04.02.2015 Views

IV Ktz

IV Ktz

IV Ktz

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

I V<br />

i~K<br />

r<br />

<strong>Ktz</strong> AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />

YAHYA KEMÂL BEYATLI, ARİF NİHAT ASYA,<br />

MEHMET AKİF ERSOY, MİTHAD CEMÂL<br />

Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığınca<br />

Tebliğler Dergisi 1<br />

nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906<br />

numaralı sayısının 408. sayfasında<br />

tavsiye edilmiştir.<br />

KUNTAY, HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />

Muhtelif Şiirlerinden<br />

TÖRE'DEN 2<br />

TÖRE İNCELEME MASASI<br />

Bir Değerlendirme 3<br />

HÜSEYİN MÜMTAZ<br />

Kaşkaylarla Hissetmek 9<br />

Doç. Dr. A. BİCAN ERCİLÂSUN<br />

İran'da Sekiz Gün 14<br />

MURAT DEMİRTEPE<br />

N. Fazıl Kısakürek'le Bir Konuşma 24<br />

MEHMET ATAY<br />

Sahil Geceleri 26<br />

NECMEDDİN TURİNAY<br />

Tanzimat ve Bozulan «Şirâze-i Nizam» 27<br />

Dr. BİLGE ERCİLÂSUN<br />

Yahya Kemâl ve Şiiri *Ç4<br />

GENÇ KALEMLER<br />

MUSTAFA DOĞAN<br />

«Gidenler» 44<br />

TÖRE HİKÂYE YARIŞMASI 45<br />

YIL: 10 SAYI: 111<br />

Her türlü haberleşme adresi :<br />

PK. 211, Kızılay - ANKARA<br />

Abone şartları :<br />

Yurt içi altı aylık : 150 TL.<br />

Yurt içi yıllık : 300 TL.<br />

Yurt dışı yıllık : 750 TL.<br />

Askerî personele, öğretmen<br />

ve öğrencilere yıllık: 250 Tl<br />

Taahhütlü yıllık : 400 TL.<br />

•<br />

Yurt içi havaleler 71978 numaralı<br />

posta çekine; yurt dışı havaleler<br />

Türkiye İş Bankası, Ankara<br />

Gaziosmanpaşa Şubesi<br />

72 numaralı hesaba yapılmalıdır.<br />

•<br />

Kurucusu :<br />

HALİDE NUSRET<br />

ZORLUTUNA<br />

•<br />

Sahibi ve Sorumlu<br />

Yazı İşleri Müdürü :<br />

EMİNE IŞINSU ÖKSÜZ<br />

•<br />

Basıldığı yer:<br />

Emel Matbaacılık Sanayii<br />

Tel: 17 93 05 - 17 34 96<br />

İlân Şartlan :<br />

Tam sayfa<br />

Yarım sayfa<br />

1/4 sayfa<br />

10.000 TL.<br />

5.000 TL.<br />

2.500 TL.<br />

Her hakkı mahfuzdur. TÖRE'de<br />

yayımlanan yazılar, TÖRE Dergisi'nden<br />

yazılı izni alınmadıkça<br />

hiçbir surette iktibas edilemez.<br />

AĞUSTOS : 1980


OKUYUCULARIMIZIN, TÜRK VE İSLÂM ÂLEMİNİN, MÜBAREK RA­<br />

MAZAN BAYRAMLARINI TEBRİK EDERİZ<br />

CENÂB-I HAKTAN NİYAZIMIZ, BAYRAMLARIMIZIN BAYRAM OLMA­<br />

SIDIR.<br />

TÖRE<br />

«Mardin bağımsız milletvekili Nurettin Yılmaz geçtiğimiz hafta Helsinki'de<br />

toplanan «Dünya Barış Komitesi» Konferansında, «Kürt halkının<br />

ulusal kurtuluş savaşı için destek istediğini» açıkladı.»<br />

Hürriyet, 7 Haziran 1980<br />

«Her çağda, her ülkede, her zaman ortaya çıkabildiği gibi, bizde de sinirleri<br />

zayıf, anlayışı kıt insanlarla birlikte kişisel geçimini ve mutluluğunu yurdun ve<br />

ulusun zararında arayan vatansız alçaklar vardır.»<br />

Atatürk'ün Söylevleri, Ank. 1968, sayfa 4.


YURDA BAŞ DEDİKLERİ BİR<br />

AĞIR ADAKLA GELDİLER<br />

VE ŞU BAYRAKSIZ DÜNYAYA<br />

BAYRAKLA GELDİLER<br />

Arif Nihat Asya<br />

1


TOR E'den<br />

Ağustos; kutlu bir aydır, zaferler ayıdır. Bir kaç devletin, yüzlerce senelik hayatlarında<br />

göremedikleri zaferlerin Türk Ordusu tarafından sığdırıldığı bir tek aym)<br />

adıdır.<br />

Ağustos; Türk bayrağının şanına, Alay sancaklarının pırıltısına göz kırpmadan<br />

bismillah denilip, baş koyup can verilen aydır.<br />

Ağustos; Türk analarının aslan gibi evlâtlarım, kınalı gelinlerin kurt gibi efendilerini<br />

vatan için, ağlamadan, mağrur, kara toprağa verdikleri aydır.<br />

Ağustos; Asena i^e Ergenekon'dan başlayan tarih yazan Büyük Akınla yola çıkan,<br />

Tanrı dağlarındaki, Ay-yıldızlı gök bayrağın Anadolu'nun bağrına çakıldağı<br />

aydır.<br />

Ağustos; Lozan'dan sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk defa kendi millî benliğinin<br />

şuuruna vararak, çevre ülkelerdeki soydaşlarının hakkına sahip çıkmak için dış<br />

bir ülkede TMT yi, (Türk Mukavemet Teşkilâtı - Kıbrıs 1958) kurduğu aydır.<br />

Her Ağustos'da olduğu gibi bu Ağustos'ta da Allah'a şükür, vatanımızın dört<br />

bir köşesinden fark gözetmeden aynı mukaddes gaye uğruna kışlalarımızda toplanan<br />

binlerce vatan evlâdının dudaklarından günde üç öğün yemeklerden önce «Tanrınnza<br />

hamd olsun, Milletimiz varolsun» sadâları eksik olmadı.<br />

Ve nihayet Ağustos, «tarihin şerefini omuzlarındaki apoletlerde taşıyan subaylarımız»(*)Mi<br />

omuzlarındaki apoletlere gökten yıldızların yağdığı aydır.<br />

Biz TÖRE mücahitleri bu hislerle dolu olarak bu sayımızı zaferlerimize ithaf<br />

ediyor, kahraman ordumuza ve onun yiğit mensuplarına, şanlı Türk bayrağını bîr<br />

önceki Ağustos'dan daha yükseklere daha sağlam dikmek için güç, kuvvet, şuur<br />

diliyoruz.<br />

Tanrı Türk'ü Korusun<br />

(*) Töre, Ağustos ayı münâsebetiyle, silâhlı kuvveti erimiz mensuplarına indirimi<br />

uygulama kararı almıştır. Silâhlı Kuvvetlerimiz mensupları da, öğretmen ve<br />

öğrenciler için olduğu gibi, bir senelik abone bedeli olarak, 250 TL. göndermek<br />

suretiyle dergimize abone olabilecekler.<br />

1


BİR<br />

DEĞERLENDİRME<br />

TÖRE İNCELEME<br />

MASASI<br />

Tarihüı garip tecellisi, Otuz Bir Mart<br />

hareketinde gericiler tarafından horlanan<br />

Mekteb-i Harbiye.! Şahane mensubu subay,<br />

1980 Türkiyesinde bu sefer ilerici(!)<br />

ler tarafından kurşunlanıyor.<br />

Bir zamanlar imparatorluğun son se^<br />

nelerindeki nesle, Kafkaslarda, Hindistan'<br />

da, İran'da, Arabistan'da, Libya'da, GaJiçya'da<br />

imparatorluğu yıkılmaktan kurtarmak<br />

için ter, ama çok kere kan döken<br />

nesle, ülkülerinin büyüklüğünden ötürü<br />

gıbta ederdik.<br />

Şimdi galiba biz de tarih yaşıyoruz.<br />

Mesuliyetimiz, o nesilden hiç de az değil.<br />

Güzel İzmir'de duvarlara «Türk askerini<br />

arkadan vur, Rus askerine sel j âm dur» diye<br />

yazılıyoraıuş. Bunu yazanların arasında<br />

yıllar önceki kurtuluşun 9 Eylül'ünü yaşayanların<br />

torunları olduğunu hiç zannetmiyoruz.<br />

Yazanların nesebinin gayri<br />

sahih olduğuna da eminiz. Ama bir gerçek<br />

vardır ki, artık 1980'ler Türkiyesi'nde<br />

Diyarbakır'da, Mardin'de, Kars'ta, İstanbul'da<br />

kızıl komünist anarşistler öldürmek<br />

için ordu mensubu arar hâle gelmişlerdir.<br />

Ve gözlerini kırpmadan şehit etmektedirler.<br />

Türk subayına Cumhuriyet Türkiyesi'<br />

nde sokakta mecbur kalmadıkça üniformayla<br />

gezmemesi, silâhını yanında taşıması<br />

telkin edilmektedir, (ki o silâh ona,<br />

vatan ve milletine düşman olanlara karşı<br />

kullanılmak üzere verilmiştir.) Yüksek<br />

rütbeli komutanlarımız silâhlı muhafızla<br />

gezmektedirler. O halde düşman artık sadece<br />

hudutlarda değildir.<br />

Geçen Ağustos sayımızı ordumuza ithaf<br />

etmiştik. Bir sene geçti. Bu sayımızı<br />

da yine zaferler ayı'mızm —Allah'ın'izniyle—<br />

yaratıcısı kahraman ordumuza ithaf<br />

ediyor ve bir senenin muhasebesine geçiyoruz.<br />

79 Ağustos'undaki Töre'nin ön iç kapağında<br />

Bay Şerafettin Elçi ve Bay Bülent<br />

Ecevit'in bir takım sözleri vardı. Bu<br />

sefer yine aynı yerde Bay N. Yılmaz'm bir<br />

sözü vardır. Ve maalesef bu sözlerin sahipleri<br />

alelade vatandaşlar değillerdir.<br />

Bakan, başbakan ve nihayet sonuncusu da<br />

BİR DEĞERLENDİRME


ir milletvekilidir. (Ki Cumhurbaşkanı<br />

adayı olarak aldığı 80 kadar oyla bir şeyler<br />

isbat etmek istemiştir). Geçen sene<br />

gibi bu sene de , kendilerine Atatürk'ün<br />

verdiği cevabı aynı yere koyduk.<br />

İmparatorluk Türkiyesi'lnde Mealis-i<br />

Mebusân'da Rum, Bulgar, Arap, Ermeni<br />

ilh. gibi mebuslar vardı. Ama o zaman<br />

imparatorluk olmanın tabiî bir sonucu<br />

olan bu hâl, şimdi neyle izah edilebilir ve<br />

kanunî merciler bu beyefendi için ne gibi<br />

usûller düşünebiliri er bilmiyoruz.<br />

Ordu; «gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet<br />

içindeki» politikacılar elinde bu duruma<br />

getirilmiş memleketin bir bölümüdür.<br />

Durumdan rahatsızdır. Ağustos 79 da<br />

Org. N. Üruğ'un «ordunun aslî görevine<br />

dönme isteği» yolundaki bazı sözlerini iktibas<br />

etmiştik. Akıl için yol birdir, herkes<br />

bu konuda hemfikirdir; ama olağanüstü<br />

hallerde, orduyu işlere karıştırmadan<br />

da ülkeyi idareye bir takım kolaylıklar<br />

getirecek «olağan üstü hâl» kamımı<br />

bir türlü çıkarılmamaktadır.<br />

16 Haziran 1980 de yapılan son sıkıyönetim<br />

koordinasyon toplantısında da<br />

komutanlar, anarşinin tırmandığını bazı<br />

bölgelerdeki bölücülük hareketlerinin ve<br />

vatandaşı devlete karşı gelmeye kışkırtma<br />

çalışmalarının sürdürüldüğünü bu çalışmaların<br />

Ankara'da ve bazı siyasî partilerden<br />

de destek gördüğünü sıkı yönetimin<br />

devlet bütünlüğü yönünden bütün<br />

bu zararlı unsurları kontrol altına almaya<br />

çalıştığı ve rejimin çökmemesi için elden<br />

gelen gayreti gösterdiği, ancak yetkilerin<br />

yetersizliğinden mücadelenin yavaş<br />

sürdüğünü bildirmişlerdir *.<br />

Ecevit'in demokratik sıkıyönetiminden<br />

bu yana ne değişmiştir Komutanlar<br />

çoğu yerde aynıdır. Yalnız sıkıyönetim<br />

komutanlarının üstündeki «eşgüdüm» kaldırılmıştır.<br />

Dolayısı ile bölgenin mahallî<br />

özelliklerine göre daha serbest, insiyatifle<br />

hareket edebilmeleri sağlanmıştır.<br />

Bunun sonucu olarak keyfiyet yönünden<br />

anarşik olayların köküne inilmeye<br />

başlanmış, ters orantılı olarak da kuyruğu<br />

sıkıştıralan anarşistlerin yarattıkları olaylar<br />

kemiyet yönünden artmış, fakat bu<br />

defa da yukarıda işaret ettiğimiz gibi ar<br />

tık kahraman ordumuzun mensupları katibece<br />

şehit edilmeye başlanmıştır. Güvenlik<br />

kuvvetlerinin silâh kullanması bir takim<br />

kaidelere bağlıdır. Fakat anarşist,<br />

Mehmetçiğe gözünü kırpmadan, kayda tabi<br />

olmadan basmaktadır kurşunu. Bankanın<br />

kapısında bekleyen er; evet, silâhı<br />

elindedir, eğitimlidir; ama, önünden ge<br />

çen yüzlerce kişiden hangisinin filede veya<br />

torbadaki silâhı çekip, kendine saldıracağını<br />

bilmemektedir, bilemez. Anarşist,<br />

öncelik ve insiyatif sahibidir. Saldıracağı<br />

yeri ve zamanı o seçmektedir, kuvveti<br />

buradan gelmektedir. O halde ona<br />

anlayacağı dilden hitâbetmek gerekir. /<br />

Ne yapılabilir<br />

Önce düşman kimdir ve nasıl mücacele<br />

edilebilir<br />

1. Düşman anarşisttir. Anarşist, kendi<br />

dâhil otorite tanımayan, mevcut her türlü<br />

otoriteyi yıkmayı amaçlayan kimsedir.<br />

Beynelmilel Komünizm de bilindiği gibi,<br />

gayesine ulaşma yolunda anarşiyi en iyi<br />

araç olarak görür. Zaten, bütün olayların<br />

akabinde belli yerlere telefon eden komünist<br />

anarşistler, olayların failleri olduklarını<br />

ifade ederek sahiplenmektedirler. O<br />

halde; bazı çevrelerin şuursuzca «silâhlı<br />

sağ eylemci» dedikleri milliyetçi, anarşist<br />

olamaz. Çünkü bir otoritenin, en yüksek<br />

otoritenin, devlet otoritesinin sağlanması<br />

yolunda fikrî mücadele vermektedir.<br />

2. Düşman, komünist anarşist olduğuna<br />

göre, Bay Ecevit ve bütün yeni, eski<br />

tüfekler ne kadar bağırırsa bağırsın,<br />

devletin birliğini, bütünlüğünü korumak<br />

ve kollamakla görevli bütün güçler (bu<br />

arada sıkıyönetim gereği, karşı-karşıya<br />

kalabileceği için ordu da) komünist anarşistin<br />

çalışma usulleri ile ona karşı koyma<br />

şekilleri konusunda eğitilmelidir.<br />

3. Yakalanan yüzlerce anarşist'inr<br />

a. İlerde şu veya bu sebeplerle affolma<br />

ümitlerinin kökünden kazınması.<br />

b. Kaçamıyacak şekilde hapsedilmesi..<br />

c. Süratle yargılanarak, cezaların infazı<br />

(Şeyh Sait îsyanı'ndaki ve Menemen<br />

4 TÖRE İNCELEME MASASI


olayındaki muhakeme sür'ati örnek verilebilir.)<br />

gerekmektedir.<br />

Bu şekilde komutanlarının da ifade<br />

ettiği gibi aslî görevinden uzaklaştığı için<br />

istemediği bir savaşta istemediği usullerle<br />

mücadele etmek durumunda kalan ordumuz<br />

ne haldedir.<br />

(Son günlerde, sağda Nazlı Ilıcak,<br />

solda da Yankı Dergisi, terör olayları karşısında<br />

çaresiz kalındığım ileri sürerek<br />

suçu orduya yüklemektedirler. Kanaatimizce<br />

haksızlık ediyorlar. Ordu da Tür.<br />

kiyenin bir parçasıdır. Türkiye şartları<br />

içinde mücadele etmektedir. Politik af<br />

oyunları, hapishanelerden adam kaçırmalar,<br />

mahkemelerin ağır işleyişi, verilen<br />

idam cezalarmm infaz edilemeyişinden<br />

ordu ne dereceye kadar sorumlu tutulabilir<br />

Ordu en fazla komünist anarşiste<br />

karşı mücadele usullerinin iyi tatbik edilip<br />

edilmediğinden sorumlu olabilir.)<br />

«Türkiyenin disiplini ve özverisi ile<br />

dikkati çeken büyük silâhlı kuvvetler topluluğu,<br />

olanaksızlıkların en büyüğünün<br />

içinde bulunuyor. Elindeki silâhlar ikinci<br />

dünya savaşının silâhlan. Araçları,<br />

uçakları, gereçleri artık neredeyse isimleri<br />

bile unutulmuş batı envanteri içinde<br />

sayılıyor. Bu durumu NATO'hun kilit noktalarındaki<br />

her görevli biliyor.<br />

Böylece olan Türk Silâhlı Kuvvetlerine<br />

oluyor. Türk askeri, NATO'nun diğer<br />

askerlerinin içinde bulundukları koşullardan,<br />

onlarca yıl geride kalmış olaylar<br />

içinde görev yapmaya çabaliyor.» 2<br />

«Türkiye, Ankara'daki NATO Dışişleri<br />

Bakanları Konseyi öncesinde Nato'ya<br />

Özel ve çok ivedi bir çağrıda bulunmuş,<br />

Türk ordusunun kritik durumdan kurtarılabilmesi<br />

için derhal 150 milyon dolarlık<br />

bir özel fon kurularak bundan en düşük<br />

düzeye inen savaş stoklarının, öncelikle<br />

yedek parça gereksinmelerinin karşılanmasını,<br />

ek olarak da 700 bin ton ham<br />

petrol, 20 bin ton yüksek oktanlı jet yakıtı<br />

ve yağ sağlanmasını istemiştir. Bir<br />

NATO yetkilisine göre Türk Ordusunun<br />

yakıt sorunu çok kritik bir duruma girmiş<br />

ve altı aylık stoku dahi kalmamıştır.<br />

Ordunun altı aylık yakıt harcaması 200<br />

milyon dolar, benzin ise 20 milyon dolan<br />

bulmaktadır. Nato yetkililerine göre Türk<br />

ordusunun bu derece ciddî ve kritik durumdan<br />

kurtarılabilmesi için en kısa sürede<br />

400 milyon dolara ihtiyaç vardır.» 3<br />

Ve yine Brüksel'de Nato merkezindeki<br />

askeri çevreler, Rusya'nın Türk silâhlı<br />

kuvvetlerinin içinde bulunduğu durumu<br />

bildiğini, Türkiye'nin askerî bakımdan<br />

takviye edilmesi gerektiği bilinci için<br />

de de olduklarını söylemektedirler 4 .<br />

Zayıflığı, güçsüzlüğü böylece Nato ilgililerince<br />

de malûm olan Türk Ordusu'<br />

nun moral gücü bu şekilde iken, personelin<br />

maddî gücü yahut güçsüzlüğü nasıldır<br />

«Türkiye'nin bir avuç organize, sosyal<br />

haklara sahip işçisi mutlu azınlıktır.<br />

Bunların ülkeyi karışıklık içine sokmasına<br />

izin verilemez. (Demirel'e atfen)... Çünkü<br />

Demirel, silâhlı kuvvetlerin üst kademelerinin<br />

de bu haksız durumdan rahatsız<br />

olduklannı bilmektedir... İşçilerin,<br />

toplu sözleşmeler yoluyla aldıklan ücret<br />

artışlan ve haklar, bir çok devlet memuru,<br />

asker ve teknik eleman için ulaşılabilir<br />

hak ve ücretler değildir.» 5<br />

Öte yandan aynı dergi, şu enteresan<br />

fikirleri de ileri sürmektedir:<br />

«Burjuvazinin yeni liderliği, 27 Mayıstan<br />

aldığı dersle, orduya daha bir özenle<br />

BİR DEĞERLENDİRME 5


Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa,<br />

Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi<br />

Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ,<br />

Çekmez kürenin sırtı o tâbût-i cesîmi.<br />

MİTHAD CEMÂL<br />

ve anlayışla yaklaşıyor. Bir cazibe politikası<br />

izliyor. Geçen yirmi yılda bu yaklaşım<br />

sonucu ordu mensupları avantajlarla<br />

sanki kuşatılmak istenmiştir. Aslında bîr<br />

memur olan subay, DP döneminde küçümsenirken,<br />

şimdi eşitler arasında birinci<br />

mevkiine getirilmektedir. Böylece ordu,<br />

çeşitli, yasal ve fiilî ayrıcalıklarla liberal<br />

ekonomi düzenine bütünleşmeye yönlendirilmiş<br />

olacaktır, işte bu süreçtir ki,<br />

başka süreçler yanısıra, Ordu'nun ilericilikten<br />

nötralizme, devrimcilikten konformizme<br />

yönelmesine neden olmuştur...<br />

Bugün Türkiyede ordu'dan beklenecek<br />

ve istenecek en önemli katkı, demokrasiye<br />

saygı olmalıdır. Zaten artık ordunun<br />

siyasal düzende topluma vereceği<br />

pek bir şey kalmamıştır. Bundan sonra<br />

topluma yenilikler getirmek yerine demokratik<br />

kazanımlarm kıskançlıkla korunması,<br />

herhalde ordunun aslî görevi dışındaki<br />

başlıca işlevi olacaktır.»( 6 )<br />

Diğer bütün okumuşlara olduğu gibi<br />

işçiye de daha fazla sosyal hak(!) tanıyacaksın,<br />

buna demokratik kazanma diyeceksin,<br />

ve ordudan, bu durumu yani bir<br />

sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf üzerindeki<br />

üstünlüğünü korumasını bekliyeceksin.<br />

Arkadan silâhlı kuvvetler mensubunun<br />

sosyal hakları(!) biraz iyileşince de<br />

nötralizme ve konformizme kaydığını söyleyeceksin.<br />

Allah Allah.. Yani işçiden daha<br />

az bir hakla ilerici olmasını istiyorsunuz,<br />

işçi sınıfının kazanılmış haklarının<br />

savunuculuğunu yapmasını istiyorsunuz.<br />

Ama beyler ordu, Türk ordusu, bir sınıf m<br />

ordusu değildir ki.. Milletin, Türk milletinin<br />

ordusudur.<br />

i<br />

Gerçi silâhlı kuvvetler mensupları kilitlenen<br />

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde<br />

şimdiye kadar en yüksek oy alan iki ciddî<br />

adayın da (karşı dünya görüşüne sahip<br />

olmalarına rağmen) eski asker olmalarından<br />

ve Nato toplantısında batılı ülke<br />

temsilcilerinin «neden cumhurbaşkanı se<br />

çemiyorsunuz» diye sual tevcih edilen<br />

kimsenin Genel Kurmay Başkam olmasından<br />

ve onun aynı mealde bir suali Turan<br />

Güneş'e tevcih ettiğinde verilen cevabın<br />

«Paşam galiba ilk defa bize bıraktınız,<br />

öğrenene kadar epey vakit geçecek»<br />

şeklinde olmasından açığa vurulmayan<br />

manevî memnunluk duymaktadırlar; ama,<br />

hâlâ bir takım maddî zorluklar içindedirler.<br />

OYAK sömürüsünden Atğm. den<br />

Albay'a kadar kimse memnun değildir.<br />

En ufak bir tayinde ev eşyasını yeni garnizona<br />

nakletmek 50.000 liraya malolmaktadır.<br />

Verilen harcırah ise 20.000 lirayı<br />

ancak bulmaktadır. Askerî hastahanelerde<br />

hocaların kliniklerde parayla sivil hastalan<br />

öncelikle muayene ve ameliyat ettikleri<br />

söylenmemektedir; ama, sağlık hizmetleri<br />

gene de kifayetli değildir. Doğu'<br />

da bazı lise öğretmenlerinin ard niyetle<br />

Harbokulu'na öğrenci sokmak için imtihana<br />

hazırlık kursları açarak kitle halindo<br />

doğulu öğrencinin Harbokulu'na giri-<br />

6 TÖRE İNCELEME MASASI


sini kolaylaştırdığı dedikoduları ise can<br />

sıkmaktadır.<br />

Son günlerde de AP ve CHP parti liderleri<br />

ordunun politikaya çekilip çekilmemesi<br />

meselesini kamuoyu önünde münakaşa<br />

etmeye başladılar: Çekersin, çekemezsin..<br />

— Ordumun esas görevi nedir<br />

— Hudutları beklemek.<br />

— Şimdi ne yapıyor<br />

— îç güvenlik görevi ile uğraştığı için<br />

Hudut görevinde zaafiyetle karşı karşıyadır,<br />

îç güvenlik görevini ifa ederken, diğer<br />

güvenlik kuvvetleriyle beraber iç düşmana(*)<br />

karşı olan mücadelesinde anarşist<br />

kurşunlarına hedef olmaya başlamıştır.<br />

Bu kurşunlar er, assubay, asteğmen'<br />

den Tümgeneral rütbesine kadar ulaşmıştır.<br />

— Bu durumdan fayda uman kimdir<br />

— Dış düşmanlar ve onların yurt içindeki<br />

işbirlikçileri<br />

— Kimdir bunlar<br />

— Devletin ordusu ve milletiyle bir<br />

ve bütün ve kuvvetli olmasını isteyen<br />

milliyetçiler mi Yoksa Devletin, zayit<br />

düşerek parçalanıp dış tesirlere açık olmasını<br />

isteyen komünistler mi<br />

Durum ve şartlar bu merkezde iken<br />

politikacıların ordu ile hiç ilgilenmemeleri,<br />

ordu ile ilgili îâf söylememeleri, söylemeye<br />

mecbur kalınca da bir değil bin<br />

kere düşünmeleri gerekir kanaatindeyiz.<br />

Politikacılar gelip geçicidir. Fakat Türk<br />

ordusu 2000 küsur yıldır vatan, millet ve<br />

bayrağın koruyucu sudur ve bu görevi elhâk<br />

başarıyla yapmıştır.<br />

(*) Org. Evren «Düşmanı İçimizde) Yankı<br />

Sayı 465 Mart 1980 sayfa 20.<br />

(1) Hürriyet 17-6 1980.<br />

(2) Yankı Sayı 478 Sayfa 34.<br />

(3) Milliyet 21-6-1980.<br />

(4) Yankı Sayı 482 Sayfa 17.<br />

(5) Yankı Sayı 464 Sayfa 34.<br />

(6) Yankı Sayı 478 sayfa 6.<br />

«Ben, ordumuzun mevcudiyetini ve kuvvetini paramızla mütenâsip bulundurmak<br />

nazariyesini kabul edenlerden değilim. «Para vardır, ordu yaparız; para bitti,<br />

ordu inhilâl etsin.», benim için böyle bir mesele yoktur. Efendiler! Para vardır veya<br />

yoktur; ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır.»<br />

ATATÜRK<br />

BÎR DEĞERLENDİRME 7


(Gürbüz Azak)<br />

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;<br />

Biz uğruna can verdiğimiz anda göründü.<br />

Gül yüzlü bir âfetti ki her busesi lâle;<br />

Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!<br />

Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber:<br />

Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.<br />

Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden!<br />

Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden<br />

YAHYA KEMÂL BEYATLI<br />

(Mohaç Türküsü'nden)


KAŞKAYLARLA HİSSETMEK<br />

HÜSEYİN MÜMTAZ<br />

Fazla detaylara inmeden, yandaki tablolara şöyle bir göz atıldığında<br />

İran'ın aslında bir Türk devleti olduğu kolayca görülecektir. 1925 senesine<br />

kadar 9 asır boyunca İran'a hâkim olan Safevî, Afşar, Kaçar., hanedanlarının<br />

hepsi de Türk idiC 1 ).<br />

Yılmaz öztuna'ya göre 16'ncı asır sonlarında dünyada mevcut dört<br />

büyük Türk İmparatorluğundan biri de Iran Türk İmparatorluğu idi( 2 ).<br />

(Diğerleri Osmanlı Türk İmparatorluğu, Hindistan Türk İmparatorluğu,<br />

Türkistan Türk İmparatorluğu.)<br />

Hal böyleyken 1925 senesinde Rıza Şah'm Türk Kaçar hanedanını yıkarak<br />

azınlık olan Farslarm 2000 yıllık(!) Pers hâkimiyetini tesisi kanaat<br />

ımızca 1977 senesinden bu yana İran'ın içinde bulunduğu karışıklıkların<br />

baş sebebidir.<br />

Görüldüğü gibi İran, çok farklı etnik grupların meydana getirdiği bir<br />

moyazık manzarası arzetmektedir. Tabiî hal, nüfusun % 42.8 ini teşkil<br />

eden Türklerin hakimiyetindeki bir İran'dır. Gayri tabiî olan ise, diğer<br />

herhangi bir azınlığın hâkim olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Fars et~<br />

nik azınlığının zorla üstünlüğünü ve bir takım cebrî tedbirlerle devamını<br />

sağlayan, ancak bu hal eşyanın tabiatına aykırı olduğu için yıkılmaktan<br />

kurtulamıyan şah idaresinin yerine Humeyni'nin nüfusun çoğunluğunu<br />

(% 96.7) ihtiva eden din motifiyle bir senteze gitmesi daha birleştirici ve<br />

akılcıdır. Gerçekten İran Fars Devleti derseniz, nüfusun % 60 küsurunu<br />

(1) Büyük Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna Cilt 7, Cilt 11 sayfa 480, Sözlük<br />

(2) Aynı eser<br />

9


karşınıza alırsınız ama İran İslâm Cumhuriyeti derseniz, nüfusun % 96.7<br />

sine hitab etmiş ve yanınıza almış olursunuz.<br />

Ancak bu sefer de başka problemler ortaya çıkmaktadır.<br />

İran<br />

1. Türkler<br />

2. Farslar<br />

3. Kürtler<br />

4. Azınlıklar<br />

5. Araplar<br />

6. Belûciler<br />

TOPLAM<br />

TABLO - 1<br />

- ETNİK<br />

15.000.000<br />

13.400.000<br />

3.000.000<br />

1.515.000<br />

1.000.000<br />

1.000.000<br />

34.915.000<br />

% 42.8<br />

% 382<br />

% 8.5<br />

% 4.2<br />

% 2.8<br />

% 2.8<br />

TABLO . 3<br />

İran - TÜRKLER<br />

1. Azeriler<br />

10.000.000<br />

2. Kaşkaylar<br />

1.000.000<br />

3. Af şarlar<br />

; 1.000.000<br />

4. Şahsevenler<br />

400.000<br />

5. Kaçarlar<br />

50.000<br />

6. Karapapaklar<br />

50.000<br />

7. Hamseler<br />

200.000<br />

8. Kengerlü<br />

150.000<br />

9. Karadağlı<br />

220.000<br />

10. Neferler<br />

150.000<br />

11. Horasanî ve Boçağgı 150.000<br />

12. Kareyîler<br />

300.000<br />

13. Türkmenler<br />

1.000.000<br />

TABLO - 2<br />

İran - DİN<br />

1. Müslüman % 96.7 (Şü x % 90)<br />

Sünni % 10<br />

Bahai %0 3)<br />

2. Hristiyan % 3.3<br />

*<br />

TABLO - 4<br />

İran -<br />

°/o<br />

%<br />

%<br />

%<br />

%<br />

%<br />

%<br />

%<br />

°/o<br />

DİN, ETNİK<br />

1. Türkler<br />

2. Farslar<br />

3. Kürtler<br />

4. Azmlıklır<br />

5. Araplar<br />

6. Belûciler<br />

80 Şii-Azeri ve diğerleri<br />

20 Sünni, Kaşkay, Afşar,<br />

Türkmen<br />

100 Şii<br />

80 Sünni<br />

20 Şii<br />

100 Hristiyan<br />

80 Sünni<br />

20 Şii<br />

100 Sünni<br />

Müslüman nüfusun % 90'ı şiî, % 10'u sünnîdir. Ve bu karakteriyle<br />

İran, hakikî bir şiî devletidir. Ve yine bu hususiyeti maalesef İran Türk<br />

İmparatorlukları, bilhassa İmparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesi ile devamlı<br />

çatışma içinde bulundurmaktadır( 3 ).<br />

İran Türklerinin % 80'i Şiî (Azeriler ve diğer Türk boylan), °/o 20'<br />

si Sünni (Kaşkaylar, Af şarlar, Türklerler(dir. Enteresan olan odur ki.<br />

iki grup da ayrı sebeplerle Cumhuriyet Türkiye'sine sempati beslemektedirler.<br />

Din motifinin ağır bastığı Şiî Azeriler, Atatürk Sünni halifeliği<br />

yeryüzünden kaldırdığı için; ırk motifinin ağır bastığı Sünni Kaşkay, Afşar<br />

ve Türkmenler ise din motifinden daha kuvvetli başka bir takım hissî<br />

sebeplerle Cumhuriyet Türkiye'sine bağlıdırlar. Zaten asırlardır İran'da<br />

oynanan oyun, Türklere Türklüklerini unutturarak, ırkî (millet) değil<br />

ama dinî (cemaat) bir toplum oldukları inancını vermek üzere yürütülmektedir.<br />

(3) Aynı eser<br />

10 HÜSEYİN MÜMTAZ


Hattâ en son bu maksatla (Türkiye ile Azerbaycan'ın ilgisini kesmek<br />

için) ve şuurlu bir şekilde İran kürtleri Türk-îran sınırına bir dil gibi sarkarak,<br />

bütün hudut karakollarını kontrolları altına almışlardır. Türkiyeyi<br />

İran'a bağlıyan demiryolu bunların hâkimiyeti altında olup kapalıdır.<br />

Bu kısa genel değerlendirmeden sonra asıl üzerinde durmak istediğimiz<br />

konuya geliyoruz. Kaşkailer veya Kaşkaylar.<br />

15 milyonluk İran Türklüğünün 1 milyonluk ve sunni bölümünü teşkil<br />

eden şanlı, muhteşem bir uruktur Kaşkaylar. O kadar mücadeleci, şeref<br />

ve haysiyetlerine düşkündürler, o kadar Türk ve Türkiye'ye bağlıdırlar<br />

ki, önceleri Erdebil yöresinde sakin bulundukları halde, Türkiye ile<br />

ilgileri kesilsin, fazla alış verişleri olmasın ve etkilenmesinler diye 16 ncı<br />

yüzyılda Şah İsmail Safevî tarafından halen bulundukları Fars bölgesine<br />

(Hazer'in güneyi) nakledilmişlerdir.<br />

Aslen Oğuz boyundan kopma bir uruk olup Kaşkaylarm, Cengiz Han<br />

zamanında onunla beraber İran'a geldikleri, Hülâgû Han zamanında ise<br />

Kafkasya eteklerine kadar indikleri/bir kısmının ise Akkoyunlu olduğu<br />

nakledilmektedir( 4 ).<br />

Hâlâ yarı göçebe bir hayat yaşarlar. Göçleri bütün İran için mühim<br />

bir hadisedir. Oldukça büyük bir sahada hareket halinde olduklarından,<br />

tesirleri çok fazladır. Oldukça düzenli, örfe dayanan göç gelenekleri ile<br />

idare sistemleri vardır. Bu gün bile İl-Hanlıkla idare edilirler. Ayrıca<br />

mümtaz sınıftan sayılan İlhan ailesi dışında Kalantar, Kethüda, Ra'ye,<br />

Taheke-i Post, gibi tabakalarda mevcut olup, bütün idare bozulmamış<br />

Türk töresine göre yürütülür( 5 ).<br />

Oymak teşkilâtlarını şöyle özetleyebiliriz. El, boylara (taife), boylar<br />

obalara (tîre), obalar da ailelere (ocak) ayrılır. Elin başında İl-han<br />

boyların basında Gelânter, (boy beği), obaların başında da Kethüda unvanlı<br />

reisler bulunmaktadır. İl-Beği ise İl-Han'm vekili olup elin idaresi<br />

fiilen onun elindedir.<br />

Ancak İl-Beği, İl-Han'm mutlaka oğlu veya kardeşi gibi en yakın akrabaları<br />

arasmdandır. İl-Han ise mutlak surette Hân ailesinden ve şah<br />

lar tarafından seçilir( 6 )<br />

En dikkati çeken boy ve obaları ise, Bayat (Oğuz), İğdü (Oğuz), Beğ<br />

dili (Oğuz), Çarıhlu (Oğuz), Kaçarlu, Şamlu, Ağaçerî, (Karakoyunlu),<br />

Haîac, Musullu (Akkoyunlu), Oryad (Moğol ) dur( 7 ).<br />

El'in en önemli özelliği, kuvvetli bir töreye sahip olmasıdır. Her ko-<br />

(4) Dilde, Fikirde, İşde Birlik Sayı 3 Sayfa 227 Prof. Dr. Muharrem Ergin.<br />

(5) Türk Dünyası El Kitabı-Sayfa 1115.<br />

(6) Türk Kültürü Sayı 120 sayfa 15, Prof. Dr. Faruk Sümer.<br />

(7) Aynı kaynak.<br />

KAŞGAYLARLA HİSSETMEK 11


nu ile ilgili meseleler kaideye bağlanmış olup, Han'dan en basit Kaşkaya<br />

kadar bütün El halkı bunlara titizce riayet etmekle mükelleftir.<br />

Kaşkayların İran siyasî sahnesindeki belli başlı rollerini ise şöyle<br />

özetleyebiliriz: ( 8 )<br />

1. 1917 Kaşkay İl-Han'ı Savlet-üd Devle'nin İran hükümeti ile baskınlar<br />

yapmayacağı hakkında anlaşma imzalaması.<br />

2. 1918 Savlet'üd Devle'nin hâkim İngilizler ve İran hükümetine<br />

karşı bir konfederasyon kurmak için giriştiği muvaffakiyetsiz isyan teşebbüsü.<br />

3. 1930 Rıza Şah'm, diğer aşiretler gibi Kaşgayları da silâhtan tecrit<br />

ve zorla iskânı İl-Han Savlet'üd Devle'nin hapsedilmesi, vefatı.<br />

4. 1941 Eski duruma dönüş.<br />

5. 1941 kendilerine sığınan iki Alman casusunu, töreye aykırıdır<br />

diye teslim etmeyince, Ingiliz-İran ortak saldırısına uğradılar. Zamanın<br />

Türkiye elçisi Cemal Hüsnü Taray'm çabalarıyla imhadan kurtuldular ( 9 ).<br />

6. 1943 Ellerinden alman toprakları geri almak için isyanları, Samiran<br />

kalesini zaptedip, 3 Albay ile 200 askeri öldürmeleri, Ağustos'da<br />

hükümet ile anlaşmaları.<br />

7. 1944 Anti-Komünist tutumları dolayısı ile İran Tudeh ve Rus<br />

Komünist partileri tarafından İran'ı parçalamak istedikleri gerekçesiyle<br />

protesto edildiler. Onlar da kabinedeki komünist bakanların alınması<br />

için Bahtiyarî aşireti ile birlikte isyan ettiler. Şiraz'a kadar geldiler. 17<br />

Ekimde hükümet isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.<br />

8. 1953 Musaddık'm serbest bırakılması için ayaklandılar.<br />

9. 1959-62-63 Toprak meselesi ile ilgili olarak İran hükümetiyle muharebeye<br />

giriştiler.<br />

Ve nihayet İ980 senesinde gazetelerden öğrendiğimize göre( 10 ) İl Han<br />

Hüsrev Han, Amerikalılar hesabına çalıştığı bahanesiyle mollalar tarafından<br />

hapse götürülünce, Kaşkaylar bir kere daha isyan ederek Firuzâbad-Şiraz<br />

yolunu kapattılar. Çıkan çatışmada 2 İranlı subay ile 8 Devrim<br />

muhafızı öldü. 20 Kaşkaylı şehit oldu. Kaşkaylar İl-Hanlan gelmeden hareketi<br />

durdurmayacaklarını bildirdiler.<br />

En son durumu bilemiyoruz..<br />

Görüldüğü gibi İran aslında bir Türk devletidir. Bünyesindeki Türklerle<br />

iyi geçinmek, hele onlarla gönül birliği içinde olacak bir Cumhuriyet<br />

Türkiyesi ile hiç kötü olmamak mecburiyetindedir. Türkiye Cumhuriyeti<br />

de İrandaki soydaşlarına karşı olan tutumunu bir daha gözden geçirmelidir.<br />

(8) Türk Kültürü, Sayı 56, Sayfa 57. C. Orhonlu.<br />

(9) Dilde, Fikirde, İşde, Birlik Sayı 3, Sayfa 217.<br />

(10) Tercüman 10-6-1980..<br />

12 HÜSEYİN MÜMTAZ


Gürbüz Azak<br />

MEHMET ÂKÎİ<<br />

His yok, hareket yok, acı yok... Taş mı kesildin<br />

Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin!<br />

Kurtulmaya azmin, ne için öyle süreksiz<br />

Kendin mi, yoksa ümidin mi yüreksiz<br />

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk,<br />

Ye's öyle bataktır ki düşersin boğulursun<br />

Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!<br />

Ey elleri böğründe kalan şaşkm adam, kalk!<br />

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;<br />

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!<br />

Feryadı bırak kendine gel, çünkü zaman dar,<br />

Uğraş ki telâfi edecek bunca zarar var.<br />

M. ÂKÎF<br />

(Hakkın Sesleri'nden)


İRAN'DA SEKİZ GÜN (2)<br />

Doç. Dr. Ahmet BICAN ERCİLASUN<br />

Savalan'a ikinci gün öğleden<br />

sonra Ali Tebrizî'yi görmek istediğimizi<br />

söylemiştik. Kendisinin meşgul<br />

olacağını bildiğimiz için bizi Tebrizî'ye<br />

bırakmasını rica etmiştik. Savalan,<br />

kat'iyen razı olmadı. Tebrizî<br />

çok iyi tanıyor ve onunla sık sık<br />

görüşüyordu. Daha çocuk denecek<br />

yaşta iken Ali Tebrizî'nin yanma gitmiş,<br />

onun telkinleriyle olgunlaşmıştı.<br />

Beni bu mübarek adamın sohbetinden<br />

mahrum etmeyin, dedi. So<br />

nunda Tebrizî'ye ertesi gün hep beraber<br />

gitmeğe karar verdik. Sabah,<br />

Savaları bizi otelimizden aldı. Ali<br />

Teibrizî'nin Şehir Parkı karşısında<br />

bir dükkânı vardı. İran'a hareketimden<br />

bir gün önce Kızılay'da, tarih<br />

doçenti olan arkadaşım İsmail<br />

Aka'ya rastlamıştım. Aka, birkaç yıl<br />

önce İran'da iki sene kadar kalmıştı.<br />

Tebrizî ile tanışıyordu. Ayaküstü<br />

Tebrizî'nin adresini bana yazdırdı :<br />

Kitâbfurûşî'yi Atropat, Rûberû-yı<br />

Park-ı Şehr 1 . Aka'dan ayrıldıktan yir<br />

mi dakika sonra Kocabeyoğlu geçidi<br />

ndeki Turhan Kitabevi'ne girmiş,<br />

kitaplara bakıyordum. O sırada telefonla<br />

konuşan dükkân sahibi İlhan<br />

Bey'in karşısındakinin sorusuna cevaben<br />

«rûberû» kelimesini izah ettiğini<br />

duydum. Ankara'nın ortasında,<br />

Kızılay'da yirmi dakika ara ile «rûberû»<br />

kelimesiyle karşılaşmak doğrusu<br />

çok tuhafıma git imiş ti. Bunu<br />

düşündükçe hayretim artmış; Tahran'daki<br />

Şehir Parkı'nm «rûberû»<br />

yunda (karşısında) göreceğim Ali<br />

Tebrizî'yi daha çok merak eder olmuştum.<br />

Kitaplarla dolu bir dükkâna<br />

girdik. Sakalları hafif uzamış<br />

ve kırlaşmış, elinde pipo, tıknaz, orta<br />

boyîu adam bizi karşıladı. Yorulmuş<br />

ve çile çekmiş bir yüz ifadesi<br />

vardı. Kısık gözleri yorgundu; fakat<br />

parlıyordu. Uzun uzun tanışmağa lüzum<br />

yoktu. Bin yıl önce Sır Derya<br />

boylarından Horasan'a, Horasan'dan<br />

Azerbaycan'a akan Oğuz ordularında<br />

beraber bulunmuştuk. İki bin yıl<br />

önce Orhun'dan kalkıp Çin içlerine<br />

akın yapan Hun ordusunda birlikte<br />

çarpışmıştık. Binlerce yıldan beri<br />

tainışıyorduk ve dostluğumuz daha<br />

binlerce yıl devam edecekti. Gözleri<br />

kısık, yorgun adam iki bin yaşında<br />

bir tümen başı gibiydi. Asırların ötesinden<br />

ağır ağır konuştu. Orhun'dan,<br />

14


Altaydan, Herat'tan, Kerkük'ten haberler<br />

verdi. Balkanlardan, Kıbrıs'<br />

tan, İstanbul'dan haberler sordu.<br />

«Haydar Biriöz'ü tanıyor musunuz>><br />

dedi. Çok iyi tanıdığımızı ifade ettik.<br />

Diriöz, yıllarca önce İran'da kültür<br />

ateşeîiğimizi yapmış; oradaki<br />

tâlii zebun Türklerin hemderdi olmuştu.<br />

Konuştuğumuz Türklerin bir<br />

kısmı kendisini tanıyorlar, hakkında<br />

takdirkâr sözler söylüyorlardı.<br />

Tebrizî de «o ne mükemmel Türktü»<br />

diye takdirlerini ifade etti. Sonra<br />

İsmail Aka'yı ve selâmlarını söyledim.<br />

Gözleri kısık, yorgun adam hâlini<br />

sordu, «çok iyi» dedim, «şimdi<br />

tarih doçenti., iyi bir âlim» dedim,<br />

adam güldü, neş'elendi, zindeleşti.<br />

Bir ara Ötüken dergisini ve Atsrz'ı<br />

sordu. Birkaç yıldır Ötüken eline<br />

geçmiyormuş. «Ötüken artık çıkmıyor»<br />

dedim, «çünkü artık Atsız yok».<br />

Dondu kaldı, gözleri buğulandı. «Büyük,<br />

çok büyük bir Türktü» dedi,<br />

gözyaşlarını yüreğine akıttı. Sonra<br />

Ermenilerden açıldı söz. Türk devleti<br />

niçin bunlara hadlerini bildirmiyordu.<br />

Niçin Türkiye'deki Ermenileri<br />

toplayıp misilleme yapmıyordu.<br />

Bu konuda İran'daki Türkler ne kadar<br />

hassas idiler. Devletimizin hareketsizliği<br />

onları son derece üzüyor,<br />

mahcup ediyordu. Onların sitemleri<br />

yanında biz daha da mahcup olduk.<br />

Tahran'da bulunan Ermenilerin<br />

de zaman zaman Türkiye aleyhinde<br />

nümayişler yaptıklarını öğrendik.<br />

Bir defasında Türk elçiliğinin etrafında<br />

bağırıp çağırmışlar. Yollarda<br />

gezerken, duvarlardaki irili ufaklı<br />

yazılar arasında Ermenilerinkine de<br />

Erciîasun, Savalan, Karaca<br />

rastlamıştık. Anlaşılan İran'daki<br />

azatlık onlara da yaramış, duvarlara<br />

«merg ber-Türkiye (Türkiye'ye ö^<br />

lüm)» diye yazmışlardı. Tebrizli Ali,<br />

bunlardan nefretle bahsetti. Ermeni<br />

suikastlerine mukabil Kıbrıs harekâtımız<br />

onları ne kadar çok sevindirmişti.<br />

«O gün» diyordu Savalan,<br />

«işe gitmedim». «Hanıma ve çocuk<br />

lara, kalkm bugün bayram, dedim<br />

ve hep beraber dışarı çıktık. Çocuklara<br />

yeni elbiseler, oyuncaklar aldık;<br />

neş'e içinde bir bayram günü yaşadık.»<br />

Altı sene evvel... Ordularımızın<br />

Girne'den Kıbrıs'a çıktığı gün...<br />

Tahran'da bir Türk, Tahran'da Türkler<br />

bayram yapıyorlardı. Gözlerim<br />

buğulandı... Altı yıl geriye çekildim<br />

Altı yıl geriye ve batıya çekildim. Salihli'de<br />

bir büyük Kazak Türk'ünün,.<br />

Ali Bek Hakim'in evinin balkonunda<br />

eşimle birlikte sabahın ışıklarını seyrediyordum.<br />

Radyolardan «orduları-<br />

İRAN'DA SEKİZ GÜN 15


mız Kıbrıs'a çıktı» sesleri yankılanıyor...<br />

Sevinç gözlerimden boşanıyor...<br />

Altı yıl önce bir yaz sabahı,<br />

Türk orduları Kıbrıs'a çıkıyor... Altı<br />

yıl önce bir yaz sabahı, Kıbrıslı bir<br />

Oğuz Türk'ü ve İstanbullu eşi, Salihli'de<br />

bir Kazak evinde gözlerinden<br />

sevinç akıtıyorlar... Altı yıl önce bir<br />

yaz sabahı, Tahran'da bir Azerî Türk'<br />

ü, bir Azeri ailesi bayramlıklarını gi<br />

yiyor... Altı yıl önce bir yaz sabahı,<br />

Taşkent'te bir Özbek Türk'ü... Ne<br />

büyüksün Türklük!.. Akdeniz'in mavi<br />

dalgalarını yararak giden bir hücumbotunun<br />

motor sesi Almaata'dan Üsküb'e<br />

kadar yankılanıyor...<br />

Ali Tebrizî bizi yemeğe götürdü.<br />

Sonra evine gittik. Üst katta bir oda<br />

kendisine ayrılmıştı. Odada büyük<br />

bir radyo, mükemmel bir ses alma<br />

makinası ve büyük bir daktilo vardı.<br />

Yerde de halılar. Başka şey yoktu.<br />

Yere bağdaş kurduk. Tebrizî bu<br />

odada radyosunun düğmesini çevirir,<br />

Türk dünyasının her tarafından<br />

haber almağa çalışırdı. Baku'yu dinlerdi.<br />

Ankara'yı, istanbul'u dinlemek<br />

isterdi. Fakat heyhat... Ankara'<br />

nın sesi Tebrizî'ye ulaşamazdı. Bizim<br />

radyolarımız ve televizyonları<br />

mız adetâ özel olarak ayarlanmış;<br />

sesimiz ve resmimiz, sınırlarımızın<br />

bir adım ötesine ulaşmasın diye âdeta<br />

özel olarak gayret gösterilmişti.<br />

Ali Tebrizî bundan uzun uzun şikâyet<br />

etti. Daktiloda şiirlerini yazıyordu.<br />

Bazan kendisini zindana götüren<br />

yazılar ve şiirler bu tuşlarda şekillenmiştiler.<br />

Teypten müzik dinledik.<br />

Tebrizî'nin sesinden şiirlerini dinledik.<br />

Kerkük'ten birkaç yıl önce Teb-<br />

16<br />

rizî'yi ziyarete gelmiş bulunan Türlerin<br />

seslerini, seyahat intibalarıni<br />

dinledik. «Ben Kerküklü Kerîm oğlu<br />

Suphi...» diye başlayan Kerküklü<br />

konuşmalar bazan «yaşasın dünya<br />

Türklüğü!», bazan «Tanrı Türk'ü korusun!»<br />

dualarıyla sona eriyordu.<br />

Kerkük'ten kaynaklanıp Tahran'da<br />

hergün yankılanan ve Ankara'dan<br />

duyulan bu duaları Allah'ın kabul<br />

edeceğine o gün iman ettim. Ruhu<br />

muzu bu imanla yıkayarak otelimize<br />

döndük. Otel sahibiyle Azeri Türk<br />

çesîynen danışdık. Sımsıcak yatağımızda<br />

Karaca ile karşılıklı sımsıcak<br />

Azeri Türkçesiynen danışdık ve sımsıcak<br />

Azeri rüyalar gördük.<br />

Ertesi sabah erkenden Erdebil'e<br />

gidecek olan otobüse binmiştik. Otobüste<br />

Türkçeden başka dil konuşulmuyordu.<br />

Tahran'dan Kazvin'e kadar,<br />

çift taraflı, dümdüz ve geniş bir<br />

yol uzanıvordu. Kavzin'in çini kubbeli<br />

türbelerini ve kenar mahallelerini<br />

seyrederek geçtik. Yol kıvrım<br />

kıvrım daralıyordu. Reşt'ten sonra<br />

uzaktan Hazar denizi göründü. Üzerinde<br />

gözlerimizin buğusu vardı. Yazık<br />

ki sana yaklaşamadık Hazar...<br />

Suyunda serinleyemedik... Sahilinde<br />

durup Baku'yu, Astrahan'ı, Mangışlak'ı<br />

gözlerimizle hayal edemedik...<br />

Uzaktan buğulu gözleriyle bize<br />

bakan Hazar'ı seyrederek Astara'ya<br />

vardık. Astara, Sovyet-îran sınırının<br />

Hazar denizine ulaştığı noktada kurulmuş,<br />

yarısı öte tarafta kalmış,<br />

küçük, şirin bir Türk kasabasıdır.<br />

Kuzey'e doğru devam etme imkânı<br />

bulursanız, beş altı saat içinde Lenkeran<br />

ve Salyan üzerinden Baku'ya<br />

AHMET BİCAN ERCÎLÂSUN


Ali Tebrîzî, Savalan<br />

ulaşırsınız. Otobüs meydanda durdu.<br />

İnerek bir bakkala girdik. Türkiye<br />

Türkçesiyle meyva suyu istedik. Çuvalların<br />

üstüne oturmuş üç Astarah<br />

Türk hemen hürmetle kalktılar, bizi<br />

buyur ettiler. «Siz hâlis Türkü (Türk<br />

çe) damşırsız» dediler. Ben «bâzaıı<br />

siz, bâzan biz hâlis Türkü danışırık.<br />

Meselâ siz beli deyirsîz, bu Farsıdır,<br />

biz evet deyirlk. Siz gonag deyirsiz,<br />

bu hâlis Türküdür, biz misafir deyirik»<br />

dedim. Bu sevimli Astaralılarm<br />

konuşması Türkiye Türkçesine daha<br />

yakındı, tstemiyerek ayrıldık ve otobüse<br />

bindik. Yolun bundan sonrası<br />

çetindi. Hava kararmağa başlamıştı.<br />

Sel erin yuvarladığı çamurlu kayalar<br />

ve iri ağaç kütükleri arasında<br />

otobüsümüz zorlukla yol alıyordu.<br />

Çamurlu, inişli çıkışlı ve ancak tek<br />

bir arabanın yol alabileceği bu çetin<br />

yolun altından gürül gürül bir ırmak<br />

akıyordu. Irmağın ötesi Sovyet top<br />

rağı imiş. Solumuzda ıslak toprak<br />

İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />

tümsekleşiyor; eğilerek yükselmeğe<br />

çalışan ağaçlar düşmemek için toprağa<br />

sıkı sıkı tutunuyorlardı. Hava<br />

iyice kararmağa başlamıştı. Gürül<br />

gürül akan ırmağın kıyısmca binlerce<br />

arı kovanını zorlukla seçebildik.<br />

Astara deniz seviyesindeydi. Şimdi<br />

gittikçe yükseliyorduk. Döne döne<br />

yükseliyorduk. Artık çamur, yerini<br />

kara bırakmıştı. Yükseldikçe karm<br />

kesafeti artıyor, yolun dönemeçlerinde,<br />

yan taraftaki karm yüksekliği<br />

bazan otobüsümüzü aşıyordu. Farlardan<br />

fışkıran ışık birdenbire bu<br />

yüksek ve yoğun kar yığınlarını aydınlatıyor,<br />

o anda bembeyaz bir kesafetin<br />

üzerimize yıkılacağını sanıyorduk.<br />

Yol, dönemeçler ve kar bitmiyordu.<br />

Acaba ne kadar yükselecektik<br />

Göğe yaklaştığımızı hissediyorduk.<br />

Bu hayret verici beyaz dağın<br />

adı Hayran Dağı imiş. Hazar'ın<br />

kıyısından, sınırın ötesini daha iyi<br />

görmek için yükseliveren Hayran Dağı;<br />

bizleri hayret, haşyet ve korku<br />

içinde bırakarak birdenbire bin beş<br />

yüz metreye kadar başını kaldırıyordu.<br />

İliklerimize kadar işleyen beyaz<br />

yükseklik sonunda bitti. Şimdi uçsuz<br />

bucaksız bir kar denizi sağımızda<br />

ve solumuzda uzanıyor, bembeyaz<br />

bir karanlık ufka doğru yayılıyordu.<br />

Hayran Dağı kuzeydoğudan<br />

birdenbire yükseliyor; güney-batıya<br />

doğru yavaş yavaş alçalıyordu. Bembeyaz<br />

karanlığın ortasında hafif bir<br />

meyille alçalmağa başladık. Henüz<br />

zirveden aşağıya doğru yönelmiştik<br />

ki beyaz karanlığın ortasında ışıklı<br />

gözler gördük. Tek katlı evler, pencerelerinden<br />

gülüyorlardı. Uçsuz bu-<br />

17


caksız kar ıssızlığının bu irtifamda;<br />

yüreklerimiz Hayran Dağının hayret<br />

ve haşyeti ile daralırken pencerelerinden<br />

gülen dost köy evleri, içimizi<br />

ferahlatmıştı. Beyaz yol, ışıklı küçük<br />

bir kasabadan geçti. Alçalmağa devam<br />

ediyorduk. Altı yüz metreye kadar<br />

inmişiz. Erdebil'in ışıkları uzaktan<br />

göz kırpıyordu. Yol boyunca,<br />

Farsça devrim nutukları neşreden<br />

otobüsün radyosu şimdi susmuş, kulaklar<br />

Erdebil radyosunun Türkçe<br />

sesine uzanmıştı. Farsça yayma kayıtsız<br />

otobüs yolcuları, şimdi iki büklüm<br />

olmuşlar, Erdebil'e ancak on<br />

kilometre kala duyulabilen kısık sesi<br />

anlamağa çalışıyorlardı. Az sonra<br />

pasdarlar (devrim muhafızları) otobüsü<br />

durdurdular. Şoför ve muavin<br />

indi, birşeyler konuştular. Pasdarlar<br />

yolcuları aramaktan vazgeçtiler. Şoför<br />

öfkeli, galiba biraz da küfürle<br />

karışık homurtular arasında yola devam<br />

etti. Erdebil'in kenarında indik.<br />

Şehir de karlar içindeydi. Titreştik.<br />

Beş dakika sonra Hüseyin ve Celâl<br />

Sûdmend arabalarıyla geldiler. Tahran'dan<br />

telefonla geleceğimizi bildirmiştik.<br />

Hüseyin Hacettepe Üniversitesinde<br />

kimya talebesi idi. Kendisini<br />

tanıyorduk. Soğuktan titreştik. Sarıldık,<br />

kucaklaştık. Erdebil dergâhı<br />

bize kapılarını açtı. Sûdmendlerin<br />

iki katlı, güzel bir evleri vardı. Üst<br />

kattaki misafir odasına çıktık. Büyük,<br />

geniş gaz sobası yakılmış, oda<br />

ısıtılmıştı. Baba Sûdmend bizi güler<br />

yüzle karşıladı. Şakacı, hoşsohbet<br />

bir adamdı. Sohbet ve soba içimizi<br />

iyice ısıttıktan sonra yemek odasına<br />

geçtik. Mükellef bir masa bizi bekliyordu.<br />

Azeri yemeklerinin arasında<br />

tabaklara serpiştirilmiş bulunan, her<br />

çeşit sebzeden yapılma Azeri turşuları<br />

nefisti. Sûdmendler, bir buçuk<br />

gün bizi bu nefis yemek ve turşularla<br />

ağırladılar. Baba Sûdmend, hem<br />

devlet memuru idi, hem de arıcılık<br />

yapıyordu. Astara'dan sonra rastladığımız<br />

arı kovanları ona atti. Erdebillilerin<br />

pek çoğu gibi o da Şahseven<br />

Türklerindendi. Şahsevenler,<br />

otuz iki tayfa halinde yazm yaylakta,<br />

kışın kışlakta yaşayan bir Azeri<br />

Türk boyudur. Sûdmendler Arpaçaylu<br />

tayfasından idiler. Ertesi akşam<br />

Şahsevenler üzerinde bizimle sohbet<br />

etmek üzere gelen Ali Esbağiyan Han<br />

Züvend tayfasındandı. Sayıları tahminen<br />

altı vedi yüz bin civarında o-<br />

lan Şahsevenler, Peşâverî hareketinin<br />

bastırılmasında canlarını feda<br />

ederek Şaha yardımcı oldukları halde,<br />

1963'teki reform hareketinde topraklarını<br />

kaybetmek zorunda kaldılar.<br />

Şâhm ak devrim diye adlandırdığı<br />

toprak reformunda Şahsevenlerin<br />

toprakları ellerinden alındı. Bunun<br />

üzerine boyun ileri gelenleri toplandı<br />

ve adlarını «Elseven» (Halkı,<br />

milleti seven) olarak değiştirdiler.<br />

Erdebil'de ilk gece, Elseven Sûdmend'in<br />

evinde yumuşacık yer yataklarında<br />

uyuduk. Elsevenli, Erdebilli<br />

rüyalar gördük. Sabah, hareketli<br />

Azeri türkülerini teypten dinlerken,<br />

Elsevenli sohbeti içinde, ballı kaymaklı<br />

nefis bir kahvaltı yaptık. Sanki<br />

gece gördüğümüz rüya devam ediyordu.<br />

Geniş salona ve odalara döşenmiş,<br />

herbiri milyon değerindeki<br />

Tebriz halılarının üzerine basıyor-<br />

18 AHMET BtCAN ERCİLÂSUN T


duk. Halıların üzerindeki renk ve şekiller;<br />

mücerret üslûplarından sıyrılarak<br />

gittikçe şekil kazamıyor; kıvrılıyor,<br />

bükülüyor ve canlanıyordu.<br />

Kavisler birer kemer ve kubbe halinde<br />

yükseliyor, düz çizgiler sütunlar<br />

halinde kubbelerin altına yerleşiyor;<br />

dört köşeli şekiller duvar duvar<br />

örülüyor; camları rengârenk,<br />

çerçeveleri oyma oyma pencereler ve<br />

kapılar duvarlarda yerlerini alıyordu.<br />

Kubbelerin altı, yavaş yavaş, sumak<br />

elbiseleri, kaftanları ile dolaşan<br />

heybetli insanlarla doldu, ince<br />

belli kızlar, gök mavisi ipekliler içinde<br />

kendileri kadar narin sürahilerden<br />

kadehlere bal şarabı doîduruyorlardı.<br />

Birden şekiller değişiyor; kubbeler<br />

kara, ak, kızıl çadırları dönüyordu.<br />

Yemyeşil yaylakta on binlerce<br />

kubbeli çadır kurulmuş, yaz güneşinin<br />

ılık sabah ışıkları ile uyanmağa<br />

çalışıyordu. İşte Arpaçaylu oymağının<br />

reisi Sûdmend çadırından<br />

çıkıyor, tavla tavla şahbaz atların*<br />

görmeğe gidiyordu. Sonra bütün<br />

Şahsevenler atlarına bindiler. Arallular,<br />

Polatlular, Serhanbeylüler, Dilbilmezlüler,<br />

îskânlular, Terekemeler,<br />

Garahanbeylüler, Hanımcanlular,<br />

GocabeyKiler... bütün oymaklar<br />

toplanmıştı. Başlarında Züvend oymağının<br />

reisi Esbağiyan Han vardı.<br />

Hoy'dan gelen Dünbüllüler de uzaktan<br />

görünmüştü. Han atmı mahmuzladı.<br />

Yayladan dereye doğru at koşturmağa<br />

başladılar. Binlerce atlı<br />

uzaklaşırken tolgalarına çarpan gün<br />

ışığı pırıltılar halinde gözlerimize<br />

doluyordu. Sonra atlılar bir ışık seli<br />

oldular; ışıklı, renkli şekillere, çizgi­<br />

İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />

lere döndüler; iplik iplik dokunan<br />

halıya kondular. Rüyadan bir türlü<br />

kurtulamıyordum. Dışarıdan gelen<br />

güneş ışığı gözümü aldı, beni pencereye<br />

doğru çekti. Dışarıda bembeyaz<br />

toprak damlar uzanıyordu. Arpaçaylu<br />

oymağının cevval çocuğu Celâl,<br />

damdaki karları kuruyordu. İşte Erdebil<br />

dışarıdaydı, bizi çağırıyordu.<br />

Çıktık, karlı yollarında uzun uzun<br />

yürüdük. Bir Erzurum kışında gibiydik.<br />

Bahçe duvarlarının arkasında<br />

toprak damlı evler vardı. Dar,<br />

karlı, toprak yollarda iki sıralı uzanan<br />

bahçe duvarlı toprak evler, Erzurum'un<br />

karlı dar yollarına ne kadar<br />

çok benziyordu. Geniş caddelerdeki<br />

üç katlı evler de bahçe duvarlarının<br />

arkasında yükseliyor; modern<br />

binalar, ön bahçeli eski Türk evlerinin<br />

havasını kaybetmiyordu. Birdenbire<br />

gözümün önünde bir çini maviliği<br />

yükseldi. Sanki göğün maviliğine<br />

karışmak isti} r ordu. Burası Şeyh Safiyüddin'in<br />

makamı idi. Şah İsmail'<br />

in büyük dedesi Şeyh Safiyüddin,<br />

Erdebil'de bir tekke kurmuş; dergâhına<br />

gelenlere ışık ışık inanç ve<br />

güven dağıtmış. Temür Beğ de Karabağ<br />

seferlerinin birinde Erdebil'deki<br />

bu dergâha uğramış, Şeyh Safiyüddin'e<br />

pek çok izzet ve ikramda bulunmuş,<br />

onun hayır duasını almıştı.<br />

O cihan imparatoru koca Temür, bu<br />

bilgin şeyhin önünde mahviyetkâr<br />

bir tevazu içindeydi. Temür'ün âdeti<br />

gereğince belki de ilmî ve dinî mübâhaselerde<br />

bulunmuşlardı. O zaman<br />

tekke, böyle ihtişamlı ve berrak gökyüzü<br />

maviliğinde çinilerle kaplı değildi.<br />

Daha sonra Şah İsmail de aynı<br />

19


yere gömüldü. Safevî hükümdarı Şah<br />

Abbas dedelerinin gömülü bulunduğu<br />

bu mahalli, muhteşem bir türbe<br />

haline getirdi. Uzun bir bahçeden<br />

sonra iç bahçeye geçiliyordu. İç bah- f<br />

çeye bakan yüksek duvarlar boydan<br />

boya çini kaplıydı. Yazık ki türbenin<br />

içine giremedik. O gün müze kapalıydı<br />

ve henüz hiç kimse iç bahçeye<br />

kadar yürümemişti. Otuz kırk santimetreyi<br />

bulan kar üzerinde tekrar<br />

delikler açarak geri döndük. Erdebil<br />

caddelerinde bazı gruplar inkılâbın<br />

birinci sene-i devriyesini kutluyorlardı.<br />

Bazı köylüler de kutlamaya iştirak<br />

için traktörleriyle gelmişlerdi.<br />

Ruhsuz ve düzensiz, bağırgan bir<br />

topluluktu. Bir kitapçı dükkânına<br />

girdik. Bazı Türkçe kitapları ayır<br />

dik. On sekiz yaşlarında bir genç,<br />

Ali Tebrizî'nin neşrettiği Şah İsmail<br />

kitabını okuyordu. Üst tarafa gerilmiş<br />

bir ip üzerinde bazı resimler<br />

asılı idi. Şehriyar'm resmini hemen<br />

seçtik. îtina ile sardırdık. Sehend'<br />

in resmini de sorduk. Kısa boylu,<br />

orta yaşlı, yüz hatlarına mâna ve<br />

tecrübe karışmış kitapçı hislendi:<br />

«Siz Türkiye'den gelibsiiz, Sehend'in<br />

sekilini soruşursunuz» diyerek hayretini<br />

ifade etti. Bu hayretin içinde<br />

tâ Türkiye'den Sehend'in tanınmış<br />

olmasından ileri gelen bir sevinç de<br />

vardı. O gün Erdebil sokaklarını dolaşmağa<br />

devam ettik, içimizde, iki<br />

yüz yıl önce, eski bir Türk şehrinde<br />

dolaşıyormuşuz hissi vardı. Camilerden<br />

devamlı olarak Kur'an sesleri<br />

geliyordu. Ertesi gün Âyetullah Muhakkik<br />

Erdebilî'yi ziyaret ettik. Kendisi<br />

Erdebil'in en büyük dinî şahsı<br />

Şehriyâr<br />

idi. Altmış kişilik inkılâp şûrasının<br />

da üyesi bulunuyordu. Sade döşenmiş<br />

odada karşılıklı bağdaş kurarak<br />

oturduk. Türkçe olarak bir saat kadar<br />

sohbet ettik. Karaca ve ben Âyetulîah'a<br />

Türk dilinin ve kültürünün<br />

ehemmiyetini, İranda, da Türkçenin<br />

öğretim dili olarak kullanılması gerektiğini<br />

anlatmağa çalıştık. O da<br />

bunun gerekli olduğuna inanıyordu.<br />

Daha sonra mevzu, sosyalizm ve kapitalizme<br />

intikal etti. Muhakkik Erdebilî,<br />

her iki sistemi de gayet şuurlu<br />

ve bilgili bir şekilde tenkid etti.<br />

Ona göre iki sistem de gayrı insanî<br />

idi. Sosyalizm hürriyetleri kıstığı,<br />

insan kabiliyetlerine imkân tanımadığı<br />

için insan tabiatına aykırıdır,<br />

diyordu. Kapitalizmde de insanın<br />

insanı sömürdüğü görüşündeydi.<br />

20 AHMET BİCAN ERCÎLÂSUN


O halde bu da insanî bir sistem sayılamazdı.<br />

Onca müslümanlık, bu iki<br />

sistemin eksik taraflarını gideren,<br />

insan tabiatına en uygun yolu gösteren<br />

dindi. Türk olduğunun farkında<br />

bulunan, sosyalizmle kapitalizmi<br />

bir Türk milliyetçisi gibi tenkid edebilen<br />

Âyetullah Muhakkik Erdebilî'<br />

nin sık sakallı, geniş ve güleç çehresi<br />

içimizi aydınlatmıştı. Erdebil'in<br />

tarihinden ve bugününden aldığımız<br />

aydınlık ışıkla o gün öğleden sonra<br />

Tebriz'e hareket ettik. Celâl ve Hüseyin<br />

Sûdmend bizi otobüsümüze kadar<br />

uğurlamışlardı. Erdebil - Tebriz<br />

arası düzdü ve dört saat sürüyordu.<br />

Savalan dağı eteklerinden ve Nir nahiyesinden<br />

geçerken Tahran'da bıraktığımız<br />

aziz dost Hasan Mecidzâde'yi<br />

hatırladık. Nir'de doğduğunu<br />

ve Savalan dağının serin rüzgârı ile<br />

büyüdüğünü biliyorduk. Hava kararırken<br />

Tebriz'e vardık. İndiğimiz<br />

otel yine sıcak ve şirindi, Odamız<br />

güzel bir meydana ve parka bakıyordu.<br />

Gece rahat bir uyku uyuduk. Ertesi<br />

sabah telefonlaştık ve Hüseyin<br />

Müştak'ı çalıştığı süt fabrikasında<br />

bulduk. Otuz beş-kırk yaşlarındaki<br />

bu güleç yüzlü, yiğit görünüşlü genç<br />

adam bizi sevinerek karşıladı. Biraz<br />

sohbet ettikten sonra Ali Cengicû<br />

Hâlidâbâdî'nin çalıştığı Şarkî Azerbaycan<br />

ve Hüner tdâresi'ne gittik.<br />

Ali Cengicû, gözlüklü, orta boylu,<br />

sevimli bir gençti. Bizi hasretle kucakladı.<br />

Beraberce Tebriz Müzesine<br />

gittik. Müze müdürünün nâzik refakatiyle<br />

Perslerden ve Sâsânîlerden<br />

kalma arkeolojik eserleri seyrettik.<br />

İlhanlı, Selçuklu ve Safevî sikkeleri<br />

İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />

iki camekâna sıkça yerleştirilmişti.<br />

Üst katta İran meşrûtiyet inkılâbına<br />

ait resimler ve eşyalar vardı. Resimler<br />

arasında Settar Han ve Bağır<br />

Han heybetle bize bakıyorlardı. Settar<br />

Han'ın tabancası hemen ateşleniverecekmiş<br />

gibi duruyordu. Müzeden<br />

çıktıktan sonra Tebriz caddelerini<br />

ve kapalı çarşısını dolaştık. Kulaklarımız<br />

Türkçe ile doluyordu. Tebriz'in<br />

ruhu, sanki Kapalıçarşıda idi.<br />

Kuyumcu dükkânlarmdaki altın süs<br />

eşyaları, camekânlardan ve tezgâhlardan<br />

yere dökülüverecekmiş gibi<br />

gelişi-güzel duruyordu. Çarşı son derece<br />

kalabalıktı. Elinizle bir avuç al<br />

Liri bilezik alsanız sanki farkına varılmayacaktı.<br />

Tezgâhlar ve insanlar<br />

o kadar iç içeydı. Az sonra halı dükkânlarının<br />

önünden geçtik. Herbiri<br />

asgarî yarım milyon değerindeki<br />

Tebriz halıları üst üste yığılmıştı. Bu<br />

toprak dükkânlarda milyonlar yatıyordu.<br />

Hem alıcılar, hem de esnaf<br />

Türktü. Süt fabrikasında işçi olarak<br />

çalışan Hüseyin Müştak'm mersedesiyle<br />

Tebriz'in geniş ve modern caddelerini<br />

de dolaştık. Sonra bu eski<br />

Türk şehrinin dar sokaklarına girdik.<br />

Tahran, Erdebil ve Tebriz'de bu<br />

dar ara sokaklar hep birbirlerine<br />

benziyordu. Dar bir çıkmazda ara^<br />

badan indik, Bahçe kapısından geçerek<br />

geniş salonlu, modern döşenmiş<br />

bir eve girdik. Burası Hüseyin<br />

Müştak'm evi idi. Çaylı kısa bir sohbetten<br />

sonra Şehriyar'ı görmek üzere<br />

çıktık. Ali Cengicû, daha önce şaire<br />

telefon etmiş ve bizim için akşam<br />

saat altıda bir randevu almıştı. Tam<br />

saatinde Şehriyar'm evine vardık.<br />


Ara sokaklardan birinde, yeşil bir<br />

kapı önünde durduk. On üç on dört<br />

yaşlarında bir kız çocuğunun açtığı<br />

kapıdan bahçeye süzüldük, iyi düzenlenmiş<br />

küçük bir bahçeden sonra<br />

birkaç basamak çıkarak eve girdik.<br />

Sağ taraftaki salona geçtiğimiz zaman<br />

çay hazırdı. Koltuklara buyur<br />

edildik. Az sonra Şehriyar içeri girdi.<br />

Hepimize ayrı ayrı «hoş geldiniz»<br />

dedikten sonra yerine oturdu. Sırtı<br />

hafif kamburlaşmıştı ve eğikçe duruyordu.<br />

Başında yündön örülmüş<br />

bir papak, sırtında boyunlu bir kazak<br />

ve üzerinde çizgili bir ropdöşambr<br />

vardı. Gözleri, kulakları, burnu<br />

ve ağzı irice, fakat çok mütenâ<br />

sipti. Kaşları, şakaklarına doğrujbiçimli<br />

bir şekilde kavisleniyor, yüz<br />

hatları yetmiş yaşın bütün tecrübesini<br />

saklıyordu. Küçük göz bebeklerinde<br />

canlılık ve hayat vardı. Karşımda<br />

artık iyice tanıdığım tipik bir<br />

Azeri yüzü bulunuyordu. Fakat bu<br />

yüz herhangibir Azeri yüzü değildi.<br />

Prof. Br. Ali Nihat Tarlan'ınki gibi,<br />

şair Bahtiyar Vahabzâde'ninki gibi<br />

mutasavvıfâne ve şâirâneydi. On dört<br />

onbeş yıl kadar önce Şehriyar'm<br />

Haydar Baha'sını Azeri Türkçesi<br />

derslerinde metin olarak takip etmiştik<br />

:<br />

Heyder Baba ıldınmlar<br />

Seller sular şakkıldıyub ahanda<br />

Kızlar ona saf bağlıyub bahanda<br />

Selâm olsun şevketüze, elüze<br />

Menim de bir adım gelsin dilüze.<br />

Bu lirik mısraları on beş yıldır unutamıyorum.<br />

Daha sonra derslerimde<br />

sık sık talebelerime sorduğumu hatırlıyorum.<br />

«Yaşayan en büyük Türk<br />

şairi kim» diye. Bu sualin ardından<br />

onlara Şehriyar'ı anlatıyor, şiirlerini<br />

okuyordum. Birkaç yıl önce<br />

hazırladığım «Bugünkü Türk Alfabeleri»<br />

adlı kitabıma Güney Azerbaycan<br />

Türkçesine örnek olarak «Haydar<br />

Baha'ya Selâm» şiirini almıştım.<br />

Kitabımdan kendisine takdim ettim;<br />

memnuniyetle aldı. Erdebil'de<br />

satın aldığım resmini ve birer kitabını<br />

imzalayarak bize verdi. Sonra<br />

sohbete koyulduk. Daha doğrusu<br />

Şehriyar sohbeti açtı ve tasavvufla<br />

işe başladı. «Varlık mı önceydi, yokluk<br />

mu diye sordu. Hem soruyor,<br />

hem cevaplandırıyordu. Yokluğun<br />

önce olması mümkün değil, diyordu.<br />

Çünkü yokluktan varlık vücuda gelemez.<br />

O halde varlık ezelîdir. Daha<br />

sonra mevzuu derinleştiriyor, tasavvufla<br />

mantığı ve hattâ ilmin son gelişmelerini<br />

meczederek bazı neticelere<br />

ulaşıyordu. Bir ara eski harfleri<br />

neden bıraktığımızı sordu. Ona<br />

göre eski yazı aramızda irtibat vasıtası<br />

idi. «Ben» diyordu, «Lamartin'i<br />

İstanbul'da eski harflerle basılmış<br />

olan tercümesinden öğrendim. 1928'e<br />

kadar sizin neşriyatınızı rahatça takip<br />

ediyordum.» Bu mütalâaya fazîa<br />

birşey eklemedik. Yalnız kendisine,<br />

bu irtibatı tekrar kurmak için «Bukünkü<br />

Türk Alfabeleri»ni yazdığımı,<br />

ve üç alfabeyi karşılıklı olarak öğrenmemiz<br />

gerektiğini ifade ettim.<br />

Çalışmamı takdir ettiğini, fakat bir<br />

alfabe öğrenmek ve onunla anlaşmak<br />

varken üç alfabeyi ayrı / ayrı öğren<br />

menin daha zor olduğunu söyledi.<br />

Haklıydı ama, olan olmuştu. Oğuz<br />

Türkleri bugün üç ayrı alfabe kul-<br />

22 AHMET BİCAN ERCİLÂSUN


lanmak zorunda bırakılmışlardı. Biz.<br />

zamanın bizi getirdiği noktadan işe<br />

başlamak mecburiyetinde idik. Söz<br />

şiire gelip çattı. Türkçe şiir yazmağa<br />

devam ediyordu. Tahran'da çıkan<br />

Varlık dergisine de «Varlığımız» adlı<br />

yeni bir şiirini göndermişti. Bir ara<br />

Farsça bilip bilmediğimizi sordu.<br />

«Bilmiyoruz» diye cevap verdik. «Bi^<br />

lirsiz, neden mahrumsunuz Hafız*<br />

dan, Sadî'den mahrumsuz» dedi.<br />

Kendisi, klâsik Türk, Arap ve Fars<br />

edebiyatlarına vâkıftı. Bizim Türkçe<br />

şiirleriyle tanıdığunız Şehriyar, bu<br />

günkü Fars edebiyatının da en büyük<br />

şâiri sayılıyor ve İran'da Sâdî-i<br />

zaman olarak tanınıyordu. Tasavvuftan<br />

ve şiirden bahsederken vakit<br />

bir hayli ilerlemişti. Bir celselik sohbette<br />

Şehriyar'ı tanımak mümkün<br />

değildi. Çaresiz müsaade isteyip ayrıldık.<br />

Gece Tebriz ışıl ısıldı. Işıklı<br />

caddelerde, içimizde biraz önceki<br />

sohbetin pırıltısı ile yol aldık. Müştak'm<br />

arabası bizi otelimize bıraktı.<br />

Dostumuz Cengicû ile biraz daha konuştuk.<br />

Ayrılışımız çok firaklıydı.<br />

Âdeta iki Türk eli birbirinden kopuyordu.<br />

Cengicû'nun gözyaşları göz<br />

pınarlarında birikmişti. Ertesi gün<br />

çok erken kalktık. Otobüsümüz sabah'm<br />

5.30 unda hareket etti. Şafakla<br />

birlikte Tebrizden ayrıldık. Gecenin<br />

ışıkları henüz bize bakıyordu.<br />

Gün ağarırken Batı Azerbaycan topraklarından<br />

Türkiye'ye doğru yol<br />

alıyorduk. Saat 10'da Azerbaycan'<br />

daki son durağımız olan Makû'ya<br />

geldik. Yalçın kayalıkların eteklerinde<br />

kurulmuş olan bu küçük Azeri,<br />

kasabası bir kartal yuvasını andırıyordu.<br />

Sabah kahvaltısını orada yaptık.<br />

Kulaklarımız son defa Azeri<br />

Türkçesiyle doldu. Az sonra Gürbulak<br />

gümrük kapısmdaydık. Önce padarların,<br />

sonra gümrükçülerin muayenesinden<br />

geçtik. İki saat kadar<br />

gümrükte oyalandıktan sonra Doğu<br />

Beyazıt'm bir lokantasında öğle yemeği<br />

yedik. Sınırın hemen ötesinde,<br />

Makû'da Azeri Türkçesiyle dolan kulaklarımız,<br />

şimdi duyduğu kelimeleri<br />

anlamıyordu. Ağrı dağının karlı etek<br />

leri Doğu Beyazıt'tan Makû'ya doğru<br />

uzanıyordu... Otobüsümüz Iğdır-Tuz<br />

luca üzerinden Erzurum'a giderken,<br />

sağımızda Araş Makû'ya doğru akıyordu...<br />

Akşamın ilk karanlığı Karakurt<br />

üzerine çökerken zihinlerimiz<br />

Makû'da takılıp kalıyordu...<br />

(1) Atropat Kitabevi, Şehir Parkı Karşısı.<br />

Ey kanıyla toprağı vataniaştıran erler,<br />

Ey gözlerin ışığı, gönüllerin bahân,<br />

Tende can, târihte şan, ezelden er oğlu er,<br />

Ölümsüz milletimin, ölümsüz çocukları!..<br />

H. NUSRET ZORLUTUNA<br />

İRAN'DA SEKİZ GÜN 23


Sultân-üş-Şuarâ<br />

NECİP FAZIL<br />

KISAKÜREK'LE<br />

BİR KONUŞMA<br />

MURAT DEMİRTEPE<br />

Sultânüş Şuara töreninde<br />

Necip Fâzıl ve davetliler<br />

(25.5.1980 Kültür Sarayı)<br />

Bilindiği gibi Necip Fâzıl Kısakürek, şiir ve fikir dünyâmızın zirvesine<br />

taht kurmuştur. Bu hüküm 1 , herkesin gönülden iştirak ettiği, münakaşasız<br />

ve şaşmaz bir hakikat olmakla beraber, bu zamana kadar<br />

—maalesef— lâyık bir organizasyonla koro hâlinde kütlelerce terennümü,<br />

mümkün olamamıştır.<br />

Geç kalınmış bir organizasyon olmasına rağmen; Türk Edebiyatı<br />

Vakfı ve Kültür Bakanlığı'nm İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde Üstâd<br />

için tertip ettiği Sultân-üş-Suarâ ünvânı tevdi merasimi, herhalde<br />

hepimizin yüreğindeki burukluğu, sıcak bir sevince dönüştürmüştür.<br />

Bunun içm, başta Türk Edebiyatı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet<br />

Kabaklı Beyefendice, Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Emin Bilgiç<br />

Beyefendiye ve Millî Eğitim Bakanı Orhan Cemâl Fersoy Beyefendiye<br />

ve merasimde vazife alan herkese, TÖRE yazı ailesi ve okuyucuları<br />

adma şükranlarımızı arzediyoruz.<br />

Hususiyetle de, Üstâd Necip Fâzıl Kısakürek'in burçlarda dalga<br />

lanan sanatı ve şahsiyetinin, gururla kabaran göğsümüzde, kalıcı heyecanların<br />

sebebi olduğunu ifâdeden ayrı bir zevk duyuyoruz.<br />

Bu münasebetle, arkadaşımız Murat Demirtepe'nin, Töre adma Üstad'ı<br />

ziyaret ederek tevcih ettiği üç kısa sual ve cevaplan sunuyoruz<br />

24 MURAT DEMİRTEPE


— Üstadım! Türk Edebiyatı Vakfı tarafından sizin adınıza tertip edilen, tören<br />

hakkında konuşabilir miyiz<br />

- Yetmişbeşinci yaş günüm münasebetiyle Kültür Sarayında tertip edilen tören,<br />

bazı noktalardan başarılı gaçmesine rağmen —beni— tatmin edici olmamıştır.<br />

Zaten ömrümün yetmişbeş ince yılında, parmağımı basabileceğim gerçek şudur ki,<br />

bu dünyada ve bu diyarda beni tatmin etmek ve gözlerime cazibeli görünmek kıymetinde<br />

hiç bir şey kalmamıştır. Vatan isimli gurbette herşeye hasret çekerek yaşamaktayız.<br />

Bu törenin biricik güzel tarafı; Kültür Bakanlığı ile Türk Edebiyatı Vakfı'nın,<br />

elbirliği edebilmiş olması ve Kültür Sarayı ismi verilen süslü kafese, kargalar yerine<br />

bir ân için olsa bile, BÜYÜK DOĞU Dâvasının nağmelerini terennüm eden<br />

gençlik kuşlarına yer verilmesidir. Bu hareket büyük bir cesaret ifade etmiş<br />

ve saatlerce Kültür Sarayı, dâvamızın sesiyle çınlamış, adetâ baskına uğramıştır.<br />

Esasen böyle bir stratejiden ötürü, Türk Edebiyatı Vakfı'nca bana edilen teklife<br />

kucağımı açmış ve galiba devletle gerçek sanat arası kalın duvarda, bir menfez vücuda<br />

getirebilmiş bulunuyoruz. Bakalım, devletle beraber sanatın da encamı neye<br />

varır<br />

— Necip Fazıî'ı, bütün cepheleri ile Necip Fazıl'm ağzından dinlemek isteriz.<br />

. — Çok zekice bir soru.<br />

Topyekûn şiir ve edebiyat üzerindeki görüşüm, o törende verdiğim hitabede<br />

çerçevelenmiştir. Demiştim ki:<br />

«Edebiyatı olmayan millet, zatîyle de mevcut değildir. Biz mevcut muyuz, değil<br />

miyiz Artık siz hesap edin! Ama biliniz ki, sanat ve edebiyat diye bir şeyimiz kalmıyor!»<br />

Batan bir cemiyette, sulara gömülen bir transatlantikte olduğu gibj, nasıl istersiniz<br />

ki, kaptan kulesi mahfuz kalsın<br />

— Üstadım sizden son olarak, dil konusunda mütalâa istesek<br />

— Dilimiz bir kozmos'dan, kaos r a geçmenin, buhranını yaşıyor. Bir çoklarının<br />

«uydurukça» ismini verdiği yeni dil, manevî vatan şöyle dursun, kâinatımızı tahribe<br />

kadar gitmektedir ve kimsenin bu korkunç katliâma karşı kulağının ardı terlememektedir!<br />

Büyük felâket! Evet, dil kâinatın plânıdır ve aynıdır! Dile baskı yapmak,<br />

güneşi, ayı ve yıldızları ile, yeni bir kâinat icad etmeye kadar giden bir abes olur.<br />

GÖTE ve BUALO gibi mütefekkir sanatkârlar, dile zorla müdahalenin bir millete<br />

edilebilecek en büyük suikast olduğunu söylemişlerdir.<br />

— Üstadım, değerli vakitlerinizi bahşettiğiniz için, çok teşekkür ederim.<br />

— Ben de Emine Işmsu'ya, telefonla aramak nezâketini gösterdiği için, teşekkür<br />

ederim.<br />

NECİP FAZIL K1SAKÜREK 25


SAHİL<br />

GECELERİ<br />

Issız sahil bir ağıt tutturmuş,<br />

Rüzgârla yanarak kucak kucağa.<br />

Deniz sakin, mehtap sokulmuş,<br />

Keder sağar o dağdan bu dağa.<br />

Ne kadar beklesem boş artık:<br />

Işığa hasret kalacak bu karanlık.<br />

Seninle ey sahil, başfbaşa kaldık,<br />

Zamanı sararken amansız veda!<br />

Engin yuvasına çekilmiş dalgalar.<br />

Ses vermez oldu ne çâre hâtıralar.<br />

İnce bir türkü tutturmuş balıkçılar,<br />

Dolar aksi, kıyıdaki çardağa.<br />

Ne kadar beklesem boş artık:<br />

Işığa hasret kalacak bu karanlık.<br />

Seninle ey sahil, başbaşa kaldık,<br />

Zamanı sararken amansız veda!<br />

Mehmet ATAY


TÖRE'nin Anketi<br />

SORULAR :<br />

1. Dün neydik, bugün nereye geldik, niçin<br />

a. Tanzimat bir dönüm noktası mıdır<br />

Bir dönüm noktası ise, Tanzimat'ı hazırlayan sebepler nelerdir ve içtimaî,<br />

siyasî, iktisadî sahada başarısı ve başarısızlığı ne olmuştur<br />

b. Tanzimat'ı takip eden Meşrutiyet devıi ve sonrası hâdiseler göz önünde<br />

tutulduğunda, 1923 den itibaren başlayan Cumhuriyet dönemini nasıl de<br />

ğerlendiriyorsunuz <br />

c. Her yenileşme hareketi temelde insan unsuruna dayanır.<br />

Temel insan unsuru olduğuna göre, tarihte bizim insanımızın vasıfları nelerdi;<br />

psikolojik yapısı, mahiyeti nasıldı<br />

d. Ne olacağız, ne yapmalıyız<br />

TANZİMAT<br />

ve<br />

BOZULAN «ŞÎRÂZE-İ NİZAM»<br />

NECMEDDÎN TURİNTAY<br />

Koca Sekbanbaşı Risalesi, Nizam-ı<br />

Cedîd'in zuhurundan önce<br />

Anadolu ve Rumeli'de vuku bulan<br />

isyan ve karışıklıkları uzun uzadıya<br />

anlatır. Rumeli'de cereyan eden Moskof<br />

muharebelerinde uğranılan sürekli<br />

bozgunlar, askerin ve devletin<br />

moralini, savaş gücünü, zafere ulaşma<br />

azmini tamamen tüketmiş gibidir.<br />

Yönetimle birlikte onun dayandığı<br />

esas kaynaklardan ordu da meçhul<br />

bir akıbete sürüklenir durumdadır.<br />

Kendine sonsuz bir güven duyan<br />

Osmanlı, uğradığı bu acı akıbetin<br />

sebeplerini pek de kolay keşfedemiyecektir.<br />

Koca Sekbanbaşı'nın<br />

satırlarından okuyalım bu sıkıntılı<br />

durumu :<br />

«1150 esnasında 1182 tarihine<br />

gelince seferler münkatı olduğundan,<br />

sefer görenleri ekseri serhadd-i<br />

ademe gitmiş ve sefer görmeyip ahvâl-i<br />

düşmandan gafil olanların ekseri<br />

acı ve tatlı tatmamış olmalarıyla,<br />

1182 tarihinde açılmış olan Moskof<br />

seferinde askerimizin nizamı<br />

muhtel ve müşevveş bulunduğundan,<br />

ol vakitten beri âlemin şirâzei nizamı<br />

bozulmuştur.»<br />

Kaybolan memleketler, kırılan<br />

müslüman ahali, büyük muhacir kafileleri<br />

ve içe sindîrilemeyen acı neticeler<br />

Sekbanbaşı'nın kaleminde «ol<br />

TÖRE'nin ANKETİ 21


vakitten beri âlemin şirâze-i nizamı<br />

bozulmuştur» hükmüne müncer oluyor.<br />

İşte bir buçuk asırdır harcanan<br />

bütün gayretler, atılan bütün adımlar<br />

hep bu bozulan nizamı yeniden<br />

tesise matuftur.<br />

^r<br />

Gerçekte memleketin nizamı yanında,<br />

rical-i devletin de zihinleri<br />

de altüst olmuştu.<br />

Ne garip tecellîdir ki, yeniden<br />

nizam-ı âlemi tesise kalkanlar, işe,<br />

kadîm ordu geleneğini tahriple başladılar.<br />

Yeniçeri Ocağı da Tımarlı<br />

Sipahi de bu gaye ile tahrip edildi,<br />

topa tutuldu. Kendi ellerinde fesada<br />

uğramış sisteme, uğranılan mağlûbiyetlere;<br />

kendilerinin dışında suç<br />

îular arama ve mesuliyeti başka kuvvetlerin<br />

üzerine yıkma gayretidir ki,<br />

bir buçuk asırdır suçla suçluyu, sebeple<br />

neticeyi, faille mefûlü biribirinden<br />

ayırdedilmez bir hale soktu.<br />

Osmanlı sistemini ayakta tutan,<br />

ona güç, kuvvet veren iki esaslı kaynak<br />

vardı * Biri ordu, diğeri de medrese...<br />

Saray bu iki ocağın zarurî sonucu<br />

sayılabilir, } r a da bu iki müessese<br />

sarayın tutar eli, görür gözü<br />

demek mümkün. Memâlik-i Osmaniye<br />

bir yönüyle uçsuz bucaksız bir<br />

kışla, bir yönüyle de medresesi, camisi,<br />

tekkesi ve adlî teşkilâtı ile yekpare<br />

bir manzume idi. Ve bu iki müessesenin<br />

üzerinde denetimi sağlayan<br />

saray vardı. Saraydaki müsbet ve<br />

menfî her türlü gelişmenin bu iki<br />

ocağa sirayet etmemesi, veya karşı<br />

bir reaksiyonla burun buruna gelmemeleri<br />

mümkün olamazdı.<br />

III. Selimin ve Sultan Mahmud'<br />

un açtığı çığır, bu iki tarihî ocağın<br />

mukavemetini sindirme ameliyesinden<br />

başka birşey değildi. Ulema ve<br />

orduyu müştereken te'dîbi göze alamayan<br />

bu iki yenilikçi Sultan, karşılarındaki<br />

kuvveti teke indirmeyi ve<br />

önce ordunun işini bitirmeyi akıl<br />

ettiler. Ve bu talihsiz zafer, Sultan<br />

Mahmud'a nasib oldu. Sultan Orhan<br />

yadigârı Yeniçeri Ocağı, Moskof<br />

muharebelerinde uğranılan mağlûbiyetlerin<br />

mesulü görülerek, bir gün<br />

geldi ki topa tutuldu. İstanbul, kor<br />

kunç bir yeniçeri katliâmına sahne<br />

oldu. Önüne gelen boğazlandı. Koşa<br />

Osmanlı aslında tek tek yeniçeri<br />

katletmiyor; kendi temellerini dinamitliyor,<br />

tarihî bir müesseseyi lağvediyordu.<br />

Evet, Devlet-i Aliyye kendi ordusunu<br />

tahrip etti. Aynen İran'da vuku<br />

bulan son inkılâbda olduğu gibi,<br />

ülke askersiz ve ordusuz kalmıştı.<br />

Moskof muharebelerinin verdiği<br />

mağlûbiyetlerden yılgmlaşan devlet,<br />

elinde avucunda olan bir kuvveti de<br />

reddederek, adeta güçten kuvvetten<br />

soyunuyordu. Bizde batılılaşma as<br />

hnda Tanzimat'la değil, işte bu fiilî<br />

durumla başlamış sayılmalıdır. Sek*<br />

banbaşı'nm belirttiği «âlemin şirâze-i<br />

nizamının bozulması» da, esas<br />

olarak bu tarihten itibarendir, desek<br />

yeridir herhalde.<br />

i<br />

Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı,<br />

Devlet-i Aliyye'nin ikinci fetreti<br />

sayılmalıdır. Timur zamanındaki dağılmayı<br />

yeni baştan yaşamamız<br />

için hiç bir sebep yoktu. Ordusu yok<br />

28 NECMETTİN TURİNAY


olmuş bir devletin ayakta durması<br />

nasıl mümkün olabilirdi Tımarlı<br />

Sipahiyi ve, Osmanlı ordusu içinde<br />

küçük bir zümreyi teşkil eden Yeniçeri<br />

Ocağını lağveden devlet, nasıl<br />

ayakta durabilirdi Hazırlanan veya<br />

henüz kurulmaya çalışılan yeni ordu,<br />

kemiyetçe birşey ifade etmediği<br />

gibi, herhangi bir harp tecrübesine<br />

*de sahip değildi.<br />

Eğer beklenen dağılma olmamışsa,<br />

bu doğrudan doğruya düşmanın<br />

insafından veva vaad edilen yeniliklere<br />

ümit bağlamalarından ileri<br />

geldi. Zira Mısır Valisi Mehmet Ali<br />

Paşanın karşısında bile dayanamayan<br />

II. Mahmud'un avrupaî kıyafetler<br />

giydirilmiş disiplinli ordusu(!),<br />

son derece güçlü silahlarla donatılmış<br />

Fransız, İngiliz ve Rus orduları<br />

karşısında nasıl durabilirdi Bu yeni<br />

ordu kışlalarda parıltılı talimler<br />

yaparken, Mehmed Ali Paşanın kuvvetleri<br />

ta Mısır'dan Kütahya'ya kadar<br />

uzanıyor ve saltanatın beşiği istanbul'u<br />

tehdit eder hale geliyordu.<br />

Ve Mehmed Ali Paşanın İstanbul'a<br />

yürümesi, sürekli bozguna uğrayan<br />

Nizam'ı cedîd askerince değil, Avrupa<br />

ülkelerinin Mehmet Ali'yi tehditleri<br />

sayesinde durdurulabildi.<br />

«Avrupa'yı örnek almakta gecikirsek<br />

toptan Asya'ya göç etmemiz<br />

mukadderdir.» sözünün tesiri altında<br />

fazlaca kalan II. Mahmut, zihninde<br />

tasarladığı batı usulü idare için<br />

yeni bir yönetici sınıfı hazırlamak<br />

mecburiyetinde kaldı. Bu yeni sınıfın<br />

ilk nüvesi ordu oldu. «Mühem<br />

dishaneler» bu gaye ile kuruldu. II.<br />

Mahmut, ikinci iş olarak eyalet yö*<br />

neticilerini değiştirdi. Yeni tayin edilen<br />

valiler eyaletleri, vekâlet usulüyle<br />

yöneteceklerdi. Vekâlet onları,<br />

merkezin her emrini harfi harfine<br />

uygulamaya mecbur bırakacaktı. II.<br />

Mahmud'un en büyük icraatlerinden<br />

birisi de memleket gelirlerini eyaletler<br />

yerine, merkez hazinede toplama<br />

ve bütün harcamaları merkezden<br />

yapma kararıdır. Bu devirde üç<br />

büyük değişmeye şahit oluyoruz :<br />

Orduda, eyalet idarelerinde ve maliyede...<br />

Sultan Mahmud'un batılı yönetim<br />

biçimlerinden yaptığı ilk iktibaslar<br />

bunlardır. Fakat kılık kıyafet<br />

ve sakalla ilgili olanlarını da bu<br />

listeye ilâve etmek gerekir.<br />

Bu ilk üç icraatın zarurî sonucu,<br />

merkeze bağlı ve hazineden maaş<br />

alan yeni bir sınıfın doğmaya başlaması<br />

olmuştur : Eğitimde ve orduda<br />

(mühendishaneler), {maliyede (tahsildarlar),<br />

idarede (vali ve mutasarrıflar)<br />

. Bu sınıfa mensup kişiler her<br />

yeni yönetimle daha da artacaktır.<br />

Hazineden maaşlı bu yeni sınıfın<br />

vasfı, emredilen her işi merkezin arzusu<br />

doğrultusunda gerçekleştirmektir.<br />

Bu yeni kadro, Devlet-i Aliyyenin<br />

en imtiyazlı sınıfı oluvermiştir.<br />

Devlet artık meriyetten kaldırılmış<br />

«kanun-namelerin» değil, bu yeni<br />

kadronun peşin hükümlerinin disiplini<br />

altındadır. Lisan bilmek ve merkezin<br />

emirlerine mutlak riayet; yükselmenin,<br />

liyakatin ve her türlü başarının<br />

ön şartıdır. Şinasî'nin ve o<br />

nun da içinde bulunduğu oldukça<br />

kalabalık bir grubun maliye tahsili<br />

TÖRE'nin ANKETİ 29


için Fransa'ya gönderildiğini hatırdan<br />

çıkarmayalım.<br />

Osmanlı, gerçek anlamda kendi<br />

bürokrasisini kurmaya çalışıyordu.<br />

Yenilikçi tarihimiz başından itibaren<br />

bu sınıfın (memur sınıfı), bu içtimaî<br />

dayanakları bulunmayan bürokrasinin<br />

tarihidir. Bir buçuk asırlık<br />

mesuliyetimizi bunlar üstlenmişlerdir.<br />

Atılmış her adım, kazanılmış<br />

her zafer('), velhasıl bitmek tükenmek<br />

bilmez «teceddüt maceramız»<br />

hep bu nevzuhur sınıfın eseridir.<br />

Memurlar, «Sultan»m şahsında<br />

toplanan yenilikçi kuvvetin itaatli<br />

birer aleti idiler. Memurun liyakati,<br />

bu itaatiyle kaimdir. İtaate tabi oldukça<br />

Sultanın nüfuzunu, mahallinde<br />

en şedid şekliyle icraya mecburdu.<br />

Memur, Sultan Mahmud'un sert yönetiminden<br />

ve mizacından ulaşar:<br />

bir tesirle kendini son derece güçlü<br />

hissediyordu. Bol maaş alması da,<br />

arkasını Sultana dayaması kadar,<br />

ona bir emniyet bahşediyordu. «Devlete<br />

kapılama» her insan için en hayatî<br />

garanti olmaya başlamıştır. Ve<br />

bu «yeni yönetim», elinden tuttuğu<br />

her kişiyi ihya ediyordu. Çekip çeviriyor,<br />

içinden geldiği muhite göre<br />

insanı birden farklılaştırıyordu. Elbise,<br />

saç-sakal birden değişiveriyordu.<br />

Ve bu değişiklik insanın hoşuna<br />

gittiği gibi, ona kendinde değişik<br />

güçler vehmettirmekten de geri kalmıyordu.<br />

Tarihimizde memuriyete<br />

temayül, bu devirde başladı. Zira<br />

memur ekonomik krizlerden, siyasî<br />

bunalımlardan, iktidar değişikliklerinden<br />

pek fazla etkilenmiyordu.<br />

«Devlet Kalemleri» insan için en<br />

emin barınak olmuştur.<br />

Bu sınıf II. Mahmut devrinde<br />

güçlü olduğu gibi, Tanzimat devrinde<br />

de güçlü idi. Cumhuriyet döneminde<br />

daha da güçlü oldu. Artık tarihimizde<br />

bu sınıf ihmal edildi mi,<br />

ikinci plana itildi mi bilin ki büyük<br />

siyasî karışıklıklar, büyük iktidar<br />

değişiklikleri ve bazan da ihtilâller<br />

bekleyebilirsiniz.<br />

Bu sınıf avrupaîiliğin temsilcisidir<br />

bizde. Zihnî bir uyanıklığı, ileri<br />

görüşlülüğü şahsında tecessüm ettir<br />

mistir. O, şahsında devleti temsil ediyordu.<br />

Başlangıçta Sultan'dan kaynaklanan<br />

şöhreti, iktidarı, servet ve<br />

zenginliği kendi alnının teri sanmıştır.<br />

Boğaziçi medeniyetimiz bu bol<br />

maaşlı, maaş yetmediği zaman dış<br />

istikrazları hep maaş diye tüketen<br />

bu zümrenin eseridir. O koca konaklar,<br />

o koca yalılar, o yazlık ve kışlıklar,<br />

o bahçeler, o kayık safaları<br />

hep tek bir maaşla idare edilirdi.<br />

Bu memur sınıfının bir bilgisi<br />

vardı, memleket realitesiyle bağdaşmıyordu.<br />

Bir tefekkürü vardı, fakat<br />

islâmî ve millî bir karakter taşımıyordu.<br />

Serâpâ bir teceddüt peşinde<br />

koşuyordu. Bu vasıfları onu, tabiî ki<br />

içinde yaşadığı toplumla farklı kılıyordu.<br />

Bu fark hazmedilmiş de sayılamazdı.<br />

Evinde, günlük yaşayışında<br />

ve hattâ zevklerinde yerli ve mümkün<br />

olduğu kadar islâmî; fakat zihin<br />

ve mantığı, vazifesi icabı avrupaî<br />

idi. Resmî vazifesindeki kişiliği<br />

ile hayatının arta kalan kısımlarındaki<br />

tezat, bu yeni insanın ve 150<br />

yıllık tarihimizin trajedişidir.<br />

30 NECMETTİN TURİNAY


Tanzimat, bu yeni sınıfın görüşleri<br />

ve zorlaması ile atılmış bir büyük<br />

adımdır. 1826 dan itibaren yerleşmeye<br />

başlayan yeni zihniyet ve<br />

onun icracısı bürokrasi, Tanzimatla<br />

birlikte kendisine hukukî bir statü<br />

temin etmek istedi. Yeni sınıf, Tanzimatla<br />

devleti, kendi istikametinde<br />

yeni icraatlara zorladı ve dışarıdan<br />

temin ettiği ortaklarının da dahli ile<br />

hukukî kayıtlara bağladı.<br />

Haliyle Tanzimat, 1826 dan<br />

beri yürürlükte olan batılılışma<br />

akımının başka bir merhalesidir.<br />

Başlangıcı değil. Devlet-i Aliyye'nitı<br />

iki büyük dayanağından birisi olan<br />

ulemâya, onun disiplinindeki medreseye<br />

henüz el atılamamıstı. Daha<br />

doğrusu buna cüret edemediler.<br />

Tanzimat, yarım kalan bu işi tamamlamaya<br />

kendini vazifeli bildi. Medreseyi<br />

kapatmak her babayiğidin harcı<br />

değildir. Öyleyse başka bir yol denenmeliydi.<br />

Meselâ eğitim ve adliye<br />

ulemanın elinden çekilip alınabilirdi.<br />

Yeni kurulan Maarif Nezaretinin ve<br />

sıksık değişen nazırların görevi bu<br />

idi. Yeni açıkn idadiler, Rüştiyeler<br />

Akyol'un kitabı, Türkiye'de belki<br />

de ilk defa, şiddet hareketlerini<br />

günlük siyasi polemiklerin üstünde,<br />

vakıa nın özünü aydınlatacak<br />

bir tarzda ele almaktadır. İncelemenin<br />

ortaya koyruğu tarif ve<br />

teşhis o derece sağlamdır ki, bu<br />

incelemeden sonra «Çözüm için<br />

ne yapmalı» sorusu neredeyse<br />

kendiliğinden cevaplandırılmış<br />

olmaktadır.<br />

ALPARSLAN TÜRKEŞ<br />

DAĞITIM: ANDA<br />

Ankara Cad. Nu: 46<br />

Cağaloğlu, İstanbul<br />

TÖRE. DEVLET YAYINEVİ<br />

P.K. 203 Kızılay, Ankara<br />

TÖRE'nin ANKETİ<br />

31


Maarif Nezaretine bağlanıyorlardı.<br />

Bu iş, eğitimin lâikleştirilmesinin ilk<br />

başlangıcını teşkil eder. Gene ulemanın<br />

temsil ettiği adlî sistem yavaş<br />

yavaş mahiyet değiştirmeye başladı.<br />

Arkasından ekonominin liberalleşmesi<br />

geldi<br />

Bütün bunların arkasından «yasama»<br />

kuvvetinin el değiştirmesi gerekmez<br />

mi idi Bu da gerçekleştirilirse<br />

batılı sistem kendini tamamlamış<br />

sayılabilirdi. Merdiven basamak<br />

basamak, onu da meşrutiyetler üstlenecekti.<br />

|<br />

Neydi yapılanlar, veya yapılmak<br />

istenenler<br />

1. Başlangıçta niyet (II. Mahmud'un<br />

şahsında) muhakkak ki samimi<br />

idi. Devleti yeni bir güçle teçhiz<br />

etmek, devlete yeni bir hayat vermek,<br />

Balkanlarda ve Kafkaslarda<br />

Ruslara, Yunanistan'da rumlara, Navarin'de<br />

bilmem kime, umumî bir<br />

ifade ile dışa karşı devleti güçlü kılmak!..<br />

Bu niyet samimi idi.<br />

2. Fakat niyet samimi olmakla<br />

birlikte, seçilen yol yanlıştı. Devleti<br />

ayakta tutan prensiplerden vazgeçilerek<br />

nereye varılabilirdi Batılılaşmak<br />

demek Haçlı zihniyetine, Hıristiyan<br />

kültür ve medeniyetine teslim<br />

olmak demekti. Başlangıçtaki iyi niyet,<br />

seçilen metottan dolayı müsbet<br />

bir neticeye ulaştıramazdı bizi. Hani<br />

aslında, bu metot bizim «Asya topraklarına<br />

sürüklenmemizi önleyememiştir.<br />

onuSç bu mantığın, batılılaşma<br />

mantığının yanlışlığını ortaya<br />

kovdu.<br />

3. Aslında büyük hataya, mağlûbiyetlerin<br />

tesbitinde düşüldü. Hata,<br />

bütün laçkalığına, kazan kaldırmalarına<br />

rağmen Yeniçeri Ocağında değildi.<br />

Her seferinde yüzbinlerce askerî<br />

kuvveti sefere çıkaran Osmanlı<br />

ordusu içinde Yeniçeri'nin oranı yüzde<br />

kaçtı ki, mağlûbiyetler onun sırlına<br />

yüklenebilsin!.. Bu ordunun cesaretinden<br />

de kimse şüphe edemezdi.<br />

Bütün bozgunlar, askerden kaçışlar<br />

cesaret yokluğundan ileri gelmiyordu.<br />

Esas sebep, karşı kuvvetlerin<br />

elinde daha mütekâmil silâhların<br />

bulunması idi. Uzun menzilli düş<br />

man topları Osmanlı tabyalarını<br />

yerle bir ederken, yeniçeri ve tımarlı<br />

sipahi ne yapabilirdi Zira daha sonra<br />

kurulan Nizam-ı Cedîd ne yapmıştı<br />

Sultan Mahmut ve onu takip<br />

eden yenilikçiler, eksikliği bu yönüyle<br />

göremediler. Gördülerse de eksikliğin<br />

giderilmesi yönünde kayda değer<br />

bir icraate girişmediler.<br />

Hata doğru teşhis edilmeyince,<br />

uygulamanın müsbet sonuç hasıl etmesi<br />

beklenemezdi. Devlet-i Aliyye'<br />

nin tarih sahnesinden çekilip gitmesi,<br />

muhakkak ki batılı metodların<br />

yanlışlığının en açık delili sayılmalı.<br />

Yenilikçi zihniyetin bize en büyük<br />

armağanının, tufeyli bir memur<br />

sınıfı olduğunu yukarıda işaret etmiştik.<br />

Bu sınıfın mantığı el'an, kendi<br />

dinamiklerimize değil, batıda ne<br />

varsa onu iktibas esasından kaynaklanıyor.<br />

Bürokrasinin mantığı budur<br />

ve bundan kurtulması da mümkün<br />

görülmüyor. En solundan en sağma,<br />

Atatürkçüsünden milliyetçisine ka-<br />

32 NECMETTİN TURİNAY


dar bu çizgisinden en ufak bir sapma<br />

göstermiyor. Onun meşgul olduğu<br />

bütün problemler de batıdan iktibastır.<br />

O gün meşrutiyet ve asrîlik<br />

ise, bugün şehirleşmedir, ekonomik<br />

büyümedir, sanayi hamlesidir, farketmez.<br />

Onun mesleği, bir sürekli devrimdir<br />

sanki.<br />

Zira aydm (ekseriyetle memur)<br />

büyük meseleleri olan insandır(!)<br />

Hürriyet, eşitlik, teceddüt, toprak<br />

reformu v.s. Zihni bu tip meselelerle<br />

yüklüdür. Onun vasfıdır: Birşeyler<br />

biliyor olmak ve birşeylerle uğraşıyor<br />

olmak veya görünmek. Bu tip'<br />

in meseleleri ne zaman biter, bir bilen<br />

de bulunmaz. Aslında Avrupa yerinde<br />

saymaya başlamadıkça onun<br />

bu büyük meselelerinin(!) biteceği<br />

de yok. Herşey bitse hava kirliliği<br />

ona yeter de artar bile.<br />

Önceleri kılık kıyafetler -<br />

de başlayan farklılık, «büyük meselelerle»<br />

birlikte elle tutulur, gözle<br />

görülür bir ağırlık kazandı. «İlerilik»<br />

vasfı, toplumda memur arasındaki<br />

tezadın daha geçerli, fakat aynı<br />

zamanda imtiyazlı ifadesidir. Her<br />

yeni nesil —tabiî aydm ve memur—<br />

bir önceki nesli batıdan iktibasları<br />

tam yapmamakla suçlar. Namık Kemal<br />

ve Ziya Paşa bu yönleriyle Tanzimatçıları<br />

yetersiz bulurlar; onlara<br />

göre yasama görevi meclislere devredilmelidir.<br />

Ziya Gökalp ile birlikte<br />

II. Meşrutiyetçiler de istibdadı ile<br />

Abdülhamid'i, yetersiz iktibasları<br />

yüzünden Tanzimatçıları suçlarlar.<br />

Cumhuriyet, «Bu iş yapılacaksa böy-<br />

Anketimîzi cevaplandırmak lütfunda 1<br />

kür ederiz... TÖRE<br />

le olur» demiş sayılır. Ama yenilik<br />

ve iktibas hastalığı bir türlü şifa<br />

bulmaz bir yaraya dönmüştür : Demokrat<br />

Parti, 27 Mayıs, 12 Mart ve<br />

nihayet «Ortanın Solu» hareketi hep<br />

aynı mantıktan, eksiği tamamlama<br />

histerisinden yola çıkarlar.<br />

Bürokrasi bizde iki defa hizaya<br />

çekildi. Hizaya çekilmeye çalışıldı<br />

dersek, daha doğru olur. İlkini Abdülhamid<br />

denedi. Başarılı da oldu.<br />

Fakat bürokrasi horlanmaya, ihmal<br />

edilmeye, gözden çıkarılmaya gelemeyeceği<br />

için her türlü yolu denemekten<br />

geri kalmaz. Karşı çıkar,<br />

yaltaklanır, ama muhakkak ki pınarın<br />

başında yer almak ister. Abdülhamid'in<br />

bürokrasiyi kısmen devreden<br />

çıkarmasının sonucu II. Meşrutiyettir.<br />

Aynı işi şuursuzca yapan ve bürokrasiyi<br />

ihmal eden Menderes iktidarı<br />

da cezasmı(!) 27 Mayıs'ta ödedi.<br />

^<br />

Fakat biz bu teceddüt sarasını<br />

muhakkak ki yaşayacak olduktan<br />

sonra, keşke Tanzimat'ı II. Mahmudun<br />

güçlü kişiliği altında, Meşrutiyeti<br />

Abdülhamid'in kuvvetli disiplininde,<br />

Demokrasiyi de İsmet Paşa'<br />

mn yönetiminde idrâk etseydik daha<br />

az tahribatla kurtulabilir miydik<br />

acaba '<br />

Zira her büyük icraate, siyasî<br />

otoritelerin en zayıf anlarında şahit<br />

olduk. Bu da bizi daha büyük toprak<br />

kayıplarına, zamansız kanlı veya kansız<br />

ihtilâllere sürükledi. Dolayısıyle<br />

tahribat çok daha büyük oldu.<br />

lunduğu için Sayın N. Turinay'a teşek-<br />

TÖRE'nin ANKETİ 33


YAHYA KEMÂL VE ŞİİRİ<br />

Dr. BİLGE ERCİLASUNT<br />

Edebiyatımızın en velûd yılları, İkinci Meşrutiyet devresidir. Edebiyat<br />

tarihimizin hiç bir devresinde bu kadar çok-yönlü, şahsî olduğu kadar<br />

da millî olan ve sosyal meseleleri içine alan, teknik ve estetik bakımdan<br />

mükemmel eserler verilmemiştir. 1908 den sonra yetişen edebiyatçılar<br />

şahsî bir üslûba, şahsî tavır ve dünya görüşüne sahip olmuşlar,<br />

kusursuz eserler yaratmışlardır. Bu eserler tek ve mutlak olmamakla<br />

beraber devrin bütünlüğünü de bozmamışlar, millî edebiyatın temel prensiplerinin<br />

dışına çıkmamışlardır. Şiirde Mehmet Akif'le Ziya Gökalp'm<br />

didaktizmleri, Yahya Kemal'le Ahmet Haşim'in ferdiyetçilikleri, hikâye ve<br />

romanda Ahmet Hikmet, Refik Halit, Yakup Kadri ve Halide Edib'in<br />

insanlara ve sosyal vakalara bakış tarzları, üslûpları birbirinden farklıdır.<br />

Serveti fünımcularm daha önce edebiyatımıza dağınık ve sistemsiz<br />

bir şekilde getirdikleri teknik ve estetik, bu devirde millî ve sosyal meselelere<br />

tatbik edilmiş, mükemmel sentezler meydana getirilerek millî<br />

bir edebiyatın doğmasını sağlamıştır. Şâir ve yazarlar, kendi zamanlarındaki<br />

olayları kendi mizaçlarına göre şahsî bir surette «algılamışlar»,<br />

kendi devirlerindeki şartları birbirinden çok farklı olarak değerlendirmişler,<br />

neticede edebiyatımıza kalıcı eserler kazandırmışlardır. Millî edebiyat<br />

devresindeki edebî sanat ve edebiyatçılar o kadar kuvvetlidir ki,<br />

hanedandan cumhuriyete geçiş gibi siyâsî bünyedeki önemli değişiklik<br />

34 BİLGE ERCİLASUN


ile devrin eserlere vurduğu damgayı silememiş, sanatkârlar 1940'lara,<br />

hattâ 1945'lere kadar millî edebiyatın prensiplerine uygun eserler vermeye<br />

devam etmişlerdir. Bu neticede, hem onların vardıkları prensiplerin<br />

sağlamlık ve değişmezliğinden, hem de kendi edebî dehâ ve titiz<br />

çalışmalarından ileri gelir. Bu devir sanatkârlarından biri olan Yahya<br />

Kemal de genç yaşta vardığı görüşlerden hayatı boyunca ayrılmamış, şiirlerinde<br />

elde ettiği estetik bütünlüğü muhafaza etmiştir.<br />

Yahya Kemal'in şiirlerinde kullandığı başlıca temler, tarih, mazi,<br />

akıncılık, İstanbul, musiki, ölüm, aşktır. Genel olarak bu teinler onun<br />

şiirlerinde birbirine karışmış bir halde bulunur. O, bütün duygu ve düşüncelerini<br />

rüya, hülya ve hâtıra içinde yoğurarak sunar.<br />

Yahya Kemal 1903-1912 yılları arasında Paris'te bulunmuş, hu suretle<br />

Fransız şiirini yakından takip etmiştir. Bu durum onun estetik, hayâl<br />

ve dil bakımından sağlam prensiplere bağlanmasını sağlamıştır. Yahya<br />

Kemal Paris'te eski Yunan ve Lâtin şiirinin bütün inceliklerini ve sanatını<br />

öğrenir. Edindiği bu geniş kültürün arkasından, Türk şiirinin bütün<br />

devrelerine bakar ve onları değerlendirir. Bu suretle şiirde ne yapması<br />

gerektiğini keşfeder. Paris'ten döndükten sonra kısa bir müddet<br />

nev-yunanî (neohelenist) şiirler yazar. Bunlar Sicilya Kızları ve Biblos<br />

Kadınları'dır. Bu iki şiirden sonra neohelenizmi bırakır, millî ve estetik<br />

değerleri içine alan bir Türk Şiiri yaratmaya çalışır. Yine de zaman zaman,<br />

gençliğinde öğrendiği eski Yunan ve Lâtin kültürünü şiirlerinde<br />

kullanır (Bergama Heykeltraşları'nda, Yol Düşüncesi'nde olduğu gibi).<br />

Bunlar arasında Sicilya Kızları, daha sonra yazılan şiirlerden farklı<br />

bir özelliktedir. Burada şâir, içinde güzel kızların bulunduğu bir tablo<br />

çiziyor : Sicilya kızları çıplaktırlar. Omuzlarında testi taşımaktadırlar.<br />

Alınları gülden taçlarla çevrilidir. Bu güllerin âsâbı gevşetici kokusu etrafa<br />

yayılmaktadır. Sicilya kızları derin derin bakarak gözleriyle gülümserler.<br />

Bahçelerdeki şadırvanların somaki kurnalarından gümüş sulaı<br />

dökülür. Etrafa serilmiş kadife divanların içinde «buseden ölmüş» vücutlar<br />

bükülür. Beyaz kuğular nâzenîn boyunlarını gererler. Ateşli havuz,<br />

uykunun büyüsü ile içinde dalgalanan renk ve koku oyunlarını görmez.<br />

Yine beyaz kuğular, rehavet hazzı ile havuzdan havuza dalarlar ve nazenin<br />

boyunlarını gererler.<br />

Şiir üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde Sicilya kızları,<br />

ikinci bölümde bahçe, üçüncü bölümde havuz tasvir ediliyor. Bu tasvirlerde<br />

mükemmel bir tablo çiziliyor. Bu mükemmellik, kusursuz bir hayal,<br />

dil ve ahenk kompozisyonundan doğar. Şâir bu tabloyu çizerken mısra<br />

tekrarlarından, alliterasyon ve assonanslardan faydalanmış, diğer şiirlerinde<br />

olduğu gibi vezin ve kafiye kusursuzluğu da bu bütünlüğü tamam-<br />

YAHYA KEMÂL 35


lamıştır. Birinci kıtada «Sicilya kızları, uryân omuzlarında sebû», ikinci<br />

kıtada «Hadîkalarda nevâgîr iken şadırvanlar», üçüncü kıtada «Gerer<br />

beyaz kuğular nâzeııîn boyunlarım» mısralarınm tekrarlanması, hem şâirin<br />

her kıtada çizdiği tablonun asıl unsurunu daha kuvvetli bir hale getirmekte,<br />

hem de şiirin daha ahenkli olmasını sağlamaktadır. Yine ilk<br />

kıtada uryân, sebû, bû kelimelerindeki ses yakınlığı bu kıtaya u sesini<br />

hâkim kılmıştır. İkinci kıtada i, v,s, ş seslerinin tekrarlanmasından faydalanılmıştır.<br />

Üçüncü kıtaya hâkim olan ise z sesidir.<br />

Bu manzumede, tablo, ahenk ve tasvir mükemmelliğinin yanında lirizmin<br />

yokluğu dikkati çeker. Yahya Kemal'in daha sonraki şiirlerinde<br />

görülen halden maziye gidiş, tabiat-duygu-hülya-hâtıra-tarih kompozisyonu<br />

bu şiirde yoktur. Sicilya Kızları, bu bakımdan Eîhân-ı Şitâ'yı andırır.<br />

Yalnız Elhân-ıŞitâ'daki teferruat, Yahya Kemal'in bu şiirinde görülmez.<br />

Yahya Kemal hayatının muhtelif devirlerinde, elçiliklerde bulunduğu<br />

sırada yabancı motiflerle süslediği şiirler yazar. Sicilya Kızları'nda gö<br />

lülen lirizm yokluğu, şâirin olgunluk yıllarında gitgide yerini vatan hasretine<br />

bırakır. Kar Musikileri, Karnaval ve Dönüş buna misâldir. 1927<br />

de Varşova'da yazdığı Kar Musikileri'nde, karlı bir gecede, oturduğu yerin<br />

yakınındaki bir manastırda çalman kilise müziğini anlatmakta, İslâv<br />

kederinden zevk almadığını söylemektedir. Bu müzik ona Tanburî Cemil<br />

Bey'in plâğını hatırlatır, o kadar mesut olur ki kendisini İstanbul'da<br />

farzeder. Bu şiirde onun asıl temlerini görüyoruz. Şâir, aslında geçmişte,<br />

hâtıralarında veya rüya ve hülyalarında yaşamaktadır. Seyrettiği bir<br />

manzara, dinlediği bir müzik, ona bazı şeyleri hatırlattığı için önemli<br />

dir. Karnaval ve Dönüş'te, Nis'teki karnavalı anlatır. Bu karnaval, batı<br />

âleminin (Yunan, Lâtin ve Cermenin) ortak eğlencesidir. Yahya Kemal<br />

bunu da geçmişe bağlar ve karnavalın, eski bağbozumlarmın devamı olduğunu<br />

söyler. Nice tarihî kıyafetler bu eğlencede görülür. İnsanların<br />

bazısı maskeli, bazısı maskesizdir. Fakat şâir yolcudur ve İstanbul'a<br />

dönmektedir. Zihninde Çamlıca, Adalar ve Erenköyü vardır ve bu semtlere<br />

kavuşmak için sabırsızlanmaktadır.<br />

Yahya Kemal maziye, kopmaz bağlarla bağlıdır. Bir yazısında bu<br />

duygusunu şöyle anlatır :<br />

«Birçok günlerimi Ziya Gökalple konuşarak geçirdim. Diyarbakır'ın<br />

bir hârika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını<br />

kuran dev gibi bir mimara benzerdi; ilk müslümanlar gibi mütedeyyin,<br />

ilk Türkler gibi bani idi,* maziye arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız<br />

istikbâle bakardı. Maziye karşı daüssılamı hararetle söylediğim bir<br />

gün dedi ki:<br />

36 BİLGE ERCİLÂSUN


Harabısın hârâbatı değilsin<br />

Gözün mazidedir âti değilsin<br />

Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim :<br />

Ne harâbî ne harabatiyim,<br />

Kökü mâzîde olan âtiyim.<br />

dedim. Bir cevaptan başka ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim<br />

ki, küçük bir hakikat varmış. Mütârekeden sonra maziye karşı<br />

daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul'da geziniyordum.<br />

Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten<br />

sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti... «Yahya Kemal'in<br />

gönlünün tevakkuf ettiği merhale, Fatih devri ve İstanbul'un fethidir.<br />

O, yazısının bundan sonraki kısmında İstanbul'un alındığı günlere döner,<br />

o günlerin heyecanını yaşar. Şâir hayatı boyunca maziye «daüssıla»<br />

duymuş, hayalinde canlandırdığı mazinin muhteşem günlerinde yaşamıştır.<br />

Bunda onun hem hayal ve hülyanın ağır bastığı mizacının, hem de<br />

devrinin sosyal şartlarının payı vardır. 1908 den sonra gittikçe artan toprak<br />

kayıpları, sonu gelmeyen savaşlar ve mağlubiyetler, neticede Türklerin<br />

eskisine nisbetle çok küçük bir toprak parçasına hapsedilmesi, Yahya<br />

Kemal'de yaşadığı müddetçe artarak devam edecek bir mazi daüssılası<br />

yaratmıştır. Bu arada onun doğduğu ve sevdiği Balkan topraklarının elimizden<br />

çıkması, onun en büyük azap kaynaklarından biri olmuştur. Kaybolan<br />

Şehir'de bu duyguyu işler, Üsküb'e olan ve dinmeyen hasretini dile<br />

getirir. Bu şiirde büyük Türk Padişahîarmı, annesinin ve ailesinin hâtıralarını<br />

toplar :<br />

Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır,<br />

Evlâd-ı Fâtihân'a onun yadigârıdır.<br />

Gök rengi, türk rengidir. Yahya Kemal bunu «firuze» kelimesiyle ifade<br />

eder ve sık sık kullanır. Kubbeler ise camileri temsil ederler:<br />

Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;<br />

Yalnız bizimdî, çehre ve ruhiyle bizdi o.<br />

Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,<br />

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.<br />

Yahya Kemal, Üsküb'ün artık bizim olmayışına esef eder :<br />

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin<br />

Üsküp bizim değil Bunu duydum için için.<br />

Şâir, neticede yine diğer şiirlerinde olduğu gibi hayâle sığınmakla teselli<br />

bulur :<br />

Çok sürse ayrılık, aradan geççe çok sene,<br />

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.<br />

YAHYA KEMÂL 37


İçinde bulunduğu dünyadan kaçma, hayâle, hâtıraya veya geçmişin parlak<br />

zaferlerine sığınma, Yahya Kemal'de köklü bir duygudur.<br />

Yahya Kemal için, mazi, çoğu zaman tarih demektir. Onun şiirlerinde<br />

mazi, muhteşem bir Osmanlı tarihi olarak görülür. Bu tarihte akınlar,<br />

fetihler, her şeyden önce de Osmanlı Devletinin, Osmanlı kültür hayatının<br />

ve yaşayış biçiminin ihtişamı vardır. Bu bakımdan en dikkate<br />

değer şiiri Süleymaniye'de Bayram Sabahı'dır. Din ve tarih temlerinin<br />

birleştirildiği bu şiir, âdeta Yahya Kemal'in diğer şiirlerindeki ana fikir<br />

ve duyguların bir özetidir. Şâir bir bayram sabahı, Süleymaniye Camisinde<br />

ibâdet için toplanmış halkı tasvir ediyor. Caminin bu görünüşü ona<br />

eski devirleri hatırlatıyor. Bu andan itibaren Yahya Kemâl bir vecid hali<br />

içinde, mazi ile hâl'i birbirine karıştırarak anlatıyor. Süleymaniye, ululuğu<br />

ve ihtişamı dolayısıyla, Osmanlı tarihinin timsali olur. Bayram da<br />

geleneği sembolize eder. Vakit sabahtır, günle birlikte şâirin gönlü de<br />

ağarmaktadır. Artık «tozlu zaman perdesi» aradan kalkmıştır. Gökte<br />

kanat, yerde ayak sesleri duyulmaktadır. Dokuz asrın-ruhları, hayâlleri,<br />

memleketin yaşayan halkı buraya doğru gelmekte, toplanmaktadırlar.<br />

Ufuklardan camiye doğru bu geliş, eski seferlerdendir ve artık Süleyma<br />

niye tarih olmuştur.<br />

Şâir, ikinci bölümde Süleymaniye'nin mimarîsi üzerinde durur. «Or<br />

du-milletlerin» en sarpı olan Türkler, sevdikleri Allaha böyle bir yapı<br />

adamışlardır. Bu yapı, en son dinin en güzel mabedi olsun diye, mimarînin<br />

hayal edebildiği nisbette öz şeklidir. «Sonsuzluğu» görebilmek için<br />

İstanbul'daki bu kudsî tepe üzerine kurulmuştur. Harcını gaziler, serdarlar,<br />

işçiler ve mimarlar taşımışlardır. Burada «hür ve engin vatandan»<br />

gökyüzüne, ezelî rahmete «ruh orduları» geçsin diye «uhrevî bir<br />

kapı» açılmıştır. Şâire göre Süleymaniye, artık maddî ve manevî âlemi<br />

birleştiren bir unsur olmuştur.<br />

Yahya Kemal üçüncü bölümde «zafer mabedi» olarak gördüğü Sü<br />

leymaniye'nin mimarının da bir nefer olduğunu söyler ve böyle bir binanın<br />

vârisi olduğu için gurur duyar. Bir zamanlar «hendeseden âbide»<br />

zannettiği Süleymaniye'nin kubbesi altındaki topluluğa bakarken yıllardan<br />

beri rüyalarında görüp özlediği cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibi olur.<br />

Dili bir, gönlü bir, imânı bir olan bu insan yığını tekbir getirmekte ve<br />

bu tekbir, onların manevî varlıklarını da birleştirmektedir. Bu manzara<br />

şâire, eski savaşlardaki tekbirleri hatırlatır.<br />

Dördüncü bölümde Yahya Kemal, ön safta nefer elbiseli birinin oturmakta<br />

olduğunu söyler. SimâsT saf olan bu nefer, vecid içinde alman<br />

tekbiri dinler. Yahya Kemal onun şahsında Malazgird'den beri olan bütün<br />

seferlerdeki askerleri toplar. Sanki bu nefer Malazgird ovasından<br />

beri yürümektedir. Yüzü, dünyadaki yiğit yüzlerinin en güzelidir. O, bu<br />

38 BtLGE ERCÎLÂSUN


üyük yurdu kuran ve koruyan kudretimiz, varlığımız, kanımız ve etimizdir.<br />

Vatanın vârisi ve sahibidir. Bu haliyle halkın tesellisi gibi görünmektedir.<br />

O, her yerde mevcuttur, hem bu toprakta, hem de çoktanberi<br />

kaybettiğimiz yerlerdedir.<br />

Beşinci bölümde Yahya Kemal, Süleymaniye'nin etrafını anlatır. Artık<br />

sabah olmakta, güneşin kızıllığı farkedilmektedir. Şâirin karşı dağlardaki<br />

«tutuşmuş gibi gül bahçeleri»nden bahsetmesi ve koyu bir kırmızılığın<br />

gökle yeri birbirinden ayırdığını söylemesi, Hâşim'in ifadesini<br />

hatırlatıyor. Bu arada gökten top sesleri gelmektedir. Bunlar, şüphe yokki<br />

bayram sabahını müjdeleyen toplardır. Bu top sesleri gittikçe büyür<br />

ve memleketin her yerinden, hâtıralardan, geçmişten gelmeye başlar.<br />

Şiirin bundan sonraki bölümlerinde top seslerinin akla getirdiği eski seferler<br />

sayılır. Şiir şu mısralarla biter :<br />

Ulu mabette karıştım vatanın birliğine.<br />

Çok şükür Tanrıca, gördüm bu saatlerde yine,<br />

Yaşayanlarla beraber bulunan ervahı,<br />

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.<br />

Bu son kısım, bütün şiirin özetidir. Süleymaniye, maziyi ve hâl'i, bir<br />

bayram günü birleştirmiş, dolayısıyla Yahya Kemal'e vatanin birliğini<br />

hissettirmiştir. Şâirin bu duygudan ötürü büyük bir saadet içinde olduğu,<br />

mısralardan anlaşılmaktadır.<br />

Yahya Kemal bu şiirde din ve tarih temlerinin yanında coğrafyayı<br />

da ihmal etmez. Onun vatan anlayışı içinde coğrafya mühim bir yer tutar.<br />

Vatan; milletin üzerinde yaşadığı, mesut olduğu, canını verdiği topraktır;<br />

Mohaçtır, Kosovadır, Niğboludur, İstanbul'dur, askerlerin şehit<br />

olduğu her yerdir. O, birçok şiirinde bu müşahhas vatan topraklarım<br />

isim isim sayar. Kaybettiklerimiz için teselli kabul etmez bir elem duyar.<br />

Elimizde olan verleri «îstanbul»da sembolleştirir. Bu şehri seyretmeye,<br />

burada gezmeye ve yaşamaya doyamaz. Bu yüzden İstanbul, onun şiirlerinde<br />

müstakil bir tem haline gelmiştir. Süleymaniye'de Bayram Sabahı<br />

şiirinde de bu yerler sayılır. Ayrıca Yahya Kemal'in diğer bir çok şiirinde<br />

olduğu gibi burada da hareketli bir tablo vardır. O f şiirlerini, teferruat<br />

üzerine derinleşen bir tasvirden çok, böyle sinema şeridi gibi gözlerimizin<br />

önünden geçen bir tablo üzerine kurar. Bu tabloların en güzel örnekleri<br />

Ses, Sicilya Kızları, Açık Deniz ve Mehlika Sultan şiirlerinde görülür.<br />

Yahya Kemal'in maziden en çok hatırladığı ve hasretini çektiği şeylerin<br />

Osmanlı akıncıları ile istanbul'un fetih günleri olduğunu söylemiştik.<br />

Akıncı şiirinde tasvir ettiği akınların hâtırası, şâirin «çocuklar gibi<br />

şen» olmasını sağlar :<br />

YAHYA KEMÂL 39


Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla.<br />

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...<br />

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de,<br />

Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.<br />

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;<br />

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!<br />

Şiirin asıl temi, akıncıların «dev gibi bir orduyu» yenmelerinden dolayı<br />

şâirin duyduğu sevinçtir. Bu da, şiirin ilk ve son beyitlerinin aynı<br />

olmasıyla daha kuvvetli bir hale konulmuştur. Yahya Kemal kendisini<br />

de bu akıncıların arasında tahayyül eder. Yedi, şâir için uğurlu bîr sayıdır<br />

: Akıncılar yedi koldan saldırmışlar ve atlarıyla birlikte yerden yedi<br />

kat arşa kanatlanmışlardır. Artık bütün akıncılar cennettedirler. Fakat<br />

o günlerin hâtırası da akıllarından çıkmamaktadır.<br />

Bu şiirdeki hareket, akıncıların hareketidir, yani şimşek hızıdır.<br />

Yahya Kemal akıncıların hareketini daha iyi belirtecek isim, sıfat ve fiilleri<br />

bir araya toplar: ilerle, şimşek, dolu dizgin, boşanan, kanatlandık»<br />

hızla...<br />

Mohaç Türküsü'nde, Mohaç ovasmdaki akıncılar anlatılır. Yahya Kemal<br />

kendisini yine akıncıların arasında farzeder. Akıncılar şehit olurken<br />

bir savaş daha kazanırlar. Zafer bir sevgilidir sanki. Askerler onun koynuna<br />

girerek visalin sarhoşluğunu tadarlar:<br />

Gül yüzlü bir âfetti ki her busesi lâle:<br />

Girdik zaferin koynuna, kandık p visale!<br />

Şehit olan akıncılar bir bir göğe çıkarlar ve cennet bahçesine varırlar.<br />

Artık kendileri gibi ölmüş olan yiğitlerle beraberdirler. Sadece doğdukları<br />

toprağa., nal seslerinin şimşek gibi bir hâtırası kalacaktır. Bu<br />

şiirde Yahya Kemal cenneti bir bahçe olarak tasavvur etmekle, zaferi güi<br />

yüzlü, lâle bûseli bir sevgiliye benzetmekle, klâsik şiirin imajlarını kullanmış<br />

olmaktadır. Ayrıca Mohaç Türküsü'nde de Akıncı'daki gibi savaşçıların<br />

hızını belirtecek kelimelere yer verir: kanatlı, atılan, uçtuk, atıldık,<br />

dolu dizgin, koşumuzdur, yarıştık, dört nala...<br />

Yahya Kemal, Hayal Beste'de Türk Oğlunun kurduğu muhteşem devleti<br />

anlatır. Türkler Romanın doğusunu fethettikleri günden beri «yüce<br />

dağlar gibi» işler görmüşlerdir. Gittikleri yerlerde «asırlarca» kalmışlar,<br />

kurdukları devlet «asırlarca» muzaffer yürümüştür. İçinde «iri firuzeye<br />

benzer nice gök kubbe» şeklinde tasvir ettiği camiler bulunan yüzlerce<br />

40 BİLGE ERCÎLÂSUN


şehir kurmuşlardır. Fakat Yahya Kemal'e göre bu büyük mimarî Osman'ı<br />

Devletini her ne kadar dünyaya aksettiriyorsa da tam manâsıyla<br />

onun büyüklüğünü göstermeye yetmez. Bundan sonraki mısralarda şâir,<br />

Osmanlı Devleti'nin büyüklüğüne lâyık bir sanat eseri (bir destan, bir<br />

resim...) meydana getirilmediğine hayıflanır :<br />

Şi're aks ettirebilseydîn eğer, dînlerdin.<br />

Yüz fetih şi'ri, okundukça, çelik tellerden.<br />

Resme aks ettirebilseydîn eğer, ömrünce,<br />

Ebedî cedleri karşında görürdün canlı.<br />

Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat,<br />

Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin.<br />

O Rüzgâr şiirinde akınlar, fetihler ve rüzgâr arasında münasebet kurar.<br />

Fethin kutsallığını bilen fâtih nesle ve onun ruhuna vatan dar gelir:<br />

Böyle bir dersi alan ruha vatan dar görünür;<br />

Dâima başka sefer, başka ufuklar görünür.<br />

O nesil duymuş akın zevkini rüzgârda bile;<br />

Bu duyuş varmış alanlardaki atlarda bile...<br />

Yahya Kemal'in en karakteristik tarafı, İstanbul'a dâir yazdığı şiirlerdir.<br />

Onun İstanbul'a bakış tarzını en iyi ifade eden ve onu diğer şâirlerden,<br />

bilhassa Tevfik Fikret'ten en fazla ayıran şiiri bence Siste Söyle*<br />

niş'tir. Siste Söyleniş ile Sis, konu ve hayal bakımından aynı, fakat bakış<br />

tarzı bakımından çok farklıdır. Sis'teki nefret ve bedbinlik, Yahya Kemal'in<br />

şiirinde yerini hayranlık ve sevgiye bırakır:<br />

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler..<br />

Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler<br />

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden<br />

Fîrûze nehri nerde Bugün saklıdır, neden<br />

Yahya Kemal, İstanbul'un semtlerini, Boğazın mavi suyunu hasretle,<br />

sevgiyle, adetâ çocuğuna gösterdiği bir ilgiyle aramaktadır. İstanbul'u<br />

o kadar sever ki onu hiç bir yere benzetmek istemez. Yine de İsviçre<br />

göllerini hatırlar:<br />

Benzetmek olmasm sana dünyâda bir yeri;<br />

Eylül sonunda böyledir İsviçre gölîeri.<br />

Şâir, ister istemez Fikret'in Si&'ini ve lanetini de hatırlar :<br />

Bir devri lânetiyle boğan şâirin Sisi,<br />

Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.<br />

Hülyama bir ezâ gibi aksetti bir daha;<br />

— Örtün! Müebbeden uyu. Ey şehr!— O beddua...<br />

Halbuki Yahya Kemal İstanbul'un değil ebediyen kaybolması, sis altında<br />

geçici gizlenişine bile tahammül edemez. Şiirde aynı sevgi ve şefkat<br />

dolu ifade devam eder:<br />

Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;<br />

Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.<br />

YAHYA KEMAL 41


Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl<br />

Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl<br />

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,<br />

Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.<br />

Bu mısralarda sevginin yarattığı bir benimseyiş görülüyor. Yahya Kemal,<br />

İstanbul'un hüznünü de çekmeye razıdır. Bütün bu duygular, Sis'teki<br />

şiddetli nefret ve kinle tezad teşkil eder.<br />

Yahya Kemal, Bir Tepeden, Bir Başka Tepeden adlı şiirlerinde İstanbul'un<br />

tepelerden görünüşünü anlatır. Bu anlatış, tasvirden değil tablo ve<br />

duygu kompozisyonundan meydana gelir. Bir Tepeden şiirinde şâir, b^r<br />

akşam vakti güzel yüzlü ve güzel sesli bir kadının İstanbul'u seyrettiğini<br />

tahayyül eder. Şâirin gözünde bu güzel kadın İstanbul'u sembolize et<br />

mektedir. Şiirin ikinci kıtasında Yahya Kemal, coğrafyaya ve iklime verdiği<br />

ehemmiyeti açıkça belirtir. Şâire göre vatan, sadece manevî unsurları<br />

değil maddî unsurları da kendisinde toplar. Vatanın meydana gelişinde<br />

şehitlerin canları pahasına aldıkları toprakların da büyük ehemmiyeti<br />

vardır :<br />

Irkın seni iklimine benzer yaratırken,<br />

Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış.<br />

Târihîni akse 11 irebilsin diye cehren,<br />

Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış.<br />

Yahya Kemal'e göre iklim, insanlara tesir eden faktörlerden biridir.<br />

Biı milletin iklim değiştirmesi zamanla insanlarının yaradılışlarının ve<br />

yaşayışlarının farklılaşmasına yol açar. Bu görüş ona Fransız edebiyatından<br />

gelmektedir. 19. yüzyıl sonunda Fransız edebiyatında sosyal faktörlerin<br />

edebiyata tesiri üzerinde çok duruluyordu. Yahya Kemal'den önce<br />

Servet-i fünuncular da Fransızların edebiyat dışı unsurlara bakış tarzlarının<br />

etkisinde kalmışlar, Servet-i Fünun dergisinde bu konuya dâir tercümeler<br />

yapmışlardır (Hukuk, iktisat, iklim, vs., in edebiyatla olan münasebeti<br />

gibi).<br />

Bir Başka Tepeden, bu şiirin devamı gibidir. Şâir yine İstanbul'u<br />

seyretmeye ve sevmeye doyamadığmı ifade eder :<br />

Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!<br />

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.<br />

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!<br />

Sâde bir semtini sevmek bile bîr ömre değer.<br />

İstanbul'dan bahseden bu şiirde de aynı hayranlık ve sevgi tonu hâkimdir.<br />

Yahya Kemal, İstanbul'un semtleri içinde Üsküdar'a başka bir değer<br />

verir. Üsküdar'ın en mühim vasfı, İstanbul'un fethini görmüş olmasıdır.<br />

Şâir, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar adlı şiirinde<br />

Üsküdar, bir ulu rûyâyı görenler şehri!<br />

42 BİLGE ERCİLÂSÜN


diyerek hayalinde canlandırdığı bu fetih günlerini anlatır ve o günleri<br />

bir daha yaşar. Hayal Şehir'de Üsküdar'ın uzaktan görünüşünün tablosunu<br />

çizer. Üsküdar'ın Dost Işıkları'nda, bir sabah vaktini anlatır. Bu<br />

ışıklar, zamanı «Türk eden» ışıklardır. Şâir, gönlü, dili, kanı ve mizacıyla<br />

Türk olduğunu bir kere daha hisseder :<br />

Sizlersiniz bu ânl ışıklarla Türk eden!<br />

Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!<br />

Gönlüm, dilim, kanun ve mizacımla sizdenim,<br />

Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim.<br />

Ok'ta İstanbul'un fethindeki yaradan kalma bir okun kutsallığından<br />

bahseder :<br />

Hünkâr dedi: «Koca pek yaman saldın!<br />

Eğerçi bellisin benim katımda,<br />

Bir sır olsa gerek bu ilk atımda,<br />

Bu sihirli oku nereden aldın»<br />

İhtiyar, elini bağrına soktu;<br />

Dedi ki: «İstanbul muhasarası<br />

Başlarken aldığım gaza yarası<br />

İçinden çektiğim, bu altın oktu!»<br />

İstanbul'un fethi kutsal bir olaydır. Yahya Kemal sık sık şiirlerinde bunu<br />

tekrarlar :<br />

İstanbul'un fethi, Tamının kutlu işi.<br />

(Devamı gelecek sayıda)<br />

MÜHİM BİR AÇIKLAMA<br />

Temmuz sayımızda Nâdir Devletin, «Dış Türklerde Nüfus Artışı» isimli<br />

bir makalesini neşretmiştik.<br />

Pek çok okuyucumuz, bu yazının, istatistik! bilgilere dayandığına ve Sovyet<br />

kaynaklarından hareketle kaleme alındığına dikkat etmemiş olmalı ki<br />

bize yazarak tenkit ve üzüntülerini beyan edenler yanında, büromuza gelenlerin<br />

ve karşılaştığımız dostlarımızın da sitemlerine muhatap olduk.<br />

Bahsi geçen yazıda, çeşitli boylara mensup Türkler tablolarda ayrı ayrı<br />

gösteriliyor ve buna ilâveten, sanki, bütün bu boyların ortak adı değilmiş gibi,<br />

bir de ayrıca Türk ismi zikrediliyordu. Tabiî, Sovyet kaynaklarının meseleye<br />

daha değişik bakmasını düşünmek mümkün değildir. Niçin bu kaynağın kullanıldığı<br />

meselesi ise, apayrı bir konudur. Herhalde Yazar, kendisini resmî<br />

mâhiyet taşıyan bir istatüstiğc dayanmaya mecbur hissetmiş olmalıdır.<br />

Okuyucularımızın, zikrettiğimiz bu yazı üzerindeki mütalâalarını öğrenmekten,<br />

büyük bir zevk duyacağız. Aslında her zaman ifade ettiğimiz gibi,<br />

Töre münakaşaya açık bir dergidir. İnancımız, hakikatlerin, dogmatik bir<br />

kabulden ziyâde, münakaşa ile sindirilmesi ve dosdoğru kabul edilmesi istikametindedir.<br />

Bu meyanda, Nadir Devletin yazısı üzerinde, kaynağı göz önünde bulundurarak<br />

bize yazmanızı bekliyoruz.<br />

TÖRE<br />

YAHYA KEMÂL 43


GENÇ KALEMLER<br />

GİDENLER<br />

MUSTAFA DOĞAN<br />

«Gittin amma ki kodun hasret ile cam bile<br />

İstemem sensiz olan sohbeti yârânı bile.»<br />

Asfaltlar, omuzlar üzerinde yükselen tabutlarınızın eleminde titriyor, kemiklerimize<br />

kadar dayandı, aramızdan ayrılışın hançeri.<br />

Tuksak bir devrin çilekeş neslini öksüz bırakıp da gittiniz. Şu süksesinden ge<br />

çilmeyen çirkeflikle dolu bir zamanda, acımasızca çullanan bir ölüm söküp aldı<br />

sizi aramızdan.<br />

Gözlerimiz yaşlı artık; her sabah o sessiz sokaklar hıçkırık seslerinden çıldır,<br />

mak üzereler. Hergün bir yenisi, yenileri... Bıktılar, usandılar kaldırımlar, öfkeyle<br />

basan ayaklardan.<br />

Üzerinize engerek zehiri kusanlar, çoban köpeklerini saldırtanlar, şimdi mutlular<br />

mı acaba Çağdaş insanlık teorileri ile parsellenmiş kafaların, bir tufan misali<br />

estirdikleri acı kasırganın yıkıntıları arasında siz kaldınız. Millet varlığının arklarını<br />

öz sudan mahrum çamurla dolu gördüğünüz bir anda, akşamları cesetlerinizin<br />

üstüne acıyla ektiler.<br />

Ur bağlamış idraki ile, dilenen dimağlarla tüyleri koparılmış bir kuş gibi çırpınanlara<br />

sıcasık bir avuç içi olduğunuz için mezar toprakları vücudunuzu sıkıca<br />

sarar. —<br />

Durmadan pürüzler meydana getiren, delinmeyen çıbana neşterinizi, vurduğunuz,<br />

köklü bir ilim sarayının kilidini tozlu raflara kaldıranlara karşı çıktığınız için<br />

gittiniz.<br />

Yere yıkıldığınız zaman, dilinizin altında düğümlenen kara bir zeytin çekirdeği,<br />

ütüsüz pantolonunuzun cebinde bir ekmek parası vardı.<br />

Mukaddes meşaleleri ateşlediğiniz, tehlike nüanslarını görerek zillet çığırtkanlarına<br />

karşı çıktığınız için gittiniz.<br />

«Yakmaz ateş korlar bizi,<br />

Türk'e gönül verdik diye,<br />

Zindanlara koflar bizi.»<br />

diyen dudaklarınızdan ürperdikleri için, bodrum katlarda yatmaya razı oldunuz.<br />

Zindanlarda çürümeye mahkûm edildiniz; kaos içinde yürüyen bir cemiyete tutsaklığın<br />

zincirini kopartmayı öğrettiniz ve gittiniz.<br />

Genç kızlarımızın ellerindeki kınanın kana, başlarındaki beyaz duvağın «siyah<br />

duvağa» dönüştüğünü gördüğünüz, kimsenin duymadığı acıyı duyduğunuz için gittiniz.<br />

Heba olmuş bir vatan ve ağlayan insanlarını görmek istemediğiniz, ne bayrağımızın<br />

büzülmesine ve ne de insanımızın başının öne eğilmesine razı olmadığınız<br />

için gittiniz.<br />

«Anne! Senden daha muazzez valide olan vatanımı düşünüyordum anne...» de<br />

diğiniz için gittiniz.<br />

44 MUSTAFA DOĞAN


TÖRE HİKÂYE YARIŞMASI<br />

TÖRE, edebiyatçılarımızı teşvik, tanıtma ve hareketimize yazar kazandırma<br />

amacıyla bir hikâye yarışması açmıştır. Şartlar şöyledir:<br />

1) Hikâyeler en geç 31 Ağustos 1980 tarihinde postaya verilmiş olmalıdır.<br />

2) Hikâyeler daktilo veya —daktilo temin edemeyen arkadaşlarımız<br />

için— çok düzgün el yazısıyla, sayfanın bir yüzüne yazılacak ve üç kopya<br />

halinde TÖRE'ye postalanacaktır.<br />

3) Konu ve uzunluk serbesttir.<br />

4) İsteyen yarışmacılar müstear isim veya rumuz kullanabilirler. Ancak<br />

hakikî isim kullanmayanlar, hakikî isim ve adreslerini ve kullandıkları<br />

rumuz veya müstear ismi ayrı bir mektupla TÖRE'ye postalamahdırlar. Bu<br />

zarflar, yarışma sonuçlanıncaya kadar açılmayacaktır. Derece alamayanların<br />

zarfları hiç açılmayacaktır.<br />

5) Bir yazar yarışmaya en çok üç hikâye ile katılabilir.<br />

6) Derece almayan hikâyeler yazarlarına iade edilmeyecektir.<br />

7) Mükâfatlar :<br />

Birinciye<br />

İkinciye<br />

Üçüncüye<br />

: 5000 TL<br />

: 3000 TL<br />

: 1000 TL<br />

Seçici Kurul : ><br />

EMİNE IŞINSU<br />

SEVİNÇ ÇOKUM<br />

Dr. BİLGE ERCİLASUN<br />

HÜSEYİN MÜMTAZ<br />

YAĞMUR TUNAL1<br />

Dereceye giren hikâyeler TÖRE'de yayımlanacak ve aksini istemedikleri<br />

takdirde yazarları okuyucularımıza tanıtılacaktır.<br />

8) Hikâyeler: «TÖRE Hikâye Yarışması, P.K. 211, Kızılay, Ankara» adresine<br />

postalanmalıdır. •<br />

45


BİR İKTİSADİ DEVLET TEŞEKKÜLÜ<br />

«T.C. ZİRAAT BANKASI»<br />

130. Milyara yaklaşan mevduatı ile 6) Hayvancılığın tüm dallarında uy-<br />

T.C. Ziraat Bankası, en büyük devlet ban. gulanmakta olan kredi ikraz birimleri<br />

kasıdır.<br />

% 60 oranında arttırılmış, kuzu besiciliğ*<br />

j T.C. Ziraat Bankası Genel Mü-için verilmekte olan 375 lira ise % 167<br />

dürlüğünün yurt sathındaki 1.010 şubesi oranında arttırılarak 1.000 liraya çıkarile,<br />

1 Ocak 1980'den itibaren Ziraî Kredi- tılmıştır.<br />

jler sahasmda uygulamaya koyduğu yeni- 7) Antep Fıstığı yetiştirmekte olan<br />

likleri gözden geçirirsek, bu iktisadî dev- üreticilere bir dekar için verilen 100. .ilet<br />

teşekkülünün, Türkiye ekonomisinde- rahk kredi 1.000 liraya ve fındık üretici -<br />

ki yerini, daha iyi anlarız.<br />

si ne verilmekte olan dekara 100 liralık<br />

1) Çalışır vaziyette traktör, biçer-dö- kredi de 400 liraya yükseltilmiştir.<br />

ger, su motoru gibi araçlara sahip olan 8) Mahsul Barem Cetvellerinin belli<br />

üreticilere verilmekten odan dekara 50. devrelerde düzenlenmesi usûlü kaıdınlaliralık<br />

akaryakıt kredisi 90 liraya yüksel- rak, devamlılık arzeden yeni cetveller uytilmiştir.<br />

gulanmaya koyulmuştur. Toprak değer<br />

2) Artan gübre fiatlan gözönüne alı baremi de islâh edilmektedir.<br />

narak gübre kredi dilimleri ve peşinat 9) Arazi Edinme ve Teçhiz Kredileri<br />

oranları yeniden çiftçi lehine düzenlen- j ç i n tanınan şube yetkileri dışında kalan,<br />

miş ve % 400 oranında artış sağlanmış, bütün özel konularda şube yetküerine setır<br />

*<br />

lâhiyet kazandırılarak, şubeıere yetkileri-.<br />

3) PamıJc üreticilerine verilmekte o- ni kullanma konusunda 300.000 liralık sı- \<br />

lan dekara 15 liralık, tohum kredisi 60 li- nır dahilinde serbestlik tanmmıştır. (An- [<br />

raya çıkarılmıştır.<br />

cak hububata bu miktarın % 15 i, diğer I<br />

4) Gıda-Tarmı ve Hayvancıhk Bakan- bitkilerde ise % 50'si nakit olarak kredi j<br />

lığı ile Köy İşleri ve Kooperatifler Bakan- verilebilecektir.) Tarım Kredi Kooperatif-1<br />

Iığı'nca hazırlanmış olan; arpa, ay çiçeği, leri şahıs haddi de 100.000 liradan, 200.000<br />

fasulye, mercimek, mısır, çeltik, yonca, liraya yükseltilmiştir.<br />

patates, soya, antep fıstığı, meyvacılık ve 10) Kredi taleplerinde fizibilite rapo-!<br />

hayvancılık konusundaki üretimi geliştir- ru düzenleme sınırı, 500.000 liradan<br />

me projesi'ne özel ikraz birimleri uygu- 5.000.000 liraya çıkartılmıştır. Tesis ve |<br />

lanmasıyla ilgili olarak, yeni ikraz birim- yapı kredisi tekliflerini ihtiva etmeyen<br />

leri tesbit edilerek yürürlüğe konulmuş- kredilerde ise fizibilite raporu düzenlenir,<br />

me zorunluluğu kaldırılmıştır.<br />

5) Traktör alacak tek kişiye verilen 11) Büyük ve Küçük Baş Hayvancılık<br />

250.000 liralık kredi 450.000 liraya, çiftçi Donatma Kredilerinde vade altı ay olarak<br />

gruplara veya kooperatiflere verilen 350. uygulanmakta iken, yapılan değişikliöle<br />

bin liralık kredi 550.000 liraya yükseltil- bu vade iki yıla çıkartılmıştır. Ayrıca ta»<br />

mistir. Biçer-Döğer için tek kişiye veril- vukçuluk donatma kredilerinde de vade.<br />

mekte olan 500.000 liralık kredi 1.000.000 bir yıldan, iki yıla çıkartılmış ve her iki<br />

liraya ve çiftçi gruplara ve kooperatifle- konuya ait çevirme kredilerinin, bir yü<br />

re verilmekte olan 650.000 liralık kredi ise vadeli olarak, iki devre halinde kullanıl-<br />

1.150.000 liraya çıkartılmıştır. ma imkânı sağlanmıştır.<br />

46


12) Topraksu Kredileriyle ilgili formaliteler,<br />

basitleştirilerek bir işletmeye<br />

açılabilecek kredi miktarı 750.000 liradan,<br />

1.500.000 liraya yükseltilmiştir. Bu arada<br />

şubelerin re'sen açabilecekleri kredi miktarı<br />

da 300.000 liraya yükseltilmiştir.<br />

13) Su Ürünleri Kredilerinin güçlendirilmesi<br />

ve arttırılması konusundaki çalışmalarımız<br />

neticesinde, önemli miktarlarda<br />

artış sağlanmıştır. Sünger ve sünger<br />

avcılığının, yurdumuz su ürünlerindeki<br />

önemli yerini de dikkate alarak ve<br />

ihracat imkânlarının da mevcut olduğu<br />

düşünülerek, bu konudaki çalışmalarımızla<br />

önemli ölçüde kredi artışları imkân dahiline<br />

girmiştir. Özellikle süngercilik işletme<br />

kredilerindeki ümitler % 100 ilâ<br />

% 600 oranında arttırılmıştır.<br />

14) Çeşitli Balıkçılık üretim ekiplerinin<br />

işletme kredileri limitleri de % 50 ilâ<br />

% 100 oranında arttırılmıştır. Öte yandan<br />

şube şahıs hadleri kooperatif ortakları<br />

için 400.000 liradan 600.000 liraya, kooperatif<br />

ortağı olmayan balıkçılar için de<br />

400.000 liradan 530.000 liraya yükseltilmiştir.<br />

Süngerciler için ise bu limit, 630.000<br />

leira olarak tesbit edilmiştir.<br />

Bilcümle T.C. Ziraat Bankası*nın saymakla<br />

bitirilemeyecek hizmetleri vardır<br />

Türkiye ekonomisinde.<br />

(BASIN: 1980)<br />

nevDUftrıntz<br />

130 MİLYARI<br />

ASTI<br />

• 9 ©•<br />

ÖVÜNMEKTE HAKLIYIZ.<br />

3 £ ^ ZİRAAT BANKASİ<br />

ZİRAAT BANKASI 47


Türkiye Tarihine Giriş<br />

HORASAN'DAN<br />

ANADOLU'YA<br />

Oğuz Ünal<br />

JU<br />

TÖRE-DEVLET YAYINEVİ<br />

P.K. 203 Kızılay, Ankara<br />

Biz Türkler, bu vatanı lâfla kurmadık.<br />

Buradaki büyük ve ebedî Türk şahsiyetini<br />

lafla almadık. Bu toprakları birbirinden<br />

ağır tarih hadiseleri yaratarak<br />

(Vatan) yaptık. Yendiğimiz düşman kitlelerinin<br />

meydana getirdikleri eserleri,<br />

Bizansa yakışır, Haçlılara yaraşır bir vahşetle<br />

yıkmadığımıza, koruduğumuza, bugünün<br />

Türk-îslâm mefkuresini lâyıkıyla<br />

anlayamayan, nesilleri üzüyor, kızdırıyor.<br />

Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktıklarını<br />

o kadar geçtik ki, bu memlekete<br />

damgamızı öyle eşsiz iki hayat özüyle<br />

(Türklük ve Müslümanlık); imân ile kan'<br />

la bastık ki, bu vatamn artık başkalarına<br />

ait olması ihtimali kalmamıştır.<br />

• KİTAPÇINIZDAN İSTEYİNİZ<br />

DAĞITIM: ANDA, Ankara Cad. Nu: 46<br />

Basın îşhanı,<br />

Çağaloğlu - İstanbul


Ey<br />

Türk!<br />

Üstte<br />

Gök<br />

îökmedîkçe<br />

Altta<br />

Yer<br />

Delinmedikçe<br />

Senin<br />

İlini<br />

ve<br />

Töreni<br />

Kim<br />

Bozabilir <br />

AĞUSTOS : 1980<br />

SAYI: 111<br />

FİYATI 25 LİRA<br />

EMEL MATBAACILIK<br />

SANAYİİ<br />

®: 17 34 96-17 93 05<br />

ANKARA — 1980

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!