PDF olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
PDF olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
PDF olarak indir - YDÄ° ÃaÄrı
- No tags were found...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
Kadın ve erkek işçiler!<br />
Zincirlerinizden başka<br />
kaybedecek birşeyiniz yok!<br />
Kazanacağınız<br />
yeni bir dünya var!<br />
Şubat 2009/02 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X130<br />
AYLIK<br />
SİYASİ<br />
GAZETE<br />
SAYI l HEJMAR
• editörden - içindekiler<br />
Editörden...<br />
Değerli Okuyucu,<br />
kapitalizmin-emperyalizmin<br />
krizi tüm hızıyla devam ediyor.<br />
Etkilenmeyen veya etkilenmediğini<br />
söylemeyen sektör yok gibi. Kime<br />
sorsanız işler kötü gidiyor.<br />
Azami kar hırsıyla hareket<br />
eden kapitalist yağma ve sömürü<br />
sistemi, milyonlarca emekçiyi açlık<br />
ve yoklukla karşı karşıya bırakıyor!<br />
Refah dönemlerinde kara ortak<br />
edilmeyen milyonlarca emeğiyle ve<br />
alınteriyle geçinen işçi ve emekçiden<br />
kriz dönemlerinde en büyük<br />
fedekarlık bekleniyor.<br />
İşçiler ailelerini geç<strong>indir</strong>ebilmek<br />
için hiçbir güvenceye sahip olmadan<br />
pervasızca sokağa atılıyorlar!<br />
Peki bu kader mi, değiştirilemez<br />
mi<br />
Hayır kader değil ve<br />
değiştirilebilir!<br />
Yeter ki işçi sınıfı ve emekçiler<br />
durumlarının ve güçlerinin farkına<br />
varsınlar!<br />
Yeter ki işçiler ve emekçiler "Bana<br />
dokunmayan yılan bin yaşasın!"<br />
mantığıyla sınıf kardeşlerinin<br />
işten atılmalarına ve mağdur<br />
edilmelerine sessiz kalmasınlar!<br />
Yeter ki işçiler kendi öz çıkarlarını<br />
savunan, bayrağında herkesten<br />
yeteneğine göre, herkese emeğine<br />
göre ilkesinin yer aldığı sosyalist<br />
toplum için mücadele eden öz<br />
örgütlenmelerini yaratsınlar.<br />
Yeter ki işçiler kendiliğinden sınıf<br />
olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf<br />
oluversinler!<br />
İşgaller, savaşlar ve her türlü<br />
zulümlerle ayakta tutulmaya<br />
çalışılan kapitalist barbarlık<br />
düzenine karşı alternatif bugün her<br />
zamankinden daha fazla<br />
"Ya Barbarlık içinde yok oluş, ya<br />
Sosyalizm!"dir.<br />
Bunun ortası yoktur: Barbarlığa<br />
karşı mücadele etmiyorsak,<br />
barbarlığa göz yumuyorsak, onun<br />
sürüp gitmesini ve tüm insanlığın<br />
kuyusunu kazmasını destekliyoruz<br />
demektir!<br />
Tüm sınıf dostlarını barbarlığa<br />
karşı insanlık mücadelesinde yer<br />
almaya çağırıyoruz!<br />
YDİ ÇAĞRI, 05.02.2009 √<br />
İçindekiler<br />
GÜNDEM<br />
Kapitalizmin krizi, emekçilerin çıkmazı. . . . . . . . . . . . . . . . . 3<br />
Egemenler arasında iktidar dalaşı ve Ergenekon operasyonları sürüyor. 4<br />
TRT Şeş neyin nesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5<br />
İktidar mücadelesinde yüksek yargı nasıl rol oynuyor. . . . . . . . . . 6<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
Hâlâ Hrantız, hâlâ Ermeniyiz… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7<br />
Katledilişinin 2. yılında Hrant anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
Hrant İzmir’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
İsrail saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />
“Hrant için adalet için”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />
GÜNCEL<br />
İki genç kaçırıldı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />
Kürt anneler anadilde eğitim hakkı istedi. . . . . . . . . . . . . . . . 10<br />
Anadilde Eğitim hakkı eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1<br />
Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2<br />
Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3<br />
Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . .EK:4<br />
Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />
Çimsetaş’ta işçi kıyımı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />
Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:5<br />
İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6<br />
SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6<br />
Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7<br />
Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8<br />
Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
Türkiye'de kadın sığınmaevleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11<br />
PANORAMA<br />
İşgal sona mı eriyor - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - . . . . . . . . . . . . 12<br />
Açık hava cezaevinde “fosforlu” katliam - GAZZE/ FİLİSTİN - . . . . . . . 13<br />
Savaşın seçimi, seçim savaşı - İSRAİL-FİLİSTİN- . . . . . . . . . . . . . 14<br />
OKUR MEKTUBU<br />
Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır . . . . . . . . . . . . . . . . 15<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
Yeşiller Partisi üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18<br />
YDİ Çağrı’nın barajlara karşı takındığı tavır üzerine . . . . . . . . . . . 19<br />
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />
Gençlerden İsrail protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19<br />
Her türlü işe 180 TL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19<br />
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer<br />
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:<br />
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul<br />
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:<br />
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654<br />
• Sayı: 130 · Şubat 2009 • ISSN 1301-692X130<br />
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro<br />
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.<br />
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul<br />
• Yayın Türü: Yaygın Süreli<br />
mail@ydicagri.org<br />
www.ydicagri.org<br />
2
gündem<br />
Kapitalizmin krizi,<br />
emekçilerin çıkmazı<br />
Mali k riz tüm dünyay ı<br />
sarsmaya ve emekçileri<br />
vurmaya devam ediyor.<br />
Milyarlarca dolarlık yardım paketleri,<br />
devletleştirme, üretimi durdurma,<br />
işçi çıkartma önlemlerine rağmen<br />
kriz derinleşerek büyüyor. Dev tekeller<br />
zor durumda olduklarını, gelecek<br />
açısından kaygılı olduklarını her fırsatta<br />
dile getiriyorlar. Kapitalizmin<br />
bir ürünü ve olağan sonucu <strong>olarak</strong><br />
dalga dalga büyüyen ekonomik kriz<br />
emekçileri yığınlar halinde işsizliğe<br />
yoksulluğa itiyor.<br />
Buna karşı Davos’ta düzenlenen<br />
Dünya Ekonomik Forumunda bir<br />
araya gelen tekellerin ve devletlerin<br />
yöneticileri krizden çıkış yollarını<br />
tartışmaya başladılar. Krizin sahipleri,<br />
krizi aşmak için yeni kararlar alacak,<br />
milyarlarca işçinin, emekçinin<br />
kaderini belirleyecekler. Kârlarının<br />
korunması, şirketlerinin batmaması,<br />
bugünkü iktidarlarının sarsılmaması<br />
için. Bu elbette büyük, yoksul ve hala<br />
sessiz çoğunluğun canları pahasına<br />
olacaktır.<br />
Uluslararası Para Fonu (IMF)<br />
Kasım ayında açıkladığı küresel büyüme<br />
tahminini %2,2’den %0.5’e<br />
çekti.<br />
Ayrıca aynı dönemde ABD ekonomisi<br />
için 0,7 oranında daralma tahmini<br />
yapılmıştı. Oysa revize edilen<br />
raporda ABD ekonomisinde 2009<br />
için %1,6 küçülme öngörülüyor.<br />
IMF’nin bu raporu öncesinde<br />
ABD’nin dev tekellerinin açıkladığı<br />
işçi çıkarma planları durumu gözler<br />
önüne seriyor. İş makineleri üreticisi<br />
Caterpillar 2009 yılında 20 bin,<br />
tarım aletleri üreticisi Deere 700, ormancılık<br />
alanında faaliyet yürüten<br />
Şiret ABD fabrikasından 190 işçiyi<br />
işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca<br />
Uluslararası çelik devi Corus’un ise<br />
tüm fabrikalarından toplam 3 bin<br />
500 işçinin işine son vereceği iddia<br />
edildi. 2008 yılında ABD’de yaklaşık<br />
2 milyon 500 bin kişi işini kaybetti.<br />
Ekonomi uzmanları 2009 yılında<br />
yeni işsizler ile birlikte bu rakamın<br />
katlanacağı görüşündeler. Elbette<br />
ekonomi devi ABD’deki bu durum<br />
tüm dünyayı, milyonlarca insanı etkiliyor<br />
ve etkilemeye devam edecek.<br />
Kriz bizi teğet geçiyor!!!<br />
Tüm dünyada bunlar olurken birilerine<br />
göre ortada kriz filan yok sorun<br />
psikolojik. Oysa İş Kurumlarının<br />
önünde kuyruklar oluyor, işsizlik<br />
ödeneği alanların sayısı geçen yıla<br />
göre iki-üç kat artıyor. Büyük fabrikalar<br />
birbiri ardına üretime ara<br />
verme ve işçi çıkarma kararları alıyor.<br />
Son <strong>olarak</strong> Pirelli ve Brisa krizi<br />
gerekçe göstererek işçi çıkarmaya yöneldi.<br />
İşten çıkarılan Gürsaş ve Sinter<br />
Metal işçileri ise işe geri alınmaları<br />
ve sendikal haklar için mücadele ediyorlar.<br />
Şimdiden yüzbinlerce işçi işsiz<br />
kaldı. Yani “kriz bizi teğet geçiyor”.<br />
Emekçileri yoksulluğa iten kriz<br />
aynı zamanda birilerine fırsat kapıları<br />
da açıyor. Patronlar kriz gerekçesi<br />
ile işçiler için kölelik koşulları<br />
talep ediyor, sendikalı işçileri işten<br />
çıkarıyor, sendikalaşma girişimlerini<br />
önlüyor. Patronların son bir yıldır<br />
dile getirdikleri talepler 28 Ocak’taki<br />
Üçlü Danışma Kurulu toplantısı öncesinde<br />
tekrar gündeme geldi. İşçi,<br />
işveren ve hükümet temsilcilerinin<br />
ekonomik kriz gündemi ile bir<br />
araya geleceği toplantı öncesi İşveren<br />
Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)<br />
bir rapor yayınlayarak hükümetten<br />
beklentilerini sıraladı. Grevlerin yasaklanmasını,<br />
işten atılan işçilerin<br />
işe iade davası açmalarının engellenmesini,<br />
sigorta primlerinin yarısının<br />
<strong>indir</strong>ilmesini ve kalan yarısının ise<br />
ertelenmesini isteyen patronlar kendileri<br />
için tam bir saltanat, işçiler için<br />
ise kölelik koşulları öngörüyorlar.<br />
Telafi çalışması, denkleştirme, geçici<br />
iş sözleşmesi gibi esnek çalıştırma<br />
maddelerinin İş Kanunu’na eklenmesini<br />
de talep eden patronlar kendi yarattıkları<br />
krizin faturasını emekçilere<br />
ödetmek için çabalıyorlar.<br />
Bu tabloya karşı emekçiler bir<br />
çıkmaz içerisindeler. Hala ciddi bir<br />
karşı koyuş örgütlenebilmiş değil.<br />
Sendikaların büyük çoğunluğu göstermelik<br />
eylemler, açıklamalar ile durumu<br />
kurtarmaya çalışıyorlar. En son<br />
24 Ocak’ta Adana’da yapılan eyleme<br />
sadece 3 bin kişinin katılmış olması,<br />
işçi ve emekçilerin sıra kendilerine<br />
gelene kadar pek ses çıkarmadıklarının<br />
bir kanıtı niteliğindeydi.<br />
Elbette bir mucize beklentimiz yok.<br />
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın<br />
mantığı ve işten atılma korkusu<br />
ile yaşayan milyonların bir anda<br />
silkinmesi ve mücadeleye katılması<br />
henüz öngörülen bir durum değil.<br />
Ancak buna rağmen ücretsiz izne<br />
gönderilen, ücretleri kesilen, ödenmeyen<br />
milyonlarca işçi, yani yılanın<br />
dokunduğu milyonlar mücadele etmekten<br />
başka çarelerinin de olmadığını<br />
görmek zorundalar. Sınıf bilinçli,<br />
sendikalı işçiler diğer fabrikalardaki<br />
işçileri uyarmalı, mücadeleye katmak<br />
için inatçı, sabırlı ve mücadeleci bir<br />
tavır sergilemeliler. Kendi sendikalarının<br />
harekete geçmesini sağlamalı,<br />
sessiz kalanları rahatsız etmelidirler.<br />
Aksi halde “krizin faturasını ödemeyeceğiz”<br />
sloganı iyi niyetten öteye<br />
geçmeyecektir.<br />
Kriz dalgasından Ergenekon<br />
dalgalarına…<br />
Tüm dünya gündemini meşgul eden<br />
ekonomik krizin yanı sıra Türkiye’yi<br />
meşgul eden diğer bir önemli konu<br />
şüphesiz Ergenekon davası. AKP’nin<br />
kendisi için bir tehdit <strong>olarak</strong> gördüğü<br />
devletin derinine müdahalesi dalgalar<br />
halinde sürüyor. 11. dalganın<br />
yaşandığı Ergenekon davasında her<br />
gün yeni iddialar, yeni bilgiler gün<br />
ışığına çıkıyor. Muvazzaf subayların<br />
da gözaltına alınıp tutuklanmaya<br />
başlandığı davada alınan ifadeler ile<br />
ülkenin her köşesinden silah ve patlayıcı<br />
maddeler fışkırmaya başladı.<br />
Ergenekon çetesinin cephaneleri olduğu<br />
iddia edilen silahlar parklardan,<br />
yollardan toplanmaya başlandı.<br />
Davayla birlikte birçok faili meçhul<br />
cinayet, saldırı ve provokasyonlar<br />
hakkında yeni bilgiler su yüzüne<br />
çıktı. Örneğin Ergenekon sanığı Ali<br />
Kutlu’nun 2005 yılı Newroz’unda<br />
Mersin’de olan bayrak yakma olayında<br />
çocukların eline bayrağı veren<br />
kişi olduğu ortaya çıktı.<br />
Son 10-20 yıl içerisinde gerçekleşen<br />
birçok cinayet, bombalama ve suikast<br />
sonrasında adları geçen kişiler şimdi<br />
yıllardır “bekası için kan döktükleri”<br />
devlet tarafından yargılanıyorlar.<br />
Devlet adına ve yetkililerin, siyasetçilerin<br />
bilgisi, kimi zaman direkt<br />
yönlendirmesi ile gerçekleşen cinayetlerin<br />
sorumlusu <strong>olarak</strong> üç-beş<br />
“iyi çocuk” yargılanacak ve sonunda<br />
devlet kendini aklayacak. Aslında<br />
devletin can simidi olan Ergenekon<br />
şimdi AKP’ye ayak bağı olduğu, artık<br />
onlara ihtiyaç kalmadığı için dağıtılıyor.<br />
Dağıtılan, yargılanan çeteler,<br />
yargısız infazlar, katliamlar değil<br />
sadece maşalardır. Sadece maşaları<br />
değil, onlarla birlikte sorumlularını<br />
da yargılayacak ve mahkûm edecek<br />
olan bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa<br />
maruz kalan halklar, işçiler ve<br />
emekçilerdir.<br />
Ve seçim dalgası…<br />
Mart ayında yerel seçimler yapılacak.<br />
Adaylar belirlendi, açıklandı, kıyasıya<br />
mücadele başladı. Aynı zamanda<br />
seçim dalavereleri, yanlış nüfus kayıtları,<br />
bir anda nüfusun artması vb.<br />
tartışmaları da gündeme geldi. Ama<br />
bunların içinde belki de en fazla yer<br />
tutan konu kömür oldu. Belediyeler,<br />
özellikle AKP’li belediyeler tonlarca<br />
kömür dağıtma işine hız verdiler.<br />
Aslında halk en fazla kömür dağıtan<br />
belediye başkanına oy vermeye<br />
çağrılıyorlar. Kimsede kimin kömürünün<br />
kime dağıtıldığı sorusunu<br />
sormuyor. Halkın cebinden alınan<br />
vergilerle alınan kömürler yine halka<br />
sadaka <strong>olarak</strong> dağıtılıyor. Doğalgaza<br />
kış boyunca zam yapıldı karşılığında<br />
kömür dağıtılıyor, kış geçmek üzere<br />
olduğu şu günlerde şimdiye kadar<br />
doğalgaza yapılan % 70 zamdan seçim<br />
yatırımı <strong>olarak</strong> konutlarda %17,<br />
işyerlerinde %18 <strong>indir</strong>im yapıldı.<br />
Adayların birbirlerini yolsuzlukla<br />
suçladıkları seçim dalgası neyi değiştirecek<br />
Halkın hangi sorununa<br />
çözüm getirilecek Elbette işçi sınıfının<br />
çıkarlarına, halka hizmet eden,<br />
dürüst ve samimi adayların seçilmesi<br />
bir kazanım olacaktır. Ancak bu kazanım<br />
aynı zamanda fabrikalarda,<br />
alanlarda, sendikalarda gerçekleştirilmelidir.<br />
Çünkü tabandan bir hareketin<br />
olmadığı koşullarda yöneticiler<br />
ya yozlaşacak ya da yeterli desteğe<br />
sahip olamadıklarından elleri kolları<br />
bağlanacaktır. En alt birimlerden<br />
başlayan bir örgütlenme olmadıkça<br />
seçimlerden elde edilen geçici kazanımlar<br />
pek bir işe yaramayacaktır.<br />
Gerçek çözüm işçi ve emekçilerin<br />
örgütlenmesi temelinde, kendi içlerinden<br />
ve gerektiğinde her an görevden<br />
alınabilen yöneticileri seçmesidir.<br />
Seçimlerde bunun için mücadele<br />
edilmelidir. Bunun olmadığı koşullarda<br />
yapılan seçimler bir aldatmacadan<br />
başka bir şey değildir.<br />
30.01.2009 √<br />
3
gündem<br />
Egemenler arasında iktidar dalaşı ve<br />
Ergenekon operasyonları sürüyor<br />
4<br />
Egemenler arasında süregelen<br />
iktidar mücadelesi, AKP ile<br />
Kemalist kanat arasında karşılıklı<br />
darbelerle, ataklarla sürüyor.<br />
Yüksek yargıda egemen konumlarını<br />
sürdüren Kemalistler, AKP’nin<br />
iktidar yürüyüşünü engellemek için<br />
darbe üzerine darbe yapıyorlar.<br />
Cumhurbaşkanı seçimi döneminde,<br />
meclis toplantı yeter sayısı<br />
ile karar sayısını eşitleyen 367 kararı,<br />
AKP kapatma davası, Anayasa<br />
Mahkemesi’nin türban kararı, en<br />
son Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği<br />
karar yargı darbelerinin örneklerini<br />
oluşturuyor. AKP ise yüksek yargı<br />
tarafından kendisine karşı yapılan<br />
darbelere karşı, karşı darbelerle cevap<br />
veriyor.<br />
Yürüyen Ergenekon soruşturması<br />
iktidar dalaşında, AKP’nin statükocu<br />
ideolojik Kemalist iktidar odaklarını<br />
adım adım iktidardan uzaklaştırma<br />
mücadelesinde, hükümet olmaktan<br />
iktidar olmaya doğru yürüyüşünde,<br />
kendine yakın yargı yoluyla gerçekleştirdiği<br />
bir karşı darbedir. AKP<br />
Emniyet’te kendine bağlı güçler üzerinden,<br />
AKP’nin iktidar yürüyüşünü<br />
durdurmak için bir dizi provokasyon<br />
eylemi yapan Ergenekon çetesinin<br />
üzerine gidiyor.<br />
Bir yandan yargılama sürerken, diğer<br />
yandan Ergenekon operasyonları<br />
sürüyor. Ocak ayı içinde 10. ve 11.<br />
dalga <strong>olarak</strong> adlandırılan yeni gözaltılar<br />
ve tutuklamalar gerçekleşti.<br />
7 Ocak günü 12 ilde eşzamanlı yapılan<br />
baskınlarda 33 kişi gözaltına<br />
alındı. Gözaltına alınan kişiler içinde<br />
önemli şahsiyetler vardı. Emekli<br />
Orgeneral Kemal Yavuz, eski MGK<br />
Genel Sekreteri emekli Orgeneral<br />
Tuncer Kılınç, eski YÖK Başkanı<br />
Kemal Gürüz, Özel Harekat Dairesi<br />
eski Başkan Vekili Susurluk ’çu<br />
İbrahim Şahin bunlardan bazıları<br />
idi.<br />
G ö z a l t ı l a r ı n o l d u ğ u g ü n ,<br />
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları<br />
Genelkurmay’da saatler<br />
süren toplantı yaptılar. 8 Ocak günü<br />
komutanların eşleri topluca Tuncer<br />
Kılınç’ın evine giderek Kılınç’ın eşine<br />
geçmiş olsun dileklerini ilettiler.<br />
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ,<br />
Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yüz<br />
yüze görüştü. Bu görüşmelerin arkasından<br />
iki “paşa” serbest bırakıldı.<br />
10. dalgada gözaltına alınan 33 kişiden,<br />
dördü muvazzaf asker olmak<br />
üzere 16 kişi tutuklandı. Aranan<br />
Yarbay Mustafa Dönmez polise değil,<br />
askerlere teslim oldu. Tutuklanan<br />
Dönmez Askeri Cezaevine konuldu.<br />
Susurluk’çu İbrahim Şahin ve<br />
Mustafa Dönmez’in evinde bulunduğu<br />
iddia edilen krokilerle yapılan<br />
kazılarda, yeraltında çok sayıda askeri<br />
cephane bulundu.<br />
İki eski önemli “paşa”nın gözaltına<br />
alınması, Kemalistlerin akıl hocası,<br />
cin fikirli eski Yargıtay Cumhuriyet<br />
Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun evinin<br />
aranması, bunlara “istediğimiz<br />
zaman sizi alırız” mesajı yanında,<br />
gözdağı verilmektedir.<br />
Egemenler arasındaki iktidar dalaşında,<br />
statükocu ideolojik Kemalist<br />
kanadın saflarında konaklayan, 10.<br />
dalgada gözaltına alınıp tutuklanan,<br />
çok sevdiği iki “paşa”sının yanına<br />
konulan Yalçın Küçük 15 gün sonra<br />
serbest bırakıldı.<br />
11. dalgada, 16 ilde çoğunluğunu<br />
polis ve askerlerin oluşturduğu 26<br />
kişi gözaltına alındı. 11. dalgada sermayenin<br />
işçi sınıfı içindeki Truva atı<br />
olan, faşist Türk Metal Sendikası’nın<br />
Genel Başkanı Mustafa Özbek ve 4<br />
sendika yöneticisi de gözaltına alınanlar<br />
arasındaydı.<br />
Taşeron sendika Türk Metal<br />
Başkanının ve yöneticilerinin gözaltına<br />
alınmaları hakkında Birleşik<br />
AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan,<br />
darbe ortamı hazırlamak isteyen, darbe<br />
teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini<br />
tasfiye etme noktasında uzlaşmış görünüyor.<br />
Bu uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin<br />
orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf<br />
subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları<br />
düşünülemezdi.<br />
Metal İşçileri Sendikası yaptığı<br />
açıklamada doğru <strong>olarak</strong> şunları<br />
söylüyor:<br />
“Örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden<br />
çok işverenlerin bir taşeronu<br />
gibi çalışarak yıllardan beri işçileri<br />
haklarını korumak adına işçi kıyımlarını<br />
gerçekleştiren, otuz yıldır başında<br />
olduğu kurumu bir kışlaya çeviren,<br />
bırakın demokratik işleyişi, en<br />
baskıcı yönetim modellerinde bile az<br />
rastlanacak yöntemlerle yöneticilik<br />
yapmaya çalışan bu kişilerin, bugün<br />
karşılaştıkları durum, asla sendikalara<br />
ve sendikacılığa karşı yapılmış bir<br />
müdahale <strong>olarak</strong> algılanmamalıdır.<br />
İşverenlerin, işçileri işten çıkartmasına<br />
göz yuman, örgütlenmesini<br />
işçilerin talepleri üzerine değil, işverenlerin<br />
beklentileri ve çağrıları<br />
üzerine kuran, işçi aidatlarını adına<br />
kurduğu vakıf üzerinden kullanan,<br />
bazı iddialara göre ise, sahibi olduğu<br />
Avrasya televizyonu için aldığı reklamlar<br />
karşılığı on binlerce işçinin<br />
hakkını işverenlere peşkeş çeken<br />
böyle bir anlayışın sendikacılıkla ve<br />
sendika adıyla anılmaması gerekir.”<br />
(Birleşik Metal İşçileri Sendikası, basın<br />
bülteni, 22.01.2009)<br />
11. dalgada gözaltına alınan 26 kişiden,<br />
içlerinde Mustafa Özbek’in<br />
de bulunduğu çoğunluğu polis ve<br />
muvazzaf asker olmak üzere 18 kişi<br />
tutuklandı.<br />
Ergenekon adı verilen örgütlenme,<br />
AKP’nin hükümet olmasından sonra,<br />
iktidar tekelini kaybetme tehlikesi<br />
bulunan ordu merkezli Kemalist kanadın<br />
iktidarını korumak, AKP’nin<br />
iktidar yürüyüşünü engellemek için<br />
harekete geçen, süreç içinde kontrolden<br />
çıkan, AKP’yi yıkmaya yönelen<br />
bir örgütlenmedir.<br />
AKP ile Genelkurmay; kontrolden<br />
çıkan, darbe ortamı hazırlamak<br />
isteyen, darbe teşebbüsünde bulunan<br />
Ergenekon çetesini tasfiye etme<br />
noktasında uzlaşmış görünüyor. Bu<br />
uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin orgeneral<br />
eskilerine uzanması, muvazzaf<br />
subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları<br />
düşünülemezdi.<br />
Genelkurmay’ın 10. ve 11. dalgaya<br />
esasta sessiz kalması, yapılan açıklamanın<br />
sadece “yargısız infaz yapılmamasına<br />
dikkat edilmesi” ile<br />
yetinilmesi, intihar eden JİTEM’in<br />
Diyarbakır grup komutanı, sayısı<br />
belirsiz cinayetin sorumlusu emekli<br />
Albay Abdulkerim Kırca’nın cenaze<br />
törenine komuta kademesinin tam<br />
tekmil katılması, AKP ile bir uzlaşma<br />
olduğu gerçeğini değiştirmiyor.<br />
10. ve 11. dalganın da gösterdiği<br />
gibi egemenler arasında iktidar mücadelesi<br />
sürüyor. Bu mücadele içinde<br />
desteklenecek, taraf tutulacak bir yan<br />
yoktur. Egemenlerin bütün kanatları<br />
işçi, emekçi düşmanıdır. Al AKP’yi<br />
vur Kemalistlere!<br />
Başbakan Erdoğan’ın 11. dalga<br />
ardından takındığı “çeteleri, mafyayı<br />
tasfiye ediyoruz” tavrı boştur.<br />
AKP’nin bir bütün <strong>olarak</strong> çeteleri<br />
tasfiye etme tavrı, derdi yoktur. AKP<br />
kendi iktidarını yıkmaya yönelen<br />
çeteyi tasfiye etmektedir. Bu tasfiye<br />
yapılırken AKP’nin kendisi devlet<br />
içinde çeteleşmektedir.<br />
Sermayenin çıkarlarını korumak<br />
için örgütlenmiş zor aracı olan burjuva<br />
devleti, ezilenlerin mücadelesini<br />
bastırmak için çeşitli dönemlerde<br />
devlet içinde çeşitli çete örgütlenmeleri<br />
örgütlemiştir. TC’nin tarihi bu<br />
tür çetelerle doludur.<br />
Demokrasi, özgürlük, bağımsızlık,<br />
çetesiz devlet; bu düzende<br />
gerçekleşemez!<br />
Çetesiz devlete ancak işçilerin,<br />
emekçilerin devrimi varılabilir. Ve<br />
bir gün mutlaka varılacaktır!<br />
26 Ocak 2009 √
gündem<br />
TRT Şeş neyin nesi<br />
2008’in son aylarında AKP bir<br />
dizi açılımlarda bulundu. Alevi<br />
açılımı, Nazım Hikmet’in TC<br />
vatandaşlığına alınması, diğer bir<br />
açılım da Kürt açılımı idi. Başbakan<br />
Erdoğan, 1 Ocak 2009’da, TRT 6'ya<br />
verdiği görüntülü mesajda Kürtçe<br />
<strong>olarak</strong> 'TRT Şeş bi xêr be' diyerek<br />
TRT Şeş’in resmen yayınını başlatarak<br />
Kürt açılımını da başlatmış oldu.<br />
TRT 6’nın açılışı birçok gazetede<br />
manşet, birçoğunda da ilk sayfada<br />
yer aldı. Erdoğan Kürt illerine yaptığı<br />
gezide istediğini bulamayınca<br />
TRT Şeş’i gündeme getirdi. Devlet 90<br />
yıldır Kürtlerin varlığını inkâr etti.<br />
Kürtleri “Dağ Türkleri”, dillerini ise<br />
“Dağda karda yürürken kart kurt”<br />
<strong>olarak</strong> gördü. Daha dün Mecliste<br />
DTP’li vekiller bayram mesajını<br />
Kürtçe yazınca, meclis tutanaklarına<br />
“bilinmeyen dil” <strong>olarak</strong> kaydedilen,<br />
bu bilinmeyen dilde devletin<br />
Televizyonu yayın yapmaya başladı.<br />
İnsan bu ne yaman çelişki diye düşünmeden<br />
edemiyor. TRT’de Kürtçe,<br />
Mecliste “bilinmeyen dil”! Devlet<br />
birden bire Kürtleri keşfetti ve onların<br />
da bu ülkede vatandaş olduğunu<br />
görüp, onlara da ‘hizmet’ götürmeye<br />
karar mı verdi Daha önce Türkçe<br />
alt yazılı haftada 45 dakika Kürtçe<br />
yayının ilgi görmemesi üzerine, TRT<br />
Şeş devreye sokuldu. Haftada 45 dakikalık<br />
yayının gelişen Kürt ulusal<br />
hareketini kontrol altına almada hiçbir<br />
işlevinin olmadığını gören devlet,<br />
TRT Şeş ile Kürt ulusal hareketini<br />
kontrol altına almayı planlamaktadır.<br />
TRT Şeş bunun için gündemde.<br />
TRT Şeş tek başına AKP’nin karar<br />
verip uyguladığı bir şey de değil. Bu<br />
ülkede devletin kırmızı çizgileri konusunda,<br />
MGK ve ordunun onayı<br />
alınmadan bugüne kadar herhangi<br />
bir adım atılamamıştır. Kürt sorunu<br />
da devletin kırmızı çizgisidir. AKP,<br />
MGK ve ordunun da onayını alarak<br />
böyle bir girişimde bulunmuştur.<br />
Böylece devlet bugüne kadar asimile<br />
edemediği kendi Kürdü’nü yaratmaya<br />
soyundu. Bununla birlikte<br />
inkâr ettiği Kürtlerin varlığını da<br />
resmen kabul etmiş oldu.<br />
90 yıldan bu yana Kürtlerin<br />
varlığını kabul etmeyen devlet,<br />
ne oldu da bugün devletin<br />
resmi kanalında Kürtçe yayın<br />
yapıyor<br />
Önce şunun bilinmesi gerekir ki,<br />
ne AKP ne de temsil ettiği bu devlet<br />
Kürtleri çok sevdiği için Kürtçe<br />
yayın yapmaya başlamadı. TRT Şeş<br />
Kürtlerin yürüttüğü mücadelenin<br />
sonucu gündeme getirilmiştir. Eğer<br />
bir kazanımdan bahsedilecekse, bu<br />
kazanım Kürtlerin mücadelesinin<br />
sonucu olan bir kazanımdır. AB’ye<br />
hoş görünme de bunda belli bir rol<br />
oynamıştır. Bu durum artık Kürtçe<br />
üzerinde yasakların kalktığı anlamına<br />
da gelmiyor. Kürtçe yayın yalnız<br />
devlete serbest, Kürtlere yasak!<br />
Türkiye'de yasalara göre W, Q ve X<br />
harfleri yasaklı harfler listesinde.<br />
Bayram günlerinde caddelere astıkları<br />
kutlama pankartları nedeniyle<br />
başta DTP'li belediye başkanları olmak<br />
üzere, yüzlerce kişi, bu harfleri<br />
kullandığı gerekçesiyle cezalandırıldı.<br />
Bir süre önce ismi Welat olduğu<br />
gerekçesiyle Atatürk Havaalanı'ndan<br />
Türkiye'ye girişine izin verilmeyen<br />
çocuk hala hafızalarımızda tazeliğini<br />
koruyor. W, Q ve X harfleri 'örgüt<br />
propagandası' sayıldığı için binlerce<br />
insan soruşturmaya maruz kalarak<br />
cezalar aldı. Caddelere astıkları kutlama<br />
mesajları nedeniyle başta DTP'li<br />
belediye başkanları olmak üzere,<br />
birçok kişi hakkında benzer davalar<br />
görülmeye devam ediyor. Bir taraftan<br />
bu cezalar ve akıl almaz uygulamalar<br />
sürerken, Başbakan Erdoğan<br />
TRT'nin Kürtçe kanalına verdiği<br />
demeçte; "Demokrasinin özgür sesi<br />
<strong>olarak</strong> insani değerleri yüceltecek,<br />
barış ve huzuru besletecek, ayrımcı,<br />
dışlayıcı değil birleştirici olacaktır.<br />
Demokrasimizin gelişmesine, derinleşmesine<br />
katkıda bulunacaktır.<br />
Milletimizin değerlerine saygılı bir<br />
aile kanalı <strong>olarak</strong> gerek kültür, sanat,<br />
müzik ve eğlence programları, film<br />
ve belgeseller, gerekse haber ve tartışma<br />
programları ile kadın erkek her<br />
yaştan vatandaşımıza hitap etmesini<br />
çok önemli buluyorum" diyebiliyor.<br />
Kürtçe yayın yapmak devlete<br />
serbest, Kürtlere yasak!<br />
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler<br />
ve Kürtçe hep inkâr edildi. Devlet<br />
şimdi bu inkâr siyasetinden vazgeçiliyor<br />
izlenimi vermeye çalışıyor.<br />
Fakat devlet bugüne kadar açık ve<br />
resmi <strong>olarak</strong> bu inkâr anlayışından<br />
vazgeçtiğini deklare etmiş değildir.<br />
Ortada tuhaf bir durum var. Devlet<br />
televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor,<br />
ama sadece Kürtçe yayın yapan<br />
TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki<br />
yasaklar da devam ediyor.<br />
Örneğin, TRT Şeş'in Kürtçe programı,<br />
Diyarbakır’da yayın yapan<br />
Gün TV gibi, ne günde 45 dakikayla<br />
sınırlı, ne de Türkçe alt yazılı. TRT<br />
Şeş, çizgi film yayımlıyor; Gün TV'ye<br />
çocuk yayını yapmak yasak. TRT<br />
Şeş Kürtçe yayınını, örneğin Gün<br />
TV'nin aksine, Türkçe altyazısız,<br />
çocuklara yönelik ve tam gün yayın<br />
yapabiliyor.<br />
Oysa Radyo Telev izyon Üst<br />
Kurulu'nun (RTÜK) 25 Ocak 2004<br />
tarihli "Türk Vatandaşlarının<br />
Günlük Yaşamlarında Geleneksel<br />
Olarak Kullandıkları Farklı Dil<br />
ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve<br />
Televizyon Yayınları Hakkında<br />
Yönetmeliği"ni iki yıl bekleyen 10<br />
kadar yerel ve bölgesel medya kuruluşu,<br />
birçok kısıtlamayla karşılaştılar.<br />
Bu kısıtlamalar ve yasaklar bugün de<br />
devam ediyor.<br />
TRT Şeş yayına geçmeden RTÜK<br />
Yönetmeliği'nin bu kanalı bağlayıp<br />
bağlamayacağı merak ediliyordu.<br />
Ancak bugüne kadar yapılan yayınlar,<br />
TRT Şeş'e diğer özel yayınlara<br />
göre daha geniş yetki verildiğini<br />
gösteriyor.<br />
TRT Şeş’e ırkçı, şoven saldırılar<br />
TRT Şeş’in yayına başlaması ile birlikte<br />
Özellikle CHP ve MHP gibi<br />
şovenist, milliyetçi, faşist partiler<br />
“milli birlik ve beraberliğimiz tehlikede”<br />
diyerek saldırıya geçtiler. Bu<br />
partilerden devletin kurucusu olan<br />
CHP, Genel Başkanı Deniz Baykal<br />
aracılığı ile tavır takındı. Baykal,<br />
CNN Türk’te Fikret Bila ve Murat<br />
Yetkin’in programında TRT Şeş için<br />
şunları söyledi: "Herkes kendi anadilinde<br />
yayın yapabilir. Bu temel bir<br />
haktır. Türkiye'de bir RTÜK düzeni<br />
vardır. O düzeninin içinde nasıl özel<br />
televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı<br />
uygun gören bir televizyonda çıkar.<br />
Buna kimse bir şey diyemez. Ama<br />
devletin kaynaklarının, 70 milyonun<br />
parasının sadece bir kesim vatandaşımızın<br />
etnik talepleri doğrultusunda<br />
harcanması doğru değildir. Bizim anlayışımıza<br />
göre devlet etnik kör olmalıdır.<br />
Karşısındakinin etnik kimliğini,<br />
dini inancını, mezhebini görmemelidir.<br />
Buna yönelik kaynak ayrılması<br />
yanlıştır. Bu giderek devleti her türlü<br />
etnik kimliğin talebine karşı güç bir<br />
duruma sokar."<br />
Baykal’a sormak gerekiyor, mademki<br />
“Herkes anadilinde yayın yapabilir”<br />
bugüne kadar neden yapılamadı<br />
Kürtçe ve diğer farklı dillerde<br />
yayın yapmanın önündeki yasal engeller<br />
kalktı mı Baykal farklı dil ve<br />
lehçelerde yayın yapmanın RTÜK<br />
düzeninde yasak olduğunu unutuyor<br />
herhalde. Gün TV gibi günde 45<br />
dakika yayın yapan bir TV’nin de,<br />
ancak Türkçe alt yazı ile yayın yapabildiğini<br />
unutuyor.<br />
Baykal; “Ama devletin kaynaklarının,<br />
70 milyonun parasının sadece bir<br />
kesim vatandaşımızın etnik talepleri<br />
doğrultusunda harcanması doğru<br />
değildir” diyor. Peki, bu 70 milyon<br />
içerisinde kendi anadilinde eğitim<br />
ve yayın hakkı talep eden 20 milyon<br />
Kürt, bu devletin vatandaşı değil mi<br />
Bu devlete vergi ödemiyor mu O<br />
zaman TRT Şeş dışındaki TRT’nin<br />
diğer kanallarına 70 milyon içerisindeki<br />
en az nüfusu 30 milyonu bulan,<br />
Kürt, Arap, Laz, Çerkez vb milliyetlerden<br />
alınan vergilerin de bu kanallara<br />
harcanması doğru mu Daha da<br />
sıralayacağımız bu sorulara Baykal<br />
şöyle cevap veriyor. “Bizim anlayışımıza<br />
göre devlet etnik kör olmalıdır.<br />
Karşısındakinin etnik kimliğini, dini<br />
inancını, mezhebini görmemelidir.”<br />
Baykal burada bir gerçeği teslim ediyor.<br />
Bu devlet bugüne kadar egemen<br />
olan Türk ulusu ve Hanefi mezhebi<br />
dışında diğer ulus, mezhep ve dinlere<br />
karşı kör olmuştur. Bugüne kadar<br />
hep inkâr ve imha siyaseti gündemde<br />
olmuş ve olmaya da devam ediyor.<br />
“Bölünme paranoyasından” kurtulamayan<br />
bir diğer şoven faşist parti<br />
MHP de “Milli birlik ve beraberliğimizi<br />
bozacağı ve ülkeyi böleceği”,<br />
70 milyonun parasının “bölücülüğe<br />
harcanacağı”, kanalın PKK stratejisine<br />
uygun olduğunu, kendilerinin<br />
Türkçe’de ısrar edecekleri tavrını<br />
takındı.<br />
Kürtler ne istiyor<br />
TRT Şeş’in yayına başlamasıyla birlikte,<br />
başta DTP olmak üzere bir dizi<br />
Kürt örgütü ve aydını da tavır takındı.<br />
DTP Eş Başkanı Ahmet Türk,<br />
partisinin gurup toplantısında, TRT<br />
Şeş için “İnkâr edilen, yok sayılan,<br />
dışlanan Kürtçenin resmi bir kanalda<br />
yayın dili olması, halkımızın yıllardır<br />
yürüttüğü onurlu mücadelenin<br />
bir kazanımıdır” diye konuştu.<br />
MKM ve kuruluşa bağlı sanatçılar<br />
5
halkların kardeşliği için<br />
6<br />
da bir açıklama yaparak tavır takındı.<br />
MKM adına Murat Batgi yaptığı basın<br />
açıklamasında şöyle dedi:<br />
"Kürt sanatçılar <strong>olarak</strong>, anadilimiz,<br />
kimliğimiz ve kültürümüzü geliştirme,<br />
halkımız ve insanlıkla paylaşma yönünde<br />
bunca baskı mekanizması dururken,<br />
kurumlarımız ve bizler üzerinde<br />
sayısız soruşturma sürerken,<br />
devletin Kürtçe televizyon girişimini<br />
hukuksal ve ahlaki <strong>olarak</strong> samimiyetten,<br />
inandırıcılıktan uzak görüyor<br />
ve hiçbir biçimde bu çalışmaya destek<br />
sunmayacağımızı ifade ediyoruz."<br />
Yıllardır Kürtler kendi ana dillerinde<br />
eğitim istediler ve bunun mücadelesini<br />
yürüttüler, yürütüyorlar.<br />
Anadilde eğitim taleplerine devletin<br />
tavrı baskı ve yasaklama oldu. Eğitim-<br />
Sen anadilde eğitim dedi kapatmanın<br />
eşiğine geldi. Anadilde eğitimi savunduğu<br />
ve talep ettiği için yüzlerce<br />
öğrenci okullardan atıldı. Bir dönem<br />
Kürtçe kurslar açılsın dendi. Hemen<br />
arkasından bin bir dereden su getirilerek<br />
engel olunmaya çalışıldı. Yok<br />
efendim kapı iki mm darmış vs bahanelerle<br />
kursları engellemeye çalıştılar<br />
ve sonuçta kurslar kapandı. Bu<br />
baskılar karşısında Kürtler anadilde<br />
eğitim hakkında diretmeye devam<br />
ettiler. Bugün Kürtlerin esas talebi<br />
anadilde eğitimdir. En temel demokratik<br />
bir hak olan bu talep eninde<br />
sonunda alınacaktır. Şimdi hükümet<br />
YÖK aracılığı ile Üniversitelerde<br />
“Kürt dili ve Edebiyatı” bölümleri<br />
açma peşinde. Tüm bunlar devletin<br />
kendiliğinden lütfettiği şeyler değil,<br />
mücadele sonucu kazanılan ve kazanılacak<br />
haklardır.<br />
TRT Şeş yayınının ne kadar süreceğini<br />
önümüzdeki süreçte hep beraber<br />
göreceğiz. Ama devlet cumhuriyet<br />
dönemi boyunca ilk defa böyle bir<br />
adım atmıştır. Ve bu adım Kürtlerin<br />
mücadelesinin sonucu atılan bir<br />
adımdır. Araplar, Lazlar, Süryaniler,<br />
Çerkezler, Abazalar ve diğer milliyetlerde<br />
kendi anadillerinde eğitim ve<br />
yayın hakkını kullanmak için mücadele<br />
etmelidirler. Devlet hiçbir hakkı<br />
kendiliğinden vermiyor.<br />
Biz başta Kürtçe olmak üzere bütün<br />
diller üzerindeki yasakların ve baskıların<br />
kalkmasından yanayız. Ancak<br />
böylece diller gelişir ve özgürleşir.<br />
Halklar arasındaki düşmanlıklar yok<br />
olur. Halklar özgürce bir arada yaşar.<br />
Unutmayalım ki başka halkı ezen bir<br />
halk özgür olamaz.<br />
Medyaya yansıyan Kürtçe<br />
yasağına ilişkin örnekler<br />
2001 yılında Hacettepe Üniversitesi<br />
öğrencilerinin 'Üniversitelerde anadilde<br />
eğitim olsun' talebiyle rektörlüğe<br />
verdikleri dilekçeler nedeniyle<br />
6 öğrenciye toplam 35 yıl 6 ay hapis<br />
cezası verildi. (27 Aralık 2008)<br />
Diyarbakır Kayapınar Belediyesi tarafından<br />
yapımı tamamlanan 3 parka<br />
verilen Kürtçe isimler Kayapınar<br />
Kaymakamlığı tarafından sakıncalı<br />
bulunarak yasaklandı. Kayapınar<br />
Belediye Meclisi tarafından daha<br />
önce parklara verilen Kürtçe isimler<br />
Diyarbakır Valiliği tarafından aynı<br />
gerekçeyle yasaklanmıştı. (20 Kasım<br />
2008)<br />
Eğitim-Sen tarafından organize<br />
edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar<br />
Günü'ne DTP imzası ile Kürtçe 'Roja<br />
8'ê Adarê ya Jinan Pîroz be' pankartı<br />
açıldığı için, DTP Kırşehir İl Başkanı<br />
Yüksel Han'a 6 ay hapis cezası verildi.<br />
(20 Kasım 2008)<br />
D i y a r b a k ı r K a y a p ı n a r<br />
Belediyesi'nin 5 parka vermek istediği<br />
Kürtçe çiçek isimleri, Diyarbakır<br />
Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya takıldı.<br />
Vali Mutlu, Berfin (Kardelen), Nefel<br />
(Yonca), Daraşin (Yeşil Ağaç), Beybun<br />
(Papatya) ve Gülistan (Gül Bahçesi)<br />
isimlerinden sadece Gülistan'ı kabul<br />
etti. (14 Ağustos 2008)<br />
Urfa'nın Viranşehir ilçesinde<br />
Kürtçe isim 'Bilgisayarda 'î' harfi<br />
yok' denilerek engellendi. Ramazan<br />
Silgir adlı yurttaş 7 aylık çocuğuna<br />
Kürtçe 'Jîyan' (Yaşam) ismini vermek<br />
için Viranşehir Nüfus Müdürlüğü'ne<br />
başvurdu. Nüfus müdürlüğü görevlisi<br />
'Bilgisayarda 'î' harfi yok' diyerek<br />
Jîyan yerine Jiyan yazdı.( 25 Eylül<br />
2008)<br />
Diyarbakır'ın Kocaköy ilçesinde<br />
yaşayan Ay Ailesi'nin 7 yaşındaki çocukları<br />
Berxwedan'a isminde 'X', 'W'<br />
ve 'Q' harfleri bulunduğu gerekçesiyle<br />
kimlik verilmiyor. Okul çağına<br />
gelen Berxwedan, kimliği olmadığı<br />
için okula kayıt yaptıramıyor. (19<br />
Eylül 2008)<br />
Almanya'da yaşayan 7 yaşındaki<br />
Welat Dağ ile iki kardeşi ve annesi 15<br />
Haziran'da İstanbul'a geldi. Ancak<br />
Atatürk Havaalanı'nda anne ve iki<br />
kardeşinin Türkiye'ye girişlerine izin<br />
verilirken, Welat Almanya'ya geri<br />
gönderildi. Gerekçe ise, Welat isminin<br />
yasak olması. (19 Haziran 2008)<br />
DTP Kars İl Başkanı Mahmut<br />
Alınak bu suçu defalarca işledi, ceza<br />
aldı, paraya çevrilen cezayı ödemeyi<br />
reddederek hapse girmeyi yeğledi.<br />
En son 2 Aralık’ta Kars Sulh Ceza<br />
Mahkemesi’nde hâkim karşısındaydı.<br />
Alınak, seçim çalışması yürüttüğü<br />
araçta Kürtçe müzik çaldırdığı için üç<br />
arkadaşıyla birlikte yargılanıyordu.<br />
Dört sanığa, seçim propagandasında<br />
Türkçe’den başka dil kullanılmasını<br />
yasaklayan yasadan altışar ay hapis<br />
cezası verildi. Alınak, DTP il başkanlığını<br />
yürüttüğü 25 Mayıs 2007’de,<br />
Başbakan Erdoğan’a Kürtçe mektup<br />
gönderince hakkında, siyasi faaliyetlerde<br />
Türkçe’den başka dilin kullanımını<br />
yasaklayan yasaya muhalefetten<br />
dava açıldı. 2008'de bu davadan altı<br />
ay hapis cezası alan Alınak DTP İl binasındaki<br />
Kürtçe afişler nedeniyle de<br />
6 ay hapis cezasına çarptırıldı. O ise<br />
para cezasına çevrilen cezaları ödemediği<br />
için hapse girmeyi yeğledi.<br />
Hakkındaki son dava ise bildirilerde<br />
Newroz yazarken "W" harfini kullanması<br />
oldu.<br />
28.01.2009 √<br />
İktidar<br />
mücadelesinde<br />
yüksek yargı nasıl<br />
rol oynuyor<br />
Egemenler arasındaki iktidar<br />
mücadelesinde, bürokratik,<br />
militarist, faşist yapının önemli<br />
bir ayağı olan yüksek yargı; yargıda<br />
Kemalistler egemen olduğu için,<br />
AKP ile Kemalist kanat arasındaki<br />
iktidar mücadelesinde, Kemalistlerin<br />
saflarında siyasi kararlar vermektedir.<br />
“Hukukun üstünlüğü”, “Yargı<br />
bağımsızlığı” vb. palavradan ibarettir.<br />
Türkiye’de ne yargı bağımsızdır,<br />
ne de hukuk vardır. Bunu en iyi egemenler<br />
arasındaki iktidar savaşlarında<br />
yaşanılanlar, yüksek yargının<br />
verdiği kararlar göstermektedir.<br />
Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde<br />
yüksek yargı; yürürlükte<br />
olan anayasaya göre yer yer hukuksal<br />
değil, siyasi kararlar vermektedir.<br />
Yüksek yargı içerisinde egemen<br />
konumlarını sürdüren Kemalistler,<br />
yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu<br />
ideolojik Kemalist kanadın<br />
iktidarını koruma siyasi kaygısı ile<br />
sorunlara yaklaşmakta, verdikleri<br />
kararlar da buna uygun olmaktadır.<br />
Bu durumun yansıması olan, yüksek<br />
yargı tarafından verilen kimi kararlar<br />
şöyledir:<br />
1- 22 Temmuz 2007 genel seçimleri<br />
öncesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi<br />
dönemimde, AKP’ye Cumhurbaşkanı<br />
seçtirmemek için, meclis toplanma<br />
yeter sayısı ile karar yeter sayısı aynılaştırıldı.<br />
Mecliste 367 vekilin hazır<br />
bulunması şartı getirildi. Bunu<br />
yapan da Anayasa Mahkemesi oldu.<br />
TC tarihi boyunca, cumhurbaşkanları<br />
seçimleri dönemlerinde yaşanmayan<br />
gelişmeler Abdullah Gül’ün<br />
Cumhurbaşkanı seçilmesi döneminde<br />
yaşandı. 367 kararı hukuki<br />
değil siyasi bir karardı.<br />
2- Yüksek ögrenim kurumlarında<br />
türbanının giyilmesini serbest bırakan,<br />
Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde<br />
değişiklik yapan Anayasa değişikliği<br />
meclis tarafından kabul edilmiş,<br />
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül<br />
tarafından da onaylanmıştı. CHP ve<br />
DSP türbanı serbest bırakan Anayasa<br />
değişikliğini, iptal istemiyle Anayasa<br />
Mahkemesi’ne götürmüştü.<br />
Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini<br />
iptal ederek, yürürlüğü<br />
durdurma kararı verdi. Bu karar<br />
da hukuki bir karar değil siyasi bir<br />
karardı. Anayasa Mahkemesi’nin<br />
bu kararı bizzat mahkemenin kendisinin<br />
aldığı kararlara aykırı idi.<br />
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın<br />
148. maddesine göre, anayasa değişikliklerine<br />
sadece şekil bakımından<br />
inceleme ve denetleme yetkisine sahipti.<br />
Oysa mahkeme anayasa değişikliğini<br />
esastan görüşmüş, değişikliği<br />
“Cumhuriyetin değiştirilemez<br />
ilkelerine aykırı bulduğu” için iptal<br />
kararı vermişti.<br />
3- AKP nüfusu 2 binin altına düşen<br />
862 belde belediyesinin kapatılmasına<br />
yönelik bir kanun çıkardı. Kanun<br />
22 Mart 2008’de yürürlüğe girdi.<br />
Anayasa Mahkemesi 22 Mart’tan<br />
sonraki 60 gün içinde, nüfus sayım<br />
sonuçlarına karşı dava açan 122 belde-
halkların kardeşliği için<br />
nin kapatılamayacağına, diğer beldelerin<br />
ise 29 Mart 2009’da kapatılabileceğine<br />
karar verdi. Ancak Danıştay<br />
8. Dairesi, Giresun Bulancak’a bağlı<br />
Kovanlık beldesinin açtığı davada,<br />
TÜİK’in nüfus sayım sonuçlarını<br />
resmen açıklamamasını gerekçe göstererek,<br />
Anayasa Mahkemesi’nin aksi<br />
yöndeki kararına rağmen, beldelerin<br />
dava açma haklarının sürdüğüne<br />
hükmetti.<br />
8. Daire, Anayasa Mahkemesi’nin<br />
yasayla ilgili kararını açıkladığı 6<br />
Aralık’tan sonra 60 gün içinde dava<br />
açan beldelerin de kapatılamayacağına<br />
karar verdi.<br />
İçişleri Bakanlığı 8. Daire’nin kararına<br />
itiraz etti. İtirazı görüşen<br />
Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu,<br />
8. Daire’nin verdiği kararı onayladı.<br />
Bu karar yüksek yargı organlarını<br />
birbirine düşürdü. Anayasa<br />
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, verdiği<br />
kararla Anayasa Mahkemesi’nin<br />
üstüne çıkan Danıştay kararını<br />
eleştirdi.<br />
Danıştay’ın kararı da hukuki değil<br />
siyasi bir karardır. Danıştay verdiği<br />
karar ile Anayasa Mahkemesi’nin<br />
üzerine çıkmıştır. Görünen o ki,<br />
Anayasa Mahkemesi iktidar mücadelesinde<br />
Kemalistler lehine karar<br />
vermediği durumda, imdada diğer<br />
yüksek yargı organları –Danıştay<br />
gibi- yetişmektedir!!<br />
Yargı cephesinden verdiğimiz bu<br />
üç örnek aslında şunu göstermektedir:<br />
“Sen istediğin kadar yasa çıkar,<br />
çıkardığın yasalar bizim istediğimiz<br />
yasalar değilse, yargı darbesi ile engelleriz.”<br />
AKP’ye verilen mesaj budur.<br />
Türban kararı ile de aslında<br />
AKP’nin eli kolu bağlanmıştır. Bu<br />
kararlar aynı zamanda gerçekte kimin<br />
iktidar sahibi olduğunu da gösteren<br />
kararlardır.<br />
“Meclisin herşeyin üzerinde olduğu,<br />
egemenliğin kayıtsız şartsız milletin<br />
olduğu” da, palavradan ibarettir. Ne<br />
meclis her şeyin üzerindedir, ne de<br />
egemenlik millet<strong>indir</strong>. Burjuva anlamda<br />
Türkiye’de demokrasi yoktur.<br />
Bunu en iyi seçilmişlerin atanmışların<br />
baskısı altında olması durumu<br />
göstermektedir. Seçilmişlerin değil,<br />
atanmışların egemenliği Türkiye’de<br />
hüküm sürüyor. Atanmışların kararları<br />
son tahlilde belirleyici oluyor.<br />
“Türkiye’nin hukuk devleti olduğu,<br />
yargının bağımsız olduğu” aktardığımız<br />
kararlarla yalan olduğu bir<br />
kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de<br />
hukukun sadece adı var, kendisi yoktur!<br />
Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin<br />
keyfine göre göre işleyen bir<br />
mekanizmadır.<br />
Gerçek demokrasi, burjuvazinin<br />
egemen olduğu, sömürünün hüküm<br />
sürdüğü bir sistemde mümkün değildir.<br />
Gerçek demokrasi işçilerin, emekçilerin<br />
burjuvaziye karşı verecekleri<br />
sınıf savaşımıyla, işçilerin emekçilerin<br />
kendi sınıf iktidarlarını kurmalarıyla<br />
mutlaka kazanılacaktır.<br />
6 Ocak 2009 √<br />
Hâlâ Hrantız,<br />
hâlâ Ermeniyiz…<br />
“Hepimiz Hrantız, Hepimiz<br />
Ermeniyiz” sloganının onbinlerin<br />
ağzından yükselmesinin temeli<br />
ve de nedeni Hrant Dink’in 19<br />
Ocak 2007 tarihinde katledilmesiydi.<br />
Hrant’ın katledilmesinin üzerinden<br />
tam iki sene geçti. Hrant’ın dostları,<br />
arkadaşları <strong>olarak</strong> onu unutmadık,<br />
unutmayacağız. Onun gibi Ermeni<br />
kökenli ve halkların kardeşliği için<br />
yorulmadan çalışan, çaba gösteren<br />
birinin eksikliğini hep duyduk,<br />
duyuyoruz.<br />
Hrant’ın dostları, arkadaşları <strong>olarak</strong><br />
Hrant’a sahip çıkmanın, onun<br />
mücadelesini sürdürmenin en doğru<br />
yolunun halkların kardeşliği için<br />
mücadele olduğunu biliyoruz. Bu<br />
mücadele de, milliyetçiliğe, ırkçılığa,<br />
şovenizme, bunların kaynağı<br />
kapitalist sisteme karşı devrim için<br />
mücadeledir.<br />
Hrant’ı, katledilişinin ikinci yıldönümünde<br />
bu bilinçle anıyor, onu<br />
halkların kardeşliği için, özgürlük<br />
için verdiğimiz mücadelede yaşatacağımızı<br />
bir kez daha ilan ediyoruz.<br />
Hrant’ın katledilişinin üzerinden<br />
geçen iki yıllık süreç, Hrant’ın gerçek<br />
katillerinin, sorumlu ve suçlularının<br />
hâlâ ortaya çıkarılmadığını ve<br />
de –önemli bir değişiklik olmazsa–<br />
çıkarılmayacağını; gerçek katillerin<br />
gizleneceğinin somut işaretlerini<br />
ortaya koydu, koyuyor. Bu konuda<br />
dergimizin 119. sayısında ortaya koyduğumuz<br />
“bilanço”dan özde bir değişiklik<br />
olmadı.<br />
Bu arada raporların sayısı ve mahkeme<br />
duruşmalarının sayısı değişti.<br />
Ama ne devletin yetkili kurumlarının<br />
ne de mahkemeyi yürüten hakim<br />
ve savcıların yaklaşımlarında<br />
özde bir şey değişmedi. Devlet yetkililerince<br />
takınılan tavırların hemen<br />
hepsinin gösterdiği gerçeklik, gerçek<br />
katillerin, sorumlu ve suçluların<br />
gizlendiğidir.<br />
Kuşkusuz ki kimi durumlarda pisliğin<br />
üzeri bütünüyle örtülemiyor.<br />
Böylesi durumlarda da “kurban”lar<br />
kamuoyuna gösteriliyor, ama gerçekte<br />
üzerine gidilmediğinde, “kurban”lar<br />
da kurtarılıyor… “Hrant’ın arkadaşları”<br />
adına yaptığı konuşmada<br />
Zeynep Tanbay şunları söylemişti:<br />
“Geçen bir yılda cinayeti çok önceden<br />
bilen, göz yuman ya da umursamayan,<br />
belki de cinayete yardımcı<br />
olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı,<br />
görevlerini sürdürdüler. Yargı<br />
önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla<br />
korundu.” (BirGün, 8 Temmuz<br />
2008)<br />
Tanbay mahkemenin bir yıllık sürecini<br />
böyle açıklarken gerçeklere değiniyordu.<br />
Hrant’ın katledilmesinden<br />
iki sene sonraki durumu da Avukat<br />
Engin Cinmen şöyle açıklıyor:<br />
“Şüpheliler açıkça korunup kollanıyorlar.<br />
Bunda bir kasıt vardır ve<br />
sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır.…”<br />
(Hürriyet, 20 Ocak 2009, aktaran<br />
Melih Aşık)<br />
Bu iki kısa alıntıda dile getirilenler<br />
sayısız yazı ve raporda detaylarıyla<br />
ortaya konan durumun çok kısa ifadelendirilmesidir.<br />
İşin özü de, şu ya<br />
da bu ismin dile getirilip getirilmemesi,<br />
ya da kimin kimle ne ilişkisi<br />
olduğu vb.’den çok, devlet yetkililerinin<br />
soruna nasıl yaklaştığının ortaya<br />
konmasıdır. Devlet Hrant'ın ölümünden<br />
sorumludur. Soruşturmayı<br />
engelleme ve örtme çabalarının sonu<br />
gelmiyor ve bu engelleme ve üzerini<br />
örtme çabalarının esas kaynağı da<br />
devlet yetkilileri ve kurumlarıdır.<br />
Bu engelleme çabalarını burjuva<br />
medyanın kalemşorları bile ortaya<br />
koyma durumundadır. Örneğin<br />
Hürriyet yazarı Melih Aşık şunları<br />
söylüyor:<br />
“…Müfettişler, yapılan bu görüşmeler<br />
ve kişilerin iletişim bilgilerine<br />
ulaşmak için talepte bulunuyor.<br />
Ancak Adalet Bakanlığı iletişim bilgilerine<br />
ulaşılmasına izin vermiyor…<br />
Adalet Bakanlığı soruşturmanın<br />
önünü neden kesiyor<br />
Bu davanın en ilginç yanı, iktidarın<br />
soruşturmayı engelleme ve<br />
örtme çabalarıdır. Birileri de cinayeti<br />
Ergenekon’a havale ederek hem hükümeti<br />
hem gerçek failleri kurtarma<br />
çabasında görünüyor. Karıştıran<br />
karıştırana…” (Hürriyet, 20 Ocak<br />
2009)<br />
Melih Aşık’ın dayandığı kaynak ise<br />
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant<br />
Dink’in katledilmesiyle ilgili hazırladığı<br />
rapordur. Kamuoyunun da<br />
baskısı sonucunda Teftiş Kurulu’nun<br />
hazırladığı rapor Başbakan Erdoğan<br />
tarafından onaylandı ve böylece<br />
“ilk kez” kimi sorumlular –örneğin<br />
Ramazan Akyürek, Ali Fuat<br />
Yılmazer, Celalettin Cerrah veya Ali<br />
Öz– hakkında soruşturmanın yolu<br />
açılmış oldu.<br />
Kuşkusuz ki, böylesi bir soruşturma<br />
yapılsa bile, bunların gerçekten<br />
suçlu ilan edilip cezalandırılması<br />
sözkonusu olmayacaktır. Olursa<br />
eğer, cezalandıranlarla ceza yiyenler<br />
arasında egemenlerin çıkar dalaşı<br />
vardır. Türk şovenizmi ağusuyla<br />
yoğrulanların Hrant için birbirlerini<br />
cezalandırmasını beklemek abestir.<br />
Bunun en açık belgesi şimdiye kadar<br />
yapılan duruşmalarda hakim ve<br />
yargıçların katil zanlılarıyla diyaloglarıdır.<br />
Ermenilere karşı düşmanlığı<br />
körükleme ve Türk ırkçılığını sergileme<br />
tavırlarıdır. Egemenlerin kendi<br />
aralarındaki çıkar dalaşı ve kamuoyunun<br />
yatıştırılması vb. meseleleri<br />
üstüste binip anda egemen kesimi<br />
bu konuda göstermelik de olsa kimi<br />
adımlar atmaya zorlarsa, o zaman<br />
kimi “kurbanlar kesilecektir”…<br />
Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili<br />
dava ve “yeni” soruşturma genelde<br />
ilerleme göstermese de, Başbakanlık<br />
Teftiş Kurulu’nun bu konudaki raporunun<br />
kimi yanları medyaya yansıyınca<br />
tartışma da yeniden alevlendi.<br />
Bu tartışmalarda Yasin Hayal’in<br />
McDonalds bombalaması ile ilgili<br />
yeni bir telefon numarasının saptandığı<br />
ve sözkonusu iletişim bilgilerine<br />
ulaşmak için Adalet Bakanlığı’nın<br />
izin vermesi gerektiği, ama bu izni<br />
vermediği sorunu öne çıkan konular-<br />
7
8<br />
halkların kardeşliği için<br />
dan biri oldu. Diğer tartışılan önemli<br />
noktalardan biri de, esasında devlet<br />
yetkililerinin Hrant’ın katledilmesi<br />
planlarından haberdar olduğu, ama<br />
önlem almadığıyla ilgilidir. Bu konuda<br />
da esas mesele “ihmal” <strong>olarak</strong><br />
gösterilmeye çalışılıyor. Yani gerçek<br />
katillerin kim olduğu gizleniyor.<br />
“İhmal” tanımıyla “planlı bir cinayetin”<br />
işlendiği gerçeğinin üzeri örtülmeye<br />
çalışılıyor.<br />
Adalet Bakanlığı ise kendisine yönelen<br />
“izin vermedi” yönlü eleştiriyi<br />
geri çevirerek şu açıklamayı yaptı:<br />
“Ceza Muhakemesi Kanunu’nun<br />
135. maddesi gereğince iletişim bilgilerinin<br />
tespiti, dinlenmesi ve kayda<br />
alınmasına izin verme yetkisi bağımsız<br />
yargı organlarına aittir. Adalet<br />
Bakanlığı’nın bu konuda herhangi<br />
bir görev ve yetkisi bulunmadığı gibi<br />
yargı organlarına bu yönde bir talimat<br />
vermesi de söz konusu olamaz.”<br />
(Hürriyet 14 Kasım 2008)<br />
Evet Adalet Bakanlığı kendisinin<br />
bu konuda yetkili olmadığını söyleyerek<br />
sorunu “bağımsız yargı” organlarının<br />
üzerine atmıştır. Adalet<br />
Bakanlığı’nın bu tavrını yasalara uygun<br />
bir tavır <strong>olarak</strong> kabul etsek bile,<br />
sözkonusu “bağımsız yargı” organlarının<br />
cinayetin üzerini örtme çabaları<br />
ortadan kalkmıyor.<br />
Bundan da önce, hem polis hem<br />
jandarma yetkilileri gerçek suçluları<br />
ortaya koyacak delilleri yok etmiştir,<br />
eğer yeni deliller sözkonusu olursa<br />
onların da kaderi aynı olacaktır.<br />
Örneğ in Başba kanlık Tef tiş<br />
Kurulu raporunda Erhan Tuncel’in<br />
sözkonusu edilen telefon görüşmesi<br />
İstanbul Terörle Mücadele Şubesi<br />
kayıtlarına göre 1 dakika 14 saniye<br />
sürmüştür. Fakat müfettişlerin açıklamasına<br />
göre, mahkeme dosyasındaki<br />
ses kaydının uzunluğu ise 19<br />
saniyedir. Konuşmanın 55 saniyesi<br />
kesilmiştir.<br />
Vatan gazetesinden Okay Gönensin<br />
“İnsan olmanın şartı” başlıklı yazısında<br />
diğer şeylerin yanısıra şunları<br />
da yazmaktadır:<br />
“Bu kişiler Hrant Dink cinayetini<br />
hazırlarken, kamu görevlisi olan<br />
üniformalı ve sivil şahıslar durumla<br />
ilgili bilgi sahibidirler, ama gereğini<br />
yapmamışlardır. Bir insanın öldürüleceğini<br />
bilmek, asıl görevi olduğu<br />
halde cinayeti önlememek bir kamu<br />
görevlisinin işleyebileceği en ağır<br />
suçlardan birisidir, aynı zamanda da<br />
insanlığın en yüz karası hallerinden<br />
birisidir.<br />
Öte yandan, bu kamu görevlilerinin<br />
uzun süredir ‘korunması’ da ‘suça<br />
iştirak’ten başka bir şey değildir.…”<br />
(aktaran Hürriyet, 20 Ocak 2009)<br />
Evet, bu konuyla ilgili tüm devlet<br />
yetkilileri “suça iştirak” halindedir.<br />
Aslında bu davada, bu davayla ilişkisi<br />
olan tüm polislerin, askerlerin –tabii<br />
ki en başta da yüksek kattakilerin,<br />
yetkililerin– cinayetle yargılanması<br />
gerekiyor. Hepsi de cinayete ortaktır.<br />
Her biri makinenin bir çarkı, çarkının<br />
dişlisidir.<br />
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp<br />
hesabı sorulana kadar “Hepimiz Hrantız,<br />
hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun<br />
davranarak halkların kardeşliğinin<br />
bayrağını yükseklerde tutup halklar<br />
arasındaki düşmanlıkların son bulması için<br />
mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim<br />
mücadelemizde yaşatacağız.<br />
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporu<br />
kimi rezaletleri gözler önüne<br />
serse de, gerçekte, cinayetin gerçek<br />
suçlularını ortaya çıkarabilecek<br />
önemli hiç bir noktayı içermiyor.<br />
Örneğin Yasin Hayal’in ya da Erhan<br />
Tuncel’in telefon görüşmeleri sözkonusu<br />
Teftiş Kurulu tarafından<br />
dinlense ve kimlerle ve neler konuşulduğu<br />
ortaya konsa, davada özde<br />
bir değişiklik mi olacak Aslında sorunun<br />
telefon görüşmesi yanını bu<br />
kadar öne çıkarmak bile, manipülasyonun<br />
bir göstergesidir. Sanki devlet<br />
yetkilileri ve sorumluları olaydan<br />
haberdar değilmiş de, Yasin Hayal<br />
ve Erhan Tuncel gibileri devlet yetkililerinden<br />
bağımsız, onların haberi<br />
olmadan kimi planlar çevirmişler…<br />
Yani sonuçta yine suçlu ve sorumlu<br />
devlet kademelerinin, yetkili ve sorumlularının<br />
dışında aranmakta,<br />
öyle gösterilmektedir.<br />
Hrant Dink’in katledilmesinin<br />
birinci yıldönümünde onu anarken<br />
söylediğimiz gibi: “Hrant Dink cinayeti<br />
bağlamında da gerçek sorumlular<br />
‘derin’lerde, ‘çukur’larda aranmasın.<br />
Sorumlu ve suçlular devletin<br />
içindedir.” (sayı 119, sayfa 8)<br />
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp<br />
hesabı sorulana kadar “Hepimiz<br />
Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına<br />
uygun davranarak halkların<br />
kardeşliğinin bayrağını yükseklerde<br />
tutup halklar arasındaki düşmanlıkların<br />
son bulması için mücadeleyi<br />
sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim mücadelemizde<br />
yaşatacağız.<br />
21 Ocak 2009 √<br />
Katledilişinin 2. yılında<br />
Hrant’ın katledilmesinin üzerinden<br />
iki yıl geçti. Bu iki yıl<br />
içerisinde ortaya saçılan pislikler,<br />
Hrant’ı gerçekte kimin katlettiğini<br />
gösteriyor. Hrant’ı kimin katlettiğini,<br />
Agos Gazetesi önünde yapılan<br />
anmada sıkça atılan “Katil devlet<br />
hesap verecek!” sloganı gösteriyor.<br />
Sorumlu ve suçlu bellidir. Ve onlar<br />
bir gün mutlaka hesap verecekler.<br />
19 Ocak’ta Hrant’ın ailesi, arkadaşları,<br />
dostları, yoldaşları, sevenleri<br />
Agos Gazetesi önündeydi. Binlerce<br />
kişi bir kez daha Hrant’ın katledilmesini<br />
kınadı. Hrant’ın katledilmesine<br />
karşı öfkelerini dile getirdi.<br />
Hrant için adalet istedi.<br />
Saat 14:30’da başlayan anma,<br />
15:30’da bitti. Binlerce kişi; “Hepimiz<br />
Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!, Türk,<br />
Hrant Dink katledilmesinin<br />
ikinci yılında, İzmir’de yüzlerce<br />
kişinin katıldığı müzikli<br />
protesto ile anıldı.<br />
Konak Eski Sümerbank önünde,<br />
Birlikte Başaracağız Platformu bileşenlerinin<br />
biraraya geldiği anma<br />
etkinliğinde, Hrant Dink’in fotoğrafının<br />
önüne kırmızı karanfiller<br />
bırakıldı, mumlar yakıldı. Anmada,<br />
“Faşizme inat kardeşimsin Hrant!,<br />
Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların<br />
kardeşliği!, Hepimiz Hrant'ız, hepimiz<br />
Ermeniyiz!” sloganları sıklıkla<br />
atıldı.<br />
Platform adına bir konuşma yapan<br />
Hrant anıldı<br />
Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!,<br />
Faşizme karşı omuz omuza!,<br />
Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!,<br />
Hrant için, adalet için!, Bıji bıratiya<br />
gelan!” vb. sloganlarını attı.<br />
Hrant katledildiği saatte, saat<br />
15:00’de saygı duruşunda bulunuldu.<br />
Hrant sesi ile oradaydı.<br />
Hrant’ın arkadaşları adına, oyuncu<br />
Halil Ergün bir konuşma yaptı. Halil<br />
Ergün yaptığı konuşmada, Hrantın<br />
katledilmesi sırasında ve sonrasında<br />
yaşadıklarını, duygularını aktardı.<br />
Halil Ergün sözlerini; “Hrant’tan ve<br />
bu topraklarda yaşayan Ermenilerden<br />
özür diliyorum, özür diliyorum, özür<br />
diliyorum ve herkesi özür dilemeye<br />
çağırıyorum” diyerek bitirdi.<br />
25 Ocak 2009<br />
Bir YDİ Çağrı okuru √<br />
Hrant İzmir’de anıldı<br />
Çoşkun Üsterci, sosyal, siyasal ve<br />
ekonomik nedenlerle milliyetçiliğin<br />
ve ırkçılığın tırmandırıldığına dikkat<br />
çekerek, “Yahudiler ve Ermeniler<br />
giremez” yazıları ile Maraş katliamı<br />
sorumlularından Ökkeş Şendiller’in<br />
TRT’de Dink’e yönelik asılsız suçlamalarının<br />
bunun örneklerini oluşturduğunu<br />
açıkladı. Üsterci, “Hrant’ın<br />
katlinin tarihin derinliklerine gömülen<br />
“faili meçhullerden” biri olmasına<br />
izin vermeyeceğiz. Aydınlık bir<br />
geleceği kurmak için bundan başka<br />
bir seçeneğimiz yok” dedi.<br />
22 Ocak 2009<br />
İzmir’den YDİ Çağrı okuru √
halkların kardeşliği için<br />
İsrail saldırısı<br />
“Hrant için adalet için”<br />
protesto edildi<br />
Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye<br />
yönelik saldırı ve katliamları<br />
devam ederken dünyanın çeşitli<br />
yerlerinde bu saldırıya karşı tepkiler<br />
de gün geçtikçe artıyor. İstanbul’da<br />
yapılan merkezi protesto eylemlerinin<br />
yanısıra İstanbul’un çeşitli semtlerinde<br />
oluşturulan yerel platformlar<br />
da bu katliamlara dur demek için eylemlilikler<br />
örgütlüyorlar.<br />
Bu protesto eylemlerinden birtanesi,<br />
içerisinde Güney Kültür<br />
Merkezi’nin (GKM) yanısıra ÖDP,<br />
DTP, EMEP, TKP, ESP, BDSP,<br />
DHF, HKM, Sınıf mücadelesi ve<br />
Proletaryanın Kurtuluşu’nun yer aldığı<br />
Esenyurt Platformunun 10 Ocak<br />
Cumartesi günü düzenlediği basın<br />
açıklaması idi. Yaklaşık 200 kişinin<br />
katıldığı eylem Esenyurt Cumhuriyet<br />
Meydanında yapıldı. Eyleme katılmak<br />
için gelen insanlar jandarmanın<br />
keyfi bir uygulamasıyla karşılaştı.<br />
Meydanı çembere alan jandarma<br />
alana girenleri tek tek arayarak içeri<br />
alıyordu. Bu durum eyleme gelen<br />
insanların yoğun tepkisine neden<br />
olurken kimi insanlar da bu uygulamadan<br />
dolayı alana girmeye çekindiler.<br />
Saat 15’de biraraya gelen kitle<br />
sloganlarla Siyonist İsrail devletinin<br />
Gazze halkına açtığı savaşı protesto<br />
eden sloganlar attılar. Atılan sloganlarla<br />
İsrail devleti lanetlenerek saldırının<br />
derhal durdurulması talep<br />
edildi. İsrail devletine karşı kazananın<br />
direnen Filistin halkı olacağı,<br />
emperyalizme karşı mücadelenin<br />
öne çıkarıldığı ve Kürtçe ve Türkçe<br />
<strong>olarak</strong> halkların kardeşliğine vurgu<br />
yapıldığı sloganlar atıldı. Eyleme<br />
katılan bir kişinin tekbir getirmesi<br />
ise kitle tarafından rağbet görmedi<br />
ve kişi uyarıldı. Atılan sloganların<br />
ardından platform adına hazırlanan<br />
basın metninin okunmasına geçildi.<br />
Açıklamada; Siyonist İsrail’in<br />
Gazze’de yaptığı katliamın bir an<br />
önce durması talep edildi. Bu saldırının<br />
yeni olmadığı, yıllardır başta<br />
ABD olmak üzere emperyalistlerin<br />
desteğini alan İsrail devletinin<br />
Filistin halkına karşı kanlı bir savaş<br />
yürürttüğü dile getirildi. Saldırı<br />
sonrası Tayip Erdoğan’ın barış yönlü<br />
açıklamlarına değinilerek bunun samimi<br />
olmadığı, İsrail devleti ile yapılan<br />
her türlü askeri ve diplomatik anlaşmaların<br />
iptal edilmesi talep edildi.<br />
Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik<br />
saldırısında Türk devletinin işbirlikçi<br />
konumda olduğu vurgulandı.<br />
Ortadoğu’da yürütülen savaşta ABD<br />
ve diğer emperyalist güçlerin etkisinden<br />
sözedilerek emperyalistlerin derhal<br />
Ortadoğu’dan çekilmesi istendi.<br />
A ç ı k l a m a n ı n s o n u n d a<br />
Esenyurt’taki işçi ve emekçilerin yüreği,<br />
duygu ve düşüncelerinin Filistin<br />
halkının, Gazze halkının yanında olduğu<br />
belirtilerek saldırı bir kez daha<br />
kınandı. Halkların barış ve kardeşlik<br />
içerisinde yaşayacağı günlere dek<br />
mücadelenin devam edeceği dile<br />
getirildikten sonra açıklama sona<br />
erdirildi. Açıklamanın ardından 10<br />
dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirildi.<br />
Eylem alkış ve sloganlarla<br />
sona ererken jandarmanın basın<br />
açıklamasına yönelik keyfi tutumu<br />
da protesto edildi.<br />
11 Ocak 2009 √<br />
“Bebekten katil yaratan zihniyet<br />
sorgulansın!”<br />
Agos gazetesi genel yayın yönetmeni<br />
sevgili Hrant Dink’in katledilişinin<br />
2. Yıl dönümü Mersin de de<br />
lanetlendi. KESK’e bağlı sendikalar,<br />
İHD, Halkevleri Mersin, Genel-İş,<br />
Petrol-İş, Kristal-İş, Liman-İş, ÖDP,<br />
SDP, DTP, EMEP, ESP, 78’liler,<br />
68’liler İHD önünde akşam saat 17.30<br />
da bir araya geldi. Yaklaşık 3oo kişinin<br />
bir araya geldiği kitle Ermenice,<br />
Kürtçe ve Türkçe yazılan “HRAN<br />
İÇİN ADALET İÇİN” pankartının<br />
arkasında “Hepimiz Hrant’ız hepimiz<br />
Ermeniyiz” “Hrant’ın Katili<br />
Faşıst Devlettir” Faşizme karşı omuz<br />
omuza….” gibi sloganlarla taş binaya<br />
doğru yürüyüşe geçti. Polis tertip<br />
komitesine “eylemin yasal olmadığını<br />
dava açacakları” ve “fakat eyleme<br />
müdahale de etmeyeceklerini”<br />
bildirmiş. Bu arada 20 kişilik devrimci<br />
örgütlerden oluşan bir grup<br />
ta İHD önünde bir araya gelerek,<br />
HRANT’IN KATİLİ DEVLETTİR<br />
HESAP SORACAĞIZ” pankartı altında<br />
bağımsız <strong>olarak</strong> önceden taş<br />
binaya kadar yürüdü.<br />
Taş bina önüne gelindiğinde SDP ve<br />
TKP ayrı kortejlerle sloganlar atarak<br />
miting alanına geldiler. Yoğun bir biçimde<br />
atılan sloganların ardında tertip<br />
komitesi adına Hülya Yaman basına<br />
ve kamuoyuna açıklamayı yaptı.<br />
Açıklamaya, Rakel Dink’in Hrant’ın<br />
cenaze merasiminde, “Bebekten katil<br />
yaratan zihniyet sorgulansın!” sözü<br />
ile başladı. Açıklamada “Herkes çok<br />
iyi bilmelidir ki, özgürlüklerin, barış<br />
ve kardeşliğin savunucusu olan<br />
Hrant’lar susmayacaktır. Hiçbir karanlık<br />
güç bizleri bu mücadeleden<br />
engellemeyecektir. Sevgili Hrant’ın<br />
hayallerini gerçekleştirmeye, ideallerinie<br />
sahip çıkmaya, ülkemizde her<br />
türlü kimlik ve kültürlerin birlikte<br />
yaşamaya birlikte yürümeye devam<br />
edeceğiz” denildi.<br />
Eylemde aynı zamanda Siyonist<br />
İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde<br />
katliamı bir kez daha protesto<br />
edildi. Bugüne kadar Taş bina<br />
önünde yapılan nöbet eylemine de<br />
şimdilik son verildiği açıklandı.<br />
Basın açıklamasının ardından<br />
Hrant’ın çok sevdiği sarı gelin türküsü<br />
söylendi. Türküye kitlede eşlik<br />
etti. Bu basın açıklamasının arkasında<br />
diğer grupta kendi basın açıklamasını<br />
yaptı. Kitlenin bir kısmı<br />
bu açıklama yapılana kadar bekledi.<br />
Eylem herhangi bir olay olmadan<br />
sona erdi.<br />
Hra nt ’ı n k at i li Faşist Türk<br />
Devletidir bir gün mutlaka hesap<br />
sorulacaktır.<br />
İki genç kaçırıldı!<br />
İsta nbu l ’u n Sa r ıga zi semt i<br />
Demokrasi Caddesinde iki gün<br />
peş peşe biri 18 diğeri 20 yaşında<br />
iki genç güpegündüz yüzleri kar<br />
maskeli ve uzun namlulu otomatik<br />
silahlı kişiler tarafından kaçırılıp işkence<br />
yapılarak öldürülmekle tehdit<br />
edildiler.<br />
Bununla ilgili Demokratik Haklar<br />
Federasyonu’na bağlı Anadolu Haklar<br />
Derneği 9 Ocak 2009 günü İstanbul<br />
İHD’de bir basın toplantısı yaparak<br />
22.01.2009<br />
Ydi Çağrı Mersin √<br />
bu kontgerilla saldırısı hakkkında<br />
kamuoyunu bilgilendirdi.<br />
Açıklamada ekonomik krizin işçiler<br />
ve emekçiler üzerindeki yakıcı etkisinin<br />
arttığı demokrasi ve hak alma<br />
mücadelesinin yoğunlaşarak geliştiği<br />
bir süreçte üyelerine yönelik yapılan<br />
bu yıldırma amaçlı saldırının mevcut<br />
düzenin faşistliğinin hangi boyutlara<br />
ulaştığının göstergesi olduğu<br />
belirtilerek saldırının nasıl geliştiği<br />
anlatıldı.<br />
9
10<br />
gündem<br />
İlk saldırının üyeleri Hüseyin<br />
Arslan’a 7 Ocak 2009 çarşamba günü<br />
saat 11.00’de Sarıgazi Demokrasi<br />
Caddesinde yürüdüğü sırada yapıldığını,<br />
H. Arslan’ın genç bir kadın<br />
tarafından adres sormak bahanesiyle<br />
ara sokağa çağrıldığı ve bu sırada o<br />
sokakta konumlanmış kar maskeli<br />
(Dört kişi oldukları sanılıyor) kişiler<br />
tarafından uzun namlulu silahlar<br />
doğrultularak zorla siyah Şahin<br />
marka bir otoya sokularak gözleri<br />
bağlanıp ormanlık alana götürüldüğü<br />
belrtildi. Orada elbiseleri çıkarılarak<br />
dövülmüş yere yatırılarak<br />
çeşitli işkenceler yapılmış “sizi biliyoruz,<br />
ensenizdeyiz, bir dahaki sefere<br />
böyle kurtulamazsın” denilerek<br />
öldürülmekle tehdit edilmiş ve daha<br />
sonra Sarıgazi’de bir okulun önüne<br />
atılmış.<br />
Bu saldırının ertesi 8 Ocak 2009<br />
Perşembe günü yine derneklerine<br />
üye İnan Coşar’ın gündüz evinden<br />
çıkıp Demokrasi Caddesinde yürürken<br />
arkasından yaklaşan kar maskeli<br />
silahlı kişiler tarafından zorla<br />
Hyundai marka bir araca b<strong>indir</strong>ilip<br />
gözleri bağlanarak kaçırıldığı, aracın<br />
içinde kaba dayak, darp, küfür ve<br />
işkencelere maruz kaldığı belirtildi.<br />
Vücudunun çeşitli yerlerini bıçak<br />
darbeleriyle yaralayan işkenceciler<br />
ölümle tehdit etmiş, psikolojik saldırılarda<br />
bulunmuş, başka bir dernek<br />
üyesinin ismi telefuz edilerek<br />
“sıra onda, onun da hesabını göreceğiz”<br />
denmiştir. İ. Coşar daha sonra<br />
Taşdelen köprüsü civarında otoyol<br />
kenarına atılmış ve görenler tarafından<br />
hastaneye kaldırılmış.<br />
Üyelerine yapılan bu saldırıların<br />
amacının kendileri sahsında demokrasi<br />
mücadelesi için bilinçlenip örgütlenen<br />
tüm devrimci ve ilericilere<br />
yapılmış bir saldırı <strong>olarak</strong> değerlendiren<br />
dernek “saldırıların sorumlusunun<br />
devlet ve onun güvenlik<br />
güçleridir” denilerek üyeleri adına<br />
Sarıgazi’deki kolluk kuvvetleri hakkında<br />
suç duyurusunda bulunduklarını<br />
belirttiler.<br />
Anadolu Haklar Derneği’nin üyeleri<br />
20 yaşında, elektrik- elektronik<br />
teknisyeni Hüseyin Arslan ve<br />
Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi<br />
18 yaşındaki İnan Coşar’a yapılan<br />
bu saldırılar onların sahsında tüm<br />
devrimcilere ilerici ve demokratlara<br />
ezilen ve sömürülen tüm işçi ve<br />
emekçilere yapılan bir faşist saldırıdır.<br />
YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong> bu<br />
saldırıyı nefretle kınıyor, tüm devrimci<br />
demokrat, ilerici kişi ve kurumları<br />
tüm işçi ve emekçileri bu tür<br />
faşist saldırılara karşı duyarlı davranmaya<br />
çağırıyoruz.<br />
Hiç kimse, devrimci bir temelde<br />
örgütlenip devrimi hedefleyen bir<br />
hak mücadelesi yürütmeksizin<br />
emperyalistlerin işbirlikçisi bir avuç<br />
sömürücünün bu faşist düzeninde<br />
hak ve özgürlük sahibi olamayacağını<br />
bilmelidir.<br />
Ocak 2009 √<br />
Kürt anneler anadilde<br />
Barış Anneleri İnsiyatifi, anadilde<br />
eğitim talebi ile ilgili18<br />
Ocak 2009 Pazar günü<br />
saat 14.00’de Esenyurt’ta bulunan<br />
İstanbul DTP Büyükçekmece ilçe<br />
örgütü binasının önünde 150 kişinin<br />
katılımıyla bir basın açıklaması<br />
yaptı.<br />
Genellikle Esenyurt’ta yapılan basın<br />
açıklamaları Esenyurt Köyiçi’nde<br />
bulunan Cumhuriyet Meydanında<br />
yapı lır. Fa kat Barış Anneleri<br />
İnsiyatifi’nden anneler basın açıklamasını<br />
burada yapamadılar. Çünkü<br />
alan, jandarma tarafından demir<br />
bariyerlerle ablukaya alınmış bütün<br />
yollar tutulmuş adeta Esenyurt’ta sıkıyönetim<br />
ilan edilmişti.<br />
Yediden yetmişe kadın erkek her<br />
yaştan insanların katıldığı bu açıklamayı<br />
anneler Kürtçe yaptı.<br />
Açı k la mada, binlerce y ı ld ır<br />
Mezopotamya toprakları üzerinde<br />
yaşayan bir halkın anneleri <strong>olarak</strong><br />
çocuklarını kürtçe ninnilerle uyutup<br />
kürtçe dili ile eğitip büyüttüklerini,<br />
fakat 80 yıldan fazladır yaşadıkları<br />
topraklarında dilleri kendilerine yasaklanmış,<br />
yaşam kendilerine daraltılmış<br />
yerleri yurtlarının Kürtçe<br />
isimleri değiştirilerek zalimce bir<br />
eğitim hakkı istedi<br />
asimileye tabi tutulmuş olduklarını<br />
belirttiler.<br />
Anadillerini istediklerinde cezalandırıldıklarını<br />
belirten anneler 20.<br />
Yüzyılda anadil yasağının büyük bir<br />
insanlık ayıbı olduğunu, insanlığa<br />
zarardan başka bir fayda sağlamadığını,<br />
dilleri yasaklanan insanların<br />
topluma kolay uyum sağlayamadığını<br />
söylediler.<br />
Devletin TRT 6 ile Kürtçe yayına<br />
başlamasını samimi bir adım <strong>olarak</strong><br />
görmediklerini, aynı gökyüzü altında<br />
yaşadığımızı iddia edenler tarafından<br />
hep hakları istendiğinde o gökyüzünden<br />
kendi üzerlerine bomba<br />
yağdığını belirten anneler çocuklarına<br />
Kürtçe isim veremediklerini, cezaevinde<br />
kalan çocuklarıyla Kürtçe<br />
konuşamadıklarını, konuştuklarında<br />
görüşmelerini kestiklerini belirttiler.<br />
Tüm bu zalimliklerin olmamasını<br />
istediklerinde de en yetkili ağızlardan<br />
“Ya sev, ya terk et!” lafları işittiklerini<br />
kendi ülkelerinde Kürtler<br />
<strong>olarak</strong> ulusal haklara sahip olma anlamında<br />
hiçbir zaman Türkler kadar<br />
özgür olmadıklarını belirttiler.<br />
Anneler açıklamanın sonlarında<br />
devletin Kürt dili üzerindeki bütün<br />
engelleri kaldırmasını, Kürtçenin<br />
Anadilde Eğitim<br />
Çapa Fıp Fakültesinin kampüsünde,<br />
Yurtsever Demokratik<br />
G enç l i k Me cl i si, Ç apa<br />
Komitesi ve Lise Komitesi’nin ortaklaşa<br />
yaptığı, ana dilde eğitim hakkı ile<br />
ilgili basın açıklamasına biz Biz Yeni<br />
Dünya Gençliği <strong>olarak</strong> ta katıldık.<br />
Dövizler açılarak ve sloganlar atılarak<br />
eyleme başlandı. Atılan sloganlardan<br />
birkaçı şunlardı; ‘Kürdistan faşizme<br />
mezar olacak, anadilde eğitim istiyoruz”<br />
ve Kürtçe sloganlar atıldı.<br />
hakkı eylemi<br />
Taşınan dövizlerde TRT 6’i protesto<br />
eden ‘TRT ‘li asimileye hayır’ ya da<br />
‘bilinmeyen dilin, bilinmeyen kanalı<br />
TRT 6’ gibi dövizler taşındı.<br />
Orada bulunan bütün gençler büyük<br />
bir halka oluşturarak bir süre<br />
halay çektiler. Daha sonra kampüsün<br />
girişine doğru yürüyüşe geçildi.<br />
Yürüyüş sonunda basın açıklaması<br />
okundu. Basın açıklamasında belirli<br />
talepler dile getirildi. Bunlardan bazıları<br />
şunlardı; Kürt dili sorununun<br />
resmi dil <strong>olarak</strong> kabul edilmesini,<br />
kreşlerden üniversitelere kadar tüm<br />
eğitim kurumlarında Kürt dilinin<br />
de eğitim dili olmasını ve adları değiştirilen<br />
köy kasaba vb. yerlerin eski<br />
Kürtçe isimlerinin geri verilmesini<br />
istediler.<br />
Kürtçe <strong>olarak</strong> “dilimiz onurumuzdur,<br />
onurumuza sahip çıkalım!” solganıyla<br />
biten açıklama boyunca bu<br />
slogan sık sık atıldı.<br />
Annelerin Kürt dili üzerindeki yasağın<br />
kalkması talebi kürt ulusunun<br />
en önemli haklı demokratik taleplerinden<br />
birisidir. Bu uğurda verilen<br />
mücadele bizim de mücadelemizdir.<br />
Öyle gördüğümüz iç<strong>indir</strong> ki bu tür eylemlere<br />
gücümüz oranında katılıyor,<br />
destekliyoruz. Fakat doğru görmediğimiz<br />
başta Barış Anneleri İnsiyatifi<br />
olmak üzere diğer bir dizi siyasi parti,<br />
grup ve çevrenin dil yasağının bu düzen<br />
çerçevesinde çözülecek bir sorun<br />
ve Türk egemenlerinin bu konuda<br />
atacağı en ufak adımın barışa önemli<br />
katkı sunacağını iddia etmeleridir.<br />
Bu düşünce doğru bir düşünce değildir.<br />
Çünkü egemenlerin ezilen<br />
ulus ve ulusal azınlıkları asimile etmede<br />
en etkili araçı onların dillerini<br />
yasaklamadır. Onun için diyoruzki<br />
tüm ezilen ulus ve ulusal azınlıkların<br />
dil özgürlüğü, onların ulusal <strong>olarak</strong><br />
yazgılarını kendi ellerine almasından<br />
geçer. Bu özgürlük de ancak ve ancak<br />
işçi sınıfı önderliğinde bir devrimle<br />
sosyalizmle kazanılır. Sermaye düzeninde<br />
hiçbir özgürlük kırıntısı ve<br />
göreceli barış ortamı gerçek özgürlük<br />
ve barış olmamıştır, olamaz.<br />
Bu açıklamada başka önemli bir eksiklik<br />
de kürt dili üzerindeki yasaktan<br />
başka diğer milliyetlerin dilleri<br />
(Örneğin; Arap, Laz, Çerkez Ermeni,<br />
Rum, …. vd. milliyetlerin anadillerinde<br />
eğitim yoktur.) üzerindeki yasaktan<br />
tek laf edilmemesi idi.<br />
Ocak 2009 √<br />
çözümü için Kürt sorununun demokratik<br />
yollarla çözülmesi, bunun<br />
için Türkiye devletinin Kürtlerin<br />
‘Demokratik Özerklik’ talebini kabul<br />
etmesi gerektiği, Kürtçenin, Kürtlerin<br />
yoğun olduğu bölgelerde resmi dil<br />
<strong>olarak</strong> kabul edilmesi, Kürt dilinin<br />
tüm eğitim ve öğretim alanlarında<br />
eğitim dili <strong>olarak</strong> kabul edilmesi,<br />
devlet tarafından geliştirilen asimilasyon<br />
politikalarından dolayı Kürt<br />
halkından özür dilenmesi ve pozitif<br />
ayrımcılık uygulanması gerektiği<br />
vurgulandı. Basın açıklamasından<br />
sonra eylem sona erdirildi. Katılım<br />
çok iyiydi, Eylem coşkulu geçti.<br />
Genç bir YDİ/Çağrı okuru<br />
Ocak 2009 √
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Asil Çelik işçisinin<br />
onurlu grevi başladı<br />
Bursa Orhangazi’de bulunan<br />
Birleşik Metal İş Sendikası<br />
(BMİS)’nın örgütlü olduğu 494<br />
sendikalı, toplam 1000 kadar çalışanı<br />
bulunan Asil Çelik işyerinde işverenin<br />
sıfır zam teklifine karşılık işçiler<br />
grev kararı alarak 30 Ocak 2009’da<br />
greve çıktılar. İşverenin<br />
17 Kasım 2008’de krizi bahane<br />
ederek işçileri ücretsiz izine çıkaran<br />
ve 12 Ocak 2009’da tekrar üretime<br />
başlaması karşısında devam eden<br />
Toplu İş Sözleşmesi(TİS) görüşmelerinin<br />
tıkanması sonucunda 21 Ocak<br />
2009’da alınan grev kararı 30 Ocak<br />
2009 günü uygulamaya konuldu.<br />
BMİS basın açıklamasında, “Bugün<br />
yaşanan krizi gerekçe göstererek, işçileri<br />
açlığa ve sefalete sürüklemek<br />
isteyen sermaye çevrelerine şimdide<br />
Asil Çelik işvereni eklenmiştir” dedi.<br />
Fabrikanın kapısında grevi halaylarla<br />
karşılayan işçiler önünde ilk <strong>olarak</strong><br />
söz alan BMİS Bursa Şube Sekreteri<br />
Erol Bektaş “İş yerinde ölen arkadaşlarımız<br />
için, şehitlerimiz için,<br />
Filistin’de ölenler için 1 dakikalık<br />
saygı duruşu ve istiklal marşımızın<br />
ardından başkanımız konuşacak” diyerek<br />
bazen kötünün iyisi(reformist)<br />
sendikalar içinde de tabanın aynası<br />
olan şoven yöneticiler olabileceğini<br />
gösterdi. Daha sonra konuşan BMİS<br />
Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,<br />
“daha düne kadar işçilerin sırtından<br />
işçilerin çok yoğun çalışmasıyla yüksek<br />
oranlarda verimlilik ve büyük<br />
kar elde eden işveren, bugün kriz<br />
gerekçesiyle işçilerin en temel taleplerini<br />
görmezden geliyor. İşçilerin<br />
bu yoğun çalışmaları sayesinde her<br />
geçen gün büyüyen Asil Çelik işvereni<br />
şimdi krizin faturasını işçilere,<br />
çalışanlara kesmeye çalışıyor.” dedi.<br />
Özelleştiğinden bugüne kadar işyerinin<br />
ne kadar büyüdüğünü, işçi ücretlerinin<br />
ne kadar gerilediğini verilerle<br />
ortaya koyan Adnan Serdaroğlu, “biz<br />
hiçbir zaman kavgadan kaçmadık.<br />
Tega’da bir yıldır grevdeyiz” dedi.<br />
başbakanın Davos’daki tavrının<br />
olumlu olduğunu ama devamının<br />
gelmesi gerektiğini ve yapılan ikili<br />
anlaşmaların iptal edilmesi gerektiğini<br />
belirtti. Ancak başbakanın bu<br />
tavrı sayesinde işçilerin, emekçilerin,<br />
yoksul kesimin karnının doymadığı<br />
gerçeğinin insanlara unutturulduğunu<br />
atladı.<br />
BMİS Genel Sekreteri Selçuk<br />
Göktaş “Göz renklerimiz farklı da<br />
olsa, göz yaşlarımız aynıdır” diyerek<br />
tüm işçileri ve işçi dostlarını bu davaya<br />
sahip çıkmaya çağırdı.<br />
Greve BMİS Bursa Şubesine<br />
bağlı bir aydır grevde olan Asemat işçileri,<br />
Prysmian , Grammer, Çimtaş,<br />
SCM işçileri de desteğe gelmişti.<br />
Yerel seçimlerin etkisiyle yerel bazı<br />
belediye başkan adayları ve EMEP,<br />
ÖDP, SP, SDP,TKP gibi örgütler de<br />
desteğini eksik etmediler. Atılan bazı<br />
sloganlar: “İş, ekmek yoksa barışta<br />
yok”, “Kurtuluş yok tek başına ya<br />
hep beraber ya hiç birimiz”, “Yaşasın<br />
sınıf dayanışması”, “Siz, biz hepimiz<br />
Filistinliyiz” vb.<br />
Her ne kadar reformist talepler<br />
de olsa işçileri bir adım ileri götürecek<br />
bu talepleri sahipleniriz. Ancak<br />
işçilerin, emekçilerin, köylülerin,<br />
yoksulların ve doğanın kurtuluşunun<br />
sosyalist devrimlerden geçtiğini<br />
bilerek; tüm sınıf <strong>olarak</strong> bolşevik safları<br />
sıklaştırmamız gerekmektedir.<br />
Yaşasın halkların kardeşliği<br />
Yaşasın sınıfa karşı sınıf davamız<br />
Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm.<br />
Bursa’dan YDİ/Çağrı Okurları<br />
31 Ocak 2009 √<br />
EK:1
Direnişçi işçilerle dayanışma<br />
gecesi yapıldı<br />
EK:2<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Sendikalaştıkları için işten<br />
atılan ve bir dizi saldırıya<br />
uğrayan Sinter Metal ve<br />
Gürsaş işçileri yaklaşık bir aydır<br />
hazırlığını yaptıkları Dayanışma<br />
Gecesini gerçekleştirdiler.<br />
Direnişçi işçiler bu geceyi direnişlerinin<br />
40. Günü olan 29 Ocak<br />
2009 Çarşamba günü İstanbul’un<br />
Ümraniye semtindeki Vals Düğün<br />
Salonu’nunda yaptılar.<br />
Düzenli <strong>olarak</strong> ziyaret ettiğimiz<br />
direnişçi işçilerle birlikte Sinter<br />
Metal Fabrikası önünde patronu<br />
ve direnişe katılmayan ihanetçi<br />
işçileri protesto eden ve kazanana<br />
kadar direnişe devam edecekleri<br />
kararlılığını ifade eden slogan ve<br />
konuşmalardan sonra servislerle<br />
gecenin yapılacağı yere geldik.<br />
Salona 200 metre kala servislerden<br />
inen Gürsaş ve Sinter Metal işçileri<br />
İÇİNDEKİLER<br />
YENİ İŞÇİ DÜNYASI<br />
Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı .<br />
. . . . . . . . . . . . . . . EK:1<br />
Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2<br />
Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3<br />
Asemat işçileri grev dedi .<br />
. . . . . . . . . . . . . . . . . .EK:4<br />
Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />
Çimsataş’ta işçi kıyımı .<br />
kortej oluşturarak sloganlar eşliğinde<br />
salona kadar yürüdüler.<br />
Gece, sunucunun N. Hikmet’in<br />
“İşçi Sınıfına Selam!” şiiri ve<br />
Sinter Metal işçilerinin direnişini<br />
anlatan bir sinevizyon gösterimi<br />
ile başladı. Sinevizyon gösterimi<br />
boyunca Direnişçiler ve aileleri<br />
tarafından büyük bir coşku ile<br />
direnişlerini alkışlamaları onların<br />
bu kavgada ne kadar kararlı olduklarını<br />
gösteriyordu.<br />
Gecenin açılış konuşmasını<br />
Birleşik Metal – İş Sendikası Genel<br />
Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı.<br />
Destek için orada bulunan herkesi<br />
ve zor koşullara rağmen bu güne<br />
kadar büyük bir kararlılıkla direnen<br />
Sinter Metal işçilerini selamlayan<br />
ve kutlayan A. Serdaroğlu<br />
Türkiye’de demokrasi ve insan<br />
haklarının sadece bir avuç zengin<br />
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5<br />
Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . .<br />
EK:5<br />
İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6<br />
SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . .<br />
EK:6<br />
Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7<br />
Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8<br />
Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8<br />
için varolduğunu belirtti.<br />
Ayrıca Gürsaş ve Sinter Metal’de<br />
yaşananların “işveren terörü” <strong>olarak</strong><br />
değerlendiren A. Serdaroğlu<br />
bu teröre seyirci kalan hükümetin<br />
de en az patronlar kadar suçlu olduğunu<br />
söyledi.<br />
Sinter ve Gürsaş direnişçileri<br />
adına birer işçi kürsüde kısa birer<br />
konuşma yaptı.<br />
Sinter Metal işçileri adına konuşan<br />
sadece yasal hakları olan sendikallaşma<br />
ve ekmek davası için<br />
mücadele ettiklerini ve bundan<br />
sonra da daha kararlı bir şekilde<br />
kazanana kadar mücadelelerini<br />
sürdüreceklerini belirtti.<br />
Gürsaş işçileri adına konuşan<br />
genç bir işçi ise yürüttükleri mücadelenin<br />
sadece Gürsaş işçilerin<br />
sendikal hakkı ekmek ve geleceği<br />
için olmadığını yürüttükleri mücadelenin<br />
bir bütün <strong>olarak</strong> ülke<br />
işçi sınıfının tüm ezilen ve sömürülenlerin<br />
mücvadelesi olduğunue<br />
herkesi bu tür direniş ve grevlere<br />
destek olmaya çağırdı.<br />
Geceye DİSK Yönetim Kurulu<br />
üyeleri, KESK Genel Başkanı Sami<br />
Evren, Genel- İş Genel Başkanı Erol<br />
Ekici, Genel- İş Anadolu Yakası<br />
Bölge Başkanı Veysel Demir DİSK,<br />
KESK ve Türk- İş'e bağlı bir çok<br />
sendikanın şube yönetcisi, DKÖ<br />
temsilcisi, yöre derneği ve semtte<br />
bulunan organize sanayi bölgelerinden<br />
işçiler katıldı.<br />
Şimdiye kadar hiçbir direniş ve<br />
grevde pek karşalaşmadığımız siyasi<br />
parti yöneticisi, Milletvekili<br />
ve Belediye Başkan Adayları da geceye<br />
gelmişlerdi.<br />
Bunlardan İstanbul’un Üsküdar<br />
ilçesi DSP Belediye Başkan Adayı<br />
sanatçı Levent Kırca işçiler tara-<br />
fından büyük bir sevinçle karşılandı.<br />
L. Kırca yaptığı kısa konuşmada<br />
işçilerin yanında olduğunu<br />
belirtti ve mimikleriyle işçileri<br />
güldürdü. DSP Milletvekili Ayşe<br />
Şule Ağırbaş da hükümeti suçladı,<br />
işçileri desteklediğini söyledi.<br />
Aynı şekilde DSP Milletvekili<br />
gibi CHP Milletvekili Çetin Soysal<br />
da sanki emperyalistlerle işbirliği<br />
içinde olan bir avuç kapitalistin<br />
faşist düzeninin savunucusu işçi<br />
ve emekçi düşmanı büyük sermaye<br />
sınıfı ve bürokrat burjuvaziye<br />
hizmet eden bir partide değil<br />
de gerçekten işçiden emekçiden<br />
yana bir partide siyaset yapan bir<br />
Milletvekiliymiş gibi hükümetin<br />
yanlış politikasından patronların<br />
krizden dolayı işçilerin emekçilerin<br />
haklarını gaspından “emeğin<br />
en yüce değer” olduğundan işçi sınıfının<br />
yanında olduğundan uzun<br />
uzun sözetti. Bu sırada salondaki<br />
bir bölüm dinleyici tarafından bu<br />
iki yüzlülüğü protesto edildi.<br />
Çünkü Belediye Başkanı CHP’li<br />
olan Kadıköy Belediyesinde çalışan<br />
sağlık emekçileri DİSK/ Devrimci<br />
Sağlık- İş Sendikası’na üye oldukları<br />
için işten atılmıştı. Sendika<br />
bununla ilgili bir bildiri çıkarmış<br />
önceden salondaki masalara dağıtmıştı.<br />
Protestocular, haklı <strong>olarak</strong><br />
bildirileri havaya kaldırarak<br />
ve masalara vurarak Çetin Soysal’ı<br />
protestolarını dakikalarca sürdürünce<br />
Birleşik Metal- İş Başkanı<br />
ve diğer yöneticiler Milletvekilinin<br />
protesto edilmesinin çok yanlış<br />
olduğunu bu Milletvekilinin her<br />
zaman Mecliste işçilere sahip çıktığını<br />
söyleyerek onu savundu.<br />
Kendi işkolunda en mücadeleci<br />
ve işçilerin sömürülmesini<br />
azda olsa sınırlamak için uğraşan<br />
emekten yana bir sendikanın en<br />
yetkilisinin adından başka halka<br />
hiçbir ilgisi olmayan ve yararı dokunmayan;<br />
tersine 12 Martları, 12<br />
Eylülleri yapanlar ve uygulamasını<br />
sürdürenlerden özde farkı olmayan<br />
bir partide Milletvekiliği yapan<br />
birine böyle sahip çıkması işçi<br />
sınıfının kaşını yapayım derken<br />
gözünü çıkarmaya benziyor.<br />
İşçi sınıfı bir gün mutlaka bu<br />
düzen partilerinden hesap sorduğu<br />
gibi sınıfın anda bir bölüğünün<br />
küçücük çıkarları uğruna<br />
uzun vadeli çıkarları hiçe sayarak<br />
ve gerçek kurtuluşa yürümesi için<br />
gözlerindeki gerekli görme yetisine<br />
ulaşmanın ön nüvesi olan ışığı artırmak<br />
değil de eksiltenlerden de<br />
hesap soracaktır.<br />
Ocak 2009 √
Mersin Limanında işten<br />
atılan işçiler direnişte<br />
Mersin Limanı’nın özelleştirilmesi<br />
sürecinde,<br />
liman işçileri Liman-İş<br />
Sendikası önderliğinde özelleştirmeye<br />
karşı direnerek, özelleştirmeyi<br />
engellemeye çalışmıştı. Bu<br />
direnişin özelleştirmeyi engelleyememesi<br />
üzerine, Mayıs 2007 de<br />
Mersin Limanı 36 yıllığına MIP<br />
şirketine kiralanarak özelleştirilmişti.<br />
Bu özelleştirme sonunda<br />
emekliliği dolan işçiler emekliye<br />
ayrılmış, diğerleri ise başka limanlara<br />
gönderilerek bu direnişe son<br />
verilmişti. Bu özelleştirme nedeniyle<br />
Mersin Limanı’nda Liman-<br />
İş’in örgütlülüğü sona ermişti.<br />
O dönemden bu yana, Mersin<br />
Limanı’nda bir sessizlik hakimdi.<br />
Bu sessizliği yükleme, boşaltma,<br />
tahliye işçileri bozdu. Bir taşeron<br />
firma olan Akansel’de çalışan işçiler,<br />
patronun keyfi tutumu ve<br />
ağır çalışma koşullarına daha<br />
fazla boyun eğmeyeceklerine karar<br />
vermişler. Bunun sonucu <strong>olarak</strong>,<br />
kendi işkollarında yetkili olan<br />
TÜMTİS’te örgütlenmeye karar<br />
veriyorlar. İşçilerin sendikaya üye<br />
olmasını engelleyemeyen Patron<br />
“ekonomik kriz” gerekçesiyle ilk<br />
başta 60 işçiyi kapı dışarı etmişti.<br />
Bunun üzerine atılan işçiler, 5<br />
Ocaktan itibaren Limanın A kapısı<br />
önünde direnişe geçti. İçerde<br />
çalışan işçilerde, iş yavaşlatarak<br />
direnişteki arkadaşlarına destek<br />
veriyorlar. Direnişin11. günü, 10<br />
işçinin daha aynı gerekçe ile kapı<br />
dışarı ediliyor. Kendilerini ziyaret<br />
ettiğimiz işçiler patronun tavrına<br />
tepkili. Sendikalı <strong>olarak</strong> çalışma<br />
konusunda “Limana sendika girecek<br />
başka yolu yok!” diyerek<br />
direniyorlar.<br />
L i m a n önü nde, T Ü M T İS<br />
Sendikası Genel Sekreteri Gürel<br />
Yılmaz ve direnişçi işçilerle<br />
görüştük.<br />
YDİ ÇAĞRI: Sayın Gürel bize<br />
bu süreci anlatabilir misiniz<br />
Gürel Yılmaz: Mersin Limanı<br />
2007 yılının Mayıs ayında özelleştiriliyor.<br />
Özelleştirmede, Singapur<br />
kökenli dünya liman işletmecisi<br />
Tersa ile, Aksen’in ortaklığı ile<br />
kurulan MIP adlı şirket özelleştirmede<br />
Limanı 36 yıllığına kiralıyor.<br />
Bu MIP, Limanın boşaltma, yükleme<br />
ve tahliye işlerini AKANSEL<br />
adlı bir firmaya yaptırmaya başlıyor.<br />
Akansel’de çalışan işçiler,<br />
aylarca kendilerine çalışma koşullarının<br />
düzeltileceğine dair<br />
sözler verilmiş olmasına rağmen,<br />
hiçbir sözlerinin yerine getirilmemesi<br />
üzerine, örgütlenmeye karar<br />
veriyorlar. Sendikamıza işçilerin<br />
öncülerinden bir iki arkadaş başvurdu.<br />
Bunlarla önce görüşmelerimizi<br />
Haziran ayı içerisinde başlattık.<br />
Tabi Liman’da olan bir işyeri<br />
olduğundan dolayı, öncelikle bizim<br />
işkolumuzda olup olmadığını<br />
kesinleştirmemiz gerekiyordu.<br />
Bakanlıkta işkolu tespiti istedik.<br />
Ekim ayı sonlarına doğru işkolu<br />
incelemesi tamamlandı. Kara taşımacılığı<br />
işkolunda olduğu kesinleşti.<br />
Daha sonra biz kurduğumuz<br />
ilişkiler üzerine burada örgütlenme<br />
çalışması başlattık. Gerçekte<br />
iki aylık çok yoğun bir çalışmanın<br />
sonucunda, işçi arkadaşların evlerinden,<br />
mahallelerinden, sokaklarından,<br />
düğünlerinden, cenazelerinden<br />
tutun, bulundukları her<br />
yere bu örgütlenme çalışmamızı<br />
taşıdık. Bunun üzerine işçi arkadaşlarımızın<br />
örgütlenmeye olan<br />
ihtiyaçları, sendikamızın çalışmasına<br />
duydukları güven sonucunda<br />
da, yasaların aradığı çoğunluğu<br />
sağlayarak, 30 Aralık tarihinde<br />
Çalışma Bakanlığı’na çoğunlu<br />
tespiti başvurumuzu yaptık. Tabi<br />
sendikal çalışmanın işveren tarafından<br />
duyulması üzerine, işin öncülerine<br />
tehditler yağdırmaya başladılar.<br />
Sendikamızı karalamaya<br />
çalıştılar. İşçileri sendikadan istifa<br />
ettirmeye çalıştılar. Tehditleri silah<br />
göstermeye kadar vardırdılar. Ve<br />
en son <strong>olarak</strong> da, 5 Ocak tarihinde,<br />
60 arkadaşımızın işten çıkarılmasıyla<br />
sendikal çalışmayı engelleyebileceklerini<br />
düşündüler. Ama<br />
bugün direnişimizin 11. günü. 11<br />
gündür hem içeride çalışan üyelerimiz,<br />
hem işten çıkarılan kapının<br />
önünde direnişte olan üyelerimiz,<br />
kesinlikle örgütlenme sürecinin<br />
tamamlanana kadar bu mücadeleyi<br />
devam ettirmekten kararlı olduklarını<br />
herkese gösterdiler. Her sabah<br />
işten çıkarılan arkadaşlarımızla<br />
beraber, işbaşı yapacak arkadaşlarımız<br />
direniş yerinde buluşuyoruz.<br />
Orada sloganlarla taleplerimizi yeniden<br />
haykırıyoruz. Çalışan arkadaşlarımızı<br />
işe uğurluyoruz. Gün<br />
içerisinde burada ziyaretçilerimiz<br />
oluyor. Her gün halaylar çekiyoruz.<br />
Destek ve dayanışmaya gelen<br />
kurumlarla, omuz omuza bu mücadelenin<br />
kazanılması için, yeni<br />
hedefler koyuyoruz önlerimize. Ve<br />
akşam paydos saatinde de, içerden<br />
çalışan üyelerimiz, kortejler oluşturarak,<br />
sloganlar atarak limanın<br />
kapısına geliyorlar. Limanın dışına<br />
çıkıyorlar. Orada direnişçi işçilerle<br />
buluşarak, taleplerimiz haykırarak<br />
dağılıyoruz. Tabi, burada esas<br />
üzerinde durulması gereken nokta<br />
şu: Biliyorsunuz özelleştirme sonucunda,<br />
özelleştirmenin gerçekleştiği<br />
bütün limanlarda, sendikal<br />
örgütlülükler dağıtıldı. Mersin limanı<br />
da bunlardan biri. Buradaki<br />
bu süreç, Limanlardan yeniden<br />
örgütlenebilineceğini, sendikal<br />
örgütlülüğünün yeniden sağlanabileceği,<br />
bir kazanıma dönüşürse,<br />
gerçekte limanda çalışan bütün<br />
işçilerin, yeniden örgütlü, toplu<br />
sözleşmeli, düzen içerisinde çalışmalarına<br />
hizmet edebilir. Bundan<br />
dolayı Liman’da örgütlenme yetkisi<br />
olan bütün sendikaların limanlardaki<br />
örgütlenme çabasına katkı<br />
sunmaları, destek vermeleri ve örgütlenme<br />
çalışmasını başlatmaları<br />
gerekiyor. Nitekim Ana işveren<br />
MIP, bizim işkolumuzda değil.<br />
Liman-İş sendikamızın iş kolunda.<br />
Biz Liman-İş sendikamızın da MIP<br />
de bir örgütlenme çalışması başlatırsa<br />
eğer, kendilerine yardımcı<br />
olacağımızı, ilişkilerimizi onlara<br />
taşıyacağımızı, burada Akansel<br />
işçilerinin örgütlenme çabasının<br />
MIP işçilerinde de ciddi bir etki<br />
bıraktığını, bu etki üzerine sendikal<br />
örgütlenmenin daha kolay<br />
olabileceğini aktardık kendilerine.<br />
Onların da bir an önce ana işveren<br />
de çalışan işçilerin örgütlenmesi<br />
için, adım atmalarını istiyoruz.<br />
Buradaki MIP işçilerinin de talebi<br />
budur. Biz bu mücadeleyi devam<br />
ettireceğiz. Her türlü baskıya rağmen,<br />
her türlü havanın olumsuz<br />
koşullarına rağmen, bu mücadeleyi<br />
devam ettireceğiz. Tabi biz bu<br />
mücadeleyi devam ettirirken, işten<br />
çıkarmalar sadece 60 kişi ile sınırlı<br />
kalmayacak. Her gün arkadaşlarımıza<br />
işten çıkarılacaklarına dair<br />
tebligatlar geliyor. Pazartesi günü<br />
10 arkadaşımıza daha, 3 Şubat’tan<br />
itibaren işten çıkarılacaklarına dair<br />
tebligatlar gönderildi. Bu durum<br />
işçi arkadaşlarımız da ciddi tepkilere<br />
neden oluyor. İşverenlerle ve<br />
işveren temsilcileri ile, görüşmek<br />
için iş bırakmaya kadar giden işyeri<br />
içerisinden eylemlilikler gerçekleştiriyorlar.<br />
Tabi demokratik<br />
bir haktır bu. Siz hem işçiye tebligat<br />
göndereceksiniz, şu tarihten<br />
itibaren sizden işinizi ekmeğinizi<br />
alacağım diyeceksiniz, ondan eskisi<br />
gibi hizmet bekleyeceksiniz.<br />
Bunun olanağı yoktur.<br />
Gerçekten bu mücadeleyi sadece<br />
işten çıkarılan üyelerimizin işe<br />
geri döndürme mücadelesi <strong>olarak</strong><br />
değerlendirmiyoruz. Bu mücadele,<br />
limanlarda yeniden sendikaların<br />
örgütlenebilme mücadelesi. Bu<br />
mücadele Türkiye de emek örgütlerinin,<br />
demokrasi güçlerinin örgütleme<br />
mücadelesine dönüşmelidir.<br />
Burada olumlu sonuç almamız,<br />
hem limanlarda yeniden örgütlenebilineceğinin<br />
örneği olacaktır.<br />
Hem de işçi sınıfına bunca sorun<br />
içerisinde, bunca kıyım içerisinde,<br />
bunca olumsuz koşullar içerisinde<br />
moral motivasyonuna dönüşecektir.<br />
Onun için bütün demokrasi<br />
güçlerinin, tüm emek örgütlerinin,<br />
yüreği işçilerden yana atan bütün<br />
bireyleri, kurumları bu mücadeleye<br />
sahip çıkmaya, destek olmaya<br />
çağırıyoruz. Yoksa sadece Akansel<br />
işçilerinin kendi öz güçleri ile sürdürebilecekleri,<br />
mücadele ederek<br />
başarıya ulaşmaları biraz zor.<br />
Sınıf kardeşleri, emek örgütleri,<br />
demokrasi güçleri hangi oranda<br />
sahiplenirlerse, hangi oranda katkı<br />
ve destek sunarlarsa, başarı o kadar<br />
erken gelecektir. Bu sadece<br />
Akansel işçilerinin, sendikamızın<br />
başarısı değil, emek örgütlerinin<br />
ve yüreği sınıftan yana atan herkesin<br />
başarısı olur.<br />
YDİ ÇAĞRI: Bize bu bilgileri<br />
verdiğiniz için teşekkür ederim.<br />
Gürel Yılmaz: Ben de teşekkür<br />
ederim<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:3
Asemat işçileri<br />
grev dedi<br />
EK:4<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Süleyman Kızıltay: Akansel’de<br />
çalışıyorum, şu an sendikaya kayıt<br />
olduğumdan dolayı işsiz bırakıldım.<br />
İçerde çok zor şartlarda köleliğe<br />
varan şartlarda çalıştırdılar.<br />
Bize güzel vaatlerde bulundular,<br />
ama hiç birini yerine getirmediler.<br />
Buna bağlı <strong>olarak</strong> arkadaşlarla<br />
beraber sendikal faaliyetlere başvurduk.<br />
Mücadelemizi vermeye<br />
başladık. Bunu öğrenen işveren<br />
önce arkadaşlarımızı zorla notere<br />
götürüp, tehditlerle sendikadan<br />
istifa ettirmeye çalıştılar. Fakat biz<br />
baskılara boyun eğmedik, mücadelemize<br />
devam ettik. Yeterli sayıyı<br />
Çalışma Bakanlığı’na ulaştırdıktan<br />
sonra, sevinçten avazımız<br />
çıktığı kadar bağırmak istedik.<br />
Bunu duyan işveren 3 Ocak’tan<br />
itibaren 60 işçiyi işten attı. Bunun<br />
mücadelesini şu an burada veriyoruz.<br />
İşçiyiz haklıyız kazanacağız!<br />
Başka bir şey demiyorum.<br />
Ali Aras: Liman işçisiyim.<br />
Özelleştirildikten sonra girdik.<br />
Yalan dolan haksızlık, hakaret her<br />
şey geldi başımıza. Bugüne kadar<br />
dayandık. Buraya kadar geldi. Şu<br />
an hala çalışıyorum. Yıllık izine ayrıldım.<br />
Yazıhanede izin kağıdıma<br />
imza atarken çıkışım benden önce<br />
eve gitmiş. 29 Ocak’ta işbaşı yapacağım.<br />
3 Şubat’ta çıkışım verildi.<br />
Burada çıkarılan işçi arkadaşlarla<br />
aynı kaderi paylaşıyoruz. Ya hep<br />
beraber ya hiç birimiz! Başka bir<br />
şey demiyorum zaten her şey göz<br />
önünde. Bize verdiğiniz destek için<br />
size teşekkür ediyoruz.<br />
Refik Yılmaz: Ekonomi krizin<br />
olmadığını, TÜMTİS Sendikası’na<br />
üye olduğumuz için işten atıldık.<br />
Ben ayda 300-350 taşımalık yapan,<br />
Akansel’in bir numaralı operatörü<br />
olduğum halde beni ekonomik<br />
kriz bahanesi ile işten çıkardılar,<br />
kapı dışarı koydular. Palete girmesini<br />
bilmeyen adamı getirdi benim<br />
yerime koydu. 10 Senedir Mersin<br />
Limanı’nda çalışıyorum, herkes<br />
beni tanır. Ekonomik kriz bahane.<br />
Sendikaya üye olmamı kabullenemiyorlar.<br />
Bu senin yasal hakkın<br />
değildir. Kuralları biz koyarız<br />
diyorlar.<br />
İsmet Tanır: 1997’de emekli oldum.<br />
40 yıllık operatörüm. 18 aydır<br />
yaklaşık Mersin Limanı’na çalışmak<br />
için girdik. Sadakatimizle<br />
pat ronu mu z a hizmet et t i k .<br />
Gecemizi gündüzümüzü birbirine<br />
kattık. Oyalama taktikleri ile 18 ay<br />
bizi oyaladılar. En sonunda yasal<br />
hakkımız olan sendikaya başvurduk.<br />
Bunu suç unsuru <strong>olarak</strong> gösterip<br />
bizi işten çıkardı. Gönderdiği<br />
yazıda kriz diyor. Kesinlikle kriz<br />
falan yok. Yasal hakkımız olan<br />
sendikaya üye olduğumuz için işten<br />
çıkarıldık. İşvereni kınıyorum.<br />
Mehmet Eren: 1988’de Liman’da<br />
çalıştım. Daha sonra belli aralıklarla<br />
Liman’da çalıştım bugüne<br />
geldik. Biz bir aileyiz diyerek boş<br />
vaatlerle bizi kandırdı. İşçiler gidip<br />
yasal hakkını kullanmasın<br />
diye aylarca bizi kandırdı. Hiç zam<br />
alamadık. 18 ayda bize verdiği 50<br />
TL zam. 50 TL zamdan sonra söz<br />
verdi tutanak tuttu, gelip sizlerle<br />
görüşeceğim dedi. Daha sonra<br />
müdürünü göndererek kriz var diyerek<br />
bizi uyutmaya çalıştı.<br />
Bende kınıyorum. 300 kişinin<br />
yapacağı işi 118 kişiye yaptırıyorlar.<br />
Böylemi işsizlik önlenecek.<br />
Yetkililere sesleniyorum, gelsin<br />
kontrol etsinler. 12 çalıştırılıyoruz.<br />
Biz hiçbir işverene düşman değiliz.<br />
Bu memleket için yatırım yapan,<br />
iş yapan hiçbir insanımıza kötü<br />
gözle bakmıyoruz. Seviniyoruz<br />
tam aksine. İşimize geri dönmek<br />
istiyoruz<br />
17 Ocak 2009<br />
YDİ Çağrı/Mersin √<br />
Bursa Nilüfer Organize Sanayi<br />
Bölgesinde kurulu bulunan ve<br />
Birleşik Metal İşçileri Sendikası<br />
(BMİS)’nın örgütlü olduğu Asemat<br />
fabrikasının yaklaşık 70 çalışanı,<br />
işverenin %4’lük zam teklifine<br />
karşılık <strong>olarak</strong> GREV dedi.<br />
Grev uygulamasını başlatmak<br />
üzere BMİS Genel Sekreteri Selçuk<br />
Göktaş konuşmasında işverenin<br />
uzlaşmaz tutumundan duydukları<br />
rahatsızlığı dile getirerek: "Grev<br />
bizim için hiçbir zaman amaç olmamıştır,<br />
ancak devletin açıklamış<br />
olduğu resmi rakamlara dahi<br />
ulaşmayan bir zam teklifini kabul<br />
etmemiz mümkün değildir’’ diyerek;<br />
aslında bu resmi rakamlara<br />
ulaşılsa anlaşabileceklerini ifade<br />
etmek istemiştir. Birleşik Metal<br />
İş'in işçi sınıfının önder örgütü olduğunu<br />
iddia eden Göktaş taşeron<br />
işbirlikçi sendika Türk Metal’i de<br />
eleştirerek "Bir başkalarıyla karıştırmayın<br />
bizi; emlakçı Mustafa ile<br />
karıştırmayın bizi. Bugün işinden<br />
atılan ve açlığa reva görülen<br />
işçilerine sahip çıkmayan bir anlayış<br />
yoktur BMİS’ nda. Ülkede,<br />
dünyada krizi yaratanlara baktığımızda,<br />
krizin bedelini işçilere<br />
ödetmeye çalışıyorlar. Oysa biz<br />
işçilerin bu krizde en ufak bir<br />
payı yoktur. Bu ülkede başbakan<br />
diyor ki “2 yıllık zulaları var’’.<br />
Hani bozuk saatler olur ya; arada<br />
bir doğru gösterir. Bizim başbakan<br />
da arada bir doğru söylüyor.<br />
Gerçi bize göre daha fazla zulaları<br />
var ya; eğer 2 yıllık zulaları varsa<br />
işverenlere söyleyecek sözünüz<br />
olmalıydı. İşçi çıkarmaları neden<br />
yasaklamadınız Yalnızca işçilere<br />
gelince Kasımpaşalılığı istemiyoruz<br />
biz’’ diyerek işverenlerin siyasi<br />
temsilcilerinden de işçiler adına<br />
bir şeyler beklediğini ifade etti.’’Bu<br />
ülkede sadece zenginler vergi ödemiyor,<br />
sadece zenginler yaşamıyor,<br />
devletin kasasını sadece onlar doldurmuyor;<br />
tam tersine bu ülkeyi<br />
ayakta tutan işçilerdir. 20 tane aile<br />
bu ülkenin milli gelirinin %70’ini<br />
yiyor; geriye kalan %30'u ise 65-70<br />
milyona paylaştırıyorsunuz. O zaman<br />
bu ülkede paylaşım adaletsizliği<br />
var (günaydın demek gerekiyor)<br />
zenginlere "varlık vergisinin’’<br />
getirilmesi gerekiyor. Bizim taleplerimize<br />
kulak tıkayan siyasi iktidar<br />
istemiyoruz. Biz yoksulların<br />
başbakanını arıyoruz. Biz yoksulların<br />
hükümetini arıyoruz" diyerek<br />
sanki sistem içinde kurtuluşun<br />
mümkün olduğunu söylemeye çalıştığı<br />
anlaşılıyor. Asemat işverenini<br />
tekrar masaya davet eden S.<br />
Göktaş, “Şunu isterdim; belki insanların<br />
istediği %100 olmayabilir.<br />
Bu işçiye sahte enflasyon rakamları<br />
dahi uygun görülmedi. Bunu<br />
bile çok gördüler bu işçiye; hükümetin<br />
açıkladığı enflasyon oranlarını<br />
(%8) bile çok gördüler’’ diyerek<br />
niyetinin ne olduğunu da belli etti.<br />
Birçok işyerinde sorun yaşadıklarını,<br />
birçok yerde direnişte olduklarını<br />
dile getiren ve işverenlerin<br />
bunları özellikle yaptıklarını dile<br />
getiren Göktaş her şeye rağmen<br />
BMİS <strong>olarak</strong> kavgadan kaçmadıklarını<br />
ve hiçbir zaman da kaçmayacaklarını<br />
söyledi.<br />
BMİS Bursa Şb. Başkanı Ayhan<br />
Ekinci ise "bizi bu mücadelede<br />
yalnız bırakmayan tüm dostlara<br />
teşekkür ederiz’’ diyerek grev uygulamasının<br />
başladığını ilan etti.<br />
Asemat işçilerine BMİS Bursa<br />
Şubesine bağlı diğer işyerlerinden<br />
de yaklaşık 60 işçi, KESK, Eğitim-<br />
Sen, EMEP, Sosyalist Parti gibi<br />
kimi örgütlerin de desteğe geldiği<br />
görüldü.<br />
Konuşmalar sık sık sloganlarla<br />
kesilirken şu sloganlar<br />
atıldı: “Yaşasın sınıf dayanışması!<br />
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek.<br />
Direne direne kazanacağız.<br />
Kurtuluş yok tek başına, ya hep<br />
beraber ya hiç birimiz. Gün gelecek<br />
devran dönecek, emlakçı işçiye<br />
hesap verecek.”<br />
Tabii ki biz işçilerin yaşam şartlarını<br />
iyileştirecek reformist talepleri<br />
de reddetmeyiz tersine sahipleniriz.<br />
Ancak işçi sınıfının gerçek<br />
kurtuluşu ancak sınıf önderlerinin<br />
örgütlü olduğu bir BOLŞEVİK<br />
PARTİ önderliğinde; devrimden<br />
geçtiğinin ve tüm işçilerin bu<br />
yönde örgütlenmesi gerektiğinin<br />
altını çizmek istiyoruz.<br />
Yaşasın sınıf mücadelemiz!<br />
Ya ş a s ı n d e v r i m , y a ş a s ı n<br />
sosyalizm!<br />
Bursa’dan YDİ Çağrı okurları<br />
Aralık 2008 √
Taşeron işçilerden<br />
açlık grevi<br />
İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne<br />
bağlı <strong>olarak</strong> park ve bahçe işlerini<br />
yapan taşeron Vira ve<br />
Kürşat şirketlerinde çalışan 1.200<br />
işçi, kadrolu <strong>olarak</strong> belediyeye ait<br />
bir şirkette çalışma talebiyle, çeşitli<br />
-basın açıklaması, yürüyüş,<br />
oturma eylemi- eylemler yaptılar.<br />
1 Ocak 2009 tarihi itibariyle,<br />
ihale süreci sona erdiği gerekçisiyle<br />
1.200 işçi işsiz kaldı. Eylemler ve<br />
tepkiler sonucu Vira taşeron şirketi<br />
işçileri işbaşı yaptı. Kürşat taşeron<br />
işçileri ise, 7 Ocak’ta Konak İzmir<br />
müracaat ettik. Başkan Aziz<br />
Kocaoğlu’na 1,5 ay ulaşamadık.<br />
En son basın açıklamasına bir gün<br />
kala kendisi ile görüştük. Başkan<br />
bize, ihaleleri Büyükşehire bağlı<br />
hangi firma kazanırsa kazansın,<br />
belediyeye ait bir firmaya geçiş<br />
yapma sözü verdi. İhaleler yapıldı.<br />
Başkan verdiği sözü yerine<br />
getirmedi. Uğraşlarımıza rağmen<br />
başkan ile bir türlü görüşemedik.<br />
Vira işçileri işbaşı yaptı. Kürşat işçileri<br />
direniyoruz. 7 Ocak’ta açlık<br />
grevine başladık. 4 arkadaşımız<br />
Emekçiler krize ve<br />
işten atmalara karşı<br />
yürüdü<br />
Büyükşehir Belediyesi önünde açlık<br />
grevine başladılar. Açlık grevinin<br />
9. gününde açlık grevi yapan<br />
işçileri ziyaret ettik.<br />
İşçilerin kendi aralarında oluşturdukları<br />
komite sözcüsü Özkan<br />
Kılıç gelişmeler hakkında şu bilgileri<br />
verdi: “Üç ay önce örgütlenmeye<br />
başladık. Taşeron işçisi<br />
olduğumuz için görüştüğümüz<br />
sendikalar örgütlenmemize sıcak<br />
bakmadı. Kendi aramızda komiteler<br />
kurduk. İki taşeron şirkette<br />
1.200 işçi çalışıyor. 969 imza topladık.<br />
Büyükşehir Belediyesi’ne<br />
dönüşümsüz, 4 arkadaşımız dönüşümlü<br />
açlık grevi yapıyoruz. Açlık<br />
grevi yeterli olmazsa, Ankara’ya<br />
yürüyeceğiz. Belediyeye bağlı şirketlerde<br />
çalışmak, taşeron şirkette<br />
çalışmak istemiyoruz. Sosyal belediyecilik<br />
anlayışı zedelenmesin,<br />
bu sorun biran önce çözülsün<br />
istiyoruz. Taşeron şirketlere son<br />
verilsin.”<br />
İşçilere Ocak sayımızdan vererek,<br />
mücadelelerinde başarı dileyerek<br />
yanlarından ayrıldık.<br />
15 Ocak 2009<br />
YDİ Çağrı/İzmir √<br />
ÇİMSATAŞ’ta<br />
Birleşik Metal İş sendikası<br />
Mersin şube başkanı<br />
Rasim Gündal’dan aldığımız<br />
bilgiye göre, ÇİMSATAŞ’ta<br />
patron ekonomik kriz gerekçesi<br />
ile Eylül 2008’den bu yana 6<br />
Ocak 2009’a kadar 71 işçinin<br />
işçi kıyımı<br />
işine son verdi. Bunun dışında 18<br />
işçi gönüllü çıkış aldı. 5 işçi ise<br />
emekliye ayrıldı. Bunlardan yalnızca<br />
6 işçi iş mahkemesine başvurarak<br />
hakkını arayacağını belirtiyor.<br />
Gündal, iş mahkemesine<br />
başvurmayan işçilere patronun<br />
Adana’da düzenlenen ‘Krize,<br />
işten atmalara, işsizliğe,<br />
yoksulluğa, özelleştirmelere<br />
ve savaşlara karşı emeğin<br />
birleşik mücadelesini yükseltelim’<br />
mitingine yaklaşık 4 bin işçi ve<br />
emekçi katıldı. Çevre illerden de<br />
katılım sağlanan mitingde patronların<br />
saldırılarına karşı ortak mücadele<br />
çağrısı yapıldı.<br />
Türk-İş, DİSK, KESK, TMMOB,<br />
Adana Tabip Odası ve Adana<br />
Eczacılar Odası’nın düzenlediği<br />
mitinge katılan işçiler, kamu emekçileri,<br />
kadınlar, işsizler ve üretici<br />
köylüler Mimar Sinan Açıkhava<br />
Tiyatrosu önünde toplandılar.<br />
Mitinge Mersin Limanında Akan-<br />
Sel isimli taşeron firmada çalışan,<br />
TÜMTİS’e üye oldukları için işten<br />
atılan ve 20 gündür direnen işçiler<br />
de katıldı.<br />
Liman işçileri, “Limana sendika<br />
girecek başka yolu yok”, “Yaşasın<br />
sınıf dayanışması” “İş ekmek yoksa<br />
barşta yok” sloganlarıyla taleplerini<br />
dile getirdiler. İşçiler ilerleyen<br />
günlerde dayanışma etkinliği düzenleyeceklerinin<br />
de duyurusunu<br />
yaptılar.<br />
Toplanmanın ardından iki koldan<br />
mitingin yapılacağı Uğur<br />
“mahkemeye başvurmazsanız sizi<br />
kriz sonrası tekrar işe alırız” vadinin<br />
etkili olduğunu belirtti. Dava<br />
açmayan işçilerin bir kısmı ise ihbar<br />
ve kıdem tazminatlarını aldıkları<br />
için dava açmamış.<br />
İşveren en son 04.01.2009 tarihinde<br />
sendikanın işyeri baş temsilciliğine<br />
“iş kanunun 29. maddesi<br />
kapsamında “toplu işçi çıkaracağını<br />
bildirdi. Patron otomotoiv<br />
yan sanayi sektöründe yaşanan<br />
ekonomik krize bağlı <strong>olarak</strong> 4857<br />
Sayılı İş Kanunun 29. Maddesi<br />
uyarınca 05.01.2009-31.01.2009<br />
tarihleri arasında iş kanunun 18<br />
Mumcu Meydanına hareket eden<br />
emekçiler, yürüyüş sırasında<br />
“Krizin yükü patronlara”, “Genel<br />
grev genel direniş”, “Yaşasın iş,<br />
ekmek, özgürlük mücadelemiz”,<br />
“Liman işçisi yalnız değildir”,<br />
“Katil İsrail, işbirlikçi AKP”,<br />
“Filistin halkı yalnız değildir”<br />
sloganlarını attılar. Hava muhalefetine<br />
rağmen coşkulu geçen<br />
yürüyüş istasyon önünde yapılan<br />
mitingle sona erdi.<br />
Mitinge KESK Genel Sekreteri<br />
Emirali Şimşek, KESK Eğitim ve<br />
Örgütlenme Sekreteri Akman<br />
Şimşek, TMMOB Başkanı Mehmet<br />
Soğancı, DİSK Genel Sekreteri<br />
Tayfun Güngör, Genel-İş Başkanı<br />
Erol Ekici TÜMTİS Genel Sekreteri<br />
Gürel Yılmaz da katılarak destek<br />
verdi.<br />
Mitingde yapılan uzun konuşmalar<br />
kitlenin erken dağılmasına<br />
neden oldu. Yapılan konuşmalarda,<br />
sermayenin krizin faturasını<br />
emekçilerin üzerine yıkmaya çalıştığı<br />
belirtilerek “bu krizi emekçiler<br />
yaratmadı emekçiler faturasını<br />
ödemeyecek” dendi.<br />
Ydi Çağrı Adana<br />
Ocak 2009 √<br />
maddesi çerçevesinde 73 işçinin<br />
daha işine son vereceğini<br />
bildiriyor.<br />
Çimsataş’ta çalışan işçilerden<br />
Selami Karagüzel; “Tedirginiz.<br />
Her an işimizden olabiliriz.<br />
Onun için fazla sesimizi çıkaramıyoruz”<br />
diyerek, çalışan işçilerin<br />
çok fazla rahat olmadıkların<br />
belirtti.<br />
Patronlar kendi yarattıkları<br />
krizin faturasını işçilerden çıkarmaya<br />
devam ediyor.<br />
20.01.2009<br />
Ydi Çağrı Mersin √<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:5
İsrail ve işten çıkarmalar<br />
protesto edildi<br />
işten çıkarma ve Filistin’e saldırı<br />
aynılaştırılarak buna karşı mücadele<br />
kapitalizme karşı mücedele<br />
olmak zorunda olduğu belirtildi.<br />
Türk – İş adına konuşmayı<br />
Türk –İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk<br />
Büyükkucak yaptı. Patronlara,<br />
İsrail’e, TC devletine, hükümete,<br />
BM’ye ve hatta Özelleştirme İdaresi<br />
Başkanlığına bile çağrılarda bulunarak<br />
işçilere emekçilere tüm ezilenler<br />
için hak hukuk istedi. Bu<br />
sırada bazı devrimci ve reforumcu<br />
gruplar bu sözler karşısında bugün<br />
henüz hoş ama boş bir sloganla<br />
“Genel grev genel direniş!” sloganıyla<br />
yanıt verdiler.<br />
Ocak 2009 √<br />
SES’li emekçiler<br />
demokratik bir<br />
üniversite istediler<br />
EK:6<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
İstanbul’da Türk – İş’e bağlı<br />
bazı sendikaların oluşturduğu<br />
İstanbul Türk- İş wSendika<br />
Şubeleri Platformu ile HSGG<br />
(Herkese Sağlık Güvenli Gelecek)<br />
Platformu’nun ortaklaşa 7 Ocak<br />
2009 Çarşamba günü bir yürüyüş<br />
düzenledi. Bu eyleme YDİ ÇAĞRI<br />
Gazatesi <strong>olarak</strong> biz de 50’nin üzerinde<br />
kurumdan oluşan HSGG<br />
Platformunda yer alan Devrimci<br />
1 Mayıs Platformu üzerinden<br />
katıldık.<br />
Bu eylemin kararı alındığında<br />
esas amaç kriz bahane edilerek yoğun<br />
bir şekilde yaşanan işten atmalar<br />
ve elektrik, doğalgaza yapılan<br />
zamları protesto etmekti. Siyonist<br />
İsrail Devleti’nin Filistin’nin<br />
Gazze kentine saldırısı üzerine<br />
eylem işten atmaların ve zamların<br />
protestosundan çok İsrail’in protestosuna<br />
dönüştü. Bu durum anlaşılır<br />
ve doğru idi. Fakat şaşırtan<br />
ve doğru olmayan bir durum daha<br />
vardı ki o da Türk –İş içindeki sendika<br />
ağalarından Mustafa Kumlu<br />
ile Mustafa Türkel’in koltuk kavgasının<br />
bir yansıması olan adeta birbiriyle<br />
öne geçme konusunda didişerek<br />
yarışan Tes – İş, Gıda – İş ve<br />
Türk Metal sendikalarından işçilerin<br />
hayli kalabalık <strong>olarak</strong> eyleme<br />
katılmaları idi. Eylemin disiplinine<br />
uymamaları, kendi başlarına hareket<br />
etmeleri, eylem boyunca kriz<br />
ve zamlarla ilgili atılan tek bir slogana<br />
katılmayıp sadece tekbir getirip<br />
Hamas’a selam gönderen gerici<br />
ırkçı sloganlar atmaları yanlış<br />
ve çok kötü bir durumdu. İstanbul<br />
Şubeler Platformu’nun bu duruma<br />
etkili bir şekilde müdahale etmemesi<br />
önemli bir eksiklikti.<br />
Tek bir eylem <strong>olarak</strong> bilinen bu<br />
eyleme yakından bakıldığında<br />
gerçekten iki tane eylemin olduğu<br />
görülüyordu. Bunlardan biri amacına<br />
uygun yürüyen bir kesimi – ki<br />
bu bölüm HSGGP ortak pankartı<br />
arkasına dizilen sendika, parti,<br />
meslek örgütleri ve devrimci çevrelerden<br />
oluşuyordu- diğeri de<br />
sendika ağalarının koltuk kavgasına<br />
alet olabilecek denli geri ve<br />
gerici-ırkçı düşüncelerin etkisinde<br />
oldukları için de faşistlerin yönlendirmesi<br />
doğrultusunda hareket<br />
eden üç sendikanın oluşturduğu<br />
kesimin Türk bayrağı ile yürüyüşü<br />
idi.<br />
Tünel’den Taksim – Tramvay<br />
Durağı’na kadar yapılan yürüyüşe<br />
polis Taksim alanına açılan<br />
İstiklal Caddesinin ağzında durdurarak<br />
alana sokmak istemedi.<br />
Bir süre yapılan pazarlık ve görüşmeler<br />
sonrasında alana girme izini<br />
verildi.<br />
Yürüyüş boyunca en sık atılan<br />
sloganlar “Terörist İsrail<br />
Filistin’den Defol!”, “Katil İsrail<br />
İşbirlikçi AKP!”, “Zam zülüm işkence<br />
işte AKP!” “İsrail uşağı hükümet<br />
istifa!”, “İşçi memur elele<br />
genel greve!”, “Krizin faturası yaratanlara!”<br />
vb. Taşınan pankart ve<br />
dövizlerde de buna benzer sloganlar<br />
yazılı idi.<br />
Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi <strong>olarak</strong><br />
bir grup arkadaş katıldık. Bir yüzünde<br />
“İşsizlik yoksulluk kriz savaşa<br />
karşı devirm için örgütlenin!”<br />
diğer yüzünde de “Ücretli kölelik<br />
Kapitalizm barbarlıktır! Ya barbarlık<br />
ya sosyalizm!” yazılı büyük bir<br />
döviz taşıdık. Kriz ve Sinter Metal<br />
işçilerinin direnişiyle ilgili çıkardığımız<br />
bildirilerden dağıttık.<br />
Yürüyüşün bitirildiği Taksim<br />
alanında önce HSGGP adına konuşma<br />
yapıldı. Yapılan konuşmada<br />
İstanbul Çapa Tıp ve Cerrahpaşa<br />
Tıp Fakültelerinde çalışan<br />
SES’li emekçiler hizmetler<br />
karşılığı elde edilen döner sermaye<br />
gelirlerinin adil dağıtılması ve fakültelerin<br />
yönetiminde söz sahibi<br />
olmaları için mücadelelerine devam<br />
ediyorlar.<br />
İstanbul SES Aksaray Şubesi<br />
9 Ocak 2009 günü her iki tıp fakültesi<br />
önünde yaptığı yürüyüş<br />
ve basın açıklaması ile yetkililere<br />
seslenerek döner sermaye gelirinin<br />
öğretim üyelerine olduğu gibi tüm<br />
çalışanlara (hemşire, ebe, sağlık<br />
teknisyeni, tekniker, teknisyen,<br />
memur, hizmetli vb.) eşit ve adaletli<br />
dağıtılmasını istedi.<br />
Sendika, geçtiğimiz yılın Kasım<br />
ayında konu ile ilgili İstanbul<br />
Üniversitesi Rektörü Mesut<br />
Parlak’la yaptığı görüşmede tüm<br />
çalışanların hizmetleri karşılığı<br />
olan döner sermaye gelirlerinin<br />
YÖK yasasında belirtildiği ve öğretim<br />
üyelerine uygulandığı gibi<br />
tüm çalışanlara üst sınır oranlarının<br />
uygulanacağı sözü verilmiş<br />
olmasına rağmen uygulanmadığını<br />
açıkladı. Rektör M. Parlak’ın<br />
sözünde durması istendi. Randevu<br />
talep edildi.<br />
Döner sermaye dağılımında başvurulan<br />
bu adaletsizliğin amacının<br />
çalışanları bölmek ve sendikal<br />
örgütlülüğü zayıflatmak olduğunu<br />
vurgulayan sendika, yapılan artışın<br />
ve kısmen karşılanan taleplerin<br />
kararlılıkla sürdürülen örgütlü<br />
mücadele sayesinde olduğunu<br />
bundan sonra da çalışanlar <strong>olarak</strong><br />
böyle oyunlara gelmeden daha da<br />
kenetlenerek mücadelelerine kaldıkları<br />
yerden devam edeceklerini<br />
belirttiler.<br />
Rektörlük görevine 19 Ocak<br />
2009 günü başlayacak olan Prof.<br />
Dr. Yunus Söylet’e de çağrıda<br />
bulunarak şimdiden taleplerini<br />
iletmek üzere randevu talebinde<br />
bulundular.<br />
Açıklamanın sonunda bir kez<br />
daha özetlenerek tekrarlanan döner<br />
sermaye konusundaki adeletsizliğin<br />
giderilmesi talebinin yanı<br />
sıra alınan ve bankalarda bekletilen<br />
promosyon paralarının acilen<br />
ve eşit şekilde dağıtılması, üniversite<br />
yönetiminde, sendika aracılığı<br />
ile tüm çalışanların da söz ve karar<br />
sahibi olduğu demokratik bir<br />
üniversite ortamı oluşturma talebi<br />
ileri sürüldü.<br />
Ocak 2009 √
Genç bir işçi<br />
mektubu…<br />
Merhaba Arkadaşlar;<br />
Ben 24 yaşındayım. Bir tekstil<br />
firmasında overlokçu<br />
<strong>olarak</strong> çalışıyorum. Yakın<br />
zamanda bir meslektaş arkadaşımla<br />
sohbet ederken çalıştığımız<br />
iş yerlerinden ve iş yerlerinde yaşadığımız<br />
sorunlardan bahsettik.<br />
Arkadaşım işyerindeki sorunlarından<br />
bahseden bir yazı yazıp, size<br />
(Yeni Dünya Gençliği'ne) yolladığını<br />
ve benim de yazabileceğimi<br />
söyledi. Bende seve seve yazabileceğimi<br />
sizlerle sorunlarımı paylaşabileceğimi<br />
söyledim. Size biraz<br />
kendimden bahsetmek istiyorum.<br />
Benim en büyük hayalim matematik<br />
öğretmeni olmaktı. Lisede<br />
okurken babam tonla para verip<br />
iyi bir dershaneye gönderiyordu.<br />
Liseyi bitirdikten sonra üniversite<br />
sınavlarına girdim. İstediğim<br />
puanı tutturamamıştım. Babam<br />
tercihler yapılırken İstanbul’u<br />
seçmemi istedi ancak istediğim<br />
bölüm için İstanbul’a puanım yetmedi.<br />
Gerçi babam tıp okumamı<br />
hayal ediyordu! Başka bir bölüm<br />
için Çorum’a puanım yetiyordu ve<br />
bende gitmek istedim ancak babam<br />
İstanbul dışına çıkamayacağımı<br />
söyledi. “Okumak istiyorsan<br />
İstanbul’u kazan oku” diretmesine<br />
maruz kaldım. Sonraki yıl tekrar<br />
sınavlara girdim ancak tekrar<br />
İstanbul’u tutturamadım…<br />
Aile çevresinde en çok güvendiğim,<br />
aydın diye övündüğüm<br />
amcam bile 'kızım baban haklı,<br />
televizyonda her gün izliyoruz,<br />
genç kızın tek başına ne işi var<br />
Çorum’da' diyerek babama destek<br />
oldu. Böylece okuma hayalim<br />
sona erdi. Eniştemin konfeksiyon<br />
atölyesinde çalışmaya başladım ve<br />
böylece tekstil hayatım başlamış<br />
oldu. Şu an çalıştığım yer 4 yıllık<br />
bir tekstil firması, bende yaklaşık<br />
9 aydır bu firmada çalışıyorum.<br />
Firmada çalışma saatleri sabah saat<br />
08:00 işbaşı, akşam saat 19:00 paydos,<br />
cumartesi günleri akşam saat<br />
18:00’e kadar normal çalışma ve<br />
haftada en az 2 gün zorunlu mesaimiz<br />
var. Mesai kalımlarında çok<br />
zorunlu durumlar hariç izin verilmiyor,<br />
mesaiye kalmayanlar ya ihtar<br />
alıyor yâda işten çıkartılıyorlar.<br />
Özellikle biz bayanlar geç saatlere<br />
kadar çalışınca zor durumlarda<br />
kalabiliyoruz. Ailelerimiz hem<br />
çalışmamızı istiyorlar hem de mesaiye<br />
kalıpta eve geç gittiğimizde<br />
bizleri azarlıyorlar. Hatta mesaiye<br />
kalıp kalmadığımız konusunda<br />
şüpheleri bile oluyor.<br />
Firmada yaklaşık 350 kişi çalışıyor.<br />
İşe girdiğim zaman 2 ay<br />
sonra sigorta girişimin yapılacağı<br />
söylendi. Ortalama 60 kişinin sigortası<br />
var ancak aradan 9 ay geçmesine<br />
rağmen sigorta konusunda<br />
herhangi bir ilerleme sağlanamadı.<br />
Ben de zaten ümidimi kestim,<br />
çünkü aylardır düzenli maaşlarımızı<br />
alamıyoruz. Mesai ücretlerinden<br />
ümidi keseli bir hayli oldu.<br />
Kriz bahane edilerek üstümüzdeki<br />
baskıyı her geçen gün arttırıyorlar.<br />
Örneğin bir saat olan öğlen paydosu<br />
45 dakikaya <strong>indir</strong>ildi. Adetli<br />
çalışma sistemi başlatıldı. Her yapılan<br />
işte belirli bir adet istiyorlar.<br />
20 saniyede bir iş isteniyor ve<br />
günlük çıkması gereken iş hesaplanıyor<br />
ve bu işi çıkarmamız için<br />
zorlanıyoruz.<br />
İstenilen işi çıkartamadığımız<br />
zaman da hakaretlere maruz kalıyoruz.<br />
Özellikle son zamanlardaki<br />
krizle birlikte baskılar kat kat arttı.<br />
Ödemelerin ne zaman yapılacağını<br />
sorsak dahi fırça yiyoruz. “İşler<br />
kötü, kimseyi zorla çalıştırmıyoruz<br />
dışarıda işsiz dolu” diyorlar.<br />
Ayrıca işyerinde hijyenin mesanesi<br />
okunmuyor. Yemekler çok kötü, yinede<br />
her şeye şükretmemiz isteniyor.<br />
Bizler toplum <strong>olarak</strong> şükretme<br />
hastalığına yakalandık galiba…!!!<br />
Bunlar bizim kanımızı emiyorlar.<br />
Bizler ise şükretme yarışındayız…<br />
Şükür şükür nereye kadar. Ne zamana<br />
kadar bu sinekler kanımızı<br />
emmeye devam edecek (sanırım<br />
ölene dek!)…<br />
İstanbul<br />
02/02/2009 √<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
EK:7
DİRENİŞTEKİ AKAN-SEL<br />
İŞÇİLERİNE DESTEK ARTARAK<br />
DEVAM EDİYOR!<br />
Genç bir okur mektubu..<br />
(Aşağıda bizlerden çok uzak ama<br />
yüreği hep yanımızda olan genç<br />
bir okurumuzun mektubunu sizlerle<br />
paylaşıyoruz. Sistem onu geçici<br />
bir süre fiziksel <strong>olarak</strong> bizden<br />
uzaklaştırsa da, bilincini ve yüreğini<br />
asla bizden alamayacaktır.)<br />
Merhaba arkadaşlar,<br />
Geçen yılları biz devrimciler<br />
açısından değerlendirecek<br />
olursak zorlu ve bir<br />
o kadarda mücadeleye yeni yeni<br />
deneyimlerin kazandırıldığı görülebilir.<br />
Dünyada ve ülkede gelişmekte<br />
olan halk hareketleri ve<br />
özellikle de yoksul, işçi ve emekçi<br />
sınıfı içerisinde baş gösteren pozitif<br />
eylemler ve bununla birlikte<br />
kapitalizmin dayanılmaz bir hal<br />
alması artık sömürünün olmadığı<br />
yeni bir dünyayı gerekli kılmıştır.<br />
Her ne kadar kölelik düzeninin<br />
kabuğunu çatlatmaya dahi yetmesede<br />
bu gelişmelerin, zamanla etkili<br />
bir güce dönüşmesi kaçınılmaz<br />
bir sonuçtur.<br />
Coğrafyamızdaki işçi ve emekçiler<br />
açısından iyleştirilmeye çalı-<br />
halkları üzerinde yaşanan tarihi<br />
haksızlıkları ve bugün de varlığı<br />
değişmeden sürdürülen milliyetçi<br />
baskıların kaldırılması için yeterli<br />
değildir. Bu sorunlar ne zamanki<br />
acil gündem konuları şeklinde ele<br />
alınsa sorunların çözülmesi için<br />
çıkmaz yollar düşünülmekte ya da<br />
en iyi halde sistemin sürdürücüleri<br />
ile uzlaşma yolu tercih edilmektedir.<br />
Ve her nedense özgürlük ve<br />
demokrasi kavramları sadece makalelerde<br />
veya tartışma programlarında<br />
duyduğumuz kavramlar<br />
<strong>olarak</strong> kalmaktadır. Oysa ki en basit<br />
anlamda sorunların devam etmesindeki<br />
nedenler es geçilmekte<br />
ve hatta tartışılmaz görülmektedir.<br />
Kapitalizmin ve onun yarattığı en<br />
vahşi yönetim biçimi olan faşizmin<br />
boyunduruğu altında olunduğudur<br />
sorunun sebebi ve bu dünya<br />
düzeninin bilinçli bir sınıf örgütlenmesi<br />
olmadan yıkılmayacağı,<br />
bu sorunların her defasında dönüp<br />
dolaşıp aynı yerde kalacağıdır.<br />
Yaşananlar gösteriyor ki 2009<br />
yılı içerisinde de bu sorunlar devam<br />
edecektir. Biliyoruz ki bizler<br />
ve özellikle yeni yeni ayakları üze-<br />
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ<br />
Ul u s l a r a r a s ı M e r s i n<br />
Limanının yükleme, boşaltma<br />
ve nakliye işlerini<br />
yapan Akan-Sel Nakliyat firmasında<br />
çalışan 60 işçi ile Liman A<br />
Kapısı önünde başlatılmış olan direniş<br />
bir ayı yakın bir zamanı geride<br />
bıraktı. İşten atılan işçiler ile<br />
limanda başlatılan direniş devam<br />
ederken çalışan işçilere yönelik kıyım<br />
da devam ediyor. 16 işçi daha<br />
Akan-Sel yetkilileri tarafından işbaşı<br />
yaptırılmadı.<br />
İşten atılan işçilere destek<br />
artarak devam ediyor. Bugün de<br />
işten atılan üyelerimize destek olmak<br />
amacı ile üyelerimizin eş ve<br />
çocukları, yakınları ile Petrol-İş,<br />
Yol İş, Genel İş, İHD Mersin<br />
Şubesi, KESK’e bağlı sendikaların<br />
şube başkan ve yöneticileri, Genç<br />
Sen üyesi üniversite öğrencileri, siyasi<br />
parti temsilcileri liman önüne<br />
gelerek sendika ve işçilerle dayanışma<br />
içerisinde olacaklarını belirttiler.<br />
Ziyaret sırasında limanda<br />
çalışan işçiler de, liman kapısına<br />
yürüyüş yaparak geldiler.<br />
Ziyaret sırasında “Limana<br />
sendika girecek başka yolu yok, iş<br />
ekmek yoksa barış da yok, direne<br />
direne kazanacağız, işçiyiz haklıyız<br />
kazanacağız, yaşasın sınıf dayanışması,<br />
köle değil işçiyiz sen-<br />
dikamız ile güçlüyüz” sloganları<br />
atıldı.<br />
Sendika Genel Sekreteri<br />
Gürel Yılmaz ziyaret sırasında<br />
yaptığı konuşmada liman işçilerinin<br />
direnişinde 22 günün geride<br />
kaldığını hatırlatarak şunları söyledi:<br />
Bizler ekmeğimiz, işimiz ve<br />
onurumuz için mücadele ediyoruz.<br />
Haklı mücadelemize destek olmak,<br />
birlikte mücadele ettiğimizi göstermek<br />
için bugün eş ve çocuklarımız<br />
ile buradayız. Mücadelemize<br />
Mersin, ülke ve giderek dünya kamuoyunun<br />
da desteği artarak devam<br />
ediyor. Bu mücadele 1 ayda<br />
sürse, 1 yıl da sürse devam edecek.<br />
Bu sorun ancak işten çıkarılan arkadaşlarımızın<br />
yeniden işe alınmalarıyla<br />
sona erecektir” dedi.<br />
27 Ocak Salı günü de<br />
Mersin’de bulunan yöre dernekleri,<br />
sendikalar ve kitle örgütleri<br />
tarafından oluşturulan Mersin<br />
Demokratik Kent İnisiyatifi direnişteki<br />
işçileri ziyaret ederek destek<br />
sundular. Demokratik Kent<br />
İnisiyatifi adına konuşan Hasan<br />
Kapıkıran yaptığı konuşmada 6<br />
Ocaktan bu yana direnişte olan<br />
işçilerin yanında olduklarını ve<br />
işçiler işbaşı yapana kadar desteklerinin<br />
devam edeceğini söyledi.<br />
Ocak 2009 Mersin √<br />
Biliyoruz ki bizler ve özellikle yeni yeni<br />
ayakları üzerinde doğrulan genç devrimciler<br />
bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve<br />
doğru bir perspektif oluşturarak mücadeleyi<br />
hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar<br />
görmek istiyorsak önümüzden akıp giden zamanı<br />
mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir.<br />
şılan ya da daha açık ifade etmek<br />
gerekirse egemenlerin kendi çıkarları<br />
uğruna artık yara haline<br />
gelmiş tartışma konularını gündeme<br />
getirmiş olmaları ve bazı<br />
entellektüel çevrelerin de buna ön<br />
ayak olmaları (Kürt sorununa yönelik<br />
devlet kanalının Kürtçe yayın<br />
yapması ve Ermeni katliamına<br />
ilişkin yürütülen imza kampanyaları)<br />
bu sorunların çözülmesi<br />
için atılmış bazı adımlar <strong>olarak</strong><br />
görülebilir. Fakat bu buzlaşan dağın<br />
öte tarafını görmek için biraz<br />
tepeden bakmak gerekecek. Ne<br />
Kürt halkı için ve onun önde giden<br />
temsilcileri ne de Türkiye’de<br />
yoksulluk çekenler, önümüzdeki<br />
seçim saçmalığından hiç bir sonuç<br />
elde edemeyecektir. Devletin yaptığı<br />
düzenlemeler Ermeni ve Rum<br />
rinde doğrulan genç devrimciler<br />
bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli<br />
ve doğru bir perspektif<br />
oluşturarak mücadeleyi hızlandırmalıyız.<br />
Eğer elle tutulur sonuçlar<br />
görmek istiyorsak önümüzden akıp<br />
giden zamanı mücadeleyle dolu geçirmemiz<br />
gerekir. Unutmayalım ki<br />
dostlar, bu yaşamı bize reva görenler,<br />
bir dakika bile boş durmadan<br />
yeni yeni sömürü politikaları ve<br />
uygulamaları geliştirirken bizlerin<br />
keyfi ve boşa geçirecek bir zamanımızın<br />
olmadığını bilmeliyiz. Zor<br />
ama onurlu bir mücadele bizleri<br />
bütün çıplaklığıyla beklemektedir.<br />
Nerede ve ne şekilde olursak olalım:<br />
Yaşasın onurlu mücadelemiz!<br />
Dostca selamlar...<br />
Genç bir YDİ Çağrı okuru<br />
EK:8<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:<br />
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş<br />
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 130’un İşçi Eki · Şubat 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu<br />
2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası<br />
Türkiye’de kadın sığınmaevleri...<br />
Türkiye, kadına yönelik aile<br />
içi şiddetin en yoğun yaşandığı<br />
ülkelerin başında geliyor.<br />
Uluslararası bir kuruluş olan "Sağlık<br />
ve Cinsiyet Eşitliği Merkezi'nin 50<br />
ülkede 140 bin kadın arasında yaptığı<br />
bir araştırmaya göre, kadına yönelik<br />
şiddette, Türkiye yüzde 58'lik<br />
oranla dünya sıralamasında birinci.<br />
Yani, Türkiye'de yaşayan her iki kadından<br />
birisi şiddete maruz kalıyor.<br />
Özellikle aile içinde kadına yönelik<br />
şiddet bu denli yoğun olmasına rağmen<br />
şiddet ortamından bıkıp, kurtuluş<br />
yolları arayan kadınların çalacağı<br />
bir kapı yok.<br />
Kadına yönelik şiddete karşı yıllardır<br />
mücadele eden ve kendi çabalarıyla<br />
ayakta durmaya çalışan<br />
Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın<br />
İstanbul’daki sığınağına Beyoğlu<br />
Kaymakamlığı, 31 Aralık 2008'den<br />
sonra parasal desteği kestiğini bildirdi.<br />
Mor Çatı’nın yaptığı açıklamaya<br />
göre Beyoğlu Kaymakamlığının<br />
Dünya Bankası'ndan koşullu <strong>olarak</strong><br />
fon sağlaması üzerine Eylül 2005’de<br />
başlamış olan projenin sona ermesinin<br />
ardından sığınağa yapılan maddi<br />
destek önce azaltıldı sonra da kesildi.<br />
Sığınağın kapatılması anlamına gelen<br />
Kaymakamlığın bu kararına<br />
karşı Mor Çatı’lı kadınlar ve kadın<br />
örgütleri sığınağın kapanmaması için<br />
mücadele yürütüyor. Bu mücadele,<br />
binlerce kadının ve kadın örgütlerinin<br />
desteklediği “Sığınak İstiyoruz!”<br />
imza kampanyası ile başlayıp çeşitli<br />
etkinliklerle devam ediyor.<br />
Türkiye’de kadın<br />
sığınmaevlerinin durumu<br />
2005 yılında AB’ye uyum çerçevesinde<br />
çıkartılan 5393 Sayılı Belediye<br />
Kanunu ile nüfusu 50 binin üzerinde<br />
olan belediyelerin kadın sığınmaevleri<br />
açmaları gerekiyor.<br />
Bu yasanın gereği yapılsa, şu anda<br />
Türkiye’de 3.000 civarında kadın sığınma<br />
evinin bulunması gerekiyor.<br />
Oysa Türkiyede Sosyal Hizmetler<br />
ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na<br />
(SHÇEK)’e bağlı yalnızca 8 tane,<br />
adına “kadın konukevi” dedikleri<br />
sığınma evi var! Evet yanlış okumadınız.<br />
8 tane!<br />
Birisi Mor Çatı’nın diğeri ise<br />
Ankara Kadın Dayanışma Vakfına<br />
ait iki bağımsız sığınak ise devlet<br />
kaynak aktarmadığı için kapalı.<br />
Aslında Avrupa Birliği (AB) kriterlerine<br />
göre de devlet kuruluşlarının,<br />
her 7 bin 500 kişilik nüfusa bir sığınak<br />
açması gerekiyor. Bu kritere göre<br />
Türkiye’de 9 binin üzerinde sığınma<br />
evinin olması gerekiyor!<br />
Kadın sığınma evlerinin olağanüstü<br />
azlığı bir yana bunların nasıl<br />
çalıştırıldığı da önemli bir tartışma<br />
konusu.<br />
Türkiye’de ilk defa 8 Mayıs 2001'de<br />
‘Kadın Konukevleri Yönetmeliği’<br />
Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe<br />
girdi.<br />
Bu yönetmelikte yer alan bir sürü<br />
madde haklı <strong>olarak</strong> kadın örgütlerinin<br />
tepkisini çekti.<br />
Örneğin: "Çalışacak personelin tercihen<br />
kadın olması" maddesi, uluslararası<br />
bir kural olan kadın sığınaklarında<br />
yalnızca kadın personelin<br />
çalışacağı ilkesi ile bağdaşmıyor.<br />
Ya da "Kuruluşlar, her ay hizmetten<br />
yararlanan kadın ve çocuklar ile ilgili<br />
istatistiki bilgileri il müdürlüklerine<br />
gönderirler." maddesi ile, sığınaklarda<br />
kalan kadınların ‘gizliliği’ ilkesi<br />
ihlal edildiği gibi ayda bir rapor mecburiyetiyle<br />
zaten kısıtlı olanaklarla<br />
doğru dürüst işlemeyen bu kurumlar<br />
bürokrasiye boğularak daha da çalışmaz<br />
hale getiriliyor. Fuhuşu meslek<br />
edinen yada alkol/madde bağımlısı<br />
olan, enseste maruz kalan kadın kesimler<br />
için ayrı sığınaklar açılması<br />
ve bunu bizzat devletin kendisinin<br />
yapması gerekirken bu gruplar için<br />
bağımsız sığınaklar açılması dahi<br />
yasaklanıyor! Yine bu yönetmelik ile,<br />
idarenin eline her fırsatta bağımsız<br />
kadın sığınaklarını kapatma hakkı,<br />
yetkisi veriliyor vs.<br />
Sığınmaevinde neyi koruyorlar<br />
Türkiye’de var olan az sayıdaki sığınma<br />
evlerinin nasıl çalıştırıldığına<br />
bakıldığında bunların, sğınmaevlerinde<br />
kalan kadınların bir çoğunun<br />
tehlikede olan yaşamlarını korumakla<br />
pek ilgilenmedikleri çıkıyor<br />
ortaya.<br />
Sığınmaevlerinde, kadının güvenliğinin<br />
sağlanabilmesi açısından ‘gizlilik’<br />
kuralı en önemli kurallardan<br />
biridir. Bu nedenle sığınma evinde<br />
kalan kadınların can güvenliği için,<br />
nerede kaldıklarının, şiddet gördükleri<br />
için kaçtıkları kişi ya da kişiler<br />
tarafından bilinmemesi gerekiyor.<br />
Sığınak adreslerinin mutlaka gizli<br />
tutulması, hiç kimseye söylenmemesi<br />
gerekiyor. Fakat Türkiye’de bu böyle<br />
işlemiyor. Karısının evden kaçtığını<br />
polise şikayet eden kocaya polis, ‘karım<br />
kayboldu’ diyerek savcılığa başvurmasını<br />
öğütlüyor ve savcılık ta<br />
sığınma evlerini zorlayarak kadının<br />
orada olup olmadığını öğrenmeye<br />
çalışıyor! Diyarbakır Kadın Merkezi<br />
Başkanı Nebahat Akkoç, “Bir keresinde<br />
bizim koruma altına aldığımız<br />
bir kızın annesinin eline, ‘Kızınız<br />
KAMER tarafından sığınma evine<br />
gönderilmiştir’ yazısı verilmiş” diye<br />
anlatıyor. <br />
Perdeleri açmak, balkona<br />
çıkmak yasak!<br />
Bir taraftan kadınların barındığı sığınaklar<br />
‘kayıp’ başvurusu ile başvuran<br />
kişilere ihbar edilirken diğer taraftan<br />
kadınların can güvenliği perdeleri<br />
açmaları, balkona çıkmaları<br />
ya da dışarı çıkmaları yasaklanarak<br />
sağlanmaya çalışılıyor. Sığınma evi<br />
yöneticileri gizliliği dışarı çıkmayı,<br />
perde açmayı yasaklamakla çözmeye<br />
çalışıyor!<br />
Fakat kadınların kendi ayakları<br />
üzerinde durabilmeleri için dışarı<br />
çıkmaları ve iş aramaları gerekiyor.<br />
Sığınakta kalan kadınların bir çoğu<br />
belli bir süre sığınakta kaldıktan<br />
sonra herhangi bir güvenceye kavuşturulmadan<br />
‘zamanın doldu çık’<br />
şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyorlar.<br />
Kadının can güvenliği devlet tarafından<br />
sağlanamadığı için her an<br />
öldürülmek korkusu ile dışarıya çıkamayan<br />
bir kadının sığınma evinden<br />
ayrılmaya zorlanması onu yine<br />
eski şiddet ortamına itmekten başka<br />
bir anlama gelmiyor. Tabi eğer koca,<br />
baba vs. tarafından evden kaçtığı için<br />
öldürülmediyse!<br />
Avrupa ülkelerinde şiddete uğrayan<br />
kadının bir tek telefonu onun<br />
koruma altına alınmasına yetiyorken,<br />
bu Türkiye’de bir dizi bürokratik<br />
işlemi gerektiriyor.<br />
Eğer bir sığınma evine başvuracaksanız<br />
bunun hazırlıklarına bir an<br />
önce başlamanız gerekiyor! Çünkü<br />
epey bir koşturmanız gerekecek!<br />
Bir sığınma evine başvurmak için<br />
istenen belgeler şunlar:<br />
1. Dilekçe,<br />
2. Nüfus Cüzdanı, Vukuatlı Nüfus<br />
Kayıt Örneği, <br />
3. Kadının bulaşıcı ve sürekli tıbbi<br />
bakım isteyen bir hastalığının bulunmadığı,<br />
ruh sağlığının yerinde<br />
olduğu, alkol ve uyuşturucu madde<br />
bağımlısı olmadığına dair sağlık<br />
raporu,<br />
4. Çocuklarıyla birlikte kalacaksa<br />
çocukların nüfus cüzdanları, <br />
5. Kadın evliyse evlenme cüzdanı,<br />
boşandıysa boşanma belgeleri, <br />
6. Kadın herhangi bir şiddete maruz<br />
kaldıysa polis tutanağı. <br />
Şiddete uğramış kadınların polise<br />
başvurduklarında polisin tutanak<br />
tutmak yerine kadını çoğu zaman eve<br />
geri gönderdiği de bilindiğinde istenilen<br />
belgelerin tamamlanması için<br />
epey bir koşturulması gerekecek!<br />
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin<br />
en barbar biçimleri çokça yaşanmasına<br />
rağmen kadınların barınabilecekleri<br />
sığınakların az olması ve var<br />
olanların da traji-komik bir yapıya<br />
sahip olması bir çelişkiymiş gibi görünüyor<br />
olsa da aslında bir çelişki<br />
değildir. Çünkü devlet gerçekten<br />
kadına yönelik şiddete karşı ciddi<br />
bir adım atsa - ki bunun başında<br />
şiddetten kaçan kadınların belli bir<br />
süre kalabileceği, maddi ve manevi<br />
<strong>olarak</strong> desteklendiği sığınaklar da<br />
geliyor- bu kadar sığınmaevine gerek<br />
kalmaz. Fakat erkek egemen olan bu<br />
devletin kadına yönelik şiddete karşı<br />
mücadele gibi bir derdi olmadığı için<br />
hem kadına yönelik şiddet ve hem de<br />
kadın sığınmaevlerine olan ihtiyaç<br />
gün geçtikçe daha da artıyor.<br />
Kadın kurumlarının talepleri<br />
Sığınaklar için yıllardır mücadele<br />
eden ve Mor Çatı gibi bu alanda belli<br />
bir deneyime sahip olan kadın kurumlarının<br />
talepleri arasında şunlar<br />
yer alıyor:<br />
1. Nüfusu 50 bini geçen belediyelerde<br />
sığınma evlerinin açılmasının<br />
yanısıra nüfusu 50 binden az olan belediyelerin<br />
ortak sığınma evi açması<br />
gibi yükümlülüklerle tüm kadınların<br />
haklarının korunması,<br />
2. Sığınaklardaki kadınların hukuki<br />
ve psikolojik destek alabilmesi<br />
için sığınakların yanı sıra kadın danışma<br />
merkezlerinin de açılmasının<br />
zorunluluk haline getirilmesi,<br />
3. Belediyelerin sığınak ve danışma<br />
merkezi açmak zorunda olmasına<br />
ilişkin maddede, kadın kuruluşlarının<br />
hem sığınaklarda denetiminin olması,<br />
hem de kendilerinin açacakları<br />
bağımsız sığınakların desteklenmesi,<br />
4. Türkiye'deki tüm belediyelerin<br />
sığınak ve kadın sığınma merkezi açmaları,<br />
açık olanların kapanmaması<br />
için önlem alınması ve sığınaklarda<br />
kadın kuruluşlarının söz hakkı ve<br />
denetiminin sağlanması,<br />
5. Devletin, bağımsız kadın örgütlerinin<br />
açacağı kadın sığınaklarını<br />
"özerkliklerine dokunmadan"<br />
desteklemesi. <br />
En ileri emperyalist ülkelerde bile<br />
kadınlara uygulanan şiddet, toplumun<br />
ayrılmaz bir parçası olduğuna<br />
göre, kadına yönelik şiddet erkek<br />
egemen kapitalist sistemin doğasında<br />
vardır. Kadına yönelik şiddeti<br />
ortadan kaldırmak, böylece sığınaklara<br />
ihtiyacın olmadığı bir sistem<br />
yaratmak mümkündür. Yeter ki bulunduğumuz<br />
her alanda şiddete karşı<br />
mücadele ederken bu mücadeleyi kapitalist<br />
sistemin ortadan kaldırılması<br />
mücadelesiyle birleştirelim.!<br />
Sığınak ta istiyoruz, sığınağa ihtiyacın<br />
olmadığı günleri de!<br />
Ocak 2009 √<br />
11
panorama<br />
PANORAMA<br />
İşgal sona mı<br />
eriyor<br />
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN -<br />
12<br />
ABD emperyalizminin 44.<br />
Ba şk a n ı seçi len Ba ra k<br />
Obama, seçim sürecinde<br />
başkan <strong>olarak</strong> seçilmesi durumunda<br />
Irak’taki ABD askerlerini 16 ay<br />
içinde geri çekeceğinin propagandasını<br />
yaptı. Obama’nın dediklerini<br />
dikkatli okuyanların hemen tespit<br />
edebileceği bir gerçeklik, Obama’nın<br />
sözkonusu ettiği askeri geri çekme<br />
işinin, tüm ABD askerlerini kapsamadığı<br />
gerçeğiydi. Fakat Obama bu<br />
propagandayla kamuoyunda “savaş<br />
karşıtı” olma görüntüsünü sağlamada<br />
epey başarılı olmuştu.<br />
Obama seçim propagandasında<br />
ABD askerlerini 16 ay içinde geri<br />
çekeceğini dillendirirken Bush önderliğindeki<br />
ABD emperyalizminin<br />
temsilcileri Irak’taki yönetimle sıkı<br />
bir pazarlık içindeydi.<br />
ABD emperyalizminin Irak-Güney<br />
Kürdistan’ı işgalini “meşru” kılan<br />
BM’nin kararına göre, BM mandası,<br />
buna bağlı <strong>olarak</strong> da ABD askerlerinin<br />
Irak’ta kalma süresi 31 Aralık<br />
2008 tarihinde bitiyordu. 1 Ocak<br />
2009 tarihinde ABD askerlerinin<br />
Irak-Güney Kürdistan’dan çıkmayacağı<br />
kesindi. Bu durumda ABD<br />
emperyalizminin önünde esasında<br />
iki seçenek vardı: ya uluslararası düzeyde<br />
“gayri resmi” <strong>olarak</strong> görülüp<br />
yeni sorunlarla karşılaşmak, işi kılıfına<br />
uydurmak için yeni diplomatik<br />
pazarlıklar yürütmek vb. vb.; ya<br />
da Irak yönetimiyle 31 Aralık 2008<br />
tarihi sonrası dönem için anlaşma<br />
yapmak. ABD emperyalizminin çıkarlarına<br />
olan ikinci seçenekti ve<br />
Irak yönetimiyle sözkonusu anlaşma<br />
gerçekleştirildi.<br />
Kısa adı SOFA olan anlaşmanın açılımı<br />
“Status of Forces Agreement”tir.<br />
Sözkonusu anlaşmayı “Güvenlik<br />
Anlaşması” <strong>olarak</strong> da tanıttılar…<br />
Kimin kime karşı güvenliği sorusunu<br />
sorarsanız, tabii ki “ABD’nin<br />
Irak-Güney Kürdistan’da kalabilmesinin<br />
güvenliği anlaşması” diye<br />
cevap alamazsınız. Çünkü anlaşmanın<br />
esas rolü ABD emperyalizminin<br />
Irak-Güney Kürdistan’daki varlığının<br />
üzerini örtmektir. Ya da başka<br />
türlü ifade edilirse işgalci güç olma<br />
yerine “yardımcı güç” kılıfına sokmak<br />
ve böylece sanki ABD’nin işgali<br />
son buluyormuş gibi bir görüntü<br />
yaratmaktır.<br />
Irak yönetiminin pazarlıklar sürecinde<br />
öne sürdüğü ve anlaşmaya<br />
soktuğu kimi noktalar –örneğin Irak<br />
topraklarının komşu ülkelere saldırı<br />
için kullanılmayacağı noktası gibi<br />
noktalar– da kullanılarak ABD’ye<br />
karşı büyük bir başarı sağlanmış<br />
havası verilmektedir. Öne çıkarılan<br />
esas propaganda ise “işgal son bulacak”<br />
yönlü propagandadır.<br />
Gerçekte ise, “Güvenlik Anlaşması”<br />
denilen anlaşma ile işgal en azından<br />
üç sene daha uzatılmıştır. ABD<br />
emperyalizminin işgalci güçlerinin<br />
Irak-Güney Kürdistan’da varlığı bu<br />
anlaşmayla bir kez daha –daha önce<br />
BM aracılığıyla yapılmıştı– “meşrulaştırılmıştır”.<br />
Böylece gerçekte<br />
varolan işgalin üzeri örtülmeye<br />
çalışılmaktadır.<br />
Anlaşmanın kendisinde en büyük<br />
sahtekârlık, sözkonusu anlaşmanın<br />
“eşit ve bağımsız egemen ortaklar”<br />
tarafından karşılıklı verilen garantilere<br />
dayandığının tespit edilmesidir.<br />
Gerçekte eşit ve bağımsız ortaklar<br />
sözkonusu değildir. İşgalci<br />
güç ABD ile ona bağımlı atanmış<br />
bir yönetim sözkonusudur. Öyle<br />
“eşit ve bağımsız” bir yönetim ki<br />
Irak yönetimi, ABD emperyalizminin<br />
“yeşil bölge” <strong>olarak</strong> duvarlarla<br />
çevirdiği ve binlerce ABD’li sivilin<br />
Irak’ı yönettiği –ki gerçek yöneticiler<br />
bunlardır– bir bölgede hükümet<br />
ve parlamento toplantılarını gerçekleştirebilmekte<br />
ve bu “yeşil bölge”de<br />
“güvenlik anlaşması”nı onaylamaktadır.<br />
Anlaşmanın başında yapılan<br />
bu sahtekârlık tabii ki tüm anlaşma<br />
metninde de sürdürülmektedir.<br />
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla<br />
sözkonusu anlaşmanın öne çıkan<br />
kimi noktaları şunlardır: ABD askerleri<br />
30 Haziran 2009 tarihine kadar<br />
yerleşim alanlarından çekilecek.<br />
Yani üslerde kalacak. Buna bağlı <strong>olarak</strong><br />
400 civarında olduğu söylenen<br />
üslerde kalan –andaki sayı 152 bin<br />
<strong>olarak</strong> verilmektedir– ABD askerinin<br />
2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney<br />
Kürdistan’ı terk etmesi gerekiyor.<br />
Irak toprakları komşu ülkelere saldırı<br />
için kullanılamayacak. Üsleri dışında<br />
ve görev başında değilken suç işleyen<br />
ABD askerleri Irak mahkemelerinde<br />
yargılanabilecek. Anlaşma, Irak’ta<br />
güvenlik tam <strong>olarak</strong> sağlandığında,<br />
tarafların uzlaşmasıyla feshedilecek.<br />
Önemli noktalardan biri de bu<br />
anlaşmanın Obama yönetimini de<br />
bağlamasıdır.<br />
Sözkonusu anlaşmanın dibinin<br />
delinmesinin her zaman mümkün<br />
olduğunu gösteren noktaların başında<br />
“tam güvenliğin sağlanması”<br />
tespiti gelmektedir. Yani anlaşmayı<br />
imzalayanlar tarafından tam güvenlik<br />
sağlandığı konusunda hemfikir<br />
olunmazsa ve iki taraf da bunu kabul<br />
edip onaylamazsa anlaşma varlığını<br />
koruyacaktır. Buna göre de Irak yönetimi<br />
tehdit altında olduğu yerde,<br />
“güvenliği” korumak için ABD askerinin<br />
müdahale hakkı ve yetkisi<br />
vardır. Artık nasıl yorumlanırsa ona<br />
göre gereken adımlar atılacaktır.<br />
Bütün anlaşmayı bir kenara bırakıp<br />
ABD’nin “güvenliği sağlamak” için<br />
Irak’ta asker bulundurma ve müdahale<br />
–buna “yardım” adını veriyorlar<br />
şimdi– etme hakkı bile işgalin üç<br />
seneden daha çok sürdürülmesinin<br />
imkânını vermektedir.<br />
Örneğin 30 Haziran 2009 tarihine<br />
kadar ABD askerlerinin üslerine çekilmesi<br />
meselesi, sözkonusu yerleşim<br />
alanlarında “güvenliğin Irak güçlerince<br />
devralınması” koşuluna bağlanmaktadır.<br />
Formel <strong>olarak</strong> gerçekleştirilebilecek<br />
bir noktadır bu, ama<br />
gerçekte o tarihe kadar “Irak güçleri”<br />
tüm ABD askerinin olduğu şehir, kasaba,<br />
köylerde “güvenliği” devralabilecek<br />
mi Göreceğiz…<br />
ABD askerlerinin “görev başında”<br />
değilken işlediği suçlardan dolayı<br />
Irak mahkemelerinde yargılanabileceği<br />
meselesi de yine her tarafa bükülebilecek<br />
bir noktadır. Birincisi,<br />
onlara göre “görev başında” iken<br />
işlenen suçlardan dolayı sözkonusu<br />
askerler yargılanamaz. İkincisi, yargılanmaları<br />
ancak “görev başında”<br />
olmadığı ve üslerin dışında suç işlemesine<br />
bağlıdır. Bu durumda “görev<br />
başında” olmak ya da olmamak ne<br />
demektir Her seferinde “görev başında”<br />
olduğu söylenip sözkonusu<br />
askerlerin yargılanmasının önü kesilebilir.<br />
Her ABD işgal gücü, yani<br />
askeri, Irak-Güney Kürdistan’da “görev<br />
başında”dır. Onların görevi Irak-<br />
Güney Kürdistan’a gitmeleriyle başlamış,<br />
geri çekilmeleriyle son bulacak<br />
bir görevdir.<br />
Kamuoyundan gizlenmeye çalışılan<br />
bir gerçeklik de, sözkonusu<br />
anlaşmaya göre “bütün Amerikan<br />
kuvvetlerinin” yani askeri güçlerinin<br />
çekilmesi öngörülüyor. Oysa<br />
hem “yeşil bölge”de Irak’ın gerçek<br />
yöneticileri olan binlerce ABD’linin<br />
hem de resmen sayısı verilmeyen ve<br />
askeri güç içinde gösterilmeyen onbinlerce<br />
paralı–taşeron silahlı gücün<br />
varlığı sözkonusu edilmemektedir.<br />
Bu taşeron, paralı silahlı gücün sayısı<br />
kimi tahminlere göre 150 bin<br />
civarındadır. Yani resmi ABD askeri<br />
2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney<br />
Kürdistan’dan çıksa bile, gerçekte<br />
ABD işgali son bulmuş olmayacaktır.<br />
Askere sivil elbise giydirip işgalin<br />
son bulduğu görüntüsü vermek onlar<br />
için hiç de zor olmuyor… Mesele, onlara<br />
aldanıp aldanmamaktır!<br />
ABD emperyalizminin temsilcileri<br />
sözkonusu anlaşmanın taslak metnini<br />
sonuna kadar kendi kamuoyundan<br />
gizlediler. Irak hükümetinden<br />
sonra Irak Parlamentosu da sözkonusu<br />
anlaşmayı onayladı. 275 sandalyelik<br />
parlamentoda, sözkonusu<br />
oylama günü 198 milletvekili oy kullandı<br />
ve farklı verilere göre 144-149<br />
oyla anlaşma onaylanmıştır. Bu anlaşmanın<br />
en son imzası ise Bush ile<br />
Maliki tarafından atıldı ve –Bush’a
panorama<br />
atılan ayakkabı resimleri eşliğinde–<br />
yürürlüğe girdi.<br />
Kimi milletvekillerin açıklamalarına<br />
göre “Başka seçenek” olmadığı<br />
için bu anlaşma onaylanmalıydı…<br />
Öyle de oldu. Sözkonusu anlaşmanın<br />
işgalin üzerini örtme yönlü tüm<br />
sahtekârlıklarına rağmen, Irak yönetimine<br />
öncekinden daha çok yetki tanıma<br />
durumunda olduğu da olgudur.<br />
ABD güçlerine, en azından kağıt üzerinde<br />
kimi sınırlamalar getirilmektedir.<br />
ABD emperyalizminin Irak<br />
yönetiminin kimi taleplerini kabul<br />
etmesinin perde arkasında yatan esas<br />
şey, “zamanın sınırlılığı” idi. Hem 31<br />
Aralık 2008 tarihi öncesinde, hem de<br />
Obama’nın resmen başkanlık koltuğuna<br />
oturmasından önce böylesi bir<br />
anlaşma yapılması gerekiyordu.<br />
Tam da bu nedenlerden kaynaklı<br />
kimi tavizler, daha anlaşma onaylanırken<br />
Pentagon’da yeni hesaplar<br />
yapılmasına yol açıyordu. Yani taraflar<br />
şimdilik anlaşmış görünse de,<br />
gerçekte hiç bir taraf tam memnun<br />
değildir. Bu çelişkiler kendisini önümüzdeki<br />
süreçte –Obama yönetiminin<br />
de tavrını belirlemesiyle– gösterecektir.<br />
Irak’ta yapılması öngörülen<br />
referandumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği<br />
ve gerçekleşirse sonucun ne<br />
olacağı da belli değil. Eğer gerçekleşirse<br />
referandumda ABD askerlerinin<br />
Irak-Güney Kürdistan’da kalıp kalmaması<br />
konusunda karar verilecek.<br />
Sonuç hayır yönünde olursa, ABD<br />
askerlerinin 2010 yılı ortalarına kadar<br />
çekilmesi gerekecek… Sonuç evet<br />
yönünde olursa –ki referandumu örgütleyenler<br />
ve oyları sayanlar sonucu<br />
belirleyecek– o zaman bu sonuç 2011<br />
sonrası için de kullanılabilecektir.<br />
Gerçekte ne ABD emperyalizmi<br />
Irak-Güney Kürdistan’ı terk etmek<br />
istemektedir, ne de andaki durumda<br />
Irak yönetimi ABD’siz ayakta durabilecek<br />
durumdadır. Bunun da sonucu,<br />
ABD’nin askeri güç sayısını azaltarak<br />
Irak-Güney Kürdistan’da uzun süre<br />
kalma amacında olduğu ve bunun<br />
planlarını yaptığı yönlü haberler kamuoyuna<br />
da yansıyan haberler arasındadır.<br />
Biçimi ya da vitrinin nasıl<br />
değiştirileceğinden, hangi görüntü<br />
verileceğinden bağımsız <strong>olarak</strong>, Irak-<br />
Güney Kürdistan’daki işgalin 2011<br />
yılından sonra da sürdürülmek istendiği<br />
açıktır. İşgale gerçekte son vermek<br />
sözkonusu anlaşma ile mümkün<br />
değildir. Anlaşma işgale son verme<br />
anlaşması değil, gerçekte “güçlerin<br />
yerleştirilmesi” anlaşmasıdır.<br />
Kuşkusuz ki işgalin son bulması<br />
devrim olmadan da mümkündür ve<br />
böylesi bir durum işgal durumundan<br />
iyidir. Fakat böylesi bir durumda da<br />
gerçek bağımsızlık sözkonusu olmayacaktır.<br />
Irak-Güney Kürdistan’da<br />
gerçek bağımsızlığı elde etmek ancak<br />
emperyalist işgale, yerli işbirlikçilere,<br />
her türden gericilere karşı devrim<br />
mücadelesiyle mümkündür.<br />
24 Ocak 2009 √<br />
Açık hava cezaevinde<br />
“fosforlu” katliam…<br />
27 Aralık 2008 tarihinde başlayan<br />
bombardıman ve 3 Ocak<br />
2009’da karadan da başlatılan<br />
saldırı, 17 Ocak’ta İsrail’in ve<br />
18 Ocak’ta da Hamas yetkililerinin<br />
“tek” taraflı ilan ettikleri ateşkesle<br />
şimdilik son bulmuştur.<br />
İsrail’in Hamas’ı gerekçe göstererek<br />
Gazze’ye saldırısının andaki kaba<br />
bilançosunu çıkarmak bile, gerçekte<br />
açık hava cezaevi halindeki Gazze’de<br />
yaşananların katliam olduğunu gözler<br />
önüne sermektedir. 22 gün süren<br />
saldırıların sonuçlarının rakamlara<br />
yansıması şöyledir: 1350’den fazla<br />
Filistinli –bunların 500’den fazlasını<br />
çocuk ve kadınlar önemli bir bölümünü<br />
de yaşlılar oluşturuyor– katledilmiştir.<br />
Yakılıp yıkılan binaların<br />
enkazları altındaki cesetlerin sayısı<br />
ise belli değil. Öldürülen İsraillilerin<br />
sayısı 9 asker 4 sivil <strong>olarak</strong> verilmektedir<br />
ve bu 9 askerden 4’ü de İsrail<br />
ordusunun kendisi tarafından öldürülmüştür.<br />
5 binden fazla Filistinli<br />
yaralanmıştır. 22.000 civarında ev<br />
tahrip edilmiştir. Bunun önemli bölümü<br />
artık oturulamaz durumdadır.<br />
100.000’den fazla insanın evsiz<br />
kaldığı, korunabilmek için kaçacak,<br />
sığınacak yer aradığı da BM’nin<br />
Gazze’deki çalışanlarının verdiği<br />
bilgiler arasındadır. Saldırıya uğrayan<br />
okul ve hastahane binaları ya da<br />
Hamas’ın gizlendiği söylenen binalar<br />
ve de camiler bu hesapta yok bile.<br />
Yakıp yıkmanın –insanların katledilmesi<br />
hesabı işin içinde yok–<br />
faturası ise 2 milyar dolar <strong>olarak</strong><br />
gösterilmektedir. Gerçekte ise tam<br />
bir hesap yapılmamıştır. Gazze’de<br />
insanlar, evler, eşyalar… yakılıp yıkılırken,<br />
yakıp yıkmada kullanılan<br />
- GAZZE/ FİLİSTİN -<br />
silahların üreticileri kuşkusuz ki ellerini<br />
ovmakta, kârlarına yeni kârlar<br />
katmaktadırlar…<br />
Açık bir barbarlık yaşanıyor; terör<br />
örgütüne, Hamas’a karşı mücadele<br />
adına gerçekleştirilen bu barbarlık<br />
dünyanın hemen tüm emperyalist<br />
güçleri tarafından açık veya dolaylı<br />
destekleniyor. Her türlü sahtekârlık<br />
sergileniyor.<br />
Sergilenen sahtekârlık içinde her<br />
emperyalist ve yerel gerici devletin<br />
kendi hesabı yer almaktadır.<br />
Özellikle Ortadoğu bağlamında çok<br />
yönlü çıkar ve hesaplar içiçe geçmiş<br />
ve kendisini Filistin sorununa yansıtmaktadır.<br />
Bu da “fillerin tepiştiği<br />
çimlerin ezildiği” bir durum ortaya<br />
koyuyor. Ezilen tabii ki Filistin Arap<br />
ulusu, halkıdır.<br />
Filistin Arap ulusunun özgürlüğü<br />
mücadelesinde düşman güç sadece<br />
işgalci siyonist İsrail ve onu destekleyen<br />
emperyalist güçler ve Mısır,<br />
Ürdün gibi Arap devletleri değil, hayır<br />
Filistin Arap ulusunun özgürlüğüne<br />
düşman güçler arasında hem El<br />
Fetih somutunda Abbas yönetimidir<br />
hem de gerici dinci faşist ideolojinin<br />
temsilcisi Hamas, İslami Cihad gibi<br />
örgütlerdir. Böylesi bir durumda ve<br />
devrimci bir önderliğin, gücün olmadığı<br />
koşullarda kuşkusuz ki Filistin<br />
Arap ulusunun pratik <strong>olarak</strong> fazla<br />
seçeneği yoktur.<br />
Hangi örgüt işgalci güce daha sert<br />
karşı çıkıyorsa ve de insanların yaşayabilmesinin<br />
önkoşulu olan yiyecek,<br />
içecek ya da temel ihtiyaçlarını gidermede<br />
yardımcı oluyorsa, halk da doğal<br />
<strong>olarak</strong> onlardan yana tavır takınmaktadır.<br />
Eğer Filistin halkı 25 Ocak<br />
2006’da yapılan genel seçimlerde<br />
–Filistin yönetiminin kurulmasından<br />
(1994) 12 sene, ilk genel seçimlerden<br />
(1996) ise 10 sene sonra yapılan genel<br />
seçimlerde– çoğunlukla Hamas’ı<br />
seçtiyse, bunun temelinde yatan gerçeklik,<br />
halkın şeriat istemesi değil, 12<br />
sene yönetimde bulunan El Fetih’in<br />
halkın sorunlarına çözüm getirmeye<br />
çalışması yerine yiyicilik, rüşvetçilik<br />
ve de her şeyden önemlisi Batılı<br />
emperyalistlerin ve İsrail’in “mini”<br />
Filistin devletinin kuruluşunu engelleme<br />
siyasetine ortaklık etmesiydi.<br />
Yaşanan barbarlık içinde çok yönlü<br />
çıkarlar, hesapların varlığı ve sınırsız<br />
sahtekârlıkların yaşandığı bir durumda,<br />
hangi konuyu seçip ortaya<br />
koymaya kalkışırsanız kalkışın, tavır<br />
takınmadığınız noktalar, tavır takındığınız<br />
noktalardan daha çok oluyor.<br />
Buna rağmen bu yazımızda kendimizi,<br />
yapılan kimi sahtekârlıklara<br />
değinmekle sınırlıyoruz.<br />
Kamuoyuna yutturulmaya çalışılan<br />
düşüncelerin başında Hamas’ın ateşkesi<br />
bozduğu ve tüm teklif ve uyarılara<br />
rağmen ateşkesi uzatmaktan kaçındığı<br />
yönlü yalan gelmektedir. Bu<br />
yalana bir de altı aylık ateşkes sürecinde<br />
Hamas’ın anlaşmaya uymadığı<br />
yalanı yamanmakta ve sahtekârlık<br />
perdesi sahneye asılmaktadır…<br />
Yalan diyoruz, çünkü, birincisi hemen<br />
tüm tarafsız basın mensuplarının<br />
ve uluslararası kurumlarda yer<br />
alan kimi yetkililerin verilerine göre,<br />
Hamas sözkonusu altı aylık ateşkes<br />
sürecinde anlaşmaya esas <strong>olarak</strong> uymuştur.<br />
İsrail ise gerçekte anlaşmaya<br />
uymamıştır. Örneğin Gazze’ye yönelik<br />
ablukanın özellikle temel ihtiyaç<br />
maddeleri için gevşetilmesi ve günde<br />
Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan<br />
TIR’ların sayısının abluka öncesi<br />
sayıya yükseltilmesi gerekirken,<br />
İsrail bunu en az düzeyde tutmuştur.<br />
Son dönemde ise sınırları bütünüyle<br />
kapatmıştır.<br />
4 Kasım’da Hamas’ın herhangi bir<br />
saldırısı olmadığı halde İsrail saldırıda<br />
bulunmuş ve 6 Hamas militanını<br />
katletmiştir. Örneğin Hamas bu süreçte,<br />
Kasım ayındaki saldırıya kadar<br />
İsrail’e yönelik roket saldırısında bulunmamıştır.<br />
4 Kasım saldırısı sonrasında<br />
yeniden roket saldırısı başlatmıştır.<br />
Bu tarihe kadarki süreçte<br />
çok az sayıdaki roket atışı –toplam<br />
12– ise İslami Cihad ve diğer örgütlerin<br />
gerçekleştirdiği ve kimi burjuva<br />
yorumcuların da belirttiği kadarıyla<br />
Hamas’ın engelleyemediği saldırılar<br />
olmuştur. Bu saldırılarda herhangi<br />
bir can kaybı yaşanmamıştır.<br />
Hamas’ın ateşkesi uzatmadığı id-<br />
13
panorama<br />
14<br />
diası veya suçlaması da bu haliyle<br />
yanlıştır. Sözkonusu ateşkes zaten<br />
19 Aralık 2008 tarihinde bitiyordu.<br />
Taraflar uzlaşırsa yeni bir ateşkes<br />
sözkonusu olacaktı. Hamas’ın ateşkesin<br />
uzatılması için İsrail’e –Mısır’lı<br />
arabulucular üzerinden sunduğu–<br />
bir ateşkes önerisi vardı. Öneride<br />
öne çıkan talep Gazze’ye ablukanın<br />
kaldırılmasıydı. İsrail, bu öneriyi<br />
reddetmiş ve Hamas’a roket saldırılarını<br />
durdurması için 48 saat süreli<br />
ültimatom vermiştir. Saldırı ise bu<br />
ültimatom üzerinden daha 24 saat<br />
bile geçmeden gerçekleştirildi. Yani<br />
Hamas’a tanınan 48 saat dolmadan<br />
ve Hamas’ın tavrı beklenmeden saldırıya<br />
geçildi. Böylece esas <strong>olarak</strong><br />
Hamas’ın ateşkes için Gazze’ye yönelik<br />
ablukanın kaldırılması yönlü<br />
haklı talebi güme gitmiş, kamuoyunun<br />
dikkatleri başka yöne çevrilmiştir.<br />
19 Haziran 2008 tarihindeki ateşkes<br />
anlaşması için arabuluculuk yapan<br />
eski ABD başkanlarından James<br />
Carter bile İsrail’in saldırı savaşını<br />
“gereksiz bir savaş” (8 Ocak 2009 tarihli<br />
Washington Post) ve sorunu kolaylıkla<br />
aşılabilecek bir sorun <strong>olarak</strong><br />
değerlendirdi.<br />
Bu sahtekârlıkların biri de İsrail’in<br />
“kendini savunduğu” yönlü propagandadır.<br />
Her şeyden önce saldırıya<br />
maruz kalan İsrail değil, Filistin<br />
Arap ulusudur. İsrail işgalci bir güç<br />
<strong>olarak</strong> Filistin halkına on yıllarca<br />
kan kustururken ve en gecinde Oslo<br />
Anlaşması ile onayladığı “mini”<br />
Filistin devletinin kuruluşunu bile<br />
bugüne kadar hep yeniden engellediği<br />
halde, böylesi bir yalanı dünya<br />
kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadır.<br />
Bunda başarılı olmasının temel<br />
dayanaklarından biri özellikle<br />
İsrail’i destekleyen Batılı burjuva<br />
medyanın propagandasıdır. İşgalci<br />
güç, saldırgan güç, sorumlu ve suçlu<br />
güç, “kendini savunuyor” biçiminde<br />
gösterilerek hem temize çıkarılmaya,<br />
hem de “kurban” taraf <strong>olarak</strong> gösterilmeye<br />
çalışılıyor.<br />
Silahlı saldırı ve öldürme olayları<br />
temel alınarak bakıldığında da<br />
bu propagandanın büyük bir yalan<br />
olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail<br />
sadece bölgenin en büyük silahlı<br />
gücü değil, dünya çapında öne çıkan<br />
güçlü silahlı güçler arasındadır.<br />
Örneğin Gazze’ye saldırıda adı bile<br />
daha bilinmeyen yeni silahlar kullanılmaktadır.<br />
“Fosforlu” gösterilerle<br />
Filistinliler yakılmaktadır. Tankı<br />
topu, uçağı füzesi, atom bombası…<br />
ne sayarsanız var!<br />
Peki, anda İsrail’i tehdit eden güç<br />
<strong>olarak</strong> gösterilen Hamas’ın silah durumu<br />
nasıl Şimdiye kadar kullandıkları<br />
en büyük silah, hedefi belirsiz<br />
olan roketlerdir. Diğerleri tüfek,<br />
tabanca, ya da bunların çeşitleri, en<br />
etkilisi ise intihar komandolarıdır.<br />
Hamas ile İsrail arasında bir kere<br />
16 aylık ateşkes yaşanmıştır. En son<br />
<strong>olarak</strong> da altı aylık ateşkes yaşandı.<br />
İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve<br />
anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma”<br />
<strong>olarak</strong> yutturduğu tüm bu sahtekârlıklar<br />
kuşkusuz ki suçlu olanın İsrail değil, Hamas<br />
olduğu görüşünün yaygınlaştırılması iç<strong>indir</strong> de.<br />
Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini<br />
savunma”sını “anlayışla karşılarken”, gerçekte<br />
suç ortaklığı yapmaktadırlar.<br />
Hamas özellikle son 5 senedir birçok<br />
kez sözlü <strong>olarak</strong> 1967 sınırları içine<br />
çekildiğinde İsrail’in varlığını kabul<br />
edeceğini açıklamıştır. Karşılıklı<br />
ateşkes anlaşmaları yapmak bile, aslında<br />
birbirini tanımaktır. Son sekiz<br />
senelik süreçte Hamas’ın Gazze’den<br />
attığı roketleriyle ölen İsraillilerin sayısı<br />
15 iken, bu süreçte İsrailin öldürdüğü,<br />
katlettiği Filistinli sayısı 5000<br />
civarındadır.<br />
Bu verilere bakıldığında, kimin<br />
saldırgan kimin kurban olduğunu<br />
görmek için insanın özel <strong>olarak</strong> teorik<br />
analizler yapmasına gerek yoktur.<br />
Açıkça, göz göre göre yalan söylemektedirler.<br />
İsrail’in varlığının tehdit<br />
altında olduğu savunusu objektif<br />
<strong>olarak</strong> yalandır. Kuşkusuz ki İsrail’in<br />
varlığına karşı olanlar var. Ama bu,<br />
anda somut <strong>olarak</strong> İsrail devletini<br />
yıkacak ve İsrail’in varlığına son verecek<br />
bir tehdit değildir. Yukarıda<br />
aktardığımız 15’e 5000 insan öldürme<br />
oranı, ya da tepeden tırnağa<br />
silahlı bir İsrail devleti ile Hamas’ın<br />
silah gücü karşılaştırılmasında bile<br />
kimin tehdit altında olduğu açıkça<br />
görülebilir.<br />
Anda tehdit altında olan Gazze’deki<br />
1.5 milyon Filistinlidir. Sadece tehdit<br />
altında değil tabii ki… sürekli biçimde<br />
abluka altına alınmış, her gün,<br />
her saat, hatta her saniye ölümün hesaplandığı<br />
bir durum sözkonusudur.<br />
Kelimenin gerçek anlamında açık cezaevi<br />
konumundadır Gazze.<br />
İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu<br />
ve anda yürüttüğü savaşı “kendini<br />
savunma” <strong>olarak</strong> yutturduğu<br />
tüm bu sahtekârlıklar kuşkusuz ki<br />
suçlu olanın İsrail değil, Hamas olduğu<br />
görüşünün yaygınlaştırılması<br />
iç<strong>indir</strong> de. Bütün Batılı emperyalistler<br />
İsrail’in “kendini savunma”sını<br />
“anlayışla karşılarken”, gerçekte suç<br />
ortaklığı yapmaktadırlar. 1350’den<br />
fazla Filistinlinin katlinden, binlercesinin<br />
yaralanmasından, yüzbinden<br />
fazlasının evsiz, barksız kalmasından<br />
sorumlu ve suçludurlar.<br />
İsrail’in beyaz fosforlu bombalar ya<br />
da adı verilmeyen yeni silahlar kullanması<br />
da gerçekte emperyalistlerin<br />
uluslararası anlaşmalarına göre bile<br />
savaş suçudur, insanlık suçudur.<br />
Ama onlar bunu açık açık yapmaktadırlar!<br />
Saldırı harekâtının<br />
adını bile “Dökme Kurşun Harekâtı”<br />
koyuyorlar… 1967’deki altı günlük<br />
savaşlar’dan sonra bir günde en çok<br />
insanın katledildiği 27 Aralık 2008<br />
tarihinde ve sonrasındaki üç haftalık<br />
süreçte yaşananlar, kapitalizmin<br />
barbarlık olduğu gerçeğini çok açık<br />
<strong>olarak</strong> bir kez daha göstermiştir.<br />
B u r j u v a z i n i n s i y a s e t i n d e<br />
sahtekârlıklar normal durumdur.<br />
Örneğin daha 19 Haziran 2008’de<br />
ateşkes a nlaşması yapı lırken,<br />
Gazze’ye saldırının planları hazırlanmıştır.<br />
İsrail ile Hamas arasında<br />
arabuluculuk görüşmeleri yapan<br />
Mısır’lı yetkililer, başta da Mübarek,<br />
Hamas yetkililerine –İsrailli yetkililerin<br />
talebi üzerine– İsrail’in yakın<br />
zamanda saldırıda bulunmayacağı,<br />
ateşkes görüşmelerine sıcak baktığı<br />
yönlü bilgiler vermiş ve böylece<br />
İsrail’in Hamas’ı “beklenmeyen bir<br />
zamanda” vurması planlarına ortak<br />
olmuşlardır. Gazze’nin Mısır ile olan<br />
sınırının İsrail’in ablukasını boşa çıkarabilme<br />
imkânı var iken, Mısır da<br />
Hamas yönetimi ele geçirdi bahanesiyle<br />
Gazze’ye sınırı abluka altında<br />
tutmuştur. Yani Gazze’nin abluka<br />
altında olmasının da suç ortağıdır<br />
Mısır yönetimi.<br />
Hepsinin ortak sahtekârlıklarından<br />
biri de “savaşın Hamas’a karşı” olduğudur.<br />
Gerçekte hem İsrail, hem Mısır<br />
–Hamas’ın Mısır’daki Müslüman<br />
Kardeşler ile ilişkisinden dolayı da–<br />
hem de Abbas yönetimi (El Fetih) ve<br />
bunların destekçi emperyalist güçleri<br />
Hamas’a karşıdır. Fakat bu, yürüyen<br />
savaşın, daha doğrusu Gazze’ye<br />
saldırı harekâtının Filistin halkına<br />
karşı yürütüldüğü gerçeğini ortadan<br />
kaldırmıyor.<br />
Burjuvazinin siyaseti, çıkarları ve bu<br />
çıkarların gerektirdiği sahtekârlıklar<br />
üzerine kuruludur. Emekçiler için,<br />
ezilen halklar için mesele, onlara inanıp<br />
inanmamaktır.<br />
Tüm destekçileriyle birlikte İsrail’in<br />
Gazze’de gerçekleştirdiği katliamı<br />
bir kez daha lanetliyor, Filistin Arap<br />
ulusunun özgürlüğü için mücadeleyi<br />
destekliyor ve gerçek özgürlüğün ve<br />
bağımsızlığın tek yolunun devrim<br />
için mücadele olduğunu yeniden<br />
haykırıyoruz.<br />
24 Ocak 2009 √<br />
Savaşın seçimi,<br />
seçim savaşı…<br />
- İSRAİL-FİLİSTİN-<br />
İsrail’in 27 Aralık 2008 tarihinde<br />
Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı<br />
sonrasındaki yorum ve değerlendirmelerde,<br />
İsrail’in neden şimdi<br />
böylesi yoğun bir saldırı başlattığı<br />
sorusuna verilen cevaplarda; İsrail’de<br />
erken seçimlerin gündemde olması<br />
ve saldırının seçimlerde oy kazanmak<br />
için gerçekleştirildiği yönlü cevaplar<br />
da vardı.<br />
Bu değerlendirmenin bir yanı<br />
doğru ama bir yanı da yanlıştır.<br />
Şöyle ki, gerçekten de İsrail’de erken<br />
seçimler sözkonusudur. 10 Şubat<br />
2009 tarihinde –bu arada değişiklik<br />
olmazsa– erken genel seçimler yapılacaktır.<br />
Yine olgudur ki, bu seçimlerde<br />
Netanyahu, Barak ve Livni<br />
şahıslarında kendini gösteren partilerin<br />
oyları, İsrail’in Filistin sorununa<br />
ve özellikle de düşman <strong>olarak</strong><br />
hedefe konan Hamas gibi örgütlere<br />
karşı tavırlar önemli rol oynamaktadır.<br />
Özellikle Netanyahu, andaki<br />
hükümette yer alan Livni ve Barak’ı<br />
Hamas’a karşı saldırı için zorlamaktaydı<br />
ve seçimleri kazanma olasılığı<br />
varsayılıyordu. Bu açıdan ele alındığında<br />
Gazze’ye yönelik saldırının ve<br />
katliamın İsrail’deki seçimlerle de<br />
bağı vardır.<br />
Fakat bu saldırı, kimileri tarafından<br />
gösterilmeye çalışıldığı gibi “sürpriz”<br />
“aniden” düşünülen ve seçimlerden<br />
kısa süre önce “akıllarına” gelen bir<br />
saldırı değildir.<br />
Somut <strong>olarak</strong> bu biçimiyle ve kapsamıyla<br />
planlanmamış olsa da, bu<br />
saldırının hazırlığı en gecinden<br />
Hamas’ın Gazze’de yönetimi tek
panorama<br />
başına ele geçirmesinden beri yapılmaktaydı.<br />
19 Haziran 2008 tarihli<br />
ateşkes, gerçekte o tarihten önce yapılan<br />
saldırıların, İsrail egemenlerinin<br />
istediği başarıyı sağlayamamış olmasının<br />
sonucuydu. Gazze’nin birbuçuk<br />
sene abluka altına alınması olgusu da<br />
gerçekte saldırının sadece seçimlerle<br />
bağıntılı olmadığının kanıtıdır.<br />
Basına yansıdığı kadarıyla İsrail,<br />
ateşkes anlaşmasına paralel <strong>olarak</strong><br />
Gazze’de, hem de El Fetih yanlılarının<br />
yardımlarıyla da Hamas’ın<br />
yerleştiği alanları, cephaneliklerini,<br />
kısacası durumu rapor etme ve buna<br />
uygun <strong>olarak</strong> saldırı hazırlama planını<br />
yapmıştır.<br />
Ateşkes süresinin bitmesinden<br />
önce Hamas güçlerine saldırıp 6 militanı<br />
öldürmesi de, esasında ateskes<br />
süresinin bitmesi döneminde –ve bu<br />
arada ABD’de yönetim değişikliği<br />
sürecini de gözönüne alan– saldırıyı<br />
gerçekleştirmek için ortam hazırlama<br />
adımlarından biri olmuştur.<br />
Hamas’ın İsrail’in saldırılarına<br />
roketlerle yanıt vermesi, esas <strong>olarak</strong><br />
İsrail’in eline saldırı için kullanacağı<br />
bir gerekçe sunmuştur.<br />
Sonuçta değerlendirme yapılırsa,<br />
İsrail yönetimi hem Hamas’a karşı<br />
saldırı planlarının bir bölümünü<br />
pratiğe geçirme fırsatını kaçırmama<br />
ve aynı zamanda bununla seçimlerde<br />
oy oranını yükseltme hesaplarıyla<br />
deyim uygunsa bir taşla iki kuş vurmaya<br />
kalkışmıştır.<br />
Bilinçlere çıkarılması gereken sorunlardan<br />
biri, sözkonusu seçim hesaplarının<br />
sadece İsrail’deki erken<br />
genel seçimlerle sınırlı olmadığıdır.<br />
Filistin somutunda da seçimler sözkonusudur.<br />
Hem Başkan Abbas’ın<br />
görev süresinin bitmesine bağlı <strong>olarak</strong><br />
başkanlık seçimleri, hem de<br />
Hamas ile yürüyen çelişki ve çatışmalar<br />
sonucu Filistin Yönetimi’nin<br />
sınırları çerçevesinde tek hükümetli<br />
yönetimin olmaması ile parlamento<br />
seçimlerinin gündeme getirildiği bir<br />
durum sözkonusudur.<br />
9 Ocak 2009 tarihinde Abbas’ın<br />
resmi görev süresi dolmuştur.<br />
Gazze’de Hamas’ın yönetimi elinde<br />
bulundurması ve İsrail’in Gazze’ye<br />
saldırısı aynı zamanda Abbas’a “savaş<br />
durumunda seçim yapmak mümkün<br />
değil” diyerek seçimi belirsiz bir tarihe<br />
erteleme imkanı sunmaktadır.<br />
Ki, Abbas bu arada kendi partisinin<br />
kongresini belirsiz bir zamana kadar<br />
erteledi.<br />
Filistin’deki seçimler sorununu<br />
da gözönüne aldığımızda, İsrail’in<br />
Gazze’ye karşı saldırısı ile Abbas’ın<br />
Hamas’ı suçlaması tavrı birleşince;<br />
bunlara bir de 25 Ocak 2006’da<br />
Hamas’ın seçimleri kazanması ile<br />
ortaya çıkan durum ve gelişmeler<br />
eklenince, Abbas önderliğindeki<br />
Filistin yönetiminin İsrail ve başta<br />
ABD olmak üzere kimi Avrupalı diğer<br />
emperyalistlerle işbirliği içinde<br />
olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.<br />
Yani İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısı<br />
aynı zamanda Abbas yönetiminin de<br />
çıkarına hizmet eden, Abbas yönetimi<br />
tarafından –kamuoyuna yönelik<br />
kimi kınama tavırları dışta tutulursa–<br />
desteklenen bir saldırı olmuştur.<br />
Hepsini birleştiren ortak nokta,<br />
Hamas’ın yönetimden düşürülmesi<br />
ve İsrail ile destekleyicisi emperyalistler<br />
tarafından çizilen siyasete uygun<br />
davranan, işbirlikçi El Fetih’in<br />
yönetime getirilmesidir.<br />
Ocak 2006’daki seçimlerden sonra<br />
Hamas’ı istedikleri hizaya getiremeyince<br />
yeniden hedef tahtası haline<br />
getirdiler. Hamas’ın kurduğu hükümeti<br />
kabul etmeyen, iç çatışmalara<br />
vardıran El Fetih, gerçekte batılı emperyalistler<br />
tarafından Hamas’a karşı<br />
silahlandırılmış ve çatışmalara sürülmüştür.<br />
Batı Şeria’da Hamas hükümeti<br />
ortadan kaldırılmış, kimi bakanları<br />
kodese tıkanmış ve Gazze’de<br />
ise hesapları ters tepmişti. Hamas El<br />
Fetih’i devredışı bırakıp yönetimi<br />
ele geçirdiğinden bu yana ise Gazze<br />
abluka altındadır. Hem İsrail hem de<br />
Abbas ve örgütü El Fetih gerçekte ortak<br />
çalışma durumundadırlar.<br />
Bunun bir yolu <strong>olarak</strong> da Gazze<br />
halkının durumunun kötüleşmesini<br />
sağlayıp Hamas’a karşı harekete geçirme<br />
hesabıdır. Bu hesap ama “bağdattan”<br />
dönen bir hesaptır. Abbas’ın<br />
başkanlık seçimleriyle eş zamanlı<br />
parlamento seçimlerini gerçekleştirmek<br />
için Hamas’a “ulusal birlik<br />
hükümeti” kurma çağrısı ise, girilen<br />
çıkmazdan Hamas’ı zayıflatarak<br />
çıkma hesabı üzerine kuruludur.<br />
Abbas’ın bu hesabının tutup tutmayacağını<br />
göreceğiz. Bunun için tabii<br />
ki her şeyden önce seçimlerin yapılması<br />
gerekiyor.<br />
İsrail’deki erken genel seçimler<br />
10 Şubat 2009 tarihinde yapılacak.<br />
Filistin’de ise başkanlık seçimi “iki<br />
başlı” –Hamas ve El Fetih– yönetimden<br />
kaynaklanan çatışmalı durumda<br />
“gelecekte” yapılması düşünülen bir<br />
seçimdir. Parlamento seçimleri ise<br />
Hamas’ın seçimleri kazanmış olması<br />
olgusunun kabul edilmemesi; Hamas<br />
hükümetine tahammül edilmemesi<br />
sonucu erkene alınması istenen<br />
seçimlerdir.<br />
Bu seçimlerin nasıl ve ne zaman<br />
yapılacağı belli değildir. Fakat belli<br />
olan şey, bu seçimler yapılsa da ve<br />
ister Hamas ister El Fetih, ya da<br />
Abbas veya Meşal kim seçimi kazanırsa<br />
kazansın, Filistin’de Filistin<br />
Arap ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı<br />
sorununa hiç biri de çözüm<br />
getiremeyecektir.<br />
Anda yürüyen mücadelede, ya da<br />
çatışmalarda sözkonusu edilen esas<br />
nokta “mini” Filistin devletinin kurulması<br />
bile değildir. 27 Kasım 2007<br />
tarihinde ABD/ Annapolis’te yapılan<br />
toplantıda Abbas, 2008 yılı sonuna<br />
kadar “mini” Filistin devletinin kuruluşunu<br />
ilan etmeyeceği üzerine<br />
Bush ile anlaşmıştı. Bu arada tabii<br />
ki ABD, Rusya AB ve BM’nin “yol<br />
haritası” ise dozerlerin altında kalarak<br />
kayıplara karışmıştır… haritaları<br />
olmadığı için yolu da bulamıyorlar!<br />
“Yol haritası” gelinen yerde sadece hafızası<br />
biraz iyi olanların hayal meyal<br />
hatırladıkları bir mesele <strong>olarak</strong> geçmişte<br />
kalmıştır… Bu arada yüzlerce<br />
kilometrelik duvarın inşaatı sürüyor<br />
ve bu bile sözkonusu edilmiyor. 2009<br />
yılına gelindiğinde Filistin’de bağımsız<br />
bir Filistin devletine ulaşma bağlamındaki<br />
durum 1993’tekinden de,<br />
“yol haritası”nın kabul edildiği 2003<br />
yılındakinden de kötüdür.<br />
Bir kez daha vurgulamak gerekirse,<br />
Filistin Arap halkının kurtuluşu ne<br />
El Fetih, ne de Hamas gibi örgütlerin<br />
önderliğinde mümkündür. Filistin<br />
Arap halkının gerçek kurtuluşu, hem<br />
siyonist işgale hem de “kendi” burjuva<br />
sınıfına karşı devrim için mücadeleyle,<br />
devrimle elde edilebilir.<br />
Yaşasın Filistin halkının özgürlük<br />
mücadelesi!<br />
25 Ocak 2009 √<br />
Asimilasyon tartışması<br />
hakkında bir tavır<br />
YDİ Çağrı sayı 129’da, “Açıkgizli<br />
tüm emperyalist asimilasyon<br />
politikalarına karşı<br />
mücadele…” (sayfa 11-12) başlığıyla<br />
bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazı<br />
YDİ Çağrı sayı 120’de yayınlanan<br />
“Asimilasyon insanlık suçudur” başlıklı<br />
yazıya yönelik bir eleştiri yazısı.<br />
Ben de YDİ Çağrı’nın bir okuru <strong>olarak</strong><br />
bu tartışmaya katılma gereksinimini,<br />
daha doğrusu zorunluluğunu<br />
duyarak tartışmaya katılmak ve sözkonusu<br />
sayı 129’daki yazı hakkında<br />
tavır takınmak istiyorum.<br />
Her şeyden önce bir okurun yazı<br />
hakkında kafa yorup eleştirisini –geç<br />
de olsa– yazılı hale getirip dergiye<br />
göndermesini ve diğer okurlarla paylaşmasını<br />
olumlu bir tavır <strong>olarak</strong> değerlendirdiğimi<br />
belirtmek istiyorum.<br />
Tartışmanın –hangi konuda olursa<br />
olsun– bizleri ilerleteceği görüşünü<br />
savunan ve mümkün olduğunca teşvik<br />
edilmesi gerektiğine inanan bir<br />
YDİ Çağrı okuruyum. Bunun için de<br />
böylesi tartışmalarda kendimi sayfa<br />
sayısıyla ya da kısa yazmayla sınırlamaktan<br />
çok, tartışmanın bizi nasıl<br />
ilerleteceğine ve bunun için söylenmesi<br />
gerekenin ne olduğuna ağırlık<br />
vermeye çalışacağım. Bu konuda anlayış<br />
göstereceğinize olan inancımla<br />
tavır takınıyorum. Tartışmada sözkonusu<br />
olan her iki yazıyı karşılaştırarak<br />
okudum. İlk anda oluşan düşüncelerimin<br />
bir bölümünü –yazıyı<br />
daha çok uzatmamak ve her yanlışa<br />
tavır takınmamak için– sizinle paylaşmak<br />
istiyorum.<br />
Her şeyden önce bir teknik açıklamanın<br />
yapılması gerektiğine inanıyorum:<br />
Şu ya da bu yazının taslağını<br />
kim yazarsa yazsın, eğer o yazı<br />
imzasız yayınlanıyorsa, sözkonusu<br />
derginin yazısıdır ve sorumluluğu<br />
da dergiye aittir. Bu bağlamda eleştiri<br />
yazısını yazan okurun “yazının<br />
yazarları”ndan bahsetmesi gereksiz<br />
ve yanlıştır. Eğer bir yanlış varsa,<br />
o zaman derginin yanlışıdır ve bu<br />
bağlamda da doğrudan YDİ Çağrı<br />
eleştirinin esas muhatabıdır. Eleştiri<br />
doğru bulunup yanlışın özeleştirisi<br />
yapılacaksa da, bu derginin özeleştirisi<br />
olmalıdır, olacaktır.<br />
Bilince çıkarılması gereken bir<br />
nokta da dergimizde yapılan bir yanlışa<br />
eleştiri getirilirken kullanılan<br />
yöntemin nasıl olması gerektiği sorunudur.<br />
Bırakın aynı dergi çerçevesinde<br />
düşünen insanları, devrimciler<br />
arasında da eleştiri yapılırken yönteme<br />
dikkat edilmesi gerekir. Hele<br />
birileri kendilerini devrimcilerden<br />
15
okuyucu mektubu<br />
16<br />
ayırma ve komünist olmayı vurgulama<br />
tavrını takınıyorsa, yöntemine<br />
dikkat etmesi daha da çok gereklidir.<br />
Kısaca ifade edilirse, devrimciler,<br />
komünistler arasındaki tartışmada<br />
kullanılması gereken yöntem, yapıcı,<br />
ilerletici ve de öğretici olması gerekir.<br />
Bir eksiklik ya da yanlış eleştirilirken,<br />
başka uçlara, başka yanlışlara savrulmamak<br />
gerekir, ya da savrulmamaya<br />
dikkat etmek lazım.<br />
Yazıyı bütünlük içinde ele almak,<br />
yazıyı bağıntısından koparmamak,<br />
yazıda savunulmayan görüşleri yazıya<br />
mal etmemek, eksikliği ya da<br />
yanlışı abartmamak ve başka uca<br />
götürmemek de bunun gerekleri<br />
arasındadır. Yani yazıyı olduğu gibi<br />
ele alıp yanlış olduğu düşünülen şey<br />
ne ise onun ortaya konması gerekir.<br />
Böylesi bir yöntem bizi ilerletecektir.<br />
Ne yazık ki sayı 129’daki eleştiri yazısındaki<br />
tavır ve yaklaşım buna uygun<br />
değildir.<br />
Yazıyı bütünlük içinde ele almamakta,<br />
bağıntısından koparmakta,<br />
yazıda savunulmayan şeyleri yazıya<br />
mal etmekte ve sorunu yanlış bir uca<br />
götürmektedir. Yazının başlığı bile<br />
sorunun yanlış uçta tartışıldığının<br />
bir işaretidir. Sanki “Asimilasyon insanlık<br />
suçudur” yazısında her türlü<br />
emperyalist asimilasyon siyasetine<br />
karşı çıkılmıyormuş, ya da genelde<br />
emperyalist asimilasyon politikalarına<br />
karşı çıkılmıyormuş gibi bir resim<br />
ortaya konmaktadır. Açık asimilasyon<br />
politikasına karşı mücadeleyi<br />
anlayabiliriz ama “gizli” asimilasyon<br />
politikası ve buna karşı mücadelenin<br />
nasıl ve ne olduğu eleştiriyi getiren<br />
okur tarafından açıklanması<br />
gerekiyor… Ayrıca emperyalistlerin<br />
asimilasyon politikalarına karşı mücadele<br />
etme ile her türlü koşulda ve<br />
her biçimiyle asimilasyonu reddedip<br />
reddetmeme sorunu da birbiriyle<br />
karıştırılmaktadır. Sözkonusu okur<br />
sonuçta kapitalizm süreci boyunca<br />
her türlü asimilasyona karşı durma<br />
konumundadır.<br />
Sözkonusu okurun “Asimilasyon<br />
insanlık suçudur” yazısında “milliyetçi’<br />
olmama korkusu ile emperyalist<br />
politikalara eklemlenmektedir” (sayı<br />
129’daki tüm alıntılar sayfa 11’den<br />
alınmıştır) tespiti üzerine de iyice<br />
düşünmesi gerekir. Yazının konusunun<br />
esası ve sözkonusu okurun da<br />
doğru olduğunu söylediği düşünce ve<br />
yaklaşım TC’nin Kürt ulusu ve tüm<br />
milli azınlıklara karşı Türkleştirme<br />
siyasetinin teşhiri konusudur.<br />
Yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin tarihinde, zorla<br />
Türkleştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne<br />
dikkat çekmek istiyoruz.”<br />
(sayfa 6) denilerek yazının çerçevesi<br />
çizilmektedir. Bu çerçeve çizilmeden<br />
önce ama, Başbakan Erdoğan’ın tavrı<br />
ortaya konulurken hiç bir yanlış anlamaya<br />
veya yoruma yer bırakılmadan<br />
şunlar söylenmektedir:<br />
“Erdoğan’ın konuşmasında öne<br />
çıkan ve üzerinde en çok tartışılan<br />
tespit ‘asimilasyon insanlık suçudur’<br />
tespiti oldu. Bu konuda kimi Alman<br />
politikacılar, Erdoğan’ın ‘Almanya’da<br />
Türk okulları açılmalı’ talebini de milliyetçilik<br />
<strong>olarak</strong> eleştirip Almanya’yı<br />
temize çıkarma ve Türkiye’ye ‘kendinize<br />
bakın’ yönlü tavırlar takındı,<br />
takınıyorlar.<br />
Burjuvazinin temsilcileri birbirlerini<br />
eleştirirken sık sık kimi doğruları<br />
da dile getirmektedirler. Bu bağlamda<br />
Alman milliyetçilerinin takındığı tavırlarda<br />
Erdoğan’a milliyetçilik eleştirileri<br />
doğrudur, kendilerinin milliyetçiliklerini<br />
gizleme tavırları ise yanlıştır.<br />
Türkiye’dekinden farklı olsa da<br />
Almanya’da da devletin ırkçı siyaseti,<br />
zorla asimile siyaseti vardır, uygulanmaktadır.”<br />
(sayfa 6)<br />
Yani Almanya’da Alman devletinin<br />
siyasetinin ırkçı, zorla asimile etme<br />
siyaseti olduğu ve burjuva siyasetçilerin<br />
sahtekârlığı da vurgulanmaktadır.<br />
Bu tavır, en azından Almanya somutunda<br />
“baskının, yasağın, dayatmanın”<br />
olmadığı görüşünü en başında<br />
dıştalayan; sadece dıştalama değil,<br />
aynı zamanda Almanya’daki durumun<br />
Türkiye’dekinden farklı olmasına<br />
dikkat çekip ama ırkçı siyasetin,<br />
zorla asimile etme siyasetinin varlığının<br />
altını çizen bir tavırdır.<br />
Zorla asimile etme siyasetinin kapitalist<br />
sistemin bir parçası olduğu da<br />
şu tespitle dile getirilmektedir:<br />
“Bu, kapitalist sistemde genelde ulusal<br />
baskının varlığı –en gelişmiş kapitalist<br />
ülkelerde de şu ya da bu biçimde<br />
var– ve gerçek ulusal özgürlüğün olmamasının<br />
da sonucu <strong>olarak</strong>, genelde<br />
kapitalistlerin bir baskı siyaseti <strong>olarak</strong><br />
kendisini göstermiştir, göstermektedir<br />
de. Bu yüzden de devrimciler, komünistler,<br />
zorla asimile etme siyasetine<br />
karşı mücadele etmişlerdir, etmektedirler.<br />
Sorun burada, şu ya da bu milli<br />
azınlığın en doğal demokratik haklarının<br />
çiğnenmesine karşı, eşitliğin,<br />
özgürlüğün, halklar arasında kardeşliğin<br />
savunulması için mücadele etme<br />
sorunudur.” (sayfa 6)<br />
Şimdi en azından bu iki tespit göz<br />
önüne alındığında, nasıl oluyor da<br />
söz konusu okur eleştirilen yazıda<br />
“… Batı Avrupalı emperyalist devletlerin<br />
asimilasyoncu politikalarını görememe,<br />
istemeyerek de olsa onların<br />
yedeğine düşme tavrı <strong>olarak</strong>…” değerlendirme<br />
yapabilmektedir sorusu<br />
gündeme gelmektedir.<br />
Bunun en açık cevabı yazıyı bütünlük<br />
ve bağıntısı içinde ele almamaktır.<br />
Eleştirilen yazıya bütünlük içinde<br />
bakıldığında bu eleştirinin kökten<br />
yanlış olduğu, yazıda “emperyalist<br />
devletlerin asimilasyoncu politikalarının<br />
yedeğine düşme” yönlü tavır ve<br />
eleştirinin, yel değirmenleri yaratma<br />
temelinde ancak mümkün olduğunu<br />
görmek zor değildir.<br />
Yöntemde yapılan yanlışlara kısaca<br />
da olsa dikkat çektikten sonra içerik<br />
tartışmasına geçebiliriz. Bu bağlamda<br />
da kendimi yazıda yanlış bulduğum<br />
her şeye değinmekten çok, öne çıkan<br />
ve önemli gördüğüm kimi sorunlarla<br />
sınırladığımı vurgulamak istiyorum,<br />
çünkü yanlış gördüğüm şeylerin tümüne<br />
tavır takınmak çok daha uzun<br />
bir yazıyı gerektirir.<br />
Eleştiri neye yönelik<br />
Okur, eleştirilen yazıda “yanlış bulduğum<br />
bir tavrı eleştireceğim” diyor.<br />
Sözkonusu tavır, esasta asimilasyon<br />
bağlamında bilince çıkarılmak istenen<br />
düşüncenin vurgulanmasında<br />
verilen bir örnekte ifade edilenlere<br />
yöneliktir. Gerçekten de, geri dönülüp<br />
bakıldığında, “Bu tek kuşak sürecinde<br />
olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan<br />
insanlar, örneğin Almanya’da<br />
Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir.<br />
Annem-babam, nenem-dedem Türk,<br />
Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni…<br />
ama ben Almanım, ya da İngilizim,<br />
Fransızım, Hollandalı, Belçikalı,<br />
İtalyanım deme durumunda olabilir,<br />
oluyor da.” (sayfa 6) örneğinin<br />
yoruma açık olduğu; aslında tartışılanın<br />
somut <strong>olarak</strong> andaki durum<br />
değil, genel ve teorik düzlemde bir<br />
tartışma olduğu yerde böylesi bir örneğin<br />
yanlış anlaşılabileceği ve anlaşıldığı<br />
teslim edilmek zorundadır. Bu<br />
bağlamda, esas mesele yoruma açık<br />
ve yanlış anlaşılabilecek bu örneğin,<br />
yazının bütünlüğü içindeki bir eksiklik<br />
veya yanlış <strong>olarak</strong> mı değerlendirileceği;<br />
yoksa sözkonusu okurun<br />
yaptığı gibi “emperyalist devletlerin<br />
asimilasyoncu politikalarını”n “yedeğine<br />
düşme tavrı” <strong>olarak</strong> mı değerlendirilmesi<br />
gerektiği sorunu ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
Sayı 129’daki eleştiri yazısının bu<br />
eksikliği ve yanlışlığı ortaya koyma<br />
bağlamında yapıcı olmadığını ve<br />
yanlış bir temelde sorunu tartıştığını<br />
düşünüyorum.<br />
Eleştiri yazısındaki kimi<br />
noktalar…<br />
Okur “Ben yazı içerisinde, tartışma<br />
içerisinde savunulan ve benim yanlış<br />
bulduğum bir tavrı eleştireceğim. O<br />
da şudur: Yazıda asimilasyonun sözlük<br />
anlamı ortaya konduktan sonra<br />
şunlar söylenmektedir:” diye eleştirisine<br />
başlıyor. Bu tespit bile eleştirilen<br />
yazıyı doğru aktarmama tavrının ispatıdır.<br />
Çünkü, sözkonusu eleştirilen<br />
yazıda asimilasyonun sözlük anlamı<br />
ortaya konduktan sonra okurun aktardığı<br />
alıntıdan önce başka şeyler de<br />
anlatılmaktadır. Türkçe ifade edildiğinde<br />
tabii ki “sonra” ifadesi olgu <strong>olarak</strong><br />
savunulabilir, ama yapılan alıntının<br />
asimilasyonun sözlük anlamının<br />
hemen sonrasında, başka şeyler söylenmeden<br />
söylendiği biçiminde de<br />
anlaşılabilir ve eleştiri yazısından da<br />
böyle anlaşılmaktadır. Bu ise gerçek<br />
durumu çarpıtmaktır. Her okurun<br />
kendisinin kontrol edebileceği bir<br />
durum sözkonusudur. Tartışmanın<br />
doğru bir temelde yürümesi için herkesin<br />
iki yazıyı karşılaştırarak okuması<br />
çağrısını yapıyorum.<br />
“Asimilasyon insanlık suçudur”<br />
yazısındaki alıntıdan sonra takınılan<br />
tavrı sırasıyla ele alırsak şunlar öne<br />
çıkmaktadır:<br />
“Ben yıllarca bu gazetenin bir okuruyum.<br />
Eğer önemli bir dikkatsizlik<br />
sonucu bu noktaya gelinmemişse, çok<br />
büyük bir siyasi hata yapılmaktadır.”<br />
diyor sözkonusu okur. Verilen örneğin<br />
sözkonusu bağıntıda böylesi bir<br />
yoruma ya da değerlendirmeye temel<br />
oluşturduğuna dikkat çekerek eğer<br />
mesele verilen örneğin yanlışlığı ise<br />
o zaman dikkatsizlik sonucu olduğunu<br />
belirtmek gerekir. Fakat buna<br />
rağmen yapılanın “büyük bir siyasi<br />
hata” olduğu tespiti veya değerlendirmesi,<br />
somut <strong>olarak</strong> yazıya bakıldığında<br />
yanlış bir değerlendirmedir.<br />
Neden Her şeyden önce eleştirilen<br />
yazıda, sözkonusu örnek verilmeden<br />
önce açıkça hem Almanya’da hem de<br />
genelde kapitalist sistemde ırkçı, zorla<br />
asimile politikasının varlığı, ulusal<br />
baskının en gelişmiş kapitalist ülkelerde<br />
de sürdüğü vurgulanmaktadır.<br />
Verilen örnek ise, genelde teorik<br />
tartışma düzleminde söylenenler<br />
arasında verilen bir örnektir. Bu<br />
tartışmayı zayıflatmaktadır. Fakat<br />
“büyük bir siyasi hata” değildir.<br />
Teorik düzlemde yürütülen tartışma<br />
açıkça “Fakat baskının, yasağın ve<br />
dayatmanın olmadığı, doğal gelişme<br />
sürecinde”n bahsetmektedir. Yani bu<br />
“doğal gelişme süreci” baskıyı, yasağı,<br />
dayatmaları dışlayan bir süreç<br />
<strong>olarak</strong> ele alınmaktadır. Sözkonusu<br />
okurun aktardığı alıntıda şunlar da<br />
söylenmektedir:<br />
“Zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı<br />
koşullarda, doğal gelişme sürecinde<br />
değişik milletlerden insanların<br />
benzeşmelerine, kaynaşmalarına<br />
karşı çıkmak, tarihin gelişmesine ters<br />
olduğu gibi, milliyetçi bir yaklaşımdır<br />
da. Bu yüzden de egemenlerin zorla<br />
asimile etme siyasetine karşı çıkarken,<br />
tüm koşullarda benzeşmeye karşı<br />
olma konumuna; egemenlerin şoven<br />
ve milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />
tersten milliyetçi konuma düşmemek<br />
için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin,<br />
komünistlerin görevidir.”<br />
(sayfa 6)<br />
Burada açıkça zor ve dayatmanın,<br />
yasakların olmadığı koşullar temel<br />
alınarak tartışılmaktadır. Birkaç<br />
paragraf öncesinde böylesi bir durumun<br />
kapitalist sistemde olmadığı<br />
söylendiğinde, “Hangi ‘doğal gelişme<br />
süreci’nde bahsediliyor Bunun neresi<br />
doğal” yönlü soru ve eleştiri, en<br />
kibar ifade ile, sorunu anlamama,<br />
yazıyı bütünlük içinde ele almama,<br />
ya da bağıntısından koparma temelinde<br />
mümkün olmaktadır ama yine<br />
de yanlıştır. Tekrar gibi olsa da, bu<br />
yanlışın temelinde “emperyalist devletlerin<br />
asimilasyoncu politikalarını”<br />
görmeme suçlamasının yöneltilmesi<br />
yatmaktadır. Bu konuda gelen eleştirinin<br />
yanlış olduğu açıktır.<br />
Bunun da ötesinde aktardığım bu<br />
alıntıda vurgulanan düşüncelerden<br />
biri, “egemenlerin zorla asimile<br />
etme siyasetine karşı çıkarken, tüm<br />
koşullarda benzeşmeye karşı olma
okuyucu mektubu<br />
konumuna; egemenlerin şoven ve<br />
milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />
tersten milliyetçi konuma düşmemek”<br />
gerektiğidir. Ve bu, kapitalizmemperyalizm<br />
koşullarında da geçerli<br />
Marksist-Leninist bir düşüncedir.<br />
Bunun için Lenin’in kapitalizmin tarihsel<br />
iki eğilimi ve “Ulusal Soruna<br />
İlişkin Eleştirel Notlar” başlıklı yazısının<br />
“‘Asimilasyonculuk’ Milliyetçi<br />
Umacısı” ara başlıklı bölümüne bakılabilir.<br />
Örneğin Lenin’e dayanıldığında<br />
okurun sorduğu “doğal koşullar”<br />
kapitalizmin üretim ilişkileri,<br />
fabrikalarda değişik millet ve milliyetlerden<br />
insanların (işçilerin) bir<br />
araya getirilmesi, birlikte çalışması;<br />
aynı biçimde değişik millet ve milliyetlerden<br />
insanların (çocukların,<br />
gençlerin) kreşlerde, okullarda, meslek<br />
öğreniminde vb. bir araya getirilmesi<br />
gibi koşullardır “doğal koşullar”<br />
ya da “doğal süreç”. Özellikle ulusal<br />
sorun bağlamındaki tartışmada –asimilasyon<br />
da bunun bir parçasıdır–<br />
sorun ekonomik temelde değil, siyasi<br />
temelde tartışılma durumundadır.<br />
Eleştiri getiren okur, bu bağlamda<br />
da Lenin’in kapitalizmin “iki tarihsel<br />
eğilimi” sorununu kavramadığını<br />
ortaya koymaktadır.<br />
Sözkonusu okur, aynı zamanda<br />
eleştirilen yazıda, sözkonusu verilen<br />
örnekte şu ya da bu milliyetin değil,<br />
şu ya da bu milliyete ait insanların<br />
sözkonusu edildiğini, yani bir millet,<br />
milliyet ile, o millet veya milliyete ait<br />
bireyleri aynı kefede ele alan bir tavır<br />
içindedir.<br />
Sapla samanın karıştırıldığı bir<br />
tespit de şudur: “Emperyalizm koşullarında<br />
değişik milliyetlerden insanların<br />
bu gibi konularda özgürce<br />
kendi hakkında karar verme olanağı<br />
yoktur.” Bu tespit, emperyalizm koşullarında<br />
ulusal sorunun gerçekten<br />
çözülemeyeceğini, ya da insanların<br />
toplumsal sistemden bağımsız hareket<br />
etmediklerini vurgulamak için<br />
yapılmış olabilir. Ama somut tartışmada<br />
ve tek tek bireylerin genel toplumsal<br />
koşullara bağlılığı ötesinde<br />
kendisi hakkında karar verme olanağını<br />
dıştalamaya kadar götürdüğü<br />
yerde bu tavır, uç noktada tartışmaya<br />
bir örnek sunmaktadır. Burada aynı<br />
zamanda sorunun siyasi yanı ile<br />
ekonomik koşulların birbirine karıştırılması<br />
durumu vardır.<br />
Örneğin, değişik milliyetlerden<br />
insanların içinde yaşadığı topluma<br />
uyum gösterip göstermeme, kendi<br />
bireysel ilişki alanını –çalışma alanı<br />
dışında– milliyetinden insanlarla<br />
sınırlama, içine kapanma ya da kaynaşma,<br />
ya da her türlü milliyete aidiyeti<br />
reddedip “ben emekçiyim,<br />
işçiyim, ben komünistim” deme alternatifini<br />
seçme olanağına sahiptir.<br />
Bu olanakları vurgulamamın esas<br />
nedeni, sözkonusu okurun uç noktalarda<br />
tartışma yürüttüğüne ve bu<br />
temelde yanlış görüşler savunduğuna<br />
dikkat çekmek iç<strong>indir</strong>.<br />
“Emperyalist devletlerin güçlü yapılarıyla<br />
zor ve dayatma içerisinde<br />
Sözkonusu okur, aynı zamanda eleştirilen yazıda, sözkonusu<br />
verilen örnekte şu ya da bu milliyetin değil, şu ya da bu<br />
milliyete ait insanların sözkonusu edildiğini, yani bir millet,<br />
milliyet ile, o millet veya milliyete ait bireyleri aynı kefede ele<br />
alan bir tavır içindedir.<br />
olmadığını savunmak biz komünistlerin<br />
işi değildir.” diyor okur. İyi de,<br />
kim bunu savunuyor ki Yazıda söylenenler<br />
içinde böylesi bir düşünce<br />
yoktur. Bu, sadece sözkonusu okurun<br />
yorumu temelinde uç noktaya götürdüğü<br />
bir değerlendirmenin sonucu<br />
söylenen ve de yanlış olan bir eleştiridir.<br />
Ayrıca “güçlü yapılarıyla zor ve<br />
dayatma”nın ne olduğunu bize somut<br />
<strong>olarak</strong> anlatırsa, okur arkadaşımızı<br />
anlamak daha da kolaylaşacaktır.<br />
Örneğin Almanya’da “sen kendi dilini<br />
konuşamazsın” diye bir dayatma,<br />
ya da yasal <strong>olarak</strong> bir yasaklama var<br />
mıdır<br />
Yanlış yorum temelinde şöylesi<br />
sorular da soruluyor: “Bunun sonucu<br />
insanların ‘ben Almanım’ ya da<br />
‘Fransızım’ demekten başka şansı var<br />
mı” Evet var! Bu “şans” Alman ya da<br />
Fransız olmaya karşı milliyetçiliğe sarılma,<br />
kendi içine kapanma, Türkiye<br />
ya da başka ülke doğumlu olmasa da,<br />
“ben Türküm” ya da benzeri başka<br />
bir kimliği öne çıkarma, yaşadığı<br />
ülkedeki işçilerle, emekçilerle kaynaşma<br />
yerine araya milliyetçi setler<br />
çekme şansı – aslında temeli– vardır.<br />
Sorun hem devletin ırkçı, yasakçı siyasetiyle<br />
ona karşı ezilen milliyetlerden<br />
insanların milliyetçi tavırlarına<br />
karşı –ikisi arasındaki ayrımı doğru<br />
yaparak– mücadele etme sorunudur.<br />
Şunu ya da bunu savunma sorunu<br />
değildir.<br />
Sözkonusu okur, eleştirdiği yazıda<br />
“Brockhaus’a göre”asimilasyonun<br />
anlamının ne olduğuna dikkat çekilmesini,<br />
“Ama neden sadece oraya<br />
dayanmak gerekir ki” sorusunu yönelttiğinde<br />
bile, sözkonusu yazıda<br />
savunulmayan bir görüşü yazıya<br />
mal etmektedir. Sanki yazıda sadece<br />
“Brockhaus”a dayanmak gerektiği<br />
savunuluyormuş gibi eleştiri<br />
yöneltmektedir. Sözkonusu yazıda<br />
Başbakan Erdoğan’ın tartıştığı noktanın<br />
sosyolojik alan olduğu ve<br />
“Sosyolojik <strong>olarak</strong> ele alındığında, şu<br />
ya da bu grubun, etniğin geleneklerinin,<br />
duygularının, yaklaşım tarzlarının;<br />
kısacası kültürlerinin başka<br />
etnik kökendekine benzetilmesidir<br />
asimilasyon.” (sayfa 6) tespiti yapıldığı<br />
halde, sorunu “toplum bilimi<br />
açısından almalıyız” yönlü eleştiri ise<br />
sosyolojinin başka tanımla toplum<br />
bilimi olduğunu görmeme, ya da<br />
kavramama temelinde yükselmektedir.<br />
Yani yazıda sorun toplum bilimi<br />
temelinde ele alındığı halde, sanki<br />
böyle ele alınmıyormuş gibi eleştiri<br />
getirilmektedir.<br />
Sosyolojik <strong>olarak</strong> asimilasyonun ne<br />
olduğu anlatılan bu alıntıdaki düşünce<br />
ile, okurun aktardığı sözlükte<br />
ifade edilen “Farklı kökenden gelen<br />
azınlıkları veya etnik grupları, bunların<br />
kültür birikimlerini, kimliklerini<br />
baskın doku ve yapı içinde eriterek<br />
yok etme sürecinin sonu” ifadesi ile<br />
özde hangi fark vardır<br />
Sözkonusu okurun eleştirisinde en<br />
abes tavırlardan biri ise şu tavrıdır:<br />
“Yazıda bahsedildiği gibi devrimciler<br />
değil, çünkü devrimcilik bir döneme<br />
has bir süreçtir ve devrimciler milliyetçi<br />
de olabilirler, ama biz komünistler,<br />
halkların bütünleşmesini savunuruz.”<br />
yönlü tavırdır. Sözkonusu<br />
yazıda ne deniyor “…egemenlerin<br />
şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede<br />
tersten milliyetçi konuma düşmemek<br />
için sorunu bilince çıkarmak<br />
devrimcilerin, komünistlerin görevidir.”<br />
(sayfa 6) Görev <strong>olarak</strong> ortaya<br />
konan bu tespite böylesi bir eleştiri,<br />
gerçekten yazıyı anlamayan, bizi ilerletme,<br />
yapıcı eleştiri getirme yerine<br />
mahkum etme, ya da yel değirmenleriyle<br />
uğraşma tavrıdır.<br />
Devrimcilik bir döneme has bir şey<br />
değildir. Her devrimci komünist değildir<br />
ama her komünist devrimcidir.<br />
Ve komünist olduğu sürece de devrimcidir,<br />
sadece şu ya da bu dönemde<br />
devrimci değildir. Bu tespite göre tavır<br />
ele alınacaksa Komünizmin sürekli<br />
bir devrimcilik olduğunun kavranmadığı<br />
tespiti yapılmak zorundadır.<br />
Eleştiri ateşi içinde sözkonusu okur<br />
yeni icat yapma konumuna düşmektedir.<br />
Asimilasyona karşı mücadele<br />
adına –sanki eleştirilen yazıda asimilasyon<br />
savunuluyormuş ve ezilen<br />
millet ve milliyetlere karşı şoven<br />
tavır takınılıyormuş gibi bir hava<br />
içerisinde–, “proleter millet” yaratmaya<br />
kalkışıyor. Tavrı şöyledir: “…<br />
Biz komünistler, tüm halkların kardeş<br />
olduğunu ve olumlu kültürel değerleri<br />
ortaklaştırarak, biri diğerini<br />
yok sayarak-asimile ederek değil, evet<br />
yeni bir toplum ve yeni bir ‘millet’in<br />
tamamıyla gönüllülük temelinde oluşmasından<br />
yanayız.<br />
Bu ‘millet’, tüm halkları bütünleştiren,<br />
birbirinin dilinden, olumlu geleneklerinden<br />
öğrenen ve bu şekilde çok<br />
zengin kültürel değer bütünlüğü olan<br />
yeni bir milletin, proleter bir milletin<br />
gönüllü oluşumundan yanayız.<br />
Bu gelişme, sosyalizmin dünya ölçüsünde<br />
egemen olduğu, komünist<br />
topluma geçildiği bir dönemin ürünü<br />
olabileceğini, bu döneme denk düşeceğini<br />
söyleyebilmeliyiz!”<br />
Bu alıntıda dile getirilen düşünce,<br />
ilk bakışta keskin ve tutarlı görünse<br />
de, komünistlerin takınması gereken<br />
tavıra kökten ters bir tavırdır.<br />
Komünistler halkların kardeşliğini<br />
gerçekleştirmek için mücadele<br />
ederler. Ama andaki durumunu da<br />
olduğu gibi, yani kapitalizm koşullarında<br />
burjuvazinin peşine takılarak<br />
birbirlerini yediklerini de ortaya<br />
koyarlar. Teorik <strong>olarak</strong> Marksizm-<br />
Leninizm ile kökten ters düşünce ise,<br />
yeni bir milletin, “proleter milletin”<br />
oluşmasını savunmaktır. Bunun da<br />
“komünist topluma geçildiği dönemin<br />
ürünü” olduğunu söylemek en<br />
hafif deyimiyle abestir.<br />
Ulus, ulus <strong>olarak</strong> kapitalizmin<br />
ürünüdür ve komünizme geçiş süreci<br />
aynı zamanda ulusun, yani milletin<br />
çözülmesi, son bulması, ya da<br />
en doğru ifadesiyle ortadan kalkmasının<br />
sürecidir. Komünizmde şu<br />
ya da bu millet var olmayacaktır.<br />
“Proleter millet” ise hiç olmayacaktır.<br />
Komünizmin üst aşamasına geçişten<br />
önce “sosyalist ulus” sözkonusu olabilir,<br />
olacaktır. Ama “proleter millet”<br />
hiç bir dönem sözkonusu olamayacaktır.<br />
Çünkü proletarya kapitalizme<br />
son vermekle kendi varlığına da son<br />
verecektir.<br />
Abes bir tavır da şudur:<br />
“…neden bu emperyalist ülkelerde<br />
yaşayan şu ya da bu milletten insanlar<br />
-hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar-<br />
‘gönüllü’ <strong>olarak</strong> Almanlaşma,<br />
İngilizleşme, Fransızlaşma gibi eğilimler<br />
içerisine girebiliyorlar da Alman,<br />
Fransız, İngiliz milletinden insanlar<br />
-genç ya da yaşlı- Türkleşmiyorlar,<br />
Kürtleşmiyorlar, Ermenileşmiyorlar,<br />
Lazlaşmıyorlar, Sırplaşmıyorlar,<br />
Arnavutlaşmıyorlar vb. Ya da, Türk<br />
devletinin çatısı içerisinde yaşayan<br />
Lazlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler,<br />
Rumlar, Çerkezler vb. milletlerden<br />
insanlar neden Türkleşiyorlar (doğrusu<br />
Türkleştiriliyorlar) da Türkler<br />
Kürtleşmiyorlar, Lazlaşmıyorlar,<br />
Ermenileşmiyorlar, Rumlaşmıyorlar<br />
vb. Aslında bu soruya verilecek cevabın<br />
sonucunda bile yapılan siyasi<br />
hata görülebilir.”<br />
“Asimilasyon insanlık suçudur” yazısını<br />
sakin ve tarafsız bir düşünceyle<br />
okuyan herkesin kolayca tespit edebileceği<br />
gibi, tartışmanın esası TC’nin<br />
tarihindeki zorla Türkleştirme siyasetinin<br />
teşhir edilmesidir. Bu teşhiri<br />
sözkonusu okurun da doğru bulduğunu<br />
yeniden vurgulama durumundayım.<br />
Buna rağmen ama, sözkonusu<br />
yazıda hiç tartışma konusu bile<br />
yapılmayan konularda eleştiri yöneltilmektedir.<br />
Bu alıntıda dile getirilen<br />
soru veya sorular, gerçekte sözkonusu<br />
okurun yeldeğirmenleriyle uğraşmakta<br />
olduğunu belgelemektedir.<br />
Yoruma açık, bu açıdan yanlış bir<br />
örneği böylesi eleştirilere vardırmak<br />
ise yazıdaki genel yaklaşımı gözardı<br />
etme ve uç noktalara götürüp<br />
Marksizm-Leninizm’e ters düşünceleri<br />
savunmaya vardırmanın ise bizi<br />
ilerletmeyeceği açıktır. Bu tartışmada<br />
sözkonusu okurun asimilasyona karşı<br />
mücadele adına milliyetçi yaklaşıma<br />
bulaşıp bulaşmadığı konusunda iyice<br />
düşünmesi gerekiyor.<br />
Bu tartışmanın bizi ilerletmesi, geliştirmesi<br />
umuduyla…<br />
Bir YDİ Çağrı okuru<br />
13 Ocak 2009 √<br />
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi<br />
18<br />
Yeşiller Partisi üzerine...<br />
2002 yılından bu yana, Türkiye<br />
Yeşilleri adıyla çalışmalarını<br />
sürdüren çevreci grup, 30<br />
Haziran 2008’de partileşerek Yeşiller<br />
Partisi (YP) adını aldı.<br />
Yeşiller Partisi, kendilerinin gelişim<br />
süreci hakkında şunları söylüyorlar:<br />
”Yeşiller, Türkiye'de yeni bir siyasi<br />
oluşum değil. Türkiye’de 1980’li yıllardan<br />
bu yana ekoloji ve demokrasi<br />
mücadelesi veren yeşil politik hareketler<br />
1988-94 yılları arasında var<br />
olan eski Yeşiller Partisi de dahil olmak<br />
üzere çok sayıda grup, dernek,<br />
yayın organı ve yurttaş inisiyatiflerinde<br />
örgütlenmiş ve çalışmalarını<br />
kesintisiz <strong>olarak</strong> sürdürmüşlerdir.<br />
Yeni kurulan Yeşiller Partisi bu tarihin<br />
bir parçasıdır ve yeşil hareketin<br />
içinden doğmuştur.”<br />
“Uluslararası alanda dünya yeşilleriyle<br />
olan ilişkilerimizi geliştirerek,<br />
daha parti kurulmadan Avrupa<br />
Yeşil Partisi’nin gözlemci üyeliğine<br />
kabul edildik, Akdeniz, Karadeniz<br />
ve Balkan Yeşil partilerinin bir araya<br />
geldiği yapılarda çalıştık, Küresel<br />
Yeşiller hareketinin bir parçası olduk.”<br />
(Bu yazıda yapılan bütün<br />
alıntılar www.yesiller.org sitesinden<br />
alınmıştır.)<br />
Türkiye’de 1980’li yıllardan bu<br />
yana yürütülen çevre mücadelesinin<br />
bir parçası ve bu hareketin içinden<br />
doğduğunu tespit eden YP, yeşil politikaların<br />
savunulmasının nedeni<br />
<strong>olarak</strong> şu tabloyu çiziyor:<br />
"Endüstriyel tüketim toplumu doğayı<br />
ve toplumu yıkıma sürüklüyor.<br />
Sadece yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz<br />
su, soluduğumuz hava değil toplumsal<br />
yaşam da kirleniyor, tahrip<br />
oluyor. Yoksulluk, eşitsizlikler ve ayrımcılık<br />
artıyor. Şiddet toplumun her<br />
alanında yaygınlaşıyor, kadınlar daha<br />
fazla eziliyor, dünyamız yeni bir savaş<br />
sarmalına sokuluyor. Yoksulları, çiftçileri,<br />
kendine yeten toplulukları yok<br />
sayan küreselleşme politikaları tüm<br />
ülkelere dayatılıyor. Ekonomik ilişkiler<br />
toplumsal yaşamın tek ölçütü<br />
haline geliyor, kar uğruna ekosistem,<br />
insan ilişkileri ve geleceğimiz ağır bir<br />
tehdit altına sokuluyor."<br />
Bu alıntıda kapitalist üretimin yol<br />
açtığı sonuçlar kısaca konuluyor.<br />
Kara dayalı kapitalist üretim, doğanın<br />
hoyratça talanını da beraberinde<br />
getirmiş; içtiğimiz su, soluduğumuz<br />
hava, yediğimiz yiyecekler temel<br />
amacı daha fazla kar olan kapitalizm<br />
sayesinde zehirlenmiştir.<br />
Yeşillerin temel ilkeleri<br />
“Yoksulluğu, ekolojik yıkımı ve eşitsizlikleri<br />
arttıran bu sisteme karşı yeşil<br />
politikaları” savunmayı temel alan<br />
yeşillerin temel ilkelerinden bazıları<br />
şunlar:<br />
Temel soru budur. Her türlü şiddeti reddeden<br />
Yeşiller, doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi<br />
nasıl inşa edecektir<br />
“Ekolojik dengeyi yok sayan ekonomik<br />
ve sosyal sistemlere, üretim, tüketim<br />
ve yaşam biçimlerine ve doğayı<br />
yok oluşa götüren insan merkezli politikalara<br />
karşı çıkar;<br />
doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği<br />
esas alan bir toplumsal sistemin<br />
kurulması için,<br />
doğayı bir kaynak deposu <strong>olarak</strong><br />
görmeyen ve biyolojik çeşitliliği<br />
koruyan,<br />
ekoloji eksenli politikaların geliştirilmesi<br />
gerektiğini savunur.”<br />
Yeşiller Partisi, doğayı yok oluşa<br />
götüren insan merkezli politikalara<br />
–doğrusu kapitalizm/emperyalizm<br />
demek lazım- karşı çıkarken, doğa ile<br />
uyumu esas alan bir toplumsal sistemin<br />
kurulması taraftarıdır. Doğa ile<br />
uyumu esas alacak bir toplumsal sistemin<br />
kurulması için mücadele edileceği<br />
beyan ediliyor. Yeni bir toplumsal<br />
sistemin hangi yol ve yöntemlerle<br />
kurulacağını, Yeşillerin buna verdiği<br />
cevabı aşağıda göreceğiz.<br />
“Yeşiller, insanlık tarihinde doğanın<br />
insan tarafından sömürülmesi<br />
yoluyla ulaşılan en son ve en yıkıcı<br />
sistem olan endüstriyalizmin, ölçüsüz<br />
kalkınmacılığın ve küresel ekonomik<br />
sistem tarafından dayatılan tüketim<br />
toplumunun savurgan, tek tipleştirici,<br />
bireyci ve yıkıcı toplum modeline<br />
karşı çıkar; ekolojik, paylaşımcı,<br />
dayanışmacı ve çoğulcu bir toplum<br />
için, gelecek kuşakların haklarını<br />
gözeten, doğayı koruyan, yaşamı sürdürülebilir<br />
kılan ve insani ölçülerde<br />
işleyen bir ekonomik sistemin geliştirilmesi<br />
için mücadele eder.”<br />
Doğanın kar uğruna hoyratça talanının,<br />
doğanın kendi kendini tamirini<br />
imkansız kılacak duruma gelinmesinin,<br />
doğal dengenin bozulmasının<br />
esas sorumlusu insanlar mı Yoksa<br />
sistem mi Çevrenin kirletilmesinin<br />
esas sorumlusu, tek tek insanların<br />
sorumluluğundan bağımsız <strong>olarak</strong><br />
kapitalist sistemdir. Kapitalizm kar<br />
amacıyla doğayı özel mülkiyeti çoğaltan<br />
sömürü aracı <strong>olarak</strong> görüp<br />
kullanmıştır. Tekniğin gelişmesi ile<br />
doğal maddelerin niteliklerinin değiştirilmesi,<br />
doğanın kendi kendini<br />
tamirini imkansız kılacak maddelere<br />
dönüştürülmesi, doğanın dengesinin<br />
bozulması ve doğanın kirletilmesinin<br />
asıl başlangıcı kapitalizm ile birlikte<br />
başlar. Bu olguyu doğru <strong>olarak</strong> tespit<br />
etmek, çevre alanında verilen mücadeleyi<br />
kapitalizme karşı mücadele ile<br />
birleştirmek gerekiyor.<br />
“Yeşiller, kapitalizmin doğayı ve<br />
insanı sömüren, geniş kitleleri yoksullaştıran,<br />
ekonomik ilişkileri toplumsal<br />
yaşamın tek ölçütü haline getiren,<br />
kâr hırsıyla doğayı, ekosistemi<br />
ve insan ilişkilerini tahrip eden politikalarına,<br />
toplumsal dayanışmayı<br />
ve sosyal hakları yok ederek, sermayenin<br />
sınırsız biçimde küreselleşmesini<br />
amaçlayan neoliberalizme karşı,<br />
küresel ölçekte verilen mücadelenin<br />
bir parçasıdır.”<br />
Yeşiller, daha fazla kar uğruna doğayı<br />
talan eden kapitalizme karşı, küresel<br />
ölçekte verilen mücadelenin bir<br />
parçası <strong>olarak</strong> kendilerini görüyor.<br />
“Yeşiller, kadınları toplumsal yaşamda<br />
ikinci sınıf <strong>olarak</strong> gören, kamusal<br />
alandan özel yaşama kadar<br />
her noktada ezen, sömüren ve yoksullaştıran,<br />
erkek egemenliğine karşı<br />
kadınların özgürleşme mücadelesine<br />
katılır; kadınların ürettikleri özgürleştirici<br />
politikalara destek verir;<br />
bu politikaların yaygınlaşması ve<br />
hayata geçirilmesi için çalışır.”<br />
Yeşillerin kadın sorununa dikkat<br />
çekmeleri, erkek egemenliğine vurgu<br />
yapmaları olumludur.<br />
“Yeşiller, hangi nedenle uygulanmış<br />
olursa olsun her türlü şiddeti<br />
reddeder;<br />
yaşamın içinde ve politikanın her<br />
alanında şiddetsiz yöntemleri hayata<br />
geçirmeyi savunur;<br />
insan özgürlüğünün ve demokrasinin<br />
önündeki en büyük engel<br />
<strong>olarak</strong> gördüğü militarizme karşı sivilleşmeyi,<br />
yaşamın ve doğanın baş<br />
düşmanı olan ve tümüyle reddedilmedikçe<br />
asla yok edilemeyecek olan<br />
savaşa karşı koşulsuz barışı ve silahsızlanmayı<br />
savunur.”<br />
Yeşiller her türlü şiddeti reddederek<br />
pasifist konumda duruyorlar. Ezen<br />
ile ezilen, sömüren ile sömürülen,<br />
arasındaki uzlaşmaz çelişki barışçıl<br />
yollarla çözülemez. Bu uzlaşmaz çelişmenin<br />
çözülmesi için ezilenlerin<br />
toplumsal şiddeti kullanmaları mutlak<br />
gerekliliktir. Her türlü şiddeti ortadan<br />
kaldırmanın yolu, ezilenlerin<br />
şiddeti kullanmalarından geçer. Her<br />
türlü şiddetin reddedilmesi, sonuçta<br />
kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet<br />
etmektedir.<br />
”Yeşiller, toplumun doğrudan demokrasi<br />
temelinde örgütlenmesi, insanların<br />
karar süreçlerine doğrudan<br />
müdahale edebilecekleri demokratik<br />
yapıların kurulması, yetki ve sorumlulukların<br />
yerel ve bölgesel düzeylerde<br />
yoğunlaştırılması için çalışır;<br />
temsili ve katılımcı demokrasinin<br />
siyasetin tabana yayılmasını sağlayacak<br />
doğrudan demokrasi uygulamalarıyla<br />
paralel <strong>olarak</strong> ve birbirlerini<br />
destekleyerek işlemesi gerektiğini<br />
savunur.”<br />
Doğrudan demokrasi kapitalizmde<br />
mümkün değildir. İşçiler, emekçiler<br />
için demokrasi ancak, sömürüye dayalı<br />
kapitalist ücretli kölelik sistemin<br />
yıkılması, ezilenlerin kendi iktidarlarını<br />
kurmaları ile mümkündür.<br />
Yeşil reformizm!<br />
Yeşiller; kapitalizmin kar uğruna<br />
“doğayı ve toplumu yıkıma” sürüklediği<br />
gerçeğini kabul ediyorlar.<br />
Kapitalizmin “kâr hırsıyla doğayı,<br />
ekosistemi” tahrip ettiğini kabul ediyorlar.<br />
Kar uğruna ekosistemi yok<br />
eden kapitalizme alternatif <strong>olarak</strong>,<br />
“doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği<br />
esas alan bir toplumsal” sistem<br />
için mücadeleyi savunuyorlar. Doğa<br />
ile uyumlu bir toplumsal sistem nasıl<br />
kurulacak Temel soru budur.<br />
Her türlü şiddeti reddeden Yeşiller,<br />
doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi<br />
nasıl inşa edecektir YP’nin<br />
kuruluş amaçlarına, temel ilkelerine<br />
bütünlük içerisinde bakıldığında, bu<br />
soruya verilecek cevap da açığa çıkıyor.<br />
Kapitalizmi yıkmadan, sistem<br />
içerisinde barışçıl mücadele ile kapitalizmi<br />
reforme etme, kapitalizmi<br />
dönüştürme savunulmaktadır. Doğa<br />
ile uyumlu bir toplumsal sistem, kapitalizmi<br />
yıkmayı hedef lemeden,<br />
kapitalizm şartlarında savunulmaktadır.<br />
Bu olacak iş değildir. Üretim<br />
araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmadan,<br />
ücretli emek sömürüsüne<br />
son vermeden, doğa ile uyumlu toplumsal<br />
sistem kurulamaz<br />
Çev re sorununun bu düzen<br />
içinde köklü çözümü olanaksızdır.<br />
İnsanlığın geleceği, bugün her günkünden<br />
çok emperyalist dünya sisteminin<br />
yıkılmasına bağlıdır. Çünkü<br />
emperyalizm daha şimdiden doğada<br />
tamir edilemez, ya da tamiri yüzyıllar<br />
alacak yaralar açmıştır. Ve eğer<br />
yıkılmazsa, bu yaraların ölümcül<br />
hale gelmesi kaçınılmazdır.<br />
Doğa ile uyumlu bir yaşam ancak<br />
sosyalizmde mümkündür. Çünkü<br />
sadece sosyalizmde, doğa yasalarının<br />
bilincinde, doğal dengelerin<br />
korunması, onlarla uyum içinde<br />
toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi temel<br />
alan bir ekonominin kurulması<br />
mümkündür.<br />
Çevre mücadelesi, günümüzde<br />
kapitalizme karşı verilen sınıf mücadelesinin<br />
önemli bir parçası <strong>olarak</strong><br />
yürütülmek zorundadır. Bunu<br />
da yapacak olan sınıf bilinçli sınıf<br />
hareketidir.<br />
Haklarını yemeyelim! Yeşiller<br />
Partisi’nin sistem içi de olsa yürüteceği<br />
çevre mücadelesi, çevre bilincinin<br />
oluşmasına, çevre sorunun<br />
gündeme gelmesine, tartışılmasına<br />
vb. yararı olacaktır. Ama sadece bu<br />
kadar!<br />
8 Ocak 2009 √
YDİ Çağrı’nın barajlara karşı<br />
takındığı tavır üzerine<br />
YDİ Çağrı yayın hayatına başladığından<br />
bu yana, çevre sorunları<br />
üzerine özel bir önem<br />
vermiştir. YDİ Çağrı’nın hemen hemen<br />
her sayısında, yerküreyi kar hırsıyla<br />
talan eden, bu talanı ile insan<br />
yaşamının doğal temellerini, doğayı<br />
sarsmaya, tahrip etmeye yönelen kapitalizmin/emperyalizmin<br />
doğaya<br />
verdiği zararlar ortaya konularak teşhir<br />
edilmiş, bu alanda alternatiflerin<br />
neler olduğu ortaya konulmuştur.<br />
YDİ Çağrı enerji üretiminde, çevreye<br />
zararlı enerji türlerine karşı,<br />
alternatif <strong>olarak</strong> doğal, yenilenebilir<br />
enerjiyi savunmuştur.<br />
“Enerji kaynağı <strong>olarak</strong> tek ve biricik<br />
zararsız çözüm doğal enerjidir.<br />
Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar,<br />
deniz dalgalarındaki dinamik<br />
enerji, yeraltındaki jeotermal enerjiler<br />
ve akarsular üzerinde kurulan<br />
barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.”<br />
(H. Yeşil, Doğa ve İnsan,<br />
Dönüşüm Yayınları, Sayfa 43)<br />
YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu bu<br />
tavır, çevreye zararlı enerji türlerine<br />
(fosil yakıtlar, -petrol, kömür, doğal<br />
gaz- nükleer enerji vb.) alternatif <strong>olarak</strong><br />
doğal enerji, güneş, rüzgar, jeotermal,<br />
dalga enerjisi, barajlar yoluyla<br />
elde edilen enerjiler <strong>olarak</strong> ortaya<br />
konulmuştur.<br />
“Dünyada yaygın olan akarsular<br />
üzerine barajlardan elde edilen enerji<br />
de üretimi kolay olanlardan ve bitkilerin<br />
gelişmesine de hizmet etme zenginliğinde<br />
olan bir enerji kaynağıdır.<br />
Ancak bugün toplam dünya enerjisinin<br />
sadece %7’sini oluşturmaktadır.<br />
Zira baraj inşası masraflı olduğundan<br />
kimse fazla ilgi göstermemektedir.<br />
Hidroelektrik santrallar da geleceğin<br />
önemli alternatiflerinden biri olmak<br />
zorundadır. Fakat bu bağlamda doğa<br />
dengesi de gözetilmek zorundadır!”<br />
(a.g.k, sayfa 45)<br />
Aktardığımız alıntılardaki tavır,<br />
YDİ Çağrı sayfalarında uzun bir süre,<br />
akarsular üzerinde kurulan hidroelektrik<br />
santrallerinden (HES) elde<br />
edilen enerji doğal, yenilenebilir, alternatif<br />
enerji <strong>olarak</strong> savunulmuştur.<br />
YDİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli<br />
119. sayısında, “Barajlar ve çevreye<br />
etkileri” başlıklı bir yazı yayımlandı.<br />
Bu yazıda; akarsuların önünün kesilerek<br />
suyun barajlarda toplanmasının,<br />
barajların kuruldukları alanlarda<br />
çevreye çeşitli zararlar verdiği<br />
ortaya konulmaktadır. Barajların yağış<br />
düzeninden bitki örtüsüne kadar,<br />
birçok ekolojik dengenin alt üst olmasına<br />
yol açtıkları yazıda örneklerle<br />
ortaya konularak, barajların sadece<br />
elektrik üretmek için değil, sulama<br />
alanında da kullanıldığı belirtilerek,<br />
sulama alanında da barajların verdikleri<br />
zararlar ortaya konuluyor.<br />
Sonuç <strong>olarak</strong> barajlar, tarım arazilerininn<br />
sulanması alanında değil,<br />
enerji üretiminde kullanılmaları<br />
verdikleri zarar nedeniyle<br />
reddedilmektedir.<br />
“Barajlar, çevreye verdikleri zararlar<br />
nedeniyle, enerji üretiminde<br />
kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü<br />
keserek değil, akış hızından faydalanılarak<br />
enerji üretilmelidir. Bu da<br />
teknik <strong>olarak</strong> mümkündür.” (YDİ<br />
Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13)<br />
Yazıda, suyun önünü keserek değil<br />
akış hızından faydalanılarak enerji<br />
üretimi savunulmakta, zararları nedeniyle<br />
enerji üretiminde barajlar<br />
reddedilirken alternatif <strong>olarak</strong>;<br />
“Enerji ihtiyacını karşılamak için<br />
doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır.<br />
Güneş, rüzgar, jeotermal,<br />
bio, hidrojen vb. Bu enerji türlerinden<br />
bazılarıdır.” (YDİ Çağrı, Sayı<br />
119, Sayfa 13) savunulmaktadır.<br />
Bu yazı yayımlandıktan sonra<br />
okurlarımızdan bir dizi eleştiri geldi.<br />
Gelen eleştiriler, “barajları enerji<br />
üretiminde kullanılmalarını reddeden<br />
tavır ile YDİ Çağrı’nın geçmiş<br />
dönemde yaşam temellerini koruma<br />
mücadelesi sayfalarında, barajları<br />
doğal enerji oarak savunan tavrı ile<br />
çeliştiği, takınılan yeni tavrın, eski<br />
tavrı bilince çıkararak yapılmadığı,<br />
bunun yanlış olduğu” şeklindedir. Bu<br />
eleştirilere YDİ Çağrının Eylül 2008<br />
tarihli 125. sayısında, “Barajların<br />
kullanılması üzerine bir kez daha”<br />
başlıklı yazı ile tavır takınıldı.<br />
Bu yazıda; okurlarımızdan gelen<br />
yöntem ve içerik eleştirisi doğru<br />
bulunmasına, barajları enerji üretiminde<br />
reddeden tavır ile barajları doğal<br />
enerji <strong>olarak</strong> savunan tavrın birbiri<br />
ile çeliştiği bilince çıkarılmasına<br />
rağmen, barajların enerji üretiminde<br />
kullanılmalarının reddedilmesi tavrı<br />
sürdürülmektedir. Bu tavrımız doğru<br />
değildi.<br />
YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu siyasi<br />
çizgi, uzun yıllara dayalı, her<br />
türlü ideolojik yanlışa karşı mücadele<br />
içerisinde, kollektif tartışma süreci<br />
içinde oluşturulmuştur. Kollektif<br />
<strong>olarak</strong> oluşturulan önemli bir düşünceyi,<br />
ancak kollektifçe yürütülecek<br />
bir tartışma değiştirebilir. YDİ<br />
Çağrı’nın kollektif <strong>olarak</strong> tartışma<br />
içinde oluşturulmuş bir düşünceyi<br />
kendi başına değiştirmesi doğru değildi.<br />
Çevreye zararlı enerji türlerine<br />
karşı, doğal enerjinin bir türü olan<br />
barajları savunan tavrımız kollektif<br />
<strong>olarak</strong>, kollektif tartışma süreci<br />
içinde değiştirilebilinir.<br />
Bu nedenlerle sayı 119’da, barajları<br />
enerji üretiminde reddeden tavrımızı<br />
özeleştirel <strong>olarak</strong> geri çekiyoruz.<br />
YDİ Çağrı<br />
Aralık 2008 √<br />
yeni dünya gençliği<br />
Gençlerden İsrail protestosu<br />
Çapa Tıp Fakültesinde işten<br />
çıkarmalara karşı greve giden<br />
genç bir işçi arkadaşla<br />
kısa bir söyleşi yaptık.<br />
YDG: Kendini tanıtır mısın<br />
Adım Kasım Durmaz, tıp fakültesi<br />
öğrencisiyim.<br />
Kaç yıldır burada çalışıyorsun, ne<br />
gibi işler yaptırılıyor, ayda kaç lira<br />
elinize geçiyor<br />
Ben 4 yıldır bu işyerinde çalışıyorum.<br />
Bize her türlü işi yaptırıyorlar,<br />
temizlik v.s. mesleğimizle hiç alakası<br />
olmayan işler yaptırılıyordu. Ayda elimize<br />
180 YTL geçiyordu.<br />
Ne gibi sosyal haklarınız var<br />
Sosyal haklar <strong>olarak</strong>, %2 sigorta<br />
pirimi ve kaza sigorta pirimi ödeniyordu.<br />
Onun dışında herhangi bir hak<br />
yok.<br />
Sizin durumunuzda olan ülke çapında<br />
kaç öğrenci var<br />
20 bin öğrenci var. Bütün öğrenciler<br />
aynı anda çıkarıldı.<br />
Bugün direnişin kaçıncı günü<br />
Talepleriniz neler<br />
Taleplerimiz ödenmeyen maaşların<br />
geri ödenmesi. Yasa çıktıktan birbuçuk<br />
ay sonra, işten çıkarıldığımızdan<br />
haberimiz oldu, bu anlamda maaşlarımız<br />
ödenmedi. Tabi bütün arkadaşların<br />
tekrar işe alınmasını talep<br />
<strong>olarak</strong> açıklama yaparak saldırılara<br />
karşı durmaya çağırdı.<br />
Yapılan açıklamaların ardından<br />
gençler oturarak devrimci marşlar<br />
söylediler.<br />
Eylem Çukurova Öğrencileri<br />
Der ne ğ i, Dev r i mc i L i sel i ler,<br />
DSG, DGH, E k i m G enç l iğ i,<br />
Enternasyonalist Gençlik, Genç<br />
Kurtuluş, Gençlik Muhalefeti, Liseli<br />
Genç Umut, Özgür Eğitim Platformu,<br />
ÖGD, Öğrenci Kolektif leri, Yeni<br />
Demokratik Gençlik, Yeni Dünya<br />
Gençliği, Yurtsever Cepheli Liseliler<br />
ve Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği<br />
tarafından gerçekleştirildi.<br />
Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem<br />
Adana’da yapılan ve İsrail saldırılarının<br />
protesto edildiği en kalabalık,<br />
en canlı eylem oldu. Öyle ki<br />
sendikaların, odaların ve demokratik<br />
kitle örgütlerinin birlikte kararlaştırdığı<br />
ve her akşam saat 6’da yapılan<br />
ses çıkarma eylemleri kararı alanlar<br />
açısından göstermelik eylemler<br />
<strong>olarak</strong> kaldı. Gün içerisinde yapılan<br />
eylemlere bile fazla 200 kişi katılıyor<br />
ve cansız bir şekilde geçiyordu. 18<br />
Ocak’taki eylem ise gençliğin taşıdığı<br />
potansiyeli göstermesi açısından<br />
önemli bir eylem oldu. Ancak eylemi<br />
düzenlemeyi planlayan örgütlerin diğer<br />
gençlik örgütlerine sadece 4 gün<br />
önce haber vererek toplantıya çağırması<br />
ve bu nedenle eylemin hazırlığının<br />
yeterince yapılamamış olması<br />
eleştirilecek bir durumdu.<br />
Ydi Çağrı/Adana √<br />
Her türlü işe 180 TL!<br />
ediyoruz.<br />
B u g ü n d i r e n i ş i m i z i n 11 .<br />
günündeyiz.<br />
Genelde kamuoyundan, özelde de<br />
emek örgütlerinden, sendikalardan<br />
v.s. beklediğiniz desteği alabildiniz<br />
mi<br />
Genelde destek iyiydi, ziyaretler oldu<br />
birkaç kere. Örneğin DİSK, KESK’ten,<br />
sağlık emekçilerinden, İstanbul Tıp<br />
Fakültesinden arkadaşların desteği<br />
oldu. DTP milletvekili Sebahat Tuncel,<br />
CHP’den bir milletvekili geldi. En büyük<br />
destek Genç-Sen’den geldi, zeten<br />
eylemi örgütleyen de onlardı.<br />
Bildiğimiz kadarıyla fakültenizin<br />
dekanı, çalışanların haklarını gasp<br />
etmekle tanınır. Size karşı tavırları<br />
nedir aynı zamanda polisin tavrı<br />
nasıl<br />
Dekan maaşların ödenmesi konusunda<br />
garanti verdi fakat diğer hakların<br />
yasa ile ilgili olduğu söylendi.<br />
Arkadaşlar çalışma bakanlığı ile görüştüler,<br />
söz aldılar, yani herhangi<br />
bir sözleşme yapılmadı bu konuda.<br />
Bu anlamda ne kadar güvenilir bilmiyorum.<br />
Şimdiye kadar herhangi bir<br />
baskı görmedik açıkcası. Polis birkaç<br />
kez geldi, baktı, bir süre eylemi seyrettiler<br />
fakat herhangi bir müdahale<br />
olmadı.<br />
Söyleşi için teşekkürler.<br />
19