12.01.2015 Views

www.somuncubaba.net-2014-09-0167

www.somuncubaba.net-2014-09-0167

www.somuncubaba.net-2014-09-0167

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Dergisi Hediyesi...<br />

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />

YIL: 21 • SAYI: 167 • EYLÜL <strong>2014</strong> • Fiyatı: 8 TL<br />

Zamanın Hudutlarını Aşan<br />

Kadim Bir Zaman Yolcusu: Bartın<br />

Masmavi Karadeniz sularıyla söyleşen şirin<br />

Amasra ve Küre Dağları Bartın’ın tabii güzellikleri...<br />

Ailede Ahlâk Eğitimi<br />

Ahlâk, insanın bir amaca yönelik olarak<br />

kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup<br />

kötülükten uzak olmasıdır.<br />

0<strong>0167</strong>


aşyazı<br />

Kemal DEMİR<br />

Maviden Yeşile Bartın ve Amasra<br />

Bartın ve çevresi 1460 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine katılır. Anadolu’da Türk birliğini sağlamak<br />

ve o zaman Cenevizlilerin elinde bulunan Karadeniz ticareti ile denizyolunu imparatorluğun topraklarına<br />

kazandırmak amacıyla Kuzey Anadolu seferine hazırlanan Fatih Sultan Mehmet Han, 1460 yılında Üsküdar’dan<br />

avlanmak bahanesiyle yola çıkarken, Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması da denizden hareket<br />

eder. Fatih, Bolu’ya geldiğinde Kastamonu ve Sinop yörelerine hâkim olan ve Candaroğulları Beyliği’nin devamı<br />

sayılan İsfendiyaroğulları’nın Beyi İsmail Bey, padişaha kıymetli eşyalar göndererek bağlılığını bildirir. Yoluna<br />

devam eden Fatih, Ekim ayında Bartın’a gelip ordugâhını bugünkü Orduyeri’ne kurar. Donanmanın da Amasra<br />

açıklarına gelmesiyle, Amasra üzerine yürüyen Fatih Sultan Mehmet, Ceneviz Senyöründen kan dökülmeden<br />

Amasra’yı teslim alır.<br />

Bartın, Osmanlı döneminin 1460-1692 yılları arasında Anadolu Beylerbeyliği’ne bağlı Bolu Sancağı sınırları<br />

içinde yer alır. Bolu Sancağı’nın kaldırılmasıyla 1692-1811 yılları arasında Voyvodalıkla yö<strong>net</strong>ilen Bartın, 1811<br />

yılında da Kastamonu Vilayetine bağlı olarak yeniden kurulan Bolu Sancağı’na bağlanır. Bu dönemde ticarî potansiyeliyle<br />

bölgenin pazar yeri olan ve Oniki Divan adını alan Bartın, 1867 yılında ilçe oldu. 1876 yılında da<br />

Belediye Teşkilatı kurulur.<br />

1920 yılında Zonguldak Mutasarrıflığına bağlanan Bartın’ın 1924 yılında Zonguldak’ın il olmasıyla birlikte<br />

bu ilin ilçesi haline gelmiştir. 07 Eylül 1991 tarihinde de 28.08.1991 tarih ve 3760 sayılı yasayla il statüsüne<br />

kavuşmuştur. Bartın İline bağlı ilçelerden Osmanlı döneminde ilçe iken Cumhuriyetle birlikte bucak statüsüne<br />

düşürülen Amasra; 1987 yılında yeniden, Ulus; 1944 yılında, Kurucaşile; 1957 yılında ilçe olmuştur.<br />

Bartın, 3000 yıllık geçmişinden günümüze taşıdığı seçkin tarihi, kültürel ve folklorik değerleri ile olağanüstü<br />

güzellikler sergileyen doğal turizm kaynaklarıyla önemli bir cazibeye sahiptir. Özellikle Amasra ilçesi, deniz<br />

turizmi açısından son derece önemli bir cazibe merkezidir. Küre Dağları Milli Parkı, yaylaları (Uluyayla, Gezen<br />

ve Ardıç yaylaları), gezi alanları olarak şelaleler ve trekking alanları, Gürcüoluk Mağarası, Güzelcehisar Lav Sütunları,<br />

Sportif Turizm Alanları tabii ve turistik güzelliklerinden bazılarıdır.<br />

Dergimizin bu sayısında Bartın ilimizin tanıtımından başka çok önemli yazılarımız da vardır. Yaklaşan Kurban<br />

Bayramı münasebetiyle, kurban ibadetinin hikmet boyutunu öğrenmek için Prof. Dr. Ali Akpınar’ın yazısı<br />

mutlaka okunmalıdır. Özellikle günümüzde birçok adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği dünyamızda gerçek adaletin<br />

nasıl olduğunu merak edenler ise, Prof. Dr. Kadir Özköse’nin Hz. Peygamber ve Adalet Anlayışı başlıklı yazıyı<br />

baştan sona incelemesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Edebi makaleler, kültürel araştırmalar ve değişik<br />

yazı türleriyle karşınıza çıkan Somuncu Baba Dergisi’nde, okulların açıldığı Eylül ayındaki eğitim dosyamızda<br />

da okuyucularımızın aile eğitimine katkı sağlayacağını umduğumuz farklı yazıların bulunduğunu da belirtelim.<br />

Selam ile…<br />

From Blue To Green: Bartın and Amasra<br />

When Fatih (Mehmet II) came to Bolu, İsmail Bey, the ruler of Isfendiyarid Dynasty-whose former name was Principality<br />

of Jandar that ruled principally in the regions corresponding to present-day Kastamonu and Sinop Provinces of<br />

Turkey, sent valuable presents to the Sultan declaring his loyalty. Fatih also took Amasra from Genoese Seigneur without<br />

war. Between the years 1460-1692, Bartın was in the borders of Bolu Sanjak, which was under the Anatolian Governor.<br />

In 1920, Bartın was a county of Zonguldak and then in 1924 it became a district when Zonguldak became a province.<br />

In 7 September, 1991 Bartın became a province, too.<br />

With its 3000 -year- historical background, culture and folcloric values, Bartin has dazzling natural touristic attractions.<br />

Amasra, especially, is an important center of attraction with its sea.Kure Mountains National Park, Plateaus (Uluyayla,<br />

Gezen and Ardic Plateaus), Natural beauties (suitable for trekking and the waterfalls), Gürcüoluk Cave, Güzelcehisar<br />

Lava Pillars, and Sportive Touristic Areas are among the a few examples of natural beauties of Bartın.<br />

Best regards.<br />

<strong>somuncubaba</strong> 1


künye<br />

içindekiler<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.<br />

PEYGAMBER<br />

EFENDİMİZ (S.A.V.)’İN<br />

ADALET ANLAYIŞI<br />

Kadir ÖZKÖSE<br />

Kurucusu<br />

A. Şemsettin ATEŞ<br />

Yapım<br />

24<br />

Kur’ân-ı Kerim’de Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’in<br />

uyması gereken esaslardan<br />

bahsedilirken...<br />

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />

Yıl: 21 Sayı: 167 Eylül <strong>2014</strong><br />

Basım Tarihi: 01 Eylül <strong>2014</strong><br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />

Kemal DEMİR<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

M. Hulusi ERDEMİR<br />

Yayın Editörleri<br />

M. Nazmi DEĞİRMENCİ<br />

Musa TEKTAŞ<br />

Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />

VİSAN İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71<br />

44700, Darende / MALATYA<br />

Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79<br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> • bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

/SomuncuBabaDergisi<br />

Yayın Kurulu<br />

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />

Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />

Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />

Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />

Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />

<strong>www</strong>.grafiturk.com.tr<br />

Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

Serkan ÖZTÜRK<br />

Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

Cihat ÖZÖNAL<br />

Baskı ve Üretim<br />

Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.<br />

Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı<br />

No: 95/1 İskitler/ANKARA<br />

Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50<br />

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar<br />

ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi<br />

herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların<br />

sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam<br />

verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların<br />

ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.<br />

Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu<br />

Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi<br />

İşletmesi’ne aittir.<br />

Danışma Kurulu<br />

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />

Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />

Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />

HİKMET BOYUTUYLA<br />

KURBAN<br />

6<br />

BEŞERİN DALÂLETİ<br />

Ali AKPINAR<br />

Kurban, kâinattaki her<br />

şeyin insanın hizmetine<br />

sunulduğunun hayvanlar<br />

üzerindeki ispatıdır. Evet,<br />

Yüce Rabbimiz gökleri ve<br />

yeri, bütün içindekileri<br />

insanın hizmetine...<br />

Vedat ALİ TOK<br />

Beşerin böyle dalâletleri<br />

var<br />

Putunu kendi yapar,<br />

kendi tapar...<br />

68<br />

OSMANLI’DA DÂHİ BİR<br />

KOMUTAN: HACI İLBEY<br />

48<br />

Resul KESENCELİ<br />

Hacı İlbey kuvvetleri<br />

plan gereği hep birlikte<br />

ordugâh yakınlarından,<br />

büyük ateş yığınlarının<br />

korkunç aydınlığı...<br />

36<br />

Enbiya YILDIRIM<br />

DÜNYANIN EN<br />

UCUNDAKİ BİR<br />

MÜSLÜMANLA<br />

NİÇİN İLGİLENİRİZ<br />

İslâm, Arabistan Yarımadası’nda<br />

indi diye, bugünkü Suudi Arabistan<br />

sınırları içine hapsedilecek bir din<br />

değildir...<br />

ÇOCUKLARA GELİŞİM<br />

DÖNEMLERİNE GÖRE<br />

“ALLAH”I ANLATMAK<br />

M. Emin KARABACAK<br />

İnsanın doğasında var olan<br />

fakat nasıl olduğu tam<br />

bilinmeyen, sevgi, korku,<br />

kin, öfke, hırs gibi duygular<br />

soyut olarak bulunmaktadır.<br />

80<br />

Kurum Abone : 140<br />

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.<br />

ABONE İLETİŞİM HATTI<br />

444 36 61<br />

(0422) 615 15 54<br />

Kendime 11 • Gizli ve Açık Her Şeyi İşiten; Semî’ 12 • Cebbâr b. Sahr (r.a.) 15 • Zamanın Hudutlarını Aşan Kadim Bir Zaman<br />

Yolcusu: Bartın 16 • Daldım Ey Gönül! 29 • Hikmetli Menkıbeler 30 • Bülbül’e Gül Yakışır 35 • Ailede Ahlâk Eğitimi 40 •<br />

İslâm’ın Tedâvîye Verdiği Önem ve Haram Yolla Tedâvî Mümkün mü 44 • Tasavvuf Dünyasında Sosyal Hizmetlerin Önemi<br />

52 • Yedi Dağın Çiçeği 55 • II. Abdülhamid ve Sansür Gerçeği 56 • Evvel Zaman İçinde Bir Masal Saray; “Kubadabad” 60 •<br />

Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de Çevre Bilinci 64 • Olur mu 67 • Geldim Sultanım 71 • Bâbıâli’de Hayat 72 • Eğitim, Zihin ve<br />

Gençlik 74 • Bartın Velîleri 78 • Ailede Ekonomik Problemler 84


Ey Sevgili Dostum<br />

29.08.1939 tarihli göndermiş olduğunuz muhabbet dolu mektubunuzu aldım.<br />

Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin<br />

Ey hüdhüd-i ümid Seb’e’den mi gelirsin<br />

“Ey mektup, sen o ay yüzlü güzel yardan mı gelirsin Ey İbibik kuşu- Süleyman Peygamber<br />

ile Seba şehri melikesi Belkıs arasında haber getirip götüren kuş- Ey ümit<br />

kuşu sen o ay yüzlüden mi gelirsin” diyerek memnun olup, şükrederek okuyup,<br />

Öyle şâd oldum ki ey cismimdeki cân neş’eden<br />

Gözlerim yaş doldu ruhum oldu handân neş’eden<br />

Mektubunuzun muhabbet davası delili -senedi- olduğuna fikrimce bir yakınlık<br />

ve yaratılışınızın-mizacınızın- bizi unutmayacak kadar yüce olduğuna da noksansız,<br />

tam kanaat hâsıl olduğu şüphesizdir. Sizi sizden önce yâd etmek (hatırlamak, anmak)<br />

şerefine eremediğime üzgünüm. Mektubunuzu aldığımda bu şerefin sizden<br />

doğduğuna (olduğuna) gönlümün de ne derece sevinmiş ve memnun olduğunu tarif<br />

edemem. İşte esasen muhabbetin şartı mektup yazmak değil belki sevdiğini bir an<br />

bile gönülden (hatırından) çıkarmamak ve hayalini bir an olsun gözden götürmeyip<br />

ruh, ruh ile beraber bir Allah’a ulaşmada; cisim ise hayalen gözde belirmiş bir halde<br />

bulunmaktadır.<br />

Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />

Altmışıncı Mektup<br />

Hakk’a muhabbetiniz cana öyle bir sağlam ip ile (İslam ile) bağlanmış ki ne canın<br />

cisimden irtibat kesmesiyle (canın bedenden ayrılmasıyla) kaybolur ve ne de dünya<br />

endişesi bu manevi bağa engel olabilir.<br />

Mektubumun başlığına canım gibi aziz olan sizi iki gözlerime benzetsem, ruh<br />

söner; göz de kapanır; ruhumda sandığım muhabbet yine bir geçen gölge hükmünde<br />

kalır, diye Hakk’a yürüyen ruhuma temsil ile, “Ey Sevgili Yarim” dedim. Ruh ne<br />

demek ve can ne demek olduğunu kara bahtım gibi kara yazar kalemin şu et parçasından<br />

ibaret olan lisanında beyan etmekte âciz oldukları ve bu mananın (şimdiki<br />

durumu), bir iş olup, bu nüktede diller âcizliklerinden susmuş (suskun); akıllar; anlayışsızlıklarından<br />

sustuğu da yüce bilgileri dahilindedir. Umuyorum ki gafilcesine<br />

hareketimden bile beni mazur tutup (özürlü görüp) kayıtsız kardaşınızı an be an<br />

yabancı ve kederli olan gönlünü şenlendirmenizi rica eder muhabbetle kucaklar<br />

hepinizi öper Yüce Allah’a, O’nun korumasına ve himayesine ema<strong>net</strong> ederim.<br />

Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN


İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*<br />

Hikmet Boyutuyla<br />

Kurban<br />

“Kurban, kâinattaki her şeyin insanın hizmetine sunulduğunun<br />

hayvanlar üzerindeki ispatıdır. Evet, Yüce Rabbimiz gökleri ve<br />

yeri, bütün içindekileri insanın hizmetine sunmuş, ona emâ<strong>net</strong><br />

ederek onun emrine vermiştir. Kâinattaki her şey insan için,<br />

insan da Rabbi için yaratılmıştır.”<br />

Kurban, kulu Yüce Allah’a yaklaştıran ibadettir.<br />

Kurban, nimeti ve o nimetin gerçek<br />

sahibini fark etmektir. Kurban, nimeti gerçek<br />

sahibinin uğruna fedâ etmenin adıdır.<br />

Kurban, dinin şiârıdır, tevhîd göstergesidir.<br />

“Kurbanlıkları Biz, sizler için Allah’ın şiârları kıldık.<br />

Onlarda sizin için pek çok hayır vardır.” 1<br />

Kurban, sırf Allah için kesilirse kurbandır.<br />

Kurban edeni Allah’a yaklaştırırsa, O’nun eylerse<br />

kurbandır. Kurbanın kasaplıktan farkı budur.<br />

Câhiliye döneminde putperestler de kurban<br />

kesiyorlardı, ama onlar putları için kesiyorlardı.<br />

Müslüman ise, sadece Allah için keser kurbanını.<br />

Onun için Kur’ân, “Rabbin için namaz kıl ve<br />

kurban kes.” 2 emrini verir bizlere.<br />

Kurban, malı ve canı Yüce Allah uğruna fedâ<br />

etmeye hazırlayan ibadettir. Zira azı veremeyen,<br />

çoğu hiç veremez. Malını fedâ edemeyen,<br />

canını fedâ edemez. Sembolik olarak kurban<br />

kesemeyen, gerçek anlamda fedâkârlıklarda<br />

bulunamaz.<br />

Aslında bütün nimetlerin sahibi Yüce<br />

Allah’tır. Onları bize bahşeden ve onları bizim<br />

emrimize veren O’dur. Bizler, O’nun nimetlerini<br />

her zaman kullanmaya devam ederiz. Emrimize<br />

âmâde kılınan hayvanları da O’nun ölçüleri<br />

doğrultusunda kullanır, onlardan yararlanır,<br />

yünlerinden, sütlerinden istifâde ederiz, onları<br />

keser etlerini yeriz. Zaten bu yararlanma her zaman<br />

devam eder. Ne var ki Yüce Rabbimiz, kurban<br />

emri ile bu yararlanmayı, ibadete dönüştürmektedir.<br />

Nitekim kurbanlık hayvanları kesen<br />

bizleriz, onları yine biz yiyip tüketiriz. Yoksa<br />

kesilen kurbanların ne etleri ve ne de kanları<br />

Allah’a ulaşır. Bizden O’na ulaşacak olan, O’na<br />

olan bağlılığımız, O’nun ölçüleri doğrultusunda<br />

yaşayacağımız kulluğumuzdur. “O kestiğiniz<br />

hayvanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır.<br />

Ama O’na sizin takvânız ulaşır.” 3<br />

İlk İnsandan Günümüze Kurban<br />

Kurban, ilk insan Hz. Âdem’den günümüze<br />

devam eden bir ibadettir. Kur’ân, bize Âdem’in<br />

iki oğlunun takdimelerinden/kurbanlarından<br />

bahseder. Onlardan biri, ihlaslı bir şekilde, malının<br />

en iyisinden kurban edendir ve kurbanı<br />

kabul edilmiştir. Öteki ise istemeyerek, mürâîce<br />

ve malının kötüsünden sunumda bulunan ve<br />

kurbanı kabul edilmeyendir. Bu yönüyle kurban,<br />

ilk insandan günümüze devam eden tarihî<br />

bir ibadettir; tıpkı namaz gibi, oruç gibi, zekât<br />

gibi, hac gibi. Kurban kesmekle mü’minler,<br />

tevhîd tarihinin bu güçlü bağını ihya ederler ve<br />

bu şekilde Yüce Allah’ın yegâne dini İslâm dininin<br />

müntesipleri olduğunu ispat ederler. Kurbanın<br />

bu köklü tarihi âyetlerde şöyle hatırlatılır:<br />

“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek<br />

olarak oku:<br />

Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, kurban<br />

birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti.<br />

Kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene: ‘Seni<br />

öldüreceğim.’ demişti.<br />

O da, ‘Allah, sadece takvâ sahiplerinden kabul<br />

eder.’ demişti.<br />

Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana<br />

elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi<br />

uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım!<br />

Ben isterim ki sen, benim günahımı da, senin<br />

günahını da yüklenip ateş halkından olasın!<br />

Zâlimlerin cezâsı budur.<br />

Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, onu<br />

öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.<br />

Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl<br />

gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga<br />

gönderdi.<br />

Karganın yaptığını görünce; ‘Yazık bana, şu karga<br />

kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten<br />

âciz miyim ben’ dedi ve pişman olanlardan oldu!” 4<br />

6 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 7


Baba-Oğulun Teslimiyet Göstergesi<br />

Olarak Kurban<br />

Hz. İbrâhim Peygamber’in hayatında kurban,<br />

çok sevdiği oğlunu kurban etme emriyle başka<br />

bir boyut kazanır. Hz. İbrâhim (a.s.), rüyada aldığı<br />

ilahî emir gereğince oğlunu kurban etmeye<br />

yatırır ve sonuçta sınavı kazanır. Yüce Yaratıcı,<br />

onun bu iyi niyet ve teslîmiyetine karşılık, koç<br />

kurban etmesini emreder. Aslında Rabbimizin<br />

isteği, ne insanların kendisine kurban edilmesi,<br />

ne de hayvanların kurban edilmesidir.<br />

O’nun asıl murâdı, kullarının kendi emrine tam<br />

bir teslîmiyetle boyun eğmeleridir. Hz. İbrâhim<br />

(a.s.) ve oğlu Hz. İsmâil (a.s.)’in şahsında bu gerçekleşmiş,<br />

baba oğul Yüce Yaratıcıya teslim olmanın<br />

en güzel örnekliğini sunmuşlardır. Biri<br />

Rabbi için canından geçen oğul, diğeri Rabbi<br />

için en sevdiği oğlundan geçen baba. İşte kurban,<br />

yeri gelince her şeyden geçebilme bilinci<br />

kazandırır sahiplerine.<br />

“Çocuk onun yanında koşma çağına erişince<br />

(İbrâhim ona): ‘Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum<br />

ki ben seni kesiyorum; (düşün) bak, ne dersin<br />

İkisi de böylece teslim olup çocuğu alnı üzerine<br />

yatırınca,<br />

Biz ona: ‘İbrâhim!’ diye seslendik.<br />

Sen rüyayı doğruladın, işte biz, güzel davrananları<br />

böyle mükâfatlandırırız!<br />

Gerçekten bu, apaçık bir sınav idi.<br />

Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.<br />

Sonra gelenler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık.” 5<br />

Her Şeyimizle O’nun Olduğumuzun<br />

Göstergesi: Kurban<br />

Kurban, kâinattaki her şeyin insanın hizmetine<br />

sunulduğunun hayvanlar üzerindeki ispatıdır.<br />

Evet, Yüce Rabbimiz gökleri ve yeri, bütün içindekileri<br />

insanın hizmetine sunmuş, ona emâ<strong>net</strong><br />

ederek onun emrine vermiştir. Kâinattaki her<br />

şey insan için, insan da Rabbi için yaratılmıştır.<br />

Deve, davar ve sığır cinsinden (Enâm) hayvanları<br />

Allah için kesip kurban eden mü’minler, bu hayvanların<br />

kendi emirlerine verildiğine bizzat şahit<br />

olurlar, insanlık için bu canlıların nasıl canlarını<br />

verdiklerine tanık olurlar. Kurban, yoksulluğu<br />

ve yoksulları hatırlatır bize, paylaşmayı öğretir.<br />

Bencillikten kurtarır, diğerkâm olmayı öğretir.<br />

Kurban günlerinde tüketilen etlerden alınan<br />

proteinler onları günlerce idare edebilir. Öte<br />

yandan varlık sahibi oldukları halde mallarına<br />

kıyıp yiyemeyenler, kurban vesilesiyle hem kendileri<br />

hem aile fertleri bol bol et yemiş olurlar.<br />

Kurban, insan sağlığı için çok önemli bir besin<br />

maddesi olan etin bize ulaşması için, kimlerin<br />

can verdiğini öğretir. Bizim için can veren<br />

hayvanlar, Yüce Allah’ın nimetlerinin kolay elde<br />

edilmediğini de gösterirler bizlere.<br />

Büyük küçük herkes, her zaman sofralarını<br />

süsleyen et ve benzeri hayvânî ürünlerin öyle<br />

kolay elde edilmediğini müşâhede etmiş olurlar.<br />

Et mamullerini kasap vitrini yahut market<br />

reyonlarında görmeye alışık olanlar, bu ürünlerin<br />

oralara kolay gelmediğini hatırlamış olurlar.<br />

Kurbanlıklar vâsıtasıyla kâinatın bir parçası<br />

olan hayvanlara daha yakından bakma fırsatı<br />

bulunur, kâinattan kopmamış olunur, hayvan<br />

organizmaları özellikle de onların iç organlarını<br />

daha yakından inceleme imkânı bulunur. Sonuçta<br />

erişilmez kudretin sahibinin azameti bir<br />

kez daha temâşâ edilmiş olur.<br />

bazıları, çocuklara hayvan kesim tablolarını<br />

göstermemenin gereğini savunsalar da, ölçülü<br />

olarak bu manzaraları onlara göstermek onları<br />

hayata hazırlar.<br />

Kurban kesme olayına tanıklık eden çoluk<br />

çocuk herkes, can vermenin kolay olmadığını<br />

görürler. Sonuçta can vermenin ve cana kıymanın<br />

zorluğu düşünülerek ölüme hazırlık yapılır.<br />

Haksız yere kimsenin canına kast etmemenin<br />

gereğini bilirler. Haksız yere bir cana kıymanın,<br />

bütün insanlığın canına kast etmek olduğu gerçeğini<br />

bir kez daha hatırlarlar.<br />

Kimi insanlar, kurban kesmekle, kurban kesimine<br />

şahit olmakla içlerindeki saldırganlık duygularını<br />

bastırmış olurlar. Can almanın kolay<br />

olmadığına şahitlik ederek saldırganlıklarından<br />

vaz geçebilirler. Hz. Âdem’in oğlu Kâbil de ilk<br />

kan döktükten hemen sonra yaptığına pişman<br />

olmuştu, ama iş işten geçmişti. Önemli olan<br />

cinâyete bulaşmadan ondan uzaklaşmaktır.<br />

Tarih boyunca insanlar, olmadık şeyleri kurban<br />

etmeye kalkmışlar, tanrılar (!) için çocukları,<br />

kızları, oğlanları kurban etmeyi ibadet olarak<br />

telakkî etmişlerdir. Din, yalnızca üç cins hayva-<br />

(Çocuk): ‘Babacığım, sana emredileni yap, in-<br />

Kesilen kurbanlar vasıtasıyla, fakir fukara diğer<br />

Kurban olayına tanıklık edenler, hayatın zor-<br />

nın kurban edilebileceğini belirleyerek, bu sap-<br />

şallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ dedi.<br />

zamanlardan çok daha fazla et yemiş olurlar.<br />

lu sınavlarına hazırlanmış olurlar. Bunun için<br />

malara son vermiştir.<br />

8 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 9


Kendime<br />

Belli ki bu hayâtın, çoğu gitti, bilesin<br />

Uzun emellerini defterinden silesin<br />

İşleri öteledin, borçları erteledin<br />

Aklını başına al, hakikate gelesin<br />

Çocukluğun dün gibi, geciktiğin gün gibi<br />

Yine de çok geç değil, mâsivâyı delesin<br />

Kurban bayramı vesilesiyle hayvan piyasasında<br />

oluşan canlanma ile hayvancılık teşvîk<br />

edilmiş olur.<br />

Mavlânâmız ne güzel söyler:<br />

“Ey insan! Sende yürek olmadıktan sonra<br />

elindeki hançerin ne faydası var!<br />

Ali gibi bilek olmadıktan sonra Zülfikarın ne<br />

yararı olur ki!<br />

Nuh gibi kaptan olmadıktan sonra sana<br />

Gemi ne yapsın!<br />

İbrâhim gibi, içindeki putları kıramadıktan<br />

sonra putperest olmadığının ne anlamı vardır!<br />

İsmâil gibi, her şeyinden geçip nefsini O’nun<br />

yoluna koyamadıktan, O’nun olamadıktan sonra<br />

kurban kesmenin ne anlamı olur ki!<br />

Özellikle kurban günlerinde getirdiğin teşrik<br />

tekbirleriyle, nefsinin kibrini kırıp müstekbirlerin<br />

istikbârını yok edemedikten sonra tekbir<br />

getirmenin ne anlamı vardır!” 6<br />

Peygamberimiz kurbanlık hayvanını kesmek<br />

için yere yatırdığında Hz İbrâhim Peygamberin<br />

duası olan şu âyetleri okurdu:<br />

“Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan<br />

var edene çevirdim ve artık ben ortak koşanlardan<br />

değilim! 7<br />

Benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm<br />

hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı<br />

yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların<br />

ilkiyim.” 8<br />

Peygamberimiz âyetlerden seçtiği bu<br />

duâsını şöyle sürdürürdü:<br />

“Allah’ım bu kurban Sendendir, Senin lütuf ve<br />

nimetin sâyesindedir ve Senin için, Senin rızânı<br />

kazanmak içindir. Muhammed ve Ümmeti adına…<br />

Bismillâhi Allâhü ekber/ Allah adına, Allah<br />

en büyüktür!”<br />

Kurbanın gâye ve hedefini, kısaca tevhîdi en<br />

vecîz bir şekilde özetleyen cümlelerdir bunlar.<br />

Her ibadette olduğu gibi, kurban ibadetinde de<br />

daha nice hikmet vardır. Bu hikmetleri görebilenlere<br />

ne mutlu! Kurban, O’na yaklaşmamıza<br />

vesîle olsun!<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />

1. 22/Hac, 36.<br />

2. 108/Kevser, 2.<br />

3. 22/Hac, 37.<br />

4. 5/Mâide, 27-31.<br />

5. 37/Saffât, 102-108.<br />

6. Mesnevî, V, 2501-2506.<br />

7. 6/En’âm, 79.<br />

8. 6/En’âm, 162-163.<br />

Bırak teferruatı, sadede gel sadede<br />

Burada çok ağla ki, orada hep gülesin<br />

Ne kaldı ki ecele, Allah azze ve celle<br />

Nefsin af ve mağfiret, fırsat varken dilesin…<br />

Bekir OĞUZBAŞARAN<br />

10 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 11


GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*<br />

Gizli ve Açık Her Şeyi İşiten;<br />

Semî’<br />

İşitmek, “duymak, duyurmak, anlamak, arzu<br />

ve dileği kabul etmek” mânâlarındaki sem’<br />

kökünden türemiş bir sıfat olup, “işiten” demektir.<br />

Allahu Teâlâ’nın en güzel isimleri arasında<br />

yer alan Semî’, “her şeyi işiten” mânâsına<br />

gelir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:<br />

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O, hakkıyla<br />

işitendir, hakkıyla görendir.” 1<br />

Yüce Allah’ın işitmesi her şeyi kuşatmıştır.<br />

O’nun için gizli açık, uzak yakın diye bir şey<br />

söz konusu değildir. O zaman ve mekândan<br />

münezzehtir. Her türlü sesi işitir. O’nun işitmesi,<br />

hiçbir zaman mahlûkatın işitmesi gibi değildir.<br />

O, kulak, sinir, beyin gibi organ ve parçalara<br />

ihtiyaç duymaz. Bunlar yaratılmış varlıklar<br />

için geçerlidir.<br />

Cenâb-ı Hakk’ın işitmesi iki çeşittir:<br />

Birincisi, O, zâhir ve bâtın, gizli ve açık bütün<br />

sesleri tam bir ihâta ile işitir. O’nun nezdinde<br />

sesler çeşitlenmez, aksine tek bir ses<br />

gibidir. Çünkü her şeyin yaratıcısı O’dur.<br />

İkincisi, Yüce Allah, duâ eden ve kendisinden<br />

bir şeyler isteyenlerin isteklerini işitir ve<br />

onlara cevap verir. “Şüphesiz Rabbim duâyı işitendir.”<br />

2<br />

Müslümanın itikâdında Cenâb-ı Hak, kullarına,<br />

şahdamarlarından daha yakındır. “Şüphe-<br />

siz O hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır.” 3<br />

O’nun işitmesi, kulun kendisinden kendisine<br />

daha yakındır. Allah’ın işitmesi, kulunun<br />

ızdırap ve sıkıntı anında, duâsına icâbet etmesi<br />

şeklinde gerçekleşir. Sıkıntılı anlarda,<br />

günahlardan dolayı af dilemek suretiyle<br />

Yüce Allah kullarının feryadına icâbet eder.<br />

Bu da ancak işitmek suretiyle olur.<br />

Önce Dinlemek Gerekir<br />

Yüce Allah’ın “işiten” anlamına gelen<br />

bu güzel isminden bizlerin çıkaracağı birçok<br />

ders vardır. Bilindiği gibi Hz. Mevlânâ,<br />

Mesnevî’ye “Bişnev/Dinle” diye başlar. Tasavvuf<br />

terbiyesinde temel ilke, söylemek<br />

değil, dinlemektir. Sahâbe, yüz yüze eğitime<br />

dayalı sohbet yöntemiyle yetiştirilmiştir.<br />

Cibrîl hadisinden öğrendiğimiz kadarıyla,<br />

vahiy meleği Cebrâil’in insan sûretinde<br />

Allah elçisinin yanına gelip diz çökerek oturup<br />

dizlerini onun dizine dayaması, ellerini<br />

de dizlerinin üzerine koyması, sonra da Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.) ile dinin temel ilkeleri<br />

konusunda soru-cevap metoduna dayalı<br />

müzâkerede bulunması, hoca-talebe, mürşid-mürid<br />

ilişkisi sergilenmiş olması yüz<br />

yüze eğitimin nebevî bir yöntem oluşunun<br />

en açık örneğidir.<br />

İslâm’da önce edep, sonra ilim tahsili<br />

gelir. Eğitimde yüz yüze hoca-talebe ilişkisi,<br />

çağdaş eğitim anlayışlarının bile en<br />

ideal eğitim yöntemi olarak işaretledikleri<br />

husustur. Çünkü görmek gibi işitmek de bir<br />

bilgi vâsıtasıdır. Eğitim-öğretim işi aceleye<br />

gelmez. Belli bir süreç dâhilinde olgunluk<br />

dönemi geçirmesi gerekir. Nitekim bir şiirde<br />

şöyle denmiştir:<br />

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der,<br />

Dün mektebe vardı, bugün üstâd olayım<br />

der.<br />

Bu şiirin muhtevâsından anladığımız<br />

kadarıyla, henüz “olmak”lık olgunluğuna<br />

erişmemiş kimseler, “dinleyemedikleri” için<br />

gerçek anlamda “öğrenme” aşamasına varamazlar.<br />

Dinlemek, bir Kur’an yöntemidir.<br />

Nitekim Kur’an’da ‘dinleme’nin bir öğrenme<br />

tarzı olduğuna dair birçok âyet vardır.<br />

Onlardan bazıları şunlardır:<br />

“Onlar, sözü (önce) dinlerler (sonra da) en<br />

güzeline uyarlar.” 4<br />

“Cinlerden bir grup, Kur’an’ı dinlerler.” 5<br />

“Vahyolunanları dinle.” 6<br />

“Dinle! O münâdinin bağıracağı günü yakın<br />

bir yerden.” 7<br />

“Kur’an okunduğu zaman onu dinleyiniz…”<br />

8<br />

“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, onu<br />

dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız<br />

bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır.<br />

Sinek onlardan bir şey kapsa, onu<br />

kurtaramazlar; isteyen de istenen de âciz.” 9<br />

Başta Allah ve Rasûlü’nün, enbiyâ ve<br />

Allah’ın velî kullarının kutlu sözlerinin her<br />

biri nasîhat kaynağıdır, bilgi membaıdır, feyiz<br />

ve bereket ravzasıdır. Bu sebeple şeyhmürîd,<br />

talebe-hoca ilişkilerinden doğacak<br />

feyzin elde edilmesi, insanda dinleme iradesi<br />

ve engin gönül açıklığına dayanır.<br />

12 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 13


Sahabe Albümü<br />

Prof. Dr. Bünyamin ERUL<br />

Vefat Anında En Son İşlevini<br />

Kaybedecek Olan Dinleme<br />

Organı Kulaktır<br />

Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla helâk<br />

olan kavimlerin ekseriyeti peygamberlerin<br />

getirdiği mesajlara kulaklarını kapamalarından<br />

kaynaklanmıştır. Çünkü ilim ve bilgi elde<br />

etmede dinleme organı olan kulak, görme<br />

organı olan göz; kulak ve gözün elde ettiği<br />

bilgileri analiz ve senteze tabi tutan fuad/<br />

akıl çok önemli bilgi vâsıtalarıdır. 10 Çünkü<br />

ham bilgi, filozofların bilgi kovası dedikleri<br />

akıl kovasına göz ve kulak yoluyla akar.<br />

Meselâ insanlık tarihine baktığımız zaman<br />

Hz. Nuh (a.s.)’ın kavmi, onun getirdiği ilâhî<br />

mesajı dinlememek için kulaklarına parmaklarını<br />

tıkamışlar, elbiseleriyle yüzlerini<br />

örtmüşler, küfre dayalı hayat tarzlarını sürdürmek<br />

uğruna büyüklük taslamışlardır. 11<br />

Bu sebeple, mü’minler her türlü önyargıdan<br />

uzak olarak ilim ve hakikat uğruna din ve<br />

dünyalarını mamur etmek adına önce sözü<br />

dinlerler ve sonra da en güzeline uyarlar.<br />

Konuşmak, dinleme ve öğrenmenin sonucudur.<br />

Kuş yavruları bile belirli bir müddet<br />

analarını-babalarını dinliyorlar, öğrendikten<br />

sonra da ötmeye başlıyorlar. Bizde<br />

de “Erken öten horozun başını keserler.”<br />

deyimi meşhurdur.<br />

Hz. Mevlânâ’da “ney metaforu” insân-ı<br />

kâmili anlatmaktadır. İnsân-ı kâmil oluş derecesi<br />

bir üst bilgi ve mâneviyat düzeyidir.<br />

Çünkü o düzeye erişenler alıcı olmaktan<br />

ziyâde verici olma makâmına gelmişlerdir.<br />

Bu sebeple mü’min insan, dinini kimden öğrendiğine<br />

dikkat etmelidir. Nâkıs düzeyde<br />

kalanlardan bilgi aktarımı da nâkıs ve sorunlu<br />

olacaktır. Bir de unutmayalım ki, insanoğlu<br />

vefat ederken en son işlevini kaybedecek<br />

olan işitme organı kulaktır. Sebebi, son<br />

nefesine kadar kelime-i şahâdet telkînine<br />

açık kalacaktır. Efendimizin, “Kim ‘Lâ ilahe<br />

illallah’ diyerek vefat ederse, cen<strong>net</strong>e girer.” 12<br />

buyruğu bunun içindir. Bundan dolayı vefat<br />

anında aralıklarla bu kelime-i tayyibeyi<br />

telkîn emri verilmiştir.<br />

O halde kullarını gizli ve açık işiten ve<br />

onların dilek ve arzularına cevap veren Yüce<br />

Allah’ın Semî’ isminden bizlerin çıkaracağı<br />

daha birçok hisse vardır. Bunların başında<br />

yalnız olmadığımızı bilmemiz gelir. Çok<br />

yakınlarımıza bile işittiremediğimiz birçok<br />

meseleyi, Yüce Allah işitir. Bunun önünde<br />

hiçbir engel yoktur. O’nun işitici olduğuna<br />

inanmak kadar bizi mutlu eden bir başka<br />

olay ve bilgi kaynağı var mıdır<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ<br />

1. 42/Şûrâ, 11.<br />

2. 14/İbrâhim, 39.<br />

3. 34/Sebe’, 50.<br />

4. 39/Zümer, 18.<br />

5. 46/Ahkâf, 29.<br />

6. 20/Tâhâ, 13.<br />

7. 50/Kâf, 41.<br />

8. 7/A’râf, 204.<br />

9. 22/Hac, 73.<br />

10. Bkz.17/İsrâ, 36<br />

11. Bkz.71/Nûh, 7<br />

12. Buhârî, “İman” 33.<br />

Adı<br />

Ensârî<br />

Künyesi<br />

: Cebbâr b. Sahr b. Ümeyye el-<br />

: Ebû Abdillâh<br />

Doğum yılı : M. 590<br />

Doğum yeri<br />

Baba adı<br />

Anne adı<br />

Eş(ler)i<br />

Akrabaları<br />

Oğulları<br />

Kızları<br />

: Hazrec’in Benî Selime kolundan-<br />

Kabilesi<br />

dır.<br />

İslam’a girişi<br />

: Yesrib/Medine<br />

: Sahr b. Ümeyye el-Ensârî<br />

: Suâd bint Seleme<br />

: Ümmü’l-Hârisbint Mâlik<br />

: Mikdâd b. Esved ile kardeşleşti.<br />

: Sa’d<br />

: Sümeyke, Usayme<br />

: Hicretten önce<br />

Sohbet süresi : 11-12 yıl<br />

Rivayeti : 2<br />

Yaşadığı yer<br />

Mesleği<br />

Hicreti<br />

: Medine, Hayber<br />

: Vergi memurluğu, zabıtalık<br />

: Yok<br />

Savaşları :Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte<br />

tüm savaşlara katıldı.<br />

Cebbâr b. Sahr (R.A.)<br />

Görevleri : Vergi memurluğu, su kuyularının<br />

tanzimi, zabıtalık<br />

Fizikî Yapı : Tespit edilemedi<br />

: Cesur, görev bilinci olan bir saha-<br />

Mizacı<br />

bi<br />

: Birinci ve İkinci Akabe biatlerin-<br />

Ayrıcalığı<br />

de bulundu<br />

Ömrü : 62<br />

Ölüm yılı : H. 30<br />

Ölüm yeri<br />

Ölüm sebebi<br />

: Medine<br />

: Hastalık<br />

Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke yolunda<br />

“Kim bizden önce Üsaye’ye gidip bizim için<br />

bir su havuzu hazırlayacak” demiş, bu işi üstlenip<br />

yerine getiren Cebbâr sonrasında uyuyakalmıştı.<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) onun yanına gelince<br />

“Ey havuz sahibi!” diyerek seslenmiş, abdestten<br />

sonra onu sağ tarafına alıp birlikte namaz kılmışlardır.<br />

Hadisleri : Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:<br />

“Biz, avret yerlerimizin görülmesinden<br />

nehyolunduk.”<br />

Kaynaklar : İsâbe, I. 449, VII. 712; Üsd, I. 167;<br />

İstîâb, I. 68; İbnSa’d, III. 576, 407; DİA, VII. 182,<br />

Ahmed, Müsned, III. 421, Hâkim, Müstedrek, III. 246.<br />

14 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 15


ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ<br />

Zamanın Hudutlarını Aşan<br />

Kadim Bir Zaman Yolcusu:<br />

Bartın<br />

“Eşsiz doğasına hayran olduğum<br />

Cilvesi gönlümü yakar Bartın’ın<br />

Gezip dolaştıkça huzur bulduğum<br />

Suları coşarak akar Bartın’ın...” (MNM)<br />

16 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 17


Batı Karadeniz’in gözbebeğidir Bartın.<br />

Başta Amasra olmak üzere, Kurucaşile<br />

ve Ulus adlarıyla tanıdığımız sadece üç<br />

ilçesi vardır bu yeşil gözlü şehrin. Merkez ve<br />

Uçsuz bucaksız kumsallarıyla insanların içini<br />

serinleten Bartın, yeşille mavinin başkentidir.<br />

Amasra-Bartın karayolu üzerindeki Kuşkayası<br />

Yol Anıtı, Ceneviz Vadisindeki Kemerdere<br />

Küre Dağları Milli Parkı, Karadeniz Bölgesinin<br />

Batı Karadeniz Bölümünde yer alan gözde bir<br />

mekândır. İnsanlara huzur ve sükûn bahşeden<br />

bu milli parkın yarıya yakını Bartın’da, yarıdan<br />

il yine Bartın’dır. Bu arada Bartın’ın çileği ve<br />

yoğurdu da çok meşhurdur. Ziyaretçisi eksik<br />

olmayan Ebu Derda Türbesi, Bartın’ın manevî<br />

dinamiklerinin başında gelir.<br />

ilçelere bağlı 260 köyü mevcuttur. Eskiden<br />

Zonguldak’ın bir ilçesi olan Bartın, küçük ama<br />

şirin bir şehirdir. Doğusunda Kastamonu, güneyinde<br />

Karabük, batısında Zonguldak, kuzeyinde<br />

ise (mas) mavi Karadeniz bulunur. Dillere destan<br />

bir orman zenginliği vardır bu şehrin. Küre<br />

Dağları Milli Parkı’nın önemli bir bölümü bu güzel<br />

şehrin sınırları içerisinde bulunmaktadır.<br />

Ülkemizde üzerinde taşımacılık yapılan tek<br />

akarsu olma özelliği taşıyan Bartın Çayı, bu şehrin<br />

sembollerinden biridir. Bu yüzden Bartın<br />

demek, biraz da Bartın Çayı demektir. Zira Bartın<br />

Çayı antik çağda “Parthenios” adıyla anılan<br />

ve kente de adını veren çaydır. Bartın turizmine<br />

önemli hizmetlerde bulunan Bartın Çayı’nın<br />

üzerinde kano ve kürek yarışları da yapılabilmektedir.<br />

Kocaçay ve Kocanazçayı olmak üzere<br />

başlıca iki kolu bulunmaktadır.<br />

Köprüsü,Tomaşkuyusu mevkiindeki Toprakaltı<br />

Galerileri görülmeye değerdir.<br />

Bartın’da tel kırma ve yazmacılık sanatı gelişmiştir.<br />

“Tel Kırma Şal” ve “Baskılı Yazma”<br />

Türkiye’de yalnızca Bartın’a özgüdür. Bu geleneksel<br />

sanatlar hâlâ yaşatılmaktadır.<br />

Safranbolu’nun yanı başında bulunan<br />

Bartın’ın ahşap evleri görülmeye değerdir. Ormanlık<br />

bir arazide kurulan şehirde, evlerin yapımında<br />

genellikle çam, abanoz, meşe, gürgen<br />

gibi ağaçlardan elde edilen ahşap malzeme<br />

kullanılmıştır. Genelde iki katlı olan Bartın’ın<br />

ahşap evlerinde barok sanatının izleri hâkimdir.<br />

Evlerde sofa, oda(lar), kiler ve mutfak vardır.<br />

Gün ışığından azamî derecede istifade etmek<br />

için, evlerin çok pencereli olduğu hemen dikkat<br />

çeker. Birbirinden değerli bu geleneksel Bartın<br />

evleri bakanlıkça koruma altına alınmıştır.<br />

çoğu da Kastamonu sınırlarında yer almaktadır.<br />

Bu milli parkın çevresinde; Azdavay, Pınarbaşı,<br />

Ulus, Kurucaşile, Amasra ve Cide ilçeleri ile Arıt<br />

beldesi bulunmaktadır. Buradaki yaşlı ormanlar,<br />

dev kanyonlar, gizemli mağaralar, berrak<br />

akarsular, yemyeşil çayırlıklar, endemik bitkiler,<br />

boğazlar, şelaleler, düdenler, dolin ve çukurlar<br />

ziyaretçilerini dinlendirmekte ve ilginç karstik<br />

oluşumlarıyla insanları hayrete düşürmektedir.<br />

Yüzlerce kuş ve onlarca memeli hayvan bu sıra<br />

dışı ortama fauna zenginliği katmaktadır.<br />

Türkiye’nin 74. vilayeti olarak resmî kayıtlara<br />

geçen Bartın’ın demiryolu ağı ve havaalanı<br />

henüz yoktur. Bartın Limanı yük taşımacılığında<br />

önemlidir. Zonguldak dışında kömür çıkarımı<br />

yapılan diğer il Bartın’dır. Şehirde eğitimin lokomotifi<br />

olarak görülen Bartın Üniversitesi her<br />

geçen gün daha da büyümektedir. Batı Karadeniz<br />

Bölgesinde en fazla tarım alanına sahip<br />

Bartın’ı Ayağa Kaldıracak Sektör:<br />

Deniz Turizmi<br />

59 kilometrelik bir sahil şeridine sahip olan<br />

Bartın’da deniz turizmi ön plandadır. Amasra,<br />

İnkumu ve Çakraz bu konuda başı çekmektedir.<br />

İnce kumlu çok güzel bir koya sahip olan<br />

Çakraz’ın tarihteki ismi, kızıl manasına gelen<br />

Erythinoi’dir.<br />

Karadeniz ikliminin karakteristik bir özelliği<br />

olarak her mevsim yağış alması ve güneşlenme<br />

süresinin kısalığı kıyı turizmini menfi yönde<br />

etkilemektedir. Bartın’ın kuzeybatısındaki<br />

Kızılkum, uzun ve bakir bir plajdır. Temiz, derin<br />

ve bol kumludur. Öte yandan şehrin batı<br />

yönünde uzanan Mogada (Mugado) Plajı korunaklı<br />

bir yerdir. Tarih ve doğanın bütünleştiği<br />

Güzelcehisar Plajında tabiî kaya şekilleri otantik<br />

bir atmosfer oluşturmaktadır. Doğallığın-<br />

18 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 19


dan hâlâ hiçbir şey kaybetmeyen Bozköy, uzun<br />

ve ince bir kumsal olarak dikkatleri üzerinde<br />

toplamaktadır. Çakraz’ın doğusundaki Akkonak,<br />

falezli yüksek kıyıların önünde oluşan<br />

kum ve çakıl karışımı bir plajdır. Bir diğer plaj<br />

olan Göçgün, Kızılkum’dan sonra Bartın ilinde<br />

bakir ve doğal yapısını koruyan müstesna bir<br />

plajdır.<br />

Kurucaşile’nin batısındaki Çambu, doğal<br />

karakterini muhafaza etmektedir. Tarihî Kromna<br />

şehrinin merkezi olan Tekkeönü, ahşap yat<br />

ve balıkçı teknelerinin yapım yeri olarak haklı<br />

ününü bugün de korumaktadır. Bu plajların çoğunda<br />

yelken ve su kayağı gibi deniz sporları<br />

yapılabilmektedir. Özellikle Amasra, yelkencilik<br />

için yeterli rüzgâra sahiptir. Buralardaki deniz<br />

turizminin en büyük engeli; deniz mevsiminin<br />

kısa olması, yazın güneşli gün sayısının azlığı<br />

Yeşille Mavinin Sarmaş Dolaş<br />

Olduğu Mekân: Kurucaşile<br />

‘Dağların suya değdiği, yeşille mavinin sarmaş<br />

dolaş olduğu mekân’ olarak bilinir Kurucaşile.<br />

Antik dönemde Paflagonya’nın kıyılarında<br />

kurulmuş bir sitedir Kurucaşile. Cromna namıyla<br />

hüküm sürdüğü zamanlarda burada para bile<br />

basılmıştır.<br />

Kurucaşile, ahşap tekne yapımında mühim<br />

bir markadır. Bu, bugünün değil; geçmişe dayanan<br />

bir birikimin ürünüdür. Bu ahşap gulet<br />

tekneler usta-çırak ilişkisi ve dayanışması içerisinde<br />

vücut bulmaktadır. Bu tekneleri sadece<br />

Karadeniz’de değil; Akdeniz, Marmara ve Ege<br />

sularında da görebilirsiniz. Bu ahşap tekneler<br />

ülke sınırlarının çok ötesinde, dünya denizlerinde<br />

de başarıyla yüzdürülmektedir. Osmanlı<br />

döneminde muzaffer donanmanın ihtiyacını<br />

Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi meşhur Seyahatname’sinde<br />

Bartın ve Amasra’da kalyonların<br />

yapıldığını yazar. Osmanlı Donanması’nın kalyon<br />

ve kadırga ihtiyaçlarını karşılayan Bartın, Amasra<br />

ve Kurucaşile tersanelerinde yapılan gemilerin<br />

“mavna, yelkenli, gulet, çektirme” gibi çeşitleri<br />

bulunmaktaydı. Günümüzde gemi yapımcılığı Kurucaşile<br />

ilçesinin Kapısuyu ve Tekkeönü köylerindeki<br />

tersanelerde sürdürülmektedir.<br />

Kurucaşile’nin yemyeşil ormanları gözlerimizi<br />

ve gönüllerimizi maddî ve manevî kirlerden<br />

arındırır. Gölderesi ve Gökyar şelaleleri,<br />

Kurucaşile’de görülmeye değer yerlerdir.<br />

Ormanların Koynunda Bir Şirin<br />

Diyar: Ulus<br />

Safranbolu’nun bir nahiyesi iken 1944’te<br />

ilçe olarak Zonguldak’a bağlanan Ulus, 1991’de<br />

nellikle ormandır. “Aşk acısını dindiren şelale”<br />

olarak nitelendirilen Ulukaya Şelalesi buradadır.<br />

Bu şelale, görenleri büyüleyen müstesna bir güzelliğe<br />

sahiptir. Ulus Çayı üzerindeki bu şelale,<br />

yirmi metre yüksekten akarak ziyaretçilerine büyüleyici<br />

bir görünüm sunmaktadır. Bahsi geçen<br />

şelalenin de içinde yer aldığı kanyon, panoramik<br />

güzelliğiyle gözleri ve gönülleri okşamaktadır.<br />

Öte yandan Aksu Çayı üzerindeki Aksu Şelalesi,<br />

Kızıllar Köyü’nün Umar Tepesi mevkiindedir.<br />

Ulus, aynı zamanda mağara turizmi açısından da<br />

oldukça zengindir. Amasra ve Ulus ilçelerinde<br />

tespiti yapılmış 107 mağara vardır.<br />

Huzuru Burada Ara:<br />

Deniz Gözlü Amasra<br />

Bir sonbaharda gittim masmavi Karadeniz<br />

sularıyla söyleşen şirin Amasra’ya… Bilenler<br />

bilir, Amasra ile Bartın’ın arasına dağlar girer.<br />

ve insanların sorumsuzluğunun bir işareti olan<br />

karşılayan savaş ve yük gemilerinin büyük ço-<br />

Bartın il olunca buraya bağlanmıştır. Engebeli<br />

O dağları aşmadıkça Bartın’dan Amasra’ya,<br />

çevre kirliliğidir.<br />

ğunluğu yine burada yapılmıştır.<br />

bir araziye sahip olan Ulus’un bitki örtüsü ge-<br />

Amasra’dan Bartın’a varamazsınız. Ben de sa-<br />

20 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 21


ahın erken saatlerinde Bartın’dan çıktım yola.<br />

Dağın tepesine vardığımda kesif bir duman<br />

‘Hoş geldin’ dercesine karşıladı beni. Fakat bu<br />

teşrifatçı duman, Amasra’yı yukarıdan doyasıya<br />

seyretme arzumu da suya düşürdü. Adeta güzelliğini<br />

gizledi benden. Bu dağı aşınca Amasra<br />

yine de tebessüm etti yüzüme.<br />

Dağdan aşağı inerken Amasra’nın güzelliklerine<br />

bir an evvel kavuşmanın sabırsızlığı kapladı<br />

yüreğimi. Zira bu sisli havada bile denizin<br />

koynunda nazlı bir yavuklu misali bekleşen şirin<br />

Amasra, uzaktan bakan gözlere adeta ziyafet<br />

çekecek kadar güzel ve alımlıydı.<br />

Amasra’ya herhangi bir turla gitmediğim<br />

için, birilerine bağlı hareket etmek zorunda<br />

değildim; dilediğim gibi, doyasıya gezebilirdim<br />

her yeri… Özgürce dolaşabilirdim izbe sokakları.<br />

Öyle de yaptım. Hem rehber, hem gezgin<br />

oldum Amasra’nın gizemli ortamında.<br />

Amasra’ya gittiğimde günlerden Cuma idi.<br />

Cuma namazını kılmak üzere Fatih Camii’ne<br />

vardım. Bugün cami olarak kullanılan bu mekân<br />

9. yüzyıl sonunda inşa edilmiş eski bir Bizans<br />

Kilisesiydi. Fatih Sultan Mehmet, 1460 yılında<br />

şehri fethettiği zaman fethin nişanesi olarak<br />

burayı camiye çevrilmiş ve günümüze kadar<br />

cami olarak kullanılmıştır.<br />

Cuma olmasına rağmen camide bir saf bile<br />

tam dolmamıştı. Cen<strong>net</strong>mekân Fatih Sultan<br />

Mehmet’in fethettiği bu topraklardaki bu mübarek<br />

tarihî camii böyle mi (d)olmalıydı<br />

İmam hutbe okumak için eline kılıç alarak<br />

minbere çıktı. Önce bu duruma bir anlam veremesem<br />

de sonradan tarihî malumatlarım imdadıma<br />

yetişti. Zira Osmanlı döneminde bazı<br />

camilerde kılıçla hutbe okunurdu. Padişahlar<br />

sefer öncesi minbere çıkarak sefer emrini buradan<br />

verirdi. Demek ki bu gelenek Amasra’daki<br />

bu tarihî camide hâlâ devam etmektedir.<br />

Bir Ceneviz Kolonisi olan Amasra, Fatih Sultan<br />

Mehmet tarafından fethedilmiştir. Fatih,<br />

İstanbul’u fethettikten sonra gözünü Anadolu’daki<br />

belli başlı yerlere dikmiştir. Bunların<br />

başında Trabzon Pontus Rum İmparatorluğu<br />

gelmektedir. Fakat bundan evvel yol üzerindeki<br />

Amasra’yı almak ister. Burası doğal birliman<br />

olduğu için ticaretin can damarıdır. Üstelik<br />

Cenevizlilerin yarın problem çıkarmayacağını<br />

hiç kimse garanti edemez. Onun için bu yaranın<br />

derinleşmeden bir an evvel iyileştirilmesi<br />

gerekir(di). Bu düşünceyle Fatih, karargâhını<br />

Bartın’a kurar, Amasra’yı denizden kuşatır. Bunu<br />

gören Ceneviz senyörü Osmanlı Ordusu’yla baş<br />

edemeyeceğini anlayarak hiç kan dökülmeden<br />

şehrin anahtarını Fatih Sultan Mehmet’e verir.<br />

Böylece Fatih, çok kârlı bir iş yapıp Amasra’yı<br />

Osmanlı topraklarına katarak muhtemel bir<br />

tehlikenin de önüne geçmiş olur. Daha sonra<br />

Trabzon yolculuğuna devam eder.<br />

Cihan İmparatoru Büyük Fatih, Bartın’dan<br />

yola çıkarak Amasra’yı tepeden gören bugünkü<br />

“Bakacak” mevkiine gelerek Amasra’yı seyre<br />

dalıp şöyle der: “Lala, lala, çeşm-i cihan bu mu<br />

ola” diyerek Amasra’nın doyumsuz güzelliklerine<br />

olan hayranlığını dile getirir. Amasra Kalesi,<br />

geçmişle gelecek arasında sağlam köprüler<br />

kuran, temelleri Bizans döneminde atılmış<br />

tarihî bir yapıdır. Bu kadim kalenin taşları, nice<br />

zamanların şahididir.<br />

Antik bir yerleşim yeri olan Amasra’ya gidip<br />

de Amasra Müzesi’ni gezmeden dönmek<br />

olmaz. Bu müze Osmanlı’dan Roma’ya uzanan<br />

uzun bir döneme ait tarihî eserlerin bir arada<br />

görülebileceği farklı bir mekândır. Bu müzede<br />

Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi<br />

eserleri meraklılarıyla buluşturulmaktadır. Zengin<br />

bir müze olan Amasra Müzesi’nde el yazması<br />

Kur’an-ı Kerimler, padişah mührü, heykeller,<br />

kilimler ve kolyeler de bulunmaktadır.<br />

Amasra, tarihle doğanın iç içe olduğu bir şehirdir.<br />

Gürcüoluk ve İncivez mağaraları, Amasra<br />

ilçesi sınırları içerisinde bulunan enteresan<br />

tabiî oluşumlardır. Ada ve yarımadalardan oluşan<br />

Amasra’da, tarih ve doğa iç içedir; bu yönüyle<br />

birbirlerini tamamlarlar. Boztepe ve Tavşan<br />

Adaları bu bağlamda öncelikli olarak zikretmemiz<br />

gereken müstesna yerlerdir.<br />

Üç bin yıllık bir mâziye sahip olan Amasra,<br />

Unesco Kültür Mirası Geçici Listesi’ne alınmış,<br />

yaşanılacak bir yerdir. Tarihî süreç içerisinde<br />

farklı uygarlıklara beşiklik eden Amasra’nın büyüleyici<br />

güzelliklerini ve birbirinden muhteşem<br />

koylarını görmek gerekir. Tarihî dokusu ve doğal<br />

güzellikleriyle ziyaretçilerini kendine hayran bırakan<br />

Amasra’yı bir de günbatımında görmeli…<br />

Bu zamanlarda Amasra bir hasret şiiri kadar yüreğe<br />

dokunur. Anadolu’nun Karadeniz’e açılan<br />

muhkem bir kapısı olan Amasra, gerçekten bir<br />

doğa harikasıdır. Bunu bizzat gezerek, görerek<br />

tescil ettim. Herkesin de görmesini öneririm.<br />

Bir liman kenti olan Amasra, balıkçılığıyla da<br />

ön plandadır. Balık lokantalarıyla meşhur olan<br />

Amasra’dan, tereyağında kızartılmış taze balık<br />

ve onun yanında 25-30 farklı sebze ve yöresel<br />

ot kullanılarak hazırlanan yöresel salatayemeden<br />

dönmek hiç de şık olmaz.<br />

Bartın Kaskalar’dan Hititler’e, Roma’dan<br />

Selçuklular’a, Osmanlılar’dan Cumhuriyete uzanan<br />

zaman diliminde zengin tarihî ve tabiî dokusuyla<br />

farkı fark ettiren bir medeniyet şehri;<br />

bir turizm cen<strong>net</strong>idir. Bartın, zamanın hudutlarını<br />

aşan yorgun bir zaman yolcusudur.<br />

22 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 23


SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*<br />

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in<br />

Adalet Anlayışı<br />

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

uyması gereken esaslardan bahsedilirken;<br />

“(Ey Muhammed!) Bundan dolayı sen<br />

çağrıya devam et ve emrolunduğun gibi dosdoğru<br />

ol. Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle<br />

de: ‘Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım ve<br />

aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum.<br />

Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim<br />

işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir.<br />

Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur.<br />

Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş<br />

de ancak O’nadır.’” 1 buyrularak Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in adaleti tesis etmekle görevli olduğu<br />

bildirilmektedir.<br />

O bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar<br />

arasında kardeşlik ilan ederken, diğer<br />

taraftan da Medine Sözleşmesi ile Müslüman,<br />

Yahudi ve müşrikler arasında adaleti sağlamaya<br />

çalışıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in bu yönüne dikkat çekilerek “Onlar,<br />

yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir.<br />

Eğer sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver,<br />

ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek<br />

olursan sana aslâ hiçbir zarar veremezler. Eğer<br />

hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet.<br />

Çünkü Allah, âdil davrananları sever.” 2 buyrulmuştur.<br />

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletli bir insandı.<br />

Kimsenin haksızlığa uğratılmasına göz<br />

yummazdı. Esâsen doğrulukla adalet birbirini<br />

tamamlayan iki güzel haslet olup bunların her<br />

ikisi de Peygamberimiz (s.a.v.)’de kemâl derecesinde<br />

idi. Gençliğinden beri herkes onu “emin,<br />

güvenilir” olarak biliyordu. Ticaret arkadaşları<br />

onun hakkında “Ne kimsenin hakkını yerdi, ne<br />

de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda<br />

hatır gönül dinlemezdi.” derler.<br />

Rasûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın<br />

terbiyesinde yetiştiği için peygamber olmadan<br />

önce de özü ve sözü doğru bir insandı.<br />

İslâmiyet’in ilk günlerinde yakın akrabalarını<br />

Safâ Tepesi’nde toplamış, Allah tarafından peygamber<br />

seçildiğini bildirmeden önce onlara<br />

bir soru yöneltmiş: “Şu dağın eteğinde düşman<br />

askerlerinin bulunduğunu ve size saldırmaya hazırlandığını<br />

söylesem bana inanır mısınız” demişti.<br />

O günlerde hemen hepsi puta tapan ve<br />

Rasûlullah’ı çok iyi tanıyan bu insanlar: “Evet,<br />

inanırız. Bugüne kadar senin yalan söylediğini<br />

görmedik.” cevabını vermişlerdi. 3 Peygamberlerin<br />

Sultanı peygamber olmadan önce de doğruluğu<br />

ve dürüstlüğü ile bilinirdi.<br />

İnkârcılar Mekke dönemi boyunca Peygamberimize;<br />

“Şair, mecnun, sihirbaz, büyücü” diyerek<br />

iftiralarla lekelemek istemişler yabancılara<br />

onu böyle tanıtarak İslâm’ın yayılma hızını<br />

kesmek istemişler, fakat ona asla “yalancı, hain”<br />

diyememişlerdi.<br />

Bizans İmparatoru Herakliyus Kudüs’te bulunduğu<br />

günlerde Peygamber Efendimiz’den<br />

bir mektup almıştı. Rasûlullah bu mektupta onu<br />

İslâm’a davet ediyordu. Herakliyus, Peygamber<br />

olduğunu söyleyen bu zât hakkında bilgi toplamak<br />

istedi. Adamlarına, “Onu tanıyanlardan<br />

kimi bulursanız getirin.” diye emretti. İşte o<br />

günlerde Mekke’nin tanınmış tâcirlerinden Ebû<br />

Süfyân bir ticaret kafilesiyle Suriye’ye gitmekteydi.<br />

İmparatorun adamları onu ve yanındaki<br />

tüccarları alıp Bizans Kralı’nın huzuruna çıkardılar.<br />

Kral, “Kendini peygamber zanneden bu zata<br />

soyca en yakın olan hanginizdir” diye sordu.<br />

Ona Ebû Süfyan’ı gösterdiler. Kral onunla konuşmaya<br />

başladı. O günlerde Ebû Süfyân daha<br />

Müslüman olmamıştı. Herakliyus’un Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) hakkında kendisine sorduğu sorulara<br />

istemeye istemeye doğru cevap vermek<br />

zorunda kaldı. Rasûl-i Ekrem’in sözünden aslâ<br />

dönmediğini, kimseye haksızlık etmediğini belirtti.<br />

Müslümanlara doğruluğu tavsiye ettiğini,<br />

iffetli yaşamayı, verilen sözün mutlaka yerine<br />

getirmeyi, emâ<strong>net</strong>e riâyet etmeyi emrettiğini<br />

söyledi. 4 Rasûlullah’ın düşmanları bile onun<br />

doğru, dürüst bir şahsiyete sahip olduğunu, yalanı,<br />

dolanı bilmediğini kabul ve itiraf ederlerdi.<br />

Mekke’de en güvenilir şahsiyet olması sebebiyle<br />

ona “Muhammedü’l-Emîn” derlerdi.<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.), hiçbir gölgenin bulunmadığı<br />

kıyâmetin yakıcı sıcağında, arşın fe-<br />

24 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 25


Bedir Savaşı’nda alınan esirler arasında Pey-<br />

den bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir<br />

gamberimizin amcası Hz. Abbas da vardı. Hz.<br />

çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine<br />

Abbas’ın elleri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşı-<br />

kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı<br />

lığı serbest bırakılmaya başlanmıştı. Ensâr’dan<br />

Yahudilerden Zeyd bin Semîn adında bir ada-<br />

bazı kişiler Hz. Abbas’ın Allah Rasûlü’nün am-<br />

mın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu’me’nin ya-<br />

cası olduğunu öğrenince onun fidyeden affe-<br />

nında aranıp bulunamayınca o:<br />

dilmesini istediler. Allah Rasûlü, “Hayır, asla<br />

böyle bir şey olamaz Onun ödemek zorunda<br />

olduğu fidyenin tek bir dirhemi dahi bağışlana-<br />

– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir<br />

bilgim de yok, diye yemin etti. Zırhın sâhipleri;<br />

maz.” 12 buyurdular.<br />

– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta<br />

rerek, hâin ile temizi doğrudan doğruya bildirrahlatıcı<br />

gölgesinden istifâde edecek yedi sınıf<br />

insandan bahsederken en başta adaletli davranan<br />

idarecileri saymış, 5 âdil devlet başkanlarından<br />

ve yö<strong>net</strong>icilerinden övgüyle bahsetmiş, 6<br />

âilesine ve emri altındakilere adaletle muâmele<br />

edenlere Allah tarafından kıyamet gününde büyük<br />

mükâfatlar verileceğini bildirmiştir. 7<br />

Rebeze’den Medine’ye gelmekte olan<br />

Sa’lebe oğullarından bir gurup insan şehrin yakınında<br />

bir yerde konaklamışlardı. Peygamberimiz<br />

onlarla karşılaştı ve satın almak istediği bir<br />

devenin fiyatını sordu. Pazarlık yapıldı. Peygamberimiz<br />

deveyi alarak Medine’ye döndü. Fakat<br />

oradakiler deveyi satın alanın Peygamberimiz<br />

olduğunu bilmiyorlardı. Parasını almadan deveyi<br />

verdikleri için tartışmaya giriştiler. İçlerinden<br />

bir kadın şöyle diyordu: “Niçin tartışıyorsunuz<br />

Bu kadar parlak alınlı adam hiç görmedik. Dikkat<br />

etmediniz mi Onun yüzü ayın on dördü<br />

gibi parlamaktaydı.” Kadın bu sözleriyle deveyi<br />

satın alanın kendilerini aldatacak yaratılışta<br />

olmadığını anlatmak istemişti. Aradan çok geçmedi.<br />

Hava kararmak üzere idi. Bu sırada bir zat<br />

geldi. Bir miktar yiyecekle devenin bedeli olan<br />

parayı getirdi ve bunları Rasûlullah’ın gönderdiğini<br />

söyledi. Topluluk ertesi gün şehre girdiğinde<br />

Peygamberimiz mescitte ashâbına nasîhat<br />

etmekle meşguldü. Bu esnâda Ensâr’dan bir<br />

zat Sa’lebeoğullarının geçmişte akrabâsından<br />

birini öldürdüklerini, şimdi onlardan birini öldürmesi<br />

gerektiğini söyleyince Peygamberimiz;<br />

“Hayır bunu yapamazsınız. Bir evlâd babasının<br />

suçu yüzünden öldürülmez!” buyurdu.<br />

Allah Rasûlü, hayatın her alanında daima<br />

adaleti, âdil hüküm vermeyi esas almış, bizzat<br />

adaletin en güzel örneklerini sergilemiş; âile<br />

hayatında, 8 insanlar arası münâsebetlerde, 9<br />

hâkim huzurunda, şâhitlik esnâsında 10 adalet<br />

esasını zihinlere yerleştirmiştir. Nitekim şu<br />

olay, buna çok iyi bir misâl teşkil eder:<br />

“Bir gün Kureyş kabilesinden asil bir kadın<br />

hırsızlık yapmıştı. 0 kadını cezâlandırmaması<br />

için Ashâbdan Üsâme’yi Peygamberimize gönderdiler.<br />

Bu duruma kızan ve üzülen Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) şöyle buyurdular: ‘Nasıl oluyor da<br />

bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı<br />

olmaya kalkışıyorlar. Sizden öncekilerin mahvolmasının<br />

sebebi şudur: İçlerinden asîl, ileri<br />

gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor,<br />

zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca,<br />

onu cezâlandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim<br />

ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı,<br />

onun da cezâsını verirdim.” 11<br />

Huneyn Savaşı’na katılan bir sahâbe anlatıyor:<br />

“Ben devemin üzerinde, Hz. Peygamber’in<br />

yanında ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç<br />

vardı. Devem Peygamber’in devesini<br />

sıkıştırdığında pabucumun<br />

kenarı Rasûlullah’ın baldırına<br />

dokunarak O’nu<br />

rahatsız ediyordu.<br />

Bunun üzerine<br />

Rasûlullah ayağıma<br />

kamçı ile<br />

vurarak, ‘Canımı<br />

yakıyorsun, arkamdan<br />

yürü!’<br />

dedi. Ben de<br />

O’nun yanından<br />

savuştum. Ertesi<br />

gün Rasûlullah beni<br />

yanına çağırttı. Kendi<br />

kendime ‘Beni dün ayağını<br />

incittiğim için aramıştır.’<br />

dedim. Yanına gittim. Peygamberimiz<br />

bana ‘Sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı<br />

yakmıştın, ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum.<br />

Bunun karşılığını ödemek için seni çağırdım.’<br />

dedi ve bana çeşitli hediyeler verdi.” 13<br />

Bu örnekte de görüldüğü gibi Rasûlullah,<br />

adaletin sağlanmasına ve kul hakkının ödenmesine<br />

çok büyük önem verir; kendi üzerine geçen<br />

kul hakkını, her zaman ve her yerde, en sıkıntılı<br />

savaş zamanında bile ödemekten geri durmazdı.<br />

Zaferoğullarından ve Ensâr’dan Tu’me bin<br />

Übeyrık, komşusu Katâde bin Nu’mân’ın evin-<br />

bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye<br />

kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük,<br />

dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını<br />

reddeden Tu’me’ye yemin teklif<br />

edip o da çalmadığına dair yemin<br />

edince zırhın sâhipleri mecburen<br />

Tu’me’yi serbest<br />

bıraktılar. Ama un izini<br />

takip ederek nihayet<br />

Yahudi’nin<br />

evine geldiler ve<br />

onu tutup Allah<br />

Rasûlü’ne getirdiler.<br />

Yahudi;<br />

– Zırhı bana<br />

Tu’me bin Übeyrık<br />

verdi, dedi ve<br />

Yahudilerden bir cemaat<br />

da buna şâhitlik<br />

ettiler. Tu’me’nin kabilesi<br />

olan Zaferoğulları ise:<br />

– Gelin, Rasûlullah’a gidelim, dediler ve<br />

Efendimize gelip Tu’me’nin durumunu anlattılar.<br />

Arkadaşlarını müdafaa sadedinde;<br />

– Eğer hırsızlığı Yahudi’nin yaptığını ilân<br />

ederek onu cezâlandırmazsan arkadaşımız<br />

helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, Yahudi de suçsuz<br />

çıkacak, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ;<br />

“(Ey Rasûlüm!) Kendilerine hıyâ<strong>net</strong> edenleri<br />

savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş<br />

günahkârları sevmez.” 14 âyet-i kerîmesini indi-<br />

26 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 27


di ve Rasûlullah (s.a.v.)’e de doğruyu gösterdi.<br />

sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır. Adaletin<br />

Buna karşı Tu’me, Hakk’a teslim olup tevbekâr<br />

İslâm toplumunda, yö<strong>net</strong>imde, muhâkemelerde<br />

olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. 15<br />

ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygu-<br />

Bu gibi durumlarla alakalı olarak Resûlullâh<br />

(s.a.v.):<br />

“İster dünyevî işlerde olsun, ister dînî konularda<br />

olsun ümmetime hile yapan kimseye<br />

Cenâb-ı Hak lâ<strong>net</strong> etsin.” buyurmuştur. 16<br />

lanması önemli bir hedeftir. İslâm toplumunda<br />

uygulanması öngörülen ekonomik prensiplere<br />

göre mülk Allah’ındır. Bu ölçü içinde sosyal<br />

adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun<br />

kurulması demektir. Mü’minlerin kardeş<br />

ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve<br />

“Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana yargı-<br />

muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm’da ada-<br />

lanmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini<br />

getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve<br />

merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime<br />

göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin<br />

lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem,<br />

ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.” 17<br />

let anlayışının tezâhürleridir. Ayrıca kazâ işlerinde,<br />

muhâkemelerde ve yö<strong>net</strong>imde Allah’ın<br />

indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir.<br />

Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin<br />

gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların<br />

kâfir, zâlim ve fâsık oldukları<br />

Meşhur bir darb-ı mesel şöyledir:<br />

ilân edilmiştir. 19<br />

“Biz zâhire göre hükmederiz, işin iç yüzünü<br />

ancak Hz. Allah bilir.”<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />

Hayatının her safhasında adâleti şiâr edinen<br />

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vefatına yakın zamanlarda<br />

da ashâbına son tavsiyelerini yaparken<br />

önemine binâen yine bu noktaya temas etmiştir:<br />

Numan b. Beşir isimli genç bir sahâbeye babası,<br />

malının bir kısmını hibe olarak vermiş, diğer<br />

çocuklarını bu mallardan mahrum etmişti.<br />

Çocukların annesi bu duruma rıza göstermemiş<br />

ve meseleyi sormaları için onları Peygamber<br />

Efendimize göndermişti. Peygamber Efendimiz,<br />

malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini<br />

sormuş, onlara vermediğini öğrenince<br />

de, “Allah’tan korkun ve çocuklarınızın arasında<br />

adaletli olun.” 18 buyurmuştur.<br />

Sonuç olarak söylemek gerekir ise, Allah<br />

Rasûlü, hayatın her alanında daima adaleti, âdil<br />

hüküm vermeyi esas almış, en yakınları bile<br />

olsa hükümleri/kanunları herkese eşit olarak<br />

uygulamıştır<br />

Özetle Peygamber Efendimizin hadislerinde<br />

adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukukî,<br />

1. 42/Şûrâ, 15.<br />

2. 5/Mâide, 42.<br />

3. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Müslim, Îmân, 355.<br />

4. Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 7; Şehâdât, 28.<br />

5. Buharî, Ezân, 36; Zekât, 16; Rikak, 24; Hudûd, 19; Müslim,<br />

Zekât, 91; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât, 2<br />

6. Buharî, Edep, 36; Müslim, İmâre, 5, 18; Cen<strong>net</strong>, 63.<br />

7. Müslim, İmâre, 5, 18; Nesâî, Kudât, 1.<br />

8. 4/Nisâ, 3.<br />

9. 6/En’âm, 152.<br />

10. 4/Nisâ, 135.<br />

11. Buharî, Enbiyâ, 54; Meâzî, 53; Hudûd, 11-12; Müslim,<br />

Hudûd, 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6;<br />

Nesâî, Sârik, 6; İbni Mâce, Hudûd, 6.<br />

12. Buharî, Megâzî, 53.<br />

13. Taberî, Tarih-i Taberî, c.3, çev. M. Faruk Gürtuna, Sağlam<br />

Yay., İstanbul 2007, s.106.<br />

14. 4/Nisâ, 107.<br />

15. Taberî, Ebû Câfer Muhammed bin Cerîr, Câmiu’l-Beyân<br />

an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, IV, 364-365;Vâhidî,<br />

183.<br />

16. Müslim, Ebû’l-Hüseyin bin Haccâc el-Kuşeyrî, el-<br />

Câmiu’s-Sahîh, tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, İstanbul<br />

1992, Îmân, 164.<br />

17. Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed bin İsmâil, el-<br />

Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1992, Şehâdât, 27; Müslim,<br />

Ebû’l-Hüseyin bin Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahîh,<br />

tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, İstanbul 1992, Akdiye,<br />

4.<br />

18. Müslim, Vesaya 13.<br />

19. 5/Mâide, 44, 45, 47.<br />

Daldım Ey Gönül!<br />

Yine aşk deryâsı kaynadı, taştı;<br />

Ağdım bulut bulut doldum ey gönül!<br />

Kanlı gözyaşlarım bendini aştı;<br />

Bir aşkın ufkuna daldım ey gönül!<br />

Bağlandım bir güle al oldu yazım;<br />

Hasretin bağında kızardı közüm!<br />

Mâ’rifet çarkında döndükçe özüm;<br />

Hikmete gark oldum, kaldım ey gönül!<br />

Kim yanar bu oda yandığım kadar<br />

Kim anar bir adı andığım kadar<br />

Dağılsın başımdan onca sis, efkâr;<br />

Sarardım bu gamla, soldum ey gönül!<br />

Bende, seni söyler bu içli sesim;<br />

Edep dergâhında yundu nefesim!<br />

İhlâsla yeşeren her bir hevesim;<br />

Yol açtı öteye, buldum ey gönül!<br />

Her umut şafağı aşkla yanmaz mı<br />

Âlemin seyrine can dayanmaz mı<br />

Bu ihrâm içinde kul sınanmaz mı<br />

Devrimi, devrâna saldım ey gönül!<br />

Rabb’in bin bir adı, sanı özümde;<br />

Bir sevdâ damıttım, süzdüm sözümde!<br />

Meğer aşk hünermiş alınyazımda;<br />

Girdim mânâsına, oldum ey gönül!<br />

Rıfat ARAZ<br />

28 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 29


EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ<br />

Hikmetli Menkıbeler<br />

Allah dostlarının hikmetli sözleri, hatıraları,<br />

özlü kelamları bir hikmete mebni ve<br />

dilden dile anlatılarak insanların gönüllerine<br />

irşad güzelliği sunan özelliklere haizdir.<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri manevi<br />

kemâli, içinde yetiştiği tasavvufi muhit,<br />

tasavvufi eserlerle, sohbetlerle hemhâl olması<br />

bakımından birçok Allah dostunun menkıbesini<br />

not etmiş, sohbetlerinde de nakletmişlerdir. Bu<br />

yazımızda buna bir kaç örnek vereceğiz. Hulûsi<br />

Efendi Hazretlerinin notları arasında rastladığımız<br />

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleriyle ilgili bir<br />

menkıbe şöyledir:<br />

“Nihâyet kendisini bir subaşında buldum.<br />

Oturmuş, suya düşen yaprakları topluyordu. Selam<br />

verdim, “Merhaba Cüneyd!” dedi. Sonra sordu:<br />

“Tekrarlayacak mısın” “Hayır!” dedim. “Öyle<br />

ise Allah hepimizi bağışlasın.”cümleleriyle tamamlanan<br />

menkıbeyi nakledelim:<br />

Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri Anlatıyor<br />

Caminin avlusunda oturmuş, bir cenazenin<br />

namazını kılmak için bekliyordum. Halk da<br />

bekliyordu. O ara zahid olduğu bilinen bir fakiri<br />

gördüm. Ne yazık ki dileniyordu. Kendi kendime:<br />

“Şu adam bir iş yapsa da kendini korusa.<br />

Dilenmekten vazgeçse daha iyi olurdu!” dedim.<br />

Cenaze namazını kılıp işlerimi bitirdikten<br />

sonra evime gittim. Her zaman yaptığım gibi<br />

Kur’an okuyup, namaz kılacaktım. Fakat bunlar<br />

bu akşam bana ağır geliyor ve birini yapmaya<br />

güç yetiremiyordum. Üzerimde büyük bir ağırlık,<br />

uyuşukluk ve halsizlik vardı. Uyumaya çalıştım.<br />

Olmadı. Miskin miskin otururken kendimden<br />

geçmişim. Bir de ne göreyim, bana bir sofra<br />

hazırlanmış.<br />

- Buyurun, denildi. Etinizi yiyin. Çünkü bugün<br />

bir kardeşinizin aleyhinde bulundunuz.<br />

Bu et insan etiydi.<br />

Vaziyeti anladım ve cevap verdim.<br />

- İyi ama ben onun aleyhinde düşündüm. Fakat<br />

bu düşüncemi kimseye söylemedim.<br />

Şu karşılığı aldım:<br />

- Dediğin doğru. Fakat senin durumundakiler<br />

için durum farklı.<br />

Sordum:<br />

- Ne yapayım<br />

Şöyle karşılık verdiler:<br />

- Koş, o kimseyle helâlleş!<br />

Korkuyla uyandım. Abdest alıp namaz kıldım<br />

ve Kur’an okudum. Sonra yattım.<br />

Sabahleyin namazdan sora ilk işim sokağa<br />

çıkıp aleyhinde olumsuz düşündüğüm kişiyi<br />

arayıp bulmaktı. Epeyce bir aramadan sonra<br />

onu bir su başında buldum. Oturmuş suya düşen<br />

yaprakları seyrediyordu. Selam verip yanına<br />

oturdum.<br />

- Merhaba Cüneyd, dedi. Sonra da sordu:<br />

- Hatanı tekrarlayacak mısın<br />

- Hayır, dedim.<br />

30 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 31


Velî Bir Zat: Behlül Dânâ<br />

Hâlin ne olur diye düşündüm.”<br />

Behlül Dânâ; Halife Hârûn Reşîd zamanında<br />

yaşayan ilahî aşk cezbesiyle meczub ve velî bir<br />

zâttır. Asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir.<br />

Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.<br />

Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve 190<br />

(m. 805)’de vefât etmiştir. Hârûn Reşîd’in kardeşi<br />

olduğuna dair rivâyetler varsa da bunun<br />

aslı yoktur. Herkese ders olacak hikmetli sözleri<br />

çok meşhûrdur. Hârûn Reşîd’e nasîhat verirdi.<br />

Hârûn Reşîd;<br />

“Peki ne yapmam lâzım” dedi.<br />

Behlül;<br />

“Mademki bu yükün altına girdin. Zulme<br />

meyletme. Adalet üzere ol. Böylece tahtında<br />

otur.” buyurdu.<br />

“Yine bir gün Hârûn Reşîd sevgili câriyesi<br />

Behlûl’den Hikemî Bir Fıkra<br />

Zübeyde Hanım’la sarayını bahçesini gezme-<br />

- Öyle ise Allah hepimizi bağışlasın!<br />

Bu menkıbenin özetini not eden Hulûsi Efendi<br />

Hazretleri devamında şu notlara da yer verir:<br />

Süfyân b. Hüseyin Anlatıyor<br />

“Bir gün Hârûn Reşîd’in sarayına varır. Kendisi<br />

hareme gitmiş olduğundan tahtını boş<br />

bulur ve o anda hâlî (boş) bulunup Hârûn’un<br />

makâmına çıkar, tahtına oturur. Hâdimler<br />

halîfenin yerinde Behlûl’ü görünce şaşkınlıkla<br />

hemen yakalayıp şiddetle döğmeye koyulurlar.<br />

Behlûl feryâd ederek ağlamaya başlar. Bunun<br />

feryâdını içeriden işiden Hârûn koşarak gelir,<br />

ellerinden alır. “Yoksa çok mu döğdüler Fazla<br />

ağlıyorsun.” demesine cevâben, “Yok, senin<br />

için ağlıyorum. Bir dakîka bir kere oturdum bu<br />

kadar dayak yedim, Allah muînin olsun.” cevabını<br />

verir.”<br />

ye çıkarlar. Bahçenin bir tarafında çocuklar<br />

gibi bir şeyler yaptığını görünce yanına varırlar.<br />

“Behlül bu hâl niye Ne yapıyorsun”<br />

der. “Cen<strong>net</strong> evi yapıyorum.” deyince, “Zübeyde<br />

Hanım’a satar mısın” “Evet, satarım.”<br />

der. “Fiyatı nedir” Behlül: “Bir dînâr.” Zübeyde<br />

Hanım’a bir altın verir. Hârûn ise istihzâ<br />

ederek geçer. O akşam Hârûn bir rü’yâ görür;<br />

kıyâmet kâim olmuş, feriştehler halkı ce(he)<br />

nneme tutup sürüklemekdedir. Nihâyet sıra<br />

Zübeyde ile Hârûn’a gelir. Zübeyde’nin…” diye<br />

devam eden cümleleri güncelleyerek sizlere<br />

aktaralım:<br />

Akşam Harun Reşid rüyasında Cen<strong>net</strong>te bir<br />

köşk gördü, güzel mi güzel, çok beğendi, dedi<br />

ki bu köşk kimin (Hanımınızın) dediler. Ertesi<br />

gün gördüğü rüyanın tesiriyle Behlül Dânâ Hazretlerini<br />

aradı. Baktı ki aynı yerinde yine kumlardan,<br />

çer çöpten evler-köşkler yapıyor. Harun<br />

“Muâviye b. İyâs’ın yanında oturuyordum ve<br />

konuşuyorduk. Konuşma arasında birisi bahis<br />

mevzûu olmuş. Ben de onun aleyhinde bir şeyler<br />

söylemiştim; İyâs sordu: “Bu yıl düşmanlarla<br />

Hulûsi Efendi Hazretlerinin notlarından<br />

yukarıda bir kısmını arzettiğimiz Behlül Danâ<br />

menkıbesini, günümüz okuyucusunun anlayacağı<br />

şekilde özetleyerek birlikte okuyalım:<br />

Behlül Dânâ Hazretleri bir gün kumlarla, çer<br />

çöple ev-köşk yapıyordu, gören oyun oynuyor<br />

zannederdi. Harun Reşid yanından geçerken<br />

sordu:<br />

Reşid sordu:<br />

- Ne yapıyorsun<br />

- Cen<strong>net</strong>te ev-köşk yapıyorum.<br />

gazâya çıktın mı” “Hayır!” dedim. “Demek ki,<br />

dedi, düşmanlar elinden kurtulduğu halde Müslüman<br />

kardeşin dilinden kurtulamadı.<br />

El-hâsıl, Müslüman kardeşim, bu beyân edilen<br />

cümleden anlaşılıyor ki, gıybet şân-ı insâniyyete<br />

lâyık olmayan en kötü, en iğrenç bir harekettir.<br />

İnsanların bilerek veya bilmeyerek işlediği bu<br />

çirkin hareket, hâşâ câmi-i şerîften, hayvanlarda<br />

bile yoktur. Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd hepimizi<br />

tevfîkât-ı sübhâniyyesine mazhar buyursun.<br />

Âmîn.”<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />

notları arasına rastladığımız bir menkıbe<br />

kahramanı da Behlül Dânâ Hazretleridir.<br />

Hz. Behlül bir gün Hârûn Reşîd’in taht odasını<br />

boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu<br />

gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar.<br />

Askerler vurdukça o;<br />

“Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.<br />

O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında<br />

donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra;<br />

“Ey Behlül! Bu ne hâl” diye sordu.<br />

Behlül;<br />

“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup<br />

bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen<br />

ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun.<br />

- Ya Behlül ne yapıyorsun<br />

- Cen<strong>net</strong>te evler-köşkler yapıyor satıyorum.<br />

- Peki kaça satıyorsun<br />

- Bir altına.<br />

Harun Reşid, bizim kardeşe yine bir şeyler<br />

oluyor, diyerek gitti. Ertesi günü Harun Reşid’in<br />

hanımı da gördü, o da sordu:<br />

- Behlül ne yapıyorsun<br />

- Cen<strong>net</strong> için ev yapıp satıyorum.<br />

- Peki kaça satıyorsun<br />

- Bir altına.<br />

- Peki al bir altını.<br />

- Peki kaç para<br />

- Bin altın.<br />

- Dün bir altın diyordun bugün bin altına çıkarmışsın.<br />

Bunun sebebi ne<br />

- Hanımınız dün görmeden bir altına aldı.<br />

Ama sen gördükten sonra istiyorsun. Onun için<br />

bin altın bile az diye cevap verdi.<br />

Behlül ve Hikmetli Öğütler<br />

Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ Hazretleri<br />

ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi.<br />

Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül’ü getirmelerini<br />

söyledi. Gidenler Behlül’ü boş bir mezar<br />

içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında;<br />

32 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 33


“Siz ne yaptınız. Beni padişahlık makamından<br />

indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım.” dedi.<br />

Görevliler gidip bu sözleri halifeye bildirdiler.<br />

Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi,<br />

huzuruna geldiğinde:<br />

“Ey Behlül! Bu ne iş Sen hangi padişahlıktan<br />

indirildin” dedi.<br />

O, bu soru üzerine:<br />

“Ey Halife! Rüyamda kendimi hükümdar olmuş<br />

gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim<br />

vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim.<br />

Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan<br />

oldum.”<br />

Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve:<br />

“Ey Behlül! Rüyadaki padişahlığa itibar olur<br />

mu” dedi.<br />

Bunun üzerine Behlül Hazretleri;<br />

“Ey mü’minlerin emîri! Benim hükümdarlığım<br />

ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi<br />

açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak<br />

olsan ebediyen emirlikten düşecek<br />

saltanatından olacaksın ve nedamet, pişmanlık<br />

günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdarlığına<br />

itibar yoktur sen söyle” dedi.<br />

Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz<br />

bulamadı.<br />

Bir gün Behlül Dânâ Hazretlerini kabristanda<br />

gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş<br />

toprakla oynuyordu.<br />

Kendisine;<br />

“Ey Behlül ne yapıyorsun” diye sordular.<br />

Onlara gâyet sâkin olarak:<br />

“Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan<br />

insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ<br />

olanlardan daha emin.” diye cevap verdi.<br />

Kabristanlığın Kapısında Beklemek<br />

Bir gün Behlül Dânâ’nın evine hırsız girmiş,<br />

evde ne bulduysa alıp götürmüştü. Doğruca<br />

kalkıp kabristanlığa gitti ve kapısına oturdu.<br />

Bunun farkına varanlar başına toplanıp;<br />

“Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya<br />

geldin” dediler.<br />

Onlara:<br />

“Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum.”<br />

diye cevap verdi.<br />

Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve:<br />

“Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada<br />

işi ne” dediler.<br />

Bunun üzerine Behlül Hazretleri:<br />

“Siz hiç merak etmeyin o mutlaka bu kapıya<br />

gelecek. Ecel onu buraya getirecektir.” buyurdu.<br />

Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere<br />

daldı.<br />

Bülbül’e Gül Yakışır<br />

Kuru kuruya olmaz sevgiye külfet gerek<br />

Hakk’ı seven bir kişi Hakk’ın emrin tutmaz mı<br />

Bindiğin azgın atın dizginini bırakma<br />

Kendin bilen her insan her an nefsin gütmez mi<br />

Karga seçici değil barındığı yer islik<br />

“Vak/vak” diye bağırır sesleri kalın ıslık!<br />

Onlar için fark etmez ha çöplük ha da pislik<br />

Bülbül ise dâimâ gül dalında ötmez mi<br />

Âşık yârini görse; görür görmez vurulur<br />

Hafif bir meltem esse yaprak gibi savrulur<br />

Rüzgârda koku arar hasretiyle kavrulur<br />

Yârdan ayrı kalmışsa yâr gözünde tütmez mi<br />

Önce düşün karar ver sözü söyleme direk<br />

Ondan mahrum kalmışsa neye yarar ki yürek<br />

O kendini adamış elbet ona; O gerek<br />

Hakk’a inanan kişi Hak’tan gayrın itmez mi<br />

Kılmasan bile imren beş vaktini kılana<br />

N’olur tenezzül etme ne yalana, talana<br />

Ölüm en büyük nâsih elbet ibret alana<br />

Kim ki delil isterse kitap/sün<strong>net</strong> yetmez mi...<br />

Hanifi KARA<br />

34 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 35


KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*<br />

Dünyanın En Ucundaki<br />

Bir Müslümanla<br />

Niçin İlgileniriz<br />

İslâm, Arabistan Yarımadası’nda indi diye, bugünkü<br />

Suudi Arabistan sınırları içine hapsedilecek<br />

bir din değildir. Yeryüzünde kendisini<br />

Müslüman olarak tanımlayan herkesi kuşatmakta<br />

ve birbirlerini tanımasalar bile, inananları<br />

manevî bir bağ ile Kur’an etrafında toplamaktadır.<br />

Bu nedenle Amerika’daki bir Müslümanın<br />

yüreği, yeryüzünün başka coğrafyasındaki bir<br />

mü’mine zarar geldiğinde yanar, hüzün duyar.<br />

İslâm’ın oluşturduğu bu kardeşlik duygusunu<br />

anlayamayanlar ise, Türkiye’deki bir Müslümanın,<br />

ülkemizle coğrafi bağı olmayan bir ülkedeki<br />

Müslümanların çektikleri sıkıntılar karşısında<br />

feryat etmesini asla anlayamaz. Manzaraya<br />

bakarak, “Türkiye nere, Myanmar nere”<br />

der. “Ne zoru var Türkiye’dekilerin, el âlemin<br />

yabancısının çektikleriyle” der ve olan biteni<br />

garipser. Bu bakış açısına sahip olanlar için, ilgilenilmesi<br />

gereken yegâne yer ülke sınırlarının<br />

kapsadığı alandır, bir de soydaşlarımızın yaşadıkları<br />

bölgeler.<br />

Bu bakış açısının arka planında kısmen İslâm<br />

kardeşliğini anlayamamak yatmaktadır. Ancak<br />

bu söylemi dile getirenlerin büyük çoğunluğunun<br />

esas derdi, İslâm kardeşliğidir. Ülkemizde<br />

dinî duyguların, İslâmî bilincin güçlenmesinden<br />

rahatsızlık duyanlar, doğrudan dine saldırmak<br />

yerine siyasî ve ekonomik lafların ardına<br />

saklanarak yurdumuzdakiler dururken dışarıdakilerden<br />

bize ne demeye getirmektedirler.<br />

Bu vahim ve değerlerden uzak düşünceye<br />

sahip olanların, hoşlarına gitmese de, görmeleri<br />

gereken beş temel gerçek bulunmaktadır.<br />

Birincisi: Ülkelerin hangi dönemlerde ne<br />

tür badirelerden ve zorluklardan geçeceklerini<br />

Allah’tan başka kimse bilemez. Bu nedenle<br />

ülkemiz bugün oldukça iyi şartlarda olabilir<br />

ancak, bir zaman geldiğinde Van, Sakarya ve<br />

benzeri veya daha büyük bir depremle karşılaşmayacağımızı<br />

kim bilebilir Muhtemel felaket<br />

türlerini çoğaltabilirsiniz.<br />

Bizim böylesi bir sıkıntıyla karşılaşmayacağımızın<br />

bir garantisi olmadığına göre, zor<br />

günler için dostlarımızı olabildiğince çoğaltmak<br />

durumundayız. Yurdumuzda bulunan bir<br />

milyondan fazla Suriyeli, Afganlı ve diğer misafirlerimize<br />

veya komşumuz olmayan ülkeler<br />

yaptığımız yardımlara baktığımızda, ilgili ülkelerin<br />

insanlarının gönüllerinde derinlemesine<br />

yer edindiğimizi görürüz. Nitekim her hangi bir<br />

İslâm ülkesine gittiğinizde, Türkiye’den geldiğinizi<br />

öğrendiklerinde, sizlere muhabbetle sarılmaları,<br />

yardım kuruluşlarının isimlerini veya<br />

ülkenin öne çıkan şahsiyetlerinin adlarını zikrederek<br />

hayır dualar edişleri bu yüzdendir. Ayrıca<br />

bu ülkelerin tarihleri, ileride bizlere ayrı bir yer<br />

açacaktır, hiç şüphesiz. Dolayısıyla felaketler<br />

geçtikten sonra gelecek iyi günlerde bizlere<br />

karşı her zaman iyi duygular besleyeceklerdir.<br />

Bizleri min<strong>net</strong>le anacaklardır. Takdiri ilahi, muhtaç<br />

duruma düştüğümüzde, bu sefer biz onları<br />

yanımızda göreceğiz.<br />

İkinci olarak: Müslüman olmanın zaruri<br />

sonucu, diğer Müslümanların yardımına koşmaktır.<br />

Öncelikle Allah bu dinin mensuplarını<br />

kardeş ilan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de<br />

mü’minleri bir yapının taşlarına keza bir bedenin<br />

uzuvlarına benzetmiştir. Bu nedenle bir kişi<br />

anne-baba bir kardeşlerinin yardımına nasıl<br />

koşuyorsa, daha güçlü bir bağla bağlı olduğu<br />

din kardeşlerinin yardımına da koşmak durumundadır.<br />

Din kardeşi felaketler içinde gözyaşı<br />

dökerken kendisi evinde tv karşısında çayını<br />

yudumlayamaz. Çünkü Allah’ın emrine karşı<br />

gelmiş olur. Kaldı ki, namazı emreden, zekâtı<br />

verin buyuran Allah’ın emri ile mü’minlerin birbirlerine<br />

yardımcı olmalarını, birbirlerini desteklemelerini<br />

emreden ayetler arasında hiç bir<br />

fark yoktur. Mü’min her bir emri yerine getirmek<br />

zorundadır. Örneğin şu ayet bunu amirdir:<br />

“İnanıp hicret eden, Allah yolunda savaşanlar ve<br />

muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte<br />

onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret<br />

ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” 1<br />

Üçüncü olarak: İşin duygusal boyutu vardır.<br />

Yeryüzünde şu anda bütün çileleri çekenler<br />

Müslümanlardır. Bu nedenle her bir mü’minin<br />

36 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 37


yüreği her gün dağlanmaktadır, elemi katmerleşmektedir.<br />

Bu da İslâm ümmetini daha fazla<br />

duygusallaştırmakta, hassas insanlar haline<br />

getirmektedir. Bunun tabii sonucu olarak, olan<br />

bitenler mü’minlerin gündelik konuşmalarının<br />

önemli bir bölümünü işgal etmektedir. Bu<br />

da sonuç olarak ülkemiz Müslümanlarını, gözyaşları<br />

her zaman dökülmeye hazır hale getirmektedir.<br />

Akıtılan kanların bir kısmının Müslümanların<br />

birbirlerini kırması yüzünden gerçekleşiyor<br />

olması bu hakikati değiştirmez. Çünkü<br />

sonuçta akan mü’minlerin kanıdır. Bu manzarayı<br />

seyreden ve bütün geçmişi mü’minlerin<br />

kardeşliği üzerine ilmek ilmek örülmüş olan bir<br />

insanın, olan biten karşısında reaksiyon göstermesinden<br />

ve diğer mü’minlerin yardımına<br />

koşmak istemesinden daha tabii ne olabilir ki<br />

Ülkemizde olan biten de işte budur.<br />

Dördüncü olarak: Mü’minlerin ahiret diye bir<br />

dertleri vardır. Onlar için dünya geçici bir yurttur.<br />

Esas ve ebedi birlikteliklerini mü’min kardeşleriyle<br />

birlikte cen<strong>net</strong>te geçireceklerdir. Bu<br />

nedenle onlara karşı mahcup olmamaları, üzerlerine<br />

düşen sorumlulukları yerine getirmeleri<br />

gerekir. Allah’ın yarın onları, “Müslümanlar bu<br />

sıkıntıları çekerken siz neden duyarsız kaldınız”<br />

diyerek hesaba çekmesinden korkarlar.<br />

Zira onların peygamberleri (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:<br />

“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona<br />

zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkir<br />

etmez.” 2<br />

Beşinci olarak: Esasında ülkemiz Müslümanlarının<br />

duyarlılığından rahatsız olanların buna<br />

üzülmek yerine sevinmeleri gerekir. Sevinmeleri<br />

gerekir çünkü İslâm ülkemiz insanlarını<br />

aynı potada bir arada tutmakta ve kardeşlik<br />

bağlarını muhafaza eden en önemli güç olmayı<br />

sürdürmektedir. İslâm kardeşliği bağı olmamış<br />

olsaydı, çeşitli badirelerden geçen ülkemizin<br />

şu anki halinin hiç de böyle olmayacağını aklı<br />

başında her insan bilir. Çünkü ülkemiz insanlarını<br />

bir arada tutan ve onları birbirlerine kardeş<br />

yapan en önemli değer dindir. Bu bağ toplum<br />

arasından kaldırılacak olursa, toplum hızlıca<br />

çözülecek ve hiç birimizin istemeyeceği olumsuz<br />

sonuçlarla karşılaşacağız. Bu gerçek iki kere<br />

ikinin dört etmesi kadar hakikattir. Görünen<br />

köy nasıl ki kılavuza ihtiyaç hissettirmiyorsa,<br />

din kardeşliğinin ülkemiz insanının ana mayası<br />

olduğu da önemini belirtmeye ihtiyaç hissettirmeyen<br />

bir olgudur. Sonuç olarak, bizleri bir<br />

arada tutan ve bu topraklara bağlayan değerleri<br />

görmezden gelmemek gerekir ve “bunlar iyi ki<br />

var” denmelidir.<br />

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Müslümanları<br />

samimi ve bilinçli Müslüman yapan yegâne<br />

husus değerlerine sahip çıkmalarıdır. Değerlerinden<br />

ne kadar uzaklaşırlarsa, o kadar yozlaşırlar.<br />

Onları zinde ve ayakta tutan, birbirlerine<br />

ke<strong>net</strong>leyen şey değerlerdir. Bu değerlerden<br />

uzaklaştıkça İslâm’dan da uzaklaşırlar. Ve iş<br />

öyle bir hale gelir ki, Batı’da olduğu gibi, din<br />

sadece belli zamanlarda hatırlanan bir araç<br />

haline gelir. Mü’minlerin dayanışması kalmaz.<br />

Öyle olur ki, İslâm’ın ruhu hayattan çekildiğinden,<br />

oruç tutmayı, hacca gitmeyi yeterli gören<br />

ve düşünce dünyasında mü’minlerin dertleriyle<br />

dertlenmeye yer vermeyen bir anlayış, çile çeken<br />

mü’minler için rahatça “bana ne” diyebilir.<br />

Ve bu haliyle kendisini iyi bir Müslüman olarak<br />

görebilir. Çünkü o dindarlığı belli zamanlarda<br />

yapılan ibadetlere indirgemiştir.<br />

Oysa Müslümanlık bundan çok daha geniş<br />

bir şeydir. Bunun ne olduğunun ölçüsü Kur’an<br />

ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatındadır. Bu<br />

iki temel kaynak dindarlığın ne olduğunu<br />

bizlere öğretir. Onlara nazar ettiğimizde ise<br />

mü’minlerin dertleriyle dertlenmenin, himaye<br />

etmenin, yardımlarına koşmanın imanı tamamlayan<br />

aslî unsurlar olduğunu görürüz. Örneğin,<br />

zekât verilmesi emredilirken, sadaka teşvik<br />

edilirken, hasta ziyareti istenirken, cenaze<br />

namazına katılmak talep edilirken ırk ayırımı<br />

yapılmaz. Tam tersine ırkların İslâm kardeşliği<br />

önünde engel oluşturmaması gerektiğinden<br />

bahsedilir. Çünkü araya iman dışında başka<br />

arızi değerler girdiğinde, bir Türkiyeli Müslüman<br />

ile Endonezyalı başka bir Müslümanı kardeş<br />

yapmak zorlaşır. Oysa onlar aynı safta bir<br />

araya gelmektedirler.<br />

Ellerimizi semaya açtığımızda sürekli din<br />

kardeşlerine dua eden, onların çektikleri acılar<br />

nedeniyle yürekleri her daim yanan, yastığa<br />

başını koyduğunda dünyadaki Müslümanların<br />

çileleri nedeniyle gözlerine uyku girmeyen, onların<br />

en küçük mutlulukları nedeniyle neredeyse<br />

bayram eden bizler, Müslüman olduğumuzu<br />

ancak bu şekilde hissedebiliyoruz. Bu özelliklerimizi<br />

kaybettiğimizde her şeyimizi kaybedeceğimizi<br />

çok iyi biliyoruz. Bu yüzden de mü’min<br />

kardeşlerimizin acısını paylaşma hassasiyetini<br />

yüreklerimize yerleştiren Rabbimize hamd ediyor,<br />

bizleri bu şekilde yetiştiren büyüklerimizden<br />

Rabbimiz razı olsun diyoruz.<br />

Yaşasın İslâm kardeşliği.<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM<br />

1. 15/Hicr, 9<br />

2. 5/Mâide, 32<br />

3. Nesaî, 3988<br />

4. Muslim, 40<br />

38 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 39


EĞİTİM /Mehmet Zeki AYDIN*<br />

Ailede Ahlâk Eğitimi<br />

“Ahlâk, insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu<br />

ile iyi davranışlarda bulunup kötülükten uzak olmasıdır.<br />

Yine ahlâk, bir toplumda insanların uymak zorunda<br />

oldukları davranış kurallarıdır.”<br />

Ahlâk, farklı düşüncelere göre farklı şekilde<br />

değerlendirilmekte ve bu nedenle<br />

de farklı tanımlanmaktadır. Kısaca belirtmek<br />

gerekirse ahlâk, insanın bir amaca yönelik<br />

olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup<br />

kötülükten uzak olmasıdır. Yine ahlâk, bir<br />

toplumda insanların uymak zorunda oldukları<br />

davranış kurallarıdır.<br />

Ahlâk Olmazsa Toplum Olmaz<br />

Ahlâkın gerekliliği ve önemi konusunda çok<br />

şey söylenebilir. Bu konudaki bir soruya verilecek<br />

en basit cevap, ahlâk olmazsa toplum da<br />

olmaz, yani insanlar ahlâksız bir arada yaşayamazlar<br />

şeklindedir. İnsanlar hangi durumlarda<br />

nasıl davranmaları gerektiğini bildikleri takdirde,<br />

başkalarının nasıl davranacağı hakkında<br />

da güçlü tahminlerde bulunabilir ve böylece<br />

güvenlik duygusu içinde yaşarlar. Neyin iyi, neyin<br />

kötü olduğu hakkında ortak bir anlayış bulunmasaydı,<br />

insanlar arasında düzen ve huzur<br />

yerine tam bir kargaşa hüküm sürerdi.<br />

Ahlâk bir inanç ve düşünce sistemidir, üzerimizdeki<br />

elbise ve başımızdaki şapka gibi maddî<br />

bir varlığı yoktur. Fakat unutmamalıyız ki, insanları<br />

bir arada tutan şeyler maddî bağlardan<br />

daha çok manevî bağlardır. Örneğin, anlaşma<br />

aracı olarak kullandığımız dil, tamamen manevî<br />

bir sistemdir. İşte ahlâkî değerler de manevî<br />

değerlerin en önemlileri olduğu için daima ön<br />

planda tutulmuştur. Manevî sistemlerin en ilerisi<br />

olan dinler de büyük ölçüde birer ahlâk sistemidirler.<br />

Kaynağı, ister dine, ister başka bir otoriteye<br />

dayansın, insanlar arası davranışların bir kısmı,<br />

her zaman “iyi” ve “kötü” gibi değer yargılarına<br />

göre değerlendirilecektir. Bu yargıların bulunduğu<br />

her yerde ahlâkî davranış söz konusudur.<br />

Ahlâkın varlığı bir çeşit doğa yasasıdır. Suyun<br />

bulunduğu yerde, nasıl hayat varsa, insanların<br />

bulunduğu yerde de ahlâk vardır. İnsanlara düşen,<br />

ahlâklarını en iyi şekle sokmaktır. Böylece<br />

hepimizin davranışlarına sevgi, iyi niyet ve sorumluluk<br />

duygusu hâkim olsun, cezayı gerektirecek<br />

hiçbir hareket görülmesin. Yeni yetişen<br />

nesillere ahlâkî değerlerin öğretilmesi bu bakımdan<br />

önem taşır.<br />

Şunu iyi bilmek gerekir ki, insan ne tamamen<br />

iyilik, ne de tamamen kötülük üzerine yaratılmıştır.<br />

Aksine insan, iki tarafa da eğilimli olarak<br />

var edilmiştir. Her çocuk annesinden, doğruyu<br />

yanlıştan ayırt etmeye müsait olarak doğar.<br />

Kötü bir eğitim ile bozulmaz ve dış etkenlerden<br />

kurtulursa iyi ahlâkı gelişmiş bir insan olur.<br />

Bundan şu anlaşılır: İnsan, çocukken aldığı eğitime<br />

ve büyüdüğünde seçeceği davranışlara,<br />

alışkanlıklara göre huy sahibi olur. Hangi davranışı<br />

yerleşmiş ve alışkanlık haline gelmişse,<br />

buna göre güzel veya çirkin huy sahibi olur.<br />

Arzu edilen şey, insanda bulunan eğilimleri söküp<br />

atmak değil; onları dengeli bir şekilde kullanarak<br />

davranışları erdemlerle süslemek, kötü<br />

duygu ve davranışlardan uzaklaşmaktır.<br />

Ahlâk Eğitimi<br />

İnsan ahlâkî davranışları bilmiş olarak doğmamaktadır.<br />

Bu davranışların değişik toplumlarda<br />

değişik şekiller alması ve farklı olarak değerlendirilmesi<br />

de onların sonradan öğrenilmiş<br />

değerler olduğunu gösteriyor. Biz hangi durumda<br />

nasıl davranmamız gerektiğini, içinde yaşadığımız<br />

toplumun yetişkin bireylerinden veya<br />

yaşıtlarımızdan öğreniyoruz. Şu halde ahlâk her<br />

şeyden önce bir eğitim konusudur. Bu eğitim,<br />

sadece okullarda verilen derslerden ibaret değildir.<br />

Bir bakıma, bütün toplumu bir okul ve<br />

her insanı da bu okulun hem öğretmeni hem<br />

de öğrencisi sayabiliriz.<br />

Eğitimle ahlâk iç içedir. Eğitim ahlâka göre<br />

daha geniş bir alanı içine alır. Ahlâkla eğitimin<br />

ortak noktası, insanın düşünce, duygu ve davranışlarıdır.<br />

İyi ve kötü konusunda ahlâkla eğitim<br />

bir araya gelir. Ahlâk, iyiyi ve yapılması gerekeni<br />

gösterir. Hangi davranışın iyi, hangisinin<br />

kötü olduğu da eğitimle öğrenilir. Ahlâk, doğru<br />

eylemler için temel olarak doğru değerleri sağlamakla<br />

ilgilenir. Eğitim bir bina ise, değerler<br />

onun tuğlalarıdır.<br />

40 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 41


Eğitimle ilişkisi bakımından ele alındığında<br />

gelinceye kadar, istikrarlı bir şekilde tekrarlan-<br />

yetiştirerek hayata ve üst öğrenime hazırlamak,<br />

yüksek bir karakterden mahrum insanlardan,<br />

ahlâk, hayatla doğrudan ilgili olması ve insanın<br />

malıdır, böylece davranış karakter haline gelir.<br />

hem de “iyi insan”, “iyi vatandaş” olmalarını<br />

paralarının, bedenlerinin, zevklerinin gücünü<br />

insanca yaşama çabasına yardımcı olması ba-<br />

İnsanın fiillerini devamlı olarak doğruluk şartla-<br />

sağlamak için gerekli bilgi, beceri, tutum, dav-<br />

diğer insanların lehine kullanmalarını bekle-<br />

kımından her çağda eğitimin hem amacı hem<br />

rına uydurmak, bu doğru ve düzenli hareketleri<br />

ranış ve alışkanlıklar kazandırıp, onları kendi<br />

mek çoğu zaman zordur.<br />

de konusu olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun<br />

etkin bir üyesi yapma süreci, ister sorumlu<br />

bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da bir<br />

mesleğe hazırlama çabası olarak düşünülsün,<br />

ahlâkın bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer<br />

aldığı ve alacağı bir gerçektir.<br />

Ahlâk Eğitiminin Amacı ve Önemi<br />

Ahlâk eğitimi sağlıklı düşünen, hisseden ve<br />

davranan bireylerin yetiştirilmesi için gerekli<br />

ve vazgeçilmez bir eğitimdir. Sağlıklı bir toplumun<br />

oluşumu, bireylerin sağlıklı olmasına bağlıdır.<br />

Geleceğini garanti altına almak isteyen<br />

toplumlar, ahlâklı bir nesil yetiştirmek için gayret<br />

göstermişler, ahlâkî eğitime önem vermişlerdir.<br />

Ahlâkî eğitimin amacı, olgun davranışlar<br />

konusunda alışkanlık sağlayıp, üstün ahlâkı<br />

güzel ahlâkî alışkanlıklar, yüksek karakterler halinde<br />

elde etmek ahlâkî eğitimdir.<br />

Ahlâk eğitiminin amacı, bireyi ve toplumu<br />

kötü ahlâktan korumak ve kurtarmak, bunun<br />

yanında iyi ahlâkla donatmak ve devamını sağlamaktır.<br />

Bu nedenle, çocuklara ahlâkî ve ahlâkî<br />

olmayan özellikler hakkında doğru bilgiler verilmeli,<br />

sağlam kanaatler oluşturulmalıdır. Bu<br />

şekilde, onlar iyi eğilimlerini geliştirmeyi, kötü<br />

eğilimlerine teslim olmamayı denerler ve böylece<br />

karakterleri olumlu yönde gelişir. Çocuklara<br />

yüksek fikirler verilmeli ki yüksek duygular<br />

meydana gelsin. Doğrunun öğretilmesi ile yüksek<br />

fikirler oluşur.<br />

Ahlâk eğitiminin amaçlarından biri, bireylerde<br />

sağlıklı, tutarlı ve dengeli bir kişilik oluş-<br />

ahlâk anlayışına uygun olarak yetiştirmektir. Bu<br />

birinci amaç, yani, “bireylerde sağlıklı, tutarlı ve<br />

dengeli bir kişilik oluşturmak”, esasen eğitimin<br />

en temel amacıdır. Zira o olmadan, belirlenmiş<br />

diğer amaçlara ulaşılsa bile bu çok fazla bir anlam<br />

ifade etmez.<br />

Ahlâk eğitiminin esasını ahlâk kurallarını<br />

öğretmek oluşturmaktadır. Ahlâk eğitimi kalbe,<br />

zekâya ve iradeye hitap etmeli ve amacı iyiliği<br />

sevdirmek, tanıtmak, istetmek olmalıdır. Ahlâk<br />

eğitimi önce çocuğun duyarlılığına hitap etmelidir.<br />

Çünkü çocukta kalp, akıldan önce gelir.<br />

Çocuk heyecanlı olduğu zaman aklını aydınlatmak<br />

da kolaylaşır. Ahlâk eğitimi, irade üzerinde<br />

de etki yapmalıdır. Çocuklarımızın bilgi ve<br />

becerilerine tertemiz bir vicdan eşlik etmeli;<br />

onun gelişmiş bir beyni olduğu gibi büyük bir<br />

Ahlâk eğitiminin amacı, bireyin ahlâkî bir<br />

kişilik geliştirmesini sağlamaktır. Bireyin ahlâkî<br />

özelliklerle donanmış olması, bireysel ahlâkın<br />

hedefi olup, ahlâk eğitimi ile kazandırılır. Bireyin<br />

eğitilmesi bireyin içinde yer aldığı diğer<br />

ortamlarda yani aile, toplum, devlet, iş vb. alanlarda<br />

ahlâkın hâkim olmasını sağlayacaktır. Ayrıca<br />

bu ahlâk alanlarının da kendine özgü ahlâk<br />

hedefleri bulunmakta olup bu hedefler de bireyin<br />

ahlâk eğitiminin sağlanmasına yöneliktir.<br />

Bireysel ve sosyal yönü olan birey, tüm bu<br />

alanlarda ahlâklı olmayı, yine bu alanların verdiği<br />

ahlâk eğitimi sayesinde gerçekleştirecek,<br />

aynı zamanda kendisi de onları etkileyecek ve<br />

şekillendirecektir. Burada en büyük sorumluluk<br />

çocuğun ilk ve en önemli çevresi olan aileye<br />

düşmektedir.<br />

gerçekleştirmektir. Bir ahlâkî davranış, kalıcı bir<br />

âdet oluncaya ve köklü bir ahlâk kuralı haline<br />

turmaktır. Diğer bir amacı ise, her bireyi hem<br />

ilgi ve yetenekleri (gizil güçleri) doğrultusunda<br />

kalbi de olmalıdır. Maddî gücü büyüyen insanın<br />

merhameti de büyümelidir. Sağlam bir ahlâk ve<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Mehmet Zeki AYDIN<br />

42 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 43


FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*<br />

İslâm’ın Tedâvîye Verdiği Önem ve<br />

Haram Yolla Tedâvî<br />

Mümkün mü<br />

Tedâvî, iyileşmek veya hastalıktan korunmak<br />

için ilaç almak, vermek ve tıbbî<br />

bakımdan gerekeni yapmak demektir.<br />

Tedâvî, hastalığı iyileştireceğine kanâat getirilen<br />

ilaç, okuma ve tabii yöntemleri kullanmak<br />

şeklinde de tanımlanır. Tedâvî kelimesi hem<br />

fizikî (maddî/bedenî) hem de psikolojik (ruhî)<br />

hastalıkları ve bunlar için öngörülen çareleri<br />

kapsamaktadır.<br />

Kâinat düzeni içerisinde insanın müstesnâ<br />

bir yeri vardır. İlâhî irade onu mahlûkâtın en şereflisi<br />

olarak kabul etmiştir. 1 Akıl ve iman nuru<br />

ile donatılıp Allah’ın muhâtabı kılınan insan<br />

kendine verilen nimetler oranında da sorumluluk<br />

sahibidir. İnsanın varlığını devam ettirebilmesi<br />

ve misyonunu icrâ etmesi her şeyden<br />

önce maddî ve mânevî bakımdan sağlıklı olmasına<br />

bağlıdır. İnsanın akıl sağlığının yerinde<br />

olması hükümlere muhâtap kılınmasının temel<br />

şartlarından biridir. Belli yükümlülükleri yerine<br />

getirebilmesi için beden sağlığı da gerekmektedir.<br />

Kâinattaki mümtâz yerine rağmen insan,<br />

bedenî ve fizikî varlığı itibariyle Allah’ın yeryüzünde<br />

kurduğu tabiî ve fıtrî düzene tâbidir. Bu<br />

bakımdan, bazen çok dayanıksız, zayıf ve kısa<br />

ömürlü olabilmektedir. Hastalık, sakatlık ve<br />

ölüm, diğer canlılarda olduğu gibi insanda da<br />

belli dünyevî ve tabiî sebeplere bağlanmıştır.<br />

İnsan, başına gelen hastalık, sakatlık gibi olumsuzluklarla<br />

mücâdele etmekle yükümlüdür. Bunun<br />

için gerekli tedâvî yollarına başvurma, hem<br />

insanın tabiî yapısının gereği, hem de dinin<br />

emir ve tavsiyesidir. Bir dert ve hastalıktan kurtulmaya<br />

çalışmak, tevekküle zarar vermeyeceği<br />

gibi, şifâ verenin gerçekte Allah olduğu hakikatine<br />

de aykırı değildir. Tedâvî konusunda Müslümanlar<br />

için doğru ve dengeli yol, tevekkülle<br />

beraber sebeplere başvurup tedâvîyi ihmâl etmemektir.<br />

İnsanın mübtelâ olabileceği hastalıklar,<br />

fizikî ve psikolojik (rûhî) olabilir. Bunlar yanında<br />

bir de insanların iman ve amel bakımından<br />

mübtelâ olduğu hastalıklar vardır ki, bunlar da<br />

İslâmî terminolojide hastalık kategorisinde sayılır<br />

ve bunlara mânevî hastalık veya kalp hastalığı<br />

denir. 2 Kur’ân’ın esas hedefi, inkâr, şirk,<br />

cehâlet gibi kalbî ve mânevî hastalıkları tedâvî<br />

etmektir. Kur’ân, insanların bedenî hastalıklarına<br />

veya özürlerine işaret edip kendisinin<br />

şifâ kaynağı olduğunu ifade etmiştir. 3 Ancak<br />

maddî hastalıkların tedâvîlerine yer vermemiştir.<br />

Kur’ân’ın esas hastalık kabul edip çaresine<br />

işaret ettiği; küfür, şirk, nifâk gibi inançla ilgili<br />

olanlar ve riyâ, sefihlik, fuhuş gibi amel ve<br />

ahlâkla ilgili olanlardır. 4 Bunun için fizikî hastalıkların<br />

iyileştirilmesine yönelik tedâvî ve türevleri<br />

Kur’ân’da yer almamaktadır.<br />

Tedâvî olmak, insanlar tarafından zorunlu<br />

ve tabii olarak başvurulan, bilinen bir şey olduğu<br />

için Kur’ân ayrıca bunu emretmemiştir.<br />

İnsanı muhâtap alan ve hükümlerinin icrâ edilmesi<br />

için sağlıklı insana ihtiyaç duyan bir dinin<br />

tedâvîyi meşru göreceği, teşvik edeceği, hatta<br />

zorunlu kılacağı gâyet açıktır. Bu durum dinin<br />

genel hedef ve prensiplerinden anlaşılabilir.<br />

Hadislerde ise, daha çok “tıp” bölümlerinde<br />

bir çare olarak tedâvî teşvik edilmekte ve bazı<br />

yöntemler önerilmektedir. 5<br />

İslâm âlimleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu<br />

konudaki tavsiye ve uygulamalarını, “Tıbbu’n-<br />

Nebevî” başlığı altında toplamış ve bu konuda<br />

müstakil kitaplar da yazmışlardır. 6<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir yandan tedâvîyi<br />

tavsiye ve teşvik etmiş, bal şerbeti, dağlama<br />

gibi bazı usulleri önermiş, bir taraftan bazı<br />

tedâvî usullerini de yasaklamıştır. Aynı zamanda<br />

Allah Rasûlü (s.a.v.), tedâvî için daha uzman<br />

olan doktorun tercih edilmesini ve bulaşıcı<br />

hastalığa yakalananlardan uzak durulmasını<br />

tavsiye etmiştir. Uzman olmadığı halde hasta<br />

tedâvî etmeye teşebbüs eden ve hastayı zarara<br />

uğratanların, yani yarım doktorların ise zararı<br />

tazmin etmeleri gerektiğine de hükmetmiştir.<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu konudaki tavsiye ve<br />

yasaklamalarından anlaşıldığına göre, hastalıkların<br />

tedâvîsinde o, tabîi usullerden, vahye da-<br />

44 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 45


imkânsız olması ve haram olan maddelere başvurmanın<br />

tek çare olarak kalması durumunda<br />

ise farklı görüşler vardır. Bazı fakihler helâl yolla<br />

tedâvî olma imkânı olmayanların durumunu,<br />

açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen<br />

veya susuz kalıp şarap içenin durumunda<br />

kabul edip zarûret hali prensibi çerçevesinde<br />

değerlendirmişlerdir. Bazıları ise, tıbbî gelişmeleri<br />

de dikkate alarak, haram yolla tedâvînin tek<br />

çare olmadığını gerekçe göstererek bu durumun<br />

zarûret hali kapsamında değerlendirilemeyeceği<br />

yönünde görüş belirtmişlerdir.<br />

yalı yollardan ve bazen de her ikisinden birden<br />

istifâde etmiştir.<br />

İslâm hukukçuları Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

bu konudaki tasarruflarını da dikkate alarak<br />

tedâvî yollarını iki kısma ayırmışlardır. Bunları<br />

aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:<br />

Tıbbî İlaçlarla, Yöntemlerle ve<br />

Tabîî Usullerle Tedâvî<br />

Devirlere göre ve tıbbın gelişmesine paralel<br />

olarak tedâvî yöntemleri farklılık arz etmiştir.<br />

Ancak masaj, bitki, dağlama gibi tabii usullerle,<br />

bitkilerden ilaç yapma gibi kimyasal yollarla ve<br />

okuma ve duâ şeklindeki mânevî ve dinî yöntemlerle<br />

tedâvî çok eski çağlardan beri uygulanagelmiştir.<br />

Modern tıbbın gelişmesiyle birlikte,<br />

kemoterapi, psikoterapi, fizik tedâvî ve cerrahî<br />

müdahaleler daha çok başvurulan tedâvî yöntemleri<br />

olmaktadır. Bugün organ nakli de tedâvî<br />

yöntemleri arasında yer almaktadır.<br />

İslâm âlimleri, hayâtî tehlike bulunması<br />

veya buna yol açan durumlarda uzman tabibin<br />

hastalığın tedâvîsi için faydalı olacağına kanaat<br />

getirdiği ve önerdiği her yolla tedâvîyi caiz<br />

görmüşlerdir. Ancak kullanılan maddenin helâl<br />

veya haram oluşuna göre farklı görüşler vardır.<br />

a. Helal yollarla tedâvî: Helal yollarla<br />

tedâvîden maksat, başvurulmasında ve kullanılmasında<br />

dinin herhangi bir yasak ve sınırlayıcı<br />

hüküm koymadığı yöntem ve maddelerle<br />

tedâvî olmaktır. Helal gıdâlarla, bitkilerle, bileşiminde<br />

dinen kullanılması yasak madde içermeyen<br />

ilaçlarla ve genel olarak masaj, kan aldırma<br />

(hacâmat), perhiz vb. tabiî yollarla tedâvî<br />

bu gruba dâhildir. Günümüzde şartlarına uygun<br />

yapılan organ ve doku nakli de bu kısma<br />

dâhildir.<br />

b. Haram yollarla tedâvî: Haramla tedâvî,<br />

şarapla, alkolle, uyuşturucu maddelerle, kan<br />

vermekle, domuz ve domuzun karışımıyla elde<br />

edilen ilaçlarla, necîs şeylerle, bir organın altından<br />

yapılması veya kaplanmasıyla ve kaşıntı<br />

vb. alerjik durumlarda ipek giymekle tedâvî gibi<br />

hususları kapsamaktadır. Prensipte câiz görmeyenlerin<br />

görüşünü dikkate alarak organ nakli<br />

ve musikî ile tedâvîyi de bu kısma dâhil etmek<br />

mümkündür. Bu maddelerin normal hallerde<br />

kullanılması dinen yasak olduğu için hastalık<br />

gibi zarûret durumlarında kullanılmalarının câiz<br />

olup olmadığı tartışılmıştır.<br />

Bunlarla tedâvî olmanın câiz olup olmadığı<br />

noktasında iki farklı görüş bulunmaktadır.<br />

Ancak, hastalık durumu genel olarak zarûret<br />

(ıztırâr) hali kapsamında değerlendirilmiştir.<br />

Hayâtî tehlike varsa, Müslüman uzman bir<br />

doktor tarafından alternatif helâl madde ile<br />

tedâvî imkânı bulunmazsa, haram maddelerle<br />

tedâvînin iyileştirme sağlayacağı bildirilmişse<br />

ve dozaj da sarhoşluk vermeyecek oranda<br />

ayarlanmışsa bunlarla tedâvî genelde câiz görülmüştür.<br />

Normal durumlarda yani haramın yerini tutacak<br />

başka helâl ve temiz maddeler varsa ve hayâtî<br />

tehlike yoksa haram ve necîs olan bir madde ile<br />

tedâvî câiz değildir. Bu konuda İslâm âlimleri<br />

görüş birliği etmişlerdir. Helâl yollarla tedâvînin<br />

İmameyn başta olmak üzere, Hanefî fakihlerin<br />

çoğunluğu, ilgili hadisler ve zarûret prensibine<br />

dayanarak, helâl madde bulunamaması<br />

ve iyileştireceği kesin veya gâlip zanla sâbit ise,<br />

necîs ve haram maddelerle tedâvînin câiz olduğuna<br />

kanâat getirmişlerdir. Hatta Hanefi mezhebinde,<br />

helâl bir madde bulunmaz ve haram maddenin<br />

iyileştireceği uzman doktor tarafından<br />

kesin olarak bildirilirse, necîs ve haram maddeyi<br />

tedâvî için kullanmanın câiz olduğu yönünde bir<br />

görüş birliği olduğu da söylenebilir. 7<br />

Sonuçta tedâvîyi câiz görmeyenlerin, ileri<br />

sürdükleri şartların gerçekleşmesi durumunda,<br />

câiz görenlerle aynı görüşte birleştiği söylenebilir.<br />

Çünkü her iki grup da, haram madde ile<br />

tedâvîye helâl madde bulunmaması ve haramla<br />

tedâvînin uzman doktorun önerisiyle kesin<br />

veya gâlip zan düzeyinde olması durumunda<br />

başvurulabileceği kanâatindedir.<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />

1. 95/Tîn, 4.<br />

2. Bkz. Gazâlî, İhyâ, I, 11, 12, III, 3vd., IV, 3vd.; İbn Kayyım,<br />

Zâdü’l-me’âd, IV, 5, 202vd.<br />

3. 2/Bakara, 184, 185, 196, 4/Nisâ, 43, 102, 5/Mâide, 6,<br />

9/Tevbe, 91, 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 24/Nûr, 61, 48/<br />

Fetih, 17, 73/Müzzemmil, 20<br />

4. 2/Bakara, 10, 5/Mâide, 52, 8/Enfâl, 49, 9/Tevbe, 125.<br />

5. Buhârî, “Tıb”, 3-13, 18, 32-33; Ebû Davud, “Tıb”, 2-3,<br />

6-7, 11-14, 18; İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’lme’âd,<br />

IV, 5-282<br />

6. bk. İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Tıbbu’n-Nebevî, Kâhire<br />

1982.<br />

7. Kâsânî, I, 61-62; İbn Abidîn, I, 210.<br />

46 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 47


TARİH / Resul KESENCELİ<br />

Osmanlı’da Dâhi Bir Komutan:<br />

Hacı İlbey<br />

“Hâlbuki Padişah Murat Hüdavendigar uğranılan bu baskından<br />

habersiz, Anadolu’da orduyu toplamış, Rumeli yolunu emin bir<br />

hale getirmek için Venediklilerin elinde bulunan Biga Kale’sini<br />

kuşatmıştı. Biga Kalesi’ni kuşatmada devam etmesinin daha uygun<br />

olacağını düşünüyordu. Bu durum karşısında Lala Şahin Paşa ne<br />

pahasına olursa olsun Edirne’yi savunacaktı. Lakin başka çareler<br />

de lazımdı; bu çareyi o sıralarda Rumeli’de sancak beyi olan ünlü<br />

komutan Hacı İlbey’de görüyordu.”<br />

“Hacı İlbey kuvvetleri<br />

plan gereği hep<br />

birlikte ordugâh<br />

yakınlarından, büyük<br />

ateş yığınlarının<br />

korkunç aydınlığı<br />

içinde dört yönden<br />

ve birden bire,<br />

mehterlerin kopardığı<br />

vaveyla arasında<br />

‘Allah Allah’ sesleri ile<br />

düşman içine daldılar.”<br />

Osmanlıların Rumeli’ye ayak basmaları,<br />

Avrupa devletlerini, Osmanlılara karşı<br />

birleştirmiş ve büyük devletlerden kurulu<br />

bir Haçlı Ordusu’nun hazırlanmasına yol<br />

açmıştır. Papa V. Urban’ın tertip ve teşvikiyle o<br />

zaman Avrupa’nın en büyük devletlerinden biri<br />

olan Macaristan Krallığı’nın etrafında, Sırbistan<br />

Krallığı, Bosna Krallığı, Eflak, Boğdan, Balkan<br />

devletleri toplandı. Bu Haçlı Ordusu’nun başkomutanı<br />

da Macaristan Kralı V. Layoş oldu. Bu<br />

Haçlı Ordusu’nun sayı olarak kuvveti; 60.000<br />

civarındaydı. Haçlılar, Osmanlıların ellerinde<br />

bulunan Filibe’yi almışlar, Meriç Nehri’nin güneyindeki<br />

bütün kuvvetleriyle Osmanlı topraklarına<br />

girmişler, Edirne yakınlarına kadar sokularak<br />

daha sonraları Sırp Sındığı adı verilen<br />

Çirmen’de ordugâh kurmuşlardı. Düşman ordularının<br />

beklenmeyen bu hareketi Osmanlıları<br />

gafil avlamıştı. Çünkü Osmanlılar bu ittifaktan<br />

habersiz kendi iç işleriyle uğraşıyorlardı. Ordu<br />

hazır değildi. Rumeli’de bulunan komutanlar,<br />

Edirne’nin elden çıkmasını, Bolayır’a kadar geri<br />

atılma felaketine uğrayacaklarını gözlerinin<br />

önüne getirerek üzülüyorlardı. Haçlı İttifakının<br />

amacı; Osmanlıları Rumeli’den atmak, Çanakkale<br />

Boğazı’nı tekrar ele geçirmek, İstanbul’u<br />

kuşatılma tehlikesinden kurtarmak, elden çıkan<br />

bütün toprakları geri almaktı. Haçlılar yığınaklarını<br />

Sofya’da yapmışlar, sonra Meriç vadisine<br />

inmişler, 1364 yılının yaz ayında Edirne yakınlarına<br />

kadar sokulabilmişlerdi. Başarılarından o<br />

kadar ümitli idiler ki, hiç bir emniyet tedbirine<br />

lüzum görmeden Çirmen’de ordugâha geçmişler,<br />

eğlenerek vakit geçiriyorlardı.<br />

Haçlıların Edirne’ye doğru yürüdüklerini çok<br />

geç haber alan Beylerbeyi Lala Şahin Paşa; şimdiye<br />

kadar Rumeli’de ele geçen yerlerin mevcut<br />

kuvvetlerle savunmasının mümkün olamayacağına<br />

karar verdi. Şimdiye kadar kazandığı zaferlere<br />

gölge düşürmemek için de, Anadolu’dan<br />

kuvvet istemek zorunda kaldı. Hâlbuki Padişah<br />

Murat Hüdavendigar uğranılan bu baskından<br />

habersiz, Anadolu’da orduyu toplamış, Rumeli<br />

yolunu emin bir hale getirmek için Venediklilerin<br />

elinde bulunan Biga Kale’sini kuşatmıştı.<br />

Haçlıların bu kadar çabuk Edirne yakınlarına<br />

geleceğine inanamamıştı. Biga Kalesi’ni kuşatmada<br />

devam etmesinin daha uygun olacağını<br />

düşünüyordu. Bu durum karşısında Lala Şahin<br />

Paşa ne pahasına olursa olsun Edirne’yi savunacaktı.<br />

Lakin başka çareler de lazımdı; bu çareyi<br />

o sıralarda Rumeli’de sancak beyi olan ünlü<br />

komutan Hacı İlbey’de görüyordu.<br />

Dâhi Komutana Önemli Görev<br />

Hacı İlbey’e düşmanın son durumunu keşfetme<br />

görevi verdi. Bulduğu bu çare ile düşmanın<br />

son durumunu, kuvvetini ve neler yapabileceğini<br />

öğrenecekti. Düşman kuvvetleri<br />

farkına varır ve karşı koyarsa, oyalayıcı savaşlar<br />

vererek, onları geciktirecek ve aynı zamanda<br />

büyük kuvvetlerini öğrenecekti. Hacı İlbey’in<br />

kuvvetleri Osmanlıların kurdukları daimi ordu<br />

yerine tam oturmadığı sıralardaydı. Gazi-der-<br />

48 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 49


viş adı verilen gönüllü birliklerden oluşuyordu.<br />

Bu kuvvetler atlı idiler. Bu güne kadar yapılan<br />

bütün savaşlarda görev almışlar, yetişmiş, başarılı,<br />

kudretli savaşçılardı. Lala Şahin Paşa ise<br />

her haberi günü gününe I. Murat’a iletiyordu.<br />

Tehlikenin büyüklüğünü anlatıyor ve yardım<br />

istiyordu. I. Murat ise; düşmanın bu kadar çabuk<br />

ve kesin hareketine ihtimal vermiyor, Lala<br />

Şahin Paşa’nın durumu abarttığını sanıyordu.<br />

Rumeli’nin ve bilhassa Çanakkale Boğazı’nın<br />

emniyeti için Biga Kalesi’nin de ele geçirilmesini<br />

tercih ediyordu. İşte böyle bir durumda<br />

iken, Hacı İlbey’in düşmanı yakından keşif etme<br />

teklifini uygun ve yegâne çare olarak gördü.<br />

10.000 kadar kuvvetiyle Hacı İlbey’i keşif görevine<br />

memur etti.<br />

Sırp Sındığı Harekâtı (1364)<br />

Hacı İlbey’in Akıncıları, Edirne’de, Meriç’in batısından<br />

Meriç vadisi boyunca kuzey batıya doğru<br />

yürüyüşe geçirildi. Yürüyüş sessizlik içinde<br />

akşama kadar devam etti. Gruba yakın Çirmen’e<br />

yaklaşıldı. Bu sırada Çirmen bölgesine sürülen<br />

keşif kollarından haberler gelmeğe başladı. İnanılmaz<br />

haberlerdi. Düşman kuvvetleri hiç bir<br />

emniyet tedbiri almadan ordugâha yerleşmişlerdi.<br />

Müttefik devletlere mensup ordu birlikleri,<br />

Sırbistan, Bulgaristan, Macaristan, Ulahlar, Bosnalılar,<br />

Eflak ve Romenler birbirlerini tanımakla<br />

meşgul. Birbirlerine gösteriş yarışmasında idiler.<br />

Düşmanlarını unutmuşlardı. Edirne’yi alacaklarından,<br />

Osmanlıları Rumeli’den atacaklarına o<br />

kadar inanmışlardı ki, adeta Osmanlı varlığını<br />

unutmuşlar, savaşa değil pikniğe çıkmışçasına<br />

mutlu ve gevşektiler.<br />

Düşmanın bu durumunu gören keşif kolları,<br />

vakit kaybetmeden öğrendiklerini komutanları<br />

Hacı İlbey’e ulaştırdılar. Hacı İlbey; komutanlarıyla<br />

durumu gözden geçirdi. Haberleri değerlendirdi.<br />

Bu, ele geçirilmesi nadir bir fırsattı. Bu<br />

güne kadar yaptıkları savaşlarda bu gibi fırsatlardan<br />

nasıl faydalanacaklarını gayet güzel öğrenmişlerdi.<br />

Birçok düşman kalesi ya içten ya<br />

dıştan kurnazlıkla kurulan tuzaklarla fethedilmişti.<br />

Bu seferki düşmanın vurdumduymazlığı<br />

affedilmeyecekti. Hacı İlbey durum muhakemesi<br />

yaptı: Kendi kuvvetlerinin azlığını düşmanın<br />

uykusundan faydalanarak ortadan kaldıracak,<br />

düşmana bir gece baskını yapacaktı. Zaten<br />

bugüne kadar böyle baskınlar yaparak birçok<br />

savaşlar kazanmışlardı. Gece karanlığından faydalanarak<br />

ve düşmanı uykuda yakalayarak bir<br />

baskınla düşmanı yok etme kararı alındı.<br />

Harekât Planı<br />

Hacı İlbey, akıncı kuvvetlerini, dört gruba<br />

ayıracaktı. Her grubun başına güvenilir bir komutan<br />

verecek, dördüncü gruba kendisi komuta<br />

edecekti. Gruplar; gün iyice kararıncaya<br />

kadar, ağaçlık bir bölgede gizlenecekler, saldırı<br />

zamanına kadar gizliliğe devam edeceklerdi.<br />

Her ne bahasına olursa olsun, varlıklarını düşmana<br />

sezdirmeyeceklerdi. Düşman ordugâhına<br />

hiç bir insanın dışarıdan girmesine izin verilmeyecek,<br />

düşman ordugâhından çıkan olursa,<br />

derhal yakalanacak, geriye ordugâhlarına dönmelerine<br />

imkân verilmeyecekti. Gruplar birbirleriyle<br />

aralıksız bağlantı kuracaklar, hep birlikte<br />

saldırıya geçeceklerdi. Gururlarından hiç bir<br />

emniyete dahi lüzum görmeyen, içki içen, raks<br />

eden, eğlenceden başka bir şey düşünmeyen<br />

bu sarhoş kitlesine, amansız saldırılacak, kısa<br />

sürede zafer kazanılacaktı. Hacı İlbey üç numaralı<br />

grupla beraber bulunacak, saldırı işareti bu<br />

grupta yakılacak büyük bir ateş yığınıyla bildirilecek,<br />

bunu gören gruplar aynı zamanda yer<br />

yer hazırladıkları odun yığınlarını tutuşturarak<br />

saldırıya geçeceklerdi. Saldırı başlar başlamaz,<br />

her taraftan kösler, davullar, nakkareler ve mehteran<br />

vaveylaya başlayacak, müthiş bir gürültü<br />

çıkarılacak aynı zamanda ‘Allah Allah’ sesleri<br />

arasında saldırı başlayacaktı. Hedef ordugâhın<br />

merkezi olacaktı. Kuzeyden, kuzey batıdan,<br />

güney batıdan ve batıdan olmak üzere dört<br />

yönden saldırılacaktı. Saldırıya sabaha karşı<br />

fecre bir kaç saat kala başlanacaktı. Düşmanın<br />

silahlanmasına zaman ve meydan verilmeden<br />

kılıçtan geçirilecek, imha edileceklerdi. İşaret<br />

ve parola ‘Allah Allah’ sedaları olacak. Düşman<br />

ordugâhında karışıklık ve panik çıktığı görülünce,<br />

her grup kendi geldiği yönde biraz gerileyecek,<br />

başıboş düşman yığınlarına durmadan ok<br />

yağdırılacaktı. Düşmanın bulunduğu ordugâhın<br />

yalnız Meriç Nehri yönü açık bırakılacak, diğer<br />

yönler tamamen kapatılmış olacak, bu yönlere<br />

doğru gelenler olursa işleri bitirilecekti. Hacı<br />

İlbey bu harekât planını çok mükemmel bir şekilde<br />

hazırlamıştı.<br />

Seher Vaktinde Baskın<br />

Her şeyden habersiz, kendi âlemindeki düşmanın<br />

sarhoş askerleri, çoktan sızmış, derin<br />

uykularında belki de zafer rüyaları görüyorlardı.<br />

O günün açılmasına iki saat kala, Hacı İlbey<br />

kuvvetleri plan gereği hep birlikte ordugâh<br />

yakınlarından, büyük ateş yığınlarının korkunç<br />

aydınlığı içinde dört yönden ve birden bire,<br />

mehterlerin kopardığı vaveyla arasında ‘Allah<br />

Allah’ sesleri ile düşman içine daldılar. Haçlılar,<br />

şarabın ve sarhoşluğun tesiriyle, bitkin ve sızmış<br />

derin uyku halinde iken ne olduğunu anlayamadan<br />

bu baskın başladı.<br />

Silahlarına sarılmayı atlarına binmeyi bırak,<br />

ayağa bile kalkamayan, yerlerde sürünen<br />

ve ansızın baskına uğrayanların feryatları arasında<br />

ne yapacaklarını bilemeyen bu mağrur<br />

sarhoş sürüsü yenilgiyi kısa sürede hak etmişti.<br />

Ordugâhlarında daha birbirlerini iyi tanımadan<br />

bu hale düşmeleri onlar için çok elimdi.<br />

Birbirlerinin dillerini bilmeyen ayrı ırktan olan<br />

bu insan seli, Osmanlı Ordusu’nun saldırısına<br />

uğradıklarını sanarak birbirlerine girmişlerdi.<br />

Osmanlı zannıyla birbirlerini öldürüyorlardı.<br />

Çaresizlik içinde Meriç Nehri yönüne<br />

doğru kaçanlar da ırmağa düşmüşler,<br />

çoğu boğulmuştu. Osmanlı kuvvetlerinin<br />

baskın saldırıları sabaha kadar<br />

sürdü. Ortalık aydınlanmaya başladığı<br />

zaman şurada burada şaşkın, ne yapacağını<br />

bilmez düşman kuvvetleri de yok<br />

edildiler. Düşman ordugâhı her şeyi ile<br />

Hacı İlbey kuvvetlerinin eline geçti. Bu<br />

baskında Hacı İlbey’in kuvvetlerinin<br />

kayıpları, düşmana göre hiç denecek<br />

kadar azdı. Düşman kuvvetlerinin çoğu<br />

kılıçtan geçirilmiş imha edilmişti. Bu badireden<br />

yalnızca başkomutanları Macar kralı V. Layoş<br />

ile Ulah Mirçe büyük bir şans eseri sağ olarak<br />

kurtulabilmişti. Bosna, Sırp ve Bulgar kralları,<br />

birçok prens ölüler arasında kalmışlardı. Bu<br />

savaşa Osmanlı tarihlerinde “Sırplar’ın mağlûp<br />

edildiği yer” anlamına gelen Sırp Sındığı denilmektedir.<br />

Hacı İlbey baskını; bütün Avrupa’nın<br />

kolunu kanadını kırmış, onlarda moral bırakmamış,<br />

Osmanlılar ise 25 yıl rahat ve huzur içinde<br />

yaşamalarını ve bir manada gelişmelerini sağlamıştır.<br />

Hacı İlbey’in, bu savaş tipi, karakteristik<br />

bir süvari baskını idi. Böyle çok iyi planlanmış<br />

bir baskın ile kendisinden kat kat üstün bir<br />

düşman ordusunun yok edilmesi ve böyle kati<br />

bir sonuç alınması, dünya harp tarihinde ender<br />

rastlanacak bir olaydır. Böyle bir baskını hazırlama<br />

ve uygulama cüreti ancak; akıllı, tecrübeli,<br />

vuruşmada ustalaşmış, savaş alanında doğmuş<br />

ve zaferlerle büyümüş bir Türk komutanına;<br />

Hacı İlbey’e nasip olmuştur.<br />

Dipnot<br />

1. Âşıkpaşazade, Tevarih-i Ali Osman, s. 50-55.<br />

2. Halil İnalcık, “Hacı İlbeyi”, TA, XVIII, 279.<br />

3. Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârîh, C. I, 57-80.<br />

4. İbn Kemal, Tevârih-i Âli Osman, C.II, 110-198.<br />

5. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, 124-168,<br />

568-570.<br />

6. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,<br />

C. I, 27-43.<br />

7. Joseph Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, 191-<br />

195, 212-214.<br />

8. Mehmet Neşri, Cihannümâ, C.I, 165-199.<br />

9. Solakzâde Mehmet Efendi, Solakzade Târihi, s. 22-32.<br />

50 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 51


SÛFİ YAKLAŞIM / Ali SEYYAR*<br />

Tasavvuf Dünyasında<br />

Sosyal Hizmetlerin Önemi<br />

İslâm âlimleri ve mutasavvıflar, Kur’an-ı Kerim<br />

ve sün<strong>net</strong>ten esinlenerek, sosyal hizmetlerin<br />

hangi temel esaslar doğrultusunda nasıl icra<br />

edileceğini hem teorik, hem de pratik alanda<br />

ortaya koymuşlardır. Sûfîlerin manevî ve sosyal<br />

rehberi konumunda olan son Peygamber<br />

Hz. Muhammed (s.a.v.), İslâmî sosyal hizmetlerin<br />

de efendisidir. Bu bağlamda Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.), halkın bütün üyelerini bir aile ferdi gibi<br />

görülmesini istemiştir. Sosyal hizmette hedef<br />

olarak toplumun bütün fertlerinin esas alınması<br />

gerektiğini Hz. Muhammed (s.a.v.) şu hadis-i<br />

şeriflerinde beyân etmiştir: “Bütün halk, Allah’ın<br />

ailesi durumundadır. Onların Allah’a en sevimlisi,<br />

O’nun ailesine (fertlerine) en faydalı olandır.” 1<br />

Hz. Muhammed (s.a.v.), bir başka hadis-i<br />

şerifinde sosyal hizmette bulunanları şu şekilde<br />

övmüştür: “İnsanların en hayırlısı, diğer<br />

insanlara en faydalı olandır.” 2 Allah rızası için<br />

bir insanın ihtiyacını karşılamak kadar manevî<br />

yönden kazançlı bir iş olmadığını bizzat Hz.<br />

Muhammed (s.a.v.), şu hadis-i şeriflerinde ortaya<br />

koymuştur: “Bir mü’min kardeşimin ihtiyacını<br />

görmek için yürümem, bana şu mescidde oturup<br />

bir ay itikâfa girmekten daha sevimlidir.” 3<br />

Bu bağlamda sûfîler, tasavvufu tanımlarken<br />

mutlaka bir sosyal boyutuna da işaret etme gereğini<br />

duymuştur. Buna göre bazı sûfîler, sosyal boyutlu<br />

tasavvufa kısa ve öz olarak “Herkesin yükünü<br />

çekmek, kimseye yük olmamak.” ve(ya) “Kimseden<br />

incinmemek, kimseyi incitmemektir.” demiştir. 4 Bu<br />

anlayış ekseninde sosyal hizmet sûfîleri, yaşlıları<br />

baba, gençleri kardeş, çocukları evlat ve kadınları<br />

da anne ve(ya) bacı olarak görmüşlerdir. 5<br />

Sosyal tasavvufta başkaları için var olmak<br />

ve herkesin yükünü çekmek, nafile ibadetlerden<br />

üstün bir sosyal ibadet olarak görülmüştür.<br />

Sûfîler, insanlara hizmet etmeyi, genel anlamda<br />

ibadet kategorisinde değerlendirdikleri gibi,<br />

sosyal amaçlı bu gibi hizmetleri de genelde<br />

bireysel-şahsî ibadetlerden daha üstün görmüşlerdir.<br />

İbn Atâ’nın şu sözleri bu bağlamda önem<br />

arz etmektedir: “Bir kimsenin yirmi yıl münafıklık<br />

yolundan ayrılmayıp, bu süre içinde bir kardeşinin<br />

çıkarı için bir kerecik bir adım geri atması,<br />

altmış yıl ihlâslı bir şekilde kendi kurtuluşu için<br />

ibadet etmesinden daha erdemlidir.” 6<br />

Âlim sûfîler, uygulamalı sosyal tasavvufu,<br />

ilmî (teorik) olarak (sosyal) İslâm’ın bir parçası<br />

olarak görmüşlerdir. Şeyhlerin imamı olarak kabul<br />

edilen İbn Atâ, (tasavvuf) ilmini dört kısma<br />

ayırmıştır: 7<br />

1. Marifetullaha dair ilim, yani Allah’ı anlamaya<br />

odaklanan bilim.<br />

2. İbadete dair ilim.<br />

3. Kulluğa dair ilim.<br />

4. Hizmete dair ilim.<br />

İnsan İlişkilerinde Ahlâkî Zemin<br />

Şüphesiz İslâm’da hizmete dair ilim,<br />

tasavvufî sosyal hizmet bilimi ile yakından ilgilidir.<br />

İslâm’ın dünya görüşünden etkilenip, insan<br />

ilişkilerini ahlâkî bir zemine oturtan tasavvuf<br />

hareketi, kulluk şuurunu ve(ya) ibadet anlayışını<br />

halka hizmet bağlamında değerlendirmiş<br />

ve insanlığa hizmet etmeyi bireysel ve toplumsal<br />

gelişimin bir parçası olarak görmüştür.<br />

Bu doğrultuda Horasan erenlerinden Şeyh Ebu<br />

Said’e Allah’a ulaşmanın yolları sorulduğunda<br />

o, şöyle cevap vermiştir: “Allah’a ulaşmanın yolları<br />

çoktur. Fakat bunlardan en kısa ve en kolay<br />

olanı başkalarına yardım etmektir. Yani diğerlerini<br />

zor durumda bırakmak yerine onlara yardım<br />

etmek için uğraşılmalıdır.” 8<br />

Gerçek kerametin ve marifetin, insanların<br />

arasına karışıp, onlarla birlikte olabildiği halde<br />

Allah’ı bir saniye bile aklından çıkarmamak olduğunu<br />

söyleyen Şeyh Ebu Said, muhtaç insanlara<br />

dönük sosyal hizmet faaliyetlerinin manevî<br />

faydalarını gösterebilmek için, vaazlarında gerektiğinde<br />

ilginç çıkışlar da yapmıştır. Nitekim<br />

bir gün sohbetinin tam ortasında kendisini<br />

dinleyenlere birden bire “Hankâhın her tarafına<br />

mücevherler yayılmış, neden toplamıyorsunuz”<br />

diyerek insanlara bu değerli taşları elde<br />

etmelerini tavsiye etmiştir. Dinleyiciler hemen<br />

dışarıya fırlayıp, etraflarına bakmışlar, ne var ki<br />

52 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 53


kıymet teşkil edebilecek herhangi bir şey görememişler<br />

ve nihayetinde şikâyet etmeye başlamışlar.<br />

Şeyh Efendi onları şu sosyal içerikli<br />

sözlerle sakinleştirmiştir: “Muhtaçlara hizmet<br />

edin, birbirinizle yardımlaşın, ahirette manevî<br />

mücevherlere nasıl erişilebileceği hususunu<br />

bu şekilde anlatmak istedim ve söylemek istediğim<br />

aslında bu.” 9<br />

Sûfîler, belirli bir süre inzivaya çekilmeyi ve<br />

yalnız başına ibadet ederek yaşamayı, her ne<br />

kadar manevî gelişim için önemli bir araç olarak<br />

görseler de toplumdan kendilerini hiçbir zaman<br />

soyutlamamışlardır. Mürşitler de müritlerine<br />

halktan uzaklaşmamaları yönünde hep uyarıda<br />

bulunmuşlardır. Nitekim “İnzivaya çekilmek istiyorum.”<br />

diyen birine şeyh İbn Atâ: “Halktan ayrılıp<br />

da kiminle birlikte olacaksın” diye cevap verince<br />

o kişi “Peki, o halde ne yapayım” der. Şeyh<br />

İbn Atâ, gerçek inzivanın nasıl olması gerektiğini<br />

kısa olduğu kadar doyurucu şu cevabıyla açıklar:<br />

“Zahirde halkla, bâtında Hak’la ol.” 10<br />

Sadık Olan Sûfinin Alâmeti<br />

Velîler serdarı Ebu’l Hasan Harkânî de bireysel<br />

ve sosyal ibadetlerin bir bütünlük içinde ve<br />

yerli yerinde yapılması gerektiğini müritlerine<br />

şu şekilde izah etmiştir: “Her gün akşama kadar<br />

maz, hastaları ziyarete gitmez, öksüzleri soruşturmaz<br />

ve buna rağmen tasavvuftan dem vurursa<br />

onun bir sahtekâr olduğunu biliniz.” 14<br />

Görüldüğü üzere sosyal hizmetlere odaklanmış<br />

bir tasavvuf anlayışında bir sûfî, elini eteğini<br />

dünyadan çekmediği gibi dini, dünya işlerinden<br />

ayırmaksızın, hem manevî ilimlerle, hem<br />

de insanların sorunlarıyla meşgul olmuştur.<br />

Bu yönüyle bir sûfî aynı zamanda hem sürekli<br />

olarak ilim tahsil eden bir öğrenci (mürit), hem<br />

bir bilim adamı (âlim), hem bir manevî rehber<br />

(mürşit), hem de halkına faydalı olmak isteyen<br />

bir sosyal hizmet elemanıdır (hadimdir).<br />

İnsan ve cemiyeti ele alan, sosyal bilimleri<br />

manevî bilimlerle zenginleştiren sosyal hizmet<br />

sûfîleri, bağlı oldukları tasavvuf mektebinin (tarikatın)<br />

özel ilkelerine göre muhtaç insanların<br />

sorunlarının çözümüne yönelik değişik yöntemler<br />

geliştirmişler ve uygulamışlardır. Bu açıdan<br />

bakıldığından tasavvuf, tarihte geliştiği şekliyle<br />

teorik anlamda sadece manevî bilimlere değil<br />

aynı zamanda fiilî olarak sosyal hizmetlere<br />

de katkısı olmuş bir disiplindir. Bu bakımdan<br />

tasavvufî sosyal hizmet ilkeleri ve uygulama biçimleri,<br />

günümüzün sosyal hizmet bilimine de<br />

önemli yenilikler kazandıracak boyuttadır.<br />

Yedi Dağın Çiçeği<br />

Bütün yolları tuttum, kendimi arıyorum.<br />

Mekanı adımladım, zamanı tarıyorum...<br />

İçimdeki canavar vesvese pazarlıyor,<br />

Ben yine dolu dizgin o dosta varıyorum.<br />

Yedi dağın çiçeği derman olmadı bana,<br />

Annemin duasını yarama sarıyorum…<br />

Omuzlarımda sözün çekilmez ağırlığı,<br />

Bir şafak vakti aşkın şehrine giriyorum…<br />

Solup giden hayatın hep hüznünü soludum,<br />

Bir derviş edasıyla sabır eğiriyorum...<br />

Renkler çekmecelerde, tozlu raflarda sırlar...<br />

Unutulmuş sevdalar, duygular deriyorum...<br />

Sadağıma gül kokan, iyi niyetler koydum,<br />

Gözlerim ötelerde yayımı geriyorum...<br />

Belki de menzilimde hicranlı bir sabah var,<br />

Viran olmuş yurtları görüp ürperiyorum...<br />

Servet YÜKSEL<br />

halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın.<br />

Her gece de sabaha kadar Hakk’ın beğendiği<br />

amel ile olasın!” 11<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Ali SEYYAR<br />

1. Taberani; El-Kebir; Nr. 10033.<br />

Ebu Said b. Ebil Hayr de konuya şöyle bir<br />

açıklık kazandırmıştır: “Allah dostları halk içinde<br />

oturur, halka karışır, alışveriş eder, evlenir ve<br />

bir nefes dahi Hakk’tan gâfil olmaz.” 12 Çağındaki<br />

dervişlerin en kâmili olan Şeyh Ebu Bekir<br />

Vâsitî’nin sözleri de bu çerçevede zikre değerdir:<br />

“Davasında sadık olan sûfînin alâmeti, aralıksız<br />

olarak cismen kardeşlerle, kalben yalnızca<br />

Allah’la bulunmaktır.” 13 Sosyal hizmetin,<br />

İslâm’ın manevî ve ahlâkî dünyasını yansıtan<br />

tasavvuf ile iç içe olduğunu âbid ve zâhit bir<br />

sûfî olan Bayezid-i Bistami’nin şu sözlerinden<br />

de kolayca öğrenebiliriz: “Her kim Kur’an okur<br />

da Müslümanların cenazelerinde hazır bulun-<br />

2. Taberani; el-Evsat; Nr. 7583.<br />

3. Taberani; El-Kebir; Nr. 13646.<br />

4. Karagöz, İsmail; Dinî Kavramlar Sözlüğü; Diya<strong>net</strong> İşleri<br />

Başkanlığı Yayınları; Ankara; 2005; s. 634.<br />

5. Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri; (Terc.: Süleyman<br />

Uludağ); Kabalcı Yayınevi; İstanbul; 2007; s. 115.<br />

6. Attar; 2007: 449.<br />

7. Attar; 2007: 451.<br />

8. Bayat, Mojdeh ve Jamnia, Muhammed Ali; Sufi Diyarından<br />

Hikâyeler; İnsan Yayınları; İstanbul; 2003; s. 53.<br />

9. Bayat-Jamnia; 2003: 16.<br />

10. Bursalı, Mustafa Necati; Kâdiriyye Yolunun Başbuğ<br />

Velileri-İstanbul ve Anadolu Erenleri; Çelik Yayınevi;<br />

İstanbul; t.y.; s. 452.<br />

11. Bursalı; t.y.: 50.<br />

12. Bursalı; t.y.: 46.<br />

13. Attar; 2007: 666.<br />

14. Attar; 2007: 187.<br />

54 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 55


TARİH / İsmail ÇOLAK<br />

II. Abdülhamid ve<br />

Sansür Gerçeği<br />

“Abdülhamid’in, dış tehlike ve<br />

saldırılara karşı devleti korumak<br />

için hafiye teşkilatını nasıl ustaca<br />

bir biçimde kullandığı ve güçlü<br />

haber kaynaklarına ulaşmak için<br />

ne kadar yoğun bir çaba gösterdiği<br />

çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır.”<br />

Geçmişten bugüne yakın tarihimizin en<br />

çok tartışılan şahsiyetlerinden biri de<br />

hiç kuşkusuz Sultan II. Abdülhamid’dir.<br />

Onunla ilgili yapılan münakaşa konuları içerisinde<br />

“sansür meselesi” de yer almıştır. Çoğu<br />

kez tarihî gerçeklerle örtüşmeyen ve ilmî metotlarla<br />

bağdaşmayan birtakım iddialara dayanan<br />

bazı çevreler, Abdülhamid’i sansürcü bir<br />

padişah olarak göstererek, hakkındaki “müstebit,<br />

gerici, yobaz” yaftasını pekiştirmeye ve<br />

meşru göstermeye çalışmaktadırlar. Bu makalede,<br />

Abdülhamid Han’ın sansürcü olup olmadığını,<br />

dönemindeki sansür uygulamasının<br />

içyüzünü, içerdeki ve dışarıdaki istihbarat çalışmalarını<br />

aydınlatmaya gayret edeceğiz.<br />

Sansürcü mü, İstihbaratçı mı<br />

Sultan Abdülhamid, başta Jön Türkler ve İttihatçılar<br />

olmak üzere, içerde kendisine muhalefet<br />

eden Müslim ve Gayri Müslim çevrelerin<br />

-padişaha suikast düzenlemeye ve onu tahttan<br />

indirmeye varana dek- entrikalarına ve oynanan<br />

oyunların perde arkasına vakıf olabilmek<br />

ve sıkı tedbirler alabilmek için, dinî ve içtimaî<br />

bir kısım mahzurlarına rağmen sağlam bir haber<br />

alma (Hafiye) teşkilatı kurmak mecburiyetinde<br />

kalmıştı. Ayrıca, başta İngiltere olmak üzere Avrupalı<br />

devletlerin, kendisini ve Osmanlı’yı parçalamaya<br />

ve yıkmaya yönelik (ona, “Yabancı elleri<br />

ciğerlerimin içinde duyuyordum.” dedirtecek<br />

kadar) karanlık emellerini engellemek ve içerde<br />

çıkarlarına âlet ettikleri kimi devlet adamlarını<br />

ve muhalif kesimleri etkisiz hale getirebilmek<br />

için de büyük bir istihbarat birimine ve güvenilir<br />

haber kaynaklarına şiddetle ihtiyaç duymuştu.<br />

Çok eleştirilen “hafiyecilik ve jurnalcilik”in<br />

ortaya çıkması ve kök salmasında Abdülhamid’e<br />

göre yukarıdaki sebeplerden hâsıl olan bir zaruret<br />

vardı. Bunun gerekçelerini, faydalı ve zararlı<br />

yanlarını ve kendisine yöneltilen acımasız<br />

tenkitleri hatıralarında çok tafsilatlı bir şekilde<br />

şöyle açıklamıştır:<br />

“Birçok insanın sinirli halimden faydalanmaya<br />

çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin<br />

alçak namussuz insanlar olduklarını, dinimizin<br />

de müzevirleri (laf taşımayı) telin ettiğini (la<strong>net</strong>lediğini)<br />

gayet iyi biliyorum. Fakat geniş bir<br />

haber alma teşkilatı kurmamış olsaydım, etrafımı<br />

saran tehlikelere karşı kendimi korumam<br />

kabil (mümkün) olamazdı. Diğer hükümdarlar<br />

da, mesela çarlar da aynı şekilde hareket etmiyorlar<br />

mı Her şeyden önce, istihbarat teşkilatının<br />

bizim için çok ehemmiyetli olduğunu kabul<br />

etmek lazımdır. Ancak bunda da mübalağaya<br />

(abartıya) kaçmamak icap eder. Bu sahada biraz<br />

fazla gayretkeşlik gösteriliyorsa bu, Tahsin’in<br />

(Başkâtibi) kabahatidir... Her ne kadar perde<br />

arkasında oynananları öğrenmem, döndürülen<br />

entrikalara vâkıf olabilmem için, icap edenin<br />

yapılmasını istiyor isem de, gene bizdeki hafiyelik<br />

teşkilatının pek feci olduğu söylenemez.”<br />

“Jurnalciliğin ayıp bir şey olduğunu, gazetelerdeki<br />

‘jurnal raporlarının da kötü şeyler<br />

olduğunu biliyorum. Fakat bundan vazgeçmeye<br />

de imkân yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde<br />

entrikanın, bizde olduğu kadar feci olabileceğini<br />

zan<strong>net</strong>miyorum. Fakat kendine ehemmiyet<br />

payı çıkarmak isteyen gayretkeşlerin yazdığı<br />

mübalağalı raporları, diğerlerinden ayırmasını<br />

biliyorum. Benden kurtulmak için şimdiye kadar<br />

iki defa suikast tertiplendi. Her ikisinde de<br />

bazı sadık bendelerimin (adamlarımın) uyanıklığı<br />

sayesinde son dakikada kurtulabildim.”<br />

Abdülhamid’in, uzun yıllar başkâtipliğini<br />

yapmış olan Tahsin Paşa da, jurnallerin çok<br />

abartıldığını ve Abdülhamid’le ilgili bu noktada<br />

ortaya atılanların büyük bir kısmının dedikodu<br />

kabilinden uydurma şeyler olduğunu şu<br />

şekilde vurgulamıştır: “Jurnallerin, Hünkâr tarafından<br />

açılıp okunduğu ve Sultan Hamid’in<br />

her gün binlerce jurnal alıp irade verdiği hakkındaki<br />

haberler uydurmadır. Sultan Hamid’in,<br />

bilhassa jurnallere el sürmediği hall’inden<br />

(tahttan inmesinden) sonra kendi dairesinde<br />

56 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 57


teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç<br />

devletlerde de görüldüğünü” belirmiştir.<br />

silah bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz.”<br />

Diğer yandan Abdülhamid, İngilizlerin Osmanlı<br />

sınırı içindeki Ortadoğu topraklarında<br />

petrol aramak maksadıyla yaptıkları kazı çalışmalarını<br />

da kullandıkları yerli ameleler kanalıyla<br />

sıkı sıkıya takip etmiştir. Yoğun takipten sonra,<br />

ilmî ve arkeolojik çalışmalar kılıfıyla yapılan<br />

kazıların altından keskin bir petrol kokusu aldığını<br />

hatıratında etraflıca söz etmiştir.<br />

Sansür Gerekli miydi<br />

Abdülhamid, sansürün gerekliliğini, neden<br />

yapıldığını veya bu konuda zatına yöneltilen<br />

tenkitlere karşı savunmasını hatıralarında şöyle<br />

ortaya koymuştur:<br />

“Bizde sansür elzemdir (lüzumludur), mevcudiyetini<br />

tenkit edenler yanılmaktadırlar.<br />

Bizdeki müesseseleri garptakiler gibi mütalaa<br />

etmeye (değerlendirmeye) imkân yoktur. Belki<br />

orada kültürün daha yaygın olması sebebiyle,<br />

matbuatın tenkitleri tabiî karşılanabilir.<br />

Fakat bizde henüz halk çok bilgisiz, çok saftır.<br />

sandıklarla kapalı jurnal bulunmasıyla sabittir.<br />

Hünkâr’ın ehemmiyet verdiği jurnaller, bunları<br />

takdim eden adamların şahıslarına ve mevkilerine<br />

bağlıdır... Hünkâr, bunları ekseriya bizzat<br />

açar, bazılarının altındaki imzayı makasla keserek<br />

muamele mevkiine koyar, yani iradesini<br />

vererek Kâtipler Dairesine gönderir.”<br />

Tarihçi Osman Turan ise, kurduğu hafiye teşkilatından<br />

dolayı Abdülhamid Han’ın son derece<br />

haklı ve makul gerekçelere sahip olduğunu<br />

şöyle savunmuştur: “Sultan Hamid ve imparatorluk<br />

aleyhinde girişilen açık-gizli faaliyetler,<br />

suikast teşebbüsleri o kadar çok ve çeşitli idi<br />

ki, sağlam bir emniyet teşkilatı olmasa idi devletin<br />

ve kendisinin yaşaması mümkün değildi.<br />

İşte o, bu maksatla kurduğu istihbarat (hafiye)<br />

teşkilatı sayesinde her türlü düşman faaliyetini,<br />

günü gününe takip ediyor ve gereken tedbirleri<br />

alarak koca imparatorluğu ayakta tutuyordu. Bu<br />

siyasî zarurete ve hiçbir devletin bundan geri<br />

kalamamasına rağmen, düşmanları bu hafiye<br />

teşkilatını da aptalca onun aleyhinde bir delil<br />

olarak göstermekten sıkılmamışlardır. Sultan<br />

Aziz’in basit bir komploya kurban gitmesi de<br />

böyle bir teşkilata sahip olmaması ile alakalı<br />

idi. Sultan Hamid, amcasının başına gelenlerden<br />

çok ders alıyor ve aklî dengesini kaybeden<br />

ağabeyi Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarma<br />

gayretlerinin kendisinden ziyade Türkiye’yi yıkmaya<br />

yönelik olduğunu biliyordu.”<br />

Milletlerarası Alandaki<br />

İstihbarat Başarıları<br />

Abdülhamid’in, dış tehlike ve saldırılara karşı<br />

devleti korumak için hafiye teşkilatını nasıl<br />

ustaca bir biçimde kullandığını ve güçlü haber<br />

kaynaklarına ulaşmak için ne kadar yoğun bir<br />

çaba gösterdiğini şu iki hadise çok çarpıcı bir<br />

şekilde anlatmaktadır:<br />

Sultan Abdülhamid’in, hükümdarlığı müddetince<br />

içeride ve dışarıda en fazla mücadele<br />

ettiği meselelerden biri de Ermeni Meselesi ve<br />

Ermeni propagandası idi. Ermeni militanlarını<br />

ve eylemlerini takipte ne kadar ileri gittiğini<br />

göstermede şu olay mükemmel bir misaldir:<br />

Batılı emperyalistlerin, Ermenileri kışkırtarak<br />

Anadolu’da karışıklıklar çıkardığı günlerde, İngiliz<br />

Büyükelçisi Sultan Abdülhamid’e gelip,<br />

“Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz” küstahlığını<br />

gösterince, Ulu Hakan elçiye şu müthiş<br />

karşılığı vermişti: “Filan gün, filan saatte<br />

Karadeniz’in filan noktasına yaklaşıp, karaya<br />

Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu<br />

kadar sandık malzeme çıkaran ve komitacılara<br />

Sultan Abdülhamid’in, bilhassa 93 Harbinden<br />

sonra dozu giderek artan bir şekilde, basın-yayın<br />

ve haberleşme araçlarını sıkı bir de<strong>net</strong>ime,<br />

hatta “sansüre” tâbi tuttuğu doğrudur.<br />

Sansür müessesesi, daha çok siyasî yazılara,<br />

ihtilâl haberlerine ve gizli siyasî faaliyetlere yönelik<br />

olarak işletiliyordu. Bunun dışında kalan<br />

son derece geniş bir alanda hiçbir baskı ve sansüre<br />

maruz kalan yazı yazmak ve yayın yapmak<br />

tamamen serbestti. Hatta sansürün en yoğun<br />

olduğu günlerde dahi, İstanbul postanesinden,<br />

20 bin Bulgar’ın sözde katledildiği yolundaki<br />

haberlerin Londra gazetelerine gönderilmesine<br />

mani olunamamıştı. Zira kapitülasyonlar yüzünden<br />

yabancı postaneler de<strong>net</strong>im altına alınamıyor<br />

ve ecnebi yayınların ülkeye girişine yasak<br />

konulamıyordu.<br />

Esasen sansür durumu tamamen yukarıda<br />

açıkladığımız, devletin dış baskılar karşısında<br />

iyiden iyiye bunaldığı ve yıkılma tehlikesi geçirdiği<br />

olağanüstü kritik bir dönemin, olağanüstü<br />

şartlarından kaynaklanmıştır. Elbette ki,<br />

o dönemde sansüre başvuran sadece Osmanlı<br />

ve Abdülhamid değildi. Rusya, Fransa, İngiltere<br />

başta olmak üzere hemen hemen tüm Avrupa<br />

devletleri sansüre müracaat ediyor, hatta daha<br />

sert ve yoğun bir biçimde uyguluyorlardı. Bu<br />

manada mesela, İngiltere Dışişleri Bakanlığı<br />

Müsteşarı Sandison, 8 Ekim 1881’de yazdığı raporda<br />

“Sultan Abdülhamid’i sansür konusunda<br />

suçlamanın anlamsız olduğunu ve bunun diğer<br />

Tebaamıza çocuk muamelesi etmeye mecburuz...<br />

Ebeveyn (anne-baba) ve mürebbi (terbiyeci)<br />

nasıl gençliğin eline zararlı neşriyatın<br />

geçmemesine dikkat ederse; bizim hükümet<br />

de halkın fikrini zehirleyecek her şeyi halktan<br />

uzak tutmaya çalışmalıdır. Fransızcadan tercüme<br />

edilen birçok romanın hareme girmesi;<br />

kalpleri, fikirleri ifsat etmesi çok acı olmuştur.<br />

Bu kötü neşriyatı ithal edenlerin Türkler değil<br />

de, Fransızlar, Rumlar ve Ermeniler olması ancak<br />

teselliden ibarettir. Şu Ermeniler ve Rumlar<br />

ne müfsit (fitneci) insanlardır! Piyasaya<br />

sürdükleri bu hakikate aykırı romanlar, eğer<br />

sansürden geçmeden gazetelerde neşredilseydi;<br />

halkta fena tesirler uyandırır, bu da<br />

ecnebilerin hakkımızdaki fikirlerini büsbütün<br />

yanıltırdı. Zaten memleketimiz kâfi derecede<br />

her türlü iftiraya maruzdur. Bütün bu söylediğimiz<br />

sebepler, sansürün devam etmesini<br />

icap ettirici sebeplerdir.”<br />

Dipnot<br />

1. Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, İstanbul, 1984.<br />

2. Tahsin Paşa, Sultan Abdülhamid, İstanbul, 1990.<br />

3. Y. Kenan Necefzade, II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki,<br />

İstanbul, 1967.<br />

4. Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan, İstanbul, 1988.<br />

5. Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, İstanbul,<br />

2005.<br />

6. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul,<br />

2006.<br />

7. İsmail Çolak, Son İmparator: Abdülhamid Han’ın Gizemli<br />

Dünyası, 6. Baskı, İstanbul, 2010, Nesil Yayınları.<br />

58 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 59


KÜLTÜR / H. Neşe KOÇAK<br />

Evvel Zaman İçinde Bir Masal Saray;<br />

“Kubadabad”<br />

“Bir masal saray… Selçuklu Kubadabad Sarayı.<br />

Alaeddin Keykubad’ın, bugün Gölkaya denilen yerde,<br />

Beyşehir Gölü kenarına yaptırılmasını buyurduğu<br />

büyük saray. Selçukludan günümüze izleri kalan tek<br />

saray. Bu muhteşem sarayın çini kalıntılarını görmek<br />

için Karatay Medresesi Müzesi’nde idim.”<br />

Bir masal saray… Selçuklu Kubadabad Sarayı.<br />

Alaeddin Keykubad’ın, bugün Gölkaya<br />

denilen yerde, Beyşehir Gölü kenarına<br />

yaptırılmasını buyurduğu büyük saray. Selçukludan<br />

günümüze izleri kalan tek saray.<br />

Bu muhteşem sarayın çini kalıntılarını görmek<br />

için Karatay Medresesi Müzesi’nde idim.<br />

Fakat seyrettiğim çinilerin sıra dışılığı, güzelliği<br />

karşısında kendimi bir hayal âleminin sihirli<br />

kapısından içeri girerken buldum. “Geçmiş zaman<br />

olur ki hayali cihan değer.” denen ‘geçmiş<br />

zaman’ bu olsa gerek…<br />

Selçuklunun başkenti Konya’dayım. Yıl<br />

1237. Hava ılık ve tatlı. Mevsim<br />

ilkbahar. Konya ilimde ve<br />

sanatta ihya olmuş. Şehir,<br />

bilginleri, filozofları,<br />

şairleri, mutasavvıfları,<br />

hoca,<br />

musikişinas ve<br />

diğer sanatkârlarla<br />

altın çağını yaşıyor.<br />

Bahaeddin Veled,<br />

Mevlâna Celaleddin<br />

başta olmak üzere<br />

Kadı Burhaneddin, Kadı<br />

Sıraceddin, SadreddinKonevî,<br />

Şahabeddin Sühreverdî gibi bilginler,<br />

Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıflar Konya’da<br />

yerleşmişler, verdikleri eserler şehri bir kültür<br />

merkezi hâline getirmiş.<br />

Birçok kütüphane, han, hamam, medrese,<br />

çeşme, cami gözüme çarpıyor. Özellikle ipek<br />

kumaşların satıldığı kumaş hanları, hastaların<br />

tedavi edildiği bimaristanlar görüyorum. Avrupa<br />

Ortaçağ’ın karanlıklarında boğulurken tarih,<br />

edebiyat, felsefe, sanat, tıp, kozmografya,<br />

hukuk ve din alanında büyük tarihî ve kültürel<br />

atılımlar yapılmış.<br />

Sokaklarda tebdili kıyafet geziyorum. Her<br />

yanda atlı süvariler var. Rastladığım insanlar genellikle<br />

ay (gibi yuvarlak) yüzlü, yay kaşlı, badem<br />

gözlü, ince-uzun burunlu, küçük ağızlı. Kadınların<br />

kimisi peçeli ve yaşmaklı, kiminin başı açık,<br />

hotozlu. Üzerlerinde harmaniyeler var. Erkekler<br />

birçoğu uzun, örgülü saçlı, temiz yüzlü. Bıyıklı,<br />

sakallı olanları var. Keçeden ya da deriden kemerler,<br />

çizmeler, uzun, renkli kaftanlar, börkler<br />

giymişler. Çarşılar, bedestenler kalabalık.<br />

Büyük Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubad,<br />

Kayseri’de zehirlenerek öldürülmüş. Ne<br />

büyük bir kayıp! Çünkü yalnız Konya değil, Anadolu<br />

da onun sultanlığı zamanında en müreffeh<br />

dönemini yaşamış. Sultanın sağlığındayken yapılmasını<br />

istediği yazlık saray yeni bitmiş. Oğlu<br />

2. Gıyaseddin Keyhüsrev ikamet ediyor.<br />

1219’da başlayıp 1236’da biten<br />

muhteşem sarayı görebilmek<br />

için şehirden<br />

uzaklaşıyorum. Saray,<br />

Torosların kolu olan<br />

Anamas Dağları<br />

eteklerinde, sedir<br />

ağaçları ve daha<br />

önce görmediğim<br />

güzellikte kır çiçekleri<br />

arasında, saray<br />

çinilerinin ödünç alındığı<br />

firuze renkli Beyşehir<br />

Gölü’nün batı sahiline kurulmuş.<br />

Gölün etrafında bin bir türlü<br />

renge bürünmüş bin bir çeşit su kuşu yaşıyor.<br />

Burası cen<strong>net</strong>ten bir yer sanki. Büyük saray, küçük<br />

saray, külliye, suyolları, yürüyüş rampaları,<br />

liman, kayıkhane, av parkı gibi 20 dolayında çeşitli<br />

yapının olduğu büyük bir yerleşim merkezi.<br />

Akşam, Beyşehir Gölü’nün mavi sularına açıyor<br />

çift başlı kartal gibi, simsiyah kollarını. Sular<br />

kararıyor. Heyecandan oluşan hafif bir ürpertiyle<br />

yavaşa yavaş büyük saraya yaklaşıyorum.<br />

Surlarla kaplı göle bakan bir avludayım. Avlunun<br />

tam ortasındaki taç kapıdan içeri süzülüyorum.<br />

Simetrik, üç odalı giriş bölümünden büyük<br />

bir salona, oradan da taht makamına giriyorum.<br />

Def ve çeng sesi geliyor kulağıma derinden derine.<br />

Nedim’in; “Nağmeyi çenge bedel, dinler<br />

iken nale vü ah” dizesi geliyor aklıma.<br />

60 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 61


Çinileri görebilmek için taht salonuna giri-<br />

hayvanları var. Öbür âleme ulaştırıcı araçlar ola-<br />

kuşu. Yüzleri sultana benzeyen, başlarında taç<br />

kalan camiler, medreseler ve türbeler sapasağlam<br />

yorum. İşte karşımdalar! Muazzam bir görüntü.<br />

rak kabul gören ve mitolojiye göre kökleri deni-<br />

taşıyan, sultanın elbisesinin renkleriyle bezeli<br />

ayakta dururken içinde koca bir masal dünyası,<br />

Şaşkınlıktan hangisine bakacağımı bilemiyo-<br />

zin dibinde olup sürekli kendini yenileyen hayat<br />

bu masal kahramanları Kaf Dağı’nın eteklerinde<br />

eşine rastlanmamış müthiş bir sanat barındıran<br />

rum. Hayal içinde hayal mi yoksa her şey Hep-<br />

ağacı ve kuşları seyrediyorum kimi sahnelerde.<br />

bilinmeyi, tanınmayı beklemişler asırlarca.<br />

figürlü sarayların yerle bir olmuş olması.<br />

si pırıl pırıl, yepyeni, sapasağlam. 23 cm çapında,<br />

sekiz köşeli, firuze, mor, yeşil, kahverengi,<br />

kobalt mavisi yıldızlar, türkuaz renkli, haç formlu<br />

çinilerle çevrilmiş. Taht salonu ve birbirine<br />

bağlı birçok odanın duvarları devrin en güzel<br />

çinileriyle süslü. Desen ve renk uyumu arasında,<br />

tılsımlı bir masal gibi değişen, güzelleşen<br />

çinilerin her biri farklı birer hikâye anlatıyorlar.<br />

Su kuşları, karşılıklı duran çift tavus kuşları, Şaman<br />

geleneklerinden gelen ilhamla, stilize edilmiş<br />

hayat ağacının dallarındalar. Şahin, doğan<br />

gibi avcı kuşlar, ya bir tavşanı yakalamış götürüyor<br />

ya da bir ceylanı parçalamak üzere. Bütün<br />

bu çinilerin arasında bitkisel dekorlu, hat yazılı,<br />

bazen de hat yazısının taklidi motifler, hayvan ve<br />

insan figürlerinin arasına serpiştirilmiş.<br />

Bu güzellikleri görüp de etkilenmemek, ilham<br />

almamak, hayal dünyasına dalmamak ne<br />

mümkün! Fakat her şeyin bir sonu var. Zaman<br />

gezgini olsam da gitme vakti geldi. Seyahat bavulumu<br />

Selçuklu yaşam tarzına ve sanatına dair<br />

güzelliklerle doldurdum. Biraz mahzun, biraz<br />

düşünceli dönüyorum çıktığım zaman yolculuğundan.<br />

Keşke Kubadabad şimdi de var olsa,<br />

Selçuklu çinilerindeki bezemeler, kökeni Uygurlara<br />

dayanan bir resim sanatından, eski İran,<br />

Suriye, Bizans ve Şamanizm’den ilham almıştır.<br />

Geçmişten gelen zengin ve ince kültür birikiminin<br />

İslâm senteziyle yoğrulması sonucu ortaya<br />

çıkan bu muhteşem saray çinileri kesinlikle görülmeye<br />

değer. Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından<br />

sonuçlandırılan ve başlangıcından itibaren 30<br />

Kozmik ve mistik simgelerle yüklü insan<br />

Selçuklunun simgesi, sultanı temsil eden<br />

keşke aslına uygun olarak yeniden yapılandırıl-<br />

yıl süren kazı çalışmalarıyla saklandıkları yer-<br />

figürleri; sultan ve saray erkânı. Kimisi Türk<br />

çift başlı kartallar, bir başı doğuya, bir başı ba-<br />

sa, keşke masal olmasa...<br />

den gün yüzüne çıkartılan ve masal dünyasının<br />

oturuşu denilen biçimde oturmuş, üzerlerinde<br />

benekli, ya da çizgili mor, lacivert, firuze kaftanlarıyla<br />

görülüyor. Hizmetkârlar, ellerinde sürahileri,<br />

meyveler, av hayvanları taşıyor. Sonsuz<br />

hayatı, cen<strong>net</strong>i, bereketi simgeleyen haşhaş<br />

ve nar tutan ya da ok atan uzun saçlı erkekler<br />

bazen de iki elinde balık tutan ve burçları simgeleyen<br />

bir şekle bürünüyorlar. Başları örtülü<br />

fakat yine de uzun saçları örtülerinin altından<br />

görünen, uzun harmaniyelerinin yenleri ellerini<br />

saklayan ya da çiçek tutan kadınlar da bu masal<br />

sahnesinde arz-ı endam ediyorlar.<br />

tıya bakarken “Dünyanın tek hâkimi biziz.” der<br />

gibiler. Kartalla puhu kuşu karması bu figürlerin<br />

göğsünde “El Muazzam”, “Es Sultan”, “Es-<br />

Saadet” gibi sultanı anlatan isimler yazıyor. Selçuklulara<br />

Artuklular aracılığıyla geçen ve Alaeddin<br />

Keykubad döneminde yaygınlaşan kartal<br />

figürü, sultanın kişisel arması niteliğini taşıyor.<br />

İbni Bibi’ye göre koruyucu kanatlarını sarayın<br />

üstüne geren, ona kuvvet ve kudret ihsan eden<br />

bir sembol. Saray çinileri içinde en ihtişamlısı.<br />

Ya mitolojik figürler; Kaf Dağı’nda oturan, olağanüstü<br />

güçleriyle sarayı düşmanlardan koruyan<br />

Fakat evvel zaman içinde bir masal saray Kubadabad.<br />

Bu sarayda ve çevresinde “Divanhane”<br />

denilen görkemli kabul mekânlarını süsleyen çinilerden<br />

ve kazılarda çıkartılan diğer seramiklerden,<br />

av partilerini, göz alıcı, zevkli, zarif bir saray<br />

hayatının olduğunu ve gündelik yaşamın nasıl<br />

sanata dönüştüğünü anlamak mümkün. Selçuklu<br />

sultanlarının ve Türkmen emirlerin hoşgörüsüne<br />

dayanarak figüratif bir sanat geliştiren o zamanın<br />

Anadolulu ustalarına şaşırmamak, hayran kalmamak<br />

elde değil. Burada asıl şaşırtıcı olan, Sünni<br />

İslâm’ı hızla yaymaya çalışan sultan ve emirlerin<br />

kapılarını aralayan belge niteliğinde bu çiniler,<br />

Anadolu Selçuklu Türklerinin yaşam tarzından,<br />

aydın bakış açısından, hoşgörüsünden, enfes<br />

tatlar sunarlar altın taslarda.<br />

Ne yapıp edin, çağının çok ötesinde bir devlet<br />

olarak tarih sahnesinde yerini almış olan Selçukluları<br />

daha yakından tanıyıp hissedebilmek<br />

için yolunuzu mutlaka Konya Karatay Medresesi<br />

Müzesi’ne düşürün. Bugünkü Türkiye’nin temellerini<br />

atan Selçuklu atalarımızın, din, dil, ırk ayrımı<br />

gözetmeden özgüvenden kaynaklanan engin<br />

bir hoşgörüyle, ince bir sanat zevkiyle oluştur-<br />

Birçok sekizgende hoplayıp zıplayan, kaçan<br />

insan başlı, kuş gövdeli sirenler, insan başlı aslan<br />

böyle bir sanata destek vermeleri, benimsemeleri<br />

dukları ve bizlere miras bıraktıkları güzellikleri<br />

kovalayan, aslan, ayı, tilki, dağ keçisi, tavşan,<br />

gövdeli sfenksler, Farsça “30 kuş” anlamına ge-<br />

ve bu figürlerle süslü saraylarda yaşamış olmaları.<br />

seyredin ve hayal edin. Kim bilir belki siz de be-<br />

kurt, antilop, yaban eşeği, at gibi orman ile av<br />

len simurglar ya da nam-ı diğer zümrüdü anka<br />

Düşündürücü olan ise Selçuklulardan günümüze<br />

nim gibi bir masal figüranı olursunuz.<br />

62 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 63


KÜLTÜR / Fatih ÇINAR<br />

Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de<br />

Çevre Bilinci<br />

Sûfîler manevî hayatlarını hiçbir zaman<br />

maddî hayatlarındaki gelişim ve değişimden<br />

ayrı düşünmemişlerdir. Bir başka ifadeyle<br />

onlar, ‘manevî gelişim için maddî şartların<br />

gözetilmesi gerektiği’ hususunu her zaman<br />

ve zeminde vurgulamışlardır. Onlar, bu düşünceleri<br />

ile ‘başka canlıları ilgilendiren hususları<br />

göz ardı etmediklerini’ ve ‘yaratılana hizmeti<br />

Yaratana hizmet’ olarak gördüklerini göstermişlerdir.<br />

Sûfîlerin maddî âlem ile ilgili birçok kural<br />

koydukları ve bütün canlıları ilgilendirmesi<br />

yönü ile üzerinde ısrarla durdukları konulardan<br />

bir tanesi ise ‘Çevre Bilinci’ konusudur. Onlara<br />

göre tabiatın, güzellikleri ile varlığını sürdürebilmesi<br />

dünyada örnek ve lider insanlar olabilme<br />

açısından önemli olduğu kadar manevî<br />

ilerleme ve gelişme açısından da son derece<br />

önemli bir husustur. Bu konuyu enine boyuna<br />

tartışan ve bu konuda söz söyleyen isimlerden<br />

bir tanesi de sûfî kimliği ve maddî şartlara bağlılığı<br />

ile yakın tarihimizde müstesna bir konuma<br />

sahip olan Mustafa Takî Efendi’dir. Bu çalışmamızda<br />

Takî Efendi özelinde sûfîlerin çevreye<br />

olan duyarlılıklarını dile getirmek istiyoruz.<br />

Mustafa Takî Efendi (k.s.)’de<br />

Çevre Bilinci<br />

Öncelikle Takî Efendi’nin içerisinde bulunduğu<br />

maddî çevreyi hatırlamanın isabetli olacağı<br />

kanaatindeyiz. Takî Efendi, Osmanlı’nın çöküş<br />

dönemi, I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyetin kurulduğu<br />

ilk yıllara şahitlik eden birisidir. Onun hayatını<br />

devam ettirdiği dönemde savaşlar nedeniyle<br />

açlık ve fakirlik memleketin dört bir tarafını<br />

sarmış durumdaydı. Toplum, kişiliğini olduğu kadar<br />

çevre düzeni ile vatanını da tekrar inşa etme<br />

sürecini yaşıyordu. Bu kritik süreçte Takî Efendi,<br />

ilmî, siyasî ve manevî kişiliğinin kendisine yüklediği<br />

sorumlulukla kişilik ve kimliklerin inşası<br />

kadar çevre bilincine sahip olarak yeniden bu<br />

vatanın inşası noktasında da dikkatli davranılması<br />

gerektiğinin altını çizmiştir.<br />

Takî Efendi, çevreye yani insan, hayvan, bitki<br />

ve cansız eşyaya karşı takınılması gereken tavrı<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Halkın hepsi Allah’ın<br />

iyali, fukarasıdır. Halkın Allah’a en ziyade sevgilisi<br />

Allah’ın iyaline yani yarattığı kullarına menfaati,<br />

iyiliği çok olandır.” 1 hadisinde zikredilen ‘iyâl’ kavramı<br />

ile izah etmeye başlamıştır. Ona göre, Müslüman<br />

olsun olmasın bütün insanlar, hayvanlar<br />

hatta bitkiler ve cansız eşyalar bu kavramın içerisine<br />

girmektedir. Dolayısıyla ‘yaratılmışa hizmet’<br />

dinin bir emridir. Bu emir ise çevreye karşı duyarlı<br />

olmayı zorunlu kılmaktadır. Takî Efendi, hadisin<br />

şerhindeki şu ifadeleri ile çevremizdeki insanlara,<br />

hayvanlara ve bütün eşyaya nasıl davranılması<br />

gerektiğini şöyle izah etmiştir: ‘Öyle ise kardeşler!<br />

Hiçbir mezhep, hiçbir cins aramayıp insanlara<br />

iyiliğe çalışmalı hakkı elimizde bulunan biçare<br />

hayvanlara da iyilik etmeliyiz. Onların yemelerine,<br />

yerlerine, tımarlarına, üremelerine iyi bakmalıyız.<br />

İşimizde kullanırsak iyi işlerde eza ve cefa etmeksizin<br />

kullanmalıyız. Allah’ın cansız mahlûklarına<br />

da iyilik etmeliyiz. Ormanlarda genç fidanları kesmemeli,<br />

onların büyümelerine mani olmamalı,<br />

köklerinden kesmemeli, devrilmelerine engel olmalı,<br />

otları ekinleri ezip büzmemeli, onlardan insanca<br />

istifade etmeliyiz. Bunun içindir ki, fıkıh kitaplarımızda<br />

tarlası olup da sürmeyip boş bırakan<br />

ve ekmiş olduğu şeylerini ve ağaçlarını sulamayıp<br />

kurumasına sebep olan ve dükkân ve değirmen gibi<br />

yerlere bakmayıp harap eden kimselerin günahkâr<br />

olacağı açıklanmıştır.’ 2<br />

Takî Efendi’nin bu ifadelerinde İslâm’ın insan,<br />

hayvan ve bütün yaratılmışa kısacası çevreye<br />

bakışını özlü bir şekilde dile getirdiğini görmekteyiz.<br />

Takî Efendi, meselenin zahir kısmına<br />

dair bu ifadelerinden sonra şu anlattığı hikâye<br />

ile çevre bilincinin manevî boyutuna da dikkat<br />

çekmiştir: “Şeyhin biri müritlerinden birine, ‘Bana<br />

şöyle bir ot parçası getir.’ demiş. Mürit sahralara<br />

çıkmış, bir ot koparamamış. Şeyhin yanına eli<br />

boş gelmiş. Şeyhin sorusuna karşı, ‘Elimi hangi<br />

ot parçasına uzattımsa o ot parçasının Yaratanı<br />

zikrettiğini gördüm. Hiç birini koparmaya cesaret<br />

edemedim.’ demiş. Bu, bir hikâye ise de hisse almalı,<br />

Yaratanın her yarattığına riayet etmeliyiz.” 3<br />

Takî Efendi’ye göre çevre kirliliğine sebep<br />

olan bataklıkları kurutmak, gerekli yerlere köprü,<br />

yol, misafirhane ve çeşmeler yapmak, ağaç<br />

yetiştirmek suretiyle ormanlar meydana getirmek<br />

ve bu işleri kolaylıkla yapabilmek için ziraat<br />

ve sanat aletleri geliştirmek hayra vesile<br />

olma anlamına geldiğinden inanan insana büyük<br />

mükâfatlar kazandıracak davranışlardır. O,<br />

64 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 65


“Hayra delalet eden, ön ayak olan o hayrı kendisi<br />

yapan gibidir. Şerre delalet eden, ön ayak olan da<br />

o şerri yapan gibidir.” 4 hadisinden hareketle bu<br />

güzel işleri yapmaya gücü yetenlerin yapmalarını,<br />

yapmaya gücü olmayanların hayra teşvik<br />

suretiyle o hayrı yapanlar gibi sevap kazanmalarının<br />

mümkün olduğunu dile getirmiştir. 5<br />

Takî Efendi’ye göre, aynı vatan üzerinde<br />

yaşayanlar ‘ortak unsurları’ korumakla yükümlüdürler.<br />

Buna göre vatan topraklarını koruma<br />

altına almak, ulaşım amacıyla yollar yapmak,<br />

deniz, liman, ırmak, dağ, ova ve diğer unsurları<br />

faydalanabilecek derecede genel hizmete hazır<br />

hale getirmek ve düşman saldırılarından vatanı<br />

koruyacak tedbirleri almak vatandaşların sahip<br />

olduğu ‘ortak unsurları’ korumak anlamıma<br />

gelir ki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in; “(Allahu Teâlâ<br />

buyurdu ki), ‘İki ortaktan birisi diğerine hıya<strong>net</strong><br />

etmediği müddetçe Ben o iki ortağın üçüncüsüyüm.”<br />

6 hadisinde dile getirdiği rahmet ve huzur<br />

ortamı ancak bu hizmetlerin hayata geçirilmesine<br />

bağlıdır. Takî Efendi’ye göre kasaba, mahalle,<br />

köylerde meralar, sular, ormanlar, yollar<br />

ve sokaklar da ‘ortak unsurlar’ içerisinde değerlendirilmeli<br />

ve bu mekânların temiz ve düzenli<br />

bir hale getirilmesine dikkat edilmelidir. 7<br />

Takî Efendi, çevre bilincini İslâm’ın temizliğe<br />

verdiği önem açısından da değerlendirmiştir.<br />

Takî Efendi’ye göre, Hz. Peygamber (s.a.v.):<br />

“İslâmiyet temiz ve paktır. Öyle ise temiz ve pak<br />

olunuz. Zira Cen<strong>net</strong>’e ancak temiz ve pak olanlar<br />

girer.” 8 hadisi ile temiz olma konusunda uyarıda<br />

bulunmuştur. Bu emri layığı ile yerine getirmek<br />

için ev, sokak, mahalle ve köyler her türlü pislikten<br />

arındırılmalıdır. Bu konuda hizmeti belediye,<br />

hükümet veya başka kurum/kimselerden<br />

beklememelidir. Kişi ancak bu şekilde yani her<br />

yeri temiz tutmaya gayret ettiği sürece temiz bir<br />

insan olarak Cen<strong>net</strong>’e girmeye hak kazanabilir.<br />

Takî Efendi’ye göre, bu hadis sadece dış temizliğe<br />

değil iç temizliğe de işaret etmektedir. Dolayısıyla<br />

yürekler/kalpler de temizlenmelidir ki<br />

insan Cen<strong>net</strong>’e layık hale gelsin. 9 Takî Efendi’nin<br />

bu ifadelerinden onun huzurlu bir hayat sürülebilmesi<br />

için fizikî çabaların yanı sıra manevî unsurların<br />

da göz ardı edilmemesi gerektiği fikrine<br />

sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. 10<br />

Sonuç<br />

İslâm’ın ana kaynakları ile sistemlerini şekillendiren<br />

sûfîlerin üzerinde durdukları önemli<br />

konulardan bir tanesi de ‘çevre bilinci ile hayatı<br />

idame ettirme’ hususudur. Takî Efendi özelinde<br />

çevre bilincini dile getirmeye çalıştığımız<br />

sûfîlerin bu konudaki yaklaşımlarından şu sonuçları<br />

çıkarmamız mümkündür:<br />

Sûfîler, çevreye olan duyarlılıklarını daima<br />

manevî gelişimleri ile bağlantılı olarak değerlendirmişlerdir.<br />

Onlar, maddî unsurları göz ardı<br />

etmeyen kimseler olduklarını çevre konusundaki<br />

açık ve <strong>net</strong> tavırları ile gözler önüne sermişlerdir.<br />

“Dünya ahiretin tarlasıdır.” 11 ilkesi ile<br />

hayatlarına yön veren sûfîlerin önemli halkalarından<br />

birisi olan Takî Efendi ve onun gibi ilmî<br />

ve manevî kişiliği ile örnek olan şahsiyetlerin<br />

fikirleri derinlemesine incelenmeli ve günümüz<br />

insanına yön veren mesajları daha dikkatli<br />

bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır. Çevreye olan<br />

duyarlılığımızın azaldığı şu teknoloji çağında<br />

sûfîlerin konuya bakışlarındaki hassasiyeti yakalayıp<br />

bu kriterler ile hayatımıza anlam katmanın<br />

İslâm dünyasını eski günlerindeki ihtişamlı<br />

günlerine kavuşturacak önemli hususlardan birisi<br />

olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.<br />

Dipnot<br />

1. Beyhaki, Şuabu’l-iman, c.VI, s.42, no: 7444. (Hadislerin<br />

tercümeleri Takî Efendi’nin ‘Kırk Hadis’ isimli eserinden<br />

aynen alınmıştır.)<br />

2. Mustafa Takî, Kırk Hadis, Mithat Paşa Sanayi Mektebi Matbaası,<br />

Sivas 1327, s.16 (11 Numaralı hadisin şerhi)<br />

3. Takî, Kırk Hadis, s.17.<br />

4. Tirmizi, İlim, 14; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.300, no:1966.<br />

5. Takî, Kırk Hadis, s.27–28.<br />

6. Ebû Davud, Sünen, Büyû’, 26; Hâkim, el-Müstedrek ale’ssahihayn,<br />

Beyrut 1990, c.II, s.60, no:2322/191.<br />

7. Takî, Kırk Hadis, s.38–40. (25 numaralı hadis ve şerhi)<br />

8. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c.I, s.341, no:922.<br />

9. Takî, Kırk Hadis, s.44–45 (30 numaralı hadis ve şerhi)<br />

10. Takî Efendi’ye göre, “Bir kimse bir şey diker veya eker, ondan<br />

bir adam ve Allah’ın yarattığı mahlûkattan birisi ondan<br />

yerse yedikleri onu diken, eken kimseye sadaka olur”<br />

(Buhari, Edeb, 27; Tirmizi, Ahkâm, 40) hadisinde İslam’ın<br />

çevreye ne denli büyük bir önem verdiği açık bir şekilde<br />

belirtmiştir. Ona göre, bu hadis, bağ, bahçe, orman oluşturma,<br />

sebze ve meyve yetiştirme kısacası çevreyi ihya<br />

etme konusundaki önemli teşviklerden bir tanesidir. Takî,<br />

Kırk Hadis, s.64. (48 numaralı hadis ve şerhi)<br />

11. Aclunî. Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.490 (Hadis No:1320); Hâkim,<br />

Müstedrek, c.IV, s. 312.<br />

Olur mu<br />

Akl-ı Selim olanın hali çirkin olur mu<br />

Kalb-i Selim olanın sonu hazin olur mu<br />

Cehalet batağında boğulurken insanlık!<br />

Dosta sırtını dönen kişi, insan olur mu<br />

Menfaat kokuyorken zamanın sevgileri,<br />

Hakiki bir dost bulmak acep mümkün olur mu<br />

Bir gönüle girerse kibir denilen illet,<br />

Şaki olur o gönül hiç mutmain olur mu<br />

Nefsini ölü tut ki özgür olasın İrfan! ..<br />

Haris ruhlu şahıstan söyle muhsin olur mu ..<br />

Hızır İrfan ÖNDER<br />

66 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 67


EDEBİYAT / Vedat ALİ TOK<br />

Beşerin Dalâleti<br />

“Beşerin böyle dalâletleri var<br />

Putunu kendi yapar, kendi tapar”<br />

Tevfik Fikret<br />

“İnsanlığın, kendi yaptığı puta tapmak gibi sapkınlıkları vardır.”<br />

İnsan, yaratılışı gereği inanma ihtiyacını duyar<br />

her zaman. Buna iman denir. Bu imanın ibresi<br />

kimi zaman doğru olana ve hakka, kimi zaman<br />

da yanlışa ve bâtıla döner.<br />

Allahü Teâlâ isteseydi bütün yarattıklarını<br />

doğru yola getirir, o istikamette yürütürdü. O<br />

zaman hiçbir kimse yanlış yapmaz, dünyada<br />

yanlışlık namına hiçbir şeyden söz edilemezdi.<br />

Hâlbuki bizi Yaratan, dünyaya iman ve amel bakımından,<br />

yani inanç ve uygulama bakımından,<br />

serbest bırakarak göndermiştir. Akıl vermiş,<br />

doğruyu bulmamıza yardım için. Mantık vermiş<br />

doğruyu yanlıştan ayırt edebilmemiz için… Ve<br />

cüz’î irade vermiş ki aklımızı ve mantığımızı kullanarak<br />

hareket edelim.<br />

Peygamberler tarihine baktığımız zaman<br />

bazı peygamberlerin Allah’ı, tahkik yolu ile bulma<br />

mücadelesini görürüz.<br />

En’am Sûresinin 74 ilâ 82. ayetlerinde şöyle<br />

deniyor:<br />

“İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları<br />

tanrı mı ediniyorsun Doğrusu ben seni ve kavmini<br />

açık bir sapıklık içinde görüyorum.’.<br />

Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin<br />

melekûtunu (muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk<br />

ki kesin inananlardan olsun.<br />

Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:<br />

‘Rabb’im budur.’ dedi. Yıldız batınca da: ‘Ben<br />

batanları sevmem.’ dedi.<br />

Ay’ı doğarken gördü: ‘Rabb’im budur.”<br />

dedi. O da batınca: ‘Yemin ederim ki, Rabbim<br />

bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa<br />

düşen topluluktan olurdum.’ dedi.<br />

Güneş’i doğarken görünce: ‘Rabb’im budur,<br />

bu hepsinden büyük.’ dedi. O da batınca dedi<br />

ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz<br />

şeylerden uzağım.<br />

Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan<br />

var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak<br />

koşanlardan değilim.’<br />

Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara<br />

dedi ki: ‘Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah<br />

hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz<br />

O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum,<br />

ancak Rabbimin dilediği şey hariç. Rabbim ilmiyle<br />

her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz<br />

Hakkında hiçbir delil indirmediği halde, siz<br />

Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben<br />

sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım’ Eğer<br />

bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven<br />

içinde olmaya daha layıktır<br />

İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar...<br />

İşte güven onlarındır ve doğru yolu<br />

bulanlar da onlardır.”<br />

Yıldızlara, Ay’a, Güneş’e baktıktan sonra<br />

onların zevale erişini gören ve bunların da üstünde,<br />

bunları da yö<strong>net</strong>en, yönlendiren bir ilâh<br />

vardır, diye düşünen ve Allah’ı bulan Hz. İbrahim<br />

sadece bir örnektir.<br />

Hz. İbrahim kavmini putlara tapmaktan alıkoymak<br />

için mantıklı bir iş yapmıştı.<br />

68 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 69


Bu, basit bir hadise değildir. Hz. İbrahim bu<br />

yaptıklarıyla insanların kendi ürettiği boş ve<br />

faydasız inançları yıkabileceği ve doğruyu bulabileceğini<br />

göstermek istemiştir. Yaşadığımız<br />

şu çağda hangi birimizin baş etmeye çalıştığı<br />

put yok ki…<br />

Cahiliye dönemi çok ilginçtir. Kendini ve yaratılış<br />

gayesini sorgulamaktan yoksun, sadece<br />

geleneğin yanlış kasırgasıyla savrulan; durup<br />

düşünmeyen insanların putları tanrı edinmeleri,<br />

kendi ellerinden çıkan putlara tapınmaları<br />

çok ilginçtir. Burada Hz. Ömer’in hatırladıkça<br />

güldüğü bir hadiseyi nakledeceğiz yalnız şairimizin,<br />

şiirine dönelim biraz:<br />

Tevfik Fikret bir bakıma Hz. Ömer’in anlattığı<br />

hatıradan mülhem bir durumu anlatıyor şiirinde;<br />

fakat onun put kavramına yüklediği anlam<br />

sadece maddî anlamda düşünülmemeli. İnsanın<br />

kendi eliyle yaptığı ve sonra da ona taptığı<br />

putlar o kadar çok ki… Bugün psikolojik rahatsızlıkların<br />

birçoğunun temelinde<br />

insanın bu kendi eliyle<br />

yaptığı putlar yatmaktadır diyebiliriz.<br />

Büyük halifelerimizden Hz.<br />

Ömer (r.a.) şöyle bir hatıra anlatıyor:<br />

Cahiliye devrinde evlerimizde<br />

putlar vardı. Bir yolculuğa<br />

çıktığımız zaman, o putların<br />

bir suretini undan veya helvadan<br />

yapar, yolculuk esnasında<br />

onlara tapar ve hürmet<br />

gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda<br />

ise, az evvel hürmet<br />

ettiğimiz, taptığımız helvadan<br />

putumuzu alır yerdik. Bundan<br />

daha gülünç bir hadise var mı<br />

Bunu hatırladıkça da Cahiliye<br />

zamanında ne kadar akıl dışı<br />

işler yaptığımızı anlar ve gülerim.<br />

Şüphesiz ki Tevfik Fikret, şiirinde sadece<br />

maddî anlamdaki putlardan bahsetmiyor. Beyitte<br />

put sözüyle insanın kendi oluşturduğu,<br />

ilâhî olmayan, beşerî düşünceler, inançlar, sıkıntı<br />

kaynağı olabilecek her türlü düşünceler<br />

kastedilmiştir. Bunlara vehim demek daha doğrudur.<br />

Sözgelişi aklın ve mantığın zerresi bulunmayan<br />

bazı törelere sadakatle bağlanmak,<br />

hiçbir sorgulamaya tâbi tutmadan inanmak ve<br />

bunları uygulamak. Yahut kendi ürettiği vehimlerle,<br />

birtakım beklentilere girmek. Ya da temelsiz<br />

korkulara kapılmak. Fallarla, burçlarla, yıldızlarla<br />

hayatına yön verme çalışmaları… Bunların<br />

hepsi insanın kendi ürettiği putlardır.<br />

İnsan, Hz. İbrahim’in putlarla mücadelesini<br />

kendine örnek almalı ve içindeki, dışındaki bütün<br />

putlarını kırmalı ki huzuru bulsun.<br />

Geldim Sultanım<br />

Elimi açmaya yüzüm kalmadı,<br />

Rahmeti Rahmana geldim sultanım.<br />

İki büklüm oldum sözüm kalmadı,<br />

Gedayım kapına geldim sultanım.<br />

Geçici dünyanın zevkine daldım,<br />

Bir günah yanında bir daha aldım,<br />

Gördüm ki sonunda sınıfta kaldım,<br />

Gedayım kapına geldim sultanım.<br />

Gözümü boyadı güzel gördüğüm,<br />

Nefsimle baş başa sanki kördüğüm,<br />

Gönül bahçesinde hazan ördüğüm,<br />

Gedayım kapına geldim sultanım.<br />

Güzü andırıyor yaprak sarısı,<br />

Yaş otuz beş derler yolun yarısı,<br />

Bir adım ötesi kabir kapısı,<br />

Gedayım kapına geldim sultanım.<br />

Kimi uzun yaşar ödün vermeden,<br />

Kimi solar gider gülün dermeden,<br />

Ben beni bilemem beni bilmeden,<br />

Gedayım kapına geldim sultanım.<br />

Rabia BARIŞ<br />

70 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 71


KİTAP / Hüsnâ KARANFİL<br />

KİTAPLIK<br />

Bâbıâli’de Hayat<br />

Edebiyatımızın üretken ismi Mehmet Nuri<br />

Yardım’ın yeni kitabı Çağrı Yayınları aracılığı<br />

ile okurlarla buluştu. Bâbıâli’de Hayat<br />

adını taşıyan kitap, isminin kaynağı olan<br />

Bâbıâli’yi yalnızca bir semt olarak anlatmıyor,<br />

o semte anlam kazandıran bir devri, yaşayanların<br />

tanıklıkları ile yâd ediyor.<br />

Kitapta Mehmet<br />

Nuri Yardım’ın 1985-<br />

2013 yılları arasında<br />

yapmış olduğu röportajlar<br />

yer alıyor.<br />

Yazar, Bâbıâli’nin basın-yayın<br />

hayatının<br />

kalbi olduğu zamanları<br />

yaşamış ve o dokuda<br />

izler bırakmış<br />

olan 26 önemli ismin<br />

izinden giderek onlara<br />

sorular yöneltmiş;<br />

semtin, en azından<br />

basın-yayın dünyasının<br />

eski rûhuna<br />

tekrar kavuşabilmesi<br />

için neler yapılması<br />

gerektiğini onların hâtıra, gözlem ve tecrübelerini<br />

konuşturarak ele almış.<br />

Bâbıâli’de Hayat’ın sayfalarında gezinmek,<br />

birbirinden değerli pek çok ismin kültür<br />

sohbetlerine kulak vermek gibi. Örneğin bir<br />

sayfada Dursun Gürlek tashihin mâhiyetiyle<br />

ilgili düşüncelerini beyan ediyor; İbnülemin<br />

Mahmud Kemâl İnal’e dâir yapmakta<br />

olduğu araştırmalardan detaylar paylaşıyor.<br />

Başka bir sayfada ise Gürbüz Azak, merhum<br />

yazarımız Peyami Safa ile ilgili hüzünlü bir<br />

hâtırasını anlatıyor; insanlarımızın, özellikle<br />

de gençlerimizin millî ve mânevî kültürümüzü<br />

çok iyi tanıması gerektiğinin altını çiziyor.<br />

Hüseyin Movit medya ve eğitim dünyasında<br />

sıklıkla yapılan dil yanlışlarını sıralarken (ki<br />

kitabın en ilginç yerlerinden<br />

biri o kısım) okuyucu<br />

kendi yanlışlarını gözden<br />

geçirme ihtiyacı hissediyor.<br />

Yazıkatüristimiz Lütfü<br />

Oflaz mizahın Türkiye’deki<br />

mâcerâsını edeb çerçevesinde<br />

değerlendiriyor.<br />

Söyleşilerin içinde en<br />

dikkat çekici olanların başında<br />

ise Olcay Yazıcı’nın<br />

cümlelerinin ağırlandığı<br />

bölüm geliyor. Yazıcı’nın<br />

tesbitleri özümüzden nasıl<br />

uzaklaştığımızı ortaya<br />

seriyor; okurken, “merhum<br />

haklı, kültürel çölleşme<br />

geleceğimizi tehdit ediyor,<br />

fakat şükür ki ırmaklar da<br />

onlar gibi emektarların sayesinde sonsuza<br />

akmaya devam ediyor.” diyorsunuz.<br />

Röportajların satır aralarında Beşir<br />

Ayvazoğlu’nun çocukluğunda iflah olmaz bir<br />

Jules Verne ve çizgi roman okuyucusu olduğu;<br />

Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın okuma yazması<br />

olmamasına rağmen tashihe fazlasıyla<br />

önem verdiği gibi pek çok enteresan gelen,<br />

gülümseten detaya da rastlamak mümkün.<br />

Lâkin kitap sadece bir anılar söyleşisi<br />

olarak düşünülmemiş. Yazarın sorduğu ustaca<br />

sorular konuklarını mâzinin sayfalarında<br />

yolculuğa çıkarırken tecrübelerini süzerek<br />

okuyucuyla paylaşmalarına da vesile olmuş.<br />

Dolayısıyla kitap, basın-yayın dünyasına ilgi<br />

duyan ya da dâhil olmak isteyenler için yol<br />

gösterici olma, üslup kazanmaları için duayenlerden<br />

öneriler barındırma mâhiyetini de<br />

taşıyor.<br />

Gerek konuşmacıların bahsettiği eserler,<br />

gerekse söyleşilerin sonunda yer alan kaynak<br />

niteliğindeki kitaplar listesi ise bu tür kitapları<br />

başka değerli kişileri ve eserleri keşfetme<br />

vesilesi olarak görenler için hazine niteliğinde.<br />

Her şeyden önemlisi, kitapta yer alan feyizli<br />

röportajlar ve anlatılan irfanla örülü<br />

zamanlar gösteriyor ki, artık sadece turistik<br />

bir bölge olarak görülen ve özellikle de yeme-içme<br />

mekânlarıyla işgâl edilen Bâbıâli ve<br />

çevresinin târihimizi şekillendiren o eski dokusunun<br />

daha fazla bozulmadan korunması<br />

ve gelecek kuşaklara aktarılması lâzım! Zîrâ<br />

değerlerimizin göz göre göre yok olmasından<br />

anlaşılıyor ki, toplumun sadece midesi için<br />

değil, asıl beyni için verimli beslenmeye ihtiyacı<br />

var!<br />

Bâbıâli’de Hayat<br />

Mehmet Nuri Yardım<br />

Çağrı Yayınları<br />

Tel: 0212 516 20 80<br />

Doğruluk Kitabı<br />

Ebû Saîd Harrâz<br />

Çeviri: Hacı Bayram Başer<br />

Hayykitap<br />

Tel: 0212 352 00 50<br />

Risâle-i Haseneyn<br />

Niyâzî-i Mısrî<br />

Revak Kitabevi<br />

Tel: 0216 342 47 97<br />

Tarih Tıbbı Konuşturdu<br />

Talha Uğurluel,<br />

B. Muammer Kayatekin<br />

Timaş Yayınları<br />

Tel: 0212 511 24 24<br />

Sus Ey Nefsim<br />

Fatih Duman<br />

Nesil Yayınları<br />

Tel: 0212 212 551 32 25<br />

Aile İçi İletişim<br />

Şaban Karaköse<br />

Rağbet Yayınları<br />

Tel: 0212 528 85 19<br />

72 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 73


PSİKOLOJİ / İbrahim BALCIOĞLU<br />

Eğitim, Zihin ve<br />

Gençlik<br />

“Eğitim; bir ailenin, bir toplumun, bir ulusun geleceğini<br />

şekillendirir. Başka milletlerin kölesi olmamak için<br />

eğitime ihtiyaç vardır. Eğitim sayesinde çağı yakalarız,<br />

refah düzeyimiz artar, mutlu oluruz.”<br />

Eğitim; bir ailenin, bir toplumun, bir ulusun<br />

geleceğini şekillendirir. Başka milletlerin<br />

kölesi olmamak için eğitime ihtiyaç vardır.<br />

Eğitim sayesinde çağı yakalarız, refah düzeyimiz<br />

artar, mutlu oluruz.<br />

Türk milleti için de eğitim birinci planda gelir.<br />

Atalarımız çok eskiden beri eğitime gerekli<br />

önemi ve değeri vermişlerdir. Esasen yüce dinimiz<br />

İslâm da bunu emretmektedir.<br />

Cumhuriyet Türkiye’sinde eğitim çok önemli<br />

düzeyde ele alınıp değerlendirilmiştir. Türk Milli<br />

Eğitimi’nin esas gayesi, milletimizin evlatlarını<br />

belirli ülküler ve fikirler çevresinde şuurlu<br />

kılmak ve eyleme hazırlamaktır.<br />

Aziz milletimizin çocukları eğitim sayesinde<br />

millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini<br />

öğrenir, özümser, korur ve uygulamaya<br />

koyar. Gençler ailesini, vatanını, milletini sever<br />

ve onları yüceltmeyi amaç edinmeyi öğrenirler.<br />

Millî şuurla yetişen evlatlarımız evrensel anlamda<br />

insan haklarına bağlı ve duyarlı, ezilenin<br />

ve sömürülen zümrelerin duyarlılıklarına hassas<br />

bir yapıya sahiptirler, vicdanî kanaati bünyelerinde<br />

barındırırlar.<br />

Milletimizin aziz evlatları bedenen ve ruhen<br />

dengeli ve sağlıklı bir yapıya sahip olmalıdırlar.<br />

Eğitimle gençlerin yetenekleri tespit edilir<br />

ve geliştirilir. Gençlere bilgi ve beceri kazandırılır,<br />

birlikte iş görme alışkanlığı verilir.<br />

Gençlere verilecek bilgi ve donanımla toplumun<br />

mutluluğu artırılır. Ayrıca aziz milletimizin<br />

her açıdan bütünlüğü ve dayanışması arzu<br />

edilir. Bunu anlayacak ve sağlayacak kapasitede<br />

gençlerin yetiştirilmesi hedeflenir.<br />

Gençlerimizin meslek sahibi olmalarını sağlamak<br />

çok önemlidir. Meslek kişilerin davranışlarına<br />

yön verir. Meslek sahibi insanların kendilerine<br />

olan güvenleri tamdır, diğer kişilerle<br />

ilişkilerinde problem yaşamazlar. Çevrelerine<br />

pozitif ışık verirler, mutluluk görüntüsü sergilerler.<br />

Eğitime büyük önem verilen ülkemizde eğitim<br />

kurumları herkese açıktır, eşit mesafededir.<br />

Okullarda dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı yapılmaz.<br />

Esasen öteden beri Türk milleti tarihinde<br />

hiçbir ayrım yapmamıştır.<br />

Ülkemizde eğitim kadın, erkek herkese fırsat<br />

ve imkân eşitliği vardır. Yoksunluk, yoksulluk<br />

sebebiyle öğrencilerin en yüksek eğitim<br />

kademelerine kadar ulaşmaları devletçe sağlanır.<br />

Parasız yatılı okullar, burs, kredi gibi yardımlar<br />

devletin görevleri arasındadır. Eğitimin<br />

yanında gençlerin hayata atılmaları ve uyum<br />

sağlamaları konusunda bilinçlendirmeleri gerekir.<br />

Bu amaçla kurslar düzenlenir, ek dersler<br />

verilebilir.<br />

Eğitimin gerçekleştirilmesinde Türkçe büyük<br />

önem taşır. Türk dilinin, eğitimin her kademesinde,<br />

özellikleri bozulmadan ve aşırılığa<br />

kaçılmadan öğretilmesine önem verilir, çağdaş<br />

eğitim ve bilim dili haline gelmesine, dilin zenginleşmesine<br />

çalışılır.<br />

Eğitimde bilimsel ve teknolojik esaslara ve<br />

yeniliklere öncelik verilmelidir. Gençler yabancı<br />

dil, bilgisayar ve beceriler konusunda bilgilendirilir.<br />

Çocuklar ve gençler donanımlı hale<br />

getirilmelidir. Çevresel ve psikolojik şartlar göz<br />

önünde bulundurulmalıdır.<br />

Eğitimde verimliliğin artırılması ve sürekli<br />

olarak gelişmenin ve yenileşmenin sağlanması<br />

bilimsel araştırma ve değerlendirmelere dayalı<br />

olarak yapılır. Bilgi ve teknoloji üretmek ve kültürümüzü<br />

geliştirmekle görevli eğitim kurumları<br />

gereğince donatılıp güçlendirilir.<br />

74 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 75


Bu yöndeki çalışmalar maddî ve manevî bakımdan<br />

teşvik edilir ve desteklenir.<br />

Eğitimin amacı gençlere riskler konusunda<br />

farkındalık vermeye, duyarlılık geliştirmeye<br />

yönelik olmalıdır. Duyarlılık geliştirme gayretleri,<br />

bireyin değer yargılarını güçlendirmek ve<br />

davranışına olumlu yönde yansıtmak olmalıdır.<br />

Farkındalık sonucu gençler işbirliği ve yardımlaşmaya<br />

uygun hale geliyor.<br />

Bilgi, beceri ve değerlerin gelişmesini temin<br />

etmek gerekir. Böylece öğrenmeyi ve bunun<br />

gerçekleşmesini sağlamak kurumların, kişilerin<br />

hedefi, görevi olmalıdır. Öğrenme teorik düzeyde<br />

olmamalıdır. Öğrenmede gözlem, araştırma,<br />

deneme, inceleme esastır. Öğrenci bildiklerini<br />

test etmeli, uygulamaya koymalıdır. Öğrendiklerinin<br />

yararını görüp görmediği tartışmaya<br />

açılmalıdır. Öğrenme, dersler, programlar Millî<br />

Kimliği merkeze almalıdır. Millî Kimliği beslemek,<br />

geliştirmek devletin görevleri arasındadır.<br />

Çocuklara ve ergenlere millî ve manevî değerlerimizi<br />

öğretmeliyiz. Bu uygulamaları yaparken<br />

evrensel değerlerin de göz ardı edilmemesi<br />

lazımdır. Hayat boyu öğrenen, edindiği bilgi ve<br />

beceriyi hayata geçiren bireylerin yetiştirilmesinde<br />

öğrenme, öğretim stratejisi, yöntem ve<br />

teknikleri büyük önem taşımaktadır.<br />

Öğrenme etkinlikleri/yaşantıları, öğrencilerin<br />

gelişim düzeylerine uygun ve anlamlı olmalıdır.<br />

Etkinlikler gerçekleştirilirken öğrencilere<br />

yeterli ve uygun materyal sağlanmalıdır.<br />

Öğrenme ve öğretme etkinlikleri ürünle<br />

birlikte sürece de yönelik olmalı ve öğrenci<br />

başarılarının değerlendirilmesinde bireysel<br />

farklılıklar ilkesine dikkat edilmelidir. Öğrenme<br />

ve öğretme etkinliklerinde yalnızca bilgiyi<br />

aktarmak değil, bilgiyi yeniden yapılandırmak,<br />

yeni durumlara transfer etmek ve sentez yapmak<br />

temel amaç olarak alınmalıdır. Öğrenme<br />

ve öğretme etkinliklerinde öğrencilerin hazır<br />

bulunuşluk düzeyleri, algı ve güdüleri, bireysel<br />

özellikleri ve derse katılımları desteklenmelidir.<br />

Öğrenme; belli bir amaca yönelik olarak<br />

düzenlenmiş hayatlar yoluyla edinilen kognitif<br />

yeterlilikleri, duyuşsal özellikleri ve psikomotor<br />

becerileri kapsar. Öğrenme, yaşam boyu süren<br />

örüntüler bütünüdür. Öğrencide olumlu bir<br />

benlik algısı ve şuuru geliştirilmelidir.<br />

Her insan, hayata etkin ve üretken bir biçimde<br />

katılarak kendini gerçekleştirme ihtiyacındadır.<br />

Bu bağlamda insan doğası, olumlu ve geliştirilebilir<br />

bir potansiyele sahiptir. Öğrenme<br />

ve öğretme süreci, öğrenciler arasında yarışma<br />

ve rekabet gibi yıkıcı duyguları körükleyen bir<br />

anlayışla değil; paylaşma, işbirliği ve dayanışma<br />

gibi insani bir ortamda yö<strong>net</strong>ilmelidir. Öğrenme<br />

ve öğretme sürecinde öğrencinin fiziksel,<br />

toplumsal ve psikolojik sağlığını korumak<br />

ve göz önünde bulundurmak esas olmalıdır.<br />

Ayrıca aynı öğrencinin bireysel nitelikleri ve<br />

sosyokültürel düzeyi de göz ardı edilmemelidir.<br />

Öğrenmede, öğretmenin ne yaptığı elbette<br />

önemlidir. Fakat öğrencinin zihinsel ve bedensel<br />

kapasitesi, öğrenmede daha çok önem arz<br />

eder.<br />

Öğretici, öğrencileri motive eden, yeni ve<br />

özgün ortamlar hazırlayabilen, gerektiğinde<br />

rehberlik eden, teşhis koyabilen, öğrenmekten<br />

bıkmayan ve sürekli araştıran özelliklere sahip<br />

olmalıdır. Eğitim sayesinde çocuklara ve gençlere<br />

ulaşabiliriz.<br />

Eğitim sayesinde çocuklara istenilen fakat<br />

amacı gizli ideolojileri vermek mümkündür.<br />

Güney Kore’yi unutmamak gerekir. Güney<br />

Kore’yi kontrol etmek ve sömürmek için dinine,<br />

kültürüne el atmışlardır. Sonunda Güney Kore<br />

halkı büyük ölçüde Hristiyan yapılmıştır.<br />

Sömürgeciler, terör örgütleri ve uyuşturucu<br />

çeteleri, çocuklara ve gençlere el atarlar. Onlarına<br />

zihinlerine nüfuz ederler.<br />

Sonuç: “Eğitimsiz ve fakir topluluklar münevver<br />

cemiyetlerin kölesi olurlar.”<br />

76 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 77


ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI<br />

Her bölgesi ayrı bir güzellikte olan<br />

cen<strong>net</strong> vatan Anadolu’muzun her karışında<br />

büyük evliya, Allah dostu insanların<br />

olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Bazı bölge<br />

ve illerinde ise sahabe hatta peygamberlerin<br />

varlığından bile bahsedilmektedir. Bunlardan<br />

birçoğunun makam olduğunun bilinmesine<br />

rağmen Anadolu insanımızın Peygamberimize<br />

ve onun sahabesine olan sevgi ve muhabbetinden<br />

dolayı sahabenin o yere uğramasını, konaklamasını<br />

bile Allah’ın bir ihsan olarak kabul<br />

etmiş, o yerleri manevî makam olarak belirlemiş,<br />

o mübarek insanları bölgenin manevi bekçileri<br />

ve huzur kaynakları olarak görmüşlerdir.<br />

Batı Karadeniz’in gözbebeği olan Bartın<br />

ilimizde de bir sahabenin bulunduğu rivayet<br />

edilmektedir. Türbe Hz. Peygamberimiz<br />

(s.a.v.)’in sancaktarı Ebu’d-Derda Hazretleri<br />

adına manevî makam olarak hazırlanmıştır.<br />

Ebu’d-Derda Hazretlerinin Şam’da vefat ettiği<br />

ve kabrinin de Şam’da bulunduğu bilgileri<br />

kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak yine tarihî<br />

kaynaklarda geçtiğine göre İstanbul’un kuşatılması<br />

sırasında bu bölgeden geçerken Bartın’da<br />

bir süre kalan Ebu’d-Derda Hazretlerinin hatırasına<br />

manevi bir makam olarak kabul edilen<br />

konakladığı yere sonradan bir türbe yapıldığıdır.<br />

Bugün, yanında küçük bir cami ile çeşme<br />

bulunan türbe birçok yerli ve yabancı turist<br />

tarafından ziyaret edilmektedir.<br />

Ebu’d-Derda (r.a.)’ın asıl ismi Uveymir b.<br />

Zeyd b. Kays’dır. Ebu’d-Derda ismi ile tanınmıştır.<br />

Medine’de Hazrec Kabilesine mensup<br />

olup Ensar’dandır. Bedir Savaşı sırasında Müslüman<br />

olmuştur. Ensar’dan İslâm’ı en son kabul<br />

eden kişi olarak da bilinir.<br />

Bartın Velîleri<br />

Müslüman oluşunu hanımı<br />

Ümmü’d-Derda şöyle anlatır:<br />

“Ebu’d-Derda kendisine ait bir putu vardı<br />

ve ona çok bağlıydı. Aile efradının hepsi Müslüman<br />

olmuştu. Peygamberimizin şairlerinden<br />

Abdullah İbn Revaha Ebu’d-Derda’nın cahiliye<br />

döneminden beri çok sıkı dostlukları vardı. Abdullah<br />

İbn Revaha sık sık, “Ebu’d-Derda! Son<br />

yurdunun İslâm olmasını arzu eder misin” diyerek<br />

onu İslâm’a davet ediyordu Ebu’d-Derda<br />

ise buna yanaşmıyordu.<br />

Ebu’d-Derda yine bir gün putuna tapınıp<br />

ona gerekli ihtimamı gösterdikten sonra dışarı<br />

çıktı. Arkasından Abdullah İbn Revaha geldi<br />

ve evime girdi. Ebu’d-Derda’yı sordu. Az önce<br />

dışarı çıktığını söyledim. İbn Ravaha içeri girdi,<br />

yanında bir keser vardı. Putu indirdi ve onu<br />

parçalamaya başladı. Bir yandan da “Duyunuz!<br />

Allah’la birlikte anılan her şey bâtıldır.” şeklinde<br />

şiirler söylüyordu.<br />

O puta vurup duruyorken keser sesini işittim<br />

ve odaya girdiğimde şok olmuştum ve şöyle<br />

dedim: “İbn Revaha beni mahvettin...”<br />

İbn Revaha çıktı gitti, hemen arkasından da<br />

Ebu’d-Derda eve döndü. Beni korkudan ağlıyor<br />

görünce, “Neyin var” diye sordu. Ben, “Arkadaşın<br />

Abdullah İbn Revaha eve girdi ve şu gördüğünü<br />

yaptı.” dedim.<br />

Ebu’d-Derda parçalanmış puta baktı ve çok<br />

kızdı. Sonra düşündü ve şöyle dedi: “Eğer bu<br />

putta bir hayır olsaydı kendisini savunurdu.”<br />

Sonra Abdullah İbn Revaha’nın yanına gitti.<br />

Ona, “Beni Muhammed’in yanına götür.” dedi.<br />

İkisi birlikte Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına gittiler<br />

ve Ebu’d-Derda<br />

orada Müslüman oldu.”<br />

Ebu’d-Derda (r.a.)’nın Müslüman<br />

olmasından son derece memnun<br />

olan Hz. Peygamber (s.a.v.) onu,<br />

Selman-ı Farisî ile din kardeşi yaptı.<br />

Geç bir dönemde İslâm’a girmesine rağmen<br />

Ebu’d-Derda (r.a.) bundan sonraki hayatını<br />

dinine adadı. Başta Uhud Savaşı olmakla<br />

üzere bütün gazvelerinde Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) ile birlikte bulundu. Onun bilhassa<br />

Uhud’da büyük fedakârlık ve şecâat örnekleri<br />

gösterdiği ve Efendimiz (s.a.v.)’in “Uveymir<br />

ne müthiş bir savaşçıdır.” iltifatına mazhar olduğu<br />

rivayet edilir. Askerî faaliyetlerin yanı<br />

sıra ilimle de meşguliyetini devam ettiren<br />

Ebu’d-Derda (r.a.), Allah Rasulü (s.a.v.) hayatta<br />

iken Kur’an-ı Kerim’i baştan sona ezberleyen<br />

sahabeler arasına girdi. Ebu’d-Derda<br />

(r.a.) Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in hilâfeti sırasında<br />

başlatılan ve Bizans kontrolündeki bölgeleri<br />

hedef alan Şam fetihlerine iştirak etti.<br />

Kaynakların bildirdiğine göre o orduda kadı<br />

olarak görev yapmıştır. Bu şekilde İslâm tarihindeki<br />

ilk (kadı askerinin) Ebu’d-Derda (r.a.)<br />

olduğu rivayet olunur.<br />

“Daima ahiret hesabını ve Allah rızasını<br />

gözeten Ebu’d-Derda çevresinde olup bitenlere<br />

ibret gözüyle bakardı. Müslüman olduğu<br />

sıralarda karısını ihmal edecek kadar ibadete<br />

düşkündü. Selman-ı Farisî, İslâmiyet’in bu<br />

kadarına izin vermediğini söyleyerek onun<br />

bu konudaki aşırılığına engel oldu. Ebu’d-<br />

Derda’nın ibadeti daha çok tefekkür ve ibret<br />

alma tarzındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

onun hakkında “ümmetimin en âbidi ve<br />

en müttakisi”, “bu ümmetin hâkimi” gibi<br />

takdirkâr ifadeler kullandığı rivayet edilmektedir.<br />

Dünya malına değer vermeyen Ebu’d-<br />

Derda, kızı Derda’yı onunla evlenmek isteyen<br />

Yezid b. Muaviye’ye<br />

vermemiş, fakir bir Müslümanla<br />

evlendirmişti. Bildiklerini<br />

söylemekten çekinmezdi. Halkı iyilik<br />

etmeye, ahireti düşünmeye, yetimleri gözetmeye,<br />

köle azat etmeye, Allah’ı zikretmeye,<br />

mütevazı ve dünyaya karşı tok gözlü olmaya,<br />

zulümden kaçınmaya teşvik ederdi. İnsanın<br />

bildiklerini uygulaması gerektiğini söyler,<br />

ilme ve dini yaşamaya çok önem verirdi.<br />

Ebu’d-Derda tefsir, fıkıh, hadis ve kıraat<br />

sahalarında ashabın ileri gelenlerindendi.<br />

Yıllarca titizlikle yürüttüğü kadılık görevi sırasında<br />

bir hüküm verdikten sonra davalıları<br />

geri çağırtıp onları tekrar dinlediği olurdu.<br />

Onun bu titizliği hadis rivayetinde de görülür.<br />

Ebu’d-Derda’dan hadis öğrenmek üzere<br />

çeşitli ülkelerden gelen hadis talebelerine<br />

rivayette bulunduktan sonra herhangi bir<br />

yanlışlık yapmış olabileceğini düşünerek,<br />

“Hadis bunun gibidir veya buna benzer şekildedir.”<br />

der, böylece meydana gelebilecek<br />

muhtemel hataların sorumluluğundan kaçınmak<br />

isterdi. Önemli bir yönü de Kur’an<br />

muallimliği olan Ebu’d-Derda “Dımaşk mukrii”<br />

diye anılırdı.” (İslâm Ansiklopedisi)<br />

Ebu’d-Derda (r.a.)’ın güzel sözlerinden<br />

bazıları şunlardır:<br />

“Kul, Allah’a ibadetle meşgul olunca Allah<br />

onu sever, mahlûkatına da sevdirir.”<br />

“İmanın zirvesi başa gelene sabır, kadere<br />

rıza, samimi bir tevekkül ve Allah’a boyun<br />

eğmektir.”<br />

“Bir saat tefekkür, bütün bir gece nafile<br />

ibadet etmekten hayırlıdır.”<br />

“Bilmeyene bir kere, bilip de yapmayana<br />

yedi kere yazıklar olsun.”<br />

“İlim ancak arayıp öğrenmekle olur. İlim<br />

için sabah çıkıp akşam dönmenin cihad olmadığını<br />

sanan kimsenin aklı eksiktir.”<br />

78 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 79


EĞİTİM / M. Emin KARABACAK<br />

Çocuklara Gelişim Dönemlerine Göre<br />

“Allah”ı Anlatmak<br />

İnsanın doğasında var olan fakat nasıl olduğu<br />

tam bilinmeyen, sevgi, korku, kin, öfke, hırs<br />

gibi duygular soyut olarak bulunmaktadır.<br />

Soyut kavramları, somutlaştırarak ya da benzetme<br />

yaparak açıklanabilmektedir. Ancak anlatılacakların<br />

içinde somutlaştırma ve benzetme<br />

yapılması mümkün olmayan “Allah” kavramı<br />

olunca bunun bu kadarda kolay olamayacağını<br />

göstermektedir.<br />

0-2 Yaş: Allah için Sevgi ve Güven Verin<br />

Bu dönemde çocuklara Allah’ı anlatmaktan<br />

daha çok, Allah’ı anlatacak kişi ya da kişilerin,<br />

çocuğun temel güven duygusunu geliştirmesi<br />

gerekir. Temel güven duygusunu kazanan çocuklar,<br />

ilerde kendisine anlatana ve anlatılana<br />

güvenecektir. Eğer bu dönemde çocuklar, güven<br />

duygusu yerine güvensizlik duygusu kazanırsa<br />

ileride insanlara ve onların anlatacaklarına<br />

da güvenmemeyi öğreneceklerdir.<br />

Bebeklik dönemi dediğimiz 0-2 yaşları arasında<br />

çocuklar, temel güven ya da güvensizlik<br />

duygusunu kazanırlar. Çocuğun temel ihtiyaçları<br />

dediğimiz; beslenme, uyku, ağrısının giderilmesi,<br />

altını ıslatma gibi ihtiyaçlarının zamanında<br />

karşılanıp karşılanmamasına bağlı olarak<br />

çocukta güven ya da güvensizlik duygusu gelişecektir.<br />

Çocukla bu dönemde temas halinde olan<br />

anne ya da anne yerine geçen bakıcı; çocuğun<br />

temel ihtiyaçları zamanında karşılanıp karşılanmamasında<br />

büyük etkendir. Çocukların karnı zamanında<br />

doyurulup, uyku düzenine dikkat edilir,<br />

ağrıları zamanında giderilir ve altı da zamanında<br />

değiştirilirse çocukta temel güven duygusu gelişir.<br />

Bunun sonucunda da çocuklar ilerde güven<br />

duygusunun gelişmesine bağlı olarak kendine<br />

ve çevresindekilere güvenecektir.<br />

Çocukların temel gereksinimleri olan karınlarının<br />

doyurulması, altlarının değiştirilmesi,<br />

uyku düzenleri ve ağrılarının giderilmesi konusunda<br />

gereken hassasiyet gösterilmezse;<br />

çocuklar güven duygusunu kazanamayacaklardır.<br />

Bunun sonucunda da çocuklar başta kendisi<br />

olmak üzere dış dünyaya karşı güvensiz biri<br />

olacaklardır.<br />

Bu dönemi olumsuz geçiren çocuklar, ilerde<br />

kendilerine güvenemeyen, içine kapanık,<br />

sosyal ilişkileri zayıf birer kişiler olacaklardır.<br />

Bu kişiler ileriki dönemlerde sorumluluk almak<br />

istemeyen, güvensiz, kendisiyle ve çevresiyle<br />

barışık olmayan birer insan olacaklardır.<br />

Bu dönemde anne babalar, çocukların temel<br />

güven duygularını geliştirirken onlara en güzel<br />

şekilde sevgilerini de göstermelidirler. Yeterli<br />

sevgi görmeden büyüyen çocukların, başkalarını<br />

sevmekte zorluk çektikleri bir gerçektir. Bu<br />

itibarla başta Allah ve Peygamber olmak üzere,<br />

dinî değerleri çocuğa sevdirebilmek için<br />

çocuğu yeterli ve ölçülü bir şekilde sevmeleri<br />

gerekir. Ve en önemlisi bu sevgiyi de ona hissettirebilmeleri<br />

gerekir. Çünkü insanoğlu ancak<br />

sevildikten sonra sevebilmektedir.<br />

2-7 Yaş: Mesajlar Oyunla Verilmeli<br />

Bu dönemde çocukların yürümeye başlamalarıyla<br />

birlikte, tanımak için her şeyi ellerine almaya<br />

çalışırlar. Çocukların tanıma amaçlı olarak<br />

her şeyi eline almaları, anne babaları tarafından<br />

desteklenirse çocuğun özerklik duygusu gelişecektir.<br />

Çocukların tanıma amaçlı olarak ellerine<br />

almaya çalıştıkları şeylerin anne babaları tarafından<br />

evi karıştırma olarak algılanıp “Onu elleme,<br />

yapma, etme…” denerek çocukların özerklik<br />

duyguları engellenirse, çocukların utangaçlık ve<br />

şüphe duyma duyguları gelişecektir.<br />

Yine çocukların hayal dünyalarının geniş olmasından<br />

dolayı olmadık hayaller kurar ve bu<br />

hayalleri gerçekleştirmek için büyük çaba sarf<br />

ederler. Bu dönemde çocuklar hayallerle gerçekleri<br />

karşılaştırdıkları için çocukların hayalleri<br />

anne baba yalancılıkla suçlanır.<br />

80 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 81


evresini dikkate alarak yeteneklerine uygun<br />

yönlendirmeler yapılmalıdır. Bu dönemde çocukların<br />

zekâları somut evrede de olsa olaylar<br />

arasında akıl yürütme ve bağlantı kurabilirler.<br />

Çocuklara verilecek eğitim sevgiye dayalı ve<br />

somutlaştırılarak verilmelidir.<br />

Çocuklar, bu dönemde de anne babalarının<br />

nasihatlerinden daha çok davranışlarını model<br />

alırlar. Söz dinlemeleri, yalan ve kötü söz söylememeleri<br />

için nasihat etmek yerine, çocuğa en<br />

güzel şekilde model olmak gerekir. Çocukların<br />

olumsuz davranışlarına müdahale edilecekse,<br />

doğru davranışları örnek göstererek kısa ve öz<br />

Çocukların girişimcilik duyguları anne babaları<br />

tarafından desteklenip, gerekli yönlendirmeler<br />

sağlıklı bir şekilde yapılırsa, çocukların<br />

girişimcilik duyguları gelişecektir. Çocukların<br />

çabaları anne baba ve çevresi tarafından engellenip,<br />

çocuk yalancılıkla suçlandığı zaman<br />

suçluluk duyguları gelişecektir.<br />

Bu dönemi sağlıklı geçiren çocuklar, ileride<br />

kendi ayakları üzerinde duran, kendi kararlarını<br />

verebilen, bağımsız bir kişilik geliştirmiş<br />

olacaklardır. Bu dönem sağlıklı bir şekilde geçirilmezse<br />

yani özerkliği desteklenmeyip davranışlarından<br />

dolayı eleştirilip, her şeylerine<br />

karışılan bu çocuklar, utangaç ve şüpheci birer<br />

kişi olacaktır. Bunun sonucunda da çocuk ileride<br />

toplum içine karışmayıp kendi kabuğuna<br />

çekilen, yalnız kimseler olacaktır.<br />

Bu dönemde anne babaların en büyük hataları,<br />

çocukları katı disiplin içinde bağırıp çağırarak<br />

ve eleştirerek yetiştirmeye çalışmalarıdır. Bunun<br />

yerine anne babalar çocuklara karşı yaklaşımları<br />

da sevgi, şefkat, hoşgörü şeklinde olmalıdır.<br />

Çocuklar bu dönemde somut zekâ devresinde<br />

oldukları için akıl yürütme becerileri gelişmediği<br />

için çocuklar söylenenleri dinleyebilir<br />

ve anlayabilirler. Fakat muhakeme yapamazlar<br />

çok, çocuğun gönlüne hitap edebilecek oyun ve<br />

el becerilerinden yararlanarak anlatmak gerekir.<br />

Çocuklarla oyun oynarken dinî içerikli kelimeler<br />

telaffuz edilerek, dinî değerleri sevebilecek mesajlar<br />

verilmelidir. Resimlerde ise Kâbe resmi,<br />

cami, minare resmi, namaz kılan, Kur’an okuyan<br />

çocuk gibi dini sembolize edebilecek unsurlardan<br />

yararlanılabilir. Yine çocuklara alınacak hediye<br />

(takke, başörtü, oyuncak) ve kitaplarda (boyama<br />

ve okuma kitapları) dini sembolize edecek<br />

unsurların bulunmasına dikkat edilmelidir.<br />

7-10 Yaş: Nasihat Yerine Model Olmalı<br />

Bu dönem çocukların duygularının durulduğu,<br />

çatışmalardan uzak, eğitim ve öğretimin<br />

verilebileceği en uygun dönemdir. Önceki dönemlerde<br />

çocuklar için temel bir bölge veya<br />

temel bir etken varken, bu dönemde böyle bir<br />

durum söz konusu değildir. Bu dönem çocukların<br />

zihinsel gelişimleri öğrenmeye hazır olarak<br />

bilgi ve becerileri alabilecekleri olgunluğa<br />

eriştikleri bir dönemdir. Önceki dönemlerde<br />

çocuklar, kendilerini anne babalarının bir uzantısı<br />

olarak görürken, bu dönemde ayrı bir kişi<br />

olduklarının farkına varırlar. Çocuklar önceki<br />

dönemde toplum ve çevreyi ailenin değerlerine<br />

göre tanımlarken, bu dönemde ise kendilerine<br />

göre algılar ve o şekilde tanımlarlar.<br />

bir şekilde yapılmalıdır. Soyut zekâya doğru<br />

geçiş süreci olan bu dönem, ailenin anlattıkları<br />

dini değerlere arkadaş çevresinde anlatılanlarda<br />

eklenecektir. Çocuklar arkadaş çevresinde<br />

öğrendiklerini, evde pekiştirme adına uygulamaya<br />

çalışacaktır. Çocukların anlattıklarına verilecek<br />

geri bildirimler, çocukların Allah tasavvuru<br />

konusunda düşüncelerini etkileyecektir.<br />

Bir gün bir kız çocuğu kurs hocasına:<br />

- Hocam arkadaşlarım başını açanları, Allah<br />

saçlarından tavana asarak cehennemde cayır<br />

cayır yakacağını söylüyorlar, der. Toplumumuzun<br />

çocuklara dinî değerlerin nasıl anlatıldığını<br />

gösteren ibretlik bir ifadedir.<br />

Hoca da çocuğun psikolojisini çok iyi anlamış<br />

olacak ki, çocuğun cezadan çok Allah’tan<br />

kaygılandığını anlar ve hem çocuğun sorusunu<br />

cevaplamak hem de Allah’ın kötü biri olmadığını<br />

anlatmak için;<br />

- Hayır, evladım! Allah hiç kimseyi başı açık<br />

diye cehennemde cayır cayır yakmaz. Allah çocukları<br />

da saçlarını kapatanları da çok sever.<br />

Allah sevdiklerini de cen<strong>net</strong>ine koyar, diye cevaplandırır.<br />

Çocuk büyük ihtimalle Allah’ın kötü<br />

biri olmadığını, insanları cezalandırmak istemediğini<br />

hatta çocukları çok sevdiğini anlamış ve<br />

rahatlamış olacaktır. Burada yapılmak istenen<br />

Akıl yürütme ve olaylar arasında bağlantının<br />

kurulabildiği bu dönmede, Allah kavramı korkuya<br />

dayalı verildiği takdirde çocuklar, anne babalarının<br />

anlattıklarını önemseyecektir. Bu durumda<br />

çocuklar, Allah’ı kötü biri olarak algılayacağından<br />

sorgulamayı ve araştırmayı olumsuz<br />

yönde yapacaktır. Sorgulama da anne babayı<br />

model alış şekliyle olacağından Allah kavramı<br />

güzellikle ve sevgiyle anlatılmalıdır.<br />

10 Yaş ve Ergenlik: Dinî<br />

Sorumluluklar Yüklenmeli<br />

Çocukların ergenliğe giriş süreci ve dinî sorumluluklarının<br />

yükümlü olduğu bu dönemde<br />

soyut zekânın gelişmesine bağlı olarak da anlatılanları<br />

kavrayabileceği bir dönemdir.<br />

Çocuklara Allah sevgisi ve Allah korkusu telkini<br />

ancak bu yaşlardan sonra vicdan gelişimine<br />

mümkün olabilmektedir. Yine bu dönemde<br />

de çocuklara Allah’ı anlatırken model olunarak<br />

ve sevdirerek anlatılmalıdır. Çocuklar, anlatılanları<br />

doğru anlayabilecekleri için bilgileri doğru<br />

kaynaktan ve doğru bir şekilde verilmelidir.<br />

Okul öncesi dediğimiz bu çağlardaki çocuk-<br />

Bu dönemde çocuklar kendi yeteneklerinin<br />

ne olursa olsun çocuklara Allah’ın cezalandırıcı<br />

Çocuklara bu değerler verilirken de korkutarak<br />

lara Allah’ı soyut olarak anlatmak yerine daha<br />

farkına vardıklarından çocukların somut zekâ<br />

değil, affedici olduğu mesajının verilmesidir.<br />

değil sevdirerek verilmelidir.<br />

82 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 83


AİLE / Sefa SAYGILI*<br />

Ailede Ekonomik<br />

Günümüzde evlilikteki geçimsizliklerin<br />

önemli bir kısmının ekonomik konulara<br />

dayandırıldığını görüyoruz. Ama hakiki<br />

sebebin para ile ilgili olmadığını düşünüyorum.<br />

Gerçekten para sıkıntısı çeken birçok çift<br />

biliyorum. Bunlar, karşılıklı dayanışma ve<br />

fedakârlıkla hayatlarını zenginleştirip mutlu, başarılı<br />

bir evlilik sürdürmekteler. Para konusundaki<br />

gayretlerini paylaşmak onları daha yakınlaştırır,<br />

yuvalarının temelini daha sağlamlaştırır<br />

sanki. Bazı durumlarda kadın da evinde veya<br />

dışarda iş yapar, ama onlar bunu bir geçimsizlik<br />

konusu haline getirmezler. Bu gibi yuvaların<br />

varlıklı ailelerden bile, yerine göre daha mutlu<br />

Problemler<br />

olabildiğini sık sık görüyorum. Bu çiftler ekonomik<br />

sıkıntıdan hiç bunalmaz, hiç kavga etmezler<br />

mi Ederler, tabii olarak. Ne var ki eşler arasında<br />

mevcut olan birbirine anlayışlı davranma, bütün<br />

kriz ve çatışmaları atlatabilecek ölçüde sağlamdır.<br />

Aliye hanım aynen şunları anlatıyordu: “Doktor<br />

bey, evimiz yok. Kiradayız. Beyimin kazancı<br />

düşük. Etrafdaki kadınlar hep bana laf atıyorlar.<br />

Ama beyimin elinden geleni yaptığını biliyorum.<br />

Sonra kazancını hep bizim için harcar. Çocuklarına<br />

düşkün, iyi bir insandır o. Bu yüzden sabrediyorum<br />

ve Allah’a dua ediyorum.”<br />

Bir başka hanım ise: “Karşılıklı güven ve sevgi<br />

içinde pilava kaşık sallamak, bana etli yemeklerden<br />

daha lezzetli geliyor” diye bu durumu<br />

özetliyordu. Halbuki her kadın böyle değildir.<br />

Bazı hanımlar kocalarının daha iyi hayat şartları<br />

sağlayamamış olmasından şikâyetçidirler. Böyle<br />

biri muayenehanede kocasına sert ifadelerle çıkışmış;<br />

“İfrit oluyorum sana! Neden bu kadar az<br />

para kazanıyorsun O kadar okumuşsun, iktisat<br />

diploman var, hiçbir eksiğin yok. Niçin paralı bir<br />

işe girmiyorsun sanki” demişti.<br />

Görüşmeden sonra kadına şu mesajı vermiştim:<br />

“Neden beyinizi olduğu gibi kabul etmiyorsunuz<br />

Onun hırslı, yırtıcı, gözü yüksekte olan<br />

biri olmadığını biliyorsunuz. Öyle olsaydı, zaten<br />

onu sevemez, onunla evlenmeyi istemezdiniz.<br />

Çünkü o tip erkeklerden hoşlanmadığınızı söylediniz.<br />

Ne gecesi ne gündüzü, ne yazı ne kışı belli,<br />

durmadan makine gibi çalışan adamların size<br />

göre olmadığı anlaşılıyor. Halbuki sizin kocanız<br />

uysal, iyi yürekli, kimseye zararı olmayan, haramı<br />

helali bilen, ailesine ve evine düşkün bir insan.<br />

Eğlenceyi evinde arıyor, çocuklarınızla çok iyi<br />

anlaşıyor ve onlarla vaktini geçiriyor. Sonra size<br />

değer veriyor. Lütfen dışardaki olumsuz örnekleri<br />

düşünüp beyinizi öyle değerlendirin.”<br />

Bilemiyorum, eve gidince hatasını anladı mı<br />

İlk fırsatta gidip kocasının boynuna sarılarak:<br />

“Ben geçimsiz, patavatsız biriyim! Beni affet.<br />

Arada gerçi para diye mırıldanıyorum, ama aslında<br />

senin sevgin, şu mutlu yuvamızın, imanlı<br />

olarak helal gelirle yetiştirmeye çalıştığımız<br />

çocuklarımızın hatırı, bence zenginlikten daha<br />

değerli!”demesini beklerdim.<br />

Hanıma Sevgi Yerine Para<br />

Günümüzde herşey ekonomi ile ölçülür oldu.<br />

Bütün ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de parayı,<br />

çok zaman, paradan bin kat değerli şeylerin yerine<br />

koyuyoruz. Meselâ işinden başka birşeye ilgi<br />

göstermek istemeyen, duygularını gizli tutan bir<br />

erkek, karısına sevgi yerine bol para verebilir.<br />

Ersin de böyle bir erkekti. Çok baskıcı, sert bir<br />

anne tarafından yetiştirilmişti. Karısının da annesi<br />

gibi olmasından korktuğu için, sert bir zır-<br />

84 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 85


hın ardına sinmiş, onu duygusal yönden kendine<br />

yaklaştırmıyordu. Yaklaşmanın, sevgi göstermenin<br />

bir zayıflık belirtisi olduğunu sanıyordu sanki.<br />

Hanımı yüzüne karşı yakınmıştı: “Hiç sevmiyor<br />

beni! Hiç anlamıyor! Hissî ilişkimiz yok gibi!”<br />

İşte böyle dediğinde Ersin atıldı: “Ama ben<br />

sana dünyayı veriyorum. Biraz değerimi bil. Çevrendeki<br />

kaç kadının kocası, sana verdiklerimi<br />

sunuyor hanımına. Her türlü aletin var, harçlığın<br />

bol. Altına araba bile çektim. Kolun altın dolu.<br />

Daha ne istersin”<br />

Kadın kocasının sevgisini istiyordu ve onun<br />

sayıp döktüğü bütün o güzel değerli şeylerin<br />

hiçbiri onun hayatındaki boşluğu dolduramıyordu.<br />

Çünkü “sevginin yerini tutsun diye verilen<br />

hediyeler, vereni de alanı da aslında yoksullaştırır,<br />

çoraklaştırır.” Veren de alan da bunun sevgi<br />

değil, sevgisizliğin dışavurumu olduğunu bilmiyorlardı.<br />

Öte yandan erkeğin para kazanmakla<br />

birlikte bunu sarfedemediği evlilikler de vardır.<br />

Erkek karısından nasıl kendini geri tutuyorsa,<br />

parasını da sakınır, kendinde tutar. Burada para,<br />

verilmemek paylaşılmamak yoluyla ceza olarak<br />

kullanılır. Kadınların ve erkeklerin çoğu için para<br />

çok derin bir psikolojik anlam taşır. Böyle kimselere<br />

göre para, hem bir güven duygusu sağlar,<br />

hem de kişiye güç ve üstünlük kazandırır. Böyle<br />

kimseler, para harcayınca kendilerini harcayıp<br />

tüketiyormuş gibi oldukları için paralarını biriktirip<br />

saklarlar. Hem kendilerine, hem ailelerine<br />

gerçekçi olmayan gereksiz sıkıntılar çektirirler.<br />

Diğer Ekonomik Problemler<br />

Karı koca arasında başka tür maddi problemler<br />

de vardır. Mesela kadının, eşinden erkeklerin<br />

kadınlara aldığı türden hediyeler beklemesi (babasının<br />

bir zamanlar annesine aldığı gibi), ama<br />

dile getirmemesi:<br />

“Çocuklar için olduğu zaman para istemekten<br />

hiç çekinmiyorum da kendim için olunca utanıyorum.”<br />

Burada kadın parayı bir sembol olarak kullanmaktadır:<br />

Kendi boynu büküklüğünün sembolü.<br />

Ne var ki içten içe kocasına kızmaktan kendini<br />

alamıyor.<br />

“Kocam cimri. O, kadına hediye vermesini bilmiyor!”<br />

Kocası ise karısının “almayı bilmediğinden”<br />

yakınıyordu. “Birşey alıp getirsem, ah çok pahalı,<br />

yapmamalıydın, gibilerden konuşuyor. Alıp getirdiğine<br />

pişman ediyor insanı!”<br />

Kadın burada kendini hep boynu bükük, hakkı<br />

yenen biri olarak görmek eğilimindedir. Kocasının<br />

veren elini adeta itiyordur. Bir başka ekonomik<br />

problem, kocasının verdiği mutfak parasından<br />

kendine pay ayıran kadının durumudur:<br />

“Masrafı biraz fazla gösterip aradaki farkı cebime<br />

atıyorum. Ne yapayım, istediğim kimi şeyleri<br />

kocamın dünyada alamayacağını biliyorum!”<br />

Çok zaman bu, isteklerini açığa vurmaktan<br />

kaçınmanın bir yoludur. Böyle durumlarda da<br />

ya kadının istemesini, almasını bilmediğini veya<br />

isteklerinin gerçekçi ve ölçülü olmadığını görüyoruz.<br />

Birçok evlilikte para sorunları hınç ve<br />

düşmanlık duygularını dışa vurmak için birer<br />

araç olarak kullanılır. Eşler öfke ve garezlerini<br />

doğrudan belirtecekleri yerde birbirlerini para<br />

sorunlarıyla hırpalar, incitir. Parasını eşinden gizli<br />

biriktiren, kazancını az gösteren, ailesine para<br />

sıkıntısı çektiren bir erkek, gerçekte karısına olan<br />

düşmanca duygularını bu yolla açıklamaktadır.<br />

Kocasının parasını har vurup harman savuran<br />

kadın, dolaylı yoldan onu üzmek, hattâ zarara<br />

uğratmak isteğini duymaktadır.<br />

Parayı bazı erkekler hakimiyet aracı olarak<br />

da kullanabilmektedir. Parası varken bunu esirgeyerek<br />

karşısındakini ezer, “koklatarak” ödüllendirir.<br />

Böylece kendisinin egemen konumunu<br />

sergilemiş olur.Böyle bir hakimiyet aslında ezilenden<br />

çok ezen için alçaltıcıdır. Toplumumuzda<br />

geleneksel olarak para kazanmak, para harcamak,<br />

para sahibi olmak erkeğe has bir ayrıcalık<br />

sayılagelmiştir. Böyle bir evlilikte kadına, meselâ<br />

kocasının gelirini aşan bir miras kalırsa, duygusal<br />

dengelerin sarsıldığını görürüz. Bu yüzden yıkılan<br />

birçok yuva vardır.<br />

Günümüzde kadının çalıştığı evlilikler bu<br />

yüzden hassas denge üzerindedir. Toplumda<br />

“aile gelirini erkek getirir” şeklindeki yaygın<br />

inanç sebebiyle erkeğin gurur ve onurunu kollamak,<br />

onun maddi konularda hassas olabileceğini<br />

hesaplamak yine kadına düşmektedir. Sık<br />

sık kendisinin de çalıştığını, kocasının maaşının<br />

kendilerine yetmediğini söylemesi evliliği sarsabilmektedir.<br />

Zengin aile kızının maddi geliri kısıtlı biri<br />

ile evlenmesi durumunda da problemler ortaya<br />

çıkar. Geçmişte yapmadığı şeyleri yapmakta<br />

zorlanır ve kendini çaresiz hisseder. Kendinin<br />

“normal” gördüğü şeyleri kocası “israf” olarak<br />

değerlendirir. “Benim ailemdeki kadınlar ev işlerini<br />

kendileri yapardı. Sen ise süpürge tutmasını<br />

bile bilmiyorsun!”<br />

“Neden temizlikçi bir kadın tutmuyoruz sanki.<br />

Kendi sigaran için dünya kadar para sarfediyorsun.<br />

Sigaraya harcadığın paranın birazını ayırsak<br />

haftada birgün temizliğe kadın getirebiliriz.”<br />

Bütün bu problemlerin tek çözüm yolu, eşlerin<br />

karşılıklı oturup konuşarak duygularını birbirleriyle<br />

paylaşmalarıdır.<br />

Evliliğimizde parayı olumlu duygularımızın<br />

yani sevgimizin sağlıklı bir dışa vurumu olarak<br />

kullanmak da elimizdedir. Parayı ailemizin mutluluğu<br />

için şuurla harcamak, ortaklaşa yaşantımızı<br />

daha güzelleştirmek ve rahatlatmak için kullanmak<br />

gerekir. Çiftlerin mutlu ve uyumlu olmaları,<br />

paraya değil; karşılıklı sevgi ve saygıya dayanır.<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr. Sefa SAYGILI<br />

86 EYLÜL <strong>2014</strong> <strong>somuncubaba</strong> 87


<strong>2014</strong> yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />

Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />

Onların da abone olmasını sağlayın.<br />

<strong>2014</strong> Yılı<br />

Çocuk ekiyle birlikte<br />

yıllık abone bedeli<br />

85<br />

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.<br />

Adı / Soyadı:<br />

Kurum Adı:<br />

Ünvan:<br />

Dergi Teslim Adresi:<br />

Posta Kodu:<br />

Telefon:<br />

Faks:<br />

E-posta:<br />

Vergi Dairesi:<br />

Abone Başlangıç Tarihi:<br />

Faturayı adıma kesiniz<br />

Faturayı şirket adına kesiniz<br />

Şehir<br />

Vergi No:<br />

İmza:<br />

ABONE İLETİŞİM HATTI<br />

444 36 61<br />

(0422) 615 15 54<br />

Visan İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.<br />

No: 71 44700 Darende Malatya<br />

Tel: (422) 615 15 00<br />

Faks: (422) 615 28 79<br />

bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.<br />

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.


NASİHAT YAYINLARI<br />

KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ<br />

HİZMETE GİRMİŞTİR...<br />

ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ<br />

<strong>www</strong>.nasihatyayinlari.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!