You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
I V<br />
i~K<br />
r<br />
<strong>Ktz</strong> AYLİK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />
YAHYA KEMÂL BEYATLI, ARİF NİHAT ASYA,<br />
MEHMET AKİF ERSOY, MİTHAD CEMÂL<br />
Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığınca<br />
Tebliğler Dergisi 1<br />
nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906<br />
numaralı sayısının 408. sayfasında<br />
tavsiye edilmiştir.<br />
KUNTAY, HALİDE NUSRET ZORLUTUNA<br />
Muhtelif Şiirlerinden<br />
TÖRE'DEN 2<br />
TÖRE İNCELEME MASASI<br />
Bir Değerlendirme 3<br />
HÜSEYİN MÜMTAZ<br />
Kaşkaylarla Hissetmek 9<br />
Doç. Dr. A. BİCAN ERCİLÂSUN<br />
İran'da Sekiz Gün 14<br />
MURAT DEMİRTEPE<br />
N. Fazıl Kısakürek'le Bir Konuşma 24<br />
MEHMET ATAY<br />
Sahil Geceleri 26<br />
NECMEDDİN TURİNAY<br />
Tanzimat ve Bozulan «Şirâze-i Nizam» 27<br />
Dr. BİLGE ERCİLÂSUN<br />
Yahya Kemâl ve Şiiri *Ç4<br />
GENÇ KALEMLER<br />
MUSTAFA DOĞAN<br />
«Gidenler» 44<br />
TÖRE HİKÂYE YARIŞMASI 45<br />
YIL: 10 SAYI: 111<br />
Her türlü haberleşme adresi :<br />
PK. 211, Kızılay - ANKARA<br />
Abone şartları :<br />
Yurt içi altı aylık : 150 TL.<br />
Yurt içi yıllık : 300 TL.<br />
Yurt dışı yıllık : 750 TL.<br />
Askerî personele, öğretmen<br />
ve öğrencilere yıllık: 250 Tl<br />
Taahhütlü yıllık : 400 TL.<br />
•<br />
Yurt içi havaleler 71978 numaralı<br />
posta çekine; yurt dışı havaleler<br />
Türkiye İş Bankası, Ankara<br />
Gaziosmanpaşa Şubesi<br />
72 numaralı hesaba yapılmalıdır.<br />
•<br />
Kurucusu :<br />
HALİDE NUSRET<br />
ZORLUTUNA<br />
•<br />
Sahibi ve Sorumlu<br />
Yazı İşleri Müdürü :<br />
EMİNE IŞINSU ÖKSÜZ<br />
•<br />
Basıldığı yer:<br />
Emel Matbaacılık Sanayii<br />
Tel: 17 93 05 - 17 34 96<br />
İlân Şartlan :<br />
Tam sayfa<br />
Yarım sayfa<br />
1/4 sayfa<br />
10.000 TL.<br />
5.000 TL.<br />
2.500 TL.<br />
Her hakkı mahfuzdur. TÖRE'de<br />
yayımlanan yazılar, TÖRE Dergisi'nden<br />
yazılı izni alınmadıkça<br />
hiçbir surette iktibas edilemez.<br />
AĞUSTOS : 1980
OKUYUCULARIMIZIN, TÜRK VE İSLÂM ÂLEMİNİN, MÜBAREK RA<br />
MAZAN BAYRAMLARINI TEBRİK EDERİZ<br />
CENÂB-I HAKTAN NİYAZIMIZ, BAYRAMLARIMIZIN BAYRAM OLMA<br />
SIDIR.<br />
TÖRE<br />
«Mardin bağımsız milletvekili Nurettin Yılmaz geçtiğimiz hafta Helsinki'de<br />
toplanan «Dünya Barış Komitesi» Konferansında, «Kürt halkının<br />
ulusal kurtuluş savaşı için destek istediğini» açıkladı.»<br />
Hürriyet, 7 Haziran 1980<br />
«Her çağda, her ülkede, her zaman ortaya çıkabildiği gibi, bizde de sinirleri<br />
zayıf, anlayışı kıt insanlarla birlikte kişisel geçimini ve mutluluğunu yurdun ve<br />
ulusun zararında arayan vatansız alçaklar vardır.»<br />
Atatürk'ün Söylevleri, Ank. 1968, sayfa 4.
YURDA BAŞ DEDİKLERİ BİR<br />
AĞIR ADAKLA GELDİLER<br />
VE ŞU BAYRAKSIZ DÜNYAYA<br />
BAYRAKLA GELDİLER<br />
Arif Nihat Asya<br />
1
TOR E'den<br />
Ağustos; kutlu bir aydır, zaferler ayıdır. Bir kaç devletin, yüzlerce senelik hayatlarında<br />
göremedikleri zaferlerin Türk Ordusu tarafından sığdırıldığı bir tek aym)<br />
adıdır.<br />
Ağustos; Türk bayrağının şanına, Alay sancaklarının pırıltısına göz kırpmadan<br />
bismillah denilip, baş koyup can verilen aydır.<br />
Ağustos; Türk analarının aslan gibi evlâtlarım, kınalı gelinlerin kurt gibi efendilerini<br />
vatan için, ağlamadan, mağrur, kara toprağa verdikleri aydır.<br />
Ağustos; Asena i^e Ergenekon'dan başlayan tarih yazan Büyük Akınla yola çıkan,<br />
Tanrı dağlarındaki, Ay-yıldızlı gök bayrağın Anadolu'nun bağrına çakıldağı<br />
aydır.<br />
Ağustos; Lozan'dan sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk defa kendi millî benliğinin<br />
şuuruna vararak, çevre ülkelerdeki soydaşlarının hakkına sahip çıkmak için dış<br />
bir ülkede TMT yi, (Türk Mukavemet Teşkilâtı - Kıbrıs 1958) kurduğu aydır.<br />
Her Ağustos'da olduğu gibi bu Ağustos'ta da Allah'a şükür, vatanımızın dört<br />
bir köşesinden fark gözetmeden aynı mukaddes gaye uğruna kışlalarımızda toplanan<br />
binlerce vatan evlâdının dudaklarından günde üç öğün yemeklerden önce «Tanrınnza<br />
hamd olsun, Milletimiz varolsun» sadâları eksik olmadı.<br />
Ve nihayet Ağustos, «tarihin şerefini omuzlarındaki apoletlerde taşıyan subaylarımız»(*)Mi<br />
omuzlarındaki apoletlere gökten yıldızların yağdığı aydır.<br />
Biz TÖRE mücahitleri bu hislerle dolu olarak bu sayımızı zaferlerimize ithaf<br />
ediyor, kahraman ordumuza ve onun yiğit mensuplarına, şanlı Türk bayrağını bîr<br />
önceki Ağustos'dan daha yükseklere daha sağlam dikmek için güç, kuvvet, şuur<br />
diliyoruz.<br />
Tanrı Türk'ü Korusun<br />
(*) Töre, Ağustos ayı münâsebetiyle, silâhlı kuvveti erimiz mensuplarına indirimi<br />
uygulama kararı almıştır. Silâhlı Kuvvetlerimiz mensupları da, öğretmen ve<br />
öğrenciler için olduğu gibi, bir senelik abone bedeli olarak, 250 TL. göndermek<br />
suretiyle dergimize abone olabilecekler.<br />
1
BİR<br />
DEĞERLENDİRME<br />
TÖRE İNCELEME<br />
MASASI<br />
Tarihüı garip tecellisi, Otuz Bir Mart<br />
hareketinde gericiler tarafından horlanan<br />
Mekteb-i Harbiye.! Şahane mensubu subay,<br />
1980 Türkiyesinde bu sefer ilerici(!)<br />
ler tarafından kurşunlanıyor.<br />
Bir zamanlar imparatorluğun son se^<br />
nelerindeki nesle, Kafkaslarda, Hindistan'<br />
da, İran'da, Arabistan'da, Libya'da, GaJiçya'da<br />
imparatorluğu yıkılmaktan kurtarmak<br />
için ter, ama çok kere kan döken<br />
nesle, ülkülerinin büyüklüğünden ötürü<br />
gıbta ederdik.<br />
Şimdi galiba biz de tarih yaşıyoruz.<br />
Mesuliyetimiz, o nesilden hiç de az değil.<br />
Güzel İzmir'de duvarlara «Türk askerini<br />
arkadan vur, Rus askerine sel j âm dur» diye<br />
yazılıyoraıuş. Bunu yazanların arasında<br />
yıllar önceki kurtuluşun 9 Eylül'ünü yaşayanların<br />
torunları olduğunu hiç zannetmiyoruz.<br />
Yazanların nesebinin gayri<br />
sahih olduğuna da eminiz. Ama bir gerçek<br />
vardır ki, artık 1980'ler Türkiyesi'nde<br />
Diyarbakır'da, Mardin'de, Kars'ta, İstanbul'da<br />
kızıl komünist anarşistler öldürmek<br />
için ordu mensubu arar hâle gelmişlerdir.<br />
Ve gözlerini kırpmadan şehit etmektedirler.<br />
Türk subayına Cumhuriyet Türkiyesi'<br />
nde sokakta mecbur kalmadıkça üniformayla<br />
gezmemesi, silâhını yanında taşıması<br />
telkin edilmektedir, (ki o silâh ona,<br />
vatan ve milletine düşman olanlara karşı<br />
kullanılmak üzere verilmiştir.) Yüksek<br />
rütbeli komutanlarımız silâhlı muhafızla<br />
gezmektedirler. O halde düşman artık sadece<br />
hudutlarda değildir.<br />
Geçen Ağustos sayımızı ordumuza ithaf<br />
etmiştik. Bir sene geçti. Bu sayımızı<br />
da yine zaferler ayı'mızm —Allah'ın'izniyle—<br />
yaratıcısı kahraman ordumuza ithaf<br />
ediyor ve bir senenin muhasebesine geçiyoruz.<br />
79 Ağustos'undaki Töre'nin ön iç kapağında<br />
Bay Şerafettin Elçi ve Bay Bülent<br />
Ecevit'in bir takım sözleri vardı. Bu<br />
sefer yine aynı yerde Bay N. Yılmaz'm bir<br />
sözü vardır. Ve maalesef bu sözlerin sahipleri<br />
alelade vatandaşlar değillerdir.<br />
Bakan, başbakan ve nihayet sonuncusu da<br />
BİR DEĞERLENDİRME
ir milletvekilidir. (Ki Cumhurbaşkanı<br />
adayı olarak aldığı 80 kadar oyla bir şeyler<br />
isbat etmek istemiştir). Geçen sene<br />
gibi bu sene de , kendilerine Atatürk'ün<br />
verdiği cevabı aynı yere koyduk.<br />
İmparatorluk Türkiyesi'lnde Mealis-i<br />
Mebusân'da Rum, Bulgar, Arap, Ermeni<br />
ilh. gibi mebuslar vardı. Ama o zaman<br />
imparatorluk olmanın tabiî bir sonucu<br />
olan bu hâl, şimdi neyle izah edilebilir ve<br />
kanunî merciler bu beyefendi için ne gibi<br />
usûller düşünebiliri er bilmiyoruz.<br />
Ordu; «gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet<br />
içindeki» politikacılar elinde bu duruma<br />
getirilmiş memleketin bir bölümüdür.<br />
Durumdan rahatsızdır. Ağustos 79 da<br />
Org. N. Üruğ'un «ordunun aslî görevine<br />
dönme isteği» yolundaki bazı sözlerini iktibas<br />
etmiştik. Akıl için yol birdir, herkes<br />
bu konuda hemfikirdir; ama olağanüstü<br />
hallerde, orduyu işlere karıştırmadan<br />
da ülkeyi idareye bir takım kolaylıklar<br />
getirecek «olağan üstü hâl» kamımı<br />
bir türlü çıkarılmamaktadır.<br />
16 Haziran 1980 de yapılan son sıkıyönetim<br />
koordinasyon toplantısında da<br />
komutanlar, anarşinin tırmandığını bazı<br />
bölgelerdeki bölücülük hareketlerinin ve<br />
vatandaşı devlete karşı gelmeye kışkırtma<br />
çalışmalarının sürdürüldüğünü bu çalışmaların<br />
Ankara'da ve bazı siyasî partilerden<br />
de destek gördüğünü sıkı yönetimin<br />
devlet bütünlüğü yönünden bütün<br />
bu zararlı unsurları kontrol altına almaya<br />
çalıştığı ve rejimin çökmemesi için elden<br />
gelen gayreti gösterdiği, ancak yetkilerin<br />
yetersizliğinden mücadelenin yavaş<br />
sürdüğünü bildirmişlerdir *.<br />
Ecevit'in demokratik sıkıyönetiminden<br />
bu yana ne değişmiştir Komutanlar<br />
çoğu yerde aynıdır. Yalnız sıkıyönetim<br />
komutanlarının üstündeki «eşgüdüm» kaldırılmıştır.<br />
Dolayısı ile bölgenin mahallî<br />
özelliklerine göre daha serbest, insiyatifle<br />
hareket edebilmeleri sağlanmıştır.<br />
Bunun sonucu olarak keyfiyet yönünden<br />
anarşik olayların köküne inilmeye<br />
başlanmış, ters orantılı olarak da kuyruğu<br />
sıkıştıralan anarşistlerin yarattıkları olaylar<br />
kemiyet yönünden artmış, fakat bu<br />
defa da yukarıda işaret ettiğimiz gibi ar<br />
tık kahraman ordumuzun mensupları katibece<br />
şehit edilmeye başlanmıştır. Güvenlik<br />
kuvvetlerinin silâh kullanması bir takim<br />
kaidelere bağlıdır. Fakat anarşist,<br />
Mehmetçiğe gözünü kırpmadan, kayda tabi<br />
olmadan basmaktadır kurşunu. Bankanın<br />
kapısında bekleyen er; evet, silâhı<br />
elindedir, eğitimlidir; ama, önünden ge<br />
çen yüzlerce kişiden hangisinin filede veya<br />
torbadaki silâhı çekip, kendine saldıracağını<br />
bilmemektedir, bilemez. Anarşist,<br />
öncelik ve insiyatif sahibidir. Saldıracağı<br />
yeri ve zamanı o seçmektedir, kuvveti<br />
buradan gelmektedir. O halde ona<br />
anlayacağı dilden hitâbetmek gerekir. /<br />
Ne yapılabilir<br />
Önce düşman kimdir ve nasıl mücacele<br />
edilebilir<br />
1. Düşman anarşisttir. Anarşist, kendi<br />
dâhil otorite tanımayan, mevcut her türlü<br />
otoriteyi yıkmayı amaçlayan kimsedir.<br />
Beynelmilel Komünizm de bilindiği gibi,<br />
gayesine ulaşma yolunda anarşiyi en iyi<br />
araç olarak görür. Zaten, bütün olayların<br />
akabinde belli yerlere telefon eden komünist<br />
anarşistler, olayların failleri olduklarını<br />
ifade ederek sahiplenmektedirler. O<br />
halde; bazı çevrelerin şuursuzca «silâhlı<br />
sağ eylemci» dedikleri milliyetçi, anarşist<br />
olamaz. Çünkü bir otoritenin, en yüksek<br />
otoritenin, devlet otoritesinin sağlanması<br />
yolunda fikrî mücadele vermektedir.<br />
2. Düşman, komünist anarşist olduğuna<br />
göre, Bay Ecevit ve bütün yeni, eski<br />
tüfekler ne kadar bağırırsa bağırsın,<br />
devletin birliğini, bütünlüğünü korumak<br />
ve kollamakla görevli bütün güçler (bu<br />
arada sıkıyönetim gereği, karşı-karşıya<br />
kalabileceği için ordu da) komünist anarşistin<br />
çalışma usulleri ile ona karşı koyma<br />
şekilleri konusunda eğitilmelidir.<br />
3. Yakalanan yüzlerce anarşist'inr<br />
a. İlerde şu veya bu sebeplerle affolma<br />
ümitlerinin kökünden kazınması.<br />
b. Kaçamıyacak şekilde hapsedilmesi..<br />
c. Süratle yargılanarak, cezaların infazı<br />
(Şeyh Sait îsyanı'ndaki ve Menemen<br />
4 TÖRE İNCELEME MASASI
olayındaki muhakeme sür'ati örnek verilebilir.)<br />
gerekmektedir.<br />
Bu şekilde komutanlarının da ifade<br />
ettiği gibi aslî görevinden uzaklaştığı için<br />
istemediği bir savaşta istemediği usullerle<br />
mücadele etmek durumunda kalan ordumuz<br />
ne haldedir.<br />
(Son günlerde, sağda Nazlı Ilıcak,<br />
solda da Yankı Dergisi, terör olayları karşısında<br />
çaresiz kalındığım ileri sürerek<br />
suçu orduya yüklemektedirler. Kanaatimizce<br />
haksızlık ediyorlar. Ordu da Tür.<br />
kiyenin bir parçasıdır. Türkiye şartları<br />
içinde mücadele etmektedir. Politik af<br />
oyunları, hapishanelerden adam kaçırmalar,<br />
mahkemelerin ağır işleyişi, verilen<br />
idam cezalarmm infaz edilemeyişinden<br />
ordu ne dereceye kadar sorumlu tutulabilir<br />
Ordu en fazla komünist anarşiste<br />
karşı mücadele usullerinin iyi tatbik edilip<br />
edilmediğinden sorumlu olabilir.)<br />
«Türkiyenin disiplini ve özverisi ile<br />
dikkati çeken büyük silâhlı kuvvetler topluluğu,<br />
olanaksızlıkların en büyüğünün<br />
içinde bulunuyor. Elindeki silâhlar ikinci<br />
dünya savaşının silâhlan. Araçları,<br />
uçakları, gereçleri artık neredeyse isimleri<br />
bile unutulmuş batı envanteri içinde<br />
sayılıyor. Bu durumu NATO'hun kilit noktalarındaki<br />
her görevli biliyor.<br />
Böylece olan Türk Silâhlı Kuvvetlerine<br />
oluyor. Türk askeri, NATO'nun diğer<br />
askerlerinin içinde bulundukları koşullardan,<br />
onlarca yıl geride kalmış olaylar<br />
içinde görev yapmaya çabaliyor.» 2<br />
«Türkiye, Ankara'daki NATO Dışişleri<br />
Bakanları Konseyi öncesinde Nato'ya<br />
Özel ve çok ivedi bir çağrıda bulunmuş,<br />
Türk ordusunun kritik durumdan kurtarılabilmesi<br />
için derhal 150 milyon dolarlık<br />
bir özel fon kurularak bundan en düşük<br />
düzeye inen savaş stoklarının, öncelikle<br />
yedek parça gereksinmelerinin karşılanmasını,<br />
ek olarak da 700 bin ton ham<br />
petrol, 20 bin ton yüksek oktanlı jet yakıtı<br />
ve yağ sağlanmasını istemiştir. Bir<br />
NATO yetkilisine göre Türk Ordusunun<br />
yakıt sorunu çok kritik bir duruma girmiş<br />
ve altı aylık stoku dahi kalmamıştır.<br />
Ordunun altı aylık yakıt harcaması 200<br />
milyon dolar, benzin ise 20 milyon dolan<br />
bulmaktadır. Nato yetkililerine göre Türk<br />
ordusunun bu derece ciddî ve kritik durumdan<br />
kurtarılabilmesi için en kısa sürede<br />
400 milyon dolara ihtiyaç vardır.» 3<br />
Ve yine Brüksel'de Nato merkezindeki<br />
askeri çevreler, Rusya'nın Türk silâhlı<br />
kuvvetlerinin içinde bulunduğu durumu<br />
bildiğini, Türkiye'nin askerî bakımdan<br />
takviye edilmesi gerektiği bilinci için<br />
de de olduklarını söylemektedirler 4 .<br />
Zayıflığı, güçsüzlüğü böylece Nato ilgililerince<br />
de malûm olan Türk Ordusu'<br />
nun moral gücü bu şekilde iken, personelin<br />
maddî gücü yahut güçsüzlüğü nasıldır<br />
«Türkiye'nin bir avuç organize, sosyal<br />
haklara sahip işçisi mutlu azınlıktır.<br />
Bunların ülkeyi karışıklık içine sokmasına<br />
izin verilemez. (Demirel'e atfen)... Çünkü<br />
Demirel, silâhlı kuvvetlerin üst kademelerinin<br />
de bu haksız durumdan rahatsız<br />
olduklannı bilmektedir... İşçilerin,<br />
toplu sözleşmeler yoluyla aldıklan ücret<br />
artışlan ve haklar, bir çok devlet memuru,<br />
asker ve teknik eleman için ulaşılabilir<br />
hak ve ücretler değildir.» 5<br />
Öte yandan aynı dergi, şu enteresan<br />
fikirleri de ileri sürmektedir:<br />
«Burjuvazinin yeni liderliği, 27 Mayıstan<br />
aldığı dersle, orduya daha bir özenle<br />
BİR DEĞERLENDİRME 5
Deryaları kan, taşları bitmez kemik olsa,<br />
Bir son nefesin aynı olup bitse nesîmi<br />
Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ,<br />
Çekmez kürenin sırtı o tâbût-i cesîmi.<br />
MİTHAD CEMÂL<br />
ve anlayışla yaklaşıyor. Bir cazibe politikası<br />
izliyor. Geçen yirmi yılda bu yaklaşım<br />
sonucu ordu mensupları avantajlarla<br />
sanki kuşatılmak istenmiştir. Aslında bîr<br />
memur olan subay, DP döneminde küçümsenirken,<br />
şimdi eşitler arasında birinci<br />
mevkiine getirilmektedir. Böylece ordu,<br />
çeşitli, yasal ve fiilî ayrıcalıklarla liberal<br />
ekonomi düzenine bütünleşmeye yönlendirilmiş<br />
olacaktır, işte bu süreçtir ki,<br />
başka süreçler yanısıra, Ordu'nun ilericilikten<br />
nötralizme, devrimcilikten konformizme<br />
yönelmesine neden olmuştur...<br />
Bugün Türkiyede ordu'dan beklenecek<br />
ve istenecek en önemli katkı, demokrasiye<br />
saygı olmalıdır. Zaten artık ordunun<br />
siyasal düzende topluma vereceği<br />
pek bir şey kalmamıştır. Bundan sonra<br />
topluma yenilikler getirmek yerine demokratik<br />
kazanımlarm kıskançlıkla korunması,<br />
herhalde ordunun aslî görevi dışındaki<br />
başlıca işlevi olacaktır.»( 6 )<br />
Diğer bütün okumuşlara olduğu gibi<br />
işçiye de daha fazla sosyal hak(!) tanıyacaksın,<br />
buna demokratik kazanma diyeceksin,<br />
ve ordudan, bu durumu yani bir<br />
sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf üzerindeki<br />
üstünlüğünü korumasını bekliyeceksin.<br />
Arkadan silâhlı kuvvetler mensubunun<br />
sosyal hakları(!) biraz iyileşince de<br />
nötralizme ve konformizme kaydığını söyleyeceksin.<br />
Allah Allah.. Yani işçiden daha<br />
az bir hakla ilerici olmasını istiyorsunuz,<br />
işçi sınıfının kazanılmış haklarının<br />
savunuculuğunu yapmasını istiyorsunuz.<br />
Ama beyler ordu, Türk ordusu, bir sınıf m<br />
ordusu değildir ki.. Milletin, Türk milletinin<br />
ordusudur.<br />
i<br />
Gerçi silâhlı kuvvetler mensupları kilitlenen<br />
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde<br />
şimdiye kadar en yüksek oy alan iki ciddî<br />
adayın da (karşı dünya görüşüne sahip<br />
olmalarına rağmen) eski asker olmalarından<br />
ve Nato toplantısında batılı ülke<br />
temsilcilerinin «neden cumhurbaşkanı se<br />
çemiyorsunuz» diye sual tevcih edilen<br />
kimsenin Genel Kurmay Başkam olmasından<br />
ve onun aynı mealde bir suali Turan<br />
Güneş'e tevcih ettiğinde verilen cevabın<br />
«Paşam galiba ilk defa bize bıraktınız,<br />
öğrenene kadar epey vakit geçecek»<br />
şeklinde olmasından açığa vurulmayan<br />
manevî memnunluk duymaktadırlar; ama,<br />
hâlâ bir takım maddî zorluklar içindedirler.<br />
OYAK sömürüsünden Atğm. den<br />
Albay'a kadar kimse memnun değildir.<br />
En ufak bir tayinde ev eşyasını yeni garnizona<br />
nakletmek 50.000 liraya malolmaktadır.<br />
Verilen harcırah ise 20.000 lirayı<br />
ancak bulmaktadır. Askerî hastahanelerde<br />
hocaların kliniklerde parayla sivil hastalan<br />
öncelikle muayene ve ameliyat ettikleri<br />
söylenmemektedir; ama, sağlık hizmetleri<br />
gene de kifayetli değildir. Doğu'<br />
da bazı lise öğretmenlerinin ard niyetle<br />
Harbokulu'na öğrenci sokmak için imtihana<br />
hazırlık kursları açarak kitle halindo<br />
doğulu öğrencinin Harbokulu'na giri-<br />
6 TÖRE İNCELEME MASASI
sini kolaylaştırdığı dedikoduları ise can<br />
sıkmaktadır.<br />
Son günlerde de AP ve CHP parti liderleri<br />
ordunun politikaya çekilip çekilmemesi<br />
meselesini kamuoyu önünde münakaşa<br />
etmeye başladılar: Çekersin, çekemezsin..<br />
— Ordumun esas görevi nedir<br />
— Hudutları beklemek.<br />
— Şimdi ne yapıyor<br />
— îç güvenlik görevi ile uğraştığı için<br />
Hudut görevinde zaafiyetle karşı karşıyadır,<br />
îç güvenlik görevini ifa ederken, diğer<br />
güvenlik kuvvetleriyle beraber iç düşmana(*)<br />
karşı olan mücadelesinde anarşist<br />
kurşunlarına hedef olmaya başlamıştır.<br />
Bu kurşunlar er, assubay, asteğmen'<br />
den Tümgeneral rütbesine kadar ulaşmıştır.<br />
— Bu durumdan fayda uman kimdir<br />
— Dış düşmanlar ve onların yurt içindeki<br />
işbirlikçileri<br />
— Kimdir bunlar<br />
— Devletin ordusu ve milletiyle bir<br />
ve bütün ve kuvvetli olmasını isteyen<br />
milliyetçiler mi Yoksa Devletin, zayit<br />
düşerek parçalanıp dış tesirlere açık olmasını<br />
isteyen komünistler mi<br />
Durum ve şartlar bu merkezde iken<br />
politikacıların ordu ile hiç ilgilenmemeleri,<br />
ordu ile ilgili îâf söylememeleri, söylemeye<br />
mecbur kalınca da bir değil bin<br />
kere düşünmeleri gerekir kanaatindeyiz.<br />
Politikacılar gelip geçicidir. Fakat Türk<br />
ordusu 2000 küsur yıldır vatan, millet ve<br />
bayrağın koruyucu sudur ve bu görevi elhâk<br />
başarıyla yapmıştır.<br />
(*) Org. Evren «Düşmanı İçimizde) Yankı<br />
Sayı 465 Mart 1980 sayfa 20.<br />
(1) Hürriyet 17-6 1980.<br />
(2) Yankı Sayı 478 Sayfa 34.<br />
(3) Milliyet 21-6-1980.<br />
(4) Yankı Sayı 482 Sayfa 17.<br />
(5) Yankı Sayı 464 Sayfa 34.<br />
(6) Yankı Sayı 478 sayfa 6.<br />
«Ben, ordumuzun mevcudiyetini ve kuvvetini paramızla mütenâsip bulundurmak<br />
nazariyesini kabul edenlerden değilim. «Para vardır, ordu yaparız; para bitti,<br />
ordu inhilâl etsin.», benim için böyle bir mesele yoktur. Efendiler! Para vardır veya<br />
yoktur; ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır.»<br />
ATATÜRK<br />
BÎR DEĞERLENDİRME 7
(Gürbüz Azak)<br />
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;<br />
Biz uğruna can verdiğimiz anda göründü.<br />
Gül yüzlü bir âfetti ki her busesi lâle;<br />
Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!<br />
Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber:<br />
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.<br />
Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden!<br />
Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden<br />
YAHYA KEMÂL BEYATLI<br />
(Mohaç Türküsü'nden)
KAŞKAYLARLA HİSSETMEK<br />
HÜSEYİN MÜMTAZ<br />
Fazla detaylara inmeden, yandaki tablolara şöyle bir göz atıldığında<br />
İran'ın aslında bir Türk devleti olduğu kolayca görülecektir. 1925 senesine<br />
kadar 9 asır boyunca İran'a hâkim olan Safevî, Afşar, Kaçar., hanedanlarının<br />
hepsi de Türk idiC 1 ).<br />
Yılmaz öztuna'ya göre 16'ncı asır sonlarında dünyada mevcut dört<br />
büyük Türk İmparatorluğundan biri de Iran Türk İmparatorluğu idi( 2 ).<br />
(Diğerleri Osmanlı Türk İmparatorluğu, Hindistan Türk İmparatorluğu,<br />
Türkistan Türk İmparatorluğu.)<br />
Hal böyleyken 1925 senesinde Rıza Şah'm Türk Kaçar hanedanını yıkarak<br />
azınlık olan Farslarm 2000 yıllık(!) Pers hâkimiyetini tesisi kanaat<br />
ımızca 1977 senesinden bu yana İran'ın içinde bulunduğu karışıklıkların<br />
baş sebebidir.<br />
Görüldüğü gibi İran, çok farklı etnik grupların meydana getirdiği bir<br />
moyazık manzarası arzetmektedir. Tabiî hal, nüfusun % 42.8 ini teşkil<br />
eden Türklerin hakimiyetindeki bir İran'dır. Gayri tabiî olan ise, diğer<br />
herhangi bir azınlığın hâkim olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Fars et~<br />
nik azınlığının zorla üstünlüğünü ve bir takım cebrî tedbirlerle devamını<br />
sağlayan, ancak bu hal eşyanın tabiatına aykırı olduğu için yıkılmaktan<br />
kurtulamıyan şah idaresinin yerine Humeyni'nin nüfusun çoğunluğunu<br />
(% 96.7) ihtiva eden din motifiyle bir senteze gitmesi daha birleştirici ve<br />
akılcıdır. Gerçekten İran Fars Devleti derseniz, nüfusun % 60 küsurunu<br />
(1) Büyük Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna Cilt 7, Cilt 11 sayfa 480, Sözlük<br />
(2) Aynı eser<br />
9
karşınıza alırsınız ama İran İslâm Cumhuriyeti derseniz, nüfusun % 96.7<br />
sine hitab etmiş ve yanınıza almış olursunuz.<br />
Ancak bu sefer de başka problemler ortaya çıkmaktadır.<br />
İran<br />
1. Türkler<br />
2. Farslar<br />
3. Kürtler<br />
4. Azınlıklar<br />
5. Araplar<br />
6. Belûciler<br />
TOPLAM<br />
TABLO - 1<br />
- ETNİK<br />
15.000.000<br />
13.400.000<br />
3.000.000<br />
1.515.000<br />
1.000.000<br />
1.000.000<br />
34.915.000<br />
% 42.8<br />
% 382<br />
% 8.5<br />
% 4.2<br />
% 2.8<br />
% 2.8<br />
TABLO . 3<br />
İran - TÜRKLER<br />
1. Azeriler<br />
10.000.000<br />
2. Kaşkaylar<br />
1.000.000<br />
3. Af şarlar<br />
; 1.000.000<br />
4. Şahsevenler<br />
400.000<br />
5. Kaçarlar<br />
50.000<br />
6. Karapapaklar<br />
50.000<br />
7. Hamseler<br />
200.000<br />
8. Kengerlü<br />
150.000<br />
9. Karadağlı<br />
220.000<br />
10. Neferler<br />
150.000<br />
11. Horasanî ve Boçağgı 150.000<br />
12. Kareyîler<br />
300.000<br />
13. Türkmenler<br />
1.000.000<br />
TABLO - 2<br />
İran - DİN<br />
1. Müslüman % 96.7 (Şü x % 90)<br />
Sünni % 10<br />
Bahai %0 3)<br />
2. Hristiyan % 3.3<br />
*<br />
TABLO - 4<br />
İran -<br />
°/o<br />
%<br />
%<br />
%<br />
%<br />
%<br />
%<br />
%<br />
°/o<br />
DİN, ETNİK<br />
1. Türkler<br />
2. Farslar<br />
3. Kürtler<br />
4. Azmlıklır<br />
5. Araplar<br />
6. Belûciler<br />
80 Şii-Azeri ve diğerleri<br />
20 Sünni, Kaşkay, Afşar,<br />
Türkmen<br />
100 Şii<br />
80 Sünni<br />
20 Şii<br />
100 Hristiyan<br />
80 Sünni<br />
20 Şii<br />
100 Sünni<br />
Müslüman nüfusun % 90'ı şiî, % 10'u sünnîdir. Ve bu karakteriyle<br />
İran, hakikî bir şiî devletidir. Ve yine bu hususiyeti maalesef İran Türk<br />
İmparatorlukları, bilhassa İmparatorluk ve Cumhuriyet Türkiyesi ile devamlı<br />
çatışma içinde bulundurmaktadır( 3 ).<br />
İran Türklerinin % 80'i Şiî (Azeriler ve diğer Türk boylan), °/o 20'<br />
si Sünni (Kaşkaylar, Af şarlar, Türklerler(dir. Enteresan olan odur ki.<br />
iki grup da ayrı sebeplerle Cumhuriyet Türkiye'sine sempati beslemektedirler.<br />
Din motifinin ağır bastığı Şiî Azeriler, Atatürk Sünni halifeliği<br />
yeryüzünden kaldırdığı için; ırk motifinin ağır bastığı Sünni Kaşkay, Afşar<br />
ve Türkmenler ise din motifinden daha kuvvetli başka bir takım hissî<br />
sebeplerle Cumhuriyet Türkiye'sine bağlıdırlar. Zaten asırlardır İran'da<br />
oynanan oyun, Türklere Türklüklerini unutturarak, ırkî (millet) değil<br />
ama dinî (cemaat) bir toplum oldukları inancını vermek üzere yürütülmektedir.<br />
(3) Aynı eser<br />
10 HÜSEYİN MÜMTAZ
Hattâ en son bu maksatla (Türkiye ile Azerbaycan'ın ilgisini kesmek<br />
için) ve şuurlu bir şekilde İran kürtleri Türk-îran sınırına bir dil gibi sarkarak,<br />
bütün hudut karakollarını kontrolları altına almışlardır. Türkiyeyi<br />
İran'a bağlıyan demiryolu bunların hâkimiyeti altında olup kapalıdır.<br />
Bu kısa genel değerlendirmeden sonra asıl üzerinde durmak istediğimiz<br />
konuya geliyoruz. Kaşkailer veya Kaşkaylar.<br />
15 milyonluk İran Türklüğünün 1 milyonluk ve sunni bölümünü teşkil<br />
eden şanlı, muhteşem bir uruktur Kaşkaylar. O kadar mücadeleci, şeref<br />
ve haysiyetlerine düşkündürler, o kadar Türk ve Türkiye'ye bağlıdırlar<br />
ki, önceleri Erdebil yöresinde sakin bulundukları halde, Türkiye ile<br />
ilgileri kesilsin, fazla alış verişleri olmasın ve etkilenmesinler diye 16 ncı<br />
yüzyılda Şah İsmail Safevî tarafından halen bulundukları Fars bölgesine<br />
(Hazer'in güneyi) nakledilmişlerdir.<br />
Aslen Oğuz boyundan kopma bir uruk olup Kaşkaylarm, Cengiz Han<br />
zamanında onunla beraber İran'a geldikleri, Hülâgû Han zamanında ise<br />
Kafkasya eteklerine kadar indikleri/bir kısmının ise Akkoyunlu olduğu<br />
nakledilmektedir( 4 ).<br />
Hâlâ yarı göçebe bir hayat yaşarlar. Göçleri bütün İran için mühim<br />
bir hadisedir. Oldukça büyük bir sahada hareket halinde olduklarından,<br />
tesirleri çok fazladır. Oldukça düzenli, örfe dayanan göç gelenekleri ile<br />
idare sistemleri vardır. Bu gün bile İl-Hanlıkla idare edilirler. Ayrıca<br />
mümtaz sınıftan sayılan İlhan ailesi dışında Kalantar, Kethüda, Ra'ye,<br />
Taheke-i Post, gibi tabakalarda mevcut olup, bütün idare bozulmamış<br />
Türk töresine göre yürütülür( 5 ).<br />
Oymak teşkilâtlarını şöyle özetleyebiliriz. El, boylara (taife), boylar<br />
obalara (tîre), obalar da ailelere (ocak) ayrılır. Elin başında İl-han<br />
boyların basında Gelânter, (boy beği), obaların başında da Kethüda unvanlı<br />
reisler bulunmaktadır. İl-Beği ise İl-Han'm vekili olup elin idaresi<br />
fiilen onun elindedir.<br />
Ancak İl-Beği, İl-Han'm mutlaka oğlu veya kardeşi gibi en yakın akrabaları<br />
arasmdandır. İl-Han ise mutlak surette Hân ailesinden ve şah<br />
lar tarafından seçilir( 6 )<br />
En dikkati çeken boy ve obaları ise, Bayat (Oğuz), İğdü (Oğuz), Beğ<br />
dili (Oğuz), Çarıhlu (Oğuz), Kaçarlu, Şamlu, Ağaçerî, (Karakoyunlu),<br />
Haîac, Musullu (Akkoyunlu), Oryad (Moğol ) dur( 7 ).<br />
El'in en önemli özelliği, kuvvetli bir töreye sahip olmasıdır. Her ko-<br />
(4) Dilde, Fikirde, İşde Birlik Sayı 3 Sayfa 227 Prof. Dr. Muharrem Ergin.<br />
(5) Türk Dünyası El Kitabı-Sayfa 1115.<br />
(6) Türk Kültürü Sayı 120 sayfa 15, Prof. Dr. Faruk Sümer.<br />
(7) Aynı kaynak.<br />
KAŞGAYLARLA HİSSETMEK 11
nu ile ilgili meseleler kaideye bağlanmış olup, Han'dan en basit Kaşkaya<br />
kadar bütün El halkı bunlara titizce riayet etmekle mükelleftir.<br />
Kaşkayların İran siyasî sahnesindeki belli başlı rollerini ise şöyle<br />
özetleyebiliriz: ( 8 )<br />
1. 1917 Kaşkay İl-Han'ı Savlet-üd Devle'nin İran hükümeti ile baskınlar<br />
yapmayacağı hakkında anlaşma imzalaması.<br />
2. 1918 Savlet'üd Devle'nin hâkim İngilizler ve İran hükümetine<br />
karşı bir konfederasyon kurmak için giriştiği muvaffakiyetsiz isyan teşebbüsü.<br />
3. 1930 Rıza Şah'm, diğer aşiretler gibi Kaşgayları da silâhtan tecrit<br />
ve zorla iskânı İl-Han Savlet'üd Devle'nin hapsedilmesi, vefatı.<br />
4. 1941 Eski duruma dönüş.<br />
5. 1941 kendilerine sığınan iki Alman casusunu, töreye aykırıdır<br />
diye teslim etmeyince, Ingiliz-İran ortak saldırısına uğradılar. Zamanın<br />
Türkiye elçisi Cemal Hüsnü Taray'm çabalarıyla imhadan kurtuldular ( 9 ).<br />
6. 1943 Ellerinden alman toprakları geri almak için isyanları, Samiran<br />
kalesini zaptedip, 3 Albay ile 200 askeri öldürmeleri, Ağustos'da<br />
hükümet ile anlaşmaları.<br />
7. 1944 Anti-Komünist tutumları dolayısı ile İran Tudeh ve Rus<br />
Komünist partileri tarafından İran'ı parçalamak istedikleri gerekçesiyle<br />
protesto edildiler. Onlar da kabinedeki komünist bakanların alınması<br />
için Bahtiyarî aşireti ile birlikte isyan ettiler. Şiraz'a kadar geldiler. 17<br />
Ekimde hükümet isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.<br />
8. 1953 Musaddık'm serbest bırakılması için ayaklandılar.<br />
9. 1959-62-63 Toprak meselesi ile ilgili olarak İran hükümetiyle muharebeye<br />
giriştiler.<br />
Ve nihayet İ980 senesinde gazetelerden öğrendiğimize göre( 10 ) İl Han<br />
Hüsrev Han, Amerikalılar hesabına çalıştığı bahanesiyle mollalar tarafından<br />
hapse götürülünce, Kaşkaylar bir kere daha isyan ederek Firuzâbad-Şiraz<br />
yolunu kapattılar. Çıkan çatışmada 2 İranlı subay ile 8 Devrim<br />
muhafızı öldü. 20 Kaşkaylı şehit oldu. Kaşkaylar İl-Hanlan gelmeden hareketi<br />
durdurmayacaklarını bildirdiler.<br />
En son durumu bilemiyoruz..<br />
Görüldüğü gibi İran aslında bir Türk devletidir. Bünyesindeki Türklerle<br />
iyi geçinmek, hele onlarla gönül birliği içinde olacak bir Cumhuriyet<br />
Türkiyesi ile hiç kötü olmamak mecburiyetindedir. Türkiye Cumhuriyeti<br />
de İrandaki soydaşlarına karşı olan tutumunu bir daha gözden geçirmelidir.<br />
(8) Türk Kültürü, Sayı 56, Sayfa 57. C. Orhonlu.<br />
(9) Dilde, Fikirde, İşde, Birlik Sayı 3, Sayfa 217.<br />
(10) Tercüman 10-6-1980..<br />
12 HÜSEYİN MÜMTAZ
Gürbüz Azak<br />
MEHMET ÂKÎİ<<br />
His yok, hareket yok, acı yok... Taş mı kesildin<br />
Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin!<br />
Kurtulmaya azmin, ne için öyle süreksiz<br />
Kendin mi, yoksa ümidin mi yüreksiz<br />
Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk,<br />
Ye's öyle bataktır ki düşersin boğulursun<br />
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!<br />
Ey elleri böğründe kalan şaşkm adam, kalk!<br />
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;<br />
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!<br />
Feryadı bırak kendine gel, çünkü zaman dar,<br />
Uğraş ki telâfi edecek bunca zarar var.<br />
M. ÂKÎF<br />
(Hakkın Sesleri'nden)
İRAN'DA SEKİZ GÜN (2)<br />
Doç. Dr. Ahmet BICAN ERCİLASUN<br />
Savalan'a ikinci gün öğleden<br />
sonra Ali Tebrizî'yi görmek istediğimizi<br />
söylemiştik. Kendisinin meşgul<br />
olacağını bildiğimiz için bizi Tebrizî'ye<br />
bırakmasını rica etmiştik. Savalan,<br />
kat'iyen razı olmadı. Tebrizî<br />
çok iyi tanıyor ve onunla sık sık<br />
görüşüyordu. Daha çocuk denecek<br />
yaşta iken Ali Tebrizî'nin yanma gitmiş,<br />
onun telkinleriyle olgunlaşmıştı.<br />
Beni bu mübarek adamın sohbetinden<br />
mahrum etmeyin, dedi. So<br />
nunda Tebrizî'ye ertesi gün hep beraber<br />
gitmeğe karar verdik. Sabah,<br />
Savaları bizi otelimizden aldı. Ali<br />
Teibrizî'nin Şehir Parkı karşısında<br />
bir dükkânı vardı. İran'a hareketimden<br />
bir gün önce Kızılay'da, tarih<br />
doçenti olan arkadaşım İsmail<br />
Aka'ya rastlamıştım. Aka, birkaç yıl<br />
önce İran'da iki sene kadar kalmıştı.<br />
Tebrizî ile tanışıyordu. Ayaküstü<br />
Tebrizî'nin adresini bana yazdırdı :<br />
Kitâbfurûşî'yi Atropat, Rûberû-yı<br />
Park-ı Şehr 1 . Aka'dan ayrıldıktan yir<br />
mi dakika sonra Kocabeyoğlu geçidi<br />
ndeki Turhan Kitabevi'ne girmiş,<br />
kitaplara bakıyordum. O sırada telefonla<br />
konuşan dükkân sahibi İlhan<br />
Bey'in karşısındakinin sorusuna cevaben<br />
«rûberû» kelimesini izah ettiğini<br />
duydum. Ankara'nın ortasında,<br />
Kızılay'da yirmi dakika ara ile «rûberû»<br />
kelimesiyle karşılaşmak doğrusu<br />
çok tuhafıma git imiş ti. Bunu<br />
düşündükçe hayretim artmış; Tahran'daki<br />
Şehir Parkı'nm «rûberû»<br />
yunda (karşısında) göreceğim Ali<br />
Tebrizî'yi daha çok merak eder olmuştum.<br />
Kitaplarla dolu bir dükkâna<br />
girdik. Sakalları hafif uzamış<br />
ve kırlaşmış, elinde pipo, tıknaz, orta<br />
boyîu adam bizi karşıladı. Yorulmuş<br />
ve çile çekmiş bir yüz ifadesi<br />
vardı. Kısık gözleri yorgundu; fakat<br />
parlıyordu. Uzun uzun tanışmağa lüzum<br />
yoktu. Bin yıl önce Sır Derya<br />
boylarından Horasan'a, Horasan'dan<br />
Azerbaycan'a akan Oğuz ordularında<br />
beraber bulunmuştuk. İki bin yıl<br />
önce Orhun'dan kalkıp Çin içlerine<br />
akın yapan Hun ordusunda birlikte<br />
çarpışmıştık. Binlerce yıldan beri<br />
tainışıyorduk ve dostluğumuz daha<br />
binlerce yıl devam edecekti. Gözleri<br />
kısık, yorgun adam iki bin yaşında<br />
bir tümen başı gibiydi. Asırların ötesinden<br />
ağır ağır konuştu. Orhun'dan,<br />
14
Altaydan, Herat'tan, Kerkük'ten haberler<br />
verdi. Balkanlardan, Kıbrıs'<br />
tan, İstanbul'dan haberler sordu.<br />
«Haydar Biriöz'ü tanıyor musunuz>><br />
dedi. Çok iyi tanıdığımızı ifade ettik.<br />
Diriöz, yıllarca önce İran'da kültür<br />
ateşeîiğimizi yapmış; oradaki<br />
tâlii zebun Türklerin hemderdi olmuştu.<br />
Konuştuğumuz Türklerin bir<br />
kısmı kendisini tanıyorlar, hakkında<br />
takdirkâr sözler söylüyorlardı.<br />
Tebrizî de «o ne mükemmel Türktü»<br />
diye takdirlerini ifade etti. Sonra<br />
İsmail Aka'yı ve selâmlarını söyledim.<br />
Gözleri kısık, yorgun adam hâlini<br />
sordu, «çok iyi» dedim, «şimdi<br />
tarih doçenti., iyi bir âlim» dedim,<br />
adam güldü, neş'elendi, zindeleşti.<br />
Bir ara Ötüken dergisini ve Atsrz'ı<br />
sordu. Birkaç yıldır Ötüken eline<br />
geçmiyormuş. «Ötüken artık çıkmıyor»<br />
dedim, «çünkü artık Atsız yok».<br />
Dondu kaldı, gözleri buğulandı. «Büyük,<br />
çok büyük bir Türktü» dedi,<br />
gözyaşlarını yüreğine akıttı. Sonra<br />
Ermenilerden açıldı söz. Türk devleti<br />
niçin bunlara hadlerini bildirmiyordu.<br />
Niçin Türkiye'deki Ermenileri<br />
toplayıp misilleme yapmıyordu.<br />
Bu konuda İran'daki Türkler ne kadar<br />
hassas idiler. Devletimizin hareketsizliği<br />
onları son derece üzüyor,<br />
mahcup ediyordu. Onların sitemleri<br />
yanında biz daha da mahcup olduk.<br />
Tahran'da bulunan Ermenilerin<br />
de zaman zaman Türkiye aleyhinde<br />
nümayişler yaptıklarını öğrendik.<br />
Bir defasında Türk elçiliğinin etrafında<br />
bağırıp çağırmışlar. Yollarda<br />
gezerken, duvarlardaki irili ufaklı<br />
yazılar arasında Ermenilerinkine de<br />
Erciîasun, Savalan, Karaca<br />
rastlamıştık. Anlaşılan İran'daki<br />
azatlık onlara da yaramış, duvarlara<br />
«merg ber-Türkiye (Türkiye'ye ö^<br />
lüm)» diye yazmışlardı. Tebrizli Ali,<br />
bunlardan nefretle bahsetti. Ermeni<br />
suikastlerine mukabil Kıbrıs harekâtımız<br />
onları ne kadar çok sevindirmişti.<br />
«O gün» diyordu Savalan,<br />
«işe gitmedim». «Hanıma ve çocuk<br />
lara, kalkm bugün bayram, dedim<br />
ve hep beraber dışarı çıktık. Çocuklara<br />
yeni elbiseler, oyuncaklar aldık;<br />
neş'e içinde bir bayram günü yaşadık.»<br />
Altı sene evvel... Ordularımızın<br />
Girne'den Kıbrıs'a çıktığı gün...<br />
Tahran'da bir Türk, Tahran'da Türkler<br />
bayram yapıyorlardı. Gözlerim<br />
buğulandı... Altı yıl geriye çekildim<br />
Altı yıl geriye ve batıya çekildim. Salihli'de<br />
bir büyük Kazak Türk'ünün,.<br />
Ali Bek Hakim'in evinin balkonunda<br />
eşimle birlikte sabahın ışıklarını seyrediyordum.<br />
Radyolardan «orduları-<br />
İRAN'DA SEKİZ GÜN 15
mız Kıbrıs'a çıktı» sesleri yankılanıyor...<br />
Sevinç gözlerimden boşanıyor...<br />
Altı yıl önce bir yaz sabahı,<br />
Türk orduları Kıbrıs'a çıkıyor... Altı<br />
yıl önce bir yaz sabahı, Kıbrıslı bir<br />
Oğuz Türk'ü ve İstanbullu eşi, Salihli'de<br />
bir Kazak evinde gözlerinden<br />
sevinç akıtıyorlar... Altı yıl önce bir<br />
yaz sabahı, Tahran'da bir Azerî Türk'<br />
ü, bir Azeri ailesi bayramlıklarını gi<br />
yiyor... Altı yıl önce bir yaz sabahı,<br />
Taşkent'te bir Özbek Türk'ü... Ne<br />
büyüksün Türklük!.. Akdeniz'in mavi<br />
dalgalarını yararak giden bir hücumbotunun<br />
motor sesi Almaata'dan Üsküb'e<br />
kadar yankılanıyor...<br />
Ali Tebrizî bizi yemeğe götürdü.<br />
Sonra evine gittik. Üst katta bir oda<br />
kendisine ayrılmıştı. Odada büyük<br />
bir radyo, mükemmel bir ses alma<br />
makinası ve büyük bir daktilo vardı.<br />
Yerde de halılar. Başka şey yoktu.<br />
Yere bağdaş kurduk. Tebrizî bu<br />
odada radyosunun düğmesini çevirir,<br />
Türk dünyasının her tarafından<br />
haber almağa çalışırdı. Baku'yu dinlerdi.<br />
Ankara'yı, istanbul'u dinlemek<br />
isterdi. Fakat heyhat... Ankara'<br />
nın sesi Tebrizî'ye ulaşamazdı. Bizim<br />
radyolarımız ve televizyonları<br />
mız adetâ özel olarak ayarlanmış;<br />
sesimiz ve resmimiz, sınırlarımızın<br />
bir adım ötesine ulaşmasın diye âdeta<br />
özel olarak gayret gösterilmişti.<br />
Ali Tebrizî bundan uzun uzun şikâyet<br />
etti. Daktiloda şiirlerini yazıyordu.<br />
Bazan kendisini zindana götüren<br />
yazılar ve şiirler bu tuşlarda şekillenmiştiler.<br />
Teypten müzik dinledik.<br />
Tebrizî'nin sesinden şiirlerini dinledik.<br />
Kerkük'ten birkaç yıl önce Teb-<br />
16<br />
rizî'yi ziyarete gelmiş bulunan Türlerin<br />
seslerini, seyahat intibalarıni<br />
dinledik. «Ben Kerküklü Kerîm oğlu<br />
Suphi...» diye başlayan Kerküklü<br />
konuşmalar bazan «yaşasın dünya<br />
Türklüğü!», bazan «Tanrı Türk'ü korusun!»<br />
dualarıyla sona eriyordu.<br />
Kerkük'ten kaynaklanıp Tahran'da<br />
hergün yankılanan ve Ankara'dan<br />
duyulan bu duaları Allah'ın kabul<br />
edeceğine o gün iman ettim. Ruhu<br />
muzu bu imanla yıkayarak otelimize<br />
döndük. Otel sahibiyle Azeri Türk<br />
çesîynen danışdık. Sımsıcak yatağımızda<br />
Karaca ile karşılıklı sımsıcak<br />
Azeri Türkçesiynen danışdık ve sımsıcak<br />
Azeri rüyalar gördük.<br />
Ertesi sabah erkenden Erdebil'e<br />
gidecek olan otobüse binmiştik. Otobüste<br />
Türkçeden başka dil konuşulmuyordu.<br />
Tahran'dan Kazvin'e kadar,<br />
çift taraflı, dümdüz ve geniş bir<br />
yol uzanıvordu. Kavzin'in çini kubbeli<br />
türbelerini ve kenar mahallelerini<br />
seyrederek geçtik. Yol kıvrım<br />
kıvrım daralıyordu. Reşt'ten sonra<br />
uzaktan Hazar denizi göründü. Üzerinde<br />
gözlerimizin buğusu vardı. Yazık<br />
ki sana yaklaşamadık Hazar...<br />
Suyunda serinleyemedik... Sahilinde<br />
durup Baku'yu, Astrahan'ı, Mangışlak'ı<br />
gözlerimizle hayal edemedik...<br />
Uzaktan buğulu gözleriyle bize<br />
bakan Hazar'ı seyrederek Astara'ya<br />
vardık. Astara, Sovyet-îran sınırının<br />
Hazar denizine ulaştığı noktada kurulmuş,<br />
yarısı öte tarafta kalmış,<br />
küçük, şirin bir Türk kasabasıdır.<br />
Kuzey'e doğru devam etme imkânı<br />
bulursanız, beş altı saat içinde Lenkeran<br />
ve Salyan üzerinden Baku'ya<br />
AHMET BİCAN ERCÎLÂSUN
Ali Tebrîzî, Savalan<br />
ulaşırsınız. Otobüs meydanda durdu.<br />
İnerek bir bakkala girdik. Türkiye<br />
Türkçesiyle meyva suyu istedik. Çuvalların<br />
üstüne oturmuş üç Astarah<br />
Türk hemen hürmetle kalktılar, bizi<br />
buyur ettiler. «Siz hâlis Türkü (Türk<br />
çe) damşırsız» dediler. Ben «bâzaıı<br />
siz, bâzan biz hâlis Türkü danışırık.<br />
Meselâ siz beli deyirsîz, bu Farsıdır,<br />
biz evet deyirlk. Siz gonag deyirsiz,<br />
bu hâlis Türküdür, biz misafir deyirik»<br />
dedim. Bu sevimli Astaralılarm<br />
konuşması Türkiye Türkçesine daha<br />
yakındı, tstemiyerek ayrıldık ve otobüse<br />
bindik. Yolun bundan sonrası<br />
çetindi. Hava kararmağa başlamıştı.<br />
Sel erin yuvarladığı çamurlu kayalar<br />
ve iri ağaç kütükleri arasında<br />
otobüsümüz zorlukla yol alıyordu.<br />
Çamurlu, inişli çıkışlı ve ancak tek<br />
bir arabanın yol alabileceği bu çetin<br />
yolun altından gürül gürül bir ırmak<br />
akıyordu. Irmağın ötesi Sovyet top<br />
rağı imiş. Solumuzda ıslak toprak<br />
İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />
tümsekleşiyor; eğilerek yükselmeğe<br />
çalışan ağaçlar düşmemek için toprağa<br />
sıkı sıkı tutunuyorlardı. Hava<br />
iyice kararmağa başlamıştı. Gürül<br />
gürül akan ırmağın kıyısmca binlerce<br />
arı kovanını zorlukla seçebildik.<br />
Astara deniz seviyesindeydi. Şimdi<br />
gittikçe yükseliyorduk. Döne döne<br />
yükseliyorduk. Artık çamur, yerini<br />
kara bırakmıştı. Yükseldikçe karm<br />
kesafeti artıyor, yolun dönemeçlerinde,<br />
yan taraftaki karm yüksekliği<br />
bazan otobüsümüzü aşıyordu. Farlardan<br />
fışkıran ışık birdenbire bu<br />
yüksek ve yoğun kar yığınlarını aydınlatıyor,<br />
o anda bembeyaz bir kesafetin<br />
üzerimize yıkılacağını sanıyorduk.<br />
Yol, dönemeçler ve kar bitmiyordu.<br />
Acaba ne kadar yükselecektik<br />
Göğe yaklaştığımızı hissediyorduk.<br />
Bu hayret verici beyaz dağın<br />
adı Hayran Dağı imiş. Hazar'ın<br />
kıyısından, sınırın ötesini daha iyi<br />
görmek için yükseliveren Hayran Dağı;<br />
bizleri hayret, haşyet ve korku<br />
içinde bırakarak birdenbire bin beş<br />
yüz metreye kadar başını kaldırıyordu.<br />
İliklerimize kadar işleyen beyaz<br />
yükseklik sonunda bitti. Şimdi uçsuz<br />
bucaksız bir kar denizi sağımızda<br />
ve solumuzda uzanıyor, bembeyaz<br />
bir karanlık ufka doğru yayılıyordu.<br />
Hayran Dağı kuzeydoğudan<br />
birdenbire yükseliyor; güney-batıya<br />
doğru yavaş yavaş alçalıyordu. Bembeyaz<br />
karanlığın ortasında hafif bir<br />
meyille alçalmağa başladık. Henüz<br />
zirveden aşağıya doğru yönelmiştik<br />
ki beyaz karanlığın ortasında ışıklı<br />
gözler gördük. Tek katlı evler, pencerelerinden<br />
gülüyorlardı. Uçsuz bu-<br />
17
caksız kar ıssızlığının bu irtifamda;<br />
yüreklerimiz Hayran Dağının hayret<br />
ve haşyeti ile daralırken pencerelerinden<br />
gülen dost köy evleri, içimizi<br />
ferahlatmıştı. Beyaz yol, ışıklı küçük<br />
bir kasabadan geçti. Alçalmağa devam<br />
ediyorduk. Altı yüz metreye kadar<br />
inmişiz. Erdebil'in ışıkları uzaktan<br />
göz kırpıyordu. Yol boyunca,<br />
Farsça devrim nutukları neşreden<br />
otobüsün radyosu şimdi susmuş, kulaklar<br />
Erdebil radyosunun Türkçe<br />
sesine uzanmıştı. Farsça yayma kayıtsız<br />
otobüs yolcuları, şimdi iki büklüm<br />
olmuşlar, Erdebil'e ancak on<br />
kilometre kala duyulabilen kısık sesi<br />
anlamağa çalışıyorlardı. Az sonra<br />
pasdarlar (devrim muhafızları) otobüsü<br />
durdurdular. Şoför ve muavin<br />
indi, birşeyler konuştular. Pasdarlar<br />
yolcuları aramaktan vazgeçtiler. Şoför<br />
öfkeli, galiba biraz da küfürle<br />
karışık homurtular arasında yola devam<br />
etti. Erdebil'in kenarında indik.<br />
Şehir de karlar içindeydi. Titreştik.<br />
Beş dakika sonra Hüseyin ve Celâl<br />
Sûdmend arabalarıyla geldiler. Tahran'dan<br />
telefonla geleceğimizi bildirmiştik.<br />
Hüseyin Hacettepe Üniversitesinde<br />
kimya talebesi idi. Kendisini<br />
tanıyorduk. Soğuktan titreştik. Sarıldık,<br />
kucaklaştık. Erdebil dergâhı<br />
bize kapılarını açtı. Sûdmendlerin<br />
iki katlı, güzel bir evleri vardı. Üst<br />
kattaki misafir odasına çıktık. Büyük,<br />
geniş gaz sobası yakılmış, oda<br />
ısıtılmıştı. Baba Sûdmend bizi güler<br />
yüzle karşıladı. Şakacı, hoşsohbet<br />
bir adamdı. Sohbet ve soba içimizi<br />
iyice ısıttıktan sonra yemek odasına<br />
geçtik. Mükellef bir masa bizi bekliyordu.<br />
Azeri yemeklerinin arasında<br />
tabaklara serpiştirilmiş bulunan, her<br />
çeşit sebzeden yapılma Azeri turşuları<br />
nefisti. Sûdmendler, bir buçuk<br />
gün bizi bu nefis yemek ve turşularla<br />
ağırladılar. Baba Sûdmend, hem<br />
devlet memuru idi, hem de arıcılık<br />
yapıyordu. Astara'dan sonra rastladığımız<br />
arı kovanları ona atti. Erdebillilerin<br />
pek çoğu gibi o da Şahseven<br />
Türklerindendi. Şahsevenler,<br />
otuz iki tayfa halinde yazm yaylakta,<br />
kışın kışlakta yaşayan bir Azeri<br />
Türk boyudur. Sûdmendler Arpaçaylu<br />
tayfasından idiler. Ertesi akşam<br />
Şahsevenler üzerinde bizimle sohbet<br />
etmek üzere gelen Ali Esbağiyan Han<br />
Züvend tayfasındandı. Sayıları tahminen<br />
altı vedi yüz bin civarında o-<br />
lan Şahsevenler, Peşâverî hareketinin<br />
bastırılmasında canlarını feda<br />
ederek Şaha yardımcı oldukları halde,<br />
1963'teki reform hareketinde topraklarını<br />
kaybetmek zorunda kaldılar.<br />
Şâhm ak devrim diye adlandırdığı<br />
toprak reformunda Şahsevenlerin<br />
toprakları ellerinden alındı. Bunun<br />
üzerine boyun ileri gelenleri toplandı<br />
ve adlarını «Elseven» (Halkı,<br />
milleti seven) olarak değiştirdiler.<br />
Erdebil'de ilk gece, Elseven Sûdmend'in<br />
evinde yumuşacık yer yataklarında<br />
uyuduk. Elsevenli, Erdebilli<br />
rüyalar gördük. Sabah, hareketli<br />
Azeri türkülerini teypten dinlerken,<br />
Elsevenli sohbeti içinde, ballı kaymaklı<br />
nefis bir kahvaltı yaptık. Sanki<br />
gece gördüğümüz rüya devam ediyordu.<br />
Geniş salona ve odalara döşenmiş,<br />
herbiri milyon değerindeki<br />
Tebriz halılarının üzerine basıyor-<br />
18 AHMET BtCAN ERCİLÂSUN T
duk. Halıların üzerindeki renk ve şekiller;<br />
mücerret üslûplarından sıyrılarak<br />
gittikçe şekil kazamıyor; kıvrılıyor,<br />
bükülüyor ve canlanıyordu.<br />
Kavisler birer kemer ve kubbe halinde<br />
yükseliyor, düz çizgiler sütunlar<br />
halinde kubbelerin altına yerleşiyor;<br />
dört köşeli şekiller duvar duvar<br />
örülüyor; camları rengârenk,<br />
çerçeveleri oyma oyma pencereler ve<br />
kapılar duvarlarda yerlerini alıyordu.<br />
Kubbelerin altı, yavaş yavaş, sumak<br />
elbiseleri, kaftanları ile dolaşan<br />
heybetli insanlarla doldu, ince<br />
belli kızlar, gök mavisi ipekliler içinde<br />
kendileri kadar narin sürahilerden<br />
kadehlere bal şarabı doîduruyorlardı.<br />
Birden şekiller değişiyor; kubbeler<br />
kara, ak, kızıl çadırları dönüyordu.<br />
Yemyeşil yaylakta on binlerce<br />
kubbeli çadır kurulmuş, yaz güneşinin<br />
ılık sabah ışıkları ile uyanmağa<br />
çalışıyordu. İşte Arpaçaylu oymağının<br />
reisi Sûdmend çadırından<br />
çıkıyor, tavla tavla şahbaz atların*<br />
görmeğe gidiyordu. Sonra bütün<br />
Şahsevenler atlarına bindiler. Arallular,<br />
Polatlular, Serhanbeylüler, Dilbilmezlüler,<br />
îskânlular, Terekemeler,<br />
Garahanbeylüler, Hanımcanlular,<br />
GocabeyKiler... bütün oymaklar<br />
toplanmıştı. Başlarında Züvend oymağının<br />
reisi Esbağiyan Han vardı.<br />
Hoy'dan gelen Dünbüllüler de uzaktan<br />
görünmüştü. Han atmı mahmuzladı.<br />
Yayladan dereye doğru at koşturmağa<br />
başladılar. Binlerce atlı<br />
uzaklaşırken tolgalarına çarpan gün<br />
ışığı pırıltılar halinde gözlerimize<br />
doluyordu. Sonra atlılar bir ışık seli<br />
oldular; ışıklı, renkli şekillere, çizgi<br />
İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />
lere döndüler; iplik iplik dokunan<br />
halıya kondular. Rüyadan bir türlü<br />
kurtulamıyordum. Dışarıdan gelen<br />
güneş ışığı gözümü aldı, beni pencereye<br />
doğru çekti. Dışarıda bembeyaz<br />
toprak damlar uzanıyordu. Arpaçaylu<br />
oymağının cevval çocuğu Celâl,<br />
damdaki karları kuruyordu. İşte Erdebil<br />
dışarıdaydı, bizi çağırıyordu.<br />
Çıktık, karlı yollarında uzun uzun<br />
yürüdük. Bir Erzurum kışında gibiydik.<br />
Bahçe duvarlarının arkasında<br />
toprak damlı evler vardı. Dar,<br />
karlı, toprak yollarda iki sıralı uzanan<br />
bahçe duvarlı toprak evler, Erzurum'un<br />
karlı dar yollarına ne kadar<br />
çok benziyordu. Geniş caddelerdeki<br />
üç katlı evler de bahçe duvarlarının<br />
arkasında yükseliyor; modern<br />
binalar, ön bahçeli eski Türk evlerinin<br />
havasını kaybetmiyordu. Birdenbire<br />
gözümün önünde bir çini maviliği<br />
yükseldi. Sanki göğün maviliğine<br />
karışmak isti} r ordu. Burası Şeyh Safiyüddin'in<br />
makamı idi. Şah İsmail'<br />
in büyük dedesi Şeyh Safiyüddin,<br />
Erdebil'de bir tekke kurmuş; dergâhına<br />
gelenlere ışık ışık inanç ve<br />
güven dağıtmış. Temür Beğ de Karabağ<br />
seferlerinin birinde Erdebil'deki<br />
bu dergâha uğramış, Şeyh Safiyüddin'e<br />
pek çok izzet ve ikramda bulunmuş,<br />
onun hayır duasını almıştı.<br />
O cihan imparatoru koca Temür, bu<br />
bilgin şeyhin önünde mahviyetkâr<br />
bir tevazu içindeydi. Temür'ün âdeti<br />
gereğince belki de ilmî ve dinî mübâhaselerde<br />
bulunmuşlardı. O zaman<br />
tekke, böyle ihtişamlı ve berrak gökyüzü<br />
maviliğinde çinilerle kaplı değildi.<br />
Daha sonra Şah İsmail de aynı<br />
19
yere gömüldü. Safevî hükümdarı Şah<br />
Abbas dedelerinin gömülü bulunduğu<br />
bu mahalli, muhteşem bir türbe<br />
haline getirdi. Uzun bir bahçeden<br />
sonra iç bahçeye geçiliyordu. İç bah- f<br />
çeye bakan yüksek duvarlar boydan<br />
boya çini kaplıydı. Yazık ki türbenin<br />
içine giremedik. O gün müze kapalıydı<br />
ve henüz hiç kimse iç bahçeye<br />
kadar yürümemişti. Otuz kırk santimetreyi<br />
bulan kar üzerinde tekrar<br />
delikler açarak geri döndük. Erdebil<br />
caddelerinde bazı gruplar inkılâbın<br />
birinci sene-i devriyesini kutluyorlardı.<br />
Bazı köylüler de kutlamaya iştirak<br />
için traktörleriyle gelmişlerdi.<br />
Ruhsuz ve düzensiz, bağırgan bir<br />
topluluktu. Bir kitapçı dükkânına<br />
girdik. Bazı Türkçe kitapları ayır<br />
dik. On sekiz yaşlarında bir genç,<br />
Ali Tebrizî'nin neşrettiği Şah İsmail<br />
kitabını okuyordu. Üst tarafa gerilmiş<br />
bir ip üzerinde bazı resimler<br />
asılı idi. Şehriyar'm resmini hemen<br />
seçtik. îtina ile sardırdık. Sehend'<br />
in resmini de sorduk. Kısa boylu,<br />
orta yaşlı, yüz hatlarına mâna ve<br />
tecrübe karışmış kitapçı hislendi:<br />
«Siz Türkiye'den gelibsiiz, Sehend'in<br />
sekilini soruşursunuz» diyerek hayretini<br />
ifade etti. Bu hayretin içinde<br />
tâ Türkiye'den Sehend'in tanınmış<br />
olmasından ileri gelen bir sevinç de<br />
vardı. O gün Erdebil sokaklarını dolaşmağa<br />
devam ettik, içimizde, iki<br />
yüz yıl önce, eski bir Türk şehrinde<br />
dolaşıyormuşuz hissi vardı. Camilerden<br />
devamlı olarak Kur'an sesleri<br />
geliyordu. Ertesi gün Âyetullah Muhakkik<br />
Erdebilî'yi ziyaret ettik. Kendisi<br />
Erdebil'in en büyük dinî şahsı<br />
Şehriyâr<br />
idi. Altmış kişilik inkılâp şûrasının<br />
da üyesi bulunuyordu. Sade döşenmiş<br />
odada karşılıklı bağdaş kurarak<br />
oturduk. Türkçe olarak bir saat kadar<br />
sohbet ettik. Karaca ve ben Âyetulîah'a<br />
Türk dilinin ve kültürünün<br />
ehemmiyetini, İranda, da Türkçenin<br />
öğretim dili olarak kullanılması gerektiğini<br />
anlatmağa çalıştık. O da<br />
bunun gerekli olduğuna inanıyordu.<br />
Daha sonra mevzu, sosyalizm ve kapitalizme<br />
intikal etti. Muhakkik Erdebilî,<br />
her iki sistemi de gayet şuurlu<br />
ve bilgili bir şekilde tenkid etti.<br />
Ona göre iki sistem de gayrı insanî<br />
idi. Sosyalizm hürriyetleri kıstığı,<br />
insan kabiliyetlerine imkân tanımadığı<br />
için insan tabiatına aykırıdır,<br />
diyordu. Kapitalizmde de insanın<br />
insanı sömürdüğü görüşündeydi.<br />
20 AHMET BİCAN ERCÎLÂSUN
O halde bu da insanî bir sistem sayılamazdı.<br />
Onca müslümanlık, bu iki<br />
sistemin eksik taraflarını gideren,<br />
insan tabiatına en uygun yolu gösteren<br />
dindi. Türk olduğunun farkında<br />
bulunan, sosyalizmle kapitalizmi<br />
bir Türk milliyetçisi gibi tenkid edebilen<br />
Âyetullah Muhakkik Erdebilî'<br />
nin sık sakallı, geniş ve güleç çehresi<br />
içimizi aydınlatmıştı. Erdebil'in<br />
tarihinden ve bugününden aldığımız<br />
aydınlık ışıkla o gün öğleden sonra<br />
Tebriz'e hareket ettik. Celâl ve Hüseyin<br />
Sûdmend bizi otobüsümüze kadar<br />
uğurlamışlardı. Erdebil - Tebriz<br />
arası düzdü ve dört saat sürüyordu.<br />
Savalan dağı eteklerinden ve Nir nahiyesinden<br />
geçerken Tahran'da bıraktığımız<br />
aziz dost Hasan Mecidzâde'yi<br />
hatırladık. Nir'de doğduğunu<br />
ve Savalan dağının serin rüzgârı ile<br />
büyüdüğünü biliyorduk. Hava kararırken<br />
Tebriz'e vardık. İndiğimiz<br />
otel yine sıcak ve şirindi, Odamız<br />
güzel bir meydana ve parka bakıyordu.<br />
Gece rahat bir uyku uyuduk. Ertesi<br />
sabah telefonlaştık ve Hüseyin<br />
Müştak'ı çalıştığı süt fabrikasında<br />
bulduk. Otuz beş-kırk yaşlarındaki<br />
bu güleç yüzlü, yiğit görünüşlü genç<br />
adam bizi sevinerek karşıladı. Biraz<br />
sohbet ettikten sonra Ali Cengicû<br />
Hâlidâbâdî'nin çalıştığı Şarkî Azerbaycan<br />
ve Hüner tdâresi'ne gittik.<br />
Ali Cengicû, gözlüklü, orta boylu,<br />
sevimli bir gençti. Bizi hasretle kucakladı.<br />
Beraberce Tebriz Müzesine<br />
gittik. Müze müdürünün nâzik refakatiyle<br />
Perslerden ve Sâsânîlerden<br />
kalma arkeolojik eserleri seyrettik.<br />
İlhanlı, Selçuklu ve Safevî sikkeleri<br />
İRAN'DA SEKİZ GÜN<br />
iki camekâna sıkça yerleştirilmişti.<br />
Üst katta İran meşrûtiyet inkılâbına<br />
ait resimler ve eşyalar vardı. Resimler<br />
arasında Settar Han ve Bağır<br />
Han heybetle bize bakıyorlardı. Settar<br />
Han'ın tabancası hemen ateşleniverecekmiş<br />
gibi duruyordu. Müzeden<br />
çıktıktan sonra Tebriz caddelerini<br />
ve kapalı çarşısını dolaştık. Kulaklarımız<br />
Türkçe ile doluyordu. Tebriz'in<br />
ruhu, sanki Kapalıçarşıda idi.<br />
Kuyumcu dükkânlarmdaki altın süs<br />
eşyaları, camekânlardan ve tezgâhlardan<br />
yere dökülüverecekmiş gibi<br />
gelişi-güzel duruyordu. Çarşı son derece<br />
kalabalıktı. Elinizle bir avuç al<br />
Liri bilezik alsanız sanki farkına varılmayacaktı.<br />
Tezgâhlar ve insanlar<br />
o kadar iç içeydı. Az sonra halı dükkânlarının<br />
önünden geçtik. Herbiri<br />
asgarî yarım milyon değerindeki<br />
Tebriz halıları üst üste yığılmıştı. Bu<br />
toprak dükkânlarda milyonlar yatıyordu.<br />
Hem alıcılar, hem de esnaf<br />
Türktü. Süt fabrikasında işçi olarak<br />
çalışan Hüseyin Müştak'm mersedesiyle<br />
Tebriz'in geniş ve modern caddelerini<br />
de dolaştık. Sonra bu eski<br />
Türk şehrinin dar sokaklarına girdik.<br />
Tahran, Erdebil ve Tebriz'de bu<br />
dar ara sokaklar hep birbirlerine<br />
benziyordu. Dar bir çıkmazda ara^<br />
badan indik, Bahçe kapısından geçerek<br />
geniş salonlu, modern döşenmiş<br />
bir eve girdik. Burası Hüseyin<br />
Müştak'm evi idi. Çaylı kısa bir sohbetten<br />
sonra Şehriyar'ı görmek üzere<br />
çıktık. Ali Cengicû, daha önce şaire<br />
telefon etmiş ve bizim için akşam<br />
saat altıda bir randevu almıştı. Tam<br />
saatinde Şehriyar'm evine vardık.<br />
2Î
Ara sokaklardan birinde, yeşil bir<br />
kapı önünde durduk. On üç on dört<br />
yaşlarında bir kız çocuğunun açtığı<br />
kapıdan bahçeye süzüldük, iyi düzenlenmiş<br />
küçük bir bahçeden sonra<br />
birkaç basamak çıkarak eve girdik.<br />
Sağ taraftaki salona geçtiğimiz zaman<br />
çay hazırdı. Koltuklara buyur<br />
edildik. Az sonra Şehriyar içeri girdi.<br />
Hepimize ayrı ayrı «hoş geldiniz»<br />
dedikten sonra yerine oturdu. Sırtı<br />
hafif kamburlaşmıştı ve eğikçe duruyordu.<br />
Başında yündön örülmüş<br />
bir papak, sırtında boyunlu bir kazak<br />
ve üzerinde çizgili bir ropdöşambr<br />
vardı. Gözleri, kulakları, burnu<br />
ve ağzı irice, fakat çok mütenâ<br />
sipti. Kaşları, şakaklarına doğrujbiçimli<br />
bir şekilde kavisleniyor, yüz<br />
hatları yetmiş yaşın bütün tecrübesini<br />
saklıyordu. Küçük göz bebeklerinde<br />
canlılık ve hayat vardı. Karşımda<br />
artık iyice tanıdığım tipik bir<br />
Azeri yüzü bulunuyordu. Fakat bu<br />
yüz herhangibir Azeri yüzü değildi.<br />
Prof. Br. Ali Nihat Tarlan'ınki gibi,<br />
şair Bahtiyar Vahabzâde'ninki gibi<br />
mutasavvıfâne ve şâirâneydi. On dört<br />
onbeş yıl kadar önce Şehriyar'm<br />
Haydar Baha'sını Azeri Türkçesi<br />
derslerinde metin olarak takip etmiştik<br />
:<br />
Heyder Baba ıldınmlar<br />
Seller sular şakkıldıyub ahanda<br />
Kızlar ona saf bağlıyub bahanda<br />
Selâm olsun şevketüze, elüze<br />
Menim de bir adım gelsin dilüze.<br />
Bu lirik mısraları on beş yıldır unutamıyorum.<br />
Daha sonra derslerimde<br />
sık sık talebelerime sorduğumu hatırlıyorum.<br />
«Yaşayan en büyük Türk<br />
şairi kim» diye. Bu sualin ardından<br />
onlara Şehriyar'ı anlatıyor, şiirlerini<br />
okuyordum. Birkaç yıl önce<br />
hazırladığım «Bugünkü Türk Alfabeleri»<br />
adlı kitabıma Güney Azerbaycan<br />
Türkçesine örnek olarak «Haydar<br />
Baha'ya Selâm» şiirini almıştım.<br />
Kitabımdan kendisine takdim ettim;<br />
memnuniyetle aldı. Erdebil'de<br />
satın aldığım resmini ve birer kitabını<br />
imzalayarak bize verdi. Sonra<br />
sohbete koyulduk. Daha doğrusu<br />
Şehriyar sohbeti açtı ve tasavvufla<br />
işe başladı. «Varlık mı önceydi, yokluk<br />
mu diye sordu. Hem soruyor,<br />
hem cevaplandırıyordu. Yokluğun<br />
önce olması mümkün değil, diyordu.<br />
Çünkü yokluktan varlık vücuda gelemez.<br />
O halde varlık ezelîdir. Daha<br />
sonra mevzuu derinleştiriyor, tasavvufla<br />
mantığı ve hattâ ilmin son gelişmelerini<br />
meczederek bazı neticelere<br />
ulaşıyordu. Bir ara eski harfleri<br />
neden bıraktığımızı sordu. Ona<br />
göre eski yazı aramızda irtibat vasıtası<br />
idi. «Ben» diyordu, «Lamartin'i<br />
İstanbul'da eski harflerle basılmış<br />
olan tercümesinden öğrendim. 1928'e<br />
kadar sizin neşriyatınızı rahatça takip<br />
ediyordum.» Bu mütalâaya fazîa<br />
birşey eklemedik. Yalnız kendisine,<br />
bu irtibatı tekrar kurmak için «Bukünkü<br />
Türk Alfabeleri»ni yazdığımı,<br />
ve üç alfabeyi karşılıklı olarak öğrenmemiz<br />
gerektiğini ifade ettim.<br />
Çalışmamı takdir ettiğini, fakat bir<br />
alfabe öğrenmek ve onunla anlaşmak<br />
varken üç alfabeyi ayrı / ayrı öğren<br />
menin daha zor olduğunu söyledi.<br />
Haklıydı ama, olan olmuştu. Oğuz<br />
Türkleri bugün üç ayrı alfabe kul-<br />
22 AHMET BİCAN ERCİLÂSUN
lanmak zorunda bırakılmışlardı. Biz.<br />
zamanın bizi getirdiği noktadan işe<br />
başlamak mecburiyetinde idik. Söz<br />
şiire gelip çattı. Türkçe şiir yazmağa<br />
devam ediyordu. Tahran'da çıkan<br />
Varlık dergisine de «Varlığımız» adlı<br />
yeni bir şiirini göndermişti. Bir ara<br />
Farsça bilip bilmediğimizi sordu.<br />
«Bilmiyoruz» diye cevap verdik. «Bi^<br />
lirsiz, neden mahrumsunuz Hafız*<br />
dan, Sadî'den mahrumsuz» dedi.<br />
Kendisi, klâsik Türk, Arap ve Fars<br />
edebiyatlarına vâkıftı. Bizim Türkçe<br />
şiirleriyle tanıdığunız Şehriyar, bu<br />
günkü Fars edebiyatının da en büyük<br />
şâiri sayılıyor ve İran'da Sâdî-i<br />
zaman olarak tanınıyordu. Tasavvuftan<br />
ve şiirden bahsederken vakit<br />
bir hayli ilerlemişti. Bir celselik sohbette<br />
Şehriyar'ı tanımak mümkün<br />
değildi. Çaresiz müsaade isteyip ayrıldık.<br />
Gece Tebriz ışıl ısıldı. Işıklı<br />
caddelerde, içimizde biraz önceki<br />
sohbetin pırıltısı ile yol aldık. Müştak'm<br />
arabası bizi otelimize bıraktı.<br />
Dostumuz Cengicû ile biraz daha konuştuk.<br />
Ayrılışımız çok firaklıydı.<br />
Âdeta iki Türk eli birbirinden kopuyordu.<br />
Cengicû'nun gözyaşları göz<br />
pınarlarında birikmişti. Ertesi gün<br />
çok erken kalktık. Otobüsümüz sabah'm<br />
5.30 unda hareket etti. Şafakla<br />
birlikte Tebrizden ayrıldık. Gecenin<br />
ışıkları henüz bize bakıyordu.<br />
Gün ağarırken Batı Azerbaycan topraklarından<br />
Türkiye'ye doğru yol<br />
alıyorduk. Saat 10'da Azerbaycan'<br />
daki son durağımız olan Makû'ya<br />
geldik. Yalçın kayalıkların eteklerinde<br />
kurulmuş olan bu küçük Azeri,<br />
kasabası bir kartal yuvasını andırıyordu.<br />
Sabah kahvaltısını orada yaptık.<br />
Kulaklarımız son defa Azeri<br />
Türkçesiyle doldu. Az sonra Gürbulak<br />
gümrük kapısmdaydık. Önce padarların,<br />
sonra gümrükçülerin muayenesinden<br />
geçtik. İki saat kadar<br />
gümrükte oyalandıktan sonra Doğu<br />
Beyazıt'm bir lokantasında öğle yemeği<br />
yedik. Sınırın hemen ötesinde,<br />
Makû'da Azeri Türkçesiyle dolan kulaklarımız,<br />
şimdi duyduğu kelimeleri<br />
anlamıyordu. Ağrı dağının karlı etek<br />
leri Doğu Beyazıt'tan Makû'ya doğru<br />
uzanıyordu... Otobüsümüz Iğdır-Tuz<br />
luca üzerinden Erzurum'a giderken,<br />
sağımızda Araş Makû'ya doğru akıyordu...<br />
Akşamın ilk karanlığı Karakurt<br />
üzerine çökerken zihinlerimiz<br />
Makû'da takılıp kalıyordu...<br />
(1) Atropat Kitabevi, Şehir Parkı Karşısı.<br />
Ey kanıyla toprağı vataniaştıran erler,<br />
Ey gözlerin ışığı, gönüllerin bahân,<br />
Tende can, târihte şan, ezelden er oğlu er,<br />
Ölümsüz milletimin, ölümsüz çocukları!..<br />
H. NUSRET ZORLUTUNA<br />
İRAN'DA SEKİZ GÜN 23
Sultân-üş-Şuarâ<br />
NECİP FAZIL<br />
KISAKÜREK'LE<br />
BİR KONUŞMA<br />
MURAT DEMİRTEPE<br />
Sultânüş Şuara töreninde<br />
Necip Fâzıl ve davetliler<br />
(25.5.1980 Kültür Sarayı)<br />
Bilindiği gibi Necip Fâzıl Kısakürek, şiir ve fikir dünyâmızın zirvesine<br />
taht kurmuştur. Bu hüküm 1 , herkesin gönülden iştirak ettiği, münakaşasız<br />
ve şaşmaz bir hakikat olmakla beraber, bu zamana kadar<br />
—maalesef— lâyık bir organizasyonla koro hâlinde kütlelerce terennümü,<br />
mümkün olamamıştır.<br />
Geç kalınmış bir organizasyon olmasına rağmen; Türk Edebiyatı<br />
Vakfı ve Kültür Bakanlığı'nm İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde Üstâd<br />
için tertip ettiği Sultân-üş-Suarâ ünvânı tevdi merasimi, herhalde<br />
hepimizin yüreğindeki burukluğu, sıcak bir sevince dönüştürmüştür.<br />
Bunun içm, başta Türk Edebiyatı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet<br />
Kabaklı Beyefendice, Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Emin Bilgiç<br />
Beyefendiye ve Millî Eğitim Bakanı Orhan Cemâl Fersoy Beyefendiye<br />
ve merasimde vazife alan herkese, TÖRE yazı ailesi ve okuyucuları<br />
adma şükranlarımızı arzediyoruz.<br />
Hususiyetle de, Üstâd Necip Fâzıl Kısakürek'in burçlarda dalga<br />
lanan sanatı ve şahsiyetinin, gururla kabaran göğsümüzde, kalıcı heyecanların<br />
sebebi olduğunu ifâdeden ayrı bir zevk duyuyoruz.<br />
Bu münasebetle, arkadaşımız Murat Demirtepe'nin, Töre adma Üstad'ı<br />
ziyaret ederek tevcih ettiği üç kısa sual ve cevaplan sunuyoruz<br />
24 MURAT DEMİRTEPE
— Üstadım! Türk Edebiyatı Vakfı tarafından sizin adınıza tertip edilen, tören<br />
hakkında konuşabilir miyiz<br />
- Yetmişbeşinci yaş günüm münasebetiyle Kültür Sarayında tertip edilen tören,<br />
bazı noktalardan başarılı gaçmesine rağmen —beni— tatmin edici olmamıştır.<br />
Zaten ömrümün yetmişbeş ince yılında, parmağımı basabileceğim gerçek şudur ki,<br />
bu dünyada ve bu diyarda beni tatmin etmek ve gözlerime cazibeli görünmek kıymetinde<br />
hiç bir şey kalmamıştır. Vatan isimli gurbette herşeye hasret çekerek yaşamaktayız.<br />
Bu törenin biricik güzel tarafı; Kültür Bakanlığı ile Türk Edebiyatı Vakfı'nın,<br />
elbirliği edebilmiş olması ve Kültür Sarayı ismi verilen süslü kafese, kargalar yerine<br />
bir ân için olsa bile, BÜYÜK DOĞU Dâvasının nağmelerini terennüm eden<br />
gençlik kuşlarına yer verilmesidir. Bu hareket büyük bir cesaret ifade etmiş<br />
ve saatlerce Kültür Sarayı, dâvamızın sesiyle çınlamış, adetâ baskına uğramıştır.<br />
Esasen böyle bir stratejiden ötürü, Türk Edebiyatı Vakfı'nca bana edilen teklife<br />
kucağımı açmış ve galiba devletle gerçek sanat arası kalın duvarda, bir menfez vücuda<br />
getirebilmiş bulunuyoruz. Bakalım, devletle beraber sanatın da encamı neye<br />
varır<br />
— Necip Fazıî'ı, bütün cepheleri ile Necip Fazıl'm ağzından dinlemek isteriz.<br />
. — Çok zekice bir soru.<br />
Topyekûn şiir ve edebiyat üzerindeki görüşüm, o törende verdiğim hitabede<br />
çerçevelenmiştir. Demiştim ki:<br />
«Edebiyatı olmayan millet, zatîyle de mevcut değildir. Biz mevcut muyuz, değil<br />
miyiz Artık siz hesap edin! Ama biliniz ki, sanat ve edebiyat diye bir şeyimiz kalmıyor!»<br />
Batan bir cemiyette, sulara gömülen bir transatlantikte olduğu gibj, nasıl istersiniz<br />
ki, kaptan kulesi mahfuz kalsın<br />
— Üstadım sizden son olarak, dil konusunda mütalâa istesek<br />
— Dilimiz bir kozmos'dan, kaos r a geçmenin, buhranını yaşıyor. Bir çoklarının<br />
«uydurukça» ismini verdiği yeni dil, manevî vatan şöyle dursun, kâinatımızı tahribe<br />
kadar gitmektedir ve kimsenin bu korkunç katliâma karşı kulağının ardı terlememektedir!<br />
Büyük felâket! Evet, dil kâinatın plânıdır ve aynıdır! Dile baskı yapmak,<br />
güneşi, ayı ve yıldızları ile, yeni bir kâinat icad etmeye kadar giden bir abes olur.<br />
GÖTE ve BUALO gibi mütefekkir sanatkârlar, dile zorla müdahalenin bir millete<br />
edilebilecek en büyük suikast olduğunu söylemişlerdir.<br />
— Üstadım, değerli vakitlerinizi bahşettiğiniz için, çok teşekkür ederim.<br />
— Ben de Emine Işmsu'ya, telefonla aramak nezâketini gösterdiği için, teşekkür<br />
ederim.<br />
NECİP FAZIL K1SAKÜREK 25
SAHİL<br />
GECELERİ<br />
Issız sahil bir ağıt tutturmuş,<br />
Rüzgârla yanarak kucak kucağa.<br />
Deniz sakin, mehtap sokulmuş,<br />
Keder sağar o dağdan bu dağa.<br />
Ne kadar beklesem boş artık:<br />
Işığa hasret kalacak bu karanlık.<br />
Seninle ey sahil, başfbaşa kaldık,<br />
Zamanı sararken amansız veda!<br />
Engin yuvasına çekilmiş dalgalar.<br />
Ses vermez oldu ne çâre hâtıralar.<br />
İnce bir türkü tutturmuş balıkçılar,<br />
Dolar aksi, kıyıdaki çardağa.<br />
Ne kadar beklesem boş artık:<br />
Işığa hasret kalacak bu karanlık.<br />
Seninle ey sahil, başbaşa kaldık,<br />
Zamanı sararken amansız veda!<br />
Mehmet ATAY
TÖRE'nin Anketi<br />
SORULAR :<br />
1. Dün neydik, bugün nereye geldik, niçin<br />
a. Tanzimat bir dönüm noktası mıdır<br />
Bir dönüm noktası ise, Tanzimat'ı hazırlayan sebepler nelerdir ve içtimaî,<br />
siyasî, iktisadî sahada başarısı ve başarısızlığı ne olmuştur<br />
b. Tanzimat'ı takip eden Meşrutiyet devıi ve sonrası hâdiseler göz önünde<br />
tutulduğunda, 1923 den itibaren başlayan Cumhuriyet dönemini nasıl de<br />
ğerlendiriyorsunuz <br />
c. Her yenileşme hareketi temelde insan unsuruna dayanır.<br />
Temel insan unsuru olduğuna göre, tarihte bizim insanımızın vasıfları nelerdi;<br />
psikolojik yapısı, mahiyeti nasıldı<br />
d. Ne olacağız, ne yapmalıyız<br />
TANZİMAT<br />
ve<br />
BOZULAN «ŞÎRÂZE-İ NİZAM»<br />
NECMEDDÎN TURİNTAY<br />
Koca Sekbanbaşı Risalesi, Nizam-ı<br />
Cedîd'in zuhurundan önce<br />
Anadolu ve Rumeli'de vuku bulan<br />
isyan ve karışıklıkları uzun uzadıya<br />
anlatır. Rumeli'de cereyan eden Moskof<br />
muharebelerinde uğranılan sürekli<br />
bozgunlar, askerin ve devletin<br />
moralini, savaş gücünü, zafere ulaşma<br />
azmini tamamen tüketmiş gibidir.<br />
Yönetimle birlikte onun dayandığı<br />
esas kaynaklardan ordu da meçhul<br />
bir akıbete sürüklenir durumdadır.<br />
Kendine sonsuz bir güven duyan<br />
Osmanlı, uğradığı bu acı akıbetin<br />
sebeplerini pek de kolay keşfedemiyecektir.<br />
Koca Sekbanbaşı'nın<br />
satırlarından okuyalım bu sıkıntılı<br />
durumu :<br />
«1150 esnasında 1182 tarihine<br />
gelince seferler münkatı olduğundan,<br />
sefer görenleri ekseri serhadd-i<br />
ademe gitmiş ve sefer görmeyip ahvâl-i<br />
düşmandan gafil olanların ekseri<br />
acı ve tatlı tatmamış olmalarıyla,<br />
1182 tarihinde açılmış olan Moskof<br />
seferinde askerimizin nizamı<br />
muhtel ve müşevveş bulunduğundan,<br />
ol vakitten beri âlemin şirâzei nizamı<br />
bozulmuştur.»<br />
Kaybolan memleketler, kırılan<br />
müslüman ahali, büyük muhacir kafileleri<br />
ve içe sindîrilemeyen acı neticeler<br />
Sekbanbaşı'nın kaleminde «ol<br />
TÖRE'nin ANKETİ 21
vakitten beri âlemin şirâze-i nizamı<br />
bozulmuştur» hükmüne müncer oluyor.<br />
İşte bir buçuk asırdır harcanan<br />
bütün gayretler, atılan bütün adımlar<br />
hep bu bozulan nizamı yeniden<br />
tesise matuftur.<br />
^r<br />
Gerçekte memleketin nizamı yanında,<br />
rical-i devletin de zihinleri<br />
de altüst olmuştu.<br />
Ne garip tecellîdir ki, yeniden<br />
nizam-ı âlemi tesise kalkanlar, işe,<br />
kadîm ordu geleneğini tahriple başladılar.<br />
Yeniçeri Ocağı da Tımarlı<br />
Sipahi de bu gaye ile tahrip edildi,<br />
topa tutuldu. Kendi ellerinde fesada<br />
uğramış sisteme, uğranılan mağlûbiyetlere;<br />
kendilerinin dışında suç<br />
îular arama ve mesuliyeti başka kuvvetlerin<br />
üzerine yıkma gayretidir ki,<br />
bir buçuk asırdır suçla suçluyu, sebeple<br />
neticeyi, faille mefûlü biribirinden<br />
ayırdedilmez bir hale soktu.<br />
Osmanlı sistemini ayakta tutan,<br />
ona güç, kuvvet veren iki esaslı kaynak<br />
vardı * Biri ordu, diğeri de medrese...<br />
Saray bu iki ocağın zarurî sonucu<br />
sayılabilir, } r a da bu iki müessese<br />
sarayın tutar eli, görür gözü<br />
demek mümkün. Memâlik-i Osmaniye<br />
bir yönüyle uçsuz bucaksız bir<br />
kışla, bir yönüyle de medresesi, camisi,<br />
tekkesi ve adlî teşkilâtı ile yekpare<br />
bir manzume idi. Ve bu iki müessesenin<br />
üzerinde denetimi sağlayan<br />
saray vardı. Saraydaki müsbet ve<br />
menfî her türlü gelişmenin bu iki<br />
ocağa sirayet etmemesi, veya karşı<br />
bir reaksiyonla burun buruna gelmemeleri<br />
mümkün olamazdı.<br />
III. Selimin ve Sultan Mahmud'<br />
un açtığı çığır, bu iki tarihî ocağın<br />
mukavemetini sindirme ameliyesinden<br />
başka birşey değildi. Ulema ve<br />
orduyu müştereken te'dîbi göze alamayan<br />
bu iki yenilikçi Sultan, karşılarındaki<br />
kuvveti teke indirmeyi ve<br />
önce ordunun işini bitirmeyi akıl<br />
ettiler. Ve bu talihsiz zafer, Sultan<br />
Mahmud'a nasib oldu. Sultan Orhan<br />
yadigârı Yeniçeri Ocağı, Moskof<br />
muharebelerinde uğranılan mağlûbiyetlerin<br />
mesulü görülerek, bir gün<br />
geldi ki topa tutuldu. İstanbul, kor<br />
kunç bir yeniçeri katliâmına sahne<br />
oldu. Önüne gelen boğazlandı. Koşa<br />
Osmanlı aslında tek tek yeniçeri<br />
katletmiyor; kendi temellerini dinamitliyor,<br />
tarihî bir müesseseyi lağvediyordu.<br />
Evet, Devlet-i Aliyye kendi ordusunu<br />
tahrip etti. Aynen İran'da vuku<br />
bulan son inkılâbda olduğu gibi,<br />
ülke askersiz ve ordusuz kalmıştı.<br />
Moskof muharebelerinin verdiği<br />
mağlûbiyetlerden yılgmlaşan devlet,<br />
elinde avucunda olan bir kuvveti de<br />
reddederek, adeta güçten kuvvetten<br />
soyunuyordu. Bizde batılılaşma as<br />
hnda Tanzimat'la değil, işte bu fiilî<br />
durumla başlamış sayılmalıdır. Sek*<br />
banbaşı'nm belirttiği «âlemin şirâze-i<br />
nizamının bozulması» da, esas<br />
olarak bu tarihten itibarendir, desek<br />
yeridir herhalde.<br />
i<br />
Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısı,<br />
Devlet-i Aliyye'nin ikinci fetreti<br />
sayılmalıdır. Timur zamanındaki dağılmayı<br />
yeni baştan yaşamamız<br />
için hiç bir sebep yoktu. Ordusu yok<br />
28 NECMETTİN TURİNAY
olmuş bir devletin ayakta durması<br />
nasıl mümkün olabilirdi Tımarlı<br />
Sipahiyi ve, Osmanlı ordusu içinde<br />
küçük bir zümreyi teşkil eden Yeniçeri<br />
Ocağını lağveden devlet, nasıl<br />
ayakta durabilirdi Hazırlanan veya<br />
henüz kurulmaya çalışılan yeni ordu,<br />
kemiyetçe birşey ifade etmediği<br />
gibi, herhangi bir harp tecrübesine<br />
*de sahip değildi.<br />
Eğer beklenen dağılma olmamışsa,<br />
bu doğrudan doğruya düşmanın<br />
insafından veva vaad edilen yeniliklere<br />
ümit bağlamalarından ileri<br />
geldi. Zira Mısır Valisi Mehmet Ali<br />
Paşanın karşısında bile dayanamayan<br />
II. Mahmud'un avrupaî kıyafetler<br />
giydirilmiş disiplinli ordusu(!),<br />
son derece güçlü silahlarla donatılmış<br />
Fransız, İngiliz ve Rus orduları<br />
karşısında nasıl durabilirdi Bu yeni<br />
ordu kışlalarda parıltılı talimler<br />
yaparken, Mehmed Ali Paşanın kuvvetleri<br />
ta Mısır'dan Kütahya'ya kadar<br />
uzanıyor ve saltanatın beşiği istanbul'u<br />
tehdit eder hale geliyordu.<br />
Ve Mehmed Ali Paşanın İstanbul'a<br />
yürümesi, sürekli bozguna uğrayan<br />
Nizam'ı cedîd askerince değil, Avrupa<br />
ülkelerinin Mehmet Ali'yi tehditleri<br />
sayesinde durdurulabildi.<br />
«Avrupa'yı örnek almakta gecikirsek<br />
toptan Asya'ya göç etmemiz<br />
mukadderdir.» sözünün tesiri altında<br />
fazlaca kalan II. Mahmut, zihninde<br />
tasarladığı batı usulü idare için<br />
yeni bir yönetici sınıfı hazırlamak<br />
mecburiyetinde kaldı. Bu yeni sınıfın<br />
ilk nüvesi ordu oldu. «Mühem<br />
dishaneler» bu gaye ile kuruldu. II.<br />
Mahmut, ikinci iş olarak eyalet yö*<br />
neticilerini değiştirdi. Yeni tayin edilen<br />
valiler eyaletleri, vekâlet usulüyle<br />
yöneteceklerdi. Vekâlet onları,<br />
merkezin her emrini harfi harfine<br />
uygulamaya mecbur bırakacaktı. II.<br />
Mahmud'un en büyük icraatlerinden<br />
birisi de memleket gelirlerini eyaletler<br />
yerine, merkez hazinede toplama<br />
ve bütün harcamaları merkezden<br />
yapma kararıdır. Bu devirde üç<br />
büyük değişmeye şahit oluyoruz :<br />
Orduda, eyalet idarelerinde ve maliyede...<br />
Sultan Mahmud'un batılı yönetim<br />
biçimlerinden yaptığı ilk iktibaslar<br />
bunlardır. Fakat kılık kıyafet<br />
ve sakalla ilgili olanlarını da bu<br />
listeye ilâve etmek gerekir.<br />
Bu ilk üç icraatın zarurî sonucu,<br />
merkeze bağlı ve hazineden maaş<br />
alan yeni bir sınıfın doğmaya başlaması<br />
olmuştur : Eğitimde ve orduda<br />
(mühendishaneler), {maliyede (tahsildarlar),<br />
idarede (vali ve mutasarrıflar)<br />
. Bu sınıfa mensup kişiler her<br />
yeni yönetimle daha da artacaktır.<br />
Hazineden maaşlı bu yeni sınıfın<br />
vasfı, emredilen her işi merkezin arzusu<br />
doğrultusunda gerçekleştirmektir.<br />
Bu yeni kadro, Devlet-i Aliyyenin<br />
en imtiyazlı sınıfı oluvermiştir.<br />
Devlet artık meriyetten kaldırılmış<br />
«kanun-namelerin» değil, bu yeni<br />
kadronun peşin hükümlerinin disiplini<br />
altındadır. Lisan bilmek ve merkezin<br />
emirlerine mutlak riayet; yükselmenin,<br />
liyakatin ve her türlü başarının<br />
ön şartıdır. Şinasî'nin ve o<br />
nun da içinde bulunduğu oldukça<br />
kalabalık bir grubun maliye tahsili<br />
TÖRE'nin ANKETİ 29
için Fransa'ya gönderildiğini hatırdan<br />
çıkarmayalım.<br />
Osmanlı, gerçek anlamda kendi<br />
bürokrasisini kurmaya çalışıyordu.<br />
Yenilikçi tarihimiz başından itibaren<br />
bu sınıfın (memur sınıfı), bu içtimaî<br />
dayanakları bulunmayan bürokrasinin<br />
tarihidir. Bir buçuk asırlık<br />
mesuliyetimizi bunlar üstlenmişlerdir.<br />
Atılmış her adım, kazanılmış<br />
her zafer('), velhasıl bitmek tükenmek<br />
bilmez «teceddüt maceramız»<br />
hep bu nevzuhur sınıfın eseridir.<br />
Memurlar, «Sultan»m şahsında<br />
toplanan yenilikçi kuvvetin itaatli<br />
birer aleti idiler. Memurun liyakati,<br />
bu itaatiyle kaimdir. İtaate tabi oldukça<br />
Sultanın nüfuzunu, mahallinde<br />
en şedid şekliyle icraya mecburdu.<br />
Memur, Sultan Mahmud'un sert yönetiminden<br />
ve mizacından ulaşar:<br />
bir tesirle kendini son derece güçlü<br />
hissediyordu. Bol maaş alması da,<br />
arkasını Sultana dayaması kadar,<br />
ona bir emniyet bahşediyordu. «Devlete<br />
kapılama» her insan için en hayatî<br />
garanti olmaya başlamıştır. Ve<br />
bu «yeni yönetim», elinden tuttuğu<br />
her kişiyi ihya ediyordu. Çekip çeviriyor,<br />
içinden geldiği muhite göre<br />
insanı birden farklılaştırıyordu. Elbise,<br />
saç-sakal birden değişiveriyordu.<br />
Ve bu değişiklik insanın hoşuna<br />
gittiği gibi, ona kendinde değişik<br />
güçler vehmettirmekten de geri kalmıyordu.<br />
Tarihimizde memuriyete<br />
temayül, bu devirde başladı. Zira<br />
memur ekonomik krizlerden, siyasî<br />
bunalımlardan, iktidar değişikliklerinden<br />
pek fazla etkilenmiyordu.<br />
«Devlet Kalemleri» insan için en<br />
emin barınak olmuştur.<br />
Bu sınıf II. Mahmut devrinde<br />
güçlü olduğu gibi, Tanzimat devrinde<br />
de güçlü idi. Cumhuriyet döneminde<br />
daha da güçlü oldu. Artık tarihimizde<br />
bu sınıf ihmal edildi mi,<br />
ikinci plana itildi mi bilin ki büyük<br />
siyasî karışıklıklar, büyük iktidar<br />
değişiklikleri ve bazan da ihtilâller<br />
bekleyebilirsiniz.<br />
Bu sınıf avrupaîiliğin temsilcisidir<br />
bizde. Zihnî bir uyanıklığı, ileri<br />
görüşlülüğü şahsında tecessüm ettir<br />
mistir. O, şahsında devleti temsil ediyordu.<br />
Başlangıçta Sultan'dan kaynaklanan<br />
şöhreti, iktidarı, servet ve<br />
zenginliği kendi alnının teri sanmıştır.<br />
Boğaziçi medeniyetimiz bu bol<br />
maaşlı, maaş yetmediği zaman dış<br />
istikrazları hep maaş diye tüketen<br />
bu zümrenin eseridir. O koca konaklar,<br />
o koca yalılar, o yazlık ve kışlıklar,<br />
o bahçeler, o kayık safaları<br />
hep tek bir maaşla idare edilirdi.<br />
Bu memur sınıfının bir bilgisi<br />
vardı, memleket realitesiyle bağdaşmıyordu.<br />
Bir tefekkürü vardı, fakat<br />
islâmî ve millî bir karakter taşımıyordu.<br />
Serâpâ bir teceddüt peşinde<br />
koşuyordu. Bu vasıfları onu, tabiî ki<br />
içinde yaşadığı toplumla farklı kılıyordu.<br />
Bu fark hazmedilmiş de sayılamazdı.<br />
Evinde, günlük yaşayışında<br />
ve hattâ zevklerinde yerli ve mümkün<br />
olduğu kadar islâmî; fakat zihin<br />
ve mantığı, vazifesi icabı avrupaî<br />
idi. Resmî vazifesindeki kişiliği<br />
ile hayatının arta kalan kısımlarındaki<br />
tezat, bu yeni insanın ve 150<br />
yıllık tarihimizin trajedişidir.<br />
30 NECMETTİN TURİNAY
Tanzimat, bu yeni sınıfın görüşleri<br />
ve zorlaması ile atılmış bir büyük<br />
adımdır. 1826 dan itibaren yerleşmeye<br />
başlayan yeni zihniyet ve<br />
onun icracısı bürokrasi, Tanzimatla<br />
birlikte kendisine hukukî bir statü<br />
temin etmek istedi. Yeni sınıf, Tanzimatla<br />
devleti, kendi istikametinde<br />
yeni icraatlara zorladı ve dışarıdan<br />
temin ettiği ortaklarının da dahli ile<br />
hukukî kayıtlara bağladı.<br />
Haliyle Tanzimat, 1826 dan<br />
beri yürürlükte olan batılılışma<br />
akımının başka bir merhalesidir.<br />
Başlangıcı değil. Devlet-i Aliyye'nitı<br />
iki büyük dayanağından birisi olan<br />
ulemâya, onun disiplinindeki medreseye<br />
henüz el atılamamıstı. Daha<br />
doğrusu buna cüret edemediler.<br />
Tanzimat, yarım kalan bu işi tamamlamaya<br />
kendini vazifeli bildi. Medreseyi<br />
kapatmak her babayiğidin harcı<br />
değildir. Öyleyse başka bir yol denenmeliydi.<br />
Meselâ eğitim ve adliye<br />
ulemanın elinden çekilip alınabilirdi.<br />
Yeni kurulan Maarif Nezaretinin ve<br />
sıksık değişen nazırların görevi bu<br />
idi. Yeni açıkn idadiler, Rüştiyeler<br />
Akyol'un kitabı, Türkiye'de belki<br />
de ilk defa, şiddet hareketlerini<br />
günlük siyasi polemiklerin üstünde,<br />
vakıa nın özünü aydınlatacak<br />
bir tarzda ele almaktadır. İncelemenin<br />
ortaya koyruğu tarif ve<br />
teşhis o derece sağlamdır ki, bu<br />
incelemeden sonra «Çözüm için<br />
ne yapmalı» sorusu neredeyse<br />
kendiliğinden cevaplandırılmış<br />
olmaktadır.<br />
ALPARSLAN TÜRKEŞ<br />
DAĞITIM: ANDA<br />
Ankara Cad. Nu: 46<br />
Cağaloğlu, İstanbul<br />
TÖRE. DEVLET YAYINEVİ<br />
P.K. 203 Kızılay, Ankara<br />
TÖRE'nin ANKETİ<br />
31
Maarif Nezaretine bağlanıyorlardı.<br />
Bu iş, eğitimin lâikleştirilmesinin ilk<br />
başlangıcını teşkil eder. Gene ulemanın<br />
temsil ettiği adlî sistem yavaş<br />
yavaş mahiyet değiştirmeye başladı.<br />
Arkasından ekonominin liberalleşmesi<br />
geldi<br />
Bütün bunların arkasından «yasama»<br />
kuvvetinin el değiştirmesi gerekmez<br />
mi idi Bu da gerçekleştirilirse<br />
batılı sistem kendini tamamlamış<br />
sayılabilirdi. Merdiven basamak<br />
basamak, onu da meşrutiyetler üstlenecekti.<br />
|<br />
Neydi yapılanlar, veya yapılmak<br />
istenenler<br />
1. Başlangıçta niyet (II. Mahmud'un<br />
şahsında) muhakkak ki samimi<br />
idi. Devleti yeni bir güçle teçhiz<br />
etmek, devlete yeni bir hayat vermek,<br />
Balkanlarda ve Kafkaslarda<br />
Ruslara, Yunanistan'da rumlara, Navarin'de<br />
bilmem kime, umumî bir<br />
ifade ile dışa karşı devleti güçlü kılmak!..<br />
Bu niyet samimi idi.<br />
2. Fakat niyet samimi olmakla<br />
birlikte, seçilen yol yanlıştı. Devleti<br />
ayakta tutan prensiplerden vazgeçilerek<br />
nereye varılabilirdi Batılılaşmak<br />
demek Haçlı zihniyetine, Hıristiyan<br />
kültür ve medeniyetine teslim<br />
olmak demekti. Başlangıçtaki iyi niyet,<br />
seçilen metottan dolayı müsbet<br />
bir neticeye ulaştıramazdı bizi. Hani<br />
aslında, bu metot bizim «Asya topraklarına<br />
sürüklenmemizi önleyememiştir.<br />
onuSç bu mantığın, batılılaşma<br />
mantığının yanlışlığını ortaya<br />
kovdu.<br />
3. Aslında büyük hataya, mağlûbiyetlerin<br />
tesbitinde düşüldü. Hata,<br />
bütün laçkalığına, kazan kaldırmalarına<br />
rağmen Yeniçeri Ocağında değildi.<br />
Her seferinde yüzbinlerce askerî<br />
kuvveti sefere çıkaran Osmanlı<br />
ordusu içinde Yeniçeri'nin oranı yüzde<br />
kaçtı ki, mağlûbiyetler onun sırlına<br />
yüklenebilsin!.. Bu ordunun cesaretinden<br />
de kimse şüphe edemezdi.<br />
Bütün bozgunlar, askerden kaçışlar<br />
cesaret yokluğundan ileri gelmiyordu.<br />
Esas sebep, karşı kuvvetlerin<br />
elinde daha mütekâmil silâhların<br />
bulunması idi. Uzun menzilli düş<br />
man topları Osmanlı tabyalarını<br />
yerle bir ederken, yeniçeri ve tımarlı<br />
sipahi ne yapabilirdi Zira daha sonra<br />
kurulan Nizam-ı Cedîd ne yapmıştı<br />
Sultan Mahmut ve onu takip<br />
eden yenilikçiler, eksikliği bu yönüyle<br />
göremediler. Gördülerse de eksikliğin<br />
giderilmesi yönünde kayda değer<br />
bir icraate girişmediler.<br />
Hata doğru teşhis edilmeyince,<br />
uygulamanın müsbet sonuç hasıl etmesi<br />
beklenemezdi. Devlet-i Aliyye'<br />
nin tarih sahnesinden çekilip gitmesi,<br />
muhakkak ki batılı metodların<br />
yanlışlığının en açık delili sayılmalı.<br />
Yenilikçi zihniyetin bize en büyük<br />
armağanının, tufeyli bir memur<br />
sınıfı olduğunu yukarıda işaret etmiştik.<br />
Bu sınıfın mantığı el'an, kendi<br />
dinamiklerimize değil, batıda ne<br />
varsa onu iktibas esasından kaynaklanıyor.<br />
Bürokrasinin mantığı budur<br />
ve bundan kurtulması da mümkün<br />
görülmüyor. En solundan en sağma,<br />
Atatürkçüsünden milliyetçisine ka-<br />
32 NECMETTİN TURİNAY
dar bu çizgisinden en ufak bir sapma<br />
göstermiyor. Onun meşgul olduğu<br />
bütün problemler de batıdan iktibastır.<br />
O gün meşrutiyet ve asrîlik<br />
ise, bugün şehirleşmedir, ekonomik<br />
büyümedir, sanayi hamlesidir, farketmez.<br />
Onun mesleği, bir sürekli devrimdir<br />
sanki.<br />
Zira aydm (ekseriyetle memur)<br />
büyük meseleleri olan insandır(!)<br />
Hürriyet, eşitlik, teceddüt, toprak<br />
reformu v.s. Zihni bu tip meselelerle<br />
yüklüdür. Onun vasfıdır: Birşeyler<br />
biliyor olmak ve birşeylerle uğraşıyor<br />
olmak veya görünmek. Bu tip'<br />
in meseleleri ne zaman biter, bir bilen<br />
de bulunmaz. Aslında Avrupa yerinde<br />
saymaya başlamadıkça onun<br />
bu büyük meselelerinin(!) biteceği<br />
de yok. Herşey bitse hava kirliliği<br />
ona yeter de artar bile.<br />
Önceleri kılık kıyafetler -<br />
de başlayan farklılık, «büyük meselelerle»<br />
birlikte elle tutulur, gözle<br />
görülür bir ağırlık kazandı. «İlerilik»<br />
vasfı, toplumda memur arasındaki<br />
tezadın daha geçerli, fakat aynı<br />
zamanda imtiyazlı ifadesidir. Her<br />
yeni nesil —tabiî aydm ve memur—<br />
bir önceki nesli batıdan iktibasları<br />
tam yapmamakla suçlar. Namık Kemal<br />
ve Ziya Paşa bu yönleriyle Tanzimatçıları<br />
yetersiz bulurlar; onlara<br />
göre yasama görevi meclislere devredilmelidir.<br />
Ziya Gökalp ile birlikte<br />
II. Meşrutiyetçiler de istibdadı ile<br />
Abdülhamid'i, yetersiz iktibasları<br />
yüzünden Tanzimatçıları suçlarlar.<br />
Cumhuriyet, «Bu iş yapılacaksa böy-<br />
Anketimîzi cevaplandırmak lütfunda 1<br />
kür ederiz... TÖRE<br />
le olur» demiş sayılır. Ama yenilik<br />
ve iktibas hastalığı bir türlü şifa<br />
bulmaz bir yaraya dönmüştür : Demokrat<br />
Parti, 27 Mayıs, 12 Mart ve<br />
nihayet «Ortanın Solu» hareketi hep<br />
aynı mantıktan, eksiği tamamlama<br />
histerisinden yola çıkarlar.<br />
Bürokrasi bizde iki defa hizaya<br />
çekildi. Hizaya çekilmeye çalışıldı<br />
dersek, daha doğru olur. İlkini Abdülhamid<br />
denedi. Başarılı da oldu.<br />
Fakat bürokrasi horlanmaya, ihmal<br />
edilmeye, gözden çıkarılmaya gelemeyeceği<br />
için her türlü yolu denemekten<br />
geri kalmaz. Karşı çıkar,<br />
yaltaklanır, ama muhakkak ki pınarın<br />
başında yer almak ister. Abdülhamid'in<br />
bürokrasiyi kısmen devreden<br />
çıkarmasının sonucu II. Meşrutiyettir.<br />
Aynı işi şuursuzca yapan ve bürokrasiyi<br />
ihmal eden Menderes iktidarı<br />
da cezasmı(!) 27 Mayıs'ta ödedi.<br />
^<br />
Fakat biz bu teceddüt sarasını<br />
muhakkak ki yaşayacak olduktan<br />
sonra, keşke Tanzimat'ı II. Mahmudun<br />
güçlü kişiliği altında, Meşrutiyeti<br />
Abdülhamid'in kuvvetli disiplininde,<br />
Demokrasiyi de İsmet Paşa'<br />
mn yönetiminde idrâk etseydik daha<br />
az tahribatla kurtulabilir miydik<br />
acaba '<br />
Zira her büyük icraate, siyasî<br />
otoritelerin en zayıf anlarında şahit<br />
olduk. Bu da bizi daha büyük toprak<br />
kayıplarına, zamansız kanlı veya kansız<br />
ihtilâllere sürükledi. Dolayısıyle<br />
tahribat çok daha büyük oldu.<br />
lunduğu için Sayın N. Turinay'a teşek-<br />
TÖRE'nin ANKETİ 33
YAHYA KEMÂL VE ŞİİRİ<br />
Dr. BİLGE ERCİLASUNT<br />
Edebiyatımızın en velûd yılları, İkinci Meşrutiyet devresidir. Edebiyat<br />
tarihimizin hiç bir devresinde bu kadar çok-yönlü, şahsî olduğu kadar<br />
da millî olan ve sosyal meseleleri içine alan, teknik ve estetik bakımdan<br />
mükemmel eserler verilmemiştir. 1908 den sonra yetişen edebiyatçılar<br />
şahsî bir üslûba, şahsî tavır ve dünya görüşüne sahip olmuşlar,<br />
kusursuz eserler yaratmışlardır. Bu eserler tek ve mutlak olmamakla<br />
beraber devrin bütünlüğünü de bozmamışlar, millî edebiyatın temel prensiplerinin<br />
dışına çıkmamışlardır. Şiirde Mehmet Akif'le Ziya Gökalp'm<br />
didaktizmleri, Yahya Kemal'le Ahmet Haşim'in ferdiyetçilikleri, hikâye ve<br />
romanda Ahmet Hikmet, Refik Halit, Yakup Kadri ve Halide Edib'in<br />
insanlara ve sosyal vakalara bakış tarzları, üslûpları birbirinden farklıdır.<br />
Serveti fünımcularm daha önce edebiyatımıza dağınık ve sistemsiz<br />
bir şekilde getirdikleri teknik ve estetik, bu devirde millî ve sosyal meselelere<br />
tatbik edilmiş, mükemmel sentezler meydana getirilerek millî<br />
bir edebiyatın doğmasını sağlamıştır. Şâir ve yazarlar, kendi zamanlarındaki<br />
olayları kendi mizaçlarına göre şahsî bir surette «algılamışlar»,<br />
kendi devirlerindeki şartları birbirinden çok farklı olarak değerlendirmişler,<br />
neticede edebiyatımıza kalıcı eserler kazandırmışlardır. Millî edebiyat<br />
devresindeki edebî sanat ve edebiyatçılar o kadar kuvvetlidir ki,<br />
hanedandan cumhuriyete geçiş gibi siyâsî bünyedeki önemli değişiklik<br />
34 BİLGE ERCİLASUN
ile devrin eserlere vurduğu damgayı silememiş, sanatkârlar 1940'lara,<br />
hattâ 1945'lere kadar millî edebiyatın prensiplerine uygun eserler vermeye<br />
devam etmişlerdir. Bu neticede, hem onların vardıkları prensiplerin<br />
sağlamlık ve değişmezliğinden, hem de kendi edebî dehâ ve titiz<br />
çalışmalarından ileri gelir. Bu devir sanatkârlarından biri olan Yahya<br />
Kemal de genç yaşta vardığı görüşlerden hayatı boyunca ayrılmamış, şiirlerinde<br />
elde ettiği estetik bütünlüğü muhafaza etmiştir.<br />
Yahya Kemal'in şiirlerinde kullandığı başlıca temler, tarih, mazi,<br />
akıncılık, İstanbul, musiki, ölüm, aşktır. Genel olarak bu teinler onun<br />
şiirlerinde birbirine karışmış bir halde bulunur. O, bütün duygu ve düşüncelerini<br />
rüya, hülya ve hâtıra içinde yoğurarak sunar.<br />
Yahya Kemal 1903-1912 yılları arasında Paris'te bulunmuş, hu suretle<br />
Fransız şiirini yakından takip etmiştir. Bu durum onun estetik, hayâl<br />
ve dil bakımından sağlam prensiplere bağlanmasını sağlamıştır. Yahya<br />
Kemal Paris'te eski Yunan ve Lâtin şiirinin bütün inceliklerini ve sanatını<br />
öğrenir. Edindiği bu geniş kültürün arkasından, Türk şiirinin bütün<br />
devrelerine bakar ve onları değerlendirir. Bu suretle şiirde ne yapması<br />
gerektiğini keşfeder. Paris'ten döndükten sonra kısa bir müddet<br />
nev-yunanî (neohelenist) şiirler yazar. Bunlar Sicilya Kızları ve Biblos<br />
Kadınları'dır. Bu iki şiirden sonra neohelenizmi bırakır, millî ve estetik<br />
değerleri içine alan bir Türk Şiiri yaratmaya çalışır. Yine de zaman zaman,<br />
gençliğinde öğrendiği eski Yunan ve Lâtin kültürünü şiirlerinde<br />
kullanır (Bergama Heykeltraşları'nda, Yol Düşüncesi'nde olduğu gibi).<br />
Bunlar arasında Sicilya Kızları, daha sonra yazılan şiirlerden farklı<br />
bir özelliktedir. Burada şâir, içinde güzel kızların bulunduğu bir tablo<br />
çiziyor : Sicilya kızları çıplaktırlar. Omuzlarında testi taşımaktadırlar.<br />
Alınları gülden taçlarla çevrilidir. Bu güllerin âsâbı gevşetici kokusu etrafa<br />
yayılmaktadır. Sicilya kızları derin derin bakarak gözleriyle gülümserler.<br />
Bahçelerdeki şadırvanların somaki kurnalarından gümüş sulaı<br />
dökülür. Etrafa serilmiş kadife divanların içinde «buseden ölmüş» vücutlar<br />
bükülür. Beyaz kuğular nâzenîn boyunlarını gererler. Ateşli havuz,<br />
uykunun büyüsü ile içinde dalgalanan renk ve koku oyunlarını görmez.<br />
Yine beyaz kuğular, rehavet hazzı ile havuzdan havuza dalarlar ve nazenin<br />
boyunlarını gererler.<br />
Şiir üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde Sicilya kızları,<br />
ikinci bölümde bahçe, üçüncü bölümde havuz tasvir ediliyor. Bu tasvirlerde<br />
mükemmel bir tablo çiziliyor. Bu mükemmellik, kusursuz bir hayal,<br />
dil ve ahenk kompozisyonundan doğar. Şâir bu tabloyu çizerken mısra<br />
tekrarlarından, alliterasyon ve assonanslardan faydalanmış, diğer şiirlerinde<br />
olduğu gibi vezin ve kafiye kusursuzluğu da bu bütünlüğü tamam-<br />
YAHYA KEMÂL 35
lamıştır. Birinci kıtada «Sicilya kızları, uryân omuzlarında sebû», ikinci<br />
kıtada «Hadîkalarda nevâgîr iken şadırvanlar», üçüncü kıtada «Gerer<br />
beyaz kuğular nâzeııîn boyunlarım» mısralarınm tekrarlanması, hem şâirin<br />
her kıtada çizdiği tablonun asıl unsurunu daha kuvvetli bir hale getirmekte,<br />
hem de şiirin daha ahenkli olmasını sağlamaktadır. Yine ilk<br />
kıtada uryân, sebû, bû kelimelerindeki ses yakınlığı bu kıtaya u sesini<br />
hâkim kılmıştır. İkinci kıtada i, v,s, ş seslerinin tekrarlanmasından faydalanılmıştır.<br />
Üçüncü kıtaya hâkim olan ise z sesidir.<br />
Bu manzumede, tablo, ahenk ve tasvir mükemmelliğinin yanında lirizmin<br />
yokluğu dikkati çeker. Yahya Kemal'in daha sonraki şiirlerinde<br />
görülen halden maziye gidiş, tabiat-duygu-hülya-hâtıra-tarih kompozisyonu<br />
bu şiirde yoktur. Sicilya Kızları, bu bakımdan Eîhân-ı Şitâ'yı andırır.<br />
Yalnız Elhân-ıŞitâ'daki teferruat, Yahya Kemal'in bu şiirinde görülmez.<br />
Yahya Kemal hayatının muhtelif devirlerinde, elçiliklerde bulunduğu<br />
sırada yabancı motiflerle süslediği şiirler yazar. Sicilya Kızları'nda gö<br />
lülen lirizm yokluğu, şâirin olgunluk yıllarında gitgide yerini vatan hasretine<br />
bırakır. Kar Musikileri, Karnaval ve Dönüş buna misâldir. 1927<br />
de Varşova'da yazdığı Kar Musikileri'nde, karlı bir gecede, oturduğu yerin<br />
yakınındaki bir manastırda çalman kilise müziğini anlatmakta, İslâv<br />
kederinden zevk almadığını söylemektedir. Bu müzik ona Tanburî Cemil<br />
Bey'in plâğını hatırlatır, o kadar mesut olur ki kendisini İstanbul'da<br />
farzeder. Bu şiirde onun asıl temlerini görüyoruz. Şâir, aslında geçmişte,<br />
hâtıralarında veya rüya ve hülyalarında yaşamaktadır. Seyrettiği bir<br />
manzara, dinlediği bir müzik, ona bazı şeyleri hatırlattığı için önemli<br />
dir. Karnaval ve Dönüş'te, Nis'teki karnavalı anlatır. Bu karnaval, batı<br />
âleminin (Yunan, Lâtin ve Cermenin) ortak eğlencesidir. Yahya Kemal<br />
bunu da geçmişe bağlar ve karnavalın, eski bağbozumlarmın devamı olduğunu<br />
söyler. Nice tarihî kıyafetler bu eğlencede görülür. İnsanların<br />
bazısı maskeli, bazısı maskesizdir. Fakat şâir yolcudur ve İstanbul'a<br />
dönmektedir. Zihninde Çamlıca, Adalar ve Erenköyü vardır ve bu semtlere<br />
kavuşmak için sabırsızlanmaktadır.<br />
Yahya Kemal maziye, kopmaz bağlarla bağlıdır. Bir yazısında bu<br />
duygusunu şöyle anlatır :<br />
«Birçok günlerimi Ziya Gökalple konuşarak geçirdim. Diyarbakır'ın<br />
bir hârika olan bu oğlu konuştuğu zaman istikbâlin muhayyel bünyânını<br />
kuran dev gibi bir mimara benzerdi; ilk müslümanlar gibi mütedeyyin,<br />
ilk Türkler gibi bani idi,* maziye arkasını çevirmiş sabit bir bakışla yalnız<br />
istikbâle bakardı. Maziye karşı daüssılamı hararetle söylediğim bir<br />
gün dedi ki:<br />
36 BİLGE ERCİLÂSUN
Harabısın hârâbatı değilsin<br />
Gözün mazidedir âti değilsin<br />
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle cevap verdim :<br />
Ne harâbî ne harabatiyim,<br />
Kökü mâzîde olan âtiyim.<br />
dedim. Bir cevaptan başka ciddî mânâsı olmayan bu sözde sonraları hissettim<br />
ki, küçük bir hakikat varmış. Mütârekeden sonra maziye karşı<br />
daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul'da geziniyordum.<br />
Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten<br />
sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti... «Yahya Kemal'in<br />
gönlünün tevakkuf ettiği merhale, Fatih devri ve İstanbul'un fethidir.<br />
O, yazısının bundan sonraki kısmında İstanbul'un alındığı günlere döner,<br />
o günlerin heyecanını yaşar. Şâir hayatı boyunca maziye «daüssıla»<br />
duymuş, hayalinde canlandırdığı mazinin muhteşem günlerinde yaşamıştır.<br />
Bunda onun hem hayal ve hülyanın ağır bastığı mizacının, hem de<br />
devrinin sosyal şartlarının payı vardır. 1908 den sonra gittikçe artan toprak<br />
kayıpları, sonu gelmeyen savaşlar ve mağlubiyetler, neticede Türklerin<br />
eskisine nisbetle çok küçük bir toprak parçasına hapsedilmesi, Yahya<br />
Kemal'de yaşadığı müddetçe artarak devam edecek bir mazi daüssılası<br />
yaratmıştır. Bu arada onun doğduğu ve sevdiği Balkan topraklarının elimizden<br />
çıkması, onun en büyük azap kaynaklarından biri olmuştur. Kaybolan<br />
Şehir'de bu duyguyu işler, Üsküb'e olan ve dinmeyen hasretini dile<br />
getirir. Bu şiirde büyük Türk Padişahîarmı, annesinin ve ailesinin hâtıralarını<br />
toplar :<br />
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır,<br />
Evlâd-ı Fâtihân'a onun yadigârıdır.<br />
Gök rengi, türk rengidir. Yahya Kemal bunu «firuze» kelimesiyle ifade<br />
eder ve sık sık kullanır. Kubbeler ise camileri temsil ederler:<br />
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;<br />
Yalnız bizimdî, çehre ve ruhiyle bizdi o.<br />
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,<br />
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.<br />
Yahya Kemal, Üsküb'ün artık bizim olmayışına esef eder :<br />
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin<br />
Üsküp bizim değil Bunu duydum için için.<br />
Şâir, neticede yine diğer şiirlerinde olduğu gibi hayâle sığınmakla teselli<br />
bulur :<br />
Çok sürse ayrılık, aradan geççe çok sene,<br />
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.<br />
YAHYA KEMÂL 37
İçinde bulunduğu dünyadan kaçma, hayâle, hâtıraya veya geçmişin parlak<br />
zaferlerine sığınma, Yahya Kemal'de köklü bir duygudur.<br />
Yahya Kemal için, mazi, çoğu zaman tarih demektir. Onun şiirlerinde<br />
mazi, muhteşem bir Osmanlı tarihi olarak görülür. Bu tarihte akınlar,<br />
fetihler, her şeyden önce de Osmanlı Devletinin, Osmanlı kültür hayatının<br />
ve yaşayış biçiminin ihtişamı vardır. Bu bakımdan en dikkate<br />
değer şiiri Süleymaniye'de Bayram Sabahı'dır. Din ve tarih temlerinin<br />
birleştirildiği bu şiir, âdeta Yahya Kemal'in diğer şiirlerindeki ana fikir<br />
ve duyguların bir özetidir. Şâir bir bayram sabahı, Süleymaniye Camisinde<br />
ibâdet için toplanmış halkı tasvir ediyor. Caminin bu görünüşü ona<br />
eski devirleri hatırlatıyor. Bu andan itibaren Yahya Kemâl bir vecid hali<br />
içinde, mazi ile hâl'i birbirine karıştırarak anlatıyor. Süleymaniye, ululuğu<br />
ve ihtişamı dolayısıyla, Osmanlı tarihinin timsali olur. Bayram da<br />
geleneği sembolize eder. Vakit sabahtır, günle birlikte şâirin gönlü de<br />
ağarmaktadır. Artık «tozlu zaman perdesi» aradan kalkmıştır. Gökte<br />
kanat, yerde ayak sesleri duyulmaktadır. Dokuz asrın-ruhları, hayâlleri,<br />
memleketin yaşayan halkı buraya doğru gelmekte, toplanmaktadırlar.<br />
Ufuklardan camiye doğru bu geliş, eski seferlerdendir ve artık Süleyma<br />
niye tarih olmuştur.<br />
Şâir, ikinci bölümde Süleymaniye'nin mimarîsi üzerinde durur. «Or<br />
du-milletlerin» en sarpı olan Türkler, sevdikleri Allaha böyle bir yapı<br />
adamışlardır. Bu yapı, en son dinin en güzel mabedi olsun diye, mimarînin<br />
hayal edebildiği nisbette öz şeklidir. «Sonsuzluğu» görebilmek için<br />
İstanbul'daki bu kudsî tepe üzerine kurulmuştur. Harcını gaziler, serdarlar,<br />
işçiler ve mimarlar taşımışlardır. Burada «hür ve engin vatandan»<br />
gökyüzüne, ezelî rahmete «ruh orduları» geçsin diye «uhrevî bir<br />
kapı» açılmıştır. Şâire göre Süleymaniye, artık maddî ve manevî âlemi<br />
birleştiren bir unsur olmuştur.<br />
Yahya Kemal üçüncü bölümde «zafer mabedi» olarak gördüğü Sü<br />
leymaniye'nin mimarının da bir nefer olduğunu söyler ve böyle bir binanın<br />
vârisi olduğu için gurur duyar. Bir zamanlar «hendeseden âbide»<br />
zannettiği Süleymaniye'nin kubbesi altındaki topluluğa bakarken yıllardan<br />
beri rüyalarında görüp özlediği cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibi olur.<br />
Dili bir, gönlü bir, imânı bir olan bu insan yığını tekbir getirmekte ve<br />
bu tekbir, onların manevî varlıklarını da birleştirmektedir. Bu manzara<br />
şâire, eski savaşlardaki tekbirleri hatırlatır.<br />
Dördüncü bölümde Yahya Kemal, ön safta nefer elbiseli birinin oturmakta<br />
olduğunu söyler. SimâsT saf olan bu nefer, vecid içinde alman<br />
tekbiri dinler. Yahya Kemal onun şahsında Malazgird'den beri olan bütün<br />
seferlerdeki askerleri toplar. Sanki bu nefer Malazgird ovasından<br />
beri yürümektedir. Yüzü, dünyadaki yiğit yüzlerinin en güzelidir. O, bu<br />
38 BtLGE ERCÎLÂSUN
üyük yurdu kuran ve koruyan kudretimiz, varlığımız, kanımız ve etimizdir.<br />
Vatanın vârisi ve sahibidir. Bu haliyle halkın tesellisi gibi görünmektedir.<br />
O, her yerde mevcuttur, hem bu toprakta, hem de çoktanberi<br />
kaybettiğimiz yerlerdedir.<br />
Beşinci bölümde Yahya Kemal, Süleymaniye'nin etrafını anlatır. Artık<br />
sabah olmakta, güneşin kızıllığı farkedilmektedir. Şâirin karşı dağlardaki<br />
«tutuşmuş gibi gül bahçeleri»nden bahsetmesi ve koyu bir kırmızılığın<br />
gökle yeri birbirinden ayırdığını söylemesi, Hâşim'in ifadesini<br />
hatırlatıyor. Bu arada gökten top sesleri gelmektedir. Bunlar, şüphe yokki<br />
bayram sabahını müjdeleyen toplardır. Bu top sesleri gittikçe büyür<br />
ve memleketin her yerinden, hâtıralardan, geçmişten gelmeye başlar.<br />
Şiirin bundan sonraki bölümlerinde top seslerinin akla getirdiği eski seferler<br />
sayılır. Şiir şu mısralarla biter :<br />
Ulu mabette karıştım vatanın birliğine.<br />
Çok şükür Tanrıca, gördüm bu saatlerde yine,<br />
Yaşayanlarla beraber bulunan ervahı,<br />
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.<br />
Bu son kısım, bütün şiirin özetidir. Süleymaniye, maziyi ve hâl'i, bir<br />
bayram günü birleştirmiş, dolayısıyla Yahya Kemal'e vatanin birliğini<br />
hissettirmiştir. Şâirin bu duygudan ötürü büyük bir saadet içinde olduğu,<br />
mısralardan anlaşılmaktadır.<br />
Yahya Kemal bu şiirde din ve tarih temlerinin yanında coğrafyayı<br />
da ihmal etmez. Onun vatan anlayışı içinde coğrafya mühim bir yer tutar.<br />
Vatan; milletin üzerinde yaşadığı, mesut olduğu, canını verdiği topraktır;<br />
Mohaçtır, Kosovadır, Niğboludur, İstanbul'dur, askerlerin şehit<br />
olduğu her yerdir. O, birçok şiirinde bu müşahhas vatan topraklarım<br />
isim isim sayar. Kaybettiklerimiz için teselli kabul etmez bir elem duyar.<br />
Elimizde olan verleri «îstanbul»da sembolleştirir. Bu şehri seyretmeye,<br />
burada gezmeye ve yaşamaya doyamaz. Bu yüzden İstanbul, onun şiirlerinde<br />
müstakil bir tem haline gelmiştir. Süleymaniye'de Bayram Sabahı<br />
şiirinde de bu yerler sayılır. Ayrıca Yahya Kemal'in diğer bir çok şiirinde<br />
olduğu gibi burada da hareketli bir tablo vardır. O f şiirlerini, teferruat<br />
üzerine derinleşen bir tasvirden çok, böyle sinema şeridi gibi gözlerimizin<br />
önünden geçen bir tablo üzerine kurar. Bu tabloların en güzel örnekleri<br />
Ses, Sicilya Kızları, Açık Deniz ve Mehlika Sultan şiirlerinde görülür.<br />
Yahya Kemal'in maziden en çok hatırladığı ve hasretini çektiği şeylerin<br />
Osmanlı akıncıları ile istanbul'un fetih günleri olduğunu söylemiştik.<br />
Akıncı şiirinde tasvir ettiği akınların hâtırası, şâirin «çocuklar gibi<br />
şen» olmasını sağlar :<br />
YAHYA KEMÂL 39
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla.<br />
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...<br />
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de,<br />
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.<br />
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;<br />
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!<br />
Şiirin asıl temi, akıncıların «dev gibi bir orduyu» yenmelerinden dolayı<br />
şâirin duyduğu sevinçtir. Bu da, şiirin ilk ve son beyitlerinin aynı<br />
olmasıyla daha kuvvetli bir hale konulmuştur. Yahya Kemal kendisini<br />
de bu akıncıların arasında tahayyül eder. Yedi, şâir için uğurlu bîr sayıdır<br />
: Akıncılar yedi koldan saldırmışlar ve atlarıyla birlikte yerden yedi<br />
kat arşa kanatlanmışlardır. Artık bütün akıncılar cennettedirler. Fakat<br />
o günlerin hâtırası da akıllarından çıkmamaktadır.<br />
Bu şiirdeki hareket, akıncıların hareketidir, yani şimşek hızıdır.<br />
Yahya Kemal akıncıların hareketini daha iyi belirtecek isim, sıfat ve fiilleri<br />
bir araya toplar: ilerle, şimşek, dolu dizgin, boşanan, kanatlandık»<br />
hızla...<br />
Mohaç Türküsü'nde, Mohaç ovasmdaki akıncılar anlatılır. Yahya Kemal<br />
kendisini yine akıncıların arasında farzeder. Akıncılar şehit olurken<br />
bir savaş daha kazanırlar. Zafer bir sevgilidir sanki. Askerler onun koynuna<br />
girerek visalin sarhoşluğunu tadarlar:<br />
Gül yüzlü bir âfetti ki her busesi lâle:<br />
Girdik zaferin koynuna, kandık p visale!<br />
Şehit olan akıncılar bir bir göğe çıkarlar ve cennet bahçesine varırlar.<br />
Artık kendileri gibi ölmüş olan yiğitlerle beraberdirler. Sadece doğdukları<br />
toprağa., nal seslerinin şimşek gibi bir hâtırası kalacaktır. Bu<br />
şiirde Yahya Kemal cenneti bir bahçe olarak tasavvur etmekle, zaferi güi<br />
yüzlü, lâle bûseli bir sevgiliye benzetmekle, klâsik şiirin imajlarını kullanmış<br />
olmaktadır. Ayrıca Mohaç Türküsü'nde de Akıncı'daki gibi savaşçıların<br />
hızını belirtecek kelimelere yer verir: kanatlı, atılan, uçtuk, atıldık,<br />
dolu dizgin, koşumuzdur, yarıştık, dört nala...<br />
Yahya Kemal, Hayal Beste'de Türk Oğlunun kurduğu muhteşem devleti<br />
anlatır. Türkler Romanın doğusunu fethettikleri günden beri «yüce<br />
dağlar gibi» işler görmüşlerdir. Gittikleri yerlerde «asırlarca» kalmışlar,<br />
kurdukları devlet «asırlarca» muzaffer yürümüştür. İçinde «iri firuzeye<br />
benzer nice gök kubbe» şeklinde tasvir ettiği camiler bulunan yüzlerce<br />
40 BİLGE ERCÎLÂSUN
şehir kurmuşlardır. Fakat Yahya Kemal'e göre bu büyük mimarî Osman'ı<br />
Devletini her ne kadar dünyaya aksettiriyorsa da tam manâsıyla<br />
onun büyüklüğünü göstermeye yetmez. Bundan sonraki mısralarda şâir,<br />
Osmanlı Devleti'nin büyüklüğüne lâyık bir sanat eseri (bir destan, bir<br />
resim...) meydana getirilmediğine hayıflanır :<br />
Şi're aks ettirebilseydîn eğer, dînlerdin.<br />
Yüz fetih şi'ri, okundukça, çelik tellerden.<br />
Resme aks ettirebilseydîn eğer, ömrünce,<br />
Ebedî cedleri karşında görürdün canlı.<br />
Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat,<br />
Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin.<br />
O Rüzgâr şiirinde akınlar, fetihler ve rüzgâr arasında münasebet kurar.<br />
Fethin kutsallığını bilen fâtih nesle ve onun ruhuna vatan dar gelir:<br />
Böyle bir dersi alan ruha vatan dar görünür;<br />
Dâima başka sefer, başka ufuklar görünür.<br />
O nesil duymuş akın zevkini rüzgârda bile;<br />
Bu duyuş varmış alanlardaki atlarda bile...<br />
Yahya Kemal'in en karakteristik tarafı, İstanbul'a dâir yazdığı şiirlerdir.<br />
Onun İstanbul'a bakış tarzını en iyi ifade eden ve onu diğer şâirlerden,<br />
bilhassa Tevfik Fikret'ten en fazla ayıran şiiri bence Siste Söyle*<br />
niş'tir. Siste Söyleniş ile Sis, konu ve hayal bakımından aynı, fakat bakış<br />
tarzı bakımından çok farklıdır. Sis'teki nefret ve bedbinlik, Yahya Kemal'in<br />
şiirinde yerini hayranlık ve sevgiye bırakır:<br />
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler..<br />
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler<br />
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden<br />
Fîrûze nehri nerde Bugün saklıdır, neden<br />
Yahya Kemal, İstanbul'un semtlerini, Boğazın mavi suyunu hasretle,<br />
sevgiyle, adetâ çocuğuna gösterdiği bir ilgiyle aramaktadır. İstanbul'u<br />
o kadar sever ki onu hiç bir yere benzetmek istemez. Yine de İsviçre<br />
göllerini hatırlar:<br />
Benzetmek olmasm sana dünyâda bir yeri;<br />
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölîeri.<br />
Şâir, ister istemez Fikret'in Si&'ini ve lanetini de hatırlar :<br />
Bir devri lânetiyle boğan şâirin Sisi,<br />
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.<br />
Hülyama bir ezâ gibi aksetti bir daha;<br />
— Örtün! Müebbeden uyu. Ey şehr!— O beddua...<br />
Halbuki Yahya Kemal İstanbul'un değil ebediyen kaybolması, sis altında<br />
geçici gizlenişine bile tahammül edemez. Şiirde aynı sevgi ve şefkat<br />
dolu ifade devam eder:<br />
Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;<br />
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.<br />
YAHYA KEMAL 41
Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl<br />
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl<br />
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,<br />
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.<br />
Bu mısralarda sevginin yarattığı bir benimseyiş görülüyor. Yahya Kemal,<br />
İstanbul'un hüznünü de çekmeye razıdır. Bütün bu duygular, Sis'teki<br />
şiddetli nefret ve kinle tezad teşkil eder.<br />
Yahya Kemal, Bir Tepeden, Bir Başka Tepeden adlı şiirlerinde İstanbul'un<br />
tepelerden görünüşünü anlatır. Bu anlatış, tasvirden değil tablo ve<br />
duygu kompozisyonundan meydana gelir. Bir Tepeden şiirinde şâir, b^r<br />
akşam vakti güzel yüzlü ve güzel sesli bir kadının İstanbul'u seyrettiğini<br />
tahayyül eder. Şâirin gözünde bu güzel kadın İstanbul'u sembolize et<br />
mektedir. Şiirin ikinci kıtasında Yahya Kemal, coğrafyaya ve iklime verdiği<br />
ehemmiyeti açıkça belirtir. Şâire göre vatan, sadece manevî unsurları<br />
değil maddî unsurları da kendisinde toplar. Vatanın meydana gelişinde<br />
şehitlerin canları pahasına aldıkları toprakların da büyük ehemmiyeti<br />
vardır :<br />
Irkın seni iklimine benzer yaratırken,<br />
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış.<br />
Târihîni akse 11 irebilsin diye cehren,<br />
Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış.<br />
Yahya Kemal'e göre iklim, insanlara tesir eden faktörlerden biridir.<br />
Biı milletin iklim değiştirmesi zamanla insanlarının yaradılışlarının ve<br />
yaşayışlarının farklılaşmasına yol açar. Bu görüş ona Fransız edebiyatından<br />
gelmektedir. 19. yüzyıl sonunda Fransız edebiyatında sosyal faktörlerin<br />
edebiyata tesiri üzerinde çok duruluyordu. Yahya Kemal'den önce<br />
Servet-i fünuncular da Fransızların edebiyat dışı unsurlara bakış tarzlarının<br />
etkisinde kalmışlar, Servet-i Fünun dergisinde bu konuya dâir tercümeler<br />
yapmışlardır (Hukuk, iktisat, iklim, vs., in edebiyatla olan münasebeti<br />
gibi).<br />
Bir Başka Tepeden, bu şiirin devamı gibidir. Şâir yine İstanbul'u<br />
seyretmeye ve sevmeye doyamadığmı ifade eder :<br />
Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!<br />
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer.<br />
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!<br />
Sâde bir semtini sevmek bile bîr ömre değer.<br />
İstanbul'dan bahseden bu şiirde de aynı hayranlık ve sevgi tonu hâkimdir.<br />
Yahya Kemal, İstanbul'un semtleri içinde Üsküdar'a başka bir değer<br />
verir. Üsküdar'ın en mühim vasfı, İstanbul'un fethini görmüş olmasıdır.<br />
Şâir, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar adlı şiirinde<br />
Üsküdar, bir ulu rûyâyı görenler şehri!<br />
42 BİLGE ERCİLÂSÜN
diyerek hayalinde canlandırdığı bu fetih günlerini anlatır ve o günleri<br />
bir daha yaşar. Hayal Şehir'de Üsküdar'ın uzaktan görünüşünün tablosunu<br />
çizer. Üsküdar'ın Dost Işıkları'nda, bir sabah vaktini anlatır. Bu<br />
ışıklar, zamanı «Türk eden» ışıklardır. Şâir, gönlü, dili, kanı ve mizacıyla<br />
Türk olduğunu bir kere daha hisseder :<br />
Sizlersiniz bu ânl ışıklarla Türk eden!<br />
Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!<br />
Gönlüm, dilim, kanun ve mizacımla sizdenim,<br />
Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim.<br />
Ok'ta İstanbul'un fethindeki yaradan kalma bir okun kutsallığından<br />
bahseder :<br />
Hünkâr dedi: «Koca pek yaman saldın!<br />
Eğerçi bellisin benim katımda,<br />
Bir sır olsa gerek bu ilk atımda,<br />
Bu sihirli oku nereden aldın»<br />
İhtiyar, elini bağrına soktu;<br />
Dedi ki: «İstanbul muhasarası<br />
Başlarken aldığım gaza yarası<br />
İçinden çektiğim, bu altın oktu!»<br />
İstanbul'un fethi kutsal bir olaydır. Yahya Kemal sık sık şiirlerinde bunu<br />
tekrarlar :<br />
İstanbul'un fethi, Tamının kutlu işi.<br />
(Devamı gelecek sayıda)<br />
MÜHİM BİR AÇIKLAMA<br />
Temmuz sayımızda Nâdir Devletin, «Dış Türklerde Nüfus Artışı» isimli<br />
bir makalesini neşretmiştik.<br />
Pek çok okuyucumuz, bu yazının, istatistik! bilgilere dayandığına ve Sovyet<br />
kaynaklarından hareketle kaleme alındığına dikkat etmemiş olmalı ki<br />
bize yazarak tenkit ve üzüntülerini beyan edenler yanında, büromuza gelenlerin<br />
ve karşılaştığımız dostlarımızın da sitemlerine muhatap olduk.<br />
Bahsi geçen yazıda, çeşitli boylara mensup Türkler tablolarda ayrı ayrı<br />
gösteriliyor ve buna ilâveten, sanki, bütün bu boyların ortak adı değilmiş gibi,<br />
bir de ayrıca Türk ismi zikrediliyordu. Tabiî, Sovyet kaynaklarının meseleye<br />
daha değişik bakmasını düşünmek mümkün değildir. Niçin bu kaynağın kullanıldığı<br />
meselesi ise, apayrı bir konudur. Herhalde Yazar, kendisini resmî<br />
mâhiyet taşıyan bir istatüstiğc dayanmaya mecbur hissetmiş olmalıdır.<br />
Okuyucularımızın, zikrettiğimiz bu yazı üzerindeki mütalâalarını öğrenmekten,<br />
büyük bir zevk duyacağız. Aslında her zaman ifade ettiğimiz gibi,<br />
Töre münakaşaya açık bir dergidir. İnancımız, hakikatlerin, dogmatik bir<br />
kabulden ziyâde, münakaşa ile sindirilmesi ve dosdoğru kabul edilmesi istikametindedir.<br />
Bu meyanda, Nadir Devletin yazısı üzerinde, kaynağı göz önünde bulundurarak<br />
bize yazmanızı bekliyoruz.<br />
TÖRE<br />
YAHYA KEMÂL 43
GENÇ KALEMLER<br />
GİDENLER<br />
MUSTAFA DOĞAN<br />
«Gittin amma ki kodun hasret ile cam bile<br />
İstemem sensiz olan sohbeti yârânı bile.»<br />
Asfaltlar, omuzlar üzerinde yükselen tabutlarınızın eleminde titriyor, kemiklerimize<br />
kadar dayandı, aramızdan ayrılışın hançeri.<br />
Tuksak bir devrin çilekeş neslini öksüz bırakıp da gittiniz. Şu süksesinden ge<br />
çilmeyen çirkeflikle dolu bir zamanda, acımasızca çullanan bir ölüm söküp aldı<br />
sizi aramızdan.<br />
Gözlerimiz yaşlı artık; her sabah o sessiz sokaklar hıçkırık seslerinden çıldır,<br />
mak üzereler. Hergün bir yenisi, yenileri... Bıktılar, usandılar kaldırımlar, öfkeyle<br />
basan ayaklardan.<br />
Üzerinize engerek zehiri kusanlar, çoban köpeklerini saldırtanlar, şimdi mutlular<br />
mı acaba Çağdaş insanlık teorileri ile parsellenmiş kafaların, bir tufan misali<br />
estirdikleri acı kasırganın yıkıntıları arasında siz kaldınız. Millet varlığının arklarını<br />
öz sudan mahrum çamurla dolu gördüğünüz bir anda, akşamları cesetlerinizin<br />
üstüne acıyla ektiler.<br />
Ur bağlamış idraki ile, dilenen dimağlarla tüyleri koparılmış bir kuş gibi çırpınanlara<br />
sıcasık bir avuç içi olduğunuz için mezar toprakları vücudunuzu sıkıca<br />
sarar. —<br />
Durmadan pürüzler meydana getiren, delinmeyen çıbana neşterinizi, vurduğunuz,<br />
köklü bir ilim sarayının kilidini tozlu raflara kaldıranlara karşı çıktığınız için<br />
gittiniz.<br />
Yere yıkıldığınız zaman, dilinizin altında düğümlenen kara bir zeytin çekirdeği,<br />
ütüsüz pantolonunuzun cebinde bir ekmek parası vardı.<br />
Mukaddes meşaleleri ateşlediğiniz, tehlike nüanslarını görerek zillet çığırtkanlarına<br />
karşı çıktığınız için gittiniz.<br />
«Yakmaz ateş korlar bizi,<br />
Türk'e gönül verdik diye,<br />
Zindanlara koflar bizi.»<br />
diyen dudaklarınızdan ürperdikleri için, bodrum katlarda yatmaya razı oldunuz.<br />
Zindanlarda çürümeye mahkûm edildiniz; kaos içinde yürüyen bir cemiyete tutsaklığın<br />
zincirini kopartmayı öğrettiniz ve gittiniz.<br />
Genç kızlarımızın ellerindeki kınanın kana, başlarındaki beyaz duvağın «siyah<br />
duvağa» dönüştüğünü gördüğünüz, kimsenin duymadığı acıyı duyduğunuz için gittiniz.<br />
Heba olmuş bir vatan ve ağlayan insanlarını görmek istemediğiniz, ne bayrağımızın<br />
büzülmesine ve ne de insanımızın başının öne eğilmesine razı olmadığınız<br />
için gittiniz.<br />
«Anne! Senden daha muazzez valide olan vatanımı düşünüyordum anne...» de<br />
diğiniz için gittiniz.<br />
44 MUSTAFA DOĞAN
TÖRE HİKÂYE YARIŞMASI<br />
TÖRE, edebiyatçılarımızı teşvik, tanıtma ve hareketimize yazar kazandırma<br />
amacıyla bir hikâye yarışması açmıştır. Şartlar şöyledir:<br />
1) Hikâyeler en geç 31 Ağustos 1980 tarihinde postaya verilmiş olmalıdır.<br />
2) Hikâyeler daktilo veya —daktilo temin edemeyen arkadaşlarımız<br />
için— çok düzgün el yazısıyla, sayfanın bir yüzüne yazılacak ve üç kopya<br />
halinde TÖRE'ye postalanacaktır.<br />
3) Konu ve uzunluk serbesttir.<br />
4) İsteyen yarışmacılar müstear isim veya rumuz kullanabilirler. Ancak<br />
hakikî isim kullanmayanlar, hakikî isim ve adreslerini ve kullandıkları<br />
rumuz veya müstear ismi ayrı bir mektupla TÖRE'ye postalamahdırlar. Bu<br />
zarflar, yarışma sonuçlanıncaya kadar açılmayacaktır. Derece alamayanların<br />
zarfları hiç açılmayacaktır.<br />
5) Bir yazar yarışmaya en çok üç hikâye ile katılabilir.<br />
6) Derece almayan hikâyeler yazarlarına iade edilmeyecektir.<br />
7) Mükâfatlar :<br />
Birinciye<br />
İkinciye<br />
Üçüncüye<br />
: 5000 TL<br />
: 3000 TL<br />
: 1000 TL<br />
Seçici Kurul : ><br />
EMİNE IŞINSU<br />
SEVİNÇ ÇOKUM<br />
Dr. BİLGE ERCİLASUN<br />
HÜSEYİN MÜMTAZ<br />
YAĞMUR TUNAL1<br />
Dereceye giren hikâyeler TÖRE'de yayımlanacak ve aksini istemedikleri<br />
takdirde yazarları okuyucularımıza tanıtılacaktır.<br />
8) Hikâyeler: «TÖRE Hikâye Yarışması, P.K. 211, Kızılay, Ankara» adresine<br />
postalanmalıdır. •<br />
45
BİR İKTİSADİ DEVLET TEŞEKKÜLÜ<br />
«T.C. ZİRAAT BANKASI»<br />
130. Milyara yaklaşan mevduatı ile 6) Hayvancılığın tüm dallarında uy-<br />
T.C. Ziraat Bankası, en büyük devlet ban. gulanmakta olan kredi ikraz birimleri<br />
kasıdır.<br />
% 60 oranında arttırılmış, kuzu besiciliğ*<br />
j T.C. Ziraat Bankası Genel Mü-için verilmekte olan 375 lira ise % 167<br />
dürlüğünün yurt sathındaki 1.010 şubesi oranında arttırılarak 1.000 liraya çıkarile,<br />
1 Ocak 1980'den itibaren Ziraî Kredi- tılmıştır.<br />
jler sahasmda uygulamaya koyduğu yeni- 7) Antep Fıstığı yetiştirmekte olan<br />
likleri gözden geçirirsek, bu iktisadî dev- üreticilere bir dekar için verilen 100. .ilet<br />
teşekkülünün, Türkiye ekonomisinde- rahk kredi 1.000 liraya ve fındık üretici -<br />
ki yerini, daha iyi anlarız.<br />
si ne verilmekte olan dekara 100 liralık<br />
1) Çalışır vaziyette traktör, biçer-dö- kredi de 400 liraya yükseltilmiştir.<br />
ger, su motoru gibi araçlara sahip olan 8) Mahsul Barem Cetvellerinin belli<br />
üreticilere verilmekten odan dekara 50. devrelerde düzenlenmesi usûlü kaıdınlaliralık<br />
akaryakıt kredisi 90 liraya yüksel- rak, devamlılık arzeden yeni cetveller uytilmiştir.<br />
gulanmaya koyulmuştur. Toprak değer<br />
2) Artan gübre fiatlan gözönüne alı baremi de islâh edilmektedir.<br />
narak gübre kredi dilimleri ve peşinat 9) Arazi Edinme ve Teçhiz Kredileri<br />
oranları yeniden çiftçi lehine düzenlen- j ç i n tanınan şube yetkileri dışında kalan,<br />
miş ve % 400 oranında artış sağlanmış, bütün özel konularda şube yetküerine setır<br />
*<br />
lâhiyet kazandırılarak, şubeıere yetkileri-.<br />
3) PamıJc üreticilerine verilmekte o- ni kullanma konusunda 300.000 liralık sı- \<br />
lan dekara 15 liralık, tohum kredisi 60 li- nır dahilinde serbestlik tanmmıştır. (An- [<br />
raya çıkarılmıştır.<br />
cak hububata bu miktarın % 15 i, diğer I<br />
4) Gıda-Tarmı ve Hayvancıhk Bakan- bitkilerde ise % 50'si nakit olarak kredi j<br />
lığı ile Köy İşleri ve Kooperatifler Bakan- verilebilecektir.) Tarım Kredi Kooperatif-1<br />
Iığı'nca hazırlanmış olan; arpa, ay çiçeği, leri şahıs haddi de 100.000 liradan, 200.000<br />
fasulye, mercimek, mısır, çeltik, yonca, liraya yükseltilmiştir.<br />
patates, soya, antep fıstığı, meyvacılık ve 10) Kredi taleplerinde fizibilite rapo-!<br />
hayvancılık konusundaki üretimi geliştir- ru düzenleme sınırı, 500.000 liradan<br />
me projesi'ne özel ikraz birimleri uygu- 5.000.000 liraya çıkartılmıştır. Tesis ve |<br />
lanmasıyla ilgili olarak, yeni ikraz birim- yapı kredisi tekliflerini ihtiva etmeyen<br />
leri tesbit edilerek yürürlüğe konulmuş- kredilerde ise fizibilite raporu düzenlenir,<br />
me zorunluluğu kaldırılmıştır.<br />
5) Traktör alacak tek kişiye verilen 11) Büyük ve Küçük Baş Hayvancılık<br />
250.000 liralık kredi 450.000 liraya, çiftçi Donatma Kredilerinde vade altı ay olarak<br />
gruplara veya kooperatiflere verilen 350. uygulanmakta iken, yapılan değişikliöle<br />
bin liralık kredi 550.000 liraya yükseltil- bu vade iki yıla çıkartılmıştır. Ayrıca ta»<br />
mistir. Biçer-Döğer için tek kişiye veril- vukçuluk donatma kredilerinde de vade.<br />
mekte olan 500.000 liralık kredi 1.000.000 bir yıldan, iki yıla çıkartılmış ve her iki<br />
liraya ve çiftçi gruplara ve kooperatifle- konuya ait çevirme kredilerinin, bir yü<br />
re verilmekte olan 650.000 liralık kredi ise vadeli olarak, iki devre halinde kullanıl-<br />
1.150.000 liraya çıkartılmıştır. ma imkânı sağlanmıştır.<br />
46
12) Topraksu Kredileriyle ilgili formaliteler,<br />
basitleştirilerek bir işletmeye<br />
açılabilecek kredi miktarı 750.000 liradan,<br />
1.500.000 liraya yükseltilmiştir. Bu arada<br />
şubelerin re'sen açabilecekleri kredi miktarı<br />
da 300.000 liraya yükseltilmiştir.<br />
13) Su Ürünleri Kredilerinin güçlendirilmesi<br />
ve arttırılması konusundaki çalışmalarımız<br />
neticesinde, önemli miktarlarda<br />
artış sağlanmıştır. Sünger ve sünger<br />
avcılığının, yurdumuz su ürünlerindeki<br />
önemli yerini de dikkate alarak ve<br />
ihracat imkânlarının da mevcut olduğu<br />
düşünülerek, bu konudaki çalışmalarımızla<br />
önemli ölçüde kredi artışları imkân dahiline<br />
girmiştir. Özellikle süngercilik işletme<br />
kredilerindeki ümitler % 100 ilâ<br />
% 600 oranında arttırılmıştır.<br />
14) Çeşitli Balıkçılık üretim ekiplerinin<br />
işletme kredileri limitleri de % 50 ilâ<br />
% 100 oranında arttırılmıştır. Öte yandan<br />
şube şahıs hadleri kooperatif ortakları<br />
için 400.000 liradan 600.000 liraya, kooperatif<br />
ortağı olmayan balıkçılar için de<br />
400.000 liradan 530.000 liraya yükseltilmiştir.<br />
Süngerciler için ise bu limit, 630.000<br />
leira olarak tesbit edilmiştir.<br />
Bilcümle T.C. Ziraat Bankası*nın saymakla<br />
bitirilemeyecek hizmetleri vardır<br />
Türkiye ekonomisinde.<br />
(BASIN: 1980)<br />
nevDUftrıntz<br />
130 MİLYARI<br />
ASTI<br />
• 9 ©•<br />
ÖVÜNMEKTE HAKLIYIZ.<br />
3 £ ^ ZİRAAT BANKASİ<br />
ZİRAAT BANKASI 47
Türkiye Tarihine Giriş<br />
HORASAN'DAN<br />
ANADOLU'YA<br />
Oğuz Ünal<br />
JU<br />
TÖRE-DEVLET YAYINEVİ<br />
P.K. 203 Kızılay, Ankara<br />
Biz Türkler, bu vatanı lâfla kurmadık.<br />
Buradaki büyük ve ebedî Türk şahsiyetini<br />
lafla almadık. Bu toprakları birbirinden<br />
ağır tarih hadiseleri yaratarak<br />
(Vatan) yaptık. Yendiğimiz düşman kitlelerinin<br />
meydana getirdikleri eserleri,<br />
Bizansa yakışır, Haçlılara yaraşır bir vahşetle<br />
yıkmadığımıza, koruduğumuza, bugünün<br />
Türk-îslâm mefkuresini lâyıkıyla<br />
anlayamayan, nesilleri üzüyor, kızdırıyor.<br />
Biz o düşman milletlerin yapıp bıraktıklarını<br />
o kadar geçtik ki, bu memlekete<br />
damgamızı öyle eşsiz iki hayat özüyle<br />
(Türklük ve Müslümanlık); imân ile kan'<br />
la bastık ki, bu vatamn artık başkalarına<br />
ait olması ihtimali kalmamıştır.<br />
• KİTAPÇINIZDAN İSTEYİNİZ<br />
DAĞITIM: ANDA, Ankara Cad. Nu: 46<br />
Basın îşhanı,<br />
Çağaloğlu - İstanbul
Ey<br />
Türk!<br />
Üstte<br />
Gök<br />
îökmedîkçe<br />
Altta<br />
Yer<br />
Delinmedikçe<br />
Senin<br />
İlini<br />
ve<br />
Töreni<br />
Kim<br />
Bozabilir <br />
AĞUSTOS : 1980<br />
SAYI: 111<br />
FİYATI 25 LİRA<br />
EMEL MATBAACILIK<br />
SANAYİİ<br />
®: 17 34 96-17 93 05<br />
ANKARA — 1980