PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
Sayı: 13» Nisan -1983<br />
100 TL.<br />
<strong>edebiyat</strong><br />
%<br />
1<br />
4i
OKUYUCULARIMIZA<br />
İNDİRİMLİ KİTAP<br />
DAĞITIM ŞARTLARI :<br />
îj: Her kitaptan birer adetlik siparişlere % 10, iki adetten<br />
beş adete kadar % 15, beş adetten dokuz adete<br />
kadar % 20, 10 adet ve daha yukarı siparişlerde % 25<br />
indirim.<br />
:£ Kitapçılara ve DOĞUŞ abonelerine sipariş miktarlarına<br />
bakılmaksızın % 25 indirim.<br />
^L,.<br />
TÜRK-İSLAM<br />
ÜLKÜSÜ<br />
S.AHMET ARVASİ<br />
jj<br />
Ziya Göfcalp<br />
Sosyolojisinde<br />
Bazı kavramların<br />
Değerlendirilmesi<br />
.imsin<br />
NASIL TEMİN EDECEKSİNİZ:<br />
tf Size en yakın bir PTT merkezinden temin edeceğiniz ,<br />
posta çekiyle kitap bedellerini «DOĞUŞ Edebiyat Dergisi<br />
128589» nolu posta çeki hesabımıza yatırınız.<br />
% Posta çekinin arka yüzündeki «Alıcıya Notlar» kısmına<br />
yazarak veya PK 329 Kızılay ANKARA adresimize<br />
mektupla hangi kitapları istediğinizi bildiriniz.<br />
1000 TL.'NI AŞAN SİPARİŞLER ÖDEMELİ GÖNDERİLEBİLİR.<br />
DİYALEKTİĞİMİZ<br />
VG<br />
ESTETİĞİMİZ<br />
S.Ahmet Arvasi<br />
mmmm<br />
ımtfiMaHnRMMM<br />
İki cilt, her cildi 400'er sh. 400'er TL. (150 TL.) 200 sh 250 TL. {250 TL.<br />
I -jflcl >»> a i«n M * i ıı<br />
Kımlıi»!<br />
1 Muin<br />
l Feyzioğlu<br />
\<br />
FELSEFENİN<br />
İLKELERİ<br />
Felsefeye jGiri$<br />
Prdt Dr. Nihal Keklik<br />
t. - n . _<br />
isle t<br />
9HH<br />
FİLOZOFLARIN<br />
ÖZELLİKLERİ<br />
Felsefeye Giriş<br />
n<br />
PnsT.Dr Nihat Keklik<br />
(200 TL)<br />
ALI AKBAŞ<br />
380 Sh 350 TL.<br />
YAVUZ BÜLENT BAKÎLER<br />
"2 sh. 350 TL<br />
SAATLER<br />
VE<br />
ÇEHRELER<br />
Yahya Akengîn<br />
(350 TL.)<br />
AY ŞAFAĞI<br />
ÇOK<br />
ÇİÇEK<br />
Bahatttn Kara koç<br />
j ] v«• VPVâtw İ r<br />
CtUVUli
DOĞUŞ<br />
EDEBİYAT ^*<br />
AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />
YIL : 4, SAYI: 37<br />
YENİ DİZİ: 13 NİSAN -1983<br />
Sahibi ve Sorumlu<br />
Yazı İşleri Müdürü:<br />
Tayyar AKSOY<br />
Genel Yayın Müdürü :<br />
Adnan Adıvar ÜNAL<br />
İdari İşler Müdürü :<br />
Cemal SAYAN<br />
Haberleşme Adresi :<br />
P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />
ABONE ŞARTLARI :<br />
6 Aylık : 600 TL.<br />
Yıllık<br />
: 1200 TL.<br />
YURTDİŞİ YILLIK : 50 D.M.<br />
(Veya buna eşit miktar döviz)<br />
Abone bedellerini yalnız «DO<br />
ĞUŞ Edebiyat Dergisi 12 85 89»<br />
No.'lu Posta Çeki Hesabımıza<br />
yatırınız.<br />
İLÂN TARİFESİ :<br />
Arka kapak, 4 renk<br />
Kapak içleri<br />
Tam sayfa<br />
Yarım sayfa<br />
: 50.000 TL<br />
: 30.000 TL.<br />
: 20.000 TL.<br />
#<br />
İdare Yeri:<br />
Helvacı Dede Sk. Büyükkışla İşhanı<br />
K. 1 — KAYSERİ<br />
Ankara İdare Yeri:<br />
Talâtpaşa Bulvarı 148/15<br />
Cebeci - Dörtyol<br />
Basıldığı Yer:<br />
Aslımlar Matbaası - ANKARA<br />
Kapak deseni:<br />
GARİPKAFKASLI<br />
YENİ YAYIN YILIMIZDA MERHABA !..<br />
Yayın hayatımıza «Fikir ve Sanatta Millî Uyanış» şiarıyla<br />
girmiştik... Elde ettiğimiz netice hususunda takdiri sizlere bırakıyoruz.<br />
Siz vefakâr okuyucularımızın DOGUŞ'u daha ilk sayısı<br />
ile bağrına basıp, daha 3. sayısında 7000 İlk bir tiraja kavuşturması<br />
yakın dönem <strong>edebiyat</strong> tarihinde rastlanmıyan bir (rotayadır...<br />
Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir neticeyi bize bahşetmeniz<br />
dolayısıyla hayli heyecanlanmış ve millî sanata susamışlığmız<br />
bizleri daha yoğun, daha yorucu çalışmalara sevketmîşti...<br />
Çünkü sizlere ayak uydurmak, sizlerin çalışmalarına pa.<br />
relel olarak muhtevayı da her sayısında güzelleştirmeye mecbur<br />
kılıyordunuz bizleri.<br />
Ve şimdi DOĞUŞ Edebiyat sayısı yüzün üstünde şairler,<br />
hikayeciler, deneme yazarları kadrosu ile geniş bir tabana oturmuştur...<br />
Mevcut kadromuzun çoğunluğunu 20-30 yaş gurubunun<br />
teşkil etmesi meselenin bir diğer sevindirici yönüdür.<br />
DOĞUŞ bir gönül kervanıdır. Gönüldaşlarmın yüksek bir<br />
şahsiyet olduğuna inanır, sağduyusuna güvenir. O bakımdan güdücü<br />
değil davet edici bir yayın politikasını esas alır. Davetimiz<br />
milli sanat tefekkür çilesinedir... Böyle bir çileye talib olunmadan<br />
yarınlara uzanmamız söz konusu değildir. Çok şükür<br />
Doğuş derginiz Türkiyemizin dörtbir tarafından böyle bir çileye<br />
talip binlerce gönüldaşının ilgisine mazhar olmaktadır.<br />
Böyle bir çileye talip olmayıp «gel - geç <strong>edebiyat</strong> yapın»,<br />
«bağırın, çağırın, slogan atın» diyenlerimiz de bulunabilir. «Çıkarken»<br />
yazımızda ifade etmiştik, bir kere daha belirtiyoruz; «Düşüneceğiz,<br />
düşünce talimi yapacağız. Koşmayacağız, yürüyeceğiz.<br />
Bağınmıyacağız, konuşacağız. Zira şiddet ve sürat, idraki<br />
azaltır.» DOĞUŞ bu prensiblerine yeni yayın yılında da sâdık<br />
kalacaktır.<br />
Söz buraya gelmişken «Edebiyat Dergilerimiz» yorumuyla<br />
Türk Milliyetçilerinin fanatik sol dergilere özenip halis sanat gayesinden<br />
uzaklaşmaması gerektiğine işaret ederek «sığ ve yanlış»<br />
görüşlere prim vermediğini açıkça ortaya koyan HAMLE<br />
dergisine teşekkür etmek istiyoruz. HAMLE dergimizin ifade ettiği<br />
sanatta güzellik endişesi taşımıyanların «savunduğu doğruları<br />
bile çirkinleştirmesi» tesbitine katılmamak mümkün mü..<br />
Geride bıraktığımız 12 sayının tecrübelerinin ışığında yeni<br />
yayın yılımızda daha muhtevelı bir DOĞUŞ sunmaya çalışacağız...<br />
«İyinin ve güzelin hududu yoktur» demiştik sık ışık, ve<br />
yine tekrar ediyoruz... DOGUŞ'un seviye yükselişi kesintisiz<br />
devam edecektir!..<br />
Bugüne kadar abone kaydı yaptırmamış arkadaşlarımıza<br />
çıkan 12 sayının cilt halinde satışa arzedildiğini duyurmanızı<br />
ve okuyucu ailemizi genişletme çalışmalarınızı istirham ediyoruz...<br />
Bizler bu hizmetin muhteva yönünü üstlendik. Onu vatan<br />
sathında müessir kılma mesuliyetini de sizlere havale ediyoruz.<br />
Bunun için: a) Adresine örnek sayı göndererek abone daveti<br />
yapabileceğiniz arkadaşlarınızın isim ve adreslerini bize<br />
yazınız, b) Abone müddetinizi zamanında yeniliyerek dergi çalışmalarımızı<br />
kolaylaşırınız, c) Yakın çevrenizde derginizi tanıtıp<br />
tavsiye ederek yeni abone kayıtlarına vesile olunuz.<br />
Selâm, sevgi ve saygılarımızla...<br />
ALPER AKSOY
S. AHMET<br />
ARVASİ<br />
TEFEKKÜR<br />
DÜNYASI veBBZ<br />
YOKLUK KAVRAMI VE İS<br />
Alfred Weber'in de Felsefe Tarihi'nde<br />
belirttiği üzere: «Boşluk kavramı, hareket<br />
halinde bulunan maddenin zarurî şartı<br />
haline gelen ve dolu kavramının hemen<br />
yambaşında tecelli eden, maddeciliği çelişkiye<br />
düşüren ve ona düalist bir renk veren<br />
ikinci bir prensiptir». (Bkz. a.g.e. Cf:<br />
31).<br />
İslâm mütefekkirleri de üç boyutlu<br />
varlık fikrinin böyle çelişkin bir durumda<br />
olduklarım farketmişlerdir. Yani, müslüman<br />
mütefekkirler de «cisimlerin» ve<br />
«maddî varlıkların» bir taraftan «varlık»,<br />
diğer taraftan «yokluk» prensibi içinde<br />
kaynaşıp durduklarını idrak etmişler; bütün<br />
«mahlûkatı», çeşitli tezahüratına rağmen,<br />
«sıfır ile sonsuz», «yok ile var», «hiç<br />
ile hep» arasında müşahede etmişlerdir.<br />
Bu konuda, İmam-ı Rabbani Ahmed<br />
Farukî Hazretleri, «Mektûbat» adlı çok değerli<br />
kitabında şöyle buyururlar: «Yoklar,<br />
kendileri ile birleşmiş olan kemaller ile<br />
birlikte, mümkünatm, yani, yaratıkların<br />
mahiyetleri ve asılları olmuşlardır.» (Bkz.<br />
234. Mektup). Nitekim, bütün İslâm mutasavvıfları,<br />
bu madde ve enerji âlemini,<br />
«yokluk aynasına akseden varlık tezahürleri»<br />
olarak değerlendirmişlerdir. Onlara<br />
göre, bu âlemdeki varlıklar, fani, izafî ve<br />
itibarîdir; yani, «var» ile «yok» arasında<br />
yalpalayan şeyler...<br />
Gerçekten de bu objektif âlemde müşahede<br />
ettiğimiz herşey, ne «hiçi», ne de<br />
«hepi» temsil etmektedir. Yaratıklar, «hiç»<br />
ile «hep» arasında yalpalayıp durmaktadırlar.<br />
Âlemin bütün sırlarını çözmüşcesine<br />
ahkâm kesen bir üniversiteli gence, bir<br />
İslâm büyüğünün sorduğu şu soru ne kadar<br />
manâlıdır: «Söyle bakalım delikanlı!<br />
Sen 'hiç* misin, yoksa 'hep' mi».<br />
Hiç şüphesiz, organizmamız, dünyamız<br />
ve kâinatımız «madde» ile inşa edilmiştir.<br />
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'-<br />
an-ı Kerim'de «madde» ile örülmüş bu<br />
muhteşem âleme «âlem-i halk» (yaratılmışlar<br />
âlemi) denir. «Halk», aynı zamanda<br />
«ölçülebilir» demektir. «Ölçülebüir<br />
âlem» ise madde ve enerji âlemidir. İslâm'<br />
ın ortaya koyduğu ölçülere göre de «ölçülebilir<br />
âlem», üç boyutlu varlık tezahürlerinden<br />
ibarettir. Böyle olunca, madde<br />
ve enerji âlemi, ne «hiç», ne «hep» tir. O<br />
halde, madde nedir ve eşya dünyası nasıl<br />
yaratıldı Bu konuda İmam-ı A'zam Ebû<br />
Hanife (699-767), şöyle buyururlar .• «Yüce<br />
Allah, eşyayı (objet'leri), birşeyden yaratmadı.<br />
O, eşyanın mahiyetini, eşya yaratılmadan<br />
önce biliyordu. O, eşyayı, takdir<br />
edip yaratandır». (Bkz. İmam-ı A'zam,<br />
Fıkh-ı Ekber).<br />
Yüce ve mukaddes İslâmî emir ve ölçülere<br />
göre, biz de, bütün yaratıklar da<br />
gerçekte «Allah'a aidiz», ergeç yine «O'na<br />
döneceğiz. Nitekim, yüce ve mukaddes ki-<br />
2
tabımız Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:<br />
«Biz Allah'a aidiz, yine O'na döneceğiz».<br />
(Bkz. El-Bakare Sûresi, âyet: 156).<br />
Yine, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'-<br />
an-ı Kerim'de, bütün «mahlûkatm» ve<br />
«mümkünatm», belli bir müddet sonra<br />
topyekûn «helak olacağım» ve «Allah'ın<br />
vechinden başka birşeyin» kalmıyacağmı,<br />
«herşeyin döndürülüp Allah'a götürüleceğini»<br />
ve Allah'tan başka ilâh ve gerçek<br />
varlık bulunmadığını, onun için O'ııdan<br />
başkasının ilâhlaştırılamıyacağmı şöylece<br />
belirtir: «Allah ile birlikte, diğer bir ilâh<br />
edinip ona tapınma. O'ndan başka hiçbir<br />
ilâh yok. O'nun zâtından başka, herşey<br />
helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz<br />
ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz.»<br />
(Bkz. El-Kasas Sûresi, âyet: 88).<br />
Görüldüğü gibi, İslâm, madde ve enerji<br />
âlemini inkâr etmemekte, onu, gerçek<br />
statüsü içinde ve «âlem-i halk» olarak değerlendirmektedir.<br />
«Yokluk aynası» :<br />
İmam-ı Gazalî'den (1054-1111) bu yana,<br />
İslâm âleminde mutasavvıflar, «yokluk<br />
aynası» tâbirini kullandılar.<br />
Bunun yanında, inkâr edilemez bir<br />
vakıa halinde, insan zekâsı, «sıfır» veya<br />
«hiçlik» diye bir kavram bulmuş ve bundan<br />
ürkmüştür. Yani, insan zihninin bir<br />
köşesinde «yokluk fikri», korkunç bir vehim<br />
halinde kıvranmakta, eşya dünyası,<br />
bu vehmi, «boşluk duygusunu» kışkırtarak<br />
beslemektedir. Böylece, insanoğlu, her<br />
fırsatta ve zeminde, «hiçliği» hissetmekte<br />
ve ondan ürkmektedir. Çünkü, insan ruhu,<br />
«yokluğu» ve «yok olmayı», fena ve<br />
çirkin bulmakta, onu, her fenalığın ve çirkinliğin<br />
kaynağı bilmektedir. Bunun aksine,<br />
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de buyurdukları<br />
gibi.- «Varolmak, bir güzelliktir.<br />
Hatta, bütün güzelliklerin başlangıcıdır».<br />
(Bkz. Mektübat, 3. Cilt - 62. Mektup).<br />
Zaten, bütün mümkünat, «yokluğu»<br />
reddetmekte, «ademiyetten ebediyyete»<br />
(yokluktan sonsuzluğa) sığınmaktadır.<br />
Bütün bu kıpırdanışları, bu koşuşmaları,<br />
bu çırpınışları, bu ayak ve kanad seslerini,<br />
bu şekilde mânâlandırmak mümkündür.<br />
Nitekim, çağdaş İslâm Şairi Necip Fazıl<br />
Kısakürek, bütün bu kıpırdanışları<br />
şöyle özetler: «Gaye tek, ölmemek».<br />
Öyle anlaşılıyor ki, Yaradanımız, bütün<br />
«damlacıkları», ezelî ve ebedî «varlık<br />
okyanusuna» cezbederken, yarattığı herşeyi,<br />
aynı zamanda, bir «yokluk vehmine»<br />
düşürerek, «boşluk kavramını», eşyanın<br />
«ikinci bir prensibi» haline sokarak onları,<br />
arkalarından da itmektedir. Böylece,<br />
bütün mümkünat, hiçliği, yokluğu ve boşluğu,<br />
«varlığın arkasmda duran bir tehlike»<br />
olarak vehmetmekte ve ondan ürkmektedir.<br />
«Yokluk aynasında» gözükmekten<br />
korkan ve ürken «kesret âlemi», büyük<br />
bir iştiyakla «Mutlak Varlığa» ve «tevhide»<br />
doğru, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin<br />
tâbiri ile «elsiz ve ayaksız koşmaktadır».<br />
Bütün bu haller, bütün yaratıkların,<br />
«yokluk aynasında» gözüken varlıklar olduğunu,<br />
ne güzel ifade etmektedir. Nitekim,<br />
bütün mümkünat, «ölüm» ile «ölümsüzlük»<br />
arasına konmuş birer varlık kıvılcımı<br />
gibi, hızla kayıp gitmekte, biçimden<br />
biçime, kılıktan kılığa girerek «ölümsüzlük»<br />
aramaktadır. Evet, «fani formların»<br />
ötesinde bir «ölümsüzlük...».<br />
Gerçekten de İslâm'ı anlamak için,<br />
bütün yaratıkların «sıfır» ile «sonsuzluk»<br />
arasında, arkaları «hiçliğe», yüzleri «sonsuzluğa»<br />
dönük olarak akıp gitmekte olduklarını<br />
müşahede edebilmek gerekir.<br />
İnsanoğlu, kendi şuur ve idrakini tahlil<br />
edebilirse, orada, hem «yokluk, hiçlik ve<br />
boşluk» vehminden kaynaklanan duygulara,<br />
hem de «Gerçek ve Mutlak Varlığın»<br />
tecelhlerine birlikte rastlayacaktır. Zaten,<br />
bir bakıma, «mekân» kavramı, üç boyutlu,<br />
mücerred boşluk fikrini, «zaman»<br />
kavramı ise, bu mekân içinde bulunan<br />
itibarî ve fani tezahürlerin varlıkta durma<br />
ve sonsuzluğu arama iradelerini temsil<br />
eder. Peki «ben neyim». «Ben», evet «ben»<br />
de ne «hiçim», ne de «hep»... «Ben», bu ikisi<br />
arasına konmuş, «fani formlar» içinde<br />
«ebediyyet» arayan ve ölümü tada tada»,<br />
ölümsüzlük ülkesine doğru yol alan bir<br />
varlık kıvılcımıyım. Yani, «yokluk aynasındaki<br />
varlık»...<br />
3
(Ayvaz Gökdemir<br />
EMPERYALİZM GERÇEĞİ II.<br />
Geçen yazıda, bâzı târihî<br />
hatırlatmalar ve siyâsî dokunuşlarla,<br />
emperyalizmin en büyük<br />
mağduru olduğumuzu; emperyalizmle<br />
kendi târihî ve stratejik<br />
şartlarımızda aç^k gizli devam<br />
edip gelen bir hesabımız<br />
ve hesaplaşmamız bulunıduğurru<br />
işaret etmiş ve mes'elenin<br />
kabaca da olsa dış çerçevesini,<br />
târihî 'kadrosunu belirlemeye<br />
çalışmıştım. Bu defa da mümkün<br />
olduğu kadar, mes'elenin<br />
kültür ve zihniyet tarafına, iç<br />
cep'hesine temas etmek istiyorum.<br />
Şunu peşînen ifâde ve itiraf<br />
etmök lâzımdır 'ki, mes'ele kitap,<br />
hattâ kitaplar çapında işlenecek<br />
ölçüde ehemmiyetli, geniş<br />
ve büyüktür. Teksîfî bir çalışma<br />
yapacak zamanı bulabilsem,<br />
mes'elenin ehemmiyeti ile mütenasip<br />
hacimde, gücümün yettiği<br />
kadar bir şeyler yazmak, benim<br />
İçin zerkti bir meşguliyet ve<br />
faydasına son derece inandığım<br />
bir hizmet olurdu. Fakat şu gün<br />
için böyle bir çalışmaya ne zamanım,<br />
ne de şartlarım 'müsait.<br />
Hatırda kalanlardan, akla gelenlerden<br />
yapmaya çalıştığımız şu<br />
»kompozisyonları, sâdece bir<br />
sohbet olarak düşünmeik ve değerlendirmek<br />
uygun olur.<br />
Emperyalizm, sâdece siyâsî<br />
4<br />
ve askerî sahada dünyâmızı başımıza<br />
yıkmakla yetinmedi, iktisaden<br />
sömürmekle doymadı;<br />
«bütün bunlardan daha elîm ve<br />
daha vahim olmak üzere» duygu,<br />
düşünce ve değerler dünyâmıza<br />
el attı. Üzerimizde devamlı<br />
bir kontrol ve güdüm tesis e-<br />
debilme'k için, siyâsî vesayetini<br />
ihlâl, iktisadî ve askerî menfaatlerini<br />
haleldar etmeyecek bir çiz<br />
gide bulunmamızı temin için,<br />
gelişme ve 'kalkınmamızın kendilerince<br />
münâsip görülen haddi<br />
aşmaması için bizi içten fethetmeğe<br />
giriştiler. Evet, askerleri<br />
«geldikleri gibi» def olup gittiler,<br />
oma kolejleri, hastahâneleri,<br />
misyonerleri, kitapları, kültür<br />
•merkezleri, ajanları kaldı. Yenileri<br />
açıldı, daha çoğu geldi. Ektikleri<br />
fesat tohumları yeşerdi.<br />
Kültür taarruzu devam etti ve<br />
hâlen de devam ediyor. Geriliğimiz,<br />
devamlı harbler neticesinde<br />
fakir, yorgun, perişan ve en<br />
mühimi insansız kalışımız, gafletlerimiz<br />
ve uğradığımız ihanetler,<br />
böyle bir taarruz karşısında<br />
şuurlu bir mukavemete<br />
imikân bırakmadı. «İman dolu<br />
göğüsler», bitmez tükenmez<br />
harblerde telef ve heba olduğu,<br />
vatanın maddesini kurtarmak<br />
için serhadlerde siper edildiği<br />
için, kültür taarruzu, önünü â-<br />
detâ bol buldu. Gönüllü yardımcıları<br />
da çoktur.<br />
Son askerî hesaplaşmamız,<br />
Sakarya kıyılarında, Afyonkara<br />
hisar'da oldu; biz yendik. A-<br />
ma kendi bayrağımız altında,<br />
kendi mekteplerimizde, kendi<br />
müesseselerimizde onlar bizi<br />
yendiler. Siyâs' istiklâlini ve son<br />
vatan parçasını, kanını sebil e-<br />
derek istilâdan kurtaran Türk,<br />
îman ve idrâk sahasında, kültürde<br />
istilâya uğradı. Başlangıçta<br />
zorla ve fıîle ile yuttuğu zehiri,<br />
şimdi samîmî olarak gıda ve<br />
derman zannediyor.<br />
Standart Türk aydını, bugün<br />
kendi kendisi olarak düşünemiyor.<br />
Düşündürülmek istendiği<br />
gibi düşünebiliyor. İdrâk doneleri<br />
dışardan veriliyor. İyinin,<br />
güzelin, doğrunun, makbulün<br />
Ölçüleri ithal malı. Bu<br />
ithalâtın kalitesi, standardı, ihracatçı<br />
tarafından tâyin edilmiş.<br />
Bu aydınla, Türkiye sınırlarının<br />
dışında Türk var mı, yok<br />
mu; bunu tartışmalısınız. Türk<br />
müslüman mı, değil mi; bunu<br />
tartışmalısınız. Türk vahşî ve<br />
barbar mı, medenî mi; bunu tartışmalısınız.<br />
Türk mûsikîsi, Türk<br />
<strong>edebiyat</strong>ı, Türk mîmârîsî, Türk<br />
hukuku, Türk'te ilmî, fennî, bediî<br />
bir istidat ve kaabNiyet,-<br />
Türk'e 'mahsus orijinal bir kül-
tür ve medeniyet var mı, yok<br />
mu; bunu tartışmalısınız. Hattâ<br />
bu millete Türk demeli mi, dememeli<br />
mi; Türk adına bağlı bir<br />
milliyet şuuru ve gayreti olmalı<br />
mı, olmamalı mı; bunu tartışmalısınız.<br />
Milli tarihini bilmenin<br />
ve sevmenin târihî kahramanları<br />
ve büyükleri ile iftihar etmenin,<br />
onların resimlerini mektep duvarlarına<br />
asmanın büyük bir hatâ,<br />
affedilmez bir gerilik, neredeyse<br />
medeniyete ve gelişmeye<br />
karşı işlenmiş bir cinayet sayıldığı<br />
bir Türkiye var bugün! Nelson'un<br />
heykelinden, Napolyon'un<br />
resminden gocunan bir<br />
İngiliz, Fransız düşünebilir misiniz<br />
Petro'sunu Katerina'sını<br />
sevmeyen komünist bir Rus tasavvur<br />
edebilir misiniz Dünyâda<br />
hangi mliletin aydınları, millî<br />
kültürlerinin - bırakınız şaheserlerini,<br />
dahîlerini - kırıntılarından,<br />
döküntülerinden vaz<br />
gedmiş Hâsılı Türk aydınının<br />
şahsında, kendi kimlik ve kişiliğinden<br />
kaçan, hangi kimlikte,<br />
nasıl bir kişilikte istikrar bulacağım<br />
bilemeyen; soyundan<br />
sopundan, kökünden kömecinden<br />
utanan; kendisine mahsus<br />
hiçbir sabit ölçü ve kıymet tanımadığı<br />
için o kalıptan bu kalıba,<br />
su taklidden bu taklide<br />
savrulan hasta bir şahsiyetle<br />
karşı karşıya sın iz. Yer yer cinnete<br />
varan bu şahsiyet buhranından<br />
bepimizde birer parça<br />
var. İçinde yaşadığımız manzara<br />
ve şartlar, şahidi ve muhatabı<br />
olduğumuz olaylar, akıllıyı deli<br />
etmeğe yeter!..<br />
Oünkü içimizden «müstemleke<br />
münevveri» tipinde adamlar<br />
yetiştirdiler. Onları gaalîp ve<br />
hâkim kılmanın çâresine baktılar.<br />
Çinli'ye, harb ederek zorla<br />
afyon yutturanlar, bize de<br />
kültür afyonu yutturdular. Türkiye,<br />
uzun zamandan beri, kafası<br />
ve ruhu müstemlökeîeşmiş bu<br />
«içimizdeki yabancı»nm kahır<br />
pençesındedir. Şimdi biz, Türklük<br />
- Müslümanlık diyerek kökünden<br />
güç almaya çalışanlar,<br />
mahkûm bîr kültürün ve îmânın<br />
temsilcileriyiz... Bütün gayretlere<br />
rağmen yok olmadık, amma<br />
mahkûm olduğumuz, acı<br />
da olsa, bir gerçek. Türklük<br />
şuuru ve İslâm îmânı inkişâf et<br />
meşin, feyiz bulmasın diye müstemleke<br />
ruhlu gönüllüler içerden,<br />
emperyalist mihraklar dışardan<br />
daimî bir teyakkuz ve<br />
taarruz halindedirler. Türklük<br />
ve Müslümanlık temelleri üzerinde,<br />
Türk ve Müslüman damgalı<br />
yeni bir medeniyet ve 'kültür<br />
hamlesi, onlar Pçin korkunç<br />
bir şeydir; her türlü vâsıta ve<br />
imkân kullanılarak böyle bir<br />
gelişme önlenmelidir. Müslüman<br />
Türk, yeniden kuvvet ve<br />
kudret kazanıp «babasının oğlu»<br />
olmamalıdır.<br />
Şu I. Dünyâ Harbi nedir<br />
550.000 şehid 891. 364 sakat,<br />
300.731 kayıp, 2.167.841 yaralı,<br />
129.644 esir; açlık, göç ve sari<br />
hastalıktan ölen l'.OOO.OOO sivil,<br />
dünyânın üçüncü donanması o-<br />
lan 143.459 tonluk savaş gemisi<br />
ile 101.668 tonluk ticâret gemisi<br />
binlerce km2 toprak kaybı<br />
ne demektir, hiç düşündük mü<br />
Biz İstiklâl Savaşı'm niçin<br />
ve kime karşı yaptık M. Kemâl<br />
Paşa ne yaptı da ona «Gazi»<br />
dedik Altı asırlık koca Osmanoğulları<br />
hanedanını devirecek<br />
güç ve prestiji nasıl kazandı<br />
Batı emperyalizmi yoksa, bu<br />
emperyalizmin âleti olan 400 yıllık<br />
dünkü teb'amız bir genç devletin<br />
orduları «Anadolu Seferi»<br />
nâmında bedbaht bir teşebbüste<br />
bulunmadılarsa, bu soular<br />
cevapsız kalır. Türkiye Cumtıuriyeti'nin<br />
temeli vak'a ve gerçek<br />
olarak Millî Mücâdele'dîr.<br />
Millî Mücâdele'siz ne Türkiye<br />
Cumhuriyeti, ne Atatürk, ne de<br />
Atatürkçülük olur.<br />
Milli mücâıdele'yi yaptık, a-<br />
ma bir Millî Mücâdele tefekkürü<br />
geliştiremedik, bir «Kuva-yı<br />
Mîllîye Rûhu»nu yaşatamadık.<br />
İstiklâl Harbi'ni başlatan ve başaran<br />
ruh ve îmandan ürktük,<br />
kaçtık. Böylesine millî bir tefekkür,<br />
duyuş ve heyecana imkân<br />
verilmedi de diyebiliriz. Nesiller,<br />
yalınkat Batı taklidçiliğinden i-<br />
bâret bir devrim heyecanı içinde<br />
her şeyi kolayca unuttular,<br />
bir kısmı da hiç bilmedi, bilemedi.<br />
İnönü, 'Sakarya, Dumlupınar,<br />
birbirinin tekrarı ve kopyası<br />
nutuk ve merasim malzemesi<br />
yapıldığı için «Vatan, millet, Sakarya»<br />
diye alay konusu oldu;<br />
sahnelerde, sohbetlerde komik<br />
unsuru olarak kullanıldı. Fransız,<br />
İngiliz, Yunan... dedirtilmedi;<br />
zaruret olan yerde sâdece<br />
«düşman» denilmekle yetinildi.<br />
Düşmanın adı söylenmedi. Gerçek<br />
ve müşahhas düşman hafızalardan<br />
silindi, «öcü» veya<br />
«umacı» gibi silik, kaypak bir<br />
masal mefhumu kaldı.<br />
Sonradan komünistler, kendi<br />
stratejilerinin bir İcâbı propagandalarının<br />
kuvvetli bir kozu<br />
olarak -yeni bir şey söylüyormuş<br />
gibi - bu meseleyi nesillere<br />
hatırlattılar. Batı bizi boğmak<br />
isterken, Lenin idâresinin<br />
nasıl yardım ettiğini, mübalağalar,<br />
çarpıtmalarla ballandıra ballandıra<br />
anlattılar. Bir gerçeği,<br />
kendi millî şartlan ve mantığı<br />
içersinde öğren em iyen genç beyinler<br />
için, yabancı bir doktrin<br />
ve ideolojinin, düşman bir propaganda<br />
merkezinin sunduğu<br />
teşhis, tablil ve tesbitier şaşırtıcı<br />
oldu. Başka yanlışlara sürüklenmenin<br />
ortaya takılmış yemi<br />
olarak kullanıldı. Kendi realitesini<br />
tefekkür konusu yapamıyan,<br />
mîllî fikir ve ideallerle<br />
kafası ve gönlü doyum la mı yan<br />
insanların yabancı bir tefekkürün<br />
ağına düşmelerini önlemek<br />
imkânsızdı. İnsanları, son derece<br />
sathî ve temelsiz nutuklarla,<br />
sloganlarla, ilk mektep<br />
seviyesini aşmryan manzume tefekkürü<br />
ile tatmin etmek mümkün<br />
değildi. İşte Türk çocukları<br />
bu fikir boşluğu içinde komünizmin<br />
ağına düştüler. Ciddî<br />
ve millî tefekkür ve Türk'ün<br />
( hak îmânı, Batı'nın Batıcı'nın<br />
işine gelmedi, imansız ve tefekkürsüz<br />
ilân'ihâye yaşamak<br />
mümkün değildi, işte bu açmazda<br />
Türk çocuklarını, yabancı bir<br />
tefekkür ve bâtıl bir îmanla komünizm,<br />
daha doğrusu Rus emperyalizmi<br />
yakaladı. Emperyalizmi,<br />
harp meydanlarında ilk<br />
defa ummadığı bir mağlûbiyete<br />
uğratmış bir milletin çocukları,<br />
5
teorisi ve pratiği ile kendileri<br />
başkalarına öğretecek yerde,<br />
Rus tezgâhından yanlış ve zararlı<br />
bir kompozisyon içinde emperyalizm<br />
öğrenmeye kalkışınca,<br />
felâket üstü felâket oldu.<br />
Millî varlığımızın üstüne<br />
bir sırtlan 'kadar iğrenç saldıran<br />
zorba bir güce karşı, millî ıztırap<br />
ve mukavemetin, millî isyan<br />
ve ümidin bihakkın sesi o-<br />
larak «Tek dişi kalmış canavar!»<br />
diye haykıran bir millî şâirin,<br />
«medeniyet düşmanı bir yobaz»<br />
olup olmadığını tartışmakla<br />
vakit öldürecek yerde, bu şâir<br />
kimdir, nereden gelip nereye gidiyor,<br />
hangi olayların kahramanıdır;<br />
feryadı, isyanı, öfkesi hangi<br />
târîhî devir ve şartların içinden<br />
yükseliyor, ikime diyor, niçin<br />
diyor'a kafa yorsa idik; son<br />
noktada genç nesillerimiz, «anti<br />
emperyalizm» temasını propagandasının<br />
başına oturtmuş<br />
komünist avcıların gaafii ve<br />
şaşkın şikârı olmazdı.<br />
Yıkılan bir imparatorluktan<br />
önümüzde kalan son hak kırıntısı<br />
Musul'un, ingiliz menfaatinin<br />
oyuncağı Cemiyet-i Akvam<br />
(Milletler Cemiyeti) kararı ile<br />
(1926) nasıl çatır çatır elimizden<br />
alındığı, Türk nesillerine iyi öğretil<br />
şeydi, emperyalizmin petrol<br />
istinasını marksist propaganda<br />
broşürlerinden öğrenmek durumunda<br />
kalmazdık. Adetâ çağdaş<br />
mukaddesler olarak propagandası<br />
yapılan Birleşmiş<br />
Milletler ideallerinin «vetocu büyükler»<br />
tarafından bugün nasıl<br />
perîşan edildiğini de yerli yerine<br />
oturtabilirdik, Ama «Aman Lozan'a<br />
gölge düşmesin, aman<br />
Batı küsmesin, Rusya öfkelenmesin»<br />
diyerek, yaşadığı kümesi<br />
kâinat zanneden tavuk gibi<br />
yetiştirildik. Tâyin edildiği şartların,<br />
o ân için «mümkün olan»<br />
ifâdesinden başka bir şey olmadığı<br />
halde, sınırlarımızı Allah<br />
emri gibi bekledik. Neredeyse<br />
kaybettiklerimize bayram edecek<br />
bir haleti ruhiye telkin e-<br />
dtfdij Halbuki kazanılanların,<br />
kurtarılanların sevinci kadar,<br />
kaybedilenlerin, kurtarılamıyanların<br />
acısına da insanların ihti<br />
6<br />
yâcı vardır. Gaflet sayılmakla<br />
Ditecek gibi değil... Bilmememizi<br />
istediklerini bildirmediler, biz<br />
de bilmedik. Bulduğunuza, lütfen<br />
elinizde bıraktıklarımıza<br />
şükredin dediler; biz de şükredip<br />
talepsiz, şikayetsiz oturduk...<br />
Bize unutturduğu târîhî, Avrupalı<br />
kat'iyyen unutmuyor. En<br />
câhil ve târihe en bigâne olanının<br />
bile şuur altında Türk düşmanlığı<br />
ve nefreti var. Almanya'-<br />
daki «yabancı düşmanlığı» uydurma<br />
bir şaşırtma tâbiri; işin<br />
gerçeği ve aslı, düpedüz Türk<br />
düşmanlığından ibarettir. Sözde<br />
dostluk gösterileri de, Türk'ü<br />
ürkütüp, kızdırıp reaksiyona<br />
sevk ederek kontrolden kaçırmamanın,<br />
Sovyetlere karşı u-<br />
cuz bir muhafızdan mahrum<br />
kalmamanın daha şuurlu ve a-<br />
kıllı, özünde daha koyu bir düşmanlık<br />
bulunan gayretinden<br />
başka bir şey değildir. Eskiden<br />
Türkiye'de bir derlenme toparlanma<br />
oldu mu, işlerin hakkından<br />
gelecek bir insan potansiyeli<br />
teşekkül etti mî harb ilân e-<br />
der, tüketirlerdi. Şimdi de ne<br />
zaman heyecanlı bir kalkınma<br />
hamlesi başlasa, bir parça imâr,<br />
inşâ, iktisaden güçlenme, kültürce<br />
uyanma ve kendine dönme<br />
eseri görülse, içten bir karışıklık<br />
çıkartıp her şeyi allak<br />
bullak ediyorlar. Asılan bir Başvekrl'in<br />
kaderinde, Türk'ü güçlendirmek<br />
ve yüceltmekte samimî<br />
heyecanları ve gayretleri<br />
olan bir devlet adamının emperyalist<br />
güç mihraklarınca cezâlandırılışını<br />
düşünmek acaba<br />
fazla bir vehimlilik mi olur<br />
Demokrasiye geçtiğimizden beri,<br />
ancak ordu müdahalesi ile<br />
durdurabildiğimîz iç karışıklıklar;<br />
tıkanıklıklar ve buhranlar, acaba<br />
sâdece kendi şartlan içinde olup<br />
biten basit hâdiseler midir Târîhî<br />
vak'alar bîr yana, CIA filmlerinde,<br />
KGB hikâyelerinde İn<br />
telijans Servis numaralarında<br />
bize ibret olacak, düşüncelerimize<br />
kıyas materyali teşkil e-<br />
decek hiç bir şey yok mu Ben<br />
kaniim ki, bilgimle değil sezgimle<br />
kaniim ki, Türk'ü güdük<br />
ve güçsüz bırakmakta, Türkiye'<br />
yi hiçbir zaman birinci sırada bir<br />
devlet yapmakta Rus'tan İngiliz,<br />
Fransız, Alman ve Amerikalı'ya<br />
kadar hepsinin hissi ve kanaati<br />
birdir. Hattâ bu, kanaate,<br />
onların tesir ve güdümüyle, din<br />
kardeşimiz Araplar da katılır.<br />
Hepsinin birbirinden farkı, derece<br />
farkıdır, mâhiyet farkı değil.<br />
Türkiye'de Türk varlığı ve<br />
kültürü, İslâm imânı nâmına girişilecek<br />
her müsbet teşebbüs,<br />
atılacak her adım, emperyalizmle,<br />
onun yerli işbirlikçileri<br />
ile bir hesaplaşma olacaktır.<br />
Bu yolda, mâruz kalınmış<br />
ve kalınacak her darbe, doğrudan<br />
veya dolaylı olarak emperyalizmin<br />
darbesi;dir. Âlet kim<br />
veya ne olursa olsun, balyozun<br />
sapı, emperyalist mihrakların e-<br />
lindedir...<br />
Biz emperyalizmin doğulusunu,<br />
batılısını ayırmayız. Komünisti,<br />
kapitalisti fark etmez.<br />
Son yıllarda çok tekrarlandı, Lenîn,<br />
bir de kitap yazmış, «emperyalizm,<br />
kapitalizmin son aşamasıdır»<br />
diyor. Tasdîk ederim;<br />
'hem «son aşaması,» hem de «ilk<br />
aşamasıs'dır. Önce dünyâyı soyup<br />
kapital biriktirdiler, sonra<br />
bu kapitalle kurulan sisteme kapitalizm<br />
denildi. Şimdi de iddia<br />
ve isbât olunabilir ki, kapitalizm<br />
devam edip yaşıya bilmek i-<br />
için emperyalizme mahkûmdur.<br />
Peki, Lenin'in «fertlere ekmek<br />
ve hürriyet, milletlere istiklâl»<br />
vaad ederek kurduğu komünizm<br />
nedir Komünist şeflerin,<br />
sâdece «kızıl çarlar» olduğunu<br />
anlamak İçin dünyânın uzun<br />
süre beklemesi gerekmedi. Bugün<br />
Orta Avrupa'dan Bering<br />
Boğazına, Kamçatka'ya, Kuzey<br />
Moğolistan ve Kore'ye kadar u-<br />
zanan muhteşem Sovyet imparatorluğu<br />
haritasına bakan bir<br />
göz, emperyalizm komünizmin<br />
neresindedir, çok iyi görür. Yetmezse,<br />
Ortadoğu'ya, Afrika'ya,<br />
Orta ve Güney Amerika'ya bakmalı.<br />
Macaristan, Çekoslovakya,<br />
Afganistan, Polonya hâdiseleri<br />
üzerinde birer dakikacık<br />
olsun düşünmeli. Türkîye'-
nin II. Dünya Harbi sonrası krizini,<br />
hatırlamalı. Türkiye'de ortaya<br />
çıkan terör örgütlerini, silâhlarını,<br />
sloganlarını unutmamalı.<br />
iBütün bunlara rağmen,<br />
komünist emperyalizmini göremiyen<br />
adamın idraksizliğini Kırım,<br />
Kazan, İdil - Ura!, Kafkas,<br />
Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan,<br />
Tacikistan, Kırgızistan,<br />
Kazakistan, Sibirya ve Altay<br />
Türkleri, ölüleri ve şehidleriyle<br />
birlikte lânetliyecektir!<br />
Türkiye Türkleri olarak -<br />
emperyalizm ajanı solun «Truva<br />
atı» ve değişmez Nobel adayı<br />
Y. Kemal, şâ ! heser(!)lerinde<br />
ne kadar alay etmiş olursa olsun,<br />
tâbiri kullanacağım = «son<br />
müstakil Türk devletini» korumak<br />
ve yüceltmek için, târihî<br />
Rus - Slav emperyalizminin kızıl<br />
maskelisi olan komünist yayılmacılığına<br />
karşı, her türlü siyâsî<br />
ve askerî ittifaka girmemiz<br />
tabiîdir. Buna mukabil askeri<br />
ve siyâsî müttefiklerimizin kültür<br />
taarruzuna ikarşı, iktisadî<br />
baskı ve tıkama gayretlerine<br />
karşı, silah ambargosundan, insan<br />
olanın idrâkini şimşek gibi<br />
aydınlatacak şu tişört ambargosuna<br />
kadar hasımâne hareketlerine<br />
karşı direneceğiz, mücâdele<br />
vereceğiz. Târihimize, dînimize,<br />
kültürümüze, geleneklerimize,<br />
millî güç ve imkânlarımıza<br />
dayanarak haklarımızın, varlık<br />
ve şerefimizin davacısı olacağız.<br />
Rakip, hasım ve düşmanlarımızı<br />
güçlü ve kaa'hir kılan,<br />
ilmi, tekniği, organizasyon şekillerini<br />
öğrenmek için bize, yarayışlı<br />
âlet, usûl ve müesseselerini<br />
bünyemize adapte ederek iktibas<br />
için düşman önüne öğrenci<br />
ola rak otu rmakta kom p lekse<br />
kapılmıyacağız. Sâdece dikkatli<br />
ve uyanık olacağız. Fâtih bir<br />
milletin çocuklarıyız; çağdaş<br />
fetih hedeflerimiz de bunlardır.<br />
Şuurlu bir seçme yapmaya imkân<br />
verecek ruhî ve manevî istiklâlimizi<br />
kaybetmeden medeniyet<br />
fethine çıkacağız. Türk târihî,<br />
Türk kültürü, İslâm îmânı,<br />
kuşanmasını bilene târihin imtihanından<br />
geçmiş çok sağlam<br />
bir zırhtır. Hem içte, hem dışta<br />
emperyalizmin tahakkküm çemberini<br />
kırmanın da en büyük imkânı<br />
bunlardır. Zihnî ve manevî<br />
istiklâlini her şeye rağmen kaybetmemiş<br />
aydın, ana kaynağa,<br />
Türk milletine giderek, târihinin,<br />
dîninin, kültürünün kısaca<br />
milliyetinin zırhına bürünerek bu<br />
çemberi içte de, dışta da parçalıyabilir.<br />
Bu büyük millî zuhurun<br />
formülü, Millî Mücâdele'de<br />
olduğu gibi, «kuvâ-yı miliîyeyi<br />
âmil ve irâde-i millîyeyi<br />
hâkim kılmak» tan ibarettir.<br />
Böyle bir zuhura imkân verecek<br />
sistem ise, şüphe yok ki yalnız<br />
demokrasidir.<br />
İngiliz'in İngiliz, Rus'un<br />
GÖKYÜZÜ<br />
Rus, Alman'ın Alman olduğu kadar<br />
Türk olmaktır dâvamız.<br />
Kendi kültür ve değerlerimize<br />
bağlılıkta, Amerikalı'nın çok müsamahalı<br />
görünen kendi nizâmını<br />
üzerine oturttuğu Anglo -<br />
Sakson beyaz kültürü üzerindeki<br />
dikkat ve hassasiyetinden<br />
fazlasını istiyor değiliz. Büyük ve<br />
güçlü Türkiye, kimseyi soyup<br />
sömürecek değildir, kimseye saldıracak<br />
değildir. Sâdece dünyada<br />
daha âdil ve insanî bir nizam<br />
ve bu nizam içinde kendisine<br />
şerefli bir yer talebi olur. Bu<br />
da hem vazgeçilmez hakkımız,<br />
hem de asla bîgâne kaiınamıyacak<br />
vazîfemizdir.<br />
Gökyüzü de insanlar gibidir<br />
Kâh güler kâh somurtur<br />
Güzün soluk tezgâhında<br />
Hüznün külrengi kumaşlarını dokur<br />
Gökyüzü tedirgindir mevsimlerin hışmından<br />
Sanki yırtılacaktır o uçuk mavi tülü<br />
Çekip gidecektir en sevimli kuşları<br />
Solacaktır bahçelerde ümidin pembe gülü<br />
Sonunda soyunur gökler şiirini<br />
Sevimsiz bir telâşla ürperir durur<br />
Kirli kara bir örtüdür üstümüzdeki sanki<br />
Hüznün sarı parmakları camlarımıza vurur<br />
Kat kat gökyüzünün de bir yalnızlığı vardır<br />
Muhteşem ve buriik<br />
Aldanmayın gülümseyen yıldızlarına<br />
Bulutlarla kederlidir fırtınalarla kopuk<br />
Gökler ümit şarkısı akortsuz kemanların<br />
Gönül kubbelerinde çınlayıp yankılanan<br />
Som ipekten sayfası en büyük destanların<br />
Bin özlemle okunan bin özlemle aranan<br />
İlhan GEÇEK<br />
7
Charles Rappoport çok geniş<br />
kültürü olan bir düşünce adamıdır.<br />
Anatole France'in yakın<br />
dostudur. Dünya dillerinde yayımlanan<br />
oniki ciltlik tek sosyalist<br />
ansiklopedinin mimarları a-<br />
rasındadtr. Ayrıca «Bir gelişme<br />
ilmi olarak Tarih Felsefesi» (iikinci<br />
baskı 1925) isimli nefis bir<br />
eserin de yazarıdır. İbn Haldun'-<br />
u Batı dünyasına tarih felsefesinin<br />
kurucusu olarak tanıtan<br />
'kitap, tarihin belli başlı meselelerini'<br />
de ele almaktadır. Rappoport<br />
iktisatçıdır ve Rus intelijansiyasının<br />
Fransa'ya yerleşmiş<br />
temsilcilerindendir. Okuyacağınız<br />
parçayı «Tarih Felsefesi»<br />
adlı kitabından derliyoruz.<br />
Ferdin tarih d ek i rolünü a-<br />
raştıranlar üç çözüm yolu getirmişlerdir<br />
:<br />
1 — Fert, tarihin gerçek â-<br />
milidir. Faaliyetiyle tarihî hareketi<br />
yapan o'dur.<br />
2 — Ferdin kendisi tarihî<br />
gelişmenin mahsulüdür.<br />
3 — Fert bazen tarihin â-<br />
milidir, bazen eseri.<br />
1)' Fert tarihin en önemli<br />
ve nispeten en bağımsız faktörüdür.<br />
Gelişmenin hem başlangıç<br />
noktası ve hem de hedefidir.<br />
Her şeye fertle ve fert için.<br />
Tarihten o sorumludur. Geçmişi<br />
de, günü
urlu fert tarafından verimleştjriimedikçe<br />
asırlardan beri toprağın<br />
derinlerinde yatan maden damarlarına<br />
benzer. Onlardan faydalanmak<br />
için madencinin kazmasına<br />
ihtiyaç var. Fert, faaliyetiyle<br />
çevreyi harekete geçirmelidir.<br />
Tarih o zaman başlar.<br />
Kaldı ki çevre daima bir i-<br />
lerleme faktörü de değildir. Çok<br />
defa tarihin akışına bir engeldir.<br />
Terakki demek mücadele demektir.<br />
Tabiî engellerle mücadele.<br />
Tecrübe ile ilim binbir<br />
güçlükle alteder bu engelleri.<br />
Mesela insanlık bunların muhar<br />
gücünü binlerce yılda keşfedebildi.<br />
Tera'k'kiyi engelleyen<br />
çeşitli menfaatlarla mücadele.<br />
Kendi tutanaklarımız, kendi zaaflarımızla<br />
mücadele. Budalalıkla,<br />
kötülükle, cehaletle mücadele.<br />
Demek tarihin akışına<br />
yardım eden faktörler de var. Q-<br />
nu dizginleyen faktörler de. Her<br />
iki durumda da biricik etkin ve<br />
şuurlu faktör ferttir. Fert, bazan<br />
tarihi bir adım ileri götürmek i-<br />
çin-çevresindeki müspet unsursurlardan<br />
faydalanır. Bazan terakkiye<br />
engel olan menfî unsurları<br />
yokeder. İlerlemek isteyenler<br />
vehimlerle avunmomalıdırlar.<br />
Güçlükle elde edilen fetihler her<br />
an tehlikededir. Terakkinin fert<br />
dışında 'kendine has bir 'korunma<br />
gücü yoktur. Muhafaza e-<br />
dilmesi için her an çaba göstermemiz<br />
lazım. Kaldı ki terakki<br />
sandığımız şey ço ! k defa ciladan<br />
ibarettir. Toplum tabakalarından<br />
çoğu hâlâ ilkel. .Batı medeniyetinin<br />
yayıldığı bölgeler yeryüzünün<br />
'küçük bir 'kısmı. Dünyanın<br />
bir ço'k bölgelerinde cehalet,<br />
sefalet, taassup hüküm sürüyor.<br />
Namuslu insanların görevi<br />
büyük. Nikbin ve çocukça bir<br />
objektivizme bel bağlayamayız.<br />
Terakki kendi kendine olmaz.<br />
İnsanoğlu uzun zaman kendi dışındaki<br />
güçlere güvendi. Tarihî<br />
sürecin objektif gücü gibi yeni<br />
tanrılara inanmıyoruz. Tek<br />
ilerleme gücü, ya tek başına yahut<br />
toplu olara'k çalışan insandır.<br />
İnsanın maddi, fikrî ve ahlakî<br />
'kurtuluşu kendi eseri olar<br />
cak veya hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.<br />
BEN EN eîİZEL ŞİİRLERİ ALİRİM KOYNUMA<br />
Bir ölüm sessizliğine bürününce gece<br />
Tılsımlı bir gül gibi seni asarım boynuma<br />
Gözlerin uzakların şarkısını söyler ılık ılık<br />
Benimse bedenim gömülür kuma<br />
Ne atlar koştururum düş ufuklarına<br />
Gönlümdür böyle vakitlerin en yiğit cendermesi<br />
En güzel şiiri alırım koynuma<br />
Diriltir toprağımı ak-ak terlemesi<br />
Geçerken eski bir beldeye uğrar yolum<br />
Yıldızlarla dertleşirken yıkık surlar<br />
Atım huysuzianır birdenbire<br />
Karanlıkta üç adam bir darağacı kurar<br />
Ve bilirim ki artık sabah yakın<br />
Yeni bir infazın kumaşıdır dokunan<br />
Sular kirlenmeden abdest almalı<br />
Vakte sıçramadan bir damla kan<br />
Kaçarcasma ayrılırım oradan<br />
Yolda karşıma bir harab değirmen çıkar<br />
Değirmenin öğüttüğü buğdaydan çok<br />
Ne insanlar görmüştür yanındaki çınar<br />
Derim ki bir imza da ben atayım<br />
Bıçak ve çivi yaralarıyla seğiren gövdesine<br />
Çınar mı ağlar yoksa ben mi çok duygulanırım<br />
Ellerim kelepçelenir bir ah sesine<br />
Çok mezarlar görürüm yol kenarlarında<br />
Olabildiğince bakımsız ve kitabesiz<br />
Belli ki hepsi de hasret gider garip kişiler<br />
Gökyüzü ile konuşurlar alfabesiz<br />
Dönerim yüreğim acılı atlarım yorgun<br />
Elimdeki kamçı Ankara kadar soğuk<br />
Ansızın bir yüz yansır gönlümün aynasına<br />
Hazreti İbrahim gibi nurdan bir çocuk<br />
Anlarım ki artık cemre düşmüştür<br />
Dağlara bakarım, bahar kokusunu alan dağlara<br />
Eşiklikten içeri adım atmadan<br />
Yemden at sürerim ak çağlara<br />
Bir ölüm sessizliğine bürününce gece<br />
Tılsımlı bir gül gibi seni asarım koynuma<br />
Gözlerin aydınlığın şarkılarını söyler ılık ılık<br />
Ben en güzel şiirleri alırım koynuma<br />
BAHATTİN KARAKOÇ
KAN<br />
AĞAÇLARI<br />
Adnan<br />
Adıvar<br />
ÜNAL<br />
Hayatın mânası sandığım yıldız<br />
Buzda çocuk gibi kaydı aniden<br />
Bozlaktan, türküden, leylim maniden<br />
Bir ışık verin bana yeniden<br />
Ürperiyor mahzun kalbim yalnız<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Umut düşer derin hendeklere<br />
Boynumda sevdam paslı bir lâle<br />
Hasret kan gölünde yanar meşale<br />
Kan köpürüyor şimdi şelale<br />
Düşmanım başlığı can olan gerdeklere<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Çok uzaklarda orda bir yerde<br />
işti ışıl ok gözlü çocuklarımız<br />
Geleceklerine elpençe divan durduklarımız<br />
Hedef diye bir bîr vurduklarımız<br />
Pişmanlık çare değil şimdi bin derde<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Dertlerim aşerme çağındadır<br />
Bin yıldız düşermiş, düşse ne çıkar<br />
Bir ışık seli halinde akar<br />
Çoban ateşleri bağrımı yakar<br />
Karanlık gözlerimde yalımlar çağıldatır<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Buiur sonsuzluğu sevincim ve kederim<br />
Gökler gibi boşanacağım birgün<br />
Dilden dile taşınacağım birgün<br />
Her doğuşta yaşanacağım bingün<br />
Aynı ipte asılmakmış kaderim<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Hatırla, neler verdim bir bakışına<br />
Celladımı ben kurtardım ölümden<br />
Sevmekten değil, nefretimden zulümden<br />
Bahar nerde, kış yağarken gönlümden<br />
Dünyaları yığsan bile başıma<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Bir kara gecenin derinliğinde<br />
Zorluğunu anladım bir ömür beklemenin<br />
Farkı varmış gelmemekle gelememenin<br />
Mezbahada kuzularla bir olup melemenin<br />
Uğultulu selinde, alev nehrinde<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Çiçekler sabaha karşı açarmış<br />
Koklarsın bir sabah beni gül gibi<br />
Çığlık çığlığa şu bülbül gibi<br />
Beyaz güle hasret bir gönül gibi<br />
Görürsün kanlı bir gül nasıl açarmış<br />
Bizi ayıran birşey var<br />
Can ağaçları devrildi ormanın<br />
Şafakla yükseldi kan ağaçları<br />
Yağmur yağar alnında ıslak saçları<br />
Yarın korkusundayken nar ağaçları<br />
Hangi bölümünde kimbilir bir romanın<br />
Bizi ayıran birşey var
Ali Akbaşla<br />
"Masa! Çağı"<br />
Üstüne Bir Kornişin<br />
Bayram Bilge TOKER<br />
Takdim Yerine:<br />
Ali Akbaş'ı çok yakından tanımak fırsatı bulmam<br />
—kelimeyi bütün ağırlığı ile kullanıyorum--<br />
büyük bahtiyarlığım olmuştur. Mizacına ve insan<br />
yönüne dair söyleyeceklerim, O'nu tanımayanlarca<br />
övgü olarak nitelendirilebilir. Bunu da benden<br />
çok Ali Akbaş'ı rahatsız edeceğini bildiğim<br />
için vazgeçiyorum.<br />
Hoca'nın sohbetlerinin tadını bilen bilir. Hele<br />
bir de köylü iseniz ve köylülüğünüzü, bundan haz<br />
duyacak bir şuur ve idrak içinde yaşıyorsanız<br />
artık dili çözülüverir. Kendinizin de dilinizin çözüldüğünü<br />
—hayretle— farkedersiniz. Ve hatıraların,<br />
çocukluk günlerinin tatlı sisi içinde kayboluverirsiniz.<br />
Bir şeyi defalarca anlattığı olur, fakat her<br />
seferinde sıkılmadan, ilk defa duyduğunuz andaki<br />
zevkle dinlersiniz. Hiç değilse bu benim<br />
için böyledir.<br />
Masal Çağfnın basılma hikayesini yakından<br />
bildiğim için söylüyorum, eğer Alper Aksoy'un<br />
kitabın çıkacağını habersiz ilânı ve ondan sonra<br />
da devamlı ısrarı olmasaydı, Masal Çağı'nın çıkışı<br />
meçhul bir tarihe ertelenmiş olacaktı. Yahya<br />
Kemal, Tanpınar ve Dıranas'ta da gördüğümüz<br />
kitap çıkarmak konusundaki bu titizliğin sebebi,<br />
mükemmeliyet endişesi ve sanata verilen değerdir.<br />
Akbaş'ın bu titizliğini ve sabrını elbette ki takdirle<br />
karşılamak gerekir. Madem ki kitap yayınlandı,<br />
hakkında ileri geri söylenecek, yazılacaktır.<br />
Masal Çağı'ndaki şiirler de, bu kadar uzun<br />
bir sürede, yapılacak müsbet, menfii bütün tenkitleri<br />
göğüsleyecek gücü kendilerinde toplamışlardır<br />
herhalde. Bence, bu şiirlerdeki sağlamlığın<br />
en büyük garantisi, şairinin düşünen insan —aydın—<br />
olma yönüdür. O, «Şair, şiirinin şuurunda<br />
olan insandır» der.<br />
Aslında bu sohbetin konusu olan şiir ve sanat<br />
meselelerini daha önce Ali Ağabeyle çok konuştuğumuz<br />
olmuşıtur. Ve bu sohbetlerden çok<br />
faydalanmışımdır. Masal Çağı'nın yayınlanması<br />
vesilesi ile, Hoca'nın şiir üzerine dikkate değer<br />
görüş ve fikirlerini, daha derli toplu bir sohbet<br />
çerçevesi içinde, siz okuyuculara takdim etmenin<br />
faydalı ve güzel olacağını düşündüm. İşte şunları<br />
konuştuk:<br />
— İlk şirinizin 1959 yılında mahalli bir gazetede<br />
yayınlandığını ve bundan sonra, 1963 yılında<br />
yarışma birincisi seçilen şiirinizin Kahramanmaraş<br />
Lisesi Marşı olarak kabul edildiğini biliyorum i<br />
O günden bugüne şiir yazıyorsunuz fakat kitabınız<br />
1983'de çıkıyor. Belli ki hiç aceleci değilsiniz.<br />
— Biliyorsunuz, ben şiiri çok ciddiye alıyorum.<br />
Ve kitap çıkarmak gibi bir niyetim de yoktu<br />
aslında. Doğuş Dergisi sahibi Alper Bey'in, bir<br />
emri vakisi neticesi çıkarmak durumunda kaldık.<br />
Bitmemiş bir arayıştır benim şiirdeki tutumum.<br />
Onun için gecikti. Ayrıca şairlik çok ciddi bir iştir.<br />
Ben kendimi tam anlamı ile şair de addetmiyorum.<br />
Şair bazı dünyevî kaygulan, kenara atar,<br />
bu da biliyorsunuz biraz yiğitlik ister. Oysa biz,<br />
meslek endişesi, geçim zorluğu, gibi pratik hayatın<br />
kargaşası içinde boğulup gidiyoruz 1 . Şairlik, bu<br />
tür endişelere meydan okuyacak kadar serazat-<br />
Iık ister. Şiirini kendinden çok sevmeyince, o<br />
mehlikâ kolay ele geçmez.<br />
— Divan ve Doğuş dergilerini çıkaran her iki<br />
ekipde de bulundunuz. Asıl önemlisi bu dergilerde<br />
yayınlanan şiirlerin —büyük ölçüde tek başınıza—<br />
seçiciliğini üstlendiniz. Dergiye gelen hemen<br />
bütün şiirleri kılı kırk yararak okuduğunuzu<br />
ve her şiirin yanına düşüncelerinizi yazdığınızı<br />
biliyorum. Bu size şiir yazan, şiirle uğraşan genç<br />
nesli tanıma fırsatı verdi. Tavsiyeleriniz demeye-<br />
11
yim isterseniz, bu şiirler, şairleri ve dolayısıyla<br />
şiirimizin geleceği bakımından kanaatleriniz nelerdir<br />
— Yazan çok ama iyi yazan maalesef az.<br />
Gönderilen şiirler arasımda binde bir pırıltıya rastlıyoruz,<br />
Bu da onların genç oluşlarının tabii neticesidir.<br />
Zaten söz konusu dergiler, amatör kadroların<br />
teşebbüsüydü. Ama yine de, mazur görülmeyecek<br />
bazı kusurları belirtelim. Bir kere gençlerimiz<br />
okumuyorlar. Şair mizaç, kaliteli anlatım<br />
zor rastlanan bir şey. Önceki büyükler, önceki<br />
ustalar tanınmadan güzel şiir yazılmaz. Oysa şiir,<br />
geleneğimizdeki tecrübeleri kavrayıp yeniyi kurma<br />
işidir. Fuzuli'den, Karacaoğlan'dan bu yana,<br />
Halk ve Divan Edebiyatımızın güzel örneklen, bir<br />
kere, okunmalı. Ve yeni şiiri, Cumhuriyet dönemi<br />
şairlerimizi, Yahya Kemal ve Necip Fazıl'dan başlayarak,<br />
Dağîarca'yı, Orhan Veli'yi, Cahit Sıtkı'yı,<br />
Arif Nihat Asya'yı, Dırans'ı Tanpınar'ı Sezai Karakoç'a<br />
kadar gelen seçkin imzaları tanımalı. Ayrıca,<br />
tercüme yoluyla da olsa, Batı'daki seviyeli<br />
örnekleri okumalı. Gençlerde böyle bir cehd yok.<br />
Dergilerde şiirim çıksın hevesiyle bir sürü şiir yazıyorlar.<br />
Günümüzde bir arabesk salgını var ya,<br />
bu şirimizi de etkliyor. Onların güftelerine nazire<br />
gibi şeyler yazıyorlar. Tabii çok cılız, insanı<br />
kızdıran örneklerle karşılaşıyoruz.<br />
— Yani gençlerin şiirinin kaynağı arabesk<br />
güfteleri diyorsunuz.<br />
— Evet, arabesk ve aranjman sözlerinin etkisini<br />
çoğunda görüyoruz.<br />
— Gelecek hakkında ümitsiz misiniz<br />
— Biz iyi örneğe az rastlıyoruz ama herhalde<br />
her devirde bu böyle olmuştur. Bir Kanuni<br />
devrinde binlerce şair bu yarışa katılmış, bunların<br />
içinden, üç beşi kalbur üstünde kalabilmiş.<br />
Ancak bunlardır ki günümüzde de okunabiliyor.<br />
Ayrıca, her müessesemizde olduğu gibi kültür<br />
hayatımızın da bir arayış dönemini yaşadığını,<br />
hesaba katalım. Kültür hayatımız durulup berrakiaştığında,<br />
bu arayışlar da meyvesini verecektir<br />
inşallah. Burada Viktor Hügo'dan ,bir kaç<br />
satır okuyalım. Şöyle diyor: Ey Şairler, rekabet<br />
güzelin yaşaması içindir. Birincilik daima münhaldır.<br />
Cesareti kıran, kanatlan düşüren ne varsa<br />
s£küp atalım. Sanat bir cürettir.»<br />
— İmzanıza dergilerde de pek sık rastlamıyoruz.<br />
Galiba 1975'lerde çıkan Öncüler, daha sonra<br />
1979'da yayınma başlayıp iki yıl çıkan Divan,<br />
ve son olarakda Doğuş'ta yayınlandı şiirleriniz.<br />
Çoğu da ilk iki dergide çıktı, herhalde. Açık söylemek<br />
gerekirse, bu dergiler (tirajı her ay yükselen<br />
Doğuş'u konumuz dışında tutarsak) geniş<br />
okuyucu kitlesiyle bütünleşmemiş dergiier. Mesela<br />
o yıllarda ve çok eskiden beri çıka^ Hisar, Hareket,<br />
70'lerden sonra yayınma başlayan Türk<br />
Edebiyatı dergilerinde şiirlerinizi göremiyoruz. Bunun<br />
sebebi nedir<br />
— Bu dergileri çıkaranlarla irtibatımız olmadı.<br />
Benim de illâ şiirim yayınlansın gibi bir hevesim<br />
olmadığı için, deftere yazıp arkadaşlarıma<br />
okumak beni tatmin ediyordu.<br />
— Halbuki dergi bence teşvik eaicidir. Siz<br />
bu teşvik olmadan da şiire devam eden ender<br />
şairlerdensiniz.<br />
— Bilmem.<br />
— Taa başta soracaktım fakat unuttum. Bir<br />
yerde okumuştum, «Kitap çıkarmak, bir anlık sevinç<br />
ve hüzünlerimizi aksettiren kırık ayna parçalarını<br />
bir araya getirip bütün hayatımızı bir endam<br />
aynasında, kendimizi boydan boya seyretmek<br />
gibi bir şeydir» diyor. Masal Çağ' çıktığı zaman<br />
siz neler hissettiniz<br />
— Vallâ bir heyecan duymuş değilim. Şiirlerim<br />
dergilerde falan arkadaşlara, okuyuculara kadar<br />
ulaşmıştı. Şiirlerimi yayınlamadığım yıllarda da,<br />
geniş bir arkadaş çevremiz olduğu için, o yıllarda<br />
da sohbetlerde ve elden ele gezerek okunmuştu<br />
bunlar, Tenkid görmüştü, beğenilmişti veya beğenilmemişti.<br />
Onun için kitap bir heyecan uyandırmadı<br />
bende. Şimdi de daha geniş bir okuyucu<br />
kitlesi şiirlerimi tanıma fırsatı bulacak ve kıymetli<br />
tenkidlerini bildirecekler. Müsbet veya menfî<br />
hepsi de saygı değerdir.<br />
— Şiir yazanlar arasında bile şiire bir fantazi<br />
gözüyle bakanlar var. Bunu açık açık söylemiyorlar<br />
tabii. Ama yazdıklarından belli oluyor. Sizce<br />
şiirin hayata nisbeti nedir<br />
— Şiirsiz hayat çok kuru olurdu. Bütün sanat<br />
hareketleri saygıdeğerdir. Şiir tabii olmalı,<br />
hayata karışmalı. Ona bir fantazi gözüyle bakanlar<br />
bu işin geçici heveskârlarıdır.<br />
— Sizin kendinize has diyebileceğim bir tavrınız<br />
var bence. Serbest şiirin kısa, hatta birer<br />
kelimelik mısra yapısını ustaca kullanıyorsunuz.<br />
Serbest veznin fazlalıklardan /e aşırılıklardan,<br />
daha önemlisi yapmacıklıktan arınmış temiz, pırıl<br />
pırı! örneklerini verdiniz. Bu noktaya nasıl<br />
geldiniz Daha açıkçası ustalarınız kimler oldu<br />
desem<br />
— Teşekkür ederim, iltifat ediyorsunuz. Ne<br />
kadar başarabildim bilmiyorum. Yukarda eskileri<br />
okumak derken bunu kastediyordum. Divan şiirini<br />
okuduktan sonra insanın zihninde bazı sesler,<br />
ahenkler, teknik bilgiler kalır. Bunlar yeni şiiri kurarken<br />
malzeme olur. Zaten aslolan da budur.<br />
Uzunlu, kısalı mısra düzenine gelince bu benim<br />
ahenk anlayışımdır. Stilize edilmiş bir hece, ahenk<br />
halinde yansıyan bir aruz bu yeni şiirin içinde<br />
hissediliyorsa sevindirici.<br />
— Bir de ustalarınız kimler oldu demiştim<br />
— Yukarda da belirttiğim gibi Fuzuli'den Karacaoğlan'dan<br />
başlayarak, bütün Divan ve halk<br />
<strong>edebiyat</strong>ının büyükleri bizim mirasımızdır. Yüksek<br />
bir aşk anlayışıyla Fuzuli, sehl-i mümteni dediği-<br />
12
miz söyleyişiyle Yunus, insan ve tabiat sevgis'iyle<br />
Karacaoğlan, orijinal imajlanyla Şeyh Galib,<br />
tarih ve medeniyetimizi bakışıyla Yahya Kemal<br />
ve Tanpınar, mukaddesleri, milli motifleri işleyişiyle<br />
Necip Fazıl, kozmik aleme yönelişiyle Dağlarca,<br />
yiğit edasiyleArif Nihat Asya, kof romantizmi<br />
ve marazı şairaneliği kovup yalın bir söyleyiş<br />
çığırı açan Orhan Veli, samimi ve ince duyarlılığı<br />
ile Cahit Sıtkı, eşyayı yeniden keşfe çalışan<br />
Necatigil, bir peyzaj şeklinde .bozkırı ve kendi<br />
coğrafyasını yansiıtan, yumuşak söyleyişiyle<br />
Külebi hepimizin faydalandığı kaynaklardır.<br />
— Şiirinizde şive taklidi kelimeler pek yok<br />
ama dilinizde yine de köy insanının konuşma<br />
havası ve samimiyeti hakim. Şiirlerinizin hemen<br />
tamamında bir Anadolu insanı espirisi var.<br />
— Şiir çok şahsi bir türdür. Onun için umumi<br />
dilin dışında şahsi bir lügat doğabiliyor. Ama<br />
bu bazıları gibi fantazi olmamalı. İster istemez,<br />
yine tabii düşürmek kaydıyla, doğup büyüdüğümüz<br />
çevrenin deyimleri ve ağız özellikleri bazı<br />
hallerde girebiliyor. Bunlar tabii haliyle gelen motifler,<br />
unsurlardır. Okuyucuya ekzotik zevk verir.<br />
— Bu dediğiniz tavrı Esendal da hikâyede<br />
yapıyor. Esendal'ın hikâyelerinde şive taklidi yoktur<br />
ama, gerektiğinde, usta tavrıyla mahallilik havasını<br />
da vermektedir.<br />
— Evet... Hikâyede de bir sehl-i mümteniden<br />
söz edilebilirse, Esendal bunu yapmıştır.<br />
— Şiirlerinizde türkülerimizin, uzun havalarımızın,<br />
bozlaklarımızın sesi var. Bu hece ile yazdıkalarından<br />
ziyade serbest vezinle yazılmış olanlarda<br />
daha çok hissediliyor. Öbür türlüsü belki<br />
daha da kolaydı, fakat siz zor olanı yapıyorsunuz<br />
Mesela Elif şiiri... Bu şiir bana hep bir uzun<br />
hava hüznü ve gurbet türkülerimizin buruk lezzetini<br />
vermiştir. Bana öyle geliyor ki, bu şiir, bir<br />
uzun hava dinlerken, ya da (saz da çaldığını söylemeliyim)<br />
söylerken içinize doğmuş olmalı. Bu<br />
şiirle ilgili olarak Dr. Sadık Kemal Turat Bey'in<br />
güzel bir tahlil yazısını da hatırlıyorum.<br />
— Şiir gibi duyuma bina olan bir türde, insan<br />
iyi bildiği kaynakların üzerine gidiyor. Ben de<br />
masalları, türküleri, köy odalarında okunan cenkleri<br />
çok dinledim. Duyumlarda köy duyumları o-<br />
lunca, şirin malzemesi de haliyle oraan geliyor.<br />
Ve bu arkaik unsurları modern bir şekilde işlenmeye<br />
çalışıyorum.<br />
— Erenler Divanında kitabınızın ilk ve en<br />
uzun şiri. Bana göre kitabın en güzel şiirlerinden<br />
de biri. Bu şiir üzerinde konuşsak biraz, nasıl yazıldı,<br />
ne kadar sürede tamamlandı<br />
— O şiirde medeniyet tahlili yapma endişesi<br />
var. Arayış içinde olan neslimizin hummalı çırpınışlarına,<br />
günümüzdeki buhranlara cevap verme<br />
endişesi var. Kazanacağımız dinamizmin kaynaklan<br />
verilmeye çalışılmış. Bu şiirin çalışmaları<br />
çok uzun zamanımı aldı.<br />
— Kaç yılda tamamladınız, hatırlıyor musunuz<br />
— Tam hatırlayamıyorum ama, dört beş yıl<br />
sürdü. Büyük mutasavvıfların, uluların adının geçtiği<br />
bir şiir oldu). B uşiiri yazarken ukalalığa düşmekten<br />
korktum. Hani oturduğu ahır sekisi, söylediği<br />
İstanbul türküsü derler ya, bu ulular meclisinde,<br />
âcizane bulunmak beni ürküttü. Onun<br />
için de, şöyle bir pasaj okuyayım şiirden,<br />
Ben fakir<br />
Ben günahkâr<br />
Sarıldım eteklerine<br />
Medet! dedim,<br />
Dilek diledim,<br />
Ve bu şiiri yazarken, mazideki şiir tekniklerinden<br />
faydalanmak istedim. Hacı Bayram'ın, Hacı Bektaş'ın,<br />
Yunus'un, hece ahengi; Mevlana'nın aruz<br />
ahengi yansıtılsın istedim. Tarihi bir tavır takındım.<br />
— Bir de konuşma dilinin ahengi, rahatlığı<br />
var.<br />
— Bu eski klasik tecrübelere eklenen yeni<br />
bir tavırdır diyebilirim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum.<br />
Takdir okuyucularındır.<br />
— Şiirlerinizde kültürümüze, medeniyetimize<br />
ait motiflerin sık sık kullanıldığını görüyoruz. Kelimelerin<br />
seslerinden hareketle fakat manalarını da<br />
büyük bir titizlikle dikkate alarak yazdığınız «Çiçekler<br />
ve Kuşlar» şiiri meselâ. Medeniyet motiflerimizi<br />
böylesine güçlü bir lirizm ile verişinizin<br />
sırrı nedir diye soracağım. Hep mütevazı ve sesinizin<br />
tonu hep ayarlı. Bağırmıyor, konuşuyorsunuz'<br />
Sesinizi yükselttiğiniz de oluyor. Bunu ne<br />
zaman ve neye göre ayarlıyorsunuz<br />
— Bahsettiğiniz medeniyete ve motiflere İlgi<br />
lirizmi de beraberinde getiriyor. Çiçekler ve Kuşlar<br />
Çayeli'ndeki öğretmenliğim sırasında bir ramazan<br />
gecesinde doğdu. O atmosferde bir vecd,<br />
bir maneviyat hazzı oluşturdu bu şiiri.<br />
— Bu şiirde geçen sümbül, lâle, güvercin,<br />
leylek, gül, bülbül kelimeleri, hakiki çehreleri ve<br />
büyük tarihi misyonları ile görünüyorlar. Bu kelimeler,<br />
taşıyabilecekleri en büyük yükü omuzlamışiar.<br />
Ve bunların üzerindeki, her gün biraz daha<br />
kaybolmaya yüz tutan Türk'ün mührünü, İslâm'ın<br />
tuğrasını, hiç bir yerine zarar vermeden,<br />
siliyor, parlatıyorsunuz..<br />
— Bir mistik atmosfer yaratmak endişesi ile<br />
girilmiş şiire. Ve bence iyi bir şiir, kökü derinlere<br />
gitmeli, kendi inanç manzumesinden, İslâm mitolojisinden<br />
unsurlar almalıdır. Böylece bir atmosfer<br />
oluşur ve okuyucu bir haz iklimine çekilir. Ben<br />
bu kanaatteyim.<br />
Burada, gül, lâle, sümbül, bülbül hep klâsik motifler<br />
ama bu klâsik motiflere yeni bir kisve kazandırmak,<br />
yeni yükler yüklemek istedim. Sümbül<br />
ile, şaheserler yaratmış bir hat sanatımızın,<br />
13
yani sülüs yazının güzelliği; güvercinin «gu gu»<br />
larında «hu» çeken bir dervişin sesi ve «güvercin<br />
akıllı kuş» derken de, bizim akılsızlığımız, devrimize<br />
karşı sitem, çatma dile getirilmek istenmiştir.<br />
Gül'e halkımız, en büyük çiçek der ve çiçekler<br />
arasında birinci sırayı verir. Kokusuna Peygamber<br />
Efendimizin teri der. Onun için de ileriye<br />
ait ümitleri yükledim, İslâm'ın fecri, yani js'Jâm'm<br />
sabahı, olarak gördüm. Her seher terü taze, kucak<br />
kucak açacak ümidi ve şevki dile getirdim.<br />
— Şiirlerinizin nasıl doğduğunu sormak istiyorum.<br />
Hani bilirsiniz, Rilke'nin, «Malte Laurids<br />
Brigge'nin Notları»nda, «bir mısra söylemek için»<br />
diye başlayan ve sayfalarca süren bir bölüm vardır.<br />
Rilke hatıralar der ve uzun uzun anlatır... Sonunda<br />
«hatıralarla da bitmez. Onlar ancak içimizde<br />
kan, bizde bakış, davranış oldukları, isimsizleştikleri;<br />
artık bizden ayırt edilemedikleri zaman,<br />
işte ancak o zaman, çok seyrek bir saatte,<br />
bir mısrasının ilk kelimesi, hatıraların arasından,<br />
hatıralardan çıkıverir» der. Sizin şiirleriniz nasıl<br />
doğarlar acaba<br />
— Rilke, bizdeki Şeyh Galib, Cahit Sıtkı gibi<br />
sjanatını yaşayan insan. Bunda sanat samimiyetin<br />
sesi oluyor. Her şairde bu böyle değil. Bazıları<br />
da, kendi yaşayamadığı fakat özlediği dünyaları<br />
değerleri terennüm eder. Elbette şiir bir atmosfer<br />
işidir. İnsan memleketinin her mevsiminde, her<br />
ayrı durumunda, çevreden etkileniyor, farklı duyumlara<br />
sürükleniyor; bedbin veya nikbin oluyor.<br />
İşte yaşadığımız atmosfer, şiirleri böylece etkiliyor.<br />
Ve Öyle anlar oluyor ki, artık yazmak ihtiyacını<br />
duyuyorsunuz. O an üzerinize bir ağırlık<br />
çökmüştür, tedirginsinizdir, şahsen ben böyleyim;<br />
böyle anlarda, geçimsizleşir, huysuzlaşır, kaçacak<br />
yer ararım. Artık boşalacak zamanı zemini<br />
arama başlamıştır, bu bir sancı halidir. O sırada<br />
garip kokular, garip sesler hisseder gi,bî olurum.<br />
Hâşim'in «yine bir nefha-i hayal esiyor», yani,<br />
yine bir hayal esintisi var, hayal rüzgarı esmekte<br />
mısrası gelir aklıma. O anlarımı, bu mısra<br />
ile özetleyebilirim. Zihnimi sarsan duyumlar, kendi<br />
mecramı, kendi üslûbunu da tayin ederek su<br />
yüzüne çıkarlar. İlk tesbitlerimi böylece yaparım.<br />
Bundan sonra aylarca, belki yıllarca sürecek olan<br />
uzun işçilik dönemi başlar. Bazı şiirler, bilmiyorum,<br />
duyumun şiddeti mi, yoksa adapte oluşumun<br />
kolaylığı mı, daha kısa zamanda tamamlanırlar,<br />
ama umumiyetle ben çok zor yazarım. Belki<br />
de kaynağımızı güçlü menbalardan almıyoruz<br />
da ondan. Damla damla, dilenerek biriktirdiğim<br />
duyumlardır bunlar. Benim şiirlerimin, bir şair gücü<br />
demeyeyim de, titiz bir çalışma eseri olduğunu<br />
söyleyebilirim. Ama gıpta ile baktığım, Bahattin<br />
Ka.rakoç ağabey, gürül gürül menbalardan<br />
besleniyor ve gürül gürül şiirler söylüyor. Ben efe<br />
onun yarısmı duyabilsem, bu titizliğimle, . daha<br />
güzel şiirler yazacağıma inanıyorum.<br />
— Sizin mecazları, istiareleri, okuyucuyu<br />
usandırmadan, asıl önemlisi, alışılmışın dışında<br />
kullanışınız da çok di kat çekici. Mesela, 48. sayfadaki<br />
Koşma adlı şiirinizin son dörtlüğü. Orda<br />
şöyle diyorsunuz: «Akbas'ım der gel Maraşlım/At<br />
çalımlım, kanat kaşlım/Başak saçlım, yüce başlım/Çağın<br />
geçer dereyim oy». Bu dörtlüğün ilk<br />
ve son mısraı halk şiirimizde örneğini bol bol gördüğümüz<br />
klâsik ve biraz da alışılmış söyleyişler.<br />
Ancak ikinci ve üçüncü mısralar, dikkatsiz bir göz<br />
için bunlardan da klâsik ve halk şiiri tarzında<br />
söylenmiş gibi görünen fakat aslında yep yeni<br />
söyleyişler. Şiir geleneğimiz içinde sevgilinin saçları,<br />
kaşları aşağı yukarı hep benzer mazmunlarla<br />
anlatılmıştır. Hatta bir şeyi itiraf edeyim bu<br />
dörtlüğü sormak için şuraya not ederken, sonradan<br />
farkına vardım, ikinci mısraı, «At çalımlım,<br />
kalem kaşlım» diye yazmışım. Çünkü kulağım buna<br />
alışmış, belli ki hep «kalem kaşlı m»ı duymuşum.<br />
Siz, «At çalımlım, kanat kaşlım/Başak saçtım,<br />
yüce başlım» derken tekrara düşmeden, yeni<br />
ve güçlü mazmunlarla, üstelik alışılmışın da<br />
üstünde tasvir etmişsiniz sevgiliyi. Bu sizin gelenekten,<br />
şiirimizin klâsik örneklerinden faydalarıma<br />
anlayışınızın bir yönü müdür acaba<br />
— Evet, rahat bakışla bu şiirdeki yeni taraf,<br />
buluşlar, oyunlar sezilmez. Adından da anlaşıldığı<br />
gibi bu bir koşma. Ama benim için bu şiir,<br />
geliştirmek istediğim yeni tarzla, klâsik halk şiirimiz<br />
arasında bir köprü durumunda. Klâsik halk<br />
şiirimiz de, divan şiiriyle zaten bir paralellik<br />
arzeder, sadece dil sadeliği yönünden ayrılırlar,<br />
sevgili ceylana benzetilir, göz kara'dan elâ'ya geçer<br />
ama çok şey farketmez. Zerafeti, inceliği, selvi<br />
boylu, ince beli, kalem kaşıyla stilize edilir<br />
sevgili. Oysa bahsettiğiniz şiirde, küt, hantal bir<br />
estetik söz konusu. İnsan fonksiyonelliği ile, hayattaki<br />
tavrı ile, canlı kanlı bir insandır. Sevgili<br />
şiire böylece sokulmak istenmiştir.<br />
— Yani muhayyel değildir, diyorsunuz.<br />
—Evet, muhayyel değildir. Bunu derken klâsik<br />
şiirimize çatmıyorum. O, devrin estetiği idi, öyle<br />
olması gerekirdi. Ve zirveyi öylece yakalamışlar.<br />
Tekrar onları terennümde mânâ yok. Günümüzde<br />
cemiyet daha canlı, durmadan değişiyor, gelişiyor...<br />
Çağımızın ihtiyaçlarını karşılayan, yeni<br />
estetik, yeni tavır, yeni seslere ihtiyaç var. Bu<br />
şiirde sevgiliye, «Bereketli tarlam benim» demişim,<br />
bir köylü için tarla, bir çok vasfı ile, sevgiliye<br />
benzetilebilir. Üreticiliği, bereketi, mübarekliği...<br />
Kısıaca köylü olmak gerekir bir tarlanın hususiyetini<br />
kavramak için.<br />
— Söz konusu şiirde, sevgiliye faydacı bir<br />
bakış da var. Şöyle demişsiniz: «İş tut hamur<br />
yoğur bana/Dokuz oğlan doğur baha.»<br />
— Siz buna faydacı bir bakış diyorsanız, öyledir.<br />
Bu primitif ilkel, yalın bir estetik. Yine de<br />
başka faydacılarla karıştırmayalım, burdaki tava<br />
14
O haliyle de eşinin gene ayak yoldaşı ve anneliği<br />
ile kutsaldır.<br />
— Yani tam sosyal hayattaki fonksiyonelliği ile<br />
vardır..<br />
— Evet. Ama gene de ona yönelen bir aşk<br />
söz konusudur. Aşktan ari değildir. Yani «aşık<br />
tarzı»ndaki aşk bu şiirde vardır, fakat sevgilinin<br />
tasviri değişmiştir. Bu şiirden hareketle bir resim<br />
yapılabilir.<br />
— Yani viziüeldir diyorsunuz,<br />
— Viziüeldir; kanlı canlı, güçlü kuvvetli bir<br />
insan çıkar ki, sosyal bir tavırla bakarsak, gelişmesini<br />
istediğimiz, sefaletten kurtulmuş bir köy<br />
insanı, ve yine sosyal anlayışımız olarak, Anadolu<br />
coğrafyasına hâkim olabilmek için gerekli<br />
olan nüfus çoğalması gibi tezler de erimiş olarak<br />
buraya sinmiş, sindirilmiştir.<br />
— Bir de Göç şiiriniz var. Aslında Göç şiiri<br />
bir ağıt gibi. Fakat aynı zamanda da bir ilim adamı,<br />
bir sosyolog soğukanlılığı içindesiniz. Bu hassas<br />
dengenin sırrı nedir Bu şiirin nasıl doğduğunu<br />
ve nasıl yazıldığını merak ediyorum.<br />
— Teşekkür ederim. Ben, millet hayatını böylesine<br />
derinden sarsan bîr yaranın hafife alınmasına<br />
karşıyımi. Bu konuda söz söyleyen, ilk önce<br />
bu acıyı bütün şiddeti ile içinde hissetmeli.<br />
İşte o zaman ihtiyatlı konuşulur, ölçülü konuşulur<br />
ve durumun vehameti görülürse, terennümü<br />
de olgunlaşır. Ben ,bir Sirkeci tireninde bir yakınımı<br />
Almanya'ya gönderirken bizzat müşahede<br />
ettim, ordaki, o andaki dramı. Annesi babası gittikten<br />
sonra yalnız kalan ve ağlayan, sahipsiz bir<br />
çocuğu gördüm. Yakını yetişememişti belki tirene<br />
ama gitmesi lâzımdı gidenlerin. Ve yine o çile<br />
içinde ölen bir akrabam, dayımın oğlu var. Onun<br />
için ben bu acıları yakından duydum. Dün savaşta,<br />
kanıyla, canıyla bu memleketi kurtaran bozkır<br />
insanı, bugünde, alın teriyle, bu dar geçidi<br />
geçmemize yardımcı oluyor. Bunların kadri bilinmeli.<br />
Bunlar destan diyemeyeceğim, insan dilinde<br />
ister istemez ağıtlaşıyor, bir karadestan oluyor<br />
adeta. Bu şiirde, sağırlaşmış vicdanları sızlatmak<br />
için, dünkü satvetli tarih sahnelen ile bugünkü<br />
perişan halimiz kıyasdanmıştır.<br />
Biz hep atla geçtik tunadan<br />
Böyle geçmedik.<br />
Avrat uşak<br />
Biz hiç böyle göçmedik<br />
Beyler utansın.<br />
derken bunu dile getirmek istedim. Rahmetli Arif<br />
Nihat Asya da, «Dün senin olan yerlerde pasaportun<br />
sorulur» mealindeki mısraları ile bu acıyı,<br />
bu dramı belirtir. «Yönünü kıbleye dönmüş bir<br />
müslümandır Tuna» der. Bugün Tuna'nın öksüz,<br />
mahzun, yaban ellerinde akışı, tarihini bilen her<br />
aydın için bir büyük yaradır. Ve Tuna bizimle tanıştır,<br />
Tuna akrabadır, onun için,<br />
Tuna bizden utanır,<br />
Biz Tuna'dan<br />
Yüzüne kapatır ellerini<br />
dedim. Yani «Bunlar dünkü Fatihlerin çocukları<br />
mı. Allah'ım bu ne bahtsızlık,» der gibi teşhis<br />
edilmektedir burada Tuna*. Ve tekrar bizim insanımızın<br />
rintçe tavrıyla, Erzurumlu Duran'ın ağzından,<br />
«fakirlik yada servet değildir insanı insan<br />
eden» anlamında, Aldırma be Tuna/Yiğit çıplak<br />
doğar anadan» diyerek bir halk deyimimizi koydum<br />
.buraya. Ve iki ayrı dünyanın mukaddeslerini<br />
karşılaştırdım yaraya tuz gibi basmak için.<br />
Burada ezan var<br />
Orada çan<br />
Her sabah çınlar tepemizde<br />
«Uyan<br />
Uyaan<br />
Uyan!..»<br />
— Şimdi Cumhuriyet sonrası şairlerimize<br />
baktığımız zaman, sizin şiirinizin, Orhan Veli, Cahit<br />
Sıtkı ve Cahit Külebi çizgisinde teşekkül eden<br />
bir şiir olarak görüyoruz. Bunu, bütün bu isimlerin<br />
kendi aralarındaki farklara ve sizin hepsiyle olan<br />
farkınıza özellikle işaret ederek söylüyorum. Ne<br />
dersiniz<br />
— Doğrudur, estetik yönden büyük benzerlik<br />
gösterir. Ama bu dış estetiğe, bir de, Necip Fazıî'-<br />
dan, Arif Nihat Asya'dan alınan özü, manevî havayı,<br />
şiiri peyzajlıktan kurtaran metafizik endişeyi,<br />
eski medeniyetimize köprü atmayı da ekleyelim.<br />
Daha önce Orhan Veli'den bahsetmiştik zaten.<br />
O, bir fedai durumundadır. Yeniyi kurarken ifrata<br />
düşmüştür, ama dediğim gibi, fonksiyonu faydalı<br />
olmuştur. Cahit Sıtkı, Peyami Safa'nın Cumhuriyet'teki<br />
üç tanıtma yazısında da belirttiği gibi,<br />
Abdülhâk Hâmitten bu yana unutulan metafizik<br />
endişeyi küvetle şiire tekrar getirmiştir. Cahit Kü~<br />
lebi'nin Süt kitabına kadar olan şiirlerini çok seviyorum.<br />
Ama ondan sonra bir sunilik, bir sığlaşma<br />
söz konusu. Ve o sevdiğim ilk şiirlerinde de,<br />
bir peyzaj tatlı, yufka bir suluboya resim berraklığının<br />
yanında, arka planı zayıf. İnsanın en<br />
büyük yanı olan derunî hayat yok. Göz zevki ve<br />
kulak zevki iie yetinildiğini görüyoruz. İşte ben,<br />
estetik yönden Cahit Külebi'den çok etkilenmekle<br />
beraber, dünya görüşüm icabı, Yahya Kemal'<br />
den, Necip Fazıl'dan, Arif Nihat'tan, Tanpınar'-<br />
dan da muhteva aldım diyebilirim.<br />
— Zaman zaman, şiirinizdeki yalınlığı kolaylık<br />
ve basitlik olarak görenler oluyor mu<br />
— Tabi, bu yalın söyleyişin böyle bir riski de<br />
var. Çünkü gözler, kulaklar artık süse ve gösterişe<br />
ayarlanmış. Böyle, sehl-i mümteni diyebileceğimiz<br />
iddialı bir yalınlık arayışını her göz görmeyebilir.<br />
— Yani siz bu tehlikeyi göz& alarak yazıyor -<br />
sunuz...<br />
— Tabii, bu tehlikeyi göze alarak, yazıyorum.<br />
Sonra, kendimi okuyucuya göre ayarlamış da a-<br />
15
ğilim. Bir kaç ehli nazar farkederse kâfi. Bu soru<br />
için Varsağı şiirini sieçmeniz çok isabetli olmuş.<br />
Varsağı şiirinden hareketle yapmak istediklerimi<br />
izah mümkündür.<br />
Bir kere, Varsağı, bir halk şiiri nazım şeklidir.<br />
Karacaoğlan'ın da mensubu olduğu boy olan<br />
Farsaklara ait bir nazım şeklidir. Hecenin kısa<br />
kalıpları ile söylenir. Yiğitlik ve tabiat temlerini<br />
dile getirir. Bu şiirimde ben de, böyle bir temi dile<br />
getirmek istedim. Yalınız çok değişik bir tavırla<br />
tabii. Burda, hecenin stilizesi söz konusu.<br />
Hecenin uzunlu kısaiı kalıpları serpiştirilmiş gibidir.<br />
Temmuzda bir bozkır öğlesinde, bir enstantenedir<br />
bu şiir. Sanki, bir fotoğraf makinasının<br />
düğmesine basılmış, bozkırın bir ânı, ,bir saniyesi<br />
tesbit edilmiştir. Böyle bir tablo karakterindedir<br />
bu şiir. Pitoresk bir hava vardır. O anda Ahmet<br />
Ede eşşekte ayağını sallıyor, babasına azık götüren<br />
çocuk bir adımını atıyor, kağnı tekerleği bir<br />
devrini tamamlıyor, ve öküzün boynuzlan arasından<br />
geçen bir sinek görülüyor... Bütün bunlar<br />
bir anda oluyor. Eşek şiirimize girmeyen köpeği<br />
ile, tavuğu ile, gübre kokularıyla, bir köy zihnimizde<br />
canlanıyor. Bu motiflerle, okuyucuyu o atmosfere<br />
çekebiliyorsam, çiftçinin çilesi dile gelebiliyorsa,<br />
köyü tanımayanlarda bir ekzotik zevk<br />
uyanıyorsa, şiir gayeye ulaşmış demektir.<br />
Bu şiirde bir sehl-i mümteni peşinde koşulmaktadır.<br />
Masallarımızdan, coğrafî motiflerden<br />
ve halk şirinden imbiklenen unsurlarla bir modern<br />
tavır ortaya konulmak istenmektedir. Bu küt,<br />
hantal bir estetiktir. İnceliği, zerafeti değil de,<br />
zor görülen tabiat nazlarını, vücut hazlarmı veya<br />
çilelerini idrake davettir, bir duyum talimidir. Böyfe<br />
bir şiiri geliştirirken iptidai kavimlerin şiirlerini<br />
de inceledim. Amerikan yerlilerinin şiiri, Afrika'-<br />
daki iptidai kavimlerin şiiri, arkaik devirdeki destan<br />
motifleri, burada geliştirmek istediğim estetiğin<br />
temellerini teşkil ediyor. Şiir estetitik bir değer<br />
taşıyan, bedii zevkleri ortaya koyan bir mahsuldür.<br />
Bunda her zaman seçkin motifler yer almaz.<br />
İlle de, ceylan, gül, bülbül söz konusu değildir.<br />
Eski şiirimizin hazzı ile mest, yeniye yabancı<br />
kulaklar yadırgayabilir bunu. Ama modern<br />
sanat, yeni idraklarin, yeni duyumların peşindedir.<br />
Van Gog «Asker Potinleri» tablosunda, kirli,<br />
kokuşmuş, eski partalları konu edinmiştir, Bodler,<br />
Leş şiirinde, kokuşan, çürüyen, içinde kurtların<br />
kaynaştığı bir leşi konu almışı. Asloİan objenin<br />
güzelliği değil konu alınan nesnenin güzelliği<br />
değil, ortaya konulan sanat eserinin güzelliğidir.<br />
Bütün şiirlerimde bu tavrı yakalamış değilim.<br />
Bu kitabı zaten bir arama devri kabul ediyorum.<br />
Ben sabırlı ve uzun çalışıyorum. Dedim ya,<br />
şiir kendime bir tatmin yolu olarak seçtim. Bu<br />
arayış neticesinde, ulaşabilir, yapabilirsem, Varsağı'nın<br />
uzantısı olan bir stili, bir söyleyişi geliştirmek<br />
peşindeyim.<br />
— Ağabey, sizi fazla yordum galiba. Bu kadar<br />
sözden sonra son olarak bir de şunu sorayım.<br />
Her kıtanın sonunu «Ben bir şiire gebeyim»<br />
diye bitirdiğiniz, «Mahzun Gönüller Nasibi» adlı<br />
bir şiiriniz var. Bu şiiri yazdınız mı Yazacak mısınız<br />
Yoksa, bu şirle poetikanızı mı anlatmak<br />
istediniz<br />
— Vallâ Bayramcığım, o şiiri yazdım diyemem,<br />
idealimdeki şiirdir o. İdeale ulaşılmaz, ufuk<br />
gibi hep kaçar .bilirsiniz. Ama yukarıda da söylediğim<br />
gibi, Varsağı'dan hareketle geliştirmek istediğim,<br />
ve tabii ideallerimin de konu edildiği şiirdir.<br />
Bahsettiğiniz şiire ufak bir poetika gözüyle<br />
bakılabilir de.<br />
— Teşekkür ediyorum. Dilinize sağlık.<br />
GÜL AÇMADAN<br />
BAHAR GELMEZ BAHÇEYE<br />
—Gül Yüzlü Çocuklara—<br />
Gül yüzlü çocuklar başları gökte<br />
Eller kelepçede gözlerde buğu<br />
Tahta sıralarda oturuyorlar<br />
Çiçekleri ezmeyiniz ne olur<br />
Gül ağacı kırılmasın belinden<br />
Gül yüzlü çocuklar bu nedir böyle<br />
Alın yazısı mı, savaş mı yoksa<br />
Çizmeler çiğnedi pınar suyunu<br />
Bulun çizmelerin sahiplerini<br />
Deyin ki gezilmez böyle burada<br />
Gül yüzlü çocuklar ağlamıyorlar<br />
Bir yere akmalı kan gözyaşları<br />
Gülüyor sütre gerisindekiler<br />
Maskeler örtüyor yüzleri, kim ne<br />
Ama olsun tanıyoruz onları<br />
Gül yüzlü çocuklar doluyor vâde<br />
Taç yapraklarınız açılsın artık<br />
Güî açmadan bahar gelmez bahçeye<br />
Hayatı müjdeler her gün doğan gün<br />
Gül yüzlü çocuklar sizindir yarın<br />
Derviş EDİP<br />
16
17<br />
HİKÂYE<br />
GÜNLEIÎ ÖLDÜRMEK<br />
OYHAN<br />
HASAN<br />
BİLDiRKİ<br />
Kâğıtları yaptırınca sevindim. Sevinecek ne<br />
var bunaa, aıyeceksinız .belki naklisiniz... Ama<br />
ben, yine de sevindiğimi söylemeden geçemiyecegim.<br />
Mir kasaba okulunda görevliyim. Dönem<br />
sonu olduğundan okullar tatile girdi. Hemen tatil<br />
başiangıcınaa, annemin şikayetleri artınca, daha<br />
ug beş gun öncesine kadar sevimli gürültülerin<br />
üinmek bilmeaiği okul bançesine girdim. Yanlış<br />
mı geldim diye irkildim. O gürültüler bitmiş, bahçeae<br />
in cin top oynuyordu.<br />
Ardına kadar açık olan bina kapısından içeriye<br />
dalaım. Ne idareciler, ne katipler var. Koydu.nsa,<br />
ara ki bulasın. Derinlemesine uzanan konaorun<br />
'bitiminde, bir sandalyeye ters oturan e-<br />
mektâr Şakir Efendi'yi gördüm. Yanında gençten<br />
birisi vardı. Şakir Efendi elindeki bir ipe düğüm<br />
üstüne düğüm atıyor, yanındaki genç, onun hareketlerini<br />
dikkatle kolluyordu. Şakir Efendi işini<br />
bitirdi. Kördüğüm hafine çevrilmiş ipin uçlarını<br />
gencin eline tutuşturdu.<br />
— Asıl bakalım! dedi.<br />
Genç, ipin i'ki ucunu kuvvetle sağa sola çekti.<br />
Kördüğüm olmuş ip çözülüverdi.<br />
— Hayret! dedi genç. Nasıl o/u,yor da hiç bir<br />
yerinden düğümlenmiyor<br />
Yanlarına yaklaştığımı sezen Şakir Efendi,<br />
hiç istifini bozmadı. Gevrek gevrek gülümseyerek,<br />
ağzındaki tek altın dişini gösterdi. '<br />
— Hocam bilir.<br />
Yapılan işin büyüsüne kapılan genç sordu :<br />
— Öyle mi<br />
—• Öyle, öyle! diyerek soruyu geçiştirdim.<br />
Şakir Efendi'ye döndüm.<br />
—• Kimse yok mu<br />
— Biraz evvel çıktılar. Çarşıda görmedin mi,<br />
hocam<br />
O gün, yelkenleri fora edip geri ;dönmüştüm.<br />
Şimdi, sevincimi anladınız umarım.<br />
Kâğıtlar elimde, ardına kadar açık olan ve<br />
gözetim altında bulundurulmayan kapıdan dışarı<br />
çıktım. Hava 'kararmış, neredeyse yağmur bastıracak.<br />
Yanımda şemsiyem de yok. Pergelleri açmalı,<br />
mesai bitmeden Hükümet Tabibine yetişmeliydim.<br />
Karşı dağlara baktım. Havanın kararmasıyla<br />
ortaya çıkıveren gerçek yeşili gördüm. Çimenler,<br />
uçsuz bucaksız yeşil bir halıya dönmüşler. Yeşil<br />
derken, halı derken yakamı çeşit çeşit duygu sellerine<br />
kaptırmıştım. Kasabanın girişini şereflendiren<br />
taklarda yer alan, «,,,'a hoş geldiniz» yazısındaki<br />
yanlışlık, dikkatimi çekti. Yakamı, duygu sellerinin<br />
baskınından çekip aldı. Okulun hemen her<br />
yerinden, çıplak gözle, rahat bir biçimde o'kunan,<br />
yazım hatalarını taşıyan bir takı, gelip, tam okulun<br />
karşısına dikmiş olmanın kazandıracağı şerefi<br />
düşünmeden yapamadım.<br />
Yağmur ha bastırdı, ha bastıracak!<br />
Acele edişim yüzünden, dostlarla selamlaşmayı<br />
bir yana bıraktım. Tavanında asılı tek, fakat<br />
kuvvetli bir ışığın aydınlattığı tabiblik salonunda<br />
buldum kendimi. Salon, alabildiğine boştu.<br />
Sağlık memurlarının bulunduğu odaya geçtim.<br />
Bir memur, masasının üzerine sermiş olduğu gazetesini<br />
korkusuzca okuyordu. Doktoru sordum.<br />
— Yok!<br />
— Nerede<br />
— İzmir'e gitti.<br />
— Gelir mi acaba<br />
Sağlık memuru, ince, kara bıyıklarını oynafa<br />
oynata gülümsedi.<br />
— Bugün gelmez artık. Fakat yarın, belki...<br />
ilktir, sevincim kursağımda kaldı. Sağlık memuru<br />
ne kadar da rahat; ««Yarın, belki...» diyordu.<br />
Halbuki benim, be'kiemeye zamanım yoktu.
18<br />
Yarından sonra hafta sonu tatiline girecektik. Hemen<br />
arkasından da okullar açılacaktı.<br />
İçimde binbir «acaba» larla dışarı çıktım.<br />
Hızlanmaya başlayan yağmur, aklımı başıma getirdi.<br />
Eve gidip şemsiyemi aldım. Yeniden okul<br />
yolunu tuttum. «Belki...» diyordum, «İlçe tabipliğine<br />
sevk yaptırabilirim.)><br />
Görevliler, okula ikinci gelişimden irkiidiler.<br />
Çünkü işi gücü bir yana bırakmışlar, spor salonu<br />
olarak kullanılan, basık tavanlı fakat oldukça<br />
geniş ve aydınlık olan alt salonda karşılıklı geçmişler,<br />
pingpong oynuyorlardı. Memur Adnan'ı<br />
çağırttım. Geldi. Alnında vıcık vıcık terler, burnundan<br />
soluyordu.<br />
— Ne var<br />
— Doktor yokmuş!<br />
— İzinli mi acaba<br />
— Bilmem. İzmir'e gitmiş. Yarın da gelip gelmeyeceği<br />
şüpheli.<br />
Saçlarına düşen akları uzaktan bile görülebilen,<br />
kısa boylu, bıyıksız fakat oldukça şişman o-<br />
lan memur Adnan, yarım bıraktığı oyununa dönmenin<br />
sıkıntısını yaşıyordu. Bir şey demesem,<br />
çekip gidecekti besbelli.<br />
— İlçeye sevk ettirsem, olmaz mı<br />
Alnında biriken terleri, elinin tersiyle kuruladı.<br />
— Baksana, doktor izinli değilmiş. Böyle<br />
durumlarda, şevki ilçeye yaptığımızda, her iki tarafta<br />
da bize kızıyorlar.<br />
— Bekleyelim öyleyse...<br />
Bu sözümü büyük bir özlemle bekleyen memur<br />
Adnan, elindeki raketi sallaya sallaya, evire<br />
çevire spor salonuna donuverdi.<br />
Üzüldüm.<br />
Yağmur, toprağın tozunu ıslatmakla yetinmişti.<br />
Yıkanan asfalt, siyah rengini daha da açığa<br />
çıkarmıştı. Kahvede, çamurlanan paçalarımın<br />
kuruyan tozunu silkeledim. Amaçsız, günlük gazeteleri<br />
karıştırmaya başladım. Onları okumuyor,<br />
öfkemden olsa gerek, bakıp geçmekle yetindiğim<br />
resimlerinin bile neye, kime ait olduğunu düşünmüyordum.<br />
Bu arada getirilen çayı yudumlamış, belki de<br />
biraz sakinlemiştim. Kirli, buğulu camdan dışarıya<br />
ba'ktım. Yağmur, temelli dinmişti.<br />
— Şansımı bir kere daha denemeliyim, diye<br />
söylendim.<br />
Yanılmışım.<br />
Doktor, yine yoktu.<br />
Sabahı beklemekten başka çarem var mıydı<br />
Eve döndüm.<br />
Oturma odası tıka basa dolu. Annemin rahatsızlığını<br />
duyan konu komşu gelmiş. Beni görünce<br />
toparlanıp kalkıp gitmek istediler.<br />
Karım sordu :<br />
— Ne oldu<br />
— Hiiç! dedim. Koca bir günü öldürdüm.<br />
Okula giden kızım atıldı.<br />
— Gün, öldürülür mü hiç<br />
Soruyu duymazdan geldim. Daha doğrusu,<br />
kızımın bu mantıklı sorusu, komşuların ayaklanıvermeleriyle<br />
aynı zamana denk düştüğü için, a-<br />
rada kaynayıp gitti.<br />
Ertesi gün dogtor gelmişti. Hemen şevki yaptırdım.<br />
Acele ilin yolunu tuttuk. Soluğu, doğruca<br />
Devlet Hastahanesi'nde aldık. Poliklinik tıka<br />
basa doluydu. Körpesinden yaşlısına 'kadar, has<br />
tası, hasta olmayanı kanepelere balık istifi kurulmuşlar,<br />
sonu görülmeyen bir bekleyişin sancısını<br />
çekiyorlardı. El 'kadar açık bulunan bir kanepenin<br />
yanında durduk. Anneme;<br />
— Otur istersen! dedim.<br />
O, istemez, boş ver anlamında elini salladı.<br />
— Hadi, hadi! dedi.<br />
Kanepedekiler, oturulacak yeri genişlettiler.<br />
Annem de kanepeye yerleşti. Bazı servisler açıldı.<br />
Hemşireler kâğıtları kabul etmeye, hastaları<br />
çağırmaya başladılar. Koridor, ilâç kokularıyla<br />
boğuldu.<br />
Başhekim'e çıktım. Kâğıtları aldı. Sağlık karnesini<br />
istedi. Verdim. Göz Servisi'ne gideceğimizi<br />
söyledi. Kâğıtları geri uzatırken :<br />
— Doktor izinli! dedi. İzini bugün bitiyor. Belki<br />
yarın gelir. O zaman gelseniz olmaz mı<br />
Başımdan aşağıya kaynar sular dö'küldü. Yine<br />
de uzatılan kâğıtları alırken, teşekkür etmeden<br />
yapamadım. Annemin gözlerinde soran bakışlar<br />
— Doktor yokmuş!<br />
Bu haber, klinikte bir bomba gibi patladı.<br />
— Doktor yokmuş!<br />
— Bizim iş yattı desene...<br />
— Yattı, yattı.<br />
Poliklinik'ten kaçarcaşına açıktık. Aynı işi gören<br />
bir özel do'ktorun adresini almıştım. Aradık,<br />
bulduk. Muayenehane kapısında işini bilen, ağzından<br />
bal akan, güler yüzlü bîr hemşire tarafından<br />
karşılandık. Burası da hayli kalabalıktı. Beklemeden<br />
sordum :<br />
— Doktoru görebilir miyim<br />
Hasta kabul odasından çıkan Doktor Hanım,<br />
a-lıcı gözüyle beni süzdü. Besbelli bir şeye benzetemedi.<br />
Yürüyüp gidecek oldu. Vaz geçti, durdu.<br />
— Ne var<br />
—• Bir şey danışacaktım da!<br />
— Danışın!<br />
— Özel olarak konuşabilir miyim<br />
— Elbette!<br />
Doktor Hanım önde, arkası sıra ben ve annem,<br />
hasta kabul odasına geçtik. Durumu anlattım,<br />
masrafın ne kadar tutacağını sordum.<br />
— Tek fiat olsun mu<br />
— Olsun!<br />
— On yedi bin beş yüz olur.
Fakat bu defa ben, «olur» diyemedim. Yaptığımız<br />
iş ve aldığımız maaş belli. Bu, beklenmedik<br />
masrafı karışlamam mümkün değil. Böyle apansız<br />
bir zamanda, mütevazı bütçemin delinivermesi,<br />
soframızın traşlanması demek olmaz mı<br />
Annem, içinde bulunduğum durumu anlamış<br />
olmalı.<br />
— Hadi, çıkalım oğlum! dedi.<br />
Çıktık.<br />
Yeniden yollara düştük. Ezberlemeye başladığımız<br />
yollarda gi,de gele mekik dokuduk.<br />
Okullar açıldı. Beni bir telaştır sardı. «Acaba<br />
izin alabilecek miyim» Denedim, izin aldım.<br />
Hastahane, bugün dünden daha kalabalıktı.<br />
Bereket, «Göz ServisU'nin kapısı açıktı. Demek<br />
ki doktor ,izinden dönmüş. Hemen bütün<br />
servislerin önünde uzayan kuyruklar. Heyetçiler,<br />
şoför adayları, öğrenciler, askerler, hastalar...<br />
Do'ktor, koridoru dolduranları yara yara, diğer<br />
servislerin önündeki kuyrukları bole bole, kendi<br />
servisine girdi. Doktorun gelmesiyle birlikte en<br />
uzun kuyruk, bu serviste ortaya çıktı. Bir ölüm<br />
sessizliğini yaşamaya başladık.<br />
Gençten biri, dayanamadı, patladı.<br />
— Daha ne kadar bekleyeceğiz<br />
Homurtular arttı. Kapıda beliren doktorun yüzünde<br />
öfke bin parça. San'ki burnundan kan damlıyor.<br />
— Önce askerler gelsin, dedi.<br />
Kuyruğun en önünde'ki sordu.<br />
— Ne demek askerler Sıra bizim değil mi<br />
Sesler yükseldi.<br />
— Bu kaçıncı gündür gelip döndüğümüz<br />
— Haksızlık yapma.<br />
— Sıra yok mu, sıra<br />
— Seni şikâyet edeceğim!<br />
Doktor, içeri girdi. Kapıyı sertçe kapadı. Sesler,<br />
sesleri kovaladı.<br />
— Seni şikâyet edeceğiz!<br />
— Seni şikâyet edeceğiz!<br />
Beklenmedik 'bir anda, servis kapısı büyük bir<br />
gürültüyle ardına 'kadar açıldı. Yükselen, ama kimsenin<br />
ilgisini çekmeyen sesler, birdenbire kesildi,<br />
söndü.<br />
Doktor;<br />
— Geçende de, dedi, beni şikâyet etmiştiniz.<br />
Varın, yine öyle yapın! Bildiğinizi okuyun. Dilediğiniz<br />
yere kadar baş vurun.<br />
Kimsede ses yok.<br />
Benim yüreğimde bir günü daha öldürmüş olmanın<br />
sancısı. Dokunsan, hüngür 'hüngür ağlayacak<br />
halde olan annem! Üzgün hastalar, sabırsız<br />
heyetçiler...<br />
Doktor, bütün bunları yok saydı. Hiç birimize<br />
aldırmadı. Çekti, gitti.<br />
Yapacak 'bir şeyimiz yoktu.<br />
Annem :<br />
'Bu dert beni öldürmez! ıBırak, gidelim, dedi.<br />
Onu duymuyor, tepkimi sergileyecek bir şey<br />
yapabilmenin heyecanını yaşıyordum.<br />
Birden a'klıma kâğıtlar geldi.<br />
Faydasız kâğıtlar!<br />
— Yapma oğlum! diyen anneme aldırmadım.<br />
Onları, açık kapıdan içeri attım.<br />
Ferahlamıstım.<br />
OCİE YAYINEVİ<br />
EDEBİYAT DÜNYAMIZA<br />
GENÇ VE BAŞARILI BİR<br />
HİKAYECİYİ DAHA<br />
TAKDİM EDİYOR:<br />
ÜMİT FEHMİ SORGUNOĞLU<br />
ACILAR<br />
NEREDE BAŞLAR<br />
Ümit Fehmi Sorgıanlu<br />
Fiyatı: 150 TL... Doğuş afbonelerine ve kitapçıla<br />
ra % 25 indirim.<br />
P.K. 329 Kızılay — ANKARA<br />
19
SOSYAL<br />
DEĞİŞME<br />
VE<br />
MİLLİ KÜLTÜR<br />
«Tarihin her devrinde toplumlar<br />
belli bir sosyal değişme<br />
içerisinde olmuşlardır.<br />
Yeni ortaya konulan her teknoloji<br />
kendi çevresinde oluşan<br />
normlar, değerler kurallar<br />
bütününü de beraberinde<br />
getirmiş maddî kültürdeki<br />
bu değişme manevî kültürü de<br />
etkilemiş ve belli bir<br />
kültürel değişme<br />
hadisesi ortaya çıkmıştır...»<br />
Erdinç<br />
YAZICI<br />
Sosyal değişme ve Kültür Birliği kavramları<br />
arasında ki ilişkiler hakkında genel bir tahlil yapmadan<br />
önce «Kültür» kavramı üzerinde durmakta<br />
ve kültür 'kavramı üzerine genel bir fikir sunmakta<br />
fayda vardır.<br />
Çeşitli ilim adamları kültür kavramını çok çeşitli<br />
tanımlarla açıklamaya çalışmışlardır. Bunlardan<br />
bazıları şöyledir; «Kültür, insanların kullandıkları<br />
araçlar, değerler, kaideler ve anlamların<br />
bütünüdür, «Kültür, bîr toplumun tüm hayat<br />
biçimidir., Kültür; Toplum, insanoğlu, eğitim süreci<br />
ve Kültürel muhteva gibi değişkenlerin ve<br />
bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir fonksiyonudur.<br />
Kültür, insanın yine insan tarafından ortaya<br />
konulan maddi ve manevi çevresidir.<br />
Yukarıda verilen birkaç kültür tanımından<br />
;da anlaşılacağı gibi bugün ilim adamları tek bir<br />
tanım üzerinde birleşememektedirler. Bunun yegane<br />
sebebi ise her ilim adamının kendi ihtisas<br />
alanının ilgilendirdiği biçimde bir kültür<br />
tanımı yapmasındandır. Meselâ bir kültür antropologu<br />
kültüre antropolojik açıdan yaklaşırken,<br />
bir sosyolog kültüre sosyolojik açıdan tarif getirmektedir.<br />
İşte bu sebeplerdendir ki kültür kavramını<br />
belli bir tanımla belirlemek yerine, kültürün<br />
temel vasıflarını belirtmek tahminimce daha doğru<br />
olacak ve kültür kavramı da daha detaylı bir<br />
berraklığa kavuşacaktır. Kültürün umumi anlamda<br />
sayabileceğimiz vasıfları şöylece sıralanabilir;<br />
Kültür, öğrenilmekle kazanılacak bir muhtevadır,<br />
kültür, psikolojik ve fizyolojik değil her kişinin<br />
doğduktan sonraki hayatı içinde (Ailede, o-<br />
ku.lda, mahallede, işte v.s.) kazandığı birtakım a-<br />
lışkanlıklar muhtevasıdır.<br />
Kültür, tarihî ve daimîdir. Kültür, gelişen tarih<br />
aşamaları içinde bir muhteva olarak varlığını<br />
devam ettirir. Her tarih aşaması aynı zamanda<br />
değişik kültür unsurlarının mevcut olduğu ve hüküm<br />
sürdüğü bir kültür aşamasıdır.<br />
Kültür, sosyal bir muhtevadır. Kültürün içinde<br />
ki unsurlar yukarıda da belirttiğimiz gibi uzun<br />
bir tarih geçmişi fçinde toplumlar tarafından oluşturulur<br />
ve ortaklaşa paylaşılır.<br />
Kültür, idealleştiriîmiş kaideler sistemidir.<br />
Kültürdeki kaideler, normlar, değerler toplum ü-<br />
yeleri için, bir idealler örgüsüdür. Toplumda kişiler<br />
idealleştiriîmiş kurallara ters düştükleri o-<br />
randa toplumdan tepki görürler.<br />
Kültür, ihtiyaçları karşılayıcı ve doyum sağlayıcıdır.<br />
Psikoloji ilmi bugün alışkanlıkların toplumu<br />
tatmin ettiği sürece devam ettiğini açıklamaktadır.<br />
Biyolojik ihtiyaçların ve ikinci derece<br />
ihtiyaçların karşılanmasında kültürün etkisi büyüktür.<br />
Kültür, birleştirici ve bütünleştiricidir. Uyum<br />
süresinin bir sonucu olarak, belli bir kültürün unsurları,<br />
uyumlu ve bütünleşmiş bir sistemi oluşturmak<br />
eğilimindedirler.
Kültür, sübjektiflik taşır. Kültür bütünüyle<br />
gözlenebilir ve maddi bir muhteva değildir. Manevi<br />
birtakım unsurlar kültürün en önemli özelliklerini<br />
oluştururlar.<br />
Böylece kültürün temel vasıflarını saydıktan<br />
sonra, kültürün içine aldığı aile ve akrabalık, sağlık<br />
ve beslenme, eğitim süreci, yerleşmeler, ekonomi<br />
ve Teknoloji, ilim ve sanat, din ve devlet, kişilik<br />
sistemi ve dil, Kültürel çevre ve tarihi çevre,<br />
kavramlarında kültüre dahil ettiğimizde 'kültür<br />
kavramı üzerinde daha da geniş bir açıklamaya<br />
kavuşmuş oluyoruz.<br />
Toplum yapısı dendiği zaman en basit anlamıyla<br />
düzenlenmiş insan ilişkileri akla gelir. Sosyal<br />
değişme kavramı ise bize iç ve dış dinamiğe<br />
bağlı olarak mevcut insan ilişkilerinde meydana<br />
gelen değişmeyi belirtir. ıBu değişme genelde manevi<br />
anlamda; normaların, değerlerin, ilişki biçimlerinin<br />
değişmesini, maddi anlamda kullanılan<br />
teknoloji ve onunla ortaya konulan maddi varlığın<br />
biçim, öz p değer olarak değişmesini verir. O<br />
halde sosyal değişme aynı zamanda bir kültürel<br />
değişme sürecidir. Bu iki kavram temelde iç içe<br />
geçmiş ve yoğun ilişki çînde olan iki kavramdır.<br />
Kültür antropologları değişmeleri kültüre! değişme<br />
açısından tahlil ederlerken. Sosyologlar değişmelere<br />
sosyal değişme açısından yaklaşmaktadırlar.<br />
Şu durumda değişmelere bakış açısı ilim<br />
ve mesleki disiplinlere görede değişmektedir. Yalnız<br />
bütün bunların ötesinde sosyal değişme, dendiği<br />
zaman kültürel değişmeyi de içine alan daha<br />
geniş bir değişme muhtevasıyla karşı, karşıya olduğumuz<br />
da bir gerçektir.<br />
Değişme demişken hemen belirtelim, değişme<br />
toplumun hemen kabullendiği bir hadise değildir.<br />
Kaldı ki kültür değişmesi kültürel çatışma<br />
ortamının bir sonucudur. Kültürel çatışma toplumda<br />
mevcut olan, toplumun sahip olduğu kültürle<br />
dıştan gelen kültürün (yeni 'kültürün) arasında o-<br />
lan bir hadisedir. Bu hadisede yerli kültür değişmeye<br />
karşı direnen kültür, dıştan gelen kültür değişmeyi<br />
oluşturmak isteyen kültürdür. Böyle bir<br />
kültürel çatışma ortamının sonucunda bir kültürel<br />
bütünleşme (Kültürel entegrasyon) bir kütürel<br />
sentezleşme oluşur. Bu aşamada artık kültür<br />
ne bildiğimiz eski 'kültürdür ne de yeni gelen<br />
kültürdür. Bu aşamada kültürkaynağını ve zeminini<br />
yerli kültürün oluşturduğu, yeni kültür unsurlarının<br />
adapte olduğu (Kültürel adaptasyon) yeni<br />
bir kültür muhtevasıdır artık.<br />
Tarihin her devrinde toplumlar belli bir sosyal<br />
değişme içerisinde olmuşlardır. Yeni ortaya konulan<br />
her teknoloji kendi çevresinde oluşan normlar,<br />
değerler, kurallar bütününü de beraberinde<br />
getirmiştir. Maddî kültürdeki bu değişme manevi<br />
kültürüde etkilemiş ve belli bir kültürel değişme<br />
hadisesi ortaya çıkmıştır. Aslında burada anlatmak<br />
istediğimiz bu değildir. Yani tarihte her toplumda<br />
sosyal ve kültürel bir değişmenin varlığı<br />
zaten tartışılmıyor. Yalnız burada asıl belirtilmesi<br />
gereken şey, İngiliz sanayi inkılabına kadar yavaş<br />
olan değişme hızının sanayi inkılabından sonra<br />
müthiş bir artış kaydederek hızlı bir değişme<br />
çizgisine ulaşmasıdır.<br />
Çağımız toplumlarında bu değişme çizgisini<br />
en yoğun biçimde yansıtan yerleşme merkezleri<br />
şehirlerdir. Sanayi inkılabı sonrası şehirler, yepyeni<br />
bir ilişkiler ve değerler sistemini bünyelerinde<br />
toplamaya 'başlıyorlardı. Bu yeni ilişkiler ve<br />
değerler sisteminin ana belirleyicisi O zamana<br />
kadar tanınmayan bir olgu olan sanayileşme îdi.<br />
Sanayileşme üretimde kalite ve kantite yönünden<br />
yüksek bir artışı getirirken, iş alanları ve üretim<br />
artışı insanları, cazip hayat imkanlarına sahip olabilmenin<br />
bir özlemli olarak şehirlere çekmeye başlıyordu.<br />
İşte bu, aşamada şe'hirleşme ve sanayileşme<br />
karşılıklı ilişki halinde yeni bir kültür zemini<br />
oluşturuyorlardı. Bu zemin üzerine inşaa ed'ilecek<br />
kültür «Şehir kültürü», bir başka deyişle «Sanayi<br />
kültürü» olacaktı şüphesiz.<br />
Batıda bütün bunlar olurken bizde durum neydi<br />
Türkiye'de ki şehirleşme ve sanayileşme hareketi<br />
de batıdaki bu sanayileşme ve şehirleşme<br />
hareketinin bir yansıması niteliğinde gelişiyordu.<br />
Yalnız şunu hemen belirtmek gerekir ki; Türkiye'<br />
de ki şehirleşme hadisesi daha çok 'batıda olduğu<br />
gibi şehrin çekiciliğinden ve Cazipliğinden değil,<br />
Köyün iticiliğinden kaynaklanıyordu,. Yani insanların<br />
şehre yaptığı akın daha çok köydeki yetersiz<br />
toprak ve nüfus artışı faktörlerinden ileri geliyordu.<br />
Yeterli bir sanayileşme çizgisine erişemeyen<br />
şehirlere insanların istihdam edilebilecekleri<br />
daha fazla oranda akınlar halinde gelmeleri, gelenlerden<br />
istihdam edilemeyenlerin (konut, İş Sağlık,<br />
eğitim v.s. hizmetleri getirilemeyenlerin) gecekondu,<br />
gerçeğini ortaya çıkarmalarına neden<br />
oluyor ve buna paralel olarak bir gecekon;du kültürü,<br />
oluşuyordu. Toprağa bağımlı geleneğe dayalı<br />
«köy kültürü» ve sanayileşmenin getirdiği<br />
yeni normlar, değerler, kaidelerden kaynaklanan<br />
şehir kültürünün, arasında bir geçiş bir «yoksulluk<br />
kültürü» niteliği taşıyordu bu kültür.<br />
Hakikatta gecekondulaşma sanayileşmesiz<br />
şehirleşme hareketinin tabii bir sonucudur. Gecekondu<br />
kültürü temelde ne köy kültürü gibi köklü<br />
güçlü bîr geçmişe ve muhtevaya sahiptir. Nede<br />
şehir kültürü gibi sanayileşme ile gelen ve idealleşen,<br />
hasret duyulan, yaygınlaşan bir kültür<br />
muhtevası özelliğindedir. Köy kültüründe ve nisbeten<br />
şehir kültüründe kaidelerde bir nitelik gizlenirken,<br />
üç kuşaklık bir geçiş kültürü olarak belirtiler<br />
gecekondu kültüründe bir netlik gözlenemez,<br />
köyden kalkıp şebire gelen ve binbir güçlükle bir<br />
gecekonduya sahip olan insan, geleneksel bir kültür<br />
muhtevasına sahip olmasına rağmen, genel<br />
çizgi ve muhtevasını net biçimde belirleyemedi-<br />
21
ği, fakat geniş insan yığınlarının içinde, olduğunu<br />
medeniyeti yaşadığı o altın çağlarda gücünü ve<br />
varsaydığı bir şehir kültürüyle karşı karşıya kudretini islamdan almıştır. Türk kültürü uzun<br />
dır. Artık köydeki kültürel denetim ve kaidelerin asırlar islamın yaptığı derin akisler ile Cumhuriyet<br />
bağlayıcılığından uzaktır. Karşı karşıya kaldığı<br />
dönemine kadar gelmiştir. Batılılaşma (ilimde<br />
ve muhtevasını bir türlü çözemediği bu, yeni kültür<br />
ve teknikte batı gibi olmak) ise Cumhuriyet döneminin<br />
karşısında (Köyde aldığı kültürün kendi üze<br />
rindeki yansımasının da etkisiyle} en radikallikten tipik bir özelliğidir. Bu dönemde kültürindeki<br />
rümüzün etkilendiği önemli bir kaynaktı Batı kültürü.<br />
en muhafazakarlığa uzanan çizgi üzerinde bir vaziyet<br />
O halde bugünkü sahip olduğumuz kültü<br />
alır. İçinde bulunduğu bu kültürel netsizlik rümüzü, yukarıda saydığımız kaynakların birikiminin<br />
bir «anomia» fjKaidesizlik) halidir.<br />
bir sentezleşmesi olarak ifade edebiliriz.<br />
Kaldı ki sanayileşme ve şehirleşme hareketinin<br />
Yukarıda belirttiğimiz sanayileşme ve şehirdiği,<br />
düzenli ve şuurlu bir gelişme kaydedemeleşme<br />
kavramları temeide batı kültürünün ve o-<br />
istikrarlı bir 'kültür politikasının oluşamadığı<br />
durumlarda «anomia» hali alabildiğine gelişmiş ve<br />
nun teknolojik (maddi kültür) seviyesinin bir sonu.cuur.<br />
Bu 'katı 'kültür unsurları (sanayileşme ve<br />
devamlılık kazanmıştır. Düzensiz bir şehirleşme şehirleşme) aynı zamanda toplumumuzun arzuladıklarıdır.<br />
ve sanayileşme hareketinin sonucu şehir kültüründe<br />
Hatta millet olarak yaşayabilmemiz,<br />
de bir netlik görülemez. Böyle bir şehirde<br />
gecekondu semtleri dışında kalan sosyal - ekonomik<br />
gelecekte güçlü bir sanayi toplumu vücuda<br />
rebilmemize bağlıdır dersek, batı kültürünün<br />
geti<br />
bu<br />
ve Kültürel yönden büyük farklılıklar gös<br />
mahsullerine ne kadar muhtaç olduğumuz orta<br />
teren semtlerden hangisi şehir kültürünü temsil ya çıkacaktır. Özde bizi biz yapan geleneksel kültürümüzden<br />
etmektedir. Böyle bir durumda gecekondu 'kültürünün<br />
üçüncü 'kuşağını oluşturan ve geçiş kültürünün<br />
de geleneğe dayalı Milli kültürümüz<br />
den de asla vazgeçemeyeceğimize göre karşımı<br />
teorik plânda sonuna gelmiş kuşak hangi za çıkan problem, geleneksel Milli kültürümüzün<br />
kültüre adapte olacaktır Böyle bir kültürel hadisenin<br />
özünü kaybetmeden, sanayileşme ve şehirleşme<br />
tabii sonucu Kronikleşen bir gecekondu kül<br />
aşamasından - geçerek medeni, sanayileşmiş bir<br />
türü de, olabilir. Ankara'nın Altındağ semti bu duruma<br />
Milli kültür hüviyeti kazanmasıdır. Bir başka deya<br />
tipik bir örnek olarak sayılabilir. Bu aşamayişle<br />
sanayileşmeyi özümleyebilmiş bir Milli kül<br />
gelmiş gecekondu kültürü ile yeni oluşmakta tür ortaya koyabilmektir.<br />
olan bir gecekondu semtinin sosyal ve kültürel<br />
Böyle bir amaca ulaşabilmenin, gelecekte<br />
yönden büyük farklılıkları vardır.<br />
güçlü bir Milli kültür ortaya koyabilmenin yolu,<br />
Şimdi böylesine bir kültürel parçalanma durumunda<br />
varlığından Millet olarak asla vazgeçe<br />
bir sanayileşme ve şehirleşme politikasının ısrar<br />
mutlaka tutarlı bir Milli 'kültür politikası düzenli<br />
meyeceğimiz Milli kültür, birliğini ve hakimiyetini lı bir biçimde uygulanabilmesinden geçmektedir.<br />
nasıl devam ettirecektir İstikrarlı bir gelişme rayına<br />
nasıl oturacktır.<br />
böyle bir istikrarlı yapıya kavuşmasında hiç şüp<br />
Milli kültürün temel özelliklerini kaybetmeden,<br />
Bizde millî kültür birliğinin sağlanması, geliştirilmesi<br />
hesiz bu konuyla ilgili bürokratik makamlara, ba<br />
ve milli 'kültürü araştırma çalışmaları sına, TRT'ye ve aydınlara büyük görevler düşhesiz<br />
Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün direktifleriyle mektedir. Milletçe bir arada yaşayabilmenin yolunun<br />
başlamıştır. Atatürk Milli kültüre verdiği değeri<br />
güçlü bir kültür birliğinden geçtiğini söy<br />
konuşmalarının birinde kullandığı şu kelimelerde lersek herhalde meselenin ehemmiyetini daha iyi<br />
belirtiyor. «Türk Milletinin idaresinde ve korunmasında<br />
ortaya koymuş oluruz. Yarının Türk Medeniyeti<br />
milli birlik, Milli duygu, Milli kültür en yük<br />
sekte göz diktiğimiz idealdir,»<br />
Milli Kültürün istikrarlı bir gelişme rayına o-<br />
mutlaka güçlü bir kültür birliğinin üzerine inşaa<br />
edilecektir.<br />
FAYDALANILAN KAYNAKLAR<br />
turması hususundaki fikirleri ortaya koymadan<br />
önce, Milli 'kültürün muhtevası üzerinde bir açıklama<br />
yapmak ve kaynaklarını belirtmek tahminimce<br />
yararlı olacaktır. Türk kültürünün kaynaklarına<br />
baktığımızda umumiyetle üç kaynağın ağırlık kazandığını<br />
görüyoruz. Bunlar, islam öncesi Türk<br />
toplumlarında görülen şamanist değerler ve inançlar,<br />
islâmı kabulden sonra'ki islam inançları ve<br />
değerleri, üçüncü olarak da Cumhuriyet dönemindeki<br />
batılılaşma hareketi olarak belirtilebilir. Yalnız<br />
bu üç kaynaktan, islam değer ve inançlarının<br />
•kültürümüzdeki etkisi belirttiğimiz diğer iki kaynakla<br />
tartışılamayacak kadar büyüktür. Türklerin<br />
islâmı kabulünden sonra, artık islam, Türk kültürünün<br />
en önemli özelliği olmuş, Türk kültür ve<br />
22<br />
Cl) Prof. Dr. Amiran KURTKAN, Sosyoloji M.E.B,<br />
yayınları, Ankara 1976<br />
(2) Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ, İnsan ve Kültür,<br />
Remzi Kitabevi, Ankara 1979<br />
(3) Prof. Dr. Emin Bilgiç, Kültür Politikası üzerine<br />
düşünceler. Milli kültür dergisi > Cilt 1<br />
Sayı 3. 4. 5.<br />
(4) Doç. Dr. Emre Kongar, Toplumsal değişme<br />
kuramları ve Türkiye gerçeği, Bilgi yayınları,<br />
(5) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Köy Sosyolojisinin<br />
temel sorunları, Dedekorkut yayınları,<br />
(6) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Yoksulluk kültürü,<br />
dedekorkut yayınları, Ankara 1977<br />
(7) Prof. Dr. Mümtaiz Turhan, Kültür değişmeleri,
HİKÂYE<br />
Yeniden<br />
Ahmet ÇİĞDEM<br />
I.<br />
O şiiri 'bitirmeliydim. Bitirmek güzeldir anlıyor<br />
musunuz Beklemek yoruyordu beni. Nasıl söylesem<br />
bilmem »ki... Sükûta gömülmek, kendini bile<br />
unutmak zarureti. 0 şiiri dergiye götürmeliydim.<br />
Büyükler okumalıydı. Biraz duygulan ırlard s<br />
belki. Başlarını öne 'eğerlerdi. Beğendiklerinden<br />
değil utandıklarından. Ben bir çocuktum onların<br />
gözünde. Bir çocuk bu güzel duyguları nasıl yakalayabilirdi<br />
Buna imkân yoktu. Sonra yanlarına<br />
gitmeliydim. Her zaman olduğu gibi beni görmemiezllkten<br />
geleceklerdi. Eminim bundan. Yokmuşum<br />
gibi davranacaklardı. Alıştım. Kim ister<br />
çocukların büyümesini. Ben bile istemiyorum: Çocuk!<br />
ulktan şikâyetim yok. Niye olsun<br />
Sibel'i bulmalıyım. O çocukluğumu anlatmamı<br />
isterdi hep. Bugün tam sırası işte. Doya<br />
doya hem de. Çocukluk. Tuhaf yaşamadım sanki.<br />
Ama Sibel'i bulmalıyım. Bulmalıyım.<br />
Fakat biliyorum ki onu bulmak imkânsız.<br />
Nasıl şaşırmayayım: Yeni hatırladım, evlenmiş<br />
Sibel. Oysa ömür boyu evtenmiyeceğini söylerdi.<br />
Söz Vermedi yalnız. Sözün tutulamtyacağını söyler,<br />
söyler ve aldatırdık birbirimizi. Bu Çağda söz<br />
tutmak. Sevgimize rağmen güç geliyordu bu.<br />
Doğru muydu yaptığımız, düşündüğümüz...<br />
Belki yâni biraz belki de hiç.<br />
'Bir dostu, görmem lâzım. Kafesten çıktım diyor.<br />
Ka!fes: Yalnızlık demekmiş. Öyle diyor:<br />
Orada bütün insanlar yalnızdır.<br />
İllkgün, (kafesten çıktığı ükgün görmüştüm<br />
onu. İnanamıyordu gördüklerine, dokunduklarına.<br />
Acıdım. Bir insan nasıl yabancıiaştırılabilir bunca<br />
nesneye Bir insan diğer bir insana vicdanı<br />
sızlamadan nasıl böyle davranabilir de köreltir<br />
insanlığını! Başka birisiyim, dedi. Yalnızım. Onu<br />
daha değişik bulmak istediğimi biliyordu. Benden<br />
utanmadı. Gerek de yoktu buna. Tuh! Bir insan.<br />
Korkak olmamasına rağmen nasıl korkutulur<br />
Roman yazmaya başlamış. Büyükler beğendi.<br />
Yırttı. Kendimi isbat etmek istiyorum; başlangıçta<br />
alkışlayanlar sonra adamı öldürüyorlar.<br />
Kafeste de yaşadım bunları. Eskiden daha namusluydu<br />
insanlar. Tu'h. Hoca da okuyacaktı şiirimi.<br />
Dostum romanını getirse de Hoca ikisini bari o-<br />
kusa. Benim romanını okumamı istemedi. O da<br />
çocukluktan kurtulduğuma inanmadı bir türlü.<br />
Bugün belki bir çocuk romanı getirir. Hani şu,<br />
yaşlanınca bastıracağını söylediği roman.<br />
2.<br />
Dışarı çıktım. Yürüdüm. Gazetelere baktım.<br />
Video seyrettim. Ayak-üstü bir şeyler atıştırdım:<br />
Şelf - serviste. Eşyalar insandan önce değişiyor<br />
her halde. Allah'ım nasıl cazibleştiriyorlar her<br />
şeyi... (Birdenbire. Daldım birden. Nasıl değişiyor<br />
bütün bunlar!.. Kırmızı ışık. Polis. Beşyüz lira<br />
vereceksiniz. Param yok benim. Yalandı bu; vardı,<br />
ama azdı herhalde. Yok dedim, param hiç yok.<br />
Acıdı bana. Git, dedi, git hemşerim hastasın sen.<br />
Hastalık... Sibel'i bulmalıyım. Okula doğru gitsem.<br />
Okulun bahçesi işte. Şurada olmalı. Elimde<br />
bir kâğıt parçası. Ona en son yazdığım şiiri okuyorum.<br />
Kaîh kah, güzel değil mi Her zaman tek<br />
keiimıe: Evet. Bana hayır demedin ki hiç. Sibel<br />
evlenmiş. Neden Niye Küskün gibiyim. Ama bir<br />
ona değil. Herkese. Her şeye. Güldüm. Otobüs<br />
kuyruğunda gülünmez. Çağdaş bir kaide. Biletimi<br />
bulamıyorum. Yok. Şuraya koymuştum halbuki.<br />
Neyse, ben binmiyorum, buyrun siz. Çağdaş ne-<br />
23
24<br />
zoket. Kah kah ikah. Yine güldüm. Beklemek. Boş<br />
ver. Biraz dolaşayım. Hafif bir yağmur. Hâlâ aynı<br />
şeyler. Size de çıkabilir. îBurnuma dayanan piyango<br />
biletini geri çevirdim. Sibe'i evlenmiş. Neden<br />
Evlilik de mânâsız. Sibel. Yaşımı sordum<br />
kendime. Evlilik içîn herhalde. Daha erken, geç<br />
kalmış sayılmam. Ne hinoğlu hinim. Mânâsız: A-<br />
ma bir yerde dursun, beklesin beni. Yine de<br />
kararlıyım. Sibel'i bulmalıyım, evlilik sebebini sormalıyım<br />
ona. Biraz 'küskün olduğumu söylemeliyim.<br />
Dürüstlüğümü isbaıt etmek >mecburiyetindeyim.<br />
Her şeyi söylemek. Karanlıkta 'kalmasın hissedilenler.<br />
Buna söz veririm işte. Sibel., ya sen..<br />
Yemek, bulaşık, ütü yapmak, çocuk altı temizlemek,<br />
sabah erken kalkmak. O Sibel. Az enteHektüel.<br />
Müziği çok sever. İnce kız. Yalnız şarkı<br />
söylemeyi seviyorum. Ya beni Ben çok uzaklardayım.<br />
Hayır, sen bir şarkısın. Şarkı olmak. Ama<br />
nasıl Hava kararıyor. Dergiye uğra sam mı Boş<br />
ver nasıl olsa ben olmayınca daha rahat yürütürler<br />
işleri. Hayır uğramlyacağim. Hayır. Evet.<br />
Yine hayır. Yürümek iyi. Bir başıma. Serâzâd ve<br />
tedirgin. Gülerek, çok değil ara sıra. Bazen. Gerektiğinde.<br />
İstediğimde.<br />
Gece. Beyazdan siyaha bir çizgi yeniden.<br />
Beyazın siyaha dönmesi ne kadar çok şeyi değiştiriyor.<br />
Hayret... yahu bumu ben hiç farketmemişti<br />
m!<br />
Gözlüklerimi sildim. Camın önüne oturdum.<br />
Kalkıp camı da sildim. Dışarıda insanlar. Mânâsız.<br />
Mahmut Bey çay içmeye çağırır birazdan,<br />
Çoraplarrmı giyeyim bari. Ayıp mu oluyor acaba...<br />
Her akşam aynı şey. Kendileri istiyor ama. Kar.<br />
koca severler beni. Özellikle Melahat Hanım.<br />
Çamaşırlarını getir evlâdım diyor, yıkayayım.<br />
Utanmak, evet utanıyorum. Her defasında aklî bir<br />
sebep... Vazgeçiriyorum çamaşırlarımı yıkamaktan.<br />
Melahat Hanım bana zeki çocuk diyor. Yine<br />
çocuk. Kızkardeşiyle tanıştırdı. İlkokul öğretmeni.<br />
Parantez içinde söyüyeyim: Bekâr. Genç,<br />
güzel, hanımefendi.<br />
Mahmut iBey iyi insan. İyi insan yâni haftada<br />
bir çilingir sofrası, yazın Antalya, bayram namazları,<br />
annesi için mevlîd, foto-roman (eskiden<br />
pehlivan tefrikası), aybaşları, spor-toto, futbol<br />
meç farı, Hafız Burhan, çocuksuzluk, renkli televizyon,<br />
gelecek emeklilik ve kasabada açacağı<br />
süpermarket hayâli.<br />
Dairede gençler renksizlikle suçlamışlar. Bunu<br />
söylerken kahırlanır hep. Renkli televizyonu<br />
seyrederken üstelik. Esprisi bayatlamıştır i Benim<br />
renkli televizyonum bile var nasıl renksiz olurum<br />
Sonra kızıyor, kö pürü yor...<br />
Haşarılar, telâşlı, tecrübesiz ve küçücükler.<br />
Seviyorum onları. Ama büyük şeyler istemesinler<br />
benden, istemesinler... Orta okulu zor bitirdim.<br />
Bunlar üniversite mezunları. Geç bir kalem.<br />
Canım kızdırma, insana nasıl davranulır onu bilmiyorlar<br />
ki. Haklılarmış! Ettirme öyle haklılığın<br />
içine. Haklı olmak. Yirmibeşinde herkes haklıdır.<br />
Önce insanlığı bellesinler. Bil-mi-yor-lar! Ben onların<br />
yaşındayken... Başlatma zamanına... Böyle<br />
Kahramanlık yapılmaz... Bunun adı kaçaklıktır...<br />
Ne zamandır kaçmanın adı değişti de kahramanlık,<br />
oldu Bu budur, başka şey aramayın bunun<br />
altında.<br />
Sustum. Onlardan olduğumu söylesem, bu bana
aşkalarının dünyâsını yıkmaya hak verir mi sanki..<br />
Neden onun dünyasındaki yerimi sarsayım.<br />
' Onlardan oiıduğuım için mi.. Peki ben, Mahmut<br />
Bey'den ne kadar ayrıyım.. Bu tartışılır işte. Susuyorum.<br />
Mahmut Bey heyecanlandı, hop oturup<br />
hop kalkıyor.<br />
Çay. Bir bardak daha. Üç şekerli. Çok şekerli<br />
içme. Belki zararı dokunur. Melahat Hanım.<br />
Annemi hatırlattı. Yarın ona bir mektup yazmalıyım.<br />
Darılır. Ağabeyimin nişanına gitmedim diye<br />
biraz kırgın zaten. Beni hâlâ bağışlamadı, bağışlayamadı.<br />
Nasıl bir kin bu Annem. Ah annem,<br />
ah!..<br />
Ben artık kalksam. Vakit geç oldu. Hem<br />
belki yatarsınız. Otur canım gidersin. Uzak mı<br />
sanki gideceğin yer Beşikte çocuğun mu var Allahaşkına...<br />
Kızdırma adpmı.<br />
Yine çocuk, bunun nasıl<br />
nasıl<br />
anlatsam onlara...<br />
Eyvallah, hayırlı geceler, sağolun beni utandırıyorsunuz.<br />
4.<br />
Bir-îki satır bir şeyler okusaım. Varoluşçular<br />
mı Bırak diyorum, kendi kendime, bırak bu entellektüel<br />
ayaklarını. Canın hiç bir şey okumak istemiyor<br />
aslında. Zorlama kendini. Ama yine bir<br />
kitap. Sartre, Camus, Sartre'ın met. Dilim tutulsun.<br />
Nasıl söyledim Entelektüellerin yaptıkları<br />
mubahtır bunu unutmamalıyım. Sartre... Sıkıntı.<br />
Camus. Hürriyetim.. O ne oluyor bu adamların<br />
elinde.. Ben hürriyetimi Saırtre'a şatoma m. Kendi<br />
hayatımı yaşatmıyorlar bana. Sıkıntılı bile olsam<br />
benim olmalı bu sıkıntı, benim tercihimle,<br />
benim hürriyetimle. Sartre'! fırlatıyorum.<br />
Seni küstah seni. Küstah Sartre, Camus.<br />
Kitap okumaktan vazgeçiyorum.<br />
Geçtim.<br />
Saat kaç Meiktup mu yazsam. ıBoş ver, yarın<br />
yazarım. Yarın. Yarın yapacak ne kadar çok<br />
şeyim var. Mektup yazacağım. Belki başladığım<br />
şiiri de bitirebilirim. Sonra delikanlıların yanına<br />
gideceğim. Konuşmamı istediler. Sıkılıyorum konuşurken.<br />
Dedim ya hürriyet meselesi. Yazarken<br />
daha hürüm. Evet, bu fikir hoşuma gitti. Yazarken<br />
daha hürüm.<br />
Sonra Melahat Hanım'ın krzkardeşini sinemaya<br />
götüreceğim. Filmi o seçecek. Benim seçtiklerimi<br />
beğenmedi anlaşılan. O da oana karışıyor.<br />
Ah hürriyetim. Sen ...Melahat Hanım ve<br />
kızkardeşi. O iyi biri. Gerçekten. Çok konuşmaz.<br />
Sorunca cevap verir. Bu huyunu sevdim. Kadınlar<br />
sorulunca konuşmalı. Kah kah kah. Ben bir<br />
anti - feministim. Bunu ona da söyledim. Sık sık<br />
iş bulup bulamadığımı soruyor. Kafasının altında<br />
yatan şeye bin defa isyan ediyorum. Hayır,<br />
o şeye bin defa hayır. Hele onunla. Yâni beni tanımıyan<br />
Dirisi... O. Hayır, olamaz! Olamayacak!<br />
Yarın onunla uzun boylu konuşmalıyım. Demeliyim<br />
ki, senin için, nereden geldiği belli olmayan<br />
öfkelerin, gamların, kasvetlerin, hüzünlerin, küçük<br />
sorumlulukların, huzursuzlukların, saadetlerin,<br />
kırılmaların, gücenmelerin bir mânâsı olabilir...<br />
Tahammül de edebilirsin. Ama ben asla<br />
tahammül edemem! İstediğim ve bunaldığım aynı<br />
şey benim : Tek düze bir hayat. Bu beni mutlu<br />
eder, ya seni... Sen beni tanımadın ki. Ben seni<br />
tanıyamam, tanımak da istemiyorum. Ne istediğimi<br />
de bilmiyorum. Bilsem bile farketmez. Neyi<br />
değiştirir bu Böyle, susarak devam etsin beraberliğimiz.<br />
Beraber susalım. Yalnız birlikte susalım.<br />
Sen bana dair olmıyacak, olmıyacağına dair<br />
söz verdiğin hayâllere dal ama benü bırak. Sükûtumu<br />
sana adadım yetmiyor mu bu Sana<br />
haksızlık ediyorum farkındayım. Ama bir şey<br />
gelmiyor M elimden. Ah, Melahat Hanım yâni<br />
ablan, çamaşırlarımı isteyen kadın, üç şekerîi<br />
çay dokunur, yarın akşam 'bekleriz. Hangi filimi<br />
seçersen seç... Gidelim ve sana haksızlık ettiğimi<br />
düşünerek seçtiğin her filme güzel diyeceğim.<br />
Pijamalarımı giymeliyim. Hava soğuk. Üşütmemem<br />
lazım : Annem, Melahat Hanım, Sibel.<br />
Kadınlar ne kadar birbirine benziyor.<br />
Uyumalıyım.<br />
' Uyumak.<br />
Boşa geçen bir günün üzerine deliksiz bir<br />
uyku. M es'ut. Bahtiyar. M es'ut insanlar vardır<br />
diyorum kendi kendime. Yastığa başını koyar<br />
koymaz uykuya dalabilen insanlar... Annem,<br />
Melahat Hanım, kardeşi, Mahmut Bey hep rnes'ut<br />
insanlar. Ben mes'ut değilim ama. Kafesten çıkan<br />
dostum da. Kah kah kah. Gülmek kolay peki<br />
sebebi<br />
5.<br />
Titreyerek uyandım. Üstüm açık kalmış. Perdeleri<br />
çektim. Gün doğmaya başlamış. Yeni bir<br />
gün. Dışarda kuş sesleri. Çarpıcı.<br />
Mektup yazacağım. Melahat Hanım'ın kızkardeşiyle<br />
sinemaya gideceğim. Mektup, sinema.<br />
Yeni bir gün : Bugün param az. Şelf -serviste<br />
bir şeyler yiyemem. Kıza da para ödettiremem.<br />
Öğlene doğru bir şeyler yapıp yemek en iyisi. Evde<br />
hazır bir kaç şey vardır.<br />
Bir kere daha yeniden aynı şeyleri ama hür<br />
olarak yaşamak için kalkıyorum yataktan, ©iliyorum<br />
değişmeliyim, değişmelisin, değişmeli, değişmeliyiz<br />
değişmelisiniz, değişmeliler. İlkini mutlaka<br />
yapmalıyım. Değiştirerek. Ah bu kuş sesleri ..<br />
Kuş sesleri değişmemeli...<br />
25
«Göklerde olan da yerde<br />
olan da Allah Taalâ'nmdır. Ve<br />
bütün işler de Allah Taalâ'ya<br />
döndürülür.»<br />
Âl-i İmran : 109<br />
O'nu her görüşümde Hazreti<br />
Türkistan'ı hatırlardım. Gözlerinin<br />
çekik oluşundandı herhalde.<br />
Dedeleri Hazret! Türkistan<br />
diyarından gelmişti biliyordum...<br />
Geceler boyu sohbet e-<br />
derdik. İçten içe; kendi yurdunda<br />
gurbet acısı çekmenin<br />
ne kadar zor olduğunu düşünürdüm.<br />
Lâkin bunu ona söyleyemezdim.<br />
O bana «insanları» anlatırdı,<br />
kısanların «insan» kılınması<br />
gerektiğini, Çağı anlatırdı.<br />
Maddeyi ve mânâyı...<br />
Sonra Afganistan'ı konuşurduk.<br />
Dağlarını, işgalci kâfirleri,<br />
mücahidleri. Gidip savaşabilmek<br />
istiyordu. Afganistan hasreti<br />
O'nda çölde su hasreti gibiydi.<br />
Gidememenin sızısını, buraya<br />
gelenlerle dindirmeye çalışıyordu.<br />
Uzun süreli ayrılıklarımızdan<br />
sonra, birbirimizden uzak<br />
kaldığımız günlerde geçen hayatı<br />
değerlendirirdik. Değerlendirmelerimiz<br />
üç aşağı beş yukarı<br />
benzer olurdu. «Müslüman<br />
farklı düşünmez» derdi. Haklıydı.<br />
Dünyaya bir iman perspektifinden<br />
1 bakmak gayretindeydik.<br />
İmana dayalı konularda farklı<br />
düşünemezdik.<br />
Ya ayrıntılar... Ayrıntılardak'ı<br />
«itilâfta hayır vardır» diyorduk.<br />
Kur'an O'nun herşeyiydi.<br />
Hepimizin yapmaya çalıştığını<br />
O'da tek hedef edinmişti. Kur'-<br />
anî bir hayat kurmak. Kur'an<br />
üzre yaşamak... Hayatın gayesini<br />
kavradığını «zahiren» de olsa<br />
farkediyordum. Bütün gayreti<br />
«iyi kul» olabilmek içindi.<br />
ONUNLA<br />
KONUŞUR<br />
GİBİ<br />
Nuri GEDİK<br />
O'nu her görüşümde Hazret!<br />
Türkistan'ı hatırlardım de-<br />
mistim. Belki de bunun sebebi<br />
yalnızca gözlerinin çekikliği değildi.<br />
Alabildiğine belirgin «müslüman»<br />
kimliği de bende bu düşünceyi<br />
uyandırmış olabilir.<br />
Geçenlerde bir haber aldım<br />
O'ndan. Gittiği yerde iyiymiş.<br />
Gelenler orayı bir mektep kıldığını<br />
söylediler. Dönecekmiş.<br />
Bekliyorum.<br />
Daktilonun başına geçtiğimde<br />
O'nunla konuşur gibi yazmayı<br />
düşünmüştüm.<br />
«Ben cinleri ve insanları ancak<br />
bana ibadet etsinler diye<br />
yarattım.»<br />
Zâriyat; 56<br />
Son günlerde, sosyal ve kültürel<br />
cepheleriyle tartışma gündemine<br />
gelen İslâm üzerine çeşitli<br />
görüşler açıklandı. Çeşitli<br />
düşünce gruplarına mensup düşünürler<br />
«İslâm»ı kendi anlayışlarına<br />
göre «yorum»ladılar. Bütün<br />
bunlar yapılmaya devam e-<br />
diliyor.<br />
Aslında bu gelişmeler geç<br />
kalmış faaliyetlerin neticesidir.<br />
Problemler altında ezilen toplumun<br />
aydınları nihayet kendi<br />
kaynaklarının farkına varmışlardır.<br />
«Arkeolojik bir değer» haline<br />
getirilen İslâm incelenmeye<br />
değer bulunmuştur 1 .<br />
Bu, senelerdir «İs!âm»a o-<br />
lan inançlarını kaybetmemişlerin,<br />
kararlılıklarının haklılığını<br />
göstermesi bakımından ilginçtir.<br />
Gelişmeler yalnız Türkiye'ye<br />
has değildir. Dünyanın da dikkatleri<br />
İslâm'a yönelmiştir. Ciddî<br />
ilim adamları, sanatkârlar İslâm'ı<br />
incelemektedirler. Bunların<br />
bir kısmı Allah ve Resulü'ne<br />
iman etmektedir.<br />
Bu işin müsbet yanıdır... Fakat<br />
özellikle meselenin bir başka<br />
yanı biz müslümanlar açısından<br />
çok önemlidir.<br />
İslâm «hayat» dinidir. Yani<br />
islâm dini bünyesinde bir «dünya»<br />
anlayışını da ihtiva eder.<br />
«Dünya ahiretin tariasıdır. «Cennet<br />
ve cehennemin insanları bu<br />
dünyadaki eylemleriyle belli olacaktır...<br />
İçinde yaşadığımız çağ<br />
dünyamızı işgal eden kültür, bu<br />
kültürün tesis et iğ i çevre, yapılar<br />
gayrı İslâmİ'dir. İslâm plânlı<br />
olarak hayatın dışına itilmiş<br />
«keyfiliğe» terkedilmiştir. Yukarıda<br />
söz ettiğimiz «arkeolojik<br />
bir değer» haline gelmek budur.<br />
İslâm'ın mesaimi kabaca<br />
ferdî ve sosyal cepheleriyle ikiye<br />
ayırmak hatalı olmaz sanırız.<br />
Şüphesiz bu ayrımı yaparken<br />
ferdî ve sosyal hayatın içiçeliği<br />
gözardı edilmeyecktir. İslâm'ın<br />
«arkeolojik bir değer» olmaktan<br />
çıkarak yaşayan bir<br />
26
vakıa haline gelmesi ferdî ve<br />
sosyal mesajının özümlenmesi<br />
ile mümkün olacaktır.<br />
Son yıllarda yapılan çalışmalar<br />
İslâm'ın sosyal mesajını<br />
«çağdaş platformda ortaya koymaya<br />
yönelmiş ve müspet mesafeler<br />
katedılmistir.<br />
Ya ferdi<br />
mesaj...<br />
İslâm'ın fen olarak müslümana<br />
yüklediklerini tekrarlamaya<br />
bizce gerek yok. Zira bu<br />
konuda yeterince bilgi kaynağı<br />
mevcut. Ancak şu kadarını hatırlatmayı<br />
da elzem sayıyoruz.<br />
İnsan «Allah'tan başka ilâh olmadığına<br />
ve Hz. Muhammed'in<br />
O'nun kulu ve elçisi olduğuna»<br />
şehadet ederek müslüman olur.<br />
Artık o ,'slâm'ın mesajının tamamının<br />
muhatabı ve taşıyıcısıdır.<br />
Fert ve toplum olarak «iyiliği<br />
emreden, kötülükten sakındıran»<br />
bir fonksiyonerlik O'nun<br />
borcudur. (Burada mücerret iyi<br />
veya kötü değil Kur'anî anlamda<br />
iyi veya kötü söz konusudur).<br />
Artık «iyi kul» olmak ve<br />
topluluğuna bu şuuru vermek<br />
vazifesiyle donatılmıştır.<br />
Toplumumuzun meselelerini<br />
ortaya koyacak, halledecek ilim<br />
ve fikir adamlarımız, yaşayan<br />
insanı tahlil edebilecek <strong>edebiyat</strong>çılarımız<br />
bu büyük ve kıymetli<br />
gayretlerini ferdi planda<br />
«iyi kullar» olmak idealiyle yoğurabildikieri<br />
ölçüde İslâm yaşayan,<br />
hayatımıza hâkim bir kültür<br />
haline gelecektir.<br />
Aksine bir tavır «şirke» bulanmış<br />
dünya ve dev problemler<br />
karşısında yılgınlığa yahut kaçışa<br />
sebep olabilir. Bunaysa tahammülümüz<br />
yoktur.<br />
«Yeniden doğuş» hayatın<br />
akışını kavramış, çağın meselelerine<br />
vakıf Allah'a iyi kul olabilme<br />
gayretinde ve şuurunda<br />
kadrolarla gerçekleşecektir.<br />
O'na yeniden buluştuğumuzda<br />
«hürriyet»! soracağım.<br />
Muhtemelen bana «Düşüncelerinin<br />
hep hür olduğunu» anlatacak.<br />
Sonra lâf lâfı açacak yeni<br />
baştan imtihanı,, ahireti, cennet<br />
ve cehennemi anlatacak. •><br />
ELLERİNDE BOZKIRIN GURBETİ<br />
Nihal YAZAR<br />
Gün göreli ipek saçlarının sarmaşığı<br />
Sevgin bir hatıranın gölgesinde saklandı.<br />
Ümit yalnız bir kelime, bekleyiş bir an<br />
Sap sarı gölgeler sarardıkça uzandı<br />
Yine solgun yine üzgün gözlerinde<br />
Yalnızlığın umulmaz mutluluğu<br />
Hülyaların doruğu kanatlandı.<br />
Sen o beklenen duruşunla uzaktan<br />
Çamlıca'nın Eski Saray Çeşmesinde<br />
Ürkek ceylan bakjşı kirpiklerinde<br />
Şarkın mabudeleri gibi renksiz<br />
Çeşmenin mermerleri canlandı.<br />
Hangi sevdayı hatırlatır bilemem<br />
Hangi güzel tasviri mümkün değil..<br />
Kavuşmayı arzu etmeyen bir çağlayan<br />
Işıltısı göz bebeklerinde belli.<br />
Belli içten kaynayan bir heyecan<br />
Durgun suların aksini hatırlatır,<br />
Deniz özleminde yüreğim umman..<br />
İnce bir ipek hışırtısı verdi.<br />
Neden bilmem ellerimin soğuğu<br />
Yumdum gözlerimi fıstık ağaçlarına<br />
Gönlümde hep o heyecan o ışık<br />
Acıların durağı yeşil bahçelerde<br />
Çayırbaşı Parkı kırık yıkık<br />
O gözlerinde hülyalı hüzünler<br />
Yeşilli kız çocuğu elleri soğuk<br />
Hayalini duydum yüreğimde..<br />
Sen yine ipek saçlarınla kal<br />
Karanlık gözlerinde umut ışıkları,<br />
Yüreğin doluyken lâciverd sulara,<br />
Sen, yine, gönlünde bin hatıra,<br />
Varlığı herkesten başka duymanın sevinci<br />
Kavuşma istemeyen ayrılıklarda<br />
Kalbinde sevdasızlık sancısı<br />
Ellerinde Bozkırın Gurbeti..
Dilaver CEBECİ<br />
CANBAZ, Emine Işmsu'nun<br />
son romanıdır. Az roman okuyan,<br />
hele hele münekitlikten<br />
hiç anlamayan bir insan olarak<br />
CANBAZ dan bahsetmek ihtiyacını<br />
niçin duydum CANBAZ<br />
in herkesin ilgisini çekecek<br />
değişik bir yanı vardır. İşte e-<br />
serin bu tarafı benim de ilgimi<br />
çekti. CANBAZ, daha dün bütün<br />
katılığı ile içinde yaşadığımız,<br />
her safhasına şâhid olduğumuz<br />
12 Eylül öncesi dönemini ele<br />
alıyor. Eserin bu yönünü daha<br />
sonra inceleyeceğimiz için, şimdi<br />
Emine Işmsu'nun şahsiyetinden<br />
söz etmek istiyoruz:<br />
Işmsu, şiir yazmış, nesirde<br />
aşağı yukarı her formu denemiş<br />
tecrübeli bir san'atkârdır. O yaratılıştan<br />
san'atkârdır. Onu daha<br />
önceleri; Bir Yürek Satıldı,<br />
Bir Milyon İğne, Ne Mutlu Türküm<br />
Diyene, Adsız Kahramanlar,<br />
Küçük Dünya, Azap Toprakları,<br />
Ak Topraklar, Tutsak,<br />
Sancı ve Çiçekler Büyür adlı e-<br />
serlerinden tanıyoruz.<br />
Işmsu'nun biraz gizli ama,<br />
derin ve manâlı bir dünyası vardır.<br />
Bu dünyada yeni ve eski içice...<br />
Çağın ve geçmişin binlerce<br />
karakteri bir arada yaşar.<br />
Ağlarlar, gülerler, severler, nefret<br />
ederler. Işmsu zaman zaman<br />
bu tiplerden bazılarını seçip bütün-orijinalliği<br />
ile önümüze koyar.<br />
Işmsu'nun konusu hep insan<br />
ve insaniliktir. Bazan onların<br />
ruh hallerini bize o kadar<br />
başarılı bir şekilde anlatır ki, bu<br />
şahıslardan bazıları ile hemen<br />
imtizaç eder,, romanı onunla birlikte<br />
yaşarız.<br />
Işmsu, batının insanını da<br />
iyi bilir muhakkak. Ama onun<br />
insanı hep Türk insanıdır. Çağımızda<br />
pek çok problemlerle başbaşa<br />
kalmış olan milletimizi ve<br />
onun insanım ele alması elbette<br />
milliyetçiliğinin ve toplumculuğunun<br />
icâbıdır. Işmsu'nun eserlerinde<br />
solcuların sık sık «Sosyal<br />
içerikli» falan diyerek paye ve<br />
klas vermeğe çalıştıkları güdümlü<br />
«Yapıtlar» da olduğu gibi;<br />
hasta ve hilkat garibesi tiplere<br />
rastlayamazsınız. Onun ele<br />
aldığı her şahıs gerçek, canlı<br />
çıkarılma<br />
ve hayatın içinden<br />
dır.<br />
Işınsu'yu yıllardır tanırım<br />
Çalışkan, tahlilci, hassas, bazan<br />
ketum fakat cemiyetten kopmayan<br />
bir insandır.<br />
Ben CANBAZ'm konusu i-<br />
çinde yaşamış bir insanım. Onu<br />
okumayı çok istiyordum. Doğrusu<br />
kendimi de aradım orada.<br />
Tanıdıklarımı, arkadaşlarımı...<br />
1967 - 19Ö0 yılları arasındaki<br />
döneme hep «Anarşi dönemi»<br />
deriz. Bir bakıma isabetli<br />
bir isim. Fakat kâfi değil. Bunun<br />
tartışmasına burada yer<br />
veremeyiz. Işmsu, CANBAZ'da<br />
menfaatçileri, piyonları, sahtekârları,<br />
hâinleri, çaresiz samîmileri<br />
aynı cemiyet içinde,<br />
hem de birbirleriyle münâsebet<br />
hâlinde anlatıyor. İşte «Anarşi»<br />
yakıştırmasına uygun bir hâl.<br />
Ve kafaların içindeki anarşi!<br />
Gerçek anarşi, anarşinin anası<br />
...Kafaların içinde vuruşan<br />
kelimeler, mefhumlar, tasavvurlar,<br />
hayaller...<br />
özetlenebi<br />
CANBAZ şöyle<br />
lir:<br />
Ankarada Gazi Eğitim Enstitüsü<br />
İngilizce, bölümünde<br />
tahsil gören Selen Atasoy, Gaziosmanpaşa'da<br />
Sevim Hanım'in<br />
pansiyonunda kalmaktadır. Annesi<br />
Gülnaz Atasoy ise, İstanbul'da<br />
bir sendikanın başkanı<br />
dır. Selen'in kaldığı pansiyonda<br />
.ülkenin ünlü iş adamlarından,<br />
fabrikatör Akif Koçsa'nın<br />
kızı Tülin de kalmaktadır. Selen<br />
sol telkinlerin te'sirinde kalmamıştır.<br />
Fakat Tülin tamamıyla<br />
sola inanmış bir kızdır. Buna<br />
rağmen aralarında ciddî bir çatışma<br />
görülmez. Sevim hanım,<br />
zekî, dikkatli merhametli ve<br />
görgülü bir kadındır. Pansiyon'a<br />
zaman zaman gelip giden İlhan<br />
Kasapoğlu, Sivaslı, Ortadoğu<br />
Teknik Üniversitesinde okuyan<br />
yiğit ruhlu bir ülkücüdür.<br />
Siyasal Bilgiler Fakültesinde o-<br />
kuyan Mehmet Gün de pansiyon'a<br />
gelip giden, temiz düşünceli<br />
insanî değerlere ve iman'a<br />
önem veren bir tip olup, Sevim<br />
hanımın yeğenidir. Selenle arasında<br />
hissî bağlar mevcuttur.<br />
28
Selen, Ankara'da, bu insanların<br />
arasında mücâdele e-<br />
derken, annesi Gülnaz hanım da<br />
İstanbulda işveren ve sendikacı<br />
entrikaları arasında ideallerini<br />
savunmaya çalışmaktadır.<br />
İşçi kesiminde yer alan Ali<br />
Çubuk, lise sıralarında kandırılarak<br />
«devrimci» yapılmış ve<br />
sonunda Akif Koçsa'yı öldürecek<br />
hâle getirilmiştir.<br />
Öğrenci, işçi, işveren, sendikacı<br />
kesimlerinde ayrı ayrı yapılan<br />
mücâdele çeşitli vesilelerle<br />
birbirine bağlanarak bütünlük<br />
kazanıyor.<br />
Eserde önemli bir yeri olan<br />
Akif Koçsa, gerçekten 20. asır<br />
Türk cemiyetinde sık sık rastlanan<br />
bir iş adamı tipidir. Onun<br />
etrafındaki bir takım uşak ruhlu<br />
kimseler de reel tiplerdir. Cemiyetimiz<br />
bu tiplerden çok zarar<br />
görmüştür.<br />
Sevim Gün hanım, sâdece<br />
yazarın idealindeki bir şahıs intibaını<br />
veriyor. Romandaki türden<br />
bir pansiyonculuğun pek<br />
gelişmediği Türkiyemizde, feraseti,<br />
basireti, kültürü^ kibarlığı<br />
ve iyi kalpliliği ile böyle bir<br />
kadına tesadüf etmek pek zordur.<br />
Bu sebebi e Sevim Hanım'a<br />
'ancak ideal bir tip nazarı ile<br />
bakmak lâzım gelir, diyerek o-<br />
nu sun'îi tipler arasına koyuyoruz.<br />
Gülnaz... Ana Gülnaz, münevver<br />
Gülnaz, asîl Gülnaz, dürüst<br />
Gülnaz... Gülnaz'm - daha<br />
pek çok sıfatları var. Ben. Gülnazla<br />
sendikacılığı bağdaştıramıyorum.<br />
Romanda Mehmet Gün'e<br />
rastladığımda, eserin mihver<br />
adamı herhalde bu olacak demiştim.<br />
O biraız silik kaldı. Mehmet'in<br />
sağlam bir karakteri var.<br />
Düşünceleri umumiyetle güzel.<br />
Romanda ağırlığını hissettirseydi<br />
büyük kazanç olurdu.<br />
Tülin, şuurlu bir solcudan<br />
beklenen «eylemeleri gösteremiyor.<br />
Halûk Bozkır'ın evini<br />
darmadağın eden Tülin hâriç...<br />
İlhan, vak'aların geçtiği yıllarda<br />
ülkücüler arasında mevcudu<br />
epeyce olan popüler tiplerden<br />
birisidir. Saf ve sağlam<br />
imânından, Türklüğünden ve<br />
Sivaslılığmdan güç alan, romanı<br />
nefeslendiren şahıslardan<br />
birisi... Sahifeler arasında canlı<br />
- kanlı, dipdiri, uzansan tutulacak<br />
kadar müşahhas ve mücessem...<br />
Ali Çubuk için de aynı şeyleri<br />
söylemek mümkündür. O-<br />
nun, «devrimcilik» tuzağına<br />
düşmesi hikâyesi, son derece<br />
başarılı bir şekilde anlatılarak,<br />
Türk cemiyetinin mühim bir<br />
yarasına parmak basılmaktadır.<br />
Prof. Halûk Bozkır çok kenarda<br />
ka 7 mış. Okuyucu onun<br />
daha nice Ali Çubukları «bilinçlendirdiğini»<br />
yakından ta'kib etmeliydi.<br />
Şahısların hepsi de gerçekten<br />
canbaz. Bir ipin üstündeler,<br />
denge âletleri var... Onları<br />
seyredenler, alkışlayanlar var.<br />
Ağır - aksak, sallanarak, «Uzun<br />
ince bir yolda» gidiyorlar.<br />
Veysel'in o güzelim kıt'aları<br />
bölümlerin başında anahtar<br />
gibi. Ne kadar güzel bir usûl.<br />
Duyan bir san'atkâr için bulunmaz<br />
ilham kaynağı. O güzel<br />
dörtlüklerden birisini can ve gönülden<br />
okuyarak başlayan bir<br />
san'atkâr neler yazmaz...<br />
Sivas ve Sivaslılar her nedense<br />
ön plânda. Aslında bu benim<br />
için son derece isabetli.<br />
Çünkü Sivas bende hep gurbet<br />
duyguları uyandırır. Hattâ birkaç<br />
yıl önce yazdığım bir mensûrede<br />
Sivas hakkında şöyle<br />
demişim: «... Sizin de aklınıza<br />
Sivas mı gelir ayrılık denince<br />
Nasıl böyle imtizaç etmiş<br />
Sivasla ayrılık Hiç baktığınız<br />
oldu mu sözlüklere Aradınız ,mı<br />
Sivas'ın ma'nâsmı Sivas ayrılık<br />
demek mi yoksa»<br />
Sivas... Göç'ün, ihmâlin,<br />
çilenin .yiğitliğin ve sağlamlığın<br />
sembolü...<br />
Aslında 12 Eylül öncesinin<br />
Türkiyesinde olup bitenleri anlatmak<br />
çok zor. Işmsu bütün<br />
büyük san'atkârlar gibi zora<br />
tâlib olmuş ve zor'u başarmaya<br />
çalışmıştır.<br />
«Devrim» cinnetinin beslendiği<br />
esas kaynaklar, «devrimci» -<br />
lerin kinleri ve sevgileri, «devrimci<br />
romantizmi daha derinlemesine<br />
anlatılabilirdi. Keza Ülkücülerin<br />
idealleri, gerçekçi<br />
ve ütopik yanlan daha çok anlatılabilirdi.<br />
Fakat bu taktirde<br />
zâten hacimli olan kitap iyice<br />
büyürdü.<br />
Sendikacılık entrikalarına<br />
fazla yer verilmesi eseri biraz<br />
ağırlaştırmıştır.<br />
Ancak, darmadağın olmuş,<br />
iman ve fikir birliğini kaybetmiş,<br />
her bir ferdi kendi başının<br />
çâresine bakmak zorunda bırakılmış<br />
bir cemiyeti gayet iyi<br />
gösteren Canbaz, henüz târih<br />
bile olmamış kısa bir geçmişten<br />
bize ibret dersi çıkaracak<br />
çapta bir eserdir.<br />
Romandaki cemiyet tanı bir<br />
kaos içinde. Haklı ile haksızı<br />
ta'yin de tipler okuyucuya ip<br />
uçları veriyor. Her eserin okuyucuyu<br />
tefekküre sevk eden<br />
bir mâhiyette olması lâzım geldiği<br />
muhakkaktır. Canbaz bu<br />
açıdan da görevini ifâ etmiştir.<br />
Vak'alar üzerinde tefekkür...<br />
Kur'ân-ı Kerîmde de defalarca<br />
ifâdesini bulan ilâhî emir... Hakikati<br />
yakalamaya talip insanın<br />
ezelî ve ebedî çilesi...<br />
Gecekondu, 20. yüzyıl Türkiyesinin<br />
büyük derdidir. Anadolunun<br />
tertemiz insanlarını<br />
devletine ve milletine düşman<br />
hâle getiren bu keyfiyet Canbazda<br />
az izlenmiştir.<br />
Işmsu, gecekondu kültüründen<br />
haberdâr. Bu konulara el<br />
atmanın solun tekelinde olduğu<br />
veya öyle zannedildiği bir devirde,<br />
romancımız, cesaretle ve istismardan<br />
uzak bir tavır içinde<br />
vak'aya yaklaşmıştır.<br />
İşmsu'nun dili konusunda<br />
fazla diyeceğimiz yoktur. Onu<br />
eskiden beri biliyoruz. Ancak,<br />
bu tertemiz Türkçeye sevdiği<br />
bir kaç kelimeyi zaman zaman<br />
sun'i bir tarzda sokmaz ise eksiği<br />
kalmayacaktır. Nanca gibi.)<br />
:<br />
Yeni yeni romanlara ve başarılara<br />
Işmsu!<br />
29
KÜLTÜR SOHBETLER/<br />
BATILILAŞMA - II-<br />
Taha AKYOL<br />
(Geçen sayıdan devam)<br />
III. Selim Avrupa'ya ilk defa talebe yolluyor.<br />
{Tıpkı Japonların yaptığı gibi. Japonlar da<br />
kalkınmaya öyle başladılar.) Ve gönderilen ilk<br />
talebelerden İshak 'Beye şu emri veriyor:<br />
«Envayi fünun ve maarifi tahsil ediniz.»<br />
iBu sırada III. Selim devlet adamlarından devleti<br />
nasıl kurtarabiliriz diye layihalar ister ve<br />
kendisine 18 tane layiha verilir. Bunlardan Atıf<br />
Efendi 'muhafazakar görüşü temsil eder. Fransız<br />
ihtilalinin «eşedd-i küfr» bir hareket olduğunu,<br />
Fransa'da'ki sosyal intizama 'kargaşa verdiğini,<br />
bize Avrupa'dan hiçbir fayda gelmeyeceğini olsa<br />
olsa bize aynı felaketlerin geleceğini söylüyor ve<br />
«Sultan Süleyman Efendimiz devrinin kavamat,<br />
nizamat ve evamirine» .dönmemiz lâzım gelir diyor.<br />
Bir de Rasih Efendi vardır. Bu III. Selim ü-<br />
zerinde etkili olmuştur: Frenklerin harb fennine<br />
dair kitapların tercümesi ve Avrupa'dan mütahassıs<br />
getirilmesi. Çünkü eski Osmanlı harb stratejilerinin<br />
günümüzde çöktüğünü söylüyor.<br />
Eski yeniçeri ve Sipahi askerinin yerine profosyonel<br />
ordunun kurulmasını söylüyor.<br />
Ve bir zamanların cihan hükümdarı olan ve<br />
askerlik tarihinde medeniyetin diğer safhalarında<br />
olduğu gibi harikalar yaratmış olan Osmanlı<br />
Devleti, Fransadan askerî öğretmen ta leb ediyor.<br />
6 tane bahriye zabiti ikişer tane mühendis subay,<br />
falan taleb ediyor.<br />
İli. Selim'in Avrupanın birçok merkezlerine<br />
gönderdiği bir ferman var. Bunu kısaca özetleyelim<br />
:<br />
«Fransa devletinin sureti idaresine ve tedavir<br />
ve menviyatını ve nizamı mülke dair kâfe-i<br />
halâsı ve bittahsis donanmaya müteallik kavaid-i<br />
mahsusasını ve umur-u askeriyenin vech-i<br />
tertrb ve tanzimini velhasıl devlet i âliyenin işine<br />
yarıyocak kâf e-i halası gereği gibi tahkik etmek<br />
hususu» adı geçen sefire emredilmiştir.<br />
3§<br />
Dikkat ederseniz bu Avrupa'ya gitmemiş<br />
olan bir padişahın ağzından çıkıyor. Burada varacağımız<br />
tek netice şudur. Klasik Osmanlı düşüncesi<br />
karşılaştığı yeni bunalımın içerisinde zirvesini<br />
Koçi Bey'de gördüğümüz restorasyon işinde<br />
başarısızlığa uğradığı için gözler Batıya çevrilmiştir.<br />
Yoksa Batının içimize soktuğu ajanlardan<br />
dolayı gözler Batıya çevrilmiş değildir.<br />
III. Selimin Avrupa Harb fenni' hakkında söylediği<br />
sözler de enteresandır:<br />
«Bu kâfirlerin muharebeleri acaiptir, meydana<br />
çıkıp merdane muharebe etse hiç mülahaza<br />
etmem, lakin öyle etmiyorlar. Birkaç sene mukaddem<br />
benim tercüme ettirdiğim Volan nam-ı<br />
kitab mütalaa olunursa ne ettikleri malûm olur.»<br />
Hani bizim Köroğlu'nun var ya «tüfek icad<br />
oldu mertlik bozuldu» diye.. Bu, klâsik Osmanlı<br />
fenninin Batı harb fenni karşısında ne kadar çaresiz<br />
kaldığını gösterir. Ondan sonra biliyorsunuz<br />
Nizam-ı Cedid teşebbüs/ü vardır. Ve devrin<br />
din alimlerinden Münib Efendi, Nizam-ı cedid askerlerinin<br />
talim yapmalarına ve trampet çalmalarına<br />
seri cevazın olduğuna dair bir risale yazar<br />
ve bunun üzerine Nizam-ı cedid kurulmaya başlanır.<br />
Fakat Nizam-ı cedidi kurmak için de para<br />
lâzım, bir taraftan Yeniçerinin artık boş ,bordro,<br />
haline gelmiş, sürekli para harcayan masraflarını<br />
karşılıyacaksınız, devletin bütün masraflarını<br />
karşılıyacaksınız, bir taraftan da yeni ordu kurma<br />
masraflarını karşılayacaksınız. Bunun üzerine<br />
irad-ı cedid diye bir vergi çıkarılır. O zaman ağyan<br />
denilen bir nevî toprak ağalarında huzursuzluk<br />
meydana getirir. Rüşvetle mücadele açılır bu<br />
da bürokraside huzursuzluk meydana getirir. Ama<br />
yine de cihan devletleri savaşmak mecburiyetindedirler.<br />
Ve bitip tükenmeyen savaşlar...<br />
Ve II. Mahmut devri:<br />
II. Mahmut başa geçtiğinde biliyorsunuz 7<br />
yaşında bir çocuktur. Devlet işlerine alaka duyabilecek<br />
yaşlara geldiğinde Halil Rıfat Paşa'yı Rus-
aya gönderir. Dün bir Moskova kinezliği olan<br />
Rusya nasıl bu hale gelir.. Bunu .bizim de çok<br />
düşünmemiz lâzım arkadaşlar!.. Halil Rıfat Paşa<br />
Rusya'da tersaneleri görür, silah fabrikalarını görür,<br />
gelişen ticareti görür, serpilen şehirleri görür,<br />
kudreti ihtişamı görür. Ve derhal padişaha kanaatini<br />
bildirir: «Devlet-i Aliyyenin yaşaması için garbı<br />
taklitten başka çare kalmamıştır.» İlk defa taklit<br />
fikri de böyle gelir.<br />
Giderek Osmanlı İmparatorluğunda fikrî kıpırdanma<br />
hareketleri görülür. Buna iyi ya da kötü<br />
demiyeceğim, onu sonra diyeceğim. İlk Pan-osmanizm<br />
fikri, osmancılık fikri başlar. Nitekim II.<br />
Mahmut bu Osmanlıcılık fikrini tahakkuk ettirmek<br />
için «millet sistemine» son vermek, hepsini birden<br />
bir millet haline getirmek düşüncesiyle.<br />
«Tebamda müslümanı camide, hristiyam kilisede,<br />
yahudiyi de havranda görmek istiyorum» der.<br />
Tersane açılır fakat kışla açılır gibi açılır. İktisadi<br />
fizibilitesi yapılarak arz taleb prensibleri verimlilik<br />
hesapları yapılarak açılmaz. «Ben emir<br />
verdim, açın bir tersane» diye açılır, fakat yürümez'.<br />
Frpnsjız etkisinin yerine bu defa kuvvetli olarak<br />
Prusya etkisi geçer, disiplinli mazbut, kara<br />
ordusu fikri... Kılık kıyafette reform yapmakia<br />
devletin kurtarılacağı fikri uygulanır. Padişahın<br />
bu tutumlarından dolayı halk padişaha «gavur<br />
padişah» demiye başlar. Aynı zamanda Batı müziği<br />
ilk defa Donizetti zamanında deniz bandosunda<br />
kullanılmaya başlanır.<br />
Burada enteresan olan bir husus var. Demin<br />
son asır Osmanlı ilminin en büyük siması olduğunu<br />
belirttiğim ve bütün arkadaşlarımdan çok<br />
dikkatle okumalarını rica ettiğimi Cevdet Paşa'-<br />
ın Tezakir de çok enteresan bir mukayesesi vardır,<br />
diyor ki:<br />
Deli Petro da bizim Yeniçeri askerine benzeyen<br />
Sterlitz denilen askeri teşkilatı kaldırarak<br />
modem sayılabilecek bir ordu kurdu, biz niye<br />
muvaffak olamadık da Ruslar muvaffak oldu..<br />
diyor ve bir noktaya dikkat çekiyor. Biz işi sırf<br />
hukukî düzenlemeler açısından gördük. Onlar meseleyi<br />
iktisadî açıdan gördüler onun için onlar<br />
muvaffak oldular, biz olamadık diyor, daha önemlisi,<br />
sosyal yapı ve zihniyete dikkat çekiyor.<br />
Buraya kadar Tanzimat devrine girmeden önce,<br />
bir devrin Tanzimat öncesi tablosunu çizmiş<br />
olduk. Burada bir zihniyet karşımıza çıkıyor: İşin<br />
özünü görememek. Burada teşekkül eden zihniyete<br />
değerli ilim adamı Sabri Ülgener «Ortaçağlaşma<br />
zihniyeti» diyor. Cemiyetin üst tabakalarında<br />
ağalık ve efendilik şuuru, bir nevi devletin ve toplumun<br />
çöküşünün ve kendi güçlerinin kayboluşunun<br />
marazi bir tezahürü olarak debdebe, asalet,<br />
nam, unvan merakı. Bugün iktisatçıların az gelişmiş<br />
ülkelerin en kötü hastalıkları dediği gösteriş<br />
duygusu. İktisada ehemmiyet vermemek ve «preekonomik<br />
zihniyet», iktisat öncesi zihniyet...<br />
Zaten 1785 yılında Türkiye'ye gelmiş olan<br />
Baron Dö Tot, «bizde, insanlar ticaret yaparak<br />
zengin olur, Türkiye'de insanlar memur olarak<br />
zengin oluyorlar» diyor. O zaman memur olmak<br />
demek, sadrazam olmak, Beylerbeyi olmak, Tanzimat<br />
devrinden sonra da Bab-i Ali bürokrasisine<br />
girmek... Böylece Türkler zaman içeririnde ekonomiyi<br />
önemsemedikleri için iki sosyal sınıfa ayrılmışlardır,<br />
ya köylü olmuşlardır yahut da bürokrat<br />
olmuşlardır. Peki ticaret.. İşte o azınlıkların<br />
işi... Sanayi olabildiğince azınlıklarda, matbaa<br />
örneğinde gördüğümüz gibi müsbet ilimler,<br />
de azınlıklarda.. Barış zamanında karasabanın<br />
başında köylü, savaş zamanında yine elinde silah<br />
köylü... Yahut da bürokrat olarak kalmışızdır.<br />
Bugün bile ekonomiyi materyalizm zanneden<br />
veya üretimi önemsemeyen birtakım akımlar var.<br />
Türkiye'de... «İşten artmaz dişten artar» diye<br />
konuşuruz. Yani kemerleri daha fazla sıkarak artırabilirsin,<br />
çalışarak bîr şey arttırmak mümkün<br />
değil! Kimde var bu çalışarak arttırmak imkânı<br />
Ticaretle uğraşan azınlıklar da var. Bizde ise yukarı<br />
sınıflarda ticaretle uğraşmak bir tenezzül<br />
meselesi olarak kabul ediliyordu. Türk ya köylü<br />
olur o vakit de «Etrak-i bîidrak» diye hakarete<br />
uğrar, ya da bürokrat olur... Yukarı sınıflar, o zamanın<br />
deyimiyle «havas» zümresi daha yüksek<br />
mevkilere geçerek servet sahibi olmayı düşünür.<br />
«Avam» ise «işten artmaz dişten artar» zihniyetindedir.<br />
Yani asıl iktisadî ve üretken faaliyetler azınlıkların<br />
elinde. Bu kanalla Türkiye'nin iktisadiyatı<br />
yarı - sömürgeleşmeye açılır.<br />
Yan sömürgeleşmenin başlangıcı bizde Tanzimat<br />
değil daha öncedir. 1781 yılında Tanzimat'<br />
tan aşağı yukarı 55 sene önce 1836 yılında İspanya<br />
ile Türkiye arasında bir ticaret antlaşması<br />
imzalanır. İspanya elçisi Don Suarez Babı Ali'<br />
de bir konuşma yapar, iki ülke arasındaki kardeşlik<br />
dostluk antlaşması çok iyi de ticaret antlaşması<br />
da yapıldığı için menfaatçe de bağlanmış<br />
olduk bu da çok iyidir. Bunun üzerine bizim<br />
Reis ül Küttab yoni Hariciye Nazırı, şu konuşmayı<br />
yapar:<br />
«Devlet-i Aliye ticaretin varlığını ve yokluğunu<br />
eşit sayar. Ve yalnız ticaretten gelen yarara<br />
ülke yararı gözüyle bakmaz». Avrupa için Önemli<br />
olan ticarî zihniyet, benim içinse dostluk)..<br />
Kıymetli arkadaşlarım buraya kadar izah ettiklerimiz<br />
Batılılaşma öncesi zihniyetimiz idi. Ancak<br />
Batılılaşma da bu zihniyetin bir devamıdır.<br />
Onlar da «Mehdi» yerine İngiliz Devlet-i Fahimanesini<br />
koymuşlardır. Tabii bu daha kötü, emperyalizm<br />
bakımından daha kötü bir şeydir...<br />
Cevdet Paşa Tezakirinde şöyle bir cümle kullanıyor<br />
:<br />
«Ol esnada Fransızcayı taallömle dahi meşgul<br />
oldum. Lâkin o devirde Frenk dillerini öğren-<br />
31
mek şiar-ı ulemaya ters göründüğünden bunu<br />
ihvan-ı tarikten mestur tutardım. Binaenaleyh<br />
Fransızcaya tam olarak alışamadım diyor.»<br />
Keşke üleme islâmî ilimlere tam olarak vakıf<br />
olsaydı ve aynı zamanda Fransızca gibi Batı dillerini<br />
tam öğrenseydi, de bizim kalkınma yollarımızı<br />
bulabilseydi. Ulema Batıya bu kadar kapanınca,<br />
Türkiye'de Batıdan ne alınacaktır meselesine<br />
karar verenler, Batılılaşmış çevreler oldular.<br />
Cevdet Paşa şöyle devam ediyor:<br />
(Sait Paşa Tanzimatın Batılılaşmaya karşı çıkan<br />
Devlet adamlarından biridir) «Sait Paşa hep<br />
eski fikirlere sahip olanları iş başına getirmek ve<br />
devieti eski taassub yolunda götürmek sevdasında<br />
olup buna ise asrın müteammil olamıyacağına<br />
aklım ermeye başlamış olduğundan müteessir<br />
oldum». Cevdet Paşa gibi büyük bir alim de eski<br />
fikirler ile işlerin yürümeyeceğini belirtiyor.<br />
Kıymetli arkadaşlarım, bu devirde Osmanlı<br />
<strong>edebiyat</strong>ında da çöküntü vardır. Artık ne Baki<br />
vardır, ne Fuzuli vardır, ne Nefi vardır, ne Nedim<br />
vardır. Devrin şairlerinden Keçecizade şöyle diyor:<br />
Bir mevsim-i baharına geldik ki alemin<br />
Bülbül hamuş, havz tehi, gülistan harab<br />
İşte Tanzimat bu ortamın eseridir. Nitekim<br />
siyasî uygulamasında önce fikrî öncülüğünü yapan<br />
Halil Rıfat Paşa'lar, Mustafa Sami Efendiler,<br />
Sadık Rıfat Paşalar... Hep, artık, Tanzimat'tan<br />
önce daha Avrupayı taklit etmekten başka çare<br />
kalmadı diyorlar. Fakat bunların taklit dediği şey<br />
Avrupalılar gibi giyinmek, onların tüketim tarzlarını<br />
taklit etmektir.<br />
Bu hava içerisinde biz batılılaşmaya başlıyoruz.<br />
Osjmanlı İmparatorluğunun kurtulması için<br />
program olabilecek fikirler teklif edilmiyor, hep<br />
sloganlar teklif ediliyor. İşte batı medeniyeti,<br />
maarifi, kıyafeti, bunu aldığımız zaman... Ama<br />
ekonomi nasıl olacak, üretim nasıl artacak, as-<br />
DİYALEKTİĞİMİZ<br />
fi<br />
ESTETİĞİMİ!<br />
S. Ahmeî ARVASİ<br />
SAHASINDA TEK ESER!..<br />
Fiyatı: 250 TL.<br />
İsteme Adresi: P.K. 329<br />
Kızılay - ANKARA<br />
32<br />
ker nasıl düzenlenecek Üstünlük devrimizde bize<br />
itaat etmelerine alıştığımız, ama üstünlük onlara<br />
geçtiği için artık bize iteat etmeleri mümkün<br />
olmayan hristiyan tebayı ne yapacağız.. Onları<br />
tepeleme gücümüz de olmadığma göre.. Böyle<br />
müşahhas konularda hiçbir teklifimiz yok, bu zaten<br />
bizim milletimizin umumî zaafıdır... İşte şu<br />
fikir gelecek ve her şey düzelecek... Peki o fikir<br />
geldiğinde enflasyonu nasıl düzeltecek.. Hele fikir<br />
gelsin de o zaman düşünürüz... Hep işi erteleriz<br />
böyle. Nasıl eskiden Kanunî devrine 'dönüldüğünde<br />
her şey düzelir demisizdir, müşahhas<br />
çözümler göstermemişizdir... Tıman ne yapacağız,<br />
Ağyanı ne yapacağız, maliyeyi ne yapacağız..<br />
Orduyu nasıl ıslah edeceğiz.. Üretimi nasıl<br />
arttıracağız.. Bunlara cevap yok... Şimdi de<br />
Batıya dönelim; yine demin söylediğim müşahhas<br />
konulara cevap yok. Aynı zihniyetin devamı...<br />
Ve bu şartlar altında Mustafa Reşit Paşa<br />
«terbiye-i nass ve icra-i nizamat» dediği Batı medeniyetini<br />
aynen taklide yönelir. Ve hatta Batıcılık<br />
o derece mistisizm haline gelir ki Mustafa Reşit<br />
Paşa için yazdığı şiirde Şinasi, Mustafa Reşit<br />
Paşa'ya «medeniyet resulü»der... Burda da yine<br />
eski zihniyetin devamını görüyoruz... Dini naslar<br />
ezeli ve ebedi hakikati ifade eder... Şahsi kanaatler<br />
ise ezeli ve ebedi hakikati ifade etmez... Hep<br />
ezeli ve ebedi hakikati bulduğunu zanneden intihat<br />
devri düşüncesi ezeli ve ebedi hakikatle günlük<br />
hakikati birbirine karıştırmış, aradaki farkı<br />
kaybedince hayattan, gelişmeden kopmuş<br />
Bu şartlar altında ekonomiyi bilmeyen, ekonomiyi<br />
önemsemeyen bir zihniyet, İngiltere'yle<br />
bir ticaret bir antlaşması imzalanmasının sebebi<br />
de siyasidir. II. Mahmut zamanında bir Osmanlı<br />
valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordusu<br />
Kütahya'ya kadar gelmiştir. Onu durdurmak için<br />
İngiliz desteği istenmiş, İngilizler destek vermemişler.<br />
Ruslar'la antlaşmışızdır ve Aynaiıkavak<br />
antlaşmasına göre de Ruslar İstanbul'a gelmişlerdir.<br />
İngilizler bundan rahatsız olunca da, Ruslardan<br />
daha fazla korktuğumuz için, İngilizler'i<br />
tatmin etmek için bu antlaşmayı yapmışızdır. Bu<br />
antlaşmanın yapılmasından sonradır ki Ruslar<br />
Aynalıkavak'tan uzaklaştırmışızdır ama Osmanlı<br />
ölüm fermanını imzalamıştır bu antlaşmayla. Bütün<br />
gümrükler kaldırılmış ve Osmanlı ülkesi İngilizlere<br />
açılmıştır... Başlangıçta bir «yed-i vahit»<br />
sisteminden bahsetmiştik... Karaman'dan İstanbul'a<br />
gelen maldan ayrı bir devlet gibi vergi almışızdır.<br />
Bu vergi Türkler için devam ederken<br />
İngilizle r için kaldırılmıştır. İstanbul'a deniz yoluyla<br />
geiet- K 'f İngiliz malını Üsküdar'dan yola çıkaralım.<br />
İzmit'e geldiğinde İngilizler hiç vergi<br />
vermiyecek fiyat iki lira ise iki liraya satacak bizim<br />
ki ikinci bir vergi ödeyecek fiyatı iki liraysa<br />
{ki daha pahalıdır fabrikasyon olmadığı için) elli<br />
kuruş da vergi ödediği için 2,5 liraya satacaktır...<br />
Tabi Türkün maiı satılmayacak, iki liraya
İnıgjlizinki satılacak... Ordaki hangi malı alır, tabii<br />
ki İngiliz malını... Kendi aleyhimize olan bir<br />
sistemi berbat bir muhafazakarlık anlayışı ile korurken<br />
bunları İngilizlerin lehine kaldırmışızdır.<br />
Enteresandır Osjmanlı tüccarı dışarıya mal satacağı<br />
zaman ondan yüzde 9 ihracat vergisi yüzde<br />
üç de harç olmak üzere yüzde oniki vergi alıyoruz...<br />
Dışarıdan içeriye mal girerken de ondan<br />
sadece yüzde üç vergi alıyorduk, Dünyanın hiçbir<br />
yerinde görülmeyen bir uygulamadır.<br />
Sebep, Avrupayı kalkındıran merkantilist zihniyet<br />
çağını osmanlı düşüncesi yaşamadığı içindir...<br />
Büyük Osmanlı kumandanlarını sayabiliriz...<br />
Fıkıhçılprını yani hukukçu lan nı sayabiliriz,<br />
alimlerini .filozoflarını sayabiliriz hatta yer yüzünde<br />
müsbet ilim çağını açan büyük alimler de sayabiliriz<br />
ama bir tane iktisatçı sayamayız... Var<br />
mı... Ben bilmiyorsam arkadaşlar söylesinler...<br />
İşte bu bizim' millî zaafımızdır. Hem ananevi inhitat<br />
dönemimizde ortaya çıkan hem de batılılaşma<br />
dönemimizde...<br />
Bu yapılan antlaşma sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu<br />
İngilizin bir pazarı haline gelir. Öyle<br />
ki 1840 da İngiltere'den Türkiye'ye gelen mal 2,8<br />
milyon Sterlin iken 1860'da 11 milyon Sterline fırlamıştır.<br />
Bu kadar malın satılması bu ihtiyacı karşılayan<br />
Osmanlı sanayinin çökmesi demektir...<br />
Aynı antlaşma bir süre sonra Fransızlarla da yapılır<br />
1846 da 97 milyon Frank iken Türkiye'ye gelen<br />
Fransız malları, 1862 de 251 milyon Franka<br />
çıkar.<br />
Şimdi durumu Rusya ile mukayese edelim...<br />
İngiltere 1845'de Rusya'ya 10,8 milyon Dolarlık<br />
mal satmış bize de 11 milyon Dolalrlık mal satmış,<br />
aynı tarihte, aşağı yukarı eşit... 1849'a gelindiğinde<br />
yani dört yıl sonra Rusya'ya satılan İngiliz<br />
mallarının miktarı düşmüştür 7,5 milyon dolara...<br />
Bizimki 11 den 12 ye çıkmış... Tam, işte,<br />
eller gider Mersin'e biz gideriz tersine sözü... O<br />
sırada Rusya'da iktisatçılar yetişiyordu, biz de<br />
yoktu... İstanbul korkunç bir tüketici şehir haline<br />
gelmişti 11 milyar 841 milyon liralık ithalat<br />
yapılıyordu, İstanbul'da. İstanbul'dan dışarıya<br />
sattığımız mallar iste sadece ikiyüz yetmişdört<br />
milyon liradır... Neden .. Çünkü katibime kolalı<br />
gömlek gerekir o da dışarıdan gelirdi. Setre pantolon<br />
gerekir o da dışarıdan gelir... Piyano modası<br />
çıkmıştır o da dışarıdan gelir... Ve bir takım<br />
romanlarda ortaya çıkan hep Osmanlı klâsik döneminin<br />
varisi olan yüksek sınıflardan başlayan<br />
zevk, sefa, tüketim bunu gerektiriyordu... Bunun<br />
yine en güzel izahını Cevdet Paşa yapmıştır...<br />
Bu dönemde İstanbul'a sayfiyeye Mısır'dan hanımlar<br />
gelir hidivlerin hanımları... Bunlar o kadar<br />
ihtişam, lüks), debdebe içindedir ki hepsi peçeli<br />
falan, muhafazakârdırlar ama korkunç bir<br />
ihtişam içindedirler... Biri yola çıktığı zaman arkasından<br />
500 kişilik hizmetkârlar geliyor... Onlar<br />
onu yapar da koskoca İmparatorluk bir eyaletten<br />
geri mi kalır! Bizimkiler de başlıyorlar. Bu rekabet<br />
yüzünden devlet iflâs ediyor... Hanımların rekabetinden<br />
devlet iflas ediyor.<br />
Bütün bunların neticesinde Tanzimattan önce<br />
Bursa'da 10 bin tane ipek dokuma tezgahı<br />
varken Batıdan gelen malların rekabetine ddyanamadiği<br />
için 1848 de sayısı binden yetmişbeşe<br />
düşmüştür... Yine bu dönemde kadife imalatı<br />
% 80 gerilemiştir... Peki ondan sonra ne olacak<br />
Saten ve kadife gerekiyor, devlet için gerekiyor, onları<br />
dışarıdan alacaksın!.. Az sonra bu gidişin Osmanlıyı<br />
nasıl borçlandırdığına geleceğim... İstanbul'daki<br />
tezgahlar 30-40 yıl içerisinde 3160'tan<br />
37 ye düşmüştür... Peki bunun yerine ne gelmiştir...,<br />
Ermenilerin Rumların öncülüğünde bir komprador<br />
burjuvazi gelmiştir... 1915 de Enver Paşa'-<br />
ntn yaptırdığı bir sanayi sayımı vardır... Blançoyu<br />
veriyorum:<br />
1915 yılında tüm Osmanlı ülkesinde ancak<br />
282 tane işletme ayakta kalmıştır. Halbu ki yalnız<br />
İstanbul'da tanzimatın başlarında 3160 tane dokuma<br />
tezgahı vardı, diğer işleri bırakalım... 1915<br />
yılına geldiğimizde Osmanlıların elinde sadece<br />
282 tane işletme kalmıştır... Bunlarda da 14 piri<br />
işçi çalışıyordu... Biraz sonra o devrin Rusya'sıyla<br />
mukayese rakamlarını vereceğim.. 1914 de Osmanlıdaki<br />
yabancı sermayenin toplam değeri de<br />
şöyle... Fransızlar 3,3 milyar Frank, İngilizler ise<br />
22 milyon Sterlin, arazi emlak ve işletme sahibi<br />
de oluyorlardı... Tabii onların sahip olmaöı bizim<br />
kaybetmemiz manasına geliyordu. Bu durumu<br />
Rusya'yla mukayese edelim:<br />
Rusya'da 1863-1890 arasında büyük imalathane,<br />
büyük fabrika ve demiryollarında çalışan<br />
işçilerin sayısı 706 binden 1 milyon 433 bine çık-<br />
MASAL<br />
ALİ AKBAŞ<br />
Î mm<br />
33
mıştır. Çarlık zamanında korkunç bir sanayileşme<br />
bu... Lenin bir tarım ülkesini aldı falan ya...<br />
Yanlış bu... Rusya bu kadar belli bir nisibötte ama<br />
.bizimle mukayese edildiğinde korkunç derecede<br />
sanayileşmişti... 1890 yılında Rusya'da 1 milyon<br />
433 bin kişi çalıştıracak bir sanayi var...<br />
Bizim 1915 de el tezgahlarında 14 bin işçi çalışıyor...<br />
Bizim sanayimiz de bu... Neden... Batılılaşma<br />
mı Doğuluîaşma mı, ne dersek diyelim<br />
iktisadî bilmemenin neticesi... Ve tabii iktisadı<br />
bilmeden batıya karşı iken kendini belli bir otarşi<br />
içerisinde koruyabiliyor... Ama bir batılılaşma<br />
sevdasına kalkınca belki fabrikaya gidecek olan<br />
Osmanlı serveti katibin kolalı gömleğine, sevgilisinin<br />
Üsküdar yolunda düşen mendiline gitmiştir...<br />
Avrupa'da 1860 ile 1913 arasında üretim %<br />
700 misli artmıştır... Bizdeki tersine gidişin örnekleri<br />
olarak söylüyorum...<br />
İhtira beratları da enteresan örneklerdir...<br />
Bildiğiniz gibi üretimi arttıran yeni keşif ve icatlara<br />
ihtira beratı deniliyor... Bir ülkede verilen ihtira<br />
beratı sayış* o ülkede teknik buluş sayısını<br />
ve iktisadî canlılığı ıgösterir... Bizde ihtira beratı<br />
falan sıfır... Hep dışarıdan patentle idare ediyoruz...<br />
O sırada Amerika'da 1840 yılı içerisinde<br />
473 tane ihtira beratı verilirken, 1907 yılında yine<br />
bir yıl içerisinde 36620 ihtira beratı verilmiştir.<br />
O kadar yeni buluş üretimin artmasına uygulanmıştır.<br />
Peki biz ne yapıyorduk.. Biz ise demin<br />
ööyledim katibin mendil, piyano işleriyle uğraşıyorduk...<br />
Bu kadar yıkılan bir imparatorluğun aydınlarının<br />
kurtuluş yolu aramamaları ve bazı ideoloji<br />
hareketlerinin başlamaması düşünülemezdi...<br />
Nitekim Oslmanlı İmparatorluğunda başlayan ilk<br />
ideolojik hareket hemen hemen herkesin katıldığı<br />
Pan-Osmanlıcılıktır. İslâm hakimiyetine dayanan<br />
«millet sisteminin» yürümesi artık mümkün<br />
değildir... Bunun için de din ırk, mezheb ayırımı<br />
yapmadan bir statü oluşturmak... Osmanlı<br />
vatandaşlığı espirisi altında birleştirmek istediler.<br />
MİLLÎ BÎR FELSEFE ANLAYIŞI<br />
KAZANMAMIZA YARDIMCI<br />
İKİ KAYNAK ESER<br />
-FELSEFENİN İLKELERİ"<br />
"FİLOZOFLARIN ÖZELLİKLERİ"<br />
Prof. Dr. Nihat KEKLİK'in «Felsefeye Giriş»<br />
serisinin bu ilk iki kitaıbını derginiz DOĞUŞ % 25<br />
indirimle dağıtıyor.<br />
İki Kitap: 700 TL.<br />
% 25 indirimle: 525 TL.<br />
P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />
Bu sistem yürümemiştir... Milliyetçilik akımının<br />
tesiriyle sistem yürümemiştir... Yeni Osmanlılarla<br />
I. Meşrutiyet şeklinde ortaya çıkmıştır... Serveti<br />
funûnün ortaya çıkardığı kozmopolitleşme de bunun<br />
bir devamı sayılabilir.<br />
Jön Türkler başlangıçta Ahmet Rıza Beyler<br />
Prens Sabahattin etrafında kozmopolit bir havada<br />
iseler de dış faaliyetler kozmopolit olmakla beraber<br />
içeride .başlayan faaliyetler gitgide milliyetçiliğe<br />
ve İslamcılığa yönelecektir. O yüzden İttihat<br />
ve Terakki hareketi Türkçü ve İslamcı bir harekettir.<br />
Ama dışardaki jön Türk hareketi böyle değildir,<br />
Osmanlıcı bir harekettir. Abdülhamidin ayrı bir<br />
durumu vardır. O azınlıkları bir arada tutma konusunda<br />
Tanzimatın fikrini devam ettirmiştir. Eğitim<br />
sahasında Tanzimattın başlattığı okulları yaygınlaştırma,<br />
Batı ilimlerini öğretme işini en başarılı<br />
şekilde devam ettirmiştir ancak özellikle dış<br />
politikada Abdülhamid topyekün batı emperyalizmine<br />
karşı Pan-İslâmizm siyasetiyle İslâm ülkelerinin<br />
toplu ağırlığını ortaya koymak istemiştir.<br />
Osmanlı İmparatorluğunun mukadder ölümünü<br />
bazı kayıpları göze alarak, bazı ciddi tavizler de<br />
vererek 33 sene uzatmıştır. Daha önce birbirlerine<br />
fazla temasta bulunmayan ancak medrese<br />
kitaplarında bütün müminler kardeştir diye ezberleyip<br />
geçen müslümanlar, Abdülhamid'in siyaseti<br />
sayesinde bir islâm alemî diye güç olduklarını,<br />
müşterek düşmanlarının bulunduğunu belli bir<br />
nisbette öğrenmişler ve nitekim millî mücadelede<br />
de bize yardım etmişlerdir.<br />
Ama Abdülhamid hareketi bir siyaset hareketidir,<br />
bir ideoloji hareketi değildir... Onun için<br />
de o siyasetin inanmış kitleleri yoktur, yalnız o<br />
siyaseti uygulayan bürokratlar ve görevliler vardır.<br />
Nitekim Abdülhamid tahttan indirildiğinde<br />
direniş şeklinde hiçbir şey olmaz. Böylece Abdülhamid<br />
bir siyaset modeli olarak kalır ama bir fikri<br />
ekol olarak devam etmez... Ta ki ittihatçılar<br />
yeniden Pan-İslâmizm ekolüne dönünceye kadar...<br />
İttihatçılar yeniden Pan-İslâmizm hareketini<br />
daha militan olarak uygulayacaklardır.<br />
Burada dikkatimizi çeken bir hareket milliyetçilik<br />
hareketinin ortaya çıkmasıdır. Bazı iddialara<br />
göre yahudi Durkheim'in mason talebesi Ziya<br />
Gökalp tarafından Avrupalıların İslâm alemini<br />
parçalamaları için uydurulmuş ve Gökalp'in<br />
ajanlığı ile Türkiye'ye getirilmiş olan bir ideolojidir!<br />
Bu tamamen saçma sapan bir görüştür. Çünkü<br />
en sön olarak milliyetçiliğe sarılanlar, Türk'<br />
lerdir. Çok milletli bir imparatorluk daha önce<br />
Osmanlı ve İslâm hakimiyetine dayanıyordu belirttiğim<br />
sebeplerle, bu durumu sosyal olarak,<br />
ekonomik olarak, psikolojik olarak, medeniyet<br />
olarak, maarif olarak devam ettirme imkânı kalmayınca,<br />
Fransız ihtilalinin de tesiriyle, bağımsız<br />
devletler kurmak temayülü başlamış ve ilk hareket<br />
de Balkan milletlerinde ortaya çıkmıştır. Ken-<br />
34
di milliyetini en son hatırlayanlar da, yine Gökalp'-<br />
in belirttiği gibi, Türkler olmuştur. Ondan sonra<br />
Araplar da başlayan birtakım hareketler. Eğer<br />
milliyetçilik bizim için haklı bir ideoloji ise Araplar<br />
için de haklı bir ideolojidir. Türkiye'de milliyetçilik<br />
hareketi bir takım aşırılıklarla, ırkçılığa<br />
varan eğilimlerle, Turancılık gibi uzun vadede iyi<br />
bir ülkü ama kısa vadede çok müceralı olan<br />
eğilimler göstermekle beraber, hiç olmazsa Türklük<br />
şuurunu bunlar uyandırabilmişlerdir. Eğer<br />
ittihada la rın başlattığı bir milliyetçilik ruhu olmasaydı<br />
biz Millî Mücadeleyi hangi ruhla yürütecektik..<br />
Enteresandır Türkiye de ilk millî iktisat<br />
davasını da İttihadçılar ele almışlardır. Ondan ondan<br />
önce onların çapında bir millî iktisat davasının<br />
başlatıldığını göremiyoruz.<br />
Zaman sebebiyle birçok detayı ihtiva etmesi<br />
gerekirken özetlemek mecburiyetinde kaldığım<br />
bu Batılılaşmanın sonunda varacağımız hüküm<br />
nedir.. Varacağımız hüküm bir zihniyet meselesidir...<br />
Batılılaşmaya biz iyi dersek bir şey değişmiyor,<br />
kötü dersek yine değişmez çünkü yaşanmıştır.<br />
Ben Batılılaşmaya karşıyım. Batılılaşmanın<br />
demin de belirttiğim gibi bizim çöküşümüzü<br />
hızlandırdığı kanaatindeyim;. Ancak tarihe bakarkenken<br />
günümüze nasıl bakmamız gerektiğini<br />
tesbit etmemiz gerekir. Tarihte genel formüllerin,<br />
birtakım muskaların bizi kurtaracağı inancıyla<br />
yaklaşım yapılmıştır, kurtarılmamıştır. Halbu ki<br />
hem ilmî zihniyet hemı de İslâm medeniyetinin<br />
yükselme devirlerinde gördüğümüz İslâmî zihniyet<br />
bizi hep sebepler-neticeler zinciri açısından<br />
düşünmeye zorluyor. Siz istediğiniz kadar iyi<br />
ideallere sahip olun bu idealleri gerçekleştirecek<br />
organizasyonları bu idealin hangi safhada ne şekilde<br />
uygulanacağını gösteren programı ortaya<br />
koymadıkça bunlardan netice alınması mümkün<br />
olmuyor. Özetlediğimiz takdirde şu ortaya çıkıyor:<br />
Tanzimat devri ile başlayan batılılaşma bizim<br />
intihat devrimizdeki ortaçaglaşma zihniyetinin<br />
Batı tesirinde, Batı tüketim kalıpları içerisinde bir<br />
yarı sömürgeleşme halinde devamından ibarettir.<br />
Benim bu sınırlı zaman içerisinde söyleyeceklerim<br />
bunlar Soruları olan arkadaşlar varsa onlarla da<br />
sohbet edebiliriz... Teşekkür ederim.<br />
— Sizin Batılılaşmayla ilgili olarak tavsiye<br />
edebileceğiniz eserler hangileridir,.<br />
T AHA AKYOL: Arkadaşlar ,ben konuşmam<br />
arasında Sait Halim Paşa ile Cevdet Paşayı çizgilerini<br />
beğendiğim için tavsiye ettim. Çizgilerini<br />
beğenmediğim için de tavsiye edeceğim adamlar<br />
çoktur. Meselâ batılılaşmayı savunan eserleri<br />
okumamız lazımdır. Yanlış düşünmek bir zaafsa<br />
milliyetçi de yanlış düşünebilir, müslüman da...<br />
Milliyetçi verem olmaz, müslüman kanser olmaz<br />
diye bir kaide var mı.. Yok... Olabilir. Eğer<br />
yanlış düşünmek bir zihin hastalığıysa buna müslüman<br />
da, yakalanabilir milliyetçi de... Mühim<br />
olan sebepler neticeler zincirini dün yakalayıp<br />
bugün de aynı şeyi yakalamaya yatkın olabilmektir.<br />
O yüzden şu veya bu kitabı tavsiye etmek,<br />
başka kitapları tavsiye etmemek manasına<br />
gelmez. Bilhassa Osmanlı İmparatorluğunu Tanzimattan<br />
önce çöküşe sürükleyen, Tanzimattan<br />
sonra da yarı -sömürgeleşmeye sürükleyen zihniyeti<br />
iyi tanımak için bu konuda tasvip etmediğimiz<br />
eserleri meselâ klâsik dönem geçildikten<br />
sonra intihat devri ulemasının eslerlerini de okumakta<br />
fayda vardır...<br />
— Efendim yanlış anladıysam özür dilerim.<br />
Milletlerin yükselmesinde soy unsurunun önemli<br />
olmadığını esas unsurun zihniyet unsuru olduğunu<br />
belirttiniz. Belki devletlerin güçlü olduğu<br />
dönemlerde böyle olabilir ama güçsjüz olduğu dönemlerde<br />
tersine tepen bir durum olarak da ortaya<br />
çıkıyor. Tarihimizden örnekler verirsek mesela<br />
Sultan Abdülhamit Han hazretlerinin ikinci<br />
meclisi kapatma sebeplerinin arasında özellikle<br />
yabancı unsurların Türk unsuruna göre daha fazla<br />
olduğunu görüyoruz. Mesela Arap unsuru Türke<br />
göre hayli fazla.<br />
T AHA AKYOL: Gayr-i Türkler toplu olarak<br />
fazlaydı.<br />
— Mesela isteselerdi Arapça resmi dil olarak<br />
kabul ettirirlerdi. Ya o meclisin Türk milletinin<br />
millî menfaati paralelinde politika takip etmeyeceğinden<br />
meclis kapatılmıştı. Yine mesela Fatih<br />
Sultan Mehmet Han hazretlerinin zehirlenmesi<br />
olayı bir yahudi doktora bağlanır. Ben şimdi diyorum<br />
ki kritik noktalar da soy unsurunun önemi<br />
çok büyüktür. Belki güçlü olduğumuz dönemlerde<br />
dikkati çekmez ama güçten düştüğümüz<br />
zamanlarda bunlar kendisini ajanlık gibi yahut<br />
da milliyet şuuruna sahip düşüncelerle kendi<br />
menfaatlerine hizmet şeklinde tezahür edebilir.<br />
Kısacp soy unsMru önemlidir diyorum...<br />
TAHA AKYOL: Şimdi sizin söylediğiniz değişik<br />
bir zemin üzerinde, Ben temel amilleri belirtirken<br />
ifade ettim, mesela çok güçlü bir devlet<br />
düşünelimı buna ajanlar casuslar bir şey yapamazlar<br />
bir padişahı öldürürler yerine başka bir<br />
padişah geçer. Fatihi şehid ettiler de ne oldu..<br />
Osmanlı imparatorluğunda hiçbir duraklama olmadı.<br />
Aksine II. Beyazıt zamanında çok iyi bir<br />
siyasetle devlet stabilize edildi. Ayrıca bir şey<br />
söyleyeceğim biz Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışını<br />
meselâ devşirmelere bağlarsak yükselişini<br />
de yine devşirmelere bağlamamız gerekir. Bana<br />
göre ikisi de yanlıştır... Benim Özetlemek istediğim<br />
şu: Tarihte soyun rolünü inkar etmiyorum.<br />
Ancak bunu antropolojik ırkçılık manâsında<br />
ele almamak lâzımdır. Soyun rolü olmakla beraber<br />
esas amil, yükselme sebebini teşkil eden ilmî<br />
zihniyete sahip olup olmamaktır. İlmî zihniyet<br />
diye de çağlar üstü bir zihniyet yoktur her çağın<br />
kimyadaki elementleri göremezdik, ilmî zihniyeti<br />
başka başkadır. Biz Gazali devrindeki ilmî zihniyete<br />
bağlı kalsaydık dört tane element yeter der-<br />
35
dik, ve petro kimya sanayini kuramazdık. Ancak<br />
dinî hakikatler çağlar üstüdür. Her çağda iktisadî,<br />
siyasî içtimai fonksiyon icra eden ilim zihniyetine<br />
sahip olmak birinci amildir. Ondan sonraki<br />
amiller yok manasına değil...<br />
_— Efendim, asrımız isti'klâl ve hürriyet çağı bir<br />
de İslami uyanma ve şuurlanma çağı oiarak görülüyor.<br />
Bu arada son müstakil Türk devleti örnek<br />
olacak şekilde bizim esir Türk illerimiz de hürriyetini<br />
kazanmalı böylece mutluluğa bir yol açılmalı...<br />
Biz bunu örnek bir ideal olarak görecek<br />
miyiz.. Yoksa bizim gayemiz müstakil Türk<br />
devletlerinden ziyade daha da geniş muhtevalı<br />
bir şey mi olacak veya bu muhteva nasıl olacak<br />
bunu bize izah eder misiniz..<br />
T AH A AKYOL: Rusya'nın Amerika'ya ve Avrupaya,<br />
bilhassa elektronik sahada borcu 50 milyar<br />
dolar. Bugün Rusya'da en koyu marksist, Leninist,<br />
kimyacı, Amerika'dan ithal edilen üzerinde<br />
Amerikan bayrağı bulunan IBM'i kullanarak<br />
hesap yapıyor. Dediğinizin detayına girmeyi gerekli<br />
bulmuyorum. Yalnız şunu söyleyeyim: Rusya'ya<br />
teknolojiyi bizim sattığımızı düşünelim...<br />
Dünya bugün ilmin geldiği boyutlar, ilim felsefesinin<br />
boyutlarında ,bir bunalımla karşı karşıyadır.<br />
Bu noktada da birçok ilim adamı artık bundan<br />
sonra sloz metafiziğe, ilahiyata aittir diyor. Biz<br />
Gazali'nin bilgisiyle değil Gazali'nin metodolojisi<br />
ile yeni bir felsefe geliştirdiğimiz takdirde ariyan<br />
insanlar buna bağlandığı takdirde, neticeleri düşünelim.<br />
Bizim amacımız şunu birleştirmek, şurayı<br />
burayı kurtarmak olabilir ama bunu günümüzdeki<br />
ilmî zihniyetle yapmak yerine eski zihniyetlerle,<br />
fütuhatla, savaşla yapmak yoluna gidersek<br />
o vakit, inhitat devrinde olduğu gibi Osmanlının<br />
doğru dürüst ordusu yokken Avrupaya cihat<br />
açan Pertev Paşanın durumuna düşmüş oluruz.<br />
İdealler ne olursa olsun onu gerçekleştirecek<br />
yeterli vasıtaya sahip olmadıkça o idealler<br />
hayal olarak kalmaya mahkûmdurlar. Günümüzde<br />
bunu gerçekleştirecek vasıta da İslâm düşüncesinin<br />
Gazali metodolojisi ile, Gazali bilgisi ile<br />
demiyorum, çağımızın ilmî zihniyetidir. Maddî vasıta<br />
da çağımızın en ileri iktisadî, teknik seviyesine<br />
ulaşmaktır. Bunu elde eden komünistse kömünizjme<br />
hizmet eder, Islâmsa İslama hizmet<br />
eder.<br />
Başka sorusu olan... Herhalde yok... Kıymetli<br />
arkadaşlarım bugünkü sohbetimizi böylece burada<br />
noktalamış bulunuyoruz. Bana böyle bir<br />
fırsatı verdiği için DOĞUŞ Edebiyat dergisi idarecilerine<br />
ve kıymetli vakitlerini ayırarak buraya<br />
kadar gelen hepinize teşekkür ederirm<br />
CİLT KAPAKLARINIZ HfiZIR!..<br />
Siz okuyucularımızın elinizde bulunan DOĞUŞ sayılarını<br />
yıllar yılı muhafaza edebilmeniz için Cilt kapakları<br />
hazırlattık... Vinilex kaplama, yaldız baskı<br />
tekniği ile hazırlanan cilt kapaklarınızın fiyatı 250 TL.<br />
dir... Ödemeli gönderilmez... Bedeli "128589" nolu Posta<br />
Çeki hesabımıza yatırılarak istenebilir.<br />
1. CİLDİMZ SATIŞA ARZEDİLDİ<br />
Çıkan 12 sayımızı ihtiva eden 1. cildimiz satışa arzedildi...<br />
Bugüne kadar çıkan sayıları takip edemeyen<br />
arkadaşlarımıza önemli bir fırsat! Mahdut miktarda hazırlanan<br />
1. cildimizin fiyatı: 1200 TL. ödemeli gönderilir<br />
veya bedeli "128589" nolu Posta Çeki hesabımıza yatırılarak<br />
istenebilir.<br />
Ödemeli Sipariş Adresi: P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />
36
Bahattin KARAKOÇ<br />
Yahya AKENGİN<br />
Ali AKBAŞ<br />
KİTAPLARINI<br />
İMZALADILAR<br />
İt<br />
fflEfc^"<br />
Bahattin Karakoç ve<br />
Ali Akbaş imza gününde<br />
19 Mart cumartesi günü Doğuş camias* mutlu<br />
bir günü yaşadı. Okuyan toplum olma yolundaki<br />
Türkiye'nin müstakbel sahibi üniversite gençliği<br />
Türk şiirinin üç önemli ismini bir arada görmenin<br />
heyecanıyla kitaplarını imzalattılar. Bütün<br />
Türk varlığının olduğu gibi Türk sanatının da sahipsiz<br />
olmadığı bir kere daha açık seçik görüldü.<br />
Doğuş Edebiyat'ın düzenlediği imza gününe<br />
Kahramanmaraş'tan gelen Bahattin Karakoç «Ay<br />
Şafağı Çak Çiçek» adlı son şiir kitabını imzalayarak<br />
katıldı. Kardan beyaz saçlarıyla Dede Karakoç<br />
gençlere sıcak, samimi ve heyecan dolu cümleler<br />
yazdı. Haykırışı, feryadı ve sükûneti son kitabında<br />
birleştiren büyük şair şiirleryle de olduğu<br />
kadar özel hayatında da okuyan gençliğin<br />
göz bebeği durumunda. İmza gününde gençlerden<br />
daha fazla heyecanlı ve sevinçli görünüyordu.<br />
Söyleyecek çok şeyi oları bir şairin bu heyecanına<br />
ve sevincine katılmamak elde değil. Çünki<br />
davası olan bir sanatçının anlaşılmaktan başka<br />
bir endişesi olamaz.<br />
Şair Ali Akbaş kararlaştırılan saati biraz aşarak<br />
geldi. İnce güzelliklerin ve duyumların hassas<br />
şairi özel hayatında da aynı hassasiyetin adamı.<br />
Ancak Ankara'daki evi eşin dostun eksik olmadığı<br />
bir hane. İmsan «hane sahibi» olunca en başta<br />
uzaktan gelenler çok olur. Ali Akbaş'ın evi<br />
Ankara'apki devlet hastahanelerihin ilk durağı.<br />
Türkiye'nin her yerinden gelen eş dost bu evden<br />
hastahanelere taksim olur. Şaka bir yana bir memur<br />
maaşıyla bu kazanlar nasıl kaynıyor diye düşünüyor<br />
insan. Fakat biliyoruz ki bir besmelenin<br />
bereketini hiçbir kul tek başına taşıyamaz. Ali<br />
Akbaş onun için «dağıtan» bir şair. Büyük şehre<br />
intibak endişesi olmayan bir köylü olan Ali Akbaş<br />
garip gönlünün mahsulü «Masal Çağı» adlı<br />
ilk şiir kitabını imzaladı.<br />
Şair Yahya Akengin Kültür Bakanlığındaki<br />
görevinin yanında sansür kurulunda da üye. Yoğun<br />
çalışmalar içinde olan şair «Saatler ve Çehreler»<br />
adlı kitabını imzaladı. Her kitabı ile kendini<br />
yenileyen şair bu son kitabı ile gençlerden büyük<br />
ilgi gördü. Bunun en büyük sebebi şairin bu kitabı<br />
ile <strong>edebiyat</strong>ımızda billurlaştığının açıkça görülmesiydi...<br />
Şiirlerindeki zerafeti davranışlarına<br />
da yansıtabilen Akengin gençlere zarif cümleler<br />
yazdı.<br />
İmza gününe gelenler arasında Ayvaz Gökdemir,<br />
Sevgi Kafalı, Sadık Kemal Tural, Hasan<br />
Latif Sanyüce gibi kalem erbabı güzel esprilerle<br />
güne renk kattılar. Açılış konuşmasıını ve şairlere<br />
«hoşgeldiniz» deme görevini üstlenen Sadık<br />
Kemal Tural öyle uzun ve ahenkdar bir cümleyle<br />
konuştu ki bir cümleden ibaret bu uzun konuşmayı<br />
tesbit etmek mümkün olmadı.<br />
İmza günü aynı heyecanla akşama kadar<br />
sürdü. Kalabalık el ayak çekince verilen yemekten<br />
sonra gece şairlerin yeni şiirleri dinlenildi. Ve<br />
Bayram Bilge Toker'in çalıp söylediği «Dağlar seni<br />
delik delik delerim» türküsüyle sona erdi.<br />
37
Artık Kalbimizde Yaşıyacak /<br />
Camiamız İçerisinde efendiliği, çalışkanlığı ve<br />
dürüstlüğü ile kendisini çevresine kabul ettiren<br />
Erzurum temsilcimiz Yaşar SUSAM'ı kaybettik.<br />
Çayıralan kazasının, Çandır Nahiyesinde doğan<br />
arkadaşımız, Erzurum Atatürk Üniversitesi<br />
Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi...<br />
Arkadaşımızın dergimiz dosyalarına intikal<br />
eden
BAŞSAĞLIĞI<br />
Dergimiz yazarlarından değerli<br />
mütefekkir Cemil MERİÇ'in eşi<br />
Fevziye MERİÇ Hanım Hakk'ın<br />
rahmetine kavuşmuştur.<br />
Yazarımıza ve yakınlarına<br />
başsağlığı dileriz<br />
DERGİMİZE GELEN SON MEKTUBU :<br />
DOĞUŞ<br />
Doğuş Edebiyat'a<br />
Okuyucularınıza göstermiş olduğunuz yakın<br />
ilgi ve tevazudan dolayı sizleri gönülden selamlarım.<br />
Mektubunuzu aldım. Konulara gerekli hassasiyeti<br />
gösterişiniz, kültür hayatımızdaki aksaklıklara<br />
bir son verme arzusu, yaşatılmak istenen bir<br />
Türk - İslâm kültürü ve bunların her satıhta savunucusu<br />
olduğunuz gözden ve gönülden kaçmayan<br />
bir gerçektir.<br />
Dergimiz «Doğuş Edebiyat» yayın hayatı boyunca<br />
Türk - İslâm kültürüne hizmet edip, O'nu<br />
istenilen ulvî ve yüksek hedefe ulaştırma çabasında<br />
elbette ki yalnız katmayacaktır. Çünkü bu<br />
bizim millî bir vazifemizdir. Vazifeden kaçmak ise<br />
bizlere yakışmaz.<br />
«Temsilcilerimizden beklediklerimiz» kısmında<br />
yer alan sözleriniz ve görüşleriniz ise yerinde<br />
ve güzel. Temsilcilik bir geiip geçici tutku demek<br />
değildir. Temsilcilik bir etiket merakı da değildir.<br />
Bu bir sevda işidir, milletini, kültürünü, ananelerini<br />
ve bunları savunanlara bağlanıp sevdalanma<br />
işidir.<br />
Velhasıl] «temsilcilerimizden beklediklerimiz»<br />
başlığı altında yer alan yedi madde, nice<br />
yedi maddeleri omuzlamak, bunları yerine getirmek<br />
millî bir vazifemizdir.<br />
Ben de kendisini milletin derdine, geleceğine,<br />
ülkülerine adamış mefkûreciler ordusunun<br />
erlerinden biriyim. Kültür ve isanat sahasındaki bu<br />
gazanızı şimdiden kutlar DOĞUŞ Edebiyat'ın yazar<br />
- çizer, teknik eleman kadrosuna başarılar dilerim.<br />
ALPER MSOY YAZIYOR !<br />
ÜLKÜ<br />
ÇİÇEKLERİ<br />
$ DESTAN GÜNLERİN<br />
DESTANI YİĞİTLERİ!..<br />
# KANA DOYMAZ KARA YERDE<br />
BAYRAKLAŞANLARL<br />
# ŞİMDİ KOKLUYACAĞIZ<br />
HATIRALARINIZI BİR GÜL<br />
GİBİ!..»<br />
YAKINDA DOĞUŞ' DA<br />
Cenab-ı Allah yardımcınız ola...<br />
39
TEMSİLCİLERİMİZ<br />
İSTANBUL<br />
Dursun Selim GÜLERYÜZ<br />
ALMANYA<br />
Hasan KAYIHAN<br />
HOLLANDA<br />
Ahmet EVSEN<br />
AĞLASUN<br />
Sami DEĞİRMENCİ<br />
ADANA<br />
Oğuz Adem SELÇUK<br />
ALANYA<br />
Ahmet ÇİÇEK<br />
ARTVİN<br />
Ali Osman GÜZEL<br />
ANAMUR<br />
Orhan ARIÇELİK<br />
ANTAKYA<br />
Ahmet DEMİR<br />
AMASYA<br />
Zeki DİKİCİ<br />
AYDIN<br />
Selçuk UYSAL<br />
BALIKESİR<br />
Şaban MENCE<br />
BURSA<br />
Vehbi ÖRS<br />
BOZTEPE<br />
Veysel TURGUT<br />
BOYABAT<br />
Osman ÖZKAN<br />
Ömer UYSAL<br />
CİHANBEYLİ<br />
Ekrem YARBAŞI<br />
ÇANAKKALE<br />
M. Sıtkı TUNCER<br />
ÇAY<br />
İhsan GÜRBÜZ<br />
ÇAN<br />
Yunus ZEYREK<br />
ÇANDIR<br />
Hüseyin ÇOLAK<br />
ÇAYELİ<br />
Osman YILMAZ<br />
40<br />
DEMİRCİ<br />
İhsan AVCI<br />
DEVELİ<br />
Musa SERİN<br />
DENİZLİ<br />
Mehmet EROL<br />
ELAZIĞ<br />
Mustafa AKSOY<br />
ERZİNCAN<br />
Tahir Erdoğan ŞAHİN<br />
ERZURUM<br />
Mehmet ÖZDEMİR<br />
Mehmet EROL<br />
ESKİŞEHİR<br />
Saadettin YILDIZ<br />
EMİRDAĞ<br />
Sait ÖNACAN<br />
Ö. Faruk YALDIZKAYA<br />
GAZİANTEP<br />
Fatih BAYSAN<br />
GÖLCÜK<br />
Kürşad BOZKURT<br />
GÜMÜŞHANE<br />
Eyüp TAŞKIN<br />
Ali Erbay AYHAN<br />
İSKENDERUN<br />
Oğuz YAYAN<br />
İZMİR<br />
Kâzım ERYILMAZ<br />
KAHRAMANMARAŞ<br />
Bahattin KARAKOÇ<br />
Mithat GÜZEL<br />
KARABÜK<br />
Mustafa KEMAL<br />
KIRŞEHİR<br />
Remzi TAŞMURAT<br />
KASTAMONU<br />
Salih KAYAÇALI<br />
KOZAN<br />
Mehmet SAYGICAK<br />
MALATYA<br />
Mehmet GÜUSEREN<br />
SALİHLİ<br />
Önder ÖZGÜR<br />
SÖKE<br />
Hüseyin ÖZEVCİMEN<br />
TRABZON<br />
Nu reddi n ÖZ KAYA<br />
ORTAKÖY<br />
Celalettin KURT<br />
YALOVA<br />
Orhan KARADOĞAN<br />
YENİCE<br />
ZÎYA SÜER<br />
AÇIK TEŞEKKÜR<br />
Geçtiğimiz aylarda;<br />
Oğuz Yayan<br />
İskenderun<br />
Mehmet Özdemir<br />
Erzurum<br />
Saadettin Yıldız<br />
Eskişehir<br />
Recep Karabulut<br />
btanbul<br />
Şaban Mence<br />
Balıkesir<br />
Abdülkadir Çevik<br />
Urfa<br />
Mustafa Aksoy<br />
Elazığ<br />
Musa Serin<br />
Develi<br />
Lütfi Yılmaz<br />
Kozan<br />
Yaşar Bayar<br />
Kumru<br />
Mehmet Sayan<br />
Kastamonu<br />
Mehmet Öz<br />
Geyve<br />
50 abone<br />
30 »<br />
25 »<br />
22 »<br />
15 »<br />
15 »<br />
15 »<br />
15 »<br />
14 »<br />
10 »<br />
10 »<br />
5 »<br />
temin ederek dergilerine omuz<br />
vermişlerdir... Kendilerine en içten<br />
duygularla teşekkürü borç<br />
biliriz.<br />
DOĞUŞ
• •<br />
HAFTALIK DERGİNİZ<br />
hamle<br />
her pazartesi<br />
bayilerde<br />
OKUYUNUZ<br />
ÖKÜTÜNÜZ"<br />
AZERİ KASETLERİ DAĞITIMI<br />
Azerbaycanlı soydaşlarımızın musikflerme ait orjinal kaset örnekleri<br />
zengin çeşitleriyle dağıtımına başlandı.<br />
KASET ÇEŞİTLERİMİZ :<br />
64 sh.1C0 TL<br />
.Günümüzde i<br />
İSLÂMİYET Ve §§§1<br />
1. Zeynep Hanlarova I<br />
2. Zeynep Hanlarova II<br />
3. Elmira Rahimova I<br />
4. Elmira Rahimova II<br />
5. Baba Mirzayev I<br />
6. Baba Mirzayev II<br />
7. Nezaket Memedova<br />
8. Ş*vket Aliekberova<br />
9. Teymur Mustafaevı<br />
10. Ebîüfet Aliyev<br />
11. Yakup Memedov<br />
12. Azerbaycan Halk Dans Musikisi<br />
13. Canali Ekberov<br />
14. R. Mustafaev<br />
15. Azerbaycan Halk Şarkıları<br />
16. İlgama Kuluyeva<br />
17. Arif Babayev<br />
18. Avtandil İsrafilov<br />
19. Nisa Kasımova<br />
20. Azerbaycan Halk Musikisi<br />
Her kaset 750 TL.<br />
Ödemeli olarak isteme adresi: P.K. 583 Ulus/ANKARA<br />
(100 TL.)