Ä°talyan Yeni Gerçekçilik Paneli - Mithat Alam Film Merkezi - BoÄaziçi ...
Ä°talyan Yeni Gerçekçilik Paneli - Mithat Alam Film Merkezi - BoÄaziçi ...
Ä°talyan Yeni Gerçekçilik Paneli - Mithat Alam Film Merkezi - BoÄaziçi ...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
İtalyan <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong><br />
Aslı Daldal, Engin Ayça,<br />
Oğuz Onaran<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>, 1 Nisan 2004’de İtalyan <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçilik akımı üzerine gerçekleştirilen toplu gösterim çerçevesinde<br />
bir panel düzenlendi. Yamaç Okur’un<br />
moderatörlüğünde yapılan panelde sırasıyla Ankara Üniversitesi<br />
İletişim Fakültesi eski dekanlarından Prof. Dr.<br />
Oğuz Onaran, “1960 Darbesi ve Türk Sinemasında Toplumsal<br />
Gerçekçilik” adlı yayımlanmış bir kitabı da bulunan<br />
akademisyen Aslı Daldal ve yönetmen Engin Ayça, İtalyan<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik akımı üzerine düşüncelerini dinleyicilerle<br />
paylaştılar.<br />
O<br />
ğuz Onaran: İtalyan faşizmi, Alman nazizmi kadar<br />
aydınlara çok fazla baskı yapmıyordu. Örneğin<br />
Cesare Pavese, 5 Mart 1948 tarihinde Günlüğü’nde şöyle<br />
yazıyor: “Güzel sanatlar, edebiyat faşizm altında çok ilham<br />
alır. Sanatçılar oyunu kuralına göre oynayarak kendi eğilimlerini<br />
sinik bir şekilde sürdürebildiler. Faşizmin en çok<br />
dikkat ettiği şey entelijansiyayla halkın ilişiğini kesmek,<br />
halkı bilgisiz, habersiz bırakmak. Şimdi yapmamız gereken<br />
halka yaklaşmak değil halk olmak”. Demek ki faşizm altında<br />
da bu sanatçılar yavaş yavaş gelişmeye başlamışlar.<br />
1943 yılında <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik manifestosu diye bir<br />
manifesto yayımlandı. Bu manifesto, yirmi yıllık faşizme,<br />
savaş propagandasına ve kilise egemenliğine karşıydı. Sinema<br />
alanında da karşı oldukları, sitem ettikleri şeyleri<br />
söylüyorlardı. İnsanoğlunun sorunlarını, insanca bir bakış
194<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
açısını hiçe sayan fantastik, grotesk yalanlar olmayacaktı.<br />
Roman uyarlamaları, tarihsel filmler olmayacaktı. Gerçekten<br />
de faşizm dönemine bakacak olursak hali vakti yerinde<br />
gayet soylu iyi insanların olduğu filmler vardı. Bu filmlerde<br />
de çoğunlukla beyaz telefonlar olduğu için beyaz telefonlu<br />
filmler olarak isim aldı.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’i etkileyen şeylere gelince şöyle sıralanabilir.<br />
Rus sineması, özellikle Pudovkin filmleri. Ama<br />
özellikle Rus devrimci sinema ile <strong>Yeni</strong> Gerçekçi sinema<br />
epey bir ayrı. Bir kere sınıfsal çatışma, sınıf içerikli değildir<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler. Devrimci sinemasında işçi düşkünlüğü<br />
öne çıkar. Fransız sineması etkisinden bahsedebiliriz.<br />
Yalnız bunu da fazla abartmamak gerekir. Çünkü çeşitli<br />
Fransız yönetmenlerin etkileri farklıdır. Örneğin, De Sica<br />
Rene Clair’i daha çok beğenir. Rossellini, Truffaut ve<br />
Carne’yi çok beğenir. Visconti, Jean Renoir ile birlikte çalıştı.<br />
Renoir’dan çok etkilendi. Bu arada şunu da belirtmeden<br />
geçmeyeceğim. 1935’de Jean Renoir, Toni (1935) diye<br />
bir filmi vardır, <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’e çok yakın bir filmdir.<br />
Fransa’nın güneyinde göçmen işçilerle çekilmiş, doğal ortamda<br />
ve profesyonel oyuncu kullanmadan çekilmiş bir<br />
filmdir. Yani, Visconti, Renoir’dan epey bir şey öğrendi. Yine<br />
1910–1920 arası çekilmiş birkaç İtalyan filmi var, gerçekçi<br />
filmler. Bir de gerçekçi, karamsar Amerikan yazarlarının<br />
etkisi olduğunu söyleyebiliriz. James M. Cain,<br />
William Faulkner, Hemingway, gibi.<br />
Şöyle bir soru sorulabilir. Neden İtalya’da böyle bir<br />
canlanma oldu da, niye Fransa’da savaştan sonra böyle bir<br />
canlanma olmadı İtalya’da özgürlük, Bazin’in deyişiyle,<br />
yakın geçmişteki bir özgürlüğe dönüş değildi. Özgürlük,<br />
faşizmden kurtuluşla geldi, toplumsal sorunlarla birlikte<br />
geldi, bir siyasal, toplumsal değişimle birlikte geldi. Dolayısıyla<br />
bu yönetmenler, Bazin’in deyişiyle, halk olmaya çalıştılar.<br />
Halkı anlamaya çalıştılar.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi yönetmenlere şöyle bir kuşbakışı bakacak<br />
olursak işte üç tane büyük var. Roberto Rossellini, savaş<br />
sırasında faşizm izleri taşıyan filmler yaptı. Ama sonra<br />
Roma Açık Şehir ve Paisa’yı yaptı <strong>Yeni</strong> Gerçekçi. Bu sava-
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 195<br />
şın Avrupa’ya, Avrupa toplumuna getirdiği moral çöküntüyü<br />
betimleyen filmler yaptı. Vittorio De Sica, yakışıklı ve<br />
hoş tabir edilen iyi bir oyuncuydu. Ondan sonra Zavattini<br />
ile birlikte <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler yaptı. Son <strong>Yeni</strong> Gerçekçi<br />
izler taşıyan filmi 1956’da yaptığı Çatı’dır. Şehre göç eden,<br />
iş arayan, ev arayan, ev bulamayıp kendilerine gecekondu<br />
yapan işçileri anlatır. Luchino Visconti, 1942’de James<br />
Cain’den “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”dan uyarlanan<br />
Obssessione (Obssession) filmini yapmıştır. Gerçekten <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçilik’i hazırlayan bir filmdir. Bundan sonra Yer Sarsılıyor<br />
filmini doğal bir ortamda profesyonel olmayan<br />
oyuncularla gerçekleştirmiştir. Visconti daha sonra toplumsal<br />
bir sınıfın ya da ülkenin çöküşünü anlatan tarihsel<br />
filmler yaptı. Bu üç büyük dışında Pietro Germi, Luigi<br />
Zampa ve Guiseppe De Santis gibi başka yönetmenler de<br />
var. De Santis’in filmleri <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler arasında en<br />
çok ticari başarısı olan filmlerdir. Acı Pirinç filminde Po<br />
Ovası’nda pirinç tarlalarında çalışan göçmen işçileri anlatır.<br />
Anımsıyorum, o zamanlar yeni yetmeydik. Bu filme<br />
Silvio Mangano’nun bacaklarını göstermesinden dolayı<br />
gitmiştik (gülüşmeler). <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler ticari olarak<br />
bir-iki örnek dışında İtalya’da tutulmamıştır.<br />
Kısa sürdü aslında <strong>Yeni</strong> Gerçekçi dönem. Aşağı yukarı<br />
1952’ye kadar. Neden böyle oldu Alberto Moralli’ye göre<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik görevini yaptı. Peki, görevi neydi “<strong>Yeni</strong>lginin<br />
ve duygusal gerilemenin her türlü yetersizliğini, eksikliğini<br />
irdelemek, onların hesabını çıkarmak” diyor Moralli.<br />
Tabii ki başka şeyler de var. Savaş sırasında nazizme<br />
karşı Katolikler, sosyalistler, komünistler birlikteydi. Yıldızlar,<br />
teknisyenler de memnun değildi bu çekilen filmlerden.<br />
1948’de bir yasa kabul edildi. <strong>Film</strong>lerin belirli bir bölümünün<br />
sesli stüdyoda çekilme zorunluluğu getirildi.<br />
Luigi Zampa demiştik, Zor Yıllar diye bir filmi var. Sicilyalı<br />
bir ailenin faşizm altındaki yaşamını anlatan son<br />
derece çarpıcı bir film. İtalyan parlamentosunda büyük<br />
gürültü kopardı. 1954’de Merkez sağ hükümetinin bakanı<br />
Mario Scelba şöyle diyor: “<strong>Film</strong> bir meta. Çürük çıkan bir<br />
malı, yurtdışına çıkan bir malı hükümet nasıl denetliyorsa
196<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik ruhu bulaşmış filmleri engellemek de hükümetin<br />
katkı ve ödevidir.” Bütün bunlara karşı 1955’de<br />
bütün büyük yönetmenlerin imzaladığı bir manifesto yayımlandı.<br />
Peki, <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik nedir o zaman Çok çeşitli eleştirmenler,<br />
yazarlar, yönetmenler <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’i çok çeşitli<br />
farklı şekillerde tanımladılar. Birtakım ortak özellikler<br />
bulmaya çalıştılar. Çünkü <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik bir akım, bir<br />
okul değil aslında. Yönetmenlerin tarzları, görüş açıları çok<br />
farklı. Örneğin Rossellini bir Katolik, Visconti bir Marksist<br />
ve hümanist bir adam. Ortak özelliklere bakacak olursak<br />
bir kere meslekten oyuncular yok <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmlerde.<br />
Gündelik olayları, sokaktaki insanı anlatıyor bu filmler.<br />
<strong>Film</strong>lerin çoğunda belgesel bir yan var. Yani, filmlerin geçtiği<br />
çevre, mekân olay örgüsünden bağımsız sanki bir belgeymiş<br />
gibi sunuluyor. Roma Açık Şehir ve Bisiklet Hırsızları’nı<br />
örnek verebiliriz. Bunlar daha çok bir takım genel<br />
benzerlikler.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik konusunda kurumsal çalışma yapan<br />
Cesare Zavattini’dir. Zavattini, <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in ilkelerini<br />
şöyle sayıyor: Şeyleri göründüğü gibi değil de oldukları<br />
göstermek. Kurmacadan çok gerçek ortamı kullanmak.<br />
Süslü büyük kahramanlar yerine sokaktaki insanı anlatmak.<br />
“Günün herhangi bir saatinde, herhangi bir insan bir<br />
filme konu olabilir. Önemli olan varlıkların özüne gitmektir,<br />
olaylar arasındaki ilişkileri kurmaktır, bu olayları doğuran<br />
süreci göstermektir”, diyor Zavattini. Yalnız şimdi<br />
baktığımız zaman yönetmenlerin görüş açısı olmayacaksa,<br />
yönetmenler sadece kaydetmekle yetinecekse olaylar arasındaki<br />
ilişkileri, olayları doğuran süreci nasıl gösterecekler<br />
Tuhaf bir durum var. Aslında Zavattini de kabul ediyor.<br />
Ki, “<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik ahlaki bir tavırdır. Her insanın<br />
sorumluluğunun, onurunun sürekli olarak hatırlatılmasıdır.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in amacı herkesi güçlendirmek, herkesi<br />
insan olmanın bilincine ulaştırmaktır.” Zaten yönetmenler<br />
de pek öyle düşünmüyorlar. Rossellini diyor ki,<br />
“yüzeydeki görüntülerle yetinmemek gerekir. Olayların nedenlerini<br />
araştırmalıyız”. Zavattini’nin asıl isteği bir alıcıyı
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 197<br />
tarafsız bir nesne, kaydedici olarak kullanmak. Yani herhangi<br />
bir insanın iki saatlik yaşamını olduğu gibi hiç kesmeden<br />
kaydetmek. Ama tabii ki Zavattini bir yana <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçi filmlerin bu şekilde yapılmadığını söylemek gerekiyor.<br />
Zaten filmleri en iyi savunanlardan biri, Andre Bazin<br />
o da kabul ediyor ve diyor ki “yönetmen filmi yaparken ister<br />
istemez bir seçme yapmak zorundadır, yani bazı şeyleri<br />
bırakıp bazı şeyleri almak zorundadır. Çünkü olduğu gibi<br />
olayları kaydetmek zaten sanat olmaz. Yönetmen belirli bir<br />
tezle, belirli bir şema ile gerçeğe yaklaşmalıdır. Ama tabii<br />
ki yönetmenin bilinci, sanatçının bilinci açısından nakledilen<br />
bir gerçeklik olacaktır.<br />
Bazin’e göre <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik çeşitli yönleriyle, bütün<br />
karmaşık yönleriyle bütün olarak algılanmalıdır. Gerçekliği<br />
olduğu gibi bütünüyle almak gerekir. Tabii böyle olunca da<br />
Bazin’e göre gerçeklik belirsizdir. Yani, yoruma açıktır.<br />
Bitmiş, tamamlanmış, anlamlandırılmış, deşifre edilmiş bir<br />
gerçeklik olmayacaktır.<br />
Bazin dışında George Deleuze de <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’i incelemiş.<br />
Savaştan sonra İtalyan toplumu yeni bir imge<br />
buldu. Bunu İtalyan yönetmenleri sezgisel olarak buldular.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmlerde bir durum eyleme yol açıyor. Bu<br />
eylem başka bir duruma yol açıyordu. Ya da bir eylem oluyordu<br />
ve bir duruma yol açıyordu. Ama İtalyan <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in<br />
yaptığı bunu değiştirdi. Artık normal bir durum<br />
bir eyleme yol açmıyordu. Artık bir eylem bir durumu değiştirmiyordu,<br />
yani kısmen de olsa zorlamıyordu. Bisiklet<br />
Hırsızları’nda adam bisikletini arıyor, Roma sokaklarını<br />
dolaşıyor, yağmur yağıyor, kesiliyor. Bir takım rastlantılar.<br />
Olay örgüsü de çok zayıf bağlantılarla birbirine bağlanıyor.<br />
Tüm maddi fiziksel nesnelerin kendi gerçeklikleri var. Daha<br />
önceki gerçekçi filmlerde bunların işlevsel niteliği vardı.<br />
Yer Sarsılıyor’da balıkçılar dönüyor, balıkçılar toptancılarla<br />
tartışıyorlar. Bunların kendi belgesel özellikleri var. Son<br />
olarak bir eylem olduğu için, filmde eylenen insanlar yok.<br />
Bakan insanlar var. Sadece gözlemliyorlar. Buna en iyi örnek<br />
De Sica’nın filmleri. De Sica’nın filmlerinde daha çok<br />
çocuklar vardır. Yani çocuk gözüyle çekilmiştir. Yani olay-
198<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
ları kavrayamazlar, anlayamazlar, sorgulamazlar da zaten.<br />
Bisiklet Hırsızları’ndaki çocuk gibi. Çok karmaşık toplumsal<br />
ve ekonomik bir takım sorunlar vardır. Deleuze’ün <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçilik hakkında görüşleri de böyle.<br />
Rossellini kendi filmleri için şöyle diyor: “Görüntüye<br />
olabildiğince az müdahale etmeye çalıştım. Belirli bir bakış<br />
açısıyla asıl önemli olanı söylemeye çalıştım. Toplayıp gözlemlediğiniz<br />
şeyleri anlatmaya çalışabilirsiniz. Hatta bir<br />
seçim yaptığınız anda beliren kendi görüş açınızı da verebilirsiniz.<br />
Bir şey ilginizi daha çok çeker ve seçersiniz. Benim<br />
amacım bir mesaj vermek, zorlamak değil, kendi gözlemlerimi<br />
sunmaktır. Bazin’in görüşleriyle çok yakındır.<br />
Bunlar daha çok biçimsel yönlerdi. Ama <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik,<br />
bir biçim, tarz veya stilden daha çok bir ahlaki tavır,<br />
bir ahlaki tutum bence. Faşizmin, savaşın getirdiği kötülükler,<br />
acılar, yalanlar, sahtekârlıklar yerine doğrunun, insanca<br />
bir şeyin ortaya konulmasını içeriyor.<br />
Gerçekten de <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in insani değerlere dönük,<br />
onları araştıran bir yönü var. Zaten bazı yönetmenler<br />
de bunu söylüyor. De Sica şöyle yazıyor “Karşı konulmaz<br />
bir istekle İtalya sinemasının eski öykülerini pencereden<br />
dışarı fırlatıp kalıcılığı dehşetle açılmış gözlerimize çarpan<br />
her şeyi gerçek yaşamın ortasına yerleştirme isteğiyle tutuştuk...<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in ön yargısız, değer yargısında<br />
bulunmadan, insanlara oldukları gibi ya da size göründükleri<br />
gibi bakmaktadır.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in daha sonraki İtalyan sinemasına<br />
büyük katkıları olmuştur. Bir kere yönetmenler gözlemlemeyi,<br />
o gerçekliği çok çeşitli yönleriyle, karmaşıklığıyla ortaya<br />
çıkarmayı, sorgulamayı, nedenlerini araştırmayı öğrendiler.<br />
Bir de <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmlerdeki insanlar her yerde<br />
her tarihte bulunan soyut bir insanın tam tersine tarihsel<br />
nitelikte olan, belli bir dönemde yaşayan, belirli bir toplumsal,<br />
ekonomik, ahlaki ortamda yaşayan insanlar, ayakları<br />
yere basan insanlar. Bugünkü İtalyan filmleri ile karşılaştırıldığında<br />
bu çok daha belirgin olarak ortaya çıkıyor.<br />
Sözlerimi Andre Bazin’in bugün hâlâ geçerli olduğuna<br />
inandığım bir yargısıyla bitiriyorum: “Gerçeğin hiçbir vakit
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 199<br />
gerçek olduğu keşfedilmeden yalnızca siyasal bir belirti diye<br />
reddedildiği veya savunulduğu bir dünyada İtalyan sineması<br />
şüphesiz doğrudan doğruya kendi çizdiği çağın<br />
içinde devrimci bir hümanizmayı taşıyan tek sinemadır.”<br />
Bugün İtalyan sineması öyle değil. Ama Bazin’in bu dünya,<br />
gerçeklik, devrimci hümanizma üzerine söyledikleri hâlâ<br />
geçerli bence.<br />
A<br />
slı Daldal: Konuşmamda toplumsal, siyasal arka plana<br />
bakmaya çalışacağım. Yönetmenlerin siyasal eğilimlerinin<br />
işlerine nasıl yansıdığına göz atmak istiyorum.<br />
1945 yılına gelmeden önce, yani Roma, Açık Şehir öncesinde<br />
sinema akımı olmasını sağlayacak pek çok öğe var.<br />
Mussolini zamanında işin teknik kısımları büyük ölçüde<br />
oturtulmuş durumda. Akımın altını dolduracak altyapı<br />
var. Stüdyolar kurulmuş durumda. <strong>Yeni</strong> yasalar çıkarılıyor,<br />
Tekel yasası adında. Ki, bu özellikle yabancı filmlerin,<br />
özellikle Amerikan filmlerinin İtalya’ya girmesini engelleyen<br />
ve ulusal endüstriyi biraz daha arttırmayı amaçlayan yasalar.<br />
Özellikle Deneysel <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nin çevresindeki yönetmenlerle<br />
elverişli bir ortam oluşmaya başlıyor. Entelektüel<br />
ortam, endüstriyel altyapı mevcut.<br />
Akımın ortaya çıkabilmesi için sadece bunlar yeterli<br />
değil. O akımın ideolojini besleyebilecek, o akıma bir içerik<br />
verebilecek bir toplumsal yapıya ihtiyaç var. Bu yapının<br />
ortayı çıkması da 1940’lı yılların ortalarını buluyor. Bu<br />
açıdan baktığımızda <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in savaş sonrası İtalyan<br />
toplumunun siyasal yapısıyla çok büyük bir paralellik<br />
gösterdiğini görüyoruz.1943–1948 yılları arasında İtalyan<br />
toplumunda savaş ve onun sonrasındaki acılarla ilgili olarak<br />
belirgin bir ilericilik ve elit yakınlaşması var. Ve toplumsal<br />
uzlaşma havası var. Yani toplumsal oylaşma havası<br />
var. Bu konsensüsü oluşturan iki temel noktadan söz<br />
edebiliriz. Birincisi direniş hareketi. Bu, 1940–1945 yılları<br />
arasında ortaya çıkıyor. Mussolini, 1943 yılında görevinden<br />
alınıyor Kral tarafından ve Kuzey’e kaçıyor. Kuzey’de<br />
yeni bir Cumhuriyet kuruyor. İtalya’nın kuzeyi faşistler ve<br />
Naziler tarafından işgal ediliyor. Güneyinde ise İttifak Kuv-
200<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
vetleri var: Amerikalılar ve İngilizliler İtalya’nın güneyini<br />
işgal ediyorlar. Yani İtalya böyle iki savaş bölgesine bölünmüş<br />
durumda<br />
Bu karışık durum içerisinde o döneme kadar birbiriyle<br />
çelişmiş bütün siyasal durumlar, Kralcılar, liberaller, sosyalistler,<br />
komünistler, bağımsız sosyalistler, hepsi ideolojik<br />
bölünmelerini bir yana bırakıp ülkeyi kurtarmak için bir<br />
araya geliyorlar. Ulusal Bağımsızlık Komitesi adında bir<br />
oluşum meydana getiriyorlar. Roma Açık Şehir’de de zaten<br />
bu oluşumdan bahsedilir. Ulusal Bağımsızlık Komitesi<br />
filmde Manfedi ve Francesco karakterlerinde gösterilir.<br />
Bunlar partizandırlar. Don Pietro da Hıristiyan Demokrasiyi<br />
simgeler. Yani o dönemdeki elit konsensüsü, elitlerin<br />
bir araya gelmesi Roma Açık Şehir’de bu şekilde ifade edilir.<br />
Rahip ve partizanların bir araya gelmesi şeklinde gösterilir.<br />
Ulusal Bağımsızlık Komitesi’nden kısaca söz etmek<br />
gerekirse bunlar kuzeyde ve güneyde iki ayrı örgütlenme<br />
şeklindedirler. Örgütlenme çok fazla radikalleşemez. Güneyde<br />
Amerikalılar ve İngilizler ülkeyi işgal etmiştir ve çok<br />
fazla izin vermezler. Ayrıca İtalya’nın güneyi çok fazla feodal<br />
bir yapıdadır. Ulusal Bağımsızlık Komitesi, ülkenin kuzeyinde<br />
çok fazla radikalleşir. Aynı Sovyet devriminde olduğu<br />
gibi toplumsal dönüşüme yol açabilecek bir ortam<br />
vardır. Çünkü bir güç boşluğu vardır. Bu güç boşluğunu<br />
doldurabilecek hiçbir şey yoktur o dönemde. Fabrikalarda<br />
kendi kendini öz yönetimle yönetebilecek bazı komiteler<br />
kurulmuştur. Fakat Ulusal Bağımsızlık Komitesi’nin çok<br />
da fazla ileri gitmesine izin verilmez kuzeyde. Bunun sebeplerinden<br />
bir tanesi de Komünist Parti lideri Palmiro<br />
Togliatti’dir. Ama İtalya’nın kuzeyinde ciddi bir toplumsal<br />
dönüşümün izleri görülmüştür.<br />
İlki 1943–1945 arasındaki elit dayanışması, ikincisi<br />
1945–1948 yılları arasındaki ülkenin yeniden inşası ve koalisyonlar<br />
dönemidir. Ulusal Bağımsızlık Komitesi’ndeki<br />
sosyo-komünistler ve Hıristiyan demokratlar arasındaki<br />
uyum koalisyon hükümetlerinde de devam eder. Bunlar<br />
hep beraber monarşiyi kaldırırlar. <strong>Yeni</strong> bir Anayasa yazılır.
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 201<br />
Seçimler yapılır. Toprak reformu yapılır. Belirli sorunlara<br />
bazı çareler bulunmaya çalışılır. İki-üç sene içerisinde Hıristiyan<br />
Demokratlar ve Sosyalistler birbirlerine çok ılımlı<br />
ve anlayışlı davranırlar. O yıllarda Komünist Parti lideri<br />
Togliatti’nin çok yumuşak bir strateji izlediğini söylemek<br />
gerekiyor. Bu <strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler ile de ilgili. Şöyle ki, o<br />
yıllarda Togliatti, nasıl İtalya’nın kuzeyinde devrimci dönüşüm<br />
olmasını istememişse politika da çok fazla ileri gidilmesine<br />
ve Hıristiyan Demokrat Parti’yi sıkıştırmayı istemez.<br />
Asıl amacının kilise ve faşizmin bir aradaki o gerici<br />
üçgeniyle savaşmak olduğunu söyler. Gramsci’nin ulusal,<br />
popüler kavramını kullanır. Partiyi, ulusal bir parti haline<br />
getirmeye çalışır ve yine Gramsci’nin argümanıyla devlete<br />
yüzeyden saldırmak yerine kültürel bir hegemonya yaratmak<br />
kavramını kullanır. Yani kendi ideolojine göre kültürel<br />
sızma ile toplumu yavaş yavaş dönüştürmek, sivil toplumu<br />
bir şekilde ele geçirmek stratejini kullanır. Bu strateji<br />
içerisinde de belirli bir popülizmi olan, çok radikal bir<br />
söylemi olması gerekmez, bütün filmleri benimser. <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçilik’in en büyük hamisi, koruyucusu ve motive<br />
edici unsuru Komünist Parti olur. Örneğin, Rossellini gibi<br />
anti-faşist bile olmamış yönetmenlerin filmleri parti tarafından<br />
özgür bırakılır ve korunur. Ama öte yandan şunu<br />
da aklımızda tutmamız gerekir. Bu Komünist Parti’nin siyasal<br />
metodudur. Aslında kendi parti iç tartışmalarında<br />
oldukça ortodoksturlar. Sosyalist Gerçekçiliği aslında kuramsal<br />
olarak savunurlar. Kendi partinin içinden olan kişilere<br />
çok serttirler. De Santis, Silvana Mangano’nun çıplak<br />
bacaklarını çok fazla gösterdiği için eleştirilir. Ancak<br />
popülist söylemleri olan yönetmenler benimsenir. Bunu<br />
şöyle açıklıyor Togliatti: “Anne, komşusunun çocuğunu<br />
görmez”. Dışarıya karşı politik tutumlarında çok pragmatik,<br />
oldukça esnektirler. Böyle bir ikilik vardır. Bu da filmlerin<br />
birçoğunu benimsemelerine yol açar.<br />
Yönetmenlerin siyasal eğilimlerinden bahsetmek istiyorum.<br />
1945–1951 yılları arasında yapılan filmleri tematik<br />
olarak üçe ayırmak mümkün. Savaş ve direniş filmleri. Tarımsal<br />
ve kırsal bölge sorunlarına eğilen filmler. Metropol,
202<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
kent, şehir sorunlarına eğilen filmler. Savaş ve direniş<br />
filmlerinden biraz bahsedecek olursak Roberto Rossellini<br />
ve Aldo Vergano öne çıkar. Rossellini, Hıristiyan Demokrat,<br />
Verdano ise çok koyu bir Komünist. Katolik<br />
Rossellini’nin ilginç yanı savaş üçlemesi filmlerinden (Roma<br />
Açık Şehir, Paisa, ve Almanya Sıfır Yılı) önce, ki onu<br />
meşhur eden filmler bunlardır, çok ciddi faşist propaganda<br />
yapan filmler çekmiş olmasıdır. Mesela 1943’de Haçlı<br />
Adam isminde bir film çeker. O yıllarda Rossellini, faşist<br />
kadrolarla çok sıkı fıkıdır. Bu film, İtalya’nın Rusya’yı işgalini<br />
över. Rusya’daki komünistleri Bolşevikleri barbarlar<br />
olarak nitelendirir. İtalyanlar da oraya dini, Haç’ı götürmeye<br />
gelen kurtarıcılardır aslında. İlginç olan tabii ki,<br />
Rossellini bu filmi hiçbir şekilde göstermesine imkân olmaması.<br />
Çekildikten birkaç ay sonra güneyden işgal başlar.<br />
Amerikalı ve İngilizlerin kurtarma operasyonu başlar.<br />
<strong>Film</strong> hemen toplatılır. Fakat Rossellini, faşistlerle,<br />
Mussolini ile beraber İtalya’nın kuzeyiyle gidip Cumhuriyet’e<br />
katılmak yerine güneyde kalmayı ve direniş hareketine<br />
girmeyi tercih eder ve yeni roller üstlenir. İki sene sonra<br />
1945’de, bu sefer aslan komünistlerle kötü faşistlerin çarpışmasını<br />
anlatan Roma Açık Şehir’i çeker. Burada da din<br />
ve komünizm bir arada gösterilir. Roma, Açık Şehir’den önceki<br />
filmleri çok fazla bilinmez ve ciddi bir üne kavuşur.<br />
Aslında Rossellini’nin bu esnek tutumunun daha sonralarda<br />
da devam ettiği söylenebilir. Mesela 1947’de Almanya<br />
Sıfır Yılı’nı çektikten sonra politik ortamın değişmesiyle<br />
beraber didaktik filmler yapmaya başlar. Bu tür sosyal<br />
gerçekçi filmleri ilk bırakan yönetmen de Rossellini olur.<br />
Aldo Vergano ise Rossellini’nin tamamen anti tezi denilebilecek<br />
bir yönetmen. Hem geldiği köken açısından<br />
hem yaptığı filmler açısından. Çok fakir bir ailenin çocuğu<br />
ve aktif olarak Mussolini’ye karşı savaşmış. Hatta 1925 yılında<br />
Mussolini’ye karşı düzenlenen suikast girişiminde rol<br />
almış. Ama o da aynı Hıristiyan Demokrat Rossellini gibi<br />
Güneş Yine Doğar filminde bir rahiple partizanlar arasındaki<br />
beraberliği, rahibin faşistlere nasıl karşı çıktığını,<br />
doğru yolu gösterdiğini anlatmıştır. Bu açıdan her iki yö-
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 203<br />
netmenin de çok farklı temellerden gelmesine rağmen aynı<br />
konuya parmak basmaları o dönemin elit yaklaşmasıyla,<br />
toplumsal konsensüsle açıklanabilir.<br />
Kırsal ve tarımsal sorunlara değinen filmlere gelince<br />
burada da karşımıza iki önemli isim çıkıyor. Luchino<br />
Visconti ve Guiseppe de Santis. Visconti’nin 1948’de yaptığı<br />
en önemli filmlerinden bir tanesi La Terra Trema, Komünist<br />
Parti’nin doğrudan katkıda bulunduğu bir film.<br />
Hatta partinin siparişiyle çekilen bir film. Bu filmin amacı<br />
sadece balıkçıların hikâyesini çekmek değil, daha geniş bir<br />
projenin parçası bu film. Komünist Parti, güney sorunu ile<br />
ilgili bir film yapmak istiyor. Türkiye’nin doğu sorunu gibi<br />
İtalya’nın güney sorunu var. Bizim doğumuz nasıl feodal<br />
kalmışsa, kalkınamamışsa, İtalya’nın güneyi de çok feodal<br />
kalmış, toprak reformu yapılamadığı için ağalık sistemi<br />
orada hüküm sürüyor yüzyıllardır. Komünist Parti,<br />
Visconti’den bu sorunu irdeleyen bir film yapmasını ister.<br />
Ama bir şekilde bu film yapılamaz. Visconti sadece balıkçılar<br />
kısmını alır. <strong>Film</strong>in başı dikkat ettiyseniz denizciler<br />
episoduyla başlar. Çünkü aslında üç episoddan oluşması<br />
düşünülmüştür filmin. Visconti’nin siyasi eğilimlerine biraz<br />
değinecek olursak önemli Marksist bir sanatçı. Fakat<br />
geldiği köken çok değişik. Aristokrat bir insan. Güneyli<br />
zengin bir kontun birkaç çocuğundan bir tanesi. Yüksek<br />
sosyeteden pek çok tanıdığı var. Tırnak içinde garip arkadaşları<br />
var. At yetiştiriciliği yapmış. Coco Chanel ile arkadaşlık<br />
yapmış hatta onu Jean Renoir’a tanıştıran Visconti<br />
imiş. Yani çok farklı bir temelden geliyor. Antonioni,<br />
Visconti’yi şöyle tanımlıyor: “Onu ilk defa 1942’de bir<br />
kafede gördüm. İlk dikkatimi çeken şey otoriter havası ve<br />
saygı uyandıran tavırları idi. Yoldan gelip geçenlere sanki<br />
onların efendisiymiş gibi bakıyordu. Sanki ailesi iki yüzyıldır<br />
Milano’yı yönetir gibi bir havası vardı.” Aslında<br />
Visconti’nin nasıl bir kişi olduğunu çok iyi özetliyor. Otoriter,<br />
bir şeylere sahip olmaya alışmış, zengin, güçlü, vakur<br />
bir aileden gelen elegansa ve estetiğe çok önem veren bir<br />
yönetmen. Peki, Visconti’nin Komünist Parti ile nasıl bir<br />
ilişkisi olabilir ya da Komünist Parti böyle bir adamı neden
204<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
benimser Bunu yine Togliatti’nin o dönemde Gramsci’den<br />
esinlenen esnek insanları partiye katmaya çalışan tutumuna<br />
yorabiliriz. Tabii, bu arada Visconti’nin Marksistliğinden<br />
şüphe etmemek gerekiyor. Bütün hayatı boyunca<br />
yaptığı filmlerle, sonradan daha klasik gerçekçi olarak<br />
yaptığı filmlerde de her zaman kendi sınıfının, Aristokrasi’nin<br />
yozluğunu ve dekadansını incelemiştir.<br />
La Terra Trema’dan bahsedecek olursak Visconti,<br />
Giovanni Verga’nın bir romanından esinleniyor. Sicilya’daki<br />
bir kasabaya gidiyor, orada altı ay yaşıyor. Bir yorumcuya<br />
göre oradaki balıkçı ailesini kendi ailesi yapıyor.<br />
O kadar onlarla içli dışlı oluyor ki onlara “benim balıkçılarım”<br />
diye hitap ediyor. Oyuncuları kendi diyalektlerinde<br />
konuşturuyor. Dublaj yapmıyor. Bu yüzden de film İtalya’da<br />
gösterildiğinde çok da anlaşılamıyor. Çünkü İtalyanlar<br />
bu diyalekti anlayamıyorlar. Böyle gerçekten sıra dışı<br />
bir film yapmaya çalışıyor. Bu kadar basit yaşayan bir ailenin<br />
son derece trajik ve bazen Stendhal bir öyküsü var.<br />
Visconti kendi geldiği geçmiş ile böyle bir havaya çeviriyor<br />
filmi. <strong>Film</strong>in birçok okuma katmanı var. Gerçekçilik dışında<br />
başka okuma katmanlarına da bakılabilir filmin. Balıkçılar<br />
bin bir güçlükle elde ettikleri geminin adı “İlahi Takdir”.<br />
Bu gemiyle yolculuğa çıktıktan birkaç sefer sonra gemi<br />
batıyor ve aile perişan oluyor.<br />
Guiseppe de Santis’e gelince gene Vergano<br />
Rossellini’deki fark gibi De Santis de Visconti’den çok farklı<br />
bir aileden geliyor. Deyim yerindeyse De Santis köylü çocuğu.<br />
Tarlalarda doğayla iç içe büyümüş. Dayanışma içerisinde<br />
yaşamış. <strong>Film</strong>lerine de yansıyor bu geçmişi. <strong>Film</strong>leri<br />
pozitiftir, genelde iyiler kazanır. Visconti’nin elegansına<br />
kesinlikle sahip değil. Gramsci’den esinlenen o ulusal popüler<br />
kavramını filmlerine ciddi bir şekilde uygulamaya çalışır.<br />
Değişik türler denemiş, gangster, komedi, müzikal,<br />
erotizm. Bütün bunlardan yararlanmış ve filmlerini sıradan<br />
izleyicinin de tüketebileceği bir hale getirmiş. En<br />
önemli filmi Acı Pirinç. Silvana Mangano, Vittorio Gassman<br />
gibi profesyonel oyuncularla çalışmış. Ticari olarak da bir<br />
hayli başarı elde etmiş filmleri. Ama parti içinde çok şid-
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 205<br />
detli bir şekilde filmleri eleştiriliyor. Bu da De Santis’in<br />
parti içinde daha fazla sahiplenilmesinden, bir anlamda<br />
partinin çocuğu olmasından kaynaklanıyor.<br />
Son olarak Vittorio De Sica’dan bahsedeceğim. De<br />
Sica, daha çok metropol sorunu dediğimiz şehir sorunlarına<br />
eğilmiş bir yönetmen. De Sica’yı tek başına almak doğru<br />
olmaz. De Sica’nın filmlerinin ne kadarının De Sica’nın<br />
ne kadarının Zavattini’nin aslında bu da biraz tartışmalı.<br />
De Sica-Zavattini ortaklığıyla yapılan filmler demek herhalde<br />
daha uygun olur. De Sica’nın aşağı yukarı bütün<br />
filmlerinin senaryosunu yazan Zavattini’dir. De Sica, aktörlük<br />
kökenli bir yönetmen. Hafif komedilerde oynamış,<br />
çok yakışıklı bir adam. Kadınların çok sevdiği bir aktör. İlk<br />
başta kimse inanmıyor De Sica’nın böyle bir yetenek olabileceğine.<br />
Bu sonradan da devam ediyor. Mesela Bisiklet<br />
Hırsızları’ndan sonra Visconti, De Sica’ya “Tamam, iyi bir<br />
film yapmışsın. Ama sen bunlara dublaj yapmışsın. Benim<br />
filminde dublaj olmadı” demiştir. De Sica, uzun yıllar bir<br />
ironiyle karşılanıyor. Ama bu aktörlük döneminde yaptığı<br />
filmler De Sica’ya pek çok şey kazandırıyor. Onun acıma<br />
ve gülme arasında yakaladığı o denge, yani hem trajik ama<br />
aynı zamanda komik dengesini aktörlük döneminden sağlıyor.<br />
Chaplinvari bir hümanizma da kazanıyor bu dönemde.<br />
Kötü karakterlere de hiçbir zaman antipatiyle yaklaşmamak,<br />
insani bir şey bulmak hep filmlerdeki rollerinden<br />
geliyor. Bu aynı zamanda çok fazla sınıfsal bir bakış açısı<br />
olmadığını da gösteriyor. De Sica’nın karakterlerinden nefret<br />
etmezsiniz. İnsan, kötü taraflarıyla da sevilebilir.<br />
De Sica’nın filmlerine genel bir şekilde bakarsak savaş<br />
sonrası şehirlerdeki sorunlara eğildiğini görürüz. İşsizlik,<br />
çocuk istismarı, yoksulluk, barınma sorunları bu filmlerin<br />
ortak özellikleri. De Sica’nın siyasi bağlantısına gelince bu<br />
çok kolay anlaşılır bir şey değil. Hıristiyan Demokrat olduğuna<br />
inanıyor Zavattini ile beraber. Ama Zavattini kilisenin<br />
siyaset ilişkisi üzerindeki etkisini çok eleştiren sözler<br />
söylüyor. Benim filmlerinden okuduğum kadarıyla bunların<br />
temel sorunu kurumlara karşılar. Ben bir tür pozitif<br />
anarşizm görüyorum De Sica’da. Asıl istedikleri bir tür Hı-
206<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
ristiyan kardeşliği ve dayanışma. De Sica’ya göre ki biraz<br />
karamsar filmler yapmıştır aslında, bu dayanışma da pek<br />
mümkün değildir. Diyor ki, “Dayanışma oluyor. Ama bu ne<br />
kadar Bisiklet Hırsızları’nda olduğu gibi bu 24 saat sürüyor.<br />
Benim elimde olsa tüm filmlerimi başından sonuna<br />
kadar egoizm 1, egoizm 2, egoizm 3 olarak adlandırırdım”.<br />
Dayanışmanın mümkün olmadığını görüyorlar. Zaten<br />
Umberto D ile beraber bu iyice çözülüyor.<br />
Bisiklet Hırsızları’nda bu kurumlara karşılık, pozitif<br />
anarşizm oldukça açık bir şekilde görülüyor. Mesela Ricci,<br />
bisikletinin kaybolduğunu polise bildiriyor. Polis, hiçbir ilgi<br />
göstermiyor, “bisikletini kendin ara, bulursan da bize haber<br />
ver”, diyor. Yani, çok ilgisiz davranıyor. Aynı şekilde<br />
Ricci parti merkezine gittiğinde odada da onu azarlıyorlar.<br />
Çünkü tam o sırada orada bir konuşma yapılıyor. Konuşma<br />
ironik bir şekilde işsizlik üzerine. Aynı şekilde kilise de<br />
bu eleştiriden nasibini alıyor. Bir kovalama sahnesi vardır<br />
filmde, Ricci yaşlı bir adamı kovalar. Kiliseye girerler, kilisede<br />
ayin gibi bir şey vardır. Fakirlere yemek verilir. Ama<br />
bu işi yapan çok kötü çizilmiş bir kadındır. Meryem Ana<br />
gibi değildir. Burjuva, zengin, ikiyüzlü olarak tasvir edilmiştir.<br />
Kilisedeki ayin ve Ricci’nin kovalamacası arasında<br />
hiçbir kesişme yoktur. Yani bütün bu kurumlar içerisinde<br />
insan yalnız başına hareket eder.<br />
Akımın nasıl sona erdiğine de kısaca değineceğim.<br />
1948’den sonra toplumsal dönüşüm söz konusu. Özellikle<br />
komünizmin artık istenmeyen bir hareket olması, Prag’da<br />
devrimin olması. Soğuk Savaş başlar. İtalya, ekonomik<br />
kalkınmasını tek Amerikan yardımına endeksler. Marshall<br />
planı gündeme gelir, İtalya’nın para alma durumu vardır.<br />
Ekonomik olarak kalkınmaya başlanması <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’i<br />
istenmeyen bir akım haline getirir. Bir başka neden de<br />
İtalya’nın artık daha modern, kapitalizmle daha uyumlu<br />
daha kalkınmış bir ülke olması. Kırsal kökenli bir toplumdan<br />
yavaş yavaş kentli gelişmiş bir toplum olmaya başlaması.<br />
Daha modernist bireysel akımlar topluma daha cazip<br />
gelmeye başlar. <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik naif kalır böyle bir<br />
toplumda. Antonioni, bu dönüşümü çok güzel özetliyor:
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 207<br />
“Artık bisiklet problemini metaforik olarak çözdüğümüze<br />
göre bisikleti kaybolan adamın kafasındakilerle uğraşmak<br />
istiyorum. Bu adamın geçmiş deneyimleri nelerdir İç<br />
dünyası nasıldır Bunları anlatmak istiyorum”.<br />
E<br />
ngin Ayça: Biz, bu İtalyan <strong>Yeni</strong> Gerçekçiliğinden ne<br />
dersler çıkarabiliriz, bunları da konuşmamız gerek.<br />
İtalya’daki bu akım bana epey dersler çıkarıyor Türk sineması<br />
konusunda.<br />
Öncelikle <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’te yoğun bir entelektüel çalışma<br />
var. Yayınlar ve kitaplar var. Yani alt temeli bilgiyle<br />
ve düşünceyle atılmış. O zaman yayınlanmaya başlanmış<br />
dergiler bugün dahi çıkıyor. Birden fazla dergi yayınlanıyor.<br />
Ama sadece dergi de değil. Gazete sayfalarında sinema<br />
yazıları çıkmakta. Türk sinemasında ise tam tersi bir durum<br />
söz konusu. Yaratıcılar hep arkalarını dönmüşler.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik sıfırdan doğmuyor. Geçmişten, özellikle<br />
30’ların sinemasından da birçok şey alıyor. Ulusal bir<br />
İtalyan sineması nasıl yaratırız, bu tartışılıyor. Özellikle<br />
dergilerde daha filmler çekilmeye başlanmadan önce bu<br />
tartışmalar yapılıyor. Bu tartışmaları yapan kişiler daha<br />
sonra sinemacı oluyorlar.<br />
Gramsci’nin halkçı popüler bir kültür yaratmasından<br />
bahsedildi. Hem halkçı olacak hem de ulusal olacak.<br />
Mussolini’den ulusalcılığından sonra farklı bir ulusalcılık<br />
söylemi gündeme geliyor. Kökünü halk direniş hareketinden<br />
alıyor. Tartışmaların içinde olan film çekenlerin birçoğu<br />
Komünist Parti’li. O dönemde İtalya’da Komünist Parti<br />
çok güçlü. Sonradan İtalya’daki politika değişimleri sonucu<br />
komünistler muhalefete itilip ve ebedi muhalif durumda<br />
kalmaları her türlü şeyle sağlanmıştı. Bir daha siyasal iktidara<br />
komünistler gelememişti. Savaş sonrasında tüm ülkelerde<br />
sol hareketler, komünistler güçlü olarak çıkmışlardı.<br />
Bunların önünün kesilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla<br />
sola açık filmlerin de sulandırılması gerekiyordu. İtalyan<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi sineması sert, çıplak gerçekçilikten yavaş<br />
yavaş pembe gerçekçiliğe, popülist gerçekçiliğe, özellikle<br />
gelenek komedisine kaymıştır. Mesela Germi’nin ilk dönem
208<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
filmlerine baktığınız zaman çok daha yalın, komedi olmayan<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmlerdir. Ama daha sonraki filmleri<br />
daha komedi ağırlıkta sosyal içerik taşıyan filmlerdir. Bisiklet<br />
Hırsızları gibi bir filmden sonra Ekmek, Aşk bilmem<br />
ne gibi filmler yapmıştır. Sermaye İtalyan sinemasına el<br />
koyuyor. Büyük yapım evleri ve büyük dağıtım evleri olaya<br />
el koyuyor. Böylece İtalyan sineması daha kabul edilebilir,<br />
topluma uygun filmler üretmeye başlıyor.<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in kökenlerinden bahsetmek istiyorum<br />
biraz da. Sinemada ulusal İtalya’ya özgü bir model<br />
yaratmak için yola çıkılıyor. Birinci olarak bölgesel gelenek<br />
çok önemli. 30’lardaki filmlerin içinde bölgelerin özelliklerini<br />
ön plana çıkaran filmler var. Hatta kimi zaman bir<br />
Napoli sinemasından söz edilebilir mi deniyor. İkincisi kaligrafi.<br />
Nasıl bir sinema olsun diye düşünülüyor. Stil nasıl<br />
olacak, nasıl bir anlatım dili olacak. Yazılarda bu tartışılıyor.<br />
İtalya’ya özgü bir model yaratmak için teorik tartışmalar<br />
yapılıyor. Mussolini zamanında bir takım propoganda<br />
filmleri yapılıyor. Her ne kadar propaganda filmi de olsa,<br />
hayatı çekiyorlar. Neticede yönetmenin gerçeklerle yüz yüze<br />
gelme durumu var. Fransız sinemasının da etkisi var.<br />
Rossellini ve Visconti, Fransa’da bulunmuşlar. O zamana<br />
kadar İtalya sineması, dünya sineması içerisinde önde gelen<br />
ülke sinemalarından biri değil. Bunun da bir ezikliği<br />
var İtalyan sinemacılarda. <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik ile bir çıkış yapılmak<br />
isteniyor.<br />
Amatör oyuncu kullanımında Cinecitta’nın savaş sonrasında<br />
kullanılamaz olması ve finansal sebepler mi ağır<br />
basıyor diye düşünüyorum. <strong>Yeni</strong> Gerçekçi sinema kendi<br />
oyuncularını da yaratmıştır. Sadece sokaktaki insanlar<br />
değil Anna Marianni gibi oyuncular da çıkmıştır.<br />
O sırada Arnheim, Pudovkin, Eisenstein’ın kitapları<br />
çevriliyor. Bütün bunlar bir birikim yaratıyor ve bunların<br />
üzerine nasıl bir İtalyan sineması yaratılacağı tartışılıyor.
<strong>Yeni</strong> Gerçekçilik <strong>Paneli</strong> 209<br />
DİNLEYİCİ SORULARI<br />
Bugünkü İtalyan sinemasına <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in etkileri<br />
nasıl oldu<br />
O<br />
ğuz Onaran: Elbette, <strong>Yeni</strong> Gerçekçilik’in İtalyan sinemasına<br />
çok büyük etkileri oldu. Ancak bugünkü<br />
İtalyan sineması o büyük yönetmenlerin İtalyan sineması<br />
değil artık. Daha bir yumuşak bir sinema.<br />
Akımların ne zaman başladığını saptayamayız. <strong>Yeni</strong><br />
Gerçekçilik kapsamında ne zamana kadar geldi Buradaki<br />
gösterimler Rocco ve Kardeşler ile başladı. Mesela<br />
bu filmi kapanış filmlerinden biri olarak sayabilir miyiz<br />
Daha geniş bir şekilde hangi yıla kadar getirilebilir<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi filmler<br />
O<br />
ğuz Onaran: Bu konuda çok farklı değişik görüşler<br />
var. Bir film <strong>Yeni</strong> Gerçekçi bir film midir, değil midir,<br />
o da tartışmalı. Bana kalırsa örneğin Rocco ve Kardeşleri<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi bir film değil. Elbette izler taşıyor. Şehre gelen<br />
bir aile. <strong>Film</strong>de ünlü oyuncular var. Ama bir de<br />
Dostoyevski eklentisi var. “Budala”dan bir eklenti. Dolayısıyla<br />
ben bu filmi <strong>Yeni</strong> Gerçekçi saymıyorum.<br />
Nereye kadar alalım Napoli Altını, Vittorio De Sica’nın<br />
<strong>Yeni</strong> Gerçekçi midir, değil midir, Tartışılabilir.<br />
Engin Ayça Kimdir<br />
1941 yılında Edremit'te doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi.<br />
İtalya'nın Roma kentinde Centro Sperimentale di Cinema'da<br />
sinema eğitimi gördü. İstanbul Üniversitesi Foto <strong>Film</strong><br />
merkezi'nde çalıştı. 1973-75 arasında Nezih Coş ve Atilla<br />
Dorsay'la birlikte 7. Sanat adlı sinema dergisini çıkardı.<br />
1974-86 yılları arasında TRT İstanbul televizyonunda<br />
yönetmenlik yaptı; belgeseller ve kültürel filmler çekti. 1987<br />
yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi Bez Bebek içerde ve<br />
dışardaki festivallerde ödül aldı. Bunu 1992 yılında yönettiği<br />
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu izledi. Sinema üzerine iki
210<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2004<br />
çeviri kitabı bulunuyor "Ayzenştayn'ın Ders Notları",<br />
"Sinemanın 100 yılı".<br />
Aslı Daldal Kimdir<br />
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler<br />
Bölümü'nde lisans, yüksek lisans ve doktora yaptı. Türkiye<br />
Bilimler Akademisi'nin verdiği bir bursla ABD'de, Duke<br />
Üniversitesi, Edebiyat Bölümü ve Eleştirel Etüdler<br />
<strong>Merkezi</strong>'nde Fredric Jameson ile çalıştı. Doktora tezi, Art,<br />
Politics and Society: Social Realism in Italian and Turkish<br />
Cinemas adıyla 2003 yılında Isis Yayınları tarafından<br />
kitaplaştırıldı ve bu eseriyle Türk Sosyal Bilimler Derneği<br />
tarafından 2004 Genç Sosyal Bilimciler Ödülü'ne layık<br />
görüldü. Çeşitli üniversitelerde sinema ve sanat sosyolojisi<br />
alanında dersler veren yazar, halen Boğaziçi ve Yıldız<br />
Üniversitelerinde görev yapmaktadır.<br />
Oğuz Onaran Kimdir<br />
1935 İzmir doğumludur. Ankara <strong>Film</strong> Festivali’nin<br />
kurucularındandır ve uzun yıllar festivalin programının<br />
gerçekleştirilmesine emek vermiştir. Uzmanlık alanı kamu<br />
yönetimi olan Onaran, Ankara Üniversitesi’nin İletişim<br />
Fakültesi’nde dekanlık yapmıştır. 2006 yılında Uçan<br />
Süpürge Kadın <strong>Film</strong>leri Festivali tarafından Bilge Olgaç<br />
Başarı Ödülü’ne layık görülmüştür. Çeşitli üniversitelerde ve<br />
kurumlarda sinema dersleri vermektedir. Sinema<br />
tutkusunun yanı sıra piyano da çalmaktadır.<br />
Yayımlanmış kitapları arasında Seçil Büker ile birlikte<br />
yazdığı Sinema Kuramları ve Türkiye’deki sinema ile ilgili<br />
yayınlarla ile ilgili bir bibliyografça çalışması bulunmaktadır.