www.somuncubaba.net-2014-09-0167
www.somuncubaba.net-2014-09-0167
www.somuncubaba.net-2014-09-0167
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Dergisi Hediyesi...<br />
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />
YIL: 21 • SAYI: 167 • EYLÜL <strong>2014</strong> • Fiyatı: 8 TL<br />
Zamanın Hudutlarını Aşan<br />
Kadim Bir Zaman Yolcusu: Bartın<br />
Masmavi Karadeniz sularıyla söyleşen şirin<br />
Amasra ve Küre Dağları Bartın’ın tabii güzellikleri...<br />
Ailede Ahlâk Eğitimi<br />
Ahlâk, insanın bir amaca yönelik olarak<br />
kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup<br />
kötülükten uzak olmasıdır.<br />
0<strong>0167</strong>
aşyazı<br />
Kemal DEMİR<br />
Maviden Yeşile Bartın ve Amasra<br />
Bartın ve çevresi 1460 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine katılır. Anadolu’da Türk birliğini sağlamak<br />
ve o zaman Cenevizlilerin elinde bulunan Karadeniz ticareti ile denizyolunu imparatorluğun topraklarına<br />
kazandırmak amacıyla Kuzey Anadolu seferine hazırlanan Fatih Sultan Mehmet Han, 1460 yılında Üsküdar’dan<br />
avlanmak bahanesiyle yola çıkarken, Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması da denizden hareket<br />
eder. Fatih, Bolu’ya geldiğinde Kastamonu ve Sinop yörelerine hâkim olan ve Candaroğulları Beyliği’nin devamı<br />
sayılan İsfendiyaroğulları’nın Beyi İsmail Bey, padişaha kıymetli eşyalar göndererek bağlılığını bildirir. Yoluna<br />
devam eden Fatih, Ekim ayında Bartın’a gelip ordugâhını bugünkü Orduyeri’ne kurar. Donanmanın da Amasra<br />
açıklarına gelmesiyle, Amasra üzerine yürüyen Fatih Sultan Mehmet, Ceneviz Senyöründen kan dökülmeden<br />
Amasra’yı teslim alır.<br />
Bartın, Osmanlı döneminin 1460-1692 yılları arasında Anadolu Beylerbeyliği’ne bağlı Bolu Sancağı sınırları<br />
içinde yer alır. Bolu Sancağı’nın kaldırılmasıyla 1692-1811 yılları arasında Voyvodalıkla yö<strong>net</strong>ilen Bartın, 1811<br />
yılında da Kastamonu Vilayetine bağlı olarak yeniden kurulan Bolu Sancağı’na bağlanır. Bu dönemde ticarî potansiyeliyle<br />
bölgenin pazar yeri olan ve Oniki Divan adını alan Bartın, 1867 yılında ilçe oldu. 1876 yılında da<br />
Belediye Teşkilatı kurulur.<br />
1920 yılında Zonguldak Mutasarrıflığına bağlanan Bartın’ın 1924 yılında Zonguldak’ın il olmasıyla birlikte<br />
bu ilin ilçesi haline gelmiştir. 07 Eylül 1991 tarihinde de 28.08.1991 tarih ve 3760 sayılı yasayla il statüsüne<br />
kavuşmuştur. Bartın İline bağlı ilçelerden Osmanlı döneminde ilçe iken Cumhuriyetle birlikte bucak statüsüne<br />
düşürülen Amasra; 1987 yılında yeniden, Ulus; 1944 yılında, Kurucaşile; 1957 yılında ilçe olmuştur.<br />
Bartın, 3000 yıllık geçmişinden günümüze taşıdığı seçkin tarihi, kültürel ve folklorik değerleri ile olağanüstü<br />
güzellikler sergileyen doğal turizm kaynaklarıyla önemli bir cazibeye sahiptir. Özellikle Amasra ilçesi, deniz<br />
turizmi açısından son derece önemli bir cazibe merkezidir. Küre Dağları Milli Parkı, yaylaları (Uluyayla, Gezen<br />
ve Ardıç yaylaları), gezi alanları olarak şelaleler ve trekking alanları, Gürcüoluk Mağarası, Güzelcehisar Lav Sütunları,<br />
Sportif Turizm Alanları tabii ve turistik güzelliklerinden bazılarıdır.<br />
Dergimizin bu sayısında Bartın ilimizin tanıtımından başka çok önemli yazılarımız da vardır. Yaklaşan Kurban<br />
Bayramı münasebetiyle, kurban ibadetinin hikmet boyutunu öğrenmek için Prof. Dr. Ali Akpınar’ın yazısı<br />
mutlaka okunmalıdır. Özellikle günümüzde birçok adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği dünyamızda gerçek adaletin<br />
nasıl olduğunu merak edenler ise, Prof. Dr. Kadir Özköse’nin Hz. Peygamber ve Adalet Anlayışı başlıklı yazıyı<br />
baştan sona incelemesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Edebi makaleler, kültürel araştırmalar ve değişik<br />
yazı türleriyle karşınıza çıkan Somuncu Baba Dergisi’nde, okulların açıldığı Eylül ayındaki eğitim dosyamızda<br />
da okuyucularımızın aile eğitimine katkı sağlayacağını umduğumuz farklı yazıların bulunduğunu da belirtelim.<br />
Selam ile…<br />
From Blue To Green: Bartın and Amasra<br />
When Fatih (Mehmet II) came to Bolu, İsmail Bey, the ruler of Isfendiyarid Dynasty-whose former name was Principality<br />
of Jandar that ruled principally in the regions corresponding to present-day Kastamonu and Sinop Provinces of<br />
Turkey, sent valuable presents to the Sultan declaring his loyalty. Fatih also took Amasra from Genoese Seigneur without<br />
war. Between the years 1460-1692, Bartın was in the borders of Bolu Sanjak, which was under the Anatolian Governor.<br />
In 1920, Bartın was a county of Zonguldak and then in 1924 it became a district when Zonguldak became a province.<br />
In 7 September, 1991 Bartın became a province, too.<br />
With its 3000 -year- historical background, culture and folcloric values, Bartin has dazzling natural touristic attractions.<br />
Amasra, especially, is an important center of attraction with its sea.Kure Mountains National Park, Plateaus (Uluyayla,<br />
Gezen and Ardic Plateaus), Natural beauties (suitable for trekking and the waterfalls), Gürcüoluk Cave, Güzelcehisar<br />
Lava Pillars, and Sportive Touristic Areas are among the a few examples of natural beauties of Bartın.<br />
Best regards.<br />
<strong>somuncubaba</strong> 1
künye<br />
içindekiler<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.<br />
PEYGAMBER<br />
EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN<br />
ADALET ANLAYIŞI<br />
Kadir ÖZKÖSE<br />
Kurucusu<br />
A. Şemsettin ATEŞ<br />
Yapım<br />
24<br />
Kur’ân-ı Kerim’de Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’in<br />
uyması gereken esaslardan<br />
bahsedilirken...<br />
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />
Yıl: 21 Sayı: 167 Eylül <strong>2014</strong><br />
Basım Tarihi: 01 Eylül <strong>2014</strong><br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />
Kemal DEMİR<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
M. Hulusi ERDEMİR<br />
Yayın Editörleri<br />
M. Nazmi DEĞİRMENCİ<br />
Musa TEKTAŞ<br />
Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />
VİSAN İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71<br />
44700, Darende / MALATYA<br />
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79<br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> • bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
/SomuncuBabaDergisi<br />
Yayın Kurulu<br />
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />
Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />
Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />
Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />
<strong>www</strong>.grafiturk.com.tr<br />
Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
Serkan ÖZTÜRK<br />
Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
Cihat ÖZÖNAL<br />
Baskı ve Üretim<br />
Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.<br />
Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı<br />
No: 95/1 İskitler/ANKARA<br />
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50<br />
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar<br />
ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi<br />
herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların<br />
sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam<br />
verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların<br />
ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.<br />
Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu<br />
Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi<br />
İşletmesi’ne aittir.<br />
Danışma Kurulu<br />
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />
Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />
HİKMET BOYUTUYLA<br />
KURBAN<br />
6<br />
BEŞERİN DALÂLETİ<br />
Ali AKPINAR<br />
Kurban, kâinattaki her<br />
şeyin insanın hizmetine<br />
sunulduğunun hayvanlar<br />
üzerindeki ispatıdır. Evet,<br />
Yüce Rabbimiz gökleri ve<br />
yeri, bütün içindekileri<br />
insanın hizmetine...<br />
Vedat ALİ TOK<br />
Beşerin böyle dalâletleri<br />
var<br />
Putunu kendi yapar,<br />
kendi tapar...<br />
68<br />
OSMANLI’DA DÂHİ BİR<br />
KOMUTAN: HACI İLBEY<br />
48<br />
Resul KESENCELİ<br />
Hacı İlbey kuvvetleri<br />
plan gereği hep birlikte<br />
ordugâh yakınlarından,<br />
büyük ateş yığınlarının<br />
korkunç aydınlığı...<br />
36<br />
Enbiya YILDIRIM<br />
DÜNYANIN EN<br />
UCUNDAKİ BİR<br />
MÜSLÜMANLA<br />
NİÇİN İLGİLENİRİZ<br />
İslâm, Arabistan Yarımadası’nda<br />
indi diye, bugünkü Suudi Arabistan<br />
sınırları içine hapsedilecek bir din<br />
değildir...<br />
ÇOCUKLARA GELİŞİM<br />
DÖNEMLERİNE GÖRE<br />
“ALLAH”I ANLATMAK<br />
M. Emin KARABACAK<br />
İnsanın doğasında var olan<br />
fakat nasıl olduğu tam<br />
bilinmeyen, sevgi, korku,<br />
kin, öfke, hırs gibi duygular<br />
soyut olarak bulunmaktadır.<br />
80<br />
Kurum Abone : 140<br />
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.<br />
ABONE İLETİŞİM HATTI<br />
444 36 61<br />
(0422) 615 15 54<br />
Kendime 11 • Gizli ve Açık Her Şeyi İşiten; Semî’ 12 • Cebbâr b. Sahr (r.a.) 15 • Zamanın Hudutlarını Aşan Kadim Bir Zaman<br />
Yolcusu: Bartın 16 • Daldım Ey Gönül! 29 • Hikmetli Menkıbeler 30 • Bülbül’e Gül Yakışır 35 • Ailede Ahlâk Eğitimi 40 •<br />
İslâm’ın Tedâvîye Verdiği Önem ve Haram Yolla Tedâvî Mümkün mü 44 • Tasavvuf Dünyasında Sosyal Hizmetlerin Önemi<br />
52 • Yedi Dağın Çiçeği 55 • II. Abdülhamid ve Sansür Gerçeği 56 • Evvel Zaman İçinde Bir Masal Saray; “Kubadabad” 60 •<br />
Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de Çevre Bilinci 64 • Olur mu 67 • Geldim Sultanım 71 • Bâbıâli’de Hayat 72 • Eğitim, Zihin ve<br />
Gençlik 74 • Bartın Velîleri 78 • Ailede Ekonomik Problemler 84
Ey Sevgili Dostum<br />
29.08.1939 tarihli göndermiş olduğunuz muhabbet dolu mektubunuzu aldım.<br />
Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin<br />
Ey hüdhüd-i ümid Seb’e’den mi gelirsin<br />
“Ey mektup, sen o ay yüzlü güzel yardan mı gelirsin Ey İbibik kuşu- Süleyman Peygamber<br />
ile Seba şehri melikesi Belkıs arasında haber getirip götüren kuş- Ey ümit<br />
kuşu sen o ay yüzlüden mi gelirsin” diyerek memnun olup, şükrederek okuyup,<br />
Öyle şâd oldum ki ey cismimdeki cân neş’eden<br />
Gözlerim yaş doldu ruhum oldu handân neş’eden<br />
Mektubunuzun muhabbet davası delili -senedi- olduğuna fikrimce bir yakınlık<br />
ve yaratılışınızın-mizacınızın- bizi unutmayacak kadar yüce olduğuna da noksansız,<br />
tam kanaat hâsıl olduğu şüphesizdir. Sizi sizden önce yâd etmek (hatırlamak, anmak)<br />
şerefine eremediğime üzgünüm. Mektubunuzu aldığımda bu şerefin sizden<br />
doğduğuna (olduğuna) gönlümün de ne derece sevinmiş ve memnun olduğunu tarif<br />
edemem. İşte esasen muhabbetin şartı mektup yazmak değil belki sevdiğini bir an<br />
bile gönülden (hatırından) çıkarmamak ve hayalini bir an olsun gözden götürmeyip<br />
ruh, ruh ile beraber bir Allah’a ulaşmada; cisim ise hayalen gözde belirmiş bir halde<br />
bulunmaktadır.<br />
Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />
Altmışıncı Mektup<br />
Hakk’a muhabbetiniz cana öyle bir sağlam ip ile (İslam ile) bağlanmış ki ne canın<br />
cisimden irtibat kesmesiyle (canın bedenden ayrılmasıyla) kaybolur ve ne de dünya<br />
endişesi bu manevi bağa engel olabilir.<br />
Mektubumun başlığına canım gibi aziz olan sizi iki gözlerime benzetsem, ruh<br />
söner; göz de kapanır; ruhumda sandığım muhabbet yine bir geçen gölge hükmünde<br />
kalır, diye Hakk’a yürüyen ruhuma temsil ile, “Ey Sevgili Yarim” dedim. Ruh ne<br />
demek ve can ne demek olduğunu kara bahtım gibi kara yazar kalemin şu et parçasından<br />
ibaret olan lisanında beyan etmekte âciz oldukları ve bu mananın (şimdiki<br />
durumu), bir iş olup, bu nüktede diller âcizliklerinden susmuş (suskun); akıllar; anlayışsızlıklarından<br />
sustuğu da yüce bilgileri dahilindedir. Umuyorum ki gafilcesine<br />
hareketimden bile beni mazur tutup (özürlü görüp) kayıtsız kardaşınızı an be an<br />
yabancı ve kederli olan gönlünü şenlendirmenizi rica eder muhabbetle kucaklar<br />
hepinizi öper Yüce Allah’a, O’nun korumasına ve himayesine ema<strong>net</strong> ederim.<br />
Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*<br />
Hikmet Boyutuyla<br />
Kurban<br />
“Kurban, kâinattaki her şeyin insanın hizmetine sunulduğunun<br />
hayvanlar üzerindeki ispatıdır. Evet, Yüce Rabbimiz gökleri ve<br />
yeri, bütün içindekileri insanın hizmetine sunmuş, ona emâ<strong>net</strong><br />
ederek onun emrine vermiştir. Kâinattaki her şey insan için,<br />
insan da Rabbi için yaratılmıştır.”<br />
Kurban, kulu Yüce Allah’a yaklaştıran ibadettir.<br />
Kurban, nimeti ve o nimetin gerçek<br />
sahibini fark etmektir. Kurban, nimeti gerçek<br />
sahibinin uğruna fedâ etmenin adıdır.<br />
Kurban, dinin şiârıdır, tevhîd göstergesidir.<br />
“Kurbanlıkları Biz, sizler için Allah’ın şiârları kıldık.<br />
Onlarda sizin için pek çok hayır vardır.” 1<br />
Kurban, sırf Allah için kesilirse kurbandır.<br />
Kurban edeni Allah’a yaklaştırırsa, O’nun eylerse<br />
kurbandır. Kurbanın kasaplıktan farkı budur.<br />
Câhiliye döneminde putperestler de kurban<br />
kesiyorlardı, ama onlar putları için kesiyorlardı.<br />
Müslüman ise, sadece Allah için keser kurbanını.<br />
Onun için Kur’ân, “Rabbin için namaz kıl ve<br />
kurban kes.” 2 emrini verir bizlere.<br />
Kurban, malı ve canı Yüce Allah uğruna fedâ<br />
etmeye hazırlayan ibadettir. Zira azı veremeyen,<br />
çoğu hiç veremez. Malını fedâ edemeyen,<br />
canını fedâ edemez. Sembolik olarak kurban<br />
kesemeyen, gerçek anlamda fedâkârlıklarda<br />
bulunamaz.<br />
Aslında bütün nimetlerin sahibi Yüce<br />
Allah’tır. Onları bize bahşeden ve onları bizim<br />
emrimize veren O’dur. Bizler, O’nun nimetlerini<br />
her zaman kullanmaya devam ederiz. Emrimize<br />
âmâde kılınan hayvanları da O’nun ölçüleri<br />
doğrultusunda kullanır, onlardan yararlanır,<br />
yünlerinden, sütlerinden istifâde ederiz, onları<br />
keser etlerini yeriz. Zaten bu yararlanma her zaman<br />
devam eder. Ne var ki Yüce Rabbimiz, kurban<br />
emri ile bu yararlanmayı, ibadete dönüştürmektedir.<br />
Nitekim kurbanlık hayvanları kesen<br />
bizleriz, onları yine biz yiyip tüketiriz. Yoksa<br />
kesilen kurbanların ne etleri ve ne de kanları<br />
Allah’a ulaşır. Bizden O’na ulaşacak olan, O’na<br />
olan bağlılığımız, O’nun ölçüleri doğrultusunda<br />
yaşayacağımız kulluğumuzdur. “O kestiğiniz<br />
hayvanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır.<br />
Ama O’na sizin takvânız ulaşır.” 3<br />
İlk İnsandan Günümüze Kurban<br />
Kurban, ilk insan Hz. Âdem’den günümüze<br />
devam eden bir ibadettir. Kur’ân, bize Âdem’in<br />
iki oğlunun takdimelerinden/kurbanlarından<br />
bahseder. Onlardan biri, ihlaslı bir şekilde, malının<br />
en iyisinden kurban edendir ve kurbanı<br />
kabul edilmiştir. Öteki ise istemeyerek, mürâîce<br />
ve malının kötüsünden sunumda bulunan ve<br />
kurbanı kabul edilmeyendir. Bu yönüyle kurban,<br />
ilk insandan günümüze devam eden tarihî<br />
bir ibadettir; tıpkı namaz gibi, oruç gibi, zekât<br />
gibi, hac gibi. Kurban kesmekle mü’minler,<br />
tevhîd tarihinin bu güçlü bağını ihya ederler ve<br />
bu şekilde Yüce Allah’ın yegâne dini İslâm dininin<br />
müntesipleri olduğunu ispat ederler. Kurbanın<br />
bu köklü tarihi âyetlerde şöyle hatırlatılır:<br />
“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek<br />
olarak oku:<br />
Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, kurban<br />
birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti.<br />
Kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene: ‘Seni<br />
öldüreceğim.’ demişti.<br />
O da, ‘Allah, sadece takvâ sahiplerinden kabul<br />
eder.’ demişti.<br />
Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana<br />
elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi<br />
uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım!<br />
Ben isterim ki sen, benim günahımı da, senin<br />
günahını da yüklenip ateş halkından olasın!<br />
Zâlimlerin cezâsı budur.<br />
Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, onu<br />
öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.<br />
Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl<br />
gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga<br />
gönderdi.<br />
Karganın yaptığını görünce; ‘Yazık bana, şu karga<br />
kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten<br />
âciz miyim ben’ dedi ve pişman olanlardan oldu!” 4<br />
6 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 7
Baba-Oğulun Teslimiyet Göstergesi<br />
Olarak Kurban<br />
Hz. İbrâhim Peygamber’in hayatında kurban,<br />
çok sevdiği oğlunu kurban etme emriyle başka<br />
bir boyut kazanır. Hz. İbrâhim (a.s.), rüyada aldığı<br />
ilahî emir gereğince oğlunu kurban etmeye<br />
yatırır ve sonuçta sınavı kazanır. Yüce Yaratıcı,<br />
onun bu iyi niyet ve teslîmiyetine karşılık, koç<br />
kurban etmesini emreder. Aslında Rabbimizin<br />
isteği, ne insanların kendisine kurban edilmesi,<br />
ne de hayvanların kurban edilmesidir.<br />
O’nun asıl murâdı, kullarının kendi emrine tam<br />
bir teslîmiyetle boyun eğmeleridir. Hz. İbrâhim<br />
(a.s.) ve oğlu Hz. İsmâil (a.s.)’in şahsında bu gerçekleşmiş,<br />
baba oğul Yüce Yaratıcıya teslim olmanın<br />
en güzel örnekliğini sunmuşlardır. Biri<br />
Rabbi için canından geçen oğul, diğeri Rabbi<br />
için en sevdiği oğlundan geçen baba. İşte kurban,<br />
yeri gelince her şeyden geçebilme bilinci<br />
kazandırır sahiplerine.<br />
“Çocuk onun yanında koşma çağına erişince<br />
(İbrâhim ona): ‘Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum<br />
ki ben seni kesiyorum; (düşün) bak, ne dersin<br />
İkisi de böylece teslim olup çocuğu alnı üzerine<br />
yatırınca,<br />
Biz ona: ‘İbrâhim!’ diye seslendik.<br />
Sen rüyayı doğruladın, işte biz, güzel davrananları<br />
böyle mükâfatlandırırız!<br />
Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi.<br />
Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.<br />
Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.” 5<br />
Her Şeyimizle O’nun Olduğumuzun<br />
Göstergesi: Kurban<br />
Kurban, kâinattaki her şeyin insanın hizmetine<br />
sunulduğunun hayvanlar üzerindeki ispatıdır.<br />
Evet, Yüce Rabbimiz gökleri ve yeri, bütün içindekileri<br />
insanın hizmetine sunmuş, ona emâ<strong>net</strong><br />
ederek onun emrine vermiştir. Kâinattaki her<br />
şey insan için, insan da Rabbi için yaratılmıştır.<br />
Deve, davar ve sığır cinsinden (Enâm) hayvanları<br />
Allah için kesip kurban eden mü’minler, bu hayvanların<br />
kendi emirlerine verildiğine bizzat şahit<br />
olurlar, insanlık için bu canlıların nasıl canlarını<br />
verdiklerine tanık olurlar. Kurban, yoksulluğu<br />
ve yoksulları hatırlatır bize, paylaşmayı öğretir.<br />
Bencillikten kurtarır, diğerkâm olmayı öğretir.<br />
Kurban günlerinde tüketilen etlerden alınan<br />
proteinler onları günlerce idare edebilir. Öte<br />
yandan varlık sahibi oldukları halde mallarına<br />
kıyıp yiyemeyenler, kurban vesilesiyle hem kendileri<br />
hem aile fertleri bol bol et yemiş olurlar.<br />
Kurban, insan sağlığı için çok önemli bir besin<br />
maddesi olan etin bize ulaşması için, kimlerin<br />
can verdiğini öğretir. Bizim için can veren<br />
hayvanlar, Yüce Allah’ın nimetlerinin kolay elde<br />
edilmediğini de gösterirler bizlere.<br />
Büyük küçük herkes, her zaman sofralarını<br />
süsleyen et ve benzeri hayvânî ürünlerin öyle<br />
kolay elde edilmediğini müşâhede etmiş olurlar.<br />
Et mamullerini kasap vitrini yahut market<br />
reyonlarında görmeye alışık olanlar, bu ürünlerin<br />
oralara kolay gelmediğini hatırlamış olurlar.<br />
Kurbanlıklar vâsıtasıyla kâinatın bir parçası<br />
olan hayvanlara daha yakından bakma fırsatı<br />
bulunur, kâinattan kopmamış olunur, hayvan<br />
organizmaları özellikle de onların iç organlarını<br />
daha yakından inceleme imkânı bulunur. Sonuçta<br />
erişilmez kudretin sahibinin azameti bir<br />
kez daha temâşâ edilmiş olur.<br />
bazıları, çocuklara hayvan kesim tablolarını<br />
göstermemenin gereğini savunsalar da, ölçülü<br />
olarak bu manzaraları onlara göstermek onları<br />
hayata hazırlar.<br />
Kurban kesme olayına tanıklık eden çoluk<br />
çocuk herkes, can vermenin kolay olmadığını<br />
görürler. Sonuçta can vermenin ve cana kıymanın<br />
zorluğu düşünülerek ölüme hazırlık yapılır.<br />
Haksız yere kimsenin canına kast etmemenin<br />
gereğini bilirler. Haksız yere bir cana kıymanın,<br />
bütün insanlığın canına kast etmek olduğu gerçeğini<br />
bir kez daha hatırlarlar.<br />
Kimi insanlar, kurban kesmekle, kurban kesimine<br />
şahit olmakla içlerindeki saldırganlık duygularını<br />
bastırmış olurlar. Can almanın kolay<br />
olmadığına şahitlik ederek saldırganlıklarından<br />
vaz geçebilirler. Hz. Âdem’in oğlu Kâbil de ilk<br />
kan döktükten hemen sonra yaptığına pişman<br />
olmuştu, ama iş işten geçmişti. Önemli olan<br />
cinâyete bulaşmadan ondan uzaklaşmaktır.<br />
Tarih boyunca insanlar, olmadık şeyleri kurban<br />
etmeye kalkmışlar, tanrılar (!) için çocukları,<br />
kızları, oğlanları kurban etmeyi ibadet olarak<br />
telakkî etmişlerdir. Din, yalnızca üç cins hayva-<br />
(Çocuk): ‘Babacığım, sana emredileni yap, in-<br />
Kesilen kurbanlar vasıtasıyla, fakir fukara diğer<br />
Kurban olayına tanıklık edenler, hayatın zor-<br />
nın kurban edilebileceğini belirleyerek, bu sap-<br />
şallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ dedi.<br />
zamanlardan çok daha fazla et yemiş olurlar.<br />
lu sınavlarına hazırlanmış olurlar. Bunun için<br />
malara son vermiştir.<br />
8 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 9
Kendime<br />
Belli ki bu hayâtın, çoğu gitti, bilesin<br />
Uzun emellerini defterinden silesin<br />
İşleri öteledin, borçları erteledin<br />
Aklını başına al, hakikate gelesin<br />
Çocukluğun dün gibi, geciktiğin gün gibi<br />
Yine de çok geç değil, mâsivâyı delesin<br />
Kurban bayramı vesilesiyle hayvan piyasasında<br />
oluşan canlanma ile hayvancılık teşvîk<br />
edilmiş olur.<br />
Mavlânâmız ne güzel söyler:<br />
“Ey insan! Sende yürek olmadıktan sonra<br />
elindeki hançerin ne faydası var!<br />
Ali gibi bilek olmadıktan sonra Zülfikarın ne<br />
yararı olur ki!<br />
Nuh gibi kaptan olmadıktan sonra sana<br />
Gemi ne yapsın!<br />
İbrâhim gibi, içindeki putları kıramadıktan<br />
sonra putperest olmadığının ne anlamı vardır!<br />
İsmâil gibi, her şeyinden geçip nefsini O’nun<br />
yoluna koyamadıktan, O’nun olamadıktan sonra<br />
kurban kesmenin ne anlamı olur ki!<br />
Özellikle kurban günlerinde getirdiğin teşrik<br />
tekbirleriyle, nefsinin kibrini kırıp müstekbirlerin<br />
istikbârını yok edemedikten sonra tekbir<br />
getirmenin ne anlamı vardır!” 6<br />
Peygamberimiz kurbanlık hayvanını kesmek<br />
için yere yatırdığında Hz İbrâhim Peygamberin<br />
duası olan şu âyetleri okurdu:<br />
“Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan<br />
var edene çevirdim ve artık ben ortak koşanlardan<br />
değilim! 7<br />
Benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm<br />
hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı<br />
yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların<br />
ilkiyim.” 8<br />
Peygamberimiz âyetlerden seçtiği bu<br />
duâsını şöyle sürdürürdü:<br />
“Allah’ım bu kurban Sendendir, Senin lütuf ve<br />
nimetin sâyesindedir ve Senin için, Senin rızânı<br />
kazanmak içindir. Muhammed ve Ümmeti adına…<br />
Bismillâhi Allâhü ekber/ Allah adına, Allah<br />
en büyüktür!”<br />
Kurbanın gâye ve hedefini, kısaca tevhîdi en<br />
vecîz bir şekilde özetleyen cümlelerdir bunlar.<br />
Her ibadette olduğu gibi, kurban ibadetinde de<br />
daha nice hikmet vardır. Bu hikmetleri görebilenlere<br />
ne mutlu! Kurban, O’na yaklaşmamıza<br />
vesîle olsun!<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />
1. 22/Hac, 36.<br />
2. 108/Kevser, 2.<br />
3. 22/Hac, 37.<br />
4. 5/Mâide, 27-31.<br />
5. 37/Saffât, 102-108.<br />
6. Mesnevî, V, 2501-2506.<br />
7. 6/En’âm, 79.<br />
8. 6/En’âm, 162-163.<br />
Bırak teferruatı, sadede gel sadede<br />
Burada çok ağla ki, orada hep gülesin<br />
Ne kaldı ki ecele, Allah azze ve celle<br />
Nefsin af ve mağfiret, fırsat varken dilesin…<br />
Bekir OĞUZBAŞARAN<br />
10 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 11
GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*<br />
Gizli ve Açık Her Şeyi İşiten;<br />
Semî’<br />
İşitmek, “duymak, duyurmak, anlamak, arzu<br />
ve dileği kabul etmek” mânâlarındaki sem’<br />
kökünden türemiş bir sıfat olup, “işiten” demektir.<br />
Allahu Teâlâ’nın en güzel isimleri arasında<br />
yer alan Semî’, “her şeyi işiten” mânâsına<br />
gelir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:<br />
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O, hakkıyla<br />
işitendir, hakkıyla görendir.” 1<br />
Yüce Allah’ın işitmesi her şeyi kuşatmıştır.<br />
O’nun için gizli açık, uzak yakın diye bir şey<br />
söz konusu değildir. O zaman ve mekândan<br />
münezzehtir. Her türlü sesi işitir. O’nun işitmesi,<br />
hiçbir zaman mahlûkatın işitmesi gibi değildir.<br />
O, kulak, sinir, beyin gibi organ ve parçalara<br />
ihtiyaç duymaz. Bunlar yaratılmış varlıklar<br />
için geçerlidir.<br />
Cenâb-ı Hakk’ın işitmesi iki çeşittir:<br />
Birincisi, O, zâhir ve bâtın, gizli ve açık bütün<br />
sesleri tam bir ihâta ile işitir. O’nun nezdinde<br />
sesler çeşitlenmez, aksine tek bir ses<br />
gibidir. Çünkü her şeyin yaratıcısı O’dur.<br />
İkincisi, Yüce Allah, duâ eden ve kendisinden<br />
bir şeyler isteyenlerin isteklerini işitir ve<br />
onlara cevap verir. “Şüphesiz Rabbim duâyı işitendir.”<br />
2<br />
Müslümanın itikâdında Cenâb-ı Hak, kullarına,<br />
şahdamarlarından daha yakındır. “Şüphe-<br />
siz O hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır.” 3<br />
O’nun işitmesi, kulun kendisinden kendisine<br />
daha yakındır. Allah’ın işitmesi, kulunun<br />
ızdırap ve sıkıntı anında, duâsına icâbet etmesi<br />
şeklinde gerçekleşir. Sıkıntılı anlarda,<br />
günahlardan dolayı af dilemek suretiyle<br />
Yüce Allah kullarının feryadına icâbet eder.<br />
Bu da ancak işitmek suretiyle olur.<br />
Önce Dinlemek Gerekir<br />
Yüce Allah’ın “işiten” anlamına gelen<br />
bu güzel isminden bizlerin çıkaracağı birçok<br />
ders vardır. Bilindiği gibi Hz. Mevlânâ,<br />
Mesnevî’ye “Bişnev/Dinle” diye başlar. Tasavvuf<br />
terbiyesinde temel ilke, söylemek<br />
değil, dinlemektir. Sahâbe, yüz yüze eğitime<br />
dayalı sohbet yöntemiyle yetiştirilmiştir.<br />
Cibrîl hadisinden öğrendiğimiz kadarıyla,<br />
vahiy meleği Cebrâil’in insan sûretinde<br />
Allah elçisinin yanına gelip diz çökerek oturup<br />
dizlerini onun dizine dayaması, ellerini<br />
de dizlerinin üzerine koyması, sonra da Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.) ile dinin temel ilkeleri<br />
konusunda soru-cevap metoduna dayalı<br />
müzâkerede bulunması, hoca-talebe, mürşid-mürid<br />
ilişkisi sergilenmiş olması yüz<br />
yüze eğitimin nebevî bir yöntem oluşunun<br />
en açık örneğidir.<br />
İslâm’da önce edep, sonra ilim tahsili<br />
gelir. Eğitimde yüz yüze hoca-talebe ilişkisi,<br />
çağdaş eğitim anlayışlarının bile en<br />
ideal eğitim yöntemi olarak işaretledikleri<br />
husustur. Çünkü görmek gibi işitmek de bir<br />
bilgi vâsıtasıdır. Eğitim-öğretim işi aceleye<br />
gelmez. Belli bir süreç dâhilinde olgunluk<br />
dönemi geçirmesi gerekir. Nitekim bir şiirde<br />
şöyle denmiştir:<br />
Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der,<br />
Dün mektebe vardı, bugün üstâd olayım<br />
der.<br />
Bu şiirin muhtevâsından anladığımız<br />
kadarıyla, henüz “olmak”lık olgunluğuna<br />
erişmemiş kimseler, “dinleyemedikleri” için<br />
gerçek anlamda “öğrenme” aşamasına varamazlar.<br />
Dinlemek, bir Kur’an yöntemidir.<br />
Nitekim Kur’an’da ‘dinleme’nin bir öğrenme<br />
tarzı olduğuna dair birçok âyet vardır.<br />
Onlardan bazıları şunlardır:<br />
“Onlar, sözü (önce) dinlerler (sonra da) en<br />
güzeline uyarlar.” 4<br />
“Cinlerden bir grup, Kur’an’ı dinlerler.” 5<br />
“Vahyolunanları dinle.” 6<br />
“Dinle! O münâdinin bağıracağı günü yakın<br />
bir yerden.” 7<br />
“Kur’an okunduğu zaman onu dinleyiniz…”<br />
8<br />
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, onu<br />
dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız<br />
bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır.<br />
Sinek onlardan bir şey kapsa, onu<br />
kurtaramazlar; isteyen de istenen de âciz.” 9<br />
Başta Allah ve Rasûlü’nün, enbiyâ ve<br />
Allah’ın velî kullarının kutlu sözlerinin her<br />
biri nasîhat kaynağıdır, bilgi membaıdır, feyiz<br />
ve bereket ravzasıdır. Bu sebeple şeyhmürîd,<br />
talebe-hoca ilişkilerinden doğacak<br />
feyzin elde edilmesi, insanda dinleme iradesi<br />
ve engin gönül açıklığına dayanır.<br />
12 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 13
Sahabe Albümü<br />
Prof. Dr. Bünyamin ERUL<br />
Vefat Anında En Son İşlevini<br />
Kaybedecek Olan Dinleme<br />
Organı Kulaktır<br />
Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla helâk<br />
olan kavimlerin ekseriyeti peygamberlerin<br />
getirdiği mesajlara kulaklarını kapamalarından<br />
kaynaklanmıştır. Çünkü ilim ve bilgi elde<br />
etmede dinleme organı olan kulak, görme<br />
organı olan göz; kulak ve gözün elde ettiği<br />
bilgileri analiz ve senteze tabi tutan fuad/<br />
akıl çok önemli bilgi vâsıtalarıdır. 10 Çünkü<br />
ham bilgi, filozofların bilgi kovası dedikleri<br />
akıl kovasına göz ve kulak yoluyla akar.<br />
Meselâ insanlık tarihine baktığımız zaman<br />
Hz. Nuh (a.s.)’ın kavmi, onun getirdiği ilâhî<br />
mesajı dinlememek için kulaklarına parmaklarını<br />
tıkamışlar, elbiseleriyle yüzlerini<br />
örtmüşler, küfre dayalı hayat tarzlarını sürdürmek<br />
uğruna büyüklük taslamışlardır. 11<br />
Bu sebeple, mü’minler her türlü önyargıdan<br />
uzak olarak ilim ve hakikat uğruna din ve<br />
dünyalarını mamur etmek adına önce sözü<br />
dinlerler ve sonra da en güzeline uyarlar.<br />
Konuşmak, dinleme ve öğrenmenin sonucudur.<br />
Kuş yavruları bile belirli bir müddet<br />
analarını-babalarını dinliyorlar, öğrendikten<br />
sonra da ötmeye başlıyorlar. Bizde<br />
de “Erken öten horozun başını keserler.”<br />
deyimi meşhurdur.<br />
Hz. Mevlânâ’da “ney metaforu” insân-ı<br />
kâmili anlatmaktadır. İnsân-ı kâmil oluş derecesi<br />
bir üst bilgi ve mâneviyat düzeyidir.<br />
Çünkü o düzeye erişenler alıcı olmaktan<br />
ziyâde verici olma makâmına gelmişlerdir.<br />
Bu sebeple mü’min insan, dinini kimden öğrendiğine<br />
dikkat etmelidir. Nâkıs düzeyde<br />
kalanlardan bilgi aktarımı da nâkıs ve sorunlu<br />
olacaktır. Bir de unutmayalım ki, insanoğlu<br />
vefat ederken en son işlevini kaybedecek<br />
olan işitme organı kulaktır. Sebebi, son<br />
nefesine kadar kelime-i şahâdet telkînine<br />
açık kalacaktır. Efendimizin, “Kim ‘Lâ ilahe<br />
illallah’ diyerek vefat ederse, cen<strong>net</strong>e girer.” 12<br />
buyruğu bunun içindir. Bundan dolayı vefat<br />
anında aralıklarla bu kelime-i tayyibeyi<br />
telkîn emri verilmiştir.<br />
O halde kullarını gizli ve açık işiten ve<br />
onların dilek ve arzularına cevap veren Yüce<br />
Allah’ın Semî’ isminden bizlerin çıkaracağı<br />
daha birçok hisse vardır. Bunların başında<br />
yalnız olmadığımızı bilmemiz gelir. Çok<br />
yakınlarımıza bile işittiremediğimiz birçok<br />
meseleyi, Yüce Allah işitir. Bunun önünde<br />
hiçbir engel yoktur. O’nun işitici olduğuna<br />
inanmak kadar bizi mutlu eden bir başka<br />
olay ve bilgi kaynağı var mıdır<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ<br />
1. 42/Şûrâ, 11.<br />
2. 14/İbrâhim, 39.<br />
3. 34/Sebe’, 50.<br />
4. 39/Zümer, 18.<br />
5. 46/Ahkâf, 29.<br />
6. 20/Tâhâ, 13.<br />
7. 50/Kâf, 41.<br />
8. 7/A’râf, 204.<br />
9. 22/Hac, 73.<br />
10. Bkz.17/İsrâ, 36<br />
11. Bkz.71/Nûh, 7<br />
12. Buhârî, “İman” 33.<br />
Adı<br />
Ensârî<br />
Künyesi<br />
: Cebbâr b. Sahr b. Ümeyye el-<br />
: Ebû Abdillâh<br />
Doğum yılı : M. 590<br />
Doğum yeri<br />
Baba adı<br />
Anne adı<br />
Eş(ler)i<br />
Akrabaları<br />
Oğulları<br />
Kızları<br />
: Hazrec’in Benî Selime kolundan-<br />
Kabilesi<br />
dır.<br />
İslam’a girişi<br />
: Yesrib/Medine<br />
: Sahr b. Ümeyye el-Ensârî<br />
: Suâd bint Seleme<br />
: Ümmü’l-Hârisbint Mâlik<br />
: Mikdâd b. Esved ile kardeşleşti.<br />
: Sa’d<br />
: Sümeyke, Usayme<br />
: Hicretten önce<br />
Sohbet süresi : 11-12 yıl<br />
Rivayeti : 2<br />
Yaşadığı yer<br />
Mesleği<br />
Hicreti<br />
: Medine, Hayber<br />
: Vergi memurluğu, zabıtalık<br />
: Yok<br />
Savaşları :Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte<br />
tüm savaşlara katıldı.<br />
Cebbâr b. Sahr (R.A.)<br />
Görevleri : Vergi memurluğu, su kuyularının<br />
tanzimi, zabıtalık<br />
Fizikî Yapı : Tespit edilemedi<br />
: Cesur, görev bilinci olan bir saha-<br />
Mizacı<br />
bi<br />
: Birinci ve İkinci Akabe biatlerin-<br />
Ayrıcalığı<br />
de bulundu<br />
Ömrü : 62<br />
Ölüm yılı : H. 30<br />
Ölüm yeri<br />
Ölüm sebebi<br />
: Medine<br />
: Hastalık<br />
Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke yolunda<br />
“Kim bizden önce Üsaye’ye gidip bizim için<br />
bir su havuzu hazırlayacak” demiş, bu işi üstlenip<br />
yerine getiren Cebbâr sonrasında uyuyakalmıştı.<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) onun yanına gelince<br />
“Ey havuz sahibi!” diyerek seslenmiş, abdestten<br />
sonra onu sağ tarafına alıp birlikte namaz kılmışlardır.<br />
Hadisleri : Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:<br />
“Biz, avret yerlerimizin görülmesinden<br />
nehyolunduk.”<br />
Kaynaklar : İsâbe, I. 449, VII. 712; Üsd, I. 167;<br />
İstîâb, I. 68; İbnSa’d, III. 576, 407; DİA, VII. 182,<br />
Ahmed, Müsned, III. 421, Hâkim, Müstedrek, III. 246.<br />
14 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 15
ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ<br />
Zamanın Hudutlarını Aşan<br />
Kadim Bir Zaman Yolcusu:<br />
Bartın<br />
“Eşsiz doğasına hayran olduğum<br />
Cilvesi gönlümü yakar Bartın’ın<br />
Gezip dolaştıkça huzur bulduğum<br />
Suları coşarak akar Bartın’ın...” (MNM)<br />
16 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 17
Batı Karadeniz’in gözbebeğidir Bartın.<br />
Başta Amasra olmak üzere, Kurucaşile<br />
ve Ulus adlarıyla tanıdığımız sadece üç<br />
ilçesi vardır bu yeşil gözlü şehrin. Merkez ve<br />
Uçsuz bucaksız kumsallarıyla insanların içini<br />
serinleten Bartın, yeşille mavinin başkentidir.<br />
Amasra-Bartın karayolu üzerindeki Kuşkayası<br />
Yol Anıtı, Ceneviz Vadisindeki Kemerdere<br />
Küre Dağları Milli Parkı, Karadeniz Bölgesinin<br />
Batı Karadeniz Bölümünde yer alan gözde bir<br />
mekândır. İnsanlara huzur ve sükûn bahşeden<br />
bu milli parkın yarıya yakını Bartın’da, yarıdan<br />
il yine Bartın’dır. Bu arada Bartın’ın çileği ve<br />
yoğurdu da çok meşhurdur. Ziyaretçisi eksik<br />
olmayan Ebu Derda Türbesi, Bartın’ın manevî<br />
dinamiklerinin başında gelir.<br />
ilçelere bağlı 260 köyü mevcuttur. Eskiden<br />
Zonguldak’ın bir ilçesi olan Bartın, küçük ama<br />
şirin bir şehirdir. Doğusunda Kastamonu, güneyinde<br />
Karabük, batısında Zonguldak, kuzeyinde<br />
ise (mas) mavi Karadeniz bulunur. Dillere destan<br />
bir orman zenginliği vardır bu şehrin. Küre<br />
Dağları Milli Parkı’nın önemli bir bölümü bu güzel<br />
şehrin sınırları içerisinde bulunmaktadır.<br />
Ülkemizde üzerinde taşımacılık yapılan tek<br />
akarsu olma özelliği taşıyan Bartın Çayı, bu şehrin<br />
sembollerinden biridir. Bu yüzden Bartın<br />
demek, biraz da Bartın Çayı demektir. Zira Bartın<br />
Çayı antik çağda “Parthenios” adıyla anılan<br />
ve kente de adını veren çaydır. Bartın turizmine<br />
önemli hizmetlerde bulunan Bartın Çayı’nın<br />
üzerinde kano ve kürek yarışları da yapılabilmektedir.<br />
Kocaçay ve Kocanazçayı olmak üzere<br />
başlıca iki kolu bulunmaktadır.<br />
Köprüsü,Tomaşkuyusu mevkiindeki Toprakaltı<br />
Galerileri görülmeye değerdir.<br />
Bartın’da tel kırma ve yazmacılık sanatı gelişmiştir.<br />
“Tel Kırma Şal” ve “Baskılı Yazma”<br />
Türkiye’de yalnızca Bartın’a özgüdür. Bu geleneksel<br />
sanatlar hâlâ yaşatılmaktadır.<br />
Safranbolu’nun yanı başında bulunan<br />
Bartın’ın ahşap evleri görülmeye değerdir. Ormanlık<br />
bir arazide kurulan şehirde, evlerin yapımında<br />
genellikle çam, abanoz, meşe, gürgen<br />
gibi ağaçlardan elde edilen ahşap malzeme<br />
kullanılmıştır. Genelde iki katlı olan Bartın’ın<br />
ahşap evlerinde barok sanatının izleri hâkimdir.<br />
Evlerde sofa, oda(lar), kiler ve mutfak vardır.<br />
Gün ışığından azamî derecede istifade etmek<br />
için, evlerin çok pencereli olduğu hemen dikkat<br />
çeker. Birbirinden değerli bu geleneksel Bartın<br />
evleri bakanlıkça koruma altına alınmıştır.<br />
çoğu da Kastamonu sınırlarında yer almaktadır.<br />
Bu milli parkın çevresinde; Azdavay, Pınarbaşı,<br />
Ulus, Kurucaşile, Amasra ve Cide ilçeleri ile Arıt<br />
beldesi bulunmaktadır. Buradaki yaşlı ormanlar,<br />
dev kanyonlar, gizemli mağaralar, berrak<br />
akarsular, yemyeşil çayırlıklar, endemik bitkiler,<br />
boğazlar, şelaleler, düdenler, dolin ve çukurlar<br />
ziyaretçilerini dinlendirmekte ve ilginç karstik<br />
oluşumlarıyla insanları hayrete düşürmektedir.<br />
Yüzlerce kuş ve onlarca memeli hayvan bu sıra<br />
dışı ortama fauna zenginliği katmaktadır.<br />
Türkiye’nin 74. vilayeti olarak resmî kayıtlara<br />
geçen Bartın’ın demiryolu ağı ve havaalanı<br />
henüz yoktur. Bartın Limanı yük taşımacılığında<br />
önemlidir. Zonguldak dışında kömür çıkarımı<br />
yapılan diğer il Bartın’dır. Şehirde eğitimin lokomotifi<br />
olarak görülen Bartın Üniversitesi her<br />
geçen gün daha da büyümektedir. Batı Karadeniz<br />
Bölgesinde en fazla tarım alanına sahip<br />
Bartın’ı Ayağa Kaldıracak Sektör:<br />
Deniz Turizmi<br />
59 kilometrelik bir sahil şeridine sahip olan<br />
Bartın’da deniz turizmi ön plandadır. Amasra,<br />
İnkumu ve Çakraz bu konuda başı çekmektedir.<br />
İnce kumlu çok güzel bir koya sahip olan<br />
Çakraz’ın tarihteki ismi, kızıl manasına gelen<br />
Erythinoi’dir.<br />
Karadeniz ikliminin karakteristik bir özelliği<br />
olarak her mevsim yağış alması ve güneşlenme<br />
süresinin kısalığı kıyı turizmini menfi yönde<br />
etkilemektedir. Bartın’ın kuzeybatısındaki<br />
Kızılkum, uzun ve bakir bir plajdır. Temiz, derin<br />
ve bol kumludur. Öte yandan şehrin batı<br />
yönünde uzanan Mogada (Mugado) Plajı korunaklı<br />
bir yerdir. Tarih ve doğanın bütünleştiği<br />
Güzelcehisar Plajında tabiî kaya şekilleri otantik<br />
bir atmosfer oluşturmaktadır. Doğallığın-<br />
18 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 19
dan hâlâ hiçbir şey kaybetmeyen Bozköy, uzun<br />
ve ince bir kumsal olarak dikkatleri üzerinde<br />
toplamaktadır. Çakraz’ın doğusundaki Akkonak,<br />
falezli yüksek kıyıların önünde oluşan<br />
kum ve çakıl karışımı bir plajdır. Bir diğer plaj<br />
olan Göçgün, Kızılkum’dan sonra Bartın ilinde<br />
bakir ve doğal yapısını koruyan müstesna bir<br />
plajdır.<br />
Kurucaşile’nin batısındaki Çambu, doğal<br />
karakterini muhafaza etmektedir. Tarihî Kromna<br />
şehrinin merkezi olan Tekkeönü, ahşap yat<br />
ve balıkçı teknelerinin yapım yeri olarak haklı<br />
ününü bugün de korumaktadır. Bu plajların çoğunda<br />
yelken ve su kayağı gibi deniz sporları<br />
yapılabilmektedir. Özellikle Amasra, yelkencilik<br />
için yeterli rüzgâra sahiptir. Buralardaki deniz<br />
turizminin en büyük engeli; deniz mevsiminin<br />
kısa olması, yazın güneşli gün sayısının azlığı<br />
Yeşille Mavinin Sarmaş Dolaş<br />
Olduğu Mekân: Kurucaşile<br />
‘Dağların suya değdiği, yeşille mavinin sarmaş<br />
dolaş olduğu mekân’ olarak bilinir Kurucaşile.<br />
Antik dönemde Paflagonya’nın kıyılarında<br />
kurulmuş bir sitedir Kurucaşile. Cromna namıyla<br />
hüküm sürdüğü zamanlarda burada para bile<br />
basılmıştır.<br />
Kurucaşile, ahşap tekne yapımında mühim<br />
bir markadır. Bu, bugünün değil; geçmişe dayanan<br />
bir birikimin ürünüdür. Bu ahşap gulet<br />
tekneler usta-çırak ilişkisi ve dayanışması içerisinde<br />
vücut bulmaktadır. Bu tekneleri sadece<br />
Karadeniz’de değil; Akdeniz, Marmara ve Ege<br />
sularında da görebilirsiniz. Bu ahşap tekneler<br />
ülke sınırlarının çok ötesinde, dünya denizlerinde<br />
de başarıyla yüzdürülmektedir. Osmanlı<br />
döneminde muzaffer donanmanın ihtiyacını<br />
Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi meşhur Seyahatname’sinde<br />
Bartın ve Amasra’da kalyonların<br />
yapıldığını yazar. Osmanlı Donanması’nın kalyon<br />
ve kadırga ihtiyaçlarını karşılayan Bartın, Amasra<br />
ve Kurucaşile tersanelerinde yapılan gemilerin<br />
“mavna, yelkenli, gulet, çektirme” gibi çeşitleri<br />
bulunmaktaydı. Günümüzde gemi yapımcılığı Kurucaşile<br />
ilçesinin Kapısuyu ve Tekkeönü köylerindeki<br />
tersanelerde sürdürülmektedir.<br />
Kurucaşile’nin yemyeşil ormanları gözlerimizi<br />
ve gönüllerimizi maddî ve manevî kirlerden<br />
arındırır. Gölderesi ve Gökyar şelaleleri,<br />
Kurucaşile’de görülmeye değer yerlerdir.<br />
Ormanların Koynunda Bir Şirin<br />
Diyar: Ulus<br />
Safranbolu’nun bir nahiyesi iken 1944’te<br />
ilçe olarak Zonguldak’a bağlanan Ulus, 1991’de<br />
nellikle ormandır. “Aşk acısını dindiren şelale”<br />
olarak nitelendirilen Ulukaya Şelalesi buradadır.<br />
Bu şelale, görenleri büyüleyen müstesna bir güzelliğe<br />
sahiptir. Ulus Çayı üzerindeki bu şelale,<br />
yirmi metre yüksekten akarak ziyaretçilerine büyüleyici<br />
bir görünüm sunmaktadır. Bahsi geçen<br />
şelalenin de içinde yer aldığı kanyon, panoramik<br />
güzelliğiyle gözleri ve gönülleri okşamaktadır.<br />
Öte yandan Aksu Çayı üzerindeki Aksu Şelalesi,<br />
Kızıllar Köyü’nün Umar Tepesi mevkiindedir.<br />
Ulus, aynı zamanda mağara turizmi açısından da<br />
oldukça zengindir. Amasra ve Ulus ilçelerinde<br />
tespiti yapılmış 107 mağara vardır.<br />
Huzuru Burada Ara:<br />
Deniz Gözlü Amasra<br />
Bir sonbaharda gittim masmavi Karadeniz<br />
sularıyla söyleşen şirin Amasra’ya… Bilenler<br />
bilir, Amasra ile Bartın’ın arasına dağlar girer.<br />
ve insanların sorumsuzluğunun bir işareti olan<br />
karşılayan savaş ve yük gemilerinin büyük ço-<br />
Bartın il olunca buraya bağlanmıştır. Engebeli<br />
O dağları aşmadıkça Bartın’dan Amasra’ya,<br />
çevre kirliliğidir.<br />
ğunluğu yine burada yapılmıştır.<br />
bir araziye sahip olan Ulus’un bitki örtüsü ge-<br />
Amasra’dan Bartın’a varamazsınız. Ben de sa-<br />
20 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 21
ahın erken saatlerinde Bartın’dan çıktım yola.<br />
Dağın tepesine vardığımda kesif bir duman<br />
‘Hoş geldin’ dercesine karşıladı beni. Fakat bu<br />
teşrifatçı duman, Amasra’yı yukarıdan doyasıya<br />
seyretme arzumu da suya düşürdü. Adeta güzelliğini<br />
gizledi benden. Bu dağı aşınca Amasra<br />
yine de tebessüm etti yüzüme.<br />
Dağdan aşağı inerken Amasra’nın güzelliklerine<br />
bir an evvel kavuşmanın sabırsızlığı kapladı<br />
yüreğimi. Zira bu sisli havada bile denizin<br />
koynunda nazlı bir yavuklu misali bekleşen şirin<br />
Amasra, uzaktan bakan gözlere adeta ziyafet<br />
çekecek kadar güzel ve alımlıydı.<br />
Amasra’ya herhangi bir turla gitmediğim<br />
için, birilerine bağlı hareket etmek zorunda<br />
değildim; dilediğim gibi, doyasıya gezebilirdim<br />
her yeri… Özgürce dolaşabilirdim izbe sokakları.<br />
Öyle de yaptım. Hem rehber, hem gezgin<br />
oldum Amasra’nın gizemli ortamında.<br />
Amasra’ya gittiğimde günlerden Cuma idi.<br />
Cuma namazını kılmak üzere Fatih Camii’ne<br />
vardım. Bugün cami olarak kullanılan bu mekân<br />
9. yüzyıl sonunda inşa edilmiş eski bir Bizans<br />
Kilisesiydi. Fatih Sultan Mehmet, 1460 yılında<br />
şehri fethettiği zaman fethin nişanesi olarak<br />
burayı camiye çevrilmiş ve günümüze kadar<br />
cami olarak kullanılmıştır.<br />
Cuma olmasına rağmen camide bir saf bile<br />
tam dolmamıştı. Cen<strong>net</strong>mekân Fatih Sultan<br />
Mehmet’in fethettiği bu topraklardaki bu mübarek<br />
tarihî camii böyle mi (d)olmalıydı<br />
İmam hutbe okumak için eline kılıç alarak<br />
minbere çıktı. Önce bu duruma bir anlam veremesem<br />
de sonradan tarihî malumatlarım imdadıma<br />
yetişti. Zira Osmanlı döneminde bazı<br />
camilerde kılıçla hutbe okunurdu. Padişahlar<br />
sefer öncesi minbere çıkarak sefer emrini buradan<br />
verirdi. Demek ki bu gelenek Amasra’daki<br />
bu tarihî camide hâlâ devam etmektedir.<br />
Bir Ceneviz Kolonisi olan Amasra, Fatih Sultan<br />
Mehmet tarafından fethedilmiştir. Fatih,<br />
İstanbul’u fethettikten sonra gözünü Anadolu’daki<br />
belli başlı yerlere dikmiştir. Bunların<br />
başında Trabzon Pontus Rum İmparatorluğu<br />
gelmektedir. Fakat bundan evvel yol üzerindeki<br />
Amasra’yı almak ister. Burası doğal birliman<br />
olduğu için ticaretin can damarıdır. Üstelik<br />
Cenevizlilerin yarın problem çıkarmayacağını<br />
hiç kimse garanti edemez. Onun için bu yaranın<br />
derinleşmeden bir an evvel iyileştirilmesi<br />
gerekir(di). Bu düşünceyle Fatih, karargâhını<br />
Bartın’a kurar, Amasra’yı denizden kuşatır. Bunu<br />
gören Ceneviz senyörü Osmanlı Ordusu’yla baş<br />
edemeyeceğini anlayarak hiç kan dökülmeden<br />
şehrin anahtarını Fatih Sultan Mehmet’e verir.<br />
Böylece Fatih, çok kârlı bir iş yapıp Amasra’yı<br />
Osmanlı topraklarına katarak muhtemel bir<br />
tehlikenin de önüne geçmiş olur. Daha sonra<br />
Trabzon yolculuğuna devam eder.<br />
Cihan İmparatoru Büyük Fatih, Bartın’dan<br />
yola çıkarak Amasra’yı tepeden gören bugünkü<br />
“Bakacak” mevkiine gelerek Amasra’yı seyre<br />
dalıp şöyle der: “Lala, lala, çeşm-i cihan bu mu<br />
ola” diyerek Amasra’nın doyumsuz güzelliklerine<br />
olan hayranlığını dile getirir. Amasra Kalesi,<br />
geçmişle gelecek arasında sağlam köprüler<br />
kuran, temelleri Bizans döneminde atılmış<br />
tarihî bir yapıdır. Bu kadim kalenin taşları, nice<br />
zamanların şahididir.<br />
Antik bir yerleşim yeri olan Amasra’ya gidip<br />
de Amasra Müzesi’ni gezmeden dönmek<br />
olmaz. Bu müze Osmanlı’dan Roma’ya uzanan<br />
uzun bir döneme ait tarihî eserlerin bir arada<br />
görülebileceği farklı bir mekândır. Bu müzede<br />
Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi<br />
eserleri meraklılarıyla buluşturulmaktadır. Zengin<br />
bir müze olan Amasra Müzesi’nde el yazması<br />
Kur’an-ı Kerimler, padişah mührü, heykeller,<br />
kilimler ve kolyeler de bulunmaktadır.<br />
Amasra, tarihle doğanın iç içe olduğu bir şehirdir.<br />
Gürcüoluk ve İncivez mağaraları, Amasra<br />
ilçesi sınırları içerisinde bulunan enteresan<br />
tabiî oluşumlardır. Ada ve yarımadalardan oluşan<br />
Amasra’da, tarih ve doğa iç içedir; bu yönüyle<br />
birbirlerini tamamlarlar. Boztepe ve Tavşan<br />
Adaları bu bağlamda öncelikli olarak zikretmemiz<br />
gereken müstesna yerlerdir.<br />
Üç bin yıllık bir mâziye sahip olan Amasra,<br />
Unesco Kültür Mirası Geçici Listesi’ne alınmış,<br />
yaşanılacak bir yerdir. Tarihî süreç içerisinde<br />
farklı uygarlıklara beşiklik eden Amasra’nın büyüleyici<br />
güzelliklerini ve birbirinden muhteşem<br />
koylarını görmek gerekir. Tarihî dokusu ve doğal<br />
güzellikleriyle ziyaretçilerini kendine hayran bırakan<br />
Amasra’yı bir de günbatımında görmeli…<br />
Bu zamanlarda Amasra bir hasret şiiri kadar yüreğe<br />
dokunur. Anadolu’nun Karadeniz’e açılan<br />
muhkem bir kapısı olan Amasra, gerçekten bir<br />
doğa harikasıdır. Bunu bizzat gezerek, görerek<br />
tescil ettim. Herkesin de görmesini öneririm.<br />
Bir liman kenti olan Amasra, balıkçılığıyla da<br />
ön plandadır. Balık lokantalarıyla meşhur olan<br />
Amasra’dan, tereyağında kızartılmış taze balık<br />
ve onun yanında 25-30 farklı sebze ve yöresel<br />
ot kullanılarak hazırlanan yöresel salatayemeden<br />
dönmek hiç de şık olmaz.<br />
Bartın Kaskalar’dan Hititler’e, Roma’dan<br />
Selçuklular’a, Osmanlılar’dan Cumhuriyete uzanan<br />
zaman diliminde zengin tarihî ve tabiî dokusuyla<br />
farkı fark ettiren bir medeniyet şehri;<br />
bir turizm cen<strong>net</strong>idir. Bartın, zamanın hudutlarını<br />
aşan yorgun bir zaman yolcusudur.<br />
22 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 23
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*<br />
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in<br />
Adalet Anlayışı<br />
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
uyması gereken esaslardan bahsedilirken;<br />
“(Ey Muhammed!) Bundan dolayı sen<br />
çağrıya devam et ve emrolunduğun gibi dosdoğru<br />
ol. Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle<br />
de: ‘Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım ve<br />
aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum.<br />
Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim<br />
işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir.<br />
Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur.<br />
Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş<br />
de ancak O’nadır.’” 1 buyrularak Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in adaleti tesis etmekle görevli olduğu<br />
bildirilmektedir.<br />
O bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar<br />
arasında kardeşlik ilan ederken, diğer<br />
taraftan da Medine Sözleşmesi ile Müslüman,<br />
Yahudi ve müşrikler arasında adaleti sağlamaya<br />
çalışıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in bu yönüne dikkat çekilerek “Onlar,<br />
yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir.<br />
Eğer sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver,<br />
ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek<br />
olursan sana aslâ hiçbir zarar veremezler. Eğer<br />
hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet.<br />
Çünkü Allah, âdil davrananları sever.” 2 buyrulmuştur.<br />
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletli bir insandı.<br />
Kimsenin haksızlığa uğratılmasına göz<br />
yummazdı. Esâsen doğrulukla adalet birbirini<br />
tamamlayan iki güzel haslet olup bunların her<br />
ikisi de Peygamberimiz (s.a.v.)’de kemâl derecesinde<br />
idi. Gençliğinden beri herkes onu “emin,<br />
güvenilir” olarak biliyordu. Ticaret arkadaşları<br />
onun hakkında “Ne kimsenin hakkını yerdi, ne<br />
de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda<br />
hatır gönül dinlemezdi.” derler.<br />
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın<br />
terbiyesinde yetiştiği için peygamber olmadan<br />
önce de özü ve sözü doğru bir insandı.<br />
İslâmiyet’in ilk günlerinde yakın akrabalarını<br />
Safâ Tepesi’nde toplamış, Allah tarafından peygamber<br />
seçildiğini bildirmeden önce onlara<br />
bir soru yöneltmiş: “Şu dağın eteğinde düşman<br />
askerlerinin bulunduğunu ve size saldırmaya hazırlandığını<br />
söylesem bana inanır mısınız” demişti.<br />
O günlerde hemen hepsi puta tapan ve<br />
Rasûlullah’ı çok iyi tanıyan bu insanlar: “Evet,<br />
inanırız. Bugüne kadar senin yalan söylediğini<br />
görmedik.” cevabını vermişlerdi. 3 Peygamberlerin<br />
Sultanı peygamber olmadan önce de doğruluğu<br />
ve dürüstlüğü ile bilinirdi.<br />
İnkârcılar Mekke dönemi boyunca Peygamberimize;<br />
“Şair, mecnun, sihirbaz, büyücü” diyerek<br />
iftiralarla lekelemek istemişler yabancılara<br />
onu böyle tanıtarak İslâm’ın yayılma hızını<br />
kesmek istemişler, fakat ona asla “yalancı, hain”<br />
diyememişlerdi.<br />
Bizans İmparatoru Herakliyus Kudüs’te bulunduğu<br />
günlerde Peygamber Efendimiz’den<br />
bir mektup almıştı. Rasûlullah bu mektupta onu<br />
İslâm’a davet ediyordu. Herakliyus, Peygamber<br />
olduğunu söyleyen bu zât hakkında bilgi toplamak<br />
istedi. Adamlarına, “Onu tanıyanlardan<br />
kimi bulursanız getirin.” diye emretti. İşte o<br />
günlerde Mekke’nin tanınmış tâcirlerinden Ebû<br />
Süfyân bir ticaret kafilesiyle Suriye’ye gitmekteydi.<br />
İmparatorun adamları onu ve yanındaki<br />
tüccarları alıp Bizans Kralı’nın huzuruna çıkardılar.<br />
Kral, “Kendini peygamber zanneden bu zata<br />
soyca en yakın olan hanginizdir” diye sordu.<br />
Ona Ebû Süfyan’ı gösterdiler. Kral onunla konuşmaya<br />
başladı. O günlerde Ebû Süfyân daha<br />
Müslüman olmamıştı. Herakliyus’un Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) hakkında kendisine sorduğu sorulara<br />
istemeye istemeye doğru cevap vermek<br />
zorunda kaldı. Rasûl-i Ekrem’in sözünden aslâ<br />
dönmediğini, kimseye haksızlık etmediğini belirtti.<br />
Müslümanlara doğruluğu tavsiye ettiğini,<br />
iffetli yaşamayı, verilen sözün mutlaka yerine<br />
getirmeyi, emâ<strong>net</strong>e riâyet etmeyi emrettiğini<br />
söyledi. 4 Rasûlullah’ın düşmanları bile onun<br />
doğru, dürüst bir şahsiyete sahip olduğunu, yalanı,<br />
dolanı bilmediğini kabul ve itiraf ederlerdi.<br />
Mekke’de en güvenilir şahsiyet olması sebebiyle<br />
ona “Muhammedü’l-Emîn” derlerdi.<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.), hiçbir gölgenin bulunmadığı<br />
kıyâmetin yakıcı sıcağında, arşın fe-<br />
24 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 25
Bedir Savaşı’nda alınan esirler arasında Pey-<br />
den bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir<br />
gamberimizin amcası Hz. Abbas da vardı. Hz.<br />
çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine<br />
Abbas’ın elleri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşı-<br />
kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı<br />
lığı serbest bırakılmaya başlanmıştı. Ensâr’dan<br />
Yahudilerden Zeyd bin Semîn adında bir ada-<br />
bazı kişiler Hz. Abbas’ın Allah Rasûlü’nün am-<br />
mın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu’me’nin ya-<br />
cası olduğunu öğrenince onun fidyeden affe-<br />
nında aranıp bulunamayınca o:<br />
dilmesini istediler. Allah Rasûlü, “Hayır, asla<br />
böyle bir şey olamaz Onun ödemek zorunda<br />
olduğu fidyenin tek bir dirhemi dahi bağışlana-<br />
– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir<br />
bilgim de yok, diye yemin etti. Zırhın sâhipleri;<br />
maz.” 12 buyurdular.<br />
– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta<br />
rerek, hâin ile temizi doğrudan doğruya bildirrahlatıcı<br />
gölgesinden istifâde edecek yedi sınıf<br />
insandan bahsederken en başta adaletli davranan<br />
idarecileri saymış, 5 âdil devlet başkanlarından<br />
ve yö<strong>net</strong>icilerinden övgüyle bahsetmiş, 6<br />
âilesine ve emri altındakilere adaletle muâmele<br />
edenlere Allah tarafından kıyamet gününde büyük<br />
mükâfatlar verileceğini bildirmiştir. 7<br />
Rebeze’den Medine’ye gelmekte olan<br />
Sa’lebe oğullarından bir gurup insan şehrin yakınında<br />
bir yerde konaklamışlardı. Peygamberimiz<br />
onlarla karşılaştı ve satın almak istediği bir<br />
devenin fiyatını sordu. Pazarlık yapıldı. Peygamberimiz<br />
deveyi alarak Medine’ye döndü. Fakat<br />
oradakiler deveyi satın alanın Peygamberimiz<br />
olduğunu bilmiyorlardı. Parasını almadan deveyi<br />
verdikleri için tartışmaya giriştiler. İçlerinden<br />
bir kadın şöyle diyordu: “Niçin tartışıyorsunuz<br />
Bu kadar parlak alınlı adam hiç görmedik. Dikkat<br />
etmediniz mi Onun yüzü ayın on dördü<br />
gibi parlamaktaydı.” Kadın bu sözleriyle deveyi<br />
satın alanın kendilerini aldatacak yaratılışta<br />
olmadığını anlatmak istemişti. Aradan çok geçmedi.<br />
Hava kararmak üzere idi. Bu sırada bir zat<br />
geldi. Bir miktar yiyecekle devenin bedeli olan<br />
parayı getirdi ve bunları Rasûlullah’ın gönderdiğini<br />
söyledi. Topluluk ertesi gün şehre girdiğinde<br />
Peygamberimiz mescitte ashâbına nasîhat<br />
etmekle meşguldü. Bu esnâda Ensâr’dan bir<br />
zat Sa’lebeoğullarının geçmişte akrabâsından<br />
birini öldürdüklerini, şimdi onlardan birini öldürmesi<br />
gerektiğini söyleyince Peygamberimiz;<br />
“Hayır bunu yapamazsınız. Bir evlâd babasının<br />
suçu yüzünden öldürülmez!” buyurdu.<br />
Allah Rasûlü, hayatın her alanında daima<br />
adaleti, âdil hüküm vermeyi esas almış, bizzat<br />
adaletin en güzel örneklerini sergilemiş; âile<br />
hayatında, 8 insanlar arası münâsebetlerde, 9<br />
hâkim huzurunda, şâhitlik esnâsında 10 adalet<br />
esasını zihinlere yerleştirmiştir. Nitekim şu<br />
olay, buna çok iyi bir misâl teşkil eder:<br />
“Bir gün Kureyş kabilesinden asil bir kadın<br />
hırsızlık yapmıştı. 0 kadını cezâlandırmaması<br />
için Ashâbdan Üsâme’yi Peygamberimize gönderdiler.<br />
Bu duruma kızan ve üzülen Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) şöyle buyurdular: ‘Nasıl oluyor da<br />
bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı<br />
olmaya kalkışıyorlar. Sizden öncekilerin mahvolmasının<br />
sebebi şudur: İçlerinden asîl, ileri<br />
gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor,<br />
zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca,<br />
onu cezâlandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim<br />
ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı,<br />
onun da cezâsını verirdim.” 11<br />
Huneyn Savaşı’na katılan bir sahâbe anlatıyor:<br />
“Ben devemin üzerinde, Hz. Peygamber’in<br />
yanında ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç<br />
vardı. Devem Peygamber’in devesini<br />
sıkıştırdığında pabucumun<br />
kenarı Rasûlullah’ın baldırına<br />
dokunarak O’nu<br />
rahatsız ediyordu.<br />
Bunun üzerine<br />
Rasûlullah ayağıma<br />
kamçı ile<br />
vurarak, ‘Canımı<br />
yakıyorsun, arkamdan<br />
yürü!’<br />
dedi. Ben de<br />
O’nun yanından<br />
savuştum. Ertesi<br />
gün Rasûlullah beni<br />
yanına çağırttı. Kendi<br />
kendime ‘Beni dün ayağını<br />
incittiğim için aramıştır.’<br />
dedim. Yanına gittim. Peygamberimiz<br />
bana ‘Sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı<br />
yakmıştın, ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum.<br />
Bunun karşılığını ödemek için seni çağırdım.’<br />
dedi ve bana çeşitli hediyeler verdi.” 13<br />
Bu örnekte de görüldüğü gibi Rasûlullah,<br />
adaletin sağlanmasına ve kul hakkının ödenmesine<br />
çok büyük önem verir; kendi üzerine geçen<br />
kul hakkını, her zaman ve her yerde, en sıkıntılı<br />
savaş zamanında bile ödemekten geri durmazdı.<br />
Zaferoğullarından ve Ensâr’dan Tu’me bin<br />
Übeyrık, komşusu Katâde bin Nu’mân’ın evin-<br />
bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye<br />
kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük,<br />
dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını<br />
reddeden Tu’me’ye yemin teklif<br />
edip o da çalmadığına dair yemin<br />
edince zırhın sâhipleri mecburen<br />
Tu’me’yi serbest<br />
bıraktılar. Ama un izini<br />
takip ederek nihayet<br />
Yahudi’nin<br />
evine geldiler ve<br />
onu tutup Allah<br />
Rasûlü’ne getirdiler.<br />
Yahudi;<br />
– Zırhı bana<br />
Tu’me bin Übeyrık<br />
verdi, dedi ve<br />
Yahudilerden bir cemaat<br />
da buna şâhitlik<br />
ettiler. Tu’me’nin kabilesi<br />
olan Zaferoğulları ise:<br />
– Gelin, Rasûlullah’a gidelim, dediler ve<br />
Efendimize gelip Tu’me’nin durumunu anlattılar.<br />
Arkadaşlarını müdafaa sadedinde;<br />
– Eğer hırsızlığı Yahudi’nin yaptığını ilân<br />
ederek onu cezâlandırmazsan arkadaşımız<br />
helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, Yahudi de suçsuz<br />
çıkacak, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ;<br />
“(Ey Rasûlüm!) Kendilerine hıyâ<strong>net</strong> edenleri<br />
savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş<br />
günahkârları sevmez.” 14 âyet-i kerîmesini indi-<br />
26 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 27
di ve Rasûlullah (s.a.v.)’e de doğruyu gösterdi.<br />
sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır. Adaletin<br />
Buna karşı Tu’me, Hakk’a teslim olup tevbekâr<br />
İslâm toplumunda, yö<strong>net</strong>imde, muhâkemelerde<br />
olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. 15<br />
ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygu-<br />
Bu gibi durumlarla alakalı olarak Resûlullâh<br />
(s.a.v.):<br />
“İster dünyevî işlerde olsun, ister dînî konularda<br />
olsun ümmetime hile yapan kimseye<br />
Cenâb-ı Hak lâ<strong>net</strong> etsin.” buyurmuştur. 16<br />
lanması önemli bir hedeftir. İslâm toplumunda<br />
uygulanması öngörülen ekonomik prensiplere<br />
göre mülk Allah’ındır. Bu ölçü içinde sosyal<br />
adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun<br />
kurulması demektir. Mü’minlerin kardeş<br />
ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve<br />
“Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana yargı-<br />
muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm’da ada-<br />
lanmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini<br />
getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve<br />
merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime<br />
göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin<br />
lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem,<br />
ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.” 17<br />
let anlayışının tezâhürleridir. Ayrıca kazâ işlerinde,<br />
muhâkemelerde ve yö<strong>net</strong>imde Allah’ın<br />
indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir.<br />
Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin<br />
gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların<br />
kâfir, zâlim ve fâsık oldukları<br />
Meşhur bir darb-ı mesel şöyledir:<br />
ilân edilmiştir. 19<br />
“Biz zâhire göre hükmederiz, işin iç yüzünü<br />
ancak Hz. Allah bilir.”<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />
Hayatının her safhasında adâleti şiâr edinen<br />
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vefatına yakın zamanlarda<br />
da ashâbına son tavsiyelerini yaparken<br />
önemine binâen yine bu noktaya temas etmiştir:<br />
Numan b. Beşir isimli genç bir sahâbeye babası,<br />
malının bir kısmını hibe olarak vermiş, diğer<br />
çocuklarını bu mallardan mahrum etmişti.<br />
Çocukların annesi bu duruma rıza göstermemiş<br />
ve meseleyi sormaları için onları Peygamber<br />
Efendimize göndermişti. Peygamber Efendimiz,<br />
malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini<br />
sormuş, onlara vermediğini öğrenince<br />
de, “Allah’tan korkun ve çocuklarınızın arasında<br />
adaletli olun.” 18 buyurmuştur.<br />
Sonuç olarak söylemek gerekir ise, Allah<br />
Rasûlü, hayatın her alanında daima adaleti, âdil<br />
hüküm vermeyi esas almış, en yakınları bile<br />
olsa hükümleri/kanunları herkese eşit olarak<br />
uygulamıştır<br />
Özetle Peygamber Efendimizin hadislerinde<br />
adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukukî,<br />
1. 42/Şûrâ, 15.<br />
2. 5/Mâide, 42.<br />
3. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Müslim, Îmân, 355.<br />
4. Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 7; Şehâdât, 28.<br />
5. Buharî, Ezân, 36; Zekât, 16; Rikak, 24; Hudûd, 19; Müslim,<br />
Zekât, 91; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât, 2<br />
6. Buharî, Edep, 36; Müslim, İmâre, 5, 18; Cen<strong>net</strong>, 63.<br />
7. Müslim, İmâre, 5, 18; Nesâî, Kudât, 1.<br />
8. 4/Nisâ, 3.<br />
9. 6/En’âm, 152.<br />
10. 4/Nisâ, 135.<br />
11. Buharî, Enbiyâ, 54; Meâzî, 53; Hudûd, 11-12; Müslim,<br />
Hudûd, 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6;<br />
Nesâî, Sârik, 6; İbni Mâce, Hudûd, 6.<br />
12. Buharî, Megâzî, 53.<br />
13. Taberî, Tarih-i Taberî, c.3, çev. M. Faruk Gürtuna, Sağlam<br />
Yay., İstanbul 2007, s.106.<br />
14. 4/Nisâ, 107.<br />
15. Taberî, Ebû Câfer Muhammed bin Cerîr, Câmiu’l-Beyân<br />
an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, IV, 364-365;Vâhidî,<br />
183.<br />
16. Müslim, Ebû’l-Hüseyin bin Haccâc el-Kuşeyrî, el-<br />
Câmiu’s-Sahîh, tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, İstanbul<br />
1992, Îmân, 164.<br />
17. Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed bin İsmâil, el-<br />
Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1992, Şehâdât, 27; Müslim,<br />
Ebû’l-Hüseyin bin Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahîh,<br />
tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, İstanbul 1992, Akdiye,<br />
4.<br />
18. Müslim, Vesaya 13.<br />
19. 5/Mâide, 44, 45, 47.<br />
Daldım Ey Gönül!<br />
Yine aşk deryâsı kaynadı, taştı;<br />
Ağdım bulut bulut doldum ey gönül!<br />
Kanlı gözyaşlarım bendini aştı;<br />
Bir aşkın ufkuna daldım ey gönül!<br />
Bağlandım bir güle al oldu yazım;<br />
Hasretin bağında kızardı közüm!<br />
Mâ’rifet çarkında döndükçe özüm;<br />
Hikmete gark oldum, kaldım ey gönül!<br />
Kim yanar bu oda yandığım kadar<br />
Kim anar bir adı andığım kadar<br />
Dağılsın başımdan onca sis, efkâr;<br />
Sarardım bu gamla, soldum ey gönül!<br />
Bende, seni söyler bu içli sesim;<br />
Edep dergâhında yundu nefesim!<br />
İhlâsla yeşeren her bir hevesim;<br />
Yol açtı öteye, buldum ey gönül!<br />
Her umut şafağı aşkla yanmaz mı<br />
Âlemin seyrine can dayanmaz mı<br />
Bu ihrâm içinde kul sınanmaz mı<br />
Devrimi, devrâna saldım ey gönül!<br />
Rabb’in bin bir adı, sanı özümde;<br />
Bir sevdâ damıttım, süzdüm sözümde!<br />
Meğer aşk hünermiş alınyazımda;<br />
Girdim mânâsına, oldum ey gönül!<br />
Rıfat ARAZ<br />
28 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 29
EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ<br />
Hikmetli Menkıbeler<br />
Allah dostlarının hikmetli sözleri, hatıraları,<br />
özlü kelamları bir hikmete mebni ve<br />
dilden dile anlatılarak insanların gönüllerine<br />
irşad güzelliği sunan özelliklere haizdir.<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri manevi<br />
kemâli, içinde yetiştiği tasavvufi muhit,<br />
tasavvufi eserlerle, sohbetlerle hemhâl olması<br />
bakımından birçok Allah dostunun menkıbesini<br />
not etmiş, sohbetlerinde de nakletmişlerdir. Bu<br />
yazımızda buna bir kaç örnek vereceğiz. Hulûsi<br />
Efendi Hazretlerinin notları arasında rastladığımız<br />
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleriyle ilgili bir<br />
menkıbe şöyledir:<br />
“Nihâyet kendisini bir subaşında buldum.<br />
Oturmuş, suya düşen yaprakları topluyordu. Selam<br />
verdim, “Merhaba Cüneyd!” dedi. Sonra sordu:<br />
“Tekrarlayacak mısın” “Hayır!” dedim. “Öyle<br />
ise Allah hepimizi bağışlasın.”cümleleriyle tamamlanan<br />
menkıbeyi nakledelim:<br />
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri Anlatıyor<br />
Caminin avlusunda oturmuş, bir cenazenin<br />
namazını kılmak için bekliyordum. Halk da<br />
bekliyordu. O ara zahid olduğu bilinen bir fakiri<br />
gördüm. Ne yazık ki dileniyordu. Kendi kendime:<br />
“Şu adam bir iş yapsa da kendini korusa.<br />
Dilenmekten vazgeçse daha iyi olurdu!” dedim.<br />
Cenaze namazını kılıp işlerimi bitirdikten<br />
sonra evime gittim. Her zaman yaptığım gibi<br />
Kur’an okuyup, namaz kılacaktım. Fakat bunlar<br />
bu akşam bana ağır geliyor ve birini yapmaya<br />
güç yetiremiyordum. Üzerimde büyük bir ağırlık,<br />
uyuşukluk ve halsizlik vardı. Uyumaya çalıştım.<br />
Olmadı. Miskin miskin otururken kendimden<br />
geçmişim. Bir de ne göreyim, bana bir sofra<br />
hazırlanmış.<br />
- Buyurun, denildi. Etinizi yiyin. Çünkü bugün<br />
bir kardeşinizin aleyhinde bulundunuz.<br />
Bu et insan etiydi.<br />
Vaziyeti anladım ve cevap verdim.<br />
- İyi ama ben onun aleyhinde düşündüm. Fakat<br />
bu düşüncemi kimseye söylemedim.<br />
Şu karşılığı aldım:<br />
- Dediğin doğru. Fakat senin durumundakiler<br />
için durum farklı.<br />
Sordum:<br />
- Ne yapayım<br />
Şöyle karşılık verdiler:<br />
- Koş, o kimseyle helâlleş!<br />
Korkuyla uyandım. Abdest alıp namaz kıldım<br />
ve Kur’an okudum. Sonra yattım.<br />
Sabahleyin namazdan sora ilk işim sokağa<br />
çıkıp aleyhinde olumsuz düşündüğüm kişiyi<br />
arayıp bulmaktı. Epeyce bir aramadan sonra<br />
onu bir su başında buldum. Oturmuş suya düşen<br />
yaprakları seyrediyordu. Selam verip yanına<br />
oturdum.<br />
- Merhaba Cüneyd, dedi. Sonra da sordu:<br />
- Hatanı tekrarlayacak mısın<br />
- Hayır, dedim.<br />
30 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 31
Velî Bir Zat: Behlül Dânâ<br />
Hâlin ne olur diye düşündüm.”<br />
Behlül Dânâ; Halife Hârûn Reşîd zamanında<br />
yaşayan ilahî aşk cezbesiyle meczub ve velî bir<br />
zâttır. Asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir.<br />
Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.<br />
Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve 190<br />
(m. 805)’de vefât etmiştir. Hârûn Reşîd’in kardeşi<br />
olduğuna dair rivâyetler varsa da bunun<br />
aslı yoktur. Herkese ders olacak hikmetli sözleri<br />
çok meşhûrdur. Hârûn Reşîd’e nasîhat verirdi.<br />
Hârûn Reşîd;<br />
“Peki ne yapmam lâzım” dedi.<br />
Behlül;<br />
“Mademki bu yükün altına girdin. Zulme<br />
meyletme. Adalet üzere ol. Böylece tahtında<br />
otur.” buyurdu.<br />
“Yine bir gün Hârûn Reşîd sevgili câriyesi<br />
Behlûl’den Hikemî Bir Fıkra<br />
Zübeyde Hanım’la sarayını bahçesini gezme-<br />
- Öyle ise Allah hepimizi bağışlasın!<br />
Bu menkıbenin özetini not eden Hulûsi Efendi<br />
Hazretleri devamında şu notlara da yer verir:<br />
Süfyân b. Hüseyin Anlatıyor<br />
“Bir gün Hârûn Reşîd’in sarayına varır. Kendisi<br />
hareme gitmiş olduğundan tahtını boş<br />
bulur ve o anda hâlî (boş) bulunup Hârûn’un<br />
makâmına çıkar, tahtına oturur. Hâdimler<br />
halîfenin yerinde Behlûl’ü görünce şaşkınlıkla<br />
hemen yakalayıp şiddetle döğmeye koyulurlar.<br />
Behlûl feryâd ederek ağlamaya başlar. Bunun<br />
feryâdını içeriden işiden Hârûn koşarak gelir,<br />
ellerinden alır. “Yoksa çok mu döğdüler Fazla<br />
ağlıyorsun.” demesine cevâben, “Yok, senin<br />
için ağlıyorum. Bir dakîka bir kere oturdum bu<br />
kadar dayak yedim, Allah muînin olsun.” cevabını<br />
verir.”<br />
ye çıkarlar. Bahçenin bir tarafında çocuklar<br />
gibi bir şeyler yaptığını görünce yanına varırlar.<br />
“Behlül bu hâl niye Ne yapıyorsun”<br />
der. “Cen<strong>net</strong> evi yapıyorum.” deyince, “Zübeyde<br />
Hanım’a satar mısın” “Evet, satarım.”<br />
der. “Fiyatı nedir” Behlül: “Bir dînâr.” Zübeyde<br />
Hanım’a bir altın verir. Hârûn ise istihzâ<br />
ederek geçer. O akşam Hârûn bir rü’yâ görür;<br />
kıyâmet kâim olmuş, feriştehler halkı ce(he)<br />
nneme tutup sürüklemekdedir. Nihâyet sıra<br />
Zübeyde ile Hârûn’a gelir. Zübeyde’nin…” diye<br />
devam eden cümleleri güncelleyerek sizlere<br />
aktaralım:<br />
Akşam Harun Reşid rüyasında Cen<strong>net</strong>te bir<br />
köşk gördü, güzel mi güzel, çok beğendi, dedi<br />
ki bu köşk kimin (Hanımınızın) dediler. Ertesi<br />
gün gördüğü rüyanın tesiriyle Behlül Dânâ Hazretlerini<br />
aradı. Baktı ki aynı yerinde yine kumlardan,<br />
çer çöpten evler-köşkler yapıyor. Harun<br />
“Muâviye b. İyâs’ın yanında oturuyordum ve<br />
konuşuyorduk. Konuşma arasında birisi bahis<br />
mevzûu olmuş. Ben de onun aleyhinde bir şeyler<br />
söylemiştim; İyâs sordu: “Bu yıl düşmanlarla<br />
Hulûsi Efendi Hazretlerinin notlarından<br />
yukarıda bir kısmını arzettiğimiz Behlül Danâ<br />
menkıbesini, günümüz okuyucusunun anlayacağı<br />
şekilde özetleyerek birlikte okuyalım:<br />
Behlül Dânâ Hazretleri bir gün kumlarla, çer<br />
çöple ev-köşk yapıyordu, gören oyun oynuyor<br />
zannederdi. Harun Reşid yanından geçerken<br />
sordu:<br />
Reşid sordu:<br />
- Ne yapıyorsun<br />
- Cen<strong>net</strong>te ev-köşk yapıyorum.<br />
gazâya çıktın mı” “Hayır!” dedim. “Demek ki,<br />
dedi, düşmanlar elinden kurtulduğu halde Müslüman<br />
kardeşin dilinden kurtulamadı.<br />
El-hâsıl, Müslüman kardeşim, bu beyân edilen<br />
cümleden anlaşılıyor ki, gıybet şân-ı insâniyyete<br />
lâyık olmayan en kötü, en iğrenç bir harekettir.<br />
İnsanların bilerek veya bilmeyerek işlediği bu<br />
çirkin hareket, hâşâ câmi-i şerîften, hayvanlarda<br />
bile yoktur. Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd hepimizi<br />
tevfîkât-ı sübhâniyyesine mazhar buyursun.<br />
Âmîn.”<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />
notları arasına rastladığımız bir menkıbe<br />
kahramanı da Behlül Dânâ Hazretleridir.<br />
Hz. Behlül bir gün Hârûn Reşîd’in taht odasını<br />
boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu<br />
gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar.<br />
Askerler vurdukça o;<br />
“Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.<br />
O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında<br />
donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra;<br />
“Ey Behlül! Bu ne hâl” diye sordu.<br />
Behlül;<br />
“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup<br />
bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen<br />
ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun.<br />
- Ya Behlül ne yapıyorsun<br />
- Cen<strong>net</strong>te evler-köşkler yapıyor satıyorum.<br />
- Peki kaça satıyorsun<br />
- Bir altına.<br />
Harun Reşid, bizim kardeşe yine bir şeyler<br />
oluyor, diyerek gitti. Ertesi günü Harun Reşid’in<br />
hanımı da gördü, o da sordu:<br />
- Behlül ne yapıyorsun<br />
- Cen<strong>net</strong> için ev yapıp satıyorum.<br />
- Peki kaça satıyorsun<br />
- Bir altına.<br />
- Peki al bir altını.<br />
- Peki kaç para<br />
- Bin altın.<br />
- Dün bir altın diyordun bugün bin altına çıkarmışsın.<br />
Bunun sebebi ne<br />
- Hanımınız dün görmeden bir altına aldı.<br />
Ama sen gördükten sonra istiyorsun. Onun için<br />
bin altın bile az diye cevap verdi.<br />
Behlül ve Hikmetli Öğütler<br />
Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ Hazretleri<br />
ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi.<br />
Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül’ü getirmelerini<br />
söyledi. Gidenler Behlül’ü boş bir mezar<br />
içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında;<br />
32 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 33
“Siz ne yaptınız. Beni padişahlık makamından<br />
indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım.” dedi.<br />
Görevliler gidip bu sözleri halifeye bildirdiler.<br />
Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi,<br />
huzuruna geldiğinde:<br />
“Ey Behlül! Bu ne iş Sen hangi padişahlıktan<br />
indirildin” dedi.<br />
O, bu soru üzerine:<br />
“Ey Halife! Rüyamda kendimi hükümdar olmuş<br />
gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim<br />
vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim.<br />
Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan<br />
oldum.”<br />
Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve:<br />
“Ey Behlül! Rüyadaki padişahlığa itibar olur<br />
mu” dedi.<br />
Bunun üzerine Behlül Hazretleri;<br />
“Ey mü’minlerin emîri! Benim hükümdarlığım<br />
ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi<br />
açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak<br />
olsan ebediyen emirlikten düşecek<br />
saltanatından olacaksın ve nedamet, pişmanlık<br />
günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdarlığına<br />
itibar yoktur sen söyle” dedi.<br />
Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz<br />
bulamadı.<br />
Bir gün Behlül Dânâ Hazretlerini kabristanda<br />
gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş<br />
toprakla oynuyordu.<br />
Kendisine;<br />
“Ey Behlül ne yapıyorsun” diye sordular.<br />
Onlara gâyet sâkin olarak:<br />
“Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan<br />
insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ<br />
olanlardan daha emin.” diye cevap verdi.<br />
Kabristanlığın Kapısında Beklemek<br />
Bir gün Behlül Dânâ’nın evine hırsız girmiş,<br />
evde ne bulduysa alıp götürmüştü. Doğruca<br />
kalkıp kabristanlığa gitti ve kapısına oturdu.<br />
Bunun farkına varanlar başına toplanıp;<br />
“Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya<br />
geldin” dediler.<br />
Onlara:<br />
“Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum.”<br />
diye cevap verdi.<br />
Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve:<br />
“Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada<br />
işi ne” dediler.<br />
Bunun üzerine Behlül Hazretleri:<br />
“Siz hiç merak etmeyin o mutlaka bu kapıya<br />
gelecek. Ecel onu buraya getirecektir.” buyurdu.<br />
Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere<br />
daldı.<br />
Bülbül’e Gül Yakışır<br />
Kuru kuruya olmaz sevgiye külfet gerek<br />
Hakk’ı seven bir kişi Hakk’ın emrin tutmaz mı<br />
Bindiğin azgın atın dizginini bırakma<br />
Kendin bilen her insan her an nefsin gütmez mi<br />
Karga seçici değil barındığı yer islik<br />
“Vak/vak” diye bağırır sesleri kalın ıslık!<br />
Onlar için fark etmez ha çöplük ha da pislik<br />
Bülbül ise dâimâ gül dalında ötmez mi<br />
Âşık yârini görse; görür görmez vurulur<br />
Hafif bir meltem esse yaprak gibi savrulur<br />
Rüzgârda koku arar hasretiyle kavrulur<br />
Yârdan ayrı kalmışsa yâr gözünde tütmez mi<br />
Önce düşün karar ver sözü söyleme direk<br />
Ondan mahrum kalmışsa neye yarar ki yürek<br />
O kendini adamış elbet ona; O gerek<br />
Hakk’a inanan kişi Hak’tan gayrın itmez mi<br />
Kılmasan bile imren beş vaktini kılana<br />
N’olur tenezzül etme ne yalana, talana<br />
Ölüm en büyük nâsih elbet ibret alana<br />
Kim ki delil isterse kitap/sün<strong>net</strong> yetmez mi...<br />
Hanifi KARA<br />
34 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 35
KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*<br />
Dünyanın En Ucundaki<br />
Bir Müslümanla<br />
Niçin İlgileniriz<br />
İslâm, Arabistan Yarımadası’nda indi diye, bugünkü<br />
Suudi Arabistan sınırları içine hapsedilecek<br />
bir din değildir. Yeryüzünde kendisini<br />
Müslüman olarak tanımlayan herkesi kuşatmakta<br />
ve birbirlerini tanımasalar bile, inananları<br />
manevî bir bağ ile Kur’an etrafında toplamaktadır.<br />
Bu nedenle Amerika’daki bir Müslümanın<br />
yüreği, yeryüzünün başka coğrafyasındaki bir<br />
mü’mine zarar geldiğinde yanar, hüzün duyar.<br />
İslâm’ın oluşturduğu bu kardeşlik duygusunu<br />
anlayamayanlar ise, Türkiye’deki bir Müslümanın,<br />
ülkemizle coğrafi bağı olmayan bir ülkedeki<br />
Müslümanların çektikleri sıkıntılar karşısında<br />
feryat etmesini asla anlayamaz. Manzaraya<br />
bakarak, “Türkiye nere, Myanmar nere”<br />
der. “Ne zoru var Türkiye’dekilerin, el âlemin<br />
yabancısının çektikleriyle” der ve olan biteni<br />
garipser. Bu bakış açısına sahip olanlar için, ilgilenilmesi<br />
gereken yegâne yer ülke sınırlarının<br />
kapsadığı alandır, bir de soydaşlarımızın yaşadıkları<br />
bölgeler.<br />
Bu bakış açısının arka planında kısmen İslâm<br />
kardeşliğini anlayamamak yatmaktadır. Ancak<br />
bu söylemi dile getirenlerin büyük çoğunluğunun<br />
esas derdi, İslâm kardeşliğidir. Ülkemizde<br />
dinî duyguların, İslâmî bilincin güçlenmesinden<br />
rahatsızlık duyanlar, doğrudan dine saldırmak<br />
yerine siyasî ve ekonomik lafların ardına<br />
saklanarak yurdumuzdakiler dururken dışarıdakilerden<br />
bize ne demeye getirmektedirler.<br />
Bu vahim ve değerlerden uzak düşünceye<br />
sahip olanların, hoşlarına gitmese de, görmeleri<br />
gereken beş temel gerçek bulunmaktadır.<br />
Birincisi: Ülkelerin hangi dönemlerde ne<br />
tür badirelerden ve zorluklardan geçeceklerini<br />
Allah’tan başka kimse bilemez. Bu nedenle<br />
ülkemiz bugün oldukça iyi şartlarda olabilir<br />
ancak, bir zaman geldiğinde Van, Sakarya ve<br />
benzeri veya daha büyük bir depremle karşılaşmayacağımızı<br />
kim bilebilir Muhtemel felaket<br />
türlerini çoğaltabilirsiniz.<br />
Bizim böylesi bir sıkıntıyla karşılaşmayacağımızın<br />
bir garantisi olmadığına göre, zor<br />
günler için dostlarımızı olabildiğince çoğaltmak<br />
durumundayız. Yurdumuzda bulunan bir<br />
milyondan fazla Suriyeli, Afganlı ve diğer misafirlerimize<br />
veya komşumuz olmayan ülkeler<br />
yaptığımız yardımlara baktığımızda, ilgili ülkelerin<br />
insanlarının gönüllerinde derinlemesine<br />
yer edindiğimizi görürüz. Nitekim her hangi bir<br />
İslâm ülkesine gittiğinizde, Türkiye’den geldiğinizi<br />
öğrendiklerinde, sizlere muhabbetle sarılmaları,<br />
yardım kuruluşlarının isimlerini veya<br />
ülkenin öne çıkan şahsiyetlerinin adlarını zikrederek<br />
hayır dualar edişleri bu yüzdendir. Ayrıca<br />
bu ülkelerin tarihleri, ileride bizlere ayrı bir yer<br />
açacaktır, hiç şüphesiz. Dolayısıyla felaketler<br />
geçtikten sonra gelecek iyi günlerde bizlere<br />
karşı her zaman iyi duygular besleyeceklerdir.<br />
Bizleri min<strong>net</strong>le anacaklardır. Takdiri ilahi, muhtaç<br />
duruma düştüğümüzde, bu sefer biz onları<br />
yanımızda göreceğiz.<br />
İkinci olarak: Müslüman olmanın zaruri<br />
sonucu, diğer Müslümanların yardımına koşmaktır.<br />
Öncelikle Allah bu dinin mensuplarını<br />
kardeş ilan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de<br />
mü’minleri bir yapının taşlarına keza bir bedenin<br />
uzuvlarına benzetmiştir. Bu nedenle bir kişi<br />
anne-baba bir kardeşlerinin yardımına nasıl<br />
koşuyorsa, daha güçlü bir bağla bağlı olduğu<br />
din kardeşlerinin yardımına da koşmak durumundadır.<br />
Din kardeşi felaketler içinde gözyaşı<br />
dökerken kendisi evinde tv karşısında çayını<br />
yudumlayamaz. Çünkü Allah’ın emrine karşı<br />
gelmiş olur. Kaldı ki, namazı emreden, zekâtı<br />
verin buyuran Allah’ın emri ile mü’minlerin birbirlerine<br />
yardımcı olmalarını, birbirlerini desteklemelerini<br />
emreden ayetler arasında hiç bir<br />
fark yoktur. Mü’min her bir emri yerine getirmek<br />
zorundadır. Örneğin şu ayet bunu amirdir:<br />
“İnanıp hicret eden, Allah yolunda savaşanlar ve<br />
muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte<br />
onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret<br />
ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” 1<br />
Üçüncü olarak: İşin duygusal boyutu vardır.<br />
Yeryüzünde şu anda bütün çileleri çekenler<br />
Müslümanlardır. Bu nedenle her bir mü’minin<br />
36 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 37
yüreği her gün dağlanmaktadır, elemi katmerleşmektedir.<br />
Bu da İslâm ümmetini daha fazla<br />
duygusallaştırmakta, hassas insanlar haline<br />
getirmektedir. Bunun tabii sonucu olarak, olan<br />
bitenler mü’minlerin gündelik konuşmalarının<br />
önemli bir bölümünü işgal etmektedir. Bu<br />
da sonuç olarak ülkemiz Müslümanlarını, gözyaşları<br />
her zaman dökülmeye hazır hale getirmektedir.<br />
Akıtılan kanların bir kısmının Müslümanların<br />
birbirlerini kırması yüzünden gerçekleşiyor<br />
olması bu hakikati değiştirmez. Çünkü<br />
sonuçta akan mü’minlerin kanıdır. Bu manzarayı<br />
seyreden ve bütün geçmişi mü’minlerin<br />
kardeşliği üzerine ilmek ilmek örülmüş olan bir<br />
insanın, olan biten karşısında reaksiyon göstermesinden<br />
ve diğer mü’minlerin yardımına<br />
koşmak istemesinden daha tabii ne olabilir ki<br />
Ülkemizde olan biten de işte budur.<br />
Dördüncü olarak: Mü’minlerin ahiret diye bir<br />
dertleri vardır. Onlar için dünya geçici bir yurttur.<br />
Esas ve ebedi birlikteliklerini mü’min kardeşleriyle<br />
birlikte cen<strong>net</strong>te geçireceklerdir. Bu<br />
nedenle onlara karşı mahcup olmamaları, üzerlerine<br />
düşen sorumlulukları yerine getirmeleri<br />
gerekir. Allah’ın yarın onları, “Müslümanlar bu<br />
sıkıntıları çekerken siz neden duyarsız kaldınız”<br />
diyerek hesaba çekmesinden korkarlar.<br />
Zira onların peygamberleri (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:<br />
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona<br />
zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkir<br />
etmez.” 2<br />
Beşinci olarak: Esasında ülkemiz Müslümanlarının<br />
duyarlılığından rahatsız olanların buna<br />
üzülmek yerine sevinmeleri gerekir. Sevinmeleri<br />
gerekir çünkü İslâm ülkemiz insanlarını<br />
aynı potada bir arada tutmakta ve kardeşlik<br />
bağlarını muhafaza eden en önemli güç olmayı<br />
sürdürmektedir. İslâm kardeşliği bağı olmamış<br />
olsaydı, çeşitli badirelerden geçen ülkemizin<br />
şu anki halinin hiç de böyle olmayacağını aklı<br />
başında her insan bilir. Çünkü ülkemiz insanlarını<br />
bir arada tutan ve onları birbirlerine kardeş<br />
yapan en önemli değer dindir. Bu bağ toplum<br />
arasından kaldırılacak olursa, toplum hızlıca<br />
çözülecek ve hiç birimizin istemeyeceği olumsuz<br />
sonuçlarla karşılaşacağız. Bu gerçek iki kere<br />
ikinin dört etmesi kadar hakikattir. Görünen<br />
köy nasıl ki kılavuza ihtiyaç hissettirmiyorsa,<br />
din kardeşliğinin ülkemiz insanının ana mayası<br />
olduğu da önemini belirtmeye ihtiyaç hissettirmeyen<br />
bir olgudur. Sonuç olarak, bizleri bir<br />
arada tutan ve bu topraklara bağlayan değerleri<br />
görmezden gelmemek gerekir ve “bunlar iyi ki<br />
var” denmelidir.<br />
Ayrıca unutmamak gerekir ki, Müslümanları<br />
samimi ve bilinçli Müslüman yapan yegâne<br />
husus değerlerine sahip çıkmalarıdır. Değerlerinden<br />
ne kadar uzaklaşırlarsa, o kadar yozlaşırlar.<br />
Onları zinde ve ayakta tutan, birbirlerine<br />
ke<strong>net</strong>leyen şey değerlerdir. Bu değerlerden<br />
uzaklaştıkça İslâm’dan da uzaklaşırlar. Ve iş<br />
öyle bir hale gelir ki, Batı’da olduğu gibi, din<br />
sadece belli zamanlarda hatırlanan bir araç<br />
haline gelir. Mü’minlerin dayanışması kalmaz.<br />
Öyle olur ki, İslâm’ın ruhu hayattan çekildiğinden,<br />
oruç tutmayı, hacca gitmeyi yeterli gören<br />
ve düşünce dünyasında mü’minlerin dertleriyle<br />
dertlenmeye yer vermeyen bir anlayış, çile çeken<br />
mü’minler için rahatça “bana ne” diyebilir.<br />
Ve bu haliyle kendisini iyi bir Müslüman olarak<br />
görebilir. Çünkü o dindarlığı belli zamanlarda<br />
yapılan ibadetlere indirgemiştir.<br />
Oysa Müslümanlık bundan çok daha geniş<br />
bir şeydir. Bunun ne olduğunun ölçüsü Kur’an<br />
ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatındadır. Bu<br />
iki temel kaynak dindarlığın ne olduğunu<br />
bizlere öğretir. Onlara nazar ettiğimizde ise<br />
mü’minlerin dertleriyle dertlenmenin, himaye<br />
etmenin, yardımlarına koşmanın imanı tamamlayan<br />
aslî unsurlar olduğunu görürüz. Örneğin,<br />
zekât verilmesi emredilirken, sadaka teşvik<br />
edilirken, hasta ziyareti istenirken, cenaze<br />
namazına katılmak talep edilirken ırk ayırımı<br />
yapılmaz. Tam tersine ırkların İslâm kardeşliği<br />
önünde engel oluşturmaması gerektiğinden<br />
bahsedilir. Çünkü araya iman dışında başka<br />
arızi değerler girdiğinde, bir Türkiyeli Müslüman<br />
ile Endonezyalı başka bir Müslümanı kardeş<br />
yapmak zorlaşır. Oysa onlar aynı safta bir<br />
araya gelmektedirler.<br />
Ellerimizi semaya açtığımızda sürekli din<br />
kardeşlerine dua eden, onların çektikleri acılar<br />
nedeniyle yürekleri her daim yanan, yastığa<br />
başını koyduğunda dünyadaki Müslümanların<br />
çileleri nedeniyle gözlerine uyku girmeyen, onların<br />
en küçük mutlulukları nedeniyle neredeyse<br />
bayram eden bizler, Müslüman olduğumuzu<br />
ancak bu şekilde hissedebiliyoruz. Bu özelliklerimizi<br />
kaybettiğimizde her şeyimizi kaybedeceğimizi<br />
çok iyi biliyoruz. Bu yüzden de mü’min<br />
kardeşlerimizin acısını paylaşma hassasiyetini<br />
yüreklerimize yerleştiren Rabbimize hamd ediyor,<br />
bizleri bu şekilde yetiştiren büyüklerimizden<br />
Rabbimiz razı olsun diyoruz.<br />
Yaşasın İslâm kardeşliği.<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM<br />
1. 15/Hicr, 9<br />
2. 5/Mâide, 32<br />
3. Nesaî, 3988<br />
4. Muslim, 40<br />
38 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 39
EĞİTİM /Mehmet Zeki AYDIN*<br />
Ailede Ahlâk Eğitimi<br />
“Ahlâk, insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu<br />
ile iyi davranışlarda bulunup kötülükten uzak olmasıdır.<br />
Yine ahlâk, bir toplumda insanların uymak zorunda<br />
oldukları davranış kurallarıdır.”<br />
Ahlâk, farklı düşüncelere göre farklı şekilde<br />
değerlendirilmekte ve bu nedenle<br />
de farklı tanımlanmaktadır. Kısaca belirtmek<br />
gerekirse ahlâk, insanın bir amaca yönelik<br />
olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup<br />
kötülükten uzak olmasıdır. Yine ahlâk, bir<br />
toplumda insanların uymak zorunda oldukları<br />
davranış kurallarıdır.<br />
Ahlâk Olmazsa Toplum Olmaz<br />
Ahlâkın gerekliliği ve önemi konusunda çok<br />
şey söylenebilir. Bu konudaki bir soruya verilecek<br />
en basit cevap, ahlâk olmazsa toplum da<br />
olmaz, yani insanlar ahlâksız bir arada yaşayamazlar<br />
şeklindedir. İnsanlar hangi durumlarda<br />
nasıl davranmaları gerektiğini bildikleri takdirde,<br />
başkalarının nasıl davranacağı hakkında<br />
da güçlü tahminlerde bulunabilir ve böylece<br />
güvenlik duygusu içinde yaşarlar. Neyin iyi, neyin<br />
kötü olduğu hakkında ortak bir anlayış bulunmasaydı,<br />
insanlar arasında düzen ve huzur<br />
yerine tam bir kargaşa hüküm sürerdi.<br />
Ahlâk bir inanç ve düşünce sistemidir, üzerimizdeki<br />
elbise ve başımızdaki şapka gibi maddî<br />
bir varlığı yoktur. Fakat unutmamalıyız ki, insanları<br />
bir arada tutan şeyler maddî bağlardan<br />
daha çok manevî bağlardır. Örneğin, anlaşma<br />
aracı olarak kullandığımız dil, tamamen manevî<br />
bir sistemdir. İşte ahlâkî değerler de manevî<br />
değerlerin en önemlileri olduğu için daima ön<br />
planda tutulmuştur. Manevî sistemlerin en ilerisi<br />
olan dinler de büyük ölçüde birer ahlâk sistemidirler.<br />
Kaynağı, ister dine, ister başka bir otoriteye<br />
dayansın, insanlar arası davranışların bir kısmı,<br />
her zaman “iyi” ve “kötü” gibi değer yargılarına<br />
göre değerlendirilecektir. Bu yargıların bulunduğu<br />
her yerde ahlâkî davranış söz konusudur.<br />
Ahlâkın varlığı bir çeşit doğa yasasıdır. Suyun<br />
bulunduğu yerde, nasıl hayat varsa, insanların<br />
bulunduğu yerde de ahlâk vardır. İnsanlara düşen,<br />
ahlâklarını en iyi şekle sokmaktır. Böylece<br />
hepimizin davranışlarına sevgi, iyi niyet ve sorumluluk<br />
duygusu hâkim olsun, cezayı gerektirecek<br />
hiçbir hareket görülmesin. Yeni yetişen<br />
nesillere ahlâkî değerlerin öğretilmesi bu bakımdan<br />
önem taşır.<br />
Şunu iyi bilmek gerekir ki, insan ne tamamen<br />
iyilik, ne de tamamen kötülük üzerine yaratılmıştır.<br />
Aksine insan, iki tarafa da eğilimli olarak<br />
var edilmiştir. Her çocuk annesinden, doğruyu<br />
yanlıştan ayırt etmeye müsait olarak doğar.<br />
Kötü bir eğitim ile bozulmaz ve dış etkenlerden<br />
kurtulursa iyi ahlâkı gelişmiş bir insan olur.<br />
Bundan şu anlaşılır: İnsan, çocukken aldığı eğitime<br />
ve büyüdüğünde seçeceği davranışlara,<br />
alışkanlıklara göre huy sahibi olur. Hangi davranışı<br />
yerleşmiş ve alışkanlık haline gelmişse,<br />
buna göre güzel veya çirkin huy sahibi olur.<br />
Arzu edilen şey, insanda bulunan eğilimleri söküp<br />
atmak değil; onları dengeli bir şekilde kullanarak<br />
davranışları erdemlerle süslemek, kötü<br />
duygu ve davranışlardan uzaklaşmaktır.<br />
Ahlâk Eğitimi<br />
İnsan ahlâkî davranışları bilmiş olarak doğmamaktadır.<br />
Bu davranışların değişik toplumlarda<br />
değişik şekiller alması ve farklı olarak değerlendirilmesi<br />
de onların sonradan öğrenilmiş<br />
değerler olduğunu gösteriyor. Biz hangi durumda<br />
nasıl davranmamız gerektiğini, içinde yaşadığımız<br />
toplumun yetişkin bireylerinden veya<br />
yaşıtlarımızdan öğreniyoruz. Şu halde ahlâk her<br />
şeyden önce bir eğitim konusudur. Bu eğitim,<br />
sadece okullarda verilen derslerden ibaret değildir.<br />
Bir bakıma, bütün toplumu bir okul ve<br />
her insanı da bu okulun hem öğretmeni hem<br />
de öğrencisi sayabiliriz.<br />
Eğitimle ahlâk iç içedir. Eğitim ahlâka göre<br />
daha geniş bir alanı içine alır. Ahlâkla eğitimin<br />
ortak noktası, insanın düşünce, duygu ve davranışlarıdır.<br />
İyi ve kötü konusunda ahlâkla eğitim<br />
bir araya gelir. Ahlâk, iyiyi ve yapılması gerekeni<br />
gösterir. Hangi davranışın iyi, hangisinin<br />
kötü olduğu da eğitimle öğrenilir. Ahlâk, doğru<br />
eylemler için temel olarak doğru değerleri sağlamakla<br />
ilgilenir. Eğitim bir bina ise, değerler<br />
onun tuğlalarıdır.<br />
40 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 41
Eğitimle ilişkisi bakımından ele alındığında<br />
gelinceye kadar, istikrarlı bir şekilde tekrarlan-<br />
yetiştirerek hayata ve üst öğrenime hazırlamak,<br />
yüksek bir karakterden mahrum insanlardan,<br />
ahlâk, hayatla doğrudan ilgili olması ve insanın<br />
malıdır, böylece davranış karakter haline gelir.<br />
hem de “iyi insan”, “iyi vatandaş” olmalarını<br />
paralarının, bedenlerinin, zevklerinin gücünü<br />
insanca yaşama çabasına yardımcı olması ba-<br />
İnsanın fiillerini devamlı olarak doğruluk şartla-<br />
sağlamak için gerekli bilgi, beceri, tutum, dav-<br />
diğer insanların lehine kullanmalarını bekle-<br />
kımından her çağda eğitimin hem amacı hem<br />
rına uydurmak, bu doğru ve düzenli hareketleri<br />
ranış ve alışkanlıklar kazandırıp, onları kendi<br />
mek çoğu zaman zordur.<br />
de konusu olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun<br />
etkin bir üyesi yapma süreci, ister sorumlu<br />
bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da bir<br />
mesleğe hazırlama çabası olarak düşünülsün,<br />
ahlâkın bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer<br />
aldığı ve alacağı bir gerçektir.<br />
Ahlâk Eğitiminin Amacı ve Önemi<br />
Ahlâk eğitimi sağlıklı düşünen, hisseden ve<br />
davranan bireylerin yetiştirilmesi için gerekli<br />
ve vazgeçilmez bir eğitimdir. Sağlıklı bir toplumun<br />
oluşumu, bireylerin sağlıklı olmasına bağlıdır.<br />
Geleceğini garanti altına almak isteyen<br />
toplumlar, ahlâklı bir nesil yetiştirmek için gayret<br />
göstermişler, ahlâkî eğitime önem vermişlerdir.<br />
Ahlâkî eğitimin amacı, olgun davranışlar<br />
konusunda alışkanlık sağlayıp, üstün ahlâkı<br />
güzel ahlâkî alışkanlıklar, yüksek karakterler halinde<br />
elde etmek ahlâkî eğitimdir.<br />
Ahlâk eğitiminin amacı, bireyi ve toplumu<br />
kötü ahlâktan korumak ve kurtarmak, bunun<br />
yanında iyi ahlâkla donatmak ve devamını sağlamaktır.<br />
Bu nedenle, çocuklara ahlâkî ve ahlâkî<br />
olmayan özellikler hakkında doğru bilgiler verilmeli,<br />
sağlam kanaatler oluşturulmalıdır. Bu<br />
şekilde, onlar iyi eğilimlerini geliştirmeyi, kötü<br />
eğilimlerine teslim olmamayı denerler ve böylece<br />
karakterleri olumlu yönde gelişir. Çocuklara<br />
yüksek fikirler verilmeli ki yüksek duygular<br />
meydana gelsin. Doğrunun öğretilmesi ile yüksek<br />
fikirler oluşur.<br />
Ahlâk eğitiminin amaçlarından biri, bireylerde<br />
sağlıklı, tutarlı ve dengeli bir kişilik oluş-<br />
ahlâk anlayışına uygun olarak yetiştirmektir. Bu<br />
birinci amaç, yani, “bireylerde sağlıklı, tutarlı ve<br />
dengeli bir kişilik oluşturmak”, esasen eğitimin<br />
en temel amacıdır. Zira o olmadan, belirlenmiş<br />
diğer amaçlara ulaşılsa bile bu çok fazla bir anlam<br />
ifade etmez.<br />
Ahlâk eğitiminin esasını ahlâk kurallarını<br />
öğretmek oluşturmaktadır. Ahlâk eğitimi kalbe,<br />
zekâya ve iradeye hitap etmeli ve amacı iyiliği<br />
sevdirmek, tanıtmak, istetmek olmalıdır. Ahlâk<br />
eğitimi önce çocuğun duyarlılığına hitap etmelidir.<br />
Çünkü çocukta kalp, akıldan önce gelir.<br />
Çocuk heyecanlı olduğu zaman aklını aydınlatmak<br />
da kolaylaşır. Ahlâk eğitimi, irade üzerinde<br />
de etki yapmalıdır. Çocuklarımızın bilgi ve<br />
becerilerine tertemiz bir vicdan eşlik etmeli;<br />
onun gelişmiş bir beyni olduğu gibi büyük bir<br />
Ahlâk eğitiminin amacı, bireyin ahlâkî bir<br />
kişilik geliştirmesini sağlamaktır. Bireyin ahlâkî<br />
özelliklerle donanmış olması, bireysel ahlâkın<br />
hedefi olup, ahlâk eğitimi ile kazandırılır. Bireyin<br />
eğitilmesi bireyin içinde yer aldığı diğer<br />
ortamlarda yani aile, toplum, devlet, iş vb. alanlarda<br />
ahlâkın hâkim olmasını sağlayacaktır. Ayrıca<br />
bu ahlâk alanlarının da kendine özgü ahlâk<br />
hedefleri bulunmakta olup bu hedefler de bireyin<br />
ahlâk eğitiminin sağlanmasına yöneliktir.<br />
Bireysel ve sosyal yönü olan birey, tüm bu<br />
alanlarda ahlâklı olmayı, yine bu alanların verdiği<br />
ahlâk eğitimi sayesinde gerçekleştirecek,<br />
aynı zamanda kendisi de onları etkileyecek ve<br />
şekillendirecektir. Burada en büyük sorumluluk<br />
çocuğun ilk ve en önemli çevresi olan aileye<br />
düşmektedir.<br />
gerçekleştirmektir. Bir ahlâkî davranış, kalıcı bir<br />
âdet oluncaya ve köklü bir ahlâk kuralı haline<br />
turmaktır. Diğer bir amacı ise, her bireyi hem<br />
ilgi ve yetenekleri (gizil güçleri) doğrultusunda<br />
kalbi de olmalıdır. Maddî gücü büyüyen insanın<br />
merhameti de büyümelidir. Sağlam bir ahlâk ve<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Mehmet Zeki AYDIN<br />
42 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 43
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*<br />
İslâm’ın Tedâvîye Verdiği Önem ve<br />
Haram Yolla Tedâvî<br />
Mümkün mü<br />
Tedâvî, iyileşmek veya hastalıktan korunmak<br />
için ilaç almak, vermek ve tıbbî<br />
bakımdan gerekeni yapmak demektir.<br />
Tedâvî, hastalığı iyileştireceğine kanâat getirilen<br />
ilaç, okuma ve tabii yöntemleri kullanmak<br />
şeklinde de tanımlanır. Tedâvî kelimesi hem<br />
fizikî (maddî/bedenî) hem de psikolojik (ruhî)<br />
hastalıkları ve bunlar için öngörülen çareleri<br />
kapsamaktadır.<br />
Kâinat düzeni içerisinde insanın müstesnâ<br />
bir yeri vardır. İlâhî irade onu mahlûkâtın en şereflisi<br />
olarak kabul etmiştir. 1 Akıl ve iman nuru<br />
ile donatılıp Allah’ın muhâtabı kılınan insan<br />
kendine verilen nimetler oranında da sorumluluk<br />
sahibidir. İnsanın varlığını devam ettirebilmesi<br />
ve misyonunu icrâ etmesi her şeyden<br />
önce maddî ve mânevî bakımdan sağlıklı olmasına<br />
bağlıdır. İnsanın akıl sağlığının yerinde<br />
olması hükümlere muhâtap kılınmasının temel<br />
şartlarından biridir. Belli yükümlülükleri yerine<br />
getirebilmesi için beden sağlığı da gerekmektedir.<br />
Kâinattaki mümtâz yerine rağmen insan,<br />
bedenî ve fizikî varlığı itibariyle Allah’ın yeryüzünde<br />
kurduğu tabiî ve fıtrî düzene tâbidir. Bu<br />
bakımdan, bazen çok dayanıksız, zayıf ve kısa<br />
ömürlü olabilmektedir. Hastalık, sakatlık ve<br />
ölüm, diğer canlılarda olduğu gibi insanda da<br />
belli dünyevî ve tabiî sebeplere bağlanmıştır.<br />
İnsan, başına gelen hastalık, sakatlık gibi olumsuzluklarla<br />
mücâdele etmekle yükümlüdür. Bunun<br />
için gerekli tedâvî yollarına başvurma, hem<br />
insanın tabiî yapısının gereği, hem de dinin<br />
emir ve tavsiyesidir. Bir dert ve hastalıktan kurtulmaya<br />
çalışmak, tevekküle zarar vermeyeceği<br />
gibi, şifâ verenin gerçekte Allah olduğu hakikatine<br />
de aykırı değildir. Tedâvî konusunda Müslümanlar<br />
için doğru ve dengeli yol, tevekkülle<br />
beraber sebeplere başvurup tedâvîyi ihmâl etmemektir.<br />
İnsanın mübtelâ olabileceği hastalıklar,<br />
fizikî ve psikolojik (rûhî) olabilir. Bunlar yanında<br />
bir de insanların iman ve amel bakımından<br />
mübtelâ olduğu hastalıklar vardır ki, bunlar da<br />
İslâmî terminolojide hastalık kategorisinde sayılır<br />
ve bunlara mânevî hastalık veya kalp hastalığı<br />
denir. 2 Kur’ân’ın esas hedefi, inkâr, şirk,<br />
cehâlet gibi kalbî ve mânevî hastalıkları tedâvî<br />
etmektir. Kur’ân, insanların bedenî hastalıklarına<br />
veya özürlerine işaret edip kendisinin<br />
şifâ kaynağı olduğunu ifade etmiştir. 3 Ancak<br />
maddî hastalıkların tedâvîlerine yer vermemiştir.<br />
Kur’ân’ın esas hastalık kabul edip çaresine<br />
işaret ettiği; küfür, şirk, nifâk gibi inançla ilgili<br />
olanlar ve riyâ, sefihlik, fuhuş gibi amel ve<br />
ahlâkla ilgili olanlardır. 4 Bunun için fizikî hastalıkların<br />
iyileştirilmesine yönelik tedâvî ve türevleri<br />
Kur’ân’da yer almamaktadır.<br />
Tedâvî olmak, insanlar tarafından zorunlu<br />
ve tabii olarak başvurulan, bilinen bir şey olduğu<br />
için Kur’ân ayrıca bunu emretmemiştir.<br />
İnsanı muhâtap alan ve hükümlerinin icrâ edilmesi<br />
için sağlıklı insana ihtiyaç duyan bir dinin<br />
tedâvîyi meşru göreceği, teşvik edeceği, hatta<br />
zorunlu kılacağı gâyet açıktır. Bu durum dinin<br />
genel hedef ve prensiplerinden anlaşılabilir.<br />
Hadislerde ise, daha çok “tıp” bölümlerinde<br />
bir çare olarak tedâvî teşvik edilmekte ve bazı<br />
yöntemler önerilmektedir. 5<br />
İslâm âlimleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu<br />
konudaki tavsiye ve uygulamalarını, “Tıbbu’n-<br />
Nebevî” başlığı altında toplamış ve bu konuda<br />
müstakil kitaplar da yazmışlardır. 6<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir yandan tedâvîyi<br />
tavsiye ve teşvik etmiş, bal şerbeti, dağlama<br />
gibi bazı usulleri önermiş, bir taraftan bazı<br />
tedâvî usullerini de yasaklamıştır. Aynı zamanda<br />
Allah Rasûlü (s.a.v.), tedâvî için daha uzman<br />
olan doktorun tercih edilmesini ve bulaşıcı<br />
hastalığa yakalananlardan uzak durulmasını<br />
tavsiye etmiştir. Uzman olmadığı halde hasta<br />
tedâvî etmeye teşebbüs eden ve hastayı zarara<br />
uğratanların, yani yarım doktorların ise zararı<br />
tazmin etmeleri gerektiğine de hükmetmiştir.<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu konudaki tavsiye ve<br />
yasaklamalarından anlaşıldığına göre, hastalıkların<br />
tedâvîsinde o, tabîi usullerden, vahye da-<br />
44 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 45
imkânsız olması ve haram olan maddelere başvurmanın<br />
tek çare olarak kalması durumunda<br />
ise farklı görüşler vardır. Bazı fakihler helâl yolla<br />
tedâvî olma imkânı olmayanların durumunu,<br />
açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen<br />
veya susuz kalıp şarap içenin durumunda<br />
kabul edip zarûret hali prensibi çerçevesinde<br />
değerlendirmişlerdir. Bazıları ise, tıbbî gelişmeleri<br />
de dikkate alarak, haram yolla tedâvînin tek<br />
çare olmadığını gerekçe göstererek bu durumun<br />
zarûret hali kapsamında değerlendirilemeyeceği<br />
yönünde görüş belirtmişlerdir.<br />
yalı yollardan ve bazen de her ikisinden birden<br />
istifâde etmiştir.<br />
İslâm hukukçuları Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
bu konudaki tasarruflarını da dikkate alarak<br />
tedâvî yollarını iki kısma ayırmışlardır. Bunları<br />
aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:<br />
Tıbbî İlaçlarla, Yöntemlerle ve<br />
Tabîî Usullerle Tedâvî<br />
Devirlere göre ve tıbbın gelişmesine paralel<br />
olarak tedâvî yöntemleri farklılık arz etmiştir.<br />
Ancak masaj, bitki, dağlama gibi tabii usullerle,<br />
bitkilerden ilaç yapma gibi kimyasal yollarla ve<br />
okuma ve duâ şeklindeki mânevî ve dinî yöntemlerle<br />
tedâvî çok eski çağlardan beri uygulanagelmiştir.<br />
Modern tıbbın gelişmesiyle birlikte,<br />
kemoterapi, psikoterapi, fizik tedâvî ve cerrahî<br />
müdahaleler daha çok başvurulan tedâvî yöntemleri<br />
olmaktadır. Bugün organ nakli de tedâvî<br />
yöntemleri arasında yer almaktadır.<br />
İslâm âlimleri, hayâtî tehlike bulunması<br />
veya buna yol açan durumlarda uzman tabibin<br />
hastalığın tedâvîsi için faydalı olacağına kanaat<br />
getirdiği ve önerdiği her yolla tedâvîyi caiz<br />
görmüşlerdir. Ancak kullanılan maddenin helâl<br />
veya haram oluşuna göre farklı görüşler vardır.<br />
a. Helal yollarla tedâvî: Helal yollarla<br />
tedâvîden maksat, başvurulmasında ve kullanılmasında<br />
dinin herhangi bir yasak ve sınırlayıcı<br />
hüküm koymadığı yöntem ve maddelerle<br />
tedâvî olmaktır. Helal gıdâlarla, bitkilerle, bileşiminde<br />
dinen kullanılması yasak madde içermeyen<br />
ilaçlarla ve genel olarak masaj, kan aldırma<br />
(hacâmat), perhiz vb. tabiî yollarla tedâvî<br />
bu gruba dâhildir. Günümüzde şartlarına uygun<br />
yapılan organ ve doku nakli de bu kısma<br />
dâhildir.<br />
b. Haram yollarla tedâvî: Haramla tedâvî,<br />
şarapla, alkolle, uyuşturucu maddelerle, kan<br />
vermekle, domuz ve domuzun karışımıyla elde<br />
edilen ilaçlarla, necîs şeylerle, bir organın altından<br />
yapılması veya kaplanmasıyla ve kaşıntı<br />
vb. alerjik durumlarda ipek giymekle tedâvî gibi<br />
hususları kapsamaktadır. Prensipte câiz görmeyenlerin<br />
görüşünü dikkate alarak organ nakli<br />
ve musikî ile tedâvîyi de bu kısma dâhil etmek<br />
mümkündür. Bu maddelerin normal hallerde<br />
kullanılması dinen yasak olduğu için hastalık<br />
gibi zarûret durumlarında kullanılmalarının câiz<br />
olup olmadığı tartışılmıştır.<br />
Bunlarla tedâvî olmanın câiz olup olmadığı<br />
noktasında iki farklı görüş bulunmaktadır.<br />
Ancak, hastalık durumu genel olarak zarûret<br />
(ıztırâr) hali kapsamında değerlendirilmiştir.<br />
Hayâtî tehlike varsa, Müslüman uzman bir<br />
doktor tarafından alternatif helâl madde ile<br />
tedâvî imkânı bulunmazsa, haram maddelerle<br />
tedâvînin iyileştirme sağlayacağı bildirilmişse<br />
ve dozaj da sarhoşluk vermeyecek oranda<br />
ayarlanmışsa bunlarla tedâvî genelde câiz görülmüştür.<br />
Normal durumlarda yani haramın yerini tutacak<br />
başka helâl ve temiz maddeler varsa ve hayâtî<br />
tehlike yoksa haram ve necîs olan bir madde ile<br />
tedâvî câiz değildir. Bu konuda İslâm âlimleri<br />
görüş birliği etmişlerdir. Helâl yollarla tedâvînin<br />
İmameyn başta olmak üzere, Hanefî fakihlerin<br />
çoğunluğu, ilgili hadisler ve zarûret prensibine<br />
dayanarak, helâl madde bulunamaması<br />
ve iyileştireceği kesin veya gâlip zanla sâbit ise,<br />
necîs ve haram maddelerle tedâvînin câiz olduğuna<br />
kanâat getirmişlerdir. Hatta Hanefi mezhebinde,<br />
helâl bir madde bulunmaz ve haram maddenin<br />
iyileştireceği uzman doktor tarafından<br />
kesin olarak bildirilirse, necîs ve haram maddeyi<br />
tedâvî için kullanmanın câiz olduğu yönünde bir<br />
görüş birliği olduğu da söylenebilir. 7<br />
Sonuçta tedâvîyi câiz görmeyenlerin, ileri<br />
sürdükleri şartların gerçekleşmesi durumunda,<br />
câiz görenlerle aynı görüşte birleştiği söylenebilir.<br />
Çünkü her iki grup da, haram madde ile<br />
tedâvîye helâl madde bulunmaması ve haramla<br />
tedâvînin uzman doktorun önerisiyle kesin<br />
veya gâlip zan düzeyinde olması durumunda<br />
başvurulabileceği kanâatindedir.<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />
1. 95/Tîn, 4.<br />
2. Bkz. Gazâlî, İhyâ, I, 11, 12, III, 3vd., IV, 3vd.; İbn Kayyım,<br />
Zâdü’l-me’âd, IV, 5, 202vd.<br />
3. 2/Bakara, 184, 185, 196, 4/Nisâ, 43, 102, 5/Mâide, 6,<br />
9/Tevbe, 91, 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 24/Nûr, 61, 48/<br />
Fetih, 17, 73/Müzzemmil, 20<br />
4. 2/Bakara, 10, 5/Mâide, 52, 8/Enfâl, 49, 9/Tevbe, 125.<br />
5. Buhârî, “Tıb”, 3-13, 18, 32-33; Ebû Davud, “Tıb”, 2-3,<br />
6-7, 11-14, 18; İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’lme’âd,<br />
IV, 5-282<br />
6. bk. İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Tıbbu’n-Nebevî, Kâhire<br />
1982.<br />
7. Kâsânî, I, 61-62; İbn Abidîn, I, 210.<br />
46 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 47
TARİH / Resul KESENCELİ<br />
Osmanlı’da Dâhi Bir Komutan:<br />
Hacı İlbey<br />
“Hâlbuki Padişah Murat Hüdavendigar uğranılan bu baskından<br />
habersiz, Anadolu’da orduyu toplamış, Rumeli yolunu emin bir<br />
hale getirmek için Venediklilerin elinde bulunan Biga Kale’sini<br />
kuşatmıştı. Biga Kalesi’ni kuşatmada devam etmesinin daha uygun<br />
olacağını düşünüyordu. Bu durum karşısında Lala Şahin Paşa ne<br />
pahasına olursa olsun Edirne’yi savunacaktı. Lakin başka çareler<br />
de lazımdı; bu çareyi o sıralarda Rumeli’de sancak beyi olan ünlü<br />
komutan Hacı İlbey’de görüyordu.”<br />
“Hacı İlbey kuvvetleri<br />
plan gereği hep<br />
birlikte ordugâh<br />
yakınlarından, büyük<br />
ateş yığınlarının<br />
korkunç aydınlığı<br />
içinde dört yönden<br />
ve birden bire,<br />
mehterlerin kopardığı<br />
vaveyla arasında<br />
‘Allah Allah’ sesleri ile<br />
düşman içine daldılar.”<br />
Osmanlıların Rumeli’ye ayak basmaları,<br />
Avrupa devletlerini, Osmanlılara karşı<br />
birleştirmiş ve büyük devletlerden kurulu<br />
bir Haçlı Ordusu’nun hazırlanmasına yol<br />
açmıştır. Papa V. Urban’ın tertip ve teşvikiyle o<br />
zaman Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri<br />
olan Macaristan Krallığı’nın etrafında, Sırbistan<br />
Krallığı, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Balkan<br />
devletleri toplandı. Bu Haçlı Ordusu’nun başkomutanı<br />
da Macaristan Kralı V. Layoş oldu. Bu<br />
Haçlı Ordusu’nun sayı olarak kuvveti; 60.000<br />
civarındaydı. Haçlılar, Osmanlıların ellerinde<br />
bulunan Filibe’yi almışlar, Meriç Nehri’nin güneyindeki<br />
bütün kuvvetleriyle Osmanlı topraklarına<br />
girmişler, Edirne yakınlarına kadar sokularak<br />
daha sonraları Sırp Sındığı adı verilen<br />
Çirmen’de ordugâh kurmuşlardı. Düşman ordularının<br />
beklenmeyen bu hareketi Osmanlıları<br />
gafil avlamıştı. Çünkü Osmanlılar bu ittifaktan<br />
habersiz kendi iç işleriyle uğraşıyorlardı. Ordu<br />
hazır değildi. Rumeli’de bulunan komutanlar,<br />
Edirne’nin elden çıkmasını, Bolayır’a kadar geri<br />
atılma felaketine uğrayacaklarını gözlerinin<br />
önüne getirerek üzülüyorlardı. Haçlı İttifakının<br />
amacı; Osmanlıları Rumeli’den atmak, Çanakkale<br />
Boğazı’nı tekrar ele geçirmek, İstanbul’u<br />
kuşatılma tehlikesinden kurtarmak, elden çıkan<br />
bütün toprakları geri almaktı. Haçlılar yığınaklarını<br />
Sofya’da yapmışlar, sonra Meriç vadisine<br />
inmişler, 1364 yılının yaz ayında Edirne yakınlarına<br />
kadar sokulabilmişlerdi. Başarılarından o<br />
kadar ümitli idiler ki, hiç bir emniyet tedbirine<br />
lüzum görmeden Çirmen’de ordugâha geçmişler,<br />
eğlenerek vakit geçiriyorlardı.<br />
Haçlıların Edirne’ye doğru yürüdüklerini çok<br />
geç haber alan Beylerbeyi Lala Şahin Paşa; şimdiye<br />
kadar Rumeli’de ele geçen yerlerin mevcut<br />
kuvvetlerle savunmasının mümkün olamayacağına<br />
karar verdi. Şimdiye kadar kazandığı zaferlere<br />
gölge düşürmemek için de, Anadolu’dan<br />
kuvvet istemek zorunda kaldı. Hâlbuki Padişah<br />
Murat Hüdavendigar uğranılan bu baskından<br />
habersiz, Anadolu’da orduyu toplamış, Rumeli<br />
yolunu emin bir hale getirmek için Venediklilerin<br />
elinde bulunan Biga Kale’sini kuşatmıştı.<br />
Haçlıların bu kadar çabuk Edirne yakınlarına<br />
geleceğine inanamamıştı. Biga Kalesi’ni kuşatmada<br />
devam etmesinin daha uygun olacağını<br />
düşünüyordu. Bu durum karşısında Lala Şahin<br />
Paşa ne pahasına olursa olsun Edirne’yi savunacaktı.<br />
Lakin başka çareler de lazımdı; bu çareyi<br />
o sıralarda Rumeli’de sancak beyi olan ünlü<br />
komutan Hacı İlbey’de görüyordu.<br />
Dâhi Komutana Önemli Görev<br />
Hacı İlbey’e düşmanın son durumunu keşfetme<br />
görevi verdi. Bulduğu bu çare ile düşmanın<br />
son durumunu, kuvvetini ve neler yapabileceğini<br />
öğrenecekti. Düşman kuvvetleri<br />
farkına varır ve karşı koyarsa, oyalayıcı savaşlar<br />
vererek, onları geciktirecek ve aynı zamanda<br />
büyük kuvvetlerini öğrenecekti. Hacı İlbey’in<br />
kuvvetleri Osmanlıların kurdukları daimi ordu<br />
yerine tam oturmadığı sıralardaydı. Gazi-der-<br />
48 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 49
viş adı verilen gönüllü birliklerden oluşuyordu.<br />
Bu kuvvetler atlı idiler. Bu güne kadar yapılan<br />
bütün savaşlarda görev almışlar, yetişmiş, başarılı,<br />
kudretli savaşçılardı. Lala Şahin Paşa ise<br />
her haberi günü gününe I. Murat’a iletiyordu.<br />
Tehlikenin büyüklüğünü anlatıyor ve yardım<br />
istiyordu. I. Murat ise; düşmanın bu kadar çabuk<br />
ve kesin hareketine ihtimal vermiyor, Lala<br />
Şahin Paşa’nın durumu abarttığını sanıyordu.<br />
Rumeli’nin ve bilhassa Çanakkale Boğazı’nın<br />
emniyeti için Biga Kalesi’nin de ele geçirilmesini<br />
tercih ediyordu. İşte böyle bir durumda<br />
iken, Hacı İlbey’in düşmanı yakından keşif etme<br />
teklifini uygun ve yegâne çare olarak gördü.<br />
10.000 kadar kuvvetiyle Hacı İlbey’i keşif görevine<br />
memur etti.<br />
Sırp Sındığı Harekâtı (1364)<br />
Hacı İlbey’in Akıncıları, Edirne’de, Meriç’in batısından<br />
Meriç vadisi boyunca kuzey batıya doğru<br />
yürüyüşe geçirildi. Yürüyüş sessizlik içinde<br />
akşama kadar devam etti. Gruba yakın Çirmen’e<br />
yaklaşıldı. Bu sırada Çirmen bölgesine sürülen<br />
keşif kollarından haberler gelmeğe başladı. İnanılmaz<br />
haberlerdi. Düşman kuvvetleri hiç bir<br />
emniyet tedbiri almadan ordugâha yerleşmişlerdi.<br />
Müttefik devletlere mensup ordu birlikleri,<br />
Sırbistan, Bulgaristan, Macaristan, Ulahlar, Bosnalılar,<br />
Eflak ve Romenler birbirlerini tanımakla<br />
meşgul. Birbirlerine gösteriş yarışmasında idiler.<br />
Düşmanlarını unutmuşlardı. Edirne’yi alacaklarından,<br />
Osmanlıları Rumeli’den atacaklarına o<br />
kadar inanmışlardı ki, adeta Osmanlı varlığını<br />
unutmuşlar, savaşa değil pikniğe çıkmışçasına<br />
mutlu ve gevşektiler.<br />
Düşmanın bu durumunu gören keşif kolları,<br />
vakit kaybetmeden öğrendiklerini komutanları<br />
Hacı İlbey’e ulaştırdılar. Hacı İlbey; komutanlarıyla<br />
durumu gözden geçirdi. Haberleri değerlendirdi.<br />
Bu, ele geçirilmesi nadir bir fırsattı. Bu<br />
güne kadar yaptıkları savaşlarda bu gibi fırsatlardan<br />
nasıl faydalanacaklarını gayet güzel öğrenmişlerdi.<br />
Birçok düşman kalesi ya içten ya<br />
dıştan kurnazlıkla kurulan tuzaklarla fethedilmişti.<br />
Bu seferki düşmanın vurdumduymazlığı<br />
affedilmeyecekti. Hacı İlbey durum muhakemesi<br />
yaptı: Kendi kuvvetlerinin azlığını düşmanın<br />
uykusundan faydalanarak ortadan kaldıracak,<br />
düşmana bir gece baskını yapacaktı. Zaten<br />
bugüne kadar böyle baskınlar yaparak birçok<br />
savaşlar kazanmışlardı. Gece karanlığından faydalanarak<br />
ve düşmanı uykuda yakalayarak bir<br />
baskınla düşmanı yok etme kararı alındı.<br />
Harekât Planı<br />
Hacı İlbey, akıncı kuvvetlerini, dört gruba<br />
ayıracaktı. Her grubun başına güvenilir bir komutan<br />
verecek, dördüncü gruba kendisi komuta<br />
edecekti. Gruplar; gün iyice kararıncaya<br />
kadar, ağaçlık bir bölgede gizlenecekler, saldırı<br />
zamanına kadar gizliliğe devam edeceklerdi.<br />
Her ne bahasına olursa olsun, varlıklarını düşmana<br />
sezdirmeyeceklerdi. Düşman ordugâhına<br />
hiç bir insanın dışarıdan girmesine izin verilmeyecek,<br />
düşman ordugâhından çıkan olursa,<br />
derhal yakalanacak, geriye ordugâhlarına dönmelerine<br />
imkân verilmeyecekti. Gruplar birbirleriyle<br />
aralıksız bağlantı kuracaklar, hep birlikte<br />
saldırıya geçeceklerdi. Gururlarından hiç bir<br />
emniyete dahi lüzum görmeyen, içki içen, raks<br />
eden, eğlenceden başka bir şey düşünmeyen<br />
bu sarhoş kitlesine, amansız saldırılacak, kısa<br />
sürede zafer kazanılacaktı. Hacı İlbey üç numaralı<br />
grupla beraber bulunacak, saldırı işareti bu<br />
grupta yakılacak büyük bir ateş yığınıyla bildirilecek,<br />
bunu gören gruplar aynı zamanda yer<br />
yer hazırladıkları odun yığınlarını tutuşturarak<br />
saldırıya geçeceklerdi. Saldırı başlar başlamaz,<br />
her taraftan kösler, davullar, nakkareler ve mehteran<br />
vaveylaya başlayacak, müthiş bir gürültü<br />
çıkarılacak aynı zamanda ‘Allah Allah’ sesleri<br />
arasında saldırı başlayacaktı. Hedef ordugâhın<br />
merkezi olacaktı. Kuzeyden, kuzey batıdan,<br />
güney batıdan ve batıdan olmak üzere dört<br />
yönden saldırılacaktı. Saldırıya sabaha karşı<br />
fecre bir kaç saat kala başlanacaktı. Düşmanın<br />
silahlanmasına zaman ve meydan verilmeden<br />
kılıçtan geçirilecek, imha edileceklerdi. İşaret<br />
ve parola ‘Allah Allah’ sedaları olacak. Düşman<br />
ordugâhında karışıklık ve panik çıktığı görülünce,<br />
her grup kendi geldiği yönde biraz gerileyecek,<br />
başıboş düşman yığınlarına durmadan ok<br />
yağdırılacaktı. Düşmanın bulunduğu ordugâhın<br />
yalnız Meriç Nehri yönü açık bırakılacak, diğer<br />
yönler tamamen kapatılmış olacak, bu yönlere<br />
doğru gelenler olursa işleri bitirilecekti. Hacı<br />
İlbey bu harekât planını çok mükemmel bir şekilde<br />
hazırlamıştı.<br />
Seher Vaktinde Baskın<br />
Her şeyden habersiz, kendi âlemindeki düşmanın<br />
sarhoş askerleri, çoktan sızmış, derin<br />
uykularında belki de zafer rüyaları görüyorlardı.<br />
O günün açılmasına iki saat kala, Hacı İlbey<br />
kuvvetleri plan gereği hep birlikte ordugâh<br />
yakınlarından, büyük ateş yığınlarının korkunç<br />
aydınlığı içinde dört yönden ve birden bire,<br />
mehterlerin kopardığı vaveyla arasında ‘Allah<br />
Allah’ sesleri ile düşman içine daldılar. Haçlılar,<br />
şarabın ve sarhoşluğun tesiriyle, bitkin ve sızmış<br />
derin uyku halinde iken ne olduğunu anlayamadan<br />
bu baskın başladı.<br />
Silahlarına sarılmayı atlarına binmeyi bırak,<br />
ayağa bile kalkamayan, yerlerde sürünen<br />
ve ansızın baskına uğrayanların feryatları arasında<br />
ne yapacaklarını bilemeyen bu mağrur<br />
sarhoş sürüsü yenilgiyi kısa sürede hak etmişti.<br />
Ordugâhlarında daha birbirlerini iyi tanımadan<br />
bu hale düşmeleri onlar için çok elimdi.<br />
Birbirlerinin dillerini bilmeyen ayrı ırktan olan<br />
bu insan seli, Osmanlı Ordusu’nun saldırısına<br />
uğradıklarını sanarak birbirlerine girmişlerdi.<br />
Osmanlı zannıyla birbirlerini öldürüyorlardı.<br />
Çaresizlik içinde Meriç Nehri yönüne<br />
doğru kaçanlar da ırmağa düşmüşler,<br />
çoğu boğulmuştu. Osmanlı kuvvetlerinin<br />
baskın saldırıları sabaha kadar<br />
sürdü. Ortalık aydınlanmaya başladığı<br />
zaman şurada burada şaşkın, ne yapacağını<br />
bilmez düşman kuvvetleri de yok<br />
edildiler. Düşman ordugâhı her şeyi ile<br />
Hacı İlbey kuvvetlerinin eline geçti. Bu<br />
baskında Hacı İlbey’in kuvvetlerinin<br />
kayıpları, düşmana göre hiç denecek<br />
kadar azdı. Düşman kuvvetlerinin çoğu<br />
kılıçtan geçirilmiş imha edilmişti. Bu badireden<br />
yalnızca başkomutanları Macar kralı V. Layoş<br />
ile Ulah Mirçe büyük bir şans eseri sağ olarak<br />
kurtulabilmişti. Bosna, Sırp ve Bulgar kralları,<br />
birçok prens ölüler arasında kalmışlardı. Bu<br />
savaşa Osmanlı tarihlerinde “Sırplar’ın mağlûp<br />
edildiği yer” anlamına gelen Sırp Sındığı denilmektedir.<br />
Hacı İlbey baskını; bütün Avrupa’nın<br />
kolunu kanadını kırmış, onlarda moral bırakmamış,<br />
Osmanlılar ise 25 yıl rahat ve huzur içinde<br />
yaşamalarını ve bir manada gelişmelerini sağlamıştır.<br />
Hacı İlbey’in, bu savaş tipi, karakteristik<br />
bir süvari baskını idi. Böyle çok iyi planlanmış<br />
bir baskın ile kendisinden kat kat üstün bir<br />
düşman ordusunun yok edilmesi ve böyle kati<br />
bir sonuç alınması, dünya harp tarihinde ender<br />
rastlanacak bir olaydır. Böyle bir baskını hazırlama<br />
ve uygulama cüreti ancak; akıllı, tecrübeli,<br />
vuruşmada ustalaşmış, savaş alanında doğmuş<br />
ve zaferlerle büyümüş bir Türk komutanına;<br />
Hacı İlbey’e nasip olmuştur.<br />
Dipnot<br />
1. Âşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, s. 50-55.<br />
2. Halil İnalcık, “Hacı İlbeyi”, TA, XVIII, 279.<br />
3. Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, C. I, 57-80.<br />
4. İbn Kemal, Tevârih-i Âli Osman, C.II, 110-198.<br />
5. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, 124-168,<br />
568-570.<br />
6. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,<br />
C. I, 27-43.<br />
7. Joseph Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, 191-<br />
195, 212-214.<br />
8. Mehmet Neşri, Cihannümâ, C.I, 165-199.<br />
9. Solakzâde Mehmet Efendi, Solakzade Târihi, s. 22-32.<br />
50 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 51
SÛFİ YAKLAŞIM / Ali SEYYAR*<br />
Tasavvuf Dünyasında<br />
Sosyal Hizmetlerin Önemi<br />
İslâm âlimleri ve mutasavvıflar, Kur’an-ı Kerim<br />
ve sün<strong>net</strong>ten esinlenerek, sosyal hizmetlerin<br />
hangi temel esaslar doğrultusunda nasıl icra<br />
edileceğini hem teorik, hem de pratik alanda<br />
ortaya koymuşlardır. Sûfîlerin manevî ve sosyal<br />
rehberi konumunda olan son Peygamber<br />
Hz. Muhammed (s.a.v.), İslâmî sosyal hizmetlerin<br />
de efendisidir. Bu bağlamda Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.), halkın bütün üyelerini bir aile ferdi gibi<br />
görülmesini istemiştir. Sosyal hizmette hedef<br />
olarak toplumun bütün fertlerinin esas alınması<br />
gerektiğini Hz. Muhammed (s.a.v.) şu hadis-i<br />
şeriflerinde beyân etmiştir: “Bütün halk, Allah’ın<br />
ailesi durumundadır. Onların Allah’a en sevimlisi,<br />
O’nun ailesine (fertlerine) en faydalı olandır.” 1<br />
Hz. Muhammed (s.a.v.), bir başka hadis-i<br />
şerifinde sosyal hizmette bulunanları şu şekilde<br />
övmüştür: “İnsanların en hayırlısı, diğer<br />
insanlara en faydalı olandır.” 2 Allah rızası için<br />
bir insanın ihtiyacını karşılamak kadar manevî<br />
yönden kazançlı bir iş olmadığını bizzat Hz.<br />
Muhammed (s.a.v.), şu hadis-i şeriflerinde ortaya<br />
koymuştur: “Bir mü’min kardeşimin ihtiyacını<br />
görmek için yürümem, bana şu mescidde oturup<br />
bir ay itikâfa girmekten daha sevimlidir.” 3<br />
Bu bağlamda sûfîler, tasavvufu tanımlarken<br />
mutlaka bir sosyal boyutuna da işaret etme gereğini<br />
duymuştur. Buna göre bazı sûfîler, sosyal boyutlu<br />
tasavvufa kısa ve öz olarak “Herkesin yükünü<br />
çekmek, kimseye yük olmamak.” ve(ya) “Kimseden<br />
incinmemek, kimseyi incitmemektir.” demiştir. 4 Bu<br />
anlayış ekseninde sosyal hizmet sûfîleri, yaşlıları<br />
baba, gençleri kardeş, çocukları evlat ve kadınları<br />
da anne ve(ya) bacı olarak görmüşlerdir. 5<br />
Sosyal tasavvufta başkaları için var olmak<br />
ve herkesin yükünü çekmek, nafile ibadetlerden<br />
üstün bir sosyal ibadet olarak görülmüştür.<br />
Sûfîler, insanlara hizmet etmeyi, genel anlamda<br />
ibadet kategorisinde değerlendirdikleri gibi,<br />
sosyal amaçlı bu gibi hizmetleri de genelde<br />
bireysel-şahsî ibadetlerden daha üstün görmüşlerdir.<br />
İbn Atâ’nın şu sözleri bu bağlamda önem<br />
arz etmektedir: “Bir kimsenin yirmi yıl münafıklık<br />
yolundan ayrılmayıp, bu süre içinde bir kardeşinin<br />
çıkarı için bir kerecik bir adım geri atması,<br />
altmış yıl ihlâslı bir şekilde kendi kurtuluşu için<br />
ibadet etmesinden daha erdemlidir.” 6<br />
Âlim sûfîler, uygulamalı sosyal tasavvufu,<br />
ilmî (teorik) olarak (sosyal) İslâm’ın bir parçası<br />
olarak görmüşlerdir. Şeyhlerin imamı olarak kabul<br />
edilen İbn Atâ, (tasavvuf) ilmini dört kısma<br />
ayırmıştır: 7<br />
1. Marifetullaha dair ilim, yani Allah’ı anlamaya<br />
odaklanan bilim.<br />
2. İbadete dair ilim.<br />
3. Kulluğa dair ilim.<br />
4. Hizmete dair ilim.<br />
İnsan İlişkilerinde Ahlâkî Zemin<br />
Şüphesiz İslâm’da hizmete dair ilim,<br />
tasavvufî sosyal hizmet bilimi ile yakından ilgilidir.<br />
İslâm’ın dünya görüşünden etkilenip, insan<br />
ilişkilerini ahlâkî bir zemine oturtan tasavvuf<br />
hareketi, kulluk şuurunu ve(ya) ibadet anlayışını<br />
halka hizmet bağlamında değerlendirmiş<br />
ve insanlığa hizmet etmeyi bireysel ve toplumsal<br />
gelişimin bir parçası olarak görmüştür.<br />
Bu doğrultuda Horasan erenlerinden Şeyh Ebu<br />
Said’e Allah’a ulaşmanın yolları sorulduğunda<br />
o, şöyle cevap vermiştir: “Allah’a ulaşmanın yolları<br />
çoktur. Fakat bunlardan en kısa ve en kolay<br />
olanı başkalarına yardım etmektir. Yani diğerlerini<br />
zor durumda bırakmak yerine onlara yardım<br />
etmek için uğraşılmalıdır.” 8<br />
Gerçek kerametin ve marifetin, insanların<br />
arasına karışıp, onlarla birlikte olabildiği halde<br />
Allah’ı bir saniye bile aklından çıkarmamak olduğunu<br />
söyleyen Şeyh Ebu Said, muhtaç insanlara<br />
dönük sosyal hizmet faaliyetlerinin manevî<br />
faydalarını gösterebilmek için, vaazlarında gerektiğinde<br />
ilginç çıkışlar da yapmıştır. Nitekim<br />
bir gün sohbetinin tam ortasında kendisini<br />
dinleyenlere birden bire “Hankâhın her tarafına<br />
mücevherler yayılmış, neden toplamıyorsunuz”<br />
diyerek insanlara bu değerli taşları elde<br />
etmelerini tavsiye etmiştir. Dinleyiciler hemen<br />
dışarıya fırlayıp, etraflarına bakmışlar, ne var ki<br />
52 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 53
kıymet teşkil edebilecek herhangi bir şey görememişler<br />
ve nihayetinde şikâyet etmeye başlamışlar.<br />
Şeyh Efendi onları şu sosyal içerikli<br />
sözlerle sakinleştirmiştir: “Muhtaçlara hizmet<br />
edin, birbirinizle yardımlaşın, ahirette manevî<br />
mücevherlere nasıl erişilebileceği hususunu<br />
bu şekilde anlatmak istedim ve söylemek istediğim<br />
aslında bu.” 9<br />
Sûfîler, belirli bir süre inzivaya çekilmeyi ve<br />
yalnız başına ibadet ederek yaşamayı, her ne<br />
kadar manevî gelişim için önemli bir araç olarak<br />
görseler de toplumdan kendilerini hiçbir zaman<br />
soyutlamamışlardır. Mürşitler de müritlerine<br />
halktan uzaklaşmamaları yönünde hep uyarıda<br />
bulunmuşlardır. Nitekim “İnzivaya çekilmek istiyorum.”<br />
diyen birine şeyh İbn Atâ: “Halktan ayrılıp<br />
da kiminle birlikte olacaksın” diye cevap verince<br />
o kişi “Peki, o halde ne yapayım” der. Şeyh<br />
İbn Atâ, gerçek inzivanın nasıl olması gerektiğini<br />
kısa olduğu kadar doyurucu şu cevabıyla açıklar:<br />
“Zahirde halkla, bâtında Hak’la ol.” 10<br />
Sadık Olan Sûfinin Alâmeti<br />
Velîler serdarı Ebu’l Hasan Harkânî de bireysel<br />
ve sosyal ibadetlerin bir bütünlük içinde ve<br />
yerli yerinde yapılması gerektiğini müritlerine<br />
şu şekilde izah etmiştir: “Her gün akşama kadar<br />
maz, hastaları ziyarete gitmez, öksüzleri soruşturmaz<br />
ve buna rağmen tasavvuftan dem vurursa<br />
onun bir sahtekâr olduğunu biliniz.” 14<br />
Görüldüğü üzere sosyal hizmetlere odaklanmış<br />
bir tasavvuf anlayışında bir sûfî, elini eteğini<br />
dünyadan çekmediği gibi dini, dünya işlerinden<br />
ayırmaksızın, hem manevî ilimlerle, hem<br />
de insanların sorunlarıyla meşgul olmuştur.<br />
Bu yönüyle bir sûfî aynı zamanda hem sürekli<br />
olarak ilim tahsil eden bir öğrenci (mürit), hem<br />
bir bilim adamı (âlim), hem bir manevî rehber<br />
(mürşit), hem de halkına faydalı olmak isteyen<br />
bir sosyal hizmet elemanıdır (hadimdir).<br />
İnsan ve cemiyeti ele alan, sosyal bilimleri<br />
manevî bilimlerle zenginleştiren sosyal hizmet<br />
sûfîleri, bağlı oldukları tasavvuf mektebinin (tarikatın)<br />
özel ilkelerine göre muhtaç insanların<br />
sorunlarının çözümüne yönelik değişik yöntemler<br />
geliştirmişler ve uygulamışlardır. Bu açıdan<br />
bakıldığından tasavvuf, tarihte geliştiği şekliyle<br />
teorik anlamda sadece manevî bilimlere değil<br />
aynı zamanda fiilî olarak sosyal hizmetlere<br />
de katkısı olmuş bir disiplindir. Bu bakımdan<br />
tasavvufî sosyal hizmet ilkeleri ve uygulama biçimleri,<br />
günümüzün sosyal hizmet bilimine de<br />
önemli yenilikler kazandıracak boyuttadır.<br />
Yedi Dağın Çiçeği<br />
Bütün yolları tuttum, kendimi arıyorum.<br />
Mekanı adımladım, zamanı tarıyorum...<br />
İçimdeki canavar vesvese pazarlıyor,<br />
Ben yine dolu dizgin o dosta varıyorum.<br />
Yedi dağın çiçeği derman olmadı bana,<br />
Annemin duasını yarama sarıyorum…<br />
Omuzlarımda sözün çekilmez ağırlığı,<br />
Bir şafak vakti aşkın şehrine giriyorum…<br />
Solup giden hayatın hep hüznünü soludum,<br />
Bir derviş edasıyla sabır eğiriyorum...<br />
Renkler çekmecelerde, tozlu raflarda sırlar...<br />
Unutulmuş sevdalar, duygular deriyorum...<br />
Sadağıma gül kokan, iyi niyetler koydum,<br />
Gözlerim ötelerde yayımı geriyorum...<br />
Belki de menzilimde hicranlı bir sabah var,<br />
Viran olmuş yurtları görüp ürperiyorum...<br />
Servet YÜKSEL<br />
halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın.<br />
Her gece de sabaha kadar Hakk’ın beğendiği<br />
amel ile olasın!” 11<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Ali SEYYAR<br />
1. Taberani; El-Kebir; Nr. 10033.<br />
Ebu Said b. Ebil Hayr de konuya şöyle bir<br />
açıklık kazandırmıştır: “Allah dostları halk içinde<br />
oturur, halka karışır, alışveriş eder, evlenir ve<br />
bir nefes dahi Hakk’tan gâfil olmaz.” 12 Çağındaki<br />
dervişlerin en kâmili olan Şeyh Ebu Bekir<br />
Vâsitî’nin sözleri de bu çerçevede zikre değerdir:<br />
“Davasında sadık olan sûfînin alâmeti, aralıksız<br />
olarak cismen kardeşlerle, kalben yalnızca<br />
Allah’la bulunmaktır.” 13 Sosyal hizmetin,<br />
İslâm’ın manevî ve ahlâkî dünyasını yansıtan<br />
tasavvuf ile iç içe olduğunu âbid ve zâhit bir<br />
sûfî olan Bayezid-i Bistami’nin şu sözlerinden<br />
de kolayca öğrenebiliriz: “Her kim Kur’an okur<br />
da Müslümanların cenazelerinde hazır bulun-<br />
2. Taberani; el-Evsat; Nr. 7583.<br />
3. Taberani; El-Kebir; Nr. 13646.<br />
4. Karagöz, İsmail; Dinî Kavramlar Sözlüğü; Diya<strong>net</strong> İşleri<br />
Başkanlığı Yayınları; Ankara; 2005; s. 634.<br />
5. Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri; (Terc.: Süleyman<br />
Uludağ); Kabalcı Yayınevi; İstanbul; 2007; s. 115.<br />
6. Attar; 2007: 449.<br />
7. Attar; 2007: 451.<br />
8. Bayat, Mojdeh ve Jamnia, Muhammed Ali; Sufi Diyarından<br />
Hikâyeler; İnsan Yayınları; İstanbul; 2003; s. 53.<br />
9. Bayat-Jamnia; 2003: 16.<br />
10. Bursalı, Mustafa Necati; Kâdiriyye Yolunun Başbuğ<br />
Velileri-İstanbul ve Anadolu Erenleri; Çelik Yayınevi;<br />
İstanbul; t.y.; s. 452.<br />
11. Bursalı; t.y.: 50.<br />
12. Bursalı; t.y.: 46.<br />
13. Attar; 2007: 666.<br />
14. Attar; 2007: 187.<br />
54 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 55
TARİH / İsmail ÇOLAK<br />
II. Abdülhamid ve<br />
Sansür Gerçeği<br />
“Abdülhamid’in, dış tehlike ve<br />
saldırılara karşı devleti korumak<br />
için hafiye teşkilatını nasıl ustaca<br />
bir biçimde kullandığı ve güçlü<br />
haber kaynaklarına ulaşmak için<br />
ne kadar yoğun bir çaba gösterdiği<br />
çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır.”<br />
Geçmişten bugüne yakın tarihimizin en<br />
çok tartışılan şahsiyetlerinden biri de<br />
hiç kuşkusuz Sultan II. Abdülhamid’dir.<br />
Onunla ilgili yapılan münakaşa konuları içerisinde<br />
“sansür meselesi” de yer almıştır. Çoğu<br />
kez tarihî gerçeklerle örtüşmeyen ve ilmî metotlarla<br />
bağdaşmayan birtakım iddialara dayanan<br />
bazı çevreler, Abdülhamid’i sansürcü bir<br />
padişah olarak göstererek, hakkındaki “müstebit,<br />
gerici, yobaz” yaftasını pekiştirmeye ve<br />
meşru göstermeye çalışmaktadırlar. Bu makalede,<br />
Abdülhamid Han’ın sansürcü olup olmadığını,<br />
dönemindeki sansür uygulamasının<br />
içyüzünü, içerdeki ve dışarıdaki istihbarat çalışmalarını<br />
aydınlatmaya gayret edeceğiz.<br />
Sansürcü mü, İstihbaratçı mı<br />
Sultan Abdülhamid, başta Jön Türkler ve İttihatçılar<br />
olmak üzere, içerde kendisine muhalefet<br />
eden Müslim ve Gayri Müslim çevrelerin<br />
-padişaha suikast düzenlemeye ve onu tahttan<br />
indirmeye varana dek- entrikalarına ve oynanan<br />
oyunların perde arkasına vakıf olabilmek<br />
ve sıkı tedbirler alabilmek için, dinî ve içtimaî<br />
bir kısım mahzurlarına rağmen sağlam bir haber<br />
alma (Hafiye) teşkilatı kurmak mecburiyetinde<br />
kalmıştı. Ayrıca, başta İngiltere olmak üzere Avrupalı<br />
devletlerin, kendisini ve Osmanlı’yı parçalamaya<br />
ve yıkmaya yönelik (ona, “Yabancı elleri<br />
ciğerlerimin içinde duyuyordum.” dedirtecek<br />
kadar) karanlık emellerini engellemek ve içerde<br />
çıkarlarına âlet ettikleri kimi devlet adamlarını<br />
ve muhalif kesimleri etkisiz hale getirebilmek<br />
için de büyük bir istihbarat birimine ve güvenilir<br />
haber kaynaklarına şiddetle ihtiyaç duymuştu.<br />
Çok eleştirilen “hafiyecilik ve jurnalcilik”in<br />
ortaya çıkması ve kök salmasında Abdülhamid’e<br />
göre yukarıdaki sebeplerden hâsıl olan bir zaruret<br />
vardı. Bunun gerekçelerini, faydalı ve zararlı<br />
yanlarını ve kendisine yöneltilen acımasız<br />
tenkitleri hatıralarında çok tafsilatlı bir şekilde<br />
şöyle açıklamıştır:<br />
“Birçok insanın sinirli halimden faydalanmaya<br />
çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin<br />
alçak namussuz insanlar olduklarını, dinimizin<br />
de müzevirleri (laf taşımayı) telin ettiğini (la<strong>net</strong>lediğini)<br />
gayet iyi biliyorum. Fakat geniş bir<br />
haber alma teşkilatı kurmamış olsaydım, etrafımı<br />
saran tehlikelere karşı kendimi korumam<br />
kabil (mümkün) olamazdı. Diğer hükümdarlar<br />
da, mesela çarlar da aynı şekilde hareket etmiyorlar<br />
mı Her şeyden önce, istihbarat teşkilatının<br />
bizim için çok ehemmiyetli olduğunu kabul<br />
etmek lazımdır. Ancak bunda da mübalağaya<br />
(abartıya) kaçmamak icap eder. Bu sahada biraz<br />
fazla gayretkeşlik gösteriliyorsa bu, Tahsin’in<br />
(Başkâtibi) kabahatidir... Her ne kadar perde<br />
arkasında oynananları öğrenmem, döndürülen<br />
entrikalara vâkıf olabilmem için, icap edenin<br />
yapılmasını istiyor isem de, gene bizdeki hafiyelik<br />
teşkilatının pek feci olduğu söylenemez.”<br />
“Jurnalciliğin ayıp bir şey olduğunu, gazetelerdeki<br />
‘jurnal raporlarının da kötü şeyler<br />
olduğunu biliyorum. Fakat bundan vazgeçmeye<br />
de imkân yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde<br />
entrikanın, bizde olduğu kadar feci olabileceğini<br />
zan<strong>net</strong>miyorum. Fakat kendine ehemmiyet<br />
payı çıkarmak isteyen gayretkeşlerin yazdığı<br />
mübalağalı raporları, diğerlerinden ayırmasını<br />
biliyorum. Benden kurtulmak için şimdiye kadar<br />
iki defa suikast tertiplendi. Her ikisinde de<br />
bazı sadık bendelerimin (adamlarımın) uyanıklığı<br />
sayesinde son dakikada kurtulabildim.”<br />
Abdülhamid’in, uzun yıllar başkâtipliğini<br />
yapmış olan Tahsin Paşa da, jurnallerin çok<br />
abartıldığını ve Abdülhamid’le ilgili bu noktada<br />
ortaya atılanların büyük bir kısmının dedikodu<br />
kabilinden uydurma şeyler olduğunu şu<br />
şekilde vurgulamıştır: “Jurnallerin, Hünkâr tarafından<br />
açılıp okunduğu ve Sultan Hamid’in<br />
her gün binlerce jurnal alıp irade verdiği hakkındaki<br />
haberler uydurmadır. Sultan Hamid’in,<br />
bilhassa jurnallere el sürmediği hall’inden<br />
(tahttan inmesinden) sonra kendi dairesinde<br />
56 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 57
teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç<br />
devletlerde de görüldüğünü” belirmiştir.<br />
silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz.”<br />
Diğer yandan Abdülhamid, İngilizlerin Osmanlı<br />
sınırı içindeki Ortadoğu topraklarında<br />
petrol aramak maksadıyla yaptıkları kazı çalışmalarını<br />
da kullandıkları yerli ameleler kanalıyla<br />
sıkı sıkıya takip etmiştir. Yoğun takipten sonra,<br />
ilmî ve arkeolojik çalışmalar kılıfıyla yapılan<br />
kazıların altından keskin bir petrol kokusu aldığını<br />
hatıratında etraflıca söz etmiştir.<br />
Sansür Gerekli miydi<br />
Abdülhamid, sansürün gerekliliğini, neden<br />
yapıldığını veya bu konuda zatına yöneltilen<br />
tenkitlere karşı savunmasını hatıralarında şöyle<br />
ortaya koymuştur:<br />
“Bizde sansür elzemdir (lüzumludur), mevcudiyetini<br />
tenkit edenler yanılmaktadırlar.<br />
Bizdeki müesseseleri garptakiler gibi mütalaa<br />
etmeye (değerlendirmeye) imkân yoktur. Belki<br />
orada kültürün daha yaygın olması sebebiyle,<br />
matbuatın tenkitleri tabiî karşılanabilir.<br />
Fakat bizde henüz halk çok bilgisiz, çok saftır.<br />
sandıklarla kapalı jurnal bulunmasıyla sabittir.<br />
Hünkâr’ın ehemmiyet verdiği jurnaller, bunları<br />
takdim eden adamların şahıslarına ve mevkilerine<br />
bağlıdır... Hünkâr, bunları ekseriya bizzat<br />
açar, bazılarının altındaki imzayı makasla keserek<br />
muamele mevkiine koyar, yani iradesini<br />
vererek Kâtipler Dairesine gönderir.”<br />
Tarihçi Osman Turan ise, kurduğu hafiye teşkilatından<br />
dolayı Abdülhamid Han’ın son derece<br />
haklı ve makul gerekçelere sahip olduğunu<br />
şöyle savunmuştur: “Sultan Hamid ve imparatorluk<br />
aleyhinde girişilen açık-gizli faaliyetler,<br />
suikast teşebbüsleri o kadar çok ve çeşitli idi<br />
ki, sağlam bir emniyet teşkilatı olmasa idi devletin<br />
ve kendisinin yaşaması mümkün değildi.<br />
İşte o, bu maksatla kurduğu istihbarat (hafiye)<br />
teşkilatı sayesinde her türlü düşman faaliyetini,<br />
günü gününe takip ediyor ve gereken tedbirleri<br />
alarak koca imparatorluğu ayakta tutuyordu. Bu<br />
siyasî zarurete ve hiçbir devletin bundan geri<br />
kalamamasına rağmen, düşmanları bu hafiye<br />
teşkilatını da aptalca onun aleyhinde bir delil<br />
olarak göstermekten sıkılmamışlardır. Sultan<br />
Aziz’in basit bir komploya kurban gitmesi de<br />
böyle bir teşkilata sahip olmaması ile alakalı<br />
idi. Sultan Hamid, amcasının başına gelenlerden<br />
çok ders alıyor ve aklî dengesini kaybeden<br />
ağabeyi Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarma<br />
gayretlerinin kendisinden ziyade Türkiye’yi yıkmaya<br />
yönelik olduğunu biliyordu.”<br />
Milletlerarası Alandaki<br />
İstihbarat Başarıları<br />
Abdülhamid’in, dış tehlike ve saldırılara karşı<br />
devleti korumak için hafiye teşkilatını nasıl<br />
ustaca bir biçimde kullandığını ve güçlü haber<br />
kaynaklarına ulaşmak için ne kadar yoğun bir<br />
çaba gösterdiğini şu iki hadise çok çarpıcı bir<br />
şekilde anlatmaktadır:<br />
Sultan Abdülhamid’in, hükümdarlığı müddetince<br />
içeride ve dışarıda en fazla mücadele<br />
ettiği meselelerden biri de Ermeni Meselesi ve<br />
Ermeni propagandası idi. Ermeni militanlarını<br />
ve eylemlerini takipte ne kadar ileri gittiğini<br />
göstermede şu olay mükemmel bir misaldir:<br />
Batılı emperyalistlerin, Ermenileri kışkırtarak<br />
Anadolu’da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz<br />
Büyükelçisi Sultan Abdülhamid’e gelip,<br />
“Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz” küstahlığını<br />
gösterince, Ulu Hakan elçiye şu müthiş<br />
karşılığı vermişti: “Filan gün, filan saatte<br />
Karadeniz’in filan noktasına yaklaşıp, karaya<br />
Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu<br />
kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara<br />
Sultan Abdülhamid’in, bilhassa 93 Harbinden<br />
sonra dozu giderek artan bir şekilde, basın-yayın<br />
ve haberleşme araçlarını sıkı bir de<strong>net</strong>ime,<br />
hatta “sansüre” tâbi tuttuğu doğrudur.<br />
Sansür müessesesi, daha çok siyasî yazılara,<br />
ihtilâl haberlerine ve gizli siyasî faaliyetlere yönelik<br />
olarak işletiliyordu. Bunun dışında kalan<br />
son derece geniş bir alanda hiçbir baskı ve sansüre<br />
maruz kalan yazı yazmak ve yayın yapmak<br />
tamamen serbestti. Hatta sansürün en yoğun<br />
olduğu günlerde dahi, İstanbul postanesinden,<br />
20 bin Bulgar’ın sözde katledildiği yolundaki<br />
haberlerin Londra gazetelerine gönderilmesine<br />
mani olunamamıştı. Zira kapitülasyonlar yüzünden<br />
yabancı postaneler de<strong>net</strong>im altına alınamıyor<br />
ve ecnebi yayınların ülkeye girişine yasak<br />
konulamıyordu.<br />
Esasen sansür durumu tamamen yukarıda<br />
açıkladığımız, devletin dış baskılar karşısında<br />
iyiden iyiye bunaldığı ve yıkılma tehlikesi geçirdiği<br />
olağanüstü kritik bir dönemin, olağanüstü<br />
şartlarından kaynaklanmıştır. Elbette ki,<br />
o dönemde sansüre başvuran sadece Osmanlı<br />
ve Abdülhamid değildi. Rusya, Fransa, İngiltere<br />
başta olmak üzere hemen hemen tüm Avrupa<br />
devletleri sansüre müracaat ediyor, hatta daha<br />
sert ve yoğun bir biçimde uyguluyorlardı. Bu<br />
manada mesela, İngiltere Dışişleri Bakanlığı<br />
Müsteşarı Sandison, 8 Ekim 1881’de yazdığı raporda<br />
“Sultan Abdülhamid’i sansür konusunda<br />
suçlamanın anlamsız olduğunu ve bunun diğer<br />
Tebaamıza çocuk muamelesi etmeye mecburuz...<br />
Ebeveyn (anne-baba) ve mürebbi (terbiyeci)<br />
nasıl gençliğin eline zararlı neşriyatın<br />
geçmemesine dikkat ederse; bizim hükümet<br />
de halkın fikrini zehirleyecek her şeyi halktan<br />
uzak tutmaya çalışmalıdır. Fransızcadan tercüme<br />
edilen birçok romanın hareme girmesi;<br />
kalpleri, fikirleri ifsat etmesi çok acı olmuştur.<br />
Bu kötü neşriyatı ithal edenlerin Türkler değil<br />
de, Fransızlar, Rumlar ve Ermeniler olması ancak<br />
teselliden ibarettir. Şu Ermeniler ve Rumlar<br />
ne müfsit (fitneci) insanlardır! Piyasaya<br />
sürdükleri bu hakikate aykırı romanlar, eğer<br />
sansürden geçmeden gazetelerde neşredilseydi;<br />
halkta fena tesirler uyandırır, bu da<br />
ecnebilerin hakkımızdaki fikirlerini büsbütün<br />
yanıltırdı. Zaten memleketimiz kâfi derecede<br />
her türlü iftiraya maruzdur. Bütün bu söylediğimiz<br />
sebepler, sansürün devam etmesini<br />
icap ettirici sebeplerdir.”<br />
Dipnot<br />
1. Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, İstanbul, 1984.<br />
2. Tahsin Paşa, Sultan Abdülhamid, İstanbul, 1990.<br />
3. Y. Kenan Necefzade, II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki,<br />
İstanbul, 1967.<br />
4. Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan, İstanbul, 1988.<br />
5. Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, İstanbul,<br />
2005.<br />
6. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul,<br />
2006.<br />
7. İsmail Çolak, Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli<br />
Dünyası, 6. Baskı, İstanbul, 2010, Nesil Yayınları.<br />
58 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 59
KÜLTÜR / H. Neşe KOÇAK<br />
Evvel Zaman İçinde Bir Masal Saray;<br />
“Kubadabad”<br />
“Bir masal saray… Selçuklu Kubadabad Sarayı.<br />
Alaeddin Keykubad’ın, bugün Gölkaya denilen yerde,<br />
Beyşehir Gölü kenarına yaptırılmasını buyurduğu<br />
büyük saray. Selçukludan günümüze izleri kalan tek<br />
saray. Bu muhteşem sarayın çini kalıntılarını görmek<br />
için Karatay Medresesi Müzesi’nde idim.”<br />
Bir masal saray… Selçuklu Kubadabad Sarayı.<br />
Alaeddin Keykubad’ın, bugün Gölkaya<br />
denilen yerde, Beyşehir Gölü kenarına<br />
yaptırılmasını buyurduğu büyük saray. Selçukludan<br />
günümüze izleri kalan tek saray.<br />
Bu muhteşem sarayın çini kalıntılarını görmek<br />
için Karatay Medresesi Müzesi’nde idim.<br />
Fakat seyrettiğim çinilerin sıra dışılığı, güzelliği<br />
karşısında kendimi bir hayal âleminin sihirli<br />
kapısından içeri girerken buldum. “Geçmiş zaman<br />
olur ki hayali cihan değer.” denen ‘geçmiş<br />
zaman’ bu olsa gerek…<br />
Selçuklunun başkenti Konya’dayım. Yıl<br />
1237. Hava ılık ve tatlı. Mevsim<br />
ilkbahar. Konya ilimde ve<br />
sanatta ihya olmuş. Şehir,<br />
bilginleri, filozofları,<br />
şairleri, mutasavvıfları,<br />
hoca,<br />
musikişinas ve<br />
diğer sanatkârlarla<br />
altın çağını yaşıyor.<br />
Bahaeddin Veled,<br />
Mevlâna Celaleddin<br />
başta olmak üzere<br />
Kadı Burhaneddin, Kadı<br />
Sıraceddin, SadreddinKonevî,<br />
Şahabeddin Sühreverdî gibi bilginler,<br />
Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıflar Konya’da<br />
yerleşmişler, verdikleri eserler şehri bir kültür<br />
merkezi hâline getirmiş.<br />
Birçok kütüphane, han, hamam, medrese,<br />
çeşme, cami gözüme çarpıyor. Özellikle ipek<br />
kumaşların satıldığı kumaş hanları, hastaların<br />
tedavi edildiği bimaristanlar görüyorum. Avrupa<br />
Ortaçağ’ın karanlıklarında boğulurken tarih,<br />
edebiyat, felsefe, sanat, tıp, kozmografya,<br />
hukuk ve din alanında büyük tarihî ve kültürel<br />
atılımlar yapılmış.<br />
Sokaklarda tebdili kıyafet geziyorum. Her<br />
yanda atlı süvariler var. Rastladığım insanlar genellikle<br />
ay (gibi yuvarlak) yüzlü, yay kaşlı, badem<br />
gözlü, ince-uzun burunlu, küçük ağızlı. Kadınların<br />
kimisi peçeli ve yaşmaklı, kiminin başı açık,<br />
hotozlu. Üzerlerinde harmaniyeler var. Erkekler<br />
birçoğu uzun, örgülü saçlı, temiz yüzlü. Bıyıklı,<br />
sakallı olanları var. Keçeden ya da deriden kemerler,<br />
çizmeler, uzun, renkli kaftanlar, börkler<br />
giymişler. Çarşılar, bedestenler kalabalık.<br />
Büyük Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubad,<br />
Kayseri’de zehirlenerek öldürülmüş. Ne<br />
büyük bir kayıp! Çünkü yalnız Konya değil, Anadolu<br />
da onun sultanlığı zamanında en müreffeh<br />
dönemini yaşamış. Sultanın sağlığındayken yapılmasını<br />
istediği yazlık saray yeni bitmiş. Oğlu<br />
2. Gıyaseddin Keyhüsrev ikamet ediyor.<br />
1219’da başlayıp 1236’da biten<br />
muhteşem sarayı görebilmek<br />
için şehirden<br />
uzaklaşıyorum. Saray,<br />
Torosların kolu olan<br />
Anamas Dağları<br />
eteklerinde, sedir<br />
ağaçları ve daha<br />
önce görmediğim<br />
güzellikte kır çiçekleri<br />
arasında, saray<br />
çinilerinin ödünç alındığı<br />
firuze renkli Beyşehir<br />
Gölü’nün batı sahiline kurulmuş.<br />
Gölün etrafında bin bir türlü<br />
renge bürünmüş bin bir çeşit su kuşu yaşıyor.<br />
Burası cen<strong>net</strong>ten bir yer sanki. Büyük saray, küçük<br />
saray, külliye, suyolları, yürüyüş rampaları,<br />
liman, kayıkhane, av parkı gibi 20 dolayında çeşitli<br />
yapının olduğu büyük bir yerleşim merkezi.<br />
Akşam, Beyşehir Gölü’nün mavi sularına açıyor<br />
çift başlı kartal gibi, simsiyah kollarını. Sular<br />
kararıyor. Heyecandan oluşan hafif bir ürpertiyle<br />
yavaşa yavaş büyük saraya yaklaşıyorum.<br />
Surlarla kaplı göle bakan bir avludayım. Avlunun<br />
tam ortasındaki taç kapıdan içeri süzülüyorum.<br />
Simetrik, üç odalı giriş bölümünden büyük<br />
bir salona, oradan da taht makamına giriyorum.<br />
Def ve çeng sesi geliyor kulağıma derinden derine.<br />
Nedim’in; “Nağmeyi çenge bedel, dinler<br />
iken nale vü ah” dizesi geliyor aklıma.<br />
60 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 61
Çinileri görebilmek için taht salonuna giri-<br />
hayvanları var. Öbür âleme ulaştırıcı araçlar ola-<br />
kuşu. Yüzleri sultana benzeyen, başlarında taç<br />
kalan camiler, medreseler ve türbeler sapasağlam<br />
yorum. İşte karşımdalar! Muazzam bir görüntü.<br />
rak kabul gören ve mitolojiye göre kökleri deni-<br />
taşıyan, sultanın elbisesinin renkleriyle bezeli<br />
ayakta dururken içinde koca bir masal dünyası,<br />
Şaşkınlıktan hangisine bakacağımı bilemiyo-<br />
zin dibinde olup sürekli kendini yenileyen hayat<br />
bu masal kahramanları Kaf Dağı’nın eteklerinde<br />
eşine rastlanmamış müthiş bir sanat barındıran<br />
rum. Hayal içinde hayal mi yoksa her şey Hep-<br />
ağacı ve kuşları seyrediyorum kimi sahnelerde.<br />
bilinmeyi, tanınmayı beklemişler asırlarca.<br />
figürlü sarayların yerle bir olmuş olması.<br />
si pırıl pırıl, yepyeni, sapasağlam. 23 cm çapında,<br />
sekiz köşeli, firuze, mor, yeşil, kahverengi,<br />
kobalt mavisi yıldızlar, türkuaz renkli, haç formlu<br />
çinilerle çevrilmiş. Taht salonu ve birbirine<br />
bağlı birçok odanın duvarları devrin en güzel<br />
çinileriyle süslü. Desen ve renk uyumu arasında,<br />
tılsımlı bir masal gibi değişen, güzelleşen<br />
çinilerin her biri farklı birer hikâye anlatıyorlar.<br />
Su kuşları, karşılıklı duran çift tavus kuşları, Şaman<br />
geleneklerinden gelen ilhamla, stilize edilmiş<br />
hayat ağacının dallarındalar. Şahin, doğan<br />
gibi avcı kuşlar, ya bir tavşanı yakalamış götürüyor<br />
ya da bir ceylanı parçalamak üzere. Bütün<br />
bu çinilerin arasında bitkisel dekorlu, hat yazılı,<br />
bazen de hat yazısının taklidi motifler, hayvan ve<br />
insan figürlerinin arasına serpiştirilmiş.<br />
Bu güzellikleri görüp de etkilenmemek, ilham<br />
almamak, hayal dünyasına dalmamak ne<br />
mümkün! Fakat her şeyin bir sonu var. Zaman<br />
gezgini olsam da gitme vakti geldi. Seyahat bavulumu<br />
Selçuklu yaşam tarzına ve sanatına dair<br />
güzelliklerle doldurdum. Biraz mahzun, biraz<br />
düşünceli dönüyorum çıktığım zaman yolculuğundan.<br />
Keşke Kubadabad şimdi de var olsa,<br />
Selçuklu çinilerindeki bezemeler, kökeni Uygurlara<br />
dayanan bir resim sanatından, eski İran,<br />
Suriye, Bizans ve Şamanizm’den ilham almıştır.<br />
Geçmişten gelen zengin ve ince kültür birikiminin<br />
İslâm senteziyle yoğrulması sonucu ortaya<br />
çıkan bu muhteşem saray çinileri kesinlikle görülmeye<br />
değer. Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından<br />
sonuçlandırılan ve başlangıcından itibaren 30<br />
Kozmik ve mistik simgelerle yüklü insan<br />
Selçuklunun simgesi, sultanı temsil eden<br />
keşke aslına uygun olarak yeniden yapılandırıl-<br />
yıl süren kazı çalışmalarıyla saklandıkları yer-<br />
figürleri; sultan ve saray erkânı. Kimisi Türk<br />
çift başlı kartallar, bir başı doğuya, bir başı ba-<br />
sa, keşke masal olmasa...<br />
den gün yüzüne çıkartılan ve masal dünyasının<br />
oturuşu denilen biçimde oturmuş, üzerlerinde<br />
benekli, ya da çizgili mor, lacivert, firuze kaftanlarıyla<br />
görülüyor. Hizmetkârlar, ellerinde sürahileri,<br />
meyveler, av hayvanları taşıyor. Sonsuz<br />
hayatı, cen<strong>net</strong>i, bereketi simgeleyen haşhaş<br />
ve nar tutan ya da ok atan uzun saçlı erkekler<br />
bazen de iki elinde balık tutan ve burçları simgeleyen<br />
bir şekle bürünüyorlar. Başları örtülü<br />
fakat yine de uzun saçları örtülerinin altından<br />
görünen, uzun harmaniyelerinin yenleri ellerini<br />
saklayan ya da çiçek tutan kadınlar da bu masal<br />
sahnesinde arz-ı endam ediyorlar.<br />
tıya bakarken “Dünyanın tek hâkimi biziz.” der<br />
gibiler. Kartalla puhu kuşu karması bu figürlerin<br />
göğsünde “El Muazzam”, “Es Sultan”, “Es-<br />
Saadet” gibi sultanı anlatan isimler yazıyor. Selçuklulara<br />
Artuklular aracılığıyla geçen ve Alaeddin<br />
Keykubad döneminde yaygınlaşan kartal<br />
figürü, sultanın kişisel arması niteliğini taşıyor.<br />
İbni Bibi’ye göre koruyucu kanatlarını sarayın<br />
üstüne geren, ona kuvvet ve kudret ihsan eden<br />
bir sembol. Saray çinileri içinde en ihtişamlısı.<br />
Ya mitolojik figürler; Kaf Dağı’nda oturan, olağanüstü<br />
güçleriyle sarayı düşmanlardan koruyan<br />
Fakat evvel zaman içinde bir masal saray Kubadabad.<br />
Bu sarayda ve çevresinde “Divanhane”<br />
denilen görkemli kabul mekânlarını süsleyen çinilerden<br />
ve kazılarda çıkartılan diğer seramiklerden,<br />
av partilerini, göz alıcı, zevkli, zarif bir saray<br />
hayatının olduğunu ve gündelik yaşamın nasıl<br />
sanata dönüştüğünü anlamak mümkün. Selçuklu<br />
sultanlarının ve Türkmen emirlerin hoşgörüsüne<br />
dayanarak figüratif bir sanat geliştiren o zamanın<br />
Anadolulu ustalarına şaşırmamak, hayran kalmamak<br />
elde değil. Burada asıl şaşırtıcı olan, Sünni<br />
İslâm’ı hızla yaymaya çalışan sultan ve emirlerin<br />
kapılarını aralayan belge niteliğinde bu çiniler,<br />
Anadolu Selçuklu Türklerinin yaşam tarzından,<br />
aydın bakış açısından, hoşgörüsünden, enfes<br />
tatlar sunarlar altın taslarda.<br />
Ne yapıp edin, çağının çok ötesinde bir devlet<br />
olarak tarih sahnesinde yerini almış olan Selçukluları<br />
daha yakından tanıyıp hissedebilmek<br />
için yolunuzu mutlaka Konya Karatay Medresesi<br />
Müzesi’ne düşürün. Bugünkü Türkiye’nin temellerini<br />
atan Selçuklu atalarımızın, din, dil, ırk ayrımı<br />
gözetmeden özgüvenden kaynaklanan engin<br />
bir hoşgörüyle, ince bir sanat zevkiyle oluştur-<br />
Birçok sekizgende hoplayıp zıplayan, kaçan<br />
insan başlı, kuş gövdeli sirenler, insan başlı aslan<br />
böyle bir sanata destek vermeleri, benimsemeleri<br />
dukları ve bizlere miras bıraktıkları güzellikleri<br />
kovalayan, aslan, ayı, tilki, dağ keçisi, tavşan,<br />
gövdeli sfenksler, Farsça “30 kuş” anlamına ge-<br />
ve bu figürlerle süslü saraylarda yaşamış olmaları.<br />
seyredin ve hayal edin. Kim bilir belki siz de be-<br />
kurt, antilop, yaban eşeği, at gibi orman ile av<br />
len simurglar ya da nam-ı diğer zümrüdü anka<br />
Düşündürücü olan ise Selçuklulardan günümüze<br />
nim gibi bir masal figüranı olursunuz.<br />
62 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 63
KÜLTÜR / Fatih ÇINAR<br />
Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de<br />
Çevre Bilinci<br />
Sûfîler manevî hayatlarını hiçbir zaman<br />
maddî hayatlarındaki gelişim ve değişimden<br />
ayrı düşünmemişlerdir. Bir başka ifadeyle<br />
onlar, ‘manevî gelişim için maddî şartların<br />
gözetilmesi gerektiği’ hususunu her zaman<br />
ve zeminde vurgulamışlardır. Onlar, bu düşünceleri<br />
ile ‘başka canlıları ilgilendiren hususları<br />
göz ardı etmediklerini’ ve ‘yaratılana hizmeti<br />
Yaratana hizmet’ olarak gördüklerini göstermişlerdir.<br />
Sûfîlerin maddî âlem ile ilgili birçok kural<br />
koydukları ve bütün canlıları ilgilendirmesi<br />
yönü ile üzerinde ısrarla durdukları konulardan<br />
bir tanesi ise ‘Çevre Bilinci’ konusudur. Onlara<br />
göre tabiatın, güzellikleri ile varlığını sürdürebilmesi<br />
dünyada örnek ve lider insanlar olabilme<br />
açısından önemli olduğu kadar manevî<br />
ilerleme ve gelişme açısından da son derece<br />
önemli bir husustur. Bu konuyu enine boyuna<br />
tartışan ve bu konuda söz söyleyen isimlerden<br />
bir tanesi de sûfî kimliği ve maddî şartlara bağlılığı<br />
ile yakın tarihimizde müstesna bir konuma<br />
sahip olan Mustafa Takî Efendi’dir. Bu çalışmamızda<br />
Takî Efendi özelinde sûfîlerin çevreye<br />
olan duyarlılıklarını dile getirmek istiyoruz.<br />
Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de<br />
Çevre Bilinci<br />
Öncelikle Takî Efendi’nin içerisinde bulunduğu<br />
maddî çevreyi hatırlamanın isabetli olacağı<br />
kanaatindeyiz. Takî Efendi, Osmanlı’nın çöküş<br />
dönemi, I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyetin kurulduğu<br />
ilk yıllara şahitlik eden birisidir. Onun hayatını<br />
devam ettirdiği dönemde savaşlar nedeniyle<br />
açlık ve fakirlik memleketin dört bir tarafını<br />
sarmış durumdaydı. Toplum, kişiliğini olduğu kadar<br />
çevre düzeni ile vatanını da tekrar inşa etme<br />
sürecini yaşıyordu. Bu kritik süreçte Takî Efendi,<br />
ilmî, siyasî ve manevî kişiliğinin kendisine yüklediği<br />
sorumlulukla kişilik ve kimliklerin inşası<br />
kadar çevre bilincine sahip olarak yeniden bu<br />
vatanın inşası noktasında da dikkatli davranılması<br />
gerektiğinin altını çizmiştir.<br />
Takî Efendi, çevreye yani insan, hayvan, bitki<br />
ve cansız eşyaya karşı takınılması gereken tavrı<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Halkın hepsi Allah’ın<br />
iyali, fukarasıdır. Halkın Allah’a en ziyade sevgilisi<br />
Allah’ın iyaline yani yarattığı kullarına menfaati,<br />
iyiliği çok olandır.” 1 hadisinde zikredilen ‘iyâl’ kavramı<br />
ile izah etmeye başlamıştır. Ona göre, Müslüman<br />
olsun olmasın bütün insanlar, hayvanlar<br />
hatta bitkiler ve cansız eşyalar bu kavramın içerisine<br />
girmektedir. Dolayısıyla ‘yaratılmışa hizmet’<br />
dinin bir emridir. Bu emir ise çevreye karşı duyarlı<br />
olmayı zorunlu kılmaktadır. Takî Efendi, hadisin<br />
şerhindeki şu ifadeleri ile çevremizdeki insanlara,<br />
hayvanlara ve bütün eşyaya nasıl davranılması<br />
gerektiğini şöyle izah etmiştir: ‘Öyle ise kardeşler!<br />
Hiçbir mezhep, hiçbir cins aramayıp insanlara<br />
iyiliğe çalışmalı hakkı elimizde bulunan biçare<br />
hayvanlara da iyilik etmeliyiz. Onların yemelerine,<br />
yerlerine, tımarlarına, üremelerine iyi bakmalıyız.<br />
İşimizde kullanırsak iyi işlerde eza ve cefa etmeksizin<br />
kullanmalıyız. Allah’ın cansız mahlûklarına<br />
da iyilik etmeliyiz. Ormanlarda genç fidanları kesmemeli,<br />
onların büyümelerine mani olmamalı,<br />
köklerinden kesmemeli, devrilmelerine engel olmalı,<br />
otları ekinleri ezip büzmemeli, onlardan insanca<br />
istifade etmeliyiz. Bunun içindir ki, fıkıh kitaplarımızda<br />
tarlası olup da sürmeyip boş bırakan<br />
ve ekmiş olduğu şeylerini ve ağaçlarını sulamayıp<br />
kurumasına sebep olan ve dükkân ve değirmen gibi<br />
yerlere bakmayıp harap eden kimselerin günahkâr<br />
olacağı açıklanmıştır.’ 2<br />
Takî Efendi’nin bu ifadelerinde İslâm’ın insan,<br />
hayvan ve bütün yaratılmışa kısacası çevreye<br />
bakışını özlü bir şekilde dile getirdiğini görmekteyiz.<br />
Takî Efendi, meselenin zahir kısmına<br />
dair bu ifadelerinden sonra şu anlattığı hikâye<br />
ile çevre bilincinin manevî boyutuna da dikkat<br />
çekmiştir: “Şeyhin biri müritlerinden birine, ‘Bana<br />
şöyle bir ot parçası getir.’ demiş. Mürit sahralara<br />
çıkmış, bir ot koparamamış. Şeyhin yanına eli<br />
boş gelmiş. Şeyhin sorusuna karşı, ‘Elimi hangi<br />
ot parçasına uzattımsa o ot parçasının Yaratanı<br />
zikrettiğini gördüm. Hiç birini koparmaya cesaret<br />
edemedim.’ demiş. Bu, bir hikâye ise de hisse almalı,<br />
Yaratanın her yarattığına riayet etmeliyiz.” 3<br />
Takî Efendi’ye göre çevre kirliliğine sebep<br />
olan bataklıkları kurutmak, gerekli yerlere köprü,<br />
yol, misafirhane ve çeşmeler yapmak, ağaç<br />
yetiştirmek suretiyle ormanlar meydana getirmek<br />
ve bu işleri kolaylıkla yapabilmek için ziraat<br />
ve sanat aletleri geliştirmek hayra vesile<br />
olma anlamına geldiğinden inanan insana büyük<br />
mükâfatlar kazandıracak davranışlardır. O,<br />
64 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 65
“Hayra delalet eden, ön ayak olan o hayrı kendisi<br />
yapan gibidir. Şerre delalet eden, ön ayak olan da<br />
o şerri yapan gibidir.” 4 hadisinden hareketle bu<br />
güzel işleri yapmaya gücü yetenlerin yapmalarını,<br />
yapmaya gücü olmayanların hayra teşvik<br />
suretiyle o hayrı yapanlar gibi sevap kazanmalarının<br />
mümkün olduğunu dile getirmiştir. 5<br />
Takî Efendi’ye göre, aynı vatan üzerinde<br />
yaşayanlar ‘ortak unsurları’ korumakla yükümlüdürler.<br />
Buna göre vatan topraklarını koruma<br />
altına almak, ulaşım amacıyla yollar yapmak,<br />
deniz, liman, ırmak, dağ, ova ve diğer unsurları<br />
faydalanabilecek derecede genel hizmete hazır<br />
hale getirmek ve düşman saldırılarından vatanı<br />
koruyacak tedbirleri almak vatandaşların sahip<br />
olduğu ‘ortak unsurları’ korumak anlamıma<br />
gelir ki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in; “(Allahu Teâlâ<br />
buyurdu ki), ‘İki ortaktan birisi diğerine hıya<strong>net</strong><br />
etmediği müddetçe Ben o iki ortağın üçüncüsüyüm.”<br />
6 hadisinde dile getirdiği rahmet ve huzur<br />
ortamı ancak bu hizmetlerin hayata geçirilmesine<br />
bağlıdır. Takî Efendi’ye göre kasaba, mahalle,<br />
köylerde meralar, sular, ormanlar, yollar<br />
ve sokaklar da ‘ortak unsurlar’ içerisinde değerlendirilmeli<br />
ve bu mekânların temiz ve düzenli<br />
bir hale getirilmesine dikkat edilmelidir. 7<br />
Takî Efendi, çevre bilincini İslâm’ın temizliğe<br />
verdiği önem açısından da değerlendirmiştir.<br />
Takî Efendi’ye göre, Hz. Peygamber (s.a.v.):<br />
“İslâmiyet temiz ve paktır. Öyle ise temiz ve pak<br />
olunuz. Zira Cen<strong>net</strong>’e ancak temiz ve pak olanlar<br />
girer.” 8 hadisi ile temiz olma konusunda uyarıda<br />
bulunmuştur. Bu emri layığı ile yerine getirmek<br />
için ev, sokak, mahalle ve köyler her türlü pislikten<br />
arındırılmalıdır. Bu konuda hizmeti belediye,<br />
hükümet veya başka kurum/kimselerden<br />
beklememelidir. Kişi ancak bu şekilde yani her<br />
yeri temiz tutmaya gayret ettiği sürece temiz bir<br />
insan olarak Cen<strong>net</strong>’e girmeye hak kazanabilir.<br />
Takî Efendi’ye göre, bu hadis sadece dış temizliğe<br />
değil iç temizliğe de işaret etmektedir. Dolayısıyla<br />
yürekler/kalpler de temizlenmelidir ki<br />
insan Cen<strong>net</strong>’e layık hale gelsin. 9 Takî Efendi’nin<br />
bu ifadelerinden onun huzurlu bir hayat sürülebilmesi<br />
için fizikî çabaların yanı sıra manevî unsurların<br />
da göz ardı edilmemesi gerektiği fikrine<br />
sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. 10<br />
Sonuç<br />
İslâm’ın ana kaynakları ile sistemlerini şekillendiren<br />
sûfîlerin üzerinde durdukları önemli<br />
konulardan bir tanesi de ‘çevre bilinci ile hayatı<br />
idame ettirme’ hususudur. Takî Efendi özelinde<br />
çevre bilincini dile getirmeye çalıştığımız<br />
sûfîlerin bu konudaki yaklaşımlarından şu sonuçları<br />
çıkarmamız mümkündür:<br />
Sûfîler, çevreye olan duyarlılıklarını daima<br />
manevî gelişimleri ile bağlantılı olarak değerlendirmişlerdir.<br />
Onlar, maddî unsurları göz ardı<br />
etmeyen kimseler olduklarını çevre konusundaki<br />
açık ve <strong>net</strong> tavırları ile gözler önüne sermişlerdir.<br />
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” 11 ilkesi ile<br />
hayatlarına yön veren sûfîlerin önemli halkalarından<br />
birisi olan Takî Efendi ve onun gibi ilmî<br />
ve manevî kişiliği ile örnek olan şahsiyetlerin<br />
fikirleri derinlemesine incelenmeli ve günümüz<br />
insanına yön veren mesajları daha dikkatli<br />
bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır. Çevreye olan<br />
duyarlılığımızın azaldığı şu teknoloji çağında<br />
sûfîlerin konuya bakışlarındaki hassasiyeti yakalayıp<br />
bu kriterler ile hayatımıza anlam katmanın<br />
İslâm dünyasını eski günlerindeki ihtişamlı<br />
günlerine kavuşturacak önemli hususlardan birisi<br />
olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.<br />
Dipnot<br />
1. Beyhaki, Şuabu’l-iman, c.VI, s.42, no: 7444. (Hadislerin<br />
tercümeleri Takî Efendi’nin ‘Kırk Hadis’ isimli eserinden<br />
aynen alınmıştır.)<br />
2. Mustafa Takî, Kırk Hadis, Mithat Paşa Sanayi Mektebi Matbaası,<br />
Sivas 1327, s.16 (11 Numaralı hadisin şerhi)<br />
3. Takî, Kırk Hadis, s.17.<br />
4. Tirmizi, İlim, 14; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.300, no:1966.<br />
5. Takî, Kırk Hadis, s.27–28.<br />
6. Ebû Davud, Sünen, Büyû’, 26; Hâkim, el-Müstedrek ale’ssahihayn,<br />
Beyrut 1990, c.II, s.60, no:2322/191.<br />
7. Takî, Kırk Hadis, s.38–40. (25 numaralı hadis ve şerhi)<br />
8. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c.I, s.341, no:922.<br />
9. Takî, Kırk Hadis, s.44–45 (30 numaralı hadis ve şerhi)<br />
10. Takî Efendi’ye göre, “Bir kimse bir şey diker veya eker, ondan<br />
bir adam ve Allah’ın yarattığı mahlûkattan birisi ondan<br />
yerse yedikleri onu diken, eken kimseye sadaka olur”<br />
(Buhari, Edeb, 27; Tirmizi, Ahkâm, 40) hadisinde İslam’ın<br />
çevreye ne denli büyük bir önem verdiği açık bir şekilde<br />
belirtmiştir. Ona göre, bu hadis, bağ, bahçe, orman oluşturma,<br />
sebze ve meyve yetiştirme kısacası çevreyi ihya<br />
etme konusundaki önemli teşviklerden bir tanesidir. Takî,<br />
Kırk Hadis, s.64. (48 numaralı hadis ve şerhi)<br />
11. Aclunî. Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.490 (Hadis No:1320); Hâkim,<br />
Müstedrek, c.IV, s. 312.<br />
Olur mu<br />
Akl-ı Selim olanın hali çirkin olur mu<br />
Kalb-i Selim olanın sonu hazin olur mu<br />
Cehalet batağında boğulurken insanlık!<br />
Dosta sırtını dönen kişi, insan olur mu<br />
Menfaat kokuyorken zamanın sevgileri,<br />
Hakiki bir dost bulmak acep mümkün olur mu<br />
Bir gönüle girerse kibir denilen illet,<br />
Şaki olur o gönül hiç mutmain olur mu<br />
Nefsini ölü tut ki özgür olasın İrfan! ..<br />
Haris ruhlu şahıstan söyle muhsin olur mu ..<br />
Hızır İrfan ÖNDER<br />
66 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 67
EDEBİYAT / Vedat ALİ TOK<br />
Beşerin Dalâleti<br />
“Beşerin böyle dalâletleri var<br />
Putunu kendi yapar, kendi tapar”<br />
Tevfik Fikret<br />
“İnsanlığın, kendi yaptığı puta tapmak gibi sapkınlıkları vardır.”<br />
İnsan, yaratılışı gereği inanma ihtiyacını duyar<br />
her zaman. Buna iman denir. Bu imanın ibresi<br />
kimi zaman doğru olana ve hakka, kimi zaman<br />
da yanlışa ve bâtıla döner.<br />
Allahü Teâlâ isteseydi bütün yarattıklarını<br />
doğru yola getirir, o istikamette yürütürdü. O<br />
zaman hiçbir kimse yanlış yapmaz, dünyada<br />
yanlışlık namına hiçbir şeyden söz edilemezdi.<br />
Hâlbuki bizi Yaratan, dünyaya iman ve amel bakımından,<br />
yani inanç ve uygulama bakımından,<br />
serbest bırakarak göndermiştir. Akıl vermiş,<br />
doğruyu bulmamıza yardım için. Mantık vermiş<br />
doğruyu yanlıştan ayırt edebilmemiz için… Ve<br />
cüz’î irade vermiş ki aklımızı ve mantığımızı kullanarak<br />
hareket edelim.<br />
Peygamberler tarihine baktığımız zaman<br />
bazı peygamberlerin Allah’ı, tahkik yolu ile bulma<br />
mücadelesini görürüz.<br />
En’am Sûresinin 74 ilâ 82. ayetlerinde şöyle<br />
deniyor:<br />
“İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları<br />
tanrı mı ediniyorsun Doğrusu ben seni ve kavmini<br />
açık bir sapıklık içinde görüyorum.’.<br />
Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin<br />
melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk<br />
ki kesin inananlardan olsun.<br />
Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:<br />
‘Rabb’im budur.’ dedi. Yıldız batınca da: ‘Ben<br />
batanları sevmem.’ dedi.<br />
Ay’ı doğarken gördü: ‘Rabb’im budur.”<br />
dedi. O da batınca: ‘Yemin ederim ki, Rabbim<br />
bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa<br />
düşen topluluktan olurdum.’ dedi.<br />
Güneş’i doğarken görünce: ‘Rabb’im budur,<br />
bu hepsinden büyük.’ dedi. O da batınca dedi<br />
ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz<br />
şeylerden uzağım.<br />
Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan<br />
var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak<br />
koşanlardan değilim.’<br />
Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara<br />
dedi ki: ‘Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah<br />
hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz<br />
O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum,<br />
ancak Rabbimin dilediği şey hariç. Rabbim ilmiyle<br />
her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz<br />
Hakkında hiçbir delil indirmediği halde, siz<br />
Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben<br />
sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım’ Eğer<br />
bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven<br />
içinde olmaya daha layıktır<br />
İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar...<br />
İşte güven onlarındır ve doğru yolu<br />
bulanlar da onlardır.”<br />
Yıldızlara, Ay’a, Güneş’e baktıktan sonra<br />
onların zevale erişini gören ve bunların da üstünde,<br />
bunları da yö<strong>net</strong>en, yönlendiren bir ilâh<br />
vardır, diye düşünen ve Allah’ı bulan Hz. İbrahim<br />
sadece bir örnektir.<br />
Hz. İbrahim kavmini putlara tapmaktan alıkoymak<br />
için mantıklı bir iş yapmıştı.<br />
68 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 69
Bu, basit bir hadise değildir. Hz. İbrahim bu<br />
yaptıklarıyla insanların kendi ürettiği boş ve<br />
faydasız inançları yıkabileceği ve doğruyu bulabileceğini<br />
göstermek istemiştir. Yaşadığımız<br />
şu çağda hangi birimizin baş etmeye çalıştığı<br />
put yok ki…<br />
Cahiliye dönemi çok ilginçtir. Kendini ve yaratılış<br />
gayesini sorgulamaktan yoksun, sadece<br />
geleneğin yanlış kasırgasıyla savrulan; durup<br />
düşünmeyen insanların putları tanrı edinmeleri,<br />
kendi ellerinden çıkan putlara tapınmaları<br />
çok ilginçtir. Burada Hz. Ömer’in hatırladıkça<br />
güldüğü bir hadiseyi nakledeceğiz yalnız şairimizin,<br />
şiirine dönelim biraz:<br />
Tevfik Fikret bir bakıma Hz. Ömer’in anlattığı<br />
hatıradan mülhem bir durumu anlatıyor şiirinde;<br />
fakat onun put kavramına yüklediği anlam<br />
sadece maddî anlamda düşünülmemeli. İnsanın<br />
kendi eliyle yaptığı ve sonra da ona taptığı<br />
putlar o kadar çok ki… Bugün psikolojik rahatsızlıkların<br />
birçoğunun temelinde<br />
insanın bu kendi eliyle<br />
yaptığı putlar yatmaktadır diyebiliriz.<br />
Büyük halifelerimizden Hz.<br />
Ömer (r.a.) şöyle bir hatıra anlatıyor:<br />
Cahiliye devrinde evlerimizde<br />
putlar vardı. Bir yolculuğa<br />
çıktığımız zaman, o putların<br />
bir suretini undan veya helvadan<br />
yapar, yolculuk esnasında<br />
onlara tapar ve hürmet<br />
gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda<br />
ise, az evvel hürmet<br />
ettiğimiz, taptığımız helvadan<br />
putumuzu alır yerdik. Bundan<br />
daha gülünç bir hadise var mı<br />
Bunu hatırladıkça da Cahiliye<br />
zamanında ne kadar akıl dışı<br />
işler yaptığımızı anlar ve gülerim.<br />
Şüphesiz ki Tevfik Fikret, şiirinde sadece<br />
maddî anlamdaki putlardan bahsetmiyor. Beyitte<br />
put sözüyle insanın kendi oluşturduğu,<br />
ilâhî olmayan, beşerî düşünceler, inançlar, sıkıntı<br />
kaynağı olabilecek her türlü düşünceler<br />
kastedilmiştir. Bunlara vehim demek daha doğrudur.<br />
Sözgelişi aklın ve mantığın zerresi bulunmayan<br />
bazı törelere sadakatle bağlanmak,<br />
hiçbir sorgulamaya tâbi tutmadan inanmak ve<br />
bunları uygulamak. Yahut kendi ürettiği vehimlerle,<br />
birtakım beklentilere girmek. Ya da temelsiz<br />
korkulara kapılmak. Fallarla, burçlarla, yıldızlarla<br />
hayatına yön verme çalışmaları… Bunların<br />
hepsi insanın kendi ürettiği putlardır.<br />
İnsan, Hz. İbrahim’in putlarla mücadelesini<br />
kendine örnek almalı ve içindeki, dışındaki bütün<br />
putlarını kırmalı ki huzuru bulsun.<br />
Geldim Sultanım<br />
Elimi açmaya yüzüm kalmadı,<br />
Rahmeti Rahmana geldim sultanım.<br />
İki büklüm oldum sözüm kalmadı,<br />
Gedayım kapına geldim sultanım.<br />
Geçici dünyanın zevkine daldım,<br />
Bir günah yanında bir daha aldım,<br />
Gördüm ki sonunda sınıfta kaldım,<br />
Gedayım kapına geldim sultanım.<br />
Gözümü boyadı güzel gördüğüm,<br />
Nefsimle baş başa sanki kördüğüm,<br />
Gönül bahçesinde hazan ördüğüm,<br />
Gedayım kapına geldim sultanım.<br />
Güzü andırıyor yaprak sarısı,<br />
Yaş otuz beş derler yolun yarısı,<br />
Bir adım ötesi kabir kapısı,<br />
Gedayım kapına geldim sultanım.<br />
Kimi uzun yaşar ödün vermeden,<br />
Kimi solar gider gülün dermeden,<br />
Ben beni bilemem beni bilmeden,<br />
Gedayım kapına geldim sultanım.<br />
Rabia BARIŞ<br />
70 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 71
KİTAP / Hüsnâ KARANFİL<br />
KİTAPLIK<br />
Bâbıâli’de Hayat<br />
Edebiyatımızın üretken ismi Mehmet Nuri<br />
Yardım’ın yeni kitabı Çağrı Yayınları aracılığı<br />
ile okurlarla buluştu. Bâbıâli’de Hayat<br />
adını taşıyan kitap, isminin kaynağı olan<br />
Bâbıâli’yi yalnızca bir semt olarak anlatmıyor,<br />
o semte anlam kazandıran bir devri, yaşayanların<br />
tanıklıkları ile yâd ediyor.<br />
Kitapta Mehmet<br />
Nuri Yardım’ın 1985-<br />
2013 yılları arasında<br />
yapmış olduğu röportajlar<br />
yer alıyor.<br />
Yazar, Bâbıâli’nin basın-yayın<br />
hayatının<br />
kalbi olduğu zamanları<br />
yaşamış ve o dokuda<br />
izler bırakmış<br />
olan 26 önemli ismin<br />
izinden giderek onlara<br />
sorular yöneltmiş;<br />
semtin, en azından<br />
basın-yayın dünyasının<br />
eski rûhuna<br />
tekrar kavuşabilmesi<br />
için neler yapılması<br />
gerektiğini onların hâtıra, gözlem ve tecrübelerini<br />
konuşturarak ele almış.<br />
Bâbıâli’de Hayat’ın sayfalarında gezinmek,<br />
birbirinden değerli pek çok ismin kültür<br />
sohbetlerine kulak vermek gibi. Örneğin bir<br />
sayfada Dursun Gürlek tashihin mâhiyetiyle<br />
ilgili düşüncelerini beyan ediyor; İbnülemin<br />
Mahmud Kemâl İnal’e dâir yapmakta<br />
olduğu araştırmalardan detaylar paylaşıyor.<br />
Başka bir sayfada ise Gürbüz Azak, merhum<br />
yazarımız Peyami Safa ile ilgili hüzünlü bir<br />
hâtırasını anlatıyor; insanlarımızın, özellikle<br />
de gençlerimizin millî ve mânevî kültürümüzü<br />
çok iyi tanıması gerektiğinin altını çiziyor.<br />
Hüseyin Movit medya ve eğitim dünyasında<br />
sıklıkla yapılan dil yanlışlarını sıralarken (ki<br />
kitabın en ilginç yerlerinden<br />
biri o kısım) okuyucu<br />
kendi yanlışlarını gözden<br />
geçirme ihtiyacı hissediyor.<br />
Yazıkatüristimiz Lütfü<br />
Oflaz mizahın Türkiye’deki<br />
mâcerâsını edeb çerçevesinde<br />
değerlendiriyor.<br />
Söyleşilerin içinde en<br />
dikkat çekici olanların başında<br />
ise Olcay Yazıcı’nın<br />
cümlelerinin ağırlandığı<br />
bölüm geliyor. Yazıcı’nın<br />
tesbitleri özümüzden nasıl<br />
uzaklaştığımızı ortaya<br />
seriyor; okurken, “merhum<br />
haklı, kültürel çölleşme<br />
geleceğimizi tehdit ediyor,<br />
fakat şükür ki ırmaklar da<br />
onlar gibi emektarların sayesinde sonsuza<br />
akmaya devam ediyor.” diyorsunuz.<br />
Röportajların satır aralarında Beşir<br />
Ayvazoğlu’nun çocukluğunda iflah olmaz bir<br />
Jules Verne ve çizgi roman okuyucusu olduğu;<br />
Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın okuma yazması<br />
olmamasına rağmen tashihe fazlasıyla<br />
önem verdiği gibi pek çok enteresan gelen,<br />
gülümseten detaya da rastlamak mümkün.<br />
Lâkin kitap sadece bir anılar söyleşisi<br />
olarak düşünülmemiş. Yazarın sorduğu ustaca<br />
sorular konuklarını mâzinin sayfalarında<br />
yolculuğa çıkarırken tecrübelerini süzerek<br />
okuyucuyla paylaşmalarına da vesile olmuş.<br />
Dolayısıyla kitap, basın-yayın dünyasına ilgi<br />
duyan ya da dâhil olmak isteyenler için yol<br />
gösterici olma, üslup kazanmaları için duayenlerden<br />
öneriler barındırma mâhiyetini de<br />
taşıyor.<br />
Gerek konuşmacıların bahsettiği eserler,<br />
gerekse söyleşilerin sonunda yer alan kaynak<br />
niteliğindeki kitaplar listesi ise bu tür kitapları<br />
başka değerli kişileri ve eserleri keşfetme<br />
vesilesi olarak görenler için hazine niteliğinde.<br />
Her şeyden önemlisi, kitapta yer alan feyizli<br />
röportajlar ve anlatılan irfanla örülü<br />
zamanlar gösteriyor ki, artık sadece turistik<br />
bir bölge olarak görülen ve özellikle de yeme-içme<br />
mekânlarıyla işgâl edilen Bâbıâli ve<br />
çevresinin târihimizi şekillendiren o eski dokusunun<br />
daha fazla bozulmadan korunması<br />
ve gelecek kuşaklara aktarılması lâzım! Zîrâ<br />
değerlerimizin göz göre göre yok olmasından<br />
anlaşılıyor ki, toplumun sadece midesi için<br />
değil, asıl beyni için verimli beslenmeye ihtiyacı<br />
var!<br />
Bâbıâli’de Hayat<br />
Mehmet Nuri Yardım<br />
Çağrı Yayınları<br />
Tel: 0212 516 20 80<br />
Doğruluk Kitabı<br />
Ebû Saîd Harrâz<br />
Çeviri: Hacı Bayram Başer<br />
Hayykitap<br />
Tel: 0212 352 00 50<br />
Risâle-i Haseneyn<br />
Niyâzî-i Mısrî<br />
Revak Kitabevi<br />
Tel: 0216 342 47 97<br />
Tarih Tıbbı Konuşturdu<br />
Talha Uğurluel,<br />
B. Muammer Kayatekin<br />
Timaş Yayınları<br />
Tel: 0212 511 24 24<br />
Sus Ey Nefsim<br />
Fatih Duman<br />
Nesil Yayınları<br />
Tel: 0212 212 551 32 25<br />
Aile İçi İletişim<br />
Şaban Karaköse<br />
Rağbet Yayınları<br />
Tel: 0212 528 85 19<br />
72 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 73
PSİKOLOJİ / İbrahim BALCIOĞLU<br />
Eğitim, Zihin ve<br />
Gençlik<br />
“Eğitim; bir ailenin, bir toplumun, bir ulusun geleceğini<br />
şekillendirir. Başka milletlerin kölesi olmamak için<br />
eğitime ihtiyaç vardır. Eğitim sayesinde çağı yakalarız,<br />
refah düzeyimiz artar, mutlu oluruz.”<br />
Eğitim; bir ailenin, bir toplumun, bir ulusun<br />
geleceğini şekillendirir. Başka milletlerin<br />
kölesi olmamak için eğitime ihtiyaç vardır.<br />
Eğitim sayesinde çağı yakalarız, refah düzeyimiz<br />
artar, mutlu oluruz.<br />
Türk milleti için de eğitim birinci planda gelir.<br />
Atalarımız çok eskiden beri eğitime gerekli<br />
önemi ve değeri vermişlerdir. Esasen yüce dinimiz<br />
İslâm da bunu emretmektedir.<br />
Cumhuriyet Türkiye’sinde eğitim çok önemli<br />
düzeyde ele alınıp değerlendirilmiştir. Türk Milli<br />
Eğitimi’nin esas gayesi, milletimizin evlatlarını<br />
belirli ülküler ve fikirler çevresinde şuurlu<br />
kılmak ve eyleme hazırlamaktır.<br />
Aziz milletimizin çocukları eğitim sayesinde<br />
millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini<br />
öğrenir, özümser, korur ve uygulamaya<br />
koyar. Gençler ailesini, vatanını, milletini sever<br />
ve onları yüceltmeyi amaç edinmeyi öğrenirler.<br />
Millî şuurla yetişen evlatlarımız evrensel anlamda<br />
insan haklarına bağlı ve duyarlı, ezilenin<br />
ve sömürülen zümrelerin duyarlılıklarına hassas<br />
bir yapıya sahiptirler, vicdanî kanaati bünyelerinde<br />
barındırırlar.<br />
Milletimizin aziz evlatları bedenen ve ruhen<br />
dengeli ve sağlıklı bir yapıya sahip olmalıdırlar.<br />
Eğitimle gençlerin yetenekleri tespit edilir<br />
ve geliştirilir. Gençlere bilgi ve beceri kazandırılır,<br />
birlikte iş görme alışkanlığı verilir.<br />
Gençlere verilecek bilgi ve donanımla toplumun<br />
mutluluğu artırılır. Ayrıca aziz milletimizin<br />
her açıdan bütünlüğü ve dayanışması arzu<br />
edilir. Bunu anlayacak ve sağlayacak kapasitede<br />
gençlerin yetiştirilmesi hedeflenir.<br />
Gençlerimizin meslek sahibi olmalarını sağlamak<br />
çok önemlidir. Meslek kişilerin davranışlarına<br />
yön verir. Meslek sahibi insanların kendilerine<br />
olan güvenleri tamdır, diğer kişilerle<br />
ilişkilerinde problem yaşamazlar. Çevrelerine<br />
pozitif ışık verirler, mutluluk görüntüsü sergilerler.<br />
Eğitime büyük önem verilen ülkemizde eğitim<br />
kurumları herkese açıktır, eşit mesafededir.<br />
Okullarda dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı yapılmaz.<br />
Esasen öteden beri Türk milleti tarihinde<br />
hiçbir ayrım yapmamıştır.<br />
Ülkemizde eğitim kadın, erkek herkese fırsat<br />
ve imkân eşitliği vardır. Yoksunluk, yoksulluk<br />
sebebiyle öğrencilerin en yüksek eğitim<br />
kademelerine kadar ulaşmaları devletçe sağlanır.<br />
Parasız yatılı okullar, burs, kredi gibi yardımlar<br />
devletin görevleri arasındadır. Eğitimin<br />
yanında gençlerin hayata atılmaları ve uyum<br />
sağlamaları konusunda bilinçlendirmeleri gerekir.<br />
Bu amaçla kurslar düzenlenir, ek dersler<br />
verilebilir.<br />
Eğitimin gerçekleştirilmesinde Türkçe büyük<br />
önem taşır. Türk dilinin, eğitimin her kademesinde,<br />
özellikleri bozulmadan ve aşırılığa<br />
kaçılmadan öğretilmesine önem verilir, çağdaş<br />
eğitim ve bilim dili haline gelmesine, dilin zenginleşmesine<br />
çalışılır.<br />
Eğitimde bilimsel ve teknolojik esaslara ve<br />
yeniliklere öncelik verilmelidir. Gençler yabancı<br />
dil, bilgisayar ve beceriler konusunda bilgilendirilir.<br />
Çocuklar ve gençler donanımlı hale<br />
getirilmelidir. Çevresel ve psikolojik şartlar göz<br />
önünde bulundurulmalıdır.<br />
Eğitimde verimliliğin artırılması ve sürekli<br />
olarak gelişmenin ve yenileşmenin sağlanması<br />
bilimsel araştırma ve değerlendirmelere dayalı<br />
olarak yapılır. Bilgi ve teknoloji üretmek ve kültürümüzü<br />
geliştirmekle görevli eğitim kurumları<br />
gereğince donatılıp güçlendirilir.<br />
74 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 75
Bu yöndeki çalışmalar maddî ve manevî bakımdan<br />
teşvik edilir ve desteklenir.<br />
Eğitimin amacı gençlere riskler konusunda<br />
farkındalık vermeye, duyarlılık geliştirmeye<br />
yönelik olmalıdır. Duyarlılık geliştirme gayretleri,<br />
bireyin değer yargılarını güçlendirmek ve<br />
davranışına olumlu yönde yansıtmak olmalıdır.<br />
Farkındalık sonucu gençler işbirliği ve yardımlaşmaya<br />
uygun hale geliyor.<br />
Bilgi, beceri ve değerlerin gelişmesini temin<br />
etmek gerekir. Böylece öğrenmeyi ve bunun<br />
gerçekleşmesini sağlamak kurumların, kişilerin<br />
hedefi, görevi olmalıdır. Öğrenme teorik düzeyde<br />
olmamalıdır. Öğrenmede gözlem, araştırma,<br />
deneme, inceleme esastır. Öğrenci bildiklerini<br />
test etmeli, uygulamaya koymalıdır. Öğrendiklerinin<br />
yararını görüp görmediği tartışmaya<br />
açılmalıdır. Öğrenme, dersler, programlar Millî<br />
Kimliği merkeze almalıdır. Millî Kimliği beslemek,<br />
geliştirmek devletin görevleri arasındadır.<br />
Çocuklara ve ergenlere millî ve manevî değerlerimizi<br />
öğretmeliyiz. Bu uygulamaları yaparken<br />
evrensel değerlerin de göz ardı edilmemesi<br />
lazımdır. Hayat boyu öğrenen, edindiği bilgi ve<br />
beceriyi hayata geçiren bireylerin yetiştirilmesinde<br />
öğrenme, öğretim stratejisi, yöntem ve<br />
teknikleri büyük önem taşımaktadır.<br />
Öğrenme etkinlikleri/yaşantıları, öğrencilerin<br />
gelişim düzeylerine uygun ve anlamlı olmalıdır.<br />
Etkinlikler gerçekleştirilirken öğrencilere<br />
yeterli ve uygun materyal sağlanmalıdır.<br />
Öğrenme ve öğretme etkinlikleri ürünle<br />
birlikte sürece de yönelik olmalı ve öğrenci<br />
başarılarının değerlendirilmesinde bireysel<br />
farklılıklar ilkesine dikkat edilmelidir. Öğrenme<br />
ve öğretme etkinliklerinde yalnızca bilgiyi<br />
aktarmak değil, bilgiyi yeniden yapılandırmak,<br />
yeni durumlara transfer etmek ve sentez yapmak<br />
temel amaç olarak alınmalıdır. Öğrenme<br />
ve öğretme etkinliklerinde öğrencilerin hazır<br />
bulunuşluk düzeyleri, algı ve güdüleri, bireysel<br />
özellikleri ve derse katılımları desteklenmelidir.<br />
Öğrenme; belli bir amaca yönelik olarak<br />
düzenlenmiş hayatlar yoluyla edinilen kognitif<br />
yeterlilikleri, duyuşsal özellikleri ve psikomotor<br />
becerileri kapsar. Öğrenme, yaşam boyu süren<br />
örüntüler bütünüdür. Öğrencide olumlu bir<br />
benlik algısı ve şuuru geliştirilmelidir.<br />
Her insan, hayata etkin ve üretken bir biçimde<br />
katılarak kendini gerçekleştirme ihtiyacındadır.<br />
Bu bağlamda insan doğası, olumlu ve geliştirilebilir<br />
bir potansiyele sahiptir. Öğrenme<br />
ve öğretme süreci, öğrenciler arasında yarışma<br />
ve rekabet gibi yıkıcı duyguları körükleyen bir<br />
anlayışla değil; paylaşma, işbirliği ve dayanışma<br />
gibi insani bir ortamda yö<strong>net</strong>ilmelidir. Öğrenme<br />
ve öğretme sürecinde öğrencinin fiziksel,<br />
toplumsal ve psikolojik sağlığını korumak<br />
ve göz önünde bulundurmak esas olmalıdır.<br />
Ayrıca aynı öğrencinin bireysel nitelikleri ve<br />
sosyokültürel düzeyi de göz ardı edilmemelidir.<br />
Öğrenmede, öğretmenin ne yaptığı elbette<br />
önemlidir. Fakat öğrencinin zihinsel ve bedensel<br />
kapasitesi, öğrenmede daha çok önem arz<br />
eder.<br />
Öğretici, öğrencileri motive eden, yeni ve<br />
özgün ortamlar hazırlayabilen, gerektiğinde<br />
rehberlik eden, teşhis koyabilen, öğrenmekten<br />
bıkmayan ve sürekli araştıran özelliklere sahip<br />
olmalıdır. Eğitim sayesinde çocuklara ve gençlere<br />
ulaşabiliriz.<br />
Eğitim sayesinde çocuklara istenilen fakat<br />
amacı gizli ideolojileri vermek mümkündür.<br />
Güney Kore’yi unutmamak gerekir. Güney<br />
Kore’yi kontrol etmek ve sömürmek için dinine,<br />
kültürüne el atmışlardır. Sonunda Güney Kore<br />
halkı büyük ölçüde Hristiyan yapılmıştır.<br />
Sömürgeciler, terör örgütleri ve uyuşturucu<br />
çeteleri, çocuklara ve gençlere el atarlar. Onlarına<br />
zihinlerine nüfuz ederler.<br />
Sonuç: “Eğitimsiz ve fakir topluluklar münevver<br />
cemiyetlerin kölesi olurlar.”<br />
76 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 77
ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI<br />
Her bölgesi ayrı bir güzellikte olan<br />
cen<strong>net</strong> vatan Anadolu’muzun her karışında<br />
büyük evliya, Allah dostu insanların<br />
olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bazı bölge<br />
ve illerinde ise sahabe hatta peygamberlerin<br />
varlığından bile bahsedilmektedir. Bunlardan<br />
birçoğunun makam olduğunun bilinmesine<br />
rağmen Anadolu insanımızın Peygamberimize<br />
ve onun sahabesine olan sevgi ve muhabbetinden<br />
dolayı sahabenin o yere uğramasını, konaklamasını<br />
bile Allah’ın bir ihsan olarak kabul<br />
etmiş, o yerleri manevî makam olarak belirlemiş,<br />
o mübarek insanları bölgenin manevi bekçileri<br />
ve huzur kaynakları olarak görmüşlerdir.<br />
Batı Karadeniz’in gözbebeği olan Bartın<br />
ilimizde de bir sahabenin bulunduğu rivayet<br />
edilmektedir. Türbe Hz. Peygamberimiz<br />
(s.a.v.)’in sancaktarı Ebu’d-Derda Hazretleri<br />
adına manevî makam olarak hazırlanmıştır.<br />
Ebu’d-Derda Hazretlerinin Şam’da vefat ettiği<br />
ve kabrinin de Şam’da bulunduğu bilgileri<br />
kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak yine tarihî<br />
kaynaklarda geçtiğine göre İstanbul’un kuşatılması<br />
sırasında bu bölgeden geçerken Bartın’da<br />
bir süre kalan Ebu’d-Derda Hazretlerinin hatırasına<br />
manevi bir makam olarak kabul edilen<br />
konakladığı yere sonradan bir türbe yapıldığıdır.<br />
Bugün, yanında küçük bir cami ile çeşme<br />
bulunan türbe birçok yerli ve yabancı turist<br />
tarafından ziyaret edilmektedir.<br />
Ebu’d-Derda (r.a.)’ın asıl ismi Uveymir b.<br />
Zeyd b. Kays’dır. Ebu’d-Derda ismi ile tanınmıştır.<br />
Medine’de Hazrec Kabilesine mensup<br />
olup Ensar’dandır. Bedir Savaşı sırasında Müslüman<br />
olmuştur. Ensar’dan İslâm’ı en son kabul<br />
eden kişi olarak da bilinir.<br />
Bartın Velîleri<br />
Müslüman oluşunu hanımı<br />
Ümmü’d-Derda şöyle anlatır:<br />
“Ebu’d-Derda kendisine ait bir putu vardı<br />
ve ona çok bağlıydı. Aile efradının hepsi Müslüman<br />
olmuştu. Peygamberimizin şairlerinden<br />
Abdullah İbn Revaha Ebu’d-Derda’nın cahiliye<br />
döneminden beri çok sıkı dostlukları vardı. Abdullah<br />
İbn Revaha sık sık, “Ebu’d-Derda! Son<br />
yurdunun İslâm olmasını arzu eder misin” diyerek<br />
onu İslâm’a davet ediyordu Ebu’d-Derda<br />
ise buna yanaşmıyordu.<br />
Ebu’d-Derda yine bir gün putuna tapınıp<br />
ona gerekli ihtimamı gösterdikten sonra dışarı<br />
çıktı. Arkasından Abdullah İbn Revaha geldi<br />
ve evime girdi. Ebu’d-Derda’yı sordu. Az önce<br />
dışarı çıktığını söyledim. İbn Ravaha içeri girdi,<br />
yanında bir keser vardı. Putu indirdi ve onu<br />
parçalamaya başladı. Bir yandan da “Duyunuz!<br />
Allah’la birlikte anılan her şey bâtıldır.” şeklinde<br />
şiirler söylüyordu.<br />
O puta vurup duruyorken keser sesini işittim<br />
ve odaya girdiğimde şok olmuştum ve şöyle<br />
dedim: “İbn Revaha beni mahvettin...”<br />
İbn Revaha çıktı gitti, hemen arkasından da<br />
Ebu’d-Derda eve döndü. Beni korkudan ağlıyor<br />
görünce, “Neyin var” diye sordu. Ben, “Arkadaşın<br />
Abdullah İbn Revaha eve girdi ve şu gördüğünü<br />
yaptı.” dedim.<br />
Ebu’d-Derda parçalanmış puta baktı ve çok<br />
kızdı. Sonra düşündü ve şöyle dedi: “Eğer bu<br />
putta bir hayır olsaydı kendisini savunurdu.”<br />
Sonra Abdullah İbn Revaha’nın yanına gitti.<br />
Ona, “Beni Muhammed’in yanına götür.” dedi.<br />
İkisi birlikte Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına gittiler<br />
ve Ebu’d-Derda<br />
orada Müslüman oldu.”<br />
Ebu’d-Derda (r.a.)’nın Müslüman<br />
olmasından son derece memnun<br />
olan Hz. Peygamber (s.a.v.) onu,<br />
Selman-ı Farisî ile din kardeşi yaptı.<br />
Geç bir dönemde İslâm’a girmesine rağmen<br />
Ebu’d-Derda (r.a.) bundan sonraki hayatını<br />
dinine adadı. Başta Uhud Savaşı olmakla<br />
üzere bütün gazvelerinde Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) ile birlikte bulundu. Onun bilhassa<br />
Uhud’da büyük fedakârlık ve şecâat örnekleri<br />
gösterdiği ve Efendimiz (s.a.v.)’in “Uveymir<br />
ne müthiş bir savaşçıdır.” iltifatına mazhar olduğu<br />
rivayet edilir. Askerî faaliyetlerin yanı<br />
sıra ilimle de meşguliyetini devam ettiren<br />
Ebu’d-Derda (r.a.), Allah Rasulü (s.a.v.) hayatta<br />
iken Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberleyen<br />
sahabeler arasına girdi. Ebu’d-Derda<br />
(r.a.) Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hilâfeti sırasında<br />
başlatılan ve Bizans kontrolündeki bölgeleri<br />
hedef alan Şam fetihlerine iştirak etti.<br />
Kaynakların bildirdiğine göre o orduda kadı<br />
olarak görev yapmıştır. Bu şekilde İslâm tarihindeki<br />
ilk (kadı askerinin) Ebu’d-Derda (r.a.)<br />
olduğu rivayet olunur.<br />
“Daima ahiret hesabını ve Allah rızasını<br />
gözeten Ebu’d-Derda çevresinde olup bitenlere<br />
ibret gözüyle bakardı. Müslüman olduğu<br />
sıralarda karısını ihmal edecek kadar ibadete<br />
düşkündü. Selman-ı Farisî, İslâmiyet’in bu<br />
kadarına izin vermediğini söyleyerek onun<br />
bu konudaki aşırılığına engel oldu. Ebu’d-<br />
Derda’nın ibadeti daha çok tefekkür ve ibret<br />
alma tarzındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
onun hakkında “ümmetimin en âbidi ve<br />
en müttakisi”, “bu ümmetin hâkimi” gibi<br />
takdirkâr ifadeler kullandığı rivayet edilmektedir.<br />
Dünya malına değer vermeyen Ebu’d-<br />
Derda, kızı Derda’yı onunla evlenmek isteyen<br />
Yezid b. Muaviye’ye<br />
vermemiş, fakir bir Müslümanla<br />
evlendirmişti. Bildiklerini<br />
söylemekten çekinmezdi. Halkı iyilik<br />
etmeye, ahireti düşünmeye, yetimleri gözetmeye,<br />
köle azat etmeye, Allah’ı zikretmeye,<br />
mütevazı ve dünyaya karşı tok gözlü olmaya,<br />
zulümden kaçınmaya teşvik ederdi. İnsanın<br />
bildiklerini uygulaması gerektiğini söyler,<br />
ilme ve dini yaşamaya çok önem verirdi.<br />
Ebu’d-Derda tefsir, fıkıh, hadis ve kıraat<br />
sahalarında ashabın ileri gelenlerindendi.<br />
Yıllarca titizlikle yürüttüğü kadılık görevi sırasında<br />
bir hüküm verdikten sonra davalıları<br />
geri çağırtıp onları tekrar dinlediği olurdu.<br />
Onun bu titizliği hadis rivayetinde de görülür.<br />
Ebu’d-Derda’dan hadis öğrenmek üzere<br />
çeşitli ülkelerden gelen hadis talebelerine<br />
rivayette bulunduktan sonra herhangi bir<br />
yanlışlık yapmış olabileceğini düşünerek,<br />
“Hadis bunun gibidir veya buna benzer şekildedir.”<br />
der, böylece meydana gelebilecek<br />
muhtemel hataların sorumluluğundan kaçınmak<br />
isterdi. Önemli bir yönü de Kur’an<br />
muallimliği olan Ebu’d-Derda “Dımaşk mukrii”<br />
diye anılırdı.” (İslâm Ansiklopedisi)<br />
Ebu’d-Derda (r.a.)’ın güzel sözlerinden<br />
bazıları şunlardır:<br />
“Kul, Allah’a ibadetle meşgul olunca Allah<br />
onu sever, mahlûkatına da sevdirir.”<br />
“İmanın zirvesi başa gelene sabır, kadere<br />
rıza, samimi bir tevekkül ve Allah’a boyun<br />
eğmektir.”<br />
“Bir saat tefekkür, bütün bir gece nafile<br />
ibadet etmekten hayırlıdır.”<br />
“Bilmeyene bir kere, bilip de yapmayana<br />
yedi kere yazıklar olsun.”<br />
“İlim ancak arayıp öğrenmekle olur. İlim<br />
için sabah çıkıp akşam dönmenin cihad olmadığını<br />
sanan kimsenin aklı eksiktir.”<br />
78 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 79
EĞİTİM / M. Emin KARABACAK<br />
Çocuklara Gelişim Dönemlerine Göre<br />
“Allah”ı Anlatmak<br />
İnsanın doğasında var olan fakat nasıl olduğu<br />
tam bilinmeyen, sevgi, korku, kin, öfke, hırs<br />
gibi duygular soyut olarak bulunmaktadır.<br />
Soyut kavramları, somutlaştırarak ya da benzetme<br />
yaparak açıklanabilmektedir. Ancak anlatılacakların<br />
içinde somutlaştırma ve benzetme<br />
yapılması mümkün olmayan “Allah” kavramı<br />
olunca bunun bu kadarda kolay olamayacağını<br />
göstermektedir.<br />
0-2 Yaş: Allah için Sevgi ve Güven Verin<br />
Bu dönemde çocuklara Allah’ı anlatmaktan<br />
daha çok, Allah’ı anlatacak kişi ya da kişilerin,<br />
çocuğun temel güven duygusunu geliştirmesi<br />
gerekir. Temel güven duygusunu kazanan çocuklar,<br />
ilerde kendisine anlatana ve anlatılana<br />
güvenecektir. Eğer bu dönemde çocuklar, güven<br />
duygusu yerine güvensizlik duygusu kazanırsa<br />
ileride insanlara ve onların anlatacaklarına<br />
da güvenmemeyi öğreneceklerdir.<br />
Bebeklik dönemi dediğimiz 0-2 yaşları arasında<br />
çocuklar, temel güven ya da güvensizlik<br />
duygusunu kazanırlar. Çocuğun temel ihtiyaçları<br />
dediğimiz; beslenme, uyku, ağrısının giderilmesi,<br />
altını ıslatma gibi ihtiyaçlarının zamanında<br />
karşılanıp karşılanmamasına bağlı olarak<br />
çocukta güven ya da güvensizlik duygusu gelişecektir.<br />
Çocukla bu dönemde temas halinde olan<br />
anne ya da anne yerine geçen bakıcı; çocuğun<br />
temel ihtiyaçları zamanında karşılanıp karşılanmamasında<br />
büyük etkendir. Çocukların karnı zamanında<br />
doyurulup, uyku düzenine dikkat edilir,<br />
ağrıları zamanında giderilir ve altı da zamanında<br />
değiştirilirse çocukta temel güven duygusu gelişir.<br />
Bunun sonucunda da çocuklar ilerde güven<br />
duygusunun gelişmesine bağlı olarak kendine<br />
ve çevresindekilere güvenecektir.<br />
Çocukların temel gereksinimleri olan karınlarının<br />
doyurulması, altlarının değiştirilmesi,<br />
uyku düzenleri ve ağrılarının giderilmesi konusunda<br />
gereken hassasiyet gösterilmezse;<br />
çocuklar güven duygusunu kazanamayacaklardır.<br />
Bunun sonucunda da çocuklar başta kendisi<br />
olmak üzere dış dünyaya karşı güvensiz biri<br />
olacaklardır.<br />
Bu dönemi olumsuz geçiren çocuklar, ilerde<br />
kendilerine güvenemeyen, içine kapanık,<br />
sosyal ilişkileri zayıf birer kişiler olacaklardır.<br />
Bu kişiler ileriki dönemlerde sorumluluk almak<br />
istemeyen, güvensiz, kendisiyle ve çevresiyle<br />
barışık olmayan birer insan olacaklardır.<br />
Bu dönemde anne babalar, çocukların temel<br />
güven duygularını geliştirirken onlara en güzel<br />
şekilde sevgilerini de göstermelidirler. Yeterli<br />
sevgi görmeden büyüyen çocukların, başkalarını<br />
sevmekte zorluk çektikleri bir gerçektir. Bu<br />
itibarla başta Allah ve Peygamber olmak üzere,<br />
dinî değerleri çocuğa sevdirebilmek için<br />
çocuğu yeterli ve ölçülü bir şekilde sevmeleri<br />
gerekir. Ve en önemlisi bu sevgiyi de ona hissettirebilmeleri<br />
gerekir. Çünkü insanoğlu ancak<br />
sevildikten sonra sevebilmektedir.<br />
2-7 Yaş: Mesajlar Oyunla Verilmeli<br />
Bu dönemde çocukların yürümeye başlamalarıyla<br />
birlikte, tanımak için her şeyi ellerine almaya<br />
çalışırlar. Çocukların tanıma amaçlı olarak<br />
her şeyi eline almaları, anne babaları tarafından<br />
desteklenirse çocuğun özerklik duygusu gelişecektir.<br />
Çocukların tanıma amaçlı olarak ellerine<br />
almaya çalıştıkları şeylerin anne babaları tarafından<br />
evi karıştırma olarak algılanıp “Onu elleme,<br />
yapma, etme…” denerek çocukların özerklik<br />
duyguları engellenirse, çocukların utangaçlık ve<br />
şüphe duyma duyguları gelişecektir.<br />
Yine çocukların hayal dünyalarının geniş olmasından<br />
dolayı olmadık hayaller kurar ve bu<br />
hayalleri gerçekleştirmek için büyük çaba sarf<br />
ederler. Bu dönemde çocuklar hayallerle gerçekleri<br />
karşılaştırdıkları için çocukların hayalleri<br />
anne baba yalancılıkla suçlanır.<br />
80 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 81
evresini dikkate alarak yeteneklerine uygun<br />
yönlendirmeler yapılmalıdır. Bu dönemde çocukların<br />
zekâları somut evrede de olsa olaylar<br />
arasında akıl yürütme ve bağlantı kurabilirler.<br />
Çocuklara verilecek eğitim sevgiye dayalı ve<br />
somutlaştırılarak verilmelidir.<br />
Çocuklar, bu dönemde de anne babalarının<br />
nasihatlerinden daha çok davranışlarını model<br />
alırlar. Söz dinlemeleri, yalan ve kötü söz söylememeleri<br />
için nasihat etmek yerine, çocuğa en<br />
güzel şekilde model olmak gerekir. Çocukların<br />
olumsuz davranışlarına müdahale edilecekse,<br />
doğru davranışları örnek göstererek kısa ve öz<br />
Çocukların girişimcilik duyguları anne babaları<br />
tarafından desteklenip, gerekli yönlendirmeler<br />
sağlıklı bir şekilde yapılırsa, çocukların<br />
girişimcilik duyguları gelişecektir. Çocukların<br />
çabaları anne baba ve çevresi tarafından engellenip,<br />
çocuk yalancılıkla suçlandığı zaman<br />
suçluluk duyguları gelişecektir.<br />
Bu dönemi sağlıklı geçiren çocuklar, ileride<br />
kendi ayakları üzerinde duran, kendi kararlarını<br />
verebilen, bağımsız bir kişilik geliştirmiş<br />
olacaklardır. Bu dönem sağlıklı bir şekilde geçirilmezse<br />
yani özerkliği desteklenmeyip davranışlarından<br />
dolayı eleştirilip, her şeylerine<br />
karışılan bu çocuklar, utangaç ve şüpheci birer<br />
kişi olacaktır. Bunun sonucunda da çocuk ileride<br />
toplum içine karışmayıp kendi kabuğuna<br />
çekilen, yalnız kimseler olacaktır.<br />
Bu dönemde anne babaların en büyük hataları,<br />
çocukları katı disiplin içinde bağırıp çağırarak<br />
ve eleştirerek yetiştirmeye çalışmalarıdır. Bunun<br />
yerine anne babalar çocuklara karşı yaklaşımları<br />
da sevgi, şefkat, hoşgörü şeklinde olmalıdır.<br />
Çocuklar bu dönemde somut zekâ devresinde<br />
oldukları için akıl yürütme becerileri gelişmediği<br />
için çocuklar söylenenleri dinleyebilir<br />
ve anlayabilirler. Fakat muhakeme yapamazlar<br />
çok, çocuğun gönlüne hitap edebilecek oyun ve<br />
el becerilerinden yararlanarak anlatmak gerekir.<br />
Çocuklarla oyun oynarken dinî içerikli kelimeler<br />
telaffuz edilerek, dinî değerleri sevebilecek mesajlar<br />
verilmelidir. Resimlerde ise Kâbe resmi,<br />
cami, minare resmi, namaz kılan, Kur’an okuyan<br />
çocuk gibi dini sembolize edebilecek unsurlardan<br />
yararlanılabilir. Yine çocuklara alınacak hediye<br />
(takke, başörtü, oyuncak) ve kitaplarda (boyama<br />
ve okuma kitapları) dini sembolize edecek<br />
unsurların bulunmasına dikkat edilmelidir.<br />
7-10 Yaş: Nasihat Yerine Model Olmalı<br />
Bu dönem çocukların duygularının durulduğu,<br />
çatışmalardan uzak, eğitim ve öğretimin<br />
verilebileceği en uygun dönemdir. Önceki dönemlerde<br />
çocuklar için temel bir bölge veya<br />
temel bir etken varken, bu dönemde böyle bir<br />
durum söz konusu değildir. Bu dönem çocukların<br />
zihinsel gelişimleri öğrenmeye hazır olarak<br />
bilgi ve becerileri alabilecekleri olgunluğa<br />
eriştikleri bir dönemdir. Önceki dönemlerde<br />
çocuklar, kendilerini anne babalarının bir uzantısı<br />
olarak görürken, bu dönemde ayrı bir kişi<br />
olduklarının farkına varırlar. Çocuklar önceki<br />
dönemde toplum ve çevreyi ailenin değerlerine<br />
göre tanımlarken, bu dönemde ise kendilerine<br />
göre algılar ve o şekilde tanımlarlar.<br />
bir şekilde yapılmalıdır. Soyut zekâya doğru<br />
geçiş süreci olan bu dönem, ailenin anlattıkları<br />
dini değerlere arkadaş çevresinde anlatılanlarda<br />
eklenecektir. Çocuklar arkadaş çevresinde<br />
öğrendiklerini, evde pekiştirme adına uygulamaya<br />
çalışacaktır. Çocukların anlattıklarına verilecek<br />
geri bildirimler, çocukların Allah tasavvuru<br />
konusunda düşüncelerini etkileyecektir.<br />
Bir gün bir kız çocuğu kurs hocasına:<br />
- Hocam arkadaşlarım başını açanları, Allah<br />
saçlarından tavana asarak cehennemde cayır<br />
cayır yakacağını söylüyorlar, der. Toplumumuzun<br />
çocuklara dinî değerlerin nasıl anlatıldığını<br />
gösteren ibretlik bir ifadedir.<br />
Hoca da çocuğun psikolojisini çok iyi anlamış<br />
olacak ki, çocuğun cezadan çok Allah’tan<br />
kaygılandığını anlar ve hem çocuğun sorusunu<br />
cevaplamak hem de Allah’ın kötü biri olmadığını<br />
anlatmak için;<br />
- Hayır, evladım! Allah hiç kimseyi başı açık<br />
diye cehennemde cayır cayır yakmaz. Allah çocukları<br />
da saçlarını kapatanları da çok sever.<br />
Allah sevdiklerini de cen<strong>net</strong>ine koyar, diye cevaplandırır.<br />
Çocuk büyük ihtimalle Allah’ın kötü<br />
biri olmadığını, insanları cezalandırmak istemediğini<br />
hatta çocukları çok sevdiğini anlamış ve<br />
rahatlamış olacaktır. Burada yapılmak istenen<br />
Akıl yürütme ve olaylar arasında bağlantının<br />
kurulabildiği bu dönmede, Allah kavramı korkuya<br />
dayalı verildiği takdirde çocuklar, anne babalarının<br />
anlattıklarını önemseyecektir. Bu durumda<br />
çocuklar, Allah’ı kötü biri olarak algılayacağından<br />
sorgulamayı ve araştırmayı olumsuz<br />
yönde yapacaktır. Sorgulama da anne babayı<br />
model alış şekliyle olacağından Allah kavramı<br />
güzellikle ve sevgiyle anlatılmalıdır.<br />
10 Yaş ve Ergenlik: Dinî<br />
Sorumluluklar Yüklenmeli<br />
Çocukların ergenliğe giriş süreci ve dinî sorumluluklarının<br />
yükümlü olduğu bu dönemde<br />
soyut zekânın gelişmesine bağlı olarak da anlatılanları<br />
kavrayabileceği bir dönemdir.<br />
Çocuklara Allah sevgisi ve Allah korkusu telkini<br />
ancak bu yaşlardan sonra vicdan gelişimine<br />
mümkün olabilmektedir. Yine bu dönemde<br />
de çocuklara Allah’ı anlatırken model olunarak<br />
ve sevdirerek anlatılmalıdır. Çocuklar, anlatılanları<br />
doğru anlayabilecekleri için bilgileri doğru<br />
kaynaktan ve doğru bir şekilde verilmelidir.<br />
Okul öncesi dediğimiz bu çağlardaki çocuk-<br />
Bu dönemde çocuklar kendi yeteneklerinin<br />
ne olursa olsun çocuklara Allah’ın cezalandırıcı<br />
Çocuklara bu değerler verilirken de korkutarak<br />
lara Allah’ı soyut olarak anlatmak yerine daha<br />
farkına vardıklarından çocukların somut zekâ<br />
değil, affedici olduğu mesajının verilmesidir.<br />
değil sevdirerek verilmelidir.<br />
82 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 83
AİLE / Sefa SAYGILI*<br />
Ailede Ekonomik<br />
Günümüzde evlilikteki geçimsizliklerin<br />
önemli bir kısmının ekonomik konulara<br />
dayandırıldığını görüyoruz. Ama hakiki<br />
sebebin para ile ilgili olmadığını düşünüyorum.<br />
Gerçekten para sıkıntısı çeken birçok çift<br />
biliyorum. Bunlar, karşılıklı dayanışma ve<br />
fedakârlıkla hayatlarını zenginleştirip mutlu, başarılı<br />
bir evlilik sürdürmekteler. Para konusundaki<br />
gayretlerini paylaşmak onları daha yakınlaştırır,<br />
yuvalarının temelini daha sağlamlaştırır<br />
sanki. Bazı durumlarda kadın da evinde veya<br />
dışarda iş yapar, ama onlar bunu bir geçimsizlik<br />
konusu haline getirmezler. Bu gibi yuvaların<br />
varlıklı ailelerden bile, yerine göre daha mutlu<br />
Problemler<br />
olabildiğini sık sık görüyorum. Bu çiftler ekonomik<br />
sıkıntıdan hiç bunalmaz, hiç kavga etmezler<br />
mi Ederler, tabii olarak. Ne var ki eşler arasında<br />
mevcut olan birbirine anlayışlı davranma, bütün<br />
kriz ve çatışmaları atlatabilecek ölçüde sağlamdır.<br />
Aliye hanım aynen şunları anlatıyordu: “Doktor<br />
bey, evimiz yok. Kiradayız. Beyimin kazancı<br />
düşük. Etrafdaki kadınlar hep bana laf atıyorlar.<br />
Ama beyimin elinden geleni yaptığını biliyorum.<br />
Sonra kazancını hep bizim için harcar. Çocuklarına<br />
düşkün, iyi bir insandır o. Bu yüzden sabrediyorum<br />
ve Allah’a dua ediyorum.”<br />
Bir başka hanım ise: “Karşılıklı güven ve sevgi<br />
içinde pilava kaşık sallamak, bana etli yemeklerden<br />
daha lezzetli geliyor” diye bu durumu<br />
özetliyordu. Halbuki her kadın böyle değildir.<br />
Bazı hanımlar kocalarının daha iyi hayat şartları<br />
sağlayamamış olmasından şikâyetçidirler. Böyle<br />
biri muayenehanede kocasına sert ifadelerle çıkışmış;<br />
“İfrit oluyorum sana! Neden bu kadar az<br />
para kazanıyorsun O kadar okumuşsun, iktisat<br />
diploman var, hiçbir eksiğin yok. Niçin paralı bir<br />
işe girmiyorsun sanki” demişti.<br />
Görüşmeden sonra kadına şu mesajı vermiştim:<br />
“Neden beyinizi olduğu gibi kabul etmiyorsunuz<br />
Onun hırslı, yırtıcı, gözü yüksekte olan<br />
biri olmadığını biliyorsunuz. Öyle olsaydı, zaten<br />
onu sevemez, onunla evlenmeyi istemezdiniz.<br />
Çünkü o tip erkeklerden hoşlanmadığınızı söylediniz.<br />
Ne gecesi ne gündüzü, ne yazı ne kışı belli,<br />
durmadan makine gibi çalışan adamların size<br />
göre olmadığı anlaşılıyor. Halbuki sizin kocanız<br />
uysal, iyi yürekli, kimseye zararı olmayan, haramı<br />
helali bilen, ailesine ve evine düşkün bir insan.<br />
Eğlenceyi evinde arıyor, çocuklarınızla çok iyi<br />
anlaşıyor ve onlarla vaktini geçiriyor. Sonra size<br />
değer veriyor. Lütfen dışardaki olumsuz örnekleri<br />
düşünüp beyinizi öyle değerlendirin.”<br />
Bilemiyorum, eve gidince hatasını anladı mı<br />
İlk fırsatta gidip kocasının boynuna sarılarak:<br />
“Ben geçimsiz, patavatsız biriyim! Beni affet.<br />
Arada gerçi para diye mırıldanıyorum, ama aslında<br />
senin sevgin, şu mutlu yuvamızın, imanlı<br />
olarak helal gelirle yetiştirmeye çalıştığımız<br />
çocuklarımızın hatırı, bence zenginlikten daha<br />
değerli!”demesini beklerdim.<br />
Hanıma Sevgi Yerine Para<br />
Günümüzde herşey ekonomi ile ölçülür oldu.<br />
Bütün ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de parayı,<br />
çok zaman, paradan bin kat değerli şeylerin yerine<br />
koyuyoruz. Meselâ işinden başka birşeye ilgi<br />
göstermek istemeyen, duygularını gizli tutan bir<br />
erkek, karısına sevgi yerine bol para verebilir.<br />
Ersin de böyle bir erkekti. Çok baskıcı, sert bir<br />
anne tarafından yetiştirilmişti. Karısının da annesi<br />
gibi olmasından korktuğu için, sert bir zır-<br />
84 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 85
hın ardına sinmiş, onu duygusal yönden kendine<br />
yaklaştırmıyordu. Yaklaşmanın, sevgi göstermenin<br />
bir zayıflık belirtisi olduğunu sanıyordu sanki.<br />
Hanımı yüzüne karşı yakınmıştı: “Hiç sevmiyor<br />
beni! Hiç anlamıyor! Hissî ilişkimiz yok gibi!”<br />
İşte böyle dediğinde Ersin atıldı: “Ama ben<br />
sana dünyayı veriyorum. Biraz değerimi bil. Çevrendeki<br />
kaç kadının kocası, sana verdiklerimi<br />
sunuyor hanımına. Her türlü aletin var, harçlığın<br />
bol. Altına araba bile çektim. Kolun altın dolu.<br />
Daha ne istersin”<br />
Kadın kocasının sevgisini istiyordu ve onun<br />
sayıp döktüğü bütün o güzel değerli şeylerin<br />
hiçbiri onun hayatındaki boşluğu dolduramıyordu.<br />
Çünkü “sevginin yerini tutsun diye verilen<br />
hediyeler, vereni de alanı da aslında yoksullaştırır,<br />
çoraklaştırır.” Veren de alan da bunun sevgi<br />
değil, sevgisizliğin dışavurumu olduğunu bilmiyorlardı.<br />
Öte yandan erkeğin para kazanmakla<br />
birlikte bunu sarfedemediği evlilikler de vardır.<br />
Erkek karısından nasıl kendini geri tutuyorsa,<br />
parasını da sakınır, kendinde tutar. Burada para,<br />
verilmemek paylaşılmamak yoluyla ceza olarak<br />
kullanılır. Kadınların ve erkeklerin çoğu için para<br />
çok derin bir psikolojik anlam taşır. Böyle kimselere<br />
göre para, hem bir güven duygusu sağlar,<br />
hem de kişiye güç ve üstünlük kazandırır. Böyle<br />
kimseler, para harcayınca kendilerini harcayıp<br />
tüketiyormuş gibi oldukları için paralarını biriktirip<br />
saklarlar. Hem kendilerine, hem ailelerine<br />
gerçekçi olmayan gereksiz sıkıntılar çektirirler.<br />
Diğer Ekonomik Problemler<br />
Karı koca arasında başka tür maddi problemler<br />
de vardır. Mesela kadının, eşinden erkeklerin<br />
kadınlara aldığı türden hediyeler beklemesi (babasının<br />
bir zamanlar annesine aldığı gibi), ama<br />
dile getirmemesi:<br />
“Çocuklar için olduğu zaman para istemekten<br />
hiç çekinmiyorum da kendim için olunca utanıyorum.”<br />
Burada kadın parayı bir sembol olarak kullanmaktadır:<br />
Kendi boynu büküklüğünün sembolü.<br />
Ne var ki içten içe kocasına kızmaktan kendini<br />
alamıyor.<br />
“Kocam cimri. O, kadına hediye vermesini bilmiyor!”<br />
Kocası ise karısının “almayı bilmediğinden”<br />
yakınıyordu. “Birşey alıp getirsem, ah çok pahalı,<br />
yapmamalıydın, gibilerden konuşuyor. Alıp getirdiğine<br />
pişman ediyor insanı!”<br />
Kadın burada kendini hep boynu bükük, hakkı<br />
yenen biri olarak görmek eğilimindedir. Kocasının<br />
veren elini adeta itiyordur. Bir başka ekonomik<br />
problem, kocasının verdiği mutfak parasından<br />
kendine pay ayıran kadının durumudur:<br />
“Masrafı biraz fazla gösterip aradaki farkı cebime<br />
atıyorum. Ne yapayım, istediğim kimi şeyleri<br />
kocamın dünyada alamayacağını biliyorum!”<br />
Çok zaman bu, isteklerini açığa vurmaktan<br />
kaçınmanın bir yoludur. Böyle durumlarda da<br />
ya kadının istemesini, almasını bilmediğini veya<br />
isteklerinin gerçekçi ve ölçülü olmadığını görüyoruz.<br />
Birçok evlilikte para sorunları hınç ve<br />
düşmanlık duygularını dışa vurmak için birer<br />
araç olarak kullanılır. Eşler öfke ve garezlerini<br />
doğrudan belirtecekleri yerde birbirlerini para<br />
sorunlarıyla hırpalar, incitir. Parasını eşinden gizli<br />
biriktiren, kazancını az gösteren, ailesine para<br />
sıkıntısı çektiren bir erkek, gerçekte karısına olan<br />
düşmanca duygularını bu yolla açıklamaktadır.<br />
Kocasının parasını har vurup harman savuran<br />
kadın, dolaylı yoldan onu üzmek, hattâ zarara<br />
uğratmak isteğini duymaktadır.<br />
Parayı bazı erkekler hakimiyet aracı olarak<br />
da kullanabilmektedir. Parası varken bunu esirgeyerek<br />
karşısındakini ezer, “koklatarak” ödüllendirir.<br />
Böylece kendisinin egemen konumunu<br />
sergilemiş olur.Böyle bir hakimiyet aslında ezilenden<br />
çok ezen için alçaltıcıdır. Toplumumuzda<br />
geleneksel olarak para kazanmak, para harcamak,<br />
para sahibi olmak erkeğe has bir ayrıcalık<br />
sayılagelmiştir. Böyle bir evlilikte kadına, meselâ<br />
kocasının gelirini aşan bir miras kalırsa, duygusal<br />
dengelerin sarsıldığını görürüz. Bu yüzden yıkılan<br />
birçok yuva vardır.<br />
Günümüzde kadının çalıştığı evlilikler bu<br />
yüzden hassas denge üzerindedir. Toplumda<br />
“aile gelirini erkek getirir” şeklindeki yaygın<br />
inanç sebebiyle erkeğin gurur ve onurunu kollamak,<br />
onun maddi konularda hassas olabileceğini<br />
hesaplamak yine kadına düşmektedir. Sık<br />
sık kendisinin de çalıştığını, kocasının maaşının<br />
kendilerine yetmediğini söylemesi evliliği sarsabilmektedir.<br />
Zengin aile kızının maddi geliri kısıtlı biri<br />
ile evlenmesi durumunda da problemler ortaya<br />
çıkar. Geçmişte yapmadığı şeyleri yapmakta<br />
zorlanır ve kendini çaresiz hisseder. Kendinin<br />
“normal” gördüğü şeyleri kocası “israf” olarak<br />
değerlendirir. “Benim ailemdeki kadınlar ev işlerini<br />
kendileri yapardı. Sen ise süpürge tutmasını<br />
bile bilmiyorsun!”<br />
“Neden temizlikçi bir kadın tutmuyoruz sanki.<br />
Kendi sigaran için dünya kadar para sarfediyorsun.<br />
Sigaraya harcadığın paranın birazını ayırsak<br />
haftada birgün temizliğe kadın getirebiliriz.”<br />
Bütün bu problemlerin tek çözüm yolu, eşlerin<br />
karşılıklı oturup konuşarak duygularını birbirleriyle<br />
paylaşmalarıdır.<br />
Evliliğimizde parayı olumlu duygularımızın<br />
yani sevgimizin sağlıklı bir dışa vurumu olarak<br />
kullanmak da elimizdedir. Parayı ailemizin mutluluğu<br />
için şuurla harcamak, ortaklaşa yaşantımızı<br />
daha güzelleştirmek ve rahatlatmak için kullanmak<br />
gerekir. Çiftlerin mutlu ve uyumlu olmaları,<br />
paraya değil; karşılıklı sevgi ve saygıya dayanır.<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr. Sefa SAYGILI<br />
86 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 87
<strong>2014</strong> yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />
Onların da abone olmasını sağlayın.<br />
<strong>2014</strong> Yılı<br />
Çocuk ekiyle birlikte<br />
yıllık abone bedeli<br />
85<br />
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.<br />
Adı / Soyadı:<br />
Kurum Adı:<br />
Ünvan:<br />
Dergi Teslim Adresi:<br />
Posta Kodu:<br />
Telefon:<br />
Faks:<br />
E-posta:<br />
Vergi Dairesi:<br />
Abone Başlangıç Tarihi:<br />
Faturayı adıma kesiniz<br />
Faturayı şirket adına kesiniz<br />
Şehir<br />
Vergi No:<br />
İmza:<br />
ABONE İLETİŞİM HATTI<br />
444 36 61<br />
(0422) 615 15 54<br />
Visan İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.<br />
No: 71 44700 Darende Malatya<br />
Tel: (422) 615 15 00<br />
Faks: (422) 615 28 79<br />
bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.<br />
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
NASİHAT YAYINLARI<br />
KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ<br />
HİZMETE GİRMİŞTİR...<br />
ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ<br />
<strong>www</strong>.nasihatyayinlari.com