0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye
0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye
0-130-2014072138baski_orta-dogu'da-degisim-ve-turkiye
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ORTA DOĞU’DA<br />
DEĞİŞİM<br />
VE<br />
TÜRKİYE<br />
Editörler:<br />
Atilla SANDIKLI & Erdem KAYA<br />
İSTANBUL<br />
2014<br />
YAYINLARI
Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı)<br />
No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36-38<br />
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye<br />
Tel: +90 212 217 65 91<br />
Faks: +90 212 217 65 93<br />
www.bilgesam.org<br />
bilgesam@bilgesam.org<br />
Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No: 4/6<br />
A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye<br />
Tel : +90 312 425 32 90<br />
Faks: +90 312 425 32 90<br />
Copyright © TEMMUZ 2014<br />
Bu yayının tüm hakları saklıdır.<br />
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin<br />
izni olmadan elektronik <strong>ve</strong>ya mekanik yollarla çoğaltılamaz.<br />
ISBN: 978-605-9963-00-8<br />
Editörler: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA<br />
Kapak <strong>ve</strong> Dizgi: Sertaç DURMAZ<br />
Baskı: Gülmat Matbaacılık<br />
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul<br />
0212 577 79 77
İÇİNDEKİLER<br />
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
İlter TÜRKMEN ………………..............................….…...................................1<br />
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Atilla SANDIKLI & Bilgehan EMEKLİER ....……………..…...…................39<br />
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Özüm S. UZUN ....…......................................................................................….81<br />
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Cenap ÇAKMAK, Mustafa YETİM & Fadime G. ÇOLAK ......…...................119<br />
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
Barış DOSTER ....……………........................................................................167<br />
Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Atilla SANDIKLI & Ali SEMİN .....................................................................193<br />
Suriye Sorunu <strong>ve</strong> Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış<br />
Salih AKYÜREK & Cengiz YILMAZ...............................................................257<br />
Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Yapılanması <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Erdem KAYA & Bekir ÜNAL............................................................................277<br />
ABD’nin Irak’tan Çekilmesi <strong>ve</strong> Türkiye’ye Etkileri<br />
Cenap ÇAKMAK & Fadime G. ÇOLAK...........................................................299<br />
2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak<br />
Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN & Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK.............................321<br />
Kuzey Irak’ta Goran Hareketi <strong>ve</strong> KDP-KYB ile Denge Arayışları<br />
Ali SEMİN..........................................................................................................365
SUNUŞ<br />
Arap dünyasında 2011’de başlayan halk hareketleriyle birlikte Orta Doğu,<br />
Türkiye açısından oldukça riskli bir değişim sürecine girmiştir. Arap devletlerindeki<br />
ayaklanmalar bölgede demokratik sistemlere değil, istikrarsızlığın<br />
hâkim olduğu, etnik <strong>ve</strong> mezhepsel ayrışmanın belirginleştiği bir döneme yol<br />
açmıştır. Bu dönemde İran’ın nükleer programı kapsamındaki gelişmeler,<br />
ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık <strong>ve</strong> Suriye iç savaşı, Türkiye’nin güneydoğusu<br />
boyunca uzanan bir kriz coğrafyası meydana getirmiştir. Krizlerle birlikte<br />
bölgedeki kazanımlarını yitiren Türkiye’nin etki alanı daralırken; Irak’ta işgal<br />
sonrası dengeler <strong>ve</strong> Suriye’de Batılı ülkelerin kararsız tutumu nedeniyle İran<br />
bölgesel güç olarak öne çıkmıştır. Bölgedeki Şii unsurlar üzerindeki etkisini<br />
artıran İran, Türkiye’nin güneyinde Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir nüfuz<br />
hattına sahip olmuştur. 2. Körfez Savaşı <strong>ve</strong> Suriye krizi ayrıca Orta Doğu’da<br />
İran’la Batılı devletlerin <strong>ve</strong> İsrail’in menfaatlerinin örtüştüğü bir konjonktür<br />
hazırlamış, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Tahran’la diplomatik<br />
ilişkilerin yeniden tesisine sıcak baktığı bir süreç başlamıştır.<br />
ABD işgaliyle Baas rejiminin sona erdiği Irak’ta etnik <strong>ve</strong> mezhepsel unsurlara<br />
dayalı kurulan siyasi sistem, Bağdat’ta Şii çoğunlukçu bir yönetime yol açarken<br />
kuzeyde Kürtlerin özerkliğine anayasal gü<strong>ve</strong>nce sağlamıştır. Türkmenler<br />
ise güçlü bir siyasi teşkilatlanma geliştirememiş, Irak’ın yeniden yapılanma<br />
sürecinde etkinlik gösterememiştir. İşgal döneminde PKK terör örgütü, Kuzey<br />
Irak <strong>ve</strong> Kandil bölgesinde hareket serbestisi kazanmış, Türkiye’deki eylemlerini<br />
artırmış <strong>ve</strong> KCK sistemini kurarak devletleşme aşamasına geçmeye<br />
teşebbüs etmiştir. İşgalle birlikte Batılı petrol şirketleri Irak’ın enerji sektöründe<br />
etkili olmaya başlamış, İsrailli şirketler Irak pazarına girmiş, Tel-Aviv<br />
özellikle kuzeydeki Kürt yönetimiyle yakın ilişkiler geliştirmiştir. ABD’nin<br />
çekilmesinden sonra İran’ın etkili olduğu bir Irak siyaseti <strong>orta</strong>ya çıkmış, Tahran<br />
yönetimi gerek Şii ağırlıklı partiler üzerinden Bağdat’ta gerekse KYB <strong>ve</strong><br />
Goran Hareketi vasıtasıyla Kuzey Irak’ta en önemli dış aktör haline gelmiştir.<br />
ABD sonrası dönemde merkezi hükümetle kuzeydeki Kürt yönetimi arasında<br />
petrol gelirleri <strong>ve</strong> ihtilaflı bölgelerden kaynaklanan anlaşmazlıklar siyasi<br />
krizlere neden olmuş, Maliki iktidarının giderek otoriterleşmesinin ülkedeki<br />
Sünni Arapları ötekileştirdiği gözlemlenmiştir.
Orta Doğu’da 2. Körfez Savaşı’ndan sonra 2011’den itibaren Suriye’deki iç<br />
savaş bölge gü<strong>ve</strong>nliğini tehdit eden gelişmeler doğurmuştur. Esed rejiminin<br />
reform talebiyle protesto gösterileri düzenleyen halka ateş açmasıyla başlayan<br />
kriz, rejimin muhalefeti silahlı kuv<strong>ve</strong>tle bastırma girişimi neticesinde iç savaşa<br />
yol açmış, ülkede yaklaşık 160 bin kişi hayatını kaybederken milyonlarca<br />
Suriyeli, mücavir ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Kriz Orta Doğu’da<br />
bölgesel bir anlaşmazlığa dönüşmüş, İran, Irak’taki Maliki iktidarı <strong>ve</strong> Lübnan’daki<br />
Hizbullah Esed rejimini desteklerken başta Körfez ülkeleri olmak<br />
üzere Arap dünyası <strong>ve</strong> Türkiye Suriye’de iktidar değişimi doğrultusunda irade<br />
göstermiştir. Arap Birliği <strong>ve</strong> Birleşmiş Milletler’in barış girişimleri başarısız<br />
olmuş, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in <strong>ve</strong>tosu nedeniyle Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde uluslararası<br />
müdahaleye zemin hazırlayabilecek karar tasarılarından netice alınamamıştır.<br />
Esed rejimi, Ankara’nın muhalefete sağladığı diplomatik desteğe karşılık<br />
ülkenin kuzeyini PKK/KCK’nın bu ülkedeki uzantısı olan PYD’ye açmış <strong>ve</strong><br />
DHKP-C’nin Lazkiye’de üslenmesine imkân tanımıştır.<br />
1979 Devrimi’nden bu yana uluslararası ambargolara maruz kalan İran ise<br />
Kasım 2013’te Batılı ülkelerle sağladığı mutabakat kapsamında ambargoların<br />
kısmen kaldırıldığı bir döneme girmiştir. Bu dönemde ABD’nin, İran’ın daha<br />
etkili olduğu bir İslam dünyası <strong>ve</strong> Orta Doğu fikrine sıcak bakmaya başladığı,<br />
Tahran’la belirli alanlarda birlikte hareket etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.<br />
Ancak İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına <strong>ve</strong> balistik füze programlarına<br />
devam ettiği, Ruhani iktidarının söylemde ılımlı bir çizgi geliştirse<br />
de uygulamada seleflerinin sertlik yanlısı tutumunu sürdürdüğü görülmektedir.<br />
Arap dünyasındaki ilk ayaklanmalara “Batı yanlısı diktatör rejimlere”<br />
karşı İslami bir uyanış nazarıyla bakan İran, Suriye krizinde Esed rejimini<br />
desteklemekte, ayaklanan kitlelerin “ABD <strong>ve</strong> İsrail tarafından desteklenen<br />
teröristler” olduğunu iddia etmeye devam etmektedir. Esed rejimi büyük ölçüde<br />
İran’ın desteğiyle varlığını sürdürmekte, Tahran’ın dolaylı desteğiyle iç<br />
savaşa taraf olan radikal unsurlardan ötürü Batılı devletlerin muhalefetle ilgili<br />
tutumu değişmekte <strong>ve</strong> kriz sürüncemede kalmaktadır.<br />
İran-Irak-Suriye hattındaki krizler diğer Arap ülkelerindeki gelişmelerin <strong>ve</strong><br />
İsrail-Filistin anlaşmazlığının seyrinin gerek dünya kamuoyunda gerekse<br />
Türkiye’de geri planda kalmasına yol açmıştır. Libya’da Kaddafi sonrası dö-
nemde bölgeler <strong>ve</strong> aşiretler arası güç mücadelesinden kaynaklanan istikrarsızlık<br />
devam etmektedir. Mısır’da Mübarek iktidarının devrilmesiyle başlayan<br />
süreçte demokrasiye geçiş denemesi başarısız olmuş, ülkede ordunun gerçekleştirdiği<br />
darbe ile otoriter yönetime geri dönülmüştür. Filistin’de Hamas-El<br />
Fetih mutabakatıyla birlik hükümeti kurulsa da, ABD <strong>ve</strong> İsrail’in bağımsız<br />
bir Filistin’e karşı çıkması nedeniyle anlaşmazlığın çözülebileceği bir gidişat<br />
bulunmamaktadır. ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin İsrail’e koşulsuz<br />
desteği devam etmekte, Tel Aviv barışın önündeki en büyük engel haline gelen<br />
Yahudi yerleşimlerini genişletmeyi <strong>ve</strong> Gazze kuşatmasını sürdürmektedir.<br />
2010’da İsrail’in Mavi Marmara saldırısıyla bozulan Ankara-Tel Aviv ilişkilerinde<br />
ise tarafların farklı dönemlerdeki girişimlerine rağmen henüz normalleşme<br />
sağlanamamıştır.<br />
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), “Orta Doğu’da<br />
Değişim <strong>ve</strong> Türkiye” kitabını bölgedeki bu riskli değişim sürecini anlamak <strong>ve</strong><br />
Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda politika önerileri sunmak<br />
maksadıyla hazırlamıştır. Daha önce BİLGESAM tarafından yayımlanan<br />
diğer çalışmalar yanında, Bilge Adamlar Kurulu tarafından değerlendirilerek<br />
yayımlanan raporların da yer aldığı “Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye” kitabı<br />
zengin bir içeriğe sahiptir. 11 bölümden oluşan kitapta Orta Doğu genelindeki<br />
değişim süreciyle birlikte ağırlıklı olarak İran-Irak-Suriye hattındaki gelişmeler<br />
incelenmekte, bu gelişmelerin küresel ölçekteki yansımaları <strong>ve</strong> Türkiye’ye<br />
etkileri üzerinde durulmaktadır. Kitapta Cumhuriyet döneminden itibaren<br />
Türkiye’nin Orta Doğu politikası, İran nükleer krizinin Türkiye’ye etkileri,<br />
Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, Orta Doğu’daki değişim sürecinde Avrasya-Atlantik<br />
rekabeti <strong>ve</strong> Türkiye’nin tutumu, küresel <strong>ve</strong> bölgesel çerçe<strong>ve</strong>de<br />
Suriye krizi, Türkiye’nin Suriye politikasına toplumsal bakış, PKK/KCK’nın<br />
Suriye’nin kuzeyindeki PYD yapılanması, ABD sonrası Irak’taki istikrarsızlık<br />
<strong>ve</strong> Kuzey Irak’taki Goran Hareketi üzerine makaleler yer almaktadır.<br />
Kitaptaki çalışmalara katkı sağlayan Bilge Adamlar Kurulu üyeleri E. Oramiral<br />
Salim Dervişoğlu’na, E. Bakan/Büyükelçi İlter Türkmen’e, Yargıtay Eski<br />
Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’a, E. Bakan/Vali Kutlu Aktaş’a, E. Büyükelçi<br />
Özdem Sanberk’e, E. Büyükelçi Sönmez Köksal’a, E. Büyükelçi Güner<br />
Öztek’e, E. Büyükelçi Ümit Pamir’e, E. Orgeneral Necdet Yılmaz Timur’a,
E. Orgeneral Oktar Ataman’a, E. Koramiral Sabahattin Ergin’e, Prof. Dr. Nur<br />
Vergin’e, Prof. Dr. Orhan Gü<strong>ve</strong>nen’e, Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu’na, Prof.<br />
Dr. İlter Turan’a, Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu’na, Prof. Dr. Ersin Onulduran’a<br />
<strong>ve</strong> kitaba bölümleriyle katkı sağlayan Prof. Dr. Cengiz Yılmaz’a, Doç. Dr.<br />
Cenap Çakmak’a, Doç. Dr. Barış Doster’e, Yrd. Doç. Dr. Özüm Uzun’a, Dr.<br />
Salih Akyürek’e, Erdem Kaya’ya, Ali Semin’e, Bekir Ünal’a, Tuğçe Ersoy<br />
Öztürk’e, Bilgehan Emeklier’e, Fadime G. Çolak’a <strong>ve</strong> Mustafa Yetim’e teşekkür<br />
ederim. Kitabın başta siyaset bilimi <strong>ve</strong> uluslararası ilişkiler olmak üzere<br />
akademik dünyada istifade edilen bir kaynak olmasını diler, Orta Doğu’daki<br />
değişim sürecinde Türk karar mercilerine fayda sağlamasını temenni ederim.<br />
Doç. Dr. Atilla Sandıklı<br />
BİLGESAM Başkanı
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI *<br />
İlter TÜRKMEN **<br />
Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak<br />
noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni,<br />
AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların<br />
da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri<br />
kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı.<br />
Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık <strong>ve</strong> hatta kaosun bilinci ile<br />
hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri<br />
toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet<br />
ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu,<br />
fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. Amerikan askeri operasyonları<br />
bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir<br />
kuv<strong>ve</strong>ti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların <strong>ve</strong> özellikle Kuzey<br />
Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta<br />
ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde<br />
zaman zaman oldukça ciddi gerilimler <strong>orta</strong>ya çıktı. Özellikle savaştan önce<br />
Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu<br />
imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin<br />
problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır.<br />
Irak’taki gelişmeler <strong>ve</strong> bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu<br />
diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan bi-<br />
* Bu makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar<br />
Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır.<br />
** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi<br />
1
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ridir. Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini <strong>ve</strong> siyasi gruplarla<br />
temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi,<br />
Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin<br />
“mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur.<br />
Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında<br />
yaratıcı bir kavram sayılmalıdır.<br />
AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede<br />
ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan<br />
beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık <strong>ve</strong> ayrışma<br />
unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den<br />
önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda<br />
arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede<br />
ışık tutabilir.<br />
Atatürk <strong>ve</strong> İnönü Devri<br />
Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap <strong>ve</strong> fakir ülkenin imar <strong>ve</strong> kalkındırılması<br />
diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi<br />
için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış <strong>ve</strong> istikrar çemberinin yaratılması<br />
gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” <strong>ve</strong>cizesi de bu<br />
gerekliğinin ifadesidir.<br />
Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında<br />
olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere <strong>ve</strong> Suriye’de Fransa esas itibarı<br />
ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen<br />
Musul <strong>ve</strong> Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı.<br />
Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim<br />
1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz<br />
Kuv<strong>ve</strong>tleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra<br />
Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda<br />
ise ihtilâfın Türkiye <strong>ve</strong> İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda<br />
başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı.<br />
İstanbul’da 1924 Mayıs <strong>ve</strong> Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere<br />
yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine<br />
2
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
<strong>ve</strong>rilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler<br />
Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir<br />
anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını<br />
tavsiye etti <strong>ve</strong> bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı.<br />
Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti <strong>ve</strong> Türkiye, İngiltere <strong>ve</strong> Irak<br />
arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma<br />
ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye<br />
ödemesini öngörüyordu.<br />
Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde<br />
çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden”<br />
bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini <strong>ve</strong> Kerkük’ü de kapsayan Musul<br />
bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini<br />
göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için<br />
ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat<br />
enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini<br />
yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin<br />
bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük<br />
olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası<br />
destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap <strong>ve</strong>rmek<br />
<strong>ve</strong> geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte,<br />
Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi<br />
rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha el<strong>ve</strong>rişli olduğu bir zamanda ise<br />
Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır.<br />
31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya <strong>ve</strong><br />
İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat<br />
Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri<br />
Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap muka<strong>ve</strong>met cephesi<br />
<strong>orta</strong>ya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar<br />
Suriye’yi <strong>ve</strong> Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal<br />
etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep <strong>ve</strong> Urfa’yı da devralmışlardı.<br />
Bu bölgede halkın muka<strong>ve</strong>meti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar<br />
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin<br />
sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden<br />
3
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
vazgeçiyor <strong>ve</strong> Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli<br />
sınırlarını kabul ediyordu. Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi.<br />
Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü<br />
kolaylıktan yararlanacak <strong>ve</strong> Türk dili resmi dil sayılacaktı.<br />
1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler<br />
arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç<br />
yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor <strong>ve</strong> Sancak üzerindeki<br />
yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir<br />
anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi.<br />
Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü.<br />
Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de <strong>ve</strong> Sancak Türkleri arasında infial<br />
uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne<br />
neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun<br />
<strong>ve</strong> Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele<br />
olduğunu vurguluyor <strong>ve</strong> bunun üzerinde ciddiyet <strong>ve</strong> azimle durulacağını ifade<br />
ediyordu.<br />
Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü<br />
hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti <strong>ve</strong> gözetimi altında<br />
içişlerinde tamamen bağımsız olacak <strong>ve</strong> dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı.<br />
Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir<br />
Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu <strong>ve</strong> hazırladığı tasarıların<br />
Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak<br />
bütünlüğünü <strong>ve</strong> Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs<br />
1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü <strong>ve</strong> Anayasa taslaklarını onayladı.<br />
Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı.<br />
Türkiye-Fransa anlaşması <strong>ve</strong> Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini<br />
kökünden çözümleyememişti. Suriye’de Arapların eylemleri <strong>ve</strong> Sancak’taki<br />
Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin<br />
yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin<br />
Statünün uygulanmasını <strong>ve</strong> Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu.<br />
Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan<br />
seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç <strong>ve</strong>recek nitelikte olduğundan, Türk<br />
4
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu <strong>ve</strong> 1930<br />
Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti.<br />
Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini<br />
gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri<br />
tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin<br />
hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı <strong>ve</strong> yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle<br />
Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
Sancak’ta gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan<br />
katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra<br />
30,000 kişilik bir kuv<strong>ve</strong>t yığdı.<br />
Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler<br />
yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak<br />
algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin <strong>ve</strong> Adana’ya<br />
giderek askeri birlikleri teftiş etti <strong>ve</strong> büyük bir geçit resminde hazır bulundu.<br />
1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren <strong>ve</strong> gittikçe<br />
çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk<br />
ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin <strong>ve</strong> Adana’dan döndükten sonra, Fransa<br />
Türkiye’nin Sancak’ın gü<strong>ve</strong>nliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu<br />
cevap <strong>ve</strong>rdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının<br />
Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da<br />
Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile<br />
Türkiye <strong>ve</strong> Fransa Sancak’ı ayrı <strong>ve</strong> bağımsız bir varlık olarak tanıyor <strong>ve</strong> onun<br />
bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini<br />
yerine getireceklerini teyit ediyorlardı.<br />
Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde<br />
Türkler Sancak Meclisinde 40 millet<strong>ve</strong>killiğinden 22’sini kazandılar,<br />
Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 <strong>ve</strong> Grek Ortodokslar 2 millet<strong>ve</strong>killiği elde<br />
ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını <strong>ve</strong>rdi.<br />
Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde<br />
koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai<br />
çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı<br />
5
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı <strong>ve</strong> bir süre sonra da Milletler<br />
Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe<br />
girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı.<br />
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri<br />
olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş,<br />
baskı <strong>ve</strong> uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış,<br />
safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki<br />
yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini<br />
takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği<br />
takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu.<br />
Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri<br />
her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin<br />
Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür.<br />
Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla<br />
değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar <strong>ve</strong><br />
çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir<br />
savaş patlak <strong>ve</strong>rdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet<br />
Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi<br />
açık olmadığından anlaşmazlıklar <strong>ve</strong> ihlâller devam etti. 1847’de, yine<br />
Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat<br />
nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi.<br />
İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da<br />
dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı<br />
<strong>ve</strong> Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl<br />
ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi<br />
çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
<strong>ve</strong> Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin<br />
de gü<strong>ve</strong>nliğini tehdit eden eylemlerine son <strong>ve</strong>rmeye yönelik önlemler almayı<br />
taahhüt ediyorlardı.<br />
Gerektiği takdirde <strong>orta</strong>k önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca<br />
Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. Fa-<br />
6
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
kat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir<br />
yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde<br />
Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı<br />
Yöntemi <strong>ve</strong> Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
<strong>ve</strong> Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır<br />
ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı <strong>ve</strong> gerçekten dostane bir<br />
eksene oturtulabildi.<br />
O tarihlerde Türkiye-İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme<br />
İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi <strong>ve</strong><br />
darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi<br />
Atatürk’ün <strong>ve</strong> reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay<br />
süren bir ziyarette bulundu.<br />
Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan<br />
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden<br />
biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı<br />
sağlamaya başladı.<br />
Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane<br />
bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret<br />
eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret <strong>ve</strong>silesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları<br />
ile <strong>ve</strong> özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile<br />
ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride<br />
siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile<br />
ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü.<br />
İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet<br />
Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği<br />
askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her<br />
iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar.<br />
Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü.<br />
1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan<br />
Şattül-Arap ihtilâfı patlak <strong>ve</strong>rmişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir<br />
eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı<br />
sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun<br />
7
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında<br />
İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii <strong>ve</strong> Sünniler arasındaki<br />
gerginlikler <strong>ve</strong> İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar<br />
mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin<br />
arabuluculuğunu talep ediyordu.<br />
1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar.<br />
Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak <strong>ve</strong> Afganistan arasında<br />
Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan<br />
bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl<br />
etmemeyi, <strong>orta</strong>k menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde<br />
bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye,<br />
kamu düzenini <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi<br />
hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı.<br />
Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu<br />
politikası arasındaki <strong>orta</strong>k noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun<br />
politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman<br />
da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta<br />
Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi <strong>ve</strong> onun yansımaları<br />
yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin <strong>ve</strong>ya<br />
Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden<br />
çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede<br />
Hatay <strong>ve</strong> Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak<br />
gerekir.<br />
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya<br />
sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir<br />
gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir<br />
yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mih<strong>ve</strong>r taraftarı olan Raşit Ali<br />
ele geçirdi, Naip Abdülilâh <strong>ve</strong> Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a<br />
kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuv<strong>ve</strong>tleri gönderince darbeciler uzun<br />
süre muka<strong>ve</strong>met gösteremediler <strong>ve</strong> İran’a gittiler. İngiliz <strong>ve</strong>sikalarına göre<br />
Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu<br />
reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine <strong>ve</strong><br />
Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi.<br />
8
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini<br />
geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap<br />
Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem <strong>ve</strong>ren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te<br />
Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak<br />
Dostluk <strong>ve</strong> İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de<br />
Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında<br />
imzalanan Dostluk <strong>ve</strong> İyi Komşuluk Antlaşması takip etti.<br />
Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in<br />
taksimi <strong>ve</strong> onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş<br />
Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13<br />
ülke aleyhte oy <strong>ve</strong>riyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında<br />
İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy <strong>ve</strong>ren devletler ise bütün<br />
Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan <strong>ve</strong> Pakistan’dı. Fakat<br />
bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin<br />
politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel<br />
Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri<br />
muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD <strong>ve</strong> Fransa ile<br />
birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i<br />
tanıyan tek Müslüman ülke oldu.<br />
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam<br />
etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını<br />
kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî<br />
Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine <strong>ve</strong> Milletler Cemiyeti<br />
Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti<br />
Manda’sının kendisine <strong>ve</strong>rdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya<br />
Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki<br />
iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu<br />
5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik<br />
misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın<br />
Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma <strong>ve</strong> anlaşmalara <strong>ve</strong> şahısların<br />
<strong>ve</strong> toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış<br />
olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları<br />
da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk<br />
9
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda,<br />
Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor<br />
<strong>ve</strong> diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları<br />
çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı<br />
geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile<br />
bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması<br />
için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart<br />
1946’da Türkiye Suriye’nin <strong>ve</strong> Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı.<br />
Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki<br />
yeni yapılanma <strong>ve</strong> reform ihtiyacına cevap <strong>ve</strong>rmekten uzaktı. Özellikle<br />
İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe<br />
ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e<br />
hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir<br />
icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak<br />
<strong>ve</strong> Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Mısır’a<br />
yanaştı. ABD de Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Mısır gibi Irak, Ürdün <strong>ve</strong> Suriye’nin siyasi<br />
birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine<br />
karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay<br />
Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik <strong>ve</strong>riyordu. Bu<br />
politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi<br />
tetikledi.<br />
Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın<br />
Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı<br />
Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin<br />
işaretlenmesine <strong>ve</strong> sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara<br />
gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın <strong>ve</strong> Güney Anadolu’nun Arap<br />
vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak<br />
günü olarak kabul edildi <strong>ve</strong> her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler<br />
yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından<br />
itibaren resmi <strong>ve</strong> gayri resmi Sancak gösterilerine son <strong>ve</strong>rildi. Fakat Baas<br />
Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında <strong>ve</strong><br />
resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü.<br />
İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine<br />
dair bir bilgi henüz yoktur.<br />
10
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
1950-1960 Yılları<br />
Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş,<br />
Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O<br />
dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf <strong>ve</strong> yalnızdır.<br />
Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin<br />
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık <strong>ve</strong> Saldırmazlık Anlaşmasını<br />
fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars <strong>ve</strong><br />
Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir gü<strong>ve</strong>nlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır.<br />
Bu sorun o sıralarda <strong>ve</strong> ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış<br />
politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.<br />
1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli <strong>ve</strong> çok aktif<br />
olmakla beraber geleneksel dengeli <strong>ve</strong> basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır.<br />
Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı gü<strong>ve</strong>nliğinin sağlanması<br />
Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme<br />
hatalarına düşülmüştür.<br />
9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma<br />
amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de<br />
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz <strong>ve</strong> Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı<br />
görüyor <strong>ve</strong> bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı<br />
bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de<br />
desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan<br />
ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.<br />
Türkiye NATO’ya katıldıktan <strong>ve</strong> İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına<br />
doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma<br />
sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin,<br />
özellikle Irak, Suriye, Mısır <strong>ve</strong> Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu.<br />
Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak<br />
niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu<br />
bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek<br />
kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben<br />
Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuv<strong>ve</strong>tlerinin Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi.<br />
Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı<br />
11
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir<br />
meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da<br />
devrimden önce Kahire’ye gönderilen <strong>ve</strong> eşinin Mısır’daki topraklarının yeni<br />
rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi<br />
görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu.<br />
1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta<br />
Doğu’nun gü<strong>ve</strong>nliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri<br />
Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura<br />
çıktı <strong>ve</strong> Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede<br />
Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği<br />
ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı<br />
bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu <strong>ve</strong> bu yüzden İngiliz kuv<strong>ve</strong>tlerinin<br />
bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın<br />
Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece<br />
önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes<br />
Arap devletlerinin bir <strong>orta</strong>k savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu<br />
artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde<br />
bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin<br />
etrafında et bulunması gerektiğini, Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’nın stratejik önemini<br />
kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölgede tutunmaya<br />
çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda<br />
Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamaktan geri kalmamıştır.<br />
Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi,<br />
Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir<br />
Dostluk <strong>ve</strong> İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak<br />
Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait,<br />
Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği<br />
politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını<br />
1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı.<br />
Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden<br />
hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın <strong>ve</strong> Yahudi lobilerinin tepkilerinden<br />
çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin <strong>ve</strong> diğer organlarının toplantılarına katılmakla<br />
birlikte üye olmaktan kaçındı.<br />
12
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının<br />
devrildiği <strong>ve</strong> Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona<br />
erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil,<br />
Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı.<br />
Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden <strong>ve</strong><br />
1956 yılında Fransa, İngiltere <strong>ve</strong> İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz<br />
askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.<br />
Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin<br />
Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir<br />
yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Sü<strong>ve</strong>yş Şirketi hissedarları<br />
toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri<br />
ile savaşı kınıyor <strong>ve</strong> İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler<br />
bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.<br />
Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye<br />
1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah <strong>ve</strong> askeri malzeme yardımı<br />
alıyor <strong>ve</strong> Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye<br />
Sovyet sızmasını <strong>ve</strong> bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu gü<strong>ve</strong>nlik tehdidini<br />
kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası<br />
komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı<br />
taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuv<strong>ve</strong>t yığmakla suçluyordu.<br />
Sovyetler Birliği Eylül 1957’de <strong>ve</strong>rdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma<br />
niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken<br />
Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de<br />
tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha<br />
fazla büyümesi önlendi <strong>ve</strong> Türkiye sınırdaki kuv<strong>ve</strong>tlerinin bir kısmını geri<br />
çekti.<br />
Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir.<br />
Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğinin en sağlam teminatı bu<br />
ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye <strong>ve</strong> Eisenhower<br />
doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz<br />
gayretkeşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf<br />
tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret-<br />
13
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini<br />
takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları <strong>ve</strong> hasımları<br />
arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş <strong>ve</strong> Cumhurbaşkanı<br />
Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz <strong>ve</strong> kara kuv<strong>ve</strong>tleri göndermek<br />
kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a<br />
sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan<br />
Türkiye <strong>ve</strong> Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi<br />
amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a<br />
katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar<br />
imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi<br />
“tarafların doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini”<br />
vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet<br />
iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini<br />
isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen<br />
lüzumsuzdu. Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok<br />
Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.<br />
Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsüne<br />
girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir<br />
gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes <strong>ve</strong> Dışişleri Bakanı Fatin<br />
Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini<br />
Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi <strong>ve</strong> aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi<br />
kararlaştırdılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.<br />
1960-1970 Yılları<br />
1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında<br />
değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden<br />
uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir<br />
bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini <strong>ve</strong> özellikle<br />
Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile<br />
Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli<br />
olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de<br />
Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma<br />
kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı <strong>ve</strong> buna tepki gösteren<br />
Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.<br />
14
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim<br />
ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının<br />
Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan<br />
1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe<br />
kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk<br />
hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan<br />
etkilemedi.<br />
1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu<br />
ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu<br />
mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı<br />
ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek<br />
Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek <strong>ve</strong>rdiklerini ifade etti. Mısır’la<br />
bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi<br />
Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi <strong>ve</strong> ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti.<br />
Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu<br />
politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler<br />
geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak<br />
<strong>ve</strong> taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara <strong>ve</strong> bölge anlaşmalarının<br />
dışında kalınacak.<br />
1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçe<strong>ve</strong>sinde Dışişleri Bakanı<br />
Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti <strong>ve</strong> Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu<br />
görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından<br />
duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı.<br />
Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının<br />
konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap <strong>ve</strong>rmeye<br />
meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini<br />
söyledi.<br />
1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye<br />
ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır,<br />
1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler<br />
Kuv<strong>ve</strong>tlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a<br />
bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça<br />
15
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a i<strong>ve</strong>di bir mesaj göndererek İsrail ile<br />
bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır<br />
kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı <strong>ve</strong> Tiran Boğazı’nı<br />
İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici<br />
bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını <strong>ve</strong>hmiyle Ürdün<br />
de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın<br />
sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını <strong>ve</strong> Doğu Kudüs’ü<br />
ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların<br />
hepsini bugün de elinde tutmaktadır.<br />
Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj<br />
göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini <strong>ve</strong> Mısır’ın bugün uğradığı<br />
kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler<br />
Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil,<br />
yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuv<strong>ve</strong>te başvurulması yoluyla toprak<br />
kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel<br />
Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara<br />
Arap ülkeleri ile birlikte oy <strong>ve</strong>rdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin<br />
Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha<br />
olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu.<br />
Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması<br />
da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta<br />
Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu<br />
örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında<br />
sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.<br />
Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan<br />
Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme<br />
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas <strong>ve</strong> Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta<br />
toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da da<strong>ve</strong>t<br />
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle<br />
bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının<br />
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı<br />
16
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı<br />
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan<br />
<strong>ve</strong> örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda<br />
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının<br />
<strong>ve</strong> dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten<br />
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen<br />
hepsi kağıt üzerinde kalmakta <strong>ve</strong> uygulanmamaktadır.<br />
İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş<br />
dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin da<strong>ve</strong>ti üzerine 1976’da İstanbul’da<br />
toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi <strong>ve</strong><br />
Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin<br />
Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk<br />
delegasyonunun girişimiyle kültürel <strong>ve</strong> bilimsel işbirliği için iki merkezin<br />
kurulmasına karar <strong>ve</strong>rildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih,<br />
Kültür <strong>ve</strong> Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi<br />
<strong>ve</strong> Sosyal Araştırmalar <strong>ve</strong> Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.<br />
1970-1980 Yılları<br />
1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için<br />
problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye <strong>ve</strong> Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler<br />
Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde<br />
bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin<br />
kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />
ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu.<br />
Nasır’dan sonra başkanlığa gelen En<strong>ve</strong>r Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde<br />
köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri<br />
tesislerini kapatıyor <strong>ve</strong> Sovyet teknisyenlerine yol <strong>ve</strong>riyordu.<br />
6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme<br />
politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak<br />
İsrail’e yardım etmesine izin <strong>ve</strong>rmeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara<br />
yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu.<br />
Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar <strong>ve</strong> OPEC üyeleri Türkiye’nin<br />
petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce,<br />
17
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının<br />
inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye<br />
petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin<br />
askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde,<br />
Libya harekâta katılan uçakların acil benzin <strong>ve</strong> lastik ihtiyaçlarını<br />
karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde<br />
“Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy<br />
<strong>ve</strong>rdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti.<br />
Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye<br />
başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı <strong>ve</strong> daha sonra Ankara’da bir<br />
büro açmasına izin <strong>ve</strong>rdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta<br />
Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam<br />
ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında<br />
barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya<br />
aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> Arap Liginin merkezi<br />
Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi <strong>ve</strong> Mısır<br />
ile ilişkilerini devam ettirdi.<br />
Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının<br />
önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde<br />
inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke<br />
genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik<br />
gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz<br />
rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe<br />
zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi <strong>ve</strong> enerji alanında işbirliğini geliştirmek<br />
konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman<br />
zaman su yüzüne çıkıyordu.<br />
1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi <strong>ve</strong> din/devlet ilişkileri anlayışı<br />
Türkiye’nin yönetim sistemi <strong>ve</strong> laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de<br />
birbirlerine karşı kuşku <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nsizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk<br />
karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine<br />
<strong>ve</strong> liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini <strong>orta</strong>ya<br />
koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun<br />
18
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de<br />
İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu.<br />
Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi.<br />
Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan<br />
ABD’yi takip etmemişti.<br />
1980-1990 Yılları<br />
12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış<br />
politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki<br />
<strong>orta</strong>klık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa<br />
Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi <strong>ve</strong> bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli<br />
bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı <strong>ve</strong> bunda başarı sağlandı.<br />
NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin<br />
Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık <strong>ve</strong>rmek yolunu<br />
tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen<br />
koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı.<br />
Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on<br />
gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi.<br />
Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan<br />
arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan<br />
bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular.<br />
Irak <strong>ve</strong> İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar gü<strong>ve</strong>ndiler ki karşılıklı olarak<br />
menfaatlerinin korunmasını Bağdat <strong>ve</strong> Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine<br />
bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye<br />
ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki<br />
petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-Yumurtalık<br />
Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile<br />
anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuv<strong>ve</strong>tlerinin zarar <strong>ve</strong>rmemesi için<br />
Tahran uyarıldı <strong>ve</strong> İran bu uyarıya uydu.<br />
Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçe<strong>ve</strong>sinde işbirliği bir derecede<br />
de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında<br />
Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin <strong>ve</strong> Kürt <strong>ve</strong> Ermeni teröristlerin<br />
Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de<br />
19
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi <strong>ve</strong> Ceza İşlerinde Karşılıklı<br />
Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir<br />
şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine<br />
rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu.<br />
Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim <strong>ve</strong> uyarılarına<br />
Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap<br />
<strong>ve</strong>riyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda<br />
ASALA <strong>ve</strong> PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey<br />
Irak’a <strong>ve</strong> Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de<br />
fiilen Suriye’nin kontrolündeydi.<br />
PKK terör örgütünün Bekaa <strong>ve</strong> Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliği için<br />
ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır<br />
Gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri<br />
Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan<br />
operasyonda Türk kuv<strong>ve</strong>tleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi.<br />
Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) <strong>ve</strong> Kürdistan Yurtse<strong>ve</strong>rler Birliği (KYB)<br />
operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler <strong>ve</strong><br />
Irak Hükümetini bu duruma imkân <strong>ve</strong>rdiği için itham ettiler.<br />
1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı.<br />
Ağustos 1984’te Eruh <strong>ve</strong> Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile<br />
bir ”Gü<strong>ve</strong>nlik Protokolü” imzalandı. Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında<br />
5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı<br />
bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
1986 <strong>ve</strong> 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara<br />
karşı en büyük tepki İran <strong>ve</strong> onun desteklediği KYB <strong>ve</strong> KDP’den gelmişti.<br />
Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat<br />
Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de,<br />
Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi<br />
toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin <strong>ve</strong>rmemeyi <strong>ve</strong> silahlı<br />
eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de<br />
PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü.<br />
20
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla<br />
karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak<br />
için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuv<strong>ve</strong>tleri<br />
Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandılar.<br />
Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye<br />
Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici<br />
ikamet hakkı <strong>ve</strong>rileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı.<br />
Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı.<br />
PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin<br />
yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız<br />
Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu,<br />
PKK’ya siyasal <strong>ve</strong> lojistik destek <strong>ve</strong>rildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı.<br />
Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu.<br />
1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan<br />
İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar <strong>ve</strong>rmişti. Türkiye ise tepkisini<br />
bir adım ileri götürdü. Türkiye <strong>ve</strong> İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik<br />
temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı,<br />
fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri <strong>ve</strong> İstihbarat<br />
ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya<br />
karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler<br />
gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince,<br />
Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı.<br />
1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu.<br />
Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin,<br />
İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar,<br />
İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf<br />
basını laiklik <strong>ve</strong> dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin<br />
hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik <strong>ve</strong><br />
ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı.<br />
21
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
1990-2000 Yılları<br />
Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların<br />
yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />
ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi.<br />
1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Ku<strong>ve</strong>yt’in işgali<br />
ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in gü<strong>ve</strong>nliğini<br />
tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın<br />
bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi<br />
hızla duruma el koydu. Konsey, Ku<strong>ve</strong>yt topraklarını terk etmesini isteyen<br />
kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a<br />
mühlet tanıdı <strong>ve</strong> aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğin sağlanması<br />
için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam<br />
bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat<br />
başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi<br />
Arabistan, Suriye <strong>ve</strong> Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında<br />
Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu<br />
<strong>ve</strong> bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi.<br />
Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli <strong>ve</strong><br />
savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. Cumhurbaşkanı<br />
Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık<br />
petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce <strong>ve</strong> savaş<br />
sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu.<br />
Bunu Başkan Bush <strong>ve</strong> onun Başkanlığı sırasında Milli Gü<strong>ve</strong>nlik Müşavirliğini<br />
yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta<br />
özellikle belirtiyorlar.<br />
Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde<br />
bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Ku<strong>ve</strong>yt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla<br />
aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor.<br />
Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı<br />
Fahd ile görüşmüş <strong>ve</strong> Saddam’a bir ders <strong>ve</strong>rilmesi gerektiğini, aksi takdirde<br />
Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi<br />
Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehli-<br />
22
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
keli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan<br />
hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor.<br />
Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush<br />
Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçe<strong>ve</strong>sinde Suudi Arabistan’a bir Türk<br />
zırhlı tugayının gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle<br />
yetiniyor <strong>ve</strong> sonunda hiçbir kuv<strong>ve</strong>t gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir<br />
güç olarak müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor,<br />
fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı<br />
çıkıyor.<br />
25 Kasım’da Özal <strong>ve</strong> Bush AGİK toplantısı <strong>ve</strong>silesi ile Paris’te buluştuklarında<br />
Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor <strong>ve</strong> hava harekatının sonuç<br />
almaya yeteceğini <strong>ve</strong> savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının<br />
başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması<br />
üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe<br />
duyuyor <strong>ve</strong> NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak,<br />
Almanya’nın Türkiye’ye kuv<strong>ve</strong>t göndermeye <strong>ve</strong> savaşmaya hazır olduğunu<br />
bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor.<br />
Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali <strong>ve</strong>ya askeri<br />
darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar<br />
Türkiye’nin <strong>ve</strong> diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini,<br />
Kürtlere self-determinasyon hakkı <strong>ve</strong>rilmesinin gerçekçi politika ile<br />
bağdaşmadığını vurguluyor.<br />
Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak<br />
<strong>ve</strong> Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine<br />
yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi<br />
şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin<br />
<strong>ve</strong>rmiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış <strong>ve</strong> yalnızca<br />
Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan<br />
ekonomik zararlara <strong>ve</strong> Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar<br />
Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da<br />
Saddam Hüseyin’di.<br />
Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki<br />
23
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan<br />
olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak<br />
Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi<br />
<strong>ve</strong> sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız<br />
teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız <strong>ve</strong> kanlı biçimde<br />
bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin<br />
şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt <strong>ve</strong> Şii Türkiye <strong>ve</strong> İran sınırlarındaki<br />
dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye <strong>ve</strong> Fransa’nın<br />
inisiyatifi ile toplanan BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen<br />
şiddete derhal son <strong>ve</strong>rilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın<br />
kuzeyinde gü<strong>ve</strong>nli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. paralelin kuzeyinde uçuş<br />
yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na <strong>ve</strong> “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti.<br />
Türkiye bu çerçe<strong>ve</strong>de İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına<br />
izin <strong>ve</strong>rdi.<br />
1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani <strong>ve</strong> Mesut Barzani ile<br />
ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuv<strong>ve</strong>tleri ile işbirliği<br />
halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların<br />
en önemlileri 1992, 1996 <strong>ve</strong> 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda<br />
35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani <strong>ve</strong> Talabani kuv<strong>ve</strong>tleri arasındaki çarpışmalardan<br />
sonra Türk kuv<strong>ve</strong>tleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O<br />
zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış<br />
durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçe<strong>ve</strong>sinde ABD ile çok yakın işbirliği<br />
kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşı<br />
güçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise<br />
Türkiye ithal edilmedi.<br />
Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı<br />
1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası,<br />
özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya <strong>ve</strong> İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya<br />
dayanıyordu. Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu<br />
düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı.<br />
Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu.<br />
Suudi Araplar bile ona gü<strong>ve</strong>nilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman<br />
24
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
ülkelerin çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun<br />
ilişkiler <strong>ve</strong> menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.<br />
1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala<br />
Suriye’de ikamet etmesi <strong>ve</strong> PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke<br />
arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />
Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak<br />
“Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır”<br />
demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz <strong>orta</strong>mına girildi.<br />
Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye<br />
karşı kuv<strong>ve</strong>t kullanılabileceği mesajını <strong>ve</strong>rdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere<br />
kuv<strong>ve</strong>t kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap<br />
devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek<br />
<strong>ve</strong> İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine<br />
giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı <strong>ve</strong> bunun tetiklediği diplomatik baskı<br />
karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı.<br />
Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere<br />
girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin <strong>ve</strong> ABD’nin baskısı ile orada barınamadı.<br />
Rusya, Hollanda <strong>ve</strong> İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar<br />
bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar <strong>ve</strong> onu Nairobi’ye naklederek<br />
oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD<br />
Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan<br />
istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip<br />
Öcalan’ı teslim aldı.<br />
Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK<br />
eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını <strong>ve</strong>rdi.<br />
Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil<br />
bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla<br />
başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin<br />
bittiğini <strong>ve</strong> bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu<br />
zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir<br />
fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü<br />
terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte<br />
başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu.<br />
25
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi.<br />
Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi<br />
Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine<br />
Orta Doğu dengeleri açısından değer <strong>ve</strong>rmesi bu gelişmeyi destekleyen<br />
unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine<br />
çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok<br />
kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik <strong>ve</strong> ticari ilişkilerde de büyük<br />
bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar<br />
özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol<br />
açtı.<br />
Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden <strong>ve</strong> İran’ın PKK’ya<br />
destek <strong>ve</strong>rdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu.<br />
Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek <strong>ve</strong>rmesi<br />
yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da<br />
krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir<br />
müddet sonra ilişkiler normale dönebildi.<br />
2000-2010 Yılları<br />
11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta<br />
Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından<br />
sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyi’nin onayı ile <strong>ve</strong> ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri<br />
operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan<br />
George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan<br />
müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı.<br />
Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci<br />
Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye<br />
için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire<br />
Irak’ın kimyasal <strong>ve</strong> nükleer silahlara sahip olduğu <strong>ve</strong> radikal terörizmi desteklediği<br />
yolunda yapay istihbarat raporları <strong>orta</strong>ya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush<br />
körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada<br />
kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş<br />
açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği <strong>ve</strong> o zamana kadar radikal<br />
26
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline<br />
gelebileceği tamamen göz ardı edildi.<br />
Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı.<br />
Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB<br />
üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda <strong>ve</strong><br />
kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu <strong>ve</strong> açık seçik bir tutum tespitinde<br />
sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin<br />
ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush<br />
eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı.<br />
Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde<br />
“önleyici müdahale” <strong>ve</strong> “şer mih<strong>ve</strong>ri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül<br />
onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını<br />
<strong>ve</strong>rmişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı<br />
ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut<br />
değildi.<br />
ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını<br />
gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa<br />
karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin <strong>ve</strong>riyorlardı.<br />
Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya <strong>ve</strong> Çin gayet dikkatli <strong>ve</strong> dengeli bir<br />
siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi <strong>ve</strong> Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet<br />
hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını<br />
unutmuyorlar <strong>ve</strong> ABD’yi destekliyorlardı. İspanya <strong>ve</strong> İtalya da kamuoylarına<br />
rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye<br />
<strong>ve</strong> Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık<br />
önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar <strong>ve</strong> Ku<strong>ve</strong>yt<br />
ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.<br />
Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün <strong>ve</strong><br />
Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim<br />
<strong>ve</strong> atılımlarının <strong>ve</strong> Saddam’a ulaştırılan tek taraflı <strong>ve</strong>ya çok taraflı mesajların<br />
takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç<br />
politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini<br />
yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.<br />
27
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey<br />
Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını <strong>ve</strong><br />
hava üslerini kullanmak <strong>ve</strong> Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek.<br />
Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını<br />
<strong>ve</strong>riyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis <strong>ve</strong> limanlarımızın<br />
yenilenmesi amacı ile ABD teknik <strong>ve</strong> askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini<br />
onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına <strong>ve</strong> çalışmalarına<br />
başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden<br />
Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini<br />
gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den<br />
operasyona katılmak üzere Ku<strong>ve</strong>yt’e yönlendirildiler.<br />
1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden<br />
sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı<br />
avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap,<br />
Türkmen <strong>ve</strong> Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi.<br />
İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı<br />
20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele<br />
yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı.<br />
Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere <strong>ve</strong>rilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında<br />
<strong>ve</strong> operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk <strong>ve</strong> Amerikan<br />
askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.<br />
1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu<br />
savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol <strong>ve</strong> gaz<br />
kaynaklarına da sahip bağımsız <strong>ve</strong>ya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu<br />
engellemek fırsatını <strong>ve</strong> o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini<br />
sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline<br />
gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı<br />
da yersizdi. ABD kuv<strong>ve</strong>tleri güneyde Ku<strong>ve</strong>yt üzerinden Irak’a girmişlerdi.<br />
Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları<br />
eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki<br />
algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul<br />
edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi.<br />
Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.<br />
28
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak<br />
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu <strong>ve</strong><br />
“Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval<br />
olayı” cereyan etti <strong>ve</strong> ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM,<br />
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan<br />
“Koalisyon” kuv<strong>ve</strong>tlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuv<strong>ve</strong>t<br />
gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden<br />
kısa bir süre sonra patlak <strong>ve</strong>ren şiddet <strong>ve</strong> terör olaylarından sonra 1<br />
Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak <strong>ve</strong> Türkiye şehit<br />
tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti.<br />
Neyse ki Araplar <strong>ve</strong> Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar<br />
uygulanamadı.<br />
Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar<br />
haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik<br />
gücüne <strong>ve</strong> inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak,<br />
Irak’ı zayıflatarak <strong>ve</strong> istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuv<strong>ve</strong>tlendirerek <strong>ve</strong><br />
kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa <strong>orta</strong>mında,<br />
Türkiye, yürüttüğü aktif <strong>ve</strong> genelde yaratıcı <strong>ve</strong> isabetli politika ile Orta<br />
Doğu’daki jeopolitik <strong>ve</strong> ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın<br />
zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok<br />
değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi,<br />
fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan <strong>ve</strong> Bağdat’ın<br />
zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan<br />
Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi.<br />
Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek<br />
istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt<br />
yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin<br />
çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru<br />
oluşturuyordu.<br />
AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri <strong>ve</strong> hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri<br />
geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya<br />
ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi<br />
29
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Arabistan <strong>ve</strong> diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye<br />
çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek<br />
düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge<br />
ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.<br />
Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan<br />
kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi <strong>ve</strong> bir ülkenin<br />
politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta<br />
çeşitli Şii <strong>ve</strong> Sünni gruplarla <strong>ve</strong> aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı<br />
yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra<br />
Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuv<strong>ve</strong>tine katkıda bulunurken iç politikada<br />
uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.<br />
Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik <strong>ve</strong> mali yardım sağlayan bir ülkedir.<br />
2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine<br />
Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuv<strong>ve</strong>t kullanması genellikle reaksiyon<br />
doğurduysa da diğer Arap <strong>ve</strong> Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri<br />
Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu<br />
Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil<br />
etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı<br />
olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu.<br />
Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadar<br />
ki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin<br />
Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya<br />
geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele<br />
edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı<br />
birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu<br />
şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından<br />
Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden <strong>ve</strong> din referanslı söylemlerden kaçınmanın<br />
önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın <strong>ve</strong> cazip kılan<br />
hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli<br />
demokratik bir ülke olması <strong>ve</strong> başta AB <strong>ve</strong> NATO olmak üzere Batı ile kurduğu<br />
<strong>ve</strong> idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.<br />
Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki<br />
30
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar <strong>ve</strong> karşılıklı<br />
olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi<br />
kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile<br />
Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu,<br />
fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten<br />
sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin<br />
arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde<br />
Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar<br />
Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail <strong>ve</strong><br />
Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye <strong>ve</strong> İsrail<br />
arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu.<br />
Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu<br />
Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını<br />
belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi <strong>ve</strong>ya devletin<br />
çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü<br />
daha çok tarafları bir araya getirmek <strong>ve</strong> müzakere atmosferi yaratmak şeklinde<br />
oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism”<br />
tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti.<br />
Medyanın <strong>ve</strong> bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı<br />
yanlış anlamalara <strong>ve</strong> çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı<br />
düzeltme çok yerinde olmuştur.<br />
AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümetlerince<br />
değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir.<br />
Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere <strong>ve</strong> yorumlara<br />
bugünkü kadar yer <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />
Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD <strong>ve</strong> AB Hükümetlerinin,<br />
medyalarının <strong>ve</strong> düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir.<br />
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön<br />
plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants”<br />
Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye<br />
üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu <strong>ve</strong> İsrail’in tek Müslüman müttefiki<br />
olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. Aynı raporda<br />
31
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı gü<strong>ve</strong>ne dayanan<br />
bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin AB<br />
üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi.<br />
Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde.<br />
Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın<br />
toprak bütünlüğüne en fazla destek <strong>ve</strong>ren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk<br />
Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı gü<strong>ve</strong>nsizlik<br />
üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin<br />
Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret <strong>ve</strong> Büyükelçi düzeyinde<br />
temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine<br />
yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e<br />
yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında<br />
Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.<br />
Irak’ta Amerikan kuv<strong>ve</strong>tlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra<br />
ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde<br />
bulunamıyor. ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle<br />
takviye edilmesinin gü<strong>ve</strong>nliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen<br />
terör <strong>ve</strong> şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların<br />
kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle,<br />
sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini<br />
şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nlik menfaatlerinin<br />
Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde<br />
bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak<br />
Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla<br />
yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki<br />
açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır.<br />
Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı<br />
sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış <strong>ve</strong> İran Türkiye’nin en<br />
büyük 8. ticaret <strong>orta</strong>ğı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan<br />
yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan<br />
İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal<br />
gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının<br />
32
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline <strong>ve</strong> Güney Pars gaz kaynaklarının belirli<br />
fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası<br />
mevcuttur.<br />
Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine <strong>ve</strong> enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz<br />
kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları<br />
konusunda BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin,<br />
İsrail’in <strong>ve</strong> Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü<br />
otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği<br />
tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir.<br />
Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması<br />
uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın<br />
nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine<br />
katılmadığından Ajans Gu<strong>ve</strong>rnörler Kurulu’nda yapılan oylamada<br />
İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride<br />
ABD’nin isteği yönünde BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde<br />
Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele<br />
bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi<br />
gü<strong>ve</strong>nliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını<br />
<strong>ve</strong>rdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği<br />
yolunda yaptığı <strong>ve</strong> kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor.<br />
Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini<br />
haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın<br />
yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi<br />
antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün<br />
İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından<br />
şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den<br />
çok İran’dan endişe duymaktadırlar.<br />
İran’daki teokratik <strong>ve</strong> otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı<br />
seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük<br />
kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın<br />
içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi<br />
isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini <strong>ve</strong>rmesi de doğru<br />
sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı<br />
33
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın<br />
özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt<br />
çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar.<br />
11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan <strong>ve</strong> Pakistan da Orta<br />
Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane<br />
ilişkilerde bulunduğu bu iki ülkenin <strong>orta</strong>k sorunları ile de yakinen ilgilidir.<br />
Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile <strong>130</strong>0<br />
arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal <strong>ve</strong> kültürel<br />
alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan <strong>ve</strong> Pakistan liderlerini<br />
bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya<br />
çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide <strong>ve</strong> Taliban terörüne<br />
Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son <strong>ve</strong>rilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki<br />
savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir.<br />
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı<br />
olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız<br />
kuv<strong>ve</strong>t kullanmasına, kadınlar <strong>ve</strong> çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının<br />
çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir.<br />
İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa<br />
karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde<br />
bir ölçü <strong>ve</strong> üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on<br />
yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını<br />
Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi<br />
olmuştur. İsrail ile askeri <strong>ve</strong> savunma sanayi alanındaki işbirliğinin<br />
Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin<br />
Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır.<br />
İsrail aleyhtarı retoriğin <strong>ve</strong> televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını <strong>ve</strong> genellikle<br />
ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır.<br />
Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap<br />
ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında<br />
bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin<br />
sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan<br />
34
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün<br />
İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden <strong>ve</strong> diğer Müslüman ülkelerden<br />
daha fazla önem <strong>ve</strong>riyor. Oysa bu örgüt, yapısı <strong>ve</strong> kompozisyonu ile<br />
uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz.<br />
Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin<br />
genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi.<br />
Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı<br />
üslup sorunları <strong>ve</strong> aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği <strong>ve</strong><br />
AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü<br />
yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu<br />
Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin<br />
<strong>ve</strong> çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir <strong>ve</strong> bu durumun Türkiye’yi Avrupalı<br />
ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin<br />
Orta Doğu politikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı<br />
da belirtilmelidir.<br />
Sonuç<br />
Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun,<br />
Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede<br />
istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca<br />
istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine<br />
karşı cephe alınması <strong>ve</strong> buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti<br />
ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış<br />
değerlendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların<br />
hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken<br />
bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan<br />
sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı<br />
<strong>ve</strong> onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci <strong>ve</strong> İkinci<br />
Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar <strong>ve</strong> rekabetler, mezhepler<br />
arasındaki çekişmeler <strong>ve</strong> çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan<br />
yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara <strong>ve</strong><br />
istikrarsızlıklara çok müsait bir <strong>orta</strong>m yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin<br />
direkt komşuları İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile <strong>orta</strong>ya çıkan sorunları, PKK terör<br />
35
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını <strong>ve</strong> onlardan destek görmesini de<br />
eklemek gerekir.<br />
Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası<br />
teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde,<br />
Kafkasya’da, enerji gü<strong>ve</strong>nliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede,<br />
hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde<br />
Orta Doğu’daki şiddet <strong>ve</strong> tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası<br />
Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç<br />
bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı <strong>ve</strong> ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması<br />
olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün<br />
ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda<br />
hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine<br />
yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt<br />
meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır.<br />
İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü<br />
yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu<br />
yapılırken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil<br />
olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer<br />
programlarının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere<br />
birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir<br />
husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen<br />
politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir.<br />
İsrail’in politikasının çeşitli <strong>ve</strong>çhelerine <strong>ve</strong> özellikle yarattığı oldubittilere <strong>ve</strong><br />
Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuv<strong>ve</strong>t kullanmasına karşı tepki ifade<br />
edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili<br />
zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının<br />
yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.<br />
Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan<br />
<strong>ve</strong> referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa<br />
daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur.<br />
Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme <strong>ve</strong> sorunların-<br />
36
Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası<br />
dan soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son <strong>ve</strong>rilmesi, demokrasinin<br />
güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet <strong>ve</strong><br />
ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki<br />
kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan<br />
reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog <strong>orta</strong>mının<br />
oluşturulması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin<br />
iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer<br />
yargılarına tesir etmemesi düşünülemez.<br />
37
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ *<br />
Atilla SANDIKLI **<br />
Bilgehan EMEKLİER ***<br />
Tahran yönetimi, Şah döneminde başlatılan <strong>ve</strong> 1980-1988 İran-Irak Savaş’ında<br />
olduğu gibi kimi zaman askıya alınmasına rağmen yine de kararlılıkla devam<br />
edilen nükleer programını İran iç <strong>ve</strong> dış politikasının önemli bir enstrümanı<br />
<strong>ve</strong> süreklilik unsuru olarak görmektedir. İran siyasi kültürüne Humeyni<br />
döneminden miras kalan <strong>ve</strong> “bağımsızlık”, “Batı-karşıtlığı” <strong>ve</strong> “bölgesel liderlik”<br />
gibi parametreler üzerine inşa edilen dış politika anlayışının ana eksenini<br />
oluşturan nükleer program, İran halkını <strong>orta</strong>k bir hedef etrafında birleştirmektedir.<br />
İran’ın nükleer programı yalnızca iktidar <strong>ve</strong> muhalefeti ulusal<br />
gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> ulusal çıkar çatısı altında bütünleştirmemekte, aynı zamanda rejimin<br />
sürekliliği konusunda bir meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Dolayısıyla<br />
İran’da hem iktidar hem de muhalefetin büyük çoğunluğu, nükleer<br />
faaliyetlerin devam etmesi noktasında fikir birliğine sahiptir.<br />
Bölgenin lider gücü <strong>ve</strong> küresel bir aktör olmak için nükleer programını rasyonel<br />
bir dış politika aracı olarak gören İran, 2002 yılında Washington <strong>ve</strong><br />
Tahran arasında başlayan <strong>ve</strong> kısa sürede çok taraflı bir krize dönüşen nükleer<br />
faaliyetlerini kararlılıkla devam ettirmektedir. ABD önderliğindeki Batı dünyası<br />
İran nükleer programının askeri amaçlı olduğunu <strong>ve</strong> Tahran’ın nükleer<br />
silah üretmeye çalıştığını ileri sürerken, İran ise nükleer faaliyetlerinin sivil<br />
amaçlı olduğunu <strong>ve</strong> hedeflerinin barışçıl nükleer enerji üretmek olduğunu öne<br />
sürmektedir.<br />
* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu<br />
Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir.<br />
** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üni<strong>ve</strong>rsitesi Öğretim Üyesi<br />
*** Galatasaray Üni<strong>ve</strong>rsitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi<br />
39
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Soğuk Savaş döneminde Şah yönetiminin iktidarda olduğu süreç boyunca<br />
İran’ın nükleer faaliyetlerini bizzat destekleyen ABD <strong>ve</strong> AB bu kez İran nükleer<br />
programına karşı çıkmakta; Rusya <strong>ve</strong> Çin ise 1979 Devrimi’nden önceki<br />
tutumlarının aksine Tahran’ın nükleer çalışmalarına destek <strong>ve</strong>rmektedir. Bu<br />
yönüyle İran nükleer krizi, 11 Eylül sonrası beliren yeni uluslararası sistemde<br />
“sistemsel bir katalizör” işlevi görmekte <strong>ve</strong> uluslararası aktörler arasında<br />
farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Küresel sistemin yeniden şekillendiği<br />
bu kriz sürecinde Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya gibi bölgesel aktörler ise arabulucu<br />
rolü oynayarak nükleer krizin diplomatik yöntemlerle çözümlenmesine gayret<br />
etmektedir. Bu nedenle Türkiye, diplomatik müzakerelere ev sahipliği de yaparak<br />
kriz çözümünü barışçıl yollarla gerçekleştirmeye özen göstermektedir.<br />
Buna karşın İran nükleer krizini diplomatik yöntemlerle çözme girişimlerinden<br />
sonuç alınamaması <strong>ve</strong> bu yöndeki umutların azalmaya başlaması, krizin<br />
çatışmaya dönüşme ihtimalinin yüksek olduğuna dair yorumları beraberinde<br />
getirmektedir. Üstelik İran ile ABD karar alıcılarının söylemsel <strong>ve</strong> retorik açıdan<br />
giderek sertleşmesi <strong>ve</strong> iki aktör arasında sıcak bir çatışma yaşanacağına<br />
ilişkin değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunun gündemine yerleşmesi,<br />
İran’ı küresel kaos senaryolarının merkezine oturtmaktadır. Bu senaryoların<br />
ilki, İran nükleer tesislerinin <strong>ve</strong> füze sistemlerinin ABD <strong>ve</strong>ya İsrail tarafından<br />
vurulması; ikincisi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması; üçüncüsü<br />
ise İran’ın Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izleme olasılığıdır.<br />
1 Bu çerçe<strong>ve</strong>de raporda öncelikle tarihsel süreçte Türkiye-İran ilişkileri<br />
<strong>ve</strong> İran nükleer krizindeki güncel gelişmeler incelenecek, ardından öngörülen<br />
üç senaryo tartışılacak <strong>ve</strong> gerçekleşmesi durumunda bu senaryoların<br />
Türkiye’yi nasıl etkileyeceği üzerinde durulacaktır.<br />
1. Tarihsel Süreçte Türkiye-İran İlişkileri<br />
Türkiye’nin en büyük komşusu olan İran ile ilişkileri tarihsel süreçte her zaman<br />
büyük önem taşımıştır. Bu ilişkiler 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan itibaren<br />
istikrarlı bir gelişme göstermiş <strong>ve</strong> bu anlaşma sonrasında iki ülke arasındaki<br />
sınır bazı ufak ayarlamalar dışında günümüze dek değişmemiştir. Buna<br />
1 Atilla Sandıklı, Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran” Rapor No: 40,<br />
BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012.<br />
40
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
karşın 1639’dan sonra sınır bölgesinde çıkan ayaklanmalardan kaynaklanan<br />
bazı ihtilaf <strong>ve</strong> çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin 1720 yılında iki ülke arasında<br />
20 yıl süren bir savaş başlamıştır. 1821-1823 yılları arasında iki ülke yine<br />
karşı karşıya gelmiş, Erzurum Anlaşması ile sınırın aynen korunması karara<br />
bağlanmasına rağmen sınırın işaretlenmesi konusunda ihtilaf <strong>ve</strong> sınır ihlalleri<br />
devam etmiştir. Sınırın işaretlenmesi ancak 1914 yılında gerçekleşebilmiştir. 2<br />
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkilerde bazı sorunlar yaşanmıştır.<br />
Mesela İran’daki dini sınıf <strong>ve</strong> muhafazakâr kesimler, Atatürk’ün gerçekleştirdiği<br />
reformlara <strong>ve</strong> Türkiye’de laik bir sistemin inşa edilmesine tepki<br />
göstermiştir. Musul sorunu <strong>ve</strong> 1925’te Doğu Anadolu’da başlayan isyan sırasında<br />
İranlı aşiretler sık sık sınır ihlallerinde bulunmuş <strong>ve</strong> Musul sorunu<br />
çözüldükten sonra da bu ihlaller zaman zaman devam etmiştir. İki ülke arasında<br />
1926 yılında imzalanan Gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> Dostluk Anlaşması’nda taraflar bu<br />
eylemlere son <strong>ve</strong>rmeyi <strong>ve</strong> gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiş, ancak sınır<br />
olayları yine de sürmüştür. 1926’da imzalanan başka bir anlaşma ile Ağrı bölgesinde<br />
Türkiye lehine sınır düzeltmesi yapılmıştır. Aynı yıl imzalanan Uzlaşma,<br />
Yargı Yönetimi <strong>ve</strong> Hakemlik Anlaşması ile bu sınır düzeltmesi teyit edilmiştir.<br />
1926 tarihli Gü<strong>ve</strong>nlik <strong>ve</strong> Dostluk Anlaşması 1932’de güncelleştirilmiş<br />
<strong>ve</strong> böylece iki ülke arasındaki dostluk istikrarlı bir yapıya kavuşturulmuştur. 3<br />
1926 yılından sonra yaşanan bu olumlu gelişmelerin en önemli nedenlerinden<br />
biri, İran’da Kaçar hanedanlığını askeri bir darbe ile sona erdiren <strong>ve</strong><br />
Türkiye’nin modernleşme sürecini örnek alan Albay Rıza Pehlevi’nin Şah olmasıydı.<br />
Şah Pehlevi, 1934 yılında Türkiye’ye yaklaşık bir ay süren bir ziyarette<br />
bulundu <strong>ve</strong> bu dönemde (1925-1941) iki ülke arasındaki dostane ilişkiler<br />
gelişti. İki ülke bölgedeki gelişmelere karşı benzer dış politika yaklaşımları<br />
sergiledi. Buna rağmen İran, petrol kaynakları sayesinde zenginleştikçe iki<br />
ülkenin bölgedeki nüfuz rekabeti su yüzüne çıkmaya başladı <strong>ve</strong> Tahran’ın isteksiz<br />
davranması nedeniyle iki ülke arasında ekonomi <strong>ve</strong> enerji işbirliği bir<br />
türlü geliştirilemedi. 4<br />
2 İlter Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu<br />
Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010, 11.<br />
3 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, 11.<br />
4 Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu<br />
Raporu, 11-12.<br />
41
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Albay Rıza Pehlevi’nin oğlu Muhammed Rıza’nın şahlığı döneminde (1941-<br />
1979) de ikili ilişkilerin genel itibarıyla istikrar <strong>ve</strong> barış içinde olduğu söylenebilir.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de Atatürk <strong>ve</strong> Şah Muhammed Rıza döneminde Türkiye,<br />
İran, Irak <strong>ve</strong> Afganistan arasında 1937 yılında imzalanan <strong>ve</strong> bölgesel işbirliği<br />
anlaşması niteliğinde olan Sadabat Paktı ile ikili ilişkilerde başlayan barış <strong>ve</strong><br />
istikrar süreci, Soğuk Savaş konjonktürünün büyük bir bölümünde devam etti.<br />
Aynı şekilde Şubat 1955’te İngiltere, Türkiye, İran, Irak <strong>ve</strong> Pakistan arasında<br />
yapılan Bağdat Paktı <strong>ve</strong> sonrasında paktın dağılmasıyla oluşturulan Merkezi<br />
Antlaşma Teşkilatı (CENTO) da Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin işbirliği<br />
içinde gelişmesinde büyük rol oynadı. İki devletin Soğuk Savaş döneminde<br />
Batı bloğunda yer almaları, ikili ilişkilerin iyi seyretmesinde temel etken olmuştur.<br />
5 Ancak Pehlevi hanedanını iktidardan deviren 1979 Humeyni Devrimi,<br />
Türkiye-İran ilişkilerinde bir kırılma noktası oluşturmuş <strong>ve</strong> iki ülkenin birbirlerinin<br />
siyasi rejimlerini tehdit olarak algılamaları ilişkileri etkilemiştir.<br />
İran’da 1979 yılında yapılan devrim ile yönetim sistemi değişmiş <strong>ve</strong> Şah dönemindeki<br />
anayasal monarşiden dini cumhuriyete geçilmiştir. İran’da kurulan<br />
yeni siyasal sistem, Türkiye’deki laik devlet düzeniyle tezat teşkil ediyordu.<br />
Bu nedenle iki ülke arasında gü<strong>ve</strong>nsizlik <strong>ve</strong> kuşku <strong>orta</strong>mı oluşmaya başladı.<br />
Türkiye, İran’da Türkiye’nin laik sistemine karşı yayınlar yapıldığı gerekçesiyle<br />
rahatsız olduğunu ileri sürerken, İran ise Türkiye’de devrim <strong>ve</strong> kendi yöneticileri<br />
aleyhine propaganda yapıldığı yönündeki şikâyetlerini <strong>orta</strong>ya koyuyordu.<br />
Türkiye İran’ı devrim ihraç etmekle, İran da Türkiye’yi kendi rejimini<br />
yıkmak için faaliyette bulunmakla suçluyordu.<br />
Türkiye-İran ilişkileri, 1980-1988 İran-Irak Savaşı yıllarında özellikle<br />
Türkiye’nin tarafsız tutumu nedeniyle gelişme gösterdi. İran <strong>ve</strong> Irak,<br />
Türkiye’nin savaş sırasındaki tarafsızlığına o kadar gü<strong>ve</strong>ndi ki, karşılıklı haklarının<br />
korunmasını Türkiye’nin Bağdat <strong>ve</strong> Tahran’daki büyükelçiliklerine bıraktı.<br />
Bu nedenle İran ile ticaret hacmi bu dönemde 2 milyar dolara ulaştı. Buna<br />
rağmen İran ile siyasi ilişkiler kırılgan bir zeminde seyrediyordu. Zira Tahran<br />
yönetimi 1990’lı yıllarda PKK terör örgütüne destek <strong>ve</strong>rmeye başlamıştı.<br />
İran ile ilişkiler 2000 sonrası dönemde ise hızlı bir gelişme gösterdi <strong>ve</strong> dip-<br />
5 Soğuk Savaş Dönemi Türkiye-İran İlişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk-İran İlişkileri”,<br />
içinde Türk Dış Politikasının Analizi, der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul,<br />
2004, 207-234.<br />
42
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
lomatik temaslar arttı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2001’de 1,2 milyar<br />
dolar iken, bu rakam 2010’da 11 milyar dolara, 2011’de ise 15 milyar dolara<br />
yükseldi. 6 Enerji Bakanı Taner Yıldız, Şubat 2012’de yaptığı açıklamada<br />
Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık %50’sinin <strong>ve</strong> Mart 2012’de yaptığı<br />
açıklamada doğalgaz ihtiyacının %20’sinin İran’dan yapıldığını ifade etti. Ayrıca<br />
iki ülke arasında Türkmenistan doğalgazının İran üzerinden Türkiye’ye<br />
sevk edilmesi, İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesi<br />
<strong>ve</strong> Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının Türkiye Petrolleri Anonim<br />
Ortaklığı (TPAO) tarafından işletilmesi konularında mutabakat imzalandı.<br />
Ancak bugüne kadar bu projelerde önemli bir gelişme görülmedi. Bununla<br />
birlikte Türkiye’ye yerleştirilen NATO füze kalkanı, Irak’ta son dönemde yaşanan<br />
gelişmeler <strong>ve</strong> Suriye krizi nedeniyle Türkiye-İran ilişkileri 2011’den<br />
itibaren hassas bir çizgide seyretmektedir.<br />
Türkiye-İran Ticaret Hacmi ( Milyon Dolar)<br />
Kaynak: İstanbul Ticaret Odası<br />
2. İran Nükleer Krizindeki Gelişmeler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Son yıllarda Türkiye-İran ilişkilerinin hızla gelişmesindeki iki ana neden;<br />
Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun” ilkesi çerçe<strong>ve</strong>sinde bölge ülkeleriyle<br />
ilişkilerin geliştirilmesine özel önem <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> askeri amaçlı olduğu ileri<br />
6 Günlük Orta Doğu Bülteni, ORSAM Yayınları, No: 1297, 8, http://www.orsam.org.tr/tr/<br />
trUploads/OrtadoguBulteni/201214_04jantur.pdf<br />
43
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
İran Nükleer Programının Kısa Bir Kronolojisi<br />
İran nükleer programının tarihi arka planı 1950’lerin ikinci yarısına dayanmaktadır.<br />
İran 1957 yılında ABD ile nükleer işbirliği anlaşması imzalamış,<br />
ardından 1958 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na<br />
üye olmuştur. 1959’da Tahran Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuştur.<br />
ABD, İran ile 1957’de yaptığı anlaşma çerçe<strong>ve</strong>sinde 1967 yılında 5<br />
MW gücündeki nükleer araştırma reaktörünü Tahran Nükleer Araştırma<br />
Merkezi’ne <strong>ve</strong>rmiştir. İran, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme<br />
Anlaşması’nı imzalayarak anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1970’te bu<br />
anlaşmaya taraf olmuştur. 1974’te Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran<br />
Atom Enerjisi Kurumu kurulmuştur. Aynı yıl Şah Rıza Muhammed Pehlevi,<br />
20 yıl içerisinde 20.000 MW’lık enerji üretecek nükleer tesisleri<br />
kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. ABD yönetimi de İran’ın nükleer<br />
faaliyetlerini desteklediğini belirtmiştir. İran’ın Şah döneminde başlayan<br />
nükleer programına ABD’nin yanı sıra Avrupa devletleri de bizzat destek<br />
<strong>ve</strong>rmiştir. Örneğin 1970’lerin <strong>orta</strong>sından itibaren Alman Kraftwerk,<br />
Siemens <strong>ve</strong> Fransız Framatome gibi Batılı şirketler ile Tahran arasında<br />
nükleer enerji işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmalar<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde nükleer tesislerin inşası, nükleer fizikçilerin eğitimi, nükleer<br />
ekipman <strong>ve</strong> teknolojinin temini gibi konularda İran’ın destekleneceği<br />
belirtilmiş <strong>ve</strong> bunların bir kısmı gerçekleştirilmiştir.<br />
Ancak 1979 yılında Humeyni Devrimi ile Pehlevi Hanedanı’na son <strong>ve</strong>rilmesi<br />
(1925-1979) <strong>ve</strong> İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, İran’ı ABD<br />
liderliğindeki Batı bloğundan uzaklaştırırken, Batı’nın İran nükleer<br />
programına <strong>ve</strong>rdiği desteği kesmesine neden olmuştur. Dini lider Humeyni<br />
önderliğindeki Tahran yönetimi, 1980-1988 yılları arasında yaşanan<br />
İran-Irak Savaşı nedeniyle nükleer faaliyetleri durdurmak zorunda<br />
kalmıştır. Savaşın ardından nükleer programını devam ettirmek isteyen<br />
İran, 1990 sonrası süreçte Rusya ile nükleer işbirliği yaparak Moskova<br />
tarafından açıkça, Çin tarafından ise Amerikan baskısı nedeniyle üstü<br />
örtülü bir şekilde desteklenmiştir. Washington yönetiminin 2002 yılında,<br />
İran’ın Arak <strong>ve</strong> Natanz tesislerinde nükleer silah üretmeye çalıştığını ileri<br />
sürmesi üzerine İran ile ABD arasında başlayan nükleer kriz, 2002’den<br />
bu yana tırmanarak devam etmiş <strong>ve</strong> bu süreçte çok taraflı bir krize dönüşmüştür.<br />
44
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
sürülen nükleer programı nedeniyle Tahran’a uygulanan yaptırımlar sonucunda<br />
İran’ın uluslararası sistemden tecrit edilmesidir. Türkiye enerji ihtiyacının<br />
önemli bir kısmını İran’dan karşılarken, Tahran ile ihracatını artırarak ekonomisini<br />
geliştirmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye nükleer kriz nedeniyle<br />
İran’ın olası bir çatışma <strong>orta</strong>mına çekilmesini <strong>ve</strong> dolayısıyla bölgedeki<br />
mevcut istikrarsızlığın kontrol edilemez boyuta gelmesini önlemek için yoğun<br />
bir diplomatik çaba harcamaktadır.<br />
Bu nedenle Türkiye, Batı ile İran arasında arabuluculuk girişimlerinde bulunmakta<br />
<strong>ve</strong> nükleer krizin çözümü konusunda yapıcı bir rol <strong>ve</strong> sorumluluk<br />
üstlenmeye özen göstermektedir. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle<br />
hem kriz çözümünde taraf olmaya devam etmekte hem de uluslararası<br />
toplumla iletişimini sürdürmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi İstanbul’da<br />
14 Nisan 2012’de yapılan görüşmeler öncesinde müzakere yeri konusunda<br />
sorun çıkarsa da, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün devamına sıcak bakmaktadır.<br />
Türkiye, Batı ile İran arasındaki nükleer krizin çözümü konusunda Viyana’daki<br />
görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Brezilya ile birlikte arabuluculuk<br />
girişiminde bulunarak söz konusu diplomatik sürecin yeniden başlatılmasına<br />
katkı sağlamıştır. İran’ın bu girişimi kabul etmesi neticesinde 17 Mayıs<br />
2010 tarihinde Tahran’da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Brezilya<br />
Cumhurbaşkanı Lula Da Silva <strong>ve</strong> Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />
katılımıyla uranyum takası konusunda bir uzlaşma metni imzalanmıştır. 7 Bir<br />
anlaşma niteliğinde olmayan Tahran Bildirisi, İran ile Viyana grubu arasında<br />
nükleer yakıt takası anlaşması yapılmasını sağlamak amacıyla üç ülkenin mutabakata<br />
vardığı bir metindir.<br />
İran, söz konusu metne göre düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1200 kg uranyumun<br />
Türkiye’de muhafaza edilmesini kabul etmiştir. Metinde ayrıca 1200<br />
kg uranyumun Türkiye’de bulunduğu sürece İran’a ait olduğu, İran <strong>ve</strong> Uluslararası<br />
Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) yetkililerinin istedikleri zaman Türki-<br />
7 “İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010,<br />
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=997227&Date=<br />
17.05.2010&CategoryID=81<br />
45
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ye’deki uranyumun depolanma <strong>ve</strong> saklanma koşullarını denetleyebilecekleri<br />
vurgulanmıştır. Bununla birlikte İran’ın belirtilen hususları kabul ettiğini 7<br />
gün içinde UAEK’ya bildirmesi; ABD, Rusya, Fransa <strong>ve</strong> UAEK’dan oluşan<br />
Viyana grubunun olumlu cevabına paralel olarak Tahran’daki araştırma reaktörü<br />
için gerekli 120 kg yakıtın teslim edilmesinin taahhüt edilmesi gibi<br />
takasla ilgili ayrıntılı konulara kesin anlaşmada yer <strong>ve</strong>rilmesi öngörülmüştür.<br />
İran, anlaşmaya varıldıktan sonra düşük oranda zenginleştirilmiş 1200 kg<br />
uranyumu bir ay içinde Türkiye’ye göndermeyi kabul etmiştir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
metinde, Viyana grubunun da bir yıl içinde 120 kg yakıtı İran’a teslim etmesi<br />
gerektiği belirtilmiş <strong>ve</strong> bildirinin şartlarına uyulmaması durumunda İran’ın<br />
<strong>ve</strong>rdiği uranyumu geri isteme hakkına sahip olduğu <strong>ve</strong> Türkiye’nin de bu istek<br />
doğrultusunda iade işlemini gerçekleştirmesi öngörülmüştür. 8<br />
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK)<br />
• 29 Temmuz 1957 tarihinde kurulan UAEK Birleşmiş Milletler bünyesinde<br />
faaliyet gösteren özerk bir kuruluştur. Merkezi Viyana’da bulunan<br />
kurumun şimdiki başkanı Yukiya Amano’dur.<br />
• UAEK’nın temel amaçları;<br />
-Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını sağlamak,<br />
-Nükleer silahların yayılmasını önlemektir.<br />
• Temel işlevleri;<br />
-Nükleer bilim <strong>ve</strong> teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması konusunda<br />
üye ülkelere destek sağlamak,<br />
-Denetim mekanizması aracılığıyla <strong>orta</strong>ya koyduğu nükleer gü<strong>ve</strong>nlik<br />
standartları çerçe<strong>ve</strong>sinde üye ülkelerin taahhütlerini yerine getirip getirmediğini<br />
kontrol etmek, nükleer tesisleri korunma önlemleri altında<br />
bulundurmak <strong>ve</strong> nükleer programları denetlemektir.<br />
• İran, UAEK’ya 1958 yılında üye olmuştur.<br />
8 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran <strong>ve</strong> Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”,<br />
http://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-<strong>turkiye</strong>_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-<strong>orta</strong>k<br />
deklarasyonu.tr.mfa<br />
46
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
ABD dışındaki 5+1 üyeleri 9 <strong>ve</strong> UAEK bildiriye ihtiyatla yaklaşmıştır. Tahran<br />
yönetiminin kısa bir süre sonra %20 oranında uranyum zenginleştirme<br />
faaliyetlerine devam edeceğini açıklaması, İran’ın asıl amacının anlaşmaya<br />
varmaktan ziyade uluslararası yaptırımlardan kaçmak olduğu şeklinde değerlendirilmiştir.<br />
Tahran Bildirisi’ne en fazla tepki gösteren ülke ABD olmuştur. Washington<br />
yönetimi İran’ı “yeni yaptırımlar uygulanması konusundaki baskıdan kurtulmaya<br />
çalışmakla” suçlayarak, Tahran’ın söz konusu anlaşmayı BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyi toplantısı öncesinde imzalamasına dikkat çekmiştir. ABD, yaptırım<br />
tasarısını gündeme taşıması sonrasında Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi üyelerinin desteğini<br />
aldığını açıklamıştır. 10<br />
Tahran Bildirisi, Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya’nın girişimlerine rağmen beklenen <strong>ve</strong><br />
istenen uzlaşı zeminini sağlayamamış <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nden yeni<br />
yaptırım kararı çıkma ihtimaline karşı İran’ın yaptığı diplomatik bir manevra<br />
olarak yorumlanmıştır. Bu nedenle Washington yönetimi, İran’a yeni bir<br />
yaptırım uygulanması konusunda Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’ne talepte bulunmuştur.<br />
Türkiye <strong>ve</strong> Brezilya diplomatik müzakerelere devam edilmesi gerekçesiyle<br />
yeni yaptırımlara karşı çıkmasına rağmen 1929 sayılı yaptırım kararı Türkiye<br />
<strong>ve</strong> Brezilya’nın “hayır”, Lübnan’ın ise “çekimser” oyuna karşı 12 “e<strong>ve</strong>t” oyu<br />
ile Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nce 9 Haziran 2010’da kabul edilmiştir. 11<br />
Tahran yönetimi, Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin yaptırım kararı sonrasında uranyum<br />
zenginleştirme çalışmalarının Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme<br />
Antlaşması’ndan (Non-Proliferation Treaty; NPT) kaynaklanan bir hakkı olduğunu<br />
vurgulayarak nükleer programına devam etmiş <strong>ve</strong> kısa bir süre sonra<br />
yaklaşık 40 kg %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum ürettiğini açıklamış-<br />
9 5+1 grubu, Birleşmiş Milletler daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa <strong>ve</strong> İngiltere ile<br />
Almanya’dan oluşmaktadır.<br />
10 Bayram Sinkaya, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu Ve Uranyum<br />
Takası Mutabakatı”, Orta Doğu Analiz, Cilt: 2, Sayı:18, 2010, 74-75.<br />
11 Çin <strong>ve</strong> Rusya daha önceki tutumlarının aksine bu oylamada “e<strong>ve</strong>t” oyu kullanmışlardır;<br />
Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran, 9 June 2010,<br />
http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm<br />
47
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tır. 12 Bu gelişmelere karşın askıda bulunan görüşmelere tekrar başlanması için<br />
Türkiye öncülüğündeki diplomatik arayışlar devam etmiş <strong>ve</strong> 5+1 üyeleriyle<br />
İran arasındaki müzakereler bu kez 21-22 Ocak 2011 tarihlerinde İstanbul’da<br />
gerçekleştirilmiştir.<br />
Görüşmeler sırasında Viyana grubu ülkeleri ABD, Rusya <strong>ve</strong> Fransa ile İran ilk<br />
kez ayrı bir toplantı gerçekleştirmiş, 13 ancak 5+1 üyelerinden oluşan heyete<br />
başkanlık yapan AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton görüşmeler<br />
sonrasında müzakerelerden olumlu bir sonuç alamadıklarını belirtmiştir.<br />
Ashton, İran’ın nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla sürdürdüğüne<br />
ilişkin argümanlar <strong>orta</strong>ya koyması gerektiğini <strong>ve</strong> İran’ın işbirliği için gerekli<br />
tavrı sergilemediğini vurgulamıştır. 14 Dolayısıyla İstanbul görüşmelerinden de<br />
nükleer krizi diplomatik yöntemlerle çözecek somut bir ilerleme kaydedilememiştir.<br />
Yapılan müzakerelerden bir kez daha sonuç çıkmaması üzerine UAEK Başkanı<br />
Yukiya Amano tarafından İran nükleer çalışmalarıyla ilgili bir rapor hazırlanmıştır.<br />
9 Kasım 2011 tarihinde açıklanan UAEK raporunda, İran nükleer<br />
santrallerinde nükleer silah üretmeye yönelik birçok deney yapıldığı <strong>ve</strong> gerçekleştirilen<br />
bu deneylerin bir kısmında da başarıya ulaşıldığı aktarılmıştır.<br />
Raporda ayrıca İran’ın nükleer silah tasarımı <strong>ve</strong> üretimi konusunda faaliyetlerde<br />
bulunduğu <strong>ve</strong> bu yönde denemeler yaptığı belirtilmiştir. Öte yandan raporun<br />
vurguladığı önemli hususlardan biri de, İran’ın nükleer savaş başlığı<br />
elde etmek için bilgisayar simülasyonları <strong>ve</strong> modellemeleri gerçekleştirdiğini,<br />
nükleer enerji mühendislerinin nükleer başlıkların füzelere entegrasyonu ko-<br />
12 Ivanka Barzashka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”,<br />
Federation Of The American Scientists Issue Brief, 21.01.2011, 14, http://www.faorg/pubs/_<br />
docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf “Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”,<br />
http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-plan-to-produce-medical-reactor-fuel/<br />
13 “22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da<br />
Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, http://www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iranarasinda-21-22-ocak-2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa<br />
14 Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne,<br />
Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des pourparlers à Istanbul les 21 et 22<br />
janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/<br />
iran/l-union-europeenne-et-liran/article/programme-nucleaire-de-l-iran<br />
48
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
nusunda çalışmalar yaptığını <strong>ve</strong> bu kapsamda <strong>orta</strong> menzilli Şahab 3 füzesinin<br />
nükleer füzeye dönüştürülmeye çalışıldığını ileri sürmüş olmasıdır. 15<br />
Diğer taraftan müzakerelerin yapılamadığı 15 aylık süreçte İran’a uygulanan<br />
yaptırımlar etkili olmaya başlamış <strong>ve</strong> Tahran yönetimi müzakerelere tekrar<br />
hazır olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin de girişimleriyle 14 Nisan 2012’de<br />
5+1 ülkelerinin temsilcileri ile İran temsilcileri İstanbul’da yeniden müzakerelere<br />
başlamıştır. İstanbul görüşmesinin ardından 5+1 ülkelerinin temsilcilerine<br />
başkanlık eden Catherine Ashton <strong>ve</strong> İran heyetine başkanlık yapan İran<br />
Yüksek Ulusal Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi Genel Sekreteri Said Celili müzakerelerin<br />
olumlu geçtiğini belirterek müteakip toplantının 23 Mayıs 2012 tarihinde<br />
Bağdat’ta yapılacağını açıklamışlardır. Müzakerelerde NPT’nin esas alınması<br />
vurgulanmış, barışçıl nükleer araştırmaların serbest olduğu fakat gerçekleştirilen<br />
nükleer faaliyetlerin NPT rejimine <strong>ve</strong> Ek Protokole uygun bir şekilde<br />
UAEK’nın denetimine açık <strong>ve</strong> şeffaf olması gerektiği ifade edilmiştir.<br />
Türkiye’nin İran nükleer programına yaklaşımı ilkesel <strong>ve</strong> nettir. Türkiye,<br />
NPT’ye üye ülkelerin sivil amaçlı nükleer enerji üretme hakkı olduğunu ileri<br />
sürmekte; askeri amaçlı nükleer faaliyetlere <strong>ve</strong> nükleer silahlanmaya karşı<br />
olduğunu belirterek NPT rejimine taraf ülkelerin nükleer programlarını<br />
uluslararası denetime açık <strong>ve</strong> şeffaf geliştirmeleri gerektiğini savunmaktadır.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de Türkiye, İran nükleer programına ilişkin yürüttüğü politikalarda<br />
“NPT’ye üye bir ülke olarak İran’ın da barışçıl amaçlı araştırma, üretme<br />
<strong>ve</strong> kullanma (nükleer zenginleştirme faaliyetleri dâhil nükleer yakıt çevrimi)<br />
hakkının bulunduğunu” belirtmektedir. Türkiye, barışçıl amaçlı nükleer enerji<br />
hakkı üzerinde dururken bu hakkın kullanılmasının NPT’de belirtilen sınırlama<br />
<strong>ve</strong> yükümlülüklere uygun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Aynı<br />
zamanda İran’ın NPT’den kaynaklanan hak <strong>ve</strong> yükümlülüklerini tehlikeye<br />
sokacak tedbir, eylem <strong>ve</strong> retorik açıklamalardan kaçınarak her türlü çatışmacı<br />
davranışlardan uzak durmasını <strong>ve</strong> bunun yerine nükleer alanda işbirliği yapmasını<br />
istemektedir. 16<br />
15 Raporun tamamı için bkz. “Implementation of the NPT Safeguards Agreement and<br />
Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”,<br />
GOV/2011/65, http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf<br />
16 “17 Mayıs 2010 tarihli Türkiye, İran <strong>ve</strong> Brezilya Dışişleri Bakanları Ortak Deklarasyonu”.<br />
49
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT)<br />
- NPT 1 Temmuz 1968 tarihinde ABD, SSCB <strong>ve</strong> İngiltere arasında imzalanmış<br />
<strong>ve</strong> 1970’te yürürlüğe girmiştir. Anlaşmayı sonradan Fransa <strong>ve</strong><br />
Çin de imzalamıştır. Halen 189 ülke anlaşmaya taraftır. İsrail, Hindistan<br />
<strong>ve</strong> Pakistan anlaşmayı imzalamamış, Kuzey Kore ise anlaşmayı imzaladıktan<br />
sonra çekilmiştir.<br />
- Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 1967 tarihinden önce nükleer silah <strong>ve</strong> patlayıcıya<br />
sahip olan ABD, SSCB, Fransa, İngiltere <strong>ve</strong> Çin “nükleer silah<br />
sahibi ülkeler” olarak kabul edilmiştir. NPT rejimi, nükleer silahlanmanın<br />
1 Ocak 1967’den önce nükleer silaha sahip olmayan devletlere yayılmasını<br />
engelleme amacını taşımaktadır.<br />
- Bu çerçe<strong>ve</strong>de anlaşmanın temel amaçları;<br />
Nükleer silahların yayılmasını önlemek,<br />
Nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirmek,<br />
Nükleer enerjinin barışçıl amaçlı kullanımını sağlamaktır.<br />
- İran, NPT’yi 1970’de onaylayarak NPT rejimine taraf olmuştur. İran;<br />
rutin denetimlerinin dışında aniden <strong>ve</strong> herhangi bir izne ihtiyaç duymaksızın<br />
UAEK’ya özel denetimler yapma yetkisi tanıyan <strong>ve</strong> NPT’yi<br />
tamamlayıcı bir anlaşma olarak tanımlanabilecek Ek Protokolü (1997)<br />
18 Aralık 2003’te imzalamış, ancak hala onaylamamıştır.<br />
3. İran Nükleer Krizinde Muhtemel Senaryolar <strong>ve</strong> Türkiye’ye Etkileri<br />
İran’a askeri bir operasyon gerçekleştirilmesi, Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından<br />
kapatılması <strong>ve</strong> bölgede Şii-Sünni çatışmasının çıkması senaryolarıhttp://www.mfa.gov.tr/17-mayis-2010-tarihli-<strong>turkiye</strong>_-iran-brezilya-disisleri-bakanlari-<strong>orta</strong>k<br />
deklarasyonu.tr.mfa<br />
50
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
nın üçünden de en fazla etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.<br />
ABD’nin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> Arap Baharı’nın yol açtığı gü<strong>ve</strong>nlik sorunları<br />
<strong>ve</strong> belirsizlik, Türkiye’yi derinden etkileyen gelişmelerdir. Dolayısıyla enerji<br />
temini <strong>ve</strong> ekonomik konularda yaşanacak krizlerin yanı sıra diplomatik <strong>ve</strong><br />
siyasi krizler de gerek bölgesel bir güç olması gerekse enerji konusundaki<br />
hassasiyetleri nedeniyle Türkiye’yi zor durumda bırakabilir.<br />
3.1. İran’a Askeri Operasyon Yapılma Senaryosu<br />
Yukiya Amano’nun 9 Kasım 2011’de açıkladığı <strong>ve</strong> İran’ın nükleer silah ürettiğine<br />
dair ciddi şüpheler olduğunu ileri süren UAEK raporunun ardından<br />
İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam etmesi <strong>ve</strong> nükleer yakıt<br />
çubuklarını ürettiğini açıklaması uluslararası toplumu tedirgin etmiştir. Bu<br />
kapsamda Tahran’ın nükleer silah tetik tertibatı ürettiğine, Şahab-3 (1500 km)<br />
füzeleriyle İsrail’i doğrudan vurabilecek kapasiteye ulaştığına, Fecir-3 (45<br />
km) <strong>ve</strong> Fecir-5 (75 km) füzeleriyle de Hamas vasıtasıyla İsrail’i vurabileceğine<br />
<strong>ve</strong> bu nedenle Tahran yönetiminin Tel-Aviv için ciddi bir tehdit oluşturduğuna<br />
ilişkin haberlerin ABD <strong>ve</strong> İsrail kamuoyunda yayılması tüm dikkatleri<br />
İran’a çekmiştir. 17<br />
İran Silahlı Kuv<strong>ve</strong>tlerinin Envanterindeki Füze Sistemleri<br />
Füze Sistemleri<br />
Menzilleri (km)<br />
Fecir-3 45<br />
Fecir-5 75<br />
Naziat-10 <strong>130</strong><br />
Tondar 150<br />
Zelzal 150<br />
Fetih-110 210<br />
Şahap-1 300<br />
Şahap-2 500<br />
Şahap-3 1500<br />
Kadir-1 1800<br />
Sicil 2000<br />
Sicil-2 2200<br />
17 Yossi Melman <strong>ve</strong> Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”,<br />
http://www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusi<strong>ve</strong>-iran-providing-hamas,<br />
“HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm<br />
51
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Söz konusu tehdit algılamaları çerçe<strong>ve</strong>sinde Tahran’ın nükleer programını engellemek<br />
için askeri müdahale seçeneği üzerinde de durulmaktadır. 18 Nitekim<br />
ABD’nin İsrail ile birlikte düzenleyebileceği hava harekâtı <strong>ve</strong> füze saldırısıyla<br />
İran’ın nükleer tesislerini vurma ihtimalinin arttığına <strong>ve</strong> ABD’nin herhangi<br />
bir askeri operasyon başlatmaması durumunda ise olası bir saldırının İsrail<br />
tarafından tek başına gerçekleştirilebileceğine ilişkin değerlendirmeler yapılmaktadır.<br />
Bu konuda gerekli hazırlıkların üst seviyeye çıkarıldığı <strong>ve</strong> harekât<br />
<strong>orta</strong>mının olgunlaştırılmaya çalışıldığına dair görüşler bulunmaktadır.<br />
Geçmişte Tahran’ın nükleer programının bilgisayar kodlarına virüs saldırılarının<br />
gerçekleştirilmesi, İranlı birçok nükleer uzmanın öldürülmesi <strong>ve</strong> Tahran’ın<br />
yaklaşık 50 km batısındaki Bidganeh’teki tesiste yaşanan patlamada balistik<br />
füze programının önemli isimlerinden Tuğgeneral Hasan Tehrani Mukaddem<br />
ile birlikte 17 kişinin hayatını kaybetmesi, İran’ın endişelerini artırmaktadır. 19<br />
İran’ın önde gelen nükleer bilim adamlarından Mustafa Ahmedi Ruşen’in 11<br />
Ocak 2012’de öldürülmesi, İran’da istihbarat örgütleri arasında yaşanan örtülü<br />
savaşın devletlerarası sıcak <strong>ve</strong> açık bir çatışmaya dönüşme ihtimalini gündeme<br />
getirmektedir. 20<br />
Bu bağlamda İran, ABD <strong>ve</strong> İsrail tarafından koordineli bir operasyon planıyla<br />
nükleer tesislerine saldırıda bulunulacağından endişe duymaya başlamış <strong>ve</strong><br />
Tahran yönetiminin olası saldırılara karşı hazırlıklarını artırdığı öne sürülmüştür.<br />
Nitekim İran’ın Hürmüz Boğazı’nda Ocak 2012’de yaptığı kapsamlı<br />
tatbikat, İran ordusunun askeri hazırlık içinde olduğu görüşünü desteklemiş;<br />
General Muhammed Ali Caferi’nin olası bir saldırı karşısında askeri güçlere<br />
hazır olma emri <strong>ve</strong>rdiği ifade edilmiştir. Batılı istihbarat kaynakları ise İran’ın<br />
uzun menzilli füzeleri, tahrip gücü yüksek patlayıcıları, büyük topları <strong>ve</strong> muhafız<br />
birliklerini temel savunma noktalarına konuşlandırdığını belirtmiştir. 21<br />
18 Bu konuda bkz. Stephen M. Walt, “Why Attacking İran is a stil bad idea?”, 27.12.2011,<br />
http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea<br />
‘Military strike won’t stop Iran’s nuclear program’, http://www.haaretz.com/news/militarystrike-won-t-stop-iran-s-nuclear-program-1.266113<br />
19 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011.<br />
20 “Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”, 12 Ocak 2012,<br />
http://www.sundaytimelk/index.php?option=com_content&view=article&id=14649:bombkills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&catid=81:news&Itemid=625<br />
21 “İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp 6 Aralık 2011.<br />
52
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Öte yandan 14 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da yapılan müzakerelerin hemen<br />
ardından İsrail televizyon kanalı Channel 10, İsrail yönetiminin 23 Mayıs<br />
2012’de Bağdat’ta gerçekleştirilecek ikinci tur müzakerelere kadar bekleyeceğini,<br />
diplomatik müzakerelerin kesintiye uğraması durumundaysa düzenlenecek<br />
bir hava operasyonuyla İsrail ordusunun İran nükleer tesislerini vuracağını<br />
ileri sürmüştür. Operasyonda saldırı uçaklarının, eskort jetlerin, havada yakıt<br />
ikmali sağlayan tanker uçakların, elektronik savaş uçaklarının <strong>ve</strong> kurtarma<br />
helikopterlerinin kullanılacağı açıklanmıştır. Aynı zamanda İsrail filosunda en<br />
uzun menzile sahip olan F-15’ler ile “Eitan” insansız uçaklarının da operasyonun<br />
ön saflarında eşzamanlı olarak yer alacağı iddia edilmiştir. Haberde ayrıca<br />
söz konusu operasyon kapsamında İsrail’de özel sığınakların inşa edildiğinin<br />
ileri sürülmesi, İsrail’in İran’a düzenleyeceği olası askeri harekâtın tüm planlarının<br />
yapıldığını <strong>ve</strong> İsrail’in tüm seçeneklere hazırlıklı olduğunu göstermesi<br />
bakımından önem arz etmektedir. 22<br />
Tüm bu gelişmeler çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a yapılacak olası bir askeri operasyon,<br />
topyekûn <strong>ve</strong> sınırlı olmak üzere iki temel harekât tarzıyla yürütülebilir. İran’a<br />
yapılacak topyekûn bir askeri harekâtın Irak <strong>ve</strong> Afganistan’da olduğu gibi<br />
kara, deniz <strong>ve</strong> hava kuv<strong>ve</strong>tlerinin eşzamanlı katılımıyla yürütülmesi planlanabilir.<br />
Bu seçeneğin hayata geçirilebilmesi için öncelikle uluslararası meşruiyet<br />
aranarak BM aracılığıyla hem uluslararası hukukun temel ilkelerine uyulmaya<br />
hem de operasyonun sorumluluk <strong>ve</strong> maliyeti paylaşılmaya çalışılabilir. Ancak<br />
gerek uluslararası konjonktür gerekse Rusya <strong>ve</strong> Çin’in bu seçeneğe sıcak<br />
bakmaması nedeniyle askeri bir operasyon kararının alınması kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> vadede<br />
beklenmemektedir. Zira Suriye krizinde olduğu gibi <strong>ve</strong>to mekanizmasına<br />
başvuran Rusya <strong>ve</strong> Çin’in İran’a desteği dikkate alındığında, Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyi’nden İran’a askeri operasyon yapılmasına imkân sağlayacak bir karar<br />
çıkması zor görünmektedir. Üstelik Rusya’nın Buşehr nükleer santralini<br />
bitirmesi, İranlı nükleer uzmanları <strong>ve</strong> öğrencileri eğitmesi, Tahran’a nükleer<br />
teknoloji sağlaması <strong>ve</strong> lojistik destek <strong>ve</strong>rmesi, nükleer enerji alanında Moskova<br />
ile Tahran arasındaki stratejik <strong>orta</strong>klığa işaret etmektedir. Rusya aynı<br />
zamanda İran’ın en önemli silah tedarikçisi konumundadır. Bununla birlikte<br />
İran ile yaptığı nükleer anlaşmaları Amerikan baskısı nedeniyle feshetmesine<br />
karşın Çin’in de örtülü bir şekilde İran nükleer programını desteklediği bilinmektedir.<br />
22 “İsrail’in İran operasyonunun detayları yayınlandı”, 21 Nisan 2012, http://www.hurriyet.<br />
com.tr/planet/20389479.asp<br />
53
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tahran’ın Moskova <strong>ve</strong> Pekin ile yaptığı nükleer işbirliğinin yanı sıra jeopolitik<br />
çıkarları da göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran;<br />
Suriye krizinde görüldüğü üzere Batı, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez ülkelerine karşı bir<br />
blok oluşturmakta <strong>ve</strong> Orta Doğu’da bir nevi denge politikası izlemektedir.<br />
Bu kutuplaşmanın İran’a uygulanacak askeri operasyon seçeneğinin masaya<br />
getirilmesi durumunda da yaşanacağı açıktır. Diğer yandan AB’nin yaşadığı<br />
ekonomik kriz göz önünde bulundurulduğunda AB üyelerinin de askeri operasyon<br />
tercihine sıcak bakmayacağı tahmin edilebilir. Kaldı ki bu ülkeler, İran<br />
nükleer krizinin başından beri sorunun diplomatik yöntemlerle çözülmesinden<br />
yana tavır almış <strong>ve</strong> sert güç kullanımını istemediklerini net bir şekilde dile<br />
getirmiştir. İran nükleer krizinde AB’yi ABD’den ayıran <strong>ve</strong> Batı’yı ikiye bölen<br />
bu yöntemsel farklılaşmayı AB’nin birçok söylem <strong>ve</strong> eyleminde görmek<br />
mümkündür. Özetle İran’a uluslararası meşruiyete dayalı yapılacak bir askeri<br />
harekât zor görünmektedir.<br />
İran Ordusu (2013)<br />
Toplam Askeri Personel (Devrim Muhafızları dâhil): 523,000<br />
Paramiliter Güçler: 40,000<br />
Yedek Askeri Personel: 350,000<br />
Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri*<br />
Ana Muharebe Tankı: 1,663+<br />
Top: 8,798+<br />
Diğer Zırhlı Araçlar: 2,030+<br />
Uçak: 33<br />
Helikopter:<br />
Taarruz-50 Diğer-173<br />
Deniz Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />
Denizaltı: 29<br />
Devriye/Sahil Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Botu: 69<br />
Amfibi Çıkarma Gemisi: 24<br />
Amfibi Lojistik Gemisi: 47<br />
Uçak-19 Helikopter-30<br />
Hava Kuv<strong>ve</strong>tleri<br />
Savaş Uçağı: 334<br />
Nakliye Uçağı: 117<br />
Eğitim Uçağı: 151<br />
Helikopter: 36<br />
Devrim Muhafızları<br />
Askeri Personel:125,000+<br />
Devriye/Sahil Gü<strong>ve</strong>nlik Botu:<br />
113<br />
Amfibi Çıkarma Gemisi: 4<br />
Füze Ateşleme Rampası:<br />
Orta Menzilli-12<br />
Kısa Menzilli-18<br />
Besic Direniş Gücü<br />
Seferberlik halinde<br />
1.000.000’a kadar çıkabileceği<br />
zannedilmektedir. Besic Gücü,<br />
Devrim Muhafızları’nın Kara<br />
Kuv<strong>ve</strong>tleri’yle birlikte hareket<br />
edebilecek niteliğekavuşturulmaktadır.<br />
İran Siber Ordusu<br />
İran’ın siber operasyonlar<br />
<strong>ve</strong> saldırılar<br />
gerçekleştirebilecek<br />
bir ordu geliştirdiği<br />
tahmin edilmektedir.<br />
*Devrim Muhafızları’nın Kara Kuv<strong>ve</strong>tleri ile birlikte hesaplanmıştır.<br />
Kaynak: Routledge, “Chapter Se<strong>ve</strong>n: Middle East and North Africa”,<br />
The Military Balance Cilt:112 Sayı:1 (2012): 323-326.<br />
54
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Bu durumda geriye ABD <strong>ve</strong> İsrail öncülüğünde oluşturulacak bir koalisyon<br />
gücünün askeri harekât yapma seçeneği kalmaktadır. Ancak ABD <strong>ve</strong> İsrail’in<br />
<strong>orta</strong>k yürüteceği bir askeri harekât seçeneği hem uygulanması hem de istenilen<br />
sonucun alınması bakımından kolay bir tercih değildir. Zira Washington<br />
yönetimi; ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Irak’taki yıpranmışlık <strong>ve</strong> başarısızlığı, uluslararası<br />
kamuoyunda yitirdiği prestij <strong>ve</strong> savaş ekonomisinin Amerikan halkına<br />
yansıyan olumsuzlukları gibi nedenlerden dolayı böyle bir harekâta sıcak bakmayacaktır.<br />
Bu durumda İsrail kamuoyunda <strong>ve</strong> medyasında çıkan tüm haberlere<br />
rağmen Tel Aviv yönetiminin tek başına askeri operasyon başlatması en<br />
azından yakın gelecekte zor görülmektedir.<br />
Diğer bir açıdan İran’a yapılacak topyekûn bir askeri saldırı, hem bölgesel<br />
dengeler hem de başta jeopolitik konumu olmak üzere İran’ın sahip olduğu<br />
güç unsurları nedeniyle birçok zorluğu içermektedir. İran’ın ulusal güç unsurları,<br />
ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Irak’ta <strong>ve</strong>rdiği maddi <strong>ve</strong> manevi kayıplarla<br />
birlikte değerlendirildiğinde Washington yönetiminin Tahran’a düzenlenecek<br />
muhtemel bir topyekûn saldırıyı kolaylıkla göze alamayacağı düşünülebilir.<br />
İran’ın köklü devlet geleneği, ulusal bilinci, dışarıdan gelen bir tehdide karşı<br />
ulusça birlikte hareket etme özelliği, sahip olduğu kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> menzilli füzeler,<br />
İran ordusunun gayri-nizami savaş tekniklerini iyi bilmesi, asimetrik<br />
çatışma yeteneğinin bulunması, Devrim Muhafızlarının bölge ülkelerindeki<br />
devlet-dışı aktörleri harekete geçirebilme kapasitesi, İran’ın engebeli <strong>ve</strong> dağlık<br />
coğrafi yapısı gibi faktörler bu ülkeye yapılacak topyekûn bir saldırının<br />
özellikle kara harekâtının zorluğunu <strong>orta</strong>ya koymaktadır.<br />
İran köklü devlet geleneğinin etkisiyle dış tehditlere karşı farklı toplumsal<br />
hareketlerin kenetlendiği <strong>ve</strong> halkın birlikte hareket ettiği bir ülke 23 olsa da, yıllarca<br />
rejim baskısı altında giderek kemikleşen bir muhalefetin oluşması farklı<br />
senaryoları gündeme getirebilir. Örneğin İran’daki muhalif çevreler, olası bir<br />
23 2009 yılındaki seçimlerde İran muhalefeti dinamizm <strong>ve</strong> güç kazanmış gibi görünse de<br />
İran’ın iç dengesi askeri güçlerin konumuna bağlıdır. Zira gerek Besic milisleri gerekse<br />
Devrim Muhafızları politik konumlarını <strong>ve</strong> güçlerini korumak için İran’daki Yeşil Muhalefetin<br />
karşısında yer almaktadır; Bernd Kaussler, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”,<br />
Middle East Institute, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasks-and-capabilities<br />
55
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
İran-Azerbaycan İlişkileri<br />
SSCB’nin dağılmasıyla özellikle Kafkaslar <strong>ve</strong> Orta Asya’da <strong>orta</strong>ya çıkan<br />
güç boşluğu <strong>ve</strong> belirsizlik, bölgesel gü<strong>ve</strong>nsizliğin yaşanmasına neden olmuştur.<br />
Bölge jeopolitiğinin yeniden şekillendiği bu dönemde SSCB’den<br />
ayrılarak bağımsızlığını kazanan devletler, ilişkilerini gü<strong>ve</strong>nlik politikaları<br />
ekseninde kurgulamıştır. Söz konusu süreçte bölgesel aktörler arasında sıklıkla<br />
gözlemlenen <strong>ve</strong> etnik kimlik <strong>ve</strong> sınır anlaşmazlıkları üzerinden yaşanan<br />
sorunlar, bölgedeki gü<strong>ve</strong>nsizlik durumunun da temelini teşkil etmiştir.<br />
Bağımsızlığını 30 Ağustos 1991’de ilân eden Azerbaycan ile İran arasındaki<br />
ilişkiler bu çerçe<strong>ve</strong>de şekillenmiş <strong>ve</strong> günümüze kadar gü<strong>ve</strong>nlik eksenli<br />
bir seyir izlemiştir. Bu sebeple ikili ilişkilerin kırılgan bir zemine sahip<br />
olduğunu <strong>ve</strong> Azerbaycan’ın bu anlamda İran’ın yumuşak karnını oluşturduğunu<br />
söylemek mümkündür. İran-Azerbaycan ilişkilerinin gü<strong>ve</strong>n(siz)lik<br />
merkezli inşa edilmesine neden olan temel parametreler şu şekilde özetlenebilir:<br />
II. Dünya Savaşı sonrasında İran topraklarında kısa süreliğine kurulan<br />
Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti, İran’ın psikopolitik hafızasını derinden<br />
etkilemiştir.<br />
Haziran 1992-Haziran 1993 yılları arasında iktidarda bulunan Ebulfeyz<br />
Elçibey’in Azerbaycan’ı <strong>ve</strong> İran’ın kuzeyini kastederek “Kuzey Azerbaycan”<br />
<strong>ve</strong> “Güney Azerbaycan”ın birleşmesini hedefleyen “Birleşik<br />
Azerbaycan” (Bütov Azerbaycan) söylemini o dönemde resmi olarak<br />
gündeme getirmesi, ikili ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuş <strong>ve</strong><br />
İran’ın yaşadığı tecrübeler İran’ı rahatsız etmiştir.<br />
Hem İran’da yaşayan <strong>ve</strong> Azerbaycan’daki nüfustan fazla olan Azeri<br />
nüfusu, hem de İran’dan sonra en fazla Şii nüfus oranına sahip Azerbaycan’daki<br />
Şii nüfusu, ikili ilişkilere özel bir boyut kazandırmaktadır.<br />
56
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
SSCB’nin dağılmasından sonra Kafkas jeopolitiğinde Moskova-Nahçıvan-Tahran<br />
<strong>ve</strong> Bakü-Tiflis-Ankara-Batı ekseni belirginleşmiş, ancak<br />
Azerbaycan gibi Ermenistan’ın da İsrail <strong>ve</strong> Batı ile ilişkilerini<br />
geliştirme çabaları söz konusu denklemi karmaşıklaştırmıştır.<br />
İran, Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı “dengeleyici aktör” olarak<br />
görmekte <strong>ve</strong> Batı karşısında da Rusya’ya yakınlaşma stratejisi izlemektedir.<br />
Tahran yönetimi, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık<br />
Karabağ sorununda Azerbaycan’dan yana tavır almamış <strong>ve</strong> hatta<br />
Ermenistan’a yakın durmuştur.<br />
İran <strong>ve</strong> Azerbaycan Hazar’ın statüsü konusunda anlaşmazlık yaşamaktadır.<br />
İki ülke arasında bilhassa enerji alanında yaşanan bir rekabet söz konusudur.<br />
Bakü-Tiflis-Ceyhan enerji nakil hattında da görüldüğü üzere<br />
Azerbaycan, enerji politikalarını Hazar havzasından çıkan petrolün<br />
Batı’ya nakledilmesi konusunda İran’ın enerji politikalarının karşısına<br />
konumlandırmakta <strong>ve</strong> bu durum iki aktör arasında yoğun bir jeoekonomik<br />
rekabetin yaşanmasına neden olmaktadır.<br />
Tahran, kendisine yönelik olası bir askeri operasyonda Azerbaycan<br />
topraklarının askeri üs olarak kullanılmasından endişe duymaktadır.<br />
İran yönetimi, Azerbaycan’ın İsrail ile iyi olan ilişkilerinden <strong>ve</strong> özellikle<br />
silah alımı anlaşmaları yapmasından rahatsızdır.<br />
57
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
kaos <strong>orta</strong>mında rejim değişikliği arayışına girebilir <strong>ve</strong> Türkiye de dâhil uluslararası<br />
aktörlerden destek talebinde bulunabilir.<br />
Bu açıdan değerlendirildiğinde Tahran yönetiminin de topyekûn bir savaşı<br />
tırmandırmaktan <strong>ve</strong> özellikle ilk saldırıyı gerçekleştirmekten kaçınacağı belirtilebilir.<br />
Bu yüzden İran önümüzdeki süreçte muhtemelen, geleneksel diplomasi<br />
stratejisi olan satranç oyununu devam ettirmek isteyecek <strong>ve</strong> asimetrik<br />
tedbirlere yönelecektir. 24 Bu kapsamda İran’ın düşük yoğunluklu ancak süreklilik<br />
arz eden bir istikrarsızlığı besleyecek diplomatik hamlelerde bulunması<br />
muhtemeldir. İran, nükleer krizin başından bu yana müzakere yollarını ne tam<br />
olarak kapatmakta ne de kalıcı bir anlaşmaya yanaşmaktadır. Tahran yönetiminin<br />
nükleer kriz sürecini “kontrollü gerginlik” stratejisiyle atlatmaya çalıştığı<br />
görülmektedir. Bu taktiksel manevralar aynı zamanda Tahran’a nükleer programında<br />
ilerleme kaydetmesi için zaman kazandırmakta <strong>ve</strong> süreç bu stratejiyi<br />
şimdiye kadar iyi yürüten Tahran’ın lehine işlemektedir. Suriye’deki kriz ise<br />
bu anlamda uluslararası kamuoyunun ilgisini Şam’a çekerek nükleer programı<br />
konusunda zamana ihtiyacı olan İran’ın elini güçlendirmektedir. Ayrıca<br />
bu durumda, İran’ın çok etnikli sosyolojik yapısının da Tahran yönetiminin<br />
ulusal gü<strong>ve</strong>nlik kaygılarını artıracağı söylenebilir. Nitekim İran’ın bugünkü<br />
sosyo-psikolojisini oluşturan bazı tarihi tecrübeler, gü<strong>ve</strong>nlik hassasiyetlerinin<br />
ön planda tutulmasına neden olmaktadır. Keza II. Dünya Savaşı’ndan sonra<br />
kısa süreliğine kurulan Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti <strong>ve</strong> Mahabad Kürt<br />
Cumhuriyeti, İran’ın gü<strong>ve</strong>nlik eksenli toplumsal <strong>ve</strong> stratejik hafızasında yer<br />
edinmiştir. Tahran yönetimi, muhtemel bir kaos <strong>orta</strong>mında ülkedeki Kürtlerin<br />
ayrı bir yönetim talebinden <strong>ve</strong> Azerilerin Azerbaycan ile birleşme taleplerinden<br />
çekinmektedir.<br />
Tüm bu parametreler çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a topyekûn askeri harekâtın zorluğu,<br />
sınırlı bir askeri harekât seçeneğini gündeme getirmektedir. Diplomatik girişimlerin<br />
sonuçsuz kalması durumunda İran’ın hava saldırılarıyla vurulması<br />
daha olası bir askeri seçenektir. Bu harekât ABD’nin bölgedeki üslerinden,<br />
uçak gemilerinden <strong>ve</strong> füze atma kabiliyetine sahip gemilerinden koordine edi-<br />
24 Gawdat Bahgat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle East Institute,<br />
http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99s-regular-army-its-history-and-capacities<br />
58
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
lerek yürütülebilir. İsrail de hava saldırılarına Suriye <strong>ve</strong> Irak hava sahasını<br />
kullanarak iştirak edebilir. Hatta bu operasyon, Körfez bölgesindeki İngiliz <strong>ve</strong><br />
Fransız gemileri ile desteklenebilir. Ancak İsrail’in bu harekâtı tek başına gerçekleştirmesi<br />
durumunda hem harekâtın istenilen sonuçları alması mümkün<br />
olmayabilir, hem de İsrail uluslararası toplumun tepkisini çekebilir.<br />
Hava saldırıları vasıtasıyla yapılacak sınırlı harekâtın ana hedefi; İran’ın nükleer<br />
tesisleri, askeri üsleri, istihbarat birimleri <strong>ve</strong> diğer stratejik noktaları olacaktır.<br />
Fakat bu tercihin fiiliyata geçirilmesi halinde İran nükleer tesislerinin<br />
stratejik konumu, yapılacak olan hava operasyonun başarısı açısından sorun<br />
teşkil edebilir. Zira Tahran yönetiminin olası bir askeri operasyona karşı nükleer<br />
tesislerini dağınık, yerleşim merkezlerine yakın <strong>ve</strong> yeraltında inşa etmesi,<br />
bu tesislerin vurulmasını engelleyici bir rol oynayabilir. Ayrıca böyle bir durumdan<br />
sivillerin de zarar görecek olması, yapılacak bu operasyonun maliyet<br />
<strong>ve</strong> sorumluluğunu oldukça artıracaktır. Sınırlı askeri operasyon tercihinin simetrik<br />
olmayacak bir şekilde karşılıklılığa dönüşme potansiyeli de çok yüksektir.<br />
Bu senaryoda Tahran yönetiminin göstereceği reaksiyon, bölgedeki ABD üslerine<br />
saldırıda bulunulması şeklinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin<br />
Adana’daki İncirlik ABD üssü ile Malatya Kürecik’te konuşlandırılan<br />
NATO füze savunma sistemini hedef alması durumunda Türkiye açısından<br />
önemli bir gü<strong>ve</strong>nlik sorunu oluşacaktır. İran füzelerinin güdüm sistemlerinin<br />
ileri teknolojilere sahip olmaması nedeniyle bölge halkı da bu saldırılardan<br />
zarar görebilir <strong>ve</strong> İran Türkiye’yi sıcak bir çatışmanın içine çekebilir. Bununla<br />
birlikte Türkiye’nin füze savunma sistemlerindeki yetersizlikler, gü<strong>ve</strong>nlik<br />
kaygılarını artıracaktır. Ayrıca İran’a düzenlenecek olası bir askeri saldırıda<br />
Türkiye lojistik desteğin beklendiği bir ülke olarak uluslararası toplumdan<br />
baskı görebilir <strong>ve</strong> diplomatik ikilem içinde kalabilir.<br />
İran’ın bu senaryoda <strong>ve</strong>receği bir diğer tepki de Orta Doğu’da yakın ilişki<br />
içinde bulunduğu güçleri çatışma <strong>orta</strong>mına müdahil etme olasılığıdır. Tahran<br />
yönetiminin Suriye’deki Esed rejimi, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki<br />
Hamas <strong>ve</strong> Irak’taki Şii gruplar üzerindeki etki kapasitesi düşünüldüğünde bu<br />
aktörleri ABD ya da İsrail’e karşı kolaylıkla harekete geçireceği varsayılabilir.<br />
59
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
İsrail-Filistin çatışmaları <strong>ve</strong> 2006’daki İsrail-Lübnan Savaşı, bu güçlerin gayri<br />
nizami <strong>ve</strong> gerilla savaşlarını başarıyla kullanabilme yetenekleri karşısında<br />
İsrail ordusunun ne derece zorlandığını <strong>orta</strong>ya koymuştur. Tahran yönetiminin<br />
olası bir sıcak çatışmada konvansiyonel askeri gücü sınırlı bir kapasiteye<br />
sahip olmasına karşın bu çatışmayı ülke dışına yayma <strong>ve</strong> çatışma alanını genişleterek<br />
asimetrik güç unsurlarını harekete geçirebilme potansiyeli vardır.<br />
Bu sebeple Tahran’ın manevra alanını genişletmek <strong>ve</strong> karşı tarafa maddi <strong>ve</strong><br />
manevi zarar <strong>ve</strong>rmek amacıyla çatışma alanını kolayca yayabileceği öngörülebilir.<br />
Buradan hareketle İran’a yapılacak askeri bir harekâtın bölge ile sınırlı<br />
kalmayacağı <strong>ve</strong> küresel bir kaosa dönüşme riski taşıdığı söylenebilir.<br />
Askeri Operasyon Durumunda İran’ın Göstereceği Refleksler 25<br />
İsrail’e Hizbullah Saldırıları<br />
Orta Doğu’daki Amerikan Güçlerine Saldırı<br />
Bölge Ülkelerindeki Petrol Boru Hatlarına Saldırı<br />
Şii-Sünni Çatışmasının Çıkması<br />
İran’ın Körfez Bölgesinde Petrol Akışını Sabote Etmesi<br />
Bölgede Geniş Ölçekli Sokak Gösterileri<br />
Bölge Dışında Hizbullah Saldırıları<br />
İran’ın Şahap Füzeleri ile İsrail’i Vurması<br />
İran’ın Petrol İhracatını Durdurması<br />
İran’da Rejim Değişimi<br />
İran’ın İntihar Saldırılarına Başvurması<br />
Yüksek Olasılık<br />
Yüksek Olasılık<br />
Yüksek Olasılık<br />
Yüksek Olasılık<br />
Yüksek Olasılık<br />
Olasılık<br />
Olasılık<br />
Olasılık<br />
Olasılık<br />
Düşük Olasılık<br />
Beklenmiyor<br />
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere Tahran’a yapılacak bir müdahale <strong>ve</strong><br />
bunun karşılığında İran’ın <strong>orta</strong>ya koyacağı olası bir harekât tarzı; terör saldırılarından<br />
Körfez’de bulunan Amerikan üslerinin hedef alınmasına, başta Suudi<br />
Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerindeki petrol yataklarına saldırılmasından<br />
enerji lojistiğinin kesilmesine, Batı ile ilişkileri bulunan ülkelere füze saldırılarında<br />
bulunulmasından Sünni-Şii çatışması olasılığına kadar geniş bir<br />
zemindeki risk <strong>ve</strong> tehditleri içermektedir. Ayrıca bölgede oluşacak böyle bir<br />
25 Tablonun hazırlanmasında yararlanılan kaynak için bkz. Sam Gardiner, “The End of the<br />
“Summer of Diplomacy”: Assessing U. Military Options on Iran”, Century Foundation Report,<br />
2006, 16.<br />
60
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
kaos <strong>orta</strong>mında Suriye <strong>ve</strong> Irak ağırlıklı olmak üzere bölge ülkelerinde uzantıları<br />
bulunan PKK/KCK terör örgütü, daha rahat hareket edebilme <strong>ve</strong> şiddet<br />
eylemlerini artırma imkânı bulacaktır. Bu durumda terör eylemlerindeki artıştan<br />
Türkiye de etkilenecektir. Terör eylemlerine karşı mücadelede deneyimli<br />
olsa da Türkiye’nin bu eylemlerden zarar görmemesi mümkün değildir.<br />
İran’a askeri operasyon seçeneğinin, Türkiye’nin sınır gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> toplumsal<br />
yapısı üzerinde de etkileri olabilir. Örneğin geçmişte Irak’tan <strong>ve</strong> günümüzde<br />
de Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen göç dalgasının bir benzeri İran’dan da<br />
yaşanabilir. Olası bir çatışmanın bölgeye yayılması halinde çatışmadan etkilenme<br />
derecesine göre diğer bölge ülkelerinden de Türkiye’ye kitlesel göç<br />
gerçekleşebilir. Bu konjonktür, PKK/KCK terör örgütünün yapacağı eylemler<br />
de dikkate alındığında Türkiye’nin sınır gü<strong>ve</strong>nliğini ciddi derecede etkileyecektir.<br />
Bununla birlikte sınır bölgesinde başta kaçakçılık <strong>ve</strong> karaborsacılık olmak<br />
üzere çeşitli suçlarda artış meydana gelebilir. 26<br />
İran’a yapılacak olası bir askeri operasyonun önemli etkilerinden biri de tahrip<br />
olan nükleer tesislerden açığa çıkacak radyasyonun bölge ülkelerine yayılma<br />
riskidir. Japonya’da deprem sonrası yaşanan felaketin bir benzerinin, hatta<br />
daha da kuv<strong>ve</strong>tlisinin bölgede yaşanması muhtemeldir. Nükleer tesislerde<br />
meydana gelen hasar nedeniyle yayılan radyasyon sadece İran’ı değil, bütün<br />
bölge ülkelerini etkileyecektir. Türkiye’nin böyle bir tehlikeye karşı önlem<br />
alma kapasitesinin sınırlı olması, söz konusu ekolojik tehdidin etki derecesini<br />
<strong>ve</strong> hayatiliğini artırmaktadır. Ayrıca bu denli bir tehdidin kalıcı etkileri de<br />
olacaktır.<br />
Kısacası küresel ölçekli risk <strong>ve</strong> tehditleri içeren askeri operasyon seçeneğinin<br />
geri dönülmesi zor bir kaosa neden olacağı açıktır. Zira askeri operasyon<br />
senaryosunun gerçekleşmesi, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması <strong>ve</strong> Şii-Sünni<br />
çatışması senaryolarını da tetikleyebilir. Domino etkisiyle bu üç senaryonun<br />
yaşanması <strong>ve</strong> önemli enerji kaynaklarının bulunduğu Orta Doğu’da sıcak çatışmaların<br />
yaygınlaşması dünya ekonomisini <strong>ve</strong> uluslararası düzeni olumsuz<br />
yönde etkileyecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkiye gü<strong>ve</strong>nlik<br />
26 Nihat Ali Özcan, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler <strong>ve</strong> Türkiye’ye<br />
Öneriler”, TEPAV Orta Doğu Çalışmaları 1, 43-44.<br />
61
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ikilemi içine düşecektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin İran ile<br />
Batı arasındaki nükleer müzakerelere bu denli önem <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> arabuluculuk<br />
rolü üstlenmesi, idealpolitiğin yanı sıra reelpolitiğin de bir dışavurumu olarak<br />
yorumlanabilir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de Türkiye’nin İran nükleer krizinin diplomatik<br />
araçlarla çözüme kavuşturulması konusunda önümüzdeki süreçte de aktif olacağı<br />
düşünülmektedir.<br />
3.2. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı Kapatması Senaryosu<br />
İran’ın bütün yaptırımlara rağmen uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam<br />
etmesi <strong>ve</strong> nükleer silah üretebilecek kapasiteye ulaşabileceğine ilişkin<br />
öngörülerde bulunulması, küresel <strong>ve</strong> bölgesel aktörlerin kaygılarını artırmaktadır.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de Washington yönetimi, İran Merkez Bankası ile iş yapan finans<br />
kuruluşlarına yaptırım uygulama kararı almıştır. Bu karara paralel olarak<br />
Suriye krizi için toplanan AB Dışişleri Bakanları da 1 Aralık 2011 tarihinde<br />
143 İran şirketinin mal varlıklarını dondurmuş <strong>ve</strong> 37 İran vatandaşına seyahat<br />
yasağı getirmiştir. Ayrıca petrol ithalatı üzerine İran ile yeni anlaşmaların<br />
yapılmaması <strong>ve</strong> 1 Temmuz’dan itibaren petrol ithalatının yasaklanması Ocak<br />
2012’de karara bağlanmıştır. 27<br />
AB Komisyonu’nun <strong>ve</strong>rilerine göre 2010 yılında AB ülkeleri ham petrol<br />
ihtiyaçlarının %5,8’ini İran’dan sağlarken, 28 İran ise ham petrol ihracatının<br />
%17’sini AB’ye yapmıştır. Gelirinin yaklaşık yarısını ham petrol ihracatından<br />
elde eden İran’ın bu yaptırımlar karşısında Asya piyasalarına yöneleceği<br />
düşünülmekte, ancak başta Çin olmak üzere birçok ülke İran’dan ithal ettiği<br />
petrolü azaltacak tedbirler almakta 29 <strong>ve</strong> petrol ithalatı Rusya, Afrika <strong>ve</strong> diğer<br />
Orta Doğu ülkelerine kaydırılmaktadır. 30 ABD diğer ülkelerden de İran’dan<br />
27 “AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012.<br />
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_appro<strong>ve</strong>d.shtml<br />
28 “Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icin-toplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar<br />
01.12.2011<br />
29 “İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”,<br />
http://www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/<br />
index.html 05.01.2012<br />
30 Esin Gedik, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, 09 Ocak 2012, http://www.<br />
aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolara-cikar,-cari-acik-36-milyar-dolarartar-91327h.html<br />
62
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
yaptığı petrol ithalatını durdurmasını istemektedir. Bu gelişmeler çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
yaptırımların İran üzerindeki etkisinin artacağı söylenebilir.<br />
İran söz konusu yaptırım kararları karşısında Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceği<br />
tehdidinde bulunmaktadır. 31 Bu kapsamda İran Deniz Kuv<strong>ve</strong>tleri, 2012<br />
başlarında Basra Körfezi <strong>ve</strong> Hürmüz Boğazı’nda deniz tatbikatı yapmıştır. Bu<br />
tatbikatta kısa, <strong>orta</strong> <strong>ve</strong> uzun menzilli füze atışları denenmiş; karadan denize<br />
<strong>ve</strong> denizden denize atılan füzelerin 200 km mesafedeki hedefleri tam isabetle<br />
vurduğu açıklanmıştır. İran, deniz tatbikatının hemen ardından kara kuv<strong>ve</strong>tleriyle<br />
de bir tatbikat yapmış <strong>ve</strong> söz konusu tatbikatlara devam edeceğini belirtmiştir.<br />
Bu gelişmelerle aynı dönemde Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Hürmüz<br />
Boğazı’nın girişinde bulunan <strong>ve</strong> stratejik bir konuma sahip Hürmüzgan<br />
Eyaleti’ne bağlı kentleri <strong>ve</strong> Ebu Musa Adasını ziyaret etmiştir. Bu ziyaret,<br />
İran’ın adaya el koyduğu 1971 yılından bu yana adaya yapılan ilk ziyaret olması<br />
bakımından sembolik bir önem taşımaktadır. Nitekim bu gezinin akabinde<br />
ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ku<strong>ve</strong>yt <strong>ve</strong> Bahreyn hava<br />
kuv<strong>ve</strong>tleri 8-14 Nisan 2012 tarihleri arasında Hürmüz Boğazı’nın girişinde<br />
<strong>orta</strong>k bir tatbikat yapmış <strong>ve</strong> bu tatbikatta Hürmüz Boğazı’nın kapatılması tehdidine<br />
karşı alınacak tedbirlerin denendiği belirtilmiştir. 32<br />
Tahran yönetimi; ABD’nin Basra Körfezi’nde deniz kuv<strong>ve</strong>tleri bulundurmaması,<br />
Hürmüz Boğazı’ndan uçak gemisi <strong>ve</strong> donanma geçirmemesi yönünde<br />
uyarılarda bulunurken, Washington yönetimi ise Hürmüz Boğazı’nın her durumda<br />
açık bulundurulması için ne gerekirse yapılacağını belirtmiştir. Dönemin<br />
Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasını<br />
“kırmızı çizgi” olarak değerlendirerek boğazın kapatılması durumunda<br />
gerekli karşılığın ciddi bir biçimde <strong>ve</strong>rileceğini vurgulamıştır. 33 Diğer yandan<br />
31 İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Hürmüz Boğazı’nın İran için barış boğazı olduğunu<br />
belirterek, Umman Denizi ile Basra Körfezi’nde macera arayanların cezalandırılacağını<br />
belirtmiştir. Tahran yönetimi, Hürmüz Boğazı <strong>ve</strong> Basra Körfezi’ne müdahalenin kabul<br />
edilemeyeceğini dile getirmektedir.<br />
32 “ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, http://dunya.milliyet.com.tr/<br />
abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejad-meydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/<br />
default.htm 13.04.2012<br />
33 “ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, http://www.hurriyet.com.tr/plan-<br />
63
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
İran’ın uluslararası hukuka göre Hürmüz Boğazı’nı tek taraflı kapatma kararı<br />
alması söz konusu değildir. Dolayısıyla İran’ın bu yönde bir girişimde bulunması<br />
ya da boğazı kapatması, uluslararası hukuk ilkeleri doğrultusunda İran’a<br />
askeri operasyona uzanabilen yaptırımların alınmasını gündeme getirebilir.<br />
Küresel petrol üretiminin yaklaşık %25’inin Hürmüz Boğazı’ndan yapıldığı<br />
dikkate alındığında boğazın kapatılması durumunda petrol fiyatlarının kısa<br />
süre içinde ciddi bir artış göstereceği tahmin edilmektedir. Nitekim IMF’nin<br />
2012 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda Hürmüz Boğazı’nın kapanması<br />
durumunda petrol piyasalarında <strong>ve</strong> küresel ekonomide benzeri görülmemiş<br />
riskler açığa çıkabileceğine vurgu yapılarak, jeopolitik belirsizliklerin petrol<br />
fiyat artışını tetikleyeceği belirtilmiştir. Ayrıca petrol piyasalarına ilişkin olası<br />
risklerin tanımlandığı raporda İran’ın petrol ihracatını kesme riski <strong>orta</strong>ya konularak,<br />
bu durumda küresel piyasalarda petrol fiyatlarının ilk etapta %20-30<br />
oranında bir artış gösterebileceği, bu artışın iki yıl içinde %50’lere varabileceği<br />
belirtilmiş <strong>ve</strong> İran merkezli risk tanımlamalarına yer <strong>ve</strong>rilmiştir. 34 Geçmişte<br />
petrol fiyatlarındaki artışı tetikleyen küresel <strong>ve</strong> bölgesel olaylar incelendiğinde,<br />
İran merkezli çıkacak küresel bir krizin petrol piyasaları için ciddi bir risk<br />
teşkil edeceği öngörülebilir. 35<br />
Dünyadaki boğazlar arasında petrol lojistiğinde ilk sırada bulunan Hürmüz<br />
Boğazı, hem petrol ihtiyacını bu güzergâhtan temin eden ülkeler, hem küresel<br />
ekonomi, hem de dünya petrolünün %30’unu üreten <strong>ve</strong> %57 oranında petrol<br />
yataklarına sahip olan Körfez ülkeleri (Bahreyn, İran, Irak, Ku<strong>ve</strong>yt, Katar,<br />
Birleşik Arap Emirlikleri <strong>ve</strong> Suudi Arabistan) için hayati bir öneme sahiptir. 36<br />
Zira deniz yoluyla yapılan dünya petrol sevkiyatının yaklaşık %40’ı, küresel<br />
petrol ticaretinin yaklaşık %20’si <strong>ve</strong> Basra Körfezi’nden yapılan petrol<br />
ticaretinin yaklaşık %90’ı Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleştirilmektedir. 37<br />
et/19633574.asp 08.01.2012<br />
34 Growth Resuming, Dangers Remain, “World Economic Outlook April 2012”, International<br />
Monetary Fund, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf, 15-16,<br />
34-35.<br />
35 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s<br />
Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.<br />
36 Anthony H. Cordesman, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International<br />
Studies, 3/26/07, 2. http://csiorg/files/media/csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf<br />
37 Ariel Zirulnick, “Getting the Strait of Hormuz straight: an FAQ”, http://www.csmonitor.<br />
64
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Hürmüz Boğazı’ndan en çok petrol temin<br />
eden ülkelerin ABD, Çin, Hindistan, Japonya <strong>ve</strong> Güney Kore olduğu düşünüldüğünde<br />
boğazın kapatılmasının küresel ekonomik sisteme ne denli etkide<br />
bulunabileceği daha açık görülmektedir. 38<br />
Görüldüğü üzere Tahran yönetiminin Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda,<br />
Avrupa merkezli yaşanan <strong>ve</strong> henüz atlatılamayan finansal krizin küresel<br />
bir petrol krizine dönüşeceği <strong>ve</strong> söz konusu krizden tüm dünyanın etkileneceği<br />
ifade edilebilir. ABD <strong>ve</strong> AB ekonomilerinin güncel durumu <strong>ve</strong> kırılganlığı<br />
nedeniyle uluslararası finansal krizi tetikleyebilecek bu sorun, uluslararası<br />
kamuoyu tarafından oldukça kaygı <strong>ve</strong>rici olarak değerlendirilmektedir. Bu<br />
sebeple Washington yönetimi, İran’ın Hürmüz’ü kapatabileceği yönündeki<br />
açıklamalarına karşı Bahreyn’de konuşlu 5. Amerikan Filosu’na <strong>ve</strong> bu filonun<br />
içinde yer alan bir uçak gemisine ek olarak bir İngiliz <strong>ve</strong> bir Fransız muhribinin<br />
de katılımı ile Abraham Lincoln uçak gemisi görev grubunu Körfez’e<br />
göndermiştir.<br />
Hürmüz Boğazı’nın petrol üreticisi olan Körfez ülkeleri için yaşamsal önemi<br />
<strong>ve</strong> stratejik konumu, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin<br />
İran’a karşı kutuplaşmasına <strong>ve</strong> ABD ile mevcut stratejik ilişkilerini geliştirmelerine<br />
yol açmaktadır. Bu kapsamda Hürmüz Boğazı’nın kapatılma olasılığı<br />
gündeme geldikten sonra söz konusu ülkeler bir dizi <strong>orta</strong>k tatbikat gerçekleştirmiş<br />
<strong>ve</strong> Hürmüz’e alternatif enerji sevkiyat yollarının devreye sokulması<br />
konusunda <strong>orta</strong>k çalışmalarda bulunmuştur. Hürmüz Boğazı’na alternatif<br />
oluşturabilecek enerji nakil hatları arasında Doğu-Batı Ham Petrol Boru Hattı<br />
(Petroline), Trans-Arap Petrol Boru Hattı (Tapline), Irak-Suudi Arabistan<br />
Boru Hattı (IPSA), Trans-Arap Yeni Boru Hattı, Dolphin Hattı <strong>ve</strong> Abu Dabi<br />
Ham Petrol Boru Hattı (ADCOP) bulunmaktadır. 39 Körfez ülkeleri açısından<br />
com/World/Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/Does-Irane<strong>ve</strong>n-ha<strong>ve</strong>-the-right-to-close-the-Strait<br />
38 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s<br />
Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.<br />
39 Söz konusu enerji güzergâhlarının bir kısmı eski olduğu için bakım <strong>ve</strong> onarıma ihtiyaç duymaktadır.<br />
Bir kısmı ise yapım aşamasında olduğu için henüz kullanıma açılmamıştır. Dolayısıyla<br />
bu yolların Hürmüz Boğazı’na uzun vadede alternatif olabileceği belirtilebilir. Ancak bu<br />
boru hatları arasında en dikkat çekeni, Birleşik Arap Emirlikleri’nin tamamlama aşamasında<br />
olduğu <strong>ve</strong> Hürmüz Boğazı’nı devre dışı bırakan Abu Dabi Ham Petrol Boru Hattı’dır. Bu<br />
65
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
düşünüldüğünde Hürmüz Boğazı odaklı bir krizin bölgede sıcak çatışmaya<br />
yol açacak riskleri taşıdığı söylenebilir.<br />
Türkiye açısından değerlendirildiğinde ise Hürmüz Boğazı’na ilişkin krizin<br />
tırmanmasıyla birlikte Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrolü azaltması <strong>ve</strong><br />
müteakiben kesmesi konusunda baskılar artacaktır. Bu duruma bağlı olarak<br />
Türkiye enerji tedarik ettiği ülkeleri çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Fakat yaşanacak<br />
krize istinaden gerek enerji temini gerekse enerji fiyatlarının artması<br />
nedeniyle sosyo-ekonomik açıdan zor bir döneme girilebilir. Bununla birlikte<br />
Türkiye’nin dış ticaretinde komşu ülkeler arasında önemli bir yere sahip İran<br />
ile ekonomik ilişkilerde önemli bir düşüş yaşanabilir. ABD’nin yayımladığı<br />
İran yaptırım muafiyet listesinde Türkiye’nin yer almaması, önümüzdeki dönemde<br />
bu düşüşe ivme kazandırabilir <strong>ve</strong> Türkiye’nin dış ticaretini olumsuz<br />
yönde etkileyebilir.<br />
Boğazın İran tarafından kapatılması durumunda Basra Körfezi’nde sıcak bir<br />
çatışmanın yaşanması olasılık dâhilindedir. Zira ABD, İngiltere, Fransa <strong>ve</strong><br />
Körfez ülkelerinden oluşan deniz kuv<strong>ve</strong>tleri boğazı kapatma görevini yürüten<br />
İran kuv<strong>ve</strong>tlerine müdahalede bulunabilir. İran ise bu duruma Hürmüz<br />
Boğazı’na mayın döşeyerek karşılık <strong>ve</strong>rebilir <strong>ve</strong> asimetrik güç unsurlarına yönelebilir.<br />
İran’ın körfezin en dar kesimini mayınlaması halinde aynı kuv<strong>ve</strong>tler<br />
mayınları döşemeye çalışan İran kuv<strong>ve</strong>tlerine müdahale edebilir. İran’ın bu<br />
girişimleri karşısında Körfezdeki İran donanması <strong>ve</strong> kıyıda mevzilenmiş füze<br />
sistemleri vurulabilir. Bu durumda bölgede sıcak çatışma başlayabilir; küresel<br />
<strong>ve</strong> bölgesel çapta terör olaylarında artış görülebilir.<br />
Tüm bu olası gelişmeler Türkiye’nin son zamanlarda yürüttüğü arabuluculuk<br />
politikalarını sürdürmesini zorlaştırabilir. ABD <strong>ve</strong> Batılı güçler, Türkiye’nin<br />
İran karşıtı güçler arasında yer alması için baskılarını artırabilir. Türkiye bu<br />
desteği açık olarak sağlamaması durumunda, Türk ekonomisi kriz dönemine<br />
girebilir <strong>ve</strong> dış ticaret açığı sürdürülemez seviyelere çıkabilir. Türkiye, ABD<br />
<strong>ve</strong> Batı Bloğu içinde yer alması halinde ise İran’ın düşmanca girişimleriyle<br />
hat gemilerin Körfezi dolaşmalarından kaynaklanan 2 günlük zaman kaybını önlemiş olacağı<br />
gibi, günlük 2,5 milyon varil petrol taşıma kapasitesine ulaşacaktır; Leyla Melike Koçgündüz,<br />
“Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, http://www.orsam.org.tr/tr/<br />
yazigoster.aspx?ID=3290<br />
66
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
karşılaşabilir. Böyle bir konjonktürde İran’ın doğrudan Türkiye’yi hedef alma<br />
olasılığı az olsa da Türkiye’deki terör eylemlerinde artış <strong>ve</strong> iç karışıklıklar<br />
yaşanabilir. Söz konusu muhtemel gelişmeler bölgede birinci senaryonun yaşanmasına<br />
neden olabileceği gibi üçüncü senaryonun, yani Şii-Sünni çatışmasının<br />
fitilini de ateşleyebilir.<br />
Buna karşın İran’ın boğazı uzun süreliğine kapatma olasılığı çok gerçekçi<br />
gözükmemektedir. Zira İran her ne kadar Hürmüz Boğazı’na alternatif enerji<br />
yolları arayışında olsa da mevcut durumda enerji sevkiyatının önemli bir<br />
kısmını bu güzergâhtan gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla boğazın uzun süre<br />
kapanmasıyla <strong>orta</strong>ya çıkacak petrol krizinden kendisinin de etkileneceği <strong>ve</strong><br />
bu durumun zaten yaptırım kararlarıyla açığa çıkan İran’daki sosyo-ekonomik<br />
gerilimi artıracağı söylenebilir. Sonuç olarak İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatma<br />
seçeneğini her ne kadar stratejik bir koz olarak ön plana çıkarsa da İran’ın iç<br />
dengeleri açısından bu tercihin fiiliyata geçirilmesinin <strong>ve</strong> gerçekleştirilmesi<br />
durumunda ise sürdürülebilir bir hamle olmasının zor olduğu düşünülmektedir.<br />
3.3. Şii-Sünni Çatışması Senaryosu<br />
Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan <strong>ve</strong> kısa sürede diğer bölge ülkelerine yayılan<br />
halk ayaklanmaları, Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri değiştirmekte<br />
<strong>ve</strong> Orta Doğu jeopolitiğini yeniden şekillendirmektedir. Mikro boyutta Orta<br />
Doğu’yu makro boyutta ise küresel sistemi yeniden inşa eden sistemik değişkenler,<br />
bölgesel <strong>ve</strong> küresel aktörlere fırsat <strong>ve</strong> riskleri aynı anda sunmaktadır.<br />
Yeni güç odaklarının belirdiği, devlet-dışı aktörlerin aktif konuma geldiği, belirsizlik<br />
<strong>ve</strong> öngörülemezliğin ulusal <strong>ve</strong> uluslararası stratejileri derinden etkilediği<br />
böylesine bir süreç, farklı risk <strong>ve</strong> tehdit unsurlarını açığa çıkarmaktadır.<br />
Simetrik olabildiği gibi asimetrik özellikler taşıyan bu tehditlere Suriye’de<br />
iktidar ile muhalefet arasında yaşanan çatışmalar örnek olarak gösterilebilir.<br />
Küresel <strong>ve</strong> özellikle bölgesel düzlemde “yeni bir Soğuk Savaş”ın başladığına<br />
dair yorumlara neden olan <strong>ve</strong> bölgedeki inşa sürecini yakından etkileyen Suriye<br />
krizi bir yandan bölgedeki jeopolitik <strong>ve</strong> jeokültürel kutuplaşmaları belirlerken,<br />
diğer yandan da olası bir Şii-Sünni çatışmasını gündeme getirmektedir.<br />
67
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Orta Doğu’da Silahlanma <strong>ve</strong> Orta Doğu Silah<br />
Ticaretinde ABD’nin Artan Etkisi<br />
ABD’nin son zamanlarda başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleriyle<br />
silah anlaşmaları yapması <strong>ve</strong> bölgedeki askeri harcamaların<br />
artması gerilimi somutlaştırmaktadır. Beyaz Saray geçtiğimiz aylarda,<br />
Suudi Arabistan ile yaklaşık 30 milyar dolar değerindeki F-15 savaş uçağının<br />
satışını öngören bir anlaşma yaptıklarını açıklamış; bu anlaşmanın<br />
60 milyar dolarlık silah anlaşması kapsamında yapıldığını <strong>ve</strong> helikopter,<br />
füze, bomba, radar uyarı sistemi <strong>ve</strong> gece görüş sistemini içerdiğini belirtmiştir.<br />
1 Amerikan yönetiminin 2011 yılında silah satışı yaptığı ilk on<br />
ülkenin beşi Orta Doğu coğrafyasında yer almaktadır. Bu <strong>ve</strong>rilere göre<br />
ABD Afganistan’a 5,4 milyar dolar, Suudi Arabistan’a 3,5 milyar dolar,<br />
Irak’a 2 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’ne 1,5 milyar dolar <strong>ve</strong><br />
İsrail’e 1,4 milyar dolarlık silah satmıştır. ABD’nin Orta Doğu ülkelerine<br />
yaptığı silah satışı toplamı ilk on ülke arasında %49,11’lik orana,<br />
tüm silah satışında ise %39,66’lık bir paya sahiptir. 2 Söz konusu silah<br />
anlaşmaları <strong>ve</strong> bölge ülkelerinde artış eğilimi gösteren askeri harcamalar,<br />
ABD’nin bölgede Sünni kuşak oluşturmak suretiyle İran’a karşı yaptığı<br />
stratejik hamleler olarak yorumlanabilir.<br />
1 ABD’den kilit müttefike F-15”, 29 Aralık 2011,<br />
http://dunya.milliyet.com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/default.htm<br />
2 Washington yönetiminin silah sattığı diğer ülkeler <strong>ve</strong> yapılan silah satış tutarları şu<br />
şekildedir: Tayvan hükümeti (4,9 milyar dolar), Hindistan (4,5 milyar dolar), Avustralya<br />
(3,9 milyar dolar), Japonya (500 milyon dolar) <strong>ve</strong> İs<strong>ve</strong>ç (500 milyon dolar); Andrea Shalal-<br />
Esa, Bob Burgdorfer, U. Foreign arms sales reach $34.8 billion, 5 Aralık 2011, http://www.<br />
reutercom/article/2011/12/06/us-pentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206<br />
68
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Alttaki <strong>ve</strong>riler gösterdiği üzere ABD’nin Orta Doğu silah pazarındaki payı<br />
2003-2006 döneminde %33 iken, bu oran 2007-2010 döneminde %57’ye<br />
çıkmıştır. Orta Doğu’ya 2003-2010 arası dönemde yapılan silah anlaşması<br />
oranlarını gösteren aşağıdaki tabloda dikkat çeken bir diğer nokta da<br />
Rusya’nın bölgeye 2007-2010 yıllarında gerçekleştirdiği silah satış oranının<br />
bir önceki döneme göre büyük bir düşüş göstermesidir. 2007-2010<br />
döneminde Rusya’nın Orta Doğu’daki silah pazarının büyük bir oranını<br />
ABD ele geçirmiştir. 3 Bölge ülkelerinin yoğun bir şekilde silahlanması<br />
<strong>ve</strong> artan savunma harcamaları, bölgede çıkacak olası çatışmalara karşı<br />
yapılan bir hazırlık olarak değerlendirilebilir.<br />
Orta Doğu’ya Silah Satışının Ülkelere Göre Paylaşımı<br />
2003-2006 2007-2010<br />
3 Richard F. Grimmet, “Con<strong>ve</strong>ntional Arms Transfers to De<strong>ve</strong>loping Nations, 2003-2010”,<br />
(CRS Report for Congress, 2010): 28,44.<br />
69
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Bölgedeki halk ayaklanmalarının yol açtığı toplumsal dinamizm, Suriye’deki<br />
çatışmalar ile farklı bir boyut kazanmış <strong>ve</strong> bölgede meydana gelen jeopolitik<br />
gerginliği üst noktaya taşımıştır. Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak bir<br />
yanda Batı, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez ülkeleri; diğer yanda ise İran, Lübnan, Irak,<br />
Rusya <strong>ve</strong> Çin şeklinde beliren kutuplaşma yalnızca jeostratejik hamleleri içermemekte,<br />
aynı zamanda İslam jeopolitiğinde jeokültürel ayrışmalara neden<br />
olabilecek bir potansiyeli de ihtiva etmektedir.<br />
Suriye’deki çatışma <strong>orta</strong>mıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgedeki bazı aktörlerin<br />
Esed rejimini savunurken bazılarının muhalefeti desteklemesi, mezhepsel<br />
bir krize yol açabilecek politikaların uygulanma riskini de barındırmaktadır.<br />
Esed rejiminden yana tavır alan İran, Lübnan <strong>ve</strong> Irak ile Türkiye,<br />
Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Katar gibi ülkelerin Suriye konusunda karşı karşıya gelmesi,<br />
bölgede mezhepsel bir fay hattının oluşabileceği şeklindeki yorumlara<br />
neden olmaktadır. Kaldı ki İslam jeopolitiğini böyle bir jeokültürel bölünme<br />
oluşturmak suretiyle Şii <strong>ve</strong> Sünnileri çatışma <strong>orta</strong>mına çekme politikasına<br />
ilişkin varsayım kaygıları artırmaktadır. Bölgesel konjonktürde Suriye krizi<br />
üzerinden bir yanda öncülüğünü Türkiye’nin yaptığı Sünni dünya ile diğer<br />
yanda liderliğini İran’ın yaptığı Şii dünyanın cepheleştiği izlenimi doğmaktadır.<br />
Uluslararası medya <strong>ve</strong> kamuoyunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak oluşturulan<br />
bu imaj, olası bir mezhepsel ayrışmanın bölge jeopolitiğinin yeniden<br />
inşa edilmesinde katalizör olabileceğini düşündürmektedir.<br />
Son dönemde bölge jeopolitiğinde yaşanan gelişmeler, özelikle Irak ya da<br />
Suriye üzerinden çıkabilecek bir Şii-Sünni çatışmasının ciddi şekilde tartışılmasına<br />
neden olmaktadır. Karar alıcıların Suriye krizinde birbiri aleyhinde<br />
yaptıkları sert açıklamalar, Suriye’deki çatışmaların kesilmemesi, başta BM<br />
olmak üzere küresel aktörlerin bu sorunun çözümüne ilişkin <strong>orta</strong>k bir politika<br />
üretememesi, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından ülkede mezhepsel<br />
gerilimin tırmanması, bölgenin lider gücü olma potansiyelini taşıyan Türkiye<br />
<strong>ve</strong> İran’ın Suriye krizi konusunda karşı karşıya gelmesi <strong>ve</strong> bölgedeki silahlanmanın<br />
artan bir ivmeyle devam etmesi gibi gelişmeler bölgedeki jeopolitik<br />
<strong>ve</strong> jeostratejik gerilimin jeokültürel zemine de yansıma olasılığını güçlendirmektedir.<br />
70
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Orta Doğu’da artan silahlanma <strong>ve</strong> askeri harcamalar, bölge ülkelerindeki<br />
etnik-mezhepsel nüfus dağılımının yanı sıra günümüzdeki mezhepsel ayrışma<br />
riski ile birlikte değerlendirildiğinde, olası bir çatışma <strong>orta</strong>mının yayılma<br />
potansiyelini göstermektedir. Söz konusu nüfus oranları bir yandan izlenecek<br />
etnik-mezhepsel politikaların olası bir çatışmaya zemin hazırlaması<br />
durumunda <strong>orta</strong>ya çıkacak fay hattının ne derece derin <strong>ve</strong> şiddetli olacağını,<br />
diğer yandan da İran’ın Şii jeopolitiği aracılığıyla özellikle Basra Körfezi<br />
<strong>ve</strong> Orta Doğu havzalarındaki jeokültürel etki alanını göstermektedir. İslam<br />
jeopolitiğindeki Şii <strong>ve</strong> Sünni nüfus dağılımını <strong>orta</strong>ya koyan bu jeokültürel<br />
harita aynı zamanda İran’ın bilhassa 1979 Devrimi’nden sonra öncelik <strong>ve</strong>rdiği<br />
Orta Doğu, Güney Kafkasya, Orta <strong>ve</strong> Güney Asya <strong>ve</strong> Uzak Doğu jeopolitik<br />
kesişim hatlarının oluşturduğu Doğu jeopolitiğinin de “kalpgâhı”nı<br />
teşkil etmektedir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin Humeyni sonrasında süreklilik<br />
arz eden dış politikasının jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik <strong>ve</strong><br />
jeokültürel boyutlarının ağırlık merkezini de bu coğrafya oluşturmaktadır.<br />
İran Dışındaki Şii Nüfus Oranları<br />
Irak %60-65<br />
Bahreyn %70<br />
Yemen<br />
%35 (Zeydi)<br />
Lübnan %35<br />
Ku<strong>ve</strong>yt %24-30<br />
Katar %16-20<br />
Birleşik Arap Emirlikleri %16-18<br />
Suriye<br />
%10-16 (Nusayri)<br />
Suudi Arabistan %5-8<br />
Azerbaycan %74<br />
Afganistan %19<br />
Pakistan %20<br />
Tacikistan %5<br />
Hindistan %1<br />
71
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Öte yandan İran, Arap Baharı kapsamında bölgede meydana gelen gelişmeleri<br />
yakından izlemekte, bölgeye yönelik strateji <strong>ve</strong> politikalarını bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
şekillendirmektedir. İran, ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> bölgedeki<br />
ABD yanlısı yönetimlerin halk tarafından devrilmesiyle <strong>orta</strong>ya çıkan jeopolitik<br />
boşluğu bölgesel gücünü artırmak amacıyla değerlendirmeye çalışmaktadır.<br />
Tahran yönetimi bu kapsamda, Şii nüfusa sahip Körfez ülkelerindeki halk<br />
hareketlerinin başarıya ulaşması için destek sağlamakta <strong>ve</strong> böylece ABD’nin<br />
bölgedeki etkisini kırmayı hedeflemektedir.<br />
Buna karşın önemli bir Şii nüfusa sahip Bahreyn’de ABD’nin 5. Filosu bulunmakta<br />
<strong>ve</strong> diğer Körfez ülkelerinde de ciddi bir ABD askeri varlığı yer<br />
almaktadır. Ayrıca son yıllarda bölgede artan İran etkisini dengelemek için<br />
faaliyet gösteren Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın bölgesel <strong>ve</strong> bölge dışı aktörlerle<br />
stratejik ilişkilerini geliştirmesi <strong>ve</strong> bölge ülkelerince yapılan büyük çaplı<br />
silah alımları İran’ı rahatsız etmektedir. İran, Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Birleşik Arap<br />
Emirlikleri’nin Bahreyn’deki Şii halk ayaklanmasını bastırmak için asker<br />
göndermesini şiddetle eleştirmiştir. Ayrıca Suudi Arabistan yönetiminin kendi<br />
Şii kökenli halkının eylemlerine karşı tutumuna tepki göstermiştir.<br />
İran Orta Doğu’daki Batı yanlısı rejimlere karşı gerçekleştirilen halk hareketlerine<br />
destek <strong>ve</strong>rirken, Suriye’deki halk hareketlerine sessiz kalarak <strong>ve</strong> uluslararası<br />
toplumun Esed yönetimine karşı eleştirilerini Suriye’nin içişlerine müdahale<br />
şeklinde yorumlayarak bu konuda farklı bir yaklaşım sergilemektedir.<br />
Tahran yönetiminin Orta Doğu’daki diğer halk ayaklanmalarından farklı olarak<br />
Suriye konusunda izlediği bu politikanın temel nedeni, İran ile yakın ilişki<br />
içinde bulunan %10-16 oranındaki Nusayrilerin Suriye’de iktidarda olmasıdır.<br />
İran’ın Suriye’de yaşanan katliamlara rağmen Esed yönetimine destek <strong>ve</strong>rmesi,<br />
bölgede yükselen Şii-Sünni gerginliğini artırmaktadır.<br />
İran yönetiminin Şii hilalini ön plana çıkararak Şii jeopolitiğindeki hareket<br />
serbestîsini artırmak istemesi <strong>ve</strong> bu yönde stratejiler geliştirmesi, Humeyni’den<br />
miras kalan dış politika anlayışının bir yansımasıdır. Zira İran’ın öncelikli hedefi<br />
bölgede kurduğu Şii eksenini korumak <strong>ve</strong> bölgesel etkinliğini Şii hilali<br />
üzerinden genişletmektir. ABD müdahalesi sonrasında Şiilerin iktidarda söz<br />
sahibi olduğu <strong>ve</strong> giderek ağırlık kazandığı Irak da Suriye <strong>ve</strong> Lübnan’a ila<strong>ve</strong><br />
72
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
olarak bu eksene katılmıştır. İran, Irak’ta Şii iktidarın yönetimi devralması<br />
sonrasında bu ülke üzerindeki etkisini artırmıştır. ABD birliklerinin Irak’tan<br />
çekilmesinin hemen ardından Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık<br />
Haşimi hakkında terör olaylarına karıştığı gerekçesiyle tutuklama kararı<br />
çıkarılması, İran’ın bu ülkeyi kısa bir süre sonra tamamıyla kendi oyun alanı<br />
içine dâhil edebileceğini göstermektedir.<br />
Suriye’deki gelişmeler, Şii-Sünni çatışmasını tetikleyebilecek dinamiklere<br />
sahiptir. Şii dünyası ile yakın ilişki içinde olan Nusayri halka dayanan Esed<br />
yönetimi, büyük çoğunluğu Sünni olan bölgelerde tank, top <strong>ve</strong> hava araçları<br />
kullanarak icra ettiği askeri harekât sonucunda sivil halktan yaklaşık 160.000<br />
kişinin ölümüne <strong>ve</strong> çok daha fazla kişinin yaralanmasına neden olmuştur.<br />
Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu muhalif gruplar, bu saldırılara karşı silahlanmış<br />
<strong>ve</strong> ellerinde bulunan hafif silahlarla Esed yönetimine karşı mücadeleye<br />
başlamıştır. Bu süreçte Esed rejimine bağlı ordudan ayrılan subaylar<br />
tarafından Özgür Suriye Ordusu kurulmuştur. Krizin başlangıcından itibaren<br />
İran ise muhalifleri bastırmak için Esed rejimine silah dâhil her türlü desteği<br />
<strong>ve</strong>rmiştir. Benzer şekilde Irak yönetimi de Esed yönetimine destek <strong>ve</strong>rmekte,<br />
İran’ın etkisiyle Lübnan’daki Hizbullah da Esed rejiminin ayakta kalması için<br />
seferber olmaktadır. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında Şii-Sünni kamplaşmasının<br />
oluştuğuna ilişkin değerlendirmeler seslendirilmese de bölgede<br />
hissedilmeye başlamıştır.<br />
Farklı oranlarda Sünni nüfusa sahip Arap devletleri <strong>ve</strong> Türkiye, bu katliamlara<br />
tepki göstererek Esed yönetimine karşı eleşirel bir politika benimsemiştir.<br />
Türkiye, katliamların durdurulması girişimlerinin yanında Esed’in yönetimden<br />
uzaklaştırılması için muhalif grupların teşkilatlandırılmasında sorumluluk<br />
almıştır. Bu dönemde ayrıca Türkiye’ye kaçan Suriyelilerin Suriye sınırları<br />
içinde oluşturulacak korumalı bölgelere yerleştirilmesi gündeme gelmiştir.<br />
Ancak Suriye sınırları içinde bu şekilde tampon bölgeler oluşturulmasının da,<br />
Suriye ile gerilimi derinleştirebileceği değerlendirilmektedir.<br />
Nükleer krizin tırmanmasına bağlı olarak İran’ın Suriye’deki gelişmeleri de<br />
kullanarak bir Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izlemesi<br />
durumunda, <strong>orta</strong>k sınırlara sahip Türkiye’nin bu gelişmeden büyük zarar<br />
73
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
görmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Olası bir Şii-Sünni çatışması bölgeye <strong>ve</strong><br />
Türkiye’ye tahmin edilemeyecek büyüklükte zararlar <strong>ve</strong>rebilir. Bu nedenle<br />
gerek uluslararası kamuoyu gerekse Sünni <strong>ve</strong> Şii nüfusa sahip ülkeler bu<br />
hassasiyeti dikkate almalıdır. Bu bağlamda Esed yönetimine karşı yapılacak<br />
muhtemel bir müdahalenin bölge dışı ülkeler tarafından yapılması daha uygun<br />
olabilir. BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde alınabilecek bir kararla bölge dışı aktörler<br />
tarafından Suriye’nin ağır silahlarına zarar <strong>ve</strong>rilmesi, muhalefeti güçlendirebileceği<br />
gibi Esed yönetimini destekleyen grupların mücadele gücünü de<br />
kırabilir. Bununla birlikte Türkiye’nin muhalif grupların <strong>orta</strong>k hareket etmesi<br />
<strong>ve</strong> siyasi bir güç haline gelmesinde, çatışma çözümü <strong>ve</strong> insani yardımlar konusunda<br />
sorumluluk alması daha faydalı olabilir.<br />
Sonuç<br />
İran, diplomatik yöntemler ile çözüme kavuşturulamayan nükleer kriz nedeniyle<br />
öne sürülen birçok kaos senaryosunun merkezinde yer almaktadır. İran<br />
nükleer tesisleri <strong>ve</strong> füze sistemlerinin ABD <strong>ve</strong>ya İsrail tarafından düzenlenecek<br />
bir askeri operasyon ile vurulması; Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından<br />
kapatılması, bundan dolayı petrol fiyatlarının hızla artması <strong>ve</strong> küresel ölçekli<br />
bir petrol krizinin çıkması; ABD kuv<strong>ve</strong>tlerinin Irak’tan çekilmesi <strong>ve</strong> Arap<br />
Baharı’nın etkisiyle Orta Doğu’da oluşan jeopolitik hassasiyetten yararlanan<br />
İran’ın Şii-Sünni çatışmasına yol açacak politikalar izlemesi gibi senaryolar<br />
uluslararası gündemi ciddi biçimde meşgul etmektedir. Bölgesel <strong>ve</strong> küresel<br />
aktörler, İran nükleer krizinin neden olacağı muhtemel gelişmeleri değerlendirmekte<br />
<strong>ve</strong> başta sıcak çatışma olmak üzere masada bulunan tüm seçeneklere<br />
karşı tedbir arayışındadır.<br />
Özellikle UAEK’nın 9 Kasım 2011 tarihli raporundan bu yana İran nükleer<br />
faaliyetlerinin askeri amaçlı olduğuna dair ciddi şüphelerin bulunması <strong>ve</strong> yapılan<br />
müzakerelerden bir türlü sonuç alınamaması, nükleer krizin diplomatik<br />
araçlarla çözülemeyeceği yönündeki öngörüleri güçlendirmiştir. Irak’taki gelişmelerle<br />
birlikte Suriye krizi de göz önünde bulundurulduğunda kaosa doğru<br />
evrilmeye başlayan nükleer kriz sürecinin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi olasılık<br />
dâhilindedir. Tahran yönetimi ise bu süreçte nükleer faaliyetlerine devam<br />
etmek için zaman kazanmaya çalışmakta <strong>ve</strong> nükleer krizi geçici bir süreliğine<br />
74
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
de olsa gündemden düşürmek amacıyla Suriye’deki gelişmeler <strong>ve</strong> bölgedeki<br />
diğer gerilim alanlarından faydalanmaya yönelik politikalar izlemektedir.<br />
Tahran yönetimi, bu strateji çerçe<strong>ve</strong>sinde Hürmüz Boğazı’nı kapatacağına<br />
ilişkin açıklamalarda bulunarak küresel gü<strong>ve</strong>nliği <strong>ve</strong> uluslararası ekonomik<br />
sistemi tehdit etmekte; Irak <strong>ve</strong> Suriye üzerinden Şii hilali ekseninde yürüttüğü<br />
bölgesel politikalarla Şiiler <strong>ve</strong> Sünniler arasında olası bir mezhepsel gerilimi<br />
tahrik etmektedir.<br />
Tahran yönetimi, gü<strong>ve</strong>nlik eksenli oluşturduğu klasik dış politikasının en stratejik<br />
enstrümanları olarak nükleer programını <strong>ve</strong> füze sistemini görmektedir.<br />
Bu sebeple nükleer faaliyetlerini, sahip olduğu kısa <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> menzilli füze sistemleri<br />
<strong>ve</strong> üzerinde çalıştığı kıtalararası balistik füze programlarıyla paralel<br />
yürütmektedir. İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesi <strong>ve</strong> mevcut<br />
nükleer faaliyetleriyle birlikte birçok füze üretmesi, nükleer programının askeri<br />
amaçlı olduğuna yönelik kaygıları artırmaktadır. Nükleer silahlara <strong>ve</strong><br />
nükleer silah atma vasıtalarına sahip olan bir İran’ın kendisini avantajlı hissedeceği,<br />
bölgesel gücünü Şii jeopolitiğini kullanarak yaymaya çalışacağı <strong>ve</strong><br />
daha ofansif bir politikaya yönelebileceği söylenebilir. Nükleer bir İran, bölgedeki<br />
diğer ülkeler kadar Türkiye için de tehdittir.<br />
Bütün yaptırımlara <strong>ve</strong> tehditlere rağmen nükleer çalışmalarına kararlılıkla devam<br />
eden İran, nükleer programının barışçıl olduğunu iddia etmekte, uluslararası<br />
aktörler tarafından nükleer programına ilişkin karar alma aşamalarında<br />
müzakerelerin yeniden başlaması için uygun <strong>orta</strong>m oluşturmakta <strong>ve</strong> böylece<br />
programda ulaştığı her aşamayı uluslararası kamuoyuna kabullendirmek için<br />
fırsat yaratmaktadır. Nitekim İran’ın bu politika ile nükleer silah <strong>ve</strong> atma vasıtası<br />
üretebilecek kabiliyete ulaşıncaya kadar zaman kazanmaya çalıştığını<br />
öne süren görüşler bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye, İran’a nükleer silah<br />
üretmek için zaman kazandıracak politikalara zemin hazırladığı izlenimi <strong>ve</strong>rmekten<br />
özenle kaçınmalıdır. Ayrıca arabuluculuk rolünün İran <strong>ve</strong> diğer aktörlerin<br />
politikaları doğrultusunda kullanılması konusunda dikkatli olmalı <strong>ve</strong><br />
farkında olmadan krizin tarafı olmaktan kaçınmaya özen göstermelidir. Krizin<br />
taraflarının bütün tezlerini dikkatle göz önünde bulundurmalı <strong>ve</strong> krizin geleceğine<br />
yönelik tüm seçenekleri hesaplamalıdır. Her senaryoya karşı hazırlıklı<br />
olunması önemlidir.<br />
75
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz dikkate alındığında, Batı’nın herhangi bir<br />
askeri operasyona girişemeyeceğini düşünen İran’ın bu konjonktürü zaman<br />
kazanmak için kullanabileceği <strong>ve</strong> zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesini<br />
Batılı aktörlere kabul ettirmeye çalışacağı öngörülebilir. Batılı ülkeler de<br />
uygulanan yaptırımların İran üzerindeki etkisini tam olarak görebilmek için<br />
belli bir zamana ihtiyaç duymaktadır. Mevcut durumda Batı’nın sert güç uygulamalarından<br />
uzak duracağı <strong>ve</strong> diplomatik araçlarla çözüm arayışına devam<br />
edeceği düşünülmektedir. Bu nedenle İsrail’in kontrol edilmesi durumunda<br />
tarafların müzakerelerle sonuca ulaşmaya çalışabileceği, netice alınamaması<br />
halinde gerilimin tırmanabileceği değerlendirilmektedir.<br />
İran sınır komşumuz olmasının yanı sıra Türkiye için birçok yönden önemli<br />
bir ülkedir. Türkiye’nin İran ile yapıcı <strong>ve</strong> dostane ilişkiler içinde bulunması<br />
<strong>ve</strong> bu yöndeki politikalarını sürdürmesi olumlu <strong>ve</strong> gereklidir. Ancak ikili ilişkilerin<br />
tarihi arka planı göz önüne alındığında iki ülkenin aslında her zaman<br />
birbirlerine rakip durumda oldukları görülmektedir. İran’ın halâ bölgedeki<br />
devlet-dışı aktörler aracılığıyla yürüttüğü politikaların <strong>ve</strong> bölgede kurmaya<br />
çalıştığı nüfuz alanlarının Türkiye’nin çıkarları ile doğrudan çakışacağı öngörülebilir.<br />
Bilhassa nükleer silaha sahip olması durumunda İran’ın izleyeceği<br />
politikaların Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğini her açıdan tehdit edeceği unutulmamalıdır.<br />
Sonuç olarak Türkiye, İran ile ilişkilerinde birçok unsuru birbiriyle<br />
bağdaştırmak durumundadır. Bir yandan kendi gü<strong>ve</strong>nliğinin gereklerini <strong>ve</strong><br />
ekonomik çıkarlarını gözetirken, diğer yandan İran’ın genel politikası ile nükleer<br />
programının yol açtığı Orta Doğu’daki kaygı <strong>ve</strong> hassasiyetler göz önünde<br />
bulundurulmalıdır.<br />
76
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
Kaynakça<br />
“22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde<br />
İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://<br />
www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iran-arasinda-21-22-ocak-<br />
2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa.<br />
“AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012,http://www.<br />
bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_appro<strong>ve</strong>d.<br />
shtml.<br />
“ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, Milliyet, 13 Nisan<br />
2012,http://dunya.milliyet.com.tr/abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejadmeydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/default.htm.<br />
“ABD’den Kilit Müttefike F-15”, Milliyet, 29 Aralık 2011, http://dunya.milliyet.<br />
com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/<br />
default.htm.<br />
“ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, Hürriyet, 8 Ocak 2012,<br />
http://www.hurriyet.com.tr/planet/19633574.asp.<br />
Bahgat, Gawdat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle<br />
East Institute, 15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99sregular-army-its-history-and-capacities.<br />
Barzashka, Ivanka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout<br />
Potential”, Federation of the American Scientists Issue Brief, 21 Ocak 2011,<br />
http://www.fas.org/pubs/_docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf.<br />
“Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”,The Sunday Times, 12<br />
Ocak 2012, http://www.sundaytimes.lk/index.php?option=com_content&vie<br />
w=article&id=14649:bomb-kills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&cati<br />
d=81:news&Itemid=625.<br />
Cordesman, H. Anthony, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for<br />
Strategic and International Studies, 26 Mart 2007, http://csis.org/files/media/<br />
csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf.<br />
77
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Çetinsaya, Gökhan, “Türk-İran İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi içinde,<br />
der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 2004.<br />
Gardiner, Sam, “The End of the “Summer of Diplomacy”: Assessing U.S.<br />
Military Options on Iran”, Century Foundation Report, 2006.<br />
Gedik, Esin, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, Akşam, 9 Ocak<br />
2012, http://www.aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolaracikar,-cari-acik-36-milyar-dolar-artar-91327h.html.<br />
Grimmett, F. Richard, “Con<strong>ve</strong>ntional Arms Transfers to De<strong>ve</strong>loping Nations,<br />
2003-2010”, CRS Report for Congress, 2010.<br />
“Growth Resuming, Dangers Remain,” International Monetary Fund, Nisan<br />
2012, http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf.<br />
“HAMAS Rockets”, http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm.<br />
“Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of<br />
Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”, GOV/2011/65,<br />
http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf.<br />
“Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, The Nuclear Threat<br />
Initiati<strong>ve</strong>, 10 Ocak 2011, http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-planto-produce-medical-reactor-fuel/.<br />
“İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010,<br />
http://www.radikal.com.tr/dunya/iran_uranyum_takasi_<strong>turkiye</strong>de_yapilacak-997227.<br />
“İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, Hürriyet, 6 Aralık 2011, http://www.hurriyet.<br />
com.tr/planet/19401449.asp.<br />
“İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”, CNN Türk, 5 Ocak 2012, http://<br />
www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/index.html.<br />
78
İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri<br />
“İsrail’in İran Operasyonunun Detayları Yayınlandı”, Hürriyet, 21 Nisan<br />
2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/20389479.asp.<br />
Kaussler, Bernd, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”, Middle East<br />
Institute,15 Kasım 2011, http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasksand-capabilities.<br />
Koçgündüz, Leyla Melike, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış<br />
Politika Analizleri, 5 Mart 2012, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.<br />
aspx?ID=3290.<br />
Leon, Rudy <strong>ve</strong> diğerleri, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center<br />
for American Progress, Nisan 2012.<br />
Melman, Yossi <strong>ve</strong> Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”, http://<br />
www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusi<strong>ve</strong>-iran-providing-hamas.<br />
“Military Strike Won’t Stop Iran’s Nuclear Program”, Haaretz, 22 Şubat 2010,<br />
http://www.haaretz.com/news/military-strike-won-t-stop-iran-s-nuclearprogram-1.266113.<br />
Özcan, Nihat Ali, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler <strong>ve</strong><br />
Türkiye’ye Öneriler”, TEPAV Ortadoğu Çalışmaları 1, 2006.<br />
“Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de<br />
l’Union européenne”, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des<br />
pourparlers à Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011),<br />
http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/iran/l-union-europeenne-etliran/article/programme-nucleaire-de-l-iran.<br />
“Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian<br />
Arab Republic, Human Rights Council”, 22 Şubat 2012, A/HRC/19/69,<br />
http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/HRCouncil/RegularSession/<br />
Session19/A-HRC-19-69.pdf.<br />
Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler <strong>ve</strong> ‘Şii Hilali’ Söylemi”,<br />
Bilge Strateji Cilt: 2 Sayı: 4 (Bahar 2011): 183-202.<br />
79
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Sandıklı, Atilla <strong>ve</strong> Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde<br />
İran”, Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012.<br />
“Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran”, 9 Haziran 2010,<br />
http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm.<br />
Shalal-Esa, Andrea <strong>ve</strong> Bob Burgdorfer, “U.S. Foreign Arms Sales Reach<br />
$34.8 Billion”, 5 Aralık 2011, http://www.reuters.com/article/2011/12/06/uspentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206.<br />
Sinkaya, Bayram, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu <strong>ve</strong><br />
Uranyum Takası Mutabakatı”, Ortadoğu Analiz Cilt: 2 Sayı:18 (2010).<br />
“Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, Habertürk, 1<br />
Aralık 2011, http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icintoplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar.<br />
Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: İran için Fırsatlar <strong>ve</strong> Engeller”, Akademik<br />
Orta Doğu Cilt: 1 Sayı: 1 (2006).<br />
Taflıoğlu, Serkan, “İran, Silahlı İslami Hareketler <strong>ve</strong> Barış Süreci”, Avrasya<br />
Dosyası İsrail Özel Sayısı Cilt: 5 Sayı: 1 (İlkbahar 1999).<br />
Türkmen, İlter, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, Bilge Adamlar<br />
Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010.<br />
Walt, M. Stephen, “Why Attacking Iran is a Still Bad Idea?”, Foreign Policy,<br />
27 Aralık 2011, http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea.<br />
Zirulnick, Ariel, “Getting the Strait of Hormuz Straight: an FAQ”, The Christian<br />
Science Monitor, 29 Aralık 2011, http://www.csmonitor.com/World/<br />
Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/<br />
Does-Iran-e<strong>ve</strong>n-ha<strong>ve</strong>-the-right-to-close-the-Strait.<br />
80
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
YENİDEN YAPILANAN ORTA DOĞU’DA TÜRKİYE-İRAN<br />
EKONOMİK İLİŞKİLERİ<br />
Özüm S. UZUN *<br />
Türkiye-İran ilişkilerinde 2000’li yıllar yakınlaşma <strong>ve</strong> uzaklaşma döngüsünün<br />
devam ettiği bir dönem olmuştur. 1 2003-2011 yılları arasında siyasi, ekonomik<br />
<strong>ve</strong> askeri alanlarda yakınlaşan iki ülke arasındaki ilişkiler, Orta Doğu ile<br />
Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarına karşı farklı tutumları nedeniyle bozulmuş<br />
<strong>ve</strong> bölgesel rekabet daha görünür hale gelmiştir. Ekonomik ilişkiler de<br />
bu döngü içerisinde etkilenmiştir. Siyasi yakınlaşmanın yaşandığı dönemlerde<br />
dahi Türkiye-İran tam bir ekonomik işbirliği geliştirememiş <strong>ve</strong> birbirlerinin<br />
ekonomik potansiyelinden tam anlamıyla yararlanamamıştır.<br />
Türkiye ile İran, siyasi, ekonomik <strong>ve</strong> askeri açıdan önemli bölgesel güçlerdir.<br />
Dolayısıyla, her iki ülkenin kendi bünyesinde <strong>ve</strong> bölge ülkelerinde etkileri<br />
hissedilmektedir. Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde ikili ilişkiler<br />
önem kazanmış, ekonomik ilişkiler de bu bağlamda iki ülkenin siyasi nüfuz<br />
alanını etkileyebilecek bir faktör olarak karşımıza çıkmıştır. 1979’daki devrim<br />
sonrasında İran’ın Batıyla ilişkilerinde gerginlik yaşaması <strong>ve</strong> nükleer<br />
programından dolayı ABD <strong>ve</strong> BM ekonomik yaptırımlarıyla karşı karşıya<br />
kalması, Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini bölge dışı aktörler açısından da<br />
önemli kılmıştır. 2013 yılının Kasım ayında P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere,<br />
Çin <strong>ve</strong> Almanya) <strong>ve</strong> İran arasında yapılan geçici nükleer anlaşma sonucunda<br />
İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar yumuşatılmaya başlanmıştır.<br />
İran’ın Batı ile yakınlaşma süreci Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini de etkileyecektir.<br />
2003 Irak savaşıyla başlayıp, “Arap Baharı” ile devam eden bölgenin yeniden<br />
yapılanma sürecinde Türkiye-İran ekonomik ilişkileri, ülkelerin siyasal<br />
*<br />
Yrd. Doç. Dr., Siyaset Bilimi <strong>ve</strong> Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Aydın Üni<strong>ve</strong>rsitesi.<br />
1 Özüm S. Uzun, “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or<br />
Beyond?”(Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Şubat 2012)<br />
81
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
nüfuz alanını etkileyebilecek önemli bir faktördür. 2000’li yıllarda Türkiye-<br />
İran ekonomik ilişkilerinin ele alındığı bu bölümde öncelikle ikili ekonomik<br />
ilişkilerin tarihsel gelişimi anlatılacak, sonrasında ise ekonomik ilişkilerdeki<br />
yakınlaşma sürecini olumlu <strong>ve</strong> olumsuz yönde etkileyebilecek faktörler üzerinde<br />
durularak bölgesel değişimin Türkiye-İran ilişkilerine etkisi değerlendirilecektir.<br />
Türkiye-İran Ekonomik İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı<br />
Türkiye’de Cumhuriyet, İran’da ise Pehlevi Hanedanlığı kurulduktan sonra<br />
gü<strong>ve</strong>nlikle ilgili sorunlarda büyük bir farklılık yaşanmamış, sınırdaki gü<strong>ve</strong>nlik<br />
sorunları devam etmiştir. 22 Nisan 1926’da Türkiye <strong>ve</strong> İran, sınırlarında<br />
sorun yaratan aşiretlere karşı <strong>orta</strong>k bir politika izlemek için Dostluk <strong>ve</strong> Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Anlaşması imzalanmasına rağmen sorunlar çözülememiş, iki ülkenin<br />
çözüm arayışları devam etmiştir. Bu amaçla 15 Haziran 1928’de ek bir protokol<br />
imzalanmıştır. 2 Ankara-Tahran arasındaki bu protokolle ilk defa ekonomik<br />
ilişkilerin gelişimi öngörülmüştür. 3 Bu yeni anlaşmadan sonra dönemin<br />
Başbakanı İsmet İnönü;<br />
“Komşumuz İran’la imzaladığımız protokoller iki memleket münasebetlerinde<br />
esasen hüküm süren dostluğun <strong>ve</strong> iki komşu arasında iktisadi inkişaf <strong>ve</strong><br />
işbirliği arzularının samimiyetine delildir. İki memleketin temasları <strong>ve</strong> ulaştırma<br />
vasıtaları arttıkça iyi geçinme <strong>ve</strong> birbirine emniyet etme esaslarının her<br />
iki taraf için hayırlı semereleri daha iyi toplanacaktır.” 4 Şeklinde bir açıklama<br />
yapmıştır.<br />
Türkiye-İran arasında devam eden sorunlar, 1932 yılında imzalanan Gü<strong>ve</strong>nlik,<br />
Tarafsızlık, Saldırmazlık <strong>ve</strong> Ekonomik İşbirliği Anlaşması ile çözüme kavuşmuş,<br />
ikili ilişkiler dostane bir mahiyet kazanmıştır. 1935 yılında yürürlüğe<br />
giren anlaşmaya göre, iki ülke birbirlerini “en çok gözetilen ulus” konumuna<br />
getirmeyi kabul etmiştir. 5<br />
2 Melek Fırat, “İran İslam Devrimi <strong>ve</strong> Türk-İran İlişkileri: 1979-1987”(Yayınlanmamış Yüksek<br />
Lisans Tezi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi), 49.<br />
3 “22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet <strong>ve</strong> Emniyet Muahedenamesine Merbut Protokol,”<br />
T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011, http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826<br />
4 Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1999): 114-115.<br />
5 Baskın Oran (ed), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,<br />
Yorumlar, Cilt I, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001): 363.<br />
82
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Ancak 2. Dünya Savaşı sonuna kadar oldukça sınırlı devam eden iki ülke arasındaki<br />
ekonomik ilişkilerin boyutu <strong>ve</strong> ticaret hacmi azalmıştır. Ticaret hacminin<br />
beklendiği kadar yüksek olmamasına ek olarak, ticari ilişkilerde dengesizlik<br />
de görülmektedir. Örneğin, İran’ın Türk ihracatındaki payı %0.03 iken<br />
İran’ın Türk ithalatındaki payı %0.34 idi. 6 İkinci Dünya Savaşı ile birlikte,<br />
Türkiye-İran ekonomik ilişkileri durma noktasına gelmiştir.<br />
Soğuk Savaş sırasında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın Komünizm tehdidi algısıyla Sovyetler<br />
Birliği’nin karşısında yer almasına rağmen iki ülkenin ekonomik ilişkileri<br />
istenilen seviyeye ulaşamamıştır. Bu dönemde, her iki ülke Batı’dan destek<br />
almaya odaklanmış, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye yeterince önem <strong>ve</strong>rmemiştir.<br />
1960’lı yıllarda ise ticari ilişkiler dalgalı bir süreç yaşamıştır. Örneğin,<br />
Türkiye’nin İran’a ihracatı 1960 yılında 4 milyon dolardan 1961 yılında<br />
5 milyon dolara yükselmiş, ancak 1962 <strong>ve</strong> 1963 yıllarında neredeyse durma<br />
noktasına gelmiştir. Aynı dönemde, Türkiye’nin İran’dan ithalatı 1963 yılında<br />
15,2 milyon dolar ile zir<strong>ve</strong> yapmış, ancak 1965 <strong>ve</strong> 1968 yılları arasında ithalat<br />
neredeyse durma noktasına gelmiştir. 7 1960’lı yıllarda uygulanan ithalat politikaları<br />
sonucunda, Türkiye’nin enerji tüketimi <strong>ve</strong> arzı artmaya başlamıştır.<br />
1970’lerdeki petrol krizleri, Türkiye ekonomisini ciddi şekilde zorlamıştır.<br />
Diğer taraftan İran ekonomisi ise artan petrol fiyatlarından olumlu yönde etkilenmiştir.<br />
Artan petrol fiyatları Türkiye-İran siyasi ilişkilerini de etkilemiştir. İran<br />
Şahı’nın petrol gelirlerini silahlanma için kullanması sonrasında güç dengesi<br />
Tahran lehine değişmeye başlamıştır. İran’ın hızla silahlanması Ankara’yı<br />
endişeye sevk etmiştir. Bu dönemde Tahran, Ankara’nın ucuz petrol isteğini<br />
reddetmiş, ekonomik ilişkiler kısır döngüye girmiştir. İki ülke arasındaki ticaret<br />
hacmi de sınırlı kalmıştır. İran’ın Türkiye ihracatındaki oranı 1970 yılında<br />
%1’den 1977 yılında en üst seviyesine %3’e yükselmiş, ancak devrimle birlikte<br />
1979 yılında %0,5’e düşmüştür. Diğer taraftan, İran’ın Türkiye ithalatındaki<br />
oranı 1970’li yılların ikinci yarısında %1’den %10’a yükselmiş olmasına<br />
rağmen devrim sonrasında %3’e düşmüştür. 8<br />
6 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />
Perspecti<strong>ve</strong>”(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık 2011).<br />
7 A.g.e.<br />
8 A.g.e.<br />
83
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
İran’daki devrim sonrasında ekonomik ilişkiler olumsuz etkilemesine rağmen,<br />
yerel <strong>ve</strong> sistemik faktörler Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini devam<br />
ettirmiştir. Türkiye, ABD’nin rehine krizinden dolayı İran’a uyguladığı ekonomik<br />
yaptırımlara uymayı reddetmiştir. Türkiye açısından yerel faktörlerden<br />
en dikkat çekeni ekonomi politikalarındaki değişim olmuştur. Türkiye, 1980<br />
yılında 24 Ocak kararlarıyla ithal ikameci politikalardan ihracata dayalı büyüme<br />
politikalarına geçiş yapmıştır. Ekonomi politikalarındaki bu değişim,<br />
Türkiye’yi yeni pazarlar bulma arayışına itmiş, bunun sonucunda da 1980’li<br />
yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu <strong>ve</strong> Kuzey Afrika’ya ihracatı hızlı bir şekilde<br />
artmıştır.<br />
İran-Irak Savaşı Türkiye’nin ihracatını artırmasında <strong>ve</strong> ihracata dayalı büyüme<br />
hedeflerine erişme noktasında fırsatlar sunmuştur. Aynı zamanda, savaştan<br />
dolayı İran petrolünün kesilme riski Türkiye’yi endişeye sevk etmiş <strong>ve</strong><br />
Ankara’nın ekonomik meselelerle daha fazla ilgilenmesine neden olmuştur.<br />
Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlara çözüm olabileceğine inanan Özal liderliğindeki<br />
yıllar, ekonomi odaklı dış politikanın da başlangıcı olmuştur. 9 Ayrıca<br />
bu dönemde Türkiye’deki iş çevrelerinden yeni bir seçkin kesimin dış politika<br />
yapım sürecindeki etkisi hissedilmeye başlanmıştır.<br />
Ekonomi odaklı dış politikayla birlikte Türkiye, 1980’li yıllarda İran dâhil<br />
komşularıyla ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine vurgu yapmaya başlamış,<br />
resmi ziyaretleri artırmaya gayret etmiştir. 1982’de Özal yaklaşık 100 işadamıyla<br />
birlikte İran’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretin temel amacının<br />
ekonomik işbirliğini artırmak olduğu açıklanmıştır. İkili görüşmelerde ticaret<br />
hacmini artırma, Ahvaz-İskenderun petrol boru hattının hayata geçirilmesi,<br />
İran’dan doğalgaz alımı <strong>ve</strong> İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya<br />
satılması gündeme gelmiştir. Bu görüşmede ayrıca yaklaşık 600 milyon dolarlık<br />
ihracat anlaşması imzalanmıştır. 10<br />
9 Atila Eralp, “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with Iran,” Reluctant<br />
Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed. Henry J. Barkey (Washington D.C.:<br />
US Institute of Peace Press, 1996), 98.<br />
10 Milliyet, 11 Mart 1982.<br />
84
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
1982’de imzalanan anlaşma sonrasında Türkiye-İran Ortak Ekonomi<br />
Komisyonu’nun kurulması da ticaret hacmini artırmaya yönelik önemli girişimlerden<br />
biri olmuştur. Komisyonun toplantıları vasıtasıyla 1980’ler boyunca<br />
her yıl bir araya gelen Türk <strong>ve</strong> İranlı yetkililer ticaret, bankacılık, yatırım,<br />
ulaşım, sanayii <strong>ve</strong> tarımda işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Ancak tüm<br />
bu toplantılara <strong>ve</strong> birçok mutabakat belgesine rağmen, ekonomik ilişkilerde<br />
hedeflenen seviyeye bir türlü ulaşılamamıştır.<br />
Türk dış politikasında olduğu gibi, 80’li yıllarda İran dış politikasında da<br />
ekonomik etkenler önem kazanmaya başlamıştır. 11 Korany tarafından “dış<br />
politikanın ekonomikleştirilmesi” (economization of foreign policy) 12 olarak<br />
adlandırılan bu süreç, İran’ın dış politikada daha uzlaşmacı bir yaklaşım benimsemesine<br />
yol açmıştır. Bu politika çerçe<strong>ve</strong>sinde İran, Türkiye ile devrim<br />
sonrasında fikri sebeplerden dolayı sorun yaşamasına rağmen ikili ekonomik<br />
ilişkilerini korumaya gayret etmiştir. İran açısından, ABD ile yaşanan rehine<br />
krizinde Türkiye’nin tarafsızlığını devam ettirmesi çok önemli olmuştur.<br />
1980’de İran Dışişleri Bakanı, Türkiye’ye kredi limitini artıracağını <strong>ve</strong> ucuz<br />
petrol <strong>ve</strong>rebileceğini açıklamıştır. Sonrasında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın petrol için<br />
buğday anlaşması yaptığı basına yansımıştır.<br />
1980’li yıllarda İran’ın Türkiye’yle ekonomik ilişkilerini geliştirmek istemesindeki<br />
bir diğer neden İran-Irak savaşı olmuştur. Savaş sırasında İran ihtiyaçlarını<br />
karşılayabilmek için Türk mallarına bağımlı kalmış, bunun sonucunda<br />
da 1985 yılı ikili ticari ilişkilerin zir<strong>ve</strong> yaptığı yıl olarak tarihe geçmiştir.<br />
Türkiye <strong>ve</strong> İran Ocak 1985’de Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği örgütünü<br />
gözden geçirmiş, örgütün ismi Ekonomik İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.<br />
1985’de petrol gelirlerinin düşmesi Orta Doğu’yu olumsuz etkilemiş,<br />
Türkiye’nin bölgeye yönelik ihracatı %20 oranında düşmüştür. İran-Irak savaşının<br />
sona ermesi de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumsuz yansımış<br />
<strong>ve</strong> İran’ın geleneksel ticaret yollarını gözden geçirmesiyle iki ülke arasındaki<br />
ticaret hacmi azalmıştır.<br />
11 R.K. Ramazani, “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy,” Middle East Journal<br />
58 No4 (Autumn 2004).<br />
12 Bahgat Korany, “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy of Algeria,” The<br />
Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change içinde, ed. Bahgat Korany and Ali<br />
E. Hilal Dessouki, 2nd edition (Boulder, CO: Westview Press, 1991), 103-155.<br />
85
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Ekonomik ilişkilere etki eden yerel <strong>ve</strong> bölgesel faktörlerin yanı sıra, sistemden<br />
kaynaklanan etkiler de olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında<br />
Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya’daki ülkelerin bağımsızlığını kazanması, Türkiye-İran<br />
ekonomik ilişkileri açısından fırsat oluşturmuştur. Türkiye <strong>ve</strong> İran Sovyet sonrası<br />
coğrafyada siyasi bir rekabet içerisine girmiş olsa da ekonomik alanda<br />
işbirliği fırsatlarını değerlendirmiştir. Efegil <strong>ve</strong> Stone’a göre, hem Türkiye<br />
hem de İran bölgede kendi nüfuz alanlarını yaratmada siyasi <strong>ve</strong> ekonomik<br />
güçlerinin kısıtlı olduğunu bildiklerinden 1993 yılının ilk aylarında ekonomik<br />
ilişkilerini geliştirmek için somut adımlar atmıştır. 13 1993 yılının Şubat ayında<br />
Türkiye <strong>ve</strong> İran Ticaret Odaları ticari mübadeleyi artırma kararı almıştır. Sonuç<br />
olarak sınır ticareti 1994’te 50 milyon dolara yükselmiştir. Kasım 1995’te<br />
İran Ekonomi Bakanı Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş <strong>ve</strong> ziyaret sırasında<br />
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın kurulması konusunda anlaşmaya varılmıştır.<br />
En önemli anlaşmalardan biri de 1996’da ABD’nin itirazlarına rağmen<br />
Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın doğalgaz anlaşması imzalaması olmuştur.<br />
Körfez Savaşı’nın başlaması Türkiye-İran ekonomik ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.<br />
Savaşla birlikte, en büyük enerji tedarikçilerinden biri <strong>ve</strong> ihracat<br />
pazarı olan Irak’ı kaybetmesiyle Türkiye ciddi ekonomik sorunlarla karşılaşmıştır.<br />
Aynı zamanda BM’nin Irak’a uyguladığı ambargoların etkileri, ekonomisi<br />
Irak’la sınır ticaretine oldukça bağımlı olan güneydoğu bölgelerinde<br />
önemli ölçüde hissedilmiştir. Bu dönemde Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru<br />
hattından gelen geliri de kaybetmiş, Iraklı mültecilerden kaynaklanan ekonomik<br />
zorlukları daha fazla hisseder olmuştur. Böyle bir <strong>orta</strong>mda yüksek faiz<br />
oranları, aşırı değerlenmiş para <strong>ve</strong> kısa vadeli sermaye akışı temelli borçlanma<br />
Türk ekonomisini daha fazla kırılganlaştırmış <strong>ve</strong> 1994’te ekonomik krizin<br />
yaşanmasına neden olmuştur. 90’lı yıllarda Türk-İran ekonomik ilişkilerindeki<br />
temel belirleyici etken ekonomiden ziyade siyasi olmuştur. 14 Dolayısıyla,<br />
ekonomik işbirliğini artırmaya yönelik çabalar, özellikle Kürt meselesinden<br />
13 Ertan Efegil <strong>ve</strong> Leonard A. Stone, “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities for<br />
Rapprochement in the Post-Cold War Era,” Journal of Third World Studies XX, No. 1 (Spring<br />
2003): 58.<br />
14 Mustafa Aydın <strong>ve</strong> Damla Aras, “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi Çerçe<strong>ve</strong>si:<br />
Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile Bağlantıları,” Uluslararası İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004):<br />
103-106.<br />
86
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
dolayı iki ülke arasındaki siyasi sorunlar nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Yaşanan<br />
olumsuzluklara rağmen 1990’lar boyunca petrol-doğalgaz ticareti <strong>ve</strong> boru<br />
hattı konuları, ekonomik ilişkilerin gündeminden hiç düşmemiştir.<br />
1990’ların sonu Türkiye-İran ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.<br />
Ancak bu başlangıç sanıldığı kadar çabuk gerçekleşmemiş, 2000’li yılların<br />
başında siyasi meselelerdeki uyuşmazlık devam etmiştir. Aydın <strong>ve</strong> Aras’a<br />
göre, 1990’ların sonunda siyasi ilişkilerde görülmeye başlanan olumlu atmosfer,<br />
2000’li yıllarda iki ülkenin ekonomik ilişkilerini artırma çabalarına zemin<br />
hazırlamıştır. 15 1998 yılında Öcalan’ın yakalanmasından sonra bile, Ankara<br />
İran’ın PKK terör örgütünü desteklemeye devam ettiğini dile getirmiştir. Aynı<br />
zamanda Türk Hizbullah’ı <strong>ve</strong> İran arasındaki ilişki <strong>ve</strong> Türk entelektüellerine<br />
karşı gerçekleştirilen suikast eylemleri, ikili ilişkilerde ciddi sıkıntıya neden<br />
olmuştur. Dolayısıyla, 2000’li yılların başında ikili ilişkilerde tam anlamıyla<br />
olumlu bir siyasi atmosferden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir.<br />
2000’li yılların başında ikili ilişkilerdeki siyasi sorunlara rağmen, Türkiye-<br />
İran ekonomik ilişkilerinde bir devamlılıktan söz edilebilir. İkili ilişkilerde<br />
siyasi sorunların arttığı dönemlerde dahi ekonomik ilişkiler kesilmemiş, yavaşlasa<br />
da devam etmiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Türkiye <strong>ve</strong><br />
İran’ın ekonomik olarak birbirlerine karşılıklı bağımlı olmalarıdır. Türkiye,<br />
İran’ın enerji kaynaklarına <strong>ve</strong> ürünleri için İran pazarına ihtiyaç duymaktadır.<br />
Diğer taraftan İran da, petrol <strong>ve</strong> doğalgaz kaynaklarını Türk <strong>ve</strong> Avrupa pazarlarına<br />
ulaştırmak için Türkiye’nin yardımına muhtaçtır.<br />
Siyasi meselelerin devam etmesine rağmen, komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri<br />
geliştirme çabası içerisinde olan Türkiye’de dönemin Dış Ticaret Müsteşarı<br />
Kürşad Tüzmen “komşularla ticaretimizi bundan böyle siyasi olaylar<br />
etkilemeyecek, ticaret siyasete yön <strong>ve</strong>recek” açıklamasında bulunmuştur. 16 Bu<br />
yaklaşım doğrultusunda, ticareti geliştirme maksadıyla Türkiye <strong>ve</strong> İran Or-<br />
15 Mustafa Aydın <strong>ve</strong> Damla Aras, “Political Conditionality of Economic Relations between<br />
Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and Syria,” Arab Studies Quarterly 27,<br />
Number 1&2 (Winter/Spring 2005).<br />
16“Official Urges More Trade with Neighbors,” Hürriyet Daily News, 14 Haziran 2000<br />
87
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tak Ekonomi Komisyonu’nun toplantılarına devam edilmiştir. 17 Ocak 2000’de<br />
Ortak Ekonomi Komisyonu’nun 15. toplantısında var olan ekonomik ilişkileri<br />
geliştirme yönünde iki ülke protokol anlaşması imzalamıştır. 18<br />
2000’li yıllarda Türk <strong>ve</strong> İranlı yetkililer ile iş adamlarının karşılıklı ziyaretleri<br />
artmıştır. Örneğin, her iki ülkenin Ekonomi Bakanları, 2000 yılının Mart<br />
ayında Tahran’da yapılmış olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın ilk toplantısına<br />
katılmıştır. Ayrıca dönemin İran Dışişleri Bakanı Harrazi’nin da<strong>ve</strong>ti<br />
üzerine uzun vadeli yatırım imkânlarını değerlendirmek için Türk iş adamları<br />
İran’ı ziyaret etmiştir. Bir sene sonra da dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem<br />
Tahran’a gitmiştir. Cem’in İran ziyareti sırasında Türkiye <strong>ve</strong> İran ikili ilişkileri<br />
geliştirmek adına birtakım somut adımlar atmıştır. 2001-2003 yılları arasında<br />
kültürel değişim programını hayata geçiren kültürel işbirliği anlaşması imzalamışlardır.<br />
Türk İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın Tahran ziyareti <strong>ve</strong> hemen<br />
akabinde gerçekleşen İran Ticaret Bakanı Muhammet Şeriatmedari’nin Türkiye<br />
ziyareti ikili ekonomik ilişkilerin gelişimine hız kazandırmıştır. 19 Aynı<br />
zamanda, Türk <strong>ve</strong> İranlı iş adamları İran Ticaret Odasında bir araya gelerek<br />
karşılıklı ekonomik işbirliğini artırmanın yollarını değerlendirmişlerdir. Bu<br />
toplantılar sonrasında Türk-İran İşadamları Konseyi kurulmuştur.<br />
2003’ten beri Türkiye <strong>ve</strong> İran, <strong>orta</strong>k ekonomi komisyonları kurma <strong>ve</strong> sınır<br />
ticaretini kolaylaştırma dâhil, ekonomik ilişkileri geliştirmek için çeşitli yollara<br />
başvurmuştur. Bu çerçe<strong>ve</strong>de iki ülke Bazergan, Hoy, Sero <strong>ve</strong> Maku’da<br />
sınır ticaret istasyonlarının açılması konusunda mutabakat anlaşması imzalamıştır.<br />
20 Ayrıca sınırlarda <strong>orta</strong>k sanayi şehirlerinin kurulması konusunda da<br />
anlaşmaya varılmıştır. 21 İran, Türkiye’de dâhil olmak üzere 12 ülkeyle tercihli<br />
ticaret anlaşması yapmıştır. 22 İki ülkenin karşılıklı çabaları, Tablo 1’de de<br />
görüleceği gibi ticaret hacmini artırmıştır. 2000’den 2010 yılına kadar Türki-<br />
17 John Calabrese, “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship,” British Journal of<br />
Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998).<br />
18 “Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement,” Hürriyet Daily News, 29 Ocak 2000.<br />
19 “Iranian Trade Minister Visits Turkey,” Hürriyet Daily News, 11 Haziran 2001.<br />
20 “Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU,” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat 2010.<br />
21 “Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate,” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat 2010.<br />
22 “Iran Inks 12 Trade Agreements,” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010.<br />
88
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
ye-İran arasındaki ticaret 1 milyar dolardan 10 milyar dolara çıkarak 10 kat<br />
artmıştır. İran-Türkiye Ortak Ticaret Konseyi Genel Sekreteri Rıza Kami,<br />
2011’in ilk 6 ayında 30 milyar dolara yükselmesi beklenen iki ülke arasındaki<br />
ticaret hacminin 10 milyar doları bulduğunu açıklamıştır. 23 Aynı zamanda<br />
2000’li yılların başında 1500 Türk firması İran’la ticaret yaparken, bu sayı<br />
2010 yılında 7000’e ulaşmıştır. 24<br />
Türkiye-İran arasında 2000’li yıllarda gelişen ilişkilerden turizm sektörü de<br />
olumlu etkilenmiştir. 2010’da dönemin Kültür <strong>ve</strong> Turizm Bakanı Ertuğrul<br />
Günay, Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın <strong>orta</strong>k din, tarih <strong>ve</strong> kültürel mirasa sahip olduğuna<br />
vurgu yaparak bunların iki ülke arasındaki turizme katkı sağladığını ifade etmiştir.<br />
25 2012’de bölgesel gelişmelerden dolayı Türkiye’ye gelen İranlı turist<br />
sayısında bir düşüş yaşanmış olsa da her geçen yıl İranlı turistlerin Türkiye’ye<br />
olan ilgilerinin arttığı söylenebilir. İranlı yetkililer Kerbela’ya Hac ziyareti<br />
için Türkiye üzerinden de bir güzergâh belirlemeyi düşündüklerini açıklamıştır.<br />
26 Bu projenin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’ye gelen İranlı turist<br />
sayısının artması beklenebilir.<br />
23 “Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011.<br />
24 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />
Perspecti<strong>ve</strong>,”(Yayımlanmamış Yüksek LisansTezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />
2011), 155.<br />
25 Press TV, 07 Şubat 2010.<br />
26 “İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21.<br />
89
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tablo 1: Türkiye-İran Arasındaki Ticaret Hacmi (milyar$)<br />
Yıl İhracat İthalat Hacim Denge<br />
2000 235.784 815.730 1.051.515 -579.945<br />
2001 360.535 839.800 1.200.336 -479.264<br />
2002 333.962 920.971 1.254.934 -587.009<br />
2003 533.786 1.860.682 2.394.469 -1.326.896<br />
2004 813.031 1.962.058 2.775.090 -1.149.027<br />
2005 912.940 3.469.706 4.382.646 -2.556.766<br />
2006 1.066.901 5.626.610 6.693.512 -4.559.708<br />
2007 1.441.190 6.615.394 8.056.584 -5.174.204<br />
2008 2.029.759 8.199.689 10.229.448 -6.169.929<br />
2009 2.024.863 3.405.985 5.430.849 -1.381.122<br />
2010 3.042.957 7.644.782 10.687.739 -4.601.825<br />
2011 3.590.410 12.461.359 16.051.769 -8.870.949<br />
2012 9.992.688 11.964.613 21.957.301 -1.972.000<br />
Kaynak: T.C. Dışişleri Bakanlığı 27<br />
Nükleer programından dolayı BM kararlarıyla uygulanan yaptırımların İranlı<br />
turistler üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Ekonomik yaptırımlardan dolayı<br />
İran parası değer kaybetmiş, yurtdışı çıkışlarında İranlı vatandaşların yanlarında<br />
götürecekleri döviz miktarı sınırlandırılmıştır. 2013’te Hasan Ruhani’nin<br />
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle başta Batılı ülkelerle ikili ilişkileri normalleştirme<br />
<strong>ve</strong> İran’ın yalnızlaşmasını önleme politikaları önem kazanmıştır. Kasım<br />
2013’te P5+1 (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin <strong>ve</strong> Almanya) ile yaptığı geçici<br />
nükleer anlaşma çerçe<strong>ve</strong>sinde İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların<br />
yumuşatılmaya başlaması turizmi de olumlu etkilemeye başlamıştır.<br />
Başbakan Erdoğan iki ülkenin ekonomik ilişkilerindeki dengesizliğe dikkat<br />
çekmiş, Türkiye’nin rahatsızlığını dile getirmiştir. 28 Dengesizliğin arkasındaki<br />
en önemli etken, Türkiye’nin İran’a enerji kaynakları konusundaki bağımlı-<br />
27 Ümit Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013,<br />
Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473<br />
28 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />
90
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
lığıdır. Türkiye, İran’a makine, motorlu araç, demir-çelik ürünleri, elektrikli<br />
araçlar <strong>ve</strong> tütün ürünleri ihraç etmektedir. Türkiye’nin İran’a ihracatının<br />
%83’ünü sanayii, %13’ünü tarım <strong>ve</strong> %2’sini maden ürünleri oluşturmaktadır.<br />
29 İran’ın ise Türkiye’ye ihracatının %90’ını ham petrol <strong>ve</strong> doğal gaz oluşturmaktadır.<br />
30 Bu oranın yaklaşık %60’lık kısmını petrol, %40’lık kısmını da<br />
doğal gaz teşkil etmektedir. Dolayısıyla ticaret dengesi İran lehine gelişmektedir.<br />
2003’te İran’ın Türkiye’ye ihracatı 900 milyon dolar iken Türkiye’nin<br />
İran’a ihracatı sadece 100 milyon dolar civarındadır. 31 Türkiye’nin uyguladığı<br />
<strong>ve</strong>rgilerin yaklaşık %4’ten az olmasına rağmen İran, Türk sanayii ürünlerine<br />
%40’tan %100’e kadar yüksek <strong>ve</strong>rgi oranları uygulamıştır. 32<br />
Yıllar İranlı Turist Sayısı<br />
2000 380 866<br />
2001 327 146<br />
2002 432 282<br />
2003 494 809<br />
2004 628 726<br />
2005 956 978<br />
2006 865 926<br />
2007 1 058 278<br />
2008 1 134 965<br />
2009 1 383 261<br />
2010 1 885 097<br />
2011 1 879 209 (*)<br />
2012 1 186 343 (*)<br />
Tablo 2: Türkiye’ye Gelen İranlı Turist<br />
Sayısı<br />
Kaynak: Türkiye Seyahat Acentaları<br />
Birliği’nin Şubat 2010 tarihli İran Turizm<br />
Pazar Raporu <strong>ve</strong> T.C. Dışişleri<br />
Bakanlığı’ndan elde edilen <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />
düzenlenmiştir. 33<br />
(*)2011 yılında Türkiye’ye gelen İranlı turist sayısı<br />
1,5 milyona, 2012 yılında da 980 bine gerilemiştir.<br />
2013 yılında İranlı turist sayısının artarak 1 milyon<br />
seviyesine çıktığı, 2014 yılında 1,5 milyon hedefinin<br />
tekrar yakalanacağı beklenmektedir. 34<br />
29 “Turkey to Send Trade Mission to Iran,” Hürriyet Daily News, 14 Eylül 2002.<br />
30 “Turkey-Iran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi:<br />
5 Ağustos 2011, http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-withiran.en.mfa.<br />
31 “İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği,” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />
32 “Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade,” Hürriyet Daily News, 21 Şubat 2007.<br />
33 “İran Turizm Pazar Raporu,” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, (Şubat 2010); “Turkey-<br />
Iran Economic and Trade Relations,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011,<br />
http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-and-economic-relations-with-iran.en.mfa ; Ümit<br />
Yardım, “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16 Haziran 2013, Erişim tarihi:<br />
22 Temmuz 2013, http://tahran.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=187473<br />
34 “Turizmde İran Bayramı,” Milliyet, 4 Nisan 2014.<br />
91
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tablo 3: İran’la Ticari İlişkiler: İhracat-İthalat Miktarı (Bin dolar) <strong>ve</strong><br />
Toplam İhracat-İthalattaki Payı (%)<br />
Yıllar<br />
İran’a İhracat<br />
(Bin $)<br />
Toplam<br />
İhracattaki<br />
Payı (%)<br />
İran’dan<br />
İthalat<br />
(Bin $)<br />
Toplam<br />
İthalattaki Payı<br />
(%)<br />
1995 268 434 1,2 689 476 1,9<br />
1996 297 521 1,3 806 335 1,3<br />
1997 307 007 1,2 646 402 1,3<br />
1998 194 696 0,7 433 026 0,9<br />
1999 157 815 0,6 635 928 1,6<br />
2000 235 785 0,8 815 730 1,5<br />
2001 360 536 1,2 839 800 2,0<br />
2002 333 962 0,9 920 972 1,8<br />
2003 533 786 1,1 1 860 683 2,7<br />
2004 813 031 1,3 1 962 059 2,0<br />
2005 912 940 1,2 3 469 706 3,0<br />
2006 1 066 902 1,2 5 626 610 4,0<br />
2007 1 441 190 1,3 6 615 394 3,9<br />
2008 2 029 760 1,5 8 199 789 4,1<br />
2009 2 024 546 2,0 3 405 986 2,4<br />
2010 3 044 177 2,7 7 645 008 4,1<br />
2011 3 589 635 2,7 12 461 532 5,2<br />
2012 (*) 9 921 602 6,5 11 964 779 5,0<br />
2013 (*) 4 192 647 2,7 10 383 143 4,1<br />
2014 (*)<br />
Ocak-Şubat<br />
469 287 1,8 1 646 025 4,3<br />
Kaynak: TÜİK tarafından yayınlanan “İstatistik Göstergeler: 1923-2011”<br />
adlı rapordaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak düzenlenmiştir. 35<br />
(*) TÜİK tarafından yayınlanan Dış Ticaret İstatistiklerinden yararlanılarak düzenlenmiştir. 36<br />
35 “İstatistik Göstergeler: 1923-2011,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 22 Temmuz<br />
2013, www.tuik.gov.tr.<br />
36 “Dış Ticaret İstatistikleri,” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi: 17 Nisan 2014, http://<br />
www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046,<br />
92
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Tablo 4’te Türkiye’ye gelen ithal ürünlerin hangi ülkeden geldiği <strong>ve</strong> Tablo 5’te<br />
Türk ürünlerinin ihraç edildiği ülkeler incelendiğinde de Türkiye-İran arasındaki<br />
ticaret dengesizliği görülecektir. İran, Türkiye’nin mallarını ihraç ettiği<br />
başlıca ülkeler arasında olmamasına rağmen, Türkiye’nin ithal ettiği başlıca<br />
ülkeler listesinde yer almaktadır. Görüldüğü gibi İran’ın toplam ithalattaki<br />
oranı 2001 yılında %2 iken, 2012 yılında %5.1’e yükselmiştir. Tablo 4’te de<br />
görüldüğü gibi ekonomik krizin etkisiyle 2009 yılı hariç, 2001 yılından itibaren<br />
İran’ın Türkiye ekonomisindeki payı tedricen artmıştır.<br />
Tablo 4: Türkiye’nin İthalatındaki Başlıca Ülkelerin Toplam İthalattaki<br />
Payları (%)<br />
Rusya Almanya Fransa İtalya İran Çin<br />
2001 8,3 12,9 5,5 8,4 2 2,2<br />
2002 7,5 13,7 5,9 8,1 1,8 2,7<br />
2003 7,9 13,6 6 7,9 2,7 3,8<br />
2004 9,3 12,8 6,4 7 2 4,6<br />
2005 11,1 11,7 5 6,5 3 5,9<br />
2006 12,8 10,6 5,2 6,2 4 6,9<br />
2007 13,8 10,3 4,6 5,9 3,9 7,8<br />
2008 15,5 9,3 4,5 5,5 4,1 7,8<br />
2009 14 10 5 5,4 2,4 9<br />
2010 11,6 9,5 4,4 5,5 4,1 9,3<br />
2011 9,9 9,5 3,8 5,6 5,2 9<br />
2012 11,3 9 3,6 5,6 5,1 9<br />
2013 10 9,6 3,2 5,1 4,1 9,8<br />
Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret<br />
İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerinden düzenlenmiştir. 37<br />
37 International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap.org/tm_light/<br />
Country_SelProductCountry_TS.aspx.<br />
93
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tablo 5: Türk Mallarının İhraç Edildiği Başlıca Ülkelerin Toplam İhracattaki<br />
Payları (%)<br />
Rusya Almanya Fransa İtalya İran Çin<br />
2001 2,9 17,1 6 7,5 1,2 0,6<br />
2002 3,3 16,3 5,9 6,6 0,9 0,7<br />
2003 2,9 15,8 6 6,8 1,1 1,1<br />
2004 2,9 13,9 5,8 7,4 1,3 0,6<br />
2005 3,2 12,9 5,2 7,6 1,2 0,7<br />
2006 3,8 11,3 5,4 7,9 1,2 0,8<br />
2007 4,4 11,2 5,6 7 1,3 1<br />
2008 4,9 9,8 5 5,9 1,5 1,1<br />
2009 3,1 9,6 6,1 5,8 2 1,6<br />
2010 4,1 10,1 5,3 5,7 2,7 2<br />
2011 4,4 10,3 5 5,8 2,7 1,8<br />
2012 4,4 8,6 4,1 4,2 6,5 1,9<br />
2013 4,6 9,0 4,2 4,4 2,8 2,4<br />
Kaynak: Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret<br />
İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerinden yararlanılarak düzenlenmiştir. 38<br />
İran’ın ithal <strong>ve</strong> ihraç ettiği başlıca ülkeleri gösteren Grafik 1 <strong>ve</strong> 2’de de<br />
Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerindeki ticaret açığı görülmektedir. Son<br />
yıllarda İran’ın Türkiye’ye ihracatı artarken, Türkiye hala İran’ın ithal ettiği<br />
başlıca ülkeler listesinde değildir.<br />
38 A.g.e.<br />
94
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Grafik 1: 2001-2012 Yılları Arasında İran Ürünlerinin İhraç Edildiği<br />
Başlıca Ülkeler (Milyon Dolar) 39<br />
Grafik 2: 2001-2011 Yılları Arasında İran’a Gelen İthal Ürünlerin<br />
Kökeni (Milyon Dolar) 40<br />
39 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerden<br />
yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e.<br />
40 Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (International Trade Centre) Ticaret İstatistikleri <strong>ve</strong>rilerden<br />
yararlanılarak düzenlenmiştir, bkz. a.g.e.<br />
95
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Ekonomik İlişkilerin Gelişimine Katkı Yapan Faktörler<br />
2000’li yıllarda Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın gündemindeki ekonomik kaygılar, ikili<br />
ekonomik ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamıştır. Türkiye, İran mallarının<br />
Batı’ya ulaştırılmasında geçiş ülkesi <strong>ve</strong> İran’ın enerji ihraç ettiği önemli bir<br />
pazar konumundadır. 41 İran ise Türk mallarının Doğu’ya ulaştırılması noktasında<br />
önemli bir konumda yer almaktadır. Dönemin TBMM Dış İlişkiler<br />
Komisyon Başkanı Murat Mercan, Türkiye-İran ekonomilerinin birbirlerini<br />
birçok açıdan tamamladığını ifade etmiştir.<br />
Ekonomik ilişkilerin yakınlaşmasında Türkiye’nin 80’li yıllarda başlayan<br />
ekonomi eksenli dış politikasının 90’lı yıllarda kesintiye uğramasına rağmen,<br />
2000’li yıllarda yeniden uygulanmaya başlaması etkili olmuştur. BM Gü<strong>ve</strong>nlik<br />
Konseyi <strong>ve</strong> ABD’nin uyguladığı ekonomik yaptırımların İran ekonomisine<br />
olumsuz etkisi, Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ilişkilerine olumlu<br />
katkı sağlamıştır. Bu nedenle, yaptırımlardan kaynaklanan zorlukları en aza<br />
indirgemek, İran dış politikasının öncelikli hedeflerinden biri haline gelmiştir.<br />
2000’li yılların başında İran, yaptığı reformlarla özellikle koşu ülkelerle ekonomik<br />
ilişkileri geliştirme gayreti içerisine girmiştir.<br />
Türkiye’nin “Ticaret Devlet” Politikaları<br />
Türkiye’nin 1980’li yıllarda liberal politikalar takip etmeye başlamasıyla ekonominin<br />
dış politikadaki önemi artmıştır. Anadolu Kaplanları adıyla anılan<br />
Anadolu’da ihracat odaklı küçük ölçekli aile şirketlerinin kurulması <strong>ve</strong> artmasıyla<br />
süreç gelişmiştir. MÜSİAD’ın da aralarında bulunduğu dernekler kuran<br />
bu şirketler, Doğu’daki pazarlara ulaşmak için stratejiler geliştirmiştir. Türkiye,<br />
Körfez Savaşı’ndan sonraki bölgesel gelişmelerden dolayı 90’larda ekonomi<br />
odaklı dış politikasının yerine gü<strong>ve</strong>nlik odaklı bir dış politika izlemiştir.<br />
2000’li yıllarda ekonomi odaklı dış politikanın tekrar yükselişe geçmiştir.<br />
2001’deki kriz, Türk ekonomisini etkilediği kadar dış politikayı da etkilemiştir.<br />
Türkiye aynı yıl pazar ekonomisini <strong>ve</strong> minimum müdahaleyi öncelikli hale<br />
getiren istikrar programını uygulamaya koymuştur. Bu dönemde Kutlay’ın da<br />
41 Murat Mercan, “Turkish Foreign Policy and Iran,” Turkish Policy Quarterly 8, No. 4<br />
(Winter 2009/2010): 17.<br />
96
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
belirttiği gibi, daha önce devlet mekanizmasından dışlanan Anadolu Kaplanları,<br />
yurtdışında yatırım yapmaya teşvik edilmiştir. 42<br />
AKP’nin iktidara gelmesiyle ekonomi odaklı dış politika güçlenmiştir. AKP<br />
döneminde, denizaşırı ticaret müşavirlikleri kadrosu ikiye katlanarak 250’ye,<br />
yabancı heyetlerin sayısı ise 100’e ulaşmıştır. 43 Dönemin Dış ticaretten sorumlu<br />
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da ticaret müşavirlerinin özel sektörün<br />
eli, kolu, gözü gibi hareket edeceğini vurgulamıştır. 44 Bu yaklaşım, iş çevresiyle<br />
devletin artan etkileşimini göstermektedir. Gümüşçü <strong>ve</strong> Sert’e göre,<br />
AKP makro-ekonomik istikrarı, ekonomik büyümeyi <strong>ve</strong> özel yatırımı teşvik<br />
eden iş dünyasının partisidir. 45 Daha önceki iktidarlara oranla AKP’nin özel<br />
sektöre çok daha hoşnut davranması, TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi),<br />
TOBB (Türkiye Odalar <strong>ve</strong> Borsalar Birliği), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler<br />
Kurulu), MÜSİAD (Müstakil Sanayiciler <strong>ve</strong> İş Adamları Derneği), TUSKON<br />
(Türkiye İş Adamları <strong>ve</strong> Sanayiciler Konfederasyonu) <strong>ve</strong> ASKON (Anadolu<br />
Aslanları İş Adamları Derneği) gibi ulusal ölçekteki derneklerin çatısı altında<br />
toplanan küçük <strong>ve</strong> <strong>orta</strong> ölçekli iş çevrelerinin sempatisini kazanmasına zemin<br />
hazırlamıştır. Bu dernekler İran dâhil olmak üzere Türkiye’nin komşu<br />
ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yakınlaşma sürecine katkı sağlamış, 46 AKP dış<br />
politikasıyla uyumlu olan Türkiye’nin Orta Doğu coğrafyasında istikrarı karşılıklı<br />
ekonomik bağımlılık aracılığıyla sağlama girişimine <strong>ve</strong> yeni pazarlara<br />
ulaşmak amacıyla geliştirilen “sıfır sorun, komşularla engelsiz ticaret” politikasını<br />
desteklemiştir. Kutlay, “Türk iş çevresi seçkinlerinin komşu ülkelerdeki<br />
ekonomik <strong>ve</strong> finansal fırsatları değerlendirmeye başladıklarını <strong>ve</strong> kendi çıkarları<br />
uğruna hükümetin bölgeyi istikrarlaştırma çabalarına destek <strong>ve</strong>rdiğini”<br />
42 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign Policy”: A<br />
Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No.1 (2011).<br />
43 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />
Perspecti<strong>ve</strong>,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />
2011): 123.<br />
44 “Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak,” Dünya Gazetesi, 25 Nisan 2011.<br />
45 Şebnem Gümüşçü <strong>ve</strong> Deniz Sert, “The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of<br />
the Justice and De<strong>ve</strong>lopment Party in Turkey,” Middle Eastern Studies 45, No. 6 (No<strong>ve</strong>mber<br />
2009): 965.<br />
46 Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, AKP döneminde komşularla ticaretimizin 7 kat arttığını<br />
söylemiştir. Sefa Özkaya, “Protokolde Sıradışı Anlar,” Milliyet, 17 Eylül 2010.<br />
97
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
savunmaktadır. 47 Bu bağlamda, yukarıda bahsedilen kurumlar, Türk dış politikasında<br />
önemli aktör haline gelmiş <strong>ve</strong> Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinin<br />
gelişmesine katkı sağlamıştır. Örneğin, 2011’de farklı sektörlerden 60 MÜ-<br />
SİAD üyesi, yatırım fırsatlarını değerlendirmek için İran’ı ziyaret etmiştir. 48<br />
TÜSİAD Başkan Yardımcısı Haluk Dinçer, ABD’nin Türkiye-İran ekonomik<br />
ilişkilerinin gelişimine dair eleştirilerine yanıt olarak İran’ın Türkiye’nin doğal<br />
ticaret <strong>orta</strong>ğı olduğunu vurgulamıştır. 49<br />
AKP ile iş çevrelerinin ilişkisini <strong>ve</strong> AKP’nin ekonomi odaklı dış politikasını<br />
göz önünde tutan Kirişçi, Türkiye’yi Rosecrance’ın terimiyle “ticaret devleti”<br />
olarak nitelendirmiştir. 50 Rosecrance’a göre, dünya siyasi <strong>ve</strong> askeri bir sistemden<br />
karşılıklı ekonomik bağımlılığın yaşandığı “ticaret dünyasına” doğru<br />
evrilmektedir. 51 Bu sistem de askeri yeterliliklerini vurgulayan <strong>ve</strong> güç için<br />
mücadele eden ülkeler yerine, işbirliği yapan ülkeler lehinedir. Dolayısıyla<br />
bu sistem, komşularla sorunları ticaret <strong>ve</strong> yatırımı teşvik ederek çözümlemeyi<br />
tercih edilir kılmaktadır. 52 Rosecrance’ın bu görüşüne dayanarak, Kirişçi<br />
Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüştüğünü savunmaktadır. 2002 yılında<br />
Milli Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nin Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerini<br />
geliştirmesini desteklediğini duyurması da, bu sürecin başlangıcına denk gelmektedir.<br />
53 AKP’nin “sıfır sorun” politikası <strong>ve</strong> karşılıklı ekonomik bağımlılığa<br />
yaptığı göndermeler ticaret devletinin dış politikasıyla uyumlu olup, İran<br />
dâhil Türkiye’nin komşularıyla ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlamıştır.<br />
47 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A<br />
Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011): 71.<br />
48 “MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.<br />
musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985.<br />
49 Murat Sabuncu, “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz,” Patronlar Dünyası, 23 Eylül<br />
2010, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD-<br />
%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370.<br />
50 Kemal Kirişçi, “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading<br />
State,” New Perspecti<strong>ve</strong>s on Turkey No. 49 (2009): 39.<br />
51 Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern<br />
World (New York: Basic Books, 1986), 40.<br />
52 Richard Rosecrance, The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the Coming State<br />
(New York, Basic Books, 1999).<br />
53 “MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim,” Hürriyet, 1 Şubat 2002<br />
98
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Türkiye-İran ziyaretlerine iş adamlarının katılımı da ekonomik ilişkilere<br />
olumlu katkı sağlamıştır. Kirişçi’nin de belirttiği gibi, günümüzde Türk Dışişleri<br />
Bakanlığı kurumsal olarak çok daha fazla iş dünyasıyla işbirliği yapmakta,<br />
bu da iş çevrelerinin dış politika yapım sürecindeki etkisini artırmaktadır.<br />
Dolayısıyla 2000’li yıllarda iş adamlarının Türk diplomasisinin gerçekten<br />
eli, kolu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 54 2000’li yıllarda Türk iş<br />
adamlarının İran’a yapılan resmi ziyaretlerin neredeyse hepsine katıldıkları<br />
görülmektedir. Bu ziyaretlerde ikili ekonomik ilişkileri geliştirici adımlar<br />
atılmıştır. Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşad Tüzmen’le birlikte İran’ı<br />
ziyaret eden 120 iş adamı, İranlı meslektaşlarıyla Türk-İran İş Konseyi’nin<br />
kurulması konusunda mutabakata varmıştır. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu<br />
(DEİK) ile İran Ticaret, Sanayi <strong>ve</strong> Maden Odası da iki ülke arasında işbirliği<br />
olanağı yaratmak amacıyla iş konseyi kurmaya karar <strong>ve</strong>rmiştir. 55 Bu konsey<br />
dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in İran ziyaretinde ilk toplantısını<br />
gerçekleştirmiş, sonraki yıllarda Ortak Ekonomi Komisyonu toplantıları<br />
ekonomik anlaşmaların müzakere sürecine de zemin hazırlamıştır.<br />
İran’a Ekonomik Yaptırımlar<br />
BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi <strong>ve</strong> ABD tarafından İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar<br />
İran’ı yeni ticaret <strong>orta</strong>kları bulma noktasında arayışa itmiştir. 56 Böylesi<br />
bir <strong>orta</strong>mda, yaptırımlara karşı olduğunu bildiren Türkiye, İran açısından<br />
gü<strong>ve</strong>nilir bir ekonomik <strong>orta</strong>k olarak öne çıkmıştır. Türkiye, BM’nin almış<br />
olduğu kararlara uymasına rağmen, ABD’nin tek taraflı yaptırımlarına karşı<br />
çıkmıştır. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin BM kararlarına uyacağını,<br />
ancak ülkelerin bireysel olarak daha fazla yaptırım taleplerine uyma<br />
zorunluluğu olmadığını belirtmiştir. 57 TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı<br />
54 Mustafa Kutlay, “Economy as the Practical Hand of ‘New Turkish Foreign Policy’: A<br />
Political Economy Explanation,” Insight Turkey 13, No. 1 (2011).<br />
55 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik.org.tr/pages/<br />
TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80.<br />
56 ABD’nin İran’a yaptırımları 1980 yılında rehine krizinden sonra başlamış, 1996 yılında<br />
İran-Libya Yaptırımlar Kararı ile devam etmiş, 2001 yılında da İran Yaptırımlar Kararı adı<br />
altında genişletilerek devam etmiştir. BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi de 2006 yılından itibaren 1696,<br />
1737, 1747, 1803 <strong>ve</strong> 1929 nolu kararlar ile İran’a ekonomik yaptırımlar kararı almıştır.<br />
57 Roula Khalaf <strong>ve</strong> Delphine Strauss, “Turkey Throws Sanctions Lifeline to Iran,” Financial<br />
Times, 25 Temmuz 2010.<br />
99
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Volkan Bozkır da ABD’nin politikalarını eleştirerek Ankara’yı uyarırken dikkatli<br />
olması gerektiğini vurgulamış, Türkiye’nin sadece BM kararlarına uyma<br />
zorunluluğu olduğunu hatırlatmıştır. 58 Dolayısıyla, tek taraflı ekonomik yaptırımları<br />
reddeden Türkiye, İran için gü<strong>ve</strong>nilir bir <strong>orta</strong>k olarak görülmüştür.<br />
ABD, Türkiye’nin İran’la ekonomik ilişkilerinin gelişmesine eleştirel yaklaşmış<br />
<strong>ve</strong> 2006 yılından bu yana İran’la iş yapan Türk bankalarına yönelik<br />
yaptırımların olabileceğine dair Ankara’yı uyarmıştır. 59 Nitekim 2008 yılının<br />
Ocak ayının sonunda, ABD Maliye Bakanlığı, İran Havacılık <strong>ve</strong> Uzay Sanayii<br />
Kurumu’na mal <strong>ve</strong> hizmet sağladığı gerekçesiyle iki Türk vatandaşı <strong>ve</strong><br />
üç Türk firmasıyla yapılan işlemleri bloke etmiştir. Türk bankalarıyla ilgili<br />
ABD’den gelen uyarılara cevaben ise Başbakan Yardımcısı <strong>ve</strong> Devlet Bakanı<br />
Ali Babacan, Türk şirketleri <strong>ve</strong> bankalarının İran şirketleriyle ticaret yapmakta<br />
serbest olduğunu ifade etmiştir. 60 Dönemin Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan<br />
da ABD’nin almış olduğu kararların sadece kendisini bağladığını ifade ederek<br />
dünya ticaretinin yüzde 23’ünün komşu ülkeler arasında yapıldığına dikkat<br />
çekmiş <strong>ve</strong> iyi komşuluk ilişkileri olan Türkiye <strong>ve</strong> İran arasındaki ticaretin kaçınılmaz<br />
olduğuna vurgu yapmıştır. 61 Zafer Çağlayan, ABD’nin Türkiye’nin<br />
İran’la ticari ilişkilerini devam ettirerek BM ekonomik yaptırımlarını ihlal ettiği<br />
şeklindeki suçlamasını da reddetmiştir. Çağlayan, 2009 yılında Türkiye’nin<br />
İran’a toplam ihracatının sadece 3 milyar dolar iken, İran’ın toplam ithalat<br />
değerinin 68 milyar dolar olduğunu, kalan miktarın büyük bir bölümünün ise<br />
ABD <strong>ve</strong> Avrupalı şirketlere ait olduğunu belirtmiş <strong>ve</strong> Türkiye’nin BM’nin<br />
İran’a karşı ekonomik yaptırımlarını ihlal etmediğini savunmuştur. 62 Sonuç<br />
olarak, Türkiye’nin ekonomik yaptırımlara karşı geliştirdiği bağımsız dış politika,<br />
Türkiye-İran ekonomik ilişkilerine olumlu katkı yapmıştır.<br />
58 “Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington,” Fars Haber Ajansı, 28 Eylül 2011.<br />
59 “ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı,” Hürriyet, 22 Mayıs<br />
2006.<br />
60 “Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran,” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül 2010.<br />
61 “Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms,” Hurriyet Daily News, 8<br />
Şubat 2011.<br />
62 “US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister,” Dünya Times, 22 Eylül<br />
2010, Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011, http://www.dunyatimes.com/en/?p=5263.<br />
100
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
İran’daki Ekonomik Reformlar<br />
Ekonomik büyümeyi desteklemek için doğrudan yabancı yatırımı teşvik etmeye<br />
çalışan İran, önemli ekonomik düzenlemeler yapmıştır. İran’da, Yabancı<br />
Yatırımı Teşvik <strong>ve</strong> Koruma Kanunu 1950 yılından beri yürürlükte olmasına<br />
rağmen yabancı yatırıma yönelik hukuki <strong>ve</strong> töresel engeller devam etmiştir.<br />
İran Anayasasının 81. Maddesi ticaret, sanayii, tarım, madencilik <strong>ve</strong> hizmet<br />
sektörlerinde yabancı şirket <strong>ve</strong> kurumların kurulmasını yasaklamıştır. Aynı<br />
zamanda İran, yabancı yatırımlara genellikle şüpheyle yaklaşmıştır. Hatemi<br />
yönetimi, yabancı yatırımların önündeki bu hukuki engelleri kaldırmak için<br />
çalışmalar başlatmıştır. Ancak bu hukuki mücadele, Anayasa Koruyucular<br />
Konseyi’nin müdahaleleriyle arzu edilen ölçüde başarıya ulaşamamıştır. Yine<br />
de gözden geçirilmiş olan Yabancı Yatırımı Teşvik <strong>ve</strong> Koruma yasası 2002<br />
yılında yürürlüğe girmiştir. 63 Söz konusu hukuki sorunlara rağmen, İran’daki<br />
yabancı yatırım 2007 yılında 700 milyon dolardan 2009 yılında 3 trilyon dolara<br />
yükselmiştir. 64 2010 yılında İran Yatırımlar, Ekonomik <strong>ve</strong> Teknik Yardımlar<br />
Kurumu Başkanı Behruz Alişiri’nin de belirttiği gibi önceki yıllara oranla<br />
İran, yabancı yatırımı cezbetme oranının en yüksek seviyesine ulaşmıştır. 65<br />
İran’ın yabancı yatırımları artırma girişimleri, Türkiye tarafından da dikkatle<br />
takip edilmiştir. Ocak 2003’te dönemin Gümrük <strong>ve</strong> Dış Ticaret Bakanı Kürşad<br />
Tüzmen ekonomik ilişkilere katkı sağlayacak yeni fırsatları değerlendirmek<br />
için Tahran’ı ziyaret etmiştir. Sonrasında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah<br />
Gül de bölgesel istikrarı iyileştirmek için İran’la daha iyi ekonomik <strong>ve</strong> siyasi<br />
ilişkiler kurulması gerektiğini vurgulamıştır. 66 Ekim 2003’te Tüzmen’in<br />
yaklaşık 300 işadamıyla birlikte İran’a gerçekleştirdiği ziyaret sonucunda 200<br />
milyon dolarlık anlaşma imzalanmıştır. 67 Dönemin MÜSİAD Başkan Yar-<br />
63 “İran Ülke Bülteni,” Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Ocak 2011, Erişim tarihi: 12 Nisan<br />
2011; Reza Molavi, Oil and Gas Privatisation in Iran (UK: Ithaca Press, 2009), 145.<br />
64 Yusuf Türkoğlu, “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği Alanları,”<br />
Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010): 75.<br />
65 “Iran Foreign In<strong>ve</strong>stment Hits Record,” Press TV, 12 Haziran 2011.<br />
66 “Suriye <strong>ve</strong> İran’la İşbirliği Yapacağız,” NTV, 26 Nisan 2003.<br />
67 “Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı,” Milliyet, 3 Ekim<br />
2003.<br />
101
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
dımcısı Ömer Bolat da Türk firmalarının İran’da 45 milyon dolar değerinde<br />
yatırım yaptıklarını <strong>ve</strong> gelecek yatırımlar için İran’dan teşvik beklediklerini<br />
açıklamıştır. 68 2004’te Türkiye, İran’a doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında<br />
üçüncü sıraya yükselmiştir. 69 Ancak Türkiye’nin İran’daki yatırımlarında<br />
yaşanan sorunlar göze çarpmaktadır. Örneğin 2004’te İran parlamentosu, iki<br />
ülkenin 1996’da yatırım anlaşması imzalamasına rağmen Turkcell’in GSM<br />
operatörü kurmasını <strong>ve</strong> TAV şirketinin İmam Humeyni Havaalanı’nı inşa etmesini<br />
engellemiştir.<br />
Türkiye <strong>ve</strong> İran’ı cezbeden bir diğer yatırım alanı da enerji sektörü olmuştur.<br />
Ancak bu alanda yatırım imkânları pek kolay olmamış, iki ülkenin görünürde<br />
olumlu yaklaşımları başarısız olmuştur. ABD’nin İran enerji sektöründeki yatırımlara<br />
karşı olmasına rağmen, 70 dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler, 2007<br />
yılında İran Petrol Bakanı Veziri Hamaney ile mutabakat anlaşması imzalamıştır.<br />
Bu anlaşmayla, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın İran’ın Güney<br />
Pars bölgesinde doğalgaz üretmesine karar <strong>ve</strong>rilmiştir. 71 Türkiye’nin İran’a<br />
Güney Pars bölgesindeki üretimi geliştirmede yardım etmesi karşılığında<br />
doğalgazın bir miktarının Türkiye’de kullanılması, diğer kalanının da Türkiye<br />
üzerinden Avrupa’ya gönderilmesine karar <strong>ve</strong>rilmiştir. Ayrıca İran-Türkiye<br />
arasında doğalgaz boru hattı inşaatı için anlaşma imzalanmıştır. 72 Ancak bu<br />
anlaşmalar hayata geçirilememiş, Türkiye’nin Güney Pars bölgesindeki yatırım<br />
projeleri sonuçsuz kalmıştır.<br />
Tüm zorluklara <strong>ve</strong> başarısızlıklara rağmen Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın karşılıklı yatırım<br />
fırsatlarını değerlendirme konusundaki he<strong>ve</strong>sleri devam etmiştir. 2010<br />
yılının Mayıs ayında dönemin Tarım Bakanı Mehdi Eker, Türk girişimcilerin<br />
İran’da 680 milyon dolar yatırım yaptığını açıklamıştır. 73 İran Ticaret Merkezi<br />
68 “Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu,” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003.<br />
69 Hürriyet, 29 Temmuz 2004.<br />
70 “US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternati<strong>ve</strong>,” Today’s Zaman, 24 Eylül<br />
2007.<br />
71 “Iran, Turkey to Discuss Gas Project,” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008.<br />
72 “Iran Sets Turkish Pipeline Project,” The Wall Street Journal, 24 Temmuz 2010.<br />
73 “Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım,” Patronlar Dünyası, 15 Mayıs 2010,<br />
Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http://www.patronlardunyasi.com/haber/Turkiye-den-Iran-a-680-<br />
Milyon-Dolarlik-yatirim/83917.<br />
102
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
de Türkiye üzerine bir kitapçık hazırladıklarını duyurarak İran firmalarını<br />
Türkiye’de yatırım yapmaya teşvik etmiştir. 74 Türk-İran Stratejik İşbirliği<br />
Merkezi Başkanı Macid Gasemi de İran’ın Türk yatırımcılarına ucuz enerji<br />
temin edeceğini <strong>ve</strong> 15 yıllık yatırımlar için <strong>ve</strong>rgi uygulamayacağını duyurmuştur.<br />
75 Akabinde MÜSİAD da üyelerini İran’da yatırım yapmaya teşvik<br />
etmiştir. 76 Sonuç olarak İran’da doğrudan yatırım yapmak isteyen Türkiye<br />
engellerle karşılaşmasına rağmen, doğrudan yatırımı desteklemeye devam etmiştir.<br />
Türkiye’nin 2000’li yıllar takip ettiği politikalar ikili ekonomik ilişkilere<br />
olumlu yansımıştır.<br />
Türkiye’nin Enerji İhtiyacı <strong>ve</strong> İran’ın Pazar Arayışı<br />
Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde enerjinin rolü oldukça büyüktür.<br />
Türkiye’nin enerji bağımlılığından dolayı iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğinin<br />
ana sebeplerinden biri olan enerji, İran’ın enerji kaynaklarına ulaşım<br />
gereksiniminden dolayı ikili ekonomik ilişkileri pekiştiren bir unsur olarak<br />
da rol oynamaktadır. İran, Rusya’dan sonra dünyanın ikinci doğalgaz rezervine,<br />
Suudi Arabistan <strong>ve</strong> Kanada’dan sonra da dünyanın en büyük üçüncü<br />
petrol rezervine sahiptir. Dolayısıyla, enerji yoksunu Türkiye’nin doğalgaz<br />
ihtiyacının %98’ini <strong>ve</strong> petrol ihtiyacının yaklaşık %90’ını ithal ettiği gerçeği<br />
dikkate alınacak olursa 77 İran ile arasındaki ekonomik ilişkilerin önemi daha<br />
iyi anlaşılacaktır. 78<br />
Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı giderek artmakta <strong>ve</strong> bu artış ithalata yansımaktadır.<br />
Türkiye’nin enerjide tek kaynağa bağımlılığı kırmak <strong>ve</strong> enerji kaynaklarını<br />
çeşitlendirmek arzusu, bu alanda İran’la korumak istediği istikrarlı<br />
ilişkiyi anlaşılır kılmaktadır. Grafik 4’te görüldüğü gibi Türkiye’nin İran’dan<br />
74 “İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabi,” Hürriyet, 15 Eylül 2011.<br />
75 “İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok,” Hürriyet, 11 Temmuz 2011.<br />
76 “The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase In<strong>ve</strong>stment in Iran,” Iran Chamber<br />
of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011, Erişim tarihi: 5 Eylül 2011, http://<br />
en.iccim.ir/index.php?option=com_content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkishmusiad-association-to-increase-in<strong>ve</strong>stment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53.<br />
77 “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı,<br />
Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />
78 A.g.e.<br />
103
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
doğalgaz ithalatı son yıllarda artmıştır. 2004-2010 yılları arasında 5 kat<br />
artarak 2,5 milyar $ seviyesine ulaşmıştır. Sonuç olarak Türkiye’nin toplam<br />
doğalgaz ithalatında İran’ın payı, 2004 yılında yüzde 12’den 2010’da yüzde<br />
18’e, 2011’de ise %19’a yükselmiştir. 79<br />
Grafik 3: 1995-2011 Yılları Arasında Doğalgaz Tüketimi (Milyar sm 3 )<br />
Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />
düzenlenmiştir. 80<br />
79 Esra Eruysal, “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to 2010: A Turkish<br />
Perspecti<strong>ve</strong>,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık<br />
2011), 135; “Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı,<br />
Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />
80 “Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu,” Doğal Gaz Piyasası Dairesi Başkanlığı, Enerji Piyasası<br />
Denetleme Kurulu, (Ankara 2013).<br />
104
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Grafik 4: Tedarikçilere Göre, Doğalgaz İthalat Miktarları (%)<br />
Kaynak: Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu’ndaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />
düzenlenmiştir. 81<br />
Doğalgaz kadar, petrolün de Türkiye-İran ekonomik ilişkilerinde önemli bir<br />
yeri vardır. Türkiye, petrol ihtiyacının neredeyse yüzde 90’ını dışarıdan karşılamaktadır.<br />
Dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, Türkiye’nin<br />
petrol ithalatına olan bağımlılığı yüzünden İran’la iyi ilişkiler kurmasının gerekli<br />
olduğunu ifade etmiştir. 82 Grafik 5’te de görüldüğü gibi, İran son yıllarda<br />
Türkiye’nin petrol tedarik ettiği ülkelerin başında gelmektedir. 2011 yılında<br />
ise İran, Türkiye’nin geleneksel olarak petrol ithalatında birinci sırada yer<br />
alan Rusya’nın yerini almıştır.<br />
81 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov.<br />
tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860.<br />
82 Robert Olson, The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From World War I to<br />
1998 (USA: Mazda Publishers, 1998), 58.<br />
105
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Grafik 5: İlk Yedi Tedarikçisinden Türkiye’nin İthal Ettiği Petrol<br />
Miktarı (%)<br />
Kaynak: Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’nun 2005-2012 Yılları arasında<br />
yayınlanmış olan yıllık Petrol Piyasası Sektör Raporlarındaki <strong>ve</strong>rilerden yararlanılarak<br />
düzenlenmiştir. 83<br />
İstatistiki <strong>ve</strong>rilerden de anlaşıldığı üzere, Türkiye’nin artan enerji ihtiyacı <strong>ve</strong><br />
İran’ın sahip olduğu enerji zenginliği iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği<br />
için zemin hazırlamaktadır.<br />
Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği enerji kaynakları miktarının giderek artmasına<br />
rağmen, enerji alış<strong>ve</strong>rişi sorunsuz değildir. İki ülke arasındaki özellikle<br />
doğalgazın miktarı <strong>ve</strong> ücreti konusunda anlaşmazlıklar gündeme gelmektedir.<br />
2002, 2003 <strong>ve</strong> 2004 yıllarında ücret konusundaki anlaşmazlıklardan, 2005’te<br />
teknik problemlerden, 2006’da soğuk hava şartlarından, 2007’de PKK/KCK<br />
<strong>ve</strong> PJAK’ın saldırıları nedeniyle sınırın her iki tarafında gerçekleşen patlamalardan<br />
<strong>ve</strong> 2008’de Türkmenistan’dan İran’a gaz kesintisinden dolayı İran’dan<br />
Türkiye’ye doğalgaz akışı kesintiye uğramıştır. 84<br />
83 Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://www.epdk.gov.<br />
tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=860.<br />
84 Elin Kinnander, “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful, Commerci-<br />
106
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Türkiye-İran arasında enerji odaklı ekonomik ilişkilere sadece Türkiye’nin<br />
İran için iyi bir pazar olduğu penceresinden bakmamak gerekir. Türkiye aynı<br />
zamanda, İran için Avrupa pazarına ulaşımda avantajlı bir güzergâhta bulunmaktadır.<br />
Bu bağlamda dönemin TBMM Komisyon Başkanı Mahmut Mücahit<br />
Fındıklı, İran’ın enerji politikamızdaki önemini görmezden gelmenin<br />
ya da reddetmenin haklı bir gerekçesi olmadığını ifade etmiş, İran’a sadece<br />
Türkiye’nin enerji gü<strong>ve</strong>nliği için değil, Avrupa’nın enerji gü<strong>ve</strong>nliği için de ihtiyaç<br />
duyulduğunu belirtmiştir. 85 Enerji <strong>ve</strong> Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız<br />
da İranlı büyükelçilerle yaptığı görüşmede İran doğal gazının Avrupa’ya<br />
taşınmasına destek <strong>ve</strong>rdiklerini yinelemiştir. 86 Türkiye, doğunun kaynaklarını<br />
batıya ulaştıran transit bir ülke olma arzusuyla bölgesinde enerji üssü olma yolunda<br />
ilerlemektedir. Dolayısıyla, İran açısından Türkiye, Avrupa pazarlarına<br />
ulaşımında önemli bir güzergâhtır. Nitekim Temmuz 2007’de Türkiye <strong>ve</strong> İran,<br />
İran gazını Avrupa’ya taşıma amacıyla doğalgaz boru hattı inşası konusunda<br />
mutabakat anlaşması imzalamıştır. 87<br />
Ekonomik İlişkilerin Gelişmesini Engelleyen Faktörler<br />
Tarihsel arka planda görüldüğü üzere Türkiye-İran arasında ekonomik ilişkiler<br />
hiçbir zaman tamamen kesilmemiş, istenilen seviyede olmasa da devam<br />
etmiştir. 2000’li yıllarda Türkiye-İran ilişkilerindeki yakınlaşma süreci ekonomik<br />
ilişkilere de olumlu yansımış, iki ülkenin yetkilileri potansiyel siyasi<br />
sorunları ekonomik işbirliği ile aşma yönünde temennide bulunmuştur. Ancak<br />
tüm bu olumlu tabloya rağmen, Türkiye <strong>ve</strong> İran tam bir ekonomik işbirliği<br />
geliştirememiş <strong>ve</strong> birbirlerinin ekonomik potansiyellerinden tam anlamıyla<br />
ally Problematic,” Oxford Institute for Energy Studies No. 38 (Ocak 2010): 9-11; Yelda Ataç<br />
“İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi,” Hürriyet 2006; Gülçin Üstün “İran<br />
Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Gü<strong>ve</strong>niyor,” Milliyet, 4 Ocak 2007; “İran Doğalgazı Kesti,”<br />
Hürriyet, 7 Ocak 2008; Ser<strong>ve</strong>t Yanatma, “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor,” Zaman, 9<br />
Şubat 2008.<br />
85 “Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties,” Fars Haber Ajansı, 23<br />
Ağustos 2011.<br />
86 “Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline,” Fars News Agency, 28 Eylül<br />
2011.<br />
87 “Iran, Turkey near $5.5 billion Gas Deal,” Press TV, 24 Mart 2010.<br />
107
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
yararlanamamıştır. 88 Öncelikli neden iki ülke arasındaki ticaret dengesizliğidir.<br />
Bir diğer neden ise daha yapısal bir sorun olan iki ülke arasında devam<br />
eden bölgesel rekabettir. Bu rekabet, 2003 Irak Savaşı ile başlayan <strong>ve</strong> “Arap<br />
Baharı” süreciyle devam eden Orta Doğu’nun yeniden yapılanma sürecinde<br />
daha da ön plana çıkmıştır.<br />
Türkiye-İran bölgesel rekabeti, Türkiye’nin enerji koridoru olma arzusundan<br />
dolayı enerji güzergâhını kontrol etme konusunda da yaşanmaktadır.<br />
Moradi’nin de savunduğu gibi boru hatları, hem ekonomik olmalı, hem de<br />
siyasi çıkarları karşılamalıdır. Petrol şirketleri pazarlara ulaşan en ucuz yolları<br />
tercih ederken, diğer aktörler kendi çıkarları doğrultusunda tercih ettikleri<br />
alternatifleri hayata geçirmek istemektedir. 89 Dolayısıyla, aslında temel sorun<br />
devletlerin jeostratejik çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü transit ülke<br />
sadece para girişiyle maddi bir kazanç sağlamayacak, aynı zamanda bölgesel<br />
gücünü de artıracaktır. Dolayısıyla boru hatları konusu, sadece bölge ülkelerinin<br />
değil, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin de çıkarlarını doğrudan<br />
etkilediğinden uluslararası bir mesele haline gelmiştir.<br />
Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya doğal kaynaklarının Avrupa’ya taşınması konusunda<br />
Rusya <strong>ve</strong> ABD’nin karşı bloklarda yer aldığı bir gerçektir. Rusya, doğal kaynakların<br />
kendi toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılmasını desteklerken,<br />
ABD ise güzergah yollarını kontrolünde tutmak <strong>ve</strong> İran’ı boru hattı<br />
projelerinden uzak tutmak istemektedir. 90 Bu açıdan, Türkiye <strong>ve</strong> İran bölgenin<br />
enerji kaynaklarının güzergâhı konusunda jeopolitik bir rekabet içerisindedir.<br />
91 Türkiye enerji koridoru olmaya çabalarken İran, Türkiye’nin bu çabasını<br />
çıkarlarına aykırı görmektedir. 92<br />
88 Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu tarafından hazırlanan “İran Ekonomisi: Algılar, Koşullar <strong>ve</strong><br />
İmkanlar” adlı raporda Almanya <strong>ve</strong> Fransa’nın ekonomik büyüklükleri <strong>ve</strong> ticaret hacimleriyle<br />
kıyaslandığında Türkiye-İran arasındaki ticaret hacminin 31 milyar dolara ulaşmış olması<br />
gerektiğine dikkat çekilmiştir.<br />
89 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion<br />
Papers, No. 10, (January 2006), 176.<br />
90 “Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation,’” Hürriyet Daily News, 20 Ocak<br />
1998.<br />
نیرتکد“ Mottaki) (Manoucher Mohammadi and Ibrahim یقتم میهاربا ،یدمحم رهچونم 91<br />
Policy), (Constructi<strong>ve</strong> Doctrine in Iranian Foreign ” ک یجراخ تسایس رد هدنزاس لماعت<br />
4). No. (2006, هرامش Yas), 4 1385 Strategic)ای Journal of یدربهار همانلصف<br />
Turkey), (Strategic Cooperation between Iran and ”رت و ناریا یراکمه یژتارتسا“ 92<br />
Parlia- (The Report of the Research Commission of Iranian مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرم<br />
108
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
İran’ın Türkiye üzerinden geçecek boru hattı projelerine karşı çıkmasının<br />
temelinde iki görüş vardır. Buna göre Tahran, Türkiye toprakları üzerinde inşa<br />
edilen <strong>ve</strong>ya edilecek olan boru hatlarının ekonomik açıdan uygun olmadığını<br />
iddia etmekte, 93 Orta Asya <strong>ve</strong> Kafkasya kaynaklarının dünya pazarlarına<br />
ulaşımında en kısa <strong>ve</strong> en gü<strong>ve</strong>nli yolun İran üzerinden olduğunu savunmaktadır.<br />
94 İkincisi, ABD’nin Türkiye’nin dahil olduğu boru hattı projelerine destek<br />
<strong>ve</strong>rmesinin “eşitsiz” bir rekabet <strong>orta</strong>mı yarattığına inanmaktadır. 95 İran bakış<br />
açısına göre, özel şirketler İran yolunun daha ucuz olduğunu bilmelerine rağmen<br />
ABD yaptırımlarından dolayı sorun yaratabilecek bir konuda risk almak<br />
istememektedir. 96 Sonuç olarak Tahran’da Türkiye’nin ABD tarafından desteklendiği<br />
<strong>ve</strong> bu durumun İran’ın bölgesel çıkarlarıyla uyumlu olmadığı yönündeki<br />
algı güçlenmektedir.<br />
2012 yılında İran’a yaptırımların genişletilmesiyle İran gazının Avrupa pazarlarına<br />
satışı durmuştur. Bu gelişmeler ışığında İran üzerinden geçecek boru<br />
hattı projelerinin hayata geçirilme olasılığı düşük olsa da İran’ın enerji üssü<br />
olma gayreti devam etmektedir. İran’ın enerji politikalarında Türkiye’yi ilgilendiren<br />
iki önemli unsur vardır. Birincisi İran, boru hatları konusunda Türkiye<br />
ile işbirliği yapma arzusudur. İkinci olarak ise Türkiye’yi saf dışı bırakıp<br />
kendisinin başat rol oynadığı projeleri hayata geçirme çabasıdır. Bu bağlamda<br />
İran, Rusya <strong>ve</strong> Çin’le işbirliği arayışında olup, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya<br />
تاعلاطم :رتفد ،1389 هام نمهب10635 ment), :260 1389<br />
(Şubat 2010), 48, erişim tarihi 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826<br />
93 “Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible,” Hürriyet Daily News,<br />
4 Ağustos 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos 2011, http://www.<br />
atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html; Fiona Hill, “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy<br />
Networks,” The Future of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin <strong>ve</strong> Dimitris<br />
Keridis (Cambridge and London: The MIT Press, 2004), 232.<br />
94 Enayatollah Yazdani, “Competition o<strong>ve</strong>r the Caspian Oil Routes: Oilers and Gamers Perspecti<strong>ve</strong>,”<br />
Alternati<strong>ve</strong>s: Turkish Journal of International Relations 5, Number 1&2 (Spring &<br />
Summer 2006): 53.<br />
Turkey), (Strategic Cooperation between Iran and ” رت و ناریا یراکمه یژتارتسا“95<br />
(The Report of the Research Commission of the Iranian مالسا یاروش سلجم یاهشهوژپزکرم<br />
Parliament), 260:<br />
(February 2010): 51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011, http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826.<br />
96 Manouchehr Moradi, “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations,” UNISCI Discussion<br />
Papers, No. 10, (Ocak 2006), 182-183.<br />
یسایس تاعلاطم :رتفد :10635 هام نمهب1389 :<br />
109
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ulaşacak doğal gaz boru hattı üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Aynı zamanda<br />
İran, Avrupa’ya Ülkelerarası Petrol <strong>ve</strong> Gaz Taşınması Programı (Interstate<br />
Oil and Gas Transport to Europe-INOGATE) çerçe<strong>ve</strong>sinde de geçici çalışma<br />
grupları vasıtasıyla gü<strong>ve</strong>n tesis etmeye çalışmakta <strong>ve</strong> boru hatları politikasını<br />
kendi lehine etkilemeye çalışmaktadır. 97 Dünyada artan petrol <strong>ve</strong> doğal gaz<br />
ihtiyacıyla Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın enerji üssü olma arzuları dikkate alındığında<br />
iki ülkenin enerji güzergâhları konusunda karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz<br />
gözükmektedir. Ancak bu durumun, ABD başta olmak üzere bölge dışı aktörlerin<br />
Türkiye <strong>ve</strong> İran’la ilişkilerine bağlı olduğu da unutulmamalıdır.<br />
Sonuç<br />
2000’li yıllarda ekonomik ilişkiler, Türkiye-İran yakınlaşmasının yaşandığı<br />
önemli bir alan olmuştur. Bu dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi <strong>ve</strong> karşılıklı<br />
yatırım fırsatları artmış, Türk-İran İş Konseyi kurulmuştur. Türkiye <strong>ve</strong><br />
İran’ın ekonomik öncelikleri, ilişkilerin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştır.<br />
1980’li yıllarda liberal ekonomiye geçişle birlikte ekonominin Türk dış politikadaki<br />
yeri <strong>ve</strong> önemi artmıştır. Bu süreç, AKP döneminde de devam etmiştir.<br />
Kemal Kirişçi’nin deyimiyle Türkiye’nin “ticaret devleti”ne dönüşmesi, iş<br />
çevrelerinin dış politikadaki etkinliğinin artmasına neden olmuştur. Bu durum<br />
İran dâhil komşu ülkelerle Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin gelişmesine<br />
katkı sağlamıştır. 2000’li yıllarda Türkiye-İran arasında gerçekleşen üst düzey<br />
resmi ziyaretlere iş çevrelerinden de geniş katılımının olması, işadamlarının<br />
Türk dış politika yapım sürecindeki önemini <strong>ve</strong> etkinliğini göstermektedir.<br />
Bu dönemde, ekonomik yaptırımlardan etkilenen İran, Türkiye ile ekonomik<br />
ilişkilerini geliştirme gayreti içerisine girmiştir. Türkiye’nin ABD’nin tek<br />
taraflı olarak İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlara karşı çıkması <strong>ve</strong> BM<br />
tarafından uygulanacak ek yaptırımlara karşı olduğunu açıklaması, İran için<br />
Türkiye’yi önemli bir ticaret <strong>orta</strong>ğı haline getirmiştir.<br />
İran’daki ekonomik reformlar da ikili ilişkilere olumlu katkı sağlamıştır.<br />
İran’ın dış yatırımları artırmak amacıyla yapmış olduğu bu reformları takip<br />
97 INOGATE’in amacı, bölgenin petrol <strong>ve</strong> doğalgaz kaynaklarını Avrupa <strong>ve</strong> Batı<br />
pazarlarına taşınmasında farklı seçenekleri değerlendirmektir.<br />
110
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
eden Türkiye, 2004’te İran’a en çok yatırım yapan üçüncü ülke olmuştur.<br />
Aynı yıl İran Meclisi, TAV <strong>ve</strong> Turkcell kontratlarını onaylamayarak karşılıklı<br />
yatırımları artırma çabalarını kesintiye uğratsa da her iki ülke yatırım teşvik<br />
politikaları uygulamıştır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de İranlı yetkililer, yatırım yapacak Türk<br />
işadamlarına ucuz enerji sağlayacaklarını <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rgi indirimi uygulayacaklarını<br />
açıklamıştır. Enerji bağlamında Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın karşılıklı bağımlılığı, ekonomik<br />
ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamaktadır.<br />
Ekonomik ilişkilere katkı sağlayan faktörlerin yanı sıra ekonomik ilişkilerin<br />
daha da gelişmesini sınırlayan unsurlar mevcuttur. Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın, özellikle<br />
Hazar bölgesi enerji kaynaklarının dünya pazarlarına ulaştırmada transit<br />
ülke olma çabaları iki ülke arasında rekabete neden olmakta <strong>ve</strong> söz konusu<br />
yakınlaşma sürecinin önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Türkiye’nin<br />
içinde yer aldığı doğu-batı enerji hattı projeleri <strong>ve</strong> İran’ın savunduğu kuzeygüney<br />
enerji güzergâhı arasındaki çatışmanın, gelecek yıllarda ikili ekonomik<br />
ilişkilerde var olan rekabeti daha da kızıştırabilir. Mevcut durumda ikili<br />
ekonomik ilişkilerin işbirliğine dönüşmemesindeki temel neden, bölgenin yeniden<br />
yapılandığı “Arap Baharı” sürecinde Türkiye <strong>ve</strong> İran’ın farklı siyasi<br />
tutumları <strong>ve</strong> artan bölgesel rekabetleridir. Orta vadede ise İran’ın Batı dünyasıyla<br />
ilişkilerinin normalleşme olasılığı İran’a karşı uygulanan ekonomik<br />
yaptırımları hafifleteceğinden ya da tamamen <strong>orta</strong>dan kaldıracağından İran-<br />
Türkiye ekonomik ilişkilerine olumlu katkı sağlayabilir.<br />
111
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Kaynakça<br />
“ABD’den Türkiye’deki Bankalara ‘İran ile Çalışmayın’ Baskısı.” Hürriyet,<br />
22 Mayıs 2006.<br />
Ataç, Yelda. “İran Gazı Sorunu Çözülemiyor, 18 Şirketin Gazı Kesildi.”<br />
Hürriyet 2006.<br />
Aydın, Mustafa <strong>ve</strong> Damla Aras. “Orta Doğu’da Ekonomik İlişkilerin Siyasi<br />
Çerçe<strong>ve</strong>si: Türkiye’nin İran, Irak <strong>ve</strong> Suriye ile Bağlantıları.” Uluslararası<br />
İlişkiler 1, No. 2 (Yaz 2004): 103-128.<br />
Aydın, Mustafa <strong>ve</strong> Damla Aras. “Political Conditionality of Economic Relations<br />
between Paternalist States: Turkey’s Interaction with Iran, Iraq and<br />
Syria.” Arab Studies Quarterly 27, Number 1&2 (Winter/Spring 2005).<br />
Calabrese, John. “Turkey and Iran: Limits of a Stable Relationship.” British<br />
Journal of Middle Eastern Studies 25, No. 1 (May 1998).<br />
“Daley: ‘Iran Cannot be Part of the Caspian Oil Equation.” Hürriyet Daily<br />
News, 20 Ocak 1998.<br />
Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, Erişim tarihi: 12 Nisan 2011, http://www.deik.<br />
org.tr/pages/TR/IK_AnaSayfa.aspx?IKID=80<br />
“Doğalgaz Piyasası 2011 Yılı Sektör Raporu.” Doğal Gaz Piyasası Dairesi<br />
Başkanlığı, Enerji Piyasası Denetleme Kurulu, (Ankara 2012).<br />
Efegil, Ertan <strong>ve</strong> Leonard A. Stone. “Iran and Turkey in Central Asia: Opportunities<br />
for Rapprochement in the Post-Cold War Era.” Journal of Third World<br />
Studies XX, No. 1 (Spring 2003).<br />
Enerji Piyasası Denetleme Kurumu, Erişim tarihi: 23 Temmuz 2013, http://<br />
www.epdk.gov.tr/index.php/epdk-yayinrapor/ppd-yayinrapor-alias?id=860<br />
112
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Eralp, Atila. “Facing the Challenge: Post-Revolutionary Relations with<br />
Iran,” Reluctant Neighbor: Turkey’s Role in the Middle East içinde, ed.<br />
Henry J. Barkey (Washington D.C.: US Institute of Peace Press, 1996).<br />
Eruysal, Esra. “Economic Relations between Turkey and Iran from 1990 to<br />
2010: A Turkish Perspecti<strong>ve</strong>.” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta<br />
Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Aralık 2011).<br />
Fırat, Melek. “İran İslam Devrimi <strong>ve</strong> Türk-İran İlişkileri: 1979-1987.” (Yayınlanmamış<br />
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi).<br />
Gümüşçü, Şebnem <strong>ve</strong> Deniz Sert. “The Power of the Devout Bourgeoisie:<br />
The Case of the Justice and De<strong>ve</strong>lopment Party in Turkey.” Middle Eastern<br />
Studies 45, No. 6 (No<strong>ve</strong>mber 2009).<br />
Hill, Fiona. “Caspian Conundrum: Pipelines and Energy Networks.” The Future<br />
of Turkish Foreign Policy içinde, ed. Lenore G. Martin <strong>ve</strong> Dimitris Keridis<br />
(Cambridge <strong>ve</strong> London: The MIT Press, 2004).<br />
International Trade Centre, Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013, www.trademap.<br />
org/tm_light/Country_SelProductCountry_TS.aspx.<br />
“Iran Foreign In<strong>ve</strong>stment Hits Record.” Press TV, 12 Haziran 2011.<br />
“Iran Inks 12 Trade Agreements.” Turkish Weekly, 23 Şubat 2010.<br />
“Iran Sets Turkish Pipeline Project.” The Wall Street Journal, 24 Temmuz<br />
2010.<br />
“Iranian Trade Minister Visits Turkey.” Hürriyet Daily News, 11 Haziran<br />
2001.<br />
“İran Turizm Pazar Raporu.” Türkiye Seyahat Acentaları Birliği, Şubat 2010.<br />
“Iran, Turkey to Discuss Gas Project.” Turkish Daily News, 5 Mayıs 2008.<br />
“Iran, Turkey Discuss Joint Industrial Estate.” Mehr Haber Ajansı, 28 Şubat<br />
2010.<br />
113
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
“Iran-Turkey Keen to Increase Trade Exchanges.” Fars Haber Ajansı, 28<br />
Eylül 2011.<br />
“Iran, Turkey Near $5.5 billion Gas Deal.” Press TV, 24 Mart 2010.<br />
“Iranian Deputy Oil Minister: Baku-Ceyhan is not Feasible.” Hürriyet Daily<br />
News, 4 August 2000; Asia Times, 23 May 2002, Erişim tarihi: 21 Ağustos<br />
2011, http://www.atimes.com/c-asia/DE23Ag04.html.<br />
“İran Doğalgazı Kesti.” Hürriyet, 7 Ocak 2008<br />
“İran Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu, (Ocak 2011): 21.<br />
“İran’a Yatırıma 15 Yıl Vergi Yok.” Hürriyet, 11 Temmuz 2011.<br />
“İran’dan Türkiye İhracat Özel Kitabı.” Hürriyet, 15 Eylül 2011.<br />
“İran’la Ticarette ‘Gaz Dengesizliği.” Hürriyet, 26 Nisan 2003.<br />
“İstatistik Göstergeler: 1923-2011.” Türkiye İstatistik Kurumu, Erişim tarihi:<br />
22 Temmuz 2013, www.tuik.gov.tr.<br />
Khalaf, Roula. and Strauss, Delphine. “Turkey Throws Sanctions Lifeline to<br />
Iran.” Financial Times, 25 Temmuz 2010.<br />
Kinnander, Elin. “The Turkish-Iranian Gas Relationship: Politically Successful,<br />
Commercially Problematic.” Oxford Institute for Energy Studies No. 38<br />
(Ocak 2010).<br />
Kirişçi, Kemal. “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of<br />
the Trading State.” New Perspecti<strong>ve</strong>s on Turkey No. 49 (2009).<br />
Korany, Bahgat. “From Revolution to Domestication: The Foreign Policy<br />
of Algeria.” The Foreign Policies of Arab States: The Challenge of Change<br />
içinde, ed. Bahgat Korany <strong>ve</strong> Ali E. Hilal Dessouki, 2 nd edition (Boulder,<br />
CO: Westview Press, 1991).<br />
114
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
Kutlay, Mustafa. “Economy as the Practical Hand of “New Turkish Foreign<br />
Policy”: A Political Economy Explanation.” Insight Turkey 13, No.1 (2011).<br />
Mercan, Murat. “Turkish Foreign Policy and Iran.” Turkish Policy Quarterly<br />
8, No. 4 (Winter 2009/2010).<br />
“MGK: Komşularla Barışı Ticaretle Geliştirelim.” Hürriyet, 1 Şubat 2002.<br />
aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(Manoucher Mohammadi <strong>ve</strong> Ibrahim Mottaki)<br />
Fo- (Constructi<strong>ve</strong> Doctrine in Iranian ” تسایس رد هدنزاس لماعت نیرتکد“<br />
,2006)رامش Yas), 4 1385 Strategic)دربهار Journal of همانلصف Policy), reign<br />
No. 4).<br />
Moradi, Manouchehr. “Caspian Pipeline Politics and Iran-EU Relations.”<br />
UNISCI Discussion Papers, No. 10, (January 2006).<br />
“MÜSAİD’S [sic] Visit to Iran”, MÜSİAD, Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011,<br />
http://www.musiad.org.tr/en/detayHaber.aspx?id=985.<br />
“Official Urges More Trade with Neighbors.” Hürriyet Daily News, 14 Haziran<br />
2000.<br />
Olson, Robert. The Kurdish Question and Turkish-Iranian Relations: From<br />
World War I to 1998. USA: Mazda Publishers, 1998.<br />
Oran, Baskın. ed. Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,<br />
Belgeler, Yorumlar Cilt I. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.<br />
Özkaya, Sefa. “Protokolde Sıradışı Anlar.” Milliyet, 17 Eylül 2010.<br />
Press TV, 7 Şubat 2010.<br />
Ramazani, R. K. “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy.” Middle<br />
East Journal 58. No. 4 (Autumn 2004).<br />
Rosecrance, Richard. The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest<br />
in the Modern World. New York: Basic Books, 1986.<br />
115
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Rosecrance, Richard. The Rise of the Virtual State: Wealth and Power in the<br />
Coming State. New York, Basic Books, 1999.<br />
Sabuncu, Murat. “Iran, Doğal Ticari Partnerimiz.” Patronlar Dünyası, 23 Eylül<br />
2010. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2011. http://www.patronlardunyasi.com/haber/TUSIAD-%E2%80%98Iran-dogal-ticari-partnerimiz-/91370.<br />
Saray, Mehmet. Türk-İran İlişkileri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi,<br />
1999.<br />
Turkey). Strategic)”اریا Cooperation between Iran and یراکمه یژتارتسا“<br />
aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa(The Report of the Research Commission of the<br />
Iranian Parliament).<br />
260:aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa1389 10635: (Şubat 2010):<br />
51, Erişim tarihi: 31 Mayıs 2011. http://rc.majlis.ir/fa/report/show/785826.<br />
“Suriye <strong>ve</strong> İran’la İşbirliği Yapacağız.” NTV, 26 Nisan 2003.<br />
“Tehran, Ankara Sign Customs Co-op MOU.” Mehr Haber Ajansı, 21 Şubat<br />
2010.<br />
“The Interest of Turkish MUSIAD Association to Increase In<strong>ve</strong>stment in<br />
Iran.” Iran Chamber of Commerce, Industries and Mines, 3 Ağustos 2011.<br />
Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://en.iccim.ir/index.php?option=com_<br />
content&view=article&id=4168:the-interest-of-turkish-musiad-associationto-increase-in<strong>ve</strong>stment-in-iran&catid=13:iran-chamber&Itemid=53.<br />
“Ticaret Müşavirleri Özel Sektörün Eli Kolu Olacak.” Dünya Gazetesi, 25<br />
Nisan 2011.<br />
“Turkey-Iran Economic and Trade Relations.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim<br />
tarihi: 5 Ağustos 2011. http://www.mfa.gov.tr/turkey_s-commercial-andeconomic-relations-with-iran.en.mfa.<br />
“Turkey and Iran signed KEK Protocol Agreement.” Hürriyet Daily News,<br />
29 Ocak 2000.<br />
116
Yeniden Yapılanan Orta Doğu’da Türkiye-İran Ekonomik İlişkileri<br />
“Turkey Defies Unilateral Sanctions Against Iran.” Fars Haber Ajansı, 30 Eylül<br />
2010.<br />
“Turkey Renews Support for Iran-Europe Gas Pipeline.” Fars News Agency,<br />
28 September 2011.<br />
“Turkey to Send Trade Mission to Iran.” Hürriyet Daily News, 14 Eylül<br />
2002.<br />
“Turkey Urges Iran to Cut Tariffs to Balance Trade.” Hürriyet Daily News,<br />
21 Şubat 2007.<br />
“Turkey’s Growing Ties with Iran Angers Washington.” Fars Haber Ajansı,<br />
28 Eylül 2011.<br />
“Turkish Minister Rules out Measures against Blacklisted Firms.” Hurriyet<br />
Daily News, 8 Şubat 2011.<br />
“Turkish MP Stresses Significance of Iran-Turkey Energy Ties.” Fars Haber<br />
Ajansı, 23 Ağustos 2011.<br />
Türkoğlu, Yusuf. “2011 Yılı Hedef Ülke İran: Pazar Fırsatları, Potansiyel İşbirliği<br />
Alanları.” Orta Doğu Analiz 2, Sayı 24 (Aralık 2010).<br />
“Türk Ürünleri İran’da Aranan Marka Oldu.” Yeni Şafak, 23 Ekim 2003.<br />
“Türkiye’den İran’a 680 Milyon Dolarlık Yatırım.” Patronlar Dünyası, 15<br />
Mayıs 2010. Erişim tarihi: 5 Eylül 2011. http://www.patronlardunyasi.com/<br />
haber/Turkiye-den-Iran-a-680-Milyon-Dolarlik-yatirim/83917.<br />
“Tüzmen: İran Gezisinde 200 milyon Dolarlık Yeni Kontrat İmzalandı.” Milliyet,<br />
3 Ekim 2003.<br />
“US, EU Grab Big Share in Iran Trade, not Turkey: Minister.” Dünya Times,<br />
22 Eylül 2010. Erişim tarihi: 16 Temmuz 2011. http://www.dunyatimes.com/<br />
en/?p=5263.<br />
117
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
“US Offers Caspian Gas to Turkey in Place of Iran’s Alternati<strong>ve</strong>.” Today’s<br />
Zaman, 24 Eylül 2007.<br />
Uzun, Özüm S. “Turkish-Iranian Relations in the 2000s: Rapprochement or<br />
Beyond?,” (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üni<strong>ve</strong>rsitesi,<br />
Şubat 2012).<br />
Üstün, Gülçin. “İran Gazı Kesti, BOTAŞ Rus Gazına Gü<strong>ve</strong>niyor.” Milliyet, 4<br />
Ocak 2007.<br />
Yanatma, Ser<strong>ve</strong>t. “İran Gazı Yine Kesti, Sıkıntı Bekleniyor.” Zaman, 9 Şubat<br />
2008.<br />
Yardım, Ümit. “Türkiye-İran İkili İlişkiler,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, 16<br />
Haziran 2013. Erişim tarihi: 22 Temmuz 2013. http://tahran.be.mfa.gov.tr/<br />
ShowInfoNotes.aspx?ID=187473.<br />
Yazdani, Enayatollah. “Competition o<strong>ve</strong>r the Caspian Oil Routes: Oilers and<br />
Gamers Perspecti<strong>ve</strong>.” Alternati<strong>ve</strong>s: Turkish Journal of International Relations<br />
5, Number 1&2 (Spring & Summer 2006).<br />
“22.04.1926 Tarihli Türkiye-İran Muahedenet <strong>ve</strong> Emniyet Muahedenamesine<br />
Merbut Protokol.” T.C. Dışişleri Bakanlığı, Erişim tarihi: 5 Ağustos 2011,<br />
http://ua.mfa.gov.tr/detay.aspx?826.<br />
118
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ORTA DOĞU’DA DEVRİMLER VE TÜRKİYE *<br />
Cenap ÇAKMAK **<br />
Mustafa YETİM ***<br />
Fadime G. ÇOLAK ****<br />
Ekonomik buhranların baş gösterdiği 2009 yılı itibariyle, gelişmiş ekonomilerin<br />
hüküm sürdüğü devletlerde dahi <strong>orta</strong>ya çıkan isyanların arasında en göze<br />
çarpanları kuşkusuz Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da gerçekleşenlerdir. Hem<br />
bölgenin iç dinamiklerinde hem de uluslararası sistemdeki yerinde, devrimlerin<br />
nedenleri <strong>ve</strong> muhtemel sonuçları bulunmaktadır. Dahası Kuzey Afrika<br />
<strong>ve</strong> Orta Doğu’da baskıcı rejimlere karşı <strong>orta</strong>ya çıkan halk hareketlerinin yeni<br />
dünya düzeninde radikal bir değişim yaratacağı açıktır. Ancak bu değişimin<br />
ne ile sonuçlanacağı, bölgede radikalleşmeyi mi, demokratikleşmeyi mi yoksa<br />
yeni Irak’ları mı getireceği belirsizdir. Bu süreçte Türkiye’nin üstleneceği rol<br />
hem bölgesel çıkarları hem de bölge ülkelerinin yol haritalarını belirlemeleri<br />
adına oldukça önemlidir. Öte yandan, izlenecek politikaların belirlenebilmesi<br />
için devrimlerin yaşandığı her ülkenin kendi iç dinamiklerinin ele alınması,<br />
benzer noktalarının belirlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bölge ülkelerinin<br />
halklarını isyana yönelten etmenleri bir bütünlük içerisinde ele alırken, onları<br />
birbirinden ayıran noktaları titizlikle göz önünde bulundurarak değerlendirmeler<br />
yapılmalıdır.<br />
• Bölge tahlillerinde asıl takip edilecek tartışma Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta<br />
Doğu’da gerçekleşen olayların devrim niteliği taşıyıp taşımadığı, birbirlerinden<br />
farklılıkları <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>klıkları üzerinden devam ettirilecektir. Bu sebeple Kuzey<br />
Afrika devletleri <strong>ve</strong> Orta Doğu devletleri arasında bir ayrıma gidilirken,<br />
* Bu makale BİLGESAM tarafından 2011 yılında aynı başlıkla yayımlanan çalışmanın<br />
gözden geçirilmiş şeklidir.<br />
** Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />
*** Araştırma Görevlisi, Eskişehir Osmangazi Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />
**** Araştırma Görevlisi, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />
119
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
demokratik <strong>ve</strong> totaliter rejimler arasındaki isyanların hem halk hem de yöneticiler<br />
tarafından farklı yorumlanışına yer <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
• Devrimlerin mahiyetini anlamlandırabilmek adına aynı zamanda etnik dinsel<br />
çatışmalarla devrim niteliğini taşıyabilecek olan hareketlerin <strong>orta</strong>k noktaları<br />
<strong>ve</strong> farklılıklarına da yer <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
• Genel olarak nedenler iktisadi <strong>ve</strong> siyasi bir tabanda olgunlaşmakta <strong>ve</strong> kaçınılmaz<br />
olarak her bir ülkenin birbirini etkilediği de <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır.<br />
• Farklılıkların ise devrimlerin retoriklerinde <strong>ve</strong> halkın taleplerinde olmakla<br />
birlikte rejimlerin genel özelliklerinde gizli bulunmaktadır. Sistemsel yeni<br />
paylaşım sürecinde bu ülkelerdeki isyan hareketlerine müdahil olmakta <strong>ve</strong> gelişmeleri<br />
de maddenin doğası gereği kendine entegre edebilmeye uğraşmaktadır.<br />
Orta Doğu’daki isyanların yalnızca bölge ülkelerini etkilemeyeceği, tüm dünya<br />
sistemi için oldukça önemli olacağı açıktır. Bu etkinin kurulacak ilişkiler<br />
<strong>ve</strong> izlenecek politikalar ışığında söz konusu olabileceğini de belirtmek gerekir.<br />
Burada Türkiye üzerinden yürütülen tartışmalara değinmek <strong>ve</strong> bu tartışmaların<br />
mahiyetlerini modellik tartışmaları perspektifinden ele almak gerekir.<br />
Bu tartışmalar süresince asıl değinilmesi gereken konu ise yumuşak güç olarak<br />
nitelendirilen kültür, dış politika <strong>ve</strong> siyasi sistem olarak ele alınmalıdır.<br />
• Türkiye’nin bölgedeki gelişmeler kapsamında takınacağı tavrın sıfır sorun<br />
yaklaşımı doğrultusunda olduğu, bölgede istikrarlı bir havza oluşturulmaya<br />
çalışıldığı gözlenmektedir.<br />
• Türkiye izleyeceği politikaları yalnızca kendi ulusal çıkarı perspektifinden<br />
değil, aynı zamanda bölge devletlerinin kendilerinden beklediği biçimde hareket<br />
etmekle de yükümlü olduğunu hissetmektedir.<br />
• Modellik tartışması yürütülse de Türkiye’nin kendi kimliği <strong>ve</strong> bölgesinin<br />
kendisine atfettiği kimlik arasında zaman zaman farklılıkların söz konusu olabileceği<br />
<strong>orta</strong>dadır. AKP yönetimi boyunca da algılamaların karşılıklı olarak<br />
değişimi söz konusudur.<br />
120
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
• Kimlik algılamalarına rağmen Türkiye’nin bölgede istikrarı istemesi, bu<br />
amaçla da birçok kez yapıcı faaliyetlerde bulunması, Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta<br />
Doğu ülkelerindeki isyanlarda vaat edici bir özellik taşımaktadır.<br />
• Türkiye yalnızca siyasi arenada uzlaşmacı bir tutum takınmayıp, başta medya<br />
olmak üzere bölgede önemli bir nüfuza sahiptir.<br />
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından ulus devlet anlayışının sorgulanması <strong>ve</strong><br />
yer yer de zayıfladığının düşünülmesi perspektifinden isyanlar ele alındığında<br />
çok daha manidar bir görüntü ile karşılaşılmaktadır. Bu resimde söz konusu<br />
olan totaliter <strong>ve</strong> çoğu zamanda halkın nezdinde meşruiyetini kazanamamış<br />
rejimlerin, ulus devletin dahi sorgulandığı yeni dünya sisteminde ekonomik<br />
krizlerin tetiklemesiyle sarsılmasının mümkün olmadığını iddia etmek yanlış<br />
olmayacaktır.<br />
• Burada önemli olanın ulus devlet anlayışı sorgulanmaya başladı denirken,<br />
gücünü kaybettiğini değil, aksine yeniden yorumlandığını anlamak gerekir.<br />
Bu kavram özellikle uluslararası sistemde aktör olarak yalnızca devletlerin<br />
bulunmadığı, çok daha fazla sayıda kurum, kuruluş, örgüt <strong>ve</strong> hatta bireylerin<br />
de sistemin birer aktörü olmaya başladıklarını <strong>ve</strong> bunun da devletlerarası<br />
ilişkiler bakımından devletler üstü yeni oluşumlara meylettiğini teslim etmek<br />
gerekir.<br />
• Entegrasyon girişimleri olarak adlandırılan “Commonwealth” gibi devletler<br />
sistemi, yine bölge ülkeleri adına önemli bir emsal teşkil edebilecek konuma<br />
sahiptir. Bu girişimlerin hukuki perspektiflerinin neleri öngördüğü tartışılması<br />
gereken bir diğer noktadır.<br />
• Burada da karşımıza işbirliği söz konusu olduğunda bunu iradi olup olmadığı<br />
gibi kimi meselelerin <strong>orta</strong>ya çıktığı eklenmelidir.<br />
• Topluluk haline gelebilmiş bu girişimleri hem üye olan devletlerin hem de<br />
topluluğun tamamının menfaati üzerinden bir analize gidilmeli <strong>ve</strong> Kuzey Afrika<br />
<strong>ve</strong> Orta Doğu için doğabilecek herhangi bir girişimde buna dikkat edilmelidir.<br />
• Osmanlı Milletler Topluluğu anlayışına burada özellikle değinmeli, fikrin<br />
121
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
henüz olgunlaşmamış olmasına rağmen muhtemel senaryolar dâhilinde tartışılabilmelidir.<br />
Burada önemli olan Türkiye’nin kimliği, potansiyeli üzerinden<br />
konu ele alınmalı <strong>ve</strong> süreç bu biçimde tahlil edilmelidir.<br />
1. Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu Devrimleri mi İsyanları mı?<br />
1.1. İlk Hareketlenmeler: Tunus<br />
Tunus, domino etkisi olarak da adlandırılan bu süreç içerisinde, ilk taşları<br />
devirmiş <strong>ve</strong> tüm dünyanın dikkatinin bir anda Kuzey Afrika’ya yönelmesine<br />
sebep olmuştur. İlk bakışta Tunus’un sömürge geçmişi, sömürgeci devletlerle<br />
süre giden yakın ilişkileri, yolsuzluk <strong>ve</strong> işsizlik oranlarının yüksek olması<br />
diğer Afrika devletleri ile benzerlik taşımaktadır. Tunus’ta 17Aralık 2010<br />
tarihinde işsizlik <strong>ve</strong> polisin uyguladığı şiddet sebebiyle bir gencin kendisini<br />
yakmasıyla başlayan isyanların, Kadife Devrimleri’nin devamı olduğu düşünülmeye<br />
başlanmıştır. Bir ay içerisinde bu isyanların başkente taşınması ise<br />
1987’den beri Bin-Ali’leştirme olarak nitelendirilen dönemin sonunu hazırlamıştır.<br />
Tunus’ta olup bitenler medyada bir anlık bir öfkenin sonucu gibi gösterilse<br />
de, diğer bölge devletlerinde olduğu gibi yaşananların devlet başkanlarının<br />
uzun süren hâkimiyeti, kronikleşmiş işsizlik, demokrasi <strong>ve</strong> insan haklarından<br />
yoksunluk gibi oldukça uzun vadeli sorunların nihai sonucu olduğu açıktır.<br />
Tunus 1956 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından, Fransa ile ilişkilerini<br />
devam ettirmiş, hatta bu hususta Avrupa Birliği ile de Ortaklık Anlaşması<br />
imzalamış; Arap Birliği <strong>ve</strong> Afrika Birliği’ne de üye olmuştur. Tunus’un Avrupa<br />
Birliği, Arap Dünyası <strong>ve</strong> Afrika kıtası arasında uzlaştırmacı bir role sahip<br />
olduğunu söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır.<br />
Bu genel çerçe<strong>ve</strong>den de anlaşılacağı üzere Tunus’un uluslararası sistemle bir<br />
sorunun bulunmasının aksine, sisteme uyum sağladığı açıktır. Burada önemli<br />
olan nokta; insan hakları ihlalleri <strong>ve</strong> demokrasi ile sıkıntıları bulunduğu bilinmesine<br />
rağmen, kendisini ekonomisi ile bir başarı öyküsü olarak nitelendiren<br />
Tunus’ta böyle bir halk hareketinin gerçekleştirilmiş olması kayda değerdir.<br />
Daha da önemlisi, bu halk hareketinin ‘Araplarca’ gerçekleştirilmiş olması ise<br />
bir diğer önemli meseledir ki, burada oryantalist bakış açısının izleri aşikârdır.<br />
122
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tunus’un dünya medyasında yarattığı şok etkisini bir yana bırakılıp, tüm bu<br />
isyanların özüne Tunus örneğinden bakılırsa varılacak sonuç halkın öncelikle<br />
yüksek oranlı işsizlik, artan polis şiddeti, adaletsizlik <strong>ve</strong> yolsuzluk karşıtı hareketlerde<br />
yer almış olmasıdır. Bu sorunlar ile en az 20 yıldır boğuşan Tunus<br />
için tarihin kırıldığı nokta, pek çoklarına göre Wikileaks’te Tunus ile ilgili<br />
<strong>orta</strong>ya atılan yolsuzluk iddialarıdır. Burada dikkat edilmesi gereken şüphesiz<br />
ki Wikileaks’in bu hareketlerde motor görevi görmüş olmasıdır, ancak burada<br />
halkın Wikileaks belgelerine kadar herhangi bir isyanda bulunmayıp bir<br />
anda bu dalga ile birlikte harekete geçmiş olmasını düşünmek hatalı olacaktır.<br />
Özellikle genç nüfusun ülkenin yönetiminden ciddi rahatsızlık duyması <strong>ve</strong><br />
<strong>orta</strong> yaşlı nüfus ya da yaşlı nüfus gibi yönetimin uygulamalarını meşru bir<br />
zemine oturtacak tarihsel deneyime sahipolmamaları ülkenin daha önceki yıllarda<br />
da yaşadığı ancak uluslararası medyada yer bulamayan konuları teşkil<br />
etmektedir.<br />
İç dinamiklere ek olarak sistemsel değişikliklerin de bölgedeki ayaklanmaları<br />
ele alabilmek adına oldukça önemli olduğunu <strong>ve</strong> burada en çok sözü edilmesi<br />
gerekenin küresel büyüklükte bir aktör olan Amerika Birleşik Devletleri olduğu<br />
belirtilmelidir. Bir diğer deyişle, Obama yönetiminin Bush yönetiminden<br />
farklı olarak Terörizme Karşı Küresel Savaş’ta daha naif politikalar izliyor<br />
olması; yeni dünya sisteminde farklı aktörlerin yer alması <strong>ve</strong> özellikle Afrika<br />
kıtası için bu aktörler arasında yeni bir paylaşımının söz konusu olması Tunus<br />
gibi ülkelerin kendi iç dinamiklerinden bağımsız bir biçimde gerçekleşen<br />
olayların da domino etkisi adı <strong>ve</strong>rilen bu süreçte önemli bir faktör olduğu<br />
açıktır.<br />
Tunus özelinde bu konu ele aldığında, Batı ile sıkı ilişkiler yürüten Afrika-<br />
Arap devleti doğası üzerinde durmak gerekmektedir. Arap devleti olarak<br />
Tunus, İsrail’in tanınması için çağrıda bulunan devlet başkanlarına sahip olmakla<br />
birlikte, bölgede realist politikalarıyla da dikkat çeken bir ülkedir. Batı<br />
ile yakın ilişkilerini sürdüren Tunus, batı bloğu dışında kalan ülkeler ile de<br />
ilişki kurmuş olduğu, özellikle Çin ile olan ticari ilişkileri önemli boyutlarda<br />
olduğu <strong>ve</strong> isyanlardan sonra da Çin’den 4,6 milyon dolarlık destek aldığı bilinmektedir.<br />
123
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Tüm bu tablodan Tunus’un Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu isyanlarından daha<br />
farklı bir konumda bulunduğu <strong>orta</strong>dadır. Bu farklılık birkaç nedenden kaynaklanmaktadır.<br />
İlk neden olarak, Tunus’un bağımsızlığını kazanmasının hemen<br />
ardından Batı dünyası ile kurduğu yakın ilişki <strong>ve</strong> bu ilişkinin taraflar açısından<br />
karşılıklı pek çok çıkara dayanması gösterilebilir. İkinci olarak, coğrafi olarak<br />
Tunus’un daha kontrol altında tutulabilir olmasından bahsedilebilir. Bir diğer<br />
neden ise, olaylar Mısır <strong>ve</strong> Libya’daki kadar “büyümeden” Bin Ali’nin ülkeden<br />
ayrılarak halkın isteklerinin en azından bir kısmını gerçekleştirmesi olarak<br />
<strong>orta</strong>ya konabilir. Neredeyse bir ay içerisinde ülkeyi terk eden Bin Ali şüphesiz<br />
ki Arap dünyası için de hayret <strong>ve</strong>rici olmuş <strong>ve</strong> Tunus’ta devrimin sinyallerini<br />
<strong>ve</strong>rmiştir; ancak Bin Ali sonrası Tunus için, yapılan gösteriler herhangi bir<br />
değişikliğin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Tunus’ta başlayan devrim<br />
ateşinin yine Tunus’ta iktidarı devirmesi, Arap dünyasında gerçekleşen<br />
“devrimler” adına da bir prototip oluşturmaktadır. Mısır’da yaşananlar her ne<br />
kadar Tunus’un önemini gizlemiş olsa da, yaşanan hayal kırıklığı Arap dünyası<br />
için Arap baharı söylevlerini de yer yer gölge düşürmektedir.<br />
1.2. En Büyük Etki: Mısır<br />
Tunus’un ardından Mısır’da alevlenen isyan ateşi kaçınılmaz olarak Tunus’tan<br />
çok daha fazla bir etki yaratmıştır. Hatta Abdülbari Atwan Mısır’ı bir file benzetmiş,<br />
çok ağır hareket etse de, Mısır yürümeye başladığında oldukça yıkıcı<br />
olabileceği yorumu yapmıştır. Bu benzetmede Mısır’ın bölgedeki gücüne<br />
değinmek gerekir ki isyanın nedenleri bir nebze olsun detaylandırılabilsin.<br />
Mısır’ın antikiteden itibaren hep bir devlet yapısına sahip olması, parçalı coğrafyasının<br />
ona birden fazla kimlik atfetmesi, klasik anlamda bir sömürge geçmişinin<br />
bulunmaması, öte yandan Batı ile her zaman yakın ilişkiler yürütmesi,<br />
İsrail ile savaşmasına rağmen uzun yıllardır İsrail ile iyi ilişkilerini sürdürmesi<br />
<strong>ve</strong> belki de tüm dünya ekonomisi adına yaşamsal bir öneme sahip Sü<strong>ve</strong>yş<br />
Kanalı’na sahip olması dikkat çeken noktalardır. Öte yandan genç nüfus içerisinde<br />
%50’ye varan işsizlik, temsilde yaşanan sıkıntıların en bariz göstergesi<br />
olarak Mübarek’in otuz yıllık iktidarı, yolsuzluk rakamlarının ciddi boyutlara<br />
ulaşması gibi <strong>ve</strong>riler Mısır devlet görevlilerinin uzun yıllardır çizmekte olduğu<br />
mutlu tablonun aksini iddia etmektedir. Mısır’ın 80 milyonun üzerindeki<br />
124
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
nüfusunun %60’ının çalışabilir durumda olmasına rağmen söz konusu işsizliğin<br />
boyutları ise, Mısır’daki isyanların mahiyetini gözler önüne sermektedir.<br />
Mısır’daki isyanlar boyunca en çok göze çarpan grup kuşkusuz Müslüman<br />
Kardeşler olmuştur. 1990’larda Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin halk<br />
isyanlarının ardından iktidarın büyük bir kısmını ele geçirmesindeki gibi<br />
Müslüman Kardeşler’in de Mısır’daki halk hareketinin ertesinde iktidarı<br />
ele geçirecekleri düşünülmüştür. Burada uluslararası camiada kimi zaman<br />
sivil toplum örgütü olarak, kimi zaman da terörist bir oluşum olarak gösterilen<br />
Müslüman Kardeşler’in durumunu özellikle 11 Eylül sonrası dünyada<br />
ele almak gerekir. Sistemsel olarak bakıldığında, Mısır’da İslami bir devletin<br />
hüküm sürmesinin modern uluslararası sistem açısından adapte edilemez<br />
bir durum oluşturacağı açıktır. Bunun ötesinde, Mısır resminin detaylarına<br />
bakıldığında Müslüman Kardeşlerin Mısır’da en organize olabilmiş örgüt olduğunu<br />
<strong>ve</strong> isyanlar boyunca halk kitlelerini hareketlendirebilen bir dinamizme<br />
sahip olduğunu belirtmek gerekir. Bunun ötesinde Müslüman Kardeşlerin<br />
genel yapısı ile isyanların doğasının birebir örtüşmediğini de eklemek gerekir.<br />
Burada da isyanlar tıpkı Tunus’ta olduğu gibi Mısır’ın siyasal, sosyal <strong>ve</strong> ekonomik<br />
yapısı ile doğrudan ilintilidir.<br />
2010’un son günlerinde Mısır’da gerçekleştirilen seçimlerde Mübarek’in<br />
partisinin meclisteki 508 sandalyeden 419’unu kazandığı, ancak seçimlerde<br />
yer alan gözetmenlerin pek çok yanlış uygulama ile karşılaştıklarını dile getirmeleri<br />
isyanlar öncesi Mısır için önemli bir <strong>ve</strong>ridir. Meclis’teki diğer sandalyelerin<br />
dağılımına bakıldığında en güçlü muhalif grubun Müslüman Kardeşler<br />
olduğu da <strong>orta</strong>dadır. Tam da bu noktadan ele alındığında muhalif gücün<br />
aslında halkın temsil isteğini de yansıttığını belirtmek gerekir. Öyle ki, seçimlerin<br />
ardından meclis konuşmalarında Mübarek’in yapılacak reformlarla istihdamın<br />
sağlanacağını belirtmesi bu talebin varlığı adına önemli bir işarettir.<br />
Mısır’da yaşananların, saf iktisadi kaygılardan uzak olduğunu, ülkedeki siyasal<br />
yaşamın tamamını kapsadığını belirtmek <strong>ve</strong> işsizliğin <strong>ve</strong> ekonomik krizlerin<br />
tüm bu rahatsızlığın ancak bir parçası olduğunu yinelemek de fayda vardır.<br />
Dolayısıyla istihdam yaratacak reform vaatlerinin Mısır’da yaşanacak isyanları<br />
ancak bir müddet erteleyebildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Özel-<br />
125
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
likle isyanlar süresince Kıpti kilisesine yönelik saldırı bu durumun en açık<br />
örneğini teşkil etmektedir. Yine isyanlar süresince 1979 İran Devrimi’nden bu<br />
yana ilk defa İran bandıralı gemilerin Sü<strong>ve</strong>yş Kanalı’ndan geçiş yapmalarına<br />
Mısır’ın izin <strong>ve</strong>rmesi <strong>ve</strong> bu konuda dünya kamuoyunda ciddi bir rahatsızlığın<br />
oluşması; halkın uluslararası kamuoyunca desteklenmesinin en açık nedenlerini<br />
oluşturmaktadır.<br />
İsyanlar boyunca Mısır’da yaşananları ele almak gerekirse, isyanın ilk ateşini<br />
yine bir işsizin kendisini yakarak ateşlediğini söylemek yanlış olmayacaktır.<br />
Bu benzerliğin bir tesadüf olmadığı birçok Mısırlı protestocunun Tunus’taki<br />
devrimden ilham aldıklarını dile getirmesiyle çok daha anlamlı bir hal almıştır.<br />
Tam da bu noktada fil benzetmesini hatırlamak gerekir çünkü Mısır’da yaşananlardan<br />
sonra gerçek anlamda bir domino etkisinden <strong>ve</strong> Arap baharından<br />
söz edilmeye başlanmıştır.<br />
Mısır’da göstericilerin özellikle şiddetten uzak bir biçimde protestolarını düzenlemiş<br />
olmaları da dikkat çeken bir diğer noktadır. Bu süreçte hükümetin de<br />
protestoculara karşı nasıl bir politika izleneceğine dair bir kararlılık göstermiş<br />
olması da göstericilerin seslerini daha fazla duyurmasına <strong>ve</strong> destek bulmasına<br />
da sebep olmuştur. Özellikle Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerdeki yoğun<br />
katılım tüm bu isyanların yalnız bir güruha ait düşüncelerin dışavurumu değil,<br />
ciddi bir toplumsal kaygının ürünü olduğunu <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Hatta ordunun<br />
dahi bu süreçte sessiz kalarak protestoculara destek <strong>ve</strong>rdiği <strong>orta</strong>dadır.<br />
Tüm bu süreç boyunca Mısır’da protestocular <strong>ve</strong> polis arasında yaşanan çatışmalar<br />
hususunda ABD Başkanı Obama <strong>ve</strong> İngiltere Başbakanı Cameron’un<br />
da Mısır <strong>ve</strong> bölge ülkeler için endişeli olduklarını belirtmeleri de uluslararası<br />
medyada yer almıştır. Böyle bir endişe protestocuların uluslararası camia<br />
tarafından desteklendiği anlamına da gelmiştir. Bu çıkarsama şüphesiz tüm<br />
demokratik söylemlere rağmen, 20-30 yıllık iktidarları boyunca yine başta<br />
ABD <strong>ve</strong> İngiltere tarafından desteklenen baskıcı rejim liderlerinin desteklerini<br />
kaybetmelerinin ardından iktidarlarını <strong>ve</strong> ülkelerini terk etmelerini de doğrular<br />
niteliktedir.<br />
Burada yalnız Mısır için değil devrimlerin yaşandığı tüm ülkeler için sorulması<br />
gereken soru neden Batı’nın desteğinin yönünün değiştiği olmalıdır. Bu<br />
126
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
soruya <strong>ve</strong>rilebilecek en temel yanıt liberal <strong>ve</strong> demokratik devletlerin uluslararası<br />
arenada çatışmayı değil işbirliğini arzulayacak olmalarından <strong>ve</strong> yine bu<br />
devletlerin hayati çıkarları bulunan bölge devletleriyle ilişkilerini otokratik<br />
ya da demokratik olarak sınıflandırmayıp kurabilecekleri diyalog üzerinden<br />
yönlendirecek olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu genel çerçe<strong>ve</strong>nin değişmediği,<br />
aksine Batı’nın destek <strong>ve</strong>rdiği tarafların değiştiğini söylemek de mümkündür.<br />
Bu durum Mısır örneğinde bariz bir biçimde gözlemlenmiştir. Batı’nın<br />
çıkarlarında bir değişiklik olmadan, devlet başkanlarının meşruiyetlerinin<br />
halkları nezdindeanlamını yitirmesi, dahası devrim adı altında dahi olsa yönetimlerin<br />
el değiştirmesi sonucunda <strong>ve</strong>rilen destek liderlerden protestoculara<br />
<strong>ve</strong> müstakbel iktidar sahiplerine <strong>ve</strong>rilmeye başlanmıştır. Mısır örneğinde<br />
ordunun bu görevi teslim alan taraf olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.<br />
Mısır’daki protestocuların Hüsnü Mübarek’siz bir çözümü talep etmeleri sonucunda<br />
Mübarek, iktidardan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Burada Mübarek’in<br />
ülkeyi terk etmemek konusundaki ısrarını da eklemek gerekir. Özellikle yıllar<br />
boyu Mübarek’e sadık olan ordunun isyanlar süresince sessiz kalması, ardından<br />
da protestoculardan yana olması Mübarek’in iktidarını kaybetmesindeki<br />
en önemli etmendir. Öte yandan isyanların ülke ekonomisini günlük 310<br />
milyon dolarlık bir zarara uğrattığı da bildirilmektedir. Tüm bunların ardından<br />
11 Şubat 2011’de Mübarek, iktidardan uzaklaştırılmış <strong>ve</strong> görevini başkan yardımcısı<br />
Ömer Süleyman’a bırakmak durumunda kalmıştır.<br />
Mübarek’in gidişinin ardından Mısır’da siyasetyeniden tanımlanmış, muhalefet<br />
güçlerinin sesleri duyulmaya başlanmış <strong>ve</strong> bir dönüşüm başlamıştır.<br />
Bu noktada en önemli değişimin anayasa değişikliği için yapılacak referandum<br />
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yapılan referandum her ne kadar<br />
büyük bir değişikliğin habercisi olsa da aynı zamanda büyük bir hayal<br />
kırıklığının da göstergesidir. Özellikle Mübarek’in gitmesinin hiçbir anlam<br />
ifade etmediğini <strong>ve</strong> ülkede hiçbir değişikliğin olmadığını <strong>ve</strong> olmayacağını<br />
düşünenler azımsanamayacak bir kitleyi oluşturmuştur. Dahası bu durum<br />
yalnızca referandum esnasında değil, öncesinde devam eden isyanlar boyunca<br />
da kendini göstermiştir. Özellikle göstericilerin devletten ‘gü<strong>ve</strong>nlik belgeleri’<br />
adı <strong>ve</strong>rilen evrakları talep etmeleri bu durumun önemli bir göstergesidir. Bu<br />
127
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
belgeleri bu denli önemli kılanın Mübarek dönemi boyunca halka karşı gizli<br />
polisler vasıtasıyla baskı aracı olarak kullanılmış olmasıdır.<br />
Nitekim bu politikaların hiç de yabana atılmaması gerektiği, Mısır’da anayasa<br />
kabul edildikten <strong>ve</strong> seçim yapıldıktan sonraki süreçte açık bir şekilde <strong>orta</strong>ya<br />
çıkmıştır. Seçimleri Müslüman Kardeşler’in adayının kazanması Mısır’da istikrar<br />
ile ilgili ila<strong>ve</strong> problemleri de beraberinde getirmiştir. Obama yönetimi<br />
iktidardaki Müslüman Kardeşlerin performansını görmek için beklemeyi tercih<br />
etmişse de bu süreçte açık bir şekilde demokratik mekanizmalara destek<br />
<strong>ve</strong>rmekten de kaçınmıştır. Benzer bir tavır AB cenahında da gözlenmiştir. Bu<br />
tavır, Mısır’da meydana gelen darbe ile iyice belirgin hale gelmiştir.<br />
Sonraki dönemlerde Mısır’da sular durulmuş gibi görünsede yaşananların<br />
adını koymak adına zor bir dönemden geçildiğini belirtmek gerekir. Hatta<br />
Ocak ayından itibaren hareketliliğini koruyan bölgede; yaşanacak asıl değişimin<br />
halkın sokaklardan evlerine çekilmelerinin ardından gerçekleşeceğini<br />
belirtmek gerekir. Her ne kadar ilk etapta protestocular Mübarek iktidarını<br />
devirmiş olsalarda Mısır için gerçek bir devrimden bahsedebilmenin güç<br />
olduğu <strong>ve</strong> hatta yaşananların bir devrim denzi yada bir evrim olduğunu belirtilmek<br />
zaruridir. Tarih’in bölgede yeniden yazıldığını, artık hiç bir şeyin<br />
eskisi gibi olmayacağı <strong>orta</strong>da dır. Ancak burada da yalnızca bölge gelişmeleri<br />
değil, bölgeye müdahil olmak isteyen küresel<strong>ve</strong> bölgesel güçlerin politikaları<br />
da göz önünde tutulmalıdır.<br />
Mısır’da, ülkenin demokratik yöntemle seçilmiş ilk başkanı Mursi’nin iktidardan<br />
uzaklaştırılması ile sonuçlanan askeri darbe ile ilgili olarak dünya devletleri<br />
bir birlerinden oldukça farklı tutum sergilemiştir. Başta Türkiye olmak<br />
üzere sınırlı sayıda devlet darbeye sert tepki gösterirken, demokrasi söz konusu<br />
olduğunda daha etkili bir karşılık <strong>ve</strong>rmeleri beklenen Batılı devletler kaçamak<br />
bir pozisyonda ısrar ederek süreci doğru isimlendirmekten kaçınmıştır.<br />
Bazı Orta Doğu ülkeleri ise darbeden dolayı duydukları memnuniyeti gizleme<br />
gereği bile hissetmeden yeni yönetime açık destek <strong>ve</strong>rdiklerini ilan etmiştir.<br />
Bu tutum farklılığı ile ilgili çok şey söylenmiş <strong>ve</strong> yazılmıştır; özellikle ABD<br />
<strong>ve</strong> Avrupa ülkelerinin süreçteki ürkek <strong>ve</strong> çekingen tavırları sert bir şekilde<br />
eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin hiç şüphesiz haklılık payı bulunmaktadır. De-<br />
128
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
mokrasi teşviki için özel programlar ihdas eden <strong>ve</strong> hatta üyelik koşulu olarak<br />
demokratikleşmede belli bir standardın yakalanmış olmasını şart koşan<br />
AB’nin <strong>ve</strong> yine demokrasinin dünyadaki bayraktarlığını yapan ABD’nin darbe<br />
konusunda siyasi tavırlarını neredeyse darbecilerden yana koymuş olmalarının<br />
izah edilebilir bir tarafı bulunmaktadır.<br />
Devletlerin belli bir sorun ya da konu karşısında takınacakları siyasi tutumu<br />
kategorik bir biçimde yargılamak analitik açıdan çok fazla bir anlam ifade etmemektedir.<br />
Neticede bir devletin bütün davranışlarının tutarlı olmasını beklemek<br />
doğru değildir. Bugün Mısır konusunda üst perdeden bir tepki gösteren<br />
Türkiye’nin tamamen ahlaki gerekçelere dayandığını söylemek ne kadar zorlama<br />
bir yorum ise ABD’nin Mursi’nin devrilmesine fazla ses çıkarmamasını<br />
darbenin desteklenmesi olarak da görmek yanlıştır. Bu elbette ki darbe karşısında<br />
özellikle Batılı devletlerin neredeyse umursamaz tavırlarının eleştiriden<br />
muaf olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bu türden çifte standart ifade<br />
eden tavırlar ne ilk <strong>ve</strong> ne de son olacaktır.<br />
Asıl önemli olan, teker teker devletlerden <strong>ve</strong> uluslararası örgütlerden müteşekkil<br />
ama onlardan ayrı belki de onların üstünde uluslararası toplumun bir<br />
milletin kaderini <strong>ve</strong> tercihini bu derece etkileyen bir olay karşısında etkili olamamasının<br />
<strong>ve</strong> tepki gösterememesinin nedenlerinin tespit edilmesidir. Daha<br />
açık ifade edecek olursak, uluslararası toplum, neden Mısır’daki darbeye<br />
sessiz kalmıştır?<br />
Bu sorunun cevabı esasen uluslararası toplumun nasıl inşa edildiği ile yakından<br />
ilişkilidir. Çok basit bir şekilde ifade edilecek olursa bu toplum, temelde<br />
eşit <strong>ve</strong> egemen devletlerin varlığına <strong>ve</strong> bu şekilde tanımlanmış devletlerin iç<br />
işlerine müdahale edilmemesi ilkesi üzerine kuruludur. Bu elbette ki insan<br />
topluluklarının bir devletin insafına terk edildiği anlamına gelmemektedir.<br />
Devletler, kendi halklarına karşı, uluslararası hukuktan kaynaklanan birtakım<br />
yükümlülüklere sahiptir. Bu yükümlülüklerin kapsamı aslında uluslararası siyasi<br />
sistem geliştikçe daha da genişlemektedir. Fakat en azından bugün için<br />
bu yükümlülükler içinde, yalın haliyle konuşacak olursak, darbe yapmamak<br />
<strong>ve</strong>ya meşru hükümeti kuv<strong>ve</strong>t kullanmak yolu ile iktidardan uzaklaştırmamak<br />
yer almamaktadır. Yani aslında darbe yapmak, uluslararası toplum açısından<br />
129
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
da uluslararası hukuk normları açışından da bir devletin, yükümlülüklerine<br />
aykırı hareket ettiğini göstermemektedir.<br />
Siyasi bir tutum <strong>ve</strong>ya tercih olarak bir devlet ya da bir uluslararası örgüt, demokrasiyi<br />
teşvik etse <strong>ve</strong> demokratik süreçlere yönelik müdahalelere tepki gösterse<br />
bile bir bütün olarak uluslararası toplumun aynı <strong>ve</strong>ya benzer bir tutumu<br />
sergilemesi normatif bir yükümlülük ya da eğilim değildir. Diğer bir ifadeyle,<br />
bir devletin ne türden bir rejim ile yönetileceği <strong>ve</strong> bu rejimi hangi yöntemler<br />
ile değiştireceğini belirleme konusunda zımni bir yetkisi söz konusudur. Bu<br />
nedenle de Mısır’da demokrasinin kesintiye uğramış olması uluslararası toplumun<br />
toptan müdahale <strong>ve</strong>ya tepkisini gerektirmemektedir.<br />
Buraya kadar söylenenler, darbeyi takip etmesi muhtemel gidişattan bağımsız<br />
olarak salt darbeye odaklanıldığında geçerli olmaktadır. Darbe dönemlerinde<br />
keyfi tercihlerin yıkıcı sonuçlarının olması <strong>ve</strong> buna bağlı olarak da kitlesel<br />
insan hakları ihlallerinin yaşanması ihtimali, darbelere karşı bazen de fazlaca<br />
duygusal sayılabilecek reaksiyonun temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.<br />
Burada yanıltıcı olan, bu türden ihlallerin darbe dönemi dışında da meydana<br />
gelme ihtimalinin varlığıdır. Her ne kadar darbe dönemleri, insan hakları<br />
ihlalleri anlamında daha hassas bir durumun <strong>orta</strong>ya çıkmasına müsait ise de<br />
darbe ile insan hakları ihlalleri birbirinden ayrılması gereken iki olgudur.<br />
Meseleyi tasrih etmek bakımından birkaç hususun altını çizmekte fayda vardır.<br />
Darbenin insanlığa karşı suç olduğu şeklindeki kanaat aslında darbeye<br />
uluslararası toplumun tepki <strong>ve</strong>rmesi gerektiği düşüncesinin de altyapısını<br />
oluşturmaktadır. Hâlbuki ne ulusal ne de uluslararası hiçbir metinde darbe<br />
diye bir insanlığa suç eylemi tanımlanmış değildir. Darbe dönemlerinde insanlığa<br />
karşı suç işlenme ihtimali son derece yüksektir <strong>ve</strong> neredeyse bütün<br />
darbelerden sonra bu türden suçlar işlenmiştir. Ancak insanlığa karşı suçlar<br />
darbeye bağlı suçlar değildir.Yani demokratik bir rejimde de bu suçlar işlenebilir.<br />
Tekrar belirtmek gerekirse, darbeleri insanlığa karşı suçların işlenmesi<br />
takip edebilir; bu ihtimal yüksektir. Ancak burada darbenin kendisi insanlığa<br />
karşı suç olarak görülmemektedir.<br />
İnsanlığa karşı suçlar, soykırım <strong>ve</strong> etnik temizlik hallerinde uluslararası toplumun,<br />
bu fiillerin gerçekleştiği devletin iç işlerine karışma <strong>ve</strong> bu fiiller ile ilgili<br />
<strong>130</strong>
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tedbir alma yükümlülüğü <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Ancak bu tür yoğun <strong>ve</strong> kitlesel<br />
ihlallerin yaşanmadığı durumlarda, askeri darbe sonucu demokrasi kesintiye<br />
uğramışsa bile, uluslararası toplumun ilgili devletin iç işlerine müdahale anlamı<br />
taşıyabilecek şekilde hareket etmesi söz konusu değildir.<br />
Sonuç olarak başta ABD olmak üzere süreçle ilgilenen aktörlerin, Mısır’da<br />
olan biteni sessizce kabul ederken bir an önce istikrarı sağlayacak tedbirlerin<br />
alması gerekmektedir. Ülkelerin hiçbir şekilde kan dökülmesini istememeside<br />
bunu teyit eder mahiyettedir. Siyasi açıdan bu tavır eleştirilebilir elbette; ancak<br />
nihayetinde bu politik bir tercihtir. Bu nokta uluslararası toplumun darbeye<br />
neden sessiz <strong>ve</strong>ya ilgisiz kaldığının anlaşılması bakımından önemlidir. Bugün<br />
için uluslararası toplum, bir devletin iç işlerine ancak söz konusu devlet halkını<br />
koruyamadığında <strong>ve</strong>ya korumak istemediğinde müdahale edebilmektedir.<br />
Onun dışındaki tercihlere, zorbalığı temsil ediyor olsa da karışamamaktadır.<br />
1.3. Görece Zayıf İsyanlar: Cezayir <strong>ve</strong> Fas<br />
Mısır’ın yarattığı Arap depreminin Kuzey Afrika’da artçı bir etki yaratması<br />
beklenmekteydi. 1990’larda bu depremin benzerini çok acı bir deneyimle yaşamış<br />
olan Cezayir için de bu dalganın göreceli olarak hafif atlatıldığı <strong>orta</strong>dadır.<br />
1999’dan beri devletin başında olan Buteflika, Arap dünyasının yaşadığı<br />
bu krizi oldukça ‘başarılı’ yönetmiştir. Buteflika doğruluğu tartışılır yasalarla<br />
da olsa, toplumun düzenini sağlamak adına büyük çaba sarf etmiştir <strong>ve</strong> bu durum<br />
Cezayir ekonomisinin rakamlarına bakıldığında çok daha net bir biçimde<br />
<strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Buteflika bu başarıları ile Cezayir halkının desteğini alsa<br />
da, özellikle üçüncü döneminde kazandığı seçimlerdeki hile <strong>ve</strong> yolsuzluk iddiaları<br />
sebebiyle büyük tepki çekmeye başlamıştır.<br />
Cezayir’in son yıllarda geçirdiği dönüşüm inanılmazdır. Birçok petrol-gelişim<br />
teorisinin aksine, Cezayir müthiş bir hızla ekonomik olarak büyümüş <strong>ve</strong><br />
1960’lı yıllarda petrol <strong>ve</strong> ağır sanayi ile yaratılmaya çalışan lokomotif etkisini<br />
hayata geçirmiştir. Cezayir’in 19. yüzyıldan itibaren dış güçlerle olan ilişkisinden<br />
bugün bölgesinde söz söyleyebilecek bir devlet konumuna gelmesine<br />
kadar çok büyük sınavlar <strong>ve</strong>rdiği de <strong>orta</strong>dadır.<br />
Enerji konusunda Avrupa Birliği <strong>ve</strong> Cezayir <strong>orta</strong>klığı, Avrupa-Akdeniz <strong>orta</strong>k-<br />
131
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
lığının en önemli ayağı haline gelmiştir. Özellikle Avrupa Birliği’nin enerjiye<br />
olan ihtiyacını birbirinden farklı kanallarla karşılama isteği konusunda<br />
Cezayir’in hem coğrafi olarak hem de kapasite olarak Avrupa için çok önemli<br />
bir konuma sahip olduğu aşikârdır. Avrupa’nın dışında da Cezayir yeni dünya<br />
sistemi içerisinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Cezayir Enerji Günü’nde<br />
ABD <strong>ve</strong> Cezayir’in her yıl ticaret hacimlerinin arttığı <strong>ve</strong> gelecek yıllarda bu<br />
durumun çok daha iyi bir durumda olacağı belirtilmiştir.<br />
Bu denli iyi bir tablo bir tarafta, hile dolu üçüncü seçimle Buteflika’nın<br />
iktidarını devam ettirmesi <strong>ve</strong> ayyuka çıkan yolsuzluklar, önemli sorunları da<br />
beraberinde getirmiştir. Tüm bu sorunlar ise Arap baharı boyunca katlanarak<br />
<strong>orta</strong>ya çıkmıştır. Hükümeti protesto etmek amacıyla iki kişinin kendini yakması<br />
ise bu durumun en bariz göstergesidir. Öte yandan, Buteflika’nın olağanüstü<br />
halin kaldırılacağını ilan etmesi, isyan dalgasını bir nebze de olsun hafifletmiştir.<br />
Cezayir için en önemli hususun tıpkı diğer isyanlarda olduğu gibi<br />
ekonomik temellerinin bulunduğunu <strong>ve</strong> isyan ateşlerinin yiyecek fiyatlarının<br />
aşırı yükselmesi ile ateşlendiğini eklemek gerekir. Buna ek olarak yolsuzluk<br />
<strong>ve</strong> işsizlik <strong>ve</strong>rileri de Cezayir’deki isyan tablosuna eklendiğinde yaşananların<br />
kaçınılmaz doğasını göstermektedir.<br />
Fas’ta yaşanan olaylara da tıpkı Tunus, Mısır <strong>ve</strong> Cezayir’de olduğu gibi halkın<br />
iktidardan beklentileri <strong>ve</strong> ağırlaşan yaşam koşullarına oluşan tepkiler neden<br />
olmuştur. Ancak Fas örneğinin Arap dünyası için en önemli noktası şüphesiz<br />
bir Monarşi olması, iktidarın halkın büyük kesimlerinden destek alması <strong>ve</strong><br />
buna rağmen isyan silsilesi içerisinde yer alabilmiş olmasıdır. Halk burada<br />
her ne kadar ‘demokratikleşme’ üzerinden protestolarını yürütmese de, Kral<br />
6. Muhammed’in kimi haklarından vazgeçmesini talep etmeleri devrim niteliğini<br />
taşımaktadır. Bu taleplerin ikinci temasının istihdam <strong>ve</strong> reformlar üzerine<br />
yoğunlaşması da yine diğer Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu ülkeleri ile benzeşmektedir.<br />
Fas’taki isyanlar süresince polis her ne kadar şiddet kullanmaktan kaçınmaya<br />
çalışsa daçatışmalardan söz etmemek mümkündür. Özellikle yaşanan çatışmalarda<br />
bir bank üzerinde beş kişinin yanmış cesetlerinin bulunması halkın<br />
sokaklara dökülmesi ile sonuçlanmıştır.<br />
132
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Fas Kralı 6. Muhammed kapsamlı bir anayasal değişiklikten söz etmesine<br />
rağmen, Fas için değil devrimden bir evrimden dahi söz etmenin zor olduğu<br />
açıktır. Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da liderlerin değişmek zorunda olmaları<br />
gerçeği <strong>orta</strong>da olsa bile bu değişimden bir demokrasi ile bir monarşinin yorumlarının<br />
farklı olacağı kesindir. Burada yorum farkının yalnızca yönetici<br />
temelli ele alınmamasının, halkın da isyanlar sırasına taleplerinin benzer bir<br />
biçimde farklılaştığı gözlemlenebileceğini Fas örneğinden belirtmek gerekir.<br />
1.4. Şaşırtan İsyanlar: Arap Yarımadası<br />
Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmelerin Arap yarımadasındaki otokratik rejimlerde<br />
de etkisi olduğu <strong>orta</strong>dadır. Ancak burada da rejimlerin baskıcı doğasının<br />
isyanların gerçekleşme amaçlarını da etkilediğini belirtmek gerekir. Arap<br />
yarımadasındaki isyanların kuşkusuz en şaşırtan noktası göreceli istikrarlı<br />
devletler olan Bahreyn, Yemen, Umman, Ürdün <strong>ve</strong> Suudi Arabistan’daki eylemlerin<br />
despotik rejimlere rağmen gerçekleşmiş olmasıdır.<br />
Suudi Arabistan ile başlamak gerekirse, ABD’nin bölgede önemli müttefiki<br />
olması dikkate değer bir ayrıntıdır. Bununla birlikte petrol açısından zengin<br />
olan ülkede, Kral Abdullah’ın Arap çıkarlarının önemli bir savunucusu olduğu<br />
da bilinmektedir. Burada değinilmesi gereken husus ise Suudi Arabistan’ın El-<br />
Kaide ile olan bağlantısı <strong>ve</strong> de Şii azınlık nüfusudur. Ancak Suudi Arabistan<br />
için ülke içerisinde gerçekleşen isyanlardan ziyade Bahreyn’e <strong>ve</strong>rilen destek<br />
üzerinde durmak gerekmektedir. Özellikle Şii azınlığın Suudi Arabistan’daki<br />
isyanlarda önemli rol oynadığı <strong>ve</strong> genel hatlarıyla demokratik temsil hakkı<br />
üzerinden isyanların gerçekleştirildiği bilinmektedir.<br />
Bahreyn yalnız yarımadada değil, tüm isyanlar içerisinde oldukça ayrıksı bir<br />
yere sahip olması açısından önemli bir konuma sahiptir. Bunun yanı sıra etnik<br />
<strong>ve</strong> dinsel bir çatışmanın da ürünü olduğunu dile getirmek mümkündür.<br />
Burada Şii grupların demokratikleşmeyi talep ettikleri <strong>ve</strong> özellikle özgürlük,<br />
ekonomik iyileşme gibi net taleplerini de ifade edildiği gözlemlenmektedir.<br />
Bahreyn’in uluslararası sistemdeki yerinin istikrarlı bir görüntüye sahip olması<br />
<strong>ve</strong> çok daha önemli bir biçimde ABD’nin müttefiki olması yaşananların<br />
resminin daha farklı çizilmesine neden olmaktadır. Bahreyn’de halkın özellikle<br />
Sünni azınlığın istihdam alanlarında daha avantajlı durumda bulunmalarına<br />
133
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
yöneltilmiş bir isyan söz konusudur. Bu isyan dâhilinde kuşkusuz olası İran<br />
müdahalelerinden kaynaklanabilecek bir tedirginlik de uluslararası camiada<br />
tartışılmaktadır. Bu tartışmanın ardından Suudi Arabistan’ın de bölgeye asker<br />
desteğinde bulunması oldukça önemli bir gelişmedir <strong>ve</strong> Bahreyn’de yaşananları<br />
bir devlet içerisinde yaşanan devrim hareketlerinden ziyade uluslararası<br />
arenada gerçekleşen bir çıkar çatışması haline dönüştürmektedir.<br />
Umman <strong>ve</strong> Ürdün örneklerinde de yine petrol zengini olan ancak işsizlikle<br />
mücadele eden ülkelerin isyanı ön plana çıkmaktadır. ABD müttefiki olan bu<br />
ülkelerde istikrarlı bir yönetim olduğu düşünülse de monarşilerde de muhalefetin<br />
olabileceğinin düşünülmesi adına oldukça önemli bir adımdır. Yemen<br />
örneği ise bu süreçte diğerlerinin aksine oldukça yoksul bir ülke olmakla birlikte<br />
El Kaide’nin de yoğun bir biçimde etkinlik gösterdiği bir tablo ile karşılaşılmaktadır.<br />
Arap Yarımadası’nda yaşananlar göreceli olarak düşük yoğunluklu olarak<br />
hissedilmiş <strong>ve</strong> yine de devrim dalgası içerisinde değerlendirilmiştir. Kendi<br />
sistemsel yapıları içerisinde isyanların ciddi değişiklikleri öngördüğü açıktır.<br />
Öte yandan bölgelerde yaşananların süregiden rahatsızlıkların parçası olduğu<br />
<strong>ve</strong> bu ülkelerin uluslararası sistemin önemli bir parçası olmaları <strong>ve</strong> kendi iç<br />
dinamiklerinin bu denli bir halk hareketini mümkün kılamayacağı <strong>orta</strong>dadır.<br />
1.5. Sonu Belli Olmayan Devrim: Libya<br />
Devrimler içerisinde şiddetli <strong>ve</strong> sonu en belirsiz olanı Libya’da yaşananlardır.<br />
Libya’da yaşananları bu denli farklı kılan durum ise bu değişkenlikten değil;<br />
aksine uluslararası camianın Libya’da yaşananlarla ilgili takındığı tutumdan<br />
kaynaklanmaktadır. Özellikle 2000’lerle birlikte Afrika kıtasının üçüncü kez<br />
büyük güçlerce paylaşıldığı <strong>ve</strong> yeni sömürgeleştirme dönemine girildiği başta<br />
Fransa olmak üzere birçok devletin burada izlediği politikalardan anlaşılmaktadır.<br />
Öte yandan ülkenin petrol zengini olmasına karşın halkın ciddi bir sefalet<br />
içerisinde yaşıyor olması da halkı kaçınılmaz olarak isyana sürüklemiştir.<br />
Libya’da Tunus<strong>ve</strong> Mısır devrimlerinin ya da halk hareketlerinin etkisi yoğun<br />
bir biçimde kendisini göstermiştir. Tunus <strong>ve</strong> Mısır’dan farklı olarak, doğrudan<br />
devlet başkanına <strong>ve</strong> onun despotik rejimine yönelik isyanlardan ziyade,<br />
134
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
hükümete yönelik protestolar şeklinde başlayan Libya isyanları zaman içerisinde<br />
Kaddafi rejimine yönelmiştir. Halkın ilk etapta tepkisinin hükümete<br />
karşı olması sonucunda ise hükümet yanlıları <strong>ve</strong> protestocular arasında ciddi<br />
çatışmaların ülkede baş göstermesiyle, var olan kriz bir iç çatışmaya dönüşmüştür.<br />
Dolayısıyla Libya’da yaşananları bir devrimden ayırmak ilk etapta yapılması<br />
gereken doğru bir hamle olacaktır. Devamında ise Libya’da yaşananları iç<br />
savaş kis<strong>ve</strong>si altında ele almak <strong>ve</strong> ülkenin bölünmüşlüğü üzerinde durmak<br />
gerekmektedir. Bilhassa Mısır <strong>ve</strong> Tunus örneklerinden oldukça farklı olarak,<br />
Libya’da halkın büyük desteğini gören bir süreçten bahsetmenin mümkün olmadığı<br />
<strong>ve</strong> hatta ilk protestoların hükümeti dahi devirmeyi planlamadığı gözlenmiştir.<br />
Bu iç dinamikler içerisinde halkın protesto gösterileri aşırı şiddet ile<br />
karşılanmıştır.<br />
Libya’da yaşananlara devrim niteliğini kazandıranın ise kuşkusuz çatışmalar<br />
süresince kimi bölgelerin Kaddafi’nin kontrolünden çıkması <strong>ve</strong> özellikle de<br />
bazı ordu mensuplarının muhalif gruplara katılarak isyancılara destek <strong>ve</strong>rmesidir.<br />
Bunun yanı sıra Kaddafi’nin göstericilere uyguladığı şiddet ise benzerlerinden<br />
çok daha farklı bir biçimde gerçekleşmekte <strong>ve</strong> tüm dünya Libya’daki<br />
insanlık dışı gelişmeleri izlemiştir. Libya’yı yine benzerlerinden farklılaştıran<br />
ise bu şiddetin sonucu olarak devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında<br />
Libya’ya müdahale etmeleridir ki Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da gerçekleşen<br />
diğer hiçbir isyanda benzer bir uygulamaya şahit olunmamıştır.<br />
Libya için söylenecek her sözün söylendiği andan itibaren hükümsüz olabileceği<br />
bir durum söz konusu olmakla birlikte ancak farklılaşmanın nedenleri<br />
<strong>orta</strong>ya konabilir. Burada neden Libya’ya müdahalenin söz konusu olduğu<br />
sorulması gereken en önemli sorudur ki, bu sorunun cevabını da kuşkusuz<br />
Libya’nın sistemsel olarak arızi bir pozisyona sahip olmasından <strong>ve</strong> 11 Eylül<br />
sonrası dünyada El Kaide ile olan bağlantılarına ek olarak, yeni paylaşım için<br />
oldukça önemli bir alan olması gelmektedir. Fransa’nın klasik dış politikasının<br />
aksine oldukça hızlı bir biçimde konuya el atması <strong>ve</strong> yer yer ani çıkışlar<br />
yaparak süreci kendi lehine döndürme çabası bu sebeple oldukça anlaşılır bir<br />
hal almıştır.<br />
135
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Libya’da yalnız bir iç çatışmadan değil aynı zamanda da dış müdahalenin<br />
söz konusu olması da Bahreyn <strong>ve</strong> Suudi Arabistan örnekleri ile benzeşmekte,<br />
ancak Libya’nın küçük bir adadeğil büyük bir petrol yatağı olmasının da etkisiyle<br />
yaşananlar çok daha göz önünde <strong>ve</strong> kanlı bir şekilde gerçekleşmiştir.<br />
Tüm bunlara ek olarak Kaddafi’nin 1969 yılından beri iktidarda olması, bu<br />
iktidarın demokrasiden oldukça uzak <strong>ve</strong> baskıcı bir doğaya sahip olması <strong>ve</strong><br />
halkın yaşam standartlarının oldukça düşük olması hatta büyük bir yoksulluk<br />
içinde yaşaması nedeniyle protestoların fitiliateşlenmiştir. Tüm bunların sonucunda<br />
Kaddafi’nin muhalifler tarafından öldürülmesi ile Libya’da yeni bir<br />
dönem başlamıştır.<br />
Libya’nın geleceğinin bölgede emsal teşkil edebileceğini iddia etmek <strong>ve</strong> bu<br />
emsalde Birleşmiş Milletler <strong>ve</strong> NATO’nun başarılı olması durumunda tüm<br />
bölge ülkelerini benzer bir sorunun bekleyebilecek olmasını <strong>orta</strong>ya koymak<br />
yanlış olmayacaktır. Aksi bir durumda ise Arap baharı yerini despotik liderlerin<br />
baskıcı rejimlerine bırakacaktır.<br />
1.6. Olağanüstü Halin Sonu, Siyasi Özgürlüklerin Başlangıcı: Suriye<br />
Suriye’de yaşananlar için isyanların son dalgasını oluşturduğunu söylemek<br />
gerekir. Suriye’nin bu isyanlarda en son sırada yer almasının nedenlerinden<br />
biri olarak Beşşar Esed’inreform sözü <strong>ve</strong>rmiş olması yatmaktadır. Ancak halkın<br />
ilk tepkisinin de siyasi suçluların serbest bırakılması yönünde protestolara<br />
başlaması <strong>ve</strong> akabinde yine birçok tutuklanmanın yaşanması sonucunda Suriye,<br />
kaçınılmaz olarak bölgedeki isyanların bir parçası haline gelmiştir.<br />
Suriye’de yaşananların nedenlerine inilecek olunursa iktisadi bir yanının olduğu<br />
açıktır; ancak en büyük farkının kuşkusuz halkın protestolarının temalarını<br />
işsizlik, ekonomik krizler üzerinden değil, siyasi özgürlük, 1963’ten beri<br />
devam eden olağanüstü hal gibi siyasi kaygıların ürünü olduğunu belirtmek<br />
gerekir. Bu siyasi karakterin yeni olmaması, aksine 1940’lardan itibaren ülkenin<br />
iç dinamiklerini şekillendirebilen önemli bir <strong>ve</strong>ri olması ise bir diğer<br />
durumdur. Çok daha önemlisi bugünlerde yaşanana isyanların asıl kökenlerinin<br />
2000’de Şam Baharı olarak adlandırılan dönemde bulunduğunu <strong>ve</strong> entelektüellerin<br />
isyanların şekillenmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemek<br />
mümkündür. Genel görünüm itibariyle Suriye’deki isyanların devrim adını<br />
136
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
taşımasının çok daha muhtemel göründüğü <strong>orta</strong>dadır. Siyasi söylemlerin bu<br />
süreci şekillendiriyor olması, iktisadi <strong>ve</strong> siyasi kaygıların söz konusu olması<br />
isyanları salt işsizlik <strong>ve</strong> yoksulluk indirgemeciliğindenkurtarmaktadır.<br />
1.6.1 Türkiye’nin Suriye Politikası: Doğrular <strong>ve</strong> Yanlışlar<br />
Arap Baharı şablonuna pek uygunluk göstermeyen Suriye’deki kriz<br />
Türkiye’nin de başını ağrıtacak bir seyir izlemektedir. Mart 2011’de başlayan<br />
ayaklanma birçok analist <strong>ve</strong> politikacıya göre Esed’in gidişi ile nihayete<br />
erecek bir sürecin başlangıcı olarak görülürken bugün gelinen noktada Esed<br />
rejiminin zannedildiğinden daha fazla dayandığını göstermektedir. Diğer bir<br />
ifadeyle Suriye’deki kriz, başlangıcından bugüne çok önemli bir değişim göstermiş<br />
durumdadır. Bu hızlı değişim de birçok şeyin öngörülememesini <strong>ve</strong><br />
dolayısıyla etkin politikalar üretilememesini de beraberinde getirmiştir.Bu<br />
özellikle Türkiye örneğinde de ileri sürülebilecek bir argümandır. Zira Türkiye,<br />
kontrol edemediği çok sayıda değişkenin varlığı <strong>ve</strong> sürece dâhil olan aktörlerin<br />
birbirinden çok farklı önceliklere sahip olması gibi nedenlerle bugün<br />
Suriye kaynaklı önemli problemlerle uğraşmak durumunda kalmaktadır.<br />
1.6.2 Krizde Ana Merhaleler <strong>ve</strong> Türkiye’nin Siyasi Pozisyonu<br />
Türkiye’nin Suriye krizinde izlediği politikayı <strong>ve</strong> benimsediği tutumu bir bütün<br />
olarak ele almak çok doğru olmayabilir. Diğer bir deyişle, krizin başlangıcından<br />
bugüne Türkiye’nin Suriye politikasını tek bir kelime <strong>ve</strong>ya tek bir<br />
siyasi pozisyon ile ifade etmek bir şeylerin eksik kalmasına neden olabilir.<br />
Suriye’deki kriz Mart 2011’den bugüne çok önemli değişim göstermiştir. Bu<br />
değişim sürecinde birbirinden farklı safhalar gözlenmiş <strong>ve</strong> her safha aslında<br />
başka bir siyasi pozisyonun benimsenmesini de zorunlu kılmıştır. O nedenle<br />
krizdeki temel kırılmaları <strong>ve</strong> Türkiye’nin bu kırılmalar karşısında takındığı<br />
tutumun temel özelliklerini ele almak doğru bir siyasi analiz yapabilmek açısından<br />
önem taşımaktadır.<br />
Bilindiği gibi Suriye’deki kriz hemen hemen Tunus, Mısır <strong>ve</strong> Libya ile eş<br />
zamanlı olarak <strong>orta</strong>ya çıkmıştır. Dolayısıyla ilk hareketlenmeleri aslında Arap<br />
Baharı sürecinin yarattığı özgü<strong>ve</strong>n havasına bağlamak mümkündür. Suriye’de<br />
insanların dikta rejiminden memnun olmadıklarını söylemek malumu ilamdan<br />
137
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ibaret olur elbette; ancak bu memnuniyetsizliğin ifade edilmesi için öyle görünüyor<br />
ki Arap Baharı önemli bir fırsat <strong>ve</strong> teşvik vazifesi görmüştür. Suriye’de<br />
küçük bir çocuğun tutuklanması, işkenceye tabi tutularak öldürülmesi sonucunda<br />
lokal tepki <strong>ve</strong> protestolar ile başlayan süreç büyük ölçüde spontane bir<br />
seyir izlemiştir.<br />
Bu ilk gösterilerde protestocuların belirgin bir talebinin olduğunu söylemek<br />
zordur. Elbette ki temel haklar ile ilgili dile getirilmiş taleplerden söz etmek<br />
mümkündür; ancak sistematik bir talebin <strong>ve</strong> kendi içinde buna uygun tutarlı<br />
bir siyasi duruşun eksikliği göze çarpmıştır. Böylesine dağınık <strong>ve</strong> çerçe<strong>ve</strong>si<br />
belirsiz tepki <strong>ve</strong> talepler karşısında Esed rejimi bekleneceği üzere duyarlı<br />
davranmamış <strong>ve</strong> sert önlemler almayı tercih etmiştir. Bu sert tutum muhalifleri<br />
ironik bir şekilde daha da cesaretlendirmiştir. Suriye’de rejimin beklentisinin<br />
aksine gösteriler giderek yayılma eğilimi göstermiştir. Talepler de daha sistematik<br />
<strong>ve</strong> daha güçlü bir siyasi içerikle dile getirilmiştir. Artık doğrudan reform<br />
<strong>ve</strong> siyasi ifade özgürlüğü talep edilmektedir. Esed rejimi de bu taleplere şiddete<br />
başvurarak cevap <strong>ve</strong>rmiştir.<br />
Bu aşamada Türkiye’nin duruşu son derece ılımlı, ahlaki <strong>ve</strong> ilkelidir. Türkiye<br />
Esed rejiminin halkın taleplerine cevap <strong>ve</strong>rmesi gerektiğini ifade etmiş <strong>ve</strong> bu<br />
çerçe<strong>ve</strong>de normatif bir temelde hareket etmiştir. Bu dönemde Türk dış politikası<br />
ABD <strong>ve</strong> diğer Batı devletlerinin yaklaşımı ile de örtüşmektedir. Mısır<br />
<strong>ve</strong> Libya’dakinin aksine Suriye’deki halk hareketlenmelerinde daha kararlı<br />
<strong>ve</strong> erken bir tutum benimseyen Türkiye’nin bu dönemdeki dış politikasında<br />
belirgin bir tutarlılık <strong>ve</strong> ahlakilik göze çarpmaktadır.<br />
Ancak bilindiği gibi Esed rejimi Türkiye’nin <strong>ve</strong> diğer uluslararası aktörlerin<br />
çağrılarına olumlu cevap <strong>ve</strong>rmemiş <strong>ve</strong> hatta protestoculara yönelik şiddetin<br />
dozunu arttırmıştır. Fakat giderek artan şiddet de göstericileri sindirememiştir.<br />
Suriye’deki sıradan halk kitlelerinin tamamen şiddetsiz <strong>ve</strong> barışçıl gösterilerine<br />
karşı Esed rejimi, orantısız <strong>ve</strong> asla tasvip edilemeyecek bir şiddet uygulamıştır.<br />
Bu tavra karşılık Türkiye’nin tepkisi son derece ahlakidir. Bu aşamada<br />
Türkiye’nin bu tavrını Suriye’nin iç işlerine müdahale olarak değerlendirmek<br />
doğru değildir. Yine hükümetin Esed rejimi ile yakın ilişkiler kurmasını gündeme<br />
getirerek bir tutarsızlık iması yapmak yerinde değildir zira Türkiye bu<br />
138
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
dönemde Suriye ile yakınlaşırken <strong>orta</strong>da ne gösteriler vardır <strong>ve</strong> ne de bu gösterilere<br />
karşı aşırı şiddet kullanımı söz konusu olmamıştır.<br />
İlerleyen zamanlarda Türkiye, tutumunu biraz daha belirginleştirmiş <strong>ve</strong> Esed<br />
yönetimine reform yapması çağrısı yapmıştır. Dikkat edilirse ilk aşamada<br />
Türkiye’nin politikasında Esed’in gitmesi hedef olarak belirlenmemiştir. Türkiye<br />
Esed’in görevi bırakmasını değil reform yapmasını istemiştir. Türkiye,<br />
Esed rejimi ile bu çerçe<strong>ve</strong>de son derece detaylı <strong>ve</strong> kapsamlı görüşmeler yapmıştır.<br />
Bütün bu görüşmelerde Türkiye’nin üzerinde durduğu en önemli nokta<br />
halkın taleplerine cevap <strong>ve</strong>recek şekilde bir reform sürecinin başlatılması yönünde<br />
olmuştur. Dolayısıyla bu safhada da Türkiye’nin Suriye politikası hem<br />
tutarlı <strong>ve</strong> hem de ahlakidir.<br />
Esed rejimi Türkiye’nin telkin <strong>ve</strong> çağrılarına cevap <strong>ve</strong>rmemiş <strong>ve</strong> artık yavaş<br />
yavaş belirmeye başlayan muhaliflere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir.<br />
Bu sert tedbirlere rağmen Türkiye ısrarla Esed’den değişim <strong>ve</strong> reform beklemeye<br />
devam etmiştir. Hatta bu konuda toleranslı <strong>ve</strong> fazlaca iyi niyetli davrandığını<br />
söylemek mümkündür. Mesela ABD Esed’in reform niyeti <strong>ve</strong> kabiliyeti<br />
olmadığı sonucuna varmış <strong>ve</strong> Esed’in gitmesi gerektiğini ifade etmeye<br />
başlamıştır. Fakat Türkiye bu noktaya ABD’den sonra gelmiştir. Ne zaman<br />
ki Esed’in reform yapmayacağı <strong>ve</strong> şiddete son <strong>ve</strong>rmeyeceği kesin bir şekilde<br />
<strong>orta</strong>ya çıkmıştır, Türkiye o noktadan itibaren artık Esed rejiminin değişmesi<br />
gerektiğini ifade etmiştir.<br />
Bu kanaat aslında sübjektif bir temele oturmamaktadır.Gerek bağımsız insan<br />
hakları örgütleri <strong>ve</strong> gerekse de BM İnsan Hakları Konseyi’nin raporları Esed<br />
rejiminin Suriye’de kitlesel düzeyde insan hakları ihlallerinde bulunduğunu<br />
<strong>ve</strong> insanlığa karşı suçlar işlediğini <strong>orta</strong>ya koymuştur. Yani <strong>orta</strong>da belgelenmiş<br />
<strong>ve</strong> teyit edilmiş sistematik bir zulüm vardır <strong>ve</strong> Esed rejiminin de bundan<br />
vazgeçmeye niyeti yoktur. Buna Türkiye’nin <strong>ve</strong>rdiği cevap yine tutarlı <strong>ve</strong> ilkelidir.<br />
Aslına bakılırsa Türkiye’nin bundan sonraki adımları da akılcıdır. Zira<br />
Esed’in gitmesini talep etmek bir alternatifinin de varlığını gerektirmektedir.<br />
Türkiye Esed’e alternatif olabilecek bir muhalefetin <strong>orta</strong>ya çıkması için de<br />
çaba göstermiştir. Bu çerçe<strong>ve</strong>de muhalifleri birleştirmeye çalışmış <strong>ve</strong> Esed<br />
rejimine karşı uluslararası bir cephe oluşturmaya çalışmıştır.<br />
139
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Suriye’de muhaliflerin silahlı bir güç oluşturması <strong>ve</strong> bu silahlı gücün ülkede bazı<br />
yerleri kontrol altına alması ile birlikte ülkedeki kriz iç savaşa doğru gitmiştir.<br />
Bu aslında siyasi bir tutum belirlenmesi açısından önemli kırılma noktasıdır.<br />
İç savaşta artık denk <strong>ve</strong> eşit olmasa da aynı kategoride değerlendirilecek iki<br />
ayrı güç vardır. Bu da ülkede yepyeni bir durum <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Bu yeni<br />
durumda iki taraf da artık belirli yükümlülükler ile sınırlıdır.<br />
1.6.3 Türkiye Nerede Hata Yaptı?<br />
Bu noktada Türkiye açısından durumu zorlaştıran iki önemli gerekçeden söz<br />
etmek mümkündür. Birincisi, muhalif grupların şiddete artan bir biçimde <strong>ve</strong><br />
terör nitelemesini haklı kılacak düzeyde başvurmaları. Esed rejiminin sert uygulamalarına<br />
başlangıçta masumane bir karşılık olarak gösterilen bu tepkiler<br />
bugün artık ahlaki bir perspektifte karşılanmamaktadır. Muhalifler tarafından<br />
infaz edilen hükümet yanlısı milislerin görüntüleri, yine muhalif grupların<br />
yargısız infazları, mezhep kaygılarının <strong>ve</strong> önceliklerinin şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde<br />
devreye girmesi normatif bir desteğin altını oyan <strong>ve</strong> bunu artık sürdürülemez<br />
hale getiren etkenlerin başında gelmektedir. Böylesi bir <strong>orta</strong>mda Türkiye gerek<br />
iç politikada gerekse de uluslararası arenada muhaliflerden yana net bir<br />
tutum benimsemek konusunda giderek daha fazla zorluk yaşamaktadır. Muhalif<br />
grupların işlediği suçların görüntülerinin servis edilmesi <strong>ve</strong> Türkiye’nin<br />
pozisyonunu zora sokmaktadır. Hele de süregiden çatışmanın mezhepsel <strong>ve</strong><br />
etnik bir boyutunun da olduğunun daha fazla kabul görmesi, meseleye bu açıdan<br />
yaklaşmamaya büyük özen gösteren Türkiye için bir başka önemli handikap<br />
olarak görülmektedir.<br />
İkinci önemli problem ise Suriye’deki durumun tam bir iç savaş halini almış<br />
olmasıdır. Süregiden bir çatışmayı iç savaş olarak isimlendirmek bir siyasi<br />
tercih gibi görünebilir. Ancak asıl önemli olan hukuki anlamda bir çatışmanın<br />
bu tanıma uygun olup olmadığının tespit edilebilmesidir. Elbette bu tespiti<br />
yapacak merkezi bir kurum <strong>ve</strong>ya merci bulunmamaktadır. BM <strong>ve</strong> Uluslararası<br />
Kızılhaç Komitesi, Suriye’deki çatışmanın iç savaş tanımına uyduğunu<br />
kabul etmektedir. Bu da artık ülkede “uluslararası nitelikte olmayan silahlı<br />
bir çatışma”nın devam ettiğini <strong>ve</strong> bu çatışmaya silahlı çatışmalar hukuku kurallarının<br />
tatbik edilebileceği anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle artık<br />
140
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
uluslararası silahlı çatışmalar hukukunun söz konusu çatışmada tanıdığı iki<br />
muharip tarafın olduğu söylenebilir. Bundan dolayı Esed rejimi <strong>ve</strong> muhalifler<br />
savaş hukuku kurallarına uymakla yükümlü bulunmaktadır.<br />
1.6.4 Sonuç: Ne Yapmalı?<br />
Ancak tabi ki bu Türkiye’nin bugünden yarına mutlaka Suriye politikasını<br />
değiştirmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Bugün için artık Türkiye’nin,<br />
kendisini önemli ölçüde bağlayan deklare edilmiş-aslında doğru-bir Suriye<br />
politikası bulunmaktadır. Bu politika çerçe<strong>ve</strong>sinde uzunca bir süredir Türkiye<br />
Esed’in artık gitmesi gerektiğini ifade etmekte <strong>ve</strong> Esed rejimini muhatap görmemekte<br />
ısrar etmektedir. Ancak bu çizgi <strong>ve</strong> tutumunda önemli değişikliklere<br />
gitmeden yukarıda bahsi geçen kaygıları Türkiye dikkate almak <strong>ve</strong> söylem <strong>ve</strong><br />
eylemlerini buna göre yeniden biçimlendirmek durumundadır. Aksi takdirde<br />
önemli sayılabilecek bir meşruiyet <strong>ve</strong> etik kriz ile karşı karşıya kalması ihtimal<br />
dâhilinde olarak görülmektedir.<br />
Yarının Suriye’si kurulurken başta Türkiye olmak üzere uluslararası sistemin<br />
diğer aktörleri de bu noktaları mutlaka dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde<br />
yeni Suriye uluslararası sistemin istikrarlı bir üyesi olmaktan uzak bir<br />
görüntü sergileyebilir. Esed’in meşruiyetinin artık tartışmasız bir biçimde <strong>orta</strong>dan<br />
kalktığının en önemli gerekçesi sivil halka karşı işlediği suçlar olduğu<br />
dikkate alındığında aynı gerekçe ile uluslararası toplumun muhatabı konumunda<br />
olan muhaliflerin de meşruiyet krizine girmelerinin önüne geçilmelidir.<br />
Bu noktada da hiç şüphesiz en büyük sorumluluk Türkiye’ye düşmektedir.<br />
Artık sadece Esed’in zalim <strong>ve</strong> diktatör olduğu söyleminden daha öte bir tutum<br />
belirlenmeli <strong>ve</strong> bu tutum çerçe<strong>ve</strong>sinde muhalif grupların sahici bir alternatif<br />
olabileceği gösterilmelidir.<br />
Türkiye açısından bakıldığında önemli olan Suriye’nin bölünüp bölünmemesi<br />
değildir. Elbette ki bu bir ihtimaldir <strong>ve</strong> Türkiye için hiç de tercih edilir nitelikte<br />
değildir. Ancak Suriye’nin bölünmesi istisna, bütün kalması ise kuraldır.<br />
Dolayısıyla ABD başta olmak üzere bütün önemli aktörlerin tercihi Suriye’nin<br />
toprak bütünlüğünden yana olacaktır. Ancak meşruiyet <strong>ve</strong> temsil gücüne sahip<br />
alternatif bir iktidarın Esed rejiminin yerini alması fiilen Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliği<br />
<strong>ve</strong> bölgedeki etkinliği açısından büyük önem arz etmektedir. Meşruiyeti tar-<br />
141
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tışmalı <strong>ve</strong> belli bir mezhep <strong>ve</strong>ya etnik gruba dayalı bir iktidar, Suriye’de güç<br />
boşluklarının oluşmasına izin <strong>ve</strong>rebilir <strong>ve</strong> bu da fiilen Türkiye’nin gü<strong>ve</strong>nliğini<br />
tehlikeye atacak gelişmelere yol açabilir.<br />
Öte taraftan daha geniş bir perspektiften, meşruiyet krizi ile boğuşan bir<br />
hükümet yönetiminde Suriye Türkiye’nin barış <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik sorunlarından<br />
arındırılmış Orta Doğu vizyonuna gölge düşürebilecektir. Kim ne derse desin<br />
artık Suriye’nin geleceği büyük ölçüde Türkiye’nin sorumluluğundadır <strong>ve</strong> buradaki<br />
başarı <strong>ve</strong>ya başarısızlık Türkiye’ye atfedilecektir. Türkiye’nin bölgeye<br />
vaat ettikleri ile Suriye’nin gelecekte alacağı görüntü arasında çok yakın bir<br />
ilişki bulunmaktadır. Bu doğrudan doğruya Türkiye’nin Suriye’deki soruna<br />
bu denli angaje olması ile ilgilidir. Bunun yanlışlığı <strong>ve</strong>ya doğruluğundan ziyade<br />
bu tercih ile bağlantılı olarak ne yapılması gerektiği önemlidir. Diğer bir<br />
ifadeyle artık Türkiye sadece <strong>ve</strong> sadece Esed rejiminin devrilmesine odaklı<br />
kalamaz; sahici <strong>ve</strong> etkili bir alternatifin gerçekten de var olduğunu göstermek<br />
zorundadır.<br />
Belki bundan daha önemlisi <strong>orta</strong>ya çıkacak alternatifleri gerek amaçları gerekse<br />
de yöntemleri açısından çok sağlam bir meşruiyet zeminine oturmak<br />
zorundadır. Türkiye tüm bunları sağlamak adına siyasetini yeniden tanzim<br />
etmelidir. Yani Esed’e muhalif gruplar hem yürüttükleri savaşı hukuka <strong>ve</strong><br />
ahlaka uygun olarak yürütmeliler <strong>ve</strong> hem de evrensel standartlara uygun bir<br />
yönetimin sözünü <strong>ve</strong>rebilmelidirler. Bunu yapamıyorlar ise Türkiye <strong>ve</strong> diğer<br />
önemli aktörler bunu sağlamak durumundadır.<br />
1.7. Genel Görünüm<br />
Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da yaşananlar pek çok isimle anılsa da henüz kesin<br />
<strong>ve</strong> net bir durumdan söz etmenin mümkün olmadığı <strong>orta</strong>dadır. İsyanların<br />
yaşandığı ülkelerdeki iktisadi krizlerin ağırlıklı bir role sahip olduğunu belirtmek<br />
ise bu ülkelerin geleceği adına oldukça önemlidir. Klasik ama bir o kadar<br />
da geçerli olan bir söylem olarak; buralarda sürdürülebilir kalkınma gerçekleştirilemediği<br />
sürece gerçek anlamda bir demokratikleşmenin gerçekleştirilemeyeceği<br />
açıktır. Bu tutum her ne kadar pejoratif bir yaklaşımı da içerse de,<br />
gerçekleşen isyanlarda öncül ihtiyaçların tespit edilmesi oldukça gereklidir.<br />
Takriben yapılması gereken ise, bölge halklarını eş zamanlı bir biçimde aynı<br />
142
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
yöne kanalize eden etmenleri <strong>orta</strong>ya çıkarmak gerekir. Burada en önemli faktörün<br />
sistemsel müdahalelerin olduğunu vurgulamak gerekir. İç <strong>ve</strong> dış dinamiklerin<br />
bu derece birbirini tetiklediği bir <strong>orta</strong>mda da söz konusu gelişmelerin<br />
olması kaçınılmazdır. Ancak tarihsel deneyimin de gösterdiği üzere, Kadife<br />
Devrimlerinin yaşandığı ülkelerde ilk heyecanlarla demokratikleşme yönünde<br />
önemli adımlar atılmış olsa da, bugün o ülkelerde zamanında karşı çıktıkları<br />
rejimlere yakın durma çabasının ağır bastığı gözlenmektedir. Benzer bir durumun<br />
Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu devletleri için de geçerli olup olamayacağını<br />
zaman gösterecektir. Ancak bu süre zarfında bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin<br />
izleyecekleri politikalar şüphesiz bölgenin kaderini de değiştirecektir<br />
<strong>ve</strong> ancak o zaman bölgede yaşananların devrim mi yoksa isyan mı olduğuna<br />
karar <strong>ve</strong>rilebilecektir.<br />
2. Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye: Yumuşak Güç <strong>ve</strong> Modellik Tartışmaları<br />
Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesi ile başlayan <strong>ve</strong> diktatörlerin de halk tarafından<br />
devrilebileceği şeklinde Orta Doğu <strong>ve</strong> Afrika’da oluşmaya başlayan<br />
algı, hızla bölgeye yayılmış <strong>ve</strong> Mısır’ı uzun yıllar otoriter bir şekilde yöneten<br />
Hüsnü Mübarek’in de devrilmesine yol açmıştır. Devrimin Mısır’da başarılı<br />
olması ise bu defa Orta Doğu’daki otoriter yönetimlerin Mısır’da meydana<br />
gelen olayların kendilerinde de olabileceği şeklinde bir algının oluşmasına yol<br />
açmıştır. Böylelikle bölgede ne zaman, nasıl <strong>ve</strong> ne şekilde biteceği henüz belirsiz<br />
olan devrimler silsilesinin başlamıştır. Uzun yıllar demokratik yönetimden,<br />
katılımcı anlayıştan <strong>ve</strong> eşit yaşam koşullarından uzak bir şekilde otoriter<br />
<strong>ve</strong> baskıcı yönetim düzeni ile yönetilen Arap toplumları, soğuk savaş sonrasında<br />
başlayan Doğu Avrupa, Kafkasya <strong>ve</strong> Orta Asya’da <strong>orta</strong>ya çıkan demokrasi<br />
yönünde oluşan devrimler zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.<br />
Bu açıdan bakıldığında Libya’da başlayan <strong>ve</strong> bir iç savaşa dönüşen devrim<br />
dalgasının bu ülkede de ciddi değişiklikleri meydana getirmiş <strong>ve</strong> buradan<br />
kazandığı ivme ile diğer otoriter Orta Doğu ülkelerini de etkilemiştir. Orta<br />
Doğu’da devrimlerin başlaması ile birlikte son yıllarda bu bölgede aktif bir<br />
şekilde yer almaya başlayan Türkiye’nin de olaylarla yakından ilgilendiği <strong>ve</strong><br />
belirli bir tutum sergilemeye çalıştığı görülmektedir. Bu bölgeye ilişkin tutumunu<br />
sıfır sorun yaklaşımı ile temellendiren <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de bölge ülkeleri ile<br />
143
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ekonomik ilişkileri geliştirerek istikrarlı bir havza oluşturmayı amaç edinen<br />
Ankara, son yaşanan gelişmeler neticesinde bu temelde bir dış politika yürütmekte<br />
zorlanmış <strong>ve</strong> Orta Doğu bölgesinde otoriter yönetimlere dayalı bir<br />
istikrar <strong>orta</strong>mının kurulmasının sınırlarını görmüştür.<br />
Türkiye, uzun yıllar izlemeye çalıştığı <strong>ve</strong> genellikle yumuşak güç anlayışına<br />
dayalı olan dış politikası sayesinde Arap kamuoyunda yükselen imajı <strong>ve</strong> artan<br />
popülaritesi nedeniyle devrimlerde Arap kamuoyu ile birlikte hareket etme<br />
şeklinde bir baskı hissetmiştir. Ekonomik, siyasi <strong>ve</strong> kültürel işbirliğini geliştirmeye<br />
çalıştığı Arap diktatörlerinin yanında durma <strong>ve</strong> Türkiye’yi demokratik,<br />
laik <strong>ve</strong> aynı zamanda Müslüman özelliklere sahip olduğu için model<br />
olarak kabul eden Arap kamuoyunu <strong>ve</strong> devrimleri destekleme arasında kalan<br />
Türkiye’nin devrimler sırasında yoğun ikilem yaşadığı söylenebilir. Bu kısımda<br />
Türkiye’nin devrimler sürecinde neden bir model ya da cazibe merkezi<br />
olarak <strong>orta</strong>ya çıktığı ya da çıkarılmaya çalışıldığı tartışılarak bölgede artan<br />
Türkiye etkisi <strong>ve</strong> bunun bir yumuşak güç anlamına gelip gelemeyebileceği<br />
tartışılacaktır.<br />
2.1. Modellik Tartışmaları: Ucu Açık Bir Tartışma<br />
Her ne kadar Türkiye’nin bölgeye model olabileceği ile ilgili tartışmaların<br />
tarihsel bir geçmişi olduğu bilinse de AKP’nin iktidara gelmesi <strong>ve</strong> son yaşanan<br />
devrimlerde İslamcı hareketlerin etkisi nedeni ile bu tartışmaların yoğunlaştığını<br />
görmekteyiz. Kurtuluş savaşı sürecinde gösterilen başarıların <strong>ve</strong><br />
sonrasında 1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet’in gösterdiği deneyimler <strong>ve</strong><br />
Türkiye tarafından yapılan reformların Afganistan, İran <strong>ve</strong> Mısır gibi bölge ülkelerinde<br />
ilham kaynağı olduğu söylenebilse de, Türkiye’nin Batı menşeli dış<br />
politikayı benimsemesi <strong>ve</strong> Orta Doğu bölgesi ile ilişkilere ideoloji <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik<br />
eksenli yaklaşması neticesinde Ankara bu bölgeye mesafeli yaklaşmıştır. Bu<br />
durum 1960’lı yıllarda değişmeye başlamış <strong>ve</strong> Özal’ın iktidara gelmesi ile<br />
birlikte Arap <strong>ve</strong> Türk toplumu arasındaki ilişkiler yoğunlaşmıştır. 1990’larda<br />
Türkiye’nin tekrar gü<strong>ve</strong>nlik endişelerini önceleyen bir tavrı dış politikasında<br />
benimsemesi ilişkilerdeki ivmenin kaybolmasına yol açsa da Dışişleri<br />
Bakanı İsmail Cem döneminde başlayan komşularla yakınlaşma politikası<br />
<strong>ve</strong> AKP’nin iktidara geldiğinde bu politikayı devam ettirmesi ilişkileri ge-<br />
144
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
liştirmiştir. Ayrıca AKP yönetiminin bu bölgeye ilişkin yaklaşımında kültürel<br />
<strong>ve</strong> tarihi faktörleri ön plana çıkarması, Türkiye <strong>ve</strong> Orta Doğu arasındaki<br />
ilişkilerin hızla gelişmesini Türkiye’nin bölgede imajının hızla artmasını <strong>ve</strong><br />
Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Arap kamuoyunda dikkatlice takip edilmesini<br />
sağlamıştır.<br />
2002 yılında tek başına iktidara gelen <strong>ve</strong> iktidarda kaldığı sürece farklı bir dış<br />
politika söylemi <strong>ve</strong> uygulaması benimseyen AKP yönetimi Orta Doğu bölgesinde<br />
özellikle Arap kamuoyu tarafından olumlu görüldüğü söylenebilir. “İslamcı”<br />
geçmişi olduğu düşünülen bir partinin özellikle 2000’li yılların başında<br />
AB sürecini hızlandırarak Türkiye’yi AB’ye aday ülke haline getirmesi, katı<br />
laiklik anlayışı terk ederek askerin siyaset üzerindeki etkisini sınırlaması <strong>ve</strong><br />
bu partinin laiklik <strong>ve</strong> demokratiklik gibi evrensel değerleri içselleştirdiğinin<br />
düşünülmesi Arap kamuoyunda AKP iktidarına önem <strong>ve</strong>rilmesini sağlamıştır.<br />
Ayrıca Orta Doğu’ya ilişkin gösterdiği yaklaşımda zaman zaman bölgedeki<br />
otoriter yönetimleri demokratik açılımlar yapması yönünde uyaran <strong>ve</strong> bölgede<br />
demokratik deneyimlerin dışarıdan zorla değil halkın kendisi tarafından başlatılması<br />
gerektiğini çoğu zaman ifade eden Türkiye, bölge ülkelerinde aydınlar,<br />
bazı İslamcı guruplar, akademisyenler <strong>ve</strong> siyasi guruplarca bir ilham kaynağı<br />
olarak görülmeye başlanmıştır.<br />
Özellikle devrimlerden sonra gündeme gelmeye başlayan modellik<br />
tartışmalarının ilk boyutunda Türkiye’den ziyade AKP örneğinin yoğun bir<br />
şekilde konuşulduğunu görmekteyiz. AKP’nin geçmişte “İslamcı” bir parti<br />
olduğuna dikkat çeken bazı kesimler bu siyasi partinin zamanla değişerek laiklik,<br />
demokrasi <strong>ve</strong> insan hakları gibi öğeleri içselleştirdiğini iddia etmektedir.<br />
Bu kesimler devrimlerin sonucunda yapılacak demokratik reformlar ile fırsat<br />
<strong>ve</strong>rilmesi halinde benzer bir deneyimin İslamcı Hareketler olarak görülen<br />
<strong>ve</strong> yıllardırotoriter yönetimlerin bölgede demokratik adımları atmamasında<br />
önemli bir dayanak olarak gördüğü <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de İslami radikalizmden endişe<br />
eden Batılı devletlerinde desteğini aldığı Müslüman Kardeşler <strong>ve</strong> Hamas<br />
oluşumlarda da görülebileceğini iddia etmektedir. Bu tarz bir yaklaşımın Batı<br />
<strong>ve</strong> özellikle ABD’deki çoğu kesim tarafından desteklendiği <strong>ve</strong> bu kesimin<br />
AKP deneyimini bölgedeki İslamcı hareketlerin demokratik bir çizgide kalabilmesi<br />
için önemli gördüğü söylenebilir.<br />
145
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Bölgedeki İslamcı hareketlerin de AKP örneği ile ilgili bazı olumlu görüşleri<br />
olduğu söylenebilir. “İslamcı” bir geçmişi olduğu düşünülen AKP örneğinin<br />
bu kesimler tarafından İslamcıların da iktidarda kalabileceği <strong>ve</strong> sistem içinde<br />
dönüşebileceği şeklindeki tezlerine dayanak olarak kullandığı söylenebilir.<br />
Tunus devriminden sonra İslamcı muhalif lider Raşid Gannuşi’nin model<br />
olarak “Türkiye’de AKP’nin benimsediği modeli” benimseyeceklerini ifade<br />
etmesinin ardında bir meşruiyet <strong>ve</strong> uluslararası kamuoyunun desteğini alma<br />
kaygısı olduğu söylenebilir. Aynı şekilde Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin<br />
devrim sürecinde “İslam tek çözümdür” şeklindeki ideolojik söylemleri bir<br />
tarafa bırakarak demokrasi <strong>ve</strong> insan haklarına yönelik bir tutum benimsemesi<br />
AKP örneğinin bu harekette belli oranda etkili olduğunun bir kanıtıdır.<br />
AKP deneyiminin bölgede etkili olması ile ilgili Türkiye kamuoyunda da bir<br />
tartışma başladığını görmekteyiz. Her ne kadar Başbakan <strong>ve</strong> Cumhurbaşkanı<br />
gibi üst düzey yetkililer Türkiye’nin bölgeye model olma gibi bir amacının<br />
olmadığını ifade etseler de Türkiye’nin deneyimi <strong>ve</strong> başarıları ile bölgedeki<br />
hareketlere yardımcı olabileceği <strong>ve</strong> bölgedeki demokratik gelişmelerde<br />
destek olabileceğini belirtmektedirler. Başbakan Erdoğan, bölgedeki siyasi<br />
hareketlerin Türkiye örneğinden ilham aldığını <strong>ve</strong> kendi partilerine bu siyasi<br />
deneyimi anlamak amacı ile çeşitli başvuruların olduğunu ifade etmiştir.<br />
Diğer taraftan Türkiye’de bazı kesimler Türkiye’nin “Ilımlı İslam” modeli<br />
olarak bölgeye sunulmasını Türkiye’yi İslami bir devlete dönüştürebileceğini<br />
<strong>ve</strong> bu durumun Türkiye’nin laik karakteri ile zıt olduğunu belirterek bu tartışmalara<br />
karşı çıkmışlardır. Diğer taraftan bazı kesimler AKP’nin bölgeye çeşitli<br />
nedenlerden dolayı model olamayacağını ifade etmektedirler. Bu kesimler,<br />
zaman zaman kesintiye uğrasa <strong>ve</strong> eksik yanları olsa da Orta Doğu’da Türkiye’deki<br />
gibi laik <strong>ve</strong> demokratik mekanizmaların olmadığını belirtmekte <strong>ve</strong><br />
AKP’yi <strong>orta</strong>ya çıkaran temel gelişmelerin Türkiye’nin demokratik sisteminden<br />
kaynaklandığını vurgulamaktadırlar. Bu nedenlerle Orta Doğu’da kendilerini<br />
ifade etme konusunda sıkıntılarla karşılaşan İslamcı hareketlerin daha<br />
da radikalleştiğini <strong>ve</strong> daha fazla ideolojik söylemlere doğru kaydıklarını ifade<br />
etmektedirler. Ayrıca bazı kesimler AKP’yi İslam’a herhangi bir referansta<br />
bulunmadığı için “İslamcı” bir parti olarak görmemekte <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong>de modellik<br />
tartışmalarını da yararsız olarak değerlendirmektedirler.<br />
146
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Türkiye ile ilgili model tartışmalarında öne çıkan ikinci tartışma noktası ise<br />
geçmişte ordunun Türkiye’de üstlendiği rol <strong>ve</strong> bu örneğin Orta Doğu bölgesinde<br />
gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ile ilgili olmaktadır. Bu modeli savunan<br />
kesimlerin temel amacı Orta Doğu’da Mısır gibi Batı’nın müttefiki olan ülkelerde<br />
meydana gelen devrimler sonucu, İran örneğinde olduğu gibi Batı’nın<br />
çıkarlarına tehdit oluşturabilecek İslamcı iktidarların işbaşına gelmesine engel<br />
olmaktır. Geçmişte Türkiye’de ordunun “demokrasi <strong>ve</strong> laikliği” korumak<br />
amacı ile zaman zaman yönetime müdahale ettiğini <strong>ve</strong> belli bir süre sonra demokrasinin<br />
işlemesi için yönetimi sivillere bıraktığını belirten bu kesim aynı<br />
deneyimin devrimler sonrasında Orta Doğu ülkelerinde de uygulanabileceğini<br />
belirtmektedir. Böylelikle Orta Doğu’da meydana gelen devrimler sonrasında<br />
demokrasiye geçişin Batı yanlısı orduların kontrolünde olması gerektiği düşünülerek<br />
bölgedeki Batı çıkarlarının 1979’da İran’da İslamcı iktidarın işbaşına<br />
gelmesi ile olduğu gibi tekrar tehlikeye düşmesi engellenmek istenmektedir.<br />
Bu şekilde bir politikanın Mısır’da uygulamaya konulduğu söylenebilir. Hüsnü<br />
Mübarek’in devrilmesinin ardından Mısır sisteminde en güçlü aktör olarak<br />
<strong>orta</strong>ya çıkan <strong>ve</strong> Batı yanlısı olduğu düşünülen ordu, Tantavi’nin liderlik<br />
yaptığı Yüksek Askeri Konsey ile demokrasiye geçiş için gerekli reformların<br />
<strong>ve</strong> uygun <strong>orta</strong>mın oluşması görevini üstlenmiştir. Bu şekilde bir deneyimin<br />
demokrasi, özgürlük <strong>ve</strong> eşitlik isteyen Arap halklarını ne kadar memnun edebileceği<br />
şu an itibari ile belirsizken, Pakistan’ın geçmişte Türkiye’nin bu deneyiminden<br />
esinlenerek geliştirdiği ordu kontrolünde bir yönetim anlayışının<br />
sakıncaları <strong>ve</strong> eksiklikleri <strong>orta</strong>dadır. Aynı zamanda Türkiye’nin bu şekilde bir<br />
modelle bölgede dile getirilmesi Ankara’nın son dönemde Arap Kamuoyunda<br />
artan popülaritesine <strong>ve</strong> geliştirmeye çalıştığı yumuşak gücüne zarar <strong>ve</strong>rmiştir.<br />
Her şeyden önce bu şekilde bir deneyimin Türkiye’nin kendi demokratik gelişimine<br />
faydalı olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Türkiye’de neredeyse<br />
her on yılda bir ordunun demokratik <strong>ve</strong> laik düzeni yeniden tesis etmek<br />
amacı ile eksiklikleri olsa da işleyen bir demokratik sisteme müdahale ettiği<br />
bilinmektedir. Her ne kadar ordu belli bir süre sonra kışlasına geri dönmekteyse<br />
de, bu süreçlerden sonra Türkiye’nin iç <strong>ve</strong> dış politikasında devam eden<br />
etkisi nedeni ile Türkiye hiçbir zaman tam anlamı ile demokratik, insan hak-<br />
147
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
larına saygılı <strong>ve</strong> laik bir ülke niteliğe kavuşamayarak Kürt sorunu gibi kronik<br />
sorunlarında ilerleme kaydedememiş <strong>ve</strong> bu durum entegre olmaya çalıştığı<br />
Avrupa Birliği ülkeleri ilişkilerine olumsuz bir şekilde yansımıştır. 2000’li<br />
yıllarla birlikte ordunun iç <strong>ve</strong> dış politikada etkisinin azalması ile Türkiye’nin<br />
demokratik gelişme anlamında önemli adımlar atması <strong>ve</strong> 2004 yılındaki Brüksel<br />
Zir<strong>ve</strong>sinde AB ile müzakerelere 2005 tarihinde başlamaya hak kazanması<br />
bu durumun bir kanıtıdır.<br />
Modellik konuları ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı üçüncü bir konu ise<br />
Türkiye’nin Batılı, demokratik <strong>ve</strong> aynı zamanda Müslüman bir ülke olarak<br />
Orta Doğu bölgesinde batı çıkarlarına tehdit oluşturan Şii İran modelinin<br />
nüfuzunun yayılmasına engel olabileceği ile ilgilidir. 1979’daki devrimden<br />
sonra İran’da “İslamcı” bir iktidarın işbaşına gelmesi <strong>ve</strong> bu iktidarın ABD’yi<br />
“büyük şeytan” İsrail’i ise bölgeden silinmesi gereken bir devlet olarak değerlendirmesi,<br />
Batılıları bölgede petrol <strong>ve</strong> İsrail’in varlığına dayalı olan temel<br />
çıkarları ile ilgili endişelendirmiştir. Nükleer enerji çalışmalarını sürdüren <strong>ve</strong><br />
devrimin ilk yıllarında bölgedeki Şii nüfusu destekleme politikası <strong>ve</strong> rejim ihracı<br />
anlayışı geliştiren bu ülke yoğun Şii nüfusa sahip Orta Doğu ülkelerini de<br />
telaşa sürüklemiştir. Orta Doğu ülkelerinde İran’ın bölgede <strong>ve</strong> özellikle Basra<br />
Körfezinde “Şii Hilali”ni inşa edeceği algısı yoğun bir şekilde var olmaktadır.<br />
Bu nedenlerle bölge ülkeleri <strong>ve</strong> Batı, Türkiye’nin özellikle “İslamcı” geçmişi<br />
olduğu düşünülen AKP’nin iktidara gelmesi ile bölgede İran’ı dengeleyebilecek<br />
<strong>ve</strong> nüfuzunu kırabilecek bir güç oluştuğunu düşünmüştür. Böylelikle, 1990’lı<br />
yıllarda da Kafkasya <strong>ve</strong> Orta Asya’da rekabet eden Türkiye <strong>ve</strong> İran modellerinin<br />
bu defa Orta Doğu’da rekabet edecekleri düşünülmüştür. Fakat Türkiye<br />
geliştirdiği sıfır sorun politikası ile İran ile de ekonomik <strong>ve</strong> siyasi ilişkilerini<br />
geliştirmiş <strong>ve</strong> bu ülkenin izole olmasına karşı çıkarak uluslararası topluma entegre<br />
olması gerektiğini savunmuştur. Nükleer çalışmaları dolayısı ile Batı’nın<br />
İran’a askeri müdahale düzenlemesi isteğine karşı çıkan Türkiye bölgesinde<br />
2003 yılında Irak’ın işgal edilmesi ile oluşan istikrarsızlık <strong>ve</strong> kaos örneğinin<br />
tekrar yaşanmasını istememiştir.<br />
Her ne kadar Türkiye 1990’lı yıllardaki gibi İran ile bölgesel bir rekabete<br />
girmek istememişse de geliştirdiği söylem <strong>ve</strong> izlediği yumuşak güç strate-<br />
148
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
jisi ile Ankara, İran’ı bölgede dengeleyen <strong>ve</strong> nüfuzunun yayılmasına engel<br />
olan bir konumda olmuştur. 13 Ekim 2010 tarihinde İran Cumhurbaşkanı<br />
Ahmedinejad’ın Hizbullah dolayısı ile etkili olduğu Lübnan ziyareti ile bir ay<br />
sonra 23 Kasım 2010’da Lübnan’daki her kesim ile iyi ilişkilere sahip olmaya<br />
çalışan Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Lübnan ziyareti Türkiye’nin bölgede<br />
İran nüfuzunu dengeleyici rolünü göstermektedir. Ahmedinejad gerçekleştirdiği<br />
bu resmi ziyarette Lübnan’da sadece Şiilere hitap ederken <strong>ve</strong> İsrail’e<br />
antisemitist tonlarda sert bir şekilde yüklenirken, Türkiye bu ülkedeki hemen<br />
hemen her kesime hitap etmiş, demokrasi <strong>ve</strong> istikrar söylemini ön plana çıkarak<br />
İran’dan farklı bir tutum sergilemiş <strong>ve</strong> bu tutumu Lübnan <strong>ve</strong> bölge ülkelerince<br />
memnuniyetle karşılanmıştır.<br />
Sonuç olarak Türkiye modeli denildiğinde bu kavramdan her kesimince farklı<br />
bir anlam çıkarıldığı <strong>orta</strong>dadır. Fakat Orta Doğu’da özellikle devrimler sonrasında<br />
Türkiye’nin model olarak kendisini sunabilmesi ya da bölge ülkelerinin<br />
demokratik gelişmesi amacı ile ilham kaynağı olabilmesi Türkiye’nin<br />
demokrasi, insan hakları <strong>ve</strong> adalet alanında göstereceği başarılara bağlıdır.<br />
Türkiye’nin geçmişte gerçekleştirdiği demokratik gelişmeler <strong>ve</strong> AB üyeliğiyönünde<br />
yapılan reformlarında katkısı ile Orta Doğu’da yapılan kamuoyu<br />
yoklamalarında bölge halkının çoğunluğunun Türkiye’yi bölgeye model<br />
olarak gördüğü <strong>orta</strong>ya çıkmaktadır. Bunun yanında Kürt sorunu gibi önemli<br />
bir iç sorununu çözmeden <strong>ve</strong> ekonomisini belli bir kapasiteye taşımadan<br />
Türkiye’nin bu şekilde bir rolü oynayabileceği tartışmalıdır.<br />
2.2. Yumuşak Güç Tartışmaları: Kültür, Dış Politika <strong>ve</strong> Siyasi Sistem<br />
1923 yılında Cumhuriyetin kurulması itibari ile Türkiye, dış politikasını yürütürken<br />
genellikle askeri <strong>ve</strong> ekonomik gücüne dayalı bir anlayış sergilemiştir.<br />
Özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye, bölge ülkeleri ile ilgili sorunlarını çözmede<br />
askeri araçları kullanma yoluna giderek tipik bir sert güç tutumu benimsemiştir.<br />
Buradan da anlaşılacağı gibi sert güç bir ülkenin “askeri <strong>ve</strong> ekonomik<br />
gücünü kullanarak diğer bir ülkeye istediklerini yaptırabilme” olarak tanımlanabilir.<br />
Diğer taraftan özellikle soğuk savaşın bitmesi ile Realist mantığa<br />
dayalı sert güç anlayışın da kırılmalar meydana gelmiş <strong>ve</strong> “kültür, dış politika<br />
<strong>ve</strong> siyasi değerler” gibi yumuşak güç unsurlarının da “bir devletin cazibe<br />
149
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
merkezi haline gelerek diğer devleti zorlamadan istediklerini yaptırabileceği”<br />
vurgulanmaya başlanmıştır. Bu durum Türkiye’nin dış politikasını da etkilemiş<br />
<strong>ve</strong> özellikle iki binli yıllarla birlikte Türkiye, dış politikasında yumuşak<br />
güç söylemi geliştirerek bölge ülkeleri ile olumlu ilişkiler geliştirmiş <strong>ve</strong> ulusal<br />
çıkarlarını sağlama yoluna gitmeye başlamıştır.<br />
Yumuşak güç unsurlarından biri olan dış politika faktörünü Türkiye açısından<br />
incelediğimizde geçmişe nazaran bu konuda değişimlerin olduğu fark<br />
edilmektedir. Öncelikle Türkiye’nin doksanlı yıllarda Yunanistan, Rusya,<br />
Ermenistan, Suriye, Irak <strong>ve</strong> İran gibi ülkelerle sorunlu ilişkilere sahip olduğu<br />
<strong>ve</strong> bu durumun bazen askeri çatışmalara yol açabilecek duruma geldiği düşünüldüğünde,<br />
Ankara’nın sıfır sorun politikası ile birlikte tüm bölge ülkeleri<br />
ile ilişkiler geliştirmeye çalışması dış politika alanındaki değişimin önemli<br />
bir kanıttır. Böylelikle bölgedeki her ülke ile direkt bir diyalog imkânı kurmayı<br />
amaçlayan <strong>ve</strong> gerektiğinde bölge aktörleri arasında sorun çözücü olarak<br />
yer almayı amaçlayan Türkiye bu şekilde bölge ülkelerinin gözünde “yapıcı<br />
rol” oynayan bir ülke konumuna yükselmektedir. Ayrıca bölge için geliştirdiği<br />
“istikrar” <strong>ve</strong> “barış” söylemi ile birlikte 2003 Irak Savaşı öncesinde <strong>ve</strong><br />
sonrasında olduğu gibi bölgesel politikalarında öncelikle bölge ülkelerinin<br />
görüşlerine önem <strong>ve</strong>rmesi Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını artırmaktadır.<br />
Bunun yanı sıra uluslararası alanda Orta Doğu bölgesinde <strong>ve</strong> özellikle<br />
Filistin’de yaşanan adaletsizliğe dikkat çekmesi <strong>ve</strong> bölgede adil sistemin olmadığını<br />
dile getirmesi <strong>ve</strong> bölge genelinde halkın enerjisini <strong>orta</strong>ya çıkaracak<br />
bir düzeni inşa etme isteği Türkiye’nin adil <strong>ve</strong> moral değerlere dayalı dış politika<br />
izlemeye çalıştığını göstermektedir. Ayrıca son dönemde benimsediği<br />
politika ile Ankara, uluslararası kuruluşlarda önemli pozisyonlar elde ederek<br />
uluslararası örgütlerin daha adil, açık <strong>ve</strong> eşit katılımlı bir anlayışa sahip olması<br />
gerektiğini dile getirmektedir. Bu şekilde, Türkiye dış politikada moral<br />
değerlere dayalı meşru bir dış politika izlemeye çalışmakta <strong>ve</strong> cazibe merkezi<br />
olma özelliğini artırmaya çalışmaktadır. Irak savaşına Birleşmiş Milletler<br />
Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi kararı olmadan katılmayacağını ABD tarafına bildiren<br />
Türkiye’nin bölge halklarınca “meşru görülmeyen bu savaşa” katılmayışı bölgede<br />
Ankara’nın algısını olumlu yönde değiştirmiştir.<br />
150
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Diğer taraftan Türkiye’nin 2011’de Lübnan’da <strong>orta</strong>ya çıkan hükümet krizinde<br />
bölgesel istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile seçilmiş bir hükümet<br />
olan Saad Hariri hükümetine çekilmesini tavsiye etmesi <strong>ve</strong> demokrasi isteyen<br />
muhaliflere İran’ın sert tepki göstermesine rağmen Ankara’nın İran lideri Ahmedinejad<br />
ile samimi ilişkiler kurması <strong>ve</strong> bu ülkeye bu konularda eleştiriler<br />
getirmemesi Türkiye’nin bölgede yükselen imajına olumsuz etkilemiştir. Mısır<br />
<strong>ve</strong> Libya devrimleri ile devam eden demokrasi yanlısı gösterilerde görüldüğü<br />
gibi Türkiye bölgede son ana kadar “istikrar” olgusuna sahip çıkmakta<br />
<strong>ve</strong> bu istikrarın bozulmasını engellemek amacı ile otoriter yönetimlerle işbirliğini<br />
devam ettirerek demokrasi yanlısı gösterilere <strong>ve</strong>ya ayaklanmalara son<br />
ana kadar destek <strong>ve</strong>rmemektedir. Yumuşak güç unsurlarından ikincisi olan<br />
siyasal değerler açısından ilk gündeme gelen modellik konusudur. Bu konu<br />
yukarıda detaylı bir şekilde açıklandığı için burada Türkiye’nin sahip olduğu<br />
kimlik <strong>ve</strong> siyasi özellikleri dolayısı ile bölgede oynamaya çalıştığı rollere<br />
değinilecektir. Bilindiği gibi son dönemde gerçekleştirdiği demokratik açılımlar<br />
<strong>ve</strong> reformlar sayesinde AB’ye daha fazla yakınlaşan Türkiye bölgede<br />
önemli bir esin kaynağı olarak görülmekte <strong>ve</strong> Türkiye’nin hem AB’ye yönelimi<br />
hem de AB vizyonunda katkısı ile değiştirdiği bölgesel politikaları Arap<br />
kamuoyu tarafından yakından takip edilmektedir. Laik, demokratik <strong>ve</strong> aynı<br />
zamanda Müslüman bir kimliğe sahip olarak Türkiye’nin bölgedeki cazibe<br />
özelliğini artırdığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin sahip olduğu bu çok boyutlu<br />
kimlik <strong>ve</strong> siyasi değerler Türkiye’nin bölgede <strong>ve</strong> küresel alanda arabulucu <strong>ve</strong><br />
kolaylaştırıcı roller oynamasını sağlamıştır. Özellikle 2000’li yıllar itibari ile<br />
Türkiye’nin bölgesel sorunların çözümü <strong>ve</strong> istikrar <strong>ve</strong> barış <strong>orta</strong>mının kurulması<br />
amacı ile yoğun bir şekilde sorunlu taraflar arasında diplomatik mekik<br />
dokuduğu görülmüştür.<br />
Müslüman ülkelerin yer aldığı İKÖ (İslam Konferansı Örgütü) ile batılı ülkelerin<br />
yar aldığı NATO’ya (Kuzey Atlantik Anlaşması Organizasyonu) üye<br />
olan tek ülke olarak iki medeniyet arasındaki olumsuz algıları gidermek <strong>ve</strong><br />
Medeniyetler Çatışması tezine bir antitez olmak amacı ile BM kontrolü altında<br />
İspanya ile birlikte Medeniyetler Diyalogu Platformu’na eş başkanlık<br />
yapan Türkiye’nin sahip olduğu Batılı <strong>ve</strong> Müslüman kimliği dolayısı ile son<br />
dönemde bölgede <strong>ve</strong> küresel alanda önemi arttığı söylenebilir. Bunun yanı sıra<br />
151
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
sahip olduğu değerlerin katkısı ile Türkiye 2002 tarihinde İstanbul’da İKÖ-<br />
AB toplantısına ev sahipliği yapabilmiş <strong>ve</strong> Batı <strong>ve</strong> İran arasındaki gerilimin<br />
silahlı bir müdahaleye dönüşmemesi amacı ile taraflar arasında diplomatik temaslarını<br />
artırmıştır. Ayrıca, hem İsrail hem Suriye ile olumlu ilişkilere sahip<br />
olan Türkiye geçmişte bu özelliğini kullanarak iki tarafın barış yolunda ilerlemesine<br />
katkı sağlamıştır. Fakat 2009’dan itibaren Gazze Krizi, Alçak Koltuk<br />
Krizi, Film Krizleri <strong>ve</strong> Gemi Baskını gibi nedenlerle Türkiye’nin İsrail ile<br />
ilişkilerinin daha da bozulmaya başlaması Ankara’nın bu roldeki sınırlarını<br />
göstermiştir.<br />
Bu örnek dışında Türkiye’nin Hamas-El Fetih, Afganistan-Pakistan, Sırbistan-Bosna<br />
Hersek, İsrail- Filistin gibi bölgedeki sorunlu ülkeler arasında<br />
arabulucu ya da kolaylaştırıcı olarak yer almaya çalıştığını görmekteyiz.<br />
Fakat Türkiye’nin gerçekleştirdiği bu misyonlar sonucunda çok fazla somut<br />
bir netice aldığını söyleyemeyiz. Yukarıda sayılan sorunlu taraflar arasındaki<br />
problemler çözülmediği gibi Suriye-İsrail, İsrail-Filistin <strong>ve</strong> İran-ABD geriliminde<br />
Türkiye sorunun taraflarından birini destekler pozisyona düşmüştür. Bu<br />
durum ise Türkiye’nin sorundaki yapıcı rolünü engellemekle kalmamış İran<br />
nedeni ile 2010 tarihinde ABD <strong>ve</strong> Batı ile gerilimli ilişkiler yaşamasına yol<br />
açmıştır. Bu sorunlarda Türkiye’nin karşılaştığı diğer önemli bir sınırlama ise<br />
ekonomik kapasitesinin <strong>ve</strong> insan kaynaklarının bu şekilde yoğun bir diplomatik<br />
faaliyeti yürütmesine yetmemesidir.<br />
Yumuşak güç kaynaklarından üçüncüsü <strong>ve</strong> Türkiye’nin daha başarılı olduğunu<br />
söyleyebileceğimiz alan ise “kültür”dür. Son dönemde dış politikada kültür<br />
temasına önemli vurgu yapan <strong>ve</strong> tarihi ilişkileri tekrar <strong>ve</strong> olumlu perspektifte<br />
yorumlayan dış politika yapıcıları Orta Doğu halkları <strong>ve</strong> yöneticileri ile bu<br />
perspektifte ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. “Hain Arap” yerine “Kardeş<br />
Arap” vurgusunu önceleyerek “Türkler <strong>ve</strong> Arapların yıllarca bu bölgede birlikte<br />
<strong>ve</strong> huzur içinde” yaşadıklarını “tarihi yanlış değerlendirmeleri bir tarafa<br />
bırakarak” tekrar “iyi ilişkilerin iki toplum arasında tesis edilmesi gerektiğini”<br />
vurgulayan siyasi liderler <strong>ve</strong> özellikle Başbakan Erdoğan bu şekilde iki toplum<br />
arasındaki kültürel bağları tekrar tesis etmeye çalışmaktadır. Ayrıca “tarih<br />
kitaplarında bulunan iki toplum hakkındaki olumsuz yargılarında” değiştiril-<br />
152
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
mesini gerektiğini vurgulayan Erdoğan’ın böylelikle kültürel ilişkiler açısından<br />
Araplar ile yeni <strong>ve</strong> olumlu bir başlangıç yapmak istediği söylenebilir.<br />
Söylemdeki bu değişikliğin yanı sıra TRT El Türkiye kanalı ile 2010’dan itibaren<br />
350 milyon dolayındaki bölgeye Arapça yayın yapmaya başlayan Türkiye<br />
böylelikle dış <strong>ve</strong> iç politikasındaki değişimlerin Arap toplumunca daha<br />
yakından takip edilmesini sağlamak istemiştir. Bunun yanında son dönemde<br />
“Ihlamurlar Altında”, “Yabancı Damat” <strong>ve</strong> “Aşk-ı Memnu” <strong>ve</strong> “Gümüş” gibi<br />
dizilerin Arap toplumunca en beğenilen <strong>ve</strong> seyredilen diziler arasında yer alması<br />
Türk kültürüne artan ilgiyi <strong>ve</strong> Türkiye’nin bölgede artan etkisini göstermektedir.<br />
Bu dizilerin katkısı ile kendileri gibi Müslüman bir toplumda Batılı<br />
bir yaşam tarzını gören <strong>ve</strong> seyreden Arap toplumu modern hayat <strong>ve</strong> evrensel<br />
değerlerin Müslüman bir toplumda olabileceğini anlamaktadır. Türkiye ise bu<br />
diziler sayesinde Arap toplumundaki imajı <strong>ve</strong> algısını kuv<strong>ve</strong>tlendirmekte <strong>ve</strong><br />
bölge halkı için cazibe merkezi haline gelmektedir.<br />
Bunun en somut örneğini ise son yıllarda Arap bölgesinden gelen turistlerin<br />
artışında görmekteyiz. Bu dizilerin de katkısı ile Türkiye’ye gelen turist sayısının<br />
son yıllarda önemli artışlar gösterdiğini görmekteyiz. Örneğin 2004’te<br />
ülkemize gelen turist sayısı yaklaşık bir 850 bin iken 2008’de 1.650 bin civarında<br />
olmuştur. Dizilerde seyretmekte oldukları Türkiye’nin turistik <strong>ve</strong> modern<br />
şehirlerini görmek isteyen turistlerin Türkiye’ye olan ilgisinin artması ile<br />
otellerdeki, restoranlardaki menülerde Arapça kısımlar da yer almaya başlamıştır.<br />
Turizmde artan bu yoğun ilginin yanı sıra Ahmet Davutoğlu’nun yazmış<br />
olduğu Stratejik Derinlik adlı eserin Arapçaya çevrilmesi <strong>ve</strong> Erdoğan’a<br />
Arap dünyasında önemi büyük olan “Kral Faysal İslam’a Hizmet” ödülünün<br />
<strong>ve</strong>rilmesi <strong>ve</strong> yine yapılan son anketlerde Erdoğan’ın bölgede en beğenilen<br />
lider olarak çıkması <strong>ve</strong> CNN Arabic’te “Yılın Adamı” seçilmesi Türkiye’nin<br />
bölgede artan kültürel etkisini <strong>ve</strong> buna bağlı olarak gelişen yumuşak gücünü<br />
göstermektedir.<br />
Fakat bu olumlu gelişmelere rağmen bölgede bazı kesimler bu dizilerin<br />
Türkiye’yi temsil etmediğini <strong>ve</strong> bu dizilerde “müstehcen” sahnelerin bulunduğunu<br />
ifade ederek Arap toplumunda bunların yayınlanmasına karşı çıkmıştır.<br />
Ayrıca bazı Orta Doğu ülkelerinde toplumun dizide gösterilen bu yaşam<br />
153
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tarzına ilgi duymasını engellemek için yöneticiler bu dizilerden bazıları yasaklamıştır.<br />
3. Uluslararası Sistem Perspektifinden Türkiye’nin İsyanlardaki Konumu<br />
3.1. Ulus-Devlet’in Önemini Yitirmesi<br />
Devletin gelecekte de küresel sistemin temel aktörü olmaya devam edip<br />
etmeyeceği uluslararası ilişkiler disiplininin en tartışmalı konularından birisidir.<br />
Küresel sistemdeki değişiklik kendini en belirgin şekilde devletin sistem<br />
içindeki rolünün azalmasında göstermiştir. Bu demek değildir ki ulus-devlet<br />
<strong>orta</strong>dan kalkacaktır; bunun anlamı, ulusdevletinsistem içindeki belirleyicilik<br />
fonksiyonunun <strong>orta</strong>dan kalktığıdır. On dokuzuncu <strong>ve</strong> yirminci yüzyıl boyunca<br />
uluslararası politikada merkezi bir yer <strong>ve</strong> rol üstlenen ulus-devlet artık bir<br />
referans noktası değildir. Her ne kadar devletler hala varlıklarını sürdürseler<br />
<strong>ve</strong> bazıları da önemli roller üstlenmeye devam ediyorlarsa da, ulus-devletin<br />
sistemde baskın <strong>ve</strong> temel aktör olduğu oldukça tartışmalı hale gelmiştir.<br />
Ancak paradoksal bir şekilde, devletler önemlerini yitirirken, kolonizasyon<br />
döneminin sona ermesi ile birlikte bağımsız ulusdevletlerin sayısında hızlı bir<br />
artış yaşanmıştır.<br />
Buna ila<strong>ve</strong> olarak, devletler arasında, nitelik, büyüklük, önem, zenginlik vb.<br />
açısından büyük farklılıklar görülmeye başlamıştır. Önceki devletler sisteminde<br />
güç, temel aktörler arasında nispeten daha dengeli bir şekilde paylaşılıyordu.<br />
Hâlbuki günümüz uluslararası siyasi düzeninde, askeri <strong>ve</strong> ekonomik<br />
gücü çok zayıf olan çok sayıda devlete rastlamak mümkündür. Bunun anlamı,<br />
gücün artık küresel ilişkilerde tek belirleyici olmadığıdır. Bu nedenle de süper<br />
güç, hegemon vb. kavramlar büyük ölçüde geçerliklerini yitirmişlerdir.<br />
Dünyayı, tek süper güç olan ABD’nin yanında geleceğin süper güç adayları<br />
Çin, Hindistan vb. bölgesel güçlerin ihtiraslarını gerçekleştirmek için fırsat<br />
kolladıkları bir çatışma alanı olarak görmek hem karşı konulamayacak kadar<br />
çekici, hem de basit bir yaklaşımdır. Bu analizin çekiciliği hiç şüphe yok ki<br />
basit oluşundan kaynaklanmaktadır. Ama ne yazık ki dünyayı sadece devletlerden<br />
müteşekkilmiş gibi görmek, hele hele yerkürede meydana gelen her<br />
olayı devletler arası ilişkiler çerçe<strong>ve</strong>sinden açıklamaya çalışmak, son derece<br />
önemli detayları ıskalamak anlamına gelmektedir.<br />
154
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Küresel sistemde devlet yavaş yavaş önemini yitirirken, <strong>orta</strong>ya çıkan<br />
boşluk yeni yeni <strong>orta</strong>ya çıkmaya başlayan çok sayıdaki aktör tarafından<br />
doldurulmuştur. Küresel sorunlar ile ilgili <strong>ve</strong>rilecek kararların çok daha<br />
karmaşık hale gelmesi, devletlerin yanı sıra birbirinden farklı çok sayıdaki<br />
varlığın da karar <strong>ve</strong>rme sürecine dâhil olmasını gerektirmiştir.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de dikkate alınması gereken en önemli aktörler hiç şüphesiz sivil<br />
toplum kuruluşlarıdır. İkinci dünya savaşının sona ermesinden itibaren hükümet<br />
dışı örgütler, devletin egemen pozisyonunu önemli ölçüde zayıflatacak<br />
şekilde uluslararası karar <strong>ve</strong>rmemekanizmalarına dâhil olmuşlardır. Uluslararası<br />
normların <strong>ve</strong> kuralların oluşumunda bile rol alarak bir zamanlar yalnızca<br />
devletlere mahsus bir rol olan uluslararası hukuk kurallarını oluşturma yetkisine<br />
-doğrudan olmasa da- <strong>orta</strong>k olmuşlardır.<br />
Devletlerin, aynen on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi dünya siyasi sisteminin<br />
başat aktörleri olduğunu düşünsek bile, devletler arasındaki ittifak <strong>ve</strong> kümelenmelerin<br />
hem nitelikleri, hem de içerikleri sürekli değişiklik göstermektedir.<br />
İkinci dünya savaşından sonra, savaş öncesinde var olandan çok daha farklı<br />
yeni bir siyasi sistem kurulmuştur. Bu yeni dönemde temel olarak iki blok<br />
oluşmuştur. Ancak soğuk savaş denilen dönemin sona ermesi ile birlikte önceki<br />
ittifaklar da değişmeye başlamıştır. Soğuk savaş döneminde aynı blokta yer<br />
alan Batı Avrupa ülkeleri ile ABD, yeni dönemde, küresel siyasi gelişmeleri<br />
farklı şekillerde algılamaya <strong>ve</strong> yorumlamaya başlamışlardır. Avrupalılar genel<br />
olarak diğer aktörler ile işbirliğinin, barışçıl çözümlerin <strong>ve</strong> uluslararası hukuk<br />
ilkelerini hâkim kılmanın önemine vurgu yaparlarken 1990’lı yıllardan itibaren<br />
ABD, işbirliğini <strong>ve</strong> uluslararası hukuk çerçe<strong>ve</strong>sinde çözüm seçeneklerini<br />
dışlayan tek taraflı bir dış politika izleme eğilimi göstermiştir. Dolayısıyla,<br />
soğuk savaş döneminde birbirleri ile yakın ilişkiler kuran, hatta birçok açıdan<br />
birbirlerini tamamlayan Avrupa <strong>ve</strong> ABD arasında çatlak meydana gelmiştir;<br />
daha da önemlisi, bu çatlak kapanmamakta <strong>ve</strong> gittikçe de derinleşmektedir.<br />
Uluslararası sistemin <strong>ve</strong> küresel siyasi <strong>orta</strong>mın sürekli bir biçimde değiştiğine<br />
dair çok sayıda örnek göstermek mümkündür. Söz konusu değişimin temel<br />
eğilimlerinden bir tanesinin de entegrasyon girişimleri <strong>ve</strong> işbirliği örgütlenmeleri<br />
olduğunu belirtmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, tarihsel bir siyasi-toplum-<br />
155
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
sal örgütlenme modeli olarak ulus-devletin gerek ulusal <strong>ve</strong> gerekse de küresel<br />
sorunların çözümünde yetersizliğinin anlaşılması ila<strong>ve</strong> yöntem <strong>ve</strong> tedbirlerin<br />
gereğini <strong>orta</strong>ya çıkarmıştır. Entegrasyon <strong>ve</strong> işbirliği girişimleri bir yandan bu<br />
zorunluluğun bir ürünü olarak <strong>orta</strong>ya çıkmakta bir yandan da tarihsel olarak<br />
var olan doğal zeminlerin ürettiği süreçlere de işaret edebilmektedir. Entegrasyon<br />
girişimleri bir taraftan pragmatik bir tercihe işaret ederken bir taraftan<br />
da tarihin <strong>ve</strong> konjonktürün bir dayatması olarak da <strong>orta</strong>ya çıkabilmektedir.<br />
Büyük ölçüde pazarların <strong>ve</strong> kaynakların daha etkin <strong>ve</strong> işbirliği içinde paylaşım<br />
<strong>ve</strong> kullanımı ile daha yüksek ekonomik çıktının hedeflendiği bütünleşme<br />
hareketleri aynı zamanda dil, kültür, din <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>k tarih gibi <strong>orta</strong>k bir zemini<br />
ifade eden faktörlerin dikkate alındığı <strong>ve</strong> somut bir fikre dönüştüğü yepyeni<br />
bir ilişki tarzını da <strong>orta</strong>ya koyabilmektedir.<br />
3.2. Dünya Sisteminde Entegrasyon Girişimleri<br />
Osmanlı Milletler Topluluğu (OMT) düşüncesini büyük ölçüde bu zeminde<br />
tartışmak daha gerçekçi <strong>ve</strong> kolay olacaktır. Henüz oldukça ham bir fikir olmasına<br />
karşın özellikle yeni şekillenmeye başlayan Orta Doğu coğrafyasının<br />
geleceği ile ilgili olabilecek yepyeni bir örgütlenme <strong>ve</strong> işbirliği modelini<br />
<strong>orta</strong>ya koyabilme potansiyeli taşıması bakımından OMT en azından tartışmaya<br />
değer bir konudur. Bununla birlikte kavramın bizzat kendisinin sorunlu<br />
olabileceği, içeriğinin belirsiz olması <strong>ve</strong> fikir ile tam olarak neyin hedeflendiğinin<br />
henüz çerçe<strong>ve</strong>sinin net hatlarla çizilmemiş olması önemli bir eksikliktir.<br />
Haddizatında müteakip tartışmalar da tam olarak bu tür tartışmalara odaklanmak<br />
<strong>ve</strong> bu tür sorulara cevap aramak durumundadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de devletler<br />
topluluğu (Commonwealth) kavramını siyasi <strong>ve</strong> hukuki açıdan değerlendirmek<br />
yerinde olacaktır. Siyasi açıdan OMT düşüncesinin bir tür siyasi birliğe<br />
<strong>ve</strong> bütünleşmeye işaret ettiği açıktır. Siyasi bir değerlendirme, OMT’nin<br />
siyasi işbirliği <strong>ve</strong> bütünleşme hedefini gerçekleştirmede ne kadar işlevsel olacağını<br />
<strong>orta</strong>ya koyacaktır. Hukuki bir değerlendirme de halen var olan bu tür<br />
örgütlenme biçimlerinin yapısının belirlenmesi <strong>ve</strong> faydalarının tespit edilmesi<br />
açısından önem kazanmaktadır.<br />
Siyasi açıdan değerlendirildiğinde uluslar topluluğu modelinin bir bütünleşme<br />
hareketi olduğunu söylemek zordur. Daha doğru bir ifadeyle, Commonwealth’i,<br />
156
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
birbirinden ayrı unsurların belli bir amaç etrafında bir araya gelerek oluşturdukları<br />
bir girişim olarak değerlendirmek doğru değildir. Daha ziyade, aralarında<br />
belli bağlar olan unsurların, merkezden tamamen kopuşlarını önlemek<br />
adına düşünülmüş bir çözüm izlenimini <strong>ve</strong>rmektedir. Diğer bir deyişle mesela<br />
Sovyetler Birliği’nin dağılması örneğinde, Bağımsız Devletler Topluluğu<br />
(BDT), bağımsız <strong>ve</strong> birbirinden ayrı egemen unsurların bir araya gelmesi ile<br />
oluşmuş bir yapı değildir. Daha ziyade Sovyetlerin dağılmasını takip eden<br />
süreçte merkez ile kültürel, siyasi, ekonomik <strong>ve</strong> tarihsel bağları olan unsurların<br />
tamamen ayrılmalarını önlemeye yönelik bir çözüm modelidir. Benzer<br />
şeyleri İngiliz Devletler Topluluğu için de söylemek mümkündür. Yani uluslar<br />
topluluğu, bir birleşme <strong>ve</strong> bütünleşme girişim <strong>ve</strong> hareketinin ürünü değildir;<br />
tam tersine, tamamen ayrışmakta <strong>ve</strong> çözülmekte olan bir birliğin unsurlarının<br />
birbirlerinden tamamen ayrılmasını önlemek adına düşünülmüş bir seçenektir.<br />
Ulus-üstü bir örgütlenme modeli olan uluslar topluluğu özellikle demokrasi<br />
<strong>ve</strong> cumhuriyet rejiminin yayılması ile birlikte tarihsel olarak daha az görülen<br />
bir örnek haline gelmiştir. Bir dönemin güçlü İngiliz Uluslar Topluluğu bugün<br />
birbirleri ile gevşek bağlar ile bağlı bir topluluğa dönüşmüştür. BENELUX<br />
birliği bütünleşme yolu ile AB tarafından massedilmiştir. Benzeri bir durum<br />
BDT için de geçerlidir. BDT’yi kuran anlaşma üye devletler arasında ekonomik<br />
ilişkilere ila<strong>ve</strong> olarak nükleer silahlar üzerinde <strong>orta</strong>k kontrolün tesisi <strong>ve</strong><br />
<strong>orta</strong>k askeri <strong>ve</strong> stratejik alanlarda <strong>orta</strong>k komutanın sağlanmasını öngörmüştür.<br />
Bugün gelinen noktada ise Topluluğun, başlangıçta tasarlandığından çok daha<br />
gevşek bir modele dönüştüğünü söylemek mümkündür. Tekrar belirtmek gerekir<br />
ki uluslar topluluğu modeli daha gevşek bir örgütlenmeden daha sıkı bir<br />
örgütlenmeye gidişi değil tam tersine bir sürece işaret etmektedir. Bu çerçe<strong>ve</strong>deki<br />
bütün girişimlerin bu şablona mutlaka uymak zorunda olduğunu söylemek<br />
mümkün değilse de pratik örnekler böylesi bir süreci doğrulamaktadır.<br />
Devletler arasındaki uluslararası örgütlenmelerin en eski örneği olan İngiliz<br />
Uluslar Topluluğu tarihsel sürekliliği yansıtması bakımından kendine özgü bir<br />
modeldir. Bu modelin ayırıcı özelliği, üyeler arasında var olan ilişki biçiminin<br />
şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde sürdürülmesi isteğine <strong>ve</strong> iradesine dayanır. Bu ilişki<br />
biçimini sürdüren temel faktörlerin başında üyelerin birbirlerine bağlılığı <strong>ve</strong><br />
<strong>orta</strong>k kaygı nedeni olan sorunlar karşısında <strong>orta</strong>k bir tutum belirleme iradesi-<br />
157
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
nin varlığıdır. Ancak bu etkin dinamiğe rağmen İngiliz Uluslar Topluluğunun<br />
zaman içinde giderek sembolik bir birlik haline dönüştüğü <strong>ve</strong> etkisizleştiği<br />
gerçeğine de işaret etmek gerekir. Bir diğer önemli nokta da İngiliz Uluslar<br />
Topluluğu düşüncesinin kaynağında ABD’nin bağımsızlığının yer aldığı<br />
gerçeğidir. Diğer bir ifadeyle, böylesi bir birlik kurma düşüncesi, İngiliz<br />
İmparatorluğu’nun kendi coğrafyasında meydana gelmesi muhtemel diğer<br />
devrimci başkaldırı hareketlere karşı bir tedbirine işaret etmektedir. Amerikan<br />
devrimi, İngiliz İmparatorluğu’ndan ayrışma taleplerinin başarıya ulaşmasına<br />
çok somut bir örnek olarak değerlendirilmiş <strong>ve</strong> benzer he<strong>ve</strong>sleri olabilecek<br />
diğer unsurları birlik içinde tutmanın bir yolu olarak İngiliz Uluslar Topluluğu<br />
fikri hayata geçirilmiştir. BDT’nin <strong>orta</strong>ya çıkışı da aşağı yukarı benzer bir şablon<br />
dâhilinde gerçekleşmiştir. Aralık 1991’de Alma Ata Bildirisi ile kurulan<br />
BDT Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin artık tarih sahnesinden çekildiğini<br />
gösteren bir örnek olmuştur. Bu topluluk, var olan meşru bir devletin dönüşümü<br />
neticesinde eski üyelerin artık üyelikten çıkmalarına işaret etmektedir.<br />
Üyelikleri sona eren devletleri bir şekilde bir arada tutmak isteyen Rusya Federasyonu<br />
yeni girişimin motoru işlevini görmüş <strong>ve</strong> büyük ölçüde, meydana<br />
gelen dönüşümün sancılı olmaması için bu fikre öncülük etmiştir.<br />
3.3. Girişimlerin Hukuki Perspektifi<br />
Hukuki açıdan bakıldığında ise uluslar topluluğu türü örgütlenmeleri “<strong>orta</strong>k<br />
devletler” (associated states) olarak değerlendirmek mümkündür. Bu tür örgütlenme<br />
biçimi daha çok gevşek bir işbirliği modelini öngörmektedir. Ancak<br />
yine de söz konusu işbirliğinin çerçe<strong>ve</strong>, kapsam <strong>ve</strong> içeriğini belirleme konusunda<br />
tarafların irade <strong>ve</strong> tercihleri ön plana çıkmaktadır. Bu tür toplulukların<br />
uluslararası hukuk önünde süje olarak kabul edilip edilemeyeceği yine üye<br />
unsurların aralarındaki hukuki ilişki işe belirlenebilmektedir. Bununla birlikte<br />
pratikte görülen örnekler, ulus topluluklarının bir uluslararası hukuk kişisi<br />
olmadıklarını göstermektedir. Ancak yine de gevşek de olsa ulus topluluklarını<br />
bir araya getiren <strong>orta</strong>k kurumlardan söz etmek mümkündür. Örneğin İngiliz<br />
Uluslar Topluluğu <strong>orta</strong>k bir sekretaryaya sahiptir. Yine üyeleri arasında,<br />
devlet başkanlarının katıldığı periyodik konferanslar düzenlenmektedir. Yine<br />
belli bakanların katılımı ile toplantılar göze çarpmaktadır. Topluluk ilişkisi<br />
bağlayıcı bir ilişki türü olmayıp el<strong>ve</strong>rişli bir tartışma forumu işlevi görmek-<br />
158
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
tedir. Topluluk üyesi devletler arasındaki ilişkiler yine belli başlı özellikler<br />
göstermektedir. Örneğin elçiler yüksek komiser olarak adlandırılmaktadır.<br />
Benzer kurumsal yapılara BDT örneğinde de rastlanmaktadır. BDT Tüzüğü<br />
bağlayıcı bir uluslar arası antlaşma olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla İngiliz<br />
Uluslar Topluluğu örneğine göre daha kurumsal bir düzenlemeden söz etmek<br />
mümkündür. Söz konusu tüzük, egemenliğe saygı, devletlerin toprak bütünlüğünün<br />
korunması, halkların self-determinasyon hakkı, güç kullanma yasağı<br />
<strong>ve</strong> ihtilafların barışçıl yollarla çözümü gibi bir dizi prensibe atıfta bulunmaktadır.<br />
Yine tüzüğe göre BDT bir devlet <strong>ve</strong>ya supranasyonel bir örgüt değildir;<br />
ancak yine de koordinasyonu sağlayan bir dizi kurumun ihdası tüzükte yer<br />
almaktadır. BDT’nin en yüksek organı Devlet Başkanları Konseyi olup <strong>orta</strong>k<br />
çıkarların olduğu alanlarda üye devletlerin aktiviteleri ile ilgili karar almaya<br />
yetkilidir. Hükümet Başkanları Konseyi ise üye devletlerin yürütme organları<br />
arasında işbirliği <strong>ve</strong> koordinasyondan sorumludur. Yine bir Dışişleri Bakanları<br />
Konseyi kurulmuş <strong>ve</strong> Ekonomik Birlik <strong>ve</strong> İnsan Hakları <strong>ve</strong> Temel Özgürlükler<br />
Sözleşmeleri kabul edilmiştir. Bu da İngiliz Devletler Topluluğu’nun aksine<br />
BDT’nin uluslararası hukuk kişisi olarak değerlendirilmesinin imkân<br />
dâhilinde olduğunu göstermektedir.<br />
İngiliz Uluslar Topluluğu’nun resmi tanınmasına işaret eden en önemli hukuki<br />
belge BM Genel Kurulu’nun 1192 (XII) sayılı kararıdır. Bu kararın eki topluluğu<br />
dolaylı da olsa resmi olarak tanımış <strong>ve</strong> bir grup olarak dikkate almıştır.<br />
Genel Kurulun bu kararı kabul etmesi bir yönüyle ayrıca topluluk ülkelerinin<br />
resmi açıdan bir grup olarak tanınmak istediklerini göstermesi bakımından<br />
önemlidir. Ancak bu ulusların bir grup olarak tanındıkları tek yer BM Genel<br />
Kuruludur. Tarihsel olarak ise İngiliz Uluslar Topluluğunun gayri resmi tanınması<br />
çok daha belirgin olmuştur. Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde geçici üyelerden bir<br />
tanesinin topluluk üyesi olması özellikle Soğuk Savaş döneminde bir gelenek<br />
haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak da topluluk, Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde<br />
hemen hemen her dönem üye sayısına göre aşırı bir biçimde temsil edilmiştir.<br />
Aynı şekilde Ekonomik <strong>ve</strong> Sosyal Konsey de İngiltere’nin yanı sıra en azından<br />
bir sandalyeyi topluluk üyesi ülkelere ayırmıştır. Topluluğun BM organlarında<br />
aşırı temsili ayrıca kendini önemli Kurul <strong>ve</strong> komite pozisyonlarında<br />
da göstermiştir.<br />
159
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
3.4. Topluluğun Çıkarı-Üye Devletlerin Çıkarları<br />
Topluluk içinde yer almak özellikle dünya politikasında nispeten önemsiz<br />
bir yere sahip olan ülkeler için oldukça cazip olabilmektedir. Örneğin<br />
Dekolonizasyon döneminde bağımsızlığını kazanmış olan Tanganika diplomatlarının<br />
önemli bir kısmı Yeni Zelanda dışişleri bürokrasisinde diplomatik<br />
eğitim almıştır. Bu diplomatlar topluluk üyesi ülkeler arasında cereyan eden<br />
bilgi akışına kolayca adapte olabilmiş <strong>ve</strong> dolayısıyla istihbarat anlamında ciddi<br />
bir problemle karşılaşmamışlardır. Toplulukta <strong>orta</strong>k üyelik delegelerin çok<br />
daha iyi imkânlara kavuşması anlamına gelmektedir. Örneğin topluluk üyeliği<br />
olmadan Avustralya, Kanada, Hindistan, Nijerya <strong>ve</strong> Yeni Zelanda arasındaki<br />
temasın çok daha sınırlı olacağını öngörmek mümkündür. Topluluk üyeliği<br />
ise bu birbirinden uzak <strong>ve</strong> normalde ayrık olması beklenebilecek olan ülkeler<br />
arasında somut bir temas olanağı sağlamakta <strong>ve</strong> belli bir düzeyde <strong>orta</strong>klık<br />
<strong>ve</strong> aidiyet hissini <strong>ve</strong>rmektedir. Bu faydalarına karşın topluluk üyesi ülkelerin,<br />
topluluğun motoru olan öncü devletlerin politikalarına tabi olma <strong>ve</strong> bu devletlere<br />
uygun pozisyon geliştirme zorunda kalmaları da muhtemeldir. Bandwagon<br />
etkisi denen bu topluluğa uyma eğilimi hükümetleri, normalde desteklemeyecekleri<br />
proje <strong>ve</strong> girişimlere dâhil olmaları gibi birtakım olumsuzlukları<br />
da beraberinde getirebilecektir.<br />
Dikkate alınması gereken diğer bir önemli nokta da güçlü bir örgütlenmeye<br />
sahip olmadığı için aslında topluluk çıkarlarından ziyade topluluk üyesi ülke<br />
çıkarlarından söz edilmesi gerektiğidir. Üye ülkeler tarafından dile getirilen<br />
talepler daha ziyade ulusal çıkarlar ile ilgilidir. Bu nedenle de bu çıkarlar,<br />
topluluk çerçe<strong>ve</strong>sinde gü<strong>ve</strong>nce altına alınamıyor ise üye ülkenin topluluktan<br />
ayrılması kaçınılmaz olmaktadır. Bu büyük ölçüde topluluğun kurumsal bir<br />
yapısının olmamasından kaynaklanmaktadır. İngiliz Uluslar Topluluğunun <strong>orta</strong>k<br />
bir gücü, bir merkezi <strong>ve</strong>ya kurumu yoktur. Sadece Londra’da faaliyet gösteren<br />
birkaç koordinasyon merkezi ile yarı resmi <strong>ve</strong> gayri resmi birkaç küçük<br />
ofis göze çarpmaktadır. Yazılı bir tüzüğü, bayrağı <strong>ve</strong>ya yöneticisi bulunmamaktadır.<br />
Topluluğun üye ülkeler arasında barış <strong>ve</strong> istikrar yaratma işlevi de<br />
son derece sınırlı düzeyde kalmıştır. Somut bir <strong>ve</strong>ri olarak topluluk üyesi hiçbir<br />
ülkenin diğer bir üye ile ilgili olarak bir ihtilafı Uluslararası Adalet Divanı<br />
yargısına götürmediğini söylemek mümkündür. Diğer bir ifadeyle sınırlı olsa<br />
160
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
topluluğun üye ülkeler arasında çatışmaları caydırıcı özelliğinden söz edilebilir.<br />
Bununla birlikte üye ülkeler arasında var olan ihtilafları çözmede <strong>ve</strong>ya hafifletmede<br />
topluluğun yapıcı <strong>ve</strong> belirgin bir etkisini görmek mümkün değildir.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de <strong>ve</strong>rilebilecek en önemli örnek Pakistan ile Hindistan arasındaki<br />
ihtilaflardır. Bu ihtilafların çözümünde topluluk herhangi bir tavır belirlememiştir.<br />
Dolayısıyla, topluluğa üye olmaları, Hindistan ile Pakistan’ın kendi<br />
aralarındaki ikili sorunların çözümüne herhangi bir katkıda bulunmamıştır.<br />
3.5. Osmanlı Milletler Topluluğu: Yeni Bir Girişim<br />
Bu değerlendirme, OMT düşüncesinin Türk dış politikası açısından<br />
bakıldığında mutlaka göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelir mi? Elbette<br />
ki bunun cevabı o kadar kolay olmayacaktır. Burada önemli olan nokta,<br />
karar <strong>ve</strong>rme süreci için politika yapmayı kolaylaştıracak bir zeminin <strong>orta</strong>ya<br />
konulabilmesidir. Bu da OMT için gerçekçi bir hukuki <strong>ve</strong> siyasi zeminin var<br />
olup olmadığının tespiti ile mümkün olabilecektir. Bir OMT fikrini <strong>ve</strong> yapılanmasını<br />
mümkün <strong>ve</strong> hatta mantıklı kılan birtakım yerel <strong>ve</strong> küresel eğilim<br />
<strong>ve</strong> gerçeklerden söz etmek mümkündür. Her şeyden öte özellikle ulus devletin<br />
yeni bir forma kavuşması ile birlikte dönüşüme uğraması <strong>ve</strong> bununla<br />
bağlantılı olarak işbirliği <strong>ve</strong> entegrasyon hareketlerinin hız kazanması yeni<br />
<strong>ve</strong> çoğu kere karmaşık bir siyasi örgütlenmeyi öne çıkarabilmektedir. Politika<br />
yapıcılar açısından bu son derece dinamik <strong>ve</strong> ama bir o kadar da kaygan<br />
bir fırsatlar dünyasına işaret etmektedir. Bu dinamizm yine çoğu kere radikal<br />
ancak öngörü ile dolu yeni bir duruş belirlenmesini de zorunlu hale getirebilmektedir.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de, Orta Doğu bölgesi için 20. yüzyılın başlarında <strong>ve</strong><br />
takip eden dönemlerde biçilen ulus devlet şablonunun bölge gerçeklerini <strong>ve</strong><br />
önceliklerini yansıtmadığını tartışmak gerekmektedir. Bir siyasal örgütlenme<br />
modeli olarak Batı medeniyeti dinamikleri <strong>ve</strong> önceliklerinin -ciddi bir bedel<br />
ödenmek karşılığında- bir ürünü olarak <strong>orta</strong>ya çıkan <strong>ve</strong> yegâne siyasi model<br />
olarak benimsenen ulus devlet bugün gerek bölgede <strong>ve</strong> gerekse de Afrika’da<br />
ciddi sistemik <strong>ve</strong> yapısal krizlerin sorumlusu olarak gösterilebilmektedir.<br />
Ulus devleti her türlü sorunun temel kaynağı olarak göstermek abartılı <strong>ve</strong> kolaycı<br />
bir yaklaşım olsa da bölgede <strong>orta</strong>ya çıkan birçok devletin uluslaşma sürecini<br />
başaramadığını söylemek çok ta yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Batı<br />
161
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
dünyasının aksine Orta Doğu ulus devlet ile ilgili sorunları kendi öncelik <strong>ve</strong><br />
medeniyet kodlarına göre ele alamamış <strong>ve</strong> çözememiştir. Bunun bir sonucu<br />
olarak bölgede belki de çok az yerde ulusal kimlik bir bireyin kendini tanımlamasında<br />
öncelikli bir yere sahiptir. Diğer bir ifadeyle, çoklu kimlik bilincinin<br />
artık kanıksandığı bir dünyada bile ulus devlet aidiyeti <strong>ve</strong> milliyet hissi hala<br />
özellikle Batı dünyasında ciddi bir yere sahipken Orta Doğu halkları <strong>ve</strong> toplumları<br />
açısından aynı şeyi söylemek o kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle<br />
mesela Irak topraklarında yaşayan bir kişi için kendini tanımlamada Iraklılık<br />
belki nispeten daha önemsiz bir kimlik aidiyeti olabilmektedir.<br />
Yine aynı nedenden ötürü siyasi bloklaşma <strong>ve</strong>ya mevzilenmeler de etnik, dini<br />
<strong>ve</strong>ya mezhepsel hatlar boyunca oluşabilmektedir. Homojen olmaktan son derece<br />
uzak olan Orta Doğu devletlerinde kabile <strong>ve</strong> mezhep dinamikleri kimlik<br />
tanımlamasında belirgin bir role <strong>ve</strong> önceliğe sahipken demokratikleşme aşamasında<br />
olan toplumlarda bile siyasi olarak yarışan grupların somut siyasi<br />
ideoloji <strong>ve</strong> projelerden ziyade bu öncelikleri dikkate alarak yarışa katıldıkları<br />
gözlenmektedir. Örneğin Irak’ta şekli bir demokrasi olmakla birlikte bu ülkede<br />
yarışan grupların temel dinamiğini Şiilik, Kürtlük <strong>ve</strong>ya Sünnilik belirlemektedir.<br />
Bunun demokrasi açısından sağlıklı bir siyasi <strong>orta</strong>ma işaret etmediği<br />
açıktır. Seçmenler açısından tercih nedeni bu durumda etnik aidiyet <strong>ve</strong>ya<br />
kabile bağları olmakta bu da ülkede sayıca üstün <strong>ve</strong> etkin olan grubun daima<br />
<strong>ve</strong>ya genellikle siyasi yönetimi elinde bulundurabileceği anlamına gelmektedir.<br />
Yine bu durum demokrasinin normalde özünde olması gereken serbest<br />
<strong>ve</strong> adil yarış ilkesine ciddi zarar <strong>ve</strong>rmektedir. Bununla birlikte yeni dönemin<br />
<strong>ve</strong>ya yaşanmakta olan dönüşümün bu problemi de <strong>orta</strong>dan kaldıracak yeni<br />
fırsatlar sunması olasılığı da mevcuttur. Uluslaşma fırsatı <strong>ve</strong>rmeyen <strong>ve</strong> bölge<br />
gerçeklerine uymayan siyasi modelin sorun üretmesi <strong>ve</strong>ya en azından <strong>orta</strong>ya<br />
çıkan problemlere deva olamaması başka alternatifleri de gündeme getirmektedir.<br />
Bu alternatiflerin arasında şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde gerçekleştirilmesi muhtemel<br />
bölgesel entegrasyon da vardır. Böylesi bir entegrasyonun düzeyi <strong>ve</strong> içeriği<br />
elbette ki konjonktür şartlarına <strong>ve</strong> ilgili aktörlerin tercih <strong>ve</strong> iradelerine bağlı<br />
olacaktır. Ancak küresel bir entegrasyon <strong>ve</strong> işbirliği temayülünün gözlendiği<br />
bu dönemde bölgenin de aynı temayülden etkilenmemesi söz konusu değildir.<br />
162
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Bu da bir işbirliği modeli olarak OMT düşüncesinin en azından bir şansının<br />
olabileceği anlamına gelmektedir. Fakat elbette ki bunun içerik <strong>ve</strong> sınırlarının<br />
çok iyi tahlil edilerek belirlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde mevcut<br />
sorunlardan çok daha çetrefil sorunlara yol açması ihtimali söz konusu olabilecektir<br />
3.6. Türkiye’nin Osmanlı Milletler Topluluğu’ndaki Yeri <strong>ve</strong> Potansiyeli<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>de OMT düşüncesinin etkili <strong>ve</strong> üretken bir çözüm yolu olarak tasarlanabilmesi<br />
için birkaç önemli noktanın altını çizmek gerekmektedir. Her<br />
şeyden öte bölgenin Türkiye’den böylesi bir beklentisi olup olmadığının belirlenmesi<br />
büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde bölge ülkelerini bir araya<br />
getirme çabasının Türkiye kaynaklı bir inisiyatif olarak algılanması <strong>ve</strong> dolayısıyla<br />
da tepkiyle karşılanması riski <strong>orta</strong>ya çıkabilecektir. Sovyetler Birliği’nin<br />
dağılmasının ardından <strong>orta</strong>ya çıkan yeni durumda Türkiye’nin bir tür ağabeylik<br />
rolü üstleniyormuş görüntüsü <strong>ve</strong>rmiş olmasının olumsuz siyasi sonuçları<br />
<strong>orta</strong>dadır. Bugün Türkiye’nin Orta Asya ile bağlantısı <strong>ve</strong> işbirliği düzeyi<br />
olabileceğinin oldukça altındadır. Bunun temel nedenlerinden bir tanesinin<br />
Türkiye’nin niyetleri ile ilgili olarak bölgede duyulan kaygı olduğunu söylemek<br />
abartılı bir iddia olmayacaktır.<br />
Buna ila<strong>ve</strong> olarak bölge ülkelerinin <strong>ve</strong> toplumlarının Türkiye’den bu yönde bir<br />
beklentisi olsa bile nihai tahlilde bu talepleri dile getirenlerin üzerinde oturduğu<br />
siyasi destek zemininin de iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Diğer bir<br />
ifade ile Türkiye’nin olası bir öncü <strong>ve</strong> lider rolü hangi elitler, gruplar <strong>ve</strong>ya siyasi<br />
aktörler tarafından desteklenmekte <strong>ve</strong>ya kabul görmektedir? Türkiye’nin<br />
böylesi bir rolü ile ilgili olarak genel bir oydaşmadan söz etmek mümkün<br />
müdür? Halkın mesela önemli bir kısmının Türkiye’den böylesi beklentiler<br />
içinde olması bu yönde siyasi inisiyatif almak için yeterli olacak mıdır? Bu <strong>ve</strong><br />
buna benzer sorular böylesine he<strong>ve</strong>sli bir siyasi proje konusunda eyleme geçmeden<br />
önce üzerinde mutlaka durulması gereken muhtemel sorun alanlarına<br />
işaret etmektedir. Orta Doğu elitlerinin <strong>ve</strong> topluluklarının Türkiye’ye yönelik<br />
birleştirici <strong>ve</strong> öncü rol beklentilerinin sağlıklı bir şekilde tespit edilebilmesi<br />
ise birinci elden bilgi <strong>ve</strong> analizlerin varlığına bağlı olacaktır. Rutin diplomatik<br />
faaliyetin dışında ciddi bir enformasyon <strong>ve</strong> istihbarat yapısının geliştirilmesi<br />
bu açıdan büyük önem kazanmaktadır.<br />
163
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Türkiye ile ilgili beklentilerin belirlenmesi kadar Türkiye’nin bu beklentilere<br />
cevap <strong>ve</strong>rme kabiliyetinin de tespiti büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle<br />
Türkiye’nin gerek kendisine biçtiği bölgesel roller <strong>ve</strong> gerekse de bölgedeki<br />
aktörlerin kendisinden beklentileri doğrultusunda politika belirlemesi<br />
<strong>ve</strong> takip etmesinin önünde halen ciddi engeller bulunduğu da göz ardı edilmemelidir.<br />
Bu engel <strong>ve</strong> sınırlar büyük ölçüde Türkiye’nin arabuluculuk rolünde<br />
kendini göstermektedir. Çoğunlukla Türkiye’nin iradesi <strong>ve</strong> tutumundan<br />
kaynaklanmasa da şimdiye kadar yaşanan örneklerde arabuluculuk girişimlerinde<br />
Türkiye ciddi engeller ile karşılaşmıştır. İstikrarlı bir biçimde bölgesel<br />
sorunlara müdahil olma <strong>ve</strong> yapıcı roller üstlenme politikasını sürdüren Türkiye,<br />
bu çerçe<strong>ve</strong>de İsrail ile Suriye arasında mevcut kronik sorunların çözümü<br />
için taraflar arasında arabuluculuk rolü oynamıştır. Bu girişimden daha önce<br />
ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde Irak’a komşu ülkeler konferansları toplayarak<br />
bölge ülkelerinin işgali önlemesi için tedbirler almaya çalışmıştır. İran’ın<br />
nükleer sorununda uzunca bir süredir aktif bir tutum benimseyen Türkiye bu<br />
ülke ile Batı devletleri arasında köprü olarak sorunun diplomatik yollarla çözümü<br />
için çaba sarf etmiştir. Bu yaklaşımın yakın tarihte iki önemli örneği<br />
bulunmaktadır. Bunlardan birincisinde Türkiye Lübnan’daki hükümet krizinin<br />
aşılması için tarafları ikna etmek için ‘Nasrettin Hoca’ diplomasisi izlemiştir.<br />
Pozisyonlarında inatçı davranan tarafları ikna etmek için her iki tarafa<br />
da yumuşak bir tavırla yaklaşan <strong>ve</strong> her iki tarafın da haklı olduğunu ima eden<br />
Türkiye Hizbullah’ın hükümetten çekilme kararından vazgeçmesini sağlayamamıştır.<br />
Lübnan’da hükümet krizine neden olan bu olaydan hemen sonra ise<br />
bu sefer doğrudan Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir girişim olan İran ile<br />
Batılı devletler arasında nükleer müzakerelerkonusunda da inisiyatif almaya<br />
çalışan Türkiye bunda da belirgin bir sonuç elde edememiştir.<br />
Müzakerelere ev sahipliği yapan Türkiye, sonuçsuz kalan süreçte tarafları<br />
aynı masada tutmaya gayret gösterdiyse de sürecin sonuçsuz kalmasını sadece<br />
belli bir süre için erteleyebilmiştir. Sonuçsuz kalan girişimlerin yanında elbette<br />
Türkiye’nin arabuluculuğu ile kısmen de olsa rahatlama sağlanan konular<br />
mevcuttur. Türkiye’nin Irak’ta hükümetin kurulması çalışmalarına katkısı nettir;<br />
bunda Türkiye’nin ülkedeki tüm gruplar ile yakın temas kurmasının önemli<br />
payı bulunmaktadır. Ancak bu durum Türk dış politikasının bölge sorunlarında<br />
164
Orta Doğu’da Devrimler <strong>ve</strong> Türkiye<br />
rol oynayabilme kapasitesini sınırlayan birtakım faktörlerin olduğu gerçeğini<br />
değiştirmemektedir. Bugün artık Türkiye’nin İsrail-Suriye arasında arabulucu<br />
olma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. İlginç bir şekilde Türkiye’nin Orta<br />
Doğu ile ilgili vizyonu <strong>ve</strong> iddiası İsrail ile ilişkilerini düzelmesine bağlıdır.<br />
Belki de İsrail’in Türkiye’nin taleplerine şimdiye kadar net cevap <strong>ve</strong>rmesinin<br />
ardında yatan temel neden budur. İran’ın nükleer ihtirasları ile ilgili sorunda<br />
ise şu an görünen Türkiye’nin büyük ölçüde devre dışı bırakıldığıdır. Nükleer<br />
takas anlaşması ile yaptırımlar arasına bağ kuran <strong>ve</strong> BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi<br />
toplantısında yaptırımlar aleyhine oy kullanan Türkiye artık süreçte Batılı<br />
devletler tarafından istenmemektedir. Bu da aslında Orta Doğu’nun kendine<br />
has bir realitesinin olduğunu göstermektedir. Orta Doğu sokaklarını kazanmak<br />
demek ki yeterli olmamaktadır; yönetici elitlerin kuşkuları <strong>ve</strong> başta ABD<br />
olmak üzere Batılı devletler ile kurdukları bağlar Türkiye’nin manevra alanını<br />
önemli ölçüde daraltmaktadır. ABD’nin bazı Orta Doğu ülkelerine milyarlarca<br />
dolarlık silah satışı yapması buna <strong>ve</strong>rilebilecek en güzel örnektir. Bunun<br />
yanı sıra aynı ülke içinde aktif farklı aktörlerin ülke dışı bağlantıları meseleleri<br />
girift hale getirebilmektedir.<br />
Lübnan örneğinde Hizbullah üzerindeki belirgin İran etkisi <strong>ve</strong> ülke dışında Suriye<br />
gibi diğer bölge ülkelerinin iç siyasete doğrudan etki edebilen potansiyelleri<br />
Türkiye’nin bölgede kendi vizyonunu uygulamasına engel teşkil etmektedir.<br />
Bu tabi ki Türkiye’nin tavrının yanlış olduğu anlamına gelmemektedir.<br />
Ancak şimdiye kadar bölgesel sorunlarda iddialı tutumunun aksine belirgin<br />
sonuçlar elde edemeyen Türkiye bir süre sonra inandırıcılığını <strong>ve</strong> prestijini<br />
yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilecektir. Suriye-İsrail arasındaki arabuluculuk<br />
sürecinde Türkiye’nin bu girişimini sekteye uğratan en önemli faktör<br />
İsrail’in pek de iyi niyetli olmayan tutumu olmuştur. Ancak burada önemli<br />
olan nokta şu <strong>ve</strong>ya bu şekilde Türkiye’nin bu rolünün sona erdirilmesidir.<br />
Diğer bir ifadeyle, nedeni ne olursa olsun Türkiye’nin devre dışı bırakılması<br />
bölgesel sorunlarda inisiyatif alma iddiasının daha sağlam temeller üzerine<br />
bina edilmesini zorunlu kılmaktadır.<br />
Niteliği <strong>ve</strong> içeriği ne olursa olsun Türkiye’nin öncü bir rol oynayacağı bölgesel<br />
bir işbirliği hareketi kaçınılmaz olarak Türk dış politikasının mevcut zaaf<br />
<strong>ve</strong> avantajlarından etkilenecektir. Bu nedenle Türk diplomasinin önündeki<br />
165
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
engel <strong>ve</strong> sınırların gerçekçi bir analizinin yapılması işbirliğinin uzun ömürlü<br />
olmasını sağlamak açısından hayati öneme haiz olacaktır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de böylesi<br />
bir bölgesel işbirliğinin Osmanlı vurgusundan kaçınması gereğinden söz<br />
etmek yerinde olacaktır. Son derece yerinde bir tavırla dış politika çizgisinin<br />
yeni Osmanlıcı bir tavır olmadığını istikrarlı bir şekilde ifade eden Türk dış<br />
politikasının bölgesel bir işbirliği girişiminde bulunurken Osmanlıya atıfta<br />
bulunması doğru olmayacaktır.<br />
Osmanlı imajının Orta Doğu bölgesinde yaşayan halklar nezdinde nasıl olduğundan<br />
bağımsız olarak böylesi bir vurgunun pratik bir faydası olmayacaktır.<br />
Bölgede Türk algı <strong>ve</strong> imajının son derece iyi olduğu bilinmekle birlikte aynı<br />
şeyi Osmanlı algısı için söylemek için elde yeterli <strong>ve</strong>ri bulunduğunu iddia etmek<br />
mümkün değildir. Diğer bir ifade ile Osmanlının bölge halkları nezdinde<br />
ne ifade ettiği hala net değildir. Bu nedenle bir işbirliği <strong>ve</strong> <strong>orta</strong>k gelecek projesini<br />
Osmanlı projesi haline dönüştürmek akıllıca bir fikir olmayacaktır. Kaldı<br />
ki bölgede Osmanlı imajı mükemmel olsa bile buna gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> buna atıfta<br />
bulunmak pratik olarak fazla bir fayda sağlamayacaktır. Türkiye Osmanlı geçmişinden<br />
ziyade bugün sahip olduğu potansiyel <strong>ve</strong> etkiye gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> ona<br />
göre bölgesel işbirliğine dayalı bir gelecek vaat etmek durumundadır.<br />
Son olarak OMT türü bir siyasi işbirliği modelinin bir entegrasyon biçimi olmadığını<br />
hatırlatmak gerekir. Bu açıdan bu girişimin rahatlıkla ölçülebilir somut<br />
sonuçlar <strong>ve</strong>rmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ancak bu, böylesine<br />
he<strong>ve</strong>sli bir girişimin yararsız olacağı anlamına gelmemektedir. Bir yönüyle bu<br />
bir prestij projesi olarak algılanmalı <strong>ve</strong> geniş tabanlı bir işbirliğinin ilk öncülü<br />
olarak sunulabilmelidir. Osmanlı’ya vurgu yapmadan Türkiye’nin potansiyelini<br />
<strong>ve</strong> bölgeye barış yayma misyonunu yansıtacak geniş tabanlı siyasi işbirliği<br />
bölgenin sosyal <strong>ve</strong> siyasal gerçeklerini de yansıtmak durumundadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
bunu devletler arası örgütlenmeden ziyade bir milletler topluluğu formatında<br />
düşünmek yerinde olacaktır. Böylesi bir tercih bir yönüyle Türkiye’nin<br />
yeni coğrafi muhayyilesi ile de uyumlu olacaktır. Devletler arasında var olan<br />
hukuki sınırları çiğnemeden ama bu sınırların yarattığı kısıtlamaları anlamsız<br />
kılacak şekilde tasarlanmış bir işbirliği modeli bölge kavimleri <strong>ve</strong> milletlerine<br />
cazip gelebilecek <strong>ve</strong> gelecekte yapısal problemlere de çözüm getirebilecektir.<br />
166
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
ARAP BAHARI ÜZERİNDEN AVRASYA-ATLANTİK<br />
REKABETİNİ YORUMLAMAK<br />
Barış DOSTER *<br />
Orta Doğu, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel boyutlarıyla uluslararası<br />
ilişkilerin merkezinde yer alan bir bölgedir. Büyük uygarlıkların kök salıp<br />
geliştiği, derin çelişkilerin kurumsallaştığı, keskin rekabetlerin eksik olmadığı<br />
bir coğrafyadır. Tek tanrılı dinler, kadim medeniyetler burada doğmuş, Tasavvufun<br />
derinliklerine burada inilmiş, Arap-İsrail Savaşları burada çıkmıştır.<br />
Bu nedenle, Orta Doğu’nun bugünü üzerine yorum yaparken, geçmişini<br />
unutmamak, her zaman dikkate almak gerekir. Zira tarihsel bellek <strong>ve</strong> geçmişteki<br />
algılar, Orta Doğu’da bugünü de geleceği de çok fazla şekillendirir,<br />
etkiler, yönlendirirler.<br />
“Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç de bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir.<br />
Bölgenin tarihi, birikimi, deneyimi, donanımı, kabiliyeti, toplum yapısı,<br />
insan malzemesi gözetilerek yorumlanmalıdır. Orta Doğu’nun, batıdan ithal<br />
modellerin, rejimlerin, kavramların yürürlükte olmadığı, dolaşıma girmediği<br />
bir bölge olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Orta Doğu’da öne çıkan sorunlar<br />
değişkendir, karmaşıktır. Bu nedenle uzun vadeli bakış açısı geliştirmek oldukça<br />
zordur. Arap-İsrail anlaşmazlığı başta olmak üzere, bir dizi yapısal sorun<br />
vardır. Enerji kaynakları açısından zenginliği nedeniyle, asırlardır büyük<br />
devletlerin çıkar çatışmalarına sahne olması da sorunların çözümünü güçleştiren<br />
önemli bir etkendir.<br />
Orta Doğu denince akla öncelikle İslam dünyası, Filistin meselesi ekseninde<br />
* Doç. Dr., Marmara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />
167
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
şekillenen Arap-İsrail uyuşmazlığı, enerji zenginliği <strong>ve</strong> su kıtlığı gelir. Dünya<br />
nüfusunun <strong>ve</strong> yüzölçümünün yüzde yirmiden fazlasını oluşturan İslam âlemi,<br />
kimi temel hammadde kaynaklarında yüzde elliden fazla paya sahiptir. Ancak<br />
küresel üretimdeki payı yüzde 4’tür. Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul<br />
ülkesindeki kişi başına ulusal gelir 500 katı bulurken, bu uçurum İslam<br />
dünyasında daha derindir. Dünyanın en zenginleri listesinde çok sayıda Arap<br />
şeyhinin ismi bulunsa da, İslam Konferansı Örgütü’ne üye en az gelişmiş <strong>ve</strong><br />
düşük gelirli ülkelerin nüfusu, örgüt üyesi ülkelerin toplam nüfusunun yüzde<br />
67’sidir.<br />
İslam âleminin <strong>ve</strong> Arap dünyasının geri kalmışlığı, ekonomik zayıflığı, siyasi<br />
güçsüzlüğü, sanayi, bilim <strong>ve</strong> teknolojideki geriliği, alt kimlikler, feodal aidiyetler,<br />
Ortaçağ kalıntısı mensubiyetler üzerinden bölünmüşlüğü, sadece ülkelerin<br />
içindeki kutuplaşmayı, çatışmayı değil, İslam ülkeleri arasındaki rekabeti<br />
hatta kimi zaman savaşları da beslemektedir. Toplumsal yapının, siyasal<br />
kültürün genellikle mezhep, etnisite, kabile, aşiret ilişkileri üzerinde yükselmesi,<br />
bu ülkelerin batılı büyük güçler tarafından sömürülmesini, kullanılmasını<br />
kolaylaştırmaktadır. Orta Doğu’da ABD karşıtlığı çok yüksek olduğu halde,<br />
ABD’nin iktidarlar üzerinde büyük nüfuzu, enerji kaynakları üzerinde etkili<br />
denetimi, siyasal seçkinler üzerinde dikkat çekici ağırlığı vardır. ABD’nin<br />
İsrail’le stratejik müttefik olması bile, Körfez’deki Arap ülkeleri üzerindeki<br />
etkinliğini sarsmamaktadır.<br />
Arap Baharı’ndan Demokrasi Çıkmadı<br />
“Arap Baharı” denilen süreç, Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı seyyar satıcı<br />
gencin 17 Aralık 2010’da kendisini yakmasıyla başlamıştır. Ancak sürecin<br />
başlamasının üstünden 2.5 yıldan fazla zaman geçtiği halde, “bahar”ın geldiği<br />
ülkelere demokrasi gelmemiştir. Eylemlerin başladığı Tunus’ta istikrar<br />
sağlanamamıştır. Arap dünyasının kalbinin attığı Mısır’da iki kez lider değişmesine,<br />
yeni anayasa kabul edilmesine karşın, gerginlik sürmektedir. Petrol<br />
zengini Suudi Arabistan’ın desteğiyle ayakta kalabilen Bahreyn’de rejim sıkıntılıdır.<br />
Ürdün’ün geleceği hakkında karamsar yorumlar yapılmaktadır. Rejimin<br />
kanlı şekilde sona erdiği Libya’nın bütünlüğü tartışılmaktadır. 2011’in<br />
Mart ayında olayların başladığı Suriye’de ise Cumhurbaşkanı Esed, ABD <strong>ve</strong><br />
müttefiklerinin baskılarına, Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran’ın da desteğiyle direnmektedir.<br />
168
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
Arap Baharı’na ilişkin olarak bölgedeki iktidar boşluğuna <strong>ve</strong> şekillenen yeni<br />
güç ilişkilerine dikkat çekenlerin sayısı artmaktadır. Örneğin Japonya’nın eski<br />
savunma bakanı Yurike Koiki’ye göre; Orta Doğu’nun siyasi eko-sisteminin<br />
bozulmaya başlamasının arkasında bölgede şekillenen “iktidar boşluğu” vardır<br />
<strong>ve</strong> bu boşluk şu 3 <strong>ve</strong>ktörün bileşkesinden oluşmaktadır: Birincisi, ABD’de<br />
enerji alanında yaşanan gelişmeler, bu ülkenin Orta Doğu kaynaklarına bağımlılığını<br />
azaltmıştır. İkincisi, ABD hegemonyası gerilerken Çin’in yükselmesi,<br />
Batı merkezli dünya sisteminin sürdürülebilmesi açısından, Uzakdoğu,<br />
Pasifik havzası <strong>ve</strong> Afrika’nın önemini artırmaktadır. Üçüncüsü, Afganistan <strong>ve</strong><br />
Irak savaşlarının son <strong>ve</strong>rilere göre 6 trilyon dolara ulaşması beklenen faturası,<br />
“askeri sınaî kompleksi” beslemekle birlikte, artık ABD bütçesi açısından taşınamayan<br />
bir mali yük oluşturmaktadır. Bu üç <strong>ve</strong>ktörün bileşkesinde oluşan<br />
iktidar boşluğunun Orta Doğu jeopolitiğine getireceği yeni “eko-sistemi” düşünürken<br />
çok dikkatli olunmalıdır. ABD’nin bölgedeki jeopolitik gelişmeleri<br />
belirleme gücünün azalması, bu boşluğu bir başka ülkenin doldurabileceği<br />
anlamına gelmemektedir. Diğer bir deyişle, ABD’nin bu boşluğu bir başka<br />
ülkenin (onu stratejik müttefik olarak tanımlasa bile) doldurmaya kalkmasını<br />
kabul edeceğini sanmak, büyük yanılgıdır. 1<br />
Arap Baharı başladıktan sonra ABD, Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de kendisine<br />
yakın duran liderlere, yükselen ABD karşıtlığını da dikkate alarak, sahip<br />
çıkmamıştır. Müttefiklerini gözden çıkarmış, yorulan yüzlerin yerine<br />
yenisini koymanın yollarını aramış, başarılı da olmuştur. Libya’da emperyalizm<br />
karşıtı söylemleriyle öne çıkan Kaddafi devrilmiş, ülkenin zengin<br />
enerji kaynakları ABD’li şirketlere açılmıştır. ABD, bölgede kendi çevresinde<br />
bir Şii hilali örmeye çalışan İran’ın, Filistin davasının hamiliğini, İslam<br />
dünyasının liderliğini üstlenme çabalarına, Irak’ta artan etkisine engel olmayı<br />
amaçlamaktadır. Tahran’ın bölge merkezli politika arayışlarını dizginlemek,<br />
İsrail’in gü<strong>ve</strong>nliğini pekiştirmek, mümkünse Filistin meselesini İsrail’i tatmin<br />
edecek şekilde çözmek, enerji kaynakları üzerindeki denetimini tahkim etmek<br />
için çalışmaktadır.<br />
1 Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu Isınmaya Devam Ediyor,” Cumhuriyet, 1 Nisan 2013, Erişim tarihi:<br />
1 Nisan 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/412806/Ortadogu_Isinmaya_Devam_Ediyor.html#.<br />
169
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Arap Baharı sonrasında, Atlantik cephesi yani ABD <strong>ve</strong> müttefikleriyle küresel<br />
ölçekte Rusya <strong>ve</strong> Çin, bölgesel ölçekte ise İran’ın öne çıktığı Avrasya güçleri<br />
arasındaki rekabet en belirgin <strong>ve</strong> keskin biçimde Suriye’deki olaylarda görülmüştür.<br />
Arap Baharı’nın son durağı olan, ama süreci en uzun, en kanlı yaşayan<br />
Suriye’de bir tarafta ABD’nin başını çektiği, İngiltere, Fransa, Türkiye, Suudi<br />
Arabistan <strong>ve</strong> Katar’dan oluşan Esed karşıtı cephe, diğer tarafta ise Rusya, Çin,<br />
İran <strong>ve</strong> Irak’tan oluşan cephe vardır. Bu cepheleşme sadece bölgesel ölçekte<br />
değil, Kuzey Kore’den Latin Amerika’ya dek uzanan küresel ölçekte bir cepheleşmedir.<br />
BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’nde Suriye karşıtı karar tasarıları gündeme<br />
geldiğinde, Rusya <strong>ve</strong> Çin <strong>ve</strong>to kartını kullanmışlardır. Suriye’ye yönelik askeri<br />
müdahaleye kesinlikle karşı çıkmışlardır. Bunu yaparken ABD <strong>ve</strong> müttefiklerini,<br />
Suriye’nin içişlerine müdahale etmekle, çatışmaları kışkırtmakla,<br />
terörist gruplara destek <strong>ve</strong>rmekle suçlamışlardır.<br />
Libya’da göstermedikleri direnci Suriye’de gösteren Moskova <strong>ve</strong> Pekin,<br />
ABD’nin sadece Suriye politikasını değil, İran politikasını da eleştirmektedirler.<br />
Tahran’ın içişlerine karışılmasına, ambargolara, tek taraflı yaptırımlara<br />
karşı çıkmaktadırlar. İran’a doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı, ABD’nin tek başına ya da<br />
müttefikleriyle birlikte müdahalede bulunmasına kesinlikle karşı çıkmaktadırlar.<br />
İran’ın nükleer çalışmaları nedeniyle batıyla yaşadığı gerginlikte barışçı<br />
yollardan çözümü önermektedirler. ABD’nin enerji kaynakları üzerinde hakimiyet<br />
kurmaya çalıştığını bilen Rusya <strong>ve</strong> Çin, İran’ın nükleer faaliyetlerine sert<br />
tepki <strong>ve</strong>rmemektedirler. Bu nedenle sadece ABD’nin değil, Türkiye <strong>ve</strong> Körfez’deki<br />
Arap ülkelerinin Suriye <strong>ve</strong> İran politikalarını da eleştirmektedirler.<br />
Nitekim Rusya <strong>ve</strong> Çin’in kararlı tutumu nedeniyle ABD, ne Suriye’ye ne de<br />
İran’a askeri müdahale yapmaya yanaşmamaktadır. Körfez’deki Sünni Arap<br />
rejimlerinin <strong>ve</strong> İsrail’in bu yöndeki baskılarına rağmen, sıcak çatışmayı göze<br />
alamamaktadır. İsrail’in İran’ı vurması halinde, İran’ın İsrail’e yanıt <strong>ve</strong>receğini<br />
bilmektedir. İran yanıt <strong>ve</strong>rdiği anda, Türkiye’deki füze kalkanı radarı devreye<br />
sokulacaktır ki, bu da Türkiye’nin İran’ın doğrudan hedefi olması demektir.<br />
Son dönemde ABD üzerinden gelişmekte olan NATO-İsrail yakınlaşmasına<br />
bu açıdan da bakmak gerekir. O yüzden ABD, bölgedeki iki önemli müttefiki<br />
olan Türkiye <strong>ve</strong> İsrail arasındaki gerginliğin bitmesi için devreye girmiştir.<br />
170
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
İran’ın, Irak <strong>ve</strong> Suriye’deki etkinliği, Filistin davasına <strong>ve</strong>rdiği destek <strong>ve</strong> ABD,<br />
İsrail karşıtı söylemleri sayesinde, Körfez’deki rejimler arasında olmasa bile,<br />
halklar arasında artan itibarı da ABD’nin elini zayıflatmaktadır. Şii-Sünni<br />
gerginliğinin yükseldiği bir dönemde artan İran etkisi, onun tarihsel olarak<br />
rekabet ettiği Türkiye’yle ilişkilerine de yansımaktadır. Nitekim Suriye meselesinde<br />
tam zıt cephelerdedirler. Tahran, Esed devrildiği takdirde sadece<br />
Suriye’de kaybetmeyeceğini, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas üzerindeki<br />
etkisini önemli ölçüde yitireceğini bilmektedir. O bağlamda hem İran<br />
hem de Suriye, Türkiye’nin İsrail’le yaşadığı gerginliğin göstermelik olduğunu,<br />
bu yolla İslam dünyasında, Arap aleminde öne çıkmaya çalıştığını açıklamışlardır.<br />
Türkiye’yi ABD’nin bölgedeki sözcülüğünü yapmakla, Suriye’nin<br />
içişlerine karışmakla suçlamışlardır. İsrail’in Türkiye’den özür dilemesini de,<br />
Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırıya değil, Suriye meselesinde sıkışan<br />
Türkiye’yi rahatlatma çabasına bağlamışlardır. Türkiye’nin füze kalkanı radarına<br />
<strong>ve</strong> sonra da patriot füzelerine topraklarını açmasını, İsrail’i korumaya<br />
yönelik adımlar olarak nitelemişlerdir.<br />
Bunalım Dönemselim Mi, Yapısal Mı?<br />
Batı ittifakının siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel olarak gerileyişi, hatta sistem<br />
bunalımı yaşadığına ilişkin yapılan tartışmalar, doğuda yükselen güçlerin<br />
elini kuv<strong>ve</strong>tlendirmektedir. Yaşadığı bunalamı aşamayan Avrupa Birliği’nin<br />
(AB) dış politikada ağırlığının olmadığı bir kez daha görülmüştür. ABD’nin<br />
bir diğer müttefiki Japonya, Asya’daki iktisadi liderliğini yitirmiştir. Ekonomik<br />
olarak zayıflayan ABD, sadece İran <strong>ve</strong> Suriye konularında değil, pek çok<br />
konuda Rusya <strong>ve</strong> Çin’in BM Gü<strong>ve</strong>nlik Konseyi’ndeki direncini aşamamaktadır.<br />
Bir zamanlar “arka bahçesi” olarak gördüğü Latin Amerika’da büyük<br />
güç <strong>ve</strong> itibar kaybetmiştir. Nitekim artık ABD’deki bazı uzmanlar, Suriye’de<br />
Esed’ın devrilmesinin hayli zorlaştığını, ABD için en iyi çözümün “gücü azaltılmış<br />
bir Esed” olduğunu dillendirmeye başlamışlardır.<br />
Dünya ekonomisindeki ağırlığın batıdan doğuya kaymasına ila<strong>ve</strong>ten son yıllarda<br />
dünya ekonomisinde kısaca “BRICS” denen, Brezilya, Rusya, Hindistan,<br />
Çin <strong>ve</strong> Güney Afrika’dan oluşan ülkeler bloğu öne çıkmaktadır. BRICS<br />
üyeleri, Dünya Bankası’na alternatif olacağını belirttikleri <strong>orta</strong>k bir banka kur-<br />
171
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
mayı kararlaştırmışlardır. IMF’yi, para <strong>ve</strong>rme karşılığında üye ülkelerin kotasını<br />
yükseltmeye çağırmışlardır. Çin, küresel krizlerin önlenmesi amacıyla<br />
IMF’ye 43 milyar dolar, Rusya ise 10 milyar dolar katkı sağlayacaklarını açıklamışlardır.<br />
Dünya nüfusunun yüzde 42’sine, küresel ticaretin yüzde 18’ine<br />
sahip olan BRICS ülkeleri, ABD dolarının ticari işlemlerdeki egemenliğine de<br />
karşıdırlar. İran’ın nükleer programı, Suriye bunalımı, küresel ekonomik kriz<br />
gibi konularda <strong>orta</strong>k tavır takınmaktadırlar. Dünya Bankası’na göre; 2025’te<br />
küresel ekonomik büyümenin yarısı BRICS ülkelerinden kaynaklanacaktır.<br />
Dünya enerji kaynaklarında denetim batının çokuluslu şirketlerinden Çin <strong>ve</strong><br />
Rusya’nın devlet şirketlerine geçecektir. BM, IMF, G-8 <strong>ve</strong> G-20 ülkeleri eski<br />
güçlerini yitirirken, BRICS <strong>ve</strong> Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) güçlenecektir.<br />
Değişmekte olan bu ekonomik dengeler nedeniyle pek çok ülke son dönemde<br />
artan hızla dış ticarette dolardan uzaklaşmakta, ulusal para birimlerine yönelmektedir.<br />
Örneğin; Japonya ile İran arasındaki petrol ticaretinde dolar kullanılmamaktadır.<br />
Çin, ulusal para birimi olan Yuan’ın dünya ticaretinde daha<br />
etkin olarak kullanılmasına çalışmakta, bu konuda BRICS ülkelerinin desteğini<br />
almaktadır. Tek odaklı dünya, sadece siyasi olarak değil, iktisadi olarak da<br />
yerini birkaç kutuplu dünyaya bırakmanın sancılarını çekmektedir.<br />
Gerileyen Güç: ABD<br />
ABD siyasi, iktisadi, askeri olarak gerileyen bir süper güçtür. Ancak gerilemesine<br />
karşın dünyanın en büyük ekonomisine, en güçlü ordusuna sahiptir. Küresel<br />
çapta kurduğu hegemonyaya direnebilecek bir gücün <strong>orta</strong>ya çıkmasını<br />
istemese de, bu üstünlüğünü korumaya ekonomisi el<strong>ve</strong>rmemektedir. 19. yüzyılın<br />
son çeyreğinden bu yana dünyanın en güçlü ekonomileri arasında öne<br />
çıkan ABD, 1960’tan sonra dünyanın toplam gelirinin yüzde 30’unu üretmektedir.<br />
Yıllık federal kamu harcamaları kabaca 3.5 trilyon dolar, bütçe gelirleri<br />
ise 2.4 trilyon dolar olan ABD, küresel bunalımı atlatmakta zorlanmaktadır.<br />
Milli geliri 15.5 trilyon dolar olan ABD’nin kamu borcu 28 Temmuz 2013<br />
itibariyle 16.738 trilyon dolardır. 2<br />
2 “The US Go<strong>ve</strong>rnment Debt,” Erişim tarihi: 28 Temmuz 2013, http://www.usgo<strong>ve</strong>rnmentdebt.<br />
us/.<br />
172
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
İktisadi gerileyişe koşut olarak ABD, siyasi <strong>ve</strong> askeri olarak da gerilemektedir.<br />
Afganistan işgalinin maliyeti artmış, süresi uzamış, oldukça yıpratıcı<br />
olmaya başlamıştır. O nedenle ABD, farklı arayışlara yönelmiş, Taliban ile<br />
müzakerelere başlamıştır. NATO’daki müttefiklerinden daha çok öz<strong>ve</strong>ride bulunmalarını<br />
istemiştir. ABD, 2003’te işgal ettiği, 2011’de çekildiği Irak’ta da<br />
tüm hedeflerine ulaşamamıştır. Irak’ın iç siyaseti <strong>ve</strong> enerji kaynakları üzerinde<br />
söz sahibi olsa da, ülkenin kuzeyinde kendi güdümünde bir bölgesel yönetim<br />
kursa da, Irak iç savaşın eşiğine gelmiştir. Etnik, mezhepsel temelde bölünme<br />
riski artmıştır. İran’ın Irak’taki etkisi ise en üst düzeye çıkmıştır.<br />
Bölgesel dinamikler de ABD’nin bölge politikalarına karşıt biçimde<br />
gelişmiştir. Özellikle İran, sadece Irak’ta, Körfez bölgesinde değil, tüm Orta<br />
Doğu’da ABD karşıtı mücadelenin lideri konumuna gelmiştir. Bu sayede sadece<br />
Irak <strong>ve</strong> Suriye üzerinde değil, Lübnan <strong>ve</strong> Filistin’de de etkisi artmıştır.<br />
Bu etkinlik hem bölgede hem de Irak’ta ABD’nin politikalarını zora sokmuştur.<br />
3 Tüm bunlar ABD’nin ağırlığını Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine<br />
kaydırmasını hızlandırmıştır. Ancak dünya üzerinde bin dolayında askeri üssü<br />
<strong>ve</strong> tesisi bulunan ABD’nin, bu yükü sadece siyasi <strong>ve</strong> askeri açıdan değil, ekonomik<br />
açıdan da taşıması zordur. Soğuk Savaş döneminde SSCB’yi ekonomik<br />
rekabete zorlayan, onu yorucu, yıpratıcı bir yarışın içine çekerek dağılmasını<br />
hızlandıran ABD, günümüzde rakiplerine bunu yapacak güçte değildir. Sadece<br />
Orta Doğu’da değil, diğer bölgelerde de tek başına davranabilme yeteneğini<br />
yitirmiştir. Bu yüzden Orta Doğu başta olmak üzere çıkarı olan her yerde,<br />
yerel-bölgesel güçlere geçmişe oranla daha fazla gereksinim duymaktadır.<br />
Bu gelişmeler ABD’yi, daha fazla içine kapanacağı, ekonomisi başta olmak<br />
üzere kendi sorunlarıyla daha çok ilgileneceği bir döneme sokmuştur. Nitekim<br />
İran <strong>ve</strong> Suriye konularındaki tutumu, öncelikle Rusya <strong>ve</strong> Çin’le birlikte çözüm<br />
aramaktan bahsetmesi, tek başına hareket etmeyeceğini, askeri müdahaleye<br />
taraftar olmadığını açıklaması, eski gücünde olmadığının kanıtlarıdır. Sadece<br />
ABD değil, Avrupa’daki önemli müttefikleri İngiltere <strong>ve</strong> Fransa da, özellikle<br />
Türkiye’nin, Suriye’de tampon bölge oluşturulması <strong>ve</strong> uçuşa yasak bölge ilan<br />
edilmesi gibi önerilerine karşı çıkmışlardır. Tampon bölgenin doğuracağı<br />
3 Meliha Benli Altunışık, “Orta Doğu <strong>ve</strong> ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken,” Orta Doğu Etütleri<br />
Cilt 1 Sayı 1 (2009): 78.<br />
173
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
sorumluluğu, getireceği ekonomik yükü karşılamaktan çekinmişler, böyle bir<br />
adımın daha şiddetli çatışmalara neden olacağına dikkat çekmişlerdir.<br />
ABD’nin, Irak’ın işgalinin meşruiyeti, haklılığı konusunda, elindeki güçlü<br />
propaganda olanaklarına rağmen, değil dünya kamuoyunu ikna etmek, kendi<br />
müttefiklerinin bile çoğunda kamuoylarını ikna edemediğini anımsamak<br />
gerekir. Nitekim işgal sonrasında tüm dünyada ABD karşıtlığı yükselmiştir.<br />
Suriye’ye askeri müdahale konusunda istekli olmamasının önemli nedenlerinden<br />
biri de, hem kendi halkını hem de dünyayı Suriye’ye saldırmaya ikna<br />
edememesidir. ABD, Esed karşıtlarının toplumsal tabanı, meşruiyeti <strong>ve</strong> itibarının,<br />
batı medyasının abarttığı ölçüde olmadığının farkındadır. İsrail’in<br />
gü<strong>ve</strong>nliğinin Esed sonrasında nasıl etkileneceğini öngörememektedir. Bugün<br />
Esed yanlısı güçlere karşı savaşan grupların, yarın İsrail’e karşı nasıl hareket<br />
edeceklerini kestirememektedir. Suriye’deki gelişmelerin iç savaşın eşiğinde<br />
olan Lübnan’a ne zaman, nasıl, ne yönde etki edeceğini tam olarak tahmin<br />
edememektedir.<br />
ABD’nin değişen müdahale tercihleri de, büyük, ağır, hacimli, yüksek maliyetli,<br />
dünyanın tepkisini çeken işgaller yerine, küçük birliklerle, gizli operasyonlarla,<br />
insansız hava araçlarıyla, toplum mühendisliğiyle, istikrarsızlaştırıcı<br />
faaliyetlerle, psikolojik harp teknikleriyle müdahale etmeyi zorunlu<br />
kılmaktadır. Arap Baharı’nda öne çıkan isyanlar, gösteriler, Suriye’de mezhep<br />
çatışması çıkması için tertiplenen kışkırtıcı eylemler, hükümet darbeleri hep bu<br />
kapsamda düşünülmelidir. Çünkü bu yöntemler daha ucuzdur. Daha “barışçıl”<br />
görünümlü olduklarından, daha az tepki çekmektedir. Bu nedenle ABD,<br />
Türkiye’de, Ürdün’de, Irak’ta, Katar’da <strong>ve</strong> bölgedeki diğer müttefiklerinde<br />
bu tür operasyonlar için üs kurmak ya da mevcut üslerin sayısını artırmak<br />
istemektedir. Savunma bütçesinde kesintiye giderken, özel operasyonlar için<br />
ayırdığı bütçeyi artırmaktadır.<br />
Küresel üstünlüğünü yitirmek istemeyen ABD, Çin’i çevrelemek, büyümesini,<br />
etkinliğini artırmasını önlemek için, dış politikasının temel önceliklerini<br />
bu yönde güncellemiştir. “ABD’nin Pasifik Yüzyılı” adlı dış politika temel<br />
yaklaşım metninde Çin’e yönelik stratejisini <strong>orta</strong>ya koymuştur. Çin’i siyasi<br />
<strong>ve</strong> askeri açıdan çevrelemeyi, iktisadi açıdan dengelemeyi amaçlamaktadır.<br />
174
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
Asya- Pasifik bölgesine yığınak yapmaktadır. 2020’ye dek donanmasının yüzde<br />
60’ını bu bölgeye kaydırmak <strong>ve</strong> yeni üsler yapmak niyetindedir. Bölgeye<br />
70 bin asker yollamayı düşünmektedir. Güney Kore, Japonya, Avustralya, Filipinler,<br />
Bangladeş, Singapur, Endonezya <strong>ve</strong> Tayland’la askeri işbirliğini güçlendirmektedir.<br />
Pasifik’te ikili <strong>ve</strong> çok taraflı tatbikatlarının sayısını artırmaktadır.<br />
Zbigniew Brzezinski gibi ABD dış politikasının saptanmasında etkili<br />
olan isimler de, Çin’e karşı mutlaka önlem alınması gerektiğini belirtmektedirler.<br />
Nitekim Brzezinski, “Stratejik Vizyon” 4 adlı kitabında, ABD’nin yaşadığı<br />
bunalımla birlikte Çin’in yükselişine işaret etmekte <strong>ve</strong> çözüm önerilerini<br />
sıralamaktadır.<br />
ABD’nin en önemli hedeflerinden biri de Hindistan’ı yanına çekmektir.<br />
ABD’nin 2012 Savunma Strateji Belgesi, Çin’e karşı Hindistan, Japonya,<br />
Güney Kore hattının desteklenmesini öngörmektedir. Rusya’yla güçlü ilişkileri<br />
olan, Çin <strong>ve</strong> Pakistan’la zaman zaman ciddi sorunlar yaşayan Hindistan,<br />
ŞİÖ’de gözlemci üyedir <strong>ve</strong> tam üyelik için çabalamaktadır. Hindistan’ın Çin’i<br />
yakalamak üzere olan nüfusu <strong>ve</strong> hızla gelişen ekonomisi de üzerinde dikkat<br />
çeken özellikleridir. Hindistan’a yönelik ABD ilgisi, bölgesel değil küresel<br />
ölçekte önemlidir.<br />
ABD iktisadi düzlemde en büyük rekabeti Çin’le yaşamaktadır. Ancak iki ülkenin,<br />
aynı zamanda birbirleriyle iç içe geçmiş ekonomiler olduklarını belirtmek<br />
gerekir. ABD’nin en borçlu olduğu ülke Çin’dir. Çin’in en fazla alacaklı<br />
olduğu ülke ABD’dir. ABD Çin’in en büyük pazarıdır. Bu karşılıklı iktisadi<br />
bağımlılık, siyasi düzlemdeki keskin rekabete karşın, telafisi olanaksız uzlaşmazlıkları<br />
engellemektedir. İki ülke de keskin bir siyasi <strong>ve</strong> askeri rekabetin,<br />
kendilerine maliyetinin çok yüksek olacağını bilmektedirler. ABD’nin değişen<br />
stratejisi Orta Doğu değil, Asya-Pasifik ağırlıklıdır. Bu da ABD’nin Orta<br />
Doğu’daki gücünü azaltırken, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in elini güçlendirmektedir.<br />
ABD, 2012’den itibaren 10 yıl boyunca savunma harcamalarında yaklaşık<br />
500 milyar dolar (kimi uzmanlar bu tutarın 700 milyar doları bulacağını öne<br />
sürmektedir) kesintiye gideceğini açıklarken, Rusya önümüzdeki 10 yılda or-<br />
4 Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon: Amerika <strong>ve</strong> Küresel Güç Buhranı (İstanbul: Timaş<br />
Yayınları, 2012).<br />
175
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
dusunu güçlendirmek için 730 milyar dolar kaynak ayıracağını açıklamıştır.<br />
ABD savunma bütçesindeki kesintiler <strong>ve</strong> ekonomisindeki kötü durum, sınır<br />
ötesi harekât yapmasını engelleyen unsurlardan biridir. Bu onun caydırıcılığını<br />
da zayıflatmaktadır. O nedenle, ABD’nin gerilemesi, sadece büyük güçleri<br />
değil, daha küçük devletleri de cesaretlendirmektedir. Örneğin; ABD, Çin’le<br />
yeni tip askeri ilişki kurmaya, <strong>orta</strong>k tatbikatlar yapmaya çabalarken, Çin’in<br />
desteklediği Kuzey Kore, nükleer silahlar konusunda ABD’ye kafa tutabilmektedir.<br />
Keza ABD’nin son dönemde Pakistan’la gerginleşen ilişkileri sonrasında<br />
Pakistan’ın Rusya, Çin <strong>ve</strong> İran’la daha yakın işbirliğine yöneldiği görülmektedir.<br />
AB’nin Bunalımı Yapısallaşıyor<br />
Küresel krizden oldukça etkilenen AB’nin durumu iyi değildir. Bu bunalımı<br />
aşmak için AB <strong>ve</strong> ABD arasındaki işbirliği arayışları sürmektedir. 2007’de<br />
ABD ile AB arasında başlayan Transatlantik Ekonomi Konseyi adlı girişim<br />
üzerinden ABD <strong>ve</strong> AB’yi, Transatlantik Ticaret <strong>ve</strong> Yatırım Ortaklığı adlı serbest<br />
ticaret anlaşmasıyla tek bir ekonomik bölgede birleştirmek için yapılan<br />
müzakereler sürmektedir. Bu durum, pek çok uzman tarafından, ABD’nin<br />
1948’de yürürlüğe giren Marshall Yardımı’ndan bu yana Avrupa’yı bir kez<br />
daha iktisadi bunalımdan kurtarma çabası şeklinde yorumlanmaktadır. Bu sayede<br />
Avrupa’nın ürettiği ürünler ABD’ye gümrüksüz olarak girecektir. ABD<br />
<strong>ve</strong> Avrupa yılda karşılıklı olarak 1 trilyon dolar tutarında mal <strong>ve</strong> hizmet ticareti<br />
yapmaktadırlar <strong>ve</strong> karşılıklı 4 trilyon dolar tutarında yatırımları vardır.<br />
ABD’nin Avrupa’daki yatırımlarının toplamı 1.9 trilyon dolardır.<br />
AB’nin başka bir dizi yapısal sorunu da vardır. Nüfusu hızla yaşlanmaktadır.<br />
2025’de AB nüfusunun dörtte birinin emeklilerden oluşacağı öngörülmektedir.<br />
Meslek sahibi dört kadından biri anne olmaktan kaçınmaktadır. Doğurganlık<br />
azalmaktadır. İşsizlerin <strong>ve</strong> yoksulluk sınırında yaşayanların sayısı artmaktadır.<br />
Son yıllarda ABD’ye doğru yoğun bir beyin göçü vardır. AB’nin ar-ge harcaması,<br />
ABD’nin 120 milyar dolar gerisindedir. 28 üyeli birlikte üyeler arasında<br />
gelişmişlik, ekonomik büyüklük, siyasi güç farkının yanında, hedef, öncelik,<br />
çıkar farkının da olması, Brüksel’in işini zorlaştırmaktadır. Örneğin, AB’nin<br />
en büyük üç ülkesinden olan İngiltere, ABD’yle çok yakın ilişkilere sahiptir.<br />
176
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
Daha Avrupa merkezli politikaları savunan Almanya <strong>ve</strong> Fransa ise iktisat politikalarında<br />
ayrışmaktadırlar. İspanya <strong>ve</strong> Portekiz’in ekonomik açıdan yaşadığı<br />
bunalım, Yunanistan’ın iflasın eşiğine gelmesi, yeni üyelerin eskilerin sahip<br />
olduğu avantajlara, yardımlara, mali destek programlarına sahip olmaması ilk<br />
akla gelen sorunlarından bazılarıdır.<br />
Askeri güçten yoksun olan AB’nin, yaşadığı ekonomik bunalımı da atlatamaması,<br />
zaten fazla olmayan siyasi ağırlığını iyice sarsmıştır. Küresel ölçekte<br />
kayda değer bir kuv<strong>ve</strong>t olamayacağı Arap Baharı’yla bir kez daha görülmüştür.<br />
ABD’nin baskısıyla İran’dan yaptığı petrol alımını durdurması, sadece<br />
İran’ı değil, AB’yi de olumsuz etkilemiştir. Dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından<br />
olan İran’dan önemli miktarda petrol alan AB’deki rafineriler eksik<br />
kapasiteyle çalışmak sorunuyla karşılaşmışlardır. Nitekim AB’nin sanayi devi<br />
olan, Rusya <strong>ve</strong> Çin’le güçlü ilişkileri bulunan Almanya, İran’a yönelik bu kararı<br />
eleştirmiştir.<br />
Rusya’ya enerji alanında bağımlı olan Almanya doğuya yönelmektedir. Libya,<br />
Suriye <strong>ve</strong> İran gibi önemli konularda ABD ile aynı diplomatik hattı izlememektedir.<br />
Silah ticaretinde dünyada 3. sıraya yükselen Almanya (yaklaşık<br />
olarak İngiltere <strong>ve</strong> Fransa’nın toplamı kadar silah satmaktadır, 2006-2010<br />
arasında silah ihracatını ikiye katlamış, 80 ülkeye askeri malzeme satmıştır)<br />
Avrupa’da ilk sırayı almıştır. Balkanlarda etkilidir. Güneydoğu Avrupa’ya<br />
özel önem <strong>ve</strong>rmekte, en yüksek dış yatırımı yapmaktadır. Slovakya, Macaristan,<br />
Romanya <strong>ve</strong> Bulgaristan’ın en önemli dış ticaret <strong>orta</strong>ğıdır. Bu ülkelere en<br />
çok yatırım yapan devlettir. Örneğin; Macaristan adeta Güney Almanya ekonomisinin<br />
uzantısı gibidir. Yumuşak gücünü de devreye sokan Almanya, Tuna<br />
Boyu Projesi ile kültürel olarak da bölgede etki alanını genişletmektedir. Ayrıca<br />
Kuzey Afrika <strong>ve</strong> Orta Doğu’da da etkili olmaya çalışmaktadır. Almanya’nın<br />
bu tutumu <strong>ve</strong> diğer AB üyeleriyle ekonomik olarak arasındaki makasın büyümesi,<br />
AB’nin geleceği açısından da önemli sorun yaratmaktadır.<br />
Rusya <strong>ve</strong> Çin’in Yükselişinin Siyasal Yansımaları<br />
Rusya, devlet başkanı Putin döneminde hızla toparlanmıştır. Ulusal gururuna<br />
yeniden kavuşmuş, yakın çevresinden başlayarak gücünü tekrar hissettirmiş,<br />
bölgede <strong>ve</strong> küresel ölçekte inisiyatif almaya başlamıştır. Sahip oldu-<br />
177
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
ğu enerji kaynaklarını diplomaside başarılı kaldıraç olarak kullanmaktadır.<br />
Dünyanın toplam doğalgaz rezervinin yaklaşık üçte birine sahip olan Rusya,<br />
Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın bu konuda kendisine bağımlı olmasını,<br />
Çin’den Japonya’ya dek pek çok ülkeye doğalgaz satmasını, diplomaside<br />
başarılı biçimde kullanmaktadır. Eski SSCB ülkeleriyle ekonomik, savunma<br />
<strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik ağırlıklı örgütler kurmakta, Şanghay İşbirliği Örgütü’yle (ŞİÖ)<br />
etkisini artırmaya çalışmaktadır. Kazakistan’la tek bir hava savunma sistemi<br />
kullanma konusunda anlaşmıştır. Bu anlaşmaya Ermenistan, Kırgızistan, Tacikistan<br />
<strong>ve</strong> Özbekistan’ın da katılması düşünülmektedir. Rusya, Kazakistan<br />
<strong>ve</strong> Belarus ile kurduğu Avrasya Gümrük Birliği’ni, eski SSCB ülkelerinden<br />
başlayarak genişletmeyi, zamanla bazı Avrupa <strong>ve</strong> Asya ülkelerini de ittifaka<br />
katmayı amaçlamaktadır.<br />
Rusya çok yönlü bir diplomasi izlemektedir. Hem NATO’da hem de İslam<br />
İşbirliği Teşkilatı’nda gözlemci üyedir. Bir yandan Gürcistan <strong>ve</strong> Ukrayna’nın<br />
NATO’ya üye yapılmaması için ağırlığını koymakta, bir yandan da Suriye 5 ,<br />
İran 6 , Irak gibi Müslüman ülkelerle işbirliğini geliştirmektedir. Almanya <strong>ve</strong><br />
Çin’le ilişkilerine özel önem <strong>ve</strong>rmektedir. Denilebilir ki Almanya batıdaki,<br />
Çin doğudaki, bir diğer ifadeyle Almanya Avrupa’daki, Çin Asya’daki en<br />
önemli müttefikleridir. Doğusundaki geniş <strong>ve</strong> büyük zenginliği işleyip harekete<br />
geçirmek için bu iki ülkenin, özelikle de Çin’in sermayesine gereksinimi<br />
vardır. Aynen Çin gibi, küresel ekonomik bunalıma karşı önlem olarak iç<br />
tüketimi artırmaya, <strong>orta</strong> sınıfı güçlendirme çalışmaktadır. Tarımsal üretimde<br />
yeniden büyük güç olmaya çabalamaktadır. Stratejik <strong>ve</strong> büyük ölçekli sanayide,<br />
özellikle de enerjide devlet denetimini savunmaktadır. Kurucuları arasında<br />
bulunduğu ŞİÖ’nün yanında BRICS’teki kurumsallaşma çabalarını da<br />
önemsemektedir.<br />
Rusya, savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nliğe ayırdığı mali kaynakları artırmış, Uzakdoğu’da<br />
okyanus deniz kuv<strong>ve</strong>ti kuracağını, Doğu Akdeniz’de sürekli filo bulunduracağını<br />
açıklamıştır. Mart-Nisan 2013’te Karadeniz’de 36 gemi <strong>ve</strong> 7 bin<br />
5 Rusya’nın Suriye’yle ilişkileri için bkz: Barış Doster, “Arap Baharı Özelinde Rusya’nın Suriye<br />
Politikası,” Arap Baharı <strong>ve</strong> Suriye içinde, Ed. Barış Adıbelli. (İstanbul: IQ Kültür Sanat<br />
Yayıncılık, 2012).<br />
6 Rusya’nın İran’la ilişkileri için bkz: Barış Doster, “İran Dış Politikası <strong>ve</strong> Rusya,” Doğu-Batı<br />
Yol Ayrımında İran içinde, Ed: Barış Adıbelli. (İstanbul: Bilim+Gönül Yayınları, 2012).<br />
178
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
askerin katılımıyla, son 20 yılın en büyük tatbikatlarından birini yapmıştır.<br />
Aktif savunma anlayışını benimsemiştir. Güçlü bir hava savunma sistemine<br />
sahiptir <strong>ve</strong> gerektiğinde önleyici vuruş yapacağını, asimetrik yanıt <strong>ve</strong>receğini<br />
ilan etmiştir. NATO’nun genişleyip Rusya sınırlarına yaklaşmasını birinci<br />
tehdit, ABD’nin Doğu Avrupa’ya füzesavar sistemi yerleştirme projesini ise<br />
ikinci tehdit olarak görmektedir. Avrupa Füze Savunma Sistemi konusunda<br />
ABD’yle anlaşamadığını açıkça belirtmiştir.<br />
Rusya <strong>ve</strong> Çin, aralarındaki ilişki için sık sık “stratejik işbirliği” <strong>ve</strong> “derinleşen<br />
<strong>orta</strong>klık” ifadelerini kullanmaktadırlar. 22-27 Nisan 2012 tarihlerinde Sarı<br />
Deniz’de “Denizde İşbirliği 2012” adlı <strong>orta</strong>k tatbikat yapmışlardır. 7 Bu tatbikat,<br />
iki ülke deniz kuv<strong>ve</strong>tlerinin yaptığı ilk <strong>orta</strong>k tatbikattır. Asya-Pasifik bölgesinde<br />
gü<strong>ve</strong>nliği sağlamak amacıyla yapıldığı açıklanmıştır. Aynı zamanda<br />
Pasifik’te uluslararası sularda savaş gemileriyle devriye gezen ABD’ye mesaj<br />
<strong>ve</strong>rmeyi amaçladığı aşikârdır. İki ülkenin bu yakınlığı, ABD’ye karşı füze kalkanı<br />
konusunda işbirliği yapacak boyuta ulaşmıştır. ABD’nin, Asya-Pasifik’i<br />
de içerecek bir küresel füze kalkanı kurma planlarına karşı, füze savunma<br />
sistemlerinde yaptıkları işbirliğini derinleştirmeye karar <strong>ve</strong>rmişlerdir.<br />
Rusya-Çin ilişkileri, ikili temasların yanında, ŞİÖ <strong>ve</strong> BRICS içinde de gelişmektedir.<br />
Bu yakınlaşma, ŞİÖ’nün batıya doğru genişleme, küresel sorunlarla<br />
daha etkili biçimde ilgilenme, Orta Doğu’da ağırlığını artırma çabalarıyla da<br />
uyumludur. Rusya ABD’nin Afganistan <strong>ve</strong> Orta Doğu’daki varlığını, Çin ise<br />
ABD’nin sürekli olarak Çin çevresinde askeri yığınak yapmasını <strong>ve</strong> Tayvan’ı<br />
silahlandırmasını, kendileri açısından önemli sorunlar arasında görmektedirler.<br />
ABD’nin bu hamlelerine karşı ikili <strong>ve</strong> çoklu ittifaklar geliştirmektedirler.<br />
Kurulmasına öncülük ettikleri ŞİÖ’yü, dış politikalarında kullanmaktadırlar.<br />
Bu nedenle ŞİÖ, <strong>orta</strong>k savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlikten <strong>orta</strong>k dış politikaya, oradan<br />
da mali düzeyde yakınlaşmaya yönelmiştir. Büyük sermaye gerektiren <strong>orta</strong>k<br />
projelere kaynak aktarması için ŞİÖ Gelişme Bankası <strong>ve</strong> ŞİÖ Gelişme Fonu<br />
kurulmuştur. İlk <strong>orta</strong>k projeler arasında <strong>orta</strong>k mobil uydu bağlantı sistemi <strong>ve</strong><br />
üye ülkeler arasındaki ulaşımı kolaylaştıracak bir zincirin kurulması vardır.<br />
7 “Rusya <strong>ve</strong> Çin Sarı Deniz’i Isıtıyor,” Haberrus, 23 Nisan 2012, Erişim tarihi: 23 Nisan 2012,<br />
http://haberrus.com/bos/2012/04/23/rusya-<strong>ve</strong>-cin-sari-denizi-isitiyor.html.<br />
179
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
Ekonomik kurumsallaşma açısından önemli adımlar atan ŞİÖ, üye ülkelerin<br />
(Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan) terörizme,<br />
ayrılıkçı hareketlere, aşırı akımlara, kökten dinciliğe karşı birlikte mücadele<br />
etme kararlılığını da pekiştirmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, Rusya örgüte<br />
bölgesel gü<strong>ve</strong>nlik açısından, Çin ise ekonomik işbirliği açısından öncelik<br />
<strong>ve</strong>rmektedir. ŞİÖ, henüz tam anlamıyla çok boyutlu, çok kapsamlı <strong>ve</strong><br />
derinlik sahibi bir ittifak olmasa da, Rusya <strong>ve</strong> Çin’in ağırlıkları <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdikleri<br />
önem sayesinde gelişmekte olan bir örgüttür. Nitekim 2005’teki zir<strong>ve</strong>sinde<br />
ABD’nin Orta Asya’daki varlığına son <strong>ve</strong>rilmesi yönünde çağrı yapmış, sonrasında<br />
da ŞİÖ üyesi Özbekistan, ülkesindeki ABD üslerini kapatmıştır. 2012<br />
zir<strong>ve</strong>sinde, ŞİÖ üyeleriyle <strong>orta</strong>k sınırı olan <strong>ve</strong> halen ABD işgali altında bulunan<br />
Afganistan’a “gözlemci üye” statüsü <strong>ve</strong>rmiştir.<br />
ŞİÖ’nün 2012 zir<strong>ve</strong>sinde Türkiye’ye de “diyalog <strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
2005’te üyelik başvurusu Çin’in <strong>ve</strong>tosuna takılan Türkiye’ye 2012’de “diyalog<br />
<strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rilmesi, ABD’ye <strong>ve</strong>rilen bir mesaj olarak yorumlanabilir.<br />
Böylece Rusya <strong>ve</strong> Çin, ABD’ye yakınlığıyla bilinen Türkiye’ye “diyalog<br />
<strong>orta</strong>ğı” statüsü <strong>ve</strong>rerek, bir NATO üyesini, ŞİÖ’de diyalog <strong>orta</strong>ğı yapmaktan<br />
çekinmediklerini, ŞİÖ’nün kendisine gü<strong>ve</strong>nen bir örgüt olduğunu göstermek<br />
istemişlerdir. 2005’te İran’a “gözlemci üye” statüsü <strong>ve</strong>ren ŞİÖ’deki “diyalog<br />
<strong>orta</strong>klığı” statüsünü abartmamak gerekir. Sri Lanka <strong>ve</strong> Beyaz Rusya da diyalog<br />
<strong>orta</strong>klarıdır. 2012 zir<strong>ve</strong>sinde, Suriye’ye yönelik bir müdahaleye kesinlikle<br />
karşı çıkılması da, Suriye’yi savunmanın, aynı zamanda İran’ı savunmak olarak<br />
görüldüğünün kanıtıdır. Zir<strong>ve</strong>de savunma <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>nlik konularında <strong>orta</strong>k<br />
politikalar izlenmesi, işbirliğinin geliştirilmesi, savunma bakanları, genelkurmay<br />
başkanları <strong>ve</strong> askeri birlikler arasında daha yakın işbirliği yapılması kararlaştırılmıştır.<br />
Zamanlaması dikkat çeken bu mesajların muhatabı, aksi öne<br />
sürülse de, ABD’dir.<br />
Rusya <strong>ve</strong> Çin ekonomik olarak da yakınlaşmaktadırlar. İkili ticarette yuan<br />
<strong>ve</strong> ruble kullanmaktadırlar. Çin, 2015’te ticaretinin yarısını yuan ile yapmayı<br />
hedeflemektedir. Pekin’in bu konudaki önemli bir avantajı; Avrupa, Japonya<br />
<strong>ve</strong> OPEC üyesi ülkelerin ABD’nin baskılarına karşın, dolarla ticareti azaltma<br />
yönündeki eğlimleridir. Büyük bir enerji ihracatçısı olan Rusya ile büyük bir<br />
enerji ithalatçısı olan Çin’in enerji alanında işbirliği yapmaları da, ilişkilerini<br />
180
Arap Baharı Üzerinden Avrasya-Atlantik Rekabetini Yorumlamak<br />
güçlendiren bir unsurdur. 1993’ten beri petrol ithalatçısı olan Çin, doğal kaynakların<br />
paylaşımı yönündeki keskin <strong>ve</strong> kanlı rekabete geç katıldığından, bu<br />
gecikmeden kaynaklanan dezavantaj nedeniyle daha çok çalışmak, daha fazla<br />
üretmek, daha büyük kaynak ayırmak zorundadır. Enerji gü<strong>ve</strong>nliğini, büyüyen<br />
ekonomisi için zorunluluk olarak görmekte, dış siyasetinde de bu gerçeği gözetmektedir.<br />
Çin’in politikaları, hem en büyük rakibi <strong>ve</strong> en büyük pazarı olan ABD, hem<br />
müttefiki olan Rusya, hem de Almanya, Japonya <strong>ve</strong> Hindistan gibi diğer güçlerce<br />
yakından izlenmektedir. Bunu bilen Çin de temkinli adımlar atmakta,<br />
ketum davranmaktadır. İddialı, dikkat çekecek, ABD başta olmak üzere diğer<br />
güçleri tedirgin edecek söylemlerden kaçınmaktadır. Güneydoğu Asya, giderek<br />
daha fazla uzman tarafından “Çin’in nüfuz bölgesi” olarak nitelendirilirken<br />
Pekin, Afrika başta olmak üzere, başka bölgelere de açılmaktadır. Bu<br />
açılımlarında ekonomik gücünü devreye sokmakta, yumuşak gücüyle etkili<br />
olmaya çalışmaktadır. Bilim <strong>ve</strong> teknolojiye büyük yatırım yapmakta, dünya<br />
ölçeğinde Konfüçyus Merkezleri’nin sayısını çoğaltmakta, gelişmekte olan<br />
ülkelere cömertçe kredi <strong>ve</strong>rip, mali yardımlarda bulunmaktadır.<br />
Çin, İran’la ilişkilerine de büyük önem <strong>ve</strong>rmektedir. İkili ticarette yuan<br />
kullanılmakta, Çin petrol aldığı İran’a ödemeyi Rus bankaları üzerinden<br />
yapmaktadır. Bu yakınlaşma sayesinde Çin Batı Asya’ya açılmakta, Batı<br />
Türkistan’a ulaşmanın hesabını yapmakta, Hazar havzasına girmeye çalışmaktadır.<br />
Üç büyük petrol <strong>ve</strong> doğalgaz havzası olarak öne çıkan Hazar, Sibirya <strong>ve</strong><br />
Kuzey Buz Denizi, Çin’in yakın takibindedirler. Orta Doğu’yla yakından ilgilenen,<br />
Afrika’da etkili olmak isteyen Çin, Libya’yla ilişkilerini geliştirdiği bir<br />
süreçte batının Kaddafi’yi devirmesinden gerekli dersi çıkardığı için, Suriye<br />
konusunda net tavır almaktadır. Çin’in kısa adı APEC olan Asya Pasifik Ekonomik<br />
İşbirliği Örgütü’ndeki ağırlığı da artmakta, Büyük Okyanus’a kıyısı<br />
olan 21 ülkenin oluşturduğu örgütte ekonomik gücünü devreye sokmaktadır.<br />
Çin-ABD rekabeti ekonomik boyutla sınırlı değildir. Bilim <strong>ve</strong> teknolojide de<br />
keskin bir rekabet söz konusudur. Onaylanmış uluslararası patent sayısındaki<br />
artışta dünyada ilk sırada gelen Çin, ar-ge harcamalarında ABD’nin ardından<br />
ikincidir. Bilimde süper güç olmaya çalışan Çin’in ar-ge harcamalarının<br />
181
Orta Doğu’da Değişim <strong>ve</strong> Türkiye<br />
GSYİH içindeki payı 1995’te yüzde 0.6 iken 2011’de yüzde 1.6’ya yükselmiştir.<br />