23.01.2015 Views

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

PDF olarak indir - YDİ Çağrı

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Karkerên jin û mêr!<br />

Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />

we yê wendakirinê tune!<br />

Hûn dikanin cîhanekê<br />

nu wergirin!<br />

Kadın ve erkek işçiler!<br />

Zincirlerinizden başka<br />

kaybedecek birşeyiniz yok!<br />

Kazanacağınız<br />

yeni bir dünya var!<br />

Şubat 2009/02 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X130<br />

AYLIK<br />

SİYASİ<br />

GAZETE<br />

SAYI l HEJMAR


• editörden - içindekiler<br />

Editörden...<br />

Değerli Okuyucu,<br />

kapitalizmin-emperyalizmin<br />

krizi tüm hızıyla devam ediyor.<br />

Etkilenmeyen veya etkilenmediğini<br />

söylemeyen sektör yok gibi. Kime<br />

sorsanız işler kötü gidiyor.<br />

Azami kar hırsıyla hareket<br />

eden kapitalist yağma ve sömürü<br />

sistemi, milyonlarca emekçiyi açlık<br />

ve yoklukla karşı karşıya bırakıyor!<br />

Refah dönemlerinde kara ortak<br />

edilmeyen milyonlarca emeğiyle ve<br />

alınteriyle geçinen işçi ve emekçiden<br />

kriz dönemlerinde en büyük<br />

fedekarlık bekleniyor.<br />

İşçiler ailelerini geç<strong>indir</strong>ebilmek<br />

için hiçbir güvenceye sahip olmadan<br />

pervasızca sokağa atılıyorlar!<br />

Peki bu kader mi, değiştirilemez<br />

mi<br />

Hayır kader değil ve<br />

değiştirilebilir!<br />

Yeter ki işçi sınıfı ve emekçiler<br />

durumlarının ve güçlerinin farkına<br />

varsınlar!<br />

Yeter ki işçiler ve emekçiler "Bana<br />

dokunmayan yılan bin yaşasın!"<br />

mantığıyla sınıf kardeşlerinin<br />

işten atılmalarına ve mağdur<br />

edilmelerine sessiz kalmasınlar!<br />

Yeter ki işçiler kendi öz çıkarlarını<br />

savunan, bayrağında herkesten<br />

yeteneğine göre, herkese emeğine<br />

göre ilkesinin yer aldığı sosyalist<br />

toplum için mücadele eden öz<br />

örgütlenmelerini yaratsınlar.<br />

Yeter ki işçiler kendiliğinden sınıf<br />

olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf<br />

oluversinler!<br />

İşgaller, savaşlar ve her türlü<br />

zulümlerle ayakta tutulmaya<br />

çalışılan kapitalist barbarlık<br />

düzenine karşı alternatif bugün her<br />

zamankinden daha fazla<br />

"Ya Barbarlık içinde yok oluş, ya<br />

Sosyalizm!"dir.<br />

Bunun ortası yoktur: Barbarlığa<br />

karşı mücadele etmiyorsak,<br />

barbarlığa göz yumuyorsak, onun<br />

sürüp gitmesini ve tüm insanlığın<br />

kuyusunu kazmasını destekliyoruz<br />

demektir!<br />

Tüm sınıf dostlarını barbarlığa<br />

karşı insanlık mücadelesinde yer<br />

almaya çağırıyoruz!<br />

YDİ ÇAĞRI, 05.02.2009 √<br />

İçindekiler<br />

GÜNDEM<br />

Kapitalizmin krizi, emekçilerin çıkmazı. . . . . . . . . . . . . . . . . 3<br />

Egemenler arasında iktidar dalaşı ve Ergenekon operasyonları sürüyor. 4<br />

TRT Şeş neyin nesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5<br />

İktidar mücadelesinde yüksek yargı nasıl rol oynuyor. . . . . . . . . . 6<br />

HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />

Hâlâ Hrantız, hâlâ Ermeniyiz… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7<br />

Katledilişinin 2. yılında Hrant anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

Hrant İzmir’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

İsrail saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />

“Hrant için adalet için”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />

GÜNCEL<br />

İki genç kaçırıldı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />

Kürt anneler anadilde eğitim hakkı istedi. . . . . . . . . . . . . . . . 10<br />

Anadilde Eğitim hakkı eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1<br />

Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2<br />

Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3<br />

Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . .EK:4<br />

Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />

Çimsetaş’ta işçi kıyımı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />

Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:5<br />

İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6<br />

SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6<br />

Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7<br />

Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8<br />

Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />

YENİ KADIN DÜNYASI<br />

Türkiye'de kadın sığınmaevleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11<br />

PANORAMA<br />

İşgal sona mı eriyor - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - . . . . . . . . . . . . 12<br />

Açık hava cezaevinde “fosforlu” katliam - GAZZE/ FİLİSTİN - . . . . . . . 13<br />

Savaşın seçimi, seçim savaşı - İSRAİL-FİLİSTİN- . . . . . . . . . . . . . 14<br />

OKUR MEKTUBU<br />

Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır . . . . . . . . . . . . . . . . 15<br />

YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />

Yeşiller Partisi üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18<br />

YDİ Çağrı’nın barajlara karşı takındığı tavır üzerine . . . . . . . . . . . 19<br />

YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />

Gençlerden İsrail protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19<br />

Her türlü işe 180 TL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19<br />

• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />

• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:<br />

Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul<br />

• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:<br />

Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />

• Sayı: 130 · Şubat 2009 • ISSN 1301-692X130<br />

• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />

• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.<br />

Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul<br />

• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />

mail@ydicagri.org<br />

www.ydicagri.org<br />

2


gündem<br />

Kapitalizmin krizi,<br />

emekçilerin çıkmazı<br />

Mali k riz tüm dünyay ı<br />

sarsmaya ve emekçileri<br />

vurmaya devam ediyor.<br />

Milyarlarca dolarlık yardım paketleri,<br />

devletleştirme, üretimi durdurma,<br />

işçi çıkartma önlemlerine rağmen<br />

kriz derinleşerek büyüyor. Dev tekeller<br />

zor durumda olduklarını, gelecek<br />

açısından kaygılı olduklarını her fırsatta<br />

dile getiriyorlar. Kapitalizmin<br />

bir ürünü ve olağan sonucu <strong>olarak</strong><br />

dalga dalga büyüyen ekonomik kriz<br />

emekçileri yığınlar halinde işsizliğe<br />

yoksulluğa itiyor.<br />

Buna karşı Davos’ta düzenlenen<br />

Dünya Ekonomik Forumunda bir<br />

araya gelen tekellerin ve devletlerin<br />

yöneticileri krizden çıkış yollarını<br />

tartışmaya başladılar. Krizin sahipleri,<br />

krizi aşmak için yeni kararlar alacak,<br />

milyarlarca işçinin, emekçinin<br />

kaderini belirleyecekler. Kârlarının<br />

korunması, şirketlerinin batmaması,<br />

bugünkü iktidarlarının sarsılmaması<br />

için. Bu elbette büyük, yoksul ve hala<br />

sessiz çoğunluğun canları pahasına<br />

olacaktır.<br />

Uluslararası Para Fonu (IMF)<br />

Kasım ayında açıkladığı küresel büyüme<br />

tahminini %2,2’den %0.5’e<br />

çekti.<br />

Ayrıca aynı dönemde ABD ekonomisi<br />

için 0,7 oranında daralma tahmini<br />

yapılmıştı. Oysa revize edilen<br />

raporda ABD ekonomisinde 2009<br />

için %1,6 küçülme öngörülüyor.<br />

IMF’nin bu raporu öncesinde<br />

ABD’nin dev tekellerinin açıkladığı<br />

işçi çıkarma planları durumu gözler<br />

önüne seriyor. İş makineleri üreticisi<br />

Caterpillar 2009 yılında 20 bin,<br />

tarım aletleri üreticisi Deere 700, ormancılık<br />

alanında faaliyet yürüten<br />

Şiret ABD fabrikasından 190 işçiyi<br />

işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca<br />

Uluslararası çelik devi Corus’un ise<br />

tüm fabrikalarından toplam 3 bin<br />

500 işçinin işine son vereceği iddia<br />

edildi. 2008 yılında ABD’de yaklaşık<br />

2 milyon 500 bin kişi işini kaybetti.<br />

Ekonomi uzmanları 2009 yılında<br />

yeni işsizler ile birlikte bu rakamın<br />

katlanacağı görüşündeler. Elbette<br />

ekonomi devi ABD’deki bu durum<br />

tüm dünyayı, milyonlarca insanı etkiliyor<br />

ve etkilemeye devam edecek.<br />

Kriz bizi teğet geçiyor!!!<br />

Tüm dünyada bunlar olurken birilerine<br />

göre ortada kriz filan yok sorun<br />

psikolojik. Oysa İş Kurumlarının<br />

önünde kuyruklar oluyor, işsizlik<br />

ödeneği alanların sayısı geçen yıla<br />

göre iki-üç kat artıyor. Büyük fabrikalar<br />

birbiri ardına üretime ara<br />

verme ve işçi çıkarma kararları alıyor.<br />

Son <strong>olarak</strong> Pirelli ve Brisa krizi<br />

gerekçe göstererek işçi çıkarmaya yöneldi.<br />

İşten çıkarılan Gürsaş ve Sinter<br />

Metal işçileri ise işe geri alınmaları<br />

ve sendikal haklar için mücadele ediyorlar.<br />

Şimdiden yüzbinlerce işçi işsiz<br />

kaldı. Yani “kriz bizi teğet geçiyor”.<br />

Emekçileri yoksulluğa iten kriz<br />

aynı zamanda birilerine fırsat kapıları<br />

da açıyor. Patronlar kriz gerekçesi<br />

ile işçiler için kölelik koşulları<br />

talep ediyor, sendikalı işçileri işten<br />

çıkarıyor, sendikalaşma girişimlerini<br />

önlüyor. Patronların son bir yıldır<br />

dile getirdikleri talepler 28 Ocak’taki<br />

Üçlü Danışma Kurulu toplantısı öncesinde<br />

tekrar gündeme geldi. İşçi,<br />

işveren ve hükümet temsilcilerinin<br />

ekonomik kriz gündemi ile bir<br />

araya geleceği toplantı öncesi İşveren<br />

Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)<br />

bir rapor yayınlayarak hükümetten<br />

beklentilerini sıraladı. Grevlerin yasaklanmasını,<br />

işten atılan işçilerin<br />

işe iade davası açmalarının engellenmesini,<br />

sigorta primlerinin yarısının<br />

<strong>indir</strong>ilmesini ve kalan yarısının ise<br />

ertelenmesini isteyen patronlar kendileri<br />

için tam bir saltanat, işçiler için<br />

ise kölelik koşulları öngörüyorlar.<br />

Telafi çalışması, denkleştirme, geçici<br />

iş sözleşmesi gibi esnek çalıştırma<br />

maddelerinin İş Kanunu’na eklenmesini<br />

de talep eden patronlar kendi yarattıkları<br />

krizin faturasını emekçilere<br />

ödetmek için çabalıyorlar.<br />

Bu tabloya karşı emekçiler bir<br />

çıkmaz içerisindeler. Hala ciddi bir<br />

karşı koyuş örgütlenebilmiş değil.<br />

Sendikaların büyük çoğunluğu göstermelik<br />

eylemler, açıklamalar ile durumu<br />

kurtarmaya çalışıyorlar. En son<br />

24 Ocak’ta Adana’da yapılan eyleme<br />

sadece 3 bin kişinin katılmış olması,<br />

işçi ve emekçilerin sıra kendilerine<br />

gelene kadar pek ses çıkarmadıklarının<br />

bir kanıtı niteliğindeydi.<br />

Elbette bir mucize beklentimiz yok.<br />

Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın<br />

mantığı ve işten atılma korkusu<br />

ile yaşayan milyonların bir anda<br />

silkinmesi ve mücadeleye katılması<br />

henüz öngörülen bir durum değil.<br />

Ancak buna rağmen ücretsiz izne<br />

gönderilen, ücretleri kesilen, ödenmeyen<br />

milyonlarca işçi, yani yılanın<br />

dokunduğu milyonlar mücadele etmekten<br />

başka çarelerinin de olmadığını<br />

görmek zorundalar. Sınıf bilinçli,<br />

sendikalı işçiler diğer fabrikalardaki<br />

işçileri uyarmalı, mücadeleye katmak<br />

için inatçı, sabırlı ve mücadeleci bir<br />

tavır sergilemeliler. Kendi sendikalarının<br />

harekete geçmesini sağlamalı,<br />

sessiz kalanları rahatsız etmelidirler.<br />

Aksi halde “krizin faturasını ödemeyeceğiz”<br />

sloganı iyi niyetten öteye<br />

geçmeyecektir.<br />

Kriz dalgasından Ergenekon<br />

dalgalarına…<br />

Tüm dünya gündemini meşgul eden<br />

ekonomik krizin yanı sıra Türkiye’yi<br />

meşgul eden diğer bir önemli konu<br />

şüphesiz Ergenekon davası. AKP’nin<br />

kendisi için bir tehdit <strong>olarak</strong> gördüğü<br />

devletin derinine müdahalesi dalgalar<br />

halinde sürüyor. 11. dalganın<br />

yaşandığı Ergenekon davasında her<br />

gün yeni iddialar, yeni bilgiler gün<br />

ışığına çıkıyor. Muvazzaf subayların<br />

da gözaltına alınıp tutuklanmaya<br />

başlandığı davada alınan ifadeler ile<br />

ülkenin her köşesinden silah ve patlayıcı<br />

maddeler fışkırmaya başladı.<br />

Ergenekon çetesinin cephaneleri olduğu<br />

iddia edilen silahlar parklardan,<br />

yollardan toplanmaya başlandı.<br />

Davayla birlikte birçok faili meçhul<br />

cinayet, saldırı ve provokasyonlar<br />

hakkında yeni bilgiler su yüzüne<br />

çıktı. Örneğin Ergenekon sanığı Ali<br />

Kutlu’nun 2005 yılı Newroz’unda<br />

Mersin’de olan bayrak yakma olayında<br />

çocukların eline bayrağı veren<br />

kişi olduğu ortaya çıktı.<br />

Son 10-20 yıl içerisinde gerçekleşen<br />

birçok cinayet, bombalama ve suikast<br />

sonrasında adları geçen kişiler şimdi<br />

yıllardır “bekası için kan döktükleri”<br />

devlet tarafından yargılanıyorlar.<br />

Devlet adına ve yetkililerin, siyasetçilerin<br />

bilgisi, kimi zaman direkt<br />

yönlendirmesi ile gerçekleşen cinayetlerin<br />

sorumlusu <strong>olarak</strong> üç-beş<br />

“iyi çocuk” yargılanacak ve sonunda<br />

devlet kendini aklayacak. Aslında<br />

devletin can simidi olan Ergenekon<br />

şimdi AKP’ye ayak bağı olduğu, artık<br />

onlara ihtiyaç kalmadığı için dağıtılıyor.<br />

Dağıtılan, yargılanan çeteler,<br />

yargısız infazlar, katliamlar değil<br />

sadece maşalardır. Sadece maşaları<br />

değil, onlarla birlikte sorumlularını<br />

da yargılayacak ve mahkûm edecek<br />

olan bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa<br />

maruz kalan halklar, işçiler ve<br />

emekçilerdir.<br />

Ve seçim dalgası…<br />

Mart ayında yerel seçimler yapılacak.<br />

Adaylar belirlendi, açıklandı, kıyasıya<br />

mücadele başladı. Aynı zamanda<br />

seçim dalavereleri, yanlış nüfus kayıtları,<br />

bir anda nüfusun artması vb.<br />

tartışmaları da gündeme geldi. Ama<br />

bunların içinde belki de en fazla yer<br />

tutan konu kömür oldu. Belediyeler,<br />

özellikle AKP’li belediyeler tonlarca<br />

kömür dağıtma işine hız verdiler.<br />

Aslında halk en fazla kömür dağıtan<br />

belediye başkanına oy vermeye<br />

çağrılıyorlar. Kimsede kimin kömürünün<br />

kime dağıtıldığı sorusunu<br />

sormuyor. Halkın cebinden alınan<br />

vergilerle alınan kömürler yine halka<br />

sadaka <strong>olarak</strong> dağıtılıyor. Doğalgaza<br />

kış boyunca zam yapıldı karşılığında<br />

kömür dağıtılıyor, kış geçmek üzere<br />

olduğu şu günlerde şimdiye kadar<br />

doğalgaza yapılan % 70 zamdan seçim<br />

yatırımı <strong>olarak</strong> konutlarda %17,<br />

işyerlerinde %18 <strong>indir</strong>im yapıldı.<br />

Adayların birbirlerini yolsuzlukla<br />

suçladıkları seçim dalgası neyi değiştirecek<br />

Halkın hangi sorununa<br />

çözüm getirilecek Elbette işçi sınıfının<br />

çıkarlarına, halka hizmet eden,<br />

dürüst ve samimi adayların seçilmesi<br />

bir kazanım olacaktır. Ancak bu kazanım<br />

aynı zamanda fabrikalarda,<br />

alanlarda, sendikalarda gerçekleştirilmelidir.<br />

Çünkü tabandan bir hareketin<br />

olmadığı koşullarda yöneticiler<br />

ya yozlaşacak ya da yeterli desteğe<br />

sahip olamadıklarından elleri kolları<br />

bağlanacaktır. En alt birimlerden<br />

başlayan bir örgütlenme olmadıkça<br />

seçimlerden elde edilen geçici kazanımlar<br />

pek bir işe yaramayacaktır.<br />

Gerçek çözüm işçi ve emekçilerin<br />

örgütlenmesi temelinde, kendi içlerinden<br />

ve gerektiğinde her an görevden<br />

alınabilen yöneticileri seçmesidir.<br />

Seçimlerde bunun için mücadele<br />

edilmelidir. Bunun olmadığı koşullarda<br />

yapılan seçimler bir aldatmacadan<br />

başka bir şey değildir.<br />

30.01.2009 √<br />

3


gündem<br />

Egemenler arasında iktidar dalaşı ve<br />

Ergenekon operasyonları sürüyor<br />

4<br />

Egemenler arasında süregelen<br />

iktidar mücadelesi, AKP ile<br />

Kemalist kanat arasında karşılıklı<br />

darbelerle, ataklarla sürüyor.<br />

Yüksek yargıda egemen konumlarını<br />

sürdüren Kemalistler, AKP’nin<br />

iktidar yürüyüşünü engellemek için<br />

darbe üzerine darbe yapıyorlar.<br />

Cumhurbaşkanı seçimi döneminde,<br />

meclis toplantı yeter sayısı<br />

ile karar sayısını eşitleyen 367 kararı,<br />

AKP kapatma davası, Anayasa<br />

Mahkemesi’nin türban kararı, en<br />

son Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği<br />

karar yargı darbelerinin örneklerini<br />

oluşturuyor. AKP ise yüksek yargı<br />

tarafından kendisine karşı yapılan<br />

darbelere karşı, karşı darbelerle cevap<br />

veriyor.<br />

Yürüyen Ergenekon soruşturması<br />

iktidar dalaşında, AKP’nin statükocu<br />

ideolojik Kemalist iktidar odaklarını<br />

adım adım iktidardan uzaklaştırma<br />

mücadelesinde, hükümet olmaktan<br />

iktidar olmaya doğru yürüyüşünde,<br />

kendine yakın yargı yoluyla gerçekleştirdiği<br />

bir karşı darbedir. AKP<br />

Emniyet’te kendine bağlı güçler üzerinden,<br />

AKP’nin iktidar yürüyüşünü<br />

durdurmak için bir dizi provokasyon<br />

eylemi yapan Ergenekon çetesinin<br />

üzerine gidiyor.<br />

Bir yandan yargılama sürerken, diğer<br />

yandan Ergenekon operasyonları<br />

sürüyor. Ocak ayı içinde 10. ve 11.<br />

dalga <strong>olarak</strong> adlandırılan yeni gözaltılar<br />

ve tutuklamalar gerçekleşti.<br />

7 Ocak günü 12 ilde eşzamanlı yapılan<br />

baskınlarda 33 kişi gözaltına<br />

alındı. Gözaltına alınan kişiler içinde<br />

önemli şahsiyetler vardı. Emekli<br />

Orgeneral Kemal Yavuz, eski MGK<br />

Genel Sekreteri emekli Orgeneral<br />

Tuncer Kılınç, eski YÖK Başkanı<br />

Kemal Gürüz, Özel Harekat Dairesi<br />

eski Başkan Vekili Susurluk ’çu<br />

İbrahim Şahin bunlardan bazıları<br />

idi.<br />

G ö z a l t ı l a r ı n o l d u ğ u g ü n ,<br />

Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları<br />

Genelkurmay’da saatler<br />

süren toplantı yaptılar. 8 Ocak günü<br />

komutanların eşleri topluca Tuncer<br />

Kılınç’ın evine giderek Kılınç’ın eşine<br />

geçmiş olsun dileklerini ilettiler.<br />

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ,<br />

Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yüz<br />

yüze görüştü. Bu görüşmelerin arkasından<br />

iki “paşa” serbest bırakıldı.<br />

10. dalgada gözaltına alınan 33 kişiden,<br />

dördü muvazzaf asker olmak<br />

üzere 16 kişi tutuklandı. Aranan<br />

Yarbay Mustafa Dönmez polise değil,<br />

askerlere teslim oldu. Tutuklanan<br />

Dönmez Askeri Cezaevine konuldu.<br />

Susurluk’çu İbrahim Şahin ve<br />

Mustafa Dönmez’in evinde bulunduğu<br />

iddia edilen krokilerle yapılan<br />

kazılarda, yeraltında çok sayıda askeri<br />

cephane bulundu.<br />

İki eski önemli “paşa”nın gözaltına<br />

alınması, Kemalistlerin akıl hocası,<br />

cin fikirli eski Yargıtay Cumhuriyet<br />

Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun evinin<br />

aranması, bunlara “istediğimiz<br />

zaman sizi alırız” mesajı yanında,<br />

gözdağı verilmektedir.<br />

Egemenler arasındaki iktidar dalaşında,<br />

statükocu ideolojik Kemalist<br />

kanadın saflarında konaklayan, 10.<br />

dalgada gözaltına alınıp tutuklanan,<br />

çok sevdiği iki “paşa”sının yanına<br />

konulan Yalçın Küçük 15 gün sonra<br />

serbest bırakıldı.<br />

11. dalgada, 16 ilde çoğunluğunu<br />

polis ve askerlerin oluşturduğu 26<br />

kişi gözaltına alındı. 11. dalgada sermayenin<br />

işçi sınıfı içindeki Truva atı<br />

olan, faşist Türk Metal Sendikası’nın<br />

Genel Başkanı Mustafa Özbek ve 4<br />

sendika yöneticisi de gözaltına alınanlar<br />

arasındaydı.<br />

Taşeron sendika Türk Metal<br />

Başkanının ve yöneticilerinin gözaltına<br />

alınmaları hakkında Birleşik<br />

AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan,<br />

darbe ortamı hazırlamak isteyen, darbe<br />

teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini<br />

tasfiye etme noktasında uzlaşmış görünüyor.<br />

Bu uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin<br />

orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf<br />

subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları<br />

düşünülemezdi.<br />

Metal İşçileri Sendikası yaptığı<br />

açıklamada doğru <strong>olarak</strong> şunları<br />

söylüyor:<br />

“Örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden<br />

çok işverenlerin bir taşeronu<br />

gibi çalışarak yıllardan beri işçileri<br />

haklarını korumak adına işçi kıyımlarını<br />

gerçekleştiren, otuz yıldır başında<br />

olduğu kurumu bir kışlaya çeviren,<br />

bırakın demokratik işleyişi, en<br />

baskıcı yönetim modellerinde bile az<br />

rastlanacak yöntemlerle yöneticilik<br />

yapmaya çalışan bu kişilerin, bugün<br />

karşılaştıkları durum, asla sendikalara<br />

ve sendikacılığa karşı yapılmış bir<br />

müdahale <strong>olarak</strong> algılanmamalıdır.<br />

İşverenlerin, işçileri işten çıkartmasına<br />

göz yuman, örgütlenmesini<br />

işçilerin talepleri üzerine değil, işverenlerin<br />

beklentileri ve çağrıları<br />

üzerine kuran, işçi aidatlarını adına<br />

kurduğu vakıf üzerinden kullanan,<br />

bazı iddialara göre ise, sahibi olduğu<br />

Avrasya televizyonu için aldığı reklamlar<br />

karşılığı on binlerce işçinin<br />

hakkını işverenlere peşkeş çeken<br />

böyle bir anlayışın sendikacılıkla ve<br />

sendika adıyla anılmaması gerekir.”<br />

(Birleşik Metal İşçileri Sendikası, basın<br />

bülteni, 22.01.2009)<br />

11. dalgada gözaltına alınan 26 kişiden,<br />

içlerinde Mustafa Özbek’in<br />

de bulunduğu çoğunluğu polis ve<br />

muvazzaf asker olmak üzere 18 kişi<br />

tutuklandı.<br />

Ergenekon adı verilen örgütlenme,<br />

AKP’nin hükümet olmasından sonra,<br />

iktidar tekelini kaybetme tehlikesi<br />

bulunan ordu merkezli Kemalist kanadın<br />

iktidarını korumak, AKP’nin<br />

iktidar yürüyüşünü engellemek için<br />

harekete geçen, süreç içinde kontrolden<br />

çıkan, AKP’yi yıkmaya yönelen<br />

bir örgütlenmedir.<br />

AKP ile Genelkurmay; kontrolden<br />

çıkan, darbe ortamı hazırlamak<br />

isteyen, darbe teşebbüsünde bulunan<br />

Ergenekon çetesini tasfiye etme<br />

noktasında uzlaşmış görünüyor. Bu<br />

uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin orgeneral<br />

eskilerine uzanması, muvazzaf<br />

subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları<br />

düşünülemezdi.<br />

Genelkurmay’ın 10. ve 11. dalgaya<br />

esasta sessiz kalması, yapılan açıklamanın<br />

sadece “yargısız infaz yapılmamasına<br />

dikkat edilmesi” ile<br />

yetinilmesi, intihar eden JİTEM’in<br />

Diyarbakır grup komutanı, sayısı<br />

belirsiz cinayetin sorumlusu emekli<br />

Albay Abdulkerim Kırca’nın cenaze<br />

törenine komuta kademesinin tam<br />

tekmil katılması, AKP ile bir uzlaşma<br />

olduğu gerçeğini değiştirmiyor.<br />

10. ve 11. dalganın da gösterdiği<br />

gibi egemenler arasında iktidar mücadelesi<br />

sürüyor. Bu mücadele içinde<br />

desteklenecek, taraf tutulacak bir yan<br />

yoktur. Egemenlerin bütün kanatları<br />

işçi, emekçi düşmanıdır. Al AKP’yi<br />

vur Kemalistlere!<br />

Başbakan Erdoğan’ın 11. dalga<br />

ardından takındığı “çeteleri, mafyayı<br />

tasfiye ediyoruz” tavrı boştur.<br />

AKP’nin bir bütün <strong>olarak</strong> çeteleri<br />

tasfiye etme tavrı, derdi yoktur. AKP<br />

kendi iktidarını yıkmaya yönelen<br />

çeteyi tasfiye etmektedir. Bu tasfiye<br />

yapılırken AKP’nin kendisi devlet<br />

içinde çeteleşmektedir.<br />

Sermayenin çıkarlarını korumak<br />

için örgütlenmiş zor aracı olan burjuva<br />

devleti, ezilenlerin mücadelesini<br />

bastırmak için çeşitli dönemlerde<br />

devlet içinde çeşitli çete örgütlenmeleri<br />

örgütlemiştir. TC’nin tarihi bu<br />

tür çetelerle doludur.<br />

Demokrasi, özgürlük, bağımsızlık,<br />

çetesiz devlet; bu düzende<br />

gerçekleşemez!<br />

Çetesiz devlete ancak işçilerin,<br />

emekçilerin devrimi varılabilir. Ve<br />

bir gün mutlaka varılacaktır!<br />

26 Ocak 2009 √


gündem<br />

TRT Şeş neyin nesi<br />

2008’in son aylarında AKP bir<br />

dizi açılımlarda bulundu. Alevi<br />

açılımı, Nazım Hikmet’in TC<br />

vatandaşlığına alınması, diğer bir<br />

açılım da Kürt açılımı idi. Başbakan<br />

Erdoğan, 1 Ocak 2009’da, TRT 6'ya<br />

verdiği görüntülü mesajda Kürtçe<br />

<strong>olarak</strong> 'TRT Şeş bi xêr be' diyerek<br />

TRT Şeş’in resmen yayınını başlatarak<br />

Kürt açılımını da başlatmış oldu.<br />

TRT 6’nın açılışı birçok gazetede<br />

manşet, birçoğunda da ilk sayfada<br />

yer aldı. Erdoğan Kürt illerine yaptığı<br />

gezide istediğini bulamayınca<br />

TRT Şeş’i gündeme getirdi. Devlet 90<br />

yıldır Kürtlerin varlığını inkâr etti.<br />

Kürtleri “Dağ Türkleri”, dillerini ise<br />

“Dağda karda yürürken kart kurt”<br />

<strong>olarak</strong> gördü. Daha dün Mecliste<br />

DTP’li vekiller bayram mesajını<br />

Kürtçe yazınca, meclis tutanaklarına<br />

“bilinmeyen dil” <strong>olarak</strong> kaydedilen,<br />

bu bilinmeyen dilde devletin<br />

Televizyonu yayın yapmaya başladı.<br />

İnsan bu ne yaman çelişki diye düşünmeden<br />

edemiyor. TRT’de Kürtçe,<br />

Mecliste “bilinmeyen dil”! Devlet<br />

birden bire Kürtleri keşfetti ve onların<br />

da bu ülkede vatandaş olduğunu<br />

görüp, onlara da ‘hizmet’ götürmeye<br />

karar mı verdi Daha önce Türkçe<br />

alt yazılı haftada 45 dakika Kürtçe<br />

yayının ilgi görmemesi üzerine, TRT<br />

Şeş devreye sokuldu. Haftada 45 dakikalık<br />

yayının gelişen Kürt ulusal<br />

hareketini kontrol altına almada hiçbir<br />

işlevinin olmadığını gören devlet,<br />

TRT Şeş ile Kürt ulusal hareketini<br />

kontrol altına almayı planlamaktadır.<br />

TRT Şeş bunun için gündemde.<br />

TRT Şeş tek başına AKP’nin karar<br />

verip uyguladığı bir şey de değil. Bu<br />

ülkede devletin kırmızı çizgileri konusunda,<br />

MGK ve ordunun onayı<br />

alınmadan bugüne kadar herhangi<br />

bir adım atılamamıştır. Kürt sorunu<br />

da devletin kırmızı çizgisidir. AKP,<br />

MGK ve ordunun da onayını alarak<br />

böyle bir girişimde bulunmuştur.<br />

Böylece devlet bugüne kadar asimile<br />

edemediği kendi Kürdü’nü yaratmaya<br />

soyundu. Bununla birlikte<br />

inkâr ettiği Kürtlerin varlığını da<br />

resmen kabul etmiş oldu.<br />

90 yıldan bu yana Kürtlerin<br />

varlığını kabul etmeyen devlet,<br />

ne oldu da bugün devletin<br />

resmi kanalında Kürtçe yayın<br />

yapıyor<br />

Önce şunun bilinmesi gerekir ki,<br />

ne AKP ne de temsil ettiği bu devlet<br />

Kürtleri çok sevdiği için Kürtçe<br />

yayın yapmaya başlamadı. TRT Şeş<br />

Kürtlerin yürüttüğü mücadelenin<br />

sonucu gündeme getirilmiştir. Eğer<br />

bir kazanımdan bahsedilecekse, bu<br />

kazanım Kürtlerin mücadelesinin<br />

sonucu olan bir kazanımdır. AB’ye<br />

hoş görünme de bunda belli bir rol<br />

oynamıştır. Bu durum artık Kürtçe<br />

üzerinde yasakların kalktığı anlamına<br />

da gelmiyor. Kürtçe yayın yalnız<br />

devlete serbest, Kürtlere yasak!<br />

Türkiye'de yasalara göre W, Q ve X<br />

harfleri yasaklı harfler listesinde.<br />

Bayram günlerinde caddelere astıkları<br />

kutlama pankartları nedeniyle<br />

başta DTP'li belediye başkanları olmak<br />

üzere, yüzlerce kişi, bu harfleri<br />

kullandığı gerekçesiyle cezalandırıldı.<br />

Bir süre önce ismi Welat olduğu<br />

gerekçesiyle Atatürk Havaalanı'ndan<br />

Türkiye'ye girişine izin verilmeyen<br />

çocuk hala hafızalarımızda tazeliğini<br />

koruyor. W, Q ve X harfleri 'örgüt<br />

propagandası' sayıldığı için binlerce<br />

insan soruşturmaya maruz kalarak<br />

cezalar aldı. Caddelere astıkları kutlama<br />

mesajları nedeniyle başta DTP'li<br />

belediye başkanları olmak üzere,<br />

birçok kişi hakkında benzer davalar<br />

görülmeye devam ediyor. Bir taraftan<br />

bu cezalar ve akıl almaz uygulamalar<br />

sürerken, Başbakan Erdoğan<br />

TRT'nin Kürtçe kanalına verdiği<br />

demeçte; "Demokrasinin özgür sesi<br />

<strong>olarak</strong> insani değerleri yüceltecek,<br />

barış ve huzuru besletecek, ayrımcı,<br />

dışlayıcı değil birleştirici olacaktır.<br />

Demokrasimizin gelişmesine, derinleşmesine<br />

katkıda bulunacaktır.<br />

Milletimizin değerlerine saygılı bir<br />

aile kanalı <strong>olarak</strong> gerek kültür, sanat,<br />

müzik ve eğlence programları, film<br />

ve belgeseller, gerekse haber ve tartışma<br />

programları ile kadın erkek her<br />

yaştan vatandaşımıza hitap etmesini<br />

çok önemli buluyorum" diyebiliyor.<br />

Kürtçe yayın yapmak devlete<br />

serbest, Kürtlere yasak!<br />

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler<br />

ve Kürtçe hep inkâr edildi. Devlet<br />

şimdi bu inkâr siyasetinden vazgeçiliyor<br />

izlenimi vermeye çalışıyor.<br />

Fakat devlet bugüne kadar açık ve<br />

resmi <strong>olarak</strong> bu inkâr anlayışından<br />

vazgeçtiğini deklare etmiş değildir.<br />

Ortada tuhaf bir durum var. Devlet<br />

televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor,<br />

ama sadece Kürtçe yayın yapan<br />

TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki<br />

yasaklar da devam ediyor.<br />

Örneğin, TRT Şeş'in Kürtçe programı,<br />

Diyarbakır’da yayın yapan<br />

Gün TV gibi, ne günde 45 dakikayla<br />

sınırlı, ne de Türkçe alt yazılı. TRT<br />

Şeş, çizgi film yayımlıyor; Gün TV'ye<br />

çocuk yayını yapmak yasak. TRT<br />

Şeş Kürtçe yayınını, örneğin Gün<br />

TV'nin aksine, Türkçe altyazısız,<br />

çocuklara yönelik ve tam gün yayın<br />

yapabiliyor.<br />

Oysa Radyo Telev izyon Üst<br />

Kurulu'nun (RTÜK) 25 Ocak 2004<br />

tarihli "Türk Vatandaşlarının<br />

Günlük Yaşamlarında Geleneksel<br />

Olarak Kullandıkları Farklı Dil<br />

ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve<br />

Televizyon Yayınları Hakkında<br />

Yönetmeliği"ni iki yıl bekleyen 10<br />

kadar yerel ve bölgesel medya kuruluşu,<br />

birçok kısıtlamayla karşılaştılar.<br />

Bu kısıtlamalar ve yasaklar bugün de<br />

devam ediyor.<br />

TRT Şeş yayına geçmeden RTÜK<br />

Yönetmeliği'nin bu kanalı bağlayıp<br />

bağlamayacağı merak ediliyordu.<br />

Ancak bugüne kadar yapılan yayınlar,<br />

TRT Şeş'e diğer özel yayınlara<br />

göre daha geniş yetki verildiğini<br />

gösteriyor.<br />

TRT Şeş’e ırkçı, şoven saldırılar<br />

TRT Şeş’in yayına başlaması ile birlikte<br />

Özellikle CHP ve MHP gibi<br />

şovenist, milliyetçi, faşist partiler<br />

“milli birlik ve beraberliğimiz tehlikede”<br />

diyerek saldırıya geçtiler. Bu<br />

partilerden devletin kurucusu olan<br />

CHP, Genel Başkanı Deniz Baykal<br />

aracılığı ile tavır takındı. Baykal,<br />

CNN Türk’te Fikret Bila ve Murat<br />

Yetkin’in programında TRT Şeş için<br />

şunları söyledi: "Herkes kendi anadilinde<br />

yayın yapabilir. Bu temel bir<br />

haktır. Türkiye'de bir RTÜK düzeni<br />

vardır. O düzeninin içinde nasıl özel<br />

televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı<br />

uygun gören bir televizyonda çıkar.<br />

Buna kimse bir şey diyemez. Ama<br />

devletin kaynaklarının, 70 milyonun<br />

parasının sadece bir kesim vatandaşımızın<br />

etnik talepleri doğrultusunda<br />

harcanması doğru değildir. Bizim anlayışımıza<br />

göre devlet etnik kör olmalıdır.<br />

Karşısındakinin etnik kimliğini,<br />

dini inancını, mezhebini görmemelidir.<br />

Buna yönelik kaynak ayrılması<br />

yanlıştır. Bu giderek devleti her türlü<br />

etnik kimliğin talebine karşı güç bir<br />

duruma sokar."<br />

Baykal’a sormak gerekiyor, mademki<br />

“Herkes anadilinde yayın yapabilir”<br />

bugüne kadar neden yapılamadı<br />

Kürtçe ve diğer farklı dillerde<br />

yayın yapmanın önündeki yasal engeller<br />

kalktı mı Baykal farklı dil ve<br />

lehçelerde yayın yapmanın RTÜK<br />

düzeninde yasak olduğunu unutuyor<br />

herhalde. Gün TV gibi günde 45<br />

dakika yayın yapan bir TV’nin de,<br />

ancak Türkçe alt yazı ile yayın yapabildiğini<br />

unutuyor.<br />

Baykal; “Ama devletin kaynaklarının,<br />

70 milyonun parasının sadece bir<br />

kesim vatandaşımızın etnik talepleri<br />

doğrultusunda harcanması doğru<br />

değildir” diyor. Peki, bu 70 milyon<br />

içerisinde kendi anadilinde eğitim<br />

ve yayın hakkı talep eden 20 milyon<br />

Kürt, bu devletin vatandaşı değil mi<br />

Bu devlete vergi ödemiyor mu O<br />

zaman TRT Şeş dışındaki TRT’nin<br />

diğer kanallarına 70 milyon içerisindeki<br />

en az nüfusu 30 milyonu bulan,<br />

Kürt, Arap, Laz, Çerkez vb milliyetlerden<br />

alınan vergilerin de bu kanallara<br />

harcanması doğru mu Daha da<br />

sıralayacağımız bu sorulara Baykal<br />

şöyle cevap veriyor. “Bizim anlayışımıza<br />

göre devlet etnik kör olmalıdır.<br />

Karşısındakinin etnik kimliğini, dini<br />

inancını, mezhebini görmemelidir.”<br />

Baykal burada bir gerçeği teslim ediyor.<br />

Bu devlet bugüne kadar egemen<br />

olan Türk ulusu ve Hanefi mezhebi<br />

dışında diğer ulus, mezhep ve dinlere<br />

karşı kör olmuştur. Bugüne kadar<br />

hep inkâr ve imha siyaseti gündemde<br />

olmuş ve olmaya da devam ediyor.<br />

“Bölünme paranoyasından” kurtulamayan<br />

bir diğer şoven faşist parti<br />

MHP de “Milli birlik ve beraberliğimizi<br />

bozacağı ve ülkeyi böleceği”,<br />

70 milyonun parasının “bölücülüğe<br />

harcanacağı”, kanalın PKK stratejisine<br />

uygun olduğunu, kendilerinin<br />

Türkçe’de ısrar edecekleri tavrını<br />

takındı.<br />

Kürtler ne istiyor<br />

TRT Şeş’in yayına başlamasıyla birlikte,<br />

başta DTP olmak üzere bir dizi<br />

Kürt örgütü ve aydını da tavır takındı.<br />

DTP Eş Başkanı Ahmet Türk,<br />

partisinin gurup toplantısında, TRT<br />

Şeş için “İnkâr edilen, yok sayılan,<br />

dışlanan Kürtçenin resmi bir kanalda<br />

yayın dili olması, halkımızın yıllardır<br />

yürüttüğü onurlu mücadelenin<br />

bir kazanımıdır” diye konuştu.<br />

MKM ve kuruluşa bağlı sanatçılar<br />

5


halkların kardeşliği için<br />

6<br />

da bir açıklama yaparak tavır takındı.<br />

MKM adına Murat Batgi yaptığı basın<br />

açıklamasında şöyle dedi:<br />

"Kürt sanatçılar <strong>olarak</strong>, anadilimiz,<br />

kimliğimiz ve kültürümüzü geliştirme,<br />

halkımız ve insanlıkla paylaşma yönünde<br />

bunca baskı mekanizması dururken,<br />

kurumlarımız ve bizler üzerinde<br />

sayısız soruşturma sürerken,<br />

devletin Kürtçe televizyon girişimini<br />

hukuksal ve ahlaki <strong>olarak</strong> samimiyetten,<br />

inandırıcılıktan uzak görüyor<br />

ve hiçbir biçimde bu çalışmaya destek<br />

sunmayacağımızı ifade ediyoruz."<br />

Yıllardır Kürtler kendi ana dillerinde<br />

eğitim istediler ve bunun mücadelesini<br />

yürüttüler, yürütüyorlar.<br />

Anadilde eğitim taleplerine devletin<br />

tavrı baskı ve yasaklama oldu. Eğitim-<br />

Sen anadilde eğitim dedi kapatmanın<br />

eşiğine geldi. Anadilde eğitimi savunduğu<br />

ve talep ettiği için yüzlerce<br />

öğrenci okullardan atıldı. Bir dönem<br />

Kürtçe kurslar açılsın dendi. Hemen<br />

arkasından bin bir dereden su getirilerek<br />

engel olunmaya çalışıldı. Yok<br />

efendim kapı iki mm darmış vs bahanelerle<br />

kursları engellemeye çalıştılar<br />

ve sonuçta kurslar kapandı. Bu<br />

baskılar karşısında Kürtler anadilde<br />

eğitim hakkında diretmeye devam<br />

ettiler. Bugün Kürtlerin esas talebi<br />

anadilde eğitimdir. En temel demokratik<br />

bir hak olan bu talep eninde<br />

sonunda alınacaktır. Şimdi hükümet<br />

YÖK aracılığı ile Üniversitelerde<br />

“Kürt dili ve Edebiyatı” bölümleri<br />

açma peşinde. Tüm bunlar devletin<br />

kendiliğinden lütfettiği şeyler değil,<br />

mücadele sonucu kazanılan ve kazanılacak<br />

haklardır.<br />

TRT Şeş yayınının ne kadar süreceğini<br />

önümüzdeki süreçte hep beraber<br />

göreceğiz. Ama devlet cumhuriyet<br />

dönemi boyunca ilk defa böyle bir<br />

adım atmıştır. Ve bu adım Kürtlerin<br />

mücadelesinin sonucu atılan bir<br />

adımdır. Araplar, Lazlar, Süryaniler,<br />

Çerkezler, Abazalar ve diğer milliyetlerde<br />

kendi anadillerinde eğitim ve<br />

yayın hakkını kullanmak için mücadele<br />

etmelidirler. Devlet hiçbir hakkı<br />

kendiliğinden vermiyor.<br />

Biz başta Kürtçe olmak üzere bütün<br />

diller üzerindeki yasakların ve baskıların<br />

kalkmasından yanayız. Ancak<br />

böylece diller gelişir ve özgürleşir.<br />

Halklar arasındaki düşmanlıklar yok<br />

olur. Halklar özgürce bir arada yaşar.<br />

Unutmayalım ki başka halkı ezen bir<br />

halk özgür olamaz.<br />

Medyaya yansıyan Kürtçe<br />

yasağına ilişkin örnekler<br />

2001 yılında Hacettepe Üniversitesi<br />

öğrencilerinin 'Üniversitelerde anadilde<br />

eğitim olsun' talebiyle rektörlüğe<br />

verdikleri dilekçeler nedeniyle<br />

6 öğrenciye toplam 35 yıl 6 ay hapis<br />

cezası verildi. (27 Aralık 2008)<br />

Diyarbakır Kayapınar Belediyesi tarafından<br />

yapımı tamamlanan 3 parka<br />

verilen Kürtçe isimler Kayapınar<br />

Kaymakamlığı tarafından sakıncalı<br />

bulunarak yasaklandı. Kayapınar<br />

Belediye Meclisi tarafından daha<br />

önce parklara verilen Kürtçe isimler<br />

Diyarbakır Valiliği tarafından aynı<br />

gerekçeyle yasaklanmıştı. (20 Kasım<br />

2008)<br />

Eğitim-Sen tarafından organize<br />

edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar<br />

Günü'ne DTP imzası ile Kürtçe 'Roja<br />

8'ê Adarê ya Jinan Pîroz be' pankartı<br />

açıldığı için, DTP Kırşehir İl Başkanı<br />

Yüksel Han'a 6 ay hapis cezası verildi.<br />

(20 Kasım 2008)<br />

D i y a r b a k ı r K a y a p ı n a r<br />

Belediyesi'nin 5 parka vermek istediği<br />

Kürtçe çiçek isimleri, Diyarbakır<br />

Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya takıldı.<br />

Vali Mutlu, Berfin (Kardelen), Nefel<br />

(Yonca), Daraşin (Yeşil Ağaç), Beybun<br />

(Papatya) ve Gülistan (Gül Bahçesi)<br />

isimlerinden sadece Gülistan'ı kabul<br />

etti. (14 Ağustos 2008)<br />

Urfa'nın Viranşehir ilçesinde<br />

Kürtçe isim 'Bilgisayarda 'î' harfi<br />

yok' denilerek engellendi. Ramazan<br />

Silgir adlı yurttaş 7 aylık çocuğuna<br />

Kürtçe 'Jîyan' (Yaşam) ismini vermek<br />

için Viranşehir Nüfus Müdürlüğü'ne<br />

başvurdu. Nüfus müdürlüğü görevlisi<br />

'Bilgisayarda 'î' harfi yok' diyerek<br />

Jîyan yerine Jiyan yazdı.( 25 Eylül<br />

2008)<br />

Diyarbakır'ın Kocaköy ilçesinde<br />

yaşayan Ay Ailesi'nin 7 yaşındaki çocukları<br />

Berxwedan'a isminde 'X', 'W'<br />

ve 'Q' harfleri bulunduğu gerekçesiyle<br />

kimlik verilmiyor. Okul çağına<br />

gelen Berxwedan, kimliği olmadığı<br />

için okula kayıt yaptıramıyor. (19<br />

Eylül 2008)<br />

Almanya'da yaşayan 7 yaşındaki<br />

Welat Dağ ile iki kardeşi ve annesi 15<br />

Haziran'da İstanbul'a geldi. Ancak<br />

Atatürk Havaalanı'nda anne ve iki<br />

kardeşinin Türkiye'ye girişlerine izin<br />

verilirken, Welat Almanya'ya geri<br />

gönderildi. Gerekçe ise, Welat isminin<br />

yasak olması. (19 Haziran 2008)<br />

DTP Kars İl Başkanı Mahmut<br />

Alınak bu suçu defalarca işledi, ceza<br />

aldı, paraya çevrilen cezayı ödemeyi<br />

reddederek hapse girmeyi yeğledi.<br />

En son 2 Aralık’ta Kars Sulh Ceza<br />

Mahkemesi’nde hâkim karşısındaydı.<br />

Alınak, seçim çalışması yürüttüğü<br />

araçta Kürtçe müzik çaldırdığı için üç<br />

arkadaşıyla birlikte yargılanıyordu.<br />

Dört sanığa, seçim propagandasında<br />

Türkçe’den başka dil kullanılmasını<br />

yasaklayan yasadan altışar ay hapis<br />

cezası verildi. Alınak, DTP il başkanlığını<br />

yürüttüğü 25 Mayıs 2007’de,<br />

Başbakan Erdoğan’a Kürtçe mektup<br />

gönderince hakkında, siyasi faaliyetlerde<br />

Türkçe’den başka dilin kullanımını<br />

yasaklayan yasaya muhalefetten<br />

dava açıldı. 2008'de bu davadan altı<br />

ay hapis cezası alan Alınak DTP İl binasındaki<br />

Kürtçe afişler nedeniyle de<br />

6 ay hapis cezasına çarptırıldı. O ise<br />

para cezasına çevrilen cezaları ödemediği<br />

için hapse girmeyi yeğledi.<br />

Hakkındaki son dava ise bildirilerde<br />

Newroz yazarken "W" harfini kullanması<br />

oldu.<br />

28.01.2009 √<br />

İktidar<br />

mücadelesinde<br />

yüksek yargı nasıl<br />

rol oynuyor<br />

Egemenler arasındaki iktidar<br />

mücadelesinde, bürokratik,<br />

militarist, faşist yapının önemli<br />

bir ayağı olan yüksek yargı; yargıda<br />

Kemalistler egemen olduğu için,<br />

AKP ile Kemalist kanat arasındaki<br />

iktidar mücadelesinde, Kemalistlerin<br />

saflarında siyasi kararlar vermektedir.<br />

“Hukukun üstünlüğü”, “Yargı<br />

bağımsızlığı” vb. palavradan ibarettir.<br />

Türkiye’de ne yargı bağımsızdır,<br />

ne de hukuk vardır. Bunu en iyi egemenler<br />

arasındaki iktidar savaşlarında<br />

yaşanılanlar, yüksek yargının<br />

verdiği kararlar göstermektedir.<br />

Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde<br />

yüksek yargı; yürürlükte<br />

olan anayasaya göre yer yer hukuksal<br />

değil, siyasi kararlar vermektedir.<br />

Yüksek yargı içerisinde egemen<br />

konumlarını sürdüren Kemalistler,<br />

yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu<br />

ideolojik Kemalist kanadın<br />

iktidarını koruma siyasi kaygısı ile<br />

sorunlara yaklaşmakta, verdikleri<br />

kararlar da buna uygun olmaktadır.<br />

Bu durumun yansıması olan, yüksek<br />

yargı tarafından verilen kimi kararlar<br />

şöyledir:<br />

1- 22 Temmuz 2007 genel seçimleri<br />

öncesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi<br />

dönemimde, AKP’ye Cumhurbaşkanı<br />

seçtirmemek için, meclis toplanma<br />

yeter sayısı ile karar yeter sayısı aynılaştırıldı.<br />

Mecliste 367 vekilin hazır<br />

bulunması şartı getirildi. Bunu<br />

yapan da Anayasa Mahkemesi oldu.<br />

TC tarihi boyunca, cumhurbaşkanları<br />

seçimleri dönemlerinde yaşanmayan<br />

gelişmeler Abdullah Gül’ün<br />

Cumhurbaşkanı seçilmesi döneminde<br />

yaşandı. 367 kararı hukuki<br />

değil siyasi bir karardı.<br />

2- Yüksek ögrenim kurumlarında<br />

türbanının giyilmesini serbest bırakan,<br />

Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde<br />

değişiklik yapan Anayasa değişikliği<br />

meclis tarafından kabul edilmiş,<br />

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül<br />

tarafından da onaylanmıştı. CHP ve<br />

DSP türbanı serbest bırakan Anayasa<br />

değişikliğini, iptal istemiyle Anayasa<br />

Mahkemesi’ne götürmüştü.<br />

Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini<br />

iptal ederek, yürürlüğü<br />

durdurma kararı verdi. Bu karar<br />

da hukuki bir karar değil siyasi bir<br />

karardı. Anayasa Mahkemesi’nin<br />

bu kararı bizzat mahkemenin kendisinin<br />

aldığı kararlara aykırı idi.<br />

Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın<br />

148. maddesine göre, anayasa değişikliklerine<br />

sadece şekil bakımından<br />

inceleme ve denetleme yetkisine sahipti.<br />

Oysa mahkeme anayasa değişikliğini<br />

esastan görüşmüş, değişikliği<br />

“Cumhuriyetin değiştirilemez<br />

ilkelerine aykırı bulduğu” için iptal<br />

kararı vermişti.<br />

3- AKP nüfusu 2 binin altına düşen<br />

862 belde belediyesinin kapatılmasına<br />

yönelik bir kanun çıkardı. Kanun<br />

22 Mart 2008’de yürürlüğe girdi.<br />

Anayasa Mahkemesi 22 Mart’tan<br />

sonraki 60 gün içinde, nüfus sayım<br />

sonuçlarına karşı dava açan 122 belde-


halkların kardeşliği için<br />

nin kapatılamayacağına, diğer beldelerin<br />

ise 29 Mart 2009’da kapatılabileceğine<br />

karar verdi. Ancak Danıştay<br />

8. Dairesi, Giresun Bulancak’a bağlı<br />

Kovanlık beldesinin açtığı davada,<br />

TÜİK’in nüfus sayım sonuçlarını<br />

resmen açıklamamasını gerekçe göstererek,<br />

Anayasa Mahkemesi’nin aksi<br />

yöndeki kararına rağmen, beldelerin<br />

dava açma haklarının sürdüğüne<br />

hükmetti.<br />

8. Daire, Anayasa Mahkemesi’nin<br />

yasayla ilgili kararını açıkladığı 6<br />

Aralık’tan sonra 60 gün içinde dava<br />

açan beldelerin de kapatılamayacağına<br />

karar verdi.<br />

İçişleri Bakanlığı 8. Daire’nin kararına<br />

itiraz etti. İtirazı görüşen<br />

Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu,<br />

8. Daire’nin verdiği kararı onayladı.<br />

Bu karar yüksek yargı organlarını<br />

birbirine düşürdü. Anayasa<br />

Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, verdiği<br />

kararla Anayasa Mahkemesi’nin<br />

üstüne çıkan Danıştay kararını<br />

eleştirdi.<br />

Danıştay’ın kararı da hukuki değil<br />

siyasi bir karardır. Danıştay verdiği<br />

karar ile Anayasa Mahkemesi’nin<br />

üzerine çıkmıştır. Görünen o ki,<br />

Anayasa Mahkemesi iktidar mücadelesinde<br />

Kemalistler lehine karar<br />

vermediği durumda, imdada diğer<br />

yüksek yargı organları –Danıştay<br />

gibi- yetişmektedir!!<br />

Yargı cephesinden verdiğimiz bu<br />

üç örnek aslında şunu göstermektedir:<br />

“Sen istediğin kadar yasa çıkar,<br />

çıkardığın yasalar bizim istediğimiz<br />

yasalar değilse, yargı darbesi ile engelleriz.”<br />

AKP’ye verilen mesaj budur.<br />

Türban kararı ile de aslında<br />

AKP’nin eli kolu bağlanmıştır. Bu<br />

kararlar aynı zamanda gerçekte kimin<br />

iktidar sahibi olduğunu da gösteren<br />

kararlardır.<br />

“Meclisin herşeyin üzerinde olduğu,<br />

egemenliğin kayıtsız şartsız milletin<br />

olduğu” da, palavradan ibarettir. Ne<br />

meclis her şeyin üzerindedir, ne de<br />

egemenlik millet<strong>indir</strong>. Burjuva anlamda<br />

Türkiye’de demokrasi yoktur.<br />

Bunu en iyi seçilmişlerin atanmışların<br />

baskısı altında olması durumu<br />

göstermektedir. Seçilmişlerin değil,<br />

atanmışların egemenliği Türkiye’de<br />

hüküm sürüyor. Atanmışların kararları<br />

son tahlilde belirleyici oluyor.<br />

“Türkiye’nin hukuk devleti olduğu,<br />

yargının bağımsız olduğu” aktardığımız<br />

kararlarla yalan olduğu bir<br />

kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de<br />

hukukun sadece adı var, kendisi yoktur!<br />

Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin<br />

keyfine göre göre işleyen bir<br />

mekanizmadır.<br />

Gerçek demokrasi, burjuvazinin<br />

egemen olduğu, sömürünün hüküm<br />

sürdüğü bir sistemde mümkün değildir.<br />

Gerçek demokrasi işçilerin, emekçilerin<br />

burjuvaziye karşı verecekleri<br />

sınıf savaşımıyla, işçilerin emekçilerin<br />

kendi sınıf iktidarlarını kurmalarıyla<br />

mutlaka kazanılacaktır.<br />

6 Ocak 2009 √<br />

Hâlâ Hrantız,<br />

hâlâ Ermeniyiz…<br />

“Hepimiz Hrantız, Hepimiz<br />

Ermeniyiz” sloganının onbinlerin<br />

ağzından yükselmesinin temeli<br />

ve de nedeni Hrant Dink’in 19<br />

Ocak 2007 tarihinde katledilmesiydi.<br />

Hrant’ın katledilmesinin üzerinden<br />

tam iki sene geçti. Hrant’ın dostları,<br />

arkadaşları <strong>olarak</strong> onu unutmadık,<br />

unutmayacağız. Onun gibi Ermeni<br />

kökenli ve halkların kardeşliği için<br />

yorulmadan çalışan, çaba gösteren<br />

birinin eksikliğini hep duyduk,<br />

duyuyoruz.<br />

Hrant’ın dostları, arkadaşları <strong>olarak</strong><br />

Hrant’a sahip çıkmanın, onun<br />

mücadelesini sürdürmenin en doğru<br />

yolunun halkların kardeşliği için<br />

mücadele olduğunu biliyoruz. Bu<br />

mücadele de, milliyetçiliğe, ırkçılığa,<br />

şovenizme, bunların kaynağı<br />

kapitalist sisteme karşı devrim için<br />

mücadeledir.<br />

Hrant’ı, katledilişinin ikinci yıldönümünde<br />

bu bilinçle anıyor, onu<br />

halkların kardeşliği için, özgürlük<br />

için verdiğimiz mücadelede yaşatacağımızı<br />

bir kez daha ilan ediyoruz.<br />

Hrant’ın katledilişinin üzerinden<br />

geçen iki yıllık süreç, Hrant’ın gerçek<br />

katillerinin, sorumlu ve suçlularının<br />

hâlâ ortaya çıkarılmadığını ve<br />

de –önemli bir değişiklik olmazsa–<br />

çıkarılmayacağını; gerçek katillerin<br />

gizleneceğinin somut işaretlerini<br />

ortaya koydu, koyuyor. Bu konuda<br />

dergimizin 119. sayısında ortaya koyduğumuz<br />

“bilanço”dan özde bir değişiklik<br />

olmadı.<br />

Bu arada raporların sayısı ve mahkeme<br />

duruşmalarının sayısı değişti.<br />

Ama ne devletin yetkili kurumlarının<br />

ne de mahkemeyi yürüten hakim<br />

ve savcıların yaklaşımlarında<br />

özde bir şey değişmedi. Devlet yetkililerince<br />

takınılan tavırların hemen<br />

hepsinin gösterdiği gerçeklik, gerçek<br />

katillerin, sorumlu ve suçluların<br />

gizlendiğidir.<br />

Kuşkusuz ki kimi durumlarda pisliğin<br />

üzeri bütünüyle örtülemiyor.<br />

Böylesi durumlarda da “kurban”lar<br />

kamuoyuna gösteriliyor, ama gerçekte<br />

üzerine gidilmediğinde, “kurban”lar<br />

da kurtarılıyor… “Hrant’ın arkadaşları”<br />

adına yaptığı konuşmada<br />

Zeynep Tanbay şunları söylemişti:<br />

“Geçen bir yılda cinayeti çok önceden<br />

bilen, göz yuman ya da umursamayan,<br />

belki de cinayete yardımcı<br />

olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı,<br />

görevlerini sürdürdüler. Yargı<br />

önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla<br />

korundu.” (BirGün, 8 Temmuz<br />

2008)<br />

Tanbay mahkemenin bir yıllık sürecini<br />

böyle açıklarken gerçeklere değiniyordu.<br />

Hrant’ın katledilmesinden<br />

iki sene sonraki durumu da Avukat<br />

Engin Cinmen şöyle açıklıyor:<br />

“Şüpheliler açıkça korunup kollanıyorlar.<br />

Bunda bir kasıt vardır ve<br />

sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır.…”<br />

(Hürriyet, 20 Ocak 2009, aktaran<br />

Melih Aşık)<br />

Bu iki kısa alıntıda dile getirilenler<br />

sayısız yazı ve raporda detaylarıyla<br />

ortaya konan durumun çok kısa ifadelendirilmesidir.<br />

İşin özü de, şu ya<br />

da bu ismin dile getirilip getirilmemesi,<br />

ya da kimin kimle ne ilişkisi<br />

olduğu vb.’den çok, devlet yetkililerinin<br />

soruna nasıl yaklaştığının ortaya<br />

konmasıdır. Devlet Hrant'ın ölümünden<br />

sorumludur. Soruşturmayı<br />

engelleme ve örtme çabalarının sonu<br />

gelmiyor ve bu engelleme ve üzerini<br />

örtme çabalarının esas kaynağı da<br />

devlet yetkilileri ve kurumlarıdır.<br />

Bu engelleme çabalarını burjuva<br />

medyanın kalemşorları bile ortaya<br />

koyma durumundadır. Örneğin<br />

Hürriyet yazarı Melih Aşık şunları<br />

söylüyor:<br />

“…Müfettişler, yapılan bu görüşmeler<br />

ve kişilerin iletişim bilgilerine<br />

ulaşmak için talepte bulunuyor.<br />

Ancak Adalet Bakanlığı iletişim bilgilerine<br />

ulaşılmasına izin vermiyor…<br />

Adalet Bakanlığı soruşturmanın<br />

önünü neden kesiyor<br />

Bu davanın en ilginç yanı, iktidarın<br />

soruşturmayı engelleme ve<br />

örtme çabalarıdır. Birileri de cinayeti<br />

Ergenekon’a havale ederek hem hükümeti<br />

hem gerçek failleri kurtarma<br />

çabasında görünüyor. Karıştıran<br />

karıştırana…” (Hürriyet, 20 Ocak<br />

2009)<br />

Melih Aşık’ın dayandığı kaynak ise<br />

Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant<br />

Dink’in katledilmesiyle ilgili hazırladığı<br />

rapordur. Kamuoyunun da<br />

baskısı sonucunda Teftiş Kurulu’nun<br />

hazırladığı rapor Başbakan Erdoğan<br />

tarafından onaylandı ve böylece<br />

“ilk kez” kimi sorumlular –örneğin<br />

Ramazan Akyürek, Ali Fuat<br />

Yılmazer, Celalettin Cerrah veya Ali<br />

Öz– hakkında soruşturmanın yolu<br />

açılmış oldu.<br />

Kuşkusuz ki, böylesi bir soruşturma<br />

yapılsa bile, bunların gerçekten<br />

suçlu ilan edilip cezalandırılması<br />

sözkonusu olmayacaktır. Olursa<br />

eğer, cezalandıranlarla ceza yiyenler<br />

arasında egemenlerin çıkar dalaşı<br />

vardır. Türk şovenizmi ağusuyla<br />

yoğrulanların Hrant için birbirlerini<br />

cezalandırmasını beklemek abestir.<br />

Bunun en açık belgesi şimdiye kadar<br />

yapılan duruşmalarda hakim ve<br />

yargıçların katil zanlılarıyla diyaloglarıdır.<br />

Ermenilere karşı düşmanlığı<br />

körükleme ve Türk ırkçılığını sergileme<br />

tavırlarıdır. Egemenlerin kendi<br />

aralarındaki çıkar dalaşı ve kamuoyunun<br />

yatıştırılması vb. meseleleri<br />

üstüste binip anda egemen kesimi<br />

bu konuda göstermelik de olsa kimi<br />

adımlar atmaya zorlarsa, o zaman<br />

kimi “kurbanlar kesilecektir”…<br />

Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili<br />

dava ve “yeni” soruşturma genelde<br />

ilerleme göstermese de, Başbakanlık<br />

Teftiş Kurulu’nun bu konudaki raporunun<br />

kimi yanları medyaya yansıyınca<br />

tartışma da yeniden alevlendi.<br />

Bu tartışmalarda Yasin Hayal’in<br />

McDonalds bombalaması ile ilgili<br />

yeni bir telefon numarasının saptandığı<br />

ve sözkonusu iletişim bilgilerine<br />

ulaşmak için Adalet Bakanlığı’nın<br />

izin vermesi gerektiği, ama bu izni<br />

vermediği sorunu öne çıkan konular-<br />

7


8<br />

halkların kardeşliği için<br />

dan biri oldu. Diğer tartışılan önemli<br />

noktalardan biri de, esasında devlet<br />

yetkililerinin Hrant’ın katledilmesi<br />

planlarından haberdar olduğu, ama<br />

önlem almadığıyla ilgilidir. Bu konuda<br />

da esas mesele “ihmal” <strong>olarak</strong><br />

gösterilmeye çalışılıyor. Yani gerçek<br />

katillerin kim olduğu gizleniyor.<br />

“İhmal” tanımıyla “planlı bir cinayetin”<br />

işlendiği gerçeğinin üzeri örtülmeye<br />

çalışılıyor.<br />

Adalet Bakanlığı ise kendisine yönelen<br />

“izin vermedi” yönlü eleştiriyi<br />

geri çevirerek şu açıklamayı yaptı:<br />

“Ceza Muhakemesi Kanunu’nun<br />

135. maddesi gereğince iletişim bilgilerinin<br />

tespiti, dinlenmesi ve kayda<br />

alınmasına izin verme yetkisi bağımsız<br />

yargı organlarına aittir. Adalet<br />

Bakanlığı’nın bu konuda herhangi<br />

bir görev ve yetkisi bulunmadığı gibi<br />

yargı organlarına bu yönde bir talimat<br />

vermesi de söz konusu olamaz.”<br />

(Hürriyet 14 Kasım 2008)<br />

Evet Adalet Bakanlığı kendisinin<br />

bu konuda yetkili olmadığını söyleyerek<br />

sorunu “bağımsız yargı” organlarının<br />

üzerine atmıştır. Adalet<br />

Bakanlığı’nın bu tavrını yasalara uygun<br />

bir tavır <strong>olarak</strong> kabul etsek bile,<br />

sözkonusu “bağımsız yargı” organlarının<br />

cinayetin üzerini örtme çabaları<br />

ortadan kalkmıyor.<br />

Bundan da önce, hem polis hem<br />

jandarma yetkilileri gerçek suçluları<br />

ortaya koyacak delilleri yok etmiştir,<br />

eğer yeni deliller sözkonusu olursa<br />

onların da kaderi aynı olacaktır.<br />

Örneğ in Başba kanlık Tef tiş<br />

Kurulu raporunda Erhan Tuncel’in<br />

sözkonusu edilen telefon görüşmesi<br />

İstanbul Terörle Mücadele Şubesi<br />

kayıtlarına göre 1 dakika 14 saniye<br />

sürmüştür. Fakat müfettişlerin açıklamasına<br />

göre, mahkeme dosyasındaki<br />

ses kaydının uzunluğu ise 19<br />

saniyedir. Konuşmanın 55 saniyesi<br />

kesilmiştir.<br />

Vatan gazetesinden Okay Gönensin<br />

“İnsan olmanın şartı” başlıklı yazısında<br />

diğer şeylerin yanısıra şunları<br />

da yazmaktadır:<br />

“Bu kişiler Hrant Dink cinayetini<br />

hazırlarken, kamu görevlisi olan<br />

üniformalı ve sivil şahıslar durumla<br />

ilgili bilgi sahibidirler, ama gereğini<br />

yapmamışlardır. Bir insanın öldürüleceğini<br />

bilmek, asıl görevi olduğu<br />

halde cinayeti önlememek bir kamu<br />

görevlisinin işleyebileceği en ağır<br />

suçlardan birisidir, aynı zamanda da<br />

insanlığın en yüz karası hallerinden<br />

birisidir.<br />

Öte yandan, bu kamu görevlilerinin<br />

uzun süredir ‘korunması’ da ‘suça<br />

iştirak’ten başka bir şey değildir.…”<br />

(aktaran Hürriyet, 20 Ocak 2009)<br />

Evet, bu konuyla ilgili tüm devlet<br />

yetkilileri “suça iştirak” halindedir.<br />

Aslında bu davada, bu davayla ilişkisi<br />

olan tüm polislerin, askerlerin –tabii<br />

ki en başta da yüksek kattakilerin,<br />

yetkililerin– cinayetle yargılanması<br />

gerekiyor. Hepsi de cinayete ortaktır.<br />

Her biri makinenin bir çarkı, çarkının<br />

dişlisidir.<br />

Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp<br />

hesabı sorulana kadar “Hepimiz Hrantız,<br />

hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun<br />

davranarak halkların kardeşliğinin<br />

bayrağını yükseklerde tutup halklar<br />

arasındaki düşmanlıkların son bulması için<br />

mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim<br />

mücadelemizde yaşatacağız.<br />

Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporu<br />

kimi rezaletleri gözler önüne<br />

serse de, gerçekte, cinayetin gerçek<br />

suçlularını ortaya çıkarabilecek<br />

önemli hiç bir noktayı içermiyor.<br />

Örneğin Yasin Hayal’in ya da Erhan<br />

Tuncel’in telefon görüşmeleri sözkonusu<br />

Teftiş Kurulu tarafından<br />

dinlense ve kimlerle ve neler konuşulduğu<br />

ortaya konsa, davada özde<br />

bir değişiklik mi olacak Aslında sorunun<br />

telefon görüşmesi yanını bu<br />

kadar öne çıkarmak bile, manipülasyonun<br />

bir göstergesidir. Sanki devlet<br />

yetkilileri ve sorumluları olaydan<br />

haberdar değilmiş de, Yasin Hayal<br />

ve Erhan Tuncel gibileri devlet yetkililerinden<br />

bağımsız, onların haberi<br />

olmadan kimi planlar çevirmişler…<br />

Yani sonuçta yine suçlu ve sorumlu<br />

devlet kademelerinin, yetkili ve sorumlularının<br />

dışında aranmakta,<br />

öyle gösterilmektedir.<br />

Hrant Dink’in katledilmesinin<br />

birinci yıldönümünde onu anarken<br />

söylediğimiz gibi: “Hrant Dink cinayeti<br />

bağlamında da gerçek sorumlular<br />

‘derin’lerde, ‘çukur’larda aranmasın.<br />

Sorumlu ve suçlular devletin<br />

içindedir.” (sayı 119, sayfa 8)<br />

Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp<br />

hesabı sorulana kadar “Hepimiz<br />

Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına<br />

uygun davranarak halkların<br />

kardeşliğinin bayrağını yükseklerde<br />

tutup halklar arasındaki düşmanlıkların<br />

son bulması için mücadeleyi<br />

sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim mücadelemizde<br />

yaşatacağız.<br />

21 Ocak 2009 √<br />

Katledilişinin 2. yılında<br />

Hrant’ın katledilmesinin üzerinden<br />

iki yıl geçti. Bu iki yıl<br />

içerisinde ortaya saçılan pislikler,<br />

Hrant’ı gerçekte kimin katlettiğini<br />

gösteriyor. Hrant’ı kimin katlettiğini,<br />

Agos Gazetesi önünde yapılan<br />

anmada sıkça atılan “Katil devlet<br />

hesap verecek!” sloganı gösteriyor.<br />

Sorumlu ve suçlu bellidir. Ve onlar<br />

bir gün mutlaka hesap verecekler.<br />

19 Ocak’ta Hrant’ın ailesi, arkadaşları,<br />

dostları, yoldaşları, sevenleri<br />

Agos Gazetesi önündeydi. Binlerce<br />

kişi bir kez daha Hrant’ın katledilmesini<br />

kınadı. Hrant’ın katledilmesine<br />

karşı öfkelerini dile getirdi.<br />

Hrant için adalet istedi.<br />

Saat 14:30’da başlayan anma,<br />

15:30’da bitti. Binlerce kişi; “Hepimiz<br />

Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!, Türk,<br />

Hrant Dink katledilmesinin<br />

ikinci yılında, İzmir’de yüzlerce<br />

kişinin katıldığı müzikli<br />

protesto ile anıldı.<br />

Konak Eski Sümerbank önünde,<br />

Birlikte Başaracağız Platformu bileşenlerinin<br />

biraraya geldiği anma<br />

etkinliğinde, Hrant Dink’in fotoğrafının<br />

önüne kırmızı karanfiller<br />

bırakıldı, mumlar yakıldı. Anmada,<br />

“Faşizme inat kardeşimsin Hrant!,<br />

Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların<br />

kardeşliği!, Hepimiz Hrant'ız, hepimiz<br />

Ermeniyiz!” sloganları sıklıkla<br />

atıldı.<br />

Platform adına bir konuşma yapan<br />

Hrant anıldı<br />

Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!,<br />

Faşizme karşı omuz omuza!,<br />

Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!,<br />

Hrant için, adalet için!, Bıji bıratiya<br />

gelan!” vb. sloganlarını attı.<br />

Hrant katledildiği saatte, saat<br />

15:00’de saygı duruşunda bulunuldu.<br />

Hrant sesi ile oradaydı.<br />

Hrant’ın arkadaşları adına, oyuncu<br />

Halil Ergün bir konuşma yaptı. Halil<br />

Ergün yaptığı konuşmada, Hrantın<br />

katledilmesi sırasında ve sonrasında<br />

yaşadıklarını, duygularını aktardı.<br />

Halil Ergün sözlerini; “Hrant’tan ve<br />

bu topraklarda yaşayan Ermenilerden<br />

özür diliyorum, özür diliyorum, özür<br />

diliyorum ve herkesi özür dilemeye<br />

çağırıyorum” diyerek bitirdi.<br />

25 Ocak 2009<br />

Bir YDİ Çağrı okuru √<br />

Hrant İzmir’de anıldı<br />

Çoşkun Üsterci, sosyal, siyasal ve<br />

ekonomik nedenlerle milliyetçiliğin<br />

ve ırkçılığın tırmandırıldığına dikkat<br />

çekerek, “Yahudiler ve Ermeniler<br />

giremez” yazıları ile Maraş katliamı<br />

sorumlularından Ökkeş Şendiller’in<br />

TRT’de Dink’e yönelik asılsız suçlamalarının<br />

bunun örneklerini oluşturduğunu<br />

açıkladı. Üsterci, “Hrant’ın<br />

katlinin tarihin derinliklerine gömülen<br />

“faili meçhullerden” biri olmasına<br />

izin vermeyeceğiz. Aydınlık bir<br />

geleceği kurmak için bundan başka<br />

bir seçeneğimiz yok” dedi.<br />

22 Ocak 2009<br />

İzmir’den YDİ Çağrı okuru √


halkların kardeşliği için<br />

İsrail saldırısı<br />

“Hrant için adalet için”<br />

protesto edildi<br />

Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye<br />

yönelik saldırı ve katliamları<br />

devam ederken dünyanın çeşitli<br />

yerlerinde bu saldırıya karşı tepkiler<br />

de gün geçtikçe artıyor. İstanbul’da<br />

yapılan merkezi protesto eylemlerinin<br />

yanısıra İstanbul’un çeşitli semtlerinde<br />

oluşturulan yerel platformlar<br />

da bu katliamlara dur demek için eylemlilikler<br />

örgütlüyorlar.<br />

Bu protesto eylemlerinden birtanesi,<br />

içerisinde Güney Kültür<br />

Merkezi’nin (GKM) yanısıra ÖDP,<br />

DTP, EMEP, TKP, ESP, BDSP,<br />

DHF, HKM, Sınıf mücadelesi ve<br />

Proletaryanın Kurtuluşu’nun yer aldığı<br />

Esenyurt Platformunun 10 Ocak<br />

Cumartesi günü düzenlediği basın<br />

açıklaması idi. Yaklaşık 200 kişinin<br />

katıldığı eylem Esenyurt Cumhuriyet<br />

Meydanında yapıldı. Eyleme katılmak<br />

için gelen insanlar jandarmanın<br />

keyfi bir uygulamasıyla karşılaştı.<br />

Meydanı çembere alan jandarma<br />

alana girenleri tek tek arayarak içeri<br />

alıyordu. Bu durum eyleme gelen<br />

insanların yoğun tepkisine neden<br />

olurken kimi insanlar da bu uygulamadan<br />

dolayı alana girmeye çekindiler.<br />

Saat 15’de biraraya gelen kitle<br />

sloganlarla Siyonist İsrail devletinin<br />

Gazze halkına açtığı savaşı protesto<br />

eden sloganlar attılar. Atılan sloganlarla<br />

İsrail devleti lanetlenerek saldırının<br />

derhal durdurulması talep<br />

edildi. İsrail devletine karşı kazananın<br />

direnen Filistin halkı olacağı,<br />

emperyalizme karşı mücadelenin<br />

öne çıkarıldığı ve Kürtçe ve Türkçe<br />

<strong>olarak</strong> halkların kardeşliğine vurgu<br />

yapıldığı sloganlar atıldı. Eyleme<br />

katılan bir kişinin tekbir getirmesi<br />

ise kitle tarafından rağbet görmedi<br />

ve kişi uyarıldı. Atılan sloganların<br />

ardından platform adına hazırlanan<br />

basın metninin okunmasına geçildi.<br />

Açıklamada; Siyonist İsrail’in<br />

Gazze’de yaptığı katliamın bir an<br />

önce durması talep edildi. Bu saldırının<br />

yeni olmadığı, yıllardır başta<br />

ABD olmak üzere emperyalistlerin<br />

desteğini alan İsrail devletinin<br />

Filistin halkına karşı kanlı bir savaş<br />

yürürttüğü dile getirildi. Saldırı<br />

sonrası Tayip Erdoğan’ın barış yönlü<br />

açıklamlarına değinilerek bunun samimi<br />

olmadığı, İsrail devleti ile yapılan<br />

her türlü askeri ve diplomatik anlaşmaların<br />

iptal edilmesi talep edildi.<br />

Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik<br />

saldırısında Türk devletinin işbirlikçi<br />

konumda olduğu vurgulandı.<br />

Ortadoğu’da yürütülen savaşta ABD<br />

ve diğer emperyalist güçlerin etkisinden<br />

sözedilerek emperyalistlerin derhal<br />

Ortadoğu’dan çekilmesi istendi.<br />

A ç ı k l a m a n ı n s o n u n d a<br />

Esenyurt’taki işçi ve emekçilerin yüreği,<br />

duygu ve düşüncelerinin Filistin<br />

halkının, Gazze halkının yanında olduğu<br />

belirtilerek saldırı bir kez daha<br />

kınandı. Halkların barış ve kardeşlik<br />

içerisinde yaşayacağı günlere dek<br />

mücadelenin devam edeceği dile<br />

getirildikten sonra açıklama sona<br />

erdirildi. Açıklamanın ardından 10<br />

dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirildi.<br />

Eylem alkış ve sloganlarla<br />

sona ererken jandarmanın basın<br />

açıklamasına yönelik keyfi tutumu<br />

da protesto edildi.<br />

11 Ocak 2009 √<br />

“Bebekten katil yaratan zihniyet<br />

sorgulansın!”<br />

Agos gazetesi genel yayın yönetmeni<br />

sevgili Hrant Dink’in katledilişinin<br />

2. Yıl dönümü Mersin de de<br />

lanetlendi. KESK’e bağlı sendikalar,<br />

İHD, Halkevleri Mersin, Genel-İş,<br />

Petrol-İş, Kristal-İş, Liman-İş, ÖDP,<br />

SDP, DTP, EMEP, ESP, 78’liler,<br />

68’liler İHD önünde akşam saat 17.30<br />

da bir araya geldi. Yaklaşık 3oo kişinin<br />

bir araya geldiği kitle Ermenice,<br />

Kürtçe ve Türkçe yazılan “HRAN<br />

İÇİN ADALET İÇİN” pankartının<br />

arkasında “Hepimiz Hrant’ız hepimiz<br />

Ermeniyiz” “Hrant’ın Katili<br />

Faşıst Devlettir” Faşizme karşı omuz<br />

omuza….” gibi sloganlarla taş binaya<br />

doğru yürüyüşe geçti. Polis tertip<br />

komitesine “eylemin yasal olmadığını<br />

dava açacakları” ve “fakat eyleme<br />

müdahale de etmeyeceklerini”<br />

bildirmiş. Bu arada 20 kişilik devrimci<br />

örgütlerden oluşan bir grup<br />

ta İHD önünde bir araya gelerek,<br />

HRANT’IN KATİLİ DEVLETTİR<br />

HESAP SORACAĞIZ” pankartı altında<br />

bağımsız <strong>olarak</strong> önceden taş<br />

binaya kadar yürüdü.<br />

Taş bina önüne gelindiğinde SDP ve<br />

TKP ayrı kortejlerle sloganlar atarak<br />

miting alanına geldiler. Yoğun bir biçimde<br />

atılan sloganların ardında tertip<br />

komitesi adına Hülya Yaman basına<br />

ve kamuoyuna açıklamayı yaptı.<br />

Açıklamaya, Rakel Dink’in Hrant’ın<br />

cenaze merasiminde, “Bebekten katil<br />

yaratan zihniyet sorgulansın!” sözü<br />

ile başladı. Açıklamada “Herkes çok<br />

iyi bilmelidir ki, özgürlüklerin, barış<br />

ve kardeşliğin savunucusu olan<br />

Hrant’lar susmayacaktır. Hiçbir karanlık<br />

güç bizleri bu mücadeleden<br />

engellemeyecektir. Sevgili Hrant’ın<br />

hayallerini gerçekleştirmeye, ideallerinie<br />

sahip çıkmaya, ülkemizde her<br />

türlü kimlik ve kültürlerin birlikte<br />

yaşamaya birlikte yürümeye devam<br />

edeceğiz” denildi.<br />

Eylemde aynı zamanda Siyonist<br />

İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde<br />

katliamı bir kez daha protesto<br />

edildi. Bugüne kadar Taş bina<br />

önünde yapılan nöbet eylemine de<br />

şimdilik son verildiği açıklandı.<br />

Basın açıklamasının ardından<br />

Hrant’ın çok sevdiği sarı gelin türküsü<br />

söylendi. Türküye kitlede eşlik<br />

etti. Bu basın açıklamasının arkasında<br />

diğer grupta kendi basın açıklamasını<br />

yaptı. Kitlenin bir kısmı<br />

bu açıklama yapılana kadar bekledi.<br />

Eylem herhangi bir olay olmadan<br />

sona erdi.<br />

Hra nt ’ı n k at i li Faşist Türk<br />

Devletidir bir gün mutlaka hesap<br />

sorulacaktır.<br />

İki genç kaçırıldı!<br />

İsta nbu l ’u n Sa r ıga zi semt i<br />

Demokrasi Caddesinde iki gün<br />

peş peşe biri 18 diğeri 20 yaşında<br />

iki genç güpegündüz yüzleri kar<br />

maskeli ve uzun namlulu otomatik<br />

silahlı kişiler tarafından kaçırılıp işkence<br />

yapılarak öldürülmekle tehdit<br />

edildiler.<br />

Bununla ilgili Demokratik Haklar<br />

Federasyonu’na bağlı Anadolu Haklar<br />

Derneği 9 Ocak 2009 günü İstanbul<br />

İHD’de bir basın toplantısı yaparak<br />

22.01.2009<br />

Ydi Çağrı Mersin √<br />

bu kontgerilla saldırısı hakkkında<br />

kamuoyunu bilgilendirdi.<br />

Açıklamada ekonomik krizin işçiler<br />

ve emekçiler üzerindeki yakıcı etkisinin<br />

arttığı demokrasi ve hak alma<br />

mücadelesinin yoğunlaşarak geliştiği<br />

bir süreçte üyelerine yönelik yapılan<br />

bu yıldırma amaçlı saldırının mevcut<br />

düzenin faşistliğinin hangi boyutlara<br />

ulaştığının göstergesi olduğu<br />

belirtilerek saldırının nasıl geliştiği<br />

anlatıldı.<br />

9


10<br />

gündem<br />

İlk saldırının üyeleri Hüseyin<br />

Arslan’a 7 Ocak 2009 çarşamba günü<br />

saat 11.00’de Sarıgazi Demokrasi<br />

Caddesinde yürüdüğü sırada yapıldığını,<br />

H. Arslan’ın genç bir kadın<br />

tarafından adres sormak bahanesiyle<br />

ara sokağa çağrıldığı ve bu sırada o<br />

sokakta konumlanmış kar maskeli<br />

(Dört kişi oldukları sanılıyor) kişiler<br />

tarafından uzun namlulu silahlar<br />

doğrultularak zorla siyah Şahin<br />

marka bir otoya sokularak gözleri<br />

bağlanıp ormanlık alana götürüldüğü<br />

belrtildi. Orada elbiseleri çıkarılarak<br />

dövülmüş yere yatırılarak<br />

çeşitli işkenceler yapılmış “sizi biliyoruz,<br />

ensenizdeyiz, bir dahaki sefere<br />

böyle kurtulamazsın” denilerek<br />

öldürülmekle tehdit edilmiş ve daha<br />

sonra Sarıgazi’de bir okulun önüne<br />

atılmış.<br />

Bu saldırının ertesi 8 Ocak 2009<br />

Perşembe günü yine derneklerine<br />

üye İnan Coşar’ın gündüz evinden<br />

çıkıp Demokrasi Caddesinde yürürken<br />

arkasından yaklaşan kar maskeli<br />

silahlı kişiler tarafından zorla<br />

Hyundai marka bir araca b<strong>indir</strong>ilip<br />

gözleri bağlanarak kaçırıldığı, aracın<br />

içinde kaba dayak, darp, küfür ve<br />

işkencelere maruz kaldığı belirtildi.<br />

Vücudunun çeşitli yerlerini bıçak<br />

darbeleriyle yaralayan işkenceciler<br />

ölümle tehdit etmiş, psikolojik saldırılarda<br />

bulunmuş, başka bir dernek<br />

üyesinin ismi telefuz edilerek<br />

“sıra onda, onun da hesabını göreceğiz”<br />

denmiştir. İ. Coşar daha sonra<br />

Taşdelen köprüsü civarında otoyol<br />

kenarına atılmış ve görenler tarafından<br />

hastaneye kaldırılmış.<br />

Üyelerine yapılan bu saldırıların<br />

amacının kendileri sahsında demokrasi<br />

mücadelesi için bilinçlenip örgütlenen<br />

tüm devrimci ve ilericilere<br />

yapılmış bir saldırı <strong>olarak</strong> değerlendiren<br />

dernek “saldırıların sorumlusunun<br />

devlet ve onun güvenlik<br />

güçleridir” denilerek üyeleri adına<br />

Sarıgazi’deki kolluk kuvvetleri hakkında<br />

suç duyurusunda bulunduklarını<br />

belirttiler.<br />

Anadolu Haklar Derneği’nin üyeleri<br />

20 yaşında, elektrik- elektronik<br />

teknisyeni Hüseyin Arslan ve<br />

Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi<br />

18 yaşındaki İnan Coşar’a yapılan<br />

bu saldırılar onların sahsında tüm<br />

devrimcilere ilerici ve demokratlara<br />

ezilen ve sömürülen tüm işçi ve<br />

emekçilere yapılan bir faşist saldırıdır.<br />

YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> bu<br />

saldırıyı nefretle kınıyor, tüm devrimci<br />

demokrat, ilerici kişi ve kurumları<br />

tüm işçi ve emekçileri bu tür<br />

faşist saldırılara karşı duyarlı davranmaya<br />

çağırıyoruz.<br />

Hiç kimse, devrimci bir temelde<br />

örgütlenip devrimi hedefleyen bir<br />

hak mücadelesi yürütmeksizin<br />

emperyalistlerin işbirlikçisi bir avuç<br />

sömürücünün bu faşist düzeninde<br />

hak ve özgürlük sahibi olamayacağını<br />

bilmelidir.<br />

Ocak 2009 √<br />

Kürt anneler anadilde<br />

Barış Anneleri İnsiyatifi, anadilde<br />

eğitim talebi ile ilgili18<br />

Ocak 2009 Pazar günü<br />

saat 14.00’de Esenyurt’ta bulunan<br />

İstanbul DTP Büyükçekmece ilçe<br />

örgütü binasının önünde 150 kişinin<br />

katılımıyla bir basın açıklaması<br />

yaptı.<br />

Genellikle Esenyurt’ta yapılan basın<br />

açıklamaları Esenyurt Köyiçi’nde<br />

bulunan Cumhuriyet Meydanında<br />

yapı lır. Fa kat Barış Anneleri<br />

İnsiyatifi’nden anneler basın açıklamasını<br />

burada yapamadılar. Çünkü<br />

alan, jandarma tarafından demir<br />

bariyerlerle ablukaya alınmış bütün<br />

yollar tutulmuş adeta Esenyurt’ta sıkıyönetim<br />

ilan edilmişti.<br />

Yediden yetmişe kadın erkek her<br />

yaştan insanların katıldığı bu açıklamayı<br />

anneler Kürtçe yaptı.<br />

Açı k la mada, binlerce y ı ld ır<br />

Mezopotamya toprakları üzerinde<br />

yaşayan bir halkın anneleri <strong>olarak</strong><br />

çocuklarını kürtçe ninnilerle uyutup<br />

kürtçe dili ile eğitip büyüttüklerini,<br />

fakat 80 yıldan fazladır yaşadıkları<br />

topraklarında dilleri kendilerine yasaklanmış,<br />

yaşam kendilerine daraltılmış<br />

yerleri yurtlarının Kürtçe<br />

isimleri değiştirilerek zalimce bir<br />

eğitim hakkı istedi<br />

asimileye tabi tutulmuş olduklarını<br />

belirttiler.<br />

Anadillerini istediklerinde cezalandırıldıklarını<br />

belirten anneler 20.<br />

Yüzyılda anadil yasağının büyük bir<br />

insanlık ayıbı olduğunu, insanlığa<br />

zarardan başka bir fayda sağlamadığını,<br />

dilleri yasaklanan insanların<br />

topluma kolay uyum sağlayamadığını<br />

söylediler.<br />

Devletin TRT 6 ile Kürtçe yayına<br />

başlamasını samimi bir adım <strong>olarak</strong><br />

görmediklerini, aynı gökyüzü altında<br />

yaşadığımızı iddia edenler tarafından<br />

hep hakları istendiğinde o gökyüzünden<br />

kendi üzerlerine bomba<br />

yağdığını belirten anneler çocuklarına<br />

Kürtçe isim veremediklerini, cezaevinde<br />

kalan çocuklarıyla Kürtçe<br />

konuşamadıklarını, konuştuklarında<br />

görüşmelerini kestiklerini belirttiler.<br />

Tüm bu zalimliklerin olmamasını<br />

istediklerinde de en yetkili ağızlardan<br />

“Ya sev, ya terk et!” lafları işittiklerini<br />

kendi ülkelerinde Kürtler<br />

<strong>olarak</strong> ulusal haklara sahip olma anlamında<br />

hiçbir zaman Türkler kadar<br />

özgür olmadıklarını belirttiler.<br />

Anneler açıklamanın sonlarında<br />

devletin Kürt dili üzerindeki bütün<br />

engelleri kaldırmasını, Kürtçenin<br />

Anadilde Eğitim<br />

Çapa Fıp Fakültesinin kampüsünde,<br />

Yurtsever Demokratik<br />

G enç l i k Me cl i si, Ç apa<br />

Komitesi ve Lise Komitesi’nin ortaklaşa<br />

yaptığı, ana dilde eğitim hakkı ile<br />

ilgili basın açıklamasına biz Biz Yeni<br />

Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> ta katıldık.<br />

Dövizler açılarak ve sloganlar atılarak<br />

eyleme başlandı. Atılan sloganlardan<br />

birkaçı şunlardı; ‘Kürdistan faşizme<br />

mezar olacak, anadilde eğitim istiyoruz”<br />

ve Kürtçe sloganlar atıldı.<br />

hakkı eylemi<br />

Taşınan dövizlerde TRT 6’i protesto<br />

eden ‘TRT ‘li asimileye hayır’ ya da<br />

‘bilinmeyen dilin, bilinmeyen kanalı<br />

TRT 6’ gibi dövizler taşındı.<br />

Orada bulunan bütün gençler büyük<br />

bir halka oluşturarak bir süre<br />

halay çektiler. Daha sonra kampüsün<br />

girişine doğru yürüyüşe geçildi.<br />

Yürüyüş sonunda basın açıklaması<br />

okundu. Basın açıklamasında belirli<br />

talepler dile getirildi. Bunlardan bazıları<br />

şunlardı; Kürt dili sorununun<br />

resmi dil <strong>olarak</strong> kabul edilmesini,<br />

kreşlerden üniversitelere kadar tüm<br />

eğitim kurumlarında Kürt dilinin<br />

de eğitim dili olmasını ve adları değiştirilen<br />

köy kasaba vb. yerlerin eski<br />

Kürtçe isimlerinin geri verilmesini<br />

istediler.<br />

Kürtçe <strong>olarak</strong> “dilimiz onurumuzdur,<br />

onurumuza sahip çıkalım!” solganıyla<br />

biten açıklama boyunca bu<br />

slogan sık sık atıldı.<br />

Annelerin Kürt dili üzerindeki yasağın<br />

kalkması talebi kürt ulusunun<br />

en önemli haklı demokratik taleplerinden<br />

birisidir. Bu uğurda verilen<br />

mücadele bizim de mücadelemizdir.<br />

Öyle gördüğümüz iç<strong>indir</strong> ki bu tür eylemlere<br />

gücümüz oranında katılıyor,<br />

destekliyoruz. Fakat doğru görmediğimiz<br />

başta Barış Anneleri İnsiyatifi<br />

olmak üzere diğer bir dizi siyasi parti,<br />

grup ve çevrenin dil yasağının bu düzen<br />

çerçevesinde çözülecek bir sorun<br />

ve Türk egemenlerinin bu konuda<br />

atacağı en ufak adımın barışa önemli<br />

katkı sunacağını iddia etmeleridir.<br />

Bu düşünce doğru bir düşünce değildir.<br />

Çünkü egemenlerin ezilen<br />

ulus ve ulusal azınlıkları asimile etmede<br />

en etkili araçı onların dillerini<br />

yasaklamadır. Onun için diyoruzki<br />

tüm ezilen ulus ve ulusal azınlıkların<br />

dil özgürlüğü, onların ulusal <strong>olarak</strong><br />

yazgılarını kendi ellerine almasından<br />

geçer. Bu özgürlük de ancak ve ancak<br />

işçi sınıfı önderliğinde bir devrimle<br />

sosyalizmle kazanılır. Sermaye düzeninde<br />

hiçbir özgürlük kırıntısı ve<br />

göreceli barış ortamı gerçek özgürlük<br />

ve barış olmamıştır, olamaz.<br />

Bu açıklamada başka önemli bir eksiklik<br />

de kürt dili üzerindeki yasaktan<br />

başka diğer milliyetlerin dilleri<br />

(Örneğin; Arap, Laz, Çerkez Ermeni,<br />

Rum, …. vd. milliyetlerin anadillerinde<br />

eğitim yoktur.) üzerindeki yasaktan<br />

tek laf edilmemesi idi.<br />

Ocak 2009 √<br />

çözümü için Kürt sorununun demokratik<br />

yollarla çözülmesi, bunun<br />

için Türkiye devletinin Kürtlerin<br />

‘Demokratik Özerklik’ talebini kabul<br />

etmesi gerektiği, Kürtçenin, Kürtlerin<br />

yoğun olduğu bölgelerde resmi dil<br />

<strong>olarak</strong> kabul edilmesi, Kürt dilinin<br />

tüm eğitim ve öğretim alanlarında<br />

eğitim dili <strong>olarak</strong> kabul edilmesi,<br />

devlet tarafından geliştirilen asimilasyon<br />

politikalarından dolayı Kürt<br />

halkından özür dilenmesi ve pozitif<br />

ayrımcılık uygulanması gerektiği<br />

vurgulandı. Basın açıklamasından<br />

sonra eylem sona erdirildi. Katılım<br />

çok iyiydi, Eylem coşkulu geçti.<br />

Genç bir YDİ/Çağrı okuru<br />

Ocak 2009 √


Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Asil Çelik işçisinin<br />

onurlu grevi başladı<br />

Bursa Orhangazi’de bulunan<br />

Birleşik Metal İş Sendikası<br />

(BMİS)’nın örgütlü olduğu 494<br />

sendikalı, toplam 1000 kadar çalışanı<br />

bulunan Asil Çelik işyerinde işverenin<br />

sıfır zam teklifine karşılık işçiler<br />

grev kararı alarak 30 Ocak 2009’da<br />

greve çıktılar. İşverenin<br />

17 Kasım 2008’de krizi bahane<br />

ederek işçileri ücretsiz izine çıkaran<br />

ve 12 Ocak 2009’da tekrar üretime<br />

başlaması karşısında devam eden<br />

Toplu İş Sözleşmesi(TİS) görüşmelerinin<br />

tıkanması sonucunda 21 Ocak<br />

2009’da alınan grev kararı 30 Ocak<br />

2009 günü uygulamaya konuldu.<br />

BMİS basın açıklamasında, “Bugün<br />

yaşanan krizi gerekçe göstererek, işçileri<br />

açlığa ve sefalete sürüklemek<br />

isteyen sermaye çevrelerine şimdide<br />

Asil Çelik işvereni eklenmiştir” dedi.<br />

Fabrikanın kapısında grevi halaylarla<br />

karşılayan işçiler önünde ilk <strong>olarak</strong><br />

söz alan BMİS Bursa Şube Sekreteri<br />

Erol Bektaş “İş yerinde ölen arkadaşlarımız<br />

için, şehitlerimiz için,<br />

Filistin’de ölenler için 1 dakikalık<br />

saygı duruşu ve istiklal marşımızın<br />

ardından başkanımız konuşacak” diyerek<br />

bazen kötünün iyisi(reformist)<br />

sendikalar içinde de tabanın aynası<br />

olan şoven yöneticiler olabileceğini<br />

gösterdi. Daha sonra konuşan BMİS<br />

Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,<br />

“daha düne kadar işçilerin sırtından<br />

işçilerin çok yoğun çalışmasıyla yüksek<br />

oranlarda verimlilik ve büyük<br />

kar elde eden işveren, bugün kriz<br />

gerekçesiyle işçilerin en temel taleplerini<br />

görmezden geliyor. İşçilerin<br />

bu yoğun çalışmaları sayesinde her<br />

geçen gün büyüyen Asil Çelik işvereni<br />

şimdi krizin faturasını işçilere,<br />

çalışanlara kesmeye çalışıyor.” dedi.<br />

Özelleştiğinden bugüne kadar işyerinin<br />

ne kadar büyüdüğünü, işçi ücretlerinin<br />

ne kadar gerilediğini verilerle<br />

ortaya koyan Adnan Serdaroğlu, “biz<br />

hiçbir zaman kavgadan kaçmadık.<br />

Tega’da bir yıldır grevdeyiz” dedi.<br />

başbakanın Davos’daki tavrının<br />

olumlu olduğunu ama devamının<br />

gelmesi gerektiğini ve yapılan ikili<br />

anlaşmaların iptal edilmesi gerektiğini<br />

belirtti. Ancak başbakanın bu<br />

tavrı sayesinde işçilerin, emekçilerin,<br />

yoksul kesimin karnının doymadığı<br />

gerçeğinin insanlara unutturulduğunu<br />

atladı.<br />

BMİS Genel Sekreteri Selçuk<br />

Göktaş “Göz renklerimiz farklı da<br />

olsa, göz yaşlarımız aynıdır” diyerek<br />

tüm işçileri ve işçi dostlarını bu davaya<br />

sahip çıkmaya çağırdı.<br />

Greve BMİS Bursa Şubesine<br />

bağlı bir aydır grevde olan Asemat işçileri,<br />

Prysmian , Grammer, Çimtaş,<br />

SCM işçileri de desteğe gelmişti.<br />

Yerel seçimlerin etkisiyle yerel bazı<br />

belediye başkan adayları ve EMEP,<br />

ÖDP, SP, SDP,TKP gibi örgütler de<br />

desteğini eksik etmediler. Atılan bazı<br />

sloganlar: “İş, ekmek yoksa barışta<br />

yok”, “Kurtuluş yok tek başına ya<br />

hep beraber ya hiç birimiz”, “Yaşasın<br />

sınıf dayanışması”, “Siz, biz hepimiz<br />

Filistinliyiz” vb.<br />

Her ne kadar reformist talepler<br />

de olsa işçileri bir adım ileri götürecek<br />

bu talepleri sahipleniriz. Ancak<br />

işçilerin, emekçilerin, köylülerin,<br />

yoksulların ve doğanın kurtuluşunun<br />

sosyalist devrimlerden geçtiğini<br />

bilerek; tüm sınıf <strong>olarak</strong> bolşevik safları<br />

sıklaştırmamız gerekmektedir.<br />

Yaşasın halkların kardeşliği<br />

Yaşasın sınıfa karşı sınıf davamız<br />

Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm.<br />

Bursa’dan YDİ/Çağrı Okurları<br />

31 Ocak 2009 √<br />

EK:1


Direnişçi işçilerle dayanışma<br />

gecesi yapıldı<br />

EK:2<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Sendikalaştıkları için işten<br />

atılan ve bir dizi saldırıya<br />

uğrayan Sinter Metal ve<br />

Gürsaş işçileri yaklaşık bir aydır<br />

hazırlığını yaptıkları Dayanışma<br />

Gecesini gerçekleştirdiler.<br />

Direnişçi işçiler bu geceyi direnişlerinin<br />

40. Günü olan 29 Ocak<br />

2009 Çarşamba günü İstanbul’un<br />

Ümraniye semtindeki Vals Düğün<br />

Salonu’nunda yaptılar.<br />

Düzenli <strong>olarak</strong> ziyaret ettiğimiz<br />

direnişçi işçilerle birlikte Sinter<br />

Metal Fabrikası önünde patronu<br />

ve direnişe katılmayan ihanetçi<br />

işçileri protesto eden ve kazanana<br />

kadar direnişe devam edecekleri<br />

kararlılığını ifade eden slogan ve<br />

konuşmalardan sonra servislerle<br />

gecenin yapılacağı yere geldik.<br />

Salona 200 metre kala servislerden<br />

inen Gürsaş ve Sinter Metal işçileri<br />

İÇİNDEKİLER<br />

YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />

Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı .<br />

. . . . . . . . . . . . . . . EK:1<br />

Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2<br />

Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3<br />

Asemat işçileri grev dedi .<br />

. . . . . . . . . . . . . . . . . .EK:4<br />

Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />

Çimsataş’ta işçi kıyımı .<br />

kortej oluşturarak sloganlar eşliğinde<br />

salona kadar yürüdüler.<br />

Gece, sunucunun N. Hikmet’in<br />

“İşçi Sınıfına Selam!” şiiri ve<br />

Sinter Metal işçilerinin direnişini<br />

anlatan bir sinevizyon gösterimi<br />

ile başladı. Sinevizyon gösterimi<br />

boyunca Direnişçiler ve aileleri<br />

tarafından büyük bir coşku ile<br />

direnişlerini alkışlamaları onların<br />

bu kavgada ne kadar kararlı olduklarını<br />

gösteriyordu.<br />

Gecenin açılış konuşmasını<br />

Birleşik Metal – İş Sendikası Genel<br />

Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı.<br />

Destek için orada bulunan herkesi<br />

ve zor koşullara rağmen bu güne<br />

kadar büyük bir kararlılıkla direnen<br />

Sinter Metal işçilerini selamlayan<br />

ve kutlayan A. Serdaroğlu<br />

Türkiye’de demokrasi ve insan<br />

haklarının sadece bir avuç zengin<br />

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />

Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . .<br />

EK:5<br />

İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6<br />

SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . .<br />

EK:6<br />

Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7<br />

Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8<br />

Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />

için varolduğunu belirtti.<br />

Ayrıca Gürsaş ve Sinter Metal’de<br />

yaşananların “işveren terörü” <strong>olarak</strong><br />

değerlendiren A. Serdaroğlu<br />

bu teröre seyirci kalan hükümetin<br />

de en az patronlar kadar suçlu olduğunu<br />

söyledi.<br />

Sinter ve Gürsaş direnişçileri<br />

adına birer işçi kürsüde kısa birer<br />

konuşma yaptı.<br />

Sinter Metal işçileri adına konuşan<br />

sadece yasal hakları olan sendikallaşma<br />

ve ekmek davası için<br />

mücadele ettiklerini ve bundan<br />

sonra da daha kararlı bir şekilde<br />

kazanana kadar mücadelelerini<br />

sürdüreceklerini belirtti.<br />

Gürsaş işçileri adına konuşan<br />

genç bir işçi ise yürüttükleri mücadelenin<br />

sadece Gürsaş işçilerin<br />

sendikal hakkı ekmek ve geleceği<br />

için olmadığını yürüttükleri mücadelenin<br />

bir bütün <strong>olarak</strong> ülke<br />

işçi sınıfının tüm ezilen ve sömürülenlerin<br />

mücvadelesi olduğunue<br />

herkesi bu tür direniş ve grevlere<br />

destek olmaya çağırdı.<br />

Geceye DİSK Yönetim Kurulu<br />

üyeleri, KESK Genel Başkanı Sami<br />

Evren, Genel- İş Genel Başkanı Erol<br />

Ekici, Genel- İş Anadolu Yakası<br />

Bölge Başkanı Veysel Demir DİSK,<br />

KESK ve Türk- İş'e bağlı bir çok<br />

sendikanın şube yönetcisi, DKÖ<br />

temsilcisi, yöre derneği ve semtte<br />

bulunan organize sanayi bölgelerinden<br />

işçiler katıldı.<br />

Şimdiye kadar hiçbir direniş ve<br />

grevde pek karşalaşmadığımız siyasi<br />

parti yöneticisi, Milletvekili<br />

ve Belediye Başkan Adayları da geceye<br />

gelmişlerdi.<br />

Bunlardan İstanbul’un Üsküdar<br />

ilçesi DSP Belediye Başkan Adayı<br />

sanatçı Levent Kırca işçiler tara-<br />

fından büyük bir sevinçle karşılandı.<br />

L. Kırca yaptığı kısa konuşmada<br />

işçilerin yanında olduğunu<br />

belirtti ve mimikleriyle işçileri<br />

güldürdü. DSP Milletvekili Ayşe<br />

Şule Ağırbaş da hükümeti suçladı,<br />

işçileri desteklediğini söyledi.<br />

Aynı şekilde DSP Milletvekili<br />

gibi CHP Milletvekili Çetin Soysal<br />

da sanki emperyalistlerle işbirliği<br />

içinde olan bir avuç kapitalistin<br />

faşist düzeninin savunucusu işçi<br />

ve emekçi düşmanı büyük sermaye<br />

sınıfı ve bürokrat burjuvaziye<br />

hizmet eden bir partide değil<br />

de gerçekten işçiden emekçiden<br />

yana bir partide siyaset yapan bir<br />

Milletvekiliymiş gibi hükümetin<br />

yanlış politikasından patronların<br />

krizden dolayı işçilerin emekçilerin<br />

haklarını gaspından “emeğin<br />

en yüce değer” olduğundan işçi sınıfının<br />

yanında olduğundan uzun<br />

uzun sözetti. Bu sırada salondaki<br />

bir bölüm dinleyici tarafından bu<br />

iki yüzlülüğü protesto edildi.<br />

Çünkü Belediye Başkanı CHP’li<br />

olan Kadıköy Belediyesinde çalışan<br />

sağlık emekçileri DİSK/ Devrimci<br />

Sağlık- İş Sendikası’na üye oldukları<br />

için işten atılmıştı. Sendika<br />

bununla ilgili bir bildiri çıkarmış<br />

önceden salondaki masalara dağıtmıştı.<br />

Protestocular, haklı <strong>olarak</strong><br />

bildirileri havaya kaldırarak<br />

ve masalara vurarak Çetin Soysal’ı<br />

protestolarını dakikalarca sürdürünce<br />

Birleşik Metal- İş Başkanı<br />

ve diğer yöneticiler Milletvekilinin<br />

protesto edilmesinin çok yanlış<br />

olduğunu bu Milletvekilinin her<br />

zaman Mecliste işçilere sahip çıktığını<br />

söyleyerek onu savundu.<br />

Kendi işkolunda en mücadeleci<br />

ve işçilerin sömürülmesini<br />

azda olsa sınırlamak için uğraşan<br />

emekten yana bir sendikanın en<br />

yetkilisinin adından başka halka<br />

hiçbir ilgisi olmayan ve yararı dokunmayan;<br />

tersine 12 Martları, 12<br />

Eylülleri yapanlar ve uygulamasını<br />

sürdürenlerden özde farkı olmayan<br />

bir partide Milletvekiliği yapan<br />

birine böyle sahip çıkması işçi<br />

sınıfının kaşını yapayım derken<br />

gözünü çıkarmaya benziyor.<br />

İşçi sınıfı bir gün mutlaka bu<br />

düzen partilerinden hesap sorduğu<br />

gibi sınıfın anda bir bölüğünün<br />

küçücük çıkarları uğruna<br />

uzun vadeli çıkarları hiçe sayarak<br />

ve gerçek kurtuluşa yürümesi için<br />

gözlerindeki gerekli görme yetisine<br />

ulaşmanın ön nüvesi olan ışığı artırmak<br />

değil de eksiltenlerden de<br />

hesap soracaktır.<br />

Ocak 2009 √


Mersin Limanında işten<br />

atılan işçiler direnişte<br />

Mersin Limanı’nın özelleştirilmesi<br />

sürecinde,<br />

liman işçileri Liman-İş<br />

Sendikası önderliğinde özelleştirmeye<br />

karşı direnerek, özelleştirmeyi<br />

engellemeye çalışmıştı. Bu<br />

direnişin özelleştirmeyi engelleyememesi<br />

üzerine, Mayıs 2007 de<br />

Mersin Limanı 36 yıllığına MIP<br />

şirketine kiralanarak özelleştirilmişti.<br />

Bu özelleştirme sonunda<br />

emekliliği dolan işçiler emekliye<br />

ayrılmış, diğerleri ise başka limanlara<br />

gönderilerek bu direnişe son<br />

verilmişti. Bu özelleştirme nedeniyle<br />

Mersin Limanı’nda Liman-<br />

İş’in örgütlülüğü sona ermişti.<br />

O dönemden bu yana, Mersin<br />

Limanı’nda bir sessizlik hakimdi.<br />

Bu sessizliği yükleme, boşaltma,<br />

tahliye işçileri bozdu. Bir taşeron<br />

firma olan Akansel’de çalışan işçiler,<br />

patronun keyfi tutumu ve<br />

ağır çalışma koşullarına daha<br />

fazla boyun eğmeyeceklerine karar<br />

vermişler. Bunun sonucu <strong>olarak</strong>,<br />

kendi işkollarında yetkili olan<br />

TÜMTİS’te örgütlenmeye karar<br />

veriyorlar. İşçilerin sendikaya üye<br />

olmasını engelleyemeyen Patron<br />

“ekonomik kriz” gerekçesiyle ilk<br />

başta 60 işçiyi kapı dışarı etmişti.<br />

Bunun üzerine atılan işçiler, 5<br />

Ocaktan itibaren Limanın A kapısı<br />

önünde direnişe geçti. İçerde<br />

çalışan işçilerde, iş yavaşlatarak<br />

direnişteki arkadaşlarına destek<br />

veriyorlar. Direnişin11. günü, 10<br />

işçinin daha aynı gerekçe ile kapı<br />

dışarı ediliyor. Kendilerini ziyaret<br />

ettiğimiz işçiler patronun tavrına<br />

tepkili. Sendikalı <strong>olarak</strong> çalışma<br />

konusunda “Limana sendika girecek<br />

başka yolu yok!” diyerek<br />

direniyorlar.<br />

L i m a n önü nde, T Ü M T İS<br />

Sendikası Genel Sekreteri Gürel<br />

Yılmaz ve direnişçi işçilerle<br />

görüştük.<br />

YDİ ÇAĞRI: Sayın Gürel bize<br />

bu süreci anlatabilir misiniz<br />

Gürel Yılmaz: Mersin Limanı<br />

2007 yılının Mayıs ayında özelleştiriliyor.<br />

Özelleştirmede, Singapur<br />

kökenli dünya liman işletmecisi<br />

Tersa ile, Aksen’in ortaklığı ile<br />

kurulan MIP adlı şirket özelleştirmede<br />

Limanı 36 yıllığına kiralıyor.<br />

Bu MIP, Limanın boşaltma, yükleme<br />

ve tahliye işlerini AKANSEL<br />

adlı bir firmaya yaptırmaya başlıyor.<br />

Akansel’de çalışan işçiler,<br />

aylarca kendilerine çalışma koşullarının<br />

düzeltileceğine dair<br />

sözler verilmiş olmasına rağmen,<br />

hiçbir sözlerinin yerine getirilmemesi<br />

üzerine, örgütlenmeye karar<br />

veriyorlar. Sendikamıza işçilerin<br />

öncülerinden bir iki arkadaş başvurdu.<br />

Bunlarla önce görüşmelerimizi<br />

Haziran ayı içerisinde başlattık.<br />

Tabi Liman’da olan bir işyeri<br />

olduğundan dolayı, öncelikle bizim<br />

işkolumuzda olup olmadığını<br />

kesinleştirmemiz gerekiyordu.<br />

Bakanlıkta işkolu tespiti istedik.<br />

Ekim ayı sonlarına doğru işkolu<br />

incelemesi tamamlandı. Kara taşımacılığı<br />

işkolunda olduğu kesinleşti.<br />

Daha sonra biz kurduğumuz<br />

ilişkiler üzerine burada örgütlenme<br />

çalışması başlattık. Gerçekte<br />

iki aylık çok yoğun bir çalışmanın<br />

sonucunda, işçi arkadaşların evlerinden,<br />

mahallelerinden, sokaklarından,<br />

düğünlerinden, cenazelerinden<br />

tutun, bulundukları her<br />

yere bu örgütlenme çalışmamızı<br />

taşıdık. Bunun üzerine işçi arkadaşlarımızın<br />

örgütlenmeye olan<br />

ihtiyaçları, sendikamızın çalışmasına<br />

duydukları güven sonucunda<br />

da, yasaların aradığı çoğunluğu<br />

sağlayarak, 30 Aralık tarihinde<br />

Çalışma Bakanlığı’na çoğunlu<br />

tespiti başvurumuzu yaptık. Tabi<br />

sendikal çalışmanın işveren tarafından<br />

duyulması üzerine, işin öncülerine<br />

tehditler yağdırmaya başladılar.<br />

Sendikamızı karalamaya<br />

çalıştılar. İşçileri sendikadan istifa<br />

ettirmeye çalıştılar. Tehditleri silah<br />

göstermeye kadar vardırdılar. Ve<br />

en son <strong>olarak</strong> da, 5 Ocak tarihinde,<br />

60 arkadaşımızın işten çıkarılmasıyla<br />

sendikal çalışmayı engelleyebileceklerini<br />

düşündüler. Ama<br />

bugün direnişimizin 11. günü. 11<br />

gündür hem içeride çalışan üyelerimiz,<br />

hem işten çıkarılan kapının<br />

önünde direnişte olan üyelerimiz,<br />

kesinlikle örgütlenme sürecinin<br />

tamamlanana kadar bu mücadeleyi<br />

devam ettirmekten kararlı olduklarını<br />

herkese gösterdiler. Her sabah<br />

işten çıkarılan arkadaşlarımızla<br />

beraber, işbaşı yapacak arkadaşlarımız<br />

direniş yerinde buluşuyoruz.<br />

Orada sloganlarla taleplerimizi yeniden<br />

haykırıyoruz. Çalışan arkadaşlarımızı<br />

işe uğurluyoruz. Gün<br />

içerisinde burada ziyaretçilerimiz<br />

oluyor. Her gün halaylar çekiyoruz.<br />

Destek ve dayanışmaya gelen<br />

kurumlarla, omuz omuza bu mücadelenin<br />

kazanılması için, yeni<br />

hedefler koyuyoruz önlerimize. Ve<br />

akşam paydos saatinde de, içerden<br />

çalışan üyelerimiz, kortejler oluşturarak,<br />

sloganlar atarak limanın<br />

kapısına geliyorlar. Limanın dışına<br />

çıkıyorlar. Orada direnişçi işçilerle<br />

buluşarak, taleplerimiz haykırarak<br />

dağılıyoruz. Tabi, burada esas<br />

üzerinde durulması gereken nokta<br />

şu: Biliyorsunuz özelleştirme sonucunda,<br />

özelleştirmenin gerçekleştiği<br />

bütün limanlarda, sendikal<br />

örgütlülükler dağıtıldı. Mersin limanı<br />

da bunlardan biri. Buradaki<br />

bu süreç, Limanlardan yeniden<br />

örgütlenebilineceğini, sendikal<br />

örgütlülüğünün yeniden sağlanabileceği,<br />

bir kazanıma dönüşürse,<br />

gerçekte limanda çalışan bütün<br />

işçilerin, yeniden örgütlü, toplu<br />

sözleşmeli, düzen içerisinde çalışmalarına<br />

hizmet edebilir. Bundan<br />

dolayı Liman’da örgütlenme yetkisi<br />

olan bütün sendikaların limanlardaki<br />

örgütlenme çabasına katkı<br />

sunmaları, destek vermeleri ve örgütlenme<br />

çalışmasını başlatmaları<br />

gerekiyor. Nitekim Ana işveren<br />

MIP, bizim işkolumuzda değil.<br />

Liman-İş sendikamızın iş kolunda.<br />

Biz Liman-İş sendikamızın da MIP<br />

de bir örgütlenme çalışması başlatırsa<br />

eğer, kendilerine yardımcı<br />

olacağımızı, ilişkilerimizi onlara<br />

taşıyacağımızı, burada Akansel<br />

işçilerinin örgütlenme çabasının<br />

MIP işçilerinde de ciddi bir etki<br />

bıraktığını, bu etki üzerine sendikal<br />

örgütlenmenin daha kolay<br />

olabileceğini aktardık kendilerine.<br />

Onların da bir an önce ana işveren<br />

de çalışan işçilerin örgütlenmesi<br />

için, adım atmalarını istiyoruz.<br />

Buradaki MIP işçilerinin de talebi<br />

budur. Biz bu mücadeleyi devam<br />

ettireceğiz. Her türlü baskıya rağmen,<br />

her türlü havanın olumsuz<br />

koşullarına rağmen, bu mücadeleyi<br />

devam ettireceğiz. Tabi biz bu<br />

mücadeleyi devam ettirirken, işten<br />

çıkarmalar sadece 60 kişi ile sınırlı<br />

kalmayacak. Her gün arkadaşlarımıza<br />

işten çıkarılacaklarına dair<br />

tebligatlar geliyor. Pazartesi günü<br />

10 arkadaşımıza daha, 3 Şubat’tan<br />

itibaren işten çıkarılacaklarına dair<br />

tebligatlar gönderildi. Bu durum<br />

işçi arkadaşlarımız da ciddi tepkilere<br />

neden oluyor. İşverenlerle ve<br />

işveren temsilcileri ile, görüşmek<br />

için iş bırakmaya kadar giden işyeri<br />

içerisinden eylemlilikler gerçekleştiriyorlar.<br />

Tabi demokratik<br />

bir haktır bu. Siz hem işçiye tebligat<br />

göndereceksiniz, şu tarihten<br />

itibaren sizden işinizi ekmeğinizi<br />

alacağım diyeceksiniz, ondan eskisi<br />

gibi hizmet bekleyeceksiniz.<br />

Bunun olanağı yoktur.<br />

Gerçekten bu mücadeleyi sadece<br />

işten çıkarılan üyelerimizin işe<br />

geri döndürme mücadelesi <strong>olarak</strong><br />

değerlendirmiyoruz. Bu mücadele,<br />

limanlarda yeniden sendikaların<br />

örgütlenebilme mücadelesi. Bu<br />

mücadele Türkiye de emek örgütlerinin,<br />

demokrasi güçlerinin örgütleme<br />

mücadelesine dönüşmelidir.<br />

Burada olumlu sonuç almamız,<br />

hem limanlarda yeniden örgütlenebilineceğinin<br />

örneği olacaktır.<br />

Hem de işçi sınıfına bunca sorun<br />

içerisinde, bunca kıyım içerisinde,<br />

bunca olumsuz koşullar içerisinde<br />

moral motivasyonuna dönüşecektir.<br />

Onun için bütün demokrasi<br />

güçlerinin, tüm emek örgütlerinin,<br />

yüreği işçilerden yana atan bütün<br />

bireyleri, kurumları bu mücadeleye<br />

sahip çıkmaya, destek olmaya<br />

çağırıyoruz. Yoksa sadece Akansel<br />

işçilerinin kendi öz güçleri ile sürdürebilecekleri,<br />

mücadele ederek<br />

başarıya ulaşmaları biraz zor.<br />

Sınıf kardeşleri, emek örgütleri,<br />

demokrasi güçleri hangi oranda<br />

sahiplenirlerse, hangi oranda katkı<br />

ve destek sunarlarsa, başarı o kadar<br />

erken gelecektir. Bu sadece<br />

Akansel işçilerinin, sendikamızın<br />

başarısı değil, emek örgütlerinin<br />

ve yüreği sınıftan yana atan herkesin<br />

başarısı olur.<br />

YDİ ÇAĞRI: Bize bu bilgileri<br />

verdiğiniz için teşekkür ederim.<br />

Gürel Yılmaz: Ben de teşekkür<br />

ederim<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:3


Asemat işçileri<br />

grev dedi<br />

EK:4<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Süleyman Kızıltay: Akansel’de<br />

çalışıyorum, şu an sendikaya kayıt<br />

olduğumdan dolayı işsiz bırakıldım.<br />

İçerde çok zor şartlarda köleliğe<br />

varan şartlarda çalıştırdılar.<br />

Bize güzel vaatlerde bulundular,<br />

ama hiç birini yerine getirmediler.<br />

Buna bağlı <strong>olarak</strong> arkadaşlarla<br />

beraber sendikal faaliyetlere başvurduk.<br />

Mücadelemizi vermeye<br />

başladık. Bunu öğrenen işveren<br />

önce arkadaşlarımızı zorla notere<br />

götürüp, tehditlerle sendikadan<br />

istifa ettirmeye çalıştılar. Fakat biz<br />

baskılara boyun eğmedik, mücadelemize<br />

devam ettik. Yeterli sayıyı<br />

Çalışma Bakanlığı’na ulaştırdıktan<br />

sonra, sevinçten avazımız<br />

çıktığı kadar bağırmak istedik.<br />

Bunu duyan işveren 3 Ocak’tan<br />

itibaren 60 işçiyi işten attı. Bunun<br />

mücadelesini şu an burada veriyoruz.<br />

İşçiyiz haklıyız kazanacağız!<br />

Başka bir şey demiyorum.<br />

Ali Aras: Liman işçisiyim.<br />

Özelleştirildikten sonra girdik.<br />

Yalan dolan haksızlık, hakaret her<br />

şey geldi başımıza. Bugüne kadar<br />

dayandık. Buraya kadar geldi. Şu<br />

an hala çalışıyorum. Yıllık izine ayrıldım.<br />

Yazıhanede izin kağıdıma<br />

imza atarken çıkışım benden önce<br />

eve gitmiş. 29 Ocak’ta işbaşı yapacağım.<br />

3 Şubat’ta çıkışım verildi.<br />

Burada çıkarılan işçi arkadaşlarla<br />

aynı kaderi paylaşıyoruz. Ya hep<br />

beraber ya hiç birimiz! Başka bir<br />

şey demiyorum zaten her şey göz<br />

önünde. Bize verdiğiniz destek için<br />

size teşekkür ediyoruz.<br />

Refik Yılmaz: Ekonomi krizin<br />

olmadığını, TÜMTİS Sendikası’na<br />

üye olduğumuz için işten atıldık.<br />

Ben ayda 300-350 taşımalık yapan,<br />

Akansel’in bir numaralı operatörü<br />

olduğum halde beni ekonomik<br />

kriz bahanesi ile işten çıkardılar,<br />

kapı dışarı koydular. Palete girmesini<br />

bilmeyen adamı getirdi benim<br />

yerime koydu. 10 Senedir Mersin<br />

Limanı’nda çalışıyorum, herkes<br />

beni tanır. Ekonomik kriz bahane.<br />

Sendikaya üye olmamı kabullenemiyorlar.<br />

Bu senin yasal hakkın<br />

değildir. Kuralları biz koyarız<br />

diyorlar.<br />

İsmet Tanır: 1997’de emekli oldum.<br />

40 yıllık operatörüm. 18 aydır<br />

yaklaşık Mersin Limanı’na çalışmak<br />

için girdik. Sadakatimizle<br />

pat ronu mu z a hizmet et t i k .<br />

Gecemizi gündüzümüzü birbirine<br />

kattık. Oyalama taktikleri ile 18 ay<br />

bizi oyaladılar. En sonunda yasal<br />

hakkımız olan sendikaya başvurduk.<br />

Bunu suç unsuru <strong>olarak</strong> gösterip<br />

bizi işten çıkardı. Gönderdiği<br />

yazıda kriz diyor. Kesinlikle kriz<br />

falan yok. Yasal hakkımız olan<br />

sendikaya üye olduğumuz için işten<br />

çıkarıldık. İşvereni kınıyorum.<br />

Mehmet Eren: 1988’de Liman’da<br />

çalıştım. Daha sonra belli aralıklarla<br />

Liman’da çalıştım bugüne<br />

geldik. Biz bir aileyiz diyerek boş<br />

vaatlerle bizi kandırdı. İşçiler gidip<br />

yasal hakkını kullanmasın<br />

diye aylarca bizi kandırdı. Hiç zam<br />

alamadık. 18 ayda bize verdiği 50<br />

TL zam. 50 TL zamdan sonra söz<br />

verdi tutanak tuttu, gelip sizlerle<br />

görüşeceğim dedi. Daha sonra<br />

müdürünü göndererek kriz var diyerek<br />

bizi uyutmaya çalıştı.<br />

Bende kınıyorum. 300 kişinin<br />

yapacağı işi 118 kişiye yaptırıyorlar.<br />

Böylemi işsizlik önlenecek.<br />

Yetkililere sesleniyorum, gelsin<br />

kontrol etsinler. 12 çalıştırılıyoruz.<br />

Biz hiçbir işverene düşman değiliz.<br />

Bu memleket için yatırım yapan,<br />

iş yapan hiçbir insanımıza kötü<br />

gözle bakmıyoruz. Seviniyoruz<br />

tam aksine. İşimize geri dönmek<br />

istiyoruz<br />

17 Ocak 2009<br />

YDİ Çağrı/Mersin √<br />

Bursa Nilüfer Organize Sanayi<br />

Bölgesinde kurulu bulunan ve<br />

Birleşik Metal İşçileri Sendikası<br />

(BMİS)’nın örgütlü olduğu Asemat<br />

fabrikasının yaklaşık 70 çalışanı,<br />

işverenin %4’lük zam teklifine<br />

karşılık <strong>olarak</strong> GREV dedi.<br />

Grev uygulamasını başlatmak<br />

üzere BMİS Genel Sekreteri Selçuk<br />

Göktaş konuşmasında işverenin<br />

uzlaşmaz tutumundan duydukları<br />

rahatsızlığı dile getirerek: "Grev<br />

bizim için hiçbir zaman amaç olmamıştır,<br />

ancak devletin açıklamış<br />

olduğu resmi rakamlara dahi<br />

ulaşmayan bir zam teklifini kabul<br />

etmemiz mümkün değildir’’ diyerek;<br />

aslında bu resmi rakamlara<br />

ulaşılsa anlaşabileceklerini ifade<br />

etmek istemiştir. Birleşik Metal<br />

İş'in işçi sınıfının önder örgütü olduğunu<br />

iddia eden Göktaş taşeron<br />

işbirlikçi sendika Türk Metal’i de<br />

eleştirerek "Bir başkalarıyla karıştırmayın<br />

bizi; emlakçı Mustafa ile<br />

karıştırmayın bizi. Bugün işinden<br />

atılan ve açlığa reva görülen<br />

işçilerine sahip çıkmayan bir anlayış<br />

yoktur BMİS’ nda. Ülkede,<br />

dünyada krizi yaratanlara baktığımızda,<br />

krizin bedelini işçilere<br />

ödetmeye çalışıyorlar. Oysa biz<br />

işçilerin bu krizde en ufak bir<br />

payı yoktur. Bu ülkede başbakan<br />

diyor ki “2 yıllık zulaları var’’.<br />

Hani bozuk saatler olur ya; arada<br />

bir doğru gösterir. Bizim başbakan<br />

da arada bir doğru söylüyor.<br />

Gerçi bize göre daha fazla zulaları<br />

var ya; eğer 2 yıllık zulaları varsa<br />

işverenlere söyleyecek sözünüz<br />

olmalıydı. İşçi çıkarmaları neden<br />

yasaklamadınız Yalnızca işçilere<br />

gelince Kasımpaşalılığı istemiyoruz<br />

biz’’ diyerek işverenlerin siyasi<br />

temsilcilerinden de işçiler adına<br />

bir şeyler beklediğini ifade etti.’’Bu<br />

ülkede sadece zenginler vergi ödemiyor,<br />

sadece zenginler yaşamıyor,<br />

devletin kasasını sadece onlar doldurmuyor;<br />

tam tersine bu ülkeyi<br />

ayakta tutan işçilerdir. 20 tane aile<br />

bu ülkenin milli gelirinin %70’ini<br />

yiyor; geriye kalan %30'u ise 65-70<br />

milyona paylaştırıyorsunuz. O zaman<br />

bu ülkede paylaşım adaletsizliği<br />

var (günaydın demek gerekiyor)<br />

zenginlere "varlık vergisinin’’<br />

getirilmesi gerekiyor. Bizim taleplerimize<br />

kulak tıkayan siyasi iktidar<br />

istemiyoruz. Biz yoksulların<br />

başbakanını arıyoruz. Biz yoksulların<br />

hükümetini arıyoruz" diyerek<br />

sanki sistem içinde kurtuluşun<br />

mümkün olduğunu söylemeye çalıştığı<br />

anlaşılıyor. Asemat işverenini<br />

tekrar masaya davet eden S.<br />

Göktaş, “Şunu isterdim; belki insanların<br />

istediği %100 olmayabilir.<br />

Bu işçiye sahte enflasyon rakamları<br />

dahi uygun görülmedi. Bunu<br />

bile çok gördüler bu işçiye; hükümetin<br />

açıkladığı enflasyon oranlarını<br />

(%8) bile çok gördüler’’ diyerek<br />

niyetinin ne olduğunu da belli etti.<br />

Birçok işyerinde sorun yaşadıklarını,<br />

birçok yerde direnişte olduklarını<br />

dile getiren ve işverenlerin<br />

bunları özellikle yaptıklarını dile<br />

getiren Göktaş her şeye rağmen<br />

BMİS <strong>olarak</strong> kavgadan kaçmadıklarını<br />

ve hiçbir zaman da kaçmayacaklarını<br />

söyledi.<br />

BMİS Bursa Şb. Başkanı Ayhan<br />

Ekinci ise "bizi bu mücadelede<br />

yalnız bırakmayan tüm dostlara<br />

teşekkür ederiz’’ diyerek grev uygulamasının<br />

başladığını ilan etti.<br />

Asemat işçilerine BMİS Bursa<br />

Şubesine bağlı diğer işyerlerinden<br />

de yaklaşık 60 işçi, KESK, Eğitim-<br />

Sen, EMEP, Sosyalist Parti gibi<br />

kimi örgütlerin de desteğe geldiği<br />

görüldü.<br />

Konuşmalar sık sık sloganlarla<br />

kesilirken şu sloganlar<br />

atıldı: “Yaşasın sınıf dayanışması!<br />

İşçilerin birliği sermayeyi yenecek.<br />

Direne direne kazanacağız.<br />

Kurtuluş yok tek başına, ya hep<br />

beraber ya hiç birimiz. Gün gelecek<br />

devran dönecek, emlakçı işçiye<br />

hesap verecek.”<br />

Tabii ki biz işçilerin yaşam şartlarını<br />

iyileştirecek reformist talepleri<br />

de reddetmeyiz tersine sahipleniriz.<br />

Ancak işçi sınıfının gerçek<br />

kurtuluşu ancak sınıf önderlerinin<br />

örgütlü olduğu bir BOLŞEVİK<br />

PARTİ önderliğinde; devrimden<br />

geçtiğinin ve tüm işçilerin bu<br />

yönde örgütlenmesi gerektiğinin<br />

altını çizmek istiyoruz.<br />

Yaşasın sınıf mücadelemiz!<br />

Ya ş a s ı n d e v r i m , y a ş a s ı n<br />

sosyalizm!<br />

Bursa’dan YDİ Çağrı okurları<br />

Aralık 2008 √


Taşeron işçilerden<br />

açlık grevi<br />

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne<br />

bağlı <strong>olarak</strong> park ve bahçe işlerini<br />

yapan taşeron Vira ve<br />

Kürşat şirketlerinde çalışan 1.200<br />

işçi, kadrolu <strong>olarak</strong> belediyeye ait<br />

bir şirkette çalışma talebiyle, çeşitli<br />

-basın açıklaması, yürüyüş,<br />

oturma eylemi- eylemler yaptılar.<br />

1 Ocak 2009 tarihi itibariyle,<br />

ihale süreci sona erdiği gerekçisiyle<br />

1.200 işçi işsiz kaldı. Eylemler ve<br />

tepkiler sonucu Vira taşeron şirketi<br />

işçileri işbaşı yaptı. Kürşat taşeron<br />

işçileri ise, 7 Ocak’ta Konak İzmir<br />

müracaat ettik. Başkan Aziz<br />

Kocaoğlu’na 1,5 ay ulaşamadık.<br />

En son basın açıklamasına bir gün<br />

kala kendisi ile görüştük. Başkan<br />

bize, ihaleleri Büyükşehire bağlı<br />

hangi firma kazanırsa kazansın,<br />

belediyeye ait bir firmaya geçiş<br />

yapma sözü verdi. İhaleler yapıldı.<br />

Başkan verdiği sözü yerine<br />

getirmedi. Uğraşlarımıza rağmen<br />

başkan ile bir türlü görüşemedik.<br />

Vira işçileri işbaşı yaptı. Kürşat işçileri<br />

direniyoruz. 7 Ocak’ta açlık<br />

grevine başladık. 4 arkadaşımız<br />

Emekçiler krize ve<br />

işten atmalara karşı<br />

yürüdü<br />

Büyükşehir Belediyesi önünde açlık<br />

grevine başladılar. Açlık grevinin<br />

9. gününde açlık grevi yapan<br />

işçileri ziyaret ettik.<br />

İşçilerin kendi aralarında oluşturdukları<br />

komite sözcüsü Özkan<br />

Kılıç gelişmeler hakkında şu bilgileri<br />

verdi: “Üç ay önce örgütlenmeye<br />

başladık. Taşeron işçisi<br />

olduğumuz için görüştüğümüz<br />

sendikalar örgütlenmemize sıcak<br />

bakmadı. Kendi aramızda komiteler<br />

kurduk. İki taşeron şirkette<br />

1.200 işçi çalışıyor. 969 imza topladık.<br />

Büyükşehir Belediyesi’ne<br />

dönüşümsüz, 4 arkadaşımız dönüşümlü<br />

açlık grevi yapıyoruz. Açlık<br />

grevi yeterli olmazsa, Ankara’ya<br />

yürüyeceğiz. Belediyeye bağlı şirketlerde<br />

çalışmak, taşeron şirkette<br />

çalışmak istemiyoruz. Sosyal belediyecilik<br />

anlayışı zedelenmesin,<br />

bu sorun biran önce çözülsün<br />

istiyoruz. Taşeron şirketlere son<br />

verilsin.”<br />

İşçilere Ocak sayımızdan vererek,<br />

mücadelelerinde başarı dileyerek<br />

yanlarından ayrıldık.<br />

15 Ocak 2009<br />

YDİ Çağrı/İzmir √<br />

ÇİMSATAŞ’ta<br />

Birleşik Metal İş sendikası<br />

Mersin şube başkanı<br />

Rasim Gündal’dan aldığımız<br />

bilgiye göre, ÇİMSATAŞ’ta<br />

patron ekonomik kriz gerekçesi<br />

ile Eylül 2008’den bu yana 6<br />

Ocak 2009’a kadar 71 işçinin<br />

işçi kıyımı<br />

işine son verdi. Bunun dışında 18<br />

işçi gönüllü çıkış aldı. 5 işçi ise<br />

emekliye ayrıldı. Bunlardan yalnızca<br />

6 işçi iş mahkemesine başvurarak<br />

hakkını arayacağını belirtiyor.<br />

Gündal, iş mahkemesine<br />

başvurmayan işçilere patronun<br />

Adana’da düzenlenen ‘Krize,<br />

işten atmalara, işsizliğe,<br />

yoksulluğa, özelleştirmelere<br />

ve savaşlara karşı emeğin<br />

birleşik mücadelesini yükseltelim’<br />

mitingine yaklaşık 4 bin işçi ve<br />

emekçi katıldı. Çevre illerden de<br />

katılım sağlanan mitingde patronların<br />

saldırılarına karşı ortak mücadele<br />

çağrısı yapıldı.<br />

Türk-İş, DİSK, KESK, TMMOB,<br />

Adana Tabip Odası ve Adana<br />

Eczacılar Odası’nın düzenlediği<br />

mitinge katılan işçiler, kamu emekçileri,<br />

kadınlar, işsizler ve üretici<br />

köylüler Mimar Sinan Açıkhava<br />

Tiyatrosu önünde toplandılar.<br />

Mitinge Mersin Limanında Akan-<br />

Sel isimli taşeron firmada çalışan,<br />

TÜMTİS’e üye oldukları için işten<br />

atılan ve 20 gündür direnen işçiler<br />

de katıldı.<br />

Liman işçileri, “Limana sendika<br />

girecek başka yolu yok”, “Yaşasın<br />

sınıf dayanışması” “İş ekmek yoksa<br />

barşta yok” sloganlarıyla taleplerini<br />

dile getirdiler. İşçiler ilerleyen<br />

günlerde dayanışma etkinliği düzenleyeceklerinin<br />

de duyurusunu<br />

yaptılar.<br />

Toplanmanın ardından iki koldan<br />

mitingin yapılacağı Uğur<br />

“mahkemeye başvurmazsanız sizi<br />

kriz sonrası tekrar işe alırız” vadinin<br />

etkili olduğunu belirtti. Dava<br />

açmayan işçilerin bir kısmı ise ihbar<br />

ve kıdem tazminatlarını aldıkları<br />

için dava açmamış.<br />

İşveren en son 04.01.2009 tarihinde<br />

sendikanın işyeri baş temsilciliğine<br />

“iş kanunun 29. maddesi<br />

kapsamında “toplu işçi çıkaracağını<br />

bildirdi. Patron otomotoiv<br />

yan sanayi sektöründe yaşanan<br />

ekonomik krize bağlı <strong>olarak</strong> 4857<br />

Sayılı İş Kanunun 29. Maddesi<br />

uyarınca 05.01.2009-31.01.2009<br />

tarihleri arasında iş kanunun 18<br />

Mumcu Meydanına hareket eden<br />

emekçiler, yürüyüş sırasında<br />

“Krizin yükü patronlara”, “Genel<br />

grev genel direniş”, “Yaşasın iş,<br />

ekmek, özgürlük mücadelemiz”,<br />

“Liman işçisi yalnız değildir”,<br />

“Katil İsrail, işbirlikçi AKP”,<br />

“Filistin halkı yalnız değildir”<br />

sloganlarını attılar. Hava muhalefetine<br />

rağmen coşkulu geçen<br />

yürüyüş istasyon önünde yapılan<br />

mitingle sona erdi.<br />

Mitinge KESK Genel Sekreteri<br />

Emirali Şimşek, KESK Eğitim ve<br />

Örgütlenme Sekreteri Akman<br />

Şimşek, TMMOB Başkanı Mehmet<br />

Soğancı, DİSK Genel Sekreteri<br />

Tayfun Güngör, Genel-İş Başkanı<br />

Erol Ekici TÜMTİS Genel Sekreteri<br />

Gürel Yılmaz da katılarak destek<br />

verdi.<br />

Mitingde yapılan uzun konuşmalar<br />

kitlenin erken dağılmasına<br />

neden oldu. Yapılan konuşmalarda,<br />

sermayenin krizin faturasını<br />

emekçilerin üzerine yıkmaya çalıştığı<br />

belirtilerek “bu krizi emekçiler<br />

yaratmadı emekçiler faturasını<br />

ödemeyecek” dendi.<br />

Ydi Çağrı Adana<br />

Ocak 2009 √<br />

maddesi çerçevesinde 73 işçinin<br />

daha işine son vereceğini<br />

bildiriyor.<br />

Çimsataş’ta çalışan işçilerden<br />

Selami Karagüzel; “Tedirginiz.<br />

Her an işimizden olabiliriz.<br />

Onun için fazla sesimizi çıkaramıyoruz”<br />

diyerek, çalışan işçilerin<br />

çok fazla rahat olmadıkların<br />

belirtti.<br />

Patronlar kendi yarattıkları<br />

krizin faturasını işçilerden çıkarmaya<br />

devam ediyor.<br />

20.01.2009<br />

Ydi Çağrı Mersin √<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:5


İsrail ve işten çıkarmalar<br />

protesto edildi<br />

işten çıkarma ve Filistin’e saldırı<br />

aynılaştırılarak buna karşı mücadele<br />

kapitalizme karşı mücedele<br />

olmak zorunda olduğu belirtildi.<br />

Türk – İş adına konuşmayı<br />

Türk –İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk<br />

Büyükkucak yaptı. Patronlara,<br />

İsrail’e, TC devletine, hükümete,<br />

BM’ye ve hatta Özelleştirme İdaresi<br />

Başkanlığına bile çağrılarda bulunarak<br />

işçilere emekçilere tüm ezilenler<br />

için hak hukuk istedi. Bu<br />

sırada bazı devrimci ve reforumcu<br />

gruplar bu sözler karşısında bugün<br />

henüz hoş ama boş bir sloganla<br />

“Genel grev genel direniş!” sloganıyla<br />

yanıt verdiler.<br />

Ocak 2009 √<br />

SES’li emekçiler<br />

demokratik bir<br />

üniversite istediler<br />

EK:6<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

İstanbul’da Türk – İş’e bağlı<br />

bazı sendikaların oluşturduğu<br />

İstanbul Türk- İş wSendika<br />

Şubeleri Platformu ile HSGG<br />

(Herkese Sağlık Güvenli Gelecek)<br />

Platformu’nun ortaklaşa 7 Ocak<br />

2009 Çarşamba günü bir yürüyüş<br />

düzenledi. Bu eyleme YDİ ÇAĞRI<br />

Gazatesi <strong>olarak</strong> biz de 50’nin üzerinde<br />

kurumdan oluşan HSGG<br />

Platformunda yer alan Devrimci<br />

1 Mayıs Platformu üzerinden<br />

katıldık.<br />

Bu eylemin kararı alındığında<br />

esas amaç kriz bahane edilerek yoğun<br />

bir şekilde yaşanan işten atmalar<br />

ve elektrik, doğalgaza yapılan<br />

zamları protesto etmekti. Siyonist<br />

İsrail Devleti’nin Filistin’nin<br />

Gazze kentine saldırısı üzerine<br />

eylem işten atmaların ve zamların<br />

protestosundan çok İsrail’in protestosuna<br />

dönüştü. Bu durum anlaşılır<br />

ve doğru idi. Fakat şaşırtan<br />

ve doğru olmayan bir durum daha<br />

vardı ki o da Türk –İş içindeki sendika<br />

ağalarından Mustafa Kumlu<br />

ile Mustafa Türkel’in koltuk kavgasının<br />

bir yansıması olan adeta birbiriyle<br />

öne geçme konusunda didişerek<br />

yarışan Tes – İş, Gıda – İş ve<br />

Türk Metal sendikalarından işçilerin<br />

hayli kalabalık <strong>olarak</strong> eyleme<br />

katılmaları idi. Eylemin disiplinine<br />

uymamaları, kendi başlarına hareket<br />

etmeleri, eylem boyunca kriz<br />

ve zamlarla ilgili atılan tek bir slogana<br />

katılmayıp sadece tekbir getirip<br />

Hamas’a selam gönderen gerici<br />

ırkçı sloganlar atmaları yanlış<br />

ve çok kötü bir durumdu. İstanbul<br />

Şubeler Platformu’nun bu duruma<br />

etkili bir şekilde müdahale etmemesi<br />

önemli bir eksiklikti.<br />

Tek bir eylem <strong>olarak</strong> bilinen bu<br />

eyleme yakından bakıldığında<br />

gerçekten iki tane eylemin olduğu<br />

görülüyordu. Bunlardan biri amacına<br />

uygun yürüyen bir kesimi – ki<br />

bu bölüm HSGGP ortak pankartı<br />

arkasına dizilen sendika, parti,<br />

meslek örgütleri ve devrimci çevrelerden<br />

oluşuyordu- diğeri de<br />

sendika ağalarının koltuk kavgasına<br />

alet olabilecek denli geri ve<br />

gerici-ırkçı düşüncelerin etkisinde<br />

oldukları için de faşistlerin yönlendirmesi<br />

doğrultusunda hareket<br />

eden üç sendikanın oluşturduğu<br />

kesimin Türk bayrağı ile yürüyüşü<br />

idi.<br />

Tünel’den Taksim – Tramvay<br />

Durağı’na kadar yapılan yürüyüşe<br />

polis Taksim alanına açılan<br />

İstiklal Caddesinin ağzında durdurarak<br />

alana sokmak istemedi.<br />

Bir süre yapılan pazarlık ve görüşmeler<br />

sonrasında alana girme izini<br />

verildi.<br />

Yürüyüş boyunca en sık atılan<br />

sloganlar “Terörist İsrail<br />

Filistin’den Defol!”, “Katil İsrail<br />

İşbirlikçi AKP!”, “Zam zülüm işkence<br />

işte AKP!” “İsrail uşağı hükümet<br />

istifa!”, “İşçi memur elele<br />

genel greve!”, “Krizin faturası yaratanlara!”<br />

vb. Taşınan pankart ve<br />

dövizlerde de buna benzer sloganlar<br />

yazılı idi.<br />

Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong><br />

bir grup arkadaş katıldık. Bir yüzünde<br />

“İşsizlik yoksulluk kriz savaşa<br />

karşı devirm için örgütlenin!”<br />

diğer yüzünde de “Ücretli kölelik<br />

Kapitalizm barbarlıktır! Ya barbarlık<br />

ya sosyalizm!” yazılı büyük bir<br />

döviz taşıdık. Kriz ve Sinter Metal<br />

işçilerinin direnişiyle ilgili çıkardığımız<br />

bildirilerden dağıttık.<br />

Yürüyüşün bitirildiği Taksim<br />

alanında önce HSGGP adına konuşma<br />

yapıldı. Yapılan konuşmada<br />

İstanbul Çapa Tıp ve Cerrahpaşa<br />

Tıp Fakültelerinde çalışan<br />

SES’li emekçiler hizmetler<br />

karşılığı elde edilen döner sermaye<br />

gelirlerinin adil dağıtılması ve fakültelerin<br />

yönetiminde söz sahibi<br />

olmaları için mücadelelerine devam<br />

ediyorlar.<br />

İstanbul SES Aksaray Şubesi<br />

9 Ocak 2009 günü her iki tıp fakültesi<br />

önünde yaptığı yürüyüş<br />

ve basın açıklaması ile yetkililere<br />

seslenerek döner sermaye gelirinin<br />

öğretim üyelerine olduğu gibi tüm<br />

çalışanlara (hemşire, ebe, sağlık<br />

teknisyeni, tekniker, teknisyen,<br />

memur, hizmetli vb.) eşit ve adaletli<br />

dağıtılmasını istedi.<br />

Sendika, geçtiğimiz yılın Kasım<br />

ayında konu ile ilgili İstanbul<br />

Üniversitesi Rektörü Mesut<br />

Parlak’la yaptığı görüşmede tüm<br />

çalışanların hizmetleri karşılığı<br />

olan döner sermaye gelirlerinin<br />

YÖK yasasında belirtildiği ve öğretim<br />

üyelerine uygulandığı gibi<br />

tüm çalışanlara üst sınır oranlarının<br />

uygulanacağı sözü verilmiş<br />

olmasına rağmen uygulanmadığını<br />

açıkladı. Rektör M. Parlak’ın<br />

sözünde durması istendi. Randevu<br />

talep edildi.<br />

Döner sermaye dağılımında başvurulan<br />

bu adaletsizliğin amacının<br />

çalışanları bölmek ve sendikal<br />

örgütlülüğü zayıflatmak olduğunu<br />

vurgulayan sendika, yapılan artışın<br />

ve kısmen karşılanan taleplerin<br />

kararlılıkla sürdürülen örgütlü<br />

mücadele sayesinde olduğunu<br />

bundan sonra da çalışanlar <strong>olarak</strong><br />

böyle oyunlara gelmeden daha da<br />

kenetlenerek mücadelelerine kaldıkları<br />

yerden devam edeceklerini<br />

belirttiler.<br />

Rektörlük görevine 19 Ocak<br />

2009 günü başlayacak olan Prof.<br />

Dr. Yunus Söylet’e de çağrıda<br />

bulunarak şimdiden taleplerini<br />

iletmek üzere randevu talebinde<br />

bulundular.<br />

Açıklamanın sonunda bir kez<br />

daha özetlenerek tekrarlanan döner<br />

sermaye konusundaki adeletsizliğin<br />

giderilmesi talebinin yanı<br />

sıra alınan ve bankalarda bekletilen<br />

promosyon paralarının acilen<br />

ve eşit şekilde dağıtılması, üniversite<br />

yönetiminde, sendika aracılığı<br />

ile tüm çalışanların da söz ve karar<br />

sahibi olduğu demokratik bir<br />

üniversite ortamı oluşturma talebi<br />

ileri sürüldü.<br />

Ocak 2009 √


Genç bir işçi<br />

mektubu…<br />

Merhaba Arkadaşlar;<br />

Ben 24 yaşındayım. Bir tekstil<br />

firmasında overlokçu<br />

<strong>olarak</strong> çalışıyorum. Yakın<br />

zamanda bir meslektaş arkadaşımla<br />

sohbet ederken çalıştığımız<br />

iş yerlerinden ve iş yerlerinde yaşadığımız<br />

sorunlardan bahsettik.<br />

Arkadaşım işyerindeki sorunlarından<br />

bahseden bir yazı yazıp, size<br />

(Yeni Dünya Gençliği'ne) yolladığını<br />

ve benim de yazabileceğimi<br />

söyledi. Bende seve seve yazabileceğimi<br />

sizlerle sorunlarımı paylaşabileceğimi<br />

söyledim. Size biraz<br />

kendimden bahsetmek istiyorum.<br />

Benim en büyük hayalim matematik<br />

öğretmeni olmaktı. Lisede<br />

okurken babam tonla para verip<br />

iyi bir dershaneye gönderiyordu.<br />

Liseyi bitirdikten sonra üniversite<br />

sınavlarına girdim. İstediğim<br />

puanı tutturamamıştım. Babam<br />

tercihler yapılırken İstanbul’u<br />

seçmemi istedi ancak istediğim<br />

bölüm için İstanbul’a puanım yetmedi.<br />

Gerçi babam tıp okumamı<br />

hayal ediyordu! Başka bir bölüm<br />

için Çorum’a puanım yetiyordu ve<br />

bende gitmek istedim ancak babam<br />

İstanbul dışına çıkamayacağımı<br />

söyledi. “Okumak istiyorsan<br />

İstanbul’u kazan oku” diretmesine<br />

maruz kaldım. Sonraki yıl tekrar<br />

sınavlara girdim ancak tekrar<br />

İstanbul’u tutturamadım…<br />

Aile çevresinde en çok güvendiğim,<br />

aydın diye övündüğüm<br />

amcam bile 'kızım baban haklı,<br />

televizyonda her gün izliyoruz,<br />

genç kızın tek başına ne işi var<br />

Çorum’da' diyerek babama destek<br />

oldu. Böylece okuma hayalim<br />

sona erdi. Eniştemin konfeksiyon<br />

atölyesinde çalışmaya başladım ve<br />

böylece tekstil hayatım başlamış<br />

oldu. Şu an çalıştığım yer 4 yıllık<br />

bir tekstil firması, bende yaklaşık<br />

9 aydır bu firmada çalışıyorum.<br />

Firmada çalışma saatleri sabah saat<br />

08:00 işbaşı, akşam saat 19:00 paydos,<br />

cumartesi günleri akşam saat<br />

18:00’e kadar normal çalışma ve<br />

haftada en az 2 gün zorunlu mesaimiz<br />

var. Mesai kalımlarında çok<br />

zorunlu durumlar hariç izin verilmiyor,<br />

mesaiye kalmayanlar ya ihtar<br />

alıyor yâda işten çıkartılıyorlar.<br />

Özellikle biz bayanlar geç saatlere<br />

kadar çalışınca zor durumlarda<br />

kalabiliyoruz. Ailelerimiz hem<br />

çalışmamızı istiyorlar hem de mesaiye<br />

kalıpta eve geç gittiğimizde<br />

bizleri azarlıyorlar. Hatta mesaiye<br />

kalıp kalmadığımız konusunda<br />

şüpheleri bile oluyor.<br />

Firmada yaklaşık 350 kişi çalışıyor.<br />

İşe girdiğim zaman 2 ay<br />

sonra sigorta girişimin yapılacağı<br />

söylendi. Ortalama 60 kişinin sigortası<br />

var ancak aradan 9 ay geçmesine<br />

rağmen sigorta konusunda<br />

herhangi bir ilerleme sağlanamadı.<br />

Ben de zaten ümidimi kestim,<br />

çünkü aylardır düzenli maaşlarımızı<br />

alamıyoruz. Mesai ücretlerinden<br />

ümidi keseli bir hayli oldu.<br />

Kriz bahane edilerek üstümüzdeki<br />

baskıyı her geçen gün arttırıyorlar.<br />

Örneğin bir saat olan öğlen paydosu<br />

45 dakikaya <strong>indir</strong>ildi. Adetli<br />

çalışma sistemi başlatıldı. Her yapılan<br />

işte belirli bir adet istiyorlar.<br />

20 saniyede bir iş isteniyor ve<br />

günlük çıkması gereken iş hesaplanıyor<br />

ve bu işi çıkarmamız için<br />

zorlanıyoruz.<br />

İstenilen işi çıkartamadığımız<br />

zaman da hakaretlere maruz kalıyoruz.<br />

Özellikle son zamanlardaki<br />

krizle birlikte baskılar kat kat arttı.<br />

Ödemelerin ne zaman yapılacağını<br />

sorsak dahi fırça yiyoruz. “İşler<br />

kötü, kimseyi zorla çalıştırmıyoruz<br />

dışarıda işsiz dolu” diyorlar.<br />

Ayrıca işyerinde hijyenin mesanesi<br />

okunmuyor. Yemekler çok kötü, yinede<br />

her şeye şükretmemiz isteniyor.<br />

Bizler toplum <strong>olarak</strong> şükretme<br />

hastalığına yakalandık galiba…!!!<br />

Bunlar bizim kanımızı emiyorlar.<br />

Bizler ise şükretme yarışındayız…<br />

Şükür şükür nereye kadar. Ne zamana<br />

kadar bu sinekler kanımızı<br />

emmeye devam edecek (sanırım<br />

ölene dek!)…<br />

İstanbul<br />

02/02/2009 √<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

EK:7


DİRENİŞTEKİ AKAN-SEL<br />

İŞÇİLERİNE DESTEK ARTARAK<br />

DEVAM EDİYOR!<br />

Genç bir okur mektubu..<br />

(Aşağıda bizlerden çok uzak ama<br />

yüreği hep yanımızda olan genç<br />

bir okurumuzun mektubunu sizlerle<br />

paylaşıyoruz. Sistem onu geçici<br />

bir süre fiziksel <strong>olarak</strong> bizden<br />

uzaklaştırsa da, bilincini ve yüreğini<br />

asla bizden alamayacaktır.)<br />

Merhaba arkadaşlar,<br />

Geçen yılları biz devrimciler<br />

açısından değerlendirecek<br />

olursak zorlu ve bir<br />

o kadarda mücadeleye yeni yeni<br />

deneyimlerin kazandırıldığı görülebilir.<br />

Dünyada ve ülkede gelişmekte<br />

olan halk hareketleri ve<br />

özellikle de yoksul, işçi ve emekçi<br />

sınıfı içerisinde baş gösteren pozitif<br />

eylemler ve bununla birlikte<br />

kapitalizmin dayanılmaz bir hal<br />

alması artık sömürünün olmadığı<br />

yeni bir dünyayı gerekli kılmıştır.<br />

Her ne kadar kölelik düzeninin<br />

kabuğunu çatlatmaya dahi yetmesede<br />

bu gelişmelerin, zamanla etkili<br />

bir güce dönüşmesi kaçınılmaz<br />

bir sonuçtur.<br />

Coğrafyamızdaki işçi ve emekçiler<br />

açısından iyleştirilmeye çalı-<br />

halkları üzerinde yaşanan tarihi<br />

haksızlıkları ve bugün de varlığı<br />

değişmeden sürdürülen milliyetçi<br />

baskıların kaldırılması için yeterli<br />

değildir. Bu sorunlar ne zamanki<br />

acil gündem konuları şeklinde ele<br />

alınsa sorunların çözülmesi için<br />

çıkmaz yollar düşünülmekte ya da<br />

en iyi halde sistemin sürdürücüleri<br />

ile uzlaşma yolu tercih edilmektedir.<br />

Ve her nedense özgürlük ve<br />

demokrasi kavramları sadece makalelerde<br />

veya tartışma programlarında<br />

duyduğumuz kavramlar<br />

<strong>olarak</strong> kalmaktadır. Oysa ki en basit<br />

anlamda sorunların devam etmesindeki<br />

nedenler es geçilmekte<br />

ve hatta tartışılmaz görülmektedir.<br />

Kapitalizmin ve onun yarattığı en<br />

vahşi yönetim biçimi olan faşizmin<br />

boyunduruğu altında olunduğudur<br />

sorunun sebebi ve bu dünya<br />

düzeninin bilinçli bir sınıf örgütlenmesi<br />

olmadan yıkılmayacağı,<br />

bu sorunların her defasında dönüp<br />

dolaşıp aynı yerde kalacağıdır.<br />

Yaşananlar gösteriyor ki 2009<br />

yılı içerisinde de bu sorunlar devam<br />

edecektir. Biliyoruz ki bizler<br />

ve özellikle yeni yeni ayakları üze-<br />

Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />

Ul u s l a r a r a s ı M e r s i n<br />

Limanının yükleme, boşaltma<br />

ve nakliye işlerini<br />

yapan Akan-Sel Nakliyat firmasında<br />

çalışan 60 işçi ile Liman A<br />

Kapısı önünde başlatılmış olan direniş<br />

bir ayı yakın bir zamanı geride<br />

bıraktı. İşten atılan işçiler ile<br />

limanda başlatılan direniş devam<br />

ederken çalışan işçilere yönelik kıyım<br />

da devam ediyor. 16 işçi daha<br />

Akan-Sel yetkilileri tarafından işbaşı<br />

yaptırılmadı.<br />

İşten atılan işçilere destek<br />

artarak devam ediyor. Bugün de<br />

işten atılan üyelerimize destek olmak<br />

amacı ile üyelerimizin eş ve<br />

çocukları, yakınları ile Petrol-İş,<br />

Yol İş, Genel İş, İHD Mersin<br />

Şubesi, KESK’e bağlı sendikaların<br />

şube başkan ve yöneticileri, Genç<br />

Sen üyesi üniversite öğrencileri, siyasi<br />

parti temsilcileri liman önüne<br />

gelerek sendika ve işçilerle dayanışma<br />

içerisinde olacaklarını belirttiler.<br />

Ziyaret sırasında limanda<br />

çalışan işçiler de, liman kapısına<br />

yürüyüş yaparak geldiler.<br />

Ziyaret sırasında “Limana<br />

sendika girecek başka yolu yok, iş<br />

ekmek yoksa barış da yok, direne<br />

direne kazanacağız, işçiyiz haklıyız<br />

kazanacağız, yaşasın sınıf dayanışması,<br />

köle değil işçiyiz sen-<br />

dikamız ile güçlüyüz” sloganları<br />

atıldı.<br />

Sendika Genel Sekreteri<br />

Gürel Yılmaz ziyaret sırasında<br />

yaptığı konuşmada liman işçilerinin<br />

direnişinde 22 günün geride<br />

kaldığını hatırlatarak şunları söyledi:<br />

Bizler ekmeğimiz, işimiz ve<br />

onurumuz için mücadele ediyoruz.<br />

Haklı mücadelemize destek olmak,<br />

birlikte mücadele ettiğimizi göstermek<br />

için bugün eş ve çocuklarımız<br />

ile buradayız. Mücadelemize<br />

Mersin, ülke ve giderek dünya kamuoyunun<br />

da desteği artarak devam<br />

ediyor. Bu mücadele 1 ayda<br />

sürse, 1 yıl da sürse devam edecek.<br />

Bu sorun ancak işten çıkarılan arkadaşlarımızın<br />

yeniden işe alınmalarıyla<br />

sona erecektir” dedi.<br />

27 Ocak Salı günü de<br />

Mersin’de bulunan yöre dernekleri,<br />

sendikalar ve kitle örgütleri<br />

tarafından oluşturulan Mersin<br />

Demokratik Kent İnisiyatifi direnişteki<br />

işçileri ziyaret ederek destek<br />

sundular. Demokratik Kent<br />

İnisiyatifi adına konuşan Hasan<br />

Kapıkıran yaptığı konuşmada 6<br />

Ocaktan bu yana direnişte olan<br />

işçilerin yanında olduklarını ve<br />

işçiler işbaşı yapana kadar desteklerinin<br />

devam edeceğini söyledi.<br />

Ocak 2009 Mersin √<br />

Biliyoruz ki bizler ve özellikle yeni yeni<br />

ayakları üzerinde doğrulan genç devrimciler<br />

bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve<br />

doğru bir perspektif oluşturarak mücadeleyi<br />

hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar<br />

görmek istiyorsak önümüzden akıp giden zamanı<br />

mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir.<br />

şılan ya da daha açık ifade etmek<br />

gerekirse egemenlerin kendi çıkarları<br />

uğruna artık yara haline<br />

gelmiş tartışma konularını gündeme<br />

getirmiş olmaları ve bazı<br />

entellektüel çevrelerin de buna ön<br />

ayak olmaları (Kürt sorununa yönelik<br />

devlet kanalının Kürtçe yayın<br />

yapması ve Ermeni katliamına<br />

ilişkin yürütülen imza kampanyaları)<br />

bu sorunların çözülmesi<br />

için atılmış bazı adımlar <strong>olarak</strong><br />

görülebilir. Fakat bu buzlaşan dağın<br />

öte tarafını görmek için biraz<br />

tepeden bakmak gerekecek. Ne<br />

Kürt halkı için ve onun önde giden<br />

temsilcileri ne de Türkiye’de<br />

yoksulluk çekenler, önümüzdeki<br />

seçim saçmalığından hiç bir sonuç<br />

elde edemeyecektir. Devletin yaptığı<br />

düzenlemeler Ermeni ve Rum<br />

rinde doğrulan genç devrimciler<br />

bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli<br />

ve doğru bir perspektif<br />

oluşturarak mücadeleyi hızlandırmalıyız.<br />

Eğer elle tutulur sonuçlar<br />

görmek istiyorsak önümüzden akıp<br />

giden zamanı mücadeleyle dolu geçirmemiz<br />

gerekir. Unutmayalım ki<br />

dostlar, bu yaşamı bize reva görenler,<br />

bir dakika bile boş durmadan<br />

yeni yeni sömürü politikaları ve<br />

uygulamaları geliştirirken bizlerin<br />

keyfi ve boşa geçirecek bir zamanımızın<br />

olmadığını bilmeliyiz. Zor<br />

ama onurlu bir mücadele bizleri<br />

bütün çıplaklığıyla beklemektedir.<br />

Nerede ve ne şekilde olursak olalım:<br />

Yaşasın onurlu mücadelemiz!<br />

Dostca selamlar...<br />

Genç bir YDİ Çağrı okuru<br />

EK:8<br />

ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:<br />

29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş<br />

Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 130’un İşçi Eki · Şubat 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu<br />

2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli


yeni kadın dünyası<br />

Türkiye’de kadın sığınmaevleri...<br />

Türkiye, kadına yönelik aile<br />

içi şiddetin en yoğun yaşandığı<br />

ülkelerin başında geliyor.<br />

Uluslararası bir kuruluş olan 
"Sağlık<br />

ve Cinsiyet Eşitliği Merkezi'nin 50<br />

ülkede 140 bin kadın arasında yaptığı<br />

bir araştırmaya göre, kadına yönelik<br />

şiddette, Türkiye yüzde 58'lik<br />

oranla dünya sıralamasında birinci.<br />

Yani, Türkiye'de yaşayan her iki kadından<br />

birisi şiddete maruz kalıyor.<br />

Özellikle aile içinde kadına yönelik<br />

şiddet bu denli yoğun olmasına rağmen<br />

şiddet ortamından bıkıp, kurtuluş<br />

yolları arayan kadınların çalacağı<br />

bir kapı yok.<br />

Kadına yönelik şiddete karşı yıllardır<br />

mücadele eden ve kendi çabalarıyla<br />

ayakta durmaya çalışan<br />

Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın<br />

İstanbul’daki sığınağına Beyoğlu<br />

Kaymakamlığı, 31 Aralık 2008'den<br />

sonra parasal desteği kestiğini bildirdi.<br />

Mor Çatı’nın yaptığı açıklamaya<br />

göre Beyoğlu Kaymakamlığının<br />

Dünya Bankası'ndan koşullu <strong>olarak</strong><br />

fon sağlaması üzerine Eylül 2005’de<br />

başlamış olan projenin sona ermesinin<br />

ardından sığınağa yapılan maddi<br />

destek önce azaltıldı sonra da kesildi.<br />

Sığınağın kapatılması anlamına gelen<br />

Kaymakamlığın bu kararına<br />

karşı Mor Çatı’lı kadınlar ve kadın<br />

örgütleri sığınağın kapanmaması için<br />

mücadele yürütüyor. Bu mücadele,<br />

binlerce kadının ve kadın örgütlerinin<br />

desteklediği “Sığınak İstiyoruz!”<br />

imza kampanyası ile başlayıp çeşitli<br />

etkinliklerle devam ediyor.<br />

Türkiye’de kadın<br />

sığınmaevlerinin durumu<br />

2005 yılında AB’ye uyum çerçevesinde<br />

çıkartılan 5393 Sayılı Belediye<br />

Kanunu ile nüfusu 50 binin üzerinde<br />

olan belediyelerin kadın sığınmaevleri<br />

açmaları gerekiyor.<br />

Bu yasanın gereği yapılsa, şu anda<br />

Türkiye’de 3.000 civarında kadın sığınma<br />

evinin bulunması gerekiyor.<br />

Oysa Türkiyede Sosyal Hizmetler<br />

ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na<br />

(SHÇEK)’e bağlı yalnızca 8 tane,<br />

adına “kadın konukevi” dedikleri<br />

sığınma evi var! Evet yanlış okumadınız.<br />

8 tane!<br />

Birisi Mor Çatı’nın diğeri ise<br />

Ankara Kadın Dayanışma Vakfına<br />

ait iki bağımsız sığınak ise devlet<br />

kaynak aktarmadığı için kapalı.<br />

Aslında Avrupa Birliği (AB) kriterlerine<br />

göre de devlet kuruluşlarının,<br />

her 7 bin 500 kişilik nüfusa bir sığınak<br />

açması gerekiyor. Bu kritere göre<br />

Türkiye’de 9 binin üzerinde sığınma<br />

evinin olması gerekiyor!<br />

Kadın sığınma evlerinin olağanüstü<br />

azlığı bir yana bunların nasıl<br />

çalıştırıldığı da önemli bir tartışma<br />

konusu.<br />

Türkiye’de ilk defa 8 Mayıs 2001'de<br />

‘Kadın Konukevleri Yönetmeliği’<br />

Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe<br />

girdi.<br />

Bu yönetmelikte yer alan bir sürü<br />

madde haklı <strong>olarak</strong> kadın örgütlerinin<br />

tepkisini çekti.<br />

Örneğin: "Çalışacak personelin tercihen<br />

kadın olması" maddesi, uluslararası<br />

bir kural olan kadın sığınaklarında<br />

yalnızca kadın personelin<br />

çalışacağı ilkesi ile bağdaşmıyor.<br />

Ya da "Kuruluşlar, her ay hizmetten<br />

yararlanan kadın ve çocuklar ile ilgili<br />

istatistiki bilgileri il müdürlüklerine<br />

gönderirler." maddesi ile, sığınaklarda<br />

kalan kadınların ‘gizliliği’ ilkesi<br />

ihlal edildiği gibi ayda bir rapor mecburiyetiyle<br />

zaten kısıtlı olanaklarla<br />

doğru dürüst işlemeyen bu kurumlar<br />

bürokrasiye boğularak daha da çalışmaz<br />

hale getiriliyor. Fuhuşu meslek<br />

edinen yada alkol/madde bağımlısı<br />

olan, enseste maruz kalan kadın kesimler<br />

için ayrı sığınaklar açılması<br />

ve bunu bizzat devletin kendisinin<br />

yapması gerekirken bu gruplar için<br />

bağımsız sığınaklar açılması dahi<br />

yasaklanıyor! Yine bu yönetmelik ile,<br />

idarenin eline her fırsatta bağımsız<br />

kadın sığınaklarını kapatma hakkı,<br />

yetkisi veriliyor vs.<br />

Sığınmaevinde neyi koruyorlar<br />

Türkiye’de var olan az sayıdaki sığınma<br />

evlerinin nasıl çalıştırıldığına<br />

bakıldığında bunların, sğınmaevlerinde<br />

kalan kadınların bir çoğunun<br />

tehlikede olan yaşamlarını korumakla<br />

pek ilgilenmedikleri çıkıyor<br />

ortaya.<br />

Sığınmaevlerinde, kadının güvenliğinin<br />

sağlanabilmesi açısından ‘gizlilik’<br />

kuralı en önemli kurallardan<br />

biridir. Bu nedenle sığınma evinde<br />

kalan kadınların can güvenliği için,<br />

nerede kaldıklarının, şiddet gördükleri<br />

için kaçtıkları kişi ya da kişiler<br />

tarafından bilinmemesi gerekiyor.<br />

Sığınak adreslerinin mutlaka gizli<br />

tutulması, hiç kimseye söylenmemesi<br />

gerekiyor. Fakat Türkiye’de bu böyle<br />

işlemiyor. Karısının evden kaçtığını<br />

polise şikayet eden kocaya polis, ‘karım<br />

kayboldu’ diyerek savcılığa başvurmasını<br />

öğütlüyor ve savcılık ta<br />

sığınma evlerini zorlayarak kadının<br />

orada olup olmadığını öğrenmeye<br />

çalışıyor! Diyarbakır Kadın Merkezi<br />

Başkanı Nebahat Akkoç, “Bir keresinde<br />

bizim koruma altına aldığımız<br />

bir kızın annesinin eline, ‘Kızınız<br />

KAMER tarafından sığınma evine<br />

gönderilmiştir’ yazısı verilmiş” diye<br />

anlatıyor.

<br />

Perdeleri açmak, balkona<br />

çıkmak yasak!<br />


 Bir taraftan kadınların barındığı sığınaklar<br />

‘kayıp’ başvurusu ile başvuran<br />

kişilere ihbar edilirken diğer taraftan<br />

kadınların can güvenliği perdeleri<br />

açmaları, balkona çıkmaları<br />

ya da dışarı çıkmaları yasaklanarak<br />

sağlanmaya çalışılıyor. Sığınma evi<br />

yöneticileri gizliliği dışarı çıkmayı,<br />

perde açmayı yasaklamakla çözmeye<br />

çalışıyor!<br />

Fakat kadınların kendi ayakları<br />

üzerinde durabilmeleri için dışarı<br />

çıkmaları ve iş aramaları gerekiyor.<br />

Sığınakta kalan kadınların bir çoğu<br />

belli bir süre sığınakta kaldıktan<br />

sonra herhangi bir güvenceye kavuşturulmadan<br />

‘zamanın doldu çık’<br />

şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyorlar.<br />

Kadının can güvenliği devlet tarafından<br />

sağlanamadığı için her an<br />

öldürülmek korkusu ile dışarıya çıkamayan<br />

bir kadının sığınma evinden<br />

ayrılmaya zorlanması onu yine<br />

eski şiddet ortamına itmekten başka<br />

bir anlama gelmiyor. Tabi eğer koca,<br />

baba vs. tarafından evden kaçtığı için<br />

öldürülmediyse!<br />

Avrupa ülkelerinde şiddete uğrayan<br />

kadının bir tek telefonu onun<br />

koruma altına alınmasına yetiyorken,<br />

bu Türkiye’de bir dizi bürokratik<br />

işlemi gerektiriyor.<br />

Eğer bir sığınma evine başvuracaksanız<br />

bunun hazırlıklarına bir an<br />

önce başlamanız gerekiyor! Çünkü<br />

epey bir koşturmanız gerekecek!<br />

Bir sığınma evine başvurmak için<br />

istenen belgeler şunlar:<br />

1. Dilekçe,<br />


2. Nüfus Cüzdanı, Vukuatlı Nüfus<br />

Kayıt Örneği, 
<br />

3. Kadının bulaşıcı ve sürekli tıbbi<br />

bakım isteyen bir hastalığının bulunmadığı,<br />

ruh sağlığının yerinde<br />

olduğu, alkol ve uyuşturucu madde<br />

bağımlısı olmadığına dair sağlık<br />

raporu,<br />


4. Çocuklarıyla birlikte kalacaksa<br />

çocukların nüfus cüzdanları, 
<br />

5. Kadın evliyse evlenme cüzdanı,<br />

boşandıysa boşanma belgeleri, 
<br />

6. Kadın herhangi bir şiddete maruz<br />

kaldıysa polis tutanağı. 
<br />

Şiddete uğramış kadınların polise<br />

başvurduklarında polisin tutanak<br />

tutmak yerine kadını çoğu zaman eve<br />

geri gönderdiği de bilindiğinde istenilen<br />

belgelerin tamamlanması için<br />

epey bir koşturulması gerekecek!<br />

Türkiye’de kadına yönelik şiddetin<br />

en barbar biçimleri çokça yaşanmasına<br />

rağmen kadınların barınabilecekleri<br />

sığınakların az olması ve var<br />

olanların da traji-komik bir yapıya<br />

sahip olması bir çelişkiymiş gibi görünüyor<br />

olsa da aslında bir çelişki<br />

değildir. Çünkü devlet gerçekten<br />

kadına yönelik şiddete karşı ciddi<br />

bir adım atsa - ki bunun başında<br />

şiddetten kaçan kadınların belli bir<br />

süre kalabileceği, maddi ve manevi<br />

<strong>olarak</strong> desteklendiği sığınaklar da<br />

geliyor- bu kadar sığınmaevine gerek<br />

kalmaz. Fakat erkek egemen olan bu<br />

devletin kadına yönelik şiddete karşı<br />

mücadele gibi bir derdi olmadığı için<br />

hem kadına yönelik şiddet ve hem de<br />

kadın sığınmaevlerine olan ihtiyaç<br />

gün geçtikçe daha da artıyor.<br />

Kadın kurumlarının talepleri<br />

Sığınaklar için yıllardır mücadele<br />

eden ve Mor Çatı gibi bu alanda belli<br />

bir deneyime sahip olan kadın kurumlarının<br />

talepleri arasında şunlar<br />

yer alıyor:<br />

1. Nüfusu 50 bini geçen belediyelerde<br />

sığınma evlerinin açılmasının<br />

yanısıra nüfusu 50 binden az olan belediyelerin<br />

ortak sığınma evi açması<br />

gibi yükümlülüklerle tüm kadınların<br />

haklarının korunması,<br />

2. Sığınaklardaki kadınların hukuki<br />

ve psikolojik destek alabilmesi<br />

için sığınakların yanı sıra kadın danışma<br />

merkezlerinin de açılmasının<br />

zorunluluk haline getirilmesi,<br />

3. Belediyelerin sığınak ve danışma<br />

merkezi açmak zorunda olmasına<br />

ilişkin maddede, kadın kuruluşlarının<br />

hem sığınaklarda denetiminin olması,<br />

hem de kendilerinin açacakları<br />

bağımsız sığınakların desteklenmesi,<br />

4. Türkiye'deki tüm belediyelerin<br />

sığınak ve kadın sığınma merkezi açmaları,<br />

açık olanların kapanmaması<br />

için önlem alınması ve sığınaklarda<br />

kadın kuruluşlarının söz hakkı ve<br />

denetiminin sağlanması,<br />

5. Devletin, bağımsız kadın örgütlerinin<br />

açacağı kadın sığınaklarını<br />

"özerkliklerine dokunmadan"<br />

desteklemesi. 
<br />

En ileri emperyalist ülkelerde bile<br />

kadınlara uygulanan şiddet, toplumun<br />

ayrılmaz bir parçası olduğuna<br />

göre, kadına yönelik şiddet erkek<br />

egemen kapitalist sistemin doğasında<br />

vardır. Kadına yönelik şiddeti<br />

ortadan kaldırmak, böylece sığınaklara<br />

ihtiyacın olmadığı bir sistem<br />

yaratmak mümkündür. Yeter ki bulunduğumuz<br />

her alanda şiddete karşı<br />

mücadele ederken bu mücadeleyi kapitalist<br />

sistemin ortadan kaldırılması<br />

mücadelesiyle birleştirelim.!<br />

Sığınak ta istiyoruz, sığınağa ihtiyacın<br />

olmadığı günleri de!<br />

Ocak 2009 √<br />

11


panorama<br />

PANORAMA<br />

İşgal sona mı<br />

eriyor<br />

- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN -<br />

12<br />

ABD emperyalizminin 44.<br />

Ba şk a n ı seçi len Ba ra k<br />

Obama, seçim sürecinde<br />

başkan <strong>olarak</strong> seçilmesi durumunda<br />

Irak’taki ABD askerlerini 16 ay<br />

içinde geri çekeceğinin propagandasını<br />

yaptı. Obama’nın dediklerini<br />

dikkatli okuyanların hemen tespit<br />

edebileceği bir gerçeklik, Obama’nın<br />

sözkonusu ettiği askeri geri çekme<br />

işinin, tüm ABD askerlerini kapsamadığı<br />

gerçeğiydi. Fakat Obama bu<br />

propagandayla kamuoyunda “savaş<br />

karşıtı” olma görüntüsünü sağlamada<br />

epey başarılı olmuştu.<br />

Obama seçim propagandasında<br />

ABD askerlerini 16 ay içinde geri<br />

çekeceğini dillendirirken Bush önderliğindeki<br />

ABD emperyalizminin<br />

temsilcileri Irak’taki yönetimle sıkı<br />

bir pazarlık içindeydi.<br />

ABD emperyalizminin Irak-Güney<br />

Kürdistan’ı işgalini “meşru” kılan<br />

BM’nin kararına göre, BM mandası,<br />

buna bağlı <strong>olarak</strong> da ABD askerlerinin<br />

Irak’ta kalma süresi 31 Aralık<br />

2008 tarihinde bitiyordu. 1 Ocak<br />

2009 tarihinde ABD askerlerinin<br />

Irak-Güney Kürdistan’dan çıkmayacağı<br />

kesindi. Bu durumda ABD<br />

emperyalizminin önünde esasında<br />

iki seçenek vardı: ya uluslararası düzeyde<br />

“gayri resmi” <strong>olarak</strong> görülüp<br />

yeni sorunlarla karşılaşmak, işi kılıfına<br />

uydurmak için yeni diplomatik<br />

pazarlıklar yürütmek vb. vb.; ya<br />

da Irak yönetimiyle 31 Aralık 2008<br />

tarihi sonrası dönem için anlaşma<br />

yapmak. ABD emperyalizminin çıkarlarına<br />

olan ikinci seçenekti ve<br />

Irak yönetimiyle sözkonusu anlaşma<br />

gerçekleştirildi.<br />

Kısa adı SOFA olan anlaşmanın açılımı<br />

“Status of Forces Agreement”tir.<br />

Sözkonusu anlaşmayı “Güvenlik<br />

Anlaşması” <strong>olarak</strong> da tanıttılar…<br />

Kimin kime karşı güvenliği sorusunu<br />

sorarsanız, tabii ki “ABD’nin<br />

Irak-Güney Kürdistan’da kalabilmesinin<br />

güvenliği anlaşması” diye<br />

cevap alamazsınız. Çünkü anlaşmanın<br />

esas rolü ABD emperyalizminin<br />

Irak-Güney Kürdistan’daki varlığının<br />

üzerini örtmektir. Ya da başka<br />

türlü ifade edilirse işgalci güç olma<br />

yerine “yardımcı güç” kılıfına sokmak<br />

ve böylece sanki ABD’nin işgali<br />

son buluyormuş gibi bir görüntü<br />

yaratmaktır.<br />

Irak yönetiminin pazarlıklar sürecinde<br />

öne sürdüğü ve anlaşmaya<br />

soktuğu kimi noktalar –örneğin Irak<br />

topraklarının komşu ülkelere saldırı<br />

için kullanılmayacağı noktası gibi<br />

noktalar– da kullanılarak ABD’ye<br />

karşı büyük bir başarı sağlanmış<br />

havası verilmektedir. Öne çıkarılan<br />

esas propaganda ise “işgal son bulacak”<br />

yönlü propagandadır.<br />

Gerçekte ise, “Güvenlik Anlaşması”<br />

denilen anlaşma ile işgal en azından<br />

üç sene daha uzatılmıştır. ABD<br />

emperyalizminin işgalci güçlerinin<br />

Irak-Güney Kürdistan’da varlığı bu<br />

anlaşmayla bir kez daha –daha önce<br />

BM aracılığıyla yapılmıştı– “meşrulaştırılmıştır”.<br />

Böylece gerçekte<br />

varolan işgalin üzeri örtülmeye<br />

çalışılmaktadır.<br />

Anlaşmanın kendisinde en büyük<br />

sahtekârlık, sözkonusu anlaşmanın<br />

“eşit ve bağımsız egemen ortaklar”<br />

tarafından karşılıklı verilen garantilere<br />

dayandığının tespit edilmesidir.<br />

Gerçekte eşit ve bağımsız ortaklar<br />

sözkonusu değildir. İşgalci<br />

güç ABD ile ona bağımlı atanmış<br />

bir yönetim sözkonusudur. Öyle<br />

“eşit ve bağımsız” bir yönetim ki<br />

Irak yönetimi, ABD emperyalizminin<br />

“yeşil bölge” <strong>olarak</strong> duvarlarla<br />

çevirdiği ve binlerce ABD’li sivilin<br />

Irak’ı yönettiği –ki gerçek yöneticiler<br />

bunlardır– bir bölgede hükümet<br />

ve parlamento toplantılarını gerçekleştirebilmekte<br />

ve bu “yeşil bölge”de<br />

“güvenlik anlaşması”nı onaylamaktadır.<br />

Anlaşmanın başında yapılan<br />

bu sahtekârlık tabii ki tüm anlaşma<br />

metninde de sürdürülmektedir.<br />

Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla<br />

sözkonusu anlaşmanın öne çıkan<br />

kimi noktaları şunlardır: ABD askerleri<br />

30 Haziran 2009 tarihine kadar<br />

yerleşim alanlarından çekilecek.<br />

Yani üslerde kalacak. Buna bağlı <strong>olarak</strong><br />

400 civarında olduğu söylenen<br />

üslerde kalan –andaki sayı 152 bin<br />

<strong>olarak</strong> verilmektedir– ABD askerinin<br />

2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney<br />

Kürdistan’ı terk etmesi gerekiyor.<br />

Irak toprakları komşu ülkelere saldırı<br />

için kullanılamayacak. Üsleri dışında<br />

ve görev başında değilken suç işleyen<br />

ABD askerleri Irak mahkemelerinde<br />

yargılanabilecek. Anlaşma, Irak’ta<br />

güvenlik tam <strong>olarak</strong> sağlandığında,<br />

tarafların uzlaşmasıyla feshedilecek.<br />

Önemli noktalardan biri de bu<br />

anlaşmanın Obama yönetimini de<br />

bağlamasıdır.<br />

Sözkonusu anlaşmanın dibinin<br />

delinmesinin her zaman mümkün<br />

olduğunu gösteren noktaların başında<br />

“tam güvenliğin sağlanması”<br />

tespiti gelmektedir. Yani anlaşmayı<br />

imzalayanlar tarafından tam güvenlik<br />

sağlandığı konusunda hemfikir<br />

olunmazsa ve iki taraf da bunu kabul<br />

edip onaylamazsa anlaşma varlığını<br />

koruyacaktır. Buna göre de Irak yönetimi<br />

tehdit altında olduğu yerde,<br />

“güvenliği” korumak için ABD askerinin<br />

müdahale hakkı ve yetkisi<br />

vardır. Artık nasıl yorumlanırsa ona<br />

göre gereken adımlar atılacaktır.<br />

Bütün anlaşmayı bir kenara bırakıp<br />

ABD’nin “güvenliği sağlamak” için<br />

Irak’ta asker bulundurma ve müdahale<br />

–buna “yardım” adını veriyorlar<br />

şimdi– etme hakkı bile işgalin üç<br />

seneden daha çok sürdürülmesinin<br />

imkânını vermektedir.<br />

Örneğin 30 Haziran 2009 tarihine<br />

kadar ABD askerlerinin üslerine çekilmesi<br />

meselesi, sözkonusu yerleşim<br />

alanlarında “güvenliğin Irak güçlerince<br />

devralınması” koşuluna bağlanmaktadır.<br />

Formel <strong>olarak</strong> gerçekleştirilebilecek<br />

bir noktadır bu, ama<br />

gerçekte o tarihe kadar “Irak güçleri”<br />

tüm ABD askerinin olduğu şehir, kasaba,<br />

köylerde “güvenliği” devralabilecek<br />

mi Göreceğiz…<br />

ABD askerlerinin “görev başında”<br />

değilken işlediği suçlardan dolayı<br />

Irak mahkemelerinde yargılanabileceği<br />

meselesi de yine her tarafa bükülebilecek<br />

bir noktadır. Birincisi,<br />

onlara göre “görev başında” iken<br />

işlenen suçlardan dolayı sözkonusu<br />

askerler yargılanamaz. İkincisi, yargılanmaları<br />

ancak “görev başında”<br />

olmadığı ve üslerin dışında suç işlemesine<br />

bağlıdır. Bu durumda “görev<br />

başında” olmak ya da olmamak ne<br />

demektir Her seferinde “görev başında”<br />

olduğu söylenip sözkonusu<br />

askerlerin yargılanmasının önü kesilebilir.<br />

Her ABD işgal gücü, yani<br />

askeri, Irak-Güney Kürdistan’da “görev<br />

başında”dır. Onların görevi Irak-<br />

Güney Kürdistan’a gitmeleriyle başlamış,<br />

geri çekilmeleriyle son bulacak<br />

bir görevdir.<br />

Kamuoyundan gizlenmeye çalışılan<br />

bir gerçeklik de, sözkonusu<br />

anlaşmaya göre “bütün Amerikan<br />

kuvvetlerinin” yani askeri güçlerinin<br />

çekilmesi öngörülüyor. Oysa<br />

hem “yeşil bölge”de Irak’ın gerçek<br />

yöneticileri olan binlerce ABD’linin<br />

hem de resmen sayısı verilmeyen ve<br />

askeri güç içinde gösterilmeyen onbinlerce<br />

paralı–taşeron silahlı gücün<br />

varlığı sözkonusu edilmemektedir.<br />

Bu taşeron, paralı silahlı gücün sayısı<br />

kimi tahminlere göre 150 bin<br />

civarındadır. Yani resmi ABD askeri<br />

2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney<br />

Kürdistan’dan çıksa bile, gerçekte<br />

ABD işgali son bulmuş olmayacaktır.<br />

Askere sivil elbise giydirip işgalin<br />

son bulduğu görüntüsü vermek onlar<br />

için hiç de zor olmuyor… Mesele, onlara<br />

aldanıp aldanmamaktır!<br />

ABD emperyalizminin temsilcileri<br />

sözkonusu anlaşmanın taslak metnini<br />

sonuna kadar kendi kamuoyundan<br />

gizlediler. Irak hükümetinden<br />

sonra Irak Parlamentosu da sözkonusu<br />

anlaşmayı onayladı. 275 sandalyelik<br />

parlamentoda, sözkonusu<br />

oylama günü 198 milletvekili oy kullandı<br />

ve farklı verilere göre 144-149<br />

oyla anlaşma onaylanmıştır. Bu anlaşmanın<br />

en son imzası ise Bush ile<br />

Maliki tarafından atıldı ve –Bush’a


panorama<br />

atılan ayakkabı resimleri eşliğinde–<br />

yürürlüğe girdi.<br />

Kimi milletvekillerin açıklamalarına<br />

göre “Başka seçenek” olmadığı<br />

için bu anlaşma onaylanmalıydı…<br />

Öyle de oldu. Sözkonusu anlaşmanın<br />

işgalin üzerini örtme yönlü tüm<br />

sahtekârlıklarına rağmen, Irak yönetimine<br />

öncekinden daha çok yetki tanıma<br />

durumunda olduğu da olgudur.<br />

ABD güçlerine, en azından kağıt üzerinde<br />

kimi sınırlamalar getirilmektedir.<br />

ABD emperyalizminin Irak<br />

yönetiminin kimi taleplerini kabul<br />

etmesinin perde arkasında yatan esas<br />

şey, “zamanın sınırlılığı” idi. Hem 31<br />

Aralık 2008 tarihi öncesinde, hem de<br />

Obama’nın resmen başkanlık koltuğuna<br />

oturmasından önce böylesi bir<br />

anlaşma yapılması gerekiyordu.<br />

Tam da bu nedenlerden kaynaklı<br />

kimi tavizler, daha anlaşma onaylanırken<br />

Pentagon’da yeni hesaplar<br />

yapılmasına yol açıyordu. Yani taraflar<br />

şimdilik anlaşmış görünse de,<br />

gerçekte hiç bir taraf tam memnun<br />

değildir. Bu çelişkiler kendisini önümüzdeki<br />

süreçte –Obama yönetiminin<br />

de tavrını belirlemesiyle– gösterecektir.<br />

Irak’ta yapılması öngörülen<br />

referandumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği<br />

ve gerçekleşirse sonucun ne<br />

olacağı da belli değil. Eğer gerçekleşirse<br />

referandumda ABD askerlerinin<br />

Irak-Güney Kürdistan’da kalıp kalmaması<br />

konusunda karar verilecek.<br />

Sonuç hayır yönünde olursa, ABD<br />

askerlerinin 2010 yılı ortalarına kadar<br />

çekilmesi gerekecek… Sonuç evet<br />

yönünde olursa –ki referandumu örgütleyenler<br />

ve oyları sayanlar sonucu<br />

belirleyecek– o zaman bu sonuç 2011<br />

sonrası için de kullanılabilecektir.<br />

Gerçekte ne ABD emperyalizmi<br />

Irak-Güney Kürdistan’ı terk etmek<br />

istemektedir, ne de andaki durumda<br />

Irak yönetimi ABD’siz ayakta durabilecek<br />

durumdadır. Bunun da sonucu,<br />

ABD’nin askeri güç sayısını azaltarak<br />

Irak-Güney Kürdistan’da uzun süre<br />

kalma amacında olduğu ve bunun<br />

planlarını yaptığı yönlü haberler kamuoyuna<br />

da yansıyan haberler arasındadır.<br />

Biçimi ya da vitrinin nasıl<br />

değiştirileceğinden, hangi görüntü<br />

verileceğinden bağımsız <strong>olarak</strong>, Irak-<br />

Güney Kürdistan’daki işgalin 2011<br />

yılından sonra da sürdürülmek istendiği<br />

açıktır. İşgale gerçekte son vermek<br />

sözkonusu anlaşma ile mümkün<br />

değildir. Anlaşma işgale son verme<br />

anlaşması değil, gerçekte “güçlerin<br />

yerleştirilmesi” anlaşmasıdır.<br />

Kuşkusuz ki işgalin son bulması<br />

devrim olmadan da mümkündür ve<br />

böylesi bir durum işgal durumundan<br />

iyidir. Fakat böylesi bir durumda da<br />

gerçek bağımsızlık sözkonusu olmayacaktır.<br />

Irak-Güney Kürdistan’da<br />

gerçek bağımsızlığı elde etmek ancak<br />

emperyalist işgale, yerli işbirlikçilere,<br />

her türden gericilere karşı devrim<br />

mücadelesiyle mümkündür.<br />

24 Ocak 2009 √<br />

Açık hava cezaevinde<br />

“fosforlu” katliam…<br />

27 Aralık 2008 tarihinde başlayan<br />

bombardıman ve 3 Ocak<br />

2009’da karadan da başlatılan<br />

saldırı, 17 Ocak’ta İsrail’in ve<br />

18 Ocak’ta da Hamas yetkililerinin<br />

“tek” taraflı ilan ettikleri ateşkesle<br />

şimdilik son bulmuştur.<br />

İsrail’in Hamas’ı gerekçe göstererek<br />

Gazze’ye saldırısının andaki kaba<br />

bilançosunu çıkarmak bile, gerçekte<br />

açık hava cezaevi halindeki Gazze’de<br />

yaşananların katliam olduğunu gözler<br />

önüne sermektedir. 22 gün süren<br />

saldırıların sonuçlarının rakamlara<br />

yansıması şöyledir: 1350’den fazla<br />

Filistinli –bunların 500’den fazlasını<br />

çocuk ve kadınlar önemli bir bölümünü<br />

de yaşlılar oluşturuyor– katledilmiştir.<br />

Yakılıp yıkılan binaların<br />

enkazları altındaki cesetlerin sayısı<br />

ise belli değil. Öldürülen İsraillilerin<br />

sayısı 9 asker 4 sivil <strong>olarak</strong> verilmektedir<br />

ve bu 9 askerden 4’ü de İsrail<br />

ordusunun kendisi tarafından öldürülmüştür.<br />

5 binden fazla Filistinli<br />

yaralanmıştır. 22.000 civarında ev<br />

tahrip edilmiştir. Bunun önemli bölümü<br />

artık oturulamaz durumdadır.<br />

100.000’den fazla insanın evsiz<br />

kaldığı, korunabilmek için kaçacak,<br />

sığınacak yer aradığı da BM’nin<br />

Gazze’deki çalışanlarının verdiği<br />

bilgiler arasındadır. Saldırıya uğrayan<br />

okul ve hastahane binaları ya da<br />

Hamas’ın gizlendiği söylenen binalar<br />

ve de camiler bu hesapta yok bile.<br />

Yakıp yıkmanın –insanların katledilmesi<br />

hesabı işin içinde yok–<br />

faturası ise 2 milyar dolar <strong>olarak</strong><br />

gösterilmektedir. Gerçekte ise tam<br />

bir hesap yapılmamıştır. Gazze’de<br />

insanlar, evler, eşyalar… yakılıp yıkılırken,<br />

yakıp yıkmada kullanılan<br />

- GAZZE/ FİLİSTİN -<br />

silahların üreticileri kuşkusuz ki ellerini<br />

ovmakta, kârlarına yeni kârlar<br />

katmaktadırlar…<br />

Açık bir barbarlık yaşanıyor; terör<br />

örgütüne, Hamas’a karşı mücadele<br />

adına gerçekleştirilen bu barbarlık<br />

dünyanın hemen tüm emperyalist<br />

güçleri tarafından açık veya dolaylı<br />

destekleniyor. Her türlü sahtekârlık<br />

sergileniyor.<br />

Sergilenen sahtekârlık içinde her<br />

emperyalist ve yerel gerici devletin<br />

kendi hesabı yer almaktadır.<br />

Özellikle Ortadoğu bağlamında çok<br />

yönlü çıkar ve hesaplar içiçe geçmiş<br />

ve kendisini Filistin sorununa yansıtmaktadır.<br />

Bu da “fillerin tepiştiği<br />

çimlerin ezildiği” bir durum ortaya<br />

koyuyor. Ezilen tabii ki Filistin Arap<br />

ulusu, halkıdır.<br />

Filistin Arap ulusunun özgürlüğü<br />

mücadelesinde düşman güç sadece<br />

işgalci siyonist İsrail ve onu destekleyen<br />

emperyalist güçler ve Mısır,<br />

Ürdün gibi Arap devletleri değil, hayır<br />

Filistin Arap ulusunun özgürlüğüne<br />

düşman güçler arasında hem El<br />

Fetih somutunda Abbas yönetimidir<br />

hem de gerici dinci faşist ideolojinin<br />

temsilcisi Hamas, İslami Cihad gibi<br />

örgütlerdir. Böylesi bir durumda ve<br />

devrimci bir önderliğin, gücün olmadığı<br />

koşullarda kuşkusuz ki Filistin<br />

Arap ulusunun pratik <strong>olarak</strong> fazla<br />

seçeneği yoktur.<br />

Hangi örgüt işgalci güce daha sert<br />

karşı çıkıyorsa ve de insanların yaşayabilmesinin<br />

önkoşulu olan yiyecek,<br />

içecek ya da temel ihtiyaçlarını gidermede<br />

yardımcı oluyorsa, halk da doğal<br />

<strong>olarak</strong> onlardan yana tavır takınmaktadır.<br />

Eğer Filistin halkı 25 Ocak<br />

2006’da yapılan genel seçimlerde<br />

–Filistin yönetiminin kurulmasından<br />

(1994) 12 sene, ilk genel seçimlerden<br />

(1996) ise 10 sene sonra yapılan genel<br />

seçimlerde– çoğunlukla Hamas’ı<br />

seçtiyse, bunun temelinde yatan gerçeklik,<br />

halkın şeriat istemesi değil, 12<br />

sene yönetimde bulunan El Fetih’in<br />

halkın sorunlarına çözüm getirmeye<br />

çalışması yerine yiyicilik, rüşvetçilik<br />

ve de her şeyden önemlisi Batılı<br />

emperyalistlerin ve İsrail’in “mini”<br />

Filistin devletinin kuruluşunu engelleme<br />

siyasetine ortaklık etmesiydi.<br />

Yaşanan barbarlık içinde çok yönlü<br />

çıkarlar, hesapların varlığı ve sınırsız<br />

sahtekârlıkların yaşandığı bir durumda,<br />

hangi konuyu seçip ortaya<br />

koymaya kalkışırsanız kalkışın, tavır<br />

takınmadığınız noktalar, tavır takındığınız<br />

noktalardan daha çok oluyor.<br />

Buna rağmen bu yazımızda kendimizi,<br />

yapılan kimi sahtekârlıklara<br />

değinmekle sınırlıyoruz.<br />

Kamuoyuna yutturulmaya çalışılan<br />

düşüncelerin başında Hamas’ın ateşkesi<br />

bozduğu ve tüm teklif ve uyarılara<br />

rağmen ateşkesi uzatmaktan kaçındığı<br />

yönlü yalan gelmektedir. Bu<br />

yalana bir de altı aylık ateşkes sürecinde<br />

Hamas’ın anlaşmaya uymadığı<br />

yalanı yamanmakta ve sahtekârlık<br />

perdesi sahneye asılmaktadır…<br />

Yalan diyoruz, çünkü, birincisi hemen<br />

tüm tarafsız basın mensuplarının<br />

ve uluslararası kurumlarda yer<br />

alan kimi yetkililerin verilerine göre,<br />

Hamas sözkonusu altı aylık ateşkes<br />

sürecinde anlaşmaya esas <strong>olarak</strong> uymuştur.<br />

İsrail ise gerçekte anlaşmaya<br />

uymamıştır. Örneğin Gazze’ye yönelik<br />

ablukanın özellikle temel ihtiyaç<br />

maddeleri için gevşetilmesi ve günde<br />

Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan<br />

TIR’ların sayısının abluka öncesi<br />

sayıya yükseltilmesi gerekirken,<br />

İsrail bunu en az düzeyde tutmuştur.<br />

Son dönemde ise sınırları bütünüyle<br />

kapatmıştır.<br />

4 Kasım’da Hamas’ın herhangi bir<br />

saldırısı olmadığı halde İsrail saldırıda<br />

bulunmuş ve 6 Hamas militanını<br />

katletmiştir. Örneğin Hamas bu süreçte,<br />

Kasım ayındaki saldırıya kadar<br />

İsrail’e yönelik roket saldırısında bulunmamıştır.<br />

4 Kasım saldırısı sonrasında<br />

yeniden roket saldırısı başlatmıştır.<br />

Bu tarihe kadarki süreçte<br />

çok az sayıdaki roket atışı –toplam<br />

12– ise İslami Cihad ve diğer örgütlerin<br />

gerçekleştirdiği ve kimi burjuva<br />

yorumcuların da belirttiği kadarıyla<br />

Hamas’ın engelleyemediği saldırılar<br />

olmuştur. Bu saldırılarda herhangi<br />

bir can kaybı yaşanmamıştır.<br />

Hamas’ın ateşkesi uzatmadığı id-<br />

13


panorama<br />

14<br />

diası veya suçlaması da bu haliyle<br />

yanlıştır. Sözkonusu ateşkes zaten<br />

19 Aralık 2008 tarihinde bitiyordu.<br />

Taraflar uzlaşırsa yeni bir ateşkes<br />

sözkonusu olacaktı. Hamas’ın ateşkesin<br />

uzatılması için İsrail’e –Mısır’lı<br />

arabulucular üzerinden sunduğu–<br />

bir ateşkes önerisi vardı. Öneride<br />

öne çıkan talep Gazze’ye ablukanın<br />

kaldırılmasıydı. İsrail, bu öneriyi<br />

reddetmiş ve Hamas’a roket saldırılarını<br />

durdurması için 48 saat süreli<br />

ültimatom vermiştir. Saldırı ise bu<br />

ültimatom üzerinden daha 24 saat<br />

bile geçmeden gerçekleştirildi. Yani<br />

Hamas’a tanınan 48 saat dolmadan<br />

ve Hamas’ın tavrı beklenmeden saldırıya<br />

geçildi. Böylece esas <strong>olarak</strong><br />

Hamas’ın ateşkes için Gazze’ye yönelik<br />

ablukanın kaldırılması yönlü<br />

haklı talebi güme gitmiş, kamuoyunun<br />

dikkatleri başka yöne çevrilmiştir.<br />

19 Haziran 2008 tarihindeki ateşkes<br />

anlaşması için arabuluculuk yapan<br />

eski ABD başkanlarından James<br />

Carter bile İsrail’in saldırı savaşını<br />

“gereksiz bir savaş” (8 Ocak 2009 tarihli<br />

Washington Post) ve sorunu kolaylıkla<br />

aşılabilecek bir sorun <strong>olarak</strong><br />

değerlendirdi.<br />

Bu sahtekârlıkların biri de İsrail’in<br />

“kendini savunduğu” yönlü propagandadır.<br />

Her şeyden önce saldırıya<br />

maruz kalan İsrail değil, Filistin<br />

Arap ulusudur. İsrail işgalci bir güç<br />

<strong>olarak</strong> Filistin halkına on yıllarca<br />

kan kustururken ve en gecinde Oslo<br />

Anlaşması ile onayladığı “mini”<br />

Filistin devletinin kuruluşunu bile<br />

bugüne kadar hep yeniden engellediği<br />

halde, böylesi bir yalanı dünya<br />

kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadır.<br />

Bunda başarılı olmasının temel<br />

dayanaklarından biri özellikle<br />

İsrail’i destekleyen Batılı burjuva<br />

medyanın propagandasıdır. İşgalci<br />

güç, saldırgan güç, sorumlu ve suçlu<br />

güç, “kendini savunuyor” biçiminde<br />

gösterilerek hem temize çıkarılmaya,<br />

hem de “kurban” taraf <strong>olarak</strong> gösterilmeye<br />

çalışılıyor.<br />

Silahlı saldırı ve öldürme olayları<br />

temel alınarak bakıldığında da<br />

bu propagandanın büyük bir yalan<br />

olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail<br />

sadece bölgenin en büyük silahlı<br />

gücü değil, dünya çapında öne çıkan<br />

güçlü silahlı güçler arasındadır.<br />

Örneğin Gazze’ye saldırıda adı bile<br />

daha bilinmeyen yeni silahlar kullanılmaktadır.<br />

“Fosforlu” gösterilerle<br />

Filistinliler yakılmaktadır. Tankı<br />

topu, uçağı füzesi, atom bombası…<br />

ne sayarsanız var!<br />

Peki, anda İsrail’i tehdit eden güç<br />

<strong>olarak</strong> gösterilen Hamas’ın silah durumu<br />

nasıl Şimdiye kadar kullandıkları<br />

en büyük silah, hedefi belirsiz<br />

olan roketlerdir. Diğerleri tüfek,<br />

tabanca, ya da bunların çeşitleri, en<br />

etkilisi ise intihar komandolarıdır.<br />

Hamas ile İsrail arasında bir kere<br />

16 aylık ateşkes yaşanmıştır. En son<br />

<strong>olarak</strong> da altı aylık ateşkes yaşandı.<br />

İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve<br />

anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma”<br />

<strong>olarak</strong> yutturduğu tüm bu sahtekârlıklar<br />

kuşkusuz ki suçlu olanın İsrail değil, Hamas<br />

olduğu görüşünün yaygınlaştırılması iç<strong>indir</strong> de.<br />

Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini<br />

savunma”sını “anlayışla karşılarken”, gerçekte<br />

suç ortaklığı yapmaktadırlar.<br />

Hamas özellikle son 5 senedir birçok<br />

kez sözlü <strong>olarak</strong> 1967 sınırları içine<br />

çekildiğinde İsrail’in varlığını kabul<br />

edeceğini açıklamıştır. Karşılıklı<br />

ateşkes anlaşmaları yapmak bile, aslında<br />

birbirini tanımaktır. Son sekiz<br />

senelik süreçte Hamas’ın Gazze’den<br />

attığı roketleriyle ölen İsraillilerin sayısı<br />

15 iken, bu süreçte İsrailin öldürdüğü,<br />

katlettiği Filistinli sayısı 5000<br />

civarındadır.<br />

Bu verilere bakıldığında, kimin<br />

saldırgan kimin kurban olduğunu<br />

görmek için insanın özel <strong>olarak</strong> teorik<br />

analizler yapmasına gerek yoktur.<br />

Açıkça, göz göre göre yalan söylemektedirler.<br />

İsrail’in varlığının tehdit<br />

altında olduğu savunusu objektif<br />

<strong>olarak</strong> yalandır. Kuşkusuz ki İsrail’in<br />

varlığına karşı olanlar var. Ama bu,<br />

anda somut <strong>olarak</strong> İsrail devletini<br />

yıkacak ve İsrail’in varlığına son verecek<br />

bir tehdit değildir. Yukarıda<br />

aktardığımız 15’e 5000 insan öldürme<br />

oranı, ya da tepeden tırnağa<br />

silahlı bir İsrail devleti ile Hamas’ın<br />

silah gücü karşılaştırılmasında bile<br />

kimin tehdit altında olduğu açıkça<br />

görülebilir.<br />

Anda tehdit altında olan Gazze’deki<br />

1.5 milyon Filistinlidir. Sadece tehdit<br />

altında değil tabii ki… sürekli biçimde<br />

abluka altına alınmış, her gün,<br />

her saat, hatta her saniye ölümün hesaplandığı<br />

bir durum sözkonusudur.<br />

Kelimenin gerçek anlamında açık cezaevi<br />

konumundadır Gazze.<br />

İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu<br />

ve anda yürüttüğü savaşı “kendini<br />

savunma” <strong>olarak</strong> yutturduğu<br />

tüm bu sahtekârlıklar kuşkusuz ki<br />

suçlu olanın İsrail değil, Hamas olduğu<br />

görüşünün yaygınlaştırılması<br />

iç<strong>indir</strong> de. Bütün Batılı emperyalistler<br />

İsrail’in “kendini savunma”sını<br />

“anlayışla karşılarken”, gerçekte suç<br />

ortaklığı yapmaktadırlar. 1350’den<br />

fazla Filistinlinin katlinden, binlercesinin<br />

yaralanmasından, yüzbinden<br />

fazlasının evsiz, barksız kalmasından<br />

sorumlu ve suçludurlar.<br />

İsrail’in beyaz fosforlu bombalar ya<br />

da adı verilmeyen yeni silahlar kullanması<br />

da gerçekte emperyalistlerin<br />

uluslararası anlaşmalarına göre bile<br />

savaş suçudur, insanlık suçudur.<br />

Ama onlar bunu açık açık yapmaktadırlar!<br />

Saldırı harekâtının<br />

adını bile “Dökme Kurşun Harekâtı”<br />

koyuyorlar… 1967’deki altı günlük<br />

savaşlar’dan sonra bir günde en çok<br />

insanın katledildiği 27 Aralık 2008<br />

tarihinde ve sonrasındaki üç haftalık<br />

süreçte yaşananlar, kapitalizmin<br />

barbarlık olduğu gerçeğini çok açık<br />

<strong>olarak</strong> bir kez daha göstermiştir.<br />

B u r j u v a z i n i n s i y a s e t i n d e<br />

sahtekârlıklar normal durumdur.<br />

Örneğin daha 19 Haziran 2008’de<br />

ateşkes a nlaşması yapı lırken,<br />

Gazze’ye saldırının planları hazırlanmıştır.<br />

İsrail ile Hamas arasında<br />

arabuluculuk görüşmeleri yapan<br />

Mısır’lı yetkililer, başta da Mübarek,<br />

Hamas yetkililerine –İsrailli yetkililerin<br />

talebi üzerine– İsrail’in yakın<br />

zamanda saldırıda bulunmayacağı,<br />

ateşkes görüşmelerine sıcak baktığı<br />

yönlü bilgiler vermiş ve böylece<br />

İsrail’in Hamas’ı “beklenmeyen bir<br />

zamanda” vurması planlarına ortak<br />

olmuşlardır. Gazze’nin Mısır ile olan<br />

sınırının İsrail’in ablukasını boşa çıkarabilme<br />

imkânı var iken, Mısır da<br />

Hamas yönetimi ele geçirdi bahanesiyle<br />

Gazze’ye sınırı abluka altında<br />

tutmuştur. Yani Gazze’nin abluka<br />

altında olmasının da suç ortağıdır<br />

Mısır yönetimi.<br />

Hepsinin ortak sahtekârlıklarından<br />

biri de “savaşın Hamas’a karşı” olduğudur.<br />

Gerçekte hem İsrail, hem Mısır<br />

–Hamas’ın Mısır’daki Müslüman<br />

Kardeşler ile ilişkisinden dolayı da–<br />

hem de Abbas yönetimi (El Fetih) ve<br />

bunların destekçi emperyalist güçleri<br />

Hamas’a karşıdır. Fakat bu, yürüyen<br />

savaşın, daha doğrusu Gazze’ye<br />

saldırı harekâtının Filistin halkına<br />

karşı yürütüldüğü gerçeğini ortadan<br />

kaldırmıyor.<br />

Burjuvazinin siyaseti, çıkarları ve bu<br />

çıkarların gerektirdiği sahtekârlıklar<br />

üzerine kuruludur. Emekçiler için,<br />

ezilen halklar için mesele, onlara inanıp<br />

inanmamaktır.<br />

Tüm destekçileriyle birlikte İsrail’in<br />

Gazze’de gerçekleştirdiği katliamı<br />

bir kez daha lanetliyor, Filistin Arap<br />

ulusunun özgürlüğü için mücadeleyi<br />

destekliyor ve gerçek özgürlüğün ve<br />

bağımsızlığın tek yolunun devrim<br />

için mücadele olduğunu yeniden<br />

haykırıyoruz.<br />

24 Ocak 2009 √<br />

Savaşın seçimi,<br />

seçim savaşı…<br />

- İSRAİL-FİLİSTİN-<br />

İsrail’in 27 Aralık 2008 tarihinde<br />

Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı<br />

sonrasındaki yorum ve değerlendirmelerde,<br />

İsrail’in neden şimdi<br />

böylesi yoğun bir saldırı başlattığı<br />

sorusuna verilen cevaplarda; İsrail’de<br />

erken seçimlerin gündemde olması<br />

ve saldırının seçimlerde oy kazanmak<br />

için gerçekleştirildiği yönlü cevaplar<br />

da vardı.<br />

Bu değerlendirmenin bir yanı<br />

doğru ama bir yanı da yanlıştır.<br />

Şöyle ki, gerçekten de İsrail’de erken<br />

seçimler sözkonusudur. 10 Şubat<br />

2009 tarihinde –bu arada değişiklik<br />

olmazsa– erken genel seçimler yapılacaktır.<br />

Yine olgudur ki, bu seçimlerde<br />

Netanyahu, Barak ve Livni<br />

şahıslarında kendini gösteren partilerin<br />

oyları, İsrail’in Filistin sorununa<br />

ve özellikle de düşman <strong>olarak</strong><br />

hedefe konan Hamas gibi örgütlere<br />

karşı tavırlar önemli rol oynamaktadır.<br />

Özellikle Netanyahu, andaki<br />

hükümette yer alan Livni ve Barak’ı<br />

Hamas’a karşı saldırı için zorlamaktaydı<br />

ve seçimleri kazanma olasılığı<br />

varsayılıyordu. Bu açıdan ele alındığında<br />

Gazze’ye yönelik saldırının ve<br />

katliamın İsrail’deki seçimlerle de<br />

bağı vardır.<br />

Fakat bu saldırı, kimileri tarafından<br />

gösterilmeye çalışıldığı gibi “sürpriz”<br />

“aniden” düşünülen ve seçimlerden<br />

kısa süre önce “akıllarına” gelen bir<br />

saldırı değildir.<br />

Somut <strong>olarak</strong> bu biçimiyle ve kapsamıyla<br />

planlanmamış olsa da, bu<br />

saldırının hazırlığı en gecinden<br />

Hamas’ın Gazze’de yönetimi tek


panorama<br />

başına ele geçirmesinden beri yapılmaktaydı.<br />

19 Haziran 2008 tarihli<br />

ateşkes, gerçekte o tarihten önce yapılan<br />

saldırıların, İsrail egemenlerinin<br />

istediği başarıyı sağlayamamış olmasının<br />

sonucuydu. Gazze’nin birbuçuk<br />

sene abluka altına alınması olgusu da<br />

gerçekte saldırının sadece seçimlerle<br />

bağıntılı olmadığının kanıtıdır.<br />

Basına yansıdığı kadarıyla İsrail,<br />

ateşkes anlaşmasına paralel <strong>olarak</strong><br />

Gazze’de, hem de El Fetih yanlılarının<br />

yardımlarıyla da Hamas’ın<br />

yerleştiği alanları, cephaneliklerini,<br />

kısacası durumu rapor etme ve buna<br />

uygun <strong>olarak</strong> saldırı hazırlama planını<br />

yapmıştır.<br />

Ateşkes süresinin bitmesinden<br />

önce Hamas güçlerine saldırıp 6 militanı<br />

öldürmesi de, esasında ateskes<br />

süresinin bitmesi döneminde –ve bu<br />

arada ABD’de yönetim değişikliği<br />

sürecini de gözönüne alan– saldırıyı<br />

gerçekleştirmek için ortam hazırlama<br />

adımlarından biri olmuştur.<br />

Hamas’ın İsrail’in saldırılarına<br />

roketlerle yanıt vermesi, esas <strong>olarak</strong><br />

İsrail’in eline saldırı için kullanacağı<br />

bir gerekçe sunmuştur.<br />

Sonuçta değerlendirme yapılırsa,<br />

İsrail yönetimi hem Hamas’a karşı<br />

saldırı planlarının bir bölümünü<br />

pratiğe geçirme fırsatını kaçırmama<br />

ve aynı zamanda bununla seçimlerde<br />

oy oranını yükseltme hesaplarıyla<br />

deyim uygunsa bir taşla iki kuş vurmaya<br />

kalkışmıştır.<br />

Bilinçlere çıkarılması gereken sorunlardan<br />

biri, sözkonusu seçim hesaplarının<br />

sadece İsrail’deki erken<br />

genel seçimlerle sınırlı olmadığıdır.<br />

Filistin somutunda da seçimler sözkonusudur.<br />

Hem Başkan Abbas’ın<br />

görev süresinin bitmesine bağlı <strong>olarak</strong><br />

başkanlık seçimleri, hem de<br />

Hamas ile yürüyen çelişki ve çatışmalar<br />

sonucu Filistin Yönetimi’nin<br />

sınırları çerçevesinde tek hükümetli<br />

yönetimin olmaması ile parlamento<br />

seçimlerinin gündeme getirildiği bir<br />

durum sözkonusudur.<br />

9 Ocak 2009 tarihinde Abbas’ın<br />

resmi görev süresi dolmuştur.<br />

Gazze’de Hamas’ın yönetimi elinde<br />

bulundurması ve İsrail’in Gazze’ye<br />

saldırısı aynı zamanda Abbas’a “savaş<br />

durumunda seçim yapmak mümkün<br />

değil” diyerek seçimi belirsiz bir tarihe<br />

erteleme imkanı sunmaktadır.<br />

Ki, Abbas bu arada kendi partisinin<br />

kongresini belirsiz bir zamana kadar<br />

erteledi.<br />

Filistin’deki seçimler sorununu<br />

da gözönüne aldığımızda, İsrail’in<br />

Gazze’ye karşı saldırısı ile Abbas’ın<br />

Hamas’ı suçlaması tavrı birleşince;<br />

bunlara bir de 25 Ocak 2006’da<br />

Hamas’ın seçimleri kazanması ile<br />

ortaya çıkan durum ve gelişmeler<br />

eklenince, Abbas önderliğindeki<br />

Filistin yönetiminin İsrail ve başta<br />

ABD olmak üzere kimi Avrupalı diğer<br />

emperyalistlerle işbirliği içinde<br />

olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.<br />

Yani İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısı<br />

aynı zamanda Abbas yönetiminin de<br />

çıkarına hizmet eden, Abbas yönetimi<br />

tarafından –kamuoyuna yönelik<br />

kimi kınama tavırları dışta tutulursa–<br />

desteklenen bir saldırı olmuştur.<br />

Hepsini birleştiren ortak nokta,<br />

Hamas’ın yönetimden düşürülmesi<br />

ve İsrail ile destekleyicisi emperyalistler<br />

tarafından çizilen siyasete uygun<br />

davranan, işbirlikçi El Fetih’in<br />

yönetime getirilmesidir.<br />

Ocak 2006’daki seçimlerden sonra<br />

Hamas’ı istedikleri hizaya getiremeyince<br />

yeniden hedef tahtası haline<br />

getirdiler. Hamas’ın kurduğu hükümeti<br />

kabul etmeyen, iç çatışmalara<br />

vardıran El Fetih, gerçekte batılı emperyalistler<br />

tarafından Hamas’a karşı<br />

silahlandırılmış ve çatışmalara sürülmüştür.<br />

Batı Şeria’da Hamas hükümeti<br />

ortadan kaldırılmış, kimi bakanları<br />

kodese tıkanmış ve Gazze’de<br />

ise hesapları ters tepmişti. Hamas El<br />

Fetih’i devredışı bırakıp yönetimi<br />

ele geçirdiğinden bu yana ise Gazze<br />

abluka altındadır. Hem İsrail hem de<br />

Abbas ve örgütü El Fetih gerçekte ortak<br />

çalışma durumundadırlar.<br />

Bunun bir yolu <strong>olarak</strong> da Gazze<br />

halkının durumunun kötüleşmesini<br />

sağlayıp Hamas’a karşı harekete geçirme<br />

hesabıdır. Bu hesap ama “bağdattan”<br />

dönen bir hesaptır. Abbas’ın<br />

başkanlık seçimleriyle eş zamanlı<br />

parlamento seçimlerini gerçekleştirmek<br />

için Hamas’a “ulusal birlik<br />

hükümeti” kurma çağrısı ise, girilen<br />

çıkmazdan Hamas’ı zayıflatarak<br />

çıkma hesabı üzerine kuruludur.<br />

Abbas’ın bu hesabının tutup tutmayacağını<br />

göreceğiz. Bunun için tabii<br />

ki her şeyden önce seçimlerin yapılması<br />

gerekiyor.<br />

İsrail’deki erken genel seçimler<br />

10 Şubat 2009 tarihinde yapılacak.<br />

Filistin’de ise başkanlık seçimi “iki<br />

başlı” –Hamas ve El Fetih– yönetimden<br />

kaynaklanan çatışmalı durumda<br />

“gelecekte” yapılması düşünülen bir<br />

seçimdir. Parlamento seçimleri ise<br />

Hamas’ın seçimleri kazanmış olması<br />

olgusunun kabul edilmemesi; Hamas<br />

hükümetine tahammül edilmemesi<br />

sonucu erkene alınması istenen<br />

seçimlerdir.<br />

Bu seçimlerin nasıl ve ne zaman<br />

yapılacağı belli değildir. Fakat belli<br />

olan şey, bu seçimler yapılsa da ve<br />

ister Hamas ister El Fetih, ya da<br />

Abbas veya Meşal kim seçimi kazanırsa<br />

kazansın, Filistin’de Filistin<br />

Arap ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı<br />

sorununa hiç biri de çözüm<br />

getiremeyecektir.<br />

Anda yürüyen mücadelede, ya da<br />

çatışmalarda sözkonusu edilen esas<br />

nokta “mini” Filistin devletinin kurulması<br />

bile değildir. 27 Kasım 2007<br />

tarihinde ABD/ Annapolis’te yapılan<br />

toplantıda Abbas, 2008 yılı sonuna<br />

kadar “mini” Filistin devletinin kuruluşunu<br />

ilan etmeyeceği üzerine<br />

Bush ile anlaşmıştı. Bu arada tabii<br />

ki ABD, Rusya AB ve BM’nin “yol<br />

haritası” ise dozerlerin altında kalarak<br />

kayıplara karışmıştır… haritaları<br />

olmadığı için yolu da bulamıyorlar!<br />

“Yol haritası” gelinen yerde sadece hafızası<br />

biraz iyi olanların hayal meyal<br />

hatırladıkları bir mesele <strong>olarak</strong> geçmişte<br />

kalmıştır… Bu arada yüzlerce<br />

kilometrelik duvarın inşaatı sürüyor<br />

ve bu bile sözkonusu edilmiyor. 2009<br />

yılına gelindiğinde Filistin’de bağımsız<br />

bir Filistin devletine ulaşma bağlamındaki<br />

durum 1993’tekinden de,<br />

“yol haritası”nın kabul edildiği 2003<br />

yılındakinden de kötüdür.<br />

Bir kez daha vurgulamak gerekirse,<br />

Filistin Arap halkının kurtuluşu ne<br />

El Fetih, ne de Hamas gibi örgütlerin<br />

önderliğinde mümkündür. Filistin<br />

Arap halkının gerçek kurtuluşu, hem<br />

siyonist işgale hem de “kendi” burjuva<br />

sınıfına karşı devrim için mücadeleyle,<br />

devrimle elde edilebilir.<br />

Yaşasın Filistin halkının özgürlük<br />

mücadelesi!<br />

25 Ocak 2009 √<br />

Asimilasyon tartışması<br />

hakkında bir tavır<br />

YDİ Çağrı sayı 129’da, “Açıkgizli<br />

tüm emperyalist asimilasyon<br />

politikalarına karşı<br />

mücadele…” (sayfa 11-12) başlığıyla<br />

bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazı<br />

YDİ Çağrı sayı 120’de yayınlanan<br />

“Asimilasyon insanlık suçudur” başlıklı<br />

yazıya yönelik bir eleştiri yazısı.<br />

Ben de YDİ Çağrı’nın bir okuru <strong>olarak</strong><br />

bu tartışmaya katılma gereksinimini,<br />

daha doğrusu zorunluluğunu<br />

duyarak tartışmaya katılmak ve sözkonusu<br />

sayı 129’daki yazı hakkında<br />

tavır takınmak istiyorum.<br />

Her şeyden önce bir okurun yazı<br />

hakkında kafa yorup eleştirisini –geç<br />

de olsa– yazılı hale getirip dergiye<br />

göndermesini ve diğer okurlarla paylaşmasını<br />

olumlu bir tavır <strong>olarak</strong> değerlendirdiğimi<br />

belirtmek istiyorum.<br />

Tartışmanın –hangi konuda olursa<br />

olsun– bizleri ilerleteceği görüşünü<br />

savunan ve mümkün olduğunca teşvik<br />

edilmesi gerektiğine inanan bir<br />

YDİ Çağrı okuruyum. Bunun için de<br />

böylesi tartışmalarda kendimi sayfa<br />

sayısıyla ya da kısa yazmayla sınırlamaktan<br />

çok, tartışmanın bizi nasıl<br />

ilerleteceğine ve bunun için söylenmesi<br />

gerekenin ne olduğuna ağırlık<br />

vermeye çalışacağım. Bu konuda anlayış<br />

göstereceğinize olan inancımla<br />

tavır takınıyorum. Tartışmada sözkonusu<br />

olan her iki yazıyı karşılaştırarak<br />

okudum. İlk anda oluşan düşüncelerimin<br />

bir bölümünü –yazıyı<br />

daha çok uzatmamak ve her yanlışa<br />

tavır takınmamak için– sizinle paylaşmak<br />

istiyorum.<br />

Her şeyden önce bir teknik açıklamanın<br />

yapılması gerektiğine inanıyorum:<br />

Şu ya da bu yazının taslağını<br />

kim yazarsa yazsın, eğer o yazı<br />

imzasız yayınlanıyorsa, sözkonusu<br />

derginin yazısıdır ve sorumluluğu<br />

da dergiye aittir. Bu bağlamda eleştiri<br />

yazısını yazan okurun “yazının<br />

yazarları”ndan bahsetmesi gereksiz<br />

ve yanlıştır. Eğer bir yanlış varsa,<br />

o zaman derginin yanlışıdır ve bu<br />

bağlamda da doğrudan YDİ Çağrı<br />

eleştirinin esas muhatabıdır. Eleştiri<br />

doğru bulunup yanlışın özeleştirisi<br />

yapılacaksa da, bu derginin özeleştirisi<br />

olmalıdır, olacaktır.<br />

Bilince çıkarılması gereken bir<br />

nokta da dergimizde yapılan bir yanlışa<br />

eleştiri getirilirken kullanılan<br />

yöntemin nasıl olması gerektiği sorunudur.<br />

Bırakın aynı dergi çerçevesinde<br />

düşünen insanları, devrimciler<br />

arasında da eleştiri yapılırken yönteme<br />

dikkat edilmesi gerekir. Hele<br />

birileri kendilerini devrimcilerden<br />

15


okuyucu mektubu<br />

16<br />

ayırma ve komünist olmayı vurgulama<br />

tavrını takınıyorsa, yöntemine<br />

dikkat etmesi daha da çok gereklidir.<br />

Kısaca ifade edilirse, devrimciler,<br />

komünistler arasındaki tartışmada<br />

kullanılması gereken yöntem, yapıcı,<br />

ilerletici ve de öğretici olması gerekir.<br />

Bir eksiklik ya da yanlış eleştirilirken,<br />

başka uçlara, başka yanlışlara savrulmamak<br />

gerekir, ya da savrulmamaya<br />

dikkat etmek lazım.<br />

Yazıyı bütünlük içinde ele almak,<br />

yazıyı bağıntısından koparmamak,<br />

yazıda savunulmayan görüşleri yazıya<br />

mal etmemek, eksikliği ya da<br />

yanlışı abartmamak ve başka uca<br />

götürmemek de bunun gerekleri<br />

arasındadır. Yani yazıyı olduğu gibi<br />

ele alıp yanlış olduğu düşünülen şey<br />

ne ise onun ortaya konması gerekir.<br />

Böylesi bir yöntem bizi ilerletecektir.<br />

Ne yazık ki sayı 129’daki eleştiri yazısındaki<br />

tavır ve yaklaşım buna uygun<br />

değildir.<br />

Yazıyı bütünlük içinde ele almamakta,<br />

bağıntısından koparmakta,<br />

yazıda savunulmayan şeyleri yazıya<br />

mal etmekte ve sorunu yanlış bir uca<br />

götürmektedir. Yazının başlığı bile<br />

sorunun yanlış uçta tartışıldığının<br />

bir işaretidir. Sanki “Asimilasyon insanlık<br />

suçudur” yazısında her türlü<br />

emperyalist asimilasyon siyasetine<br />

karşı çıkılmıyormuş, ya da genelde<br />

emperyalist asimilasyon politikalarına<br />

karşı çıkılmıyormuş gibi bir resim<br />

ortaya konmaktadır. Açık asimilasyon<br />

politikasına karşı mücadeleyi<br />

anlayabiliriz ama “gizli” asimilasyon<br />

politikası ve buna karşı mücadelenin<br />

nasıl ve ne olduğu eleştiriyi getiren<br />

okur tarafından açıklanması<br />

gerekiyor… Ayrıca emperyalistlerin<br />

asimilasyon politikalarına karşı mücadele<br />

etme ile her türlü koşulda ve<br />

her biçimiyle asimilasyonu reddedip<br />

reddetmeme sorunu da birbiriyle<br />

karıştırılmaktadır. Sözkonusu okur<br />

sonuçta kapitalizm süreci boyunca<br />

her türlü asimilasyona karşı durma<br />

konumundadır.<br />

Sözkonusu okurun “Asimilasyon<br />

insanlık suçudur” yazısında “milliyetçi’<br />

olmama korkusu ile emperyalist<br />

politikalara eklemlenmektedir” (sayı<br />

129’daki tüm alıntılar sayfa 11’den<br />

alınmıştır) tespiti üzerine de iyice<br />

düşünmesi gerekir. Yazının konusunun<br />

esası ve sözkonusu okurun da<br />

doğru olduğunu söylediği düşünce ve<br />

yaklaşım TC’nin Kürt ulusu ve tüm<br />

milli azınlıklara karşı Türkleştirme<br />

siyasetinin teşhiri konusudur.<br />

Yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin tarihinde, zorla<br />

Türkleştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne<br />

dikkat çekmek istiyoruz.”<br />

(sayfa 6) denilerek yazının çerçevesi<br />

çizilmektedir. Bu çerçeve çizilmeden<br />

önce ama, Başbakan Erdoğan’ın tavrı<br />

ortaya konulurken hiç bir yanlış anlamaya<br />

veya yoruma yer bırakılmadan<br />

şunlar söylenmektedir:<br />

“Erdoğan’ın konuşmasında öne<br />

çıkan ve üzerinde en çok tartışılan<br />

tespit ‘asimilasyon insanlık suçudur’<br />

tespiti oldu. Bu konuda kimi Alman<br />

politikacılar, Erdoğan’ın ‘Almanya’da<br />

Türk okulları açılmalı’ talebini de milliyetçilik<br />

<strong>olarak</strong> eleştirip Almanya’yı<br />

temize çıkarma ve Türkiye’ye ‘kendinize<br />

bakın’ yönlü tavırlar takındı,<br />

takınıyorlar.<br />

Burjuvazinin temsilcileri birbirlerini<br />

eleştirirken sık sık kimi doğruları<br />

da dile getirmektedirler. Bu bağlamda<br />

Alman milliyetçilerinin takındığı tavırlarda<br />

Erdoğan’a milliyetçilik eleştirileri<br />

doğrudur, kendilerinin milliyetçiliklerini<br />

gizleme tavırları ise yanlıştır.<br />

Türkiye’dekinden farklı olsa da<br />

Almanya’da da devletin ırkçı siyaseti,<br />

zorla asimile siyaseti vardır, uygulanmaktadır.”<br />

(sayfa 6)<br />

Yani Almanya’da Alman devletinin<br />

siyasetinin ırkçı, zorla asimile etme<br />

siyaseti olduğu ve burjuva siyasetçilerin<br />

sahtekârlığı da vurgulanmaktadır.<br />

Bu tavır, en azından Almanya somutunda<br />

“baskının, yasağın, dayatmanın”<br />

olmadığı görüşünü en başında<br />

dıştalayan; sadece dıştalama değil,<br />

aynı zamanda Almanya’daki durumun<br />

Türkiye’dekinden farklı olmasına<br />

dikkat çekip ama ırkçı siyasetin,<br />

zorla asimile etme siyasetinin varlığının<br />

altını çizen bir tavırdır.<br />

Zorla asimile etme siyasetinin kapitalist<br />

sistemin bir parçası olduğu da<br />

şu tespitle dile getirilmektedir:<br />

“Bu, kapitalist sistemde genelde ulusal<br />

baskının varlığı –en gelişmiş kapitalist<br />

ülkelerde de şu ya da bu biçimde<br />

var– ve gerçek ulusal özgürlüğün olmamasının<br />

da sonucu <strong>olarak</strong>, genelde<br />

kapitalistlerin bir baskı siyaseti <strong>olarak</strong><br />

kendisini göstermiştir, göstermektedir<br />

de. Bu yüzden de devrimciler, komünistler,<br />

zorla asimile etme siyasetine<br />

karşı mücadele etmişlerdir, etmektedirler.<br />

Sorun burada, şu ya da bu milli<br />

azınlığın en doğal demokratik haklarının<br />

çiğnenmesine karşı, eşitliğin,<br />

özgürlüğün, halklar arasında kardeşliğin<br />

savunulması için mücadele etme<br />

sorunudur.” (sayfa 6)<br />

Şimdi en azından bu iki tespit göz<br />

önüne alındığında, nasıl oluyor da<br />

söz konusu okur eleştirilen yazıda<br />

“… Batı Avrupalı emperyalist devletlerin<br />

asimilasyoncu politikalarını görememe,<br />

istemeyerek de olsa onların<br />

yedeğine düşme tavrı <strong>olarak</strong>…” değerlendirme<br />

yapabilmektedir sorusu<br />

gündeme gelmektedir.<br />

Bunun en açık cevabı yazıyı bütünlük<br />

ve bağıntısı içinde ele almamaktır.<br />

Eleştirilen yazıya bütünlük içinde<br />

bakıldığında bu eleştirinin kökten<br />

yanlış olduğu, yazıda “emperyalist<br />

devletlerin asimilasyoncu politikalarının<br />

yedeğine düşme” yönlü tavır ve<br />

eleştirinin, yel değirmenleri yaratma<br />

temelinde ancak mümkün olduğunu<br />

görmek zor değildir.<br />

Yöntemde yapılan yanlışlara kısaca<br />

da olsa dikkat çektikten sonra içerik<br />

tartışmasına geçebiliriz. Bu bağlamda<br />

da kendimi yazıda yanlış bulduğum<br />

her şeye değinmekten çok, öne çıkan<br />

ve önemli gördüğüm kimi sorunlarla<br />

sınırladığımı vurgulamak istiyorum,<br />

çünkü yanlış gördüğüm şeylerin tümüne<br />

tavır takınmak çok daha uzun<br />

bir yazıyı gerektirir.<br />

Eleştiri neye yönelik<br />

Okur, eleştirilen yazıda “yanlış bulduğum<br />

bir tavrı eleştireceğim” diyor.<br />

Sözkonusu tavır, esasta asimilasyon<br />

bağlamında bilince çıkarılmak istenen<br />

düşüncenin vurgulanmasında<br />

verilen bir örnekte ifade edilenlere<br />

yöneliktir. Gerçekten de, geri dönülüp<br />

bakıldığında, “Bu tek kuşak sürecinde<br />

olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan<br />

insanlar, örneğin Almanya’da<br />

Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir.<br />

Annem-babam, nenem-dedem Türk,<br />

Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni…<br />

ama ben Almanım, ya da İngilizim,<br />

Fransızım, Hollandalı, Belçikalı,<br />

İtalyanım deme durumunda olabilir,<br />

oluyor da.” (sayfa 6) örneğinin<br />

yoruma açık olduğu; aslında tartışılanın<br />

somut <strong>olarak</strong> andaki durum<br />

değil, genel ve teorik düzlemde bir<br />

tartışma olduğu yerde böylesi bir örneğin<br />

yanlış anlaşılabileceği ve anlaşıldığı<br />

teslim edilmek zorundadır. Bu<br />

bağlamda, esas mesele yoruma açık<br />

ve yanlış anlaşılabilecek bu örneğin,<br />

yazının bütünlüğü içindeki bir eksiklik<br />

veya yanlış <strong>olarak</strong> mı değerlendirileceği;<br />

yoksa sözkonusu okurun<br />

yaptığı gibi “emperyalist devletlerin<br />

asimilasyoncu politikalarını”n “yedeğine<br />

düşme tavrı” <strong>olarak</strong> mı değerlendirilmesi<br />

gerektiği sorunu ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

Sayı 129’daki eleştiri yazısının bu<br />

eksikliği ve yanlışlığı ortaya koyma<br />

bağlamında yapıcı olmadığını ve<br />

yanlış bir temelde sorunu tartıştığını<br />

düşünüyorum.<br />

Eleştiri yazısındaki kimi<br />

noktalar…<br />

Okur “Ben yazı içerisinde, tartışma<br />

içerisinde savunulan ve benim yanlış<br />

bulduğum bir tavrı eleştireceğim. O<br />

da şudur: Yazıda asimilasyonun sözlük<br />

anlamı ortaya konduktan sonra<br />

şunlar söylenmektedir:” diye eleştirisine<br />

başlıyor. Bu tespit bile eleştirilen<br />

yazıyı doğru aktarmama tavrının ispatıdır.<br />

Çünkü, sözkonusu eleştirilen<br />

yazıda asimilasyonun sözlük anlamı<br />

ortaya konduktan sonra okurun aktardığı<br />

alıntıdan önce başka şeyler de<br />

anlatılmaktadır. Türkçe ifade edildiğinde<br />

tabii ki “sonra” ifadesi olgu <strong>olarak</strong><br />

savunulabilir, ama yapılan alıntının<br />

asimilasyonun sözlük anlamının<br />

hemen sonrasında, başka şeyler söylenmeden<br />

söylendiği biçiminde de<br />

anlaşılabilir ve eleştiri yazısından da<br />

böyle anlaşılmaktadır. Bu ise gerçek<br />

durumu çarpıtmaktır. Her okurun<br />

kendisinin kontrol edebileceği bir<br />

durum sözkonusudur. Tartışmanın<br />

doğru bir temelde yürümesi için herkesin<br />

iki yazıyı karşılaştırarak okuması<br />

çağrısını yapıyorum.<br />

“Asimilasyon insanlık suçudur”<br />

yazısındaki alıntıdan sonra takınılan<br />

tavrı sırasıyla ele alırsak şunlar öne<br />

çıkmaktadır:<br />

“Ben yıllarca bu gazetenin bir okuruyum.<br />

Eğer önemli bir dikkatsizlik<br />

sonucu bu noktaya gelinmemişse, çok<br />

büyük bir siyasi hata yapılmaktadır.”<br />

diyor sözkonusu okur. Verilen örneğin<br />

sözkonusu bağıntıda böylesi bir<br />

yoruma ya da değerlendirmeye temel<br />

oluşturduğuna dikkat çekerek eğer<br />

mesele verilen örneğin yanlışlığı ise<br />

o zaman dikkatsizlik sonucu olduğunu<br />

belirtmek gerekir. Fakat buna<br />

rağmen yapılanın “büyük bir siyasi<br />

hata” olduğu tespiti veya değerlendirmesi,<br />

somut <strong>olarak</strong> yazıya bakıldığında<br />

yanlış bir değerlendirmedir.<br />

Neden Her şeyden önce eleştirilen<br />

yazıda, sözkonusu örnek verilmeden<br />

önce açıkça hem Almanya’da hem de<br />

genelde kapitalist sistemde ırkçı, zorla<br />

asimile politikasının varlığı, ulusal<br />

baskının en gelişmiş kapitalist ülkelerde<br />

de sürdüğü vurgulanmaktadır.<br />

Verilen örnek ise, genelde teorik<br />

tartışma düzleminde söylenenler<br />

arasında verilen bir örnektir. Bu<br />

tartışmayı zayıflatmaktadır. Fakat<br />

“büyük bir siyasi hata” değildir.<br />

Teorik düzlemde yürütülen tartışma<br />

açıkça “Fakat baskının, yasağın ve<br />

dayatmanın olmadığı, doğal gelişme<br />

sürecinde”n bahsetmektedir. Yani bu<br />

“doğal gelişme süreci” baskıyı, yasağı,<br />

dayatmaları dışlayan bir süreç<br />

<strong>olarak</strong> ele alınmaktadır. Sözkonusu<br />

okurun aktardığı alıntıda şunlar da<br />

söylenmektedir:<br />

“Zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı<br />

koşullarda, doğal gelişme sürecinde<br />

değişik milletlerden insanların<br />

benzeşmelerine, kaynaşmalarına<br />

karşı çıkmak, tarihin gelişmesine ters<br />

olduğu gibi, milliyetçi bir yaklaşımdır<br />

da. Bu yüzden de egemenlerin zorla<br />

asimile etme siyasetine karşı çıkarken,<br />

tüm koşullarda benzeşmeye karşı<br />

olma konumuna; egemenlerin şoven<br />

ve milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />

tersten milliyetçi konuma düşmemek<br />

için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin,<br />

komünistlerin görevidir.”<br />

(sayfa 6)<br />

Burada açıkça zor ve dayatmanın,<br />

yasakların olmadığı koşullar temel<br />

alınarak tartışılmaktadır. Birkaç<br />

paragraf öncesinde böylesi bir durumun<br />

kapitalist sistemde olmadığı<br />

söylendiğinde, “Hangi ‘doğal gelişme<br />

süreci’nde bahsediliyor Bunun neresi<br />

doğal” yönlü soru ve eleştiri, en<br />

kibar ifade ile, sorunu anlamama,<br />

yazıyı bütünlük içinde ele almama,<br />

ya da bağıntısından koparma temelinde<br />

mümkün olmaktadır ama yine<br />

de yanlıştır. Tekrar gibi olsa da, bu<br />

yanlışın temelinde “emperyalist devletlerin<br />

asimilasyoncu politikalarını”<br />

görmeme suçlamasının yöneltilmesi<br />

yatmaktadır. Bu konuda gelen eleştirinin<br />

yanlış olduğu açıktır.<br />

Bunun da ötesinde aktardığım bu<br />

alıntıda vurgulanan düşüncelerden<br />

biri, “egemenlerin zorla asimile<br />

etme siyasetine karşı çıkarken, tüm<br />

koşullarda benzeşmeye karşı olma


okuyucu mektubu<br />

konumuna; egemenlerin şoven ve<br />

milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />

tersten milliyetçi konuma düşmemek”<br />

gerektiğidir. Ve bu, kapitalizmemperyalizm<br />

koşullarında da geçerli<br />

Marksist-Leninist bir düşüncedir.<br />

Bunun için Lenin’in kapitalizmin tarihsel<br />

iki eğilimi ve “Ulusal Soruna<br />

İlişkin Eleştirel Notlar” başlıklı yazısının<br />

“‘Asimilasyonculuk’ Milliyetçi<br />

Umacısı” ara başlıklı bölümüne bakılabilir.<br />

Örneğin Lenin’e dayanıldığında<br />

okurun sorduğu “doğal koşullar”<br />

kapitalizmin üretim ilişkileri,<br />

fabrikalarda değişik millet ve milliyetlerden<br />

insanların (işçilerin) bir<br />

araya getirilmesi, birlikte çalışması;<br />

aynı biçimde değişik millet ve milliyetlerden<br />

insanların (çocukların,<br />

gençlerin) kreşlerde, okullarda, meslek<br />

öğreniminde vb. bir araya getirilmesi<br />

gibi koşullardır “doğal koşullar”<br />

ya da “doğal süreç”. Özellikle ulusal<br />

sorun bağlamındaki tartışmada –asimilasyon<br />

da bunun bir parçasıdır–<br />

sorun ekonomik temelde değil, siyasi<br />

temelde tartışılma durumundadır.<br />

Eleştiri getiren okur, bu bağlamda<br />

da Lenin’in kapitalizmin “iki tarihsel<br />

eğilimi” sorununu kavramadığını<br />

ortaya koymaktadır.<br />

Sözkonusu okur, aynı zamanda<br />

eleştirilen yazıda, sözkonusu verilen<br />

örnekte şu ya da bu milliyetin değil,<br />

şu ya da bu milliyete ait insanların<br />

sözkonusu edildiğini, yani bir millet,<br />

milliyet ile, o millet veya milliyete ait<br />

bireyleri aynı kefede ele alan bir tavır<br />

içindedir.<br />

Sapla samanın karıştırıldığı bir<br />

tespit de şudur: “Emperyalizm koşullarında<br />

değişik milliyetlerden insanların<br />

bu gibi konularda özgürce<br />

kendi hakkında karar verme olanağı<br />

yoktur.” Bu tespit, emperyalizm koşullarında<br />

ulusal sorunun gerçekten<br />

çözülemeyeceğini, ya da insanların<br />

toplumsal sistemden bağımsız hareket<br />

etmediklerini vurgulamak için<br />

yapılmış olabilir. Ama somut tartışmada<br />

ve tek tek bireylerin genel toplumsal<br />

koşullara bağlılığı ötesinde<br />

kendisi hakkında karar verme olanağını<br />

dıştalamaya kadar götürdüğü<br />

yerde bu tavır, uç noktada tartışmaya<br />

bir örnek sunmaktadır. Burada aynı<br />

zamanda sorunun siyasi yanı ile<br />

ekonomik koşulların birbirine karıştırılması<br />

durumu vardır.<br />

Örneğin, değişik milliyetlerden<br />

insanların içinde yaşadığı topluma<br />

uyum gösterip göstermeme, kendi<br />

bireysel ilişki alanını –çalışma alanı<br />

dışında– milliyetinden insanlarla<br />

sınırlama, içine kapanma ya da kaynaşma,<br />

ya da her türlü milliyete aidiyeti<br />

reddedip “ben emekçiyim,<br />

işçiyim, ben komünistim” deme alternatifini<br />

seçme olanağına sahiptir.<br />

Bu olanakları vurgulamamın esas<br />

nedeni, sözkonusu okurun uç noktalarda<br />

tartışma yürüttüğüne ve bu<br />

temelde yanlış görüşler savunduğuna<br />

dikkat çekmek iç<strong>indir</strong>.<br />

“Emperyalist devletlerin güçlü yapılarıyla<br />

zor ve dayatma içerisinde<br />

Sözkonusu okur, aynı zamanda eleştirilen yazıda, sözkonusu<br />

verilen örnekte şu ya da bu milliyetin değil, şu ya da bu<br />

milliyete ait insanların sözkonusu edildiğini, yani bir millet,<br />

milliyet ile, o millet veya milliyete ait bireyleri aynı kefede ele<br />

alan bir tavır içindedir.<br />

olmadığını savunmak biz komünistlerin<br />

işi değildir.” diyor okur. İyi de,<br />

kim bunu savunuyor ki Yazıda söylenenler<br />

içinde böylesi bir düşünce<br />

yoktur. Bu, sadece sözkonusu okurun<br />

yorumu temelinde uç noktaya götürdüğü<br />

bir değerlendirmenin sonucu<br />

söylenen ve de yanlış olan bir eleştiridir.<br />

Ayrıca “güçlü yapılarıyla zor ve<br />

dayatma”nın ne olduğunu bize somut<br />

<strong>olarak</strong> anlatırsa, okur arkadaşımızı<br />

anlamak daha da kolaylaşacaktır.<br />

Örneğin Almanya’da “sen kendi dilini<br />

konuşamazsın” diye bir dayatma,<br />

ya da yasal <strong>olarak</strong> bir yasaklama var<br />

mıdır<br />

Yanlış yorum temelinde şöylesi<br />

sorular da soruluyor: “Bunun sonucu<br />

insanların ‘ben Almanım’ ya da<br />

‘Fransızım’ demekten başka şansı var<br />

mı” Evet var! Bu “şans” Alman ya da<br />

Fransız olmaya karşı milliyetçiliğe sarılma,<br />

kendi içine kapanma, Türkiye<br />

ya da başka ülke doğumlu olmasa da,<br />

“ben Türküm” ya da benzeri başka<br />

bir kimliği öne çıkarma, yaşadığı<br />

ülkedeki işçilerle, emekçilerle kaynaşma<br />

yerine araya milliyetçi setler<br />

çekme şansı – aslında temeli– vardır.<br />

Sorun hem devletin ırkçı, yasakçı siyasetiyle<br />

ona karşı ezilen milliyetlerden<br />

insanların milliyetçi tavırlarına<br />

karşı –ikisi arasındaki ayrımı doğru<br />

yaparak– mücadele etme sorunudur.<br />

Şunu ya da bunu savunma sorunu<br />

değildir.<br />

Sözkonusu okur, eleştirdiği yazıda<br />

“Brockhaus’a göre”asimilasyonun<br />

anlamının ne olduğuna dikkat çekilmesini,<br />

“Ama neden sadece oraya<br />

dayanmak gerekir ki” sorusunu yönelttiğinde<br />

bile, sözkonusu yazıda<br />

savunulmayan bir görüşü yazıya<br />

mal etmektedir. Sanki yazıda sadece<br />

“Brockhaus”a dayanmak gerektiği<br />

savunuluyormuş gibi eleştiri<br />

yöneltmektedir. Sözkonusu yazıda<br />

Başbakan Erdoğan’ın tartıştığı noktanın<br />

sosyolojik alan olduğu ve<br />

“Sosyolojik <strong>olarak</strong> ele alındığında, şu<br />

ya da bu grubun, etniğin geleneklerinin,<br />

duygularının, yaklaşım tarzlarının;<br />

kısacası kültürlerinin başka<br />

etnik kökendekine benzetilmesidir<br />

asimilasyon.” (sayfa 6) tespiti yapıldığı<br />

halde, sorunu “toplum bilimi<br />

açısından almalıyız” yönlü eleştiri ise<br />

sosyolojinin başka tanımla toplum<br />

bilimi olduğunu görmeme, ya da<br />

kavramama temelinde yükselmektedir.<br />

Yani yazıda sorun toplum bilimi<br />

temelinde ele alındığı halde, sanki<br />

böyle ele alınmıyormuş gibi eleştiri<br />

getirilmektedir.<br />

Sosyolojik <strong>olarak</strong> asimilasyonun ne<br />

olduğu anlatılan bu alıntıdaki düşünce<br />

ile, okurun aktardığı sözlükte<br />

ifade edilen “Farklı kökenden gelen<br />

azınlıkları veya etnik grupları, bunların<br />

kültür birikimlerini, kimliklerini<br />

baskın doku ve yapı içinde eriterek<br />

yok etme sürecinin sonu” ifadesi ile<br />

özde hangi fark vardır<br />

Sözkonusu okurun eleştirisinde en<br />

abes tavırlardan biri ise şu tavrıdır:<br />

“Yazıda bahsedildiği gibi devrimciler<br />

değil, çünkü devrimcilik bir döneme<br />

has bir süreçtir ve devrimciler milliyetçi<br />

de olabilirler, ama biz komünistler,<br />

halkların bütünleşmesini savunuruz.”<br />

yönlü tavırdır. Sözkonusu<br />

yazıda ne deniyor “…egemenlerin<br />

şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />

tersten milliyetçi konuma düşmemek<br />

için sorunu bilince çıkarmak<br />

devrimcilerin, komünistlerin görevidir.”<br />

(sayfa 6) Görev <strong>olarak</strong> ortaya<br />

konan bu tespite böylesi bir eleştiri,<br />

gerçekten yazıyı anlamayan, bizi ilerletme,<br />

yapıcı eleştiri getirme yerine<br />

mahkum etme, ya da yel değirmenleriyle<br />

uğraşma tavrıdır.<br />

Devrimcilik bir döneme has bir şey<br />

değildir. Her devrimci komünist değildir<br />

ama her komünist devrimcidir.<br />

Ve komünist olduğu sürece de devrimcidir,<br />

sadece şu ya da bu dönemde<br />

devrimci değildir. Bu tespite göre tavır<br />

ele alınacaksa Komünizmin sürekli<br />

bir devrimcilik olduğunun kavranmadığı<br />

tespiti yapılmak zorundadır.<br />

Eleştiri ateşi içinde sözkonusu okur<br />

yeni icat yapma konumuna düşmektedir.<br />

Asimilasyona karşı mücadele<br />

adına –sanki eleştirilen yazıda asimilasyon<br />

savunuluyormuş ve ezilen<br />

millet ve milliyetlere karşı şoven<br />

tavır takınılıyormuş gibi bir hava<br />

içerisinde–, “proleter millet” yaratmaya<br />

kalkışıyor. Tavrı şöyledir: “…<br />

Biz komünistler, tüm halkların kardeş<br />

olduğunu ve olumlu kültürel değerleri<br />

ortaklaştırarak, biri diğerini<br />

yok sayarak-asimile ederek değil, evet<br />

yeni bir toplum ve yeni bir ‘millet’in<br />

tamamıyla gönüllülük temelinde oluşmasından<br />

yanayız.<br />

Bu ‘millet’, tüm halkları bütünleştiren,<br />

birbirinin dilinden, olumlu geleneklerinden<br />

öğrenen ve bu şekilde çok<br />

zengin kültürel değer bütünlüğü olan<br />

yeni bir milletin, proleter bir milletin<br />

gönüllü oluşumundan yanayız.<br />

Bu gelişme, sosyalizmin dünya ölçüsünde<br />

egemen olduğu, komünist<br />

topluma geçildiği bir dönemin ürünü<br />

olabileceğini, bu döneme denk düşeceğini<br />

söyleyebilmeliyiz!”<br />

Bu alıntıda dile getirilen düşünce,<br />

ilk bakışta keskin ve tutarlı görünse<br />

de, komünistlerin takınması gereken<br />

tavıra kökten ters bir tavırdır.<br />

Komünistler halkların kardeşliğini<br />

gerçekleştirmek için mücadele<br />

ederler. Ama andaki durumunu da<br />

olduğu gibi, yani kapitalizm koşullarında<br />

burjuvazinin peşine takılarak<br />

birbirlerini yediklerini de ortaya<br />

koyarlar. Teorik <strong>olarak</strong> Marksizm-<br />

Leninizm ile kökten ters düşünce ise,<br />

yeni bir milletin, “proleter milletin”<br />

oluşmasını savunmaktır. Bunun da<br />

“komünist topluma geçildiği dönemin<br />

ürünü” olduğunu söylemek en<br />

hafif deyimiyle abestir.<br />

Ulus, ulus <strong>olarak</strong> kapitalizmin<br />

ürünüdür ve komünizme geçiş süreci<br />

aynı zamanda ulusun, yani milletin<br />

çözülmesi, son bulması, ya da<br />

en doğru ifadesiyle ortadan kalkmasının<br />

sürecidir. Komünizmde şu<br />

ya da bu millet var olmayacaktır.<br />

“Proleter millet” ise hiç olmayacaktır.<br />

Komünizmin üst aşamasına geçişten<br />

önce “sosyalist ulus” sözkonusu olabilir,<br />

olacaktır. Ama “proleter millet”<br />

hiç bir dönem sözkonusu olamayacaktır.<br />

Çünkü proletarya kapitalizme<br />

son vermekle kendi varlığına da son<br />

verecektir.<br />

Abes bir tavır da şudur:<br />

“…neden bu emperyalist ülkelerde<br />

yaşayan şu ya da bu milletten insanlar<br />

-hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar-<br />

‘gönüllü’ <strong>olarak</strong> Almanlaşma,<br />

İngilizleşme, Fransızlaşma gibi eğilimler<br />

içerisine girebiliyorlar da Alman,<br />

Fransız, İngiliz milletinden insanlar<br />

-genç ya da yaşlı- Türkleşmiyorlar,<br />

Kürtleşmiyorlar, Ermenileşmiyorlar,<br />

Lazlaşmıyorlar, Sırplaşmıyorlar,<br />

Arnavutlaşmıyorlar vb. Ya da, Türk<br />

devletinin çatısı içerisinde yaşayan<br />

Lazlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler,<br />

Rumlar, Çerkezler vb. milletlerden<br />

insanlar neden Türkleşiyorlar (doğrusu<br />

Türkleştiriliyorlar) da Türkler<br />

Kürtleşmiyorlar, Lazlaşmıyorlar,<br />

Ermenileşmiyorlar, Rumlaşmıyorlar<br />

vb. Aslında bu soruya verilecek cevabın<br />

sonucunda bile yapılan siyasi<br />

hata görülebilir.”<br />

“Asimilasyon insanlık suçudur” yazısını<br />

sakin ve tarafsız bir düşünceyle<br />

okuyan herkesin kolayca tespit edebileceği<br />

gibi, tartışmanın esası TC’nin<br />

tarihindeki zorla Türkleştirme siyasetinin<br />

teşhir edilmesidir. Bu teşhiri<br />

sözkonusu okurun da doğru bulduğunu<br />

yeniden vurgulama durumundayım.<br />

Buna rağmen ama, sözkonusu<br />

yazıda hiç tartışma konusu bile<br />

yapılmayan konularda eleştiri yöneltilmektedir.<br />

Bu alıntıda dile getirilen<br />

soru veya sorular, gerçekte sözkonusu<br />

okurun yeldeğirmenleriyle uğraşmakta<br />

olduğunu belgelemektedir.<br />

Yoruma açık, bu açıdan yanlış bir<br />

örneği böylesi eleştirilere vardırmak<br />

ise yazıdaki genel yaklaşımı gözardı<br />

etme ve uç noktalara götürüp<br />

Marksizm-Leninizm’e ters düşünceleri<br />

savunmaya vardırmanın ise bizi<br />

ilerletmeyeceği açıktır. Bu tartışmada<br />

sözkonusu okurun asimilasyona karşı<br />

mücadele adına milliyetçi yaklaşıma<br />

bulaşıp bulaşmadığı konusunda iyice<br />

düşünmesi gerekiyor.<br />

Bu tartışmanın bizi ilerletmesi, geliştirmesi<br />

umuduyla…<br />

Bir YDİ Çağrı okuru<br />

13 Ocak 2009 √<br />

17


yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />

18<br />

Yeşiller Partisi üzerine...<br />

2002 yılından bu yana, Türkiye<br />

Yeşilleri adıyla çalışmalarını<br />

sürdüren çevreci grup, 30<br />

Haziran 2008’de partileşerek Yeşiller<br />

Partisi (YP) adını aldı.<br />

Yeşiller Partisi, kendilerinin gelişim<br />

süreci hakkında şunları söylüyorlar:<br />

”Yeşiller, Türkiye'de yeni bir siyasi<br />

oluşum değil. Türkiye’de 1980’li yıllardan<br />

bu yana ekoloji ve demokrasi<br />

mücadelesi veren yeşil politik hareketler<br />

1988-94 yılları arasında var<br />

olan eski Yeşiller Partisi de dahil olmak<br />

üzere çok sayıda grup, dernek,<br />

yayın organı ve yurttaş inisiyatiflerinde<br />

örgütlenmiş ve çalışmalarını<br />

kesintisiz <strong>olarak</strong> sürdürmüşlerdir.<br />

Yeni kurulan Yeşiller Partisi bu tarihin<br />

bir parçasıdır ve yeşil hareketin<br />

içinden doğmuştur.”<br />

“Uluslararası alanda dünya yeşilleriyle<br />

olan ilişkilerimizi geliştirerek,<br />

daha parti kurulmadan Avrupa<br />

Yeşil Partisi’nin gözlemci üyeliğine<br />

kabul edildik, Akdeniz, Karadeniz<br />

ve Balkan Yeşil partilerinin bir araya<br />

geldiği yapılarda çalıştık, Küresel<br />

Yeşiller hareketinin bir parçası olduk.”<br />

(Bu yazıda yapılan bütün<br />

alıntılar www.yesiller.org sitesinden<br />

alınmıştır.)<br />

Türkiye’de 1980’li yıllardan bu<br />

yana yürütülen çevre mücadelesinin<br />

bir parçası ve bu hareketin içinden<br />

doğduğunu tespit eden YP, yeşil politikaların<br />

savunulmasının nedeni<br />

<strong>olarak</strong> şu tabloyu çiziyor:<br />

"Endüstriyel tüketim toplumu doğayı<br />

ve toplumu yıkıma sürüklüyor.<br />

Sadece yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz<br />

su, soluduğumuz hava değil toplumsal<br />

yaşam da kirleniyor, tahrip<br />

oluyor. Yoksulluk, eşitsizlikler ve ayrımcılık<br />

artıyor. Şiddet toplumun her<br />

alanında yaygınlaşıyor, kadınlar daha<br />

fazla eziliyor, dünyamız yeni bir savaş<br />

sarmalına sokuluyor. Yoksulları, çiftçileri,<br />

kendine yeten toplulukları yok<br />

sayan küreselleşme politikaları tüm<br />

ülkelere dayatılıyor. Ekonomik ilişkiler<br />

toplumsal yaşamın tek ölçütü<br />

haline geliyor, kar uğruna ekosistem,<br />

insan ilişkileri ve geleceğimiz ağır bir<br />

tehdit altına sokuluyor."<br />

Bu alıntıda kapitalist üretimin yol<br />

açtığı sonuçlar kısaca konuluyor.<br />

Kara dayalı kapitalist üretim, doğanın<br />

hoyratça talanını da beraberinde<br />

getirmiş; içtiğimiz su, soluduğumuz<br />

hava, yediğimiz yiyecekler temel<br />

amacı daha fazla kar olan kapitalizm<br />

sayesinde zehirlenmiştir.<br />

Yeşillerin temel ilkeleri<br />

“Yoksulluğu, ekolojik yıkımı ve eşitsizlikleri<br />

arttıran bu sisteme karşı yeşil<br />

politikaları” savunmayı temel alan<br />

yeşillerin temel ilkelerinden bazıları<br />

şunlar:<br />

Temel soru budur. Her türlü şiddeti reddeden<br />

Yeşiller, doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi<br />

nasıl inşa edecektir<br />

“Ekolojik dengeyi yok sayan ekonomik<br />

ve sosyal sistemlere, üretim, tüketim<br />

ve yaşam biçimlerine ve doğayı<br />

yok oluşa götüren insan merkezli politikalara<br />

karşı çıkar;<br />

doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği<br />

esas alan bir toplumsal sistemin<br />

kurulması için,<br />

doğayı bir kaynak deposu <strong>olarak</strong><br />

görmeyen ve biyolojik çeşitliliği<br />

koruyan,<br />

ekoloji eksenli politikaların geliştirilmesi<br />

gerektiğini savunur.”<br />

Yeşiller Partisi, doğayı yok oluşa<br />

götüren insan merkezli politikalara<br />

–doğrusu kapitalizm/emperyalizm<br />

demek lazım- karşı çıkarken, doğa ile<br />

uyumu esas alan bir toplumsal sistemin<br />

kurulması taraftarıdır. Doğa ile<br />

uyumu esas alacak bir toplumsal sistemin<br />

kurulması için mücadele edileceği<br />

beyan ediliyor. Yeni bir toplumsal<br />

sistemin hangi yol ve yöntemlerle<br />

kurulacağını, Yeşillerin buna verdiği<br />

cevabı aşağıda göreceğiz.<br />

“Yeşiller, insanlık tarihinde doğanın<br />

insan tarafından sömürülmesi<br />

yoluyla ulaşılan en son ve en yıkıcı<br />

sistem olan endüstriyalizmin, ölçüsüz<br />

kalkınmacılığın ve küresel ekonomik<br />

sistem tarafından dayatılan tüketim<br />

toplumunun savurgan, tek tipleştirici,<br />

bireyci ve yıkıcı toplum modeline<br />

karşı çıkar; ekolojik, paylaşımcı,<br />

dayanışmacı ve çoğulcu bir toplum<br />

için, gelecek kuşakların haklarını<br />

gözeten, doğayı koruyan, yaşamı sürdürülebilir<br />

kılan ve insani ölçülerde<br />

işleyen bir ekonomik sistemin geliştirilmesi<br />

için mücadele eder.”<br />

Doğanın kar uğruna hoyratça talanının,<br />

doğanın kendi kendini tamirini<br />

imkansız kılacak duruma gelinmesinin,<br />

doğal dengenin bozulmasının<br />

esas sorumlusu insanlar mı Yoksa<br />

sistem mi Çevrenin kirletilmesinin<br />

esas sorumlusu, tek tek insanların<br />

sorumluluğundan bağımsız <strong>olarak</strong><br />

kapitalist sistemdir. Kapitalizm kar<br />

amacıyla doğayı özel mülkiyeti çoğaltan<br />

sömürü aracı <strong>olarak</strong> görüp<br />

kullanmıştır. Tekniğin gelişmesi ile<br />

doğal maddelerin niteliklerinin değiştirilmesi,<br />

doğanın kendi kendini<br />

tamirini imkansız kılacak maddelere<br />

dönüştürülmesi, doğanın dengesinin<br />

bozulması ve doğanın kirletilmesinin<br />

asıl başlangıcı kapitalizm ile birlikte<br />

başlar. Bu olguyu doğru <strong>olarak</strong> tespit<br />

etmek, çevre alanında verilen mücadeleyi<br />

kapitalizme karşı mücadele ile<br />

birleştirmek gerekiyor.<br />

“Yeşiller, kapitalizmin doğayı ve<br />

insanı sömüren, geniş kitleleri yoksullaştıran,<br />

ekonomik ilişkileri toplumsal<br />

yaşamın tek ölçütü haline getiren,<br />

kâr hırsıyla doğayı, ekosistemi<br />

ve insan ilişkilerini tahrip eden politikalarına,<br />

toplumsal dayanışmayı<br />

ve sosyal hakları yok ederek, sermayenin<br />

sınırsız biçimde küreselleşmesini<br />

amaçlayan neoliberalizme karşı,<br />

küresel ölçekte verilen mücadelenin<br />

bir parçasıdır.”<br />

Yeşiller, daha fazla kar uğruna doğayı<br />

talan eden kapitalizme karşı, küresel<br />

ölçekte verilen mücadelenin bir<br />

parçası <strong>olarak</strong> kendilerini görüyor.<br />

“Yeşiller, kadınları toplumsal yaşamda<br />

ikinci sınıf <strong>olarak</strong> gören, kamusal<br />

alandan özel yaşama kadar<br />

her noktada ezen, sömüren ve yoksullaştıran,<br />

erkek egemenliğine karşı<br />

kadınların özgürleşme mücadelesine<br />

katılır; kadınların ürettikleri özgürleştirici<br />

politikalara destek verir;<br />

bu politikaların yaygınlaşması ve<br />

hayata geçirilmesi için çalışır.”<br />

Yeşillerin kadın sorununa dikkat<br />

çekmeleri, erkek egemenliğine vurgu<br />

yapmaları olumludur.<br />

“Yeşiller, hangi nedenle uygulanmış<br />

olursa olsun her türlü şiddeti<br />

reddeder;<br />

yaşamın içinde ve politikanın her<br />

alanında şiddetsiz yöntemleri hayata<br />

geçirmeyi savunur;<br />

insan özgürlüğünün ve demokrasinin<br />

önündeki en büyük engel<br />

<strong>olarak</strong> gördüğü militarizme karşı sivilleşmeyi,<br />

yaşamın ve doğanın baş<br />

düşmanı olan ve tümüyle reddedilmedikçe<br />

asla yok edilemeyecek olan<br />

savaşa karşı koşulsuz barışı ve silahsızlanmayı<br />

savunur.”<br />

Yeşiller her türlü şiddeti reddederek<br />

pasifist konumda duruyorlar. Ezen<br />

ile ezilen, sömüren ile sömürülen,<br />

arasındaki uzlaşmaz çelişki barışçıl<br />

yollarla çözülemez. Bu uzlaşmaz çelişmenin<br />

çözülmesi için ezilenlerin<br />

toplumsal şiddeti kullanmaları mutlak<br />

gerekliliktir. Her türlü şiddeti ortadan<br />

kaldırmanın yolu, ezilenlerin<br />

şiddeti kullanmalarından geçer. Her<br />

türlü şiddetin reddedilmesi, sonuçta<br />

kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet<br />

etmektedir.<br />

”Yeşiller, toplumun doğrudan demokrasi<br />

temelinde örgütlenmesi, insanların<br />

karar süreçlerine doğrudan<br />

müdahale edebilecekleri demokratik<br />

yapıların kurulması, yetki ve sorumlulukların<br />

yerel ve bölgesel düzeylerde<br />

yoğunlaştırılması için çalışır;<br />

temsili ve katılımcı demokrasinin<br />

siyasetin tabana yayılmasını sağlayacak<br />

doğrudan demokrasi uygulamalarıyla<br />

paralel <strong>olarak</strong> ve birbirlerini<br />

destekleyerek işlemesi gerektiğini<br />

savunur.”<br />

Doğrudan demokrasi kapitalizmde<br />

mümkün değildir. İşçiler, emekçiler<br />

için demokrasi ancak, sömürüye dayalı<br />

kapitalist ücretli kölelik sistemin<br />

yıkılması, ezilenlerin kendi iktidarlarını<br />

kurmaları ile mümkündür.<br />

Yeşil reformizm!<br />

Yeşiller; kapitalizmin kar uğruna<br />

“doğayı ve toplumu yıkıma” sürüklediği<br />

gerçeğini kabul ediyorlar.<br />

Kapitalizmin “kâr hırsıyla doğayı,<br />

ekosistemi” tahrip ettiğini kabul ediyorlar.<br />

Kar uğruna ekosistemi yok<br />

eden kapitalizme alternatif <strong>olarak</strong>,<br />

“doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği<br />

esas alan bir toplumsal” sistem<br />

için mücadeleyi savunuyorlar. Doğa<br />

ile uyumlu bir toplumsal sistem nasıl<br />

kurulacak Temel soru budur.<br />

Her türlü şiddeti reddeden Yeşiller,<br />

doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi<br />

nasıl inşa edecektir YP’nin<br />

kuruluş amaçlarına, temel ilkelerine<br />

bütünlük içerisinde bakıldığında, bu<br />

soruya verilecek cevap da açığa çıkıyor.<br />

Kapitalizmi yıkmadan, sistem<br />

içerisinde barışçıl mücadele ile kapitalizmi<br />

reforme etme, kapitalizmi<br />

dönüştürme savunulmaktadır. Doğa<br />

ile uyumlu bir toplumsal sistem, kapitalizmi<br />

yıkmayı hedef lemeden,<br />

kapitalizm şartlarında savunulmaktadır.<br />

Bu olacak iş değildir. Üretim<br />

araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmadan,<br />

ücretli emek sömürüsüne<br />

son vermeden, doğa ile uyumlu toplumsal<br />

sistem kurulamaz<br />

Çev re sorununun bu düzen<br />

içinde köklü çözümü olanaksızdır.<br />

İnsanlığın geleceği, bugün her günkünden<br />

çok emperyalist dünya sisteminin<br />

yıkılmasına bağlıdır. Çünkü<br />

emperyalizm daha şimdiden doğada<br />

tamir edilemez, ya da tamiri yüzyıllar<br />

alacak yaralar açmıştır. Ve eğer<br />

yıkılmazsa, bu yaraların ölümcül<br />

hale gelmesi kaçınılmazdır.<br />

Doğa ile uyumlu bir yaşam ancak<br />

sosyalizmde mümkündür. Çünkü<br />

sadece sosyalizmde, doğa yasalarının<br />

bilincinde, doğal dengelerin<br />

korunması, onlarla uyum içinde<br />

toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi temel<br />

alan bir ekonominin kurulması<br />

mümkündür.<br />

Çevre mücadelesi, günümüzde<br />

kapitalizme karşı verilen sınıf mücadelesinin<br />

önemli bir parçası <strong>olarak</strong><br />

yürütülmek zorundadır. Bunu<br />

da yapacak olan sınıf bilinçli sınıf<br />

hareketidir.<br />

Haklarını yemeyelim! Yeşiller<br />

Partisi’nin sistem içi de olsa yürüteceği<br />

çevre mücadelesi, çevre bilincinin<br />

oluşmasına, çevre sorunun<br />

gündeme gelmesine, tartışılmasına<br />

vb. yararı olacaktır. Ama sadece bu<br />

kadar!<br />

8 Ocak 2009 √


YDİ Çağrı’nın barajlara karşı<br />

takındığı tavır üzerine<br />

YDİ Çağrı yayın hayatına başladığından<br />

bu yana, çevre sorunları<br />

üzerine özel bir önem<br />

vermiştir. YDİ Çağrı’nın hemen hemen<br />

her sayısında, yerküreyi kar hırsıyla<br />

talan eden, bu talanı ile insan<br />

yaşamının doğal temellerini, doğayı<br />

sarsmaya, tahrip etmeye yönelen kapitalizmin/emperyalizmin<br />

doğaya<br />

verdiği zararlar ortaya konularak teşhir<br />

edilmiş, bu alanda alternatiflerin<br />

neler olduğu ortaya konulmuştur.<br />

YDİ Çağrı enerji üretiminde, çevreye<br />

zararlı enerji türlerine karşı,<br />

alternatif <strong>olarak</strong> doğal, yenilenebilir<br />

enerjiyi savunmuştur.<br />

“Enerji kaynağı <strong>olarak</strong> tek ve biricik<br />

zararsız çözüm doğal enerjidir.<br />

Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar,<br />

deniz dalgalarındaki dinamik<br />

enerji, yeraltındaki jeotermal enerjiler<br />

ve akarsular üzerinde kurulan<br />

barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.”<br />

(H. Yeşil, Doğa ve İnsan,<br />

Dönüşüm Yayınları, Sayfa 43)<br />

YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu bu<br />

tavır, çevreye zararlı enerji türlerine<br />

(fosil yakıtlar, -petrol, kömür, doğal<br />

gaz- nükleer enerji vb.) alternatif <strong>olarak</strong><br />

doğal enerji, güneş, rüzgar, jeotermal,<br />

dalga enerjisi, barajlar yoluyla<br />

elde edilen enerjiler <strong>olarak</strong> ortaya<br />

konulmuştur.<br />

“Dünyada yaygın olan akarsular<br />

üzerine barajlardan elde edilen enerji<br />

de üretimi kolay olanlardan ve bitkilerin<br />

gelişmesine de hizmet etme zenginliğinde<br />

olan bir enerji kaynağıdır.<br />

Ancak bugün toplam dünya enerjisinin<br />

sadece %7’sini oluşturmaktadır.<br />

Zira baraj inşası masraflı olduğundan<br />

kimse fazla ilgi göstermemektedir.<br />

Hidroelektrik santrallar da geleceğin<br />

önemli alternatiflerinden biri olmak<br />

zorundadır. Fakat bu bağlamda doğa<br />

dengesi de gözetilmek zorundadır!”<br />

(a.g.k, sayfa 45)<br />

Aktardığımız alıntılardaki tavır,<br />

YDİ Çağrı sayfalarında uzun bir süre,<br />

akarsular üzerinde kurulan hidroelektrik<br />

santrallerinden (HES) elde<br />

edilen enerji doğal, yenilenebilir, alternatif<br />

enerji <strong>olarak</strong> savunulmuştur.<br />

YDİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli<br />

119. sayısında, “Barajlar ve çevreye<br />

etkileri” başlıklı bir yazı yayımlandı.<br />

Bu yazıda; akarsuların önünün kesilerek<br />

suyun barajlarda toplanmasının,<br />

barajların kuruldukları alanlarda<br />

çevreye çeşitli zararlar verdiği<br />

ortaya konulmaktadır. Barajların yağış<br />

düzeninden bitki örtüsüne kadar,<br />

birçok ekolojik dengenin alt üst olmasına<br />

yol açtıkları yazıda örneklerle<br />

ortaya konularak, barajların sadece<br />

elektrik üretmek için değil, sulama<br />

alanında da kullanıldığı belirtilerek,<br />

sulama alanında da barajların verdikleri<br />

zararlar ortaya konuluyor.<br />

Sonuç <strong>olarak</strong> barajlar, tarım arazilerininn<br />

sulanması alanında değil,<br />

enerji üretiminde kullanılmaları<br />

verdikleri zarar nedeniyle<br />

reddedilmektedir.<br />

“Barajlar, çevreye verdikleri zararlar<br />

nedeniyle, enerji üretiminde<br />

kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü<br />

keserek değil, akış hızından faydalanılarak<br />

enerji üretilmelidir. Bu da<br />

teknik <strong>olarak</strong> mümkündür.” (YDİ<br />

Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13)<br />

Yazıda, suyun önünü keserek değil<br />

akış hızından faydalanılarak enerji<br />

üretimi savunulmakta, zararları nedeniyle<br />

enerji üretiminde barajlar<br />

reddedilirken alternatif <strong>olarak</strong>;<br />

“Enerji ihtiyacını karşılamak için<br />

doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır.<br />

Güneş, rüzgar, jeotermal,<br />

bio, hidrojen vb. Bu enerji türlerinden<br />

bazılarıdır.” (YDİ Çağrı, Sayı<br />

119, Sayfa 13) savunulmaktadır.<br />

Bu yazı yayımlandıktan sonra<br />

okurlarımızdan bir dizi eleştiri geldi.<br />

Gelen eleştiriler, “barajları enerji<br />

üretiminde kullanılmalarını reddeden<br />

tavır ile YDİ Çağrı’nın geçmiş<br />

dönemde yaşam temellerini koruma<br />

mücadelesi sayfalarında, barajları<br />

doğal enerji oarak savunan tavrı ile<br />

çeliştiği, takınılan yeni tavrın, eski<br />

tavrı bilince çıkararak yapılmadığı,<br />

bunun yanlış olduğu” şeklindedir. Bu<br />

eleştirilere YDİ Çağrının Eylül 2008<br />

tarihli 125. sayısında, “Barajların<br />

kullanılması üzerine bir kez daha”<br />

başlıklı yazı ile tavır takınıldı.<br />

Bu yazıda; okurlarımızdan gelen<br />

yöntem ve içerik eleştirisi doğru<br />

bulunmasına, barajları enerji üretiminde<br />

reddeden tavır ile barajları doğal<br />

enerji <strong>olarak</strong> savunan tavrın birbiri<br />

ile çeliştiği bilince çıkarılmasına<br />

rağmen, barajların enerji üretiminde<br />

kullanılmalarının reddedilmesi tavrı<br />

sürdürülmektedir. Bu tavrımız doğru<br />

değildi.<br />

YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu siyasi<br />

çizgi, uzun yıllara dayalı, her<br />

türlü ideolojik yanlışa karşı mücadele<br />

içerisinde, kollektif tartışma süreci<br />

içinde oluşturulmuştur. Kollektif<br />

<strong>olarak</strong> oluşturulan önemli bir düşünceyi,<br />

ancak kollektifçe yürütülecek<br />

bir tartışma değiştirebilir. YDİ<br />

Çağrı’nın kollektif <strong>olarak</strong> tartışma<br />

içinde oluşturulmuş bir düşünceyi<br />

kendi başına değiştirmesi doğru değildi.<br />

Çevreye zararlı enerji türlerine<br />

karşı, doğal enerjinin bir türü olan<br />

barajları savunan tavrımız kollektif<br />

<strong>olarak</strong>, kollektif tartışma süreci<br />

içinde değiştirilebilinir.<br />

Bu nedenlerle sayı 119’da, barajları<br />

enerji üretiminde reddeden tavrımızı<br />

özeleştirel <strong>olarak</strong> geri çekiyoruz.<br />

YDİ Çağrı<br />

Aralık 2008 √<br />

yeni dünya gençliği<br />

Gençlerden İsrail protestosu<br />

Çapa Tıp Fakültesinde işten<br />

çıkarmalara karşı greve giden<br />

genç bir işçi arkadaşla<br />

kısa bir söyleşi yaptık.<br />

YDG: Kendini tanıtır mısın<br />

Adım Kasım Durmaz, tıp fakültesi<br />

öğrencisiyim.<br />

Kaç yıldır burada çalışıyorsun, ne<br />

gibi işler yaptırılıyor, ayda kaç lira<br />

elinize geçiyor<br />

Ben 4 yıldır bu işyerinde çalışıyorum.<br />

Bize her türlü işi yaptırıyorlar,<br />

temizlik v.s. mesleğimizle hiç alakası<br />

olmayan işler yaptırılıyordu. Ayda elimize<br />

180 YTL geçiyordu.<br />

Ne gibi sosyal haklarınız var<br />

Sosyal haklar <strong>olarak</strong>, %2 sigorta<br />

pirimi ve kaza sigorta pirimi ödeniyordu.<br />

Onun dışında herhangi bir hak<br />

yok.<br />

Sizin durumunuzda olan ülke çapında<br />

kaç öğrenci var<br />

20 bin öğrenci var. Bütün öğrenciler<br />

aynı anda çıkarıldı.<br />

Bugün direnişin kaçıncı günü<br />

Talepleriniz neler<br />

Taleplerimiz ödenmeyen maaşların<br />

geri ödenmesi. Yasa çıktıktan birbuçuk<br />

ay sonra, işten çıkarıldığımızdan<br />

haberimiz oldu, bu anlamda maaşlarımız<br />

ödenmedi. Tabi bütün arkadaşların<br />

tekrar işe alınmasını talep<br />

<strong>olarak</strong> açıklama yaparak saldırılara<br />

karşı durmaya çağırdı.<br />

Yapılan açıklamaların ardından<br />

gençler oturarak devrimci marşlar<br />

söylediler.<br />

Eylem Çukurova Öğrencileri<br />

Der ne ğ i, Dev r i mc i L i sel i ler,<br />

DSG, DGH, E k i m G enç l iğ i,<br />

Enternasyonalist Gençlik, Genç<br />

Kurtuluş, Gençlik Muhalefeti, Liseli<br />

Genç Umut, Özgür Eğitim Platformu,<br />

ÖGD, Öğrenci Kolektif leri, Yeni<br />

Demokratik Gençlik, Yeni Dünya<br />

Gençliği, Yurtsever Cepheli Liseliler<br />

ve Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği<br />

tarafından gerçekleştirildi.<br />

Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem<br />

Adana’da yapılan ve İsrail saldırılarının<br />

protesto edildiği en kalabalık,<br />

en canlı eylem oldu. Öyle ki<br />

sendikaların, odaların ve demokratik<br />

kitle örgütlerinin birlikte kararlaştırdığı<br />

ve her akşam saat 6’da yapılan<br />

ses çıkarma eylemleri kararı alanlar<br />

açısından göstermelik eylemler<br />

<strong>olarak</strong> kaldı. Gün içerisinde yapılan<br />

eylemlere bile fazla 200 kişi katılıyor<br />

ve cansız bir şekilde geçiyordu. 18<br />

Ocak’taki eylem ise gençliğin taşıdığı<br />

potansiyeli göstermesi açısından<br />

önemli bir eylem oldu. Ancak eylemi<br />

düzenlemeyi planlayan örgütlerin diğer<br />

gençlik örgütlerine sadece 4 gün<br />

önce haber vererek toplantıya çağırması<br />

ve bu nedenle eylemin hazırlığının<br />

yeterince yapılamamış olması<br />

eleştirilecek bir durumdu.<br />

Ydi Çağrı/Adana √<br />

Her türlü işe 180 TL!<br />

ediyoruz.<br />

B u g ü n d i r e n i ş i m i z i n 11 .<br />

günündeyiz.<br />

Genelde kamuoyundan, özelde de<br />

emek örgütlerinden, sendikalardan<br />

v.s. beklediğiniz desteği alabildiniz<br />

mi<br />

Genelde destek iyiydi, ziyaretler oldu<br />

birkaç kere. Örneğin DİSK, KESK’ten,<br />

sağlık emekçilerinden, İstanbul Tıp<br />

Fakültesinden arkadaşların desteği<br />

oldu. DTP milletvekili Sebahat Tuncel,<br />

CHP’den bir milletvekili geldi. En büyük<br />

destek Genç-Sen’den geldi, zeten<br />

eylemi örgütleyen de onlardı.<br />

Bildiğimiz kadarıyla fakültenizin<br />

dekanı, çalışanların haklarını gasp<br />

etmekle tanınır. Size karşı tavırları<br />

nedir aynı zamanda polisin tavrı<br />

nasıl<br />

Dekan maaşların ödenmesi konusunda<br />

garanti verdi fakat diğer hakların<br />

yasa ile ilgili olduğu söylendi.<br />

Arkadaşlar çalışma bakanlığı ile görüştüler,<br />

söz aldılar, yani herhangi<br />

bir sözleşme yapılmadı bu konuda.<br />

Bu anlamda ne kadar güvenilir bilmiyorum.<br />

Şimdiye kadar herhangi bir<br />

baskı görmedik açıkcası. Polis birkaç<br />

kez geldi, baktı, bir süre eylemi seyrettiler<br />

fakat herhangi bir müdahale<br />

olmadı.<br />

Söyleşi için teşekkürler.<br />

19

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!