomik ilişkiler de<br />

bu döngü içerisinde etkilenmiştir. Siyasi yakınlaşmanın yaşandığı dönemlerde<br />

dahi Türkiye-İran tam bir ekonomik işbirliği geliştirememiş <strong>ve</strong> birbirlerinin<br />

ekonomik potansiyelinden tam anlamıyla yararlanamamıştır.<br />

Türkiye ile İran, siyasi, ekonomik <strong>ve</strong> askeri açıdan önemli bölgesel güçlerdir.<br />

Dolayısıyla, her iki ülkenin kendi bünyesinde <strong>ve</strong> bölge ülkelerinde etkileri<br />

hissedilmektedir. Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde ikili ilişkiler<br />

önem kazanmış, ekonomik ilişkiler de bu bağlamda iki ülkenin siyasi nüfuz<br />

alanını etkileyebilecek bir faktör olarak karşımıza çıkmıştır. 1979’daki devrim<br />

sonrasında İran’ın Batıyla ilişkilerinde gerginlik yaşaması <strong>ve</strong> nükleer<br />

programından dolayı ABD <strong>ve</strong> BM ekonomik yaptırımlarıyla karşı karşıya<br />

kalması, Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini bölge dışı aktörler açısından da<br />

önemli kılmıştır. 2013 yılının Kasım ayında P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere,<br />

Çin <strong>ve</strong> Almanya) <strong>ve</strong> İran arasında yapılan geçici nükleer anlaşma sonucunda<br />

İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar yumuşatılmaya başlanmıştır.<br />

İran’ın Batı ile yakınlaşma süreci Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini de etkileyecektir.<br />

2003 Irak savaşıyla başlayıp, “Arap Baharı” ile devam eden bölgenin yeniden<br />

yapılanma sürecinde Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, ülkelerin siyasal<br />

*<br />

Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimi <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Aydın Üni<strong>ve</strong>rsitesi.<br />

1 Özüm S. Uzun, “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or<br />

Beyond?”(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Şubat 2012)<br />

81


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

nüfuz alanını etkileyebilecek önemli bir faktördür. 2000’li yıllarda Türkiye-<br />

İran ekonomik ilişkilerinin ele alındığı bu bölümde öncelikle ikili ekonomik<br />

ilişkilerin tarihsel gelişimi anlatılacak, sonrasında ise ekonomik ilişkilerdeki<br />

yakınlaşma sürecini olumlu <strong>ve</strong> olumsuz yönde etkileyebilecek faktörler üzerinde<br />

durularak bölgesel değişimin Türkiye-İran ilişkilerine etkisi değerlendirilecektir.<br />

Türkiye-İran Ekonomik İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı<br />

Türkiye’de Cumhuriyet, İran’da ise Pehlevi Hanedanlığı kurulduktan sonra<br />

gü<strong>ve</strong>nlikle ilgili sorunlarda büyük bir farklılık yaşanmamış, sınırdaki gü<strong>ve</strong>nlik<br />

sorunları devam etmiştir. 22 Nisan 1926’da Türkiye <strong>ve</strong> İran, sınırlarında<br />

sorun yaratan aşiretlere karşı <strong>orta</strong>k bir politika izlemek için Dostluk <strong>ve</strong> Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Anlaşması imzalanmasına rağmen sorunlar çözülememiş, iki ülkenin<br />

çözüm arayışları devam etmiştir. Bu amaçla 15 Haziran 1928’de ek bir protokol<br />

imzalanmıştır. 2 Ankara-Tahran arasındaki bu protokolle ilk defa ekonomik<br />

ilişkilerin gelişimi öngörülmüştür. 3 Bu yeni anlaşmadan sonra dönemin<br />

Başbakanı İsmet İnönü;<br />

“Komşumuz İran’la imzaladığımız protokoller iki memleket münasebetlerinde<br />

esasen hüküm süren dostluğun <strong>ve</strong> iki komşu arasında iktisadi inkişaf <strong>ve</strong><br />

işbirliği arzularının samimiyetine delildir. İki memleketin temasları <strong>ve</strong> ulaştırma<br />

vasıtaları arttıkça iyi geçinme <strong>ve</strong> birbirine emniyet etme esaslarının her<br />

iki taraf için hayırlı semereleri daha iyi toplanacaktır.” 4 Şeklinde bir açıklama<br />

yapmıştır.<br />

Türkiye-İran arasında devam eden sorunlar, 1932 yılında imzalanan Gü<strong>ve</strong>nlik,<br />

Tarafsızlık, Saldırmazlık <strong>ve</strong> Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile çözüme kavuşmuş,<br />

ikili ilişkiler dostane bir mahiyet kazanmıştır. 1935 yılında yürürlüğe<br />

giren anlaşmaya göre, iki ülke birbirlerini “en çok gözetilen ulus” konumuna<br />

getirmeyi kabul etmiştir. 5<br />

2 Melek Fırat, “İran İslam Devrimi <strong>ve</strong> Türk-İran İlişkileri: 1979-1987”(Yayınlanmamış Yüksek<br />

Lisans Tezi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi), 49.<br />

3 “22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet <strong>ve</strong> Emniyet Muahedenamesine Merbut Protokol,”<br />

T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826<br />

4 Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1999): 114-115.<br />

5 Baskın Oran (ed), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,<br />

Yorumlar, Cilt I, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001): 363.<br />

82


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Ancak 2. Dünya Savaşı sonuna kadar oldukça sınırlı devam eden iki ülke arasındaki<br />

ekonomik ilişkilerin boyutu <strong>ve</strong> ticaret hacmi azalmıştır. Ticaret hacminin<br />

beklendiği kadar yüksek olmamasına ek olarak, ticari ilişkilerde dengesizlik<br />

de görülmektedir. Örneğin, İran’ın Türk ihracatındaki payı %0.03 iken<br />

İran’ın Türk ithalatındaki payı %0.34 idi. 6 İkinci Dünya Savaşı ile birlikte,<br />

Türkiye-İran ekonomik ilişkileri durma noktasına gelmiştir.<br />

Soğuk Savaş sırasında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın Komünizm tehdidi algısıyla Sovyetler<br />

Birliği’nin karşısında yer almasına rağmen iki ülkenin ekonomik ilişkileri<br />

istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Bu dönemde, her iki ülke Batı’dan destek<br />

almaya odaklanmış, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye yeterince önem <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />

1960’lı yıllarda ise ticari ilişkiler dalgalı bir süreç yaşamıştır. Örneğin,<br />

Türkiye’nin İran’a ihracatı 1960 yılında 4 milyon dolardan 1961 yılında<br />

5 milyon dolara yükselmiş, ancak 1962 <strong>ve</strong> 1963 yıllarında neredeyse durma<br />

noktasına gelmiştir. Aynı dönemde, Türkiye’nin İran’dan ithalatı 1963 yılında<br />

15,2 milyon dolar ile zir<strong>ve</strong> yapmış, ancak 1965 <strong>ve</strong> 1968 yılları arasında ithalat<br />

neredeyse durma noktasına gelmiştir. 7 1960’lı yıllarda uygulanan ithalat politikaları<br />

sonucunda, Türkiye’nin enerji tüketimi <strong>ve</strong> arzı artmaya başlamıştır.<br />

1970’lerdeki petrol krizleri, Türkiye ekonomisini ciddi şekilde zorlamıştır.<br />

Diğer taraftan İran ekonomisi ise artan petrol fiyatlarından olumlu yönde etkilenmiştir.<br />

Artan petrol fiyatları Türkiye-İran siyasi ilişkilerini de etkilemiştir. İran<br />

Şahı’nın petrol gelirlerini silahlanma için kullanması sonrasında güç dengesi<br />

Tahran lehine değişmeye başlamıştır. İran’ın hızla silahlanması Ankara’yı<br />

endişeye sevk etmiştir. Bu dönemde Tahran, Ankara’nın ucuz petrol isteğini<br />

reddetmiş, ekonomik ilişkiler kısır döngüye girmiştir. İki ülke arasındaki ticaret<br />

hacmi de sınırlı kalmıştır. İran’ın Türkiye ihracatındaki oranı 1970 yılında<br />

%1’den 1977 yılında en üst seviyesine %3’e yükselmiş, ancak devrimle birlikte<br />

1979 yılında %0,5’e düşmüştür. Diğer taraftan, İran’ın Türkiye ithalatındaki<br />

oranı 1970’li yılların ikinci yarısında %1’den %10’a yükselmiş olmasına<br />

rağmen devrim sonrasında %3’e düşmüştür. 8<br />

6 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />

Perspecti<strong>ve</strong>”(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık 2011).<br />

7 A.g.e.<br />

8 A.g.e.<br />

83


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

İran’daki devrim sonrasında ekonomik ilişkiler olumsuz etkilemesine rağmen,<br />

yerel <strong>ve</strong> sistemik faktörler Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini devam<br />

ettirmiştir. Türkiye, ABD’nin rehine krizinden dolayı İran’a uyguladığı ekonomik<br />

yaptırımlara uymayı reddetmiştir. Türkiye açısından yerel faktörlerden<br />

en dikkat çekeni ekonomi politikalarındaki değişim olmuştur. Türkiye, 1980<br />

yılında 24 Ocak kararlarıyla ithal ikameci politikalardan ihracata dayalı büyüme<br />

politikalarına geçiş yapmıştır. Ekonomi politikalarındaki bu değişim,<br />

Türkiye’yi yeni pazarlar bulma arayışına itmiş, bunun sonucunda da 1980’li<br />

yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu <strong>ve</strong> Kuzey Afrika’ya ihracatı hızlı bir şekilde<br />

artmıştır.<br />

İran-Irak Savaşı Türkiye’nin ihracatını artırmasında <strong>ve</strong> ihracata dayalı büyüme<br />

hedeflerine erişme noktasında fırsatlar sunmuştur. Aynı zamanda, savaştan<br />

dolayı İran petrolünün kesilme riski Türkiye’yi endişeye sevk etmiş <strong>ve</strong><br />

Ankara’nın ekonomik meselelerle daha fazla ilgilenmesine neden olmuştur.<br />

Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlara çözüm olabileceğine inanan Özal liderliğindeki<br />

yıllar, ekonomi odaklı dış politikanın da başlangıcı olmuştur. 9 Ayrıca<br />

bu dönemde Türkiye’deki iş çevrelerinden yeni bir seçkin kesimin dış politika<br />

yapım sürecindeki etkisi hissedilmeye başlanmıştır.<br />

Ekonomi odaklı dış politikayla birlikte Türkiye, 1980’li yıllarda İran dâhil<br />

komşularıyla ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine vurgu yapmaya başlamış,<br />

resmi ziyaretleri artırmaya gayret etmiştir. 1982’de Özal yaklaşık 100 işadamıyla<br />

birlikte İran’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretin temel amacının<br />

ekonomik işbirliğini artırmak olduğu açıklanmıştır. İkili görüşmelerde ticaret<br />

hacmini artırma, Ahvaz-İskenderun petrol boru hattının hayata geçirilmesi,<br />

İran’dan doğalgaz alımı <strong>ve</strong> İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya<br />

satılması gündeme gelmiştir. Bu görüşmede ayrıca yaklaşık 600 milyon dolarlık<br />

ihracat anlaşması imzalanmıştır. 10<br />

9 Atila Eralp, “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with Iran,” Reluctant<br />

Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed. Henry J. Barkey (Washington D.C.:<br />

US Institute of Peace Press, 1996), 98.<br />

10 Milliyet, 11 Mart 1982.<br />

84


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

1982’de imzalanan anlaşma sonrasında Türkiye-İran Ortak Ekonomi<br />

Komisyonu’nun kurulması da ticaret hacmini artırmaya yönelik önemli girişimlerden<br />

biri olmuştur. Komisyonun toplantıları vasıtasıyla 1980’ler boyunca<br />

her yıl bir araya gelen Türk <strong>ve</strong> İranlı yetkililer ticaret, bankacılık, yatırım,<br />

ulaşım, sanayii <strong>ve</strong> tarımda işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Ancak tüm<br />

bu toplantılara <strong>ve</strong> birçok mutabakat belgesine rağmen, ekonomik ilişkilerde<br />

hedeflenen seviyeye bir türlü ulaşılamamıştır.<br />

Türk dış politikasında olduğu gibi, 80’li yıllarda İran dış politikasında da<br />

ekonomik etkenler önem kazanmaya başlamıştır. 11 Korany tarafından “dış<br />

politikanın ekonomikleştirilmesi” (economization of foreign policy) 12 olarak<br />

adlandırılan bu süreç, İran’ın dış politikada daha uzlaşmacı bir yaklaşım benimsemesine<br />

yol açmıştır. Bu politika çerçe<strong>ve</strong>sinde İran, Türkiye ile devrim<br />

sonrasında fikri sebeplerden dolayı sorun yaşamasına rağmen ikili ekonomik<br />

ilişkilerini korumaya gayret etmiştir. İran açısından, ABD ile yaşanan rehine<br />

krizinde Türkiye’nin tarafsızlığını devam ettirmesi çok önemli olmuştur.<br />

1980’de İran Dışişleri Bakanı, Türkiye’ye kredi limitini artıracağını <strong>ve</strong> ucuz<br />

petrol <strong>ve</strong>rebileceğini açıklamıştır. Sonrasında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın petrol için<br />

buğday anlaşması yaptığı basına yansımıştır.<br />

1980’li yıllarda İran’ın Türkiye’yle ekonomik ilişkilerini geliştirmek istemesindeki<br />

bir diğer neden İran-Irak savaşı olmuştur. Savaş sırasında İran ihtiyaçlarını<br />

karşılayabilmek için Türk mallarına bağımlı kalmış, bunun sonucunda<br />

da 1985 yılı ikili ticari ilişkilerin zir<strong>ve</strong> yaptığı yıl olarak tarihe geçmiştir.<br />

Türkiye <strong>ve</strong> İran Ocak 1985’de Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütünü<br />

gözden geçirmiş, örgütün ismi Ekonomik İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.<br />

1985’de petrol gelirlerinin düşmesi Orta Doğu’yu olumsuz etkilemiş,<br />

Türkiye’nin bölgeye yönelik ihracatı %20 oranında düşmüştür. İran-Irak savaşının<br />

sona ermesi de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumsuz yansımış<br />

<strong>ve</strong> İran’ın geleneksel ticaret yollarını gözden geçirmesiyle iki ülke arasındaki<br />

ticaret hacmi azalmıştır.<br />

11 R.K. Ramazani, “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy,” Middle East Journal<br />

58 No4 (Autumn 2004).<br />

12 Bahgat Korany, “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy of Algeria,” The<br />

Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change içinde, ed. Bahgat Korany and Ali<br />

E. Hilal Dessouki, 2nd edition (Boulder, CO: Westview Press, 1991), 103-155.<br />

85


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Ekonomik ilişkilere etki eden yerel <strong>ve</strong> bölgesel faktörlerin yanı sıra, sistemden<br />

kaynaklanan etkiler de olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında<br />

Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya’daki ülkelerin bağımsızlığını kazanması, Türkiye-İran<br />

ekonomik ilişkileri açısından fırsat oluşturmuştur. Türkiye <strong>ve</strong> İran Sovyet sonrası<br />

coğrafyada siyasi bir rekabet içerisine girmiş olsa da ekonomik alanda<br />

işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Efegil <strong>ve</strong> Stone’a göre, hem Türkiye<br />

hem de İran bölgede kendi nüfuz alanlarını yaratmada siyasi <strong>ve</strong> ekonomik<br />

güçlerinin kısıtlı olduğunu bildiklerinden 1993 yılının ilk aylarında ekonomik<br />

ilişkilerini geliştirmek için somut adımlar atmıştır. 13 1993 yılının Şubat ayında<br />

Türkiye <strong>ve</strong> İran Ticaret Odaları ticari mübadeleyi artırma kararı almıştır. Sonuç<br />

olarak sınır ticareti 1994’te 50 milyon dolara yükselmiştir. Kasım 1995’te<br />

İran Ekonomi Bakanı Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş <strong>ve</strong> ziyaret sırasında<br />

Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın kurulması konusunda anlaşmaya varılmıştır.<br />

En önemli anlaşmalardan biri de 1996’da ABD’nin itirazlarına rağmen<br />

Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın doğalgaz anlaşması imzalaması olmuştur.<br />

Körfez Savaşı’nın başlaması Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.<br />

Savaşla birlikte, en büyük enerji tedarikçilerinden biri <strong>ve</strong> ihracat<br />

pazarı olan Irak’ı kaybetmesiyle Türkiye ciddi ekonomik sorunlarla karşılaşmıştır.<br />

Aynı zamanda BM’nin Irak’a uyguladığı ambargoların etkileri, ekonomisi<br />

Irak’la sınır ticaretine oldukça bağımlı olan güneydoğu bölgelerinde<br />

önemli ölçüde hissedilmiştir. Bu dönemde Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru<br />

hattından gelen geliri de kaybetmiş, Iraklı mültecilerden kaynaklanan ekonomik<br />

zorlukları daha fazla hisseder olmuştur. Böyle bir <strong>orta</strong>mda yüksek faiz<br />

oranları, aşırı değerlenmiş para <strong>ve</strong> kısa vadeli sermaye akışı temelli borçlanma<br />

Türk ekonomisini daha fazla kırılganlaştırmış <strong>ve</strong> 1994’te ekonomik krizin<br />

yaşanmasına neden olmuştur. 90’lı yıllarda Türk-İran ekonomik ilişkilerindeki<br />

temel belirleyici etken ekonomiden ziyade siyasi olmuştur. 14 Dolayısıyla,<br />

ekonomik işbirliğini artırmaya yönelik çabalar, özellikle Kürt meselesinden<br />

13 Ertan Efegil <strong>ve</strong> Leonard A. Stone, “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities for<br />

Rapprochement in the Post-Cold War Era,” Journal of Third World Studies XX, No. 1 (Spring<br />

2003): 58.<br />

14 Mustafa Aydın <strong>ve</strong> Damla Aras, “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi Çerçe<strong>ve</strong>si:<br />

Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile Bağlantıları,” Uluslararası İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004):<br />

103-106.<br />

86


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

dolayı iki ülke arasındaki siyasi sorunlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Yaşanan<br />

olumsuzluklara rağmen 1990’lar boyunca petrol-doğalgaz ticareti <strong>ve</strong> boru<br />

hattı konuları, ekonomik ilişkilerin gündeminden hiç düşmemiştir.<br />

1990’ların sonu Türkiye-İran ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.<br />

Ancak bu başlangıç sanıldığı kadar çabuk gerçekleşmemiş, 2000’li yılların<br />

başında siyasi meselelerdeki uyuşmazlık devam etmiştir. Aydın <strong>ve</strong> Aras’a<br />

göre, 1990’ların sonunda siyasi ilişkilerde görülmeye başlanan olumlu atmosfer,<br />

2000’li yıllarda iki ülkenin ekonomik ilişkilerini artırma çabalarına zemin<br />

hazırlamıştır. 15 1998 yılında Öcalan’ın yakalanmasından sonra bile, Ankara<br />

İran’ın PKK terör örgütünü desteklemeye devam ettiğini dile getirmiştir. Aynı<br />

zamanda Türk Hizbullah’ı <strong>ve</strong> İran arasındaki ilişki <strong>ve</strong> Türk entelektüellerine<br />

karşı gerçekleştirilen suikast eylemleri, ikili ilişkilerde ciddi sıkıntıya neden<br />

olmuştur. Dolayısıyla, 2000’li yılların başında ikili ilişkilerde tam anlamıyla<br />

olumlu bir siyasi atmosferden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir.<br />

2000’li yılların başında ikili ilişkilerdeki siyasi sorunlara rağmen, Türkiye-<br />

İran ekonomik ilişkilerinde bir devamlılıktan söz edilebilir. İkili ilişkilerde<br />

siyasi sorunların arttığı dönemlerde dahi ekonomik ilişkiler kesilmemiş, yavaşlasa<br />

da devam etmiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Türkiye <strong>ve</strong><br />

İran’ın ekonomik olarak birbirlerine karşılıklı bağımlı olmalarıdır. Türkiye,<br />

İran’ın enerji kaynaklarına <strong>ve</strong> ürünleri için İran pazarına ihtiyaç duymaktadır.<br />

Diğer taraftan İran da, petrol <strong>ve</strong> doğalgaz kaynaklarını Türk <strong>ve</strong> Avrupa pazarlarına<br />

ulaştırmak için Türkiye’nin yardımına muhtaçtır.<br />

Siyasi meselelerin devam etmesine rağmen, komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri<br />

geliştirme çabası içerisinde olan Türkiye’de dönemin Dış Ticaret Müsteşarı<br />

Kürşad Tüzmen “komşularla ticaretimizi bundan böyle siyasi olaylar<br />

etkilemeyecek, ticaret siyasete yön <strong>ve</strong>recek” açıklamasında bulunmuştur. 16 Bu<br />

yaklaşım doğrultusunda, ticareti geliştirme maksadıyla Türkiye <strong>ve</strong> İran Or-<br />

15 Mustafa Aydın <strong>ve</strong> Damla Aras, “Political Conditionality of Economic Relations between<br />

Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and Syria,” Arab Studies Quarterly 27,<br />

Number 1&2 (Winter/Spring 2005).<br />

16“Official Urges More Trade with Neighbors,” Hürriyet Daily News, 14 Haziran 2000<br />

87


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tak Ekonomi Komisyonu’nun toplantılarına devam edilmiştir. 17 Ocak 2000’de<br />

Ortak Ekonomi Komisyonu’nun 15. toplantısında var olan ekonomik ilişkileri<br />

geliştirme yönünde iki ülke protokol anlaşması imzalamıştır. 18<br />

2000’li yıllarda Türk <strong>ve</strong> İranlı yetkililer ile iş adamlarının karşılıklı ziyaretleri<br />

artmıştır. Örneğin, her iki ülkenin Ekonomi Bakanları, 2000 yılının Mart<br />

ayında Tahran’da yapılmış olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın ilk toplantısına<br />

katılmıştır. Ayrıca dönemin İran Dışişleri Bakanı Harrazi’nin da<strong>ve</strong>ti<br />

üzerine uzun vadeli yatırım imkânlarını değerlendirmek için Türk iş adamları<br />

İran’ı ziyaret etmiştir. Bir sene sonra da dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem<br />

Tahran’a gitmiştir. Cem’in İran ziyareti sırasında Türkiye <strong>ve</strong> İran ikili ilişkileri<br />

geliştirmek adına birtakım somut adımlar atmıştır. 2001-2003 yılları arasında<br />

kültürel değişim programını hayata geçiren kültürel işbirliği anlaşması imzalamışlardır.<br />

Türk İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın Tahran ziyareti <strong>ve</strong> hemen<br />

akabinde gerçekleşen İran Ticaret Bakanı Muhammet Şeriatmedari’nin Türkiye<br />

ziyareti ikili ekonomik ilişkilerin gelişimine hız kazandırmıştır. 19 Aynı<br />

zamanda, Türk <strong>ve</strong> İranlı iş adamları İran Ticaret Odasında bir araya gelerek<br />

karşılıklı ekonomik işbirliğini artırmanın yollarını değerlendirmişlerdir. Bu<br />

toplantılar sonrasında Türk-İran İşadamları Konseyi kurulmuştur.<br />

2003’ten beri Türkiye <strong>ve</strong> İran, <strong>orta</strong>k ekonomi komisyonları kurma <strong>ve</strong> sınır<br />

ticaretini kolaylaştırma dâhil, ekonomik ilişkileri geliştirmek için çeşitli yollara<br />

başvurmuştur. Bu çerçe<strong>ve</strong>de iki ülke Bazergan, Hoy, Sero <strong>ve</strong> Maku’da<br />

sınır ticaret istasyonlarının açılması konusunda mutabakat anlaşması imzalamıştır.<br />

20 Ayrıca sınırlarda <strong>orta</strong>k sanayi şehirlerinin kurulması konusunda da<br />

anlaşmaya varılmıştır. 21 İran, Türkiye’de dâhil olmak üzere 12 ülkeyle tercihli<br />

ticaret anlaşması yapmıştır. 22 İki ülkenin karşılıklı çabaları, Tablo 1’de de<br />

görüleceği gibi ticaret hacmini artırmıştır. 2000’den 2010 yılına kadar Türki-<br />

17 John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship,” British Journal of<br />

Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998).<br />

18 “Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement,” Hürriyet Daily News, 29 Ocak 2000.<br />

19 “Iranian Trade Minister Visits Turkey,” Hürriyet Daily News, 11 Haziran 2001.<br />

20 “Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU,” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat 2010.<br />

21 “Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate,” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat 2010.<br />

22 “Iran Inks 12 Trade Agreements,” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010.<br />

88


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

ye-İran arasındaki ticaret 1 milyar dolardan 10 milyar dolara çıkarak 10 kat<br />

artmıştır. İran-Türkiye Ortak Ticaret Konseyi Genel Sekreteri Rıza Kami,<br />

2011’in ilk 6 ayında 30 milyar dolara yükselmesi beklenen iki ülke arasındaki<br />

ticaret hacminin 10 milyar doları bulduğunu açıklamıştır. 23 Aynı zamanda<br />

2000’li yılların başında 1500 Türk firması İran’la ticaret yaparken, bu sayı<br />

2010 yılında 7000’e ulaşmıştır. 24<br />

Türkiye-İran arasında 2000’li yıllarda gelişen ilişkilerden turizm sektörü de<br />

olumlu etkilenmiştir. 2010’da dönemin Kültür <strong>ve</strong> Turizm Bakanı Ertuğrul<br />

Günay, Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın <strong>orta</strong>k din, tarih <strong>ve</strong> kültürel mirasa sahip olduğuna<br />

vurgu yaparak bunların iki ülke arasındaki turizme katkı sağladığını ifade etmiştir.<br />

25 2012’de bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye’ye gelen İranlı turist<br />

sayısında bir düşüş yaşanmış olsa da her geçen yıl İranlı turistlerin Türkiye’ye<br />

olan ilgilerinin arttığı söylenebilir. İranlı yetkililer Kerbela’ya Hac ziyareti<br />

için Türkiye üzerinden de bir güzergâh belirlemeyi düşündüklerini açıklamıştır.<br />

26 Bu projenin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’ye gelen İranlı turist<br />

sayısının artması beklenebilir.<br />

23 “Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011.<br />

24 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />

Perspecti<strong>ve</strong>,”(Yayımlanmamış Yüksek LisansTezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />

2011), 155.<br />

25 Press TV, 07 Şubat 2010.<br />

26 “İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21.<br />

89


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tablo 1: Türkiye-İran Arasındaki Ticaret Hacmi (milyar$)<br />

Yıl İhracat İthalat Hacim Denge<br />

2000 235.784 815.730 1.051.515 -579.945<br />

2001 360.535 839.800 1.200.336 -479.264<br />

2002 333.962 920.971 1.254.934 -587.009<br />

2003 533.786 1.860.682 2.394.469 -1.326.896<br />

2004 813.031 1.962.058 2.775.090 -1.149.027<br />

2005 912.940 3.469.706 4.382.646 -2.556.766<br />

2006 1.066.901 5.626.610 6.693.512 -4.559.708<br />

2007 1.441.190 6.615.394 8.056.584 -5.174.204<br />

2008 2.029.759 8.199.689 10.229.448 -6.169.929<br />

2009 2.024.863 3.405.985 5.430.849 -1.381.122<br />

2010 3.042.957 7.644.782 10.687.739 -4.601.825<br />

2011 3.590.410 12.461.359 16.051.769 -8.870.949<br />

2012 9.992.688 11.964.613 21.957.301 -1.972.000<br />

Kaynak: T.C. Dışişleri Bakanlığı 27<br />

Nükleer programından dolayı BM kararlarıyla uygulanan yaptırımların İranlı<br />

turistler üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Ekonomik yaptırımlardan dolayı<br />

İran parası değer kaybetmiş, yurtdışı çıkışlarında İranlı vatandaşların yanlarında<br />

götürecekleri döviz miktarı sınırlandırılmıştır. 2013’te Hasan Ruhani’nin<br />

Cumhurbaşkanı seçilmesiyle başta Batılı ülkelerle ikili ilişkileri normalleştirme<br />

<strong>ve</strong> İran’ın yalnızlaşmasını önleme politikaları önem kazanmıştır. Kasım<br />

2013’te P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin <strong>ve</strong> Almanya) ile yaptığı geçici<br />

nükleer anlaşma çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların<br />

yumuşatılmaya başlaması turizmi de olumlu etkilemeye başlamıştır.<br />

Başbakan Erdoğan iki ülkenin ekonomik ilişkilerindeki dengesizliğe dikkat<br />

çekmiş, Türkiye’nin rahatsızlığını dile getirmiştir. 28 Dengesizliğin arkasındaki<br />

en önemli etken, Türkiye’nin İran’a enerji kaynakları konusundaki bağımlı-<br />

27 Ümit Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013,<br />

Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473<br />

28 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />

90


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

lığıdır. Türkiye, İran’a makine, motorlu araç, demir-çelik ürünleri, elektrikli<br />

araçlar <strong>ve</strong> tütün ürünleri ihraç etmektedir. Türkiye’nin İran’a ihracatının<br />

%83’ünü sanayii, %13’ünü tarım <strong>ve</strong> %2’sini maden ürünleri oluşturmaktadır.<br />

29 İran’ın ise Türkiye’ye ihracatının %90’ını ham petrol <strong>ve</strong> doğal gaz oluşturmaktadır.<br />

30 Bu oranın yaklaşık %60’lık kısmını petrol, %40’lık kısmını da<br />

doğal gaz teşkil etmektedir. Dolayısıyla ticaret dengesi İran lehine gelişmektedir.<br />

2003’te İran’ın Türkiye’ye ihracatı 900 milyon dolar iken Türkiye’nin<br />

İran’a ihracatı sadece 100 milyon dolar civarındadır. 31 Türkiye’nin uyguladığı<br />

<strong>ve</strong>rgilerin yaklaşık %4’ten az olmasına rağmen İran, Türk sanayii ürünlerine<br />

%40’tan %100’e kadar yüksek <strong>ve</strong>rgi oranları uygulamıştır. 32<br />

Yıllar İranlı Turist Sayısı<br />

2000 380 866<br />

2001 327 146<br />

2002 432 282<br />

2003 494 809<br />

2004 628 726<br />

2005 956 978<br />

2006 865 926<br />

2007 1 058 278<br />

2008 1 134 965<br />

2009 1 383 261<br />

2010 1 885 097<br />

2011 1 879 209 (*)<br />

2012 1 186 343 (*)<br />

Tablo 2: Türkiye’ye Gelen İranlı Turist<br />

Sayısı<br />

Kaynak: Türkiye Seyahat Acentaları<br />

Birliği’nin Şubat 2010 tarihli İran Turizm<br />

Pazar Raporu <strong>ve</strong> T.C. Dışişleri<br />

Bakanlığı’ndan elde edilen <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />

düzenlenmiştir. 33<br />

(*)2011 yılında Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısı<br />

1,5 milyona, 2012 yılında da 980 bine gerilemiştir.<br />

2013 yılında İranlı turist sayısının artarak 1 milyon<br />

seviyesine çıktığı, 2014 yılında 1,5 milyon hedefinin<br />

tekrar yakalanacağı beklenmektedir. 34<br />

29 “Turkey to Send Trade Mission to Iran,” Hürriyet Daily News, 14 Eylül 2002.<br />

30 “Turkey-Iran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi:<br />

5 Ağustos 2011, http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-withiran.en.mfa.<br />

31 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />

32 “Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade,” Hürriyet Daily News, 21 Şubat 2007.<br />

33 “İran Turizm Pazar Raporu,” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, (Şubat 2010); “Turkey-<br />

Iran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011,<br />

http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-with-iran.en.mfa ; Ümit<br />

Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013, Erişim tarihi:<br />

22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473<br />

34 “Turizmde İran Bayramı,” Milliyet, 4 Nisan 2014.<br />

91


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tablo 3: İran’la Ticari İlişkiler: İhracat-İthalat Miktarı (Bin dolar) <strong>ve</strong><br />

Toplam İhracat-İthalattaki Payı (%)<br />

Yıllar<br />

İran’a İhracat<br />

(Bin $)<br />

Toplam<br />

İhracattaki<br />

Payı (%)<br />

İran’dan<br />

İthalat<br />

(Bin $)<br />

Toplam<br />

İthalattaki Payı<br />

(%)<br />

1995 268 434 1,2 689 476 1,9<br />

1996 297 521 1,3 806 335 1,3<br />

1997 307 007 1,2 646 402 1,3<br />

1998 194 696 0,7 433 026 0,9<br />

1999 157 815 0,6 635 928 1,6<br />

2000 235 785 0,8 815 730 1,5<br />

2001 360 536 1,2 839 800 2,0<br />

2002 333 962 0,9 920 972 1,8<br />

2003 533 786 1,1 1 860 683 2,7<br />

2004 813 031 1,3 1 962 059 2,0<br />

2005 912 940 1,2 3 469 706 3,0<br />

2006 1 066 902 1,2 5 626 610 4,0<br />

2007 1 441 190 1,3 6 615 394 3,9<br />

2008 2 029 760 1,5 8 199 789 4,1<br />

2009 2 024 546 2,0 3 405 986 2,4<br />

2010 3 044 177 2,7 7 645 008 4,1<br />

2011 3 589 635 2,7 12 461 532 5,2<br />

2012 (*) 9 921 602 6,5 11 964 779 5,0<br />

2013 (*) 4 192 647 2,7 10 383 143 4,1<br />

2014 (*)<br />

Ocak-Şubat<br />

469 287 1,8 1 646 025 4,3<br />

Kaynak: TÜİK tarafından yayınlanan “İstatistik Göstergeler: 1923-2011”<br />

adlı rapordaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak düzenlenmiştir. 35<br />

(*) TÜİK tarafından yayınlanan Dış Ticaret İstatistiklerinden yararlanılarak düzenlenmiştir. 36<br />

35 “İstatistik Göstergeler: 1923-2011,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 22 Temmuz<br />

2013, www.tuik.gov.tr.<br />

36 “Dış Ticaret İstatistikleri,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 17 Nisan 2014, http://<br />

www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046,<br />

92


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Tablo 4’te Türkiye’ye gelen ithal ürünlerin hangi ülkeden geldiği <strong>ve</strong> Tablo 5’te<br />

Türk ürünlerinin ihraç edildiği ülkeler incelendiğinde de Türkiye-İran arasındaki<br />

ticaret dengesizliği görülecektir. İran, Türkiye’nin mallarını ihraç ettiği<br />

başlıca ülkeler arasında olmamasına rağmen, Türkiye’nin ithal ettiği başlıca<br />

ülkeler listesinde yer almaktadır. Görüldüğü gibi İran’ın toplam ithalattaki<br />

oranı 2001 yılında %2 iken, 2012 yılında %5.1’e yükselmiştir. Tablo 4’te de<br />

görüldüğü gibi ekonomik krizin etkisiyle 2009 yılı hariç, 2001 yılından itibaren<br />

İran’ın Türkiye ekonomisindeki payı tedricen artmıştır.<br />

Tablo 4: Türkiye’nin İthalatındaki Başlıca Ülkelerin Toplam İthalattaki<br />

Payları (%)<br />

Rusya Almanya Fransa İtalya İran Çin<br />

2001 8,3 12,9 5,5 8,4 2 2,2<br />

2002 7,5 13,7 5,9 8,1 1,8 2,7<br />

2003 7,9 13,6 6 7,9 2,7 3,8<br />

2004 9,3 12,8 6,4 7 2 4,6<br />

2005 11,1 11,7 5 6,5 3 5,9<br />

2006 12,8 10,6 5,2 6,2 4 6,9<br />

2007 13,8 10,3 4,6 5,9 3,9 7,8<br />

2008 15,5 9,3 4,5 5,5 4,1 7,8<br />

2009 14 10 5 5,4 2,4 9<br />

2010 11,6 9,5 4,4 5,5 4,1 9,3<br />

2011 9,9 9,5 3,8 5,6 5,2 9<br />

2012 11,3 9 3,6 5,6 5,1 9<br />

2013 10 9,6 3,2 5,1 4,1 9,8<br />

Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret<br />

İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerinden düzenlenmiştir. 37<br />

37 International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap.org/tm_light/<br />

Country_SelProductCountry_TS.aspx.<br />

93


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tablo 5: Türk Mallarının İhraç Edildiği Başlıca Ülkelerin Toplam İhracattaki<br />

Payları (%)<br />

Rusya Almanya Fransa İtalya İran Çin<br />

2001 2,9 17,1 6 7,5 1,2 0,6<br />

2002 3,3 16,3 5,9 6,6 0,9 0,7<br />

2003 2,9 15,8 6 6,8 1,1 1,1<br />

2004 2,9 13,9 5,8 7,4 1,3 0,6<br />

2005 3,2 12,9 5,2 7,6 1,2 0,7<br />

2006 3,8 11,3 5,4 7,9 1,2 0,8<br />

2007 4,4 11,2 5,6 7 1,3 1<br />

2008 4,9 9,8 5 5,9 1,5 1,1<br />

2009 3,1 9,6 6,1 5,8 2 1,6<br />

2010 4,1 10,1 5,3 5,7 2,7 2<br />

2011 4,4 10,3 5 5,8 2,7 1,8<br />

2012 4,4 8,6 4,1 4,2 6,5 1,9<br />

2013 4,6 9,0 4,2 4,4 2,8 2,4<br />

Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret<br />

İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerinden yararlanılarak düzenlenmiştir. 38<br />

İran’ın ithal <strong>ve</strong> ihraç ettiği başlıca ülkeleri gösteren Grafik 1 <strong>ve</strong> 2’de de<br />

Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerindeki ticaret açığı görülmektedir. Son<br />

yıllarda İran’ın Türkiye’ye ihracatı artarken, Türkiye hala İran’ın ithal ettiği<br />

başlıca ülkeler listesinde değildir.<br />

38 A.g.e.<br />

94


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Grafik 1: 2001-2012 Yılları Arasında İran Ürünlerinin İhraç Edildiği<br />

Başlıca Ülkeler (Milyon Dolar) 39<br />

Grafik 2: 2001-2011 Yılları Arasında İran’a Gelen İthal Ürünlerin<br />

Kökeni (Milyon Dolar) 40<br />

39 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerden<br />

yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e.<br />

40 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerden<br />

yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e.<br />

95


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Ekonomik İlişkilerin Gelişimine Katkı Yapan Faktörler<br />

2000’li yıllarda Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın gündemindeki ekonomik kaygılar, ikili<br />

ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamıştır. Türkiye, İran mallarının<br />

Batı’ya ulaştırılmasında geçiş ülkesi <strong>ve</strong> İran’ın enerji ihraç ettiği önemli bir<br />

pazar konumundadır. 41 İran ise Türk mallarının Doğu’ya ulaştırılması noktasında<br />

önemli bir konumda yer almaktadır. Dönemin TBMM Dış İlişkiler<br />

Komisyon Başkanı Murat Mercan, Türkiye-İran ekonomilerinin birbirlerini<br />

birçok açıdan tamamladığını ifade etmiştir.<br />

Ekonomik ilişkilerin yakınlaşmasında Türkiye’nin 80’li yıllarda başlayan<br />

ekonomi eksenli dış politikasının 90’lı yıllarda kesintiye uğramasına rağmen,<br />

2000’li yıllarda yeniden uygulanmaya başlaması etkili olmuştur. BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />

Konseyi <strong>ve</strong> ABD’nin uyguladığı ekonomik yaptırımların İran ekonomisine<br />

olumsuz etkisi, Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ilişkilerine olumlu<br />

katkı sağlamıştır. Bu nedenle, yaptırımlardan kaynaklanan zorlukları en aza<br />

indirgemek, İran dış politikasının öncelikli hedeflerinden biri haline gelmiştir.<br />

2000’li yılların başında İran, yaptığı reformlarla özellikle koşu ülkelerle ekonomik<br />

ilişkileri geliştirme gayreti içerisine girmiştir.<br />

Türkiye’nin “Ticaret Devlet” Politikaları<br />

Türkiye’nin 1980’li yıllarda liberal politikalar takip etmeye başlamasıyla ekonominin<br />

dış politikadaki önemi artmıştır. Anadolu Kaplanları adıyla anılan<br />

Anadolu’da ihracat odaklı küçük ölçekli aile şirketlerinin kurulması <strong>ve</strong> artmasıyla<br />

süreç gelişmiştir. MÜSİAD’ın da aralarında bulunduğu dernekler kuran<br />

bu şirketler, Doğu’daki pazarlara ulaşmak için stratejiler geliştirmiştir. Türkiye,<br />

Körfez Savaşı’ndan sonraki bölgesel gelişmelerden dolayı 90’larda ekonomi<br />

odaklı dış politikasının yerine gü<strong>ve</strong>nlik odaklı bir dış politika izlemiştir.<br />

2000’li yıllarda ekonomi odaklı dış politikanın tekrar yükselişe geçmiştir.<br />

2001’deki kriz, Türk ekonomisini etkilediği kadar dış politikayı da etkilemiştir.<br />

Türkiye aynı yıl pazar ekonomisini <strong>ve</strong> minimum müdahaleyi öncelikli hale<br />

getiren istikrar programını uygulamaya koymuştur. Bu dönemde Kutlay’ın da<br />

41 Murat Mercan, “Turkish Foreign Policy and Iran,” Turkish Policy Quarterly 8, No. 4<br />

(Winter 2009/2010): 17.<br />

96


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

belirttiği gibi, daha önce devlet mekanizmasından dışlanan Anadolu Kaplanları,<br />

yurtdışında yatırım yapmaya teşvik edilmiştir. 42<br />

AKP’nin iktidara gelmesiyle ekonomi odaklı dış politika güçlenmiştir. AKP<br />

döneminde, denizaşırı ticaret müşavirlikleri kadrosu ikiye katlanarak 250’ye,<br />

yabancı heyetlerin sayısı ise 100’e ulaşmıştır. 43 Dönemin Dış ticaretten sorumlu<br />

Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da ticaret müşavirlerinin özel sektörün<br />

eli, kolu, gözü gibi hareket edeceğini vurgulamıştır. 44 Bu yaklaşım, iş çevresiyle<br />

devletin artan etkileşimini göstermektedir. Gümüşçü <strong>ve</strong> Sert’e göre,<br />

AKP makro-ekonomik istikrarı, ekonomik büyümeyi <strong>ve</strong> özel yatırımı teşvik<br />

eden iş dünyasının partisidir. 45 Daha önceki iktidarlara oranla AKP’nin özel<br />

sektöre çok daha hoşnut davranması, TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi),<br />

TOBB (Türkiye Odalar <strong>ve</strong> Borsalar Birliği), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler<br />

Kurulu), MÜSİAD (Müstakil Sanayiciler <strong>ve</strong> İş Adamları Derneği), TUSKON<br />

(Türkiye İş Adamları <strong>ve</strong> Sanayiciler Konfederasyonu) <strong>ve</strong> ASKON (Anadolu<br />

Aslanları İş Adamları Derneği) gibi ulusal ölçekteki derneklerin çatısı altında<br />

toplanan küçük <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> ölçekli iş çevrelerinin sempatisini kazanmasına zemin<br />

hazırlamıştır. Bu dernekler İran dâhil olmak üzere Türkiye’nin komşu<br />

ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yakınlaşma sürecine katkı sağlamış, 46 AKP dış<br />

politikasıyla uyumlu olan Türkiye’nin Orta Doğu coğrafyasında istikrarı karşılıklı<br />

ekonomik bağımlılık aracılığıyla sağlama girişimine <strong>ve</strong> yeni pazarlara<br />

ulaşmak amacıyla geliştirilen “sıfır sorun, komşularla engelsiz ticaret” politikasını<br />

desteklemiştir. Kutlay, “Türk iş çevresi seçkinlerinin komşu ülkelerdeki<br />

ekonomik <strong>ve</strong> finansal fırsatları değerlendirmeye başladıklarını <strong>ve</strong> kendi çıkarları<br />

uğruna hükümetin bölgeyi istikrarlaştırma çabalarına destek <strong>ve</strong>rdiğini”<br />

42 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign Policy”: A<br />

Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No.1 (2011).<br />

43 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />

Perspecti<strong>ve</strong>,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />

2011): 123.<br />

44 “Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak,” Dünya Gazetesi, 25 Nisan 2011.<br />

45 Şebnem Gümüşçü <strong>ve</strong> Deniz Sert, “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of<br />

the Justice and De<strong>ve</strong>lopment Party in Turkey,” Middle Eastern Studies 45, No. 6 (No<strong>ve</strong>mber<br />

2009): 965.<br />

46 Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, AKP döneminde komşularla ticaretimizin 7 kat arttığını<br />

söylemiştir. Sefa Özkaya, “Protokolde Sıradışı Anlar,” Milliyet, 17 Eylül 2010.<br />

97


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

savunmaktadır. 47 Bu bağlamda, yukarıda bahsedilen kurumlar, Türk dış politikasında<br />

önemli aktör haline gelmiş <strong>ve</strong> Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinin<br />

gelişmesine katkı sağlamıştır. Örneğin, 2011’de farklı sektörlerden 60 MÜ-<br />

SİAD üyesi, yatırım fırsatlarını değerlendirmek için İran’ı ziyaret etmiştir. 48<br />

TÜSİAD Başkan Yardımcısı Haluk Dinçer, ABD’nin Türkiye-İran ekonomik<br />

ilişkilerinin gelişimine dair eleştirilerine yanıt olarak İran’ın Türkiye’nin doğal<br />

ticaret <strong>orta</strong>ğı olduğunu vurgulamıştır. 49<br />

AKP ile iş çevrelerinin ilişkisini <strong>ve</strong> AKP’nin ekonomi odaklı dış politikasını<br />

göz önünde tutan Kirişçi, Türkiye’yi Rosecrance’ın terimiyle “ticaret devleti”<br />

olarak nitelendirmiştir. 50 Rosecrance’a göre, dünya siyasi <strong>ve</strong> askeri bir sistemden<br />

karşılıklı ekonomik bağımlılığın yaşandığı “ticaret dünyasına” doğru<br />

evrilmektedir. 51 Bu sistem de askeri yeterliliklerini vurgulayan <strong>ve</strong> güç için<br />

mücadele eden ülkeler yerine, işbirliği yapan ülkeler lehinedir. Dolayısıyla<br />

bu sistem, komşularla sorunları ticaret <strong>ve</strong> yatırımı teşvik ederek çözümlemeyi<br />

tercih edilir kılmaktadır. 52 Rosecrance’ın bu görüşüne dayanarak, Kirişçi<br />

Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüştüğünü savunmaktadır. 2002 yılında<br />

Milli Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerini<br />

geliştirmesini desteklediğini duyurması da, bu sürecin başlangıcına denk gelmektedir.<br />

53 AKP’nin “sıfır sorun” politikası <strong>ve</strong> karşılıklı ekonomik bağımlılığa<br />

yaptığı göndermeler ticaret devletinin dış politikasıyla uyumlu olup, İran<br />

dâhil Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlamıştır.<br />

47 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A<br />

Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011): 71.<br />

48 “MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.<br />

musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985.<br />

49 Murat Sabuncu, “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz,” Patronlar Dünyası, 23 Eylül<br />

2010, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD-<br />

%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370.<br />

50 Kemal Kirişçi, “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading<br />

State,” New Perspecti<strong>ve</strong>s on Turkey No. 49 (2009): 39.<br />

51 Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern<br />

World (New York: Basic Books, 1986), 40.<br />

52 Richard Rosecrance, The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the Coming State<br />

(New York, Basic Books, 1999).<br />

53 “MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim,” Hürriyet, 1 Şubat 2002<br />

98


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Türkiye-İran ziyaretlerine iş adamlarının katılımı da ekonomik ilişkilere<br />

olumlu katkı sağlamıştır. Kirişçi’nin de belirttiği gibi, günümüzde Türk Dışişleri<br />

Bakanlığı kurumsal olarak çok daha fazla iş dünyasıyla işbirliği yapmakta,<br />

bu da iş çevrelerinin dış politika yapım sürecindeki etkisini artırmaktadır.<br />

Dolayısıyla 2000’li yıllarda iş adamlarının Türk diplomasisinin gerçekten<br />

eli, kolu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 54 2000’li yıllarda Türk iş<br />

adamlarının İran’a yapılan resmi ziyaretlerin neredeyse hepsine katıldıkları<br />

görülmektedir. Bu ziyaretlerde ikili ekonomik ilişkileri geliştirici adımlar<br />

atılmıştır. Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşad Tüzmen’le birlikte İran’ı<br />

ziyaret eden 120 iş adamı, İranlı meslektaşlarıyla Türk-İran İş Konseyi’nin<br />

kurulması konusunda mutabakata varmıştır. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu<br />

(DEİK) ile İran Ticaret, Sanayi <strong>ve</strong> Maden Odası da iki ülke arasında işbirliği<br />

olanağı yaratmak amacıyla iş konseyi kurmaya karar <strong>ve</strong>rmiştir. 55 Bu konsey<br />

dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İran ziyaretinde ilk toplantısını<br />

gerçekleştirmiş, sonraki yıllarda Ortak Ekonomi Komisyonu toplantıları<br />

ekonomik anlaşmaların müzakere sürecine de zemin hazırlamıştır.<br />

İran’a Ekonomik Yaptırımlar<br />

BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi <strong>ve</strong> ABD tarafından İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar<br />

İran’ı yeni ticaret <strong>orta</strong>kları bulma noktasında arayışa itmiştir. 56 Böylesi<br />

bir <strong>orta</strong>mda, yaptırımlara karşı olduğunu bildiren Türkiye, İran açısından<br />

gü<strong>ve</strong>nilir bir ekonomik <strong>orta</strong>k olarak öne çıkmıştır. Türkiye, BM’nin almış<br />

olduğu kararlara uymasına rağmen, ABD’nin tek taraflı yaptırımlarına karşı<br />

çıkmıştır. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin BM kararlarına uyacağını,<br />

ancak ülkelerin bireysel olarak daha fazla yaptırım taleplerine uyma<br />

zorunluluğu olmadığını belirtmiştir. 57 TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı<br />

54 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A<br />

Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011).<br />

55 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik.org.tr/pages/<br />

TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80.<br />

56 ABD’nin İran’a yaptırımları 1980 yılında rehine krizinden sonra başlamış, 1996 yılında<br />

İran-Libya Yaptırımlar Kararı ile devam etmiş, 2001 yılında da İran Yaptırımlar Kararı adı<br />

altında genişletilerek devam etmiştir. BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi de 2006 yılından itibaren 1696,<br />

1737, 1747, 1803 <strong>ve</strong> 1929 nolu kararlar ile İran’a ekonomik yaptırımlar kararı almıştır.<br />

57 Roula Khalaf <strong>ve</strong> Delphine Strauss, “Turkey Throws Sanctions Lifeline to Iran,” Financial<br />

Times, 25 Temmuz 2010.<br />

99


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Volkan Bozkır da ABD’nin politikalarını eleştirerek Ankara’yı uyarırken dikkatli<br />

olması gerektiğini vurgulamış, Türkiye’nin sadece BM kararlarına uyma<br />

zorunluluğu olduğunu hatırlatmıştır. 58 Dolayısıyla, tek taraflı ekonomik yaptırımları<br />

reddeden Türkiye, İran için gü<strong>ve</strong>nilir bir <strong>orta</strong>k olarak görülmüştür.<br />

ABD, Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerinin gelişmesine eleştirel yaklaşmış<br />

<strong>ve</strong> 2006 yılından bu yana İran’la iş yapan Türk bankalarına yönelik<br />

yaptırımların olabileceğine dair Ankara’yı uyarmıştır. 59 Nitekim 2008 yılının<br />

Ocak ayının sonunda, ABD Maliye Bakanlığı, İran Havacılık <strong>ve</strong> Uzay Sanayii<br />

Kurumu’na mal <strong>ve</strong> hizmet sağladığı gerekçesiyle iki Türk vatandaşı <strong>ve</strong><br />

üç Türk firmasıyla yapılan işlemleri bloke etmiştir. Türk bankalarıyla ilgili<br />

ABD’den gelen uyarılara cevaben ise Başbakan Yardımcısı <strong>ve</strong> Devlet Bakanı<br />

Ali Babacan, Türk şirketleri <strong>ve</strong> bankalarının İran şirketleriyle ticaret yapmakta<br />

serbest olduğunu ifade etmiştir. 60 Dönemin Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan<br />

da ABD’nin almış olduğu kararların sadece kendisini bağladığını ifade ederek<br />

dünya ticaretinin yüzde 23’ünün komşu ülkeler arasında yapıldığına dikkat<br />

çekmiş <strong>ve</strong> iyi komşuluk ilişkileri olan Türkiye <strong>ve</strong> İran arasındaki ticaretin kaçınılmaz<br />

olduğuna vurgu yapmıştır. 61 Zafer Çağlayan, ABD’nin Türkiye’nin<br />

İran’la ticari ilişkilerini devam ettirerek BM ekonomik yaptırımlarını ihlal ettiği<br />

şeklindeki suçlamasını da reddetmiştir. Çağlayan, 2009 yılında Türkiye’nin<br />

İran’a toplam ihracatının sadece 3 milyar dolar iken, İran’ın toplam ithalat<br />

değerinin 68 milyar dolar olduğunu, kalan miktarın büyük bir bölümünün ise<br />

ABD <strong>ve</strong> Avrupalı şirketlere ait olduğunu belirtmiş <strong>ve</strong> Türkiye’nin BM’nin<br />

İran’a karşı ekonomik yaptırımlarını ihlal etmediğini savunmuştur. 62 Sonuç<br />

olarak, Türkiye’nin ekonomik yaptırımlara karşı geliştirdiği bağımsız dış politika,<br />

Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumlu katkı yapmıştır.<br />

58 “Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011.<br />

59 “ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı,” Hürriyet, 22 Mayıs<br />

2006.<br />

60 “Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran,” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül 2010.<br />

61 “Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms,” Hurriyet Daily News, 8<br />

Şubat 2011.<br />

62 “US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister,” Dünya Times, 22 Eylül<br />

2010, Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011, http://www.dunyatimes.com/en/?p=5263.<br />

100


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

İran’daki Ekonomik Reformlar<br />

Ekonomik büyümeyi desteklemek için doğrudan yabancı yatırımı teşvik etmeye<br />

çalışan İran, önemli ekonomik düzenlemeler yapmıştır. İran’da, Yabancı<br />

Yatırımı Teşvik <strong>ve</strong> Koruma Kanunu 1950 yılından beri yürürlükte olmasına<br />

rağmen yabancı yatırıma yönelik hukuki <strong>ve</strong> töresel engeller devam etmiştir.<br />

İran Anayasasının 81. Maddesi ticaret, sanayii, tarım, madencilik <strong>ve</strong> hizmet<br />

sektörlerinde yabancı şirket <strong>ve</strong> kurumların kurulmasını yasaklamıştır. Aynı<br />

zamanda İran, yabancı yatırımlara genellikle şüpheyle yaklaşmıştır. Hatemi<br />

yönetimi, yabancı yatırımların önündeki bu hukuki engelleri kaldırmak için<br />

çalışmalar başlatmıştır. Ancak bu hukuki mücadele, Anayasa Koruyucular<br />

Konseyi’nin müdahaleleriyle arzu edilen ölçüde başarıya ulaşamamıştır. Yine<br />

de gözden geçirilmiş olan Yabancı Yatırımı Teşvik <strong>ve</strong> Koruma yasası 2002<br />

yılında yürürlüğe girmiştir. 63 Söz konusu hukuki sorunlara rağmen, İran’daki<br />

yabancı yatırım 2007 yılında 700 milyon dolardan 2009 yılında 3 trilyon dolara<br />

yükselmiştir. 64 2010 yılında İran Yatırımlar, Ekonomik <strong>ve</strong> Teknik Yardımlar<br />

Kurumu Başkanı Behruz Alişiri’nin de belirttiği gibi önceki yıllara oranla<br />

İran, yabancı yatırımı cezbetme oranının en yüksek seviyesine ulaşmıştır. 65<br />

İran’ın yabancı yatırımları artırma girişimleri, Türkiye tarafından da dikkatle<br />

takip edilmiştir. Ocak 2003’te dönemin Gümrük <strong>ve</strong> Dış Ticaret Bakanı Kürşad<br />

Tüzmen ekonomik ilişkilere katkı sağlayacak yeni fırsatları değerlendirmek<br />

için Tahran’ı ziyaret etmiştir. Sonrasında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah<br />

Gül de bölgesel istikrarı iyileştirmek için İran’la daha iyi ekonomik <strong>ve</strong> siyasi<br />

ilişkiler kurulması gerektiğini vurgulamıştır. 66 Ekim 2003’te Tüzmen’in<br />

yaklaşık 300 işadamıyla birlikte İran’a gerçekleştirdiği ziyaret sonucunda 200<br />

milyon dolarlık anlaşma imzalanmıştır. 67 Dönemin MÜSİAD Başkan Yar-<br />

63 “İran Ülke Bülteni,” Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Ocak 2011, Erişim tarihi: 12 Nisan<br />

2011; Reza Molavi, Oil and Gas Privatisation in Iran (UK: Ithaca Press, 2009), 145.<br />

64 Yusuf Türkoğlu, “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği Alanları,”<br />

Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010): 75.<br />

65 “Iran Foreign In<strong>ve</strong>stment Hits Record,” Press TV, 12 Haziran 2011.<br />

66 “Suriye <strong>ve</strong> İran’la İşbirliği Yapacağız,” NTV, 26 Nisan 2003.<br />

67 “Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı,” Milliyet, 3 Ekim<br />

2003.<br />

101


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

dımcısı Ömer Bolat da Türk firmalarının İran’da 45 milyon dolar değerinde<br />

yatırım yaptıklarını <strong>ve</strong> gelecek yatırımlar için İran’dan teşvik beklediklerini<br />

açıklamıştır. 68 2004’te Türkiye, İran’a doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında<br />

üçüncü sıraya yükselmiştir. 69 Ancak Türkiye’nin İran’daki yatırımlarında<br />

yaşanan sorunlar göze çarpmaktadır. Örneğin 2004’te İran parlamentosu, iki<br />

ülkenin 1996’da yatırım anlaşması imzalamasına rağmen Turkcell’in GSM<br />

operatörü kurmasını <strong>ve</strong> TAV şirketinin İmam Humeyni Havaalanı’nı inşa etmesini<br />

engellemiştir.<br />

Türkiye <strong>ve</strong> İran’ı cezbeden bir diğer yatırım alanı da enerji sektörü olmuştur.<br />

Ancak bu alanda yatırım imkânları pek kolay olmamış, iki ülkenin görünürde<br />

olumlu yaklaşımları başarısız olmuştur. ABD’nin İran enerji sektöründeki yatırımlara<br />

karşı olmasına rağmen, 70 dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler, 2007<br />

yılında İran Petrol Bakanı Veziri Hamaney ile mutabakat anlaşması imzalamıştır.<br />

Bu anlaşmayla, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın İran’ın Güney<br />

Pars bölgesinde doğalgaz üretmesine karar <strong>ve</strong>rilmiştir. 71 Türkiye’nin İran’a<br />

Güney Pars bölgesindeki üretimi geliştirmede yardım etmesi karşılığında<br />

doğalgazın bir miktarının Türkiye’de kullanılması, diğer kalanının da Türkiye<br />

üzerinden Avrupa’ya gönderilmesine karar <strong>ve</strong>rilmiştir. Ayrıca İran-Türkiye<br />

arasında doğalgaz boru hattı inşaatı için anlaşma imzalanmıştır. 72 Ancak bu<br />

anlaşmalar hayata geçirilememiş, Türkiye’nin Güney Pars bölgesindeki yatırım<br />

projeleri sonuçsuz kalmıştır.<br />

Tüm zorluklara <strong>ve</strong> başarısızlıklara rağmen Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın karşılıklı yatırım<br />

fırsatlarını değerlendirme konusundaki he<strong>ve</strong>sleri devam etmiştir. 2010<br />

yılının Mayıs ayında dönemin Tarım Bakanı Mehdi Eker, Türk girişimcilerin<br />

İran’da 680 milyon dolar yatırım yaptığını açıklamıştır. 73 İran Ticaret Merkezi<br />

68 “Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu,” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003.<br />

69 Hürriyet, 29 Temmuz 2004.<br />

70 “US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternati<strong>ve</strong>,” Today’s Zaman, 24 Eylül<br />

2007.<br />

71 “Iran, Turkey to Discuss Gas Project,” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008.<br />

72 “Iran Sets Turkish Pipeline Project,” The Wall Street Journal, 24 Temmuz 2010.<br />

73 “Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım,” Patronlar Dünyası, 15 Mayıs 2010,<br />

Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/Turkiye-den-Iran-a-680-<br />

Milyon-Dolarlik-yatirim/83917.<br />

102


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

de Türkiye üzerine bir kitapçık hazırladıklarını duyurarak İran firmalarını<br />

Türkiye’de yatırım yapmaya teşvik etmiştir. 74 Türk-İran Stratejik İşbirliği<br />

Merkezi Başkanı Macid Gasemi de İran’ın Türk yatırımcılarına ucuz enerji<br />

temin edeceğini <strong>ve</strong> 15 yıllık yatırımlar için <strong>ve</strong>rgi uygulamayacağını duyurmuştur.<br />

75 Akabinde MÜSİAD da üyelerini İran’da yatırım yapmaya teşvik<br />

etmiştir. 76 Sonuç olarak İran’da doğrudan yatırım yapmak isteyen Türkiye<br />

engellerle karşılaşmasına rağmen, doğrudan yatırımı desteklemeye devam etmiştir.<br />

Türkiye’nin 2000’li yıllar takip ettiği politikalar ikili ekonomik ilişkilere<br />

olumlu yansımıştır.<br />

Türkiye’nin Enerji İhtiyacı <strong>ve</strong> İran’ın Pazar Arayışı<br />

Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde enerjinin rolü oldukça büyüktür.<br />

Türkiye’nin enerji bağımlılığından dolayı iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğinin<br />

ana sebeplerinden biri olan enerji, İran’ın enerji kaynaklarına ulaşım<br />

gereksiniminden dolayı ikili ekonomik ilişkileri pekiştiren bir unsur olarak<br />

da rol oynamaktadır. İran, Rusya’dan sonra dünyanın ikinci doğalgaz rezervine,<br />

Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Kanada’dan sonra da dünyanın en büyük üçüncü<br />

petrol rezervine sahiptir. Dolayısıyla, enerji yoksunu Türkiye’nin doğalgaz<br />

ihtiyacının %98’ini <strong>ve</strong> petrol ihtiyacının yaklaşık %90’ını ithal ettiği gerçeği<br />

dikkate alınacak olursa 77 İran ile arasındaki ekonomik ilişkilerin önemi daha<br />

iyi anlaşılacaktır. 78<br />

Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı giderek artmakta <strong>ve</strong> bu artış ithalata yansımaktadır.<br />

Türkiye’nin enerjide tek kaynağa bağımlılığı kırmak <strong>ve</strong> enerji kaynaklarını<br />

çeşitlendirmek arzusu, bu alanda İran’la korumak istediği istikrarlı<br />

ilişkiyi anlaşılır kılmaktadır. Grafik 4’te görüldüğü gibi Türkiye’nin İran’dan<br />

74 “İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabi,” Hürriyet, 15 Eylül 2011.<br />

75 “İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok,” Hürriyet, 11 Temmuz 2011.<br />

76 “The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase In<strong>ve</strong>stment in Iran,” Iran Chamber<br />

of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011, Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http://<br />

en.iccim.ir/index.php?option=com_content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkishmusiad-association-to-increase-in<strong>ve</strong>stment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53.<br />

77 “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı,<br />

Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />

78 A.g.e.<br />

103


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

doğalgaz ithalatı son yıllarda artmıştır. 2004-2010 yılları arasında 5 kat<br />

artarak 2,5 milyar $ seviyesine ulaşmıştır. Sonuç olarak Türkiye’nin toplam<br />

doğalgaz ithalatında İran’ın payı, 2004 yılında yüzde 12’den 2010’da yüzde<br />

18’e, 2011’de ise %19’a yükselmiştir. 79<br />

Grafik 3: 1995-2011 Yılları Arasında Doğalgaz Tüketimi (Milyar sm 3 )<br />

Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />

düzenlenmiştir. 80<br />

79 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />

Perspecti<strong>ve</strong>,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />

2011), 135; “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı,<br />

Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />

80 “Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası<br />

Denetleme Kurulu, (Ankara 2013).<br />

104


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Grafik 4: Tedarikçilere Göre, Doğalgaz İthalat Miktarları (%)<br />

Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />

düzenlenmiştir. 81<br />

Doğalgaz kadar, petrolün de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde önemli bir<br />

yeri vardır. Türkiye, petrol ihtiyacının neredeyse yüzde 90’ını dışarıdan karşılamaktadır.<br />

Dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Türkiye’nin<br />

petrol ithalatına olan bağımlılığı yüzünden İran’la iyi ilişkiler kurmasının gerekli<br />

olduğunu ifade etmiştir. 82 Grafik 5’te de görüldüğü gibi, İran son yıllarda<br />

Türkiye’nin petrol tedarik ettiği ülkelerin başında gelmektedir. 2011 yılında<br />

ise İran, Türkiye’nin geleneksel olarak petrol ithalatında birinci sırada yer<br />

alan Rusya’nın yerini almıştır.<br />

81 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov.<br />

tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860.<br />

82 Robert Olson, The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From World War I to<br />

1998 (USA: Mazda Publishers, 1998), 58.<br />

105


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Grafik 5: İlk Yedi Tedarikçisinden Türkiye’nin İthal Ettiği Petrol<br />

Miktarı (%)<br />

Kaynak: Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’nun 2005-2012 Yılları arasında<br />

yayınlanmış olan yıllık Petrol Piyasası Sektör Raporlarındaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />

düzenlenmiştir. 83<br />

İstatistiki <strong>ve</strong>rilerden de anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin artan enerji ihtiyacı <strong>ve</strong><br />

İran’ın sahip olduğu enerji zenginliği iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği<br />

için zemin hazırlamaktadır.<br />

Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği enerji kaynakları miktarının giderek artmasına<br />

rağmen, enerji alış<strong>ve</strong>rişi sorunsuz değildir. İki ülke arasındaki özellikle<br />

doğalgazın miktarı <strong>ve</strong> ücreti konusunda anlaşmazlıklar gündeme gelmektedir.<br />

2002, 2003 <strong>ve</strong> 2004 yıllarında ücret konusundaki anlaşmazlıklardan, 2005’te<br />

teknik problemlerden, 2006’da soğuk hava şartlarından, 2007’de PKK/KCK<br />

<strong>ve</strong> PJAK’ın saldırıları nedeniyle sınırın her iki tarafında gerçekleşen patlamalardan<br />

<strong>ve</strong> 2008’de Türkmenistan’dan İran’a gaz kesintisinden dolayı İran’dan<br />

Türkiye’ye doğalgaz akışı kesintiye uğramıştır. 84<br />

83 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov.<br />

tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=860.<br />

84 Elin Kinnander, “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful, Commerci-<br />

106


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Türkiye-İran arasında enerji odaklı ekonomik ilişkilere sadece Türkiye’nin<br />

İran için iyi bir pazar olduğu penceresinden bakmamak gerekir. Türkiye aynı<br />

zamanda, İran için Avrupa pazarına ulaşımda avantajlı bir güzergâhta bulunmaktadır.<br />

Bu bağlamda dönemin TBMM Komisyon Başkanı Mahmut Mücahit<br />

Fındıklı, İran’ın enerji politikamızdaki önemini görmezden gelmenin<br />

ya da reddetmenin haklı bir gerekçesi olmadığını ifade etmiş, İran’a sadece<br />

Türkiye’nin enerji gü<strong>ve</strong>nliği için değil, Avrupa’nın enerji gü<strong>ve</strong>nliği için de ihtiyaç<br />

duyulduğunu belirtmiştir. 85 Enerji <strong>ve</strong> Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız<br />

da İranlı büyükelçilerle yaptığı görüşmede İran doğal gazının Avrupa’ya<br />

taşınmasına destek <strong>ve</strong>rdiklerini yinelemiştir. 86 Türkiye, doğunun kaynaklarını<br />

batıya ulaştıran transit bir ülke olma arzusuyla bölgesinde enerji üssü olma yolunda<br />

ilerlemektedir. Dolayısıyla, İran açısından Türkiye, Avrupa pazarlarına<br />

ulaşımında önemli bir güzergâhtır. Nitekim Temmuz 2007’de Türkiye <strong>ve</strong> İran,<br />

İran gazını Avrupa’ya taşıma amacıyla doğalgaz boru hattı inşası konusunda<br />

mutabakat anlaşması imzalamıştır. 87<br />

Ekonomik İlişkilerin Gelişmesini Engelleyen Faktörler<br />

Tarihsel arka planda görüldüğü üzere Türkiye-İran arasında ekonomik ilişkiler<br />

hiçbir zaman tamamen kesilmemiş, istenilen seviyede olmasa da devam<br />

etmiştir. 2000’li yıllarda Türkiye-İran ilişkilerindeki yakınlaşma süreci ekonomik<br />

ilişkilere de olumlu yansımış, iki ülkenin yetkilileri potansiyel siyasi<br />

sorunları ekonomik işbirliği ile aşma yönünde temennide bulunmuştur. Ancak<br />

tüm bu olumlu tabloya rağmen, Türkiye <strong>ve</strong> İran tam bir ekonomik işbirliği<br />

geliştirememiş <strong>ve</strong> birbirlerinin ekonomik potansiyellerinden tam anlamıyla<br />

ally Problematic,” Oxford Institute for Energy Studies No. 38 (Ocak 2010): 9-11; Yelda Ataç<br />

“İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi,” Hürriyet 2006; Gülçin Üstün “İran<br />

Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Gü<strong>ve</strong>niyor,” Milliyet, 4 Ocak 2007; “İran Doğalgazı Kesti,”<br />

Hürriyet, 7 Ocak 2008; Ser<strong>ve</strong>t Yanatma, “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor,” Zaman, 9<br />

Şubat 2008.<br />

85 “Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties,” Fars Haber Ajansı, 23<br />

Ağustos 2011.<br />

86 “Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline,” Fars News Agency, 28 Eylül<br />

2011.<br />

87 “Iran, Turkey near $5.5 billion Gas Deal,” Press TV, 24 Mart 2010.<br />

107


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

yararlanamamıştır. 88 Öncelikli neden iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğidir.<br />

Bir diğer neden ise daha yapısal bir sorun olan iki ülke arasında devam<br />

eden bölgesel rekabettir. Bu rekabet, 2003 Irak Savaşı ile başlayan <strong>ve</strong> “Arap<br />

Baharı” süreciyle devam eden Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde<br />

daha da ön plana çıkmıştır.<br />

Türkiye-İran bölgesel rekabeti, Türkiye’nin enerji koridoru olma arzusundan<br />

dolayı enerji güzergâhını kontrol etme konusunda da yaşanmaktadır.<br />

Moradi’nin de savunduğu gibi boru hatları, hem ekonomik olmalı, hem de<br />

siyasi çıkarları karşılamalıdır. Petrol şirketleri pazarlara ulaşan en ucuz yolları<br />

tercih ederken, diğer aktörler kendi çıkarları doğrultusunda tercih ettikleri<br />

alternatifleri hayata geçirmek istemektedir. 89 Dolayısıyla, aslında temel sorun<br />

devletlerin jeostratejik çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü transit ülke<br />

sadece para girişiyle maddi bir kazanç sağlamayacak, aynı zamanda bölgesel<br />

gücünü de artıracaktır. Dolayısıyla boru hatları konusu, sadece bölge ülkelerinin<br />

değil, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin de çıkarlarını doğrudan<br />

etkilediğinden uluslararası bir mesele haline gelmiştir.<br />

Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya doğal kaynaklarının Avrupa’ya taşınması konusunda<br />

Rusya <strong>ve</strong> ABD’nin karşı bloklarda yer aldığı bir gerçektir. Rusya, doğal kaynakların<br />

kendi toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılmasını desteklerken,<br />

ABD ise güzergah yollarını kontrolünde tutmak <strong>ve</strong> İran’ı boru hattı<br />

projelerinden uzak tutmak istemektedir. 90 Bu açıdan, Türkiye <strong>ve</strong> İran bölgenin<br />

enerji kaynaklarının güzergâhı konusunda jeopolitik bir rekabet içerisindedir.<br />

91 Türkiye enerji koridoru olmaya çabalarken İran, Türkiye’nin bu çabasını<br />

çıkarlarına aykırı görmektedir. 92<br />

88 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu tarafından hazırlanan “İran Ekonomisi: Algılar, Koşullar <strong>ve</strong><br />

İmkanlar” adlı raporda Almanya <strong>ve</strong> Fransa’nın ekonomik büyüklükleri <strong>ve</strong> ticaret hacimleriyle<br />

kıyaslandığında Türkiye-İran arasındaki ticaret hacminin 31 milyar dolara ulaşmış olması<br />

gerektiğine dikkat çekilmiştir.<br />

89 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion<br />

Papers, No. 10, (January 2006), 176.<br />

90 “Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation,’” Hürriyet Daily News, 20 Ocak<br />

1998.<br />

نیرتکد“‏ Mottaki) (Manoucher Mohammadi and Ibrahim یقتم میهاربا ‏،یدمحم رهچونم 91<br />

Policy), (Constructi<strong>ve</strong> Doctrine in Iranian Foreign ” ک یجراخ تسایس رد هدنزاس لماعت<br />

4). No. (2006, هرامش Yas), 4 1385 Strategic‏)ای Journal of یدربهار همانلصف<br />

Turkey), (Strategic Cooperation between Iran and ‏”رت و ناریا یراکمه یژتارتسا“‏ 92<br />

Parlia- (The Report of the Research Commission of Iranian مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرم<br />

108


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

İran’ın Türkiye üzerinden geçecek boru hattı projelerine karşı çıkmasının<br />

temelinde iki görüş vardır. Buna göre Tahran, Türkiye toprakları üzerinde inşa<br />

edilen <strong>ve</strong>ya edilecek olan boru hatlarının ekonomik açıdan uygun olmadığını<br />

iddia etmekte, 93 Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya kaynaklarının dünya pazarlarına<br />

ulaşımında en kısa <strong>ve</strong> en gü<strong>ve</strong>nli yolun İran üzerinden olduğunu savunmaktadır.<br />

94 İkincisi, ABD’nin Türkiye’nin dahil olduğu boru hattı projelerine destek<br />

<strong>ve</strong>rmesinin “eşitsiz” bir rekabet <strong>orta</strong>mı yarattığına inanmaktadır. 95 İran bakış<br />

açısına göre, özel şirketler İran yolunun daha ucuz olduğunu bilmelerine rağmen<br />

ABD yaptırımlarından dolayı sorun yaratabilecek bir konuda risk almak<br />

istememektedir. 96 Sonuç olarak Tahran’da Türkiye’nin ABD tarafından desteklendiği<br />

<strong>ve</strong> bu durumun İran’ın bölgesel çıkarlarıyla uyumlu olmadığı yönündeki<br />

algı güçlenmektedir.<br />

2012 yılında İran’a yaptırımların genişletilmesiyle İran gazının Avrupa pazarlarına<br />

satışı durmuştur. Bu gelişmeler ışığında İran üzerinden geçecek boru<br />

hattı projelerinin hayata geçirilme olasılığı düşük olsa da İran’ın enerji üssü<br />

olma gayreti devam etmektedir. İran’ın enerji politikalarında Türkiye’yi ilgilendiren<br />

iki önemli unsur vardır. Birincisi İran, boru hatları konusunda Türkiye<br />

ile işbirliği yapma arzusudur. İkinci olarak ise Türkiye’yi saf dışı bırakıp<br />

kendisinin başat rol oynadığı projeleri hayata geçirme çabasıdır. Bu bağlamda<br />

İran, Rusya <strong>ve</strong> Çin’le işbirliği arayışında olup, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya<br />

تاعلاطم ‏:رتفد ،1389 هام نمهب‎10635‎ ment), :260 1389<br />

(Şubat 2010), 48, erişim tarihi 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826<br />

93 “Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible,” Hürriyet Daily News,<br />

4 Ağustos 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos 2011, http://www.<br />

atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html; Fiona Hill, “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy<br />

Networks,” The Future of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin <strong>ve</strong> Dimitris<br />

Keridis (Cambridge and London: The MIT Press, 2004), 232.<br />

94 Enayatollah Yazdani, “Competition o<strong>ve</strong>r the Caspian Oil Routes: Oilers and Gamers Perspecti<strong>ve</strong>,”<br />

Alternati<strong>ve</strong>s: Turkish Journal of International Relations 5, Number 1&2 (Spring &<br />

Summer 2006): 53.<br />

Turkey), (Strategic Cooperation between Iran and ” رت و ناریا یراکمه یژتارتسا“‏‎95‎<br />

(The Report of the Research Commission of the Iranian مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرم<br />

Parliament), 260:<br />

(February 2010): 51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826.<br />

96 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion<br />

Papers, No. 10, (Ocak 2006), 182-183.<br />

یسایس تاعلاطم ‏:رتفد :10635 هام نمهب‎1389‎ :<br />

109


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ulaşacak doğal gaz boru hattı üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Aynı zamanda<br />

İran, Avrupa’ya Ülkelerarası Petrol <strong>ve</strong> Gaz Taşınması Programı (Interstate<br />

Oil and Gas Transport to Europe-INOGATE) çerçe<strong>ve</strong>sinde de geçici çalışma<br />

grupları vasıtasıyla gü<strong>ve</strong>n tesis etmeye çalışmakta <strong>ve</strong> boru hatları politikasını<br />

kendi lehine etkilemeye çalışmaktadır. 97 Dünyada artan petrol <strong>ve</strong> doğal gaz<br />

ihtiyacıyla Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın enerji üssü olma arzuları dikkate alındığında<br />

iki ülkenin enerji güzergâhları konusunda karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz<br />

gözükmektedir. Ancak bu durumun, ABD başta olmak üzere bölge dışı aktörlerin<br />

Türkiye <strong>ve</strong> İran’la ilişkilerine bağlı olduğu da unutulmamalıdır.<br />

Sonuç<br />

2000’li yıllarda ekonomik ilişkiler, Türkiye-İran yakınlaşmasının yaşandığı<br />

önemli bir alan olmuştur. Bu dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi <strong>ve</strong> karşılıklı<br />

yatırım fırsatları artmış, Türk-İran İş Konseyi kurulmuştur. Türkiye <strong>ve</strong><br />

İran’ın ekonomik öncelikleri, ilişkilerin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştır.<br />

1980’li yıllarda liberal ekonomiye geçişle birlikte ekonominin Türk dış politikadaki<br />

yeri <strong>ve</strong> önemi artmıştır. Bu süreç, AKP döneminde de devam etmiştir.<br />

Kemal Kirişçi’nin deyimiyle Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüşmesi, iş<br />

çevrelerinin dış politikadaki etkinliğinin artmasına neden olmuştur. Bu durum<br />

İran dâhil komşu ülkelerle Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin gelişmesine<br />

katkı sağlamıştır. 2000’li yıllarda Türkiye-İran arasında gerçekleşen üst düzey<br />

resmi ziyaretlere iş çevrelerinden de geniş katılımının olması, işadamlarının<br />

Türk dış politika yapım sürecindeki önemini <strong>ve</strong> etkinliğini göstermektedir.<br />

Bu dönemde, ekonomik yaptırımlardan etkilenen İran, Türkiye ile ekonomik<br />

ilişkilerini geliştirme gayreti içerisine girmiştir. Türkiye’nin ABD’nin tek<br />

taraflı olarak İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlara karşı çıkması <strong>ve</strong> BM<br />

tarafından uygulanacak ek yaptırımlara karşı olduğunu açıklaması, İran için<br />

Türkiye’yi önemli bir ticaret <strong>orta</strong>ğı haline getirmiştir.<br />

İran’daki ekonomik reformlar da ikili ilişkilere olumlu katkı sağlamıştır.<br />

İran’ın dış yatırımları artırmak amacıyla yapmış olduğu bu reformları takip<br />

97 INOGATE’in amacı, bölgenin petrol <strong>ve</strong> doğalgaz kaynaklarını Avrupa <strong>ve</strong> Batı<br />

pazarlarına taşınmasında farklı seçenekleri değerlendirmektir.<br />

110


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

eden Türkiye, 2004’te İran’a en çok yatırım yapan üçüncü ülke olmuştur.<br />

Aynı yıl İran Meclisi, TAV <strong>ve</strong> Turkcell kontratlarını onaylamayarak karşılıklı<br />

yatırımları artırma çabalarını kesintiye uğratsa da her iki ülke yatırım teşvik<br />

politikaları uygulamıştır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de İranlı yetkililer, yatırım yapacak Türk<br />

işadamlarına ucuz enerji sağlayacaklarını <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rgi indirimi uygulayacaklarını<br />

açıklamıştır. Enerji bağlamında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın karşılıklı bağımlılığı, ekonomik<br />

ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamaktadır.<br />

Ekonomik ilişkilere katkı sağlayan faktörlerin yanı sıra ekonomik ilişkilerin<br />

daha da gelişmesini sınırlayan unsurlar mevcuttur. Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın, özellikle<br />

Hazar bölgesi enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırmada transit<br />

ülke olma çabaları iki ülke arasında rekabete neden olmakta <strong>ve</strong> söz konusu<br />

yakınlaşma sürecinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin<br />

içinde yer aldığı doğu-batı enerji hattı projeleri <strong>ve</strong> İran’ın savunduğu kuzeygüney<br />

enerji güzergâhı arasındaki çatışmanın, gelecek yıllarda ikili ekonomik<br />

ilişkilerde var olan rekabeti daha da kızıştırabilir. Mevcut durumda ikili<br />

ekonomik ilişkilerin işbirliğine dönüşmemesindeki temel neden, bölgenin yeniden<br />

yapılandığı “Arap Baharı” sürecinde Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın farklı siyasi<br />

tutumları <strong>ve</strong> artan bölgesel rekabetleridir. Orta vadede ise İran’ın Batı dünyasıyla<br />

ilişkilerinin normalleşme olasılığı İran’a karşı uygulanan ekonomik<br />

yaptırımları hafifleteceğinden ya da tamamen <strong>orta</strong>dan kaldıracağından İran-<br />

Türkiye ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlayabilir.<br />

111


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Kaynakça<br />

“ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı.” Hürriyet,<br />

22 Mayıs 2006.<br />

Ataç, Yelda. “İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi.”<br />

Hürriyet 2006.<br />

Aydın, Mustafa <strong>ve</strong> Damla Aras. “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi<br />

Çerçe<strong>ve</strong>si: Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile Bağlantıları.” Uluslararası<br />

İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004): 103-128.<br />

Aydın, Mustafa <strong>ve</strong> Damla Aras. “Political Conditionality of Economic Relations<br />

between Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and<br />

Syria.” Arab Studies Quarterly 27, Number 1&2 (Winter/Spring 2005).<br />

Calabrese, John. “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship.” British<br />

Journal of Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998).<br />

“Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation.” Hürriyet Daily<br />

News, 20 Ocak 1998.<br />

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik.<br />

org.tr/pages/TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80<br />

“Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu.” Doğal Gaz Piyasası Dairesi<br />

Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />

Efegil, Ertan <strong>ve</strong> Leonard A. Stone. “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities<br />

for Rapprochement in the Post-Cold War Era.” Journal of Third World<br />

Studies XX, No. 1 (Spring 2003).<br />

Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://<br />

www.epdk.gov.tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860<br />

112


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Eralp, Atila. “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with<br />

Iran,” Reluctant Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed.<br />

Henry J. Barkey (Washington D.C.: US Institute of Peace Press, 1996).<br />

Eruysal, Esra. “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to<br />

2010: A Turkish Perspecti<strong>ve</strong>.” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta<br />

Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık 2011).<br />

Fırat, Melek. “İran İslam Devrimi <strong>ve</strong> Türk-İran İlişkileri: 1979-1987.” (Yayınlanmamış<br />

Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi).<br />

Gümüşçü, Şebnem <strong>ve</strong> Deniz Sert. “The Power of the Devout Bourgeoisie:<br />

The Case of the Justice and De<strong>ve</strong>lopment Party in Turkey.” Middle Eastern<br />

Studies 45, No. 6 (No<strong>ve</strong>mber 2009).<br />

Hill, Fiona. “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy Networks.” The Future<br />

of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin <strong>ve</strong> Dimitris Keridis<br />

(Cambridge <strong>ve</strong> London: The MIT Press, 2004).<br />

International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap.<br />

org/tm_light/Country_SelProductCountry_TS.aspx.<br />

“Iran Foreign In<strong>ve</strong>stment Hits Record.” Press TV, 12 Haziran 2011.<br />

“Iran Inks 12 Trade Agreements.” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010.<br />

“Iran Sets Turkish Pipeline Project.” The Wall Street Journal, 24 Temmuz<br />

2010.<br />

“Iranian Trade Minister Visits Turkey.” Hürriyet Daily News, 11 Haziran<br />

2001.<br />

“İran Turizm Pazar Raporu.” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Şubat 2010.<br />

“Iran, Turkey to Discuss Gas Project.” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008.<br />

“Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate.” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat<br />

2010.<br />

113


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

“Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges.” Fars Haber Ajansı, 28<br />

Eylül 2011.<br />

“Iran, Turkey Near $5.5 billion Gas Deal.” Press TV, 24 Mart 2010.<br />

“Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible.” Hürriyet Daily<br />

News, 4 August 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos<br />

2011, http://www.atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html.<br />

“İran Doğalgazı Kesti.” Hürriyet, 7 Ocak 2008<br />

“İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21.<br />

“İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok.” Hürriyet, 11 Temmuz 2011.<br />

“İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabı.” Hürriyet, 15 Eylül 2011.<br />

“İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği.” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />

“İstatistik Göstergeler: 1923-2011.” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi:<br />

22 Temmuz 2013, www.tuik.gov.tr.<br />

Khalaf, Roula. and Strauss, Delphine. “Turkey Throws Sanctions Lifeline to<br />

Iran.” Financial Times, 25 Temmuz 2010.<br />

Kinnander, Elin. “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful,<br />

Commercially Problematic.” Oxford Institute for Energy Studies No. 38<br />

(Ocak 2010).<br />

Kirişçi, Kemal. “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of<br />

the Trading State.” New Perspecti<strong>ve</strong>s on Turkey No. 49 (2009).<br />

Korany, Bahgat. “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy<br />

of Algeria.” The Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change<br />

içinde, ed. Bahgat Korany <strong>ve</strong> Ali E. Hilal Dessouki, 2 nd edition (Boulder,<br />

CO: Westview Press, 1991).<br />

114


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

Kutlay, Mustafa. “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign<br />

Policy”: A Political Economy Explanation.” Insight Turkey 13, No.1 (2011).<br />

Mercan, Murat. “Turkish Foreign Policy and Iran.” Turkish Policy Quarterly<br />

8, No. 4 (Winter 2009/2010).<br />

“MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim.” Hürriyet, 1 Şubat 2002.<br />

aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(Manoucher Mohammadi <strong>ve</strong> Ibrahim Mottaki)<br />

Fo- (Constructi<strong>ve</strong> Doctrine in Iranian ” تسایس رد هدنزاس لماعت نیرتکد“‏<br />

‏,‏‎2006‎‏)رامش Yas), 4 1385 Strategic‏)دربهار Journal of همانلصف Policy), reign<br />

No. 4).<br />

Moradi, Manouchehr. “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations.”<br />

UNISCI Discussion Papers, No. 10, (January 2006).<br />

“MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011,<br />

http://www.musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985.<br />

“Official Urges More Trade with Neighbors.” Hürriyet Daily News, 14 Haziran<br />

2000.<br />

Olson, Robert. The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From<br />

World War I to 1998. USA: Mazda Publishers, 1998.<br />

Oran, Baskın. ed. Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,<br />

Belgeler, Yorumlar Cilt I. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.<br />

Özkaya, Sefa. “Protokolde Sıradışı Anlar.” Milliyet, 17 Eylül 2010.<br />

Press TV, 7 Şubat 2010.<br />

Ramazani, R. K. “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy.” Middle<br />

East Journal 58. No. 4 (Autumn 2004).<br />

Rosecrance, Richard. The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest<br />

in the Modern World. New York: Basic Books, 1986.<br />

115


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Rosecrance, Richard. The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the<br />

Coming State. New York, Basic Books, 1999.<br />

Sabuncu, Murat. “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz.” Patronlar Dünyası, 23 Eylül<br />

2010. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011. http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD-%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370.<br />

Saray, Mehmet. Türk-İran İlişkileri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi,<br />

1999.<br />

Turkey). Strategic‏)”اریا Cooperation between Iran and یراکمه یژتارتسا“‏<br />

aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(The Report of the Research Commission of the<br />

Iranian Parliament).<br />

260:aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa1389 10635: (Şubat 2010):<br />

51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011. http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826.<br />

“Suriye <strong>ve</strong> İran’la İşbirliği Yapacağız.” NTV, 26 Nisan 2003.<br />

“Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU.” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat<br />

2010.<br />

“The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase In<strong>ve</strong>stment in<br />

Iran.” Iran Chamber of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011.<br />

Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://en.iccim.ir/index.php?option=com_<br />

content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkish-musiad-associationto-increase-in<strong>ve</strong>stment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53.<br />

“Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak.” Dünya Gazetesi, 25<br />

Nisan 2011.<br />

“Turkey-Iran Economic and Trade Relations.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim<br />

tarihi: 5 Ağustos 2011. http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-andeconomic-relations-with-iran.en.mfa.<br />

“Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement.” Hürriyet Daily News,<br />

29 Ocak 2000.<br />

116


Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />

“Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran.” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül<br />

2010.<br />

“Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline.” Fars News Agency,<br />

28 September 2011.<br />

“Turkey to Send Trade Mission to Iran.” Hürriyet Daily News, 14 Eylül<br />

2002.<br />

“Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade.” Hürriyet Daily News,<br />

21 Şubat 2007.<br />

“Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington.” Fars Haber Ajansı,<br />

28 Eylül 2011.<br />

“Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms.” Hurriyet<br />

Daily News, 8 Şubat 2011.<br />

“Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties.” Fars Haber<br />

Ajansı, 23 Ağustos 2011.<br />

Türkoğlu, Yusuf. “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği<br />

Alanları.” Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010).<br />

“Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu.” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003.<br />

“Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım.” Patronlar Dünyası, 15<br />

Mayıs 2010. Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://www.patronlardunyasi.com/<br />

haber/Turkiye-den-Iran-a-680-Milyon-Dolarlik-yatirim/83917.<br />

“Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı.” Milliyet,<br />

3 Ekim 2003.<br />

“US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister.” Dünya Times,<br />

22 Eylül 2010. Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011. http://www.dunyatimes.com/<br />

en/?p=5263.<br />

117


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

“US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternati<strong>ve</strong>.” Today’s<br />

Zaman, 24 Eylül 2007.<br />

Uzun, Özüm S. “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or<br />

Beyond?,” (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi,<br />

Şubat 2012).<br />

Üstün, Gülçin. “İran Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Gü<strong>ve</strong>niyor.” Milliyet, 4<br />

Ocak 2007.<br />

Yanatma, Ser<strong>ve</strong>t. “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor.” Zaman, 9 Şubat<br />

2008.<br />

Yardım, Ümit. “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16<br />

Haziran 2013. Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013. http://tahran.be.mfa.gov.tr/<br />

ShowInfoNotes.aspx?ID=187473.<br />

Yazdani, Enayatollah. “Competition o<strong>ve</strong>r the Caspian Oil Routes: Oilers and<br />

Gamers Perspecti<strong>ve</strong>.” Alternati<strong>ve</strong>s: Turkish Journal of International Relations<br />

5, Number 1&2 (Spring & Summer 2006).<br />

“22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet <strong>ve</strong> Emniyet Muahedenamesine<br />

Merbut Protokol.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011,<br />

http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826.<br />

118


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ORTA DOĞU’DA DEVRİMLER VE TÜRKİYE *<br />

Cenap ÇAKMAK **<br />

Mustafa YETİM ***<br />

Fadime G. ÇOLAK ****<br />

Ekonomik buhranların baş gösterdiği 2009 yılı itibariyle, gelişmiş ekonomilerin<br />

hüküm sürdüğü devletlerde dahi <strong>orta</strong>ya çıkan isyanların arasında en göze<br />

çarpanları kuşkusuz Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da gerçekleşenlerdir. Hem<br />

bölgenin iç dinamiklerinde hem de uluslararası sistemdeki yerinde, devrimlerin<br />

nedenleri <strong>ve</strong> muhtemel sonuçları bulunmaktadır. Dahası Kuzey Afrika<br />

<strong>ve</strong> Orta Doğu’da baskıcı rejimlere karşı <strong>orta</strong>ya çıkan halk hareketlerinin yeni<br />

dünya düzeninde radikal bir değişim yaratacağı açıktır. Ancak bu değişimin<br />

ne ile sonuçlanacağı, bölgede radikalleşmeyi mi, demokratikleşmeyi mi yoksa<br />

yeni Irak’ları mı getireceği belirsizdir. Bu süreçte Türkiye’nin üstleneceği rol<br />

hem bölgesel çıkarları hem de bölge ülkelerinin yol haritalarını belirlemeleri<br />

adına oldukça önemlidir. Öte yandan, izlenecek politikaların belirlenebilmesi<br />

için devrimlerin yaşandığı her ülkenin kendi iç dinamiklerinin ele alınması,<br />

benzer noktalarının belirlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bölge ülkelerinin<br />

halklarını isyana yönelten etmenleri bir bütünlük içerisinde ele alırken, onları<br />

birbirinden ayıran noktaları titizlikle göz önünde bulundurarak değerlendirmeler<br />

yapılmalıdır.<br />

• Bölge tahlillerinde asıl takip edilecek tartışma Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta<br />

Doğu’da gerçekleşen olayların devrim niteliği taşıyıp taşımadığı, birbirlerinden<br />

farklılıkları <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>klıkları üzerinden devam ettirilecektir. Bu sebeple Kuzey<br />

Afrika devletleri <strong>ve</strong> Orta Doğu devletleri arasında bir ayrıma gidilirken,<br />

* Bu makale BİLGESAM tarafından 2011 yılında aynı başlıkla yayımlanan çalışmanın<br />

gözden geçirilmiş şeklidir.<br />

** Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

*** Araştırma Görevlisi, Eskişehir Osmangazi Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

**** Araştırma Görevlisi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

119


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

demokratik <strong>ve</strong> totaliter rejimler arasındaki isyanların hem halk hem de yöneticiler<br />

tarafından farklı yorumlanışına yer <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

• Devrimlerin mahiyetini anlamlandırabilmek adına aynı zamanda etnik dinsel<br />

çatışmalarla devrim niteliğini taşıyabilecek olan hareketlerin <strong>orta</strong>k noktaları<br />

<strong>ve</strong> farklılıklarına da yer <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

• Genel olarak nedenler iktisadi <strong>ve</strong> siyasi bir tabanda olgunlaşmakta <strong>ve</strong> kaçınılmaz<br />

olarak her bir ülkenin birbirini etkilediği de <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır.<br />

• Farklılıkların ise devrimlerin retoriklerinde <strong>ve</strong> halkın taleplerinde olmakla<br />

birlikte rejimlerin genel özelliklerinde gizli bulunmaktadır. Sistemsel yeni<br />

paylaşım sürecinde bu ülkelerdeki isyan hareketlerine müdahil olmakta <strong>ve</strong> gelişmeleri<br />

de maddenin doğası gereği kendine entegre edebilmeye uğraşmaktadır.<br />

Orta Doğu’daki isyanların yalnızca bölge ülkelerini etkilemeyeceği, tüm dünya<br />

sistemi için oldukça önemli olacağı açıktır. Bu etkinin kurulacak ilişkiler<br />

<strong>ve</strong> izlenecek politikalar ışığında söz konusu olabileceğini de belirtmek gerekir.<br />

Burada Türkiye üzerinden yürütülen tartışmalara değinmek <strong>ve</strong> bu tartışmaların<br />

mahiyetlerini modellik tartışmaları perspektifinden ele almak gerekir.<br />

Bu tartışmalar süresince asıl değinilmesi gereken konu ise yumuşak güç olarak<br />

nitelendirilen kültür, dış politika <strong>ve</strong> siyasi sistem olarak ele alınmalıdır.<br />

• Türkiye’nin bölgedeki gelişmeler kapsamında takınacağı tavrın sıfır sorun<br />

yaklaşımı doğrultusunda olduğu, bölgede istikrarlı bir havza oluşturulmaya<br />

çalışıldığı gözlenmektedir.<br />

• Türkiye izleyeceği politikaları yalnızca kendi ulusal çıkarı perspektifinden<br />

değil, aynı zamanda bölge devletlerinin kendilerinden beklediği biçimde hareket<br />

etmekle de yükümlü olduğunu hissetmektedir.<br />

• Modellik tartışması yürütülse de Türkiye’nin kendi kimliği <strong>ve</strong> bölgesinin<br />

kendisine atfettiği kimlik arasında zaman zaman farklılıkların söz konusu olabileceği<br />

<strong>orta</strong>dadır. AKP yönetimi boyunca da algılamaların karşılıklı olarak<br />

değişimi söz konusudur.<br />

120


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

• Kimlik algılamalarına rağmen Türkiye’nin bölgede istikrarı istemesi, bu<br />

amaçla da birçok kez yapıcı faaliyetlerde bulunması, Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta<br />

Doğu ülkelerindeki isyanlarda vaat edici bir özellik taşımaktadır.<br />

• Türkiye yalnızca siyasi arenada uzlaşmacı bir tutum takınmayıp, başta medya<br />

olmak üzere bölgede önemli bir nüfuza sahiptir.<br />

Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından ulus devlet anlayışının sorgulanması <strong>ve</strong><br />

yer yer de zayıfladığının düşünülmesi perspektifinden isyanlar ele alındığında<br />

çok daha manidar bir görüntü ile karşılaşılmaktadır. Bu resimde söz konusu<br />

olan totaliter <strong>ve</strong> çoğu zamanda halkın nezdinde meşruiyetini kazanamamış<br />

rejimlerin, ulus devletin dahi sorgulandığı yeni dünya sisteminde ekonomik<br />

krizlerin tetiklemesiyle sarsılmasının mümkün olmadığını iddia etmek yanlış<br />

olmayacaktır.<br />

• Burada önemli olanın ulus devlet anlayışı sorgulanmaya başladı denirken,<br />

gücünü kaybettiğini değil, aksine yeniden yorumlandığını anlamak gerekir.<br />

Bu kavram özellikle uluslararası sistemde aktör olarak yalnızca devletlerin<br />

bulunmadığı, çok daha fazla sayıda kurum, kuruluş, örgüt <strong>ve</strong> hatta bireylerin<br />

de sistemin birer aktörü olmaya başladıklarını <strong>ve</strong> bunun da devletlerarası<br />

ilişkiler bakımından devletler üstü yeni oluşumlara meylettiğini teslim etmek<br />

gerekir.<br />

• Entegrasyon girişimleri olarak adlandırılan “Commonwealth” gibi devletler<br />

sistemi, yine bölge ülkeleri adına önemli bir emsal teşkil edebilecek konuma<br />

sahiptir. Bu girişimlerin hukuki perspektiflerinin neleri öngördüğü tartışılması<br />

gereken bir diğer noktadır.<br />

• Burada da karşımıza işbirliği söz konusu olduğunda bunu iradi olup olmadığı<br />

gibi kimi meselelerin <strong>orta</strong>ya çıktığı eklenmelidir.<br />

• Topluluk haline gelebilmiş bu girişimleri hem üye olan devletlerin hem de<br />

topluluğun tamamının menfaati üzerinden bir analize gidilmeli <strong>ve</strong> Kuzey Afrika<br />

<strong>ve</strong> Orta Doğu için doğabilecek herhangi bir girişimde buna dikkat edilmelidir.<br />

• Osmanlı Milletler Topluluğu anlayışına burada özellikle değinmeli, fikrin<br />

121


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen muhtemel senaryolar dâhilinde tartışılabilmelidir.<br />

Burada önemli olan Türkiye’nin kimliği, potansiyeli üzerinden<br />

konu ele alınmalı <strong>ve</strong> süreç bu biçimde tahlil edilmelidir.<br />

1. Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu Devrimleri mi İsyanları mı?<br />

1.1. İlk Hareketlenmeler: Tunus<br />

Tunus, domino etkisi olarak da adlandırılan bu süreç içerisinde, ilk taşları<br />

devirmiş <strong>ve</strong> tüm dünyanın dikkatinin bir anda Kuzey Afrika’ya yönelmesine<br />

sebep olmuştur. İlk bakışta Tunus’un sömürge geçmişi, sömürgeci devletlerle<br />

süre giden yakın ilişkileri, yolsuzluk <strong>ve</strong> işsizlik oranlarının yüksek olması<br />

diğer Afrika devletleri ile benzerlik taşımaktadır. Tunus’ta 17Aralık 2010<br />

tarihinde işsizlik <strong>ve</strong> polisin uyguladığı şiddet sebebiyle bir gencin kendisini<br />

yakmasıyla başlayan isyanların, Kadife Devrimleri’nin devamı olduğu düşünülmeye<br />

başlanmıştır. Bir ay içerisinde bu isyanların başkente taşınması ise<br />

1987’den beri Bin-Ali’leştirme olarak nitelendirilen dönemin sonunu hazırlamıştır.<br />

Tunus’ta olup bitenler medyada bir anlık bir öfkenin sonucu gibi gösterilse<br />

de, diğer bölge devletlerinde olduğu gibi yaşananların devlet başkanlarının<br />

uzun süren hâkimiyeti, kronikleşmiş işsizlik, demokrasi <strong>ve</strong> insan haklarından<br />

yoksunluk gibi oldukça uzun vadeli sorunların nihai sonucu olduğu açıktır.<br />

Tunus 1956 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından, Fransa ile ilişkilerini<br />

devam ettirmiş, hatta bu hususta Avrupa Birliği ile de Ortaklık Anlaşması<br />

imzalamış; Arap Birliği <strong>ve</strong> Afrika Birliği’ne de üye olmuştur. Tunus’un Avrupa<br />

Birliği, Arap Dünyası <strong>ve</strong> Afrika kıtası arasında uzlaştırmacı bir role sahip<br />

olduğunu söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır.<br />

Bu genel çerçe<strong>ve</strong>den de anlaşılacağı üzere Tunus’un uluslararası sistemle bir<br />

sorunun bulunmasının aksine, sisteme uyum sağladığı açıktır. Burada önemli<br />

olan nokta; insan hakları ihlalleri <strong>ve</strong> demokrasi ile sıkıntıları bulunduğu bilinmesine<br />

rağmen, kendisini ekonomisi ile bir başarı öyküsü olarak nitelendiren<br />

Tunus’ta böyle bir halk hareketinin gerçekleştirilmiş olması kayda değerdir.<br />

Daha da önemlisi, bu halk hareketinin ‘Araplarca’ gerçekleştirilmiş olması ise<br />

bir diğer önemli meseledir ki, burada oryantalist bakış açısının izleri aşikârdır.<br />

122


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tunus’un dünya medyasında yarattığı şok etkisini bir yana bırakılıp, tüm bu<br />

isyanların özüne Tunus örneğinden bakılırsa varılacak sonuç halkın öncelikle<br />

yüksek oranlı işsizlik, artan polis şiddeti, adaletsizlik <strong>ve</strong> yolsuzluk karşıtı hareketlerde<br />

yer almış olmasıdır. Bu sorunlar ile en az 20 yıldır boğuşan Tunus<br />

için tarihin kırıldığı nokta, pek çoklarına göre Wikileaks’te Tunus ile ilgili<br />

<strong>orta</strong>ya atılan yolsuzluk iddialarıdır. Burada dikkat edilmesi gereken şüphesiz<br />

ki Wikileaks’in bu hareketlerde motor görevi görmüş olmasıdır, ancak burada<br />

halkın Wikileaks belgelerine kadar herhangi bir isyanda bulunmayıp bir<br />

anda bu dalga ile birlikte harekete geçmiş olmasını düşünmek hatalı olacaktır.<br />

Özellikle genç nüfusun ülkenin yönetiminden ciddi rahatsızlık duyması <strong>ve</strong><br />

<strong>orta</strong> yaşlı nüfus ya da yaşlı nüfus gibi yönetimin uygulamalarını meşru bir<br />

zemine oturtacak tarihsel deneyime sahipolmamaları ülkenin daha önceki yıllarda<br />

da yaşadığı ancak uluslararası medyada yer bulamayan konuları teşkil<br />

etmektedir.<br />

İç dinamiklere ek olarak sistemsel değişikliklerin de bölgedeki ayaklanmaları<br />

ele alabilmek adına oldukça önemli olduğunu <strong>ve</strong> burada en çok sözü edilmesi<br />

gerekenin küresel büyüklükte bir aktör olan Amerika Birleşik Devletleri olduğu<br />

belirtilmelidir. Bir diğer deyişle, Obama yönetiminin Bush yönetiminden<br />

farklı olarak Terörizme Karşı Küresel Savaş’ta daha naif politikalar izliyor<br />

olması; yeni dünya sisteminde farklı aktörlerin yer alması <strong>ve</strong> özellikle Afrika<br />

kıtası için bu aktörler arasında yeni bir paylaşımının söz konusu olması Tunus<br />

gibi ülkelerin kendi iç dinamiklerinden bağımsız bir biçimde gerçekleşen<br />

olayların da domino etkisi adı <strong>ve</strong>rilen bu süreçte önemli bir faktör olduğu<br />

açıktır.<br />

Tunus özelinde bu konu ele aldığında, Batı ile sıkı ilişkiler yürüten Afrika-<br />

Arap devleti doğası üzerinde durmak gerekmektedir. Arap devleti olarak<br />

Tunus, İsrail’in tanınması için çağrıda bulunan devlet başkanlarına sahip olmakla<br />

birlikte, bölgede realist politikalarıyla da dikkat çeken bir ülkedir. Batı<br />

ile yakın ilişkilerini sürdüren Tunus, batı bloğu dışında kalan ülkeler ile de<br />

ilişki kurmuş olduğu, özellikle Çin ile olan ticari ilişkileri önemli boyutlarda<br />

olduğu <strong>ve</strong> isyanlardan sonra da Çin’den 4,6 milyon dolarlık destek aldığı bilinmektedir.<br />

123


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Tüm bu tablodan Tunus’un Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu isyanlarından daha<br />

farklı bir konumda bulunduğu <strong>orta</strong>dadır. Bu farklılık birkaç nedenden kaynaklanmaktadır.<br />

İlk neden olarak, Tunus’un bağımsızlığını kazanmasının hemen<br />

ardından Batı dünyası ile kurduğu yakın ilişki <strong>ve</strong> bu ilişkinin taraflar açısından<br />

karşılıklı pek çok çıkara dayanması gösterilebilir. İkinci olarak, coğrafi olarak<br />

Tunus’un daha kontrol altında tutulabilir olmasından bahsedilebilir. Bir diğer<br />

neden ise, olaylar Mısır <strong>ve</strong> Libya’daki kadar “büyümeden” Bin Ali’nin ülkeden<br />

ayrılarak halkın isteklerinin en azından bir kısmını gerçekleştirmesi olarak<br />

<strong>orta</strong>ya konabilir. Neredeyse bir ay içerisinde ülkeyi terk eden Bin Ali şüphesiz<br />

ki Arap dünyası için de hayret <strong>ve</strong>rici olmuş <strong>ve</strong> Tunus’ta devrimin sinyallerini<br />

<strong>ve</strong>rmiştir; ancak Bin Ali sonrası Tunus için, yapılan gösteriler herhangi bir<br />

değişikliğin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Tunus’ta başlayan devrim<br />

ateşinin yine Tunus’ta iktidarı devirmesi, Arap dünyasında gerçekleşen<br />

“devrimler” adına da bir prototip oluşturmaktadır. Mısır’da yaşananlar her ne<br />

kadar Tunus’un önemini gizlemiş olsa da, yaşanan hayal kırıklığı Arap dünyası<br />

için Arap baharı söylevlerini de yer yer gölge düşürmektedir.<br />

1.2. En Büyük Etki: Mısır<br />

Tunus’un ardından Mısır’da alevlenen isyan ateşi kaçınılmaz olarak Tunus’tan<br />

çok daha fazla bir etki yaratmıştır. Hatta Abdülbari Atwan Mısır’ı bir file benzetmiş,<br />

çok ağır hareket etse de, Mısır yürümeye başladığında oldukça yıkıcı<br />

olabileceği yorumu yapmıştır. Bu benzetmede Mısır’ın bölgedeki gücüne<br />

değinmek gerekir ki isyanın nedenleri bir nebze olsun detaylandırılabilsin.<br />

Mısır’ın antikiteden itibaren hep bir devlet yapısına sahip olması, parçalı coğrafyasının<br />

ona birden fazla kimlik atfetmesi, klasik anlamda bir sömürge geçmişinin<br />

bulunmaması, öte yandan Batı ile her zaman yakın ilişkiler yürütmesi,<br />

İsrail ile savaşmasına rağmen uzun yıllardır İsrail ile iyi ilişkilerini sürdürmesi<br />

<strong>ve</strong> belki de tüm dünya ekonomisi adına yaşamsal bir öneme sahip Sü<strong>ve</strong>yş<br />

Kanalı’na sahip olması dikkat çeken noktalardır. Öte yandan genç nüfus içerisinde<br />

%50’ye varan işsizlik, temsilde yaşanan sıkıntıların en bariz göstergesi<br />

olarak Mübarek’in otuz yıllık iktidarı, yolsuzluk rakamlarının ciddi boyutlara<br />

ulaşması gibi <strong>ve</strong>riler Mısır devlet görevlilerinin uzun yıllardır çizmekte olduğu<br />

mutlu tablonun aksini iddia etmektedir. Mısır’ın 80 milyonun üzerindeki<br />

124


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

nüfusunun %60’ının çalışabilir durumda olmasına rağmen söz konusu işsizliğin<br />

boyutları ise, Mısır’daki isyanların mahiyetini gözler önüne sermektedir.<br />

Mısır’daki isyanlar boyunca en çok göze çarpan grup kuşkusuz Müslüman<br />

Kardeşler olmuştur. 1990’larda Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin halk<br />

isyanlarının ardından iktidarın büyük bir kısmını ele geçirmesindeki gibi<br />

Müslüman Kardeşler’in de Mısır’daki halk hareketinin ertesinde iktidarı<br />

ele geçirecekleri düşünülmüştür. Burada uluslararası camiada kimi zaman<br />

sivil toplum örgütü olarak, kimi zaman da terörist bir oluşum olarak gösterilen<br />

Müslüman Kardeşler’in durumunu özellikle 11 Eylül sonrası dünyada<br />

ele almak gerekir. Sistemsel olarak bakıldığında, Mısır’da İslami bir devletin<br />

hüküm sürmesinin modern uluslararası sistem açısından adapte edilemez<br />

bir durum oluşturacağı açıktır. Bunun ötesinde, Mısır resminin detaylarına<br />

bakıldığında Müslüman Kardeşlerin Mısır’da en organize olabilmiş örgüt olduğunu<br />

<strong>ve</strong> isyanlar boyunca halk kitlelerini hareketlendirebilen bir dinamizme<br />

sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bunun ötesinde Müslüman Kardeşlerin<br />

genel yapısı ile isyanların doğasının birebir örtüşmediğini de eklemek gerekir.<br />

Burada da isyanlar tıpkı Tunus’ta olduğu gibi Mısır’ın siyasal, sosyal <strong>ve</strong> ekonomik<br />

yapısı ile doğrudan ilintilidir.<br />

2010’un son günlerinde Mısır’da gerçekleştirilen seçimlerde Mübarek’in<br />

partisinin meclisteki 508 sandalyeden 419’unu kazandığı, ancak seçimlerde<br />

yer alan gözetmenlerin pek çok yanlış uygulama ile karşılaştıklarını dile getirmeleri<br />

isyanlar öncesi Mısır için önemli bir <strong>ve</strong>ridir. Meclis’teki diğer sandalyelerin<br />

dağılımına bakıldığında en güçlü muhalif grubun Müslüman Kardeşler<br />

olduğu da <strong>orta</strong>dadır. Tam da bu noktadan ele alındığında muhalif gücün<br />

aslında halkın temsil isteğini de yansıttığını belirtmek gerekir. Öyle ki, seçimlerin<br />

ardından meclis konuşmalarında Mübarek’in yapılacak reformlarla istihdamın<br />

sağlanacağını belirtmesi bu talebin varlığı adına önemli bir işarettir.<br />

Mısır’da yaşananların, saf iktisadi kaygılardan uzak olduğunu, ülkedeki siyasal<br />

yaşamın tamamını kapsadığını belirtmek <strong>ve</strong> işsizliğin <strong>ve</strong> ekonomik krizlerin<br />

tüm bu rahatsızlığın ancak bir parçası olduğunu yinelemek de fayda vardır.<br />

Dolayısıyla istihdam yaratacak reform vaatlerinin Mısır’da yaşanacak isyanları<br />

ancak bir müddet erteleyebildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özel-<br />

125


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

likle isyanlar süresince Kıpti kilisesine yönelik saldırı bu durumun en açık<br />

örneğini teşkil etmektedir. Yine isyanlar süresince 1979 İran Devrimi’nden bu<br />

yana ilk defa İran bandıralı gemilerin Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’ndan geçiş yapmalarına<br />

Mısır’ın izin <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> bu konuda dünya kamuoyunda ciddi bir rahatsızlığın<br />

oluşması; halkın uluslararası kamuoyunca desteklenmesinin en açık nedenlerini<br />

oluşturmaktadır.<br />

İsyanlar boyunca Mısır’da yaşananları ele almak gerekirse, isyanın ilk ateşini<br />

yine bir işsizin kendisini yakarak ateşlediğini söylemek yanlış olmayacaktır.<br />

Bu benzerliğin bir tesadüf olmadığı birçok Mısırlı protestocunun Tunus’taki<br />

devrimden ilham aldıklarını dile getirmesiyle çok daha anlamlı bir hal almıştır.<br />

Tam da bu noktada fil benzetmesini hatırlamak gerekir çünkü Mısır’da yaşananlardan<br />

sonra gerçek anlamda bir domino etkisinden <strong>ve</strong> Arap baharından<br />

söz edilmeye başlanmıştır.<br />

Mısır’da göstericilerin özellikle şiddetten uzak bir biçimde protestolarını düzenlemiş<br />

olmaları da dikkat çeken bir diğer noktadır. Bu süreçte hükümetin de<br />

protestoculara karşı nasıl bir politika izleneceğine dair bir kararlılık göstermiş<br />

olması da göstericilerin seslerini daha fazla duyurmasına <strong>ve</strong> destek bulmasına<br />

da sebep olmuştur. Özellikle Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerdeki yoğun<br />

katılım tüm bu isyanların yalnız bir güruha ait düşüncelerin dışavurumu değil,<br />

ciddi bir toplumsal kaygının ürünü olduğunu <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Hatta ordunun<br />

dahi bu süreçte sessiz kalarak protestoculara destek <strong>ve</strong>rdiği <strong>orta</strong>dadır.<br />

Tüm bu süreç boyunca Mısır’da protestocular <strong>ve</strong> polis arasında yaşanan çatışmalar<br />

hususunda ABD Başkanı Obama <strong>ve</strong> İngiltere Başbakanı Cameron’un<br />

da Mısır <strong>ve</strong> bölge ülkeler için endişeli olduklarını belirtmeleri de uluslararası<br />

medyada yer almıştır. Böyle bir endişe protestocuların uluslararası camia<br />

tarafından desteklendiği anlamına da gelmiştir. Bu çıkarsama şüphesiz tüm<br />

demokratik söylemlere rağmen, 20-30 yıllık iktidarları boyunca yine başta<br />

ABD <strong>ve</strong> İngiltere tarafından desteklenen baskıcı rejim liderlerinin desteklerini<br />

kaybetmelerinin ardından iktidarlarını <strong>ve</strong> ülkelerini terk etmelerini de doğrular<br />

niteliktedir.<br />

Burada yalnız Mısır için değil devrimlerin yaşandığı tüm ülkeler için sorulması<br />

gereken soru neden Batı’nın desteğinin yönünün değiştiği olmalıdır. Bu<br />

126


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

soruya <strong>ve</strong>rilebilecek en temel yanıt liberal <strong>ve</strong> demokratik devletlerin uluslararası<br />

arenada çatışmayı değil işbirliğini arzulayacak olmalarından <strong>ve</strong> yine bu<br />

devletlerin hayati çıkarları bulunan bölge devletleriyle ilişkilerini otokratik<br />

ya da demokratik olarak sınıflandırmayıp kurabilecekleri diyalog üzerinden<br />

yönlendirecek olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu genel çerçe<strong>ve</strong>nin değişmediği,<br />

aksine Batı’nın destek <strong>ve</strong>rdiği tarafların değiştiğini söylemek de mümkündür.<br />

Bu durum Mısır örneğinde bariz bir biçimde gözlemlenmiştir. Batı’nın<br />

çıkarlarında bir değişiklik olmadan, devlet başkanlarının meşruiyetlerinin<br />

halkları nezdindeanlamını yitirmesi, dahası devrim adı altında dahi olsa yönetimlerin<br />

el değiştirmesi sonucunda <strong>ve</strong>rilen destek liderlerden protestoculara<br />

<strong>ve</strong> müstakbel iktidar sahiplerine <strong>ve</strong>rilmeye başlanmıştır. Mısır örneğinde<br />

ordunun bu görevi teslim alan taraf olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.<br />

Mısır’daki protestocuların Hüsnü Mübarek’siz bir çözümü talep etmeleri sonucunda<br />

Mübarek, iktidardan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Burada Mübarek’in<br />

ülkeyi terk etmemek konusundaki ısrarını da eklemek gerekir. Özellikle yıllar<br />

boyu Mübarek’e sadık olan ordunun isyanlar süresince sessiz kalması, ardından<br />

da protestoculardan yana olması Mübarek’in iktidarını kaybetmesindeki<br />

en önemli etmendir. Öte yandan isyanların ülke ekonomisini günlük 310<br />

milyon dolarlık bir zarara uğrattığı da bildirilmektedir. Tüm bunların ardından<br />

11 Şubat 2011’de Mübarek, iktidardan uzaklaştırılmış <strong>ve</strong> görevini başkan yardımcısı<br />

Ömer Süleyman’a bırakmak durumunda kalmıştır.<br />

Mübarek’in gidişinin ardından Mısır’da siyasetyeniden tanımlanmış, muhalefet<br />

güçlerinin sesleri duyulmaya başlanmış <strong>ve</strong> bir dönüşüm başlamıştır.<br />

Bu noktada en önemli değişimin anayasa değişikliği için yapılacak referandum<br />

olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yapılan referandum her ne kadar<br />

büyük bir değişikliğin habercisi olsa da aynı zamanda büyük bir hayal<br />

kırıklığının da göstergesidir. Özellikle Mübarek’in gitmesinin hiçbir anlam<br />

ifade etmediğini <strong>ve</strong> ülkede hiçbir değişikliğin olmadığını <strong>ve</strong> olmayacağını<br />

düşünenler azımsanamayacak bir kitleyi oluşturmuştur. Dahası bu durum<br />

yalnızca referandum esnasında değil, öncesinde devam eden isyanlar boyunca<br />

da kendini göstermiştir. Özellikle göstericilerin devletten ‘gü<strong>ve</strong>nlik belgeleri’<br />

adı <strong>ve</strong>rilen evrakları talep etmeleri bu durumun önemli bir göstergesidir. Bu<br />

127


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

belgeleri bu denli önemli kılanın Mübarek dönemi boyunca halka karşı gizli<br />

polisler vasıtasıyla baskı aracı olarak kullanılmış olmasıdır.<br />

Nitekim bu politikaların hiç de yabana atılmaması gerektiği, Mısır’da anayasa<br />

kabul edildikten <strong>ve</strong> seçim yapıldıktan sonraki süreçte açık bir şekilde <strong>orta</strong>ya<br />

çıkmıştır. Seçimleri Müslüman Kardeşler’in adayının kazanması Mısır’da istikrar<br />

ile ilgili ila<strong>ve</strong> problemleri de beraberinde getirmiştir. Obama yönetimi<br />

iktidardaki Müslüman Kardeşlerin performansını görmek için beklemeyi tercih<br />

etmişse de bu süreçte açık bir şekilde demokratik mekanizmalara destek<br />

<strong>ve</strong>rmekten de kaçınmıştır. Benzer bir tavır AB cenahında da gözlenmiştir. Bu<br />

tavır, Mısır’da meydana gelen darbe ile iyice belirgin hale gelmiştir.<br />

Sonraki dönemlerde Mısır’da sular durulmuş gibi görünsede yaşananların<br />

adını koymak adına zor bir dönemden geçildiğini belirtmek gerekir. Hatta<br />

Ocak ayından itibaren hareketliliğini koruyan bölgede; yaşanacak asıl değişimin<br />

halkın sokaklardan evlerine çekilmelerinin ardından gerçekleşeceğini<br />

belirtmek gerekir. Her ne kadar ilk etapta protestocular Mübarek iktidarını<br />

devirmiş olsalarda Mısır için gerçek bir devrimden bahsedebilmenin güç<br />

olduğu <strong>ve</strong> hatta yaşananların bir devrim denzi yada bir evrim olduğunu belirtilmek<br />

zaruridir. Tarih’in bölgede yeniden yazıldığını, artık hiç bir şeyin<br />

eskisi gibi olmayacağı <strong>orta</strong>da dır. Ancak burada da yalnızca bölge gelişmeleri<br />

değil, bölgeye müdahil olmak isteyen küresel<strong>ve</strong> bölgesel güçlerin politikaları<br />

da göz önünde tutulmalıdır.<br />

Mısır’da, ülkenin demokratik yöntemle seçilmiş ilk başkanı Mursi’nin iktidardan<br />

uzaklaştırılması ile sonuçlanan askeri darbe ile ilgili olarak dünya devletleri<br />

bir birlerinden oldukça farklı tutum sergilemiştir. Başta Türkiye olmak<br />

üzere sınırlı sayıda devlet darbeye sert tepki gösterirken, demokrasi söz konusu<br />

olduğunda daha etkili bir karşılık <strong>ve</strong>rmeleri beklenen Batılı devletler kaçamak<br />

bir pozisyonda ısrar ederek süreci doğru isimlendirmekten kaçınmıştır.<br />

Bazı Orta Doğu ülkeleri ise darbeden dolayı duydukları memnuniyeti gizleme<br />

gereği bile hissetmeden yeni yönetime açık destek <strong>ve</strong>rdiklerini ilan etmiştir.<br />

Bu tutum farklılığı ile ilgili çok şey söylenmiş <strong>ve</strong> yazılmıştır; özellikle ABD<br />

<strong>ve</strong> Avrupa ülkelerinin süreçteki ürkek <strong>ve</strong> çekingen tavırları sert bir şekilde<br />

eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin hiç şüphesiz haklılık payı bulunmaktadır. De-<br />

128


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

mokrasi teşviki için özel programlar ihdas eden <strong>ve</strong> hatta üyelik koşulu olarak<br />

demokratikleşmede belli bir standardın yakalanmış olmasını şart koşan<br />

AB’nin <strong>ve</strong> yine demokrasinin dünyadaki bayraktarlığını yapan ABD’nin darbe<br />

konusunda siyasi tavırlarını neredeyse darbecilerden yana koymuş olmalarının<br />

izah edilebilir bir tarafı bulunmaktadır.<br />

Devletlerin belli bir sorun ya da konu karşısında takınacakları siyasi tutumu<br />

kategorik bir biçimde yargılamak analitik açıdan çok fazla bir anlam ifade etmemektedir.<br />

Neticede bir devletin bütün davranışlarının tutarlı olmasını beklemek<br />

doğru değildir. Bugün Mısır konusunda üst perdeden bir tepki gösteren<br />

Türkiye’nin tamamen ahlaki gerekçelere dayandığını söylemek ne kadar zorlama<br />

bir yorum ise ABD’nin Mursi’nin devrilmesine fazla ses çıkarmamasını<br />

darbenin desteklenmesi olarak da görmek yanlıştır. Bu elbette ki darbe karşısında<br />

özellikle Batılı devletlerin neredeyse umursamaz tavırlarının eleştiriden<br />

muaf olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bu türden çifte standart ifade<br />

eden tavırlar ne ilk <strong>ve</strong> ne de son olacaktır.<br />

Asıl önemli olan, teker teker devletlerden <strong>ve</strong> uluslararası örgütlerden müteşekkil<br />

ama onlardan ayrı belki de onların üstünde uluslararası toplumun bir<br />

milletin kaderini <strong>ve</strong> tercihini bu derece etkileyen bir olay karşısında etkili olamamasının<br />

<strong>ve</strong> tepki gösterememesinin nedenlerinin tespit edilmesidir. Daha<br />

açık ifade edecek olursak, uluslararası toplum, neden Mısır’daki darbeye<br />

sessiz kalmıştır?<br />

Bu sorunun cevabı esasen uluslararası toplumun nasıl inşa edildiği ile yakından<br />

ilişkilidir. Çok basit bir şekilde ifade edilecek olursa bu toplum, temelde<br />

eşit <strong>ve</strong> egemen devletlerin varlığına <strong>ve</strong> bu şekilde tanımlanmış devletlerin iç<br />

işlerine müdahale edilmemesi ilkesi üzerine kuruludur. Bu elbette ki insan<br />

topluluklarının bir devletin insafına terk edildiği anlamına gelmemektedir.<br />

Devletler, kendi halklarına karşı, uluslararası hukuktan kaynaklanan birtakım<br />

yükümlülüklere sahiptir. Bu yükümlülüklerin kapsamı aslında uluslararası siyasi<br />

sistem geliştikçe daha da genişlemektedir. Fakat en azından bugün için<br />

bu yükümlülükler içinde, yalın haliyle konuşacak olursak, darbe yapmamak<br />

<strong>ve</strong>ya meşru hükümeti kuv<strong>ve</strong>t kullanmak yolu ile iktidardan uzaklaştırmamak<br />

yer almamaktadır. Yani aslında darbe yapmak, uluslararası toplum açısından<br />

129


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

da uluslararası hukuk normları açışından da bir devletin, yükümlülüklerine<br />

aykırı hareket ettiğini göstermemektedir.<br />

Siyasi bir tutum <strong>ve</strong>ya tercih olarak bir devlet ya da bir uluslararası örgüt, demokrasiyi<br />

teşvik etse <strong>ve</strong> demokratik süreçlere yönelik müdahalelere tepki gösterse<br />

bile bir bütün olarak uluslararası toplumun aynı <strong>ve</strong>ya benzer bir tutumu<br />

sergilemesi normatif bir yükümlülük ya da eğilim değildir. Diğer bir ifadeyle,<br />

bir devletin ne türden bir rejim ile yönetileceği <strong>ve</strong> bu rejimi hangi yöntemler<br />

ile değiştireceğini belirleme konusunda zımni bir yetkisi söz konusudur. Bu<br />

nedenle de Mısır’da demokrasinin kesintiye uğramış olması uluslararası toplumun<br />

toptan müdahale <strong>ve</strong>ya tepkisini gerektirmemektedir.<br />

Buraya kadar söylenenler, darbeyi takip etmesi muhtemel gidişattan bağımsız<br />

olarak salt darbeye odaklanıldığında geçerli olmaktadır. Darbe dönemlerinde<br />

keyfi tercihlerin yıkıcı sonuçlarının olması <strong>ve</strong> buna bağlı olarak da kitlesel<br />

insan hakları ihlallerinin yaşanması ihtimali, darbelere karşı bazen de fazlaca<br />

duygusal sayılabilecek reaksiyonun temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.<br />

Burada yanıltıcı olan, bu türden ihlallerin darbe dönemi dışında da meydana<br />

gelme ihtimalinin varlığıdır. Her ne kadar darbe dönemleri, insan hakları<br />

ihlalleri anlamında daha hassas bir durumun <strong>orta</strong>ya çıkmasına müsait ise de<br />

darbe ile insan hakları ihlalleri birbirinden ayrılması gereken iki olgudur.<br />

Meseleyi tasrih etmek bakımından birkaç hususun altını çizmekte fayda vardır.<br />

Darbenin insanlığa karşı suç olduğu şeklindeki kanaat aslında darbeye<br />

uluslararası toplumun tepki <strong>ve</strong>rmesi gerektiği düşüncesinin de altyapısını<br />

oluşturmaktadır. Hâlbuki ne ulusal ne de uluslararası hiçbir metinde darbe<br />

diye bir insanlığa suç eylemi tanımlanmış değildir. Darbe dönemlerinde insanlığa<br />

karşı suç işlenme ihtimali son derece yüksektir <strong>ve</strong> neredeyse bütün<br />

darbelerden sonra bu türden suçlar işlenmiştir. Ancak insanlığa karşı suçlar<br />

darbeye bağlı suçlar değildir.Yani demokratik bir rejimde de bu suçlar işlenebilir.<br />

Tekrar belirtmek gerekirse, darbeleri insanlığa karşı suçların işlenmesi<br />

takip edebilir; bu ihtimal yüksektir. Ancak burada darbenin kendisi insanlığa<br />

karşı suç olarak görülmemektedir.<br />

İnsanlığa karşı suçlar, soykırım <strong>ve</strong> etnik temizlik hallerinde uluslararası toplumun,<br />

bu fiillerin gerçekleştiği devletin iç işlerine karışma <strong>ve</strong> bu fiiller ile ilgili<br />

<strong>130</strong>


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tedbir alma yükümlülüğü <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Ancak bu tür yoğun <strong>ve</strong> kitlesel<br />

ihlallerin yaşanmadığı durumlarda, askeri darbe sonucu demokrasi kesintiye<br />

uğramışsa bile, uluslararası toplumun ilgili devletin iç işlerine müdahale anlamı<br />

taşıyabilecek şekilde hareket etmesi söz konusu değildir.<br />

Sonuç olarak başta ABD olmak üzere süreçle ilgilenen aktörlerin, Mısır’da<br />

olan biteni sessizce kabul ederken bir an önce istikrarı sağlayacak tedbirlerin<br />

alması gerekmektedir. Ülkelerin hiçbir şekilde kan dökülmesini istememeside<br />

bunu teyit eder mahiyettedir. Siyasi açıdan bu tavır eleştirilebilir elbette; ancak<br />

nihayetinde bu politik bir tercihtir. Bu nokta uluslararası toplumun darbeye<br />

neden sessiz <strong>ve</strong>ya ilgisiz kaldığının anlaşılması bakımından önemlidir. Bugün<br />

için uluslararası toplum, bir devletin iç işlerine ancak söz konusu devlet halkını<br />

koruyamadığında <strong>ve</strong>ya korumak istemediğinde müdahale edebilmektedir.<br />

Onun dışındaki tercihlere, zorbalığı temsil ediyor olsa da karışamamaktadır.<br />

1.3. Görece Zayıf İsyanlar: Cezayir <strong>ve</strong> Fas<br />

Mısır’ın yarattığı Arap depreminin Kuzey Afrika’da artçı bir etki yaratması<br />

beklenmekteydi. 1990’larda bu depremin benzerini çok acı bir deneyimle yaşamış<br />

olan Cezayir için de bu dalganın göreceli olarak hafif atlatıldığı <strong>orta</strong>dadır.<br />

1999’dan beri devletin başında olan Buteflika, Arap dünyasının yaşadığı<br />

bu krizi oldukça ‘başarılı’ yönetmiştir. Buteflika doğruluğu tartışılır yasalarla<br />

da olsa, toplumun düzenini sağlamak adına büyük çaba sarf etmiştir <strong>ve</strong> bu durum<br />

Cezayir ekonomisinin rakamlarına bakıldığında çok daha net bir biçimde<br />

<strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Buteflika bu başarıları ile Cezayir halkının desteğini alsa<br />

da, özellikle üçüncü döneminde kazandığı seçimlerdeki hile <strong>ve</strong> yolsuzluk iddiaları<br />

sebebiyle büyük tepki çekmeye başlamıştır.<br />

Cezayir’in son yıllarda geçirdiği dönüşüm inanılmazdır. Birçok petrol-gelişim<br />

teorisinin aksine, Cezayir müthiş bir hızla ekonomik olarak büyümüş <strong>ve</strong><br />

1960’lı yıllarda petrol <strong>ve</strong> ağır sanayi ile yaratılmaya çalışan lokomotif etkisini<br />

hayata geçirmiştir. Cezayir’in 19. yüzyıldan itibaren dış güçlerle olan ilişkisinden<br />

bugün bölgesinde söz söyleyebilecek bir devlet konumuna gelmesine<br />

kadar çok büyük sınavlar <strong>ve</strong>rdiği de <strong>orta</strong>dadır.<br />

Enerji konusunda Avrupa Birliği <strong>ve</strong> Cezayir <strong>orta</strong>klığı, Avrupa-Akdeniz <strong>orta</strong>k-<br />

131


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

lığının en önemli ayağı haline gelmiştir. Özellikle Avrupa Birliği’nin enerjiye<br />

olan ihtiyacını birbirinden farklı kanallarla karşılama isteği konusunda<br />

Cezayir’in hem coğrafi olarak hem de kapasite olarak Avrupa için çok önemli<br />

bir konuma sahip olduğu aşikârdır. Avrupa’nın dışında da Cezayir yeni dünya<br />

sistemi içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Cezayir Enerji Günü’nde<br />

ABD <strong>ve</strong> Cezayir’in her yıl ticaret hacimlerinin arttığı <strong>ve</strong> gelecek yıllarda bu<br />

durumun çok daha iyi bir durumda olacağı belirtilmiştir.<br />

Bu denli iyi bir tablo bir tarafta, hile dolu üçüncü seçimle Buteflika’nın<br />

iktidarını devam ettirmesi <strong>ve</strong> ayyuka çıkan yolsuzluklar, önemli sorunları da<br />

beraberinde getirmiştir. Tüm bu sorunlar ise Arap baharı boyunca katlanarak<br />

<strong>orta</strong>ya çıkmıştır. Hükümeti protesto etmek amacıyla iki kişinin kendini yakması<br />

ise bu durumun en bariz göstergesidir. Öte yandan, Buteflika’nın olağanüstü<br />

halin kaldırılacağını ilan etmesi, isyan dalgasını bir nebze de olsun hafifletmiştir.<br />

Cezayir için en önemli hususun tıpkı diğer isyanlarda olduğu gibi<br />

ekonomik temellerinin bulunduğunu <strong>ve</strong> isyan ateşlerinin yiyecek fiyatlarının<br />

aşırı yükselmesi ile ateşlendiğini eklemek gerekir. Buna ek olarak yolsuzluk<br />

<strong>ve</strong> işsizlik <strong>ve</strong>rileri de Cezayir’deki isyan tablosuna eklendiğinde yaşananların<br />

kaçınılmaz doğasını göstermektedir.<br />

Fas’ta yaşanan olaylara da tıpkı Tunus, Mısır <strong>ve</strong> Cezayir’de olduğu gibi halkın<br />

iktidardan beklentileri <strong>ve</strong> ağırlaşan yaşam koşullarına oluşan tepkiler neden<br />

olmuştur. Ancak Fas örneğinin Arap dünyası için en önemli noktası şüphesiz<br />

bir Monarşi olması, iktidarın halkın büyük kesimlerinden destek alması <strong>ve</strong><br />

buna rağmen isyan silsilesi içerisinde yer alabilmiş olmasıdır. Halk burada<br />

her ne kadar ‘demokratikleşme’ üzerinden protestolarını yürütmese de, Kral<br />

6. Muhammed’in kimi haklarından vazgeçmesini talep etmeleri devrim niteliğini<br />

taşımaktadır. Bu taleplerin ikinci temasının istihdam <strong>ve</strong> reformlar üzerine<br />

yoğunlaşması da yine diğer Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu ülkeleri ile benzeşmektedir.<br />

Fas’taki isyanlar süresince polis her ne kadar şiddet kullanmaktan kaçınmaya<br />

çalışsa daçatışmalardan söz etmemek mümkündür. Özellikle yaşanan çatışmalarda<br />

bir bank üzerinde beş kişinin yanmış cesetlerinin bulunması halkın<br />

sokaklara dökülmesi ile sonuçlanmıştır.<br />

132


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Fas Kralı 6. Muhammed kapsamlı bir anayasal değişiklikten söz etmesine<br />

rağmen, Fas için değil devrimden bir evrimden dahi söz etmenin zor olduğu<br />

açıktır. Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da liderlerin değişmek zorunda olmaları<br />

gerçeği <strong>orta</strong>da olsa bile bu değişimden bir demokrasi ile bir monarşinin yorumlarının<br />

farklı olacağı kesindir. Burada yorum farkının yalnızca yönetici<br />

temelli ele alınmamasının, halkın da isyanlar sırasına taleplerinin benzer bir<br />

biçimde farklılaştığı gözlemlenebileceğini Fas örneğinden belirtmek gerekir.<br />

1.4. Şaşırtan İsyanlar: Arap Yarımadası<br />

Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmelerin Arap yarımadasındaki otokratik rejimlerde<br />

de etkisi olduğu <strong>orta</strong>dadır. Ancak burada da rejimlerin baskıcı doğasının<br />

isyanların gerçekleşme amaçlarını da etkilediğini belirtmek gerekir. Arap<br />

yarımadasındaki isyanların kuşkusuz en şaşırtan noktası göreceli istikrarlı<br />

devletler olan Bahreyn, Yemen, Umman, Ürdün <strong>ve</strong> Suudi Arabistan’daki eylemlerin<br />

despotik rejimlere rağmen gerçekleşmiş olmasıdır.<br />

Suudi Arabistan ile başlamak gerekirse, ABD’nin bölgede önemli müttefiki<br />

olması dikkate değer bir ayrıntıdır. Bununla birlikte petrol açısından zengin<br />

olan ülkede, Kral Abdullah’ın Arap çıkarlarının önemli bir savunucusu olduğu<br />

da bilinmektedir. Burada değinilmesi gereken husus ise Suudi Arabistan’ın El-<br />

Kaide ile olan bağlantısı <strong>ve</strong> de Şii azınlık nüfusudur. Ancak Suudi Arabistan<br />

için ülke içerisinde gerçekleşen isyanlardan ziyade Bahreyn’e <strong>ve</strong>rilen destek<br />

üzerinde durmak gerekmektedir. Özellikle Şii azınlığın Suudi Arabistan’daki<br />

isyanlarda önemli rol oynadığı <strong>ve</strong> genel hatlarıyla demokratik temsil hakkı<br />

üzerinden isyanların gerçekleştirildiği bilinmektedir.<br />

Bahreyn yalnız yarımadada değil, tüm isyanlar içerisinde oldukça ayrıksı bir<br />

yere sahip olması açısından önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanı sıra etnik<br />

<strong>ve</strong> dinsel bir çatışmanın da ürünü olduğunu dile getirmek mümkündür.<br />

Burada Şii grupların demokratikleşmeyi talep ettikleri <strong>ve</strong> özellikle özgürlük,<br />

ekonomik iyileşme gibi net taleplerini de ifade edildiği gözlemlenmektedir.<br />

Bahreyn’in uluslararası sistemdeki yerinin istikrarlı bir görüntüye sahip olması<br />

<strong>ve</strong> çok daha önemli bir biçimde ABD’nin müttefiki olması yaşananların<br />

resminin daha farklı çizilmesine neden olmaktadır. Bahreyn’de halkın özellikle<br />

Sünni azınlığın istihdam alanlarında daha avantajlı durumda bulunmalarına<br />

133


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

yöneltilmiş bir isyan söz konusudur. Bu isyan dâhilinde kuşkusuz olası İran<br />

müdahalelerinden kaynaklanabilecek bir tedirginlik de uluslararası camiada<br />

tartışılmaktadır. Bu tartışmanın ardından Suudi Arabistan’ın de bölgeye asker<br />

desteğinde bulunması oldukça önemli bir gelişmedir <strong>ve</strong> Bahreyn’de yaşananları<br />

bir devlet içerisinde yaşanan devrim hareketlerinden ziyade uluslararası<br />

arenada gerçekleşen bir çıkar çatışması haline dönüştürmektedir.<br />

Umman <strong>ve</strong> Ürdün örneklerinde de yine petrol zengini olan ancak işsizlikle<br />

mücadele eden ülkelerin isyanı ön plana çıkmaktadır. ABD müttefiki olan bu<br />

ülkelerde istikrarlı bir yönetim olduğu düşünülse de monarşilerde de muhalefetin<br />

olabileceğinin düşünülmesi adına oldukça önemli bir adımdır. Yemen<br />

örneği ise bu süreçte diğerlerinin aksine oldukça yoksul bir ülke olmakla birlikte<br />

El Kaide’nin de yoğun bir biçimde etkinlik gösterdiği bir tablo ile karşılaşılmaktadır.<br />

Arap Yarımadası’nda yaşananlar göreceli olarak düşük yoğunluklu olarak<br />

hissedilmiş <strong>ve</strong> yine de devrim dalgası içerisinde değerlendirilmiştir. Kendi<br />

sistemsel yapıları içerisinde isyanların ciddi değişiklikleri öngördüğü açıktır.<br />

Öte yandan bölgelerde yaşananların süregiden rahatsızlıkların parçası olduğu<br />

<strong>ve</strong> bu ülkelerin uluslararası sistemin önemli bir parçası olmaları <strong>ve</strong> kendi iç<br />

dinamiklerinin bu denli bir halk hareketini mümkün kılamayacağı <strong>orta</strong>dadır.<br />

1.5. Sonu Belli Olmayan Devrim: Libya<br />

Devrimler içerisinde şiddetli <strong>ve</strong> sonu en belirsiz olanı Libya’da yaşananlardır.<br />

Libya’da yaşananları bu denli farklı kılan durum ise bu değişkenlikten değil;<br />

aksine uluslararası camianın Libya’da yaşananlarla ilgili takındığı tutumdan<br />

kaynaklanmaktadır. Özellikle 2000’lerle birlikte Afrika kıtasının üçüncü kez<br />

büyük güçlerce paylaşıldığı <strong>ve</strong> yeni sömürgeleştirme dönemine girildiği başta<br />

Fransa olmak üzere birçok devletin burada izlediği politikalardan anlaşılmaktadır.<br />

Öte yandan ülkenin petrol zengini olmasına karşın halkın ciddi bir sefalet<br />

içerisinde yaşıyor olması da halkı kaçınılmaz olarak isyana sürüklemiştir.<br />

Libya’da Tunus<strong>ve</strong> Mısır devrimlerinin ya da halk hareketlerinin etkisi yoğun<br />

bir biçimde kendisini göstermiştir. Tunus <strong>ve</strong> Mısır’dan farklı olarak, doğrudan<br />

devlet başkanına <strong>ve</strong> onun despotik rejimine yönelik isyanlardan ziyade,<br />

134


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

hükümete yönelik protestolar şeklinde başlayan Libya isyanları zaman içerisinde<br />

Kaddafi rejimine yönelmiştir. Halkın ilk etapta tepkisinin hükümete<br />

karşı olması sonucunda ise hükümet yanlıları <strong>ve</strong> protestocular arasında ciddi<br />

çatışmaların ülkede baş göstermesiyle, var olan kriz bir iç çatışmaya dönüşmüştür.<br />

Dolayısıyla Libya’da yaşananları bir devrimden ayırmak ilk etapta yapılması<br />

gereken doğru bir hamle olacaktır. Devamında ise Libya’da yaşananları iç<br />

savaş kis<strong>ve</strong>si altında ele almak <strong>ve</strong> ülkenin bölünmüşlüğü üzerinde durmak<br />

gerekmektedir. Bilhassa Mısır <strong>ve</strong> Tunus örneklerinden oldukça farklı olarak,<br />

Libya’da halkın büyük desteğini gören bir süreçten bahsetmenin mümkün olmadığı<br />

<strong>ve</strong> hatta ilk protestoların hükümeti dahi devirmeyi planlamadığı gözlenmiştir.<br />

Bu iç dinamikler içerisinde halkın protesto gösterileri aşırı şiddet ile<br />

karşılanmıştır.<br />

Libya’da yaşananlara devrim niteliğini kazandıranın ise kuşkusuz çatışmalar<br />

süresince kimi bölgelerin Kaddafi’nin kontrolünden çıkması <strong>ve</strong> özellikle de<br />

bazı ordu mensuplarının muhalif gruplara katılarak isyancılara destek <strong>ve</strong>rmesidir.<br />

Bunun yanı sıra Kaddafi’nin göstericilere uyguladığı şiddet ise benzerlerinden<br />

çok daha farklı bir biçimde gerçekleşmekte <strong>ve</strong> tüm dünya Libya’daki<br />

insanlık dışı gelişmeleri izlemiştir. Libya’yı yine benzerlerinden farklılaştıran<br />

ise bu şiddetin sonucu olarak devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında<br />

Libya’ya müdahale etmeleridir ki Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da gerçekleşen<br />

diğer hiçbir isyanda benzer bir uygulamaya şahit olunmamıştır.<br />

Libya için söylenecek her sözün söylendiği andan itibaren hükümsüz olabileceği<br />

bir durum söz konusu olmakla birlikte ancak farklılaşmanın nedenleri<br />

<strong>orta</strong>ya konabilir. Burada neden Libya’ya müdahalenin söz konusu olduğu<br />

sorulması gereken en önemli sorudur ki, bu sorunun cevabını da kuşkusuz<br />

Libya’nın sistemsel olarak arızi bir pozisyona sahip olmasından <strong>ve</strong> 11 Eylül<br />

sonrası dünyada El Kaide ile olan bağlantılarına ek olarak, yeni paylaşım için<br />

oldukça önemli bir alan olması gelmektedir. Fransa’nın klasik dış politikasının<br />

aksine oldukça hızlı bir biçimde konuya el atması <strong>ve</strong> yer yer ani çıkışlar<br />

yaparak süreci kendi lehine döndürme çabası bu sebeple oldukça anlaşılır bir<br />

hal almıştır.<br />

135


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Libya’da yalnız bir iç çatışmadan değil aynı zamanda da dış müdahalenin<br />

söz konusu olması da Bahreyn <strong>ve</strong> Suudi Arabistan örnekleri ile benzeşmekte,<br />

ancak Libya’nın küçük bir adadeğil büyük bir petrol yatağı olmasının da etkisiyle<br />

yaşananlar çok daha göz önünde <strong>ve</strong> kanlı bir şekilde gerçekleşmiştir.<br />

Tüm bunlara ek olarak Kaddafi’nin 1969 yılından beri iktidarda olması, bu<br />

iktidarın demokrasiden oldukça uzak <strong>ve</strong> baskıcı bir doğaya sahip olması <strong>ve</strong><br />

halkın yaşam standartlarının oldukça düşük olması hatta büyük bir yoksulluk<br />

içinde yaşaması nedeniyle protestoların fitiliateşlenmiştir. Tüm bunların sonucunda<br />

Kaddafi’nin muhalifler tarafından öldürülmesi ile Libya’da yeni bir<br />

dönem başlamıştır.<br />

Libya’nın geleceğinin bölgede emsal teşkil edebileceğini iddia etmek <strong>ve</strong> bu<br />

emsalde Birleşmiş Milletler <strong>ve</strong> NATO’nun başarılı olması durumunda tüm<br />

bölge ülkelerini benzer bir sorunun bekleyebilecek olmasını <strong>orta</strong>ya koymak<br />

yanlış olmayacaktır. Aksi bir durumda ise Arap baharı yerini despotik liderlerin<br />

baskıcı rejimlerine bırakacaktır.<br />

1.6. Olağanüstü Halin Sonu, Siyasi Özgürlüklerin Başlangıcı: Suriye<br />

Suriye’de yaşananlar için isyanların son dalgasını oluşturduğunu söylemek<br />

gerekir. Suriye’nin bu isyanlarda en son sırada yer almasının nedenlerinden<br />

biri olarak Beşşar Esed’inreform sözü <strong>ve</strong>rmiş olması yatmaktadır. Ancak halkın<br />

ilk tepkisinin de siyasi suçluların serbest bırakılması yönünde protestolara<br />

başlaması <strong>ve</strong> akabinde yine birçok tutuklanmanın yaşanması sonucunda Suriye,<br />

kaçınılmaz olarak bölgedeki isyanların bir parçası haline gelmiştir.<br />

Suriye’de yaşananların nedenlerine inilecek olunursa iktisadi bir yanının olduğu<br />

açıktır; ancak en büyük farkının kuşkusuz halkın protestolarının temalarını<br />

işsizlik, ekonomik krizler üzerinden değil, siyasi özgürlük, 1963’ten beri<br />

devam eden olağanüstü hal gibi siyasi kaygıların ürünü olduğunu belirtmek<br />

gerekir. Bu siyasi karakterin yeni olmaması, aksine 1940’lardan itibaren ülkenin<br />

iç dinamiklerini şekillendirebilen önemli bir <strong>ve</strong>ri olması ise bir diğer<br />

durumdur. Çok daha önemlisi bugünlerde yaşanana isyanların asıl kökenlerinin<br />

2000’de Şam Baharı olarak adlandırılan dönemde bulunduğunu <strong>ve</strong> entelektüellerin<br />

isyanların şekillenmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemek<br />

mümkündür. Genel görünüm itibariyle Suriye’deki isyanların devrim adını<br />

136


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

taşımasının çok daha muhtemel göründüğü <strong>orta</strong>dadır. Siyasi söylemlerin bu<br />

süreci şekillendiriyor olması, iktisadi <strong>ve</strong> siyasi kaygıların söz konusu olması<br />

isyanları salt işsizlik <strong>ve</strong> yoksulluk indirgemeciliğindenkurtarmaktadır.<br />

1.6.1 Türkiye’nin Suriye Politikası: Doğrular <strong>ve</strong> Yanlışlar<br />

Arap Baharı şablonuna pek uygunluk göstermeyen Suriye’deki kriz<br />

Türkiye’nin de başını ağrıtacak bir seyir izlemektedir. Mart 2011’de başlayan<br />

ayaklanma birçok analist <strong>ve</strong> politikacıya göre Esed’in gidişi ile nihayete<br />

erecek bir sürecin başlangıcı olarak görülürken bugün gelinen noktada Esed<br />

rejiminin zannedildiğinden daha fazla dayandığını göstermektedir. Diğer bir<br />

ifadeyle Suriye’deki kriz, başlangıcından bugüne çok önemli bir değişim göstermiş<br />

durumdadır. Bu hızlı değişim de birçok şeyin öngörülememesini <strong>ve</strong><br />

dolayısıyla etkin politikalar üretilememesini de beraberinde getirmiştir.Bu<br />

özellikle Türkiye örneğinde de ileri sürülebilecek bir argümandır. Zira Türkiye,<br />

kontrol edemediği çok sayıda değişkenin varlığı <strong>ve</strong> sürece dâhil olan aktörlerin<br />

birbirinden çok farklı önceliklere sahip olması gibi nedenlerle bugün<br />

Suriye kaynaklı önemli problemlerle uğraşmak durumunda kalmaktadır.<br />

1.6.2 Krizde Ana Merhaleler <strong>ve</strong> Türkiye’nin Siyasi Pozisyonu<br />

Türkiye’nin Suriye krizinde izlediği politikayı <strong>ve</strong> benimsediği tutumu bir bütün<br />

olarak ele almak çok doğru olmayabilir. Diğer bir deyişle, krizin başlangıcından<br />

bugüne Türkiye’nin Suriye politikasını tek bir kelime <strong>ve</strong>ya tek bir<br />

siyasi pozisyon ile ifade etmek bir şeylerin eksik kalmasına neden olabilir.<br />

Suriye’deki kriz Mart 2011’den bugüne çok önemli değişim göstermiştir. Bu<br />

değişim sürecinde birbirinden farklı safhalar gözlenmiş <strong>ve</strong> her safha aslında<br />

başka bir siyasi pozisyonun benimsenmesini de zorunlu kılmıştır. O nedenle<br />

krizdeki temel kırılmaları <strong>ve</strong> Türkiye’nin bu kırılmalar karşısında takındığı<br />

tutumun temel özelliklerini ele almak doğru bir siyasi analiz yapabilmek açısından<br />

önem taşımaktadır.<br />

Bilindiği gibi Suriye’deki kriz hemen hemen Tunus, Mısır <strong>ve</strong> Libya ile eş<br />

zamanlı olarak <strong>orta</strong>ya çıkmıştır. Dolayısıyla ilk hareketlenmeleri aslında Arap<br />

Baharı sürecinin yarattığı özgü<strong>ve</strong>n havasına bağlamak mümkündür. Suriye’de<br />

insanların dikta rejiminden memnun olmadıklarını söylemek malumu ilamdan<br />

137


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ibaret olur elbette; ancak bu memnuniyetsizliğin ifade edilmesi için öyle görünüyor<br />

ki Arap Baharı önemli bir fırsat <strong>ve</strong> teşvik vazifesi görmüştür. Suriye’de<br />

küçük bir çocuğun tutuklanması, işkenceye tabi tutularak öldürülmesi sonucunda<br />

lokal tepki <strong>ve</strong> protestolar ile başlayan süreç büyük ölçüde spontane bir<br />

seyir izlemiştir.<br />

Bu ilk gösterilerde protestocuların belirgin bir talebinin olduğunu söylemek<br />

zordur. Elbette ki temel haklar ile ilgili dile getirilmiş taleplerden söz etmek<br />

mümkündür; ancak sistematik bir talebin <strong>ve</strong> kendi içinde buna uygun tutarlı<br />

bir siyasi duruşun eksikliği göze çarpmıştır. Böylesine dağınık <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong>si<br />

belirsiz tepki <strong>ve</strong> talepler karşısında Esed rejimi bekleneceği üzere duyarlı<br />

davranmamış <strong>ve</strong> sert önlemler almayı tercih etmiştir. Bu sert tutum muhalifleri<br />

ironik bir şekilde daha da cesaretlendirmiştir. Suriye’de rejimin beklentisinin<br />

aksine gösteriler giderek yayılma eğilimi göstermiştir. Talepler de daha sistematik<br />

<strong>ve</strong> daha güçlü bir siyasi içerikle dile getirilmiştir. Artık doğrudan reform<br />

<strong>ve</strong> siyasi ifade özgürlüğü talep edilmektedir. Esed rejimi de bu taleplere şiddete<br />

başvurarak cevap <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Bu aşamada Türkiye’nin duruşu son derece ılımlı, ahlaki <strong>ve</strong> ilkelidir. Türkiye<br />

Esed rejiminin halkın taleplerine cevap <strong>ve</strong>rmesi gerektiğini ifade etmiş <strong>ve</strong> bu<br />

çerçe<strong>ve</strong>de normatif bir temelde hareket etmiştir. Bu dönemde Türk dış politikası<br />

ABD <strong>ve</strong> diğer Batı devletlerinin yaklaşımı ile de örtüşmektedir. Mısır<br />

<strong>ve</strong> Libya’dakinin aksine Suriye’deki halk hareketlenmelerinde daha kararlı<br />

<strong>ve</strong> erken bir tutum benimseyen Türkiye’nin bu dönemdeki dış politikasında<br />

belirgin bir tutarlılık <strong>ve</strong> ahlakilik göze çarpmaktadır.<br />

Ancak bilindiği gibi Esed rejimi Türkiye’nin <strong>ve</strong> diğer uluslararası aktörlerin<br />

çağrılarına olumlu cevap <strong>ve</strong>rmemiş <strong>ve</strong> hatta protestoculara yönelik şiddetin<br />

dozunu arttırmıştır. Fakat giderek artan şiddet de göstericileri sindirememiştir.<br />

Suriye’deki sıradan halk kitlelerinin tamamen şiddetsiz <strong>ve</strong> barışçıl gösterilerine<br />

karşı Esed rejimi, orantısız <strong>ve</strong> asla tasvip edilemeyecek bir şiddet uygulamıştır.<br />

Bu tavra karşılık Türkiye’nin tepkisi son derece ahlakidir. Bu aşamada<br />

Türkiye’nin bu tavrını Suriye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirmek<br />

doğru değildir. Yine hükümetin Esed rejimi ile yakın ilişkiler kurmasını gündeme<br />

getirerek bir tutarsızlık iması yapmak yerinde değildir zira Türkiye bu<br />

138


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

dönemde Suriye ile yakınlaşırken <strong>orta</strong>da ne gösteriler vardır <strong>ve</strong> ne de bu gösterilere<br />

karşı aşırı şiddet kullanımı söz konusu olmamıştır.<br />

İlerleyen zamanlarda Türkiye, tutumunu biraz daha belirginleştirmiş <strong>ve</strong> Esed<br />

yönetimine reform yapması çağrısı yapmıştır. Dikkat edilirse ilk aşamada<br />

Türkiye’nin politikasında Esed’in gitmesi hedef olarak belirlenmemiştir. Türkiye<br />

Esed’in görevi bırakmasını değil reform yapmasını istemiştir. Türkiye,<br />

Esed rejimi ile bu çerçe<strong>ve</strong>de son derece detaylı <strong>ve</strong> kapsamlı görüşmeler yapmıştır.<br />

Bütün bu görüşmelerde Türkiye’nin üzerinde durduğu en önemli nokta<br />

halkın taleplerine cevap <strong>ve</strong>recek şekilde bir reform sürecinin başlatılması yönünde<br />

olmuştur. Dolayısıyla bu safhada da Türkiye’nin Suriye politikası hem<br />

tutarlı <strong>ve</strong> hem de ahlakidir.<br />

Esed rejimi Türkiye’nin telkin <strong>ve</strong> çağrılarına cevap <strong>ve</strong>rmemiş <strong>ve</strong> artık yavaş<br />

yavaş belirmeye başlayan muhaliflere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir.<br />

Bu sert tedbirlere rağmen Türkiye ısrarla Esed’den değişim <strong>ve</strong> reform beklemeye<br />

devam etmiştir. Hatta bu konuda toleranslı <strong>ve</strong> fazlaca iyi niyetli davrandığını<br />

söylemek mümkündür. Mesela ABD Esed’in reform niyeti <strong>ve</strong> kabiliyeti<br />

olmadığı sonucuna varmış <strong>ve</strong> Esed’in gitmesi gerektiğini ifade etmeye<br />

başlamıştır. Fakat Türkiye bu noktaya ABD’den sonra gelmiştir. Ne zaman<br />

ki Esed’in reform yapmayacağı <strong>ve</strong> şiddete son <strong>ve</strong>rmeyeceği kesin bir şekilde<br />

<strong>orta</strong>ya çıkmıştır, Türkiye o noktadan itibaren artık Esed rejiminin değişmesi<br />

gerektiğini ifade etmiştir.<br />

Bu kanaat aslında sübjektif bir temele oturmamaktadır.Gerek bağımsız insan<br />

hakları örgütleri <strong>ve</strong> gerekse de BM İnsan Hakları Konseyi’nin raporları Esed<br />

rejiminin Suriye’de kitlesel düzeyde insan hakları ihlallerinde bulunduğunu<br />

<strong>ve</strong> insanlığa karşı suçlar işlediğini <strong>orta</strong>ya koymuştur. Yani <strong>orta</strong>da belgelenmiş<br />

<strong>ve</strong> teyit edilmiş sistematik bir zulüm vardır <strong>ve</strong> Esed rejiminin de bundan<br />

vazgeçmeye niyeti yoktur. Buna Türkiye’nin <strong>ve</strong>rdiği cevap yine tutarlı <strong>ve</strong> ilkelidir.<br />

Aslına bakılırsa Türkiye’nin bundan sonraki adımları da akılcıdır. Zira<br />

Esed’in gitmesini talep etmek bir alternatifinin de varlığını gerektirmektedir.<br />

Türkiye Esed’e alternatif olabilecek bir muhalefetin <strong>orta</strong>ya çıkması için de<br />

çaba göstermiştir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de muhalifleri birleştirmeye çalışmış <strong>ve</strong> Esed<br />

rejimine karşı uluslararası bir cephe oluşturmaya çalışmıştır.<br />

139


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Suriye’de muhaliflerin silahlı bir güç oluşturması <strong>ve</strong> bu silahlı gücün ülkede bazı<br />

yerleri kontrol altına alması ile birlikte ülkedeki kriz iç savaşa doğru gitmiştir.<br />

Bu aslında siyasi bir tutum belirlenmesi açısından önemli kırılma noktasıdır.<br />

İç savaşta artık denk <strong>ve</strong> eşit olmasa da aynı kategoride değerlendirilecek iki<br />

ayrı güç vardır. Bu da ülkede yepyeni bir durum <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Bu yeni<br />

durumda iki taraf da artık belirli yükümlülükler ile sınırlıdır.<br />

1.6.3 Türkiye Nerede Hata Yaptı?<br />

Bu noktada Türkiye açısından durumu zorlaştıran iki önemli gerekçeden söz<br />

etmek mümkündür. Birincisi, muhalif grupların şiddete artan bir biçimde <strong>ve</strong><br />

terör nitelemesini haklı kılacak düzeyde başvurmaları. Esed rejiminin sert uygulamalarına<br />

başlangıçta masumane bir karşılık olarak gösterilen bu tepkiler<br />

bugün artık ahlaki bir perspektifte karşılanmamaktadır. Muhalifler tarafından<br />

infaz edilen hükümet yanlısı milislerin görüntüleri, yine muhalif grupların<br />

yargısız infazları, mezhep kaygılarının <strong>ve</strong> önceliklerinin şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde<br />

devreye girmesi normatif bir desteğin altını oyan <strong>ve</strong> bunu artık sürdürülemez<br />

hale getiren etkenlerin başında gelmektedir. Böylesi bir <strong>orta</strong>mda Türkiye gerek<br />

iç politikada gerekse de uluslararası arenada muhaliflerden yana net bir<br />

tutum benimsemek konusunda giderek daha fazla zorluk yaşamaktadır. Muhalif<br />

grupların işlediği suçların görüntülerinin servis edilmesi <strong>ve</strong> Türkiye’nin<br />

pozisyonunu zora sokmaktadır. Hele de süregiden çatışmanın mezhepsel <strong>ve</strong><br />

etnik bir boyutunun da olduğunun daha fazla kabul görmesi, meseleye bu açıdan<br />

yaklaşmamaya büyük özen gösteren Türkiye için bir başka önemli handikap<br />

olarak görülmektedir.<br />

İkinci önemli problem ise Suriye’deki durumun tam bir iç savaş halini almış<br />

olmasıdır. Süregiden bir çatışmayı iç savaş olarak isimlendirmek bir siyasi<br />

tercih gibi görünebilir. Ancak asıl önemli olan hukuki anlamda bir çatışmanın<br />

bu tanıma uygun olup olmadığının tespit edilebilmesidir. Elbette bu tespiti<br />

yapacak merkezi bir kurum <strong>ve</strong>ya merci bulunmamaktadır. BM <strong>ve</strong> Uluslararası<br />

Kızılhaç Komitesi, Suriye’deki çatışmanın iç savaş tanımına uyduğunu<br />

kabul etmektedir. Bu da artık ülkede “uluslararası nitelikte olmayan silahlı<br />

bir çatışma”nın devam ettiğini <strong>ve</strong> bu çatışmaya silahlı çatışmalar hukuku kurallarının<br />

tatbik edilebileceği anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle artık<br />

140


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

uluslararası silahlı çatışmalar hukukunun söz konusu çatışmada tanıdığı iki<br />

muharip tarafın olduğu söylenebilir. Bundan dolayı Esed rejimi <strong>ve</strong> muhalifler<br />

savaş hukuku kurallarına uymakla yükümlü bulunmaktadır.<br />

1.6.4 Sonuç: Ne Yapmalı?<br />

Ancak tabi ki bu Türkiye’nin bugünden yarına mutlaka Suriye politikasını<br />

değiştirmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Bugün için artık Türkiye’nin,<br />

kendisini önemli ölçüde bağlayan deklare edilmiş-aslında doğru-bir Suriye<br />

politikası bulunmaktadır. Bu politika çerçe<strong>ve</strong>sinde uzunca bir süredir Türkiye<br />

Esed’in artık gitmesi gerektiğini ifade etmekte <strong>ve</strong> Esed rejimini muhatap görmemekte<br />

ısrar etmektedir. Ancak bu çizgi <strong>ve</strong> tutumunda önemli değişikliklere<br />

gitmeden yukarıda bahsi geçen kaygıları Türkiye dikkate almak <strong>ve</strong> söylem <strong>ve</strong><br />

eylemlerini buna göre yeniden biçimlendirmek durumundadır. Aksi takdirde<br />

önemli sayılabilecek bir meşruiyet <strong>ve</strong> etik kriz ile karşı karşıya kalması ihtimal<br />

dâhilinde olarak görülmektedir.<br />

Yarının Suriye’si kurulurken başta Türkiye olmak üzere uluslararası sistemin<br />

diğer aktörleri de bu noktaları mutlaka dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde<br />

yeni Suriye uluslararası sistemin istikrarlı bir üyesi olmaktan uzak bir<br />

görüntü sergileyebilir. Esed’in meşruiyetinin artık tartışmasız bir biçimde <strong>orta</strong>dan<br />

kalktığının en önemli gerekçesi sivil halka karşı işlediği suçlar olduğu<br />

dikkate alındığında aynı gerekçe ile uluslararası toplumun muhatabı konumunda<br />

olan muhaliflerin de meşruiyet krizine girmelerinin önüne geçilmelidir.<br />

Bu noktada da hiç şüphesiz en büyük sorumluluk Türkiye’ye düşmektedir.<br />

Artık sadece Esed’in zalim <strong>ve</strong> diktatör olduğu söyleminden daha öte bir tutum<br />

belirlenmeli <strong>ve</strong> bu tutum çerçe<strong>ve</strong>sinde muhalif grupların sahici bir alternatif<br />

olabileceği gösterilmelidir.<br />

Türkiye açısından bakıldığında önemli olan Suriye’nin bölünüp bölünmemesi<br />

değildir. Elbette ki bu bir ihtimaldir <strong>ve</strong> Türkiye için hiç de tercih edilir nitelikte<br />

değildir. Ancak Suriye’nin bölünmesi istisna, bütün kalması ise kuraldır.<br />

Dolayısıyla ABD başta olmak üzere bütün önemli aktörlerin tercihi Suriye’nin<br />

toprak bütünlüğünden yana olacaktır. Ancak meşruiyet <strong>ve</strong> temsil gücüne sahip<br />

alternatif bir iktidarın Esed rejiminin yerini alması fiilen Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliği<br />

<strong>ve</strong> bölgedeki etkinliği açısından büyük önem arz etmektedir. Meşruiyeti tar-<br />

141


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tışmalı <strong>ve</strong> belli bir mezhep <strong>ve</strong>ya etnik gruba dayalı bir iktidar, Suriye’de güç<br />

boşluklarının oluşmasına izin <strong>ve</strong>rebilir <strong>ve</strong> bu da fiilen Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğini<br />

tehlikeye atacak gelişmelere yol açabilir.<br />

Öte taraftan daha geniş bir perspektiften, meşruiyet krizi ile boğuşan bir<br />

hükümet yönetiminde Suriye Türkiye’nin barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik sorunlarından<br />

arındırılmış Orta Doğu vizyonuna gölge düşürebilecektir. Kim ne derse desin<br />

artık Suriye’nin geleceği büyük ölçüde Türkiye’nin sorumluluğundadır <strong>ve</strong> buradaki<br />

başarı <strong>ve</strong>ya başarısızlık Türkiye’ye atfedilecektir. Türkiye’nin bölgeye<br />

vaat ettikleri ile Suriye’nin gelecekte alacağı görüntü arasında çok yakın bir<br />

ilişki bulunmaktadır. Bu doğrudan doğruya Türkiye’nin Suriye’deki soruna<br />

bu denli angaje olması ile ilgilidir. Bunun yanlışlığı <strong>ve</strong>ya doğruluğundan ziyade<br />

bu tercih ile bağlantılı olarak ne yapılması gerektiği önemlidir. Diğer bir<br />

ifadeyle artık Türkiye sadece <strong>ve</strong> sadece Esed rejiminin devrilmesine odaklı<br />

kalamaz; sahici <strong>ve</strong> etkili bir alternatifin gerçekten de var olduğunu göstermek<br />

zorundadır.<br />

Belki bundan daha önemlisi <strong>orta</strong>ya çıkacak alternatifleri gerek amaçları gerekse<br />

de yöntemleri açısından çok sağlam bir meşruiyet zeminine oturmak<br />

zorundadır. Türkiye tüm bunları sağlamak adına siyasetini yeniden tanzim<br />

etmelidir. Yani Esed’e muhalif gruplar hem yürüttükleri savaşı hukuka <strong>ve</strong><br />

ahlaka uygun olarak yürütmeliler <strong>ve</strong> hem de evrensel standartlara uygun bir<br />

yönetimin sözünü <strong>ve</strong>rebilmelidirler. Bunu yapamıyorlar ise Türkiye <strong>ve</strong> diğer<br />

önemli aktörler bunu sağlamak durumundadır.<br />

1.7. Genel Görünüm<br />

Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da yaşananlar pek çok isimle anılsa da henüz kesin<br />

<strong>ve</strong> net bir durumdan söz etmenin mümkün olmadığı <strong>orta</strong>dadır. İsyanların<br />

yaşandığı ülkelerdeki iktisadi krizlerin ağırlıklı bir role sahip olduğunu belirtmek<br />

ise bu ülkelerin geleceği adına oldukça önemlidir. Klasik ama bir o kadar<br />

da geçerli olan bir söylem olarak; buralarda sürdürülebilir kalkınma gerçekleştirilemediği<br />

sürece gerçek anlamda bir demokratikleşmenin gerçekleştirilemeyeceği<br />

açıktır. Bu tutum her ne kadar pejoratif bir yaklaşımı da içerse de,<br />

gerçekleşen isyanlarda öncül ihtiyaçların tespit edilmesi oldukça gereklidir.<br />

Takriben yapılması gereken ise, bölge halklarını eş zamanlı bir biçimde aynı<br />

142


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

yöne kanalize eden etmenleri <strong>orta</strong>ya çıkarmak gerekir. Burada en önemli faktörün<br />

sistemsel müdahalelerin olduğunu vurgulamak gerekir. İç <strong>ve</strong> dış dinamiklerin<br />

bu derece birbirini tetiklediği bir <strong>orta</strong>mda da söz konusu gelişmelerin<br />

olması kaçınılmazdır. Ancak tarihsel deneyimin de gösterdiği üzere, Kadife<br />

Devrimlerinin yaşandığı ülkelerde ilk heyecanlarla demokratikleşme yönünde<br />

önemli adımlar atılmış olsa da, bugün o ülkelerde zamanında karşı çıktıkları<br />

rejimlere yakın durma çabasının ağır bastığı gözlenmektedir. Benzer bir durumun<br />

Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu devletleri için de geçerli olup olamayacağını<br />

zaman gösterecektir. Ancak bu süre zarfında bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin<br />

izleyecekleri politikalar şüphesiz bölgenin kaderini de değiştirecektir<br />

<strong>ve</strong> ancak o zaman bölgede yaşananların devrim mi yoksa isyan mı olduğuna<br />

karar <strong>ve</strong>rilebilecektir.<br />

2. Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye: Yumuşak Güç <strong>ve</strong> Modellik Tartışmaları<br />

Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesi ile başlayan <strong>ve</strong> diktatörlerin de halk tarafından<br />

devrilebileceği şeklinde Orta Doğu <strong>ve</strong> Afrika’da oluşmaya başlayan<br />

algı, hızla bölgeye yayılmış <strong>ve</strong> Mısır’ı uzun yıllar otoriter bir şekilde yöneten<br />

Hüsnü Mübarek’in de devrilmesine yol açmıştır. Devrimin Mısır’da başarılı<br />

olması ise bu defa Orta Doğu’daki otoriter yönetimlerin Mısır’da meydana<br />

gelen olayların kendilerinde de olabileceği şeklinde bir algının oluşmasına yol<br />

açmıştır. Böylelikle bölgede ne zaman, nasıl <strong>ve</strong> ne şekilde biteceği henüz belirsiz<br />

olan devrimler silsilesinin başlamıştır. Uzun yıllar demokratik yönetimden,<br />

katılımcı anlayıştan <strong>ve</strong> eşit yaşam koşullarından uzak bir şekilde otoriter<br />

<strong>ve</strong> baskıcı yönetim düzeni ile yönetilen Arap toplumları, soğuk savaş sonrasında<br />

başlayan Doğu Avrupa, Kafkasya <strong>ve</strong> Orta Asya’da <strong>orta</strong>ya çıkan demokrasi<br />

yönünde oluşan devrimler zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.<br />

Bu açıdan bakıldığında Libya’da başlayan <strong>ve</strong> bir iç savaşa dönüşen devrim<br />

dalgasının bu ülkede de ciddi değişiklikleri meydana getirmiş <strong>ve</strong> buradan<br />

kazandığı ivme ile diğer otoriter Orta Doğu ülkelerini de etkilemiştir. Orta<br />

Doğu’da devrimlerin başlaması ile birlikte son yıllarda bu bölgede aktif bir<br />

şekilde yer almaya başlayan Türkiye’nin de olaylarla yakından ilgilendiği <strong>ve</strong><br />

belirli bir tutum sergilemeye çalıştığı görülmektedir. Bu bölgeye ilişkin tutumunu<br />

sıfır sorun yaklaşımı ile temellendiren <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de bölge ülkeleri ile<br />

143


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ekonomik ilişkileri geliştirerek istikrarlı bir havza oluşturmayı amaç edinen<br />

Ankara, son yaşanan gelişmeler neticesinde bu temelde bir dış politika yürütmekte<br />

zorlanmış <strong>ve</strong> Orta Doğu bölgesinde otoriter yönetimlere dayalı bir<br />

istikrar <strong>orta</strong>mının kurulmasının sınırlarını görmüştür.<br />

Türkiye, uzun yıllar izlemeye çalıştığı <strong>ve</strong> genellikle yumuşak güç anlayışına<br />

dayalı olan dış politikası sayesinde Arap kamuoyunda yükselen imajı <strong>ve</strong> artan<br />

popülaritesi nedeniyle devrimlerde Arap kamuoyu ile birlikte hareket etme<br />

şeklinde bir baskı hissetmiştir. Ekonomik, siyasi <strong>ve</strong> kültürel işbirliğini geliştirmeye<br />

çalıştığı Arap diktatörlerinin yanında durma <strong>ve</strong> Türkiye’yi demokratik,<br />

laik <strong>ve</strong> aynı zamanda Müslüman özelliklere sahip olduğu için model<br />

olarak kabul eden Arap kamuoyunu <strong>ve</strong> devrimleri destekleme arasında kalan<br />

Türkiye’nin devrimler sırasında yoğun ikilem yaşadığı söylenebilir. Bu kısımda<br />

Türkiye’nin devrimler sürecinde neden bir model ya da cazibe merkezi<br />

olarak <strong>orta</strong>ya çıktığı ya da çıkarılmaya çalışıldığı tartışılarak bölgede artan<br />

Türkiye etkisi <strong>ve</strong> bunun bir yumuşak güç anlamına gelip gelemeyebileceği<br />

tartışılacaktır.<br />

2.1. Modellik Tartışmaları: Ucu Açık Bir Tartışma<br />

Her ne kadar Türkiye’nin bölgeye model olabileceği ile ilgili tartışmaların<br />

tarihsel bir geçmişi olduğu bilinse de AKP’nin iktidara gelmesi <strong>ve</strong> son yaşanan<br />

devrimlerde İslamcı hareketlerin etkisi nedeni ile bu tartışmaların yoğunlaştığını<br />

görmekteyiz. Kurtuluş savaşı sürecinde gösterilen başarıların <strong>ve</strong><br />

sonrasında 1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet’in gösterdiği deneyimler <strong>ve</strong><br />

Türkiye tarafından yapılan reformların Afganistan, İran <strong>ve</strong> Mısır gibi bölge ülkelerinde<br />

ilham kaynağı olduğu söylenebilse de, Türkiye’nin Batı menşeli dış<br />

politikayı benimsemesi <strong>ve</strong> Orta Doğu bölgesi ile ilişkilere ideoloji <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik<br />

eksenli yaklaşması neticesinde Ankara bu bölgeye mesafeli yaklaşmıştır. Bu<br />

durum 1960’lı yıllarda değişmeye başlamış <strong>ve</strong> Özal’ın iktidara gelmesi ile<br />

birlikte Arap <strong>ve</strong> Türk toplumu arasındaki ilişkiler yoğunlaşmıştır. 1990’larda<br />

Türkiye’nin tekrar gü<strong>ve</strong>nlik endişelerini önceleyen bir tavrı dış politikasında<br />

benimsemesi ilişkilerdeki ivmenin kaybolmasına yol açsa da Dışişleri<br />

Bakanı İsmail Cem döneminde başlayan komşularla yakınlaşma politikası<br />

<strong>ve</strong> AKP’nin iktidara geldiğinde bu politikayı devam ettirmesi ilişkileri ge-<br />

144


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

liştirmiştir. Ayrıca AKP yönetiminin bu bölgeye ilişkin yaklaşımında kültürel<br />

<strong>ve</strong> tarihi faktörleri ön plana çıkarması, Türkiye <strong>ve</strong> Orta Doğu arasındaki<br />

ilişkilerin hızla gelişmesini Türkiye’nin bölgede imajının hızla artmasını <strong>ve</strong><br />

Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Arap kamuoyunda dikkatlice takip edilmesini<br />

sağlamıştır.<br />

2002 yılında tek başına iktidara gelen <strong>ve</strong> iktidarda kaldığı sürece farklı bir dış<br />

politika söylemi <strong>ve</strong> uygulaması benimseyen AKP yönetimi Orta Doğu bölgesinde<br />

özellikle Arap kamuoyu tarafından olumlu görüldüğü söylenebilir. “İslamcı”<br />

geçmişi olduğu düşünülen bir partinin özellikle 2000’li yılların başında<br />

AB sürecini hızlandırarak Türkiye’yi AB’ye aday ülke haline getirmesi, katı<br />

laiklik anlayışı terk ederek askerin siyaset üzerindeki etkisini sınırlaması <strong>ve</strong><br />

bu partinin laiklik <strong>ve</strong> demokratiklik gibi evrensel değerleri içselleştirdiğinin<br />

düşünülmesi Arap kamuoyunda AKP iktidarına önem <strong>ve</strong>rilmesini sağlamıştır.<br />

Ayrıca Orta Doğu’ya ilişkin gösterdiği yaklaşımda zaman zaman bölgedeki<br />

otoriter yönetimleri demokratik açılımlar yapması yönünde uyaran <strong>ve</strong> bölgede<br />

demokratik deneyimlerin dışarıdan zorla değil halkın kendisi tarafından başlatılması<br />

gerektiğini çoğu zaman ifade eden Türkiye, bölge ülkelerinde aydınlar,<br />

bazı İslamcı guruplar, akademisyenler <strong>ve</strong> siyasi guruplarca bir ilham kaynağı<br />

olarak görülmeye başlanmıştır.<br />

Özellikle devrimlerden sonra gündeme gelmeye başlayan modellik<br />

tartışmalarının ilk boyutunda Türkiye’den ziyade AKP örneğinin yoğun bir<br />

şekilde konuşulduğunu görmekteyiz. AKP’nin geçmişte “İslamcı” bir parti<br />

olduğuna dikkat çeken bazı kesimler bu siyasi partinin zamanla değişerek laiklik,<br />

demokrasi <strong>ve</strong> insan hakları gibi öğeleri içselleştirdiğini iddia etmektedir.<br />

Bu kesimler devrimlerin sonucunda yapılacak demokratik reformlar ile fırsat<br />

<strong>ve</strong>rilmesi halinde benzer bir deneyimin İslamcı Hareketler olarak görülen<br />

<strong>ve</strong> yıllardırotoriter yönetimlerin bölgede demokratik adımları atmamasında<br />

önemli bir dayanak olarak gördüğü <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de İslami radikalizmden endişe<br />

eden Batılı devletlerinde desteğini aldığı Müslüman Kardeşler <strong>ve</strong> Hamas<br />

oluşumlarda da görülebileceğini iddia etmektedir. Bu tarz bir yaklaşımın Batı<br />

<strong>ve</strong> özellikle ABD’deki çoğu kesim tarafından desteklendiği <strong>ve</strong> bu kesimin<br />

AKP deneyimini bölgedeki İslamcı hareketlerin demokratik bir çizgide kalabilmesi<br />

için önemli gördüğü söylenebilir.<br />

145


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Bölgedeki İslamcı hareketlerin de AKP örneği ile ilgili bazı olumlu görüşleri<br />

olduğu söylenebilir. “İslamcı” bir geçmişi olduğu düşünülen AKP örneğinin<br />

bu kesimler tarafından İslamcıların da iktidarda kalabileceği <strong>ve</strong> sistem içinde<br />

dönüşebileceği şeklindeki tezlerine dayanak olarak kullandığı söylenebilir.<br />

Tunus devriminden sonra İslamcı muhalif lider Raşid Gannuşi’nin model<br />

olarak “Türkiye’de AKP’nin benimsediği modeli” benimseyeceklerini ifade<br />

etmesinin ardında bir meşruiyet <strong>ve</strong> uluslararası kamuoyunun desteğini alma<br />

kaygısı olduğu söylenebilir. Aynı şekilde Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin<br />

devrim sürecinde “İslam tek çözümdür” şeklindeki ideolojik söylemleri bir<br />

tarafa bırakarak demokrasi <strong>ve</strong> insan haklarına yönelik bir tutum benimsemesi<br />

AKP örneğinin bu harekette belli oranda etkili olduğunun bir kanıtıdır.<br />

AKP deneyiminin bölgede etkili olması ile ilgili Türkiye kamuoyunda da bir<br />

tartışma başladığını görmekteyiz. Her ne kadar Başbakan <strong>ve</strong> Cumhurbaşkanı<br />

gibi üst düzey yetkililer Türkiye’nin bölgeye model olma gibi bir amacının<br />

olmadığını ifade etseler de Türkiye’nin deneyimi <strong>ve</strong> başarıları ile bölgedeki<br />

hareketlere yardımcı olabileceği <strong>ve</strong> bölgedeki demokratik gelişmelerde<br />

destek olabileceğini belirtmektedirler. Başbakan Erdoğan, bölgedeki siyasi<br />

hareketlerin Türkiye örneğinden ilham aldığını <strong>ve</strong> kendi partilerine bu siyasi<br />

deneyimi anlamak amacı ile çeşitli başvuruların olduğunu ifade etmiştir.<br />

Diğer taraftan Türkiye’de bazı kesimler Türkiye’nin “Ilımlı İslam” modeli<br />

olarak bölgeye sunulmasını Türkiye’yi İslami bir devlete dönüştürebileceğini<br />

<strong>ve</strong> bu durumun Türkiye’nin laik karakteri ile zıt olduğunu belirterek bu tartışmalara<br />

karşı çıkmışlardır. Diğer taraftan bazı kesimler AKP’nin bölgeye çeşitli<br />

nedenlerden dolayı model olamayacağını ifade etmektedirler. Bu kesimler,<br />

zaman zaman kesintiye uğrasa <strong>ve</strong> eksik yanları olsa da Orta Doğu’da Türkiye’deki<br />

gibi laik <strong>ve</strong> demokratik mekanizmaların olmadığını belirtmekte <strong>ve</strong><br />

AKP’yi <strong>orta</strong>ya çıkaran temel gelişmelerin Türkiye’nin demokratik sisteminden<br />

kaynaklandığını vurgulamaktadırlar. Bu nedenlerle Orta Doğu’da kendilerini<br />

ifade etme konusunda sıkıntılarla karşılaşan İslamcı hareketlerin daha<br />

da radikalleştiğini <strong>ve</strong> daha fazla ideolojik söylemlere doğru kaydıklarını ifade<br />

etmektedirler. Ayrıca bazı kesimler AKP’yi İslam’a herhangi bir referansta<br />

bulunmadığı için “İslamcı” bir parti olarak görmemekte <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de modellik<br />

tartışmalarını da yararsız olarak değerlendirmektedirler.<br />

146


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Türkiye ile ilgili model tartışmalarında öne çıkan ikinci tartışma noktası ise<br />

geçmişte ordunun Türkiye’de üstlendiği rol <strong>ve</strong> bu örneğin Orta Doğu bölgesinde<br />

gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ile ilgili olmaktadır. Bu modeli savunan<br />

kesimlerin temel amacı Orta Doğu’da Mısır gibi Batı’nın müttefiki olan ülkelerde<br />

meydana gelen devrimler sonucu, İran örneğinde olduğu gibi Batı’nın<br />

çıkarlarına tehdit oluşturabilecek İslamcı iktidarların işbaşına gelmesine engel<br />

olmaktır. Geçmişte Türkiye’de ordunun “demokrasi <strong>ve</strong> laikliği” korumak<br />

amacı ile zaman zaman yönetime müdahale ettiğini <strong>ve</strong> belli bir süre sonra demokrasinin<br />

işlemesi için yönetimi sivillere bıraktığını belirten bu kesim aynı<br />

deneyimin devrimler sonrasında Orta Doğu ülkelerinde de uygulanabileceğini<br />

belirtmektedir. Böylelikle Orta Doğu’da meydana gelen devrimler sonrasında<br />

demokrasiye geçişin Batı yanlısı orduların kontrolünde olması gerektiği düşünülerek<br />

bölgedeki Batı çıkarlarının 1979’da İran’da İslamcı iktidarın işbaşına<br />

gelmesi ile olduğu gibi tekrar tehlikeye düşmesi engellenmek istenmektedir.<br />

Bu şekilde bir politikanın Mısır’da uygulamaya konulduğu söylenebilir. Hüsnü<br />

Mübarek’in devrilmesinin ardından Mısır sisteminde en güçlü aktör olarak<br />

<strong>orta</strong>ya çıkan <strong>ve</strong> Batı yanlısı olduğu düşünülen ordu, Tantavi’nin liderlik<br />

yaptığı Yüksek Askeri Konsey ile demokrasiye geçiş için gerekli reformların<br />

<strong>ve</strong> uygun <strong>orta</strong>mın oluşması görevini üstlenmiştir. Bu şekilde bir deneyimin<br />

demokrasi, özgürlük <strong>ve</strong> eşitlik isteyen Arap halklarını ne kadar memnun edebileceği<br />

şu an itibari ile belirsizken, Pakistan’ın geçmişte Türkiye’nin bu deneyiminden<br />

esinlenerek geliştirdiği ordu kontrolünde bir yönetim anlayışının<br />

sakıncaları <strong>ve</strong> eksiklikleri <strong>orta</strong>dadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bu şekilde bir<br />

modelle bölgede dile getirilmesi Ankara’nın son dönemde Arap Kamuoyunda<br />

artan popülaritesine <strong>ve</strong> geliştirmeye çalıştığı yumuşak gücüne zarar <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Her şeyden önce bu şekilde bir deneyimin Türkiye’nin kendi demokratik gelişimine<br />

faydalı olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Türkiye’de neredeyse<br />

her on yılda bir ordunun demokratik <strong>ve</strong> laik düzeni yeniden tesis etmek<br />

amacı ile eksiklikleri olsa da işleyen bir demokratik sisteme müdahale ettiği<br />

bilinmektedir. Her ne kadar ordu belli bir süre sonra kışlasına geri dönmekteyse<br />

de, bu süreçlerden sonra Türkiye’nin iç <strong>ve</strong> dış politikasında devam eden<br />

etkisi nedeni ile Türkiye hiçbir zaman tam anlamı ile demokratik, insan hak-<br />

147


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

larına saygılı <strong>ve</strong> laik bir ülke niteliğe kavuşamayarak Kürt sorunu gibi kronik<br />

sorunlarında ilerleme kaydedememiş <strong>ve</strong> bu durum entegre olmaya çalıştığı<br />

Avrupa Birliği ülkeleri ilişkilerine olumsuz bir şekilde yansımıştır. 2000’li<br />

yıllarla birlikte ordunun iç <strong>ve</strong> dış politikada etkisinin azalması ile Türkiye’nin<br />

demokratik gelişme anlamında önemli adımlar atması <strong>ve</strong> 2004 yılındaki Brüksel<br />

Zir<strong>ve</strong>sinde AB ile müzakerelere 2005 tarihinde başlamaya hak kazanması<br />

bu durumun bir kanıtıdır.<br />

Modellik konuları ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı üçüncü bir konu ise<br />

Türkiye’nin Batılı, demokratik <strong>ve</strong> aynı zamanda Müslüman bir ülke olarak<br />

Orta Doğu bölgesinde batı çıkarlarına tehdit oluşturan Şii İran modelinin<br />

nüfuzunun yayılmasına engel olabileceği ile ilgilidir. 1979’daki devrimden<br />

sonra İran’da “İslamcı” bir iktidarın işbaşına gelmesi <strong>ve</strong> bu iktidarın ABD’yi<br />

“büyük şeytan” İsrail’i ise bölgeden silinmesi gereken bir devlet olarak değerlendirmesi,<br />

Batılıları bölgede petrol <strong>ve</strong> İsrail’in varlığına dayalı olan temel<br />

çıkarları ile ilgili endişelendirmiştir. Nükleer enerji çalışmalarını sürdüren <strong>ve</strong><br />

devrimin ilk yıllarında bölgedeki Şii nüfusu destekleme politikası <strong>ve</strong> rejim ihracı<br />

anlayışı geliştiren bu ülke yoğun Şii nüfusa sahip Orta Doğu ülkelerini de<br />

telaşa sürüklemiştir. Orta Doğu ülkelerinde İran’ın bölgede <strong>ve</strong> özellikle Basra<br />

Körfezinde “Şii Hilali”ni inşa edeceği algısı yoğun bir şekilde var olmaktadır.<br />

Bu nedenlerle bölge ülkeleri <strong>ve</strong> Batı, Türkiye’nin özellikle “İslamcı” geçmişi<br />

olduğu düşünülen AKP’nin iktidara gelmesi ile bölgede İran’ı dengeleyebilecek<br />

<strong>ve</strong> nüfuzunu kırabilecek bir güç oluştuğunu düşünmüştür. Böylelikle, 1990’lı<br />

yıllarda da Kafkasya <strong>ve</strong> Orta Asya’da rekabet eden Türkiye <strong>ve</strong> İran modellerinin<br />

bu defa Orta Doğu’da rekabet edecekleri düşünülmüştür. Fakat Türkiye<br />

geliştirdiği sıfır sorun politikası ile İran ile de ekonomik <strong>ve</strong> siyasi ilişkilerini<br />

geliştirmiş <strong>ve</strong> bu ülkenin izole olmasına karşı çıkarak uluslararası topluma entegre<br />

olması gerektiğini savunmuştur. Nükleer çalışmaları dolayısı ile Batı’nın<br />

İran’a askeri müdahale düzenlemesi isteğine karşı çıkan Türkiye bölgesinde<br />

2003 yılında Irak’ın işgal edilmesi ile oluşan istikrarsızlık <strong>ve</strong> kaos örneğinin<br />

tekrar yaşanmasını istememiştir.<br />

Her ne kadar Türkiye 1990’lı yıllardaki gibi İran ile bölgesel bir rekabete<br />

girmek istememişse de geliştirdiği söylem <strong>ve</strong> izlediği yumuşak güç strate-<br />

148


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

jisi ile Ankara, İran’ı bölgede dengeleyen <strong>ve</strong> nüfuzunun yayılmasına engel<br />

olan bir konumda olmuştur. 13 Ekim 2010 tarihinde İran Cumhurbaşkanı<br />

Ahmedinejad’ın Hizbullah dolayısı ile etkili olduğu Lübnan ziyareti ile bir ay<br />

sonra 23 Kasım 2010’da Lübnan’daki her kesim ile iyi ilişkilere sahip olmaya<br />

çalışan Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Lübnan ziyareti Türkiye’nin bölgede<br />

İran nüfuzunu dengeleyici rolünü göstermektedir. Ahmedinejad gerçekleştirdiği<br />

bu resmi ziyarette Lübnan’da sadece Şiilere hitap ederken <strong>ve</strong> İsrail’e<br />

antisemitist tonlarda sert bir şekilde yüklenirken, Türkiye bu ülkedeki hemen<br />

hemen her kesime hitap etmiş, demokrasi <strong>ve</strong> istikrar söylemini ön plana çıkarak<br />

İran’dan farklı bir tutum sergilemiş <strong>ve</strong> bu tutumu Lübnan <strong>ve</strong> bölge ülkelerince<br />

memnuniyetle karşılanmıştır.<br />

Sonuç olarak Türkiye modeli denildiğinde bu kavramdan her kesimince farklı<br />

bir anlam çıkarıldığı <strong>orta</strong>dadır. Fakat Orta Doğu’da özellikle devrimler sonrasında<br />

Türkiye’nin model olarak kendisini sunabilmesi ya da bölge ülkelerinin<br />

demokratik gelişmesi amacı ile ilham kaynağı olabilmesi Türkiye’nin<br />

demokrasi, insan hakları <strong>ve</strong> adalet alanında göstereceği başarılara bağlıdır.<br />

Türkiye’nin geçmişte gerçekleştirdiği demokratik gelişmeler <strong>ve</strong> AB üyeliğiyönünde<br />

yapılan reformlarında katkısı ile Orta Doğu’da yapılan kamuoyu<br />

yoklamalarında bölge halkının çoğunluğunun Türkiye’yi bölgeye model<br />

olarak gördüğü <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Bunun yanında Kürt sorunu gibi önemli<br />

bir iç sorununu çözmeden <strong>ve</strong> ekonomisini belli bir kapasiteye taşımadan<br />

Türkiye’nin bu şekilde bir rolü oynayabileceği tartışmalıdır.<br />

2.2. Yumuşak Güç Tartışmaları: Kültür, Dış Politika <strong>ve</strong> Siyasi Sistem<br />

1923 yılında Cumhuriyetin kurulması itibari ile Türkiye, dış politikasını yürütürken<br />

genellikle askeri <strong>ve</strong> ekonomik gücüne dayalı bir anlayış sergilemiştir.<br />

Özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye, bölge ülkeleri ile ilgili sorunlarını çözmede<br />

askeri araçları kullanma yoluna giderek tipik bir sert güç tutumu benimsemiştir.<br />

Buradan da anlaşılacağı gibi sert güç bir ülkenin “askeri <strong>ve</strong> ekonomik<br />

gücünü kullanarak diğer bir ülkeye istediklerini yaptırabilme” olarak tanımlanabilir.<br />

Diğer taraftan özellikle soğuk savaşın bitmesi ile Realist mantığa<br />

dayalı sert güç anlayışın da kırılmalar meydana gelmiş <strong>ve</strong> “kültür, dış politika<br />

<strong>ve</strong> siyasi değerler” gibi yumuşak güç unsurlarının da “bir devletin cazibe<br />

149


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

merkezi haline gelerek diğer devleti zorlamadan istediklerini yaptırabileceği”<br />

vurgulanmaya başlanmıştır. Bu durum Türkiye’nin dış politikasını da etkilemiş<br />

<strong>ve</strong> özellikle iki binli yıllarla birlikte Türkiye, dış politikasında yumuşak<br />

güç söylemi geliştirerek bölge ülkeleri ile olumlu ilişkiler geliştirmiş <strong>ve</strong> ulusal<br />

çıkarlarını sağlama yoluna gitmeye başlamıştır.<br />

Yumuşak güç unsurlarından biri olan dış politika faktörünü Türkiye açısından<br />

incelediğimizde geçmişe nazaran bu konuda değişimlerin olduğu fark<br />

edilmektedir. Öncelikle Türkiye’nin doksanlı yıllarda Yunanistan, Rusya,<br />

Ermenistan, Suriye, Irak <strong>ve</strong> İran gibi ülkelerle sorunlu ilişkilere sahip olduğu<br />

<strong>ve</strong> bu durumun bazen askeri çatışmalara yol açabilecek duruma geldiği düşünüldüğünde,<br />

Ankara’nın sıfır sorun politikası ile birlikte tüm bölge ülkeleri<br />

ile ilişkiler geliştirmeye çalışması dış politika alanındaki değişimin önemli<br />

bir kanıttır. Böylelikle bölgedeki her ülke ile direkt bir diyalog imkânı kurmayı<br />

amaçlayan <strong>ve</strong> gerektiğinde bölge aktörleri arasında sorun çözücü olarak<br />

yer almayı amaçlayan Türkiye bu şekilde bölge ülkelerinin gözünde “yapıcı<br />

rol” oynayan bir ülke konumuna yükselmektedir. Ayrıca bölge için geliştirdiği<br />

“istikrar” <strong>ve</strong> “barış” söylemi ile birlikte 2003 Irak Savaşı öncesinde <strong>ve</strong><br />

sonrasında olduğu gibi bölgesel politikalarında öncelikle bölge ülkelerinin<br />

görüşlerine önem <strong>ve</strong>rmesi Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını artırmaktadır.<br />

Bunun yanı sıra uluslararası alanda Orta Doğu bölgesinde <strong>ve</strong> özellikle<br />

Filistin’de yaşanan adaletsizliğe dikkat çekmesi <strong>ve</strong> bölgede adil sistemin olmadığını<br />

dile getirmesi <strong>ve</strong> bölge genelinde halkın enerjisini <strong>orta</strong>ya çıkaracak<br />

bir düzeni inşa etme isteği Türkiye’nin adil <strong>ve</strong> moral değerlere dayalı dış politika<br />

izlemeye çalıştığını göstermektedir. Ayrıca son dönemde benimsediği<br />

politika ile Ankara, uluslararası kuruluşlarda önemli pozisyonlar elde ederek<br />

uluslararası örgütlerin daha adil, açık <strong>ve</strong> eşit katılımlı bir anlayışa sahip olması<br />

gerektiğini dile getirmektedir. Bu şekilde, Türkiye dış politikada moral<br />

değerlere dayalı meşru bir dış politika izlemeye çalışmakta <strong>ve</strong> cazibe merkezi<br />

olma özelliğini artırmaya çalışmaktadır. Irak savaşına Birleşmiş Milletler<br />

Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi kararı olmadan katılmayacağını ABD tarafına bildiren<br />

Türkiye’nin bölge halklarınca “meşru görülmeyen bu savaşa” katılmayışı bölgede<br />

Ankara’nın algısını olumlu yönde değiştirmiştir.<br />

150


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Diğer taraftan Türkiye’nin 2011’de Lübnan’da <strong>orta</strong>ya çıkan hükümet krizinde<br />

bölgesel istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile seçilmiş bir hükümet<br />

olan Saad Hariri hükümetine çekilmesini tavsiye etmesi <strong>ve</strong> demokrasi isteyen<br />

muhaliflere İran’ın sert tepki göstermesine rağmen Ankara’nın İran lideri Ahmedinejad<br />

ile samimi ilişkiler kurması <strong>ve</strong> bu ülkeye bu konularda eleştiriler<br />

getirmemesi Türkiye’nin bölgede yükselen imajına olumsuz etkilemiştir. Mısır<br />

<strong>ve</strong> Libya devrimleri ile devam eden demokrasi yanlısı gösterilerde görüldüğü<br />

gibi Türkiye bölgede son ana kadar “istikrar” olgusuna sahip çıkmakta<br />

<strong>ve</strong> bu istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile otoriter yönetimlerle işbirliğini<br />

devam ettirerek demokrasi yanlısı gösterilere <strong>ve</strong>ya ayaklanmalara son<br />

ana kadar destek <strong>ve</strong>rmemektedir. Yumuşak güç unsurlarından ikincisi olan<br />

siyasal değerler açısından ilk gündeme gelen modellik konusudur. Bu konu<br />

yukarıda detaylı bir şekilde açıklandığı için burada Türkiye’nin sahip olduğu<br />

kimlik <strong>ve</strong> siyasi özellikleri dolayısı ile bölgede oynamaya çalıştığı rollere<br />

değinilecektir. Bilindiği gibi son dönemde gerçekleştirdiği demokratik açılımlar<br />

<strong>ve</strong> reformlar sayesinde AB’ye daha fazla yakınlaşan Türkiye bölgede<br />

önemli bir esin kaynağı olarak görülmekte <strong>ve</strong> Türkiye’nin hem AB’ye yönelimi<br />

hem de AB vizyonunda katkısı ile değiştirdiği bölgesel politikaları Arap<br />

kamuoyu tarafından yakından takip edilmektedir. Laik, demokratik <strong>ve</strong> aynı<br />

zamanda Müslüman bir kimliğe sahip olarak Türkiye’nin bölgedeki cazibe<br />

özelliğini artırdığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin sahip olduğu bu çok boyutlu<br />

kimlik <strong>ve</strong> siyasi değerler Türkiye’nin bölgede <strong>ve</strong> küresel alanda arabulucu <strong>ve</strong><br />

kolaylaştırıcı roller oynamasını sağlamıştır. Özellikle 2000’li yıllar itibari ile<br />

Türkiye’nin bölgesel sorunların çözümü <strong>ve</strong> istikrar <strong>ve</strong> barış <strong>orta</strong>mının kurulması<br />

amacı ile yoğun bir şekilde sorunlu taraflar arasında diplomatik mekik<br />

dokuduğu görülmüştür.<br />

Müslüman ülkelerin yer aldığı İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) ile batılı ülkelerin<br />

yar aldığı NATO’ya (Kuzey Atlantik Anlaşması Organizasyonu) üye<br />

olan tek ülke olarak iki medeniyet arasındaki olumsuz algıları gidermek <strong>ve</strong><br />

Medeniyetler Çatışması tezine bir antitez olmak amacı ile BM kontrolü altında<br />

İspanya ile birlikte Medeniyetler Diyalogu Platformu’na eş başkanlık<br />

yapan Türkiye’nin sahip olduğu Batılı <strong>ve</strong> Müslüman kimliği dolayısı ile son<br />

dönemde bölgede <strong>ve</strong> küresel alanda önemi arttığı söylenebilir. Bunun yanı sıra<br />

151


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

sahip olduğu değerlerin katkısı ile Türkiye 2002 tarihinde İstanbul’da İKÖ-<br />

AB toplantısına ev sahipliği yapabilmiş <strong>ve</strong> Batı <strong>ve</strong> İran arasındaki gerilimin<br />

silahlı bir müdahaleye dönüşmemesi amacı ile taraflar arasında diplomatik temaslarını<br />

artırmıştır. Ayrıca, hem İsrail hem Suriye ile olumlu ilişkilere sahip<br />

olan Türkiye geçmişte bu özelliğini kullanarak iki tarafın barış yolunda ilerlemesine<br />

katkı sağlamıştır. Fakat 2009’dan itibaren Gazze Krizi, Alçak Koltuk<br />

Krizi, Film Krizleri <strong>ve</strong> Gemi Baskını gibi nedenlerle Türkiye’nin İsrail ile<br />

ilişkilerinin daha da bozulmaya başlaması Ankara’nın bu roldeki sınırlarını<br />

göstermiştir.<br />

Bu örnek dışında Türkiye’nin Hamas-El Fetih, Afganistan-Pakistan, Sırbistan-Bosna<br />

Hersek, İsrail- Filistin gibi bölgedeki sorunlu ülkeler arasında<br />

arabulucu ya da kolaylaştırıcı olarak yer almaya çalıştığını görmekteyiz.<br />

Fakat Türkiye’nin gerçekleştirdiği bu misyonlar sonucunda çok fazla somut<br />

bir netice aldığını söyleyemeyiz. Yukarıda sayılan sorunlu taraflar arasındaki<br />

problemler çözülmediği gibi Suriye-İsrail, İsrail-Filistin <strong>ve</strong> İran-ABD geriliminde<br />

Türkiye sorunun taraflarından birini destekler pozisyona düşmüştür. Bu<br />

durum ise Türkiye’nin sorundaki yapıcı rolünü engellemekle kalmamış İran<br />

nedeni ile 2010 tarihinde ABD <strong>ve</strong> Batı ile gerilimli ilişkiler yaşamasına yol<br />

açmıştır. Bu sorunlarda Türkiye’nin karşılaştığı diğer önemli bir sınırlama ise<br />

ekonomik kapasitesinin <strong>ve</strong> insan kaynaklarının bu şekilde yoğun bir diplomatik<br />

faaliyeti yürütmesine yetmemesidir.<br />

Yumuşak güç kaynaklarından üçüncüsü <strong>ve</strong> Türkiye’nin daha başarılı olduğunu<br />

söyleyebileceğimiz alan ise “kültür”dür. Son dönemde dış politikada kültür<br />

temasına önemli vurgu yapan <strong>ve</strong> tarihi ilişkileri tekrar <strong>ve</strong> olumlu perspektifte<br />

yorumlayan dış politika yapıcıları Orta Doğu halkları <strong>ve</strong> yöneticileri ile bu<br />

perspektifte ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. “Hain Arap” yerine “Kardeş<br />

Arap” vurgusunu önceleyerek “Türkler <strong>ve</strong> Arapların yıllarca bu bölgede birlikte<br />

<strong>ve</strong> huzur içinde” yaşadıklarını “tarihi yanlış değerlendirmeleri bir tarafa<br />

bırakarak” tekrar “iyi ilişkilerin iki toplum arasında tesis edilmesi gerektiğini”<br />

vurgulayan siyasi liderler <strong>ve</strong> özellikle Başbakan Erdoğan bu şekilde iki toplum<br />

arasındaki kültürel bağları tekrar tesis etmeye çalışmaktadır. Ayrıca “tarih<br />

kitaplarında bulunan iki toplum hakkındaki olumsuz yargılarında” değiştiril-<br />

152


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

mesini gerektiğini vurgulayan Erdoğan’ın böylelikle kültürel ilişkiler açısından<br />

Araplar ile yeni <strong>ve</strong> olumlu bir başlangıç yapmak istediği söylenebilir.<br />

Söylemdeki bu değişikliğin yanı sıra TRT El Türkiye kanalı ile 2010’dan itibaren<br />

350 milyon dolayındaki bölgeye Arapça yayın yapmaya başlayan Türkiye<br />

böylelikle dış <strong>ve</strong> iç politikasındaki değişimlerin Arap toplumunca daha<br />

yakından takip edilmesini sağlamak istemiştir. Bunun yanında son dönemde<br />

“Ihlamurlar Altında”, “Yabancı Damat” <strong>ve</strong> “Aşk-ı Memnu” <strong>ve</strong> “Gümüş” gibi<br />

dizilerin Arap toplumunca en beğenilen <strong>ve</strong> seyredilen diziler arasında yer alması<br />

Türk kültürüne artan ilgiyi <strong>ve</strong> Türkiye’nin bölgede artan etkisini göstermektedir.<br />

Bu dizilerin katkısı ile kendileri gibi Müslüman bir toplumda Batılı<br />

bir yaşam tarzını gören <strong>ve</strong> seyreden Arap toplumu modern hayat <strong>ve</strong> evrensel<br />

değerlerin Müslüman bir toplumda olabileceğini anlamaktadır. Türkiye ise bu<br />

diziler sayesinde Arap toplumundaki imajı <strong>ve</strong> algısını kuv<strong>ve</strong>tlendirmekte <strong>ve</strong><br />

bölge halkı için cazibe merkezi haline gelmektedir.<br />

Bunun en somut örneğini ise son yıllarda Arap bölgesinden gelen turistlerin<br />

artışında görmekteyiz. Bu dizilerin de katkısı ile Türkiye’ye gelen turist sayısının<br />

son yıllarda önemli artışlar gösterdiğini görmekteyiz. Örneğin 2004’te<br />

ülkemize gelen turist sayısı yaklaşık bir 850 bin iken 2008’de 1.650 bin civarında<br />

olmuştur. Dizilerde seyretmekte oldukları Türkiye’nin turistik <strong>ve</strong> modern<br />

şehirlerini görmek isteyen turistlerin Türkiye’ye olan ilgisinin artması ile<br />

otellerdeki, restoranlardaki menülerde Arapça kısımlar da yer almaya başlamıştır.<br />

Turizmde artan bu yoğun ilginin yanı sıra Ahmet Davutoğlu’nun yazmış<br />

olduğu Stratejik Derinlik adlı eserin Arapçaya çevrilmesi <strong>ve</strong> Erdoğan’a<br />

Arap dünyasında önemi büyük olan “Kral Faysal İslam’a Hizmet” ödülünün<br />

<strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong> yine yapılan son anketlerde Erdoğan’ın bölgede en beğenilen<br />

lider olarak çıkması <strong>ve</strong> CNN Arabic’te “Yılın Adamı” seçilmesi Türkiye’nin<br />

bölgede artan kültürel etkisini <strong>ve</strong> buna bağlı olarak gelişen yumuşak gücünü<br />

göstermektedir.<br />

Fakat bu olumlu gelişmelere rağmen bölgede bazı kesimler bu dizilerin<br />

Türkiye’yi temsil etmediğini <strong>ve</strong> bu dizilerde “müstehcen” sahnelerin bulunduğunu<br />

ifade ederek Arap toplumunda bunların yayınlanmasına karşı çıkmıştır.<br />

Ayrıca bazı Orta Doğu ülkelerinde toplumun dizide gösterilen bu yaşam<br />

153


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tarzına ilgi duymasını engellemek için yöneticiler bu dizilerden bazıları yasaklamıştır.<br />

3. Uluslararası Sistem Perspektifinden Türkiye’nin İsyanlardaki Konumu<br />

3.1. Ulus-Devlet’in Önemini Yitirmesi<br />

Devletin gelecekte de küresel sistemin temel aktörü olmaya devam edip<br />

etmeyeceği uluslararası ilişkiler disiplininin en tartışmalı konularından birisidir.<br />

Küresel sistemdeki değişiklik kendini en belirgin şekilde devletin sistem<br />

içindeki rolünün azalmasında göstermiştir. Bu demek değildir ki ulus-devlet<br />

<strong>orta</strong>dan kalkacaktır; bunun anlamı, ulusdevletinsistem içindeki belirleyicilik<br />

fonksiyonunun <strong>orta</strong>dan kalktığıdır. On dokuzuncu <strong>ve</strong> yirminci yüzyıl boyunca<br />

uluslararası politikada merkezi bir yer <strong>ve</strong> rol üstlenen ulus-devlet artık bir<br />

referans noktası değildir. Her ne kadar devletler hala varlıklarını sürdürseler<br />

<strong>ve</strong> bazıları da önemli roller üstlenmeye devam ediyorlarsa da, ulus-devletin<br />

sistemde baskın <strong>ve</strong> temel aktör olduğu oldukça tartışmalı hale gelmiştir.<br />

Ancak paradoksal bir şekilde, devletler önemlerini yitirirken, kolonizasyon<br />

döneminin sona ermesi ile birlikte bağımsız ulusdevletlerin sayısında hızlı bir<br />

artış yaşanmıştır.<br />

Buna ila<strong>ve</strong> olarak, devletler arasında, nitelik, büyüklük, önem, zenginlik vb.<br />

açısından büyük farklılıklar görülmeye başlamıştır. Önceki devletler sisteminde<br />

güç, temel aktörler arasında nispeten daha dengeli bir şekilde paylaşılıyordu.<br />

Hâlbuki günümüz uluslararası siyasi düzeninde, askeri <strong>ve</strong> ekonomik<br />

gücü çok zayıf olan çok sayıda devlete rastlamak mümkündür. Bunun anlamı,<br />

gücün artık küresel ilişkilerde tek belirleyici olmadığıdır. Bu nedenle de süper<br />

güç, hegemon vb. kavramlar büyük ölçüde geçerliklerini yitirmişlerdir.<br />

Dünyayı, tek süper güç olan ABD’nin yanında geleceğin süper güç adayları<br />

Çin, Hindistan vb. bölgesel güçlerin ihtiraslarını gerçekleştirmek için fırsat<br />

kolladıkları bir çatışma alanı olarak görmek hem karşı konulamayacak kadar<br />

çekici, hem de basit bir yaklaşımdır. Bu analizin çekiciliği hiç şüphe yok ki<br />

basit oluşundan kaynaklanmaktadır. Ama ne yazık ki dünyayı sadece devletlerden<br />

müteşekkilmiş gibi görmek, hele hele yerkürede meydana gelen her<br />

olayı devletler arası ilişkiler çerçe<strong>ve</strong>sinden açıklamaya çalışmak, son derece<br />

önemli detayları ıskalamak anlamına gelmektedir.<br />

154


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Küresel sistemde devlet yavaş yavaş önemini yitirirken, <strong>orta</strong>ya çıkan<br />

boşluk yeni yeni <strong>orta</strong>ya çıkmaya başlayan çok sayıdaki aktör tarafından<br />

doldurulmuştur. Küresel sorunlar ile ilgili <strong>ve</strong>rilecek kararların çok daha<br />

karmaşık hale gelmesi, devletlerin yanı sıra birbirinden farklı çok sayıdaki<br />

varlığın da karar <strong>ve</strong>rme sürecine dâhil olmasını gerektirmiştir.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de dikkate alınması gereken en önemli aktörler hiç şüphesiz sivil<br />

toplum kuruluşlarıdır. İkinci dünya savaşının sona ermesinden itibaren hükümet<br />

dışı örgütler, devletin egemen pozisyonunu önemli ölçüde zayıflatacak<br />

şekilde uluslararası karar <strong>ve</strong>rmemekanizmalarına dâhil olmuşlardır. Uluslararası<br />

normların <strong>ve</strong> kuralların oluşumunda bile rol alarak bir zamanlar yalnızca<br />

devletlere mahsus bir rol olan uluslararası hukuk kurallarını oluşturma yetkisine<br />

-doğrudan olmasa da- <strong>orta</strong>k olmuşlardır.<br />

Devletlerin, aynen on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi dünya siyasi sisteminin<br />

başat aktörleri olduğunu düşünsek bile, devletler arasındaki ittifak <strong>ve</strong> kümelenmelerin<br />

hem nitelikleri, hem de içerikleri sürekli değişiklik göstermektedir.<br />

İkinci dünya savaşından sonra, savaş öncesinde var olandan çok daha farklı<br />

yeni bir siyasi sistem kurulmuştur. Bu yeni dönemde temel olarak iki blok<br />

oluşmuştur. Ancak soğuk savaş denilen dönemin sona ermesi ile birlikte önceki<br />

ittifaklar da değişmeye başlamıştır. Soğuk savaş döneminde aynı blokta yer<br />

alan Batı Avrupa ülkeleri ile ABD, yeni dönemde, küresel siyasi gelişmeleri<br />

farklı şekillerde algılamaya <strong>ve</strong> yorumlamaya başlamışlardır. Avrupalılar genel<br />

olarak diğer aktörler ile işbirliğinin, barışçıl çözümlerin <strong>ve</strong> uluslararası hukuk<br />

ilkelerini hâkim kılmanın önemine vurgu yaparlarken 1990’lı yıllardan itibaren<br />

ABD, işbirliğini <strong>ve</strong> uluslararası hukuk çerçe<strong>ve</strong>sinde çözüm seçeneklerini<br />

dışlayan tek taraflı bir dış politika izleme eğilimi göstermiştir. Dolayısıyla,<br />

soğuk savaş döneminde birbirleri ile yakın ilişkiler kuran, hatta birçok açıdan<br />

birbirlerini tamamlayan Avrupa <strong>ve</strong> ABD arasında çatlak meydana gelmiştir;<br />

daha da önemlisi, bu çatlak kapanmamakta <strong>ve</strong> gittikçe de derinleşmektedir.<br />

Uluslararası sistemin <strong>ve</strong> küresel siyasi <strong>orta</strong>mın sürekli bir biçimde değiştiğine<br />

dair çok sayıda örnek göstermek mümkündür. Söz konusu değişimin temel<br />

eğilimlerinden bir tanesinin de entegrasyon girişimleri <strong>ve</strong> işbirliği örgütlenmeleri<br />

olduğunu belirtmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, tarihsel bir siyasi-toplum-<br />

155


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

sal örgütlenme modeli olarak ulus-devletin gerek ulusal <strong>ve</strong> gerekse de küresel<br />

sorunların çözümünde yetersizliğinin anlaşılması ila<strong>ve</strong> yöntem <strong>ve</strong> tedbirlerin<br />

gereğini <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Entegrasyon <strong>ve</strong> işbirliği girişimleri bir yandan bu<br />

zorunluluğun bir ürünü olarak <strong>orta</strong>ya çıkmakta bir yandan da tarihsel olarak<br />

var olan doğal zeminlerin ürettiği süreçlere de işaret edebilmektedir. Entegrasyon<br />

girişimleri bir taraftan pragmatik bir tercihe işaret ederken bir taraftan<br />

da tarihin <strong>ve</strong> konjonktürün bir dayatması olarak da <strong>orta</strong>ya çıkabilmektedir.<br />

Büyük ölçüde pazarların <strong>ve</strong> kaynakların daha etkin <strong>ve</strong> işbirliği içinde paylaşım<br />

<strong>ve</strong> kullanımı ile daha yüksek ekonomik çıktının hedeflendiği bütünleşme<br />

hareketleri aynı zamanda dil, kültür, din <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>k tarih gibi <strong>orta</strong>k bir zemini<br />

ifade eden faktörlerin dikkate alındığı <strong>ve</strong> somut bir fikre dönüştüğü yepyeni<br />

bir ilişki tarzını da <strong>orta</strong>ya koyabilmektedir.<br />

3.2. Dünya Sisteminde Entegrasyon Girişimleri<br />

Osmanlı Milletler Topluluğu (OMT) düşüncesini büyük ölçüde bu zeminde<br />

tartışmak daha gerçekçi <strong>ve</strong> kolay olacaktır. Henüz oldukça ham bir fikir olmasına<br />

karşın özellikle yeni şekillenmeye başlayan Orta Doğu coğrafyasının<br />

geleceği ile ilgili olabilecek yepyeni bir örgütlenme <strong>ve</strong> işbirliği modelini<br />

<strong>orta</strong>ya koyabilme potansiyeli taşıması bakımından OMT en azından tartışmaya<br />

değer bir konudur. Bununla birlikte kavramın bizzat kendisinin sorunlu<br />

olabileceği, içeriğinin belirsiz olması <strong>ve</strong> fikir ile tam olarak neyin hedeflendiğinin<br />

henüz çerçe<strong>ve</strong>sinin net hatlarla çizilmemiş olması önemli bir eksikliktir.<br />

Haddizatında müteakip tartışmalar da tam olarak bu tür tartışmalara odaklanmak<br />

<strong>ve</strong> bu tür sorulara cevap aramak durumundadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de devletler<br />

topluluğu (Commonwealth) kavramını siyasi <strong>ve</strong> hukuki açıdan değerlendirmek<br />

yerinde olacaktır. Siyasi açıdan OMT düşüncesinin bir tür siyasi birliğe<br />

<strong>ve</strong> bütünleşmeye işaret ettiği açıktır. Siyasi bir değerlendirme, OMT’nin<br />

siyasi işbirliği <strong>ve</strong> bütünleşme hedefini gerçekleştirmede ne kadar işlevsel olacağını<br />

<strong>orta</strong>ya koyacaktır. Hukuki bir değerlendirme de halen var olan bu tür<br />

örgütlenme biçimlerinin yapısının belirlenmesi <strong>ve</strong> faydalarının tespit edilmesi<br />

açısından önem kazanmaktadır.<br />

Siyasi açıdan değerlendirildiğinde uluslar topluluğu modelinin bir bütünleşme<br />

hareketi olduğunu söylemek zordur. Daha doğru bir ifadeyle, Commonwealth’i,<br />

156


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

birbirinden ayrı unsurların belli bir amaç etrafında bir araya gelerek oluşturdukları<br />

bir girişim olarak değerlendirmek doğru değildir. Daha ziyade, aralarında<br />

belli bağlar olan unsurların, merkezden tamamen kopuşlarını önlemek<br />

adına düşünülmüş bir çözüm izlenimini <strong>ve</strong>rmektedir. Diğer bir deyişle mesela<br />

Sovyetler Birliği’nin dağılması örneğinde, Bağımsız Devletler Topluluğu<br />

(BDT), bağımsız <strong>ve</strong> birbirinden ayrı egemen unsurların bir araya gelmesi ile<br />

oluşmuş bir yapı değildir. Daha ziyade Sovyetlerin dağılmasını takip eden<br />

süreçte merkez ile kültürel, siyasi, ekonomik <strong>ve</strong> tarihsel bağları olan unsurların<br />

tamamen ayrılmalarını önlemeye yönelik bir çözüm modelidir. Benzer<br />

şeyleri İngiliz Devletler Topluluğu için de söylemek mümkündür. Yani uluslar<br />

topluluğu, bir birleşme <strong>ve</strong> bütünleşme girişim <strong>ve</strong> hareketinin ürünü değildir;<br />

tam tersine, tamamen ayrışmakta <strong>ve</strong> çözülmekte olan bir birliğin unsurlarının<br />

birbirlerinden tamamen ayrılmasını önlemek adına düşünülmüş bir seçenektir.<br />

Ulus-üstü bir örgütlenme modeli olan uluslar topluluğu özellikle demokrasi<br />

<strong>ve</strong> cumhuriyet rejiminin yayılması ile birlikte tarihsel olarak daha az görülen<br />

bir örnek haline gelmiştir. Bir dönemin güçlü İngiliz Uluslar Topluluğu bugün<br />

birbirleri ile gevşek bağlar ile bağlı bir topluluğa dönüşmüştür. BENELUX<br />

birliği bütünleşme yolu ile AB tarafından massedilmiştir. Benzeri bir durum<br />

BDT için de geçerlidir. BDT’yi kuran anlaşma üye devletler arasında ekonomik<br />

ilişkilere ila<strong>ve</strong> olarak nükleer silahlar üzerinde <strong>orta</strong>k kontrolün tesisi <strong>ve</strong><br />

<strong>orta</strong>k askeri <strong>ve</strong> stratejik alanlarda <strong>orta</strong>k komutanın sağlanmasını öngörmüştür.<br />

Bugün gelinen noktada ise Topluluğun, başlangıçta tasarlandığından çok daha<br />

gevşek bir modele dönüştüğünü söylemek mümkündür. Tekrar belirtmek gerekir<br />

ki uluslar topluluğu modeli daha gevşek bir örgütlenmeden daha sıkı bir<br />

örgütlenmeye gidişi değil tam tersine bir sürece işaret etmektedir. Bu çerçe<strong>ve</strong>deki<br />

bütün girişimlerin bu şablona mutlaka uymak zorunda olduğunu söylemek<br />

mümkün değilse de pratik örnekler böylesi bir süreci doğrulamaktadır.<br />

Devletler arasındaki uluslararası örgütlenmelerin en eski örneği olan İngiliz<br />

Uluslar Topluluğu tarihsel sürekliliği yansıtması bakımından kendine özgü bir<br />

modeldir. Bu modelin ayırıcı özelliği, üyeler arasında var olan ilişki biçiminin<br />

şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde sürdürülmesi isteğine <strong>ve</strong> iradesine dayanır. Bu ilişki<br />

biçimini sürdüren temel faktörlerin başında üyelerin birbirlerine bağlılığı <strong>ve</strong><br />

<strong>orta</strong>k kaygı nedeni olan sorunlar karşısında <strong>orta</strong>k bir tutum belirleme iradesi-<br />

157


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

nin varlığıdır. Ancak bu etkin dinamiğe rağmen İngiliz Uluslar Topluluğunun<br />

zaman içinde giderek sembolik bir birlik haline dönüştüğü <strong>ve</strong> etkisizleştiği<br />

gerçeğine de işaret etmek gerekir. Bir diğer önemli nokta da İngiliz Uluslar<br />

Topluluğu düşüncesinin kaynağında ABD’nin bağımsızlığının yer aldığı<br />

gerçeğidir. Diğer bir ifadeyle, böylesi bir birlik kurma düşüncesi, İngiliz<br />

İmparatorluğu’nun kendi coğrafyasında meydana gelmesi muhtemel diğer<br />

devrimci başkaldırı hareketlere karşı bir tedbirine işaret etmektedir. Amerikan<br />

devrimi, İngiliz İmparatorluğu’ndan ayrışma taleplerinin başarıya ulaşmasına<br />

çok somut bir örnek olarak değerlendirilmiş <strong>ve</strong> benzer he<strong>ve</strong>sleri olabilecek<br />

diğer unsurları birlik içinde tutmanın bir yolu olarak İngiliz Uluslar Topluluğu<br />

fikri hayata geçirilmiştir. BDT’nin <strong>orta</strong>ya çıkışı da aşağı yukarı benzer bir şablon<br />

dâhilinde gerçekleşmiştir. Aralık 1991’de Alma Ata Bildirisi ile kurulan<br />

BDT Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin artık tarih sahnesinden çekildiğini<br />

gösteren bir örnek olmuştur. Bu topluluk, var olan meşru bir devletin dönüşümü<br />

neticesinde eski üyelerin artık üyelikten çıkmalarına işaret etmektedir.<br />

Üyelikleri sona eren devletleri bir şekilde bir arada tutmak isteyen Rusya Federasyonu<br />

yeni girişimin motoru işlevini görmüş <strong>ve</strong> büyük ölçüde, meydana<br />

gelen dönüşümün sancılı olmaması için bu fikre öncülük etmiştir.<br />

3.3. Girişimlerin Hukuki Perspektifi<br />

Hukuki açıdan bakıldığında ise uluslar topluluğu türü örgütlenmeleri “<strong>orta</strong>k<br />

devletler” (associated states) olarak değerlendirmek mümkündür. Bu tür örgütlenme<br />

biçimi daha çok gevşek bir işbirliği modelini öngörmektedir. Ancak<br />

yine de söz konusu işbirliğinin çerçe<strong>ve</strong>, kapsam <strong>ve</strong> içeriğini belirleme konusunda<br />

tarafların irade <strong>ve</strong> tercihleri ön plana çıkmaktadır. Bu tür toplulukların<br />

uluslararası hukuk önünde süje olarak kabul edilip edilemeyeceği yine üye<br />

unsurların aralarındaki hukuki ilişki işe belirlenebilmektedir. Bununla birlikte<br />

pratikte görülen örnekler, ulus topluluklarının bir uluslararası hukuk kişisi<br />

olmadıklarını göstermektedir. Ancak yine de gevşek de olsa ulus topluluklarını<br />

bir araya getiren <strong>orta</strong>k kurumlardan söz etmek mümkündür. Örneğin İngiliz<br />

Uluslar Topluluğu <strong>orta</strong>k bir sekretaryaya sahiptir. Yine üyeleri arasında,<br />

devlet başkanlarının katıldığı periyodik konferanslar düzenlenmektedir. Yine<br />

belli bakanların katılımı ile toplantılar göze çarpmaktadır. Topluluk ilişkisi<br />

bağlayıcı bir ilişki türü olmayıp el<strong>ve</strong>rişli bir tartışma forumu işlevi görmek-<br />

158


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

tedir. Topluluk üyesi devletler arasındaki ilişkiler yine belli başlı özellikler<br />

göstermektedir. Örneğin elçiler yüksek komiser olarak adlandırılmaktadır.<br />

Benzer kurumsal yapılara BDT örneğinde de rastlanmaktadır. BDT Tüzüğü<br />

bağlayıcı bir uluslar arası antlaşma olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla İngiliz<br />

Uluslar Topluluğu örneğine göre daha kurumsal bir düzenlemeden söz etmek<br />

mümkündür. Söz konusu tüzük, egemenliğe saygı, devletlerin toprak bütünlüğünün<br />

korunması, halkların self-determinasyon hakkı, güç kullanma yasağı<br />

<strong>ve</strong> ihtilafların barışçıl yollarla çözümü gibi bir dizi prensibe atıfta bulunmaktadır.<br />

Yine tüzüğe göre BDT bir devlet <strong>ve</strong>ya supranasyonel bir örgüt değildir;<br />

ancak yine de koordinasyonu sağlayan bir dizi kurumun ihdası tüzükte yer<br />

almaktadır. BDT’nin en yüksek organı Devlet Başkanları Konseyi olup <strong>orta</strong>k<br />

çıkarların olduğu alanlarda üye devletlerin aktiviteleri ile ilgili karar almaya<br />

yetkilidir. Hükümet Başkanları Konseyi ise üye devletlerin yürütme organları<br />

arasında işbirliği <strong>ve</strong> koordinasyondan sorumludur. Yine bir Dışişleri Bakanları<br />

Konseyi kurulmuş <strong>ve</strong> Ekonomik Birlik <strong>ve</strong> İnsan Hakları <strong>ve</strong> Temel Özgürlükler<br />

Sözleşmeleri kabul edilmiştir. Bu da İngiliz Devletler Topluluğu’nun aksine<br />

BDT’nin uluslararası hukuk kişisi olarak değerlendirilmesinin imkân<br />

dâhilinde olduğunu göstermektedir.<br />

İngiliz Uluslar Topluluğu’nun resmi tanınmasına işaret eden en önemli hukuki<br />

belge BM Genel Kurulu’nun 1192 (XII) sayılı kararıdır. Bu kararın eki topluluğu<br />

dolaylı da olsa resmi olarak tanımış <strong>ve</strong> bir grup olarak dikkate almıştır.<br />

Genel Kurulun bu kararı kabul etmesi bir yönüyle ayrıca topluluk ülkelerinin<br />

resmi açıdan bir grup olarak tanınmak istediklerini göstermesi bakımından<br />

önemlidir. Ancak bu ulusların bir grup olarak tanındıkları tek yer BM Genel<br />

Kuruludur. Tarihsel olarak ise İngiliz Uluslar Topluluğunun gayri resmi tanınması<br />

çok daha belirgin olmuştur. Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde geçici üyelerden bir<br />

tanesinin topluluk üyesi olması özellikle Soğuk Savaş döneminde bir gelenek<br />

haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak da topluluk, Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde<br />

hemen hemen her dönem üye sayısına göre aşırı bir biçimde temsil edilmiştir.<br />

Aynı şekilde Ekonomik <strong>ve</strong> Sosyal Konsey de İngiltere’nin yanı sıra en azından<br />

bir sandalyeyi topluluk üyesi ülkelere ayırmıştır. Topluluğun BM organlarında<br />

aşırı temsili ayrıca kendini önemli Kurul <strong>ve</strong> komite pozisyonlarında<br />

da göstermiştir.<br />

159


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

3.4. Topluluğun Çıkarı-Üye Devletlerin Çıkarları<br />

Topluluk içinde yer almak özellikle dünya politikasında nispeten önemsiz<br />

bir yere sahip olan ülkeler için oldukça cazip olabilmektedir. Örneğin<br />

Dekolonizasyon döneminde bağımsızlığını kazanmış olan Tanganika diplomatlarının<br />

önemli bir kısmı Yeni Zelanda dışişleri bürokrasisinde diplomatik<br />

eğitim almıştır. Bu diplomatlar topluluk üyesi ülkeler arasında cereyan eden<br />

bilgi akışına kolayca adapte olabilmiş <strong>ve</strong> dolayısıyla istihbarat anlamında ciddi<br />

bir problemle karşılaşmamışlardır. Toplulukta <strong>orta</strong>k üyelik delegelerin çok<br />

daha iyi imkânlara kavuşması anlamına gelmektedir. Örneğin topluluk üyeliği<br />

olmadan Avustralya, Kanada, Hindistan, Nijerya <strong>ve</strong> Yeni Zelanda arasındaki<br />

temasın çok daha sınırlı olacağını öngörmek mümkündür. Topluluk üyeliği<br />

ise bu birbirinden uzak <strong>ve</strong> normalde ayrık olması beklenebilecek olan ülkeler<br />

arasında somut bir temas olanağı sağlamakta <strong>ve</strong> belli bir düzeyde <strong>orta</strong>klık<br />

<strong>ve</strong> aidiyet hissini <strong>ve</strong>rmektedir. Bu faydalarına karşın topluluk üyesi ülkelerin,<br />

topluluğun motoru olan öncü devletlerin politikalarına tabi olma <strong>ve</strong> bu devletlere<br />

uygun pozisyon geliştirme zorunda kalmaları da muhtemeldir. Bandwagon<br />

etkisi denen bu topluluğa uyma eğilimi hükümetleri, normalde desteklemeyecekleri<br />

proje <strong>ve</strong> girişimlere dâhil olmaları gibi birtakım olumsuzlukları<br />

da beraberinde getirebilecektir.<br />

Dikkate alınması gereken diğer bir önemli nokta da güçlü bir örgütlenmeye<br />

sahip olmadığı için aslında topluluk çıkarlarından ziyade topluluk üyesi ülke<br />

çıkarlarından söz edilmesi gerektiğidir. Üye ülkeler tarafından dile getirilen<br />

talepler daha ziyade ulusal çıkarlar ile ilgilidir. Bu nedenle de bu çıkarlar,<br />

topluluk çerçe<strong>ve</strong>sinde gü<strong>ve</strong>nce altına alınamıyor ise üye ülkenin topluluktan<br />

ayrılması kaçınılmaz olmaktadır. Bu büyük ölçüde topluluğun kurumsal bir<br />

yapısının olmamasından kaynaklanmaktadır. İngiliz Uluslar Topluluğunun <strong>orta</strong>k<br />

bir gücü, bir merkezi <strong>ve</strong>ya kurumu yoktur. Sadece Londra’da faaliyet gösteren<br />

birkaç koordinasyon merkezi ile yarı resmi <strong>ve</strong> gayri resmi birkaç küçük<br />

ofis göze çarpmaktadır. Yazılı bir tüzüğü, bayrağı <strong>ve</strong>ya yöneticisi bulunmamaktadır.<br />

Topluluğun üye ülkeler arasında barış <strong>ve</strong> istikrar yaratma işlevi de<br />

son derece sınırlı düzeyde kalmıştır. Somut bir <strong>ve</strong>ri olarak topluluk üyesi hiçbir<br />

ülkenin diğer bir üye ile ilgili olarak bir ihtilafı Uluslararası Adalet Divanı<br />

yargısına götürmediğini söylemek mümkündür. Diğer bir ifadeyle sınırlı olsa<br />

160


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

topluluğun üye ülkeler arasında çatışmaları caydırıcı özelliğinden söz edilebilir.<br />

Bununla birlikte üye ülkeler arasında var olan ihtilafları çözmede <strong>ve</strong>ya hafifletmede<br />

topluluğun yapıcı <strong>ve</strong> belirgin bir etkisini görmek mümkün değildir.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de <strong>ve</strong>rilebilecek en önemli örnek Pakistan ile Hindistan arasındaki<br />

ihtilaflardır. Bu ihtilafların çözümünde topluluk herhangi bir tavır belirlememiştir.<br />

Dolayısıyla, topluluğa üye olmaları, Hindistan ile Pakistan’ın kendi<br />

aralarındaki ikili sorunların çözümüne herhangi bir katkıda bulunmamıştır.<br />

3.5. Osmanlı Milletler Topluluğu: Yeni Bir Girişim<br />

Bu değerlendirme, OMT düşüncesinin Türk dış politikası açısından<br />

bakıldığında mutlaka göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelir mi? Elbette<br />

ki bunun cevabı o kadar kolay olmayacaktır. Burada önemli olan nokta,<br />

karar <strong>ve</strong>rme süreci için politika yapmayı kolaylaştıracak bir zeminin <strong>orta</strong>ya<br />

konulabilmesidir. Bu da OMT için gerçekçi bir hukuki <strong>ve</strong> siyasi zeminin var<br />

olup olmadığının tespiti ile mümkün olabilecektir. Bir OMT fikrini <strong>ve</strong> yapılanmasını<br />

mümkün <strong>ve</strong> hatta mantıklı kılan birtakım yerel <strong>ve</strong> küresel eğilim<br />

<strong>ve</strong> gerçeklerden söz etmek mümkündür. Her şeyden öte özellikle ulus devletin<br />

yeni bir forma kavuşması ile birlikte dönüşüme uğraması <strong>ve</strong> bununla<br />

bağlantılı olarak işbirliği <strong>ve</strong> entegrasyon hareketlerinin hız kazanması yeni<br />

<strong>ve</strong> çoğu kere karmaşık bir siyasi örgütlenmeyi öne çıkarabilmektedir. Politika<br />

yapıcılar açısından bu son derece dinamik <strong>ve</strong> ama bir o kadar da kaygan<br />

bir fırsatlar dünyasına işaret etmektedir. Bu dinamizm yine çoğu kere radikal<br />

ancak öngörü ile dolu yeni bir duruş belirlenmesini de zorunlu hale getirebilmektedir.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de, Orta Doğu bölgesi için 20. yüzyılın başlarında <strong>ve</strong><br />

takip eden dönemlerde biçilen ulus devlet şablonunun bölge gerçeklerini <strong>ve</strong><br />

önceliklerini yansıtmadığını tartışmak gerekmektedir. Bir siyasal örgütlenme<br />

modeli olarak Batı medeniyeti dinamikleri <strong>ve</strong> önceliklerinin -ciddi bir bedel<br />

ödenmek karşılığında- bir ürünü olarak <strong>orta</strong>ya çıkan <strong>ve</strong> yegâne siyasi model<br />

olarak benimsenen ulus devlet bugün gerek bölgede <strong>ve</strong> gerekse de Afrika’da<br />

ciddi sistemik <strong>ve</strong> yapısal krizlerin sorumlusu olarak gösterilebilmektedir.<br />

Ulus devleti her türlü sorunun temel kaynağı olarak göstermek abartılı <strong>ve</strong> kolaycı<br />

bir yaklaşım olsa da bölgede <strong>orta</strong>ya çıkan birçok devletin uluslaşma sürecini<br />

başaramadığını söylemek çok ta yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Batı<br />

161


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

dünyasının aksine Orta Doğu ulus devlet ile ilgili sorunları kendi öncelik <strong>ve</strong><br />

medeniyet kodlarına göre ele alamamış <strong>ve</strong> çözememiştir. Bunun bir sonucu<br />

olarak bölgede belki de çok az yerde ulusal kimlik bir bireyin kendini tanımlamasında<br />

öncelikli bir yere sahiptir. Diğer bir ifadeyle, çoklu kimlik bilincinin<br />

artık kanıksandığı bir dünyada bile ulus devlet aidiyeti <strong>ve</strong> milliyet hissi hala<br />

özellikle Batı dünyasında ciddi bir yere sahipken Orta Doğu halkları <strong>ve</strong> toplumları<br />

açısından aynı şeyi söylemek o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle<br />

mesela Irak topraklarında yaşayan bir kişi için kendini tanımlamada Iraklılık<br />

belki nispeten daha önemsiz bir kimlik aidiyeti olabilmektedir.<br />

Yine aynı nedenden ötürü siyasi bloklaşma <strong>ve</strong>ya mevzilenmeler de etnik, dini<br />

<strong>ve</strong>ya mezhepsel hatlar boyunca oluşabilmektedir. Homojen olmaktan son derece<br />

uzak olan Orta Doğu devletlerinde kabile <strong>ve</strong> mezhep dinamikleri kimlik<br />

tanımlamasında belirgin bir role <strong>ve</strong> önceliğe sahipken demokratikleşme aşamasında<br />

olan toplumlarda bile siyasi olarak yarışan grupların somut siyasi<br />

ideoloji <strong>ve</strong> projelerden ziyade bu öncelikleri dikkate alarak yarışa katıldıkları<br />

gözlenmektedir. Örneğin Irak’ta şekli bir demokrasi olmakla birlikte bu ülkede<br />

yarışan grupların temel dinamiğini Şiilik, Kürtlük <strong>ve</strong>ya Sünnilik belirlemektedir.<br />

Bunun demokrasi açısından sağlıklı bir siyasi <strong>orta</strong>ma işaret etmediği<br />

açıktır. Seçmenler açısından tercih nedeni bu durumda etnik aidiyet <strong>ve</strong>ya<br />

kabile bağları olmakta bu da ülkede sayıca üstün <strong>ve</strong> etkin olan grubun daima<br />

<strong>ve</strong>ya genellikle siyasi yönetimi elinde bulundurabileceği anlamına gelmektedir.<br />

Yine bu durum demokrasinin normalde özünde olması gereken serbest<br />

<strong>ve</strong> adil yarış ilkesine ciddi zarar <strong>ve</strong>rmektedir. Bununla birlikte yeni dönemin<br />

<strong>ve</strong>ya yaşanmakta olan dönüşümün bu problemi de <strong>orta</strong>dan kaldıracak yeni<br />

fırsatlar sunması olasılığı da mevcuttur. Uluslaşma fırsatı <strong>ve</strong>rmeyen <strong>ve</strong> bölge<br />

gerçeklerine uymayan siyasi modelin sorun üretmesi <strong>ve</strong>ya en azından <strong>orta</strong>ya<br />

çıkan problemlere deva olamaması başka alternatifleri de gündeme getirmektedir.<br />

Bu alternatiflerin arasında şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde gerçekleştirilmesi muhtemel<br />

bölgesel entegrasyon da vardır. Böylesi bir entegrasyonun düzeyi <strong>ve</strong> içeriği<br />

elbette ki konjonktür şartlarına <strong>ve</strong> ilgili aktörlerin tercih <strong>ve</strong> iradelerine bağlı<br />

olacaktır. Ancak küresel bir entegrasyon <strong>ve</strong> işbirliği temayülünün gözlendiği<br />

bu dönemde bölgenin de aynı temayülden etkilenmemesi söz konusu değildir.<br />

162


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Bu da bir işbirliği modeli olarak OMT düşüncesinin en azından bir şansının<br />

olabileceği anlamına gelmektedir. Fakat elbette ki bunun içerik <strong>ve</strong> sınırlarının<br />

çok iyi tahlil edilerek belirlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde mevcut<br />

sorunlardan çok daha çetrefil sorunlara yol açması ihtimali söz konusu olabilecektir<br />

3.6. Türkiye’nin Osmanlı Milletler Topluluğu’ndaki Yeri <strong>ve</strong> Potansiyeli<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>de OMT düşüncesinin etkili <strong>ve</strong> üretken bir çözüm yolu olarak tasarlanabilmesi<br />

için birkaç önemli noktanın altını çizmek gerekmektedir. Her<br />

şeyden öte bölgenin Türkiye’den böylesi bir beklentisi olup olmadığının belirlenmesi<br />

büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde bölge ülkelerini bir araya<br />

getirme çabasının Türkiye kaynaklı bir inisiyatif olarak algılanması <strong>ve</strong> dolayısıyla<br />

da tepkiyle karşılanması riski <strong>orta</strong>ya çıkabilecektir. Sovyetler Birliği’nin<br />

dağılmasının ardından <strong>orta</strong>ya çıkan yeni durumda Türkiye’nin bir tür ağabeylik<br />

rolü üstleniyormuş görüntüsü <strong>ve</strong>rmiş olmasının olumsuz siyasi sonuçları<br />

<strong>orta</strong>dadır. Bugün Türkiye’nin Orta Asya ile bağlantısı <strong>ve</strong> işbirliği düzeyi<br />

olabileceğinin oldukça altındadır. Bunun temel nedenlerinden bir tanesinin<br />

Türkiye’nin niyetleri ile ilgili olarak bölgede duyulan kaygı olduğunu söylemek<br />

abartılı bir iddia olmayacaktır.<br />

Buna ila<strong>ve</strong> olarak bölge ülkelerinin <strong>ve</strong> toplumlarının Türkiye’den bu yönde bir<br />

beklentisi olsa bile nihai tahlilde bu talepleri dile getirenlerin üzerinde oturduğu<br />

siyasi destek zemininin de iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Diğer bir<br />

ifade ile Türkiye’nin olası bir öncü <strong>ve</strong> lider rolü hangi elitler, gruplar <strong>ve</strong>ya siyasi<br />

aktörler tarafından desteklenmekte <strong>ve</strong>ya kabul görmektedir? Türkiye’nin<br />

böylesi bir rolü ile ilgili olarak genel bir oydaşmadan söz etmek mümkün<br />

müdür? Halkın mesela önemli bir kısmının Türkiye’den böylesi beklentiler<br />

içinde olması bu yönde siyasi inisiyatif almak için yeterli olacak mıdır? Bu <strong>ve</strong><br />

buna benzer sorular böylesine he<strong>ve</strong>sli bir siyasi proje konusunda eyleme geçmeden<br />

önce üzerinde mutlaka durulması gereken muhtemel sorun alanlarına<br />

işaret etmektedir. Orta Doğu elitlerinin <strong>ve</strong> topluluklarının Türkiye’ye yönelik<br />

birleştirici <strong>ve</strong> öncü rol beklentilerinin sağlıklı bir şekilde tespit edilebilmesi<br />

ise birinci elden bilgi <strong>ve</strong> analizlerin varlığına bağlı olacaktır. Rutin diplomatik<br />

faaliyetin dışında ciddi bir enformasyon <strong>ve</strong> istihbarat yapısının geliştirilmesi<br />

bu açıdan büyük önem kazanmaktadır.<br />

163


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Türkiye ile ilgili beklentilerin belirlenmesi kadar Türkiye’nin bu beklentilere<br />

cevap <strong>ve</strong>rme kabiliyetinin de tespiti büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle<br />

Türkiye’nin gerek kendisine biçtiği bölgesel roller <strong>ve</strong> gerekse de bölgedeki<br />

aktörlerin kendisinden beklentileri doğrultusunda politika belirlemesi<br />

<strong>ve</strong> takip etmesinin önünde halen ciddi engeller bulunduğu da göz ardı edilmemelidir.<br />

Bu engel <strong>ve</strong> sınırlar büyük ölçüde Türkiye’nin arabuluculuk rolünde<br />

kendini göstermektedir. Çoğunlukla Türkiye’nin iradesi <strong>ve</strong> tutumundan<br />

kaynaklanmasa da şimdiye kadar yaşanan örneklerde arabuluculuk girişimlerinde<br />

Türkiye ciddi engeller ile karşılaşmıştır. İstikrarlı bir biçimde bölgesel<br />

sorunlara müdahil olma <strong>ve</strong> yapıcı roller üstlenme politikasını sürdüren Türkiye,<br />

bu çerçe<strong>ve</strong>de İsrail ile Suriye arasında mevcut kronik sorunların çözümü<br />

için taraflar arasında arabuluculuk rolü oynamıştır. Bu girişimden daha önce<br />

ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde Irak’a komşu ülkeler konferansları toplayarak<br />

bölge ülkelerinin işgali önlemesi için tedbirler almaya çalışmıştır. İran’ın<br />

nükleer sorununda uzunca bir süredir aktif bir tutum benimseyen Türkiye bu<br />

ülke ile Batı devletleri arasında köprü olarak sorunun diplomatik yollarla çözümü<br />

için çaba sarf etmiştir. Bu yaklaşımın yakın tarihte iki önemli örneği<br />

bulunmaktadır. Bunlardan birincisinde Türkiye Lübnan’daki hükümet krizinin<br />

aşılması için tarafları ikna etmek için ‘Nasrettin Hoca’ diplomasisi izlemiştir.<br />

Pozisyonlarında inatçı davranan tarafları ikna etmek için her iki tarafa<br />

da yumuşak bir tavırla yaklaşan <strong>ve</strong> her iki tarafın da haklı olduğunu ima eden<br />

Türkiye Hizbullah’ın hükümetten çekilme kararından vazgeçmesini sağlayamamıştır.<br />

Lübnan’da hükümet krizine neden olan bu olaydan hemen sonra ise<br />

bu sefer doğrudan Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir girişim olan İran ile<br />

Batılı devletler arasında nükleer müzakerelerkonusunda da inisiyatif almaya<br />

çalışan Türkiye bunda da belirgin bir sonuç elde edememiştir.<br />

Müzakerelere ev sahipliği yapan Türkiye, sonuçsuz kalan süreçte tarafları<br />

aynı masada tutmaya gayret gösterdiyse de sürecin sonuçsuz kalmasını sadece<br />

belli bir süre için erteleyebilmiştir. Sonuçsuz kalan girişimlerin yanında elbette<br />

Türkiye’nin arabuluculuğu ile kısmen de olsa rahatlama sağlanan konular<br />

mevcuttur. Türkiye’nin Irak’ta hükümetin kurulması çalışmalarına katkısı nettir;<br />

bunda Türkiye’nin ülkedeki tüm gruplar ile yakın temas kurmasının önemli<br />

payı bulunmaktadır. Ancak bu durum Türk dış politikasının bölge sorunlarında<br />

164


Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />

rol oynayabilme kapasitesini sınırlayan birtakım faktörlerin olduğu gerçeğini<br />

değiştirmemektedir. Bugün artık Türkiye’nin İsrail-Suriye arasında arabulucu<br />

olma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. İlginç bir şekilde Türkiye’nin Orta<br />

Doğu ile ilgili vizyonu <strong>ve</strong> iddiası İsrail ile ilişkilerini düzelmesine bağlıdır.<br />

Belki de İsrail’in Türkiye’nin taleplerine şimdiye kadar net cevap <strong>ve</strong>rmesinin<br />

ardında yatan temel neden budur. İran’ın nükleer ihtirasları ile ilgili sorunda<br />

ise şu an görünen Türkiye’nin büyük ölçüde devre dışı bırakıldığıdır. Nükleer<br />

takas anlaşması ile yaptırımlar arasına bağ kuran <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi<br />

toplantısında yaptırımlar aleyhine oy kullanan Türkiye artık süreçte Batılı<br />

devletler tarafından istenmemektedir. Bu da aslında Orta Doğu’nun kendine<br />

has bir realitesinin olduğunu göstermektedir. Orta Doğu sokaklarını kazanmak<br />

demek ki yeterli olmamaktadır; yönetici elitlerin kuşkuları <strong>ve</strong> başta ABD<br />

olmak üzere Batılı devletler ile kurdukları bağlar Türkiye’nin manevra alanını<br />

önemli ölçüde daraltmaktadır. ABD’nin bazı Orta Doğu ülkelerine milyarlarca<br />

dolarlık silah satışı yapması buna <strong>ve</strong>rilebilecek en güzel örnektir. Bunun<br />

yanı sıra aynı ülke içinde aktif farklı aktörlerin ülke dışı bağlantıları meseleleri<br />

girift hale getirebilmektedir.<br />

Lübnan örneğinde Hizbullah üzerindeki belirgin İran etkisi <strong>ve</strong> ülke dışında Suriye<br />

gibi diğer bölge ülkelerinin iç siyasete doğrudan etki edebilen potansiyelleri<br />

Türkiye’nin bölgede kendi vizyonunu uygulamasına engel teşkil etmektedir.<br />

Bu tabi ki Türkiye’nin tavrının yanlış olduğu anlamına gelmemektedir.<br />

Ancak şimdiye kadar bölgesel sorunlarda iddialı tutumunun aksine belirgin<br />

sonuçlar elde edemeyen Türkiye bir süre sonra inandırıcılığını <strong>ve</strong> prestijini<br />

yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilecektir. Suriye-İsrail arasındaki arabuluculuk<br />

sürecinde Türkiye’nin bu girişimini sekteye uğratan en önemli faktör<br />

İsrail’in pek de iyi niyetli olmayan tutumu olmuştur. Ancak burada önemli<br />

olan nokta şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde Türkiye’nin bu rolünün sona erdirilmesidir.<br />

Diğer bir ifadeyle, nedeni ne olursa olsun Türkiye’nin devre dışı bırakılması<br />

bölgesel sorunlarda inisiyatif alma iddiasının daha sağlam temeller üzerine<br />

bina edilmesini zorunlu kılmaktadır.<br />

Niteliği <strong>ve</strong> içeriği ne olursa olsun Türkiye’nin öncü bir rol oynayacağı bölgesel<br />

bir işbirliği hareketi kaçınılmaz olarak Türk dış politikasının mevcut zaaf<br />

<strong>ve</strong> avantajlarından etkilenecektir. Bu nedenle Türk diplomasinin önündeki<br />

165


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

engel <strong>ve</strong> sınırların gerçekçi bir analizinin yapılması işbirliğinin uzun ömürlü<br />

olmasını sağlamak açısından hayati öneme haiz olacaktır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de böylesi<br />

bir bölgesel işbirliğinin Osmanlı vurgusundan kaçınması gereğinden söz<br />

etmek yerinde olacaktır. Son derece yerinde bir tavırla dış politika çizgisinin<br />

yeni Osmanlıcı bir tavır olmadığını istikrarlı bir şekilde ifade eden Türk dış<br />

politikasının bölgesel bir işbirliği girişiminde bulunurken Osmanlıya atıfta<br />

bulunması doğru olmayacaktır.<br />

Osmanlı imajının Orta Doğu bölgesinde yaşayan halklar nezdinde nasıl olduğundan<br />

bağımsız olarak böylesi bir vurgunun pratik bir faydası olmayacaktır.<br />

Bölgede Türk algı <strong>ve</strong> imajının son derece iyi olduğu bilinmekle birlikte aynı<br />

şeyi Osmanlı algısı için söylemek için elde yeterli <strong>ve</strong>ri bulunduğunu iddia etmek<br />

mümkün değildir. Diğer bir ifade ile Osmanlının bölge halkları nezdinde<br />

ne ifade ettiği hala net değildir. Bu nedenle bir işbirliği <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>k gelecek projesini<br />

Osmanlı projesi haline dönüştürmek akıllıca bir fikir olmayacaktır. Kaldı<br />

ki bölgede Osmanlı imajı mükemmel olsa bile buna gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> buna atıfta<br />

bulunmak pratik olarak fazla bir fayda sağlamayacaktır. Türkiye Osmanlı geçmişinden<br />

ziyade bugün sahip olduğu potansiyel <strong>ve</strong> etkiye gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> ona<br />

göre bölgesel işbirliğine dayalı bir gelecek vaat etmek durumundadır.<br />

Son olarak OMT türü bir siyasi işbirliği modelinin bir entegrasyon biçimi olmadığını<br />

hatırlatmak gerekir. Bu açıdan bu girişimin rahatlıkla ölçülebilir somut<br />

sonuçlar <strong>ve</strong>rmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ancak bu, böylesine<br />

he<strong>ve</strong>sli bir girişimin yararsız olacağı anlamına gelmemektedir. Bir yönüyle bu<br />

bir prestij projesi olarak algılanmalı <strong>ve</strong> geniş tabanlı bir işbirliğinin ilk öncülü<br />

olarak sunulabilmelidir. Osmanlı’ya vurgu yapmadan Türkiye’nin potansiyelini<br />

<strong>ve</strong> bölgeye barış yayma misyonunu yansıtacak geniş tabanlı siyasi işbirliği<br />

bölgenin sosyal <strong>ve</strong> siyasal gerçeklerini de yansıtmak durumundadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

bunu devletler arası örgütlenmeden ziyade bir milletler topluluğu formatında<br />

düşünmek yerinde olacaktır. Böylesi bir tercih bir yönüyle Türkiye’nin<br />

yeni coğrafi muhayyilesi ile de uyumlu olacaktır. Devletler arasında var olan<br />

hukuki sınırları çiğnemeden ama bu sınırların yarattığı kısıtlamaları anlamsız<br />

kılacak şekilde tasarlanmış bir işbirliği modeli bölge kavimleri <strong>ve</strong> milletlerine<br />

cazip gelebilecek <strong>ve</strong> gelecekte yapısal problemlere de çözüm getirebilecektir.<br />

166


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

ARAP BAHARI ÜZERİNDEN AVRASYA-ATLANTİK<br />

REKABETİNİ YORUMLAMAK<br />

Barış DOSTER *<br />

Orta Doğu, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel boyutlarıyla uluslararası<br />

ilişkilerin merkezinde yer alan bir bölgedir. Büyük uygarlıkların kök salıp<br />

geliştiği, derin çelişkilerin kurumsallaştığı, keskin rekabetlerin eksik olmadığı<br />

bir coğrafyadır. Tek tanrılı dinler, kadim medeniyetler burada doğmuş, Tasavvufun<br />

derinliklerine burada inilmiş, Arap-İsrail Savaşları burada çıkmıştır.<br />

Bu nedenle, Orta Doğu’nun bugünü üzerine yorum yaparken, geçmişini<br />

unutmamak, her zaman dikkate almak gerekir. Zira tarihsel bellek <strong>ve</strong> geçmişteki<br />

algılar, Orta Doğu’da bugünü de geleceği de çok fazla şekillendirir,<br />

etkiler, yönlendirirler.<br />

“Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç de bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir.<br />

Bölgenin tarihi, birikimi, deneyimi, donanımı, kabiliyeti, toplum yapısı,<br />

insan malzemesi gözetilerek yorumlanmalıdır. Orta Doğu’nun, batıdan ithal<br />

modellerin, rejimlerin, kavramların yürürlükte olmadığı, dolaşıma girmediği<br />

bir bölge olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Orta Doğu’da öne çıkan sorunlar<br />

değişkendir, karmaşıktır. Bu nedenle uzun vadeli bakış açısı geliştirmek oldukça<br />

zordur. Arap-İsrail anlaşmazlığı başta olmak üzere, bir dizi yapısal sorun<br />

vardır. Enerji kaynakları açısından zenginliği nedeniyle, asırlardır büyük<br />

devletlerin çıkar çatışmalarına sahne olması da sorunların çözümünü güçleştiren<br />

önemli bir etkendir.<br />

Orta Doğu denince akla öncelikle İslam dünyası, Filistin meselesi ekseninde<br />

* Doç. Dr., Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

167


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

şekillenen Arap-İsrail uyuşmazlığı, enerji zenginliği <strong>ve</strong> su kıtlığı gelir. Dünya<br />

nüfusunun <strong>ve</strong> yüzölçümünün yüzde yirmiden fazlasını oluşturan İslam âlemi,<br />

kimi temel hammadde kaynaklarında yüzde elliden fazla paya sahiptir. Ancak<br />

küresel üretimdeki payı yüzde 4’tür. Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul<br />

ülkesindeki kişi başına ulusal gelir 500 katı bulurken, bu uçurum İslam<br />

dünyasında daha derindir. Dünyanın en zenginleri listesinde çok sayıda Arap<br />

şeyhinin ismi bulunsa da, İslam Konferansı Örgütü’ne üye en az gelişmiş <strong>ve</strong><br />

düşük gelirli ülkelerin nüfusu, örgüt üyesi ülkelerin toplam nüfusunun yüzde<br />

67’sidir.<br />

İslam âleminin <strong>ve</strong> Arap dünyasının geri kalmışlığı, ekonomik zayıflığı, siyasi<br />

güçsüzlüğü, sanayi, bilim <strong>ve</strong> teknolojideki geriliği, alt kimlikler, feodal aidiyetler,<br />

Ortaçağ kalıntısı mensubiyetler üzerinden bölünmüşlüğü, sadece ülkelerin<br />

içindeki kutuplaşmayı, çatışmayı değil, İslam ülkeleri arasındaki rekabeti<br />

hatta kimi zaman savaşları da beslemektedir. Toplumsal yapının, siyasal<br />

kültürün genellikle mezhep, etnisite, kabile, aşiret ilişkileri üzerinde yükselmesi,<br />

bu ülkelerin batılı büyük güçler tarafından sömürülmesini, kullanılmasını<br />

kolaylaştırmaktadır. Orta Doğu’da ABD karşıtlığı çok yüksek olduğu halde,<br />

ABD’nin iktidarlar üzerinde büyük nüfuzu, enerji kaynakları üzerinde etkili<br />

denetimi, siyasal seçkinler üzerinde dikkat çekici ağırlığı vardır. ABD’nin<br />

İsrail’le stratejik müttefik olması bile, Körfez’deki Arap ülkeleri üzerindeki<br />

etkinliğini sarsmamaktadır.<br />

Arap Baharı’ndan Demokrasi Çıkmadı<br />

“Arap Baharı” denilen süreç, Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı seyyar satıcı<br />

gencin 17 Aralık 2010’da kendisini yakmasıyla başlamıştır. Ancak sürecin<br />

başlamasının üstünden 2.5 yıldan fazla zaman geçtiği halde, “bahar”ın geldiği<br />

ülkelere demokrasi gelmemiştir. Eylemlerin başladığı Tunus’ta istikrar<br />

sağlanamamıştır. Arap dünyasının kalbinin attığı Mısır’da iki kez lider değişmesine,<br />

yeni anayasa kabul edilmesine karşın, gerginlik sürmektedir. Petrol<br />

zengini Suudi Arabistan’ın desteğiyle ayakta kalabilen Bahreyn’de rejim sıkıntılıdır.<br />

Ürdün’ün geleceği hakkında karamsar yorumlar yapılmaktadır. Rejimin<br />

kanlı şekilde sona erdiği Libya’nın bütünlüğü tartışılmaktadır. 2011’in<br />

Mart ayında olayların başladığı Suriye’de ise Cumhurbaşkanı Esed, ABD <strong>ve</strong><br />

müttefiklerinin baskılarına, Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran’ın da desteğiyle direnmektedir.<br />

168


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

Arap Baharı’na ilişkin olarak bölgedeki iktidar boşluğuna <strong>ve</strong> şekillenen yeni<br />

güç ilişkilerine dikkat çekenlerin sayısı artmaktadır. Örneğin Japonya’nın eski<br />

savunma bakanı Yurike Koiki’ye göre; Orta Doğu’nun siyasi eko-sisteminin<br />

bozulmaya başlamasının arkasında bölgede şekillenen “iktidar boşluğu” vardır<br />

<strong>ve</strong> bu boşluk şu 3 <strong>ve</strong>ktörün bileşkesinden oluşmaktadır: Birincisi, ABD’de<br />

enerji alanında yaşanan gelişmeler, bu ülkenin Orta Doğu kaynaklarına bağımlılığını<br />

azaltmıştır. İkincisi, ABD hegemonyası gerilerken Çin’in yükselmesi,<br />

Batı merkezli dünya sisteminin sürdürülebilmesi açısından, Uzakdoğu,<br />

Pasifik havzası <strong>ve</strong> Afrika’nın önemini artırmaktadır. Üçüncüsü, Afganistan <strong>ve</strong><br />

Irak savaşlarının son <strong>ve</strong>rilere göre 6 trilyon dolara ulaşması beklenen faturası,<br />

“askeri sınaî kompleksi” beslemekle birlikte, artık ABD bütçesi açısından taşınamayan<br />

bir mali yük oluşturmaktadır. Bu üç <strong>ve</strong>ktörün bileşkesinde oluşan<br />

iktidar boşluğunun Orta Doğu jeopolitiğine getireceği yeni “eko-sistemi” düşünürken<br />

çok dikkatli olunmalıdır. ABD’nin bölgedeki jeopolitik gelişmeleri<br />

belirleme gücünün azalması, bu boşluğu bir başka ülkenin doldurabileceği<br />

anlamına gelmemektedir. Diğer bir deyişle, ABD’nin bu boşluğu bir başka<br />

ülkenin (onu stratejik müttefik olarak tanımlasa bile) doldurmaya kalkmasını<br />

kabul edeceğini sanmak, büyük yanılgıdır. 1<br />

Arap Baharı başladıktan sonra ABD, Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de kendisine<br />

yakın duran liderlere, yükselen ABD karşıtlığını da dikkate alarak, sahip<br />

çıkmamıştır. Müttefiklerini gözden çıkarmış, yorulan yüzlerin yerine<br />

yenisini koymanın yollarını aramış, başarılı da olmuştur. Libya’da emperyalizm<br />

karşıtı söylemleriyle öne çıkan Kaddafi devrilmiş, ülkenin zengin<br />

enerji kaynakları ABD’li şirketlere açılmıştır. ABD, bölgede kendi çevresinde<br />

bir Şii hilali örmeye çalışan İran’ın, Filistin davasının hamiliğini, İslam<br />

dünyasının liderliğini üstlenme çabalarına, Irak’ta artan etkisine engel olmayı<br />

amaçlamaktadır. Tahran’ın bölge merkezli politika arayışlarını dizginlemek,<br />

İsrail’in gü<strong>ve</strong>nliğini pekiştirmek, mümkünse Filistin meselesini İsrail’i tatmin<br />

edecek şekilde çözmek, enerji kaynakları üzerindeki denetimini tahkim etmek<br />

için çalışmaktadır.<br />

1 Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu Isınmaya Devam Ediyor,” Cumhuriyet, 1 Nisan 2013, Erişim tarihi:<br />

1 Nisan 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/412806/Ortadogu_Isinmaya_Devam_Ediyor.html#.<br />

169


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Arap Baharı sonrasında, Atlantik cephesi yani ABD <strong>ve</strong> müttefikleriyle küresel<br />

ölçekte Rusya <strong>ve</strong> Çin, bölgesel ölçekte ise İran’ın öne çıktığı Avrasya güçleri<br />

arasındaki rekabet en belirgin <strong>ve</strong> keskin biçimde Suriye’deki olaylarda görülmüştür.<br />

Arap Baharı’nın son durağı olan, ama süreci en uzun, en kanlı yaşayan<br />

Suriye’de bir tarafta ABD’nin başını çektiği, İngiltere, Fransa, Türkiye, Suudi<br />

Arabistan <strong>ve</strong> Katar’dan oluşan Esed karşıtı cephe, diğer tarafta ise Rusya, Çin,<br />

İran <strong>ve</strong> Irak’tan oluşan cephe vardır. Bu cepheleşme sadece bölgesel ölçekte<br />

değil, Kuzey Kore’den Latin Amerika’ya dek uzanan küresel ölçekte bir cepheleşmedir.<br />

BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde Suriye karşıtı karar tasarıları gündeme<br />

geldiğinde, Rusya <strong>ve</strong> Çin <strong>ve</strong>to kartını kullanmışlardır. Suriye’ye yönelik askeri<br />

müdahaleye kesinlikle karşı çıkmışlardır. Bunu yaparken ABD <strong>ve</strong> müttefiklerini,<br />

Suriye’nin içişlerine müdahale etmekle, çatışmaları kışkırtmakla,<br />

terörist gruplara destek <strong>ve</strong>rmekle suçlamışlardır.<br />

Libya’da göstermedikleri direnci Suriye’de gösteren Moskova <strong>ve</strong> Pekin,<br />

ABD’nin sadece Suriye politikasını değil, İran politikasını da eleştirmektedirler.<br />

Tahran’ın içişlerine karışılmasına, ambargolara, tek taraflı yaptırımlara<br />

karşı çıkmaktadırlar. İran’a doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı, ABD’nin tek başına ya da<br />

müttefikleriyle birlikte müdahalede bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadırlar.<br />

İran’ın nükleer çalışmaları nedeniyle batıyla yaşadığı gerginlikte barışçı<br />

yollardan çözümü önermektedirler. ABD’nin enerji kaynakları üzerinde hakimiyet<br />

kurmaya çalıştığını bilen Rusya <strong>ve</strong> Çin, İran’ın nükleer faaliyetlerine sert<br />

tepki <strong>ve</strong>rmemektedirler. Bu nedenle sadece ABD’nin değil, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez’deki<br />

Arap ülkelerinin Suriye <strong>ve</strong> İran politikalarını da eleştirmektedirler.<br />

Nitekim Rusya <strong>ve</strong> Çin’in kararlı tutumu nedeniyle ABD, ne Suriye’ye ne de<br />

İran’a askeri müdahale yapmaya yanaşmamaktadır. Körfez’deki Sünni Arap<br />

rejimlerinin <strong>ve</strong> İsrail’in bu yöndeki baskılarına rağmen, sıcak çatışmayı göze<br />

alamamaktadır. İsrail’in İran’ı vurması halinde, İran’ın İsrail’e yanıt <strong>ve</strong>receğini<br />

bilmektedir. İran yanıt <strong>ve</strong>rdiği anda, Türkiye’deki füze kalkanı radarı devreye<br />

sokulacaktır ki, bu da Türkiye’nin İran’ın doğrudan hedefi olması demektir.<br />

Son dönemde ABD üzerinden gelişmekte olan NATO-İsrail yakınlaşmasına<br />

bu açıdan da bakmak gerekir. O yüzden ABD, bölgedeki iki önemli müttefiki<br />

olan Türkiye <strong>ve</strong> İsrail arasındaki gerginliğin bitmesi için devreye girmiştir.<br />

170


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

İran’ın, Irak <strong>ve</strong> Suriye’deki etkinliği, Filistin davasına <strong>ve</strong>rdiği destek <strong>ve</strong> ABD,<br />

İsrail karşıtı söylemleri sayesinde, Körfez’deki rejimler arasında olmasa bile,<br />

halklar arasında artan itibarı da ABD’nin elini zayıflatmaktadır. Şii-Sünni<br />

gerginliğinin yükseldiği bir dönemde artan İran etkisi, onun tarihsel olarak<br />

rekabet ettiği Türkiye’yle ilişkilerine de yansımaktadır. Nitekim Suriye meselesinde<br />

tam zıt cephelerdedirler. Tahran, Esed devrildiği takdirde sadece<br />

Suriye’de kaybetmeyeceğini, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas üzerindeki<br />

etkisini önemli ölçüde yitireceğini bilmektedir. O bağlamda hem İran<br />

hem de Suriye, Türkiye’nin İsrail’le yaşadığı gerginliğin göstermelik olduğunu,<br />

bu yolla İslam dünyasında, Arap aleminde öne çıkmaya çalıştığını açıklamışlardır.<br />

Türkiye’yi ABD’nin bölgedeki sözcülüğünü yapmakla, Suriye’nin<br />

içişlerine karışmakla suçlamışlardır. İsrail’in Türkiye’den özür dilemesini de,<br />

Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıya değil, Suriye meselesinde sıkışan<br />

Türkiye’yi rahatlatma çabasına bağlamışlardır. Türkiye’nin füze kalkanı radarına<br />

<strong>ve</strong> sonra da patriot füzelerine topraklarını açmasını, İsrail’i korumaya<br />

yönelik adımlar olarak nitelemişlerdir.<br />

Bunalım Dönemselim Mi, Yapısal Mı?<br />

Batı ittifakının siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel olarak gerileyişi, hatta sistem<br />

bunalımı yaşadığına ilişkin yapılan tartışmalar, doğuda yükselen güçlerin<br />

elini kuv<strong>ve</strong>tlendirmektedir. Yaşadığı bunalamı aşamayan Avrupa Birliği’nin<br />

(AB) dış politikada ağırlığının olmadığı bir kez daha görülmüştür. ABD’nin<br />

bir diğer müttefiki Japonya, Asya’daki iktisadi liderliğini yitirmiştir. Ekonomik<br />

olarak zayıflayan ABD, sadece İran <strong>ve</strong> Suriye konularında değil, pek çok<br />

konuda Rusya <strong>ve</strong> Çin’in BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’ndeki direncini aşamamaktadır.<br />

Bir zamanlar “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da büyük<br />

güç <strong>ve</strong> itibar kaybetmiştir. Nitekim artık ABD’deki bazı uzmanlar, Suriye’de<br />

Esed’ın devrilmesinin hayli zorlaştığını, ABD için en iyi çözümün “gücü azaltılmış<br />

bir Esed” olduğunu dillendirmeye başlamışlardır.<br />

Dünya ekonomisindeki ağırlığın batıdan doğuya kaymasına ila<strong>ve</strong>ten son yıllarda<br />

dünya ekonomisinde kısaca “BRICS” denen, Brezilya, Rusya, Hindistan,<br />

Çin <strong>ve</strong> Güney Afrika’dan oluşan ülkeler bloğu öne çıkmaktadır. BRICS<br />

üyeleri, Dünya Bankası’na alternatif olacağını belirttikleri <strong>orta</strong>k bir banka kur-<br />

171


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

mayı kararlaştırmışlardır. IMF’yi, para <strong>ve</strong>rme karşılığında üye ülkelerin kotasını<br />

yükseltmeye çağırmışlardır. Çin, küresel krizlerin önlenmesi amacıyla<br />

IMF’ye 43 milyar dolar, Rusya ise 10 milyar dolar katkı sağlayacaklarını açıklamışlardır.<br />

Dünya nüfusunun yüzde 42’sine, küresel ticaretin yüzde 18’ine<br />

sahip olan BRICS ülkeleri, ABD dolarının ticari işlemlerdeki egemenliğine de<br />

karşıdırlar. İran’ın nükleer programı, Suriye bunalımı, küresel ekonomik kriz<br />

gibi konularda <strong>orta</strong>k tavır takınmaktadırlar. Dünya Bankası’na göre; 2025’te<br />

küresel ekonomik büyümenin yarısı BRICS ülkelerinden kaynaklanacaktır.<br />

Dünya enerji kaynaklarında denetim batının çokuluslu şirketlerinden Çin <strong>ve</strong><br />

Rusya’nın devlet şirketlerine geçecektir. BM, IMF, G-8 <strong>ve</strong> G-20 ülkeleri eski<br />

güçlerini yitirirken, BRICS <strong>ve</strong> Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) güçlenecektir.<br />

Değişmekte olan bu ekonomik dengeler nedeniyle pek çok ülke son dönemde<br />

artan hızla dış ticarette dolardan uzaklaşmakta, ulusal para birimlerine yönelmektedir.<br />

Örneğin; Japonya ile İran arasındaki petrol ticaretinde dolar kullanılmamaktadır.<br />

Çin, ulusal para birimi olan Yuan’ın dünya ticaretinde daha<br />

etkin olarak kullanılmasına çalışmakta, bu konuda BRICS ülkelerinin desteğini<br />

almaktadır. Tek odaklı dünya, sadece siyasi olarak değil, iktisadi olarak da<br />

yerini birkaç kutuplu dünyaya bırakmanın sancılarını çekmektedir.<br />

Gerileyen Güç: ABD<br />

ABD siyasi, iktisadi, askeri olarak gerileyen bir süper güçtür. Ancak gerilemesine<br />

karşın dünyanın en büyük ekonomisine, en güçlü ordusuna sahiptir. Küresel<br />

çapta kurduğu hegemonyaya direnebilecek bir gücün <strong>orta</strong>ya çıkmasını<br />

istemese de, bu üstünlüğünü korumaya ekonomisi el<strong>ve</strong>rmemektedir. 19. yüzyılın<br />

son çeyreğinden bu yana dünyanın en güçlü ekonomileri arasında öne<br />

çıkan ABD, 1960’tan sonra dünyanın toplam gelirinin yüzde 30’unu üretmektedir.<br />

Yıllık federal kamu harcamaları kabaca 3.5 trilyon dolar, bütçe gelirleri<br />

ise 2.4 trilyon dolar olan ABD, küresel bunalımı atlatmakta zorlanmaktadır.<br />

Milli geliri 15.5 trilyon dolar olan ABD’nin kamu borcu 28 Temmuz 2013<br />

itibariyle 16.738 trilyon dolardır. 2<br />

2 “The US Go<strong>ve</strong>rnment Debt,” Erişim tarihi: 28 Temmuz 2013, http://www.usgo<strong>ve</strong>rnmentdebt.<br />

us/.<br />

172


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

İktisadi gerileyişe koşut olarak ABD, siyasi <strong>ve</strong> askeri olarak da gerilemektedir.<br />

Afganistan işgalinin maliyeti artmış, süresi uzamış, oldukça yıpratıcı<br />

olmaya başlamıştır. O nedenle ABD, farklı arayışlara yönelmiş, Taliban ile<br />

müzakerelere başlamıştır. NATO’daki müttefiklerinden daha çok öz<strong>ve</strong>ride bulunmalarını<br />

istemiştir. ABD, 2003’te işgal ettiği, 2011’de çekildiği Irak’ta da<br />

tüm hedeflerine ulaşamamıştır. Irak’ın iç siyaseti <strong>ve</strong> enerji kaynakları üzerinde<br />

söz sahibi olsa da, ülkenin kuzeyinde kendi güdümünde bir bölgesel yönetim<br />

kursa da, Irak iç savaşın eşiğine gelmiştir. Etnik, mezhepsel temelde bölünme<br />

riski artmıştır. İran’ın Irak’taki etkisi ise en üst düzeye çıkmıştır.<br />

Bölgesel dinamikler de ABD’nin bölge politikalarına karşıt biçimde<br />

gelişmiştir. Özellikle İran, sadece Irak’ta, Körfez bölgesinde değil, tüm Orta<br />

Doğu’da ABD karşıtı mücadelenin lideri konumuna gelmiştir. Bu sayede sadece<br />

Irak <strong>ve</strong> Suriye üzerinde değil, Lübnan <strong>ve</strong> Filistin’de de etkisi artmıştır.<br />

Bu etkinlik hem bölgede hem de Irak’ta ABD’nin politikalarını zora sokmuştur.<br />

3 Tüm bunlar ABD’nin ağırlığını Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine<br />

kaydırmasını hızlandırmıştır. Ancak dünya üzerinde bin dolayında askeri üssü<br />

<strong>ve</strong> tesisi bulunan ABD’nin, bu yükü sadece siyasi <strong>ve</strong> askeri açıdan değil, ekonomik<br />

açıdan da taşıması zordur. Soğuk Savaş döneminde SSCB’yi ekonomik<br />

rekabete zorlayan, onu yorucu, yıpratıcı bir yarışın içine çekerek dağılmasını<br />

hızlandıran ABD, günümüzde rakiplerine bunu yapacak güçte değildir. Sadece<br />

Orta Doğu’da değil, diğer bölgelerde de tek başına davranabilme yeteneğini<br />

yitirmiştir. Bu yüzden Orta Doğu başta olmak üzere çıkarı olan her yerde,<br />

yerel-bölgesel güçlere geçmişe oranla daha fazla gereksinim duymaktadır.<br />

Bu gelişmeler ABD’yi, daha fazla içine kapanacağı, ekonomisi başta olmak<br />

üzere kendi sorunlarıyla daha çok ilgileneceği bir döneme sokmuştur. Nitekim<br />

İran <strong>ve</strong> Suriye konularındaki tutumu, öncelikle Rusya <strong>ve</strong> Çin’le birlikte çözüm<br />

aramaktan bahsetmesi, tek başına hareket etmeyeceğini, askeri müdahaleye<br />

taraftar olmadığını açıklaması, eski gücünde olmadığının kanıtlarıdır. Sadece<br />

ABD değil, Avrupa’daki önemli müttefikleri İngiltere <strong>ve</strong> Fransa da, özellikle<br />

Türkiye’nin, Suriye’de tampon bölge oluşturulması <strong>ve</strong> uçuşa yasak bölge ilan<br />

edilmesi gibi önerilerine karşı çıkmışlardır. Tampon bölgenin doğuracağı<br />

3 Meliha Benli Altunışık, “Orta Doğu <strong>ve</strong> ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken,” Orta Doğu Etütleri<br />

Cilt 1 Sayı 1 (2009): 78.<br />

173


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

sorumluluğu, getireceği ekonomik yükü karşılamaktan çekinmişler, böyle bir<br />

adımın daha şiddetli çatışmalara neden olacağına dikkat çekmişlerdir.<br />

ABD’nin, Irak’ın işgalinin meşruiyeti, haklılığı konusunda, elindeki güçlü<br />

propaganda olanaklarına rağmen, değil dünya kamuoyunu ikna etmek, kendi<br />

müttefiklerinin bile çoğunda kamuoylarını ikna edemediğini anımsamak<br />

gerekir. Nitekim işgal sonrasında tüm dünyada ABD karşıtlığı yükselmiştir.<br />

Suriye’ye askeri müdahale konusunda istekli olmamasının önemli nedenlerinden<br />

biri de, hem kendi halkını hem de dünyayı Suriye’ye saldırmaya ikna<br />

edememesidir. ABD, Esed karşıtlarının toplumsal tabanı, meşruiyeti <strong>ve</strong> itibarının,<br />

batı medyasının abarttığı ölçüde olmadığının farkındadır. İsrail’in<br />

gü<strong>ve</strong>nliğinin Esed sonrasında nasıl etkileneceğini öngörememektedir. Bugün<br />

Esed yanlısı güçlere karşı savaşan grupların, yarın İsrail’e karşı nasıl hareket<br />

edeceklerini kestirememektedir. Suriye’deki gelişmelerin iç savaşın eşiğinde<br />

olan Lübnan’a ne zaman, nasıl, ne yönde etki edeceğini tam olarak tahmin<br />

edememektedir.<br />

ABD’nin değişen müdahale tercihleri de, büyük, ağır, hacimli, yüksek maliyetli,<br />

dünyanın tepkisini çeken işgaller yerine, küçük birliklerle, gizli operasyonlarla,<br />

insansız hava araçlarıyla, toplum mühendisliğiyle, istikrarsızlaştırıcı<br />

faaliyetlerle, psikolojik harp teknikleriyle müdahale etmeyi zorunlu<br />

kılmaktadır. Arap Baharı’nda öne çıkan isyanlar, gösteriler, Suriye’de mezhep<br />

çatışması çıkması için tertiplenen kışkırtıcı eylemler, hükümet darbeleri hep bu<br />

kapsamda düşünülmelidir. Çünkü bu yöntemler daha ucuzdur. Daha “barışçıl”<br />

görünümlü olduklarından, daha az tepki çekmektedir. Bu nedenle ABD,<br />

Türkiye’de, Ürdün’de, Irak’ta, Katar’da <strong>ve</strong> bölgedeki diğer müttefiklerinde<br />

bu tür operasyonlar için üs kurmak ya da mevcut üslerin sayısını artırmak<br />

istemektedir. Savunma bütçesinde kesintiye giderken, özel operasyonlar için<br />

ayırdığı bütçeyi artırmaktadır.<br />

Küresel üstünlüğünü yitirmek istemeyen ABD, Çin’i çevrelemek, büyümesini,<br />

etkinliğini artırmasını önlemek için, dış politikasının temel önceliklerini<br />

bu yönde güncellemiştir. “ABD’nin Pasifik Yüzyılı” adlı dış politika temel<br />

yaklaşım metninde Çin’e yönelik stratejisini <strong>orta</strong>ya koymuştur. Çin’i siyasi<br />

<strong>ve</strong> askeri açıdan çevrelemeyi, iktisadi açıdan dengelemeyi amaçlamaktadır.<br />

174


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

Asya- Pasifik bölgesine yığınak yapmaktadır. 2020’ye dek donanmasının yüzde<br />

60’ını bu bölgeye kaydırmak <strong>ve</strong> yeni üsler yapmak niyetindedir. Bölgeye<br />

70 bin asker yollamayı düşünmektedir. Güney Kore, Japonya, Avustralya, Filipinler,<br />

Bangladeş, Singapur, Endonezya <strong>ve</strong> Tayland’la askeri işbirliğini güçlendirmektedir.<br />

Pasifik’te ikili <strong>ve</strong> çok taraflı tatbikatlarının sayısını artırmaktadır.<br />

Zbigniew Brzezinski gibi ABD dış politikasının saptanmasında etkili<br />

olan isimler de, Çin’e karşı mutlaka önlem alınması gerektiğini belirtmektedirler.<br />

Nitekim Brzezinski, “Stratejik Vizyon” 4 adlı kitabında, ABD’nin yaşadığı<br />

bunalımla birlikte Çin’in yükselişine işaret etmekte <strong>ve</strong> çözüm önerilerini<br />

sıralamaktadır.<br />

ABD’nin en önemli hedeflerinden biri de Hindistan’ı yanına çekmektir.<br />

ABD’nin 2012 Savunma Strateji Belgesi, Çin’e karşı Hindistan, Japonya,<br />

Güney Kore hattının desteklenmesini öngörmektedir. Rusya’yla güçlü ilişkileri<br />

olan, Çin <strong>ve</strong> Pakistan’la zaman zaman ciddi sorunlar yaşayan Hindistan,<br />

ŞİÖ’de gözlemci üyedir <strong>ve</strong> tam üyelik için çabalamaktadır. Hindistan’ın Çin’i<br />

yakalamak üzere olan nüfusu <strong>ve</strong> hızla gelişen ekonomisi de üzerinde dikkat<br />

çeken özellikleridir. Hindistan’a yönelik ABD ilgisi, bölgesel değil küresel<br />

ölçekte önemlidir.<br />

ABD iktisadi düzlemde en büyük rekabeti Çin’le yaşamaktadır. Ancak iki ülkenin,<br />

aynı zamanda birbirleriyle iç içe geçmiş ekonomiler olduklarını belirtmek<br />

gerekir. ABD’nin en borçlu olduğu ülke Çin’dir. Çin’in en fazla alacaklı<br />

olduğu ülke ABD’dir. ABD Çin’in en büyük pazarıdır. Bu karşılıklı iktisadi<br />

bağımlılık, siyasi düzlemdeki keskin rekabete karşın, telafisi olanaksız uzlaşmazlıkları<br />

engellemektedir. İki ülke de keskin bir siyasi <strong>ve</strong> askeri rekabetin,<br />

kendilerine maliyetinin çok yüksek olacağını bilmektedirler. ABD’nin değişen<br />

stratejisi Orta Doğu değil, Asya-Pasifik ağırlıklıdır. Bu da ABD’nin Orta<br />

Doğu’daki gücünü azaltırken, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in elini güçlendirmektedir.<br />

ABD, 2012’den itibaren 10 yıl boyunca savunma harcamalarında yaklaşık<br />

500 milyar dolar (kimi uzmanlar bu tutarın 700 milyar doları bulacağını öne<br />

sürmektedir) kesintiye gideceğini açıklarken, Rusya önümüzdeki 10 yılda or-<br />

4 Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon: Amerika <strong>ve</strong> Küresel Güç Buhranı (İstanbul: Timaş<br />

Yayınları, 2012).<br />

175


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

dusunu güçlendirmek için 730 milyar dolar kaynak ayıracağını açıklamıştır.<br />

ABD savunma bütçesindeki kesintiler <strong>ve</strong> ekonomisindeki kötü durum, sınır<br />

ötesi harekât yapmasını engelleyen unsurlardan biridir. Bu onun caydırıcılığını<br />

da zayıflatmaktadır. O nedenle, ABD’nin gerilemesi, sadece büyük güçleri<br />

değil, daha küçük devletleri de cesaretlendirmektedir. Örneğin; ABD, Çin’le<br />

yeni tip askeri ilişki kurmaya, <strong>orta</strong>k tatbikatlar yapmaya çabalarken, Çin’in<br />

desteklediği Kuzey Kore, nükleer silahlar konusunda ABD’ye kafa tutabilmektedir.<br />

Keza ABD’nin son dönemde Pakistan’la gerginleşen ilişkileri sonrasında<br />

Pakistan’ın Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran’la daha yakın işbirliğine yöneldiği görülmektedir.<br />

AB’nin Bunalımı Yapısallaşıyor<br />

Küresel krizden oldukça etkilenen AB’nin durumu iyi değildir. Bu bunalımı<br />

aşmak için AB <strong>ve</strong> ABD arasındaki işbirliği arayışları sürmektedir. 2007’de<br />

ABD ile AB arasında başlayan Transatlantik Ekonomi Konseyi adlı girişim<br />

üzerinden ABD <strong>ve</strong> AB’yi, Transatlantik Ticaret <strong>ve</strong> Yatırım Ortaklığı adlı serbest<br />

ticaret anlaşmasıyla tek bir ekonomik bölgede birleştirmek için yapılan<br />

müzakereler sürmektedir. Bu durum, pek çok uzman tarafından, ABD’nin<br />

1948’de yürürlüğe giren Marshall Yardımı’ndan bu yana Avrupa’yı bir kez<br />

daha iktisadi bunalımdan kurtarma çabası şeklinde yorumlanmaktadır. Bu sayede<br />

Avrupa’nın ürettiği ürünler ABD’ye gümrüksüz olarak girecektir. ABD<br />

<strong>ve</strong> Avrupa yılda karşılıklı olarak 1 trilyon dolar tutarında mal <strong>ve</strong> hizmet ticareti<br />

yapmaktadırlar <strong>ve</strong> karşılıklı 4 trilyon dolar tutarında yatırımları vardır.<br />

ABD’nin Avrupa’daki yatırımlarının toplamı 1.9 trilyon dolardır.<br />

AB’nin başka bir dizi yapısal sorunu da vardır. Nüfusu hızla yaşlanmaktadır.<br />

2025’de AB nüfusunun dörtte birinin emeklilerden oluşacağı öngörülmektedir.<br />

Meslek sahibi dört kadından biri anne olmaktan kaçınmaktadır. Doğurganlık<br />

azalmaktadır. İşsizlerin <strong>ve</strong> yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı artmaktadır.<br />

Son yıllarda ABD’ye doğru yoğun bir beyin göçü vardır. AB’nin ar-ge harcaması,<br />

ABD’nin 120 milyar dolar gerisindedir. 28 üyeli birlikte üyeler arasında<br />

gelişmişlik, ekonomik büyüklük, siyasi güç farkının yanında, hedef, öncelik,<br />

çıkar farkının da olması, Brüksel’in işini zorlaştırmaktadır. Örneğin, AB’nin<br />

en büyük üç ülkesinden olan İngiltere, ABD’yle çok yakın ilişkilere sahiptir.<br />

176


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

Daha Avrupa merkezli politikaları savunan Almanya <strong>ve</strong> Fransa ise iktisat politikalarında<br />

ayrışmaktadırlar. İspanya <strong>ve</strong> Portekiz’in ekonomik açıdan yaşadığı<br />

bunalım, Yunanistan’ın iflasın eşiğine gelmesi, yeni üyelerin eskilerin sahip<br />

olduğu avantajlara, yardımlara, mali destek programlarına sahip olmaması ilk<br />

akla gelen sorunlarından bazılarıdır.<br />

Askeri güçten yoksun olan AB’nin, yaşadığı ekonomik bunalımı da atlatamaması,<br />

zaten fazla olmayan siyasi ağırlığını iyice sarsmıştır. Küresel ölçekte<br />

kayda değer bir kuv<strong>ve</strong>t olamayacağı Arap Baharı’yla bir kez daha görülmüştür.<br />

ABD’nin baskısıyla İran’dan yaptığı petrol alımını durdurması, sadece<br />

İran’ı değil, AB’yi de olumsuz etkilemiştir. Dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından<br />

olan İran’dan önemli miktarda petrol alan AB’deki rafineriler eksik<br />

kapasiteyle çalışmak sorunuyla karşılaşmışlardır. Nitekim AB’nin sanayi devi<br />

olan, Rusya <strong>ve</strong> Çin’le güçlü ilişkileri bulunan Almanya, İran’a yönelik bu kararı<br />

eleştirmiştir.<br />

Rusya’ya enerji alanında bağımlı olan Almanya doğuya yönelmektedir. Libya,<br />

Suriye <strong>ve</strong> İran gibi önemli konularda ABD ile aynı diplomatik hattı izlememektedir.<br />

Silah ticaretinde dünyada 3. sıraya yükselen Almanya (yaklaşık<br />

olarak İngiltere <strong>ve</strong> Fransa’nın toplamı kadar silah satmaktadır, 2006-2010<br />

arasında silah ihracatını ikiye katlamış, 80 ülkeye askeri malzeme satmıştır)<br />

Avrupa’da ilk sırayı almıştır. Balkanlarda etkilidir. Güneydoğu Avrupa’ya<br />

özel önem <strong>ve</strong>rmekte, en yüksek dış yatırımı yapmaktadır. Slovakya, Macaristan,<br />

Romanya <strong>ve</strong> Bulgaristan’ın en önemli dış ticaret <strong>orta</strong>ğıdır. Bu ülkelere en<br />

çok yatırım yapan devlettir. Örneğin; Macaristan adeta Güney Almanya ekonomisinin<br />

uzantısı gibidir. Yumuşak gücünü de devreye sokan Almanya, Tuna<br />

Boyu Projesi ile kültürel olarak da bölgede etki alanını genişletmektedir. Ayrıca<br />

Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da da etkili olmaya çalışmaktadır. Almanya’nın<br />

bu tutumu <strong>ve</strong> diğer AB üyeleriyle ekonomik olarak arasındaki makasın büyümesi,<br />

AB’nin geleceği açısından da önemli sorun yaratmaktadır.<br />

Rusya <strong>ve</strong> Çin’in Yükselişinin Siyasal Yansımaları<br />

Rusya, devlet başkanı Putin döneminde hızla toparlanmıştır. Ulusal gururuna<br />

yeniden kavuşmuş, yakın çevresinden başlayarak gücünü tekrar hissettirmiş,<br />

bölgede <strong>ve</strong> küresel ölçekte inisiyatif almaya başlamıştır. Sahip oldu-<br />

177


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

ğu enerji kaynaklarını diplomaside başarılı kaldıraç olarak kullanmaktadır.<br />

Dünyanın toplam doğalgaz rezervinin yaklaşık üçte birine sahip olan Rusya,<br />

Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın bu konuda kendisine bağımlı olmasını,<br />

Çin’den Japonya’ya dek pek çok ülkeye doğalgaz satmasını, diplomaside<br />

başarılı biçimde kullanmaktadır. Eski SSCB ülkeleriyle ekonomik, savunma<br />

<strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik ağırlıklı örgütler kurmakta, Şanghay İşbirliği Örgütü’yle (ŞİÖ)<br />

etkisini artırmaya çalışmaktadır. Kazakistan’la tek bir hava savunma sistemi<br />

kullanma konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşmaya Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan<br />

<strong>ve</strong> Özbekistan’ın da katılması düşünülmektedir. Rusya, Kazakistan<br />

<strong>ve</strong> Belarus ile kurduğu Avrasya Gümrük Birliği’ni, eski SSCB ülkelerinden<br />

başlayarak genişletmeyi, zamanla bazı Avrupa <strong>ve</strong> Asya ülkelerini de ittifaka<br />

katmayı amaçlamaktadır.<br />

Rusya çok yönlü bir diplomasi izlemektedir. Hem NATO’da hem de İslam<br />

İşbirliği Teşkilatı’nda gözlemci üyedir. Bir yandan Gürcistan <strong>ve</strong> Ukrayna’nın<br />

NATO’ya üye yapılmaması için ağırlığını koymakta, bir yandan da Suriye 5 ,<br />

İran 6 , Irak gibi Müslüman ülkelerle işbirliğini geliştirmektedir. Almanya <strong>ve</strong><br />

Çin’le ilişkilerine özel önem <strong>ve</strong>rmektedir. Denilebilir ki Almanya batıdaki,<br />

Çin doğudaki, bir diğer ifadeyle Almanya Avrupa’daki, Çin Asya’daki en<br />

önemli müttefikleridir. Doğusundaki geniş <strong>ve</strong> büyük zenginliği işleyip harekete<br />

geçirmek için bu iki ülkenin, özelikle de Çin’in sermayesine gereksinimi<br />

vardır. Aynen Çin gibi, küresel ekonomik bunalıma karşı önlem olarak iç<br />

tüketimi artırmaya, <strong>orta</strong> sınıfı güçlendirme çalışmaktadır. Tarımsal üretimde<br />

yeniden büyük güç olmaya çabalamaktadır. Stratejik <strong>ve</strong> büyük ölçekli sanayide,<br />

özellikle de enerjide devlet denetimini savunmaktadır. Kurucuları arasında<br />

bulunduğu ŞİÖ’nün yanında BRICS’teki kurumsallaşma çabalarını da<br />

önemsemektedir.<br />

Rusya, savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğe ayırdığı mali kaynakları artırmış, Uzakdoğu’da<br />

okyanus deniz kuv<strong>ve</strong>ti kuracağını, Doğu Akdeniz’de sürekli filo bulunduracağını<br />

açıklamıştır. Mart-Nisan 2013’te Karadeniz’de 36 gemi <strong>ve</strong> 7 bin<br />

5 Rusya’nın Suriye’yle ilişkileri için bkz: Barış Doster, “Arap Baharı Özelinde Rusya’nın Suriye<br />

Politikası,” Arap Baharı <strong>ve</strong> Suriye içinde, Ed. Barış Adıbelli. (İstanbul: IQ Kültür Sanat<br />

Yayıncılık, 2012).<br />

6 Rusya’nın İran’la ilişkileri için bkz: Barış Doster, “İran Dış Politikası <strong>ve</strong> Rusya,” Doğu-Batı<br />

Yol Ayrımında İran içinde, Ed: Barış Adıbelli. (İstanbul: Bilim+Gönül Yayınları, 2012).<br />

178


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

askerin katılımıyla, son 20 yılın en büyük tatbikatlarından birini yapmıştır.<br />

Aktif savunma anlayışını benimsemiştir. Güçlü bir hava savunma sistemine<br />

sahiptir <strong>ve</strong> gerektiğinde önleyici vuruş yapacağını, asimetrik yanıt <strong>ve</strong>receğini<br />

ilan etmiştir. NATO’nun genişleyip Rusya sınırlarına yaklaşmasını birinci<br />

tehdit, ABD’nin Doğu Avrupa’ya füzesavar sistemi yerleştirme projesini ise<br />

ikinci tehdit olarak görmektedir. Avrupa Füze Savunma Sistemi konusunda<br />

ABD’yle anlaşamadığını açıkça belirtmiştir.<br />

Rusya <strong>ve</strong> Çin, aralarındaki ilişki için sık sık “stratejik işbirliği” <strong>ve</strong> “derinleşen<br />

<strong>orta</strong>klık” ifadelerini kullanmaktadırlar. 22-27 Nisan 2012 tarihlerinde Sarı<br />

Deniz’de “Denizde İşbirliği 2012” adlı <strong>orta</strong>k tatbikat yapmışlardır. 7 Bu tatbikat,<br />

iki ülke deniz kuv<strong>ve</strong>tlerinin yaptığı ilk <strong>orta</strong>k tatbikattır. Asya-Pasifik bölgesinde<br />

gü<strong>ve</strong>nliği sağlamak amacıyla yapıldığı açıklanmıştır. Aynı zamanda<br />

Pasifik’te uluslararası sularda savaş gemileriyle devriye gezen ABD’ye mesaj<br />

<strong>ve</strong>rmeyi amaçladığı aşikârdır. İki ülkenin bu yakınlığı, ABD’ye karşı füze kalkanı<br />

konusunda işbirliği yapacak boyuta ulaşmıştır. ABD’nin, Asya-Pasifik’i<br />

de içerecek bir küresel füze kalkanı kurma planlarına karşı, füze savunma<br />

sistemlerinde yaptıkları işbirliğini derinleştirmeye karar <strong>ve</strong>rmişlerdir.<br />

Rusya-Çin ilişkileri, ikili temasların yanında, ŞİÖ <strong>ve</strong> BRICS içinde de gelişmektedir.<br />

Bu yakınlaşma, ŞİÖ’nün batıya doğru genişleme, küresel sorunlarla<br />

daha etkili biçimde ilgilenme, Orta Doğu’da ağırlığını artırma çabalarıyla da<br />

uyumludur. Rusya ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Orta Doğu’daki varlığını, Çin ise<br />

ABD’nin sürekli olarak Çin çevresinde askeri yığınak yapmasını <strong>ve</strong> Tayvan’ı<br />

silahlandırmasını, kendileri açısından önemli sorunlar arasında görmektedirler.<br />

ABD’nin bu hamlelerine karşı ikili <strong>ve</strong> çoklu ittifaklar geliştirmektedirler.<br />

Kurulmasına öncülük ettikleri ŞİÖ’yü, dış politikalarında kullanmaktadırlar.<br />

Bu nedenle ŞİÖ, <strong>orta</strong>k savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlikten <strong>orta</strong>k dış politikaya, oradan<br />

da mali düzeyde yakınlaşmaya yönelmiştir. Büyük sermaye gerektiren <strong>orta</strong>k<br />

projelere kaynak aktarması için ŞİÖ Gelişme Bankası <strong>ve</strong> ŞİÖ Gelişme Fonu<br />

kurulmuştur. İlk <strong>orta</strong>k projeler arasında <strong>orta</strong>k mobil uydu bağlantı sistemi <strong>ve</strong><br />

üye ülkeler arasındaki ulaşımı kolaylaştıracak bir zincirin kurulması vardır.<br />

7 “Rusya <strong>ve</strong> Çin Sarı Deniz’i Isıtıyor,” Haberrus, 23 Nisan 2012, Erişim tarihi: 23 Nisan 2012,<br />

http://haberrus.com/bos/2012/04/23/rusya-<strong>ve</strong>-cin-sari-denizi-isitiyor.html.<br />

179


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

Ekonomik kurumsallaşma açısından önemli adımlar atan ŞİÖ, üye ülkelerin<br />

(Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan) terörizme,<br />

ayrılıkçı hareketlere, aşırı akımlara, kökten dinciliğe karşı birlikte mücadele<br />

etme kararlılığını da pekiştirmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, Rusya örgüte<br />

bölgesel gü<strong>ve</strong>nlik açısından, Çin ise ekonomik işbirliği açısından öncelik<br />

<strong>ve</strong>rmektedir. ŞİÖ, henüz tam anlamıyla çok boyutlu, çok kapsamlı <strong>ve</strong><br />

derinlik sahibi bir ittifak olmasa da, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in ağırlıkları <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdikleri<br />

önem sayesinde gelişmekte olan bir örgüttür. Nitekim 2005’teki zir<strong>ve</strong>sinde<br />

ABD’nin Orta Asya’daki varlığına son <strong>ve</strong>rilmesi yönünde çağrı yapmış, sonrasında<br />

da ŞİÖ üyesi Özbekistan, ülkesindeki ABD üslerini kapatmıştır. 2012<br />

zir<strong>ve</strong>sinde, ŞİÖ üyeleriyle <strong>orta</strong>k sınırı olan <strong>ve</strong> halen ABD işgali altında bulunan<br />

Afganistan’a “gözlemci üye” statüsü <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

ŞİÖ’nün 2012 zir<strong>ve</strong>sinde Türkiye’ye de “diyalog <strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

2005’te üyelik başvurusu Çin’in <strong>ve</strong>tosuna takılan Türkiye’ye 2012’de “diyalog<br />

<strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rilmesi, ABD’ye <strong>ve</strong>rilen bir mesaj olarak yorumlanabilir.<br />

Böylece Rusya <strong>ve</strong> Çin, ABD’ye yakınlığıyla bilinen Türkiye’ye “diyalog<br />

<strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rerek, bir NATO üyesini, ŞİÖ’de diyalog <strong>orta</strong>ğı yapmaktan<br />

çekinmediklerini, ŞİÖ’nün kendisine gü<strong>ve</strong>nen bir örgüt olduğunu göstermek<br />

istemişlerdir. 2005’te İran’a “gözlemci üye” statüsü <strong>ve</strong>ren ŞİÖ’deki “diyalog<br />

<strong>orta</strong>klığı” statüsünü abartmamak gerekir. Sri Lanka <strong>ve</strong> Beyaz Rusya da diyalog<br />

<strong>orta</strong>klarıdır. 2012 zir<strong>ve</strong>sinde, Suriye’ye yönelik bir müdahaleye kesinlikle<br />

karşı çıkılması da, Suriye’yi savunmanın, aynı zamanda İran’ı savunmak olarak<br />

görüldüğünün kanıtıdır. Zir<strong>ve</strong>de savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik konularında <strong>orta</strong>k<br />

politikalar izlenmesi, işbirliğinin geliştirilmesi, savunma bakanları, genelkurmay<br />

başkanları <strong>ve</strong> askeri birlikler arasında daha yakın işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır.<br />

Zamanlaması dikkat çeken bu mesajların muhatabı, aksi öne<br />

sürülse de, ABD’dir.<br />

Rusya <strong>ve</strong> Çin ekonomik olarak da yakınlaşmaktadırlar. İkili ticarette yuan<br />

<strong>ve</strong> ruble kullanmaktadırlar. Çin, 2015’te ticaretinin yarısını yuan ile yapmayı<br />

hedeflemektedir. Pekin’in bu konudaki önemli bir avantajı; Avrupa, Japonya<br />

<strong>ve</strong> OPEC üyesi ülkelerin ABD’nin baskılarına karşın, dolarla ticareti azaltma<br />

yönündeki eğlimleridir. Büyük bir enerji ihracatçısı olan Rusya ile büyük bir<br />

enerji ithalatçısı olan Çin’in enerji alanında işbirliği yapmaları da, ilişkilerini<br />

180


Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />

güçlendiren bir unsurdur. 1993’ten beri petrol ithalatçısı olan Çin, doğal kaynakların<br />

paylaşımı yönündeki keskin <strong>ve</strong> kanlı rekabete geç katıldığından, bu<br />

gecikmeden kaynaklanan dezavantaj nedeniyle daha çok çalışmak, daha fazla<br />

üretmek, daha büyük kaynak ayırmak zorundadır. Enerji gü<strong>ve</strong>nliğini, büyüyen<br />

ekonomisi için zorunluluk olarak görmekte, dış siyasetinde de bu gerçeği gözetmektedir.<br />

Çin’in politikaları, hem en büyük rakibi <strong>ve</strong> en büyük pazarı olan ABD, hem<br />

müttefiki olan Rusya, hem de Almanya, Japonya <strong>ve</strong> Hindistan gibi diğer güçlerce<br />

yakından izlenmektedir. Bunu bilen Çin de temkinli adımlar atmakta,<br />

ketum davranmaktadır. İddialı, dikkat çekecek, ABD başta olmak üzere diğer<br />

güçleri tedirgin edecek söylemlerden kaçınmaktadır. Güneydoğu Asya, giderek<br />

daha fazla uzman tarafından “Çin’in nüfuz bölgesi” olarak nitelendirilirken<br />

Pekin, Afrika başta olmak üzere, başka bölgelere de açılmaktadır. Bu<br />

açılımlarında ekonomik gücünü devreye sokmakta, yumuşak gücüyle etkili<br />

olmaya çalışmaktadır. Bilim <strong>ve</strong> teknolojiye büyük yatırım yapmakta, dünya<br />

ölçeğinde Konfüçyus Merkezleri’nin sayısını çoğaltmakta, gelişmekte olan<br />

ülkelere cömertçe kredi <strong>ve</strong>rip, mali yardımlarda bulunmaktadır.<br />

Çin, İran’la ilişkilerine de büyük önem <strong>ve</strong>rmektedir. İkili ticarette yuan<br />

kullanılmakta, Çin petrol aldığı İran’a ödemeyi Rus bankaları üzerinden<br />

yapmaktadır. Bu yakınlaşma sayesinde Çin Batı Asya’ya açılmakta, Batı<br />

Türkistan’a ulaşmanın hesabını yapmakta, Hazar havzasına girmeye çalışmaktadır.<br />

Üç büyük petrol <strong>ve</strong> doğalgaz havzası olarak öne çıkan Hazar, Sibirya <strong>ve</strong><br />

Kuzey Buz Denizi, Çin’in yakın takibindedirler. Orta Doğu’yla yakından ilgilenen,<br />

Afrika’da etkili olmak isteyen Çin, Libya’yla ilişkilerini geliştirdiği bir<br />

süreçte batının Kaddafi’yi devirmesinden gerekli dersi çıkardığı için, Suriye<br />

konusunda net tavır almaktadır. Çin’in kısa adı APEC olan Asya Pasifik Ekonomik<br />

İşbirliği Örgütü’ndeki ağırlığı da artmakta, Büyük Okyanus’a kıyısı<br />

olan 21 ülkenin oluşturduğu örgütte ekonomik gücünü devreye sokmaktadır.<br />

Çin-ABD rekabeti ekonomik boyutla sınırlı değildir. Bilim <strong>ve</strong> teknolojide de<br />

keskin bir rekabet söz konusudur. Onaylanmış uluslararası patent sayısındaki<br />

artışta dünyada ilk sırada gelen Çin, ar-ge harcamalarında ABD’nin ardından<br />

ikincidir. Bilimde süper güç olmaya çalışan Çin’in ar-ge harcamalarının<br />

181


Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />

GSYİH içindeki payı 1995’te yüzde 0.6 iken 2011’de yüzde 1.6’ya yükselmiştir.<br />