04.02.2015 Views

edebiyat

edebiyat

edebiyat

SHOW MORE
SHOW LESS

PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!

SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.

Sayı: 13» Nisan -1983<br />

100 TL.<br />

<strong>edebiyat</strong><br />

%<br />

1<br />

4i


OKUYUCULARIMIZA<br />

İNDİRİMLİ KİTAP<br />

DAĞITIM ŞARTLARI :<br />

îj: Her kitaptan birer adetlik siparişlere % 10, iki adetten<br />

beş adete kadar % 15, beş adetten dokuz adete<br />

kadar % 20, 10 adet ve daha yukarı siparişlerde % 25<br />

indirim.<br />

:£ Kitapçılara ve DOĞUŞ abonelerine sipariş miktarlarına<br />

bakılmaksızın % 25 indirim.<br />

^L,.<br />

TÜRK-İSLAM<br />

ÜLKÜSÜ<br />

S.AHMET ARVASİ<br />

jj<br />

Ziya Göfcalp<br />

Sosyolojisinde<br />

Bazı kavramların<br />

Değerlendirilmesi<br />

.imsin<br />

NASIL TEMİN EDECEKSİNİZ:<br />

tf Size en yakın bir PTT merkezinden temin edeceğiniz ,<br />

posta çekiyle kitap bedellerini «DOĞUŞ Edebiyat Dergisi<br />

128589» nolu posta çeki hesabımıza yatırınız.<br />

% Posta çekinin arka yüzündeki «Alıcıya Notlar» kısmına<br />

yazarak veya PK 329 Kızılay ANKARA adresimize<br />

mektupla hangi kitapları istediğinizi bildiriniz.<br />

1000 TL.'NI AŞAN SİPARİŞLER ÖDEMELİ GÖNDERİLEBİLİR.<br />

DİYALEKTİĞİMİZ<br />

VG<br />

ESTETİĞİMİZ<br />

S.Ahmet Arvasi<br />

mmmm<br />

ımtfiMaHnRMMM<br />

İki cilt, her cildi 400'er sh. 400'er TL. (150 TL.) 200 sh 250 TL. {250 TL.<br />

I -jflcl >»> a i«n M * i ıı<br />

Kımlıi»!<br />

1 Muin<br />

l Feyzioğlu<br />

\<br />

FELSEFENİN<br />

İLKELERİ<br />

Felsefeye jGiri$<br />

Prdt Dr. Nihal Keklik<br />

t. - n . _<br />

isle t<br />

9HH<br />

FİLOZOFLARIN<br />

ÖZELLİKLERİ<br />

Felsefeye Giriş<br />

n<br />

PnsT.Dr Nihat Keklik<br />

(200 TL)<br />

ALI AKBAŞ<br />

380 Sh 350 TL.<br />

YAVUZ BÜLENT BAKÎLER<br />

"2 sh. 350 TL<br />

SAATLER<br />

VE<br />

ÇEHRELER<br />

Yahya Akengîn<br />

(350 TL.)<br />

AY ŞAFAĞI<br />

ÇOK<br />

ÇİÇEK<br />

Bahatttn Kara koç<br />

j ] v«• VPVâtw İ r<br />

CtUVUli


DOĞUŞ<br />

EDEBİYAT ^*<br />

AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />

YIL : 4, SAYI: 37<br />

YENİ DİZİ: 13 NİSAN -1983<br />

Sahibi ve Sorumlu<br />

Yazı İşleri Müdürü:<br />

Tayyar AKSOY<br />

Genel Yayın Müdürü :<br />

Adnan Adıvar ÜNAL<br />

İdari İşler Müdürü :<br />

Cemal SAYAN<br />

Haberleşme Adresi :<br />

P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

ABONE ŞARTLARI :<br />

6 Aylık : 600 TL.<br />

Yıllık<br />

: 1200 TL.<br />

YURTDİŞİ YILLIK : 50 D.M.<br />

(Veya buna eşit miktar döviz)<br />

Abone bedellerini yalnız «DO­<br />

ĞUŞ Edebiyat Dergisi 12 85 89»<br />

No.'lu Posta Çeki Hesabımıza<br />

yatırınız.<br />

İLÂN TARİFESİ :<br />

Arka kapak, 4 renk<br />

Kapak içleri<br />

Tam sayfa<br />

Yarım sayfa<br />

: 50.000 TL<br />

: 30.000 TL.<br />

: 20.000 TL.<br />

#<br />

İdare Yeri:<br />

Helvacı Dede Sk. Büyükkışla İşhanı<br />

K. 1 — KAYSERİ<br />

Ankara İdare Yeri:<br />

Talâtpaşa Bulvarı 148/15<br />

Cebeci - Dörtyol<br />

Basıldığı Yer:<br />

Aslımlar Matbaası - ANKARA<br />

Kapak deseni:<br />

GARİPKAFKASLI<br />

YENİ YAYIN YILIMIZDA MERHABA !..<br />

Yayın hayatımıza «Fikir ve Sanatta Millî Uyanış» şiarıyla<br />

girmiştik... Elde ettiğimiz netice hususunda takdiri sizlere bırakıyoruz.<br />

Siz vefakâr okuyucularımızın DOGUŞ'u daha ilk sayısı<br />

ile bağrına basıp, daha 3. sayısında 7000 İlk bir tiraja kavuşturması<br />

yakın dönem <strong>edebiyat</strong> tarihinde rastlanmıyan bir (rotayadır...<br />

Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir neticeyi bize bahşetmeniz<br />

dolayısıyla hayli heyecanlanmış ve millî sanata susamışlığmız<br />

bizleri daha yoğun, daha yorucu çalışmalara sevketmîşti...<br />

Çünkü sizlere ayak uydurmak, sizlerin çalışmalarına pa.<br />

relel olarak muhtevayı da her sayısında güzelleştirmeye mecbur<br />

kılıyordunuz bizleri.<br />

Ve şimdi DOĞUŞ Edebiyat sayısı yüzün üstünde şairler,<br />

hikayeciler, deneme yazarları kadrosu ile geniş bir tabana oturmuştur...<br />

Mevcut kadromuzun çoğunluğunu 20-30 yaş gurubunun<br />

teşkil etmesi meselenin bir diğer sevindirici yönüdür.<br />

DOĞUŞ bir gönül kervanıdır. Gönüldaşlarmın yüksek bir<br />

şahsiyet olduğuna inanır, sağduyusuna güvenir. O bakımdan güdücü<br />

değil davet edici bir yayın politikasını esas alır. Davetimiz<br />

milli sanat tefekkür çilesinedir... Böyle bir çileye talib olunmadan<br />

yarınlara uzanmamız söz konusu değildir. Çok şükür<br />

Doğuş derginiz Türkiyemizin dörtbir tarafından böyle bir çileye<br />

talip binlerce gönüldaşının ilgisine mazhar olmaktadır.<br />

Böyle bir çileye talip olmayıp «gel - geç <strong>edebiyat</strong> yapın»,<br />

«bağırın, çağırın, slogan atın» diyenlerimiz de bulunabilir. «Çıkarken»<br />

yazımızda ifade etmiştik, bir kere daha belirtiyoruz; «Düşüneceğiz,<br />

düşünce talimi yapacağız. Koşmayacağız, yürüyeceğiz.<br />

Bağınmıyacağız, konuşacağız. Zira şiddet ve sürat, idraki<br />

azaltır.» DOĞUŞ bu prensiblerine yeni yayın yılında da sâdık<br />

kalacaktır.<br />

Söz buraya gelmişken «Edebiyat Dergilerimiz» yorumuyla<br />

Türk Milliyetçilerinin fanatik sol dergilere özenip halis sanat gayesinden<br />

uzaklaşmaması gerektiğine işaret ederek «sığ ve yanlış»<br />

görüşlere prim vermediğini açıkça ortaya koyan HAMLE<br />

dergisine teşekkür etmek istiyoruz. HAMLE dergimizin ifade ettiği<br />

sanatta güzellik endişesi taşımıyanların «savunduğu doğruları<br />

bile çirkinleştirmesi» tesbitine katılmamak mümkün mü..<br />

Geride bıraktığımız 12 sayının tecrübelerinin ışığında yeni<br />

yayın yılımızda daha muhtevelı bir DOĞUŞ sunmaya çalışacağız...<br />

«İyinin ve güzelin hududu yoktur» demiştik sık ışık, ve<br />

yine tekrar ediyoruz... DOGUŞ'un seviye yükselişi kesintisiz<br />

devam edecektir!..<br />

Bugüne kadar abone kaydı yaptırmamış arkadaşlarımıza<br />

çıkan 12 sayının cilt halinde satışa arzedildiğini duyurmanızı<br />

ve okuyucu ailemizi genişletme çalışmalarınızı istirham ediyoruz...<br />

Bizler bu hizmetin muhteva yönünü üstlendik. Onu vatan<br />

sathında müessir kılma mesuliyetini de sizlere havale ediyoruz.<br />

Bunun için: a) Adresine örnek sayı göndererek abone daveti<br />

yapabileceğiniz arkadaşlarınızın isim ve adreslerini bize<br />

yazınız, b) Abone müddetinizi zamanında yeniliyerek dergi çalışmalarımızı<br />

kolaylaşırınız, c) Yakın çevrenizde derginizi tanıtıp<br />

tavsiye ederek yeni abone kayıtlarına vesile olunuz.<br />

Selâm, sevgi ve saygılarımızla...<br />

ALPER AKSOY


S. AHMET<br />

ARVASİ<br />

TEFEKKÜR<br />

DÜNYASI veBBZ<br />

YOKLUK KAVRAMI VE İS<br />

Alfred Weber'in de Felsefe Tarihi'nde<br />

belirttiği üzere: «Boşluk kavramı, hareket<br />

halinde bulunan maddenin zarurî şartı<br />

haline gelen ve dolu kavramının hemen<br />

yambaşında tecelli eden, maddeciliği çelişkiye<br />

düşüren ve ona düalist bir renk veren<br />

ikinci bir prensiptir». (Bkz. a.g.e. Cf:<br />

31).<br />

İslâm mütefekkirleri de üç boyutlu<br />

varlık fikrinin böyle çelişkin bir durumda<br />

olduklarım farketmişlerdir. Yani, müslüman<br />

mütefekkirler de «cisimlerin» ve<br />

«maddî varlıkların» bir taraftan «varlık»,<br />

diğer taraftan «yokluk» prensibi içinde<br />

kaynaşıp durduklarını idrak etmişler; bütün<br />

«mahlûkatı», çeşitli tezahüratına rağmen,<br />

«sıfır ile sonsuz», «yok ile var», «hiç<br />

ile hep» arasında müşahede etmişlerdir.<br />

Bu konuda, İmam-ı Rabbani Ahmed<br />

Farukî Hazretleri, «Mektûbat» adlı çok değerli<br />

kitabında şöyle buyururlar: «Yoklar,<br />

kendileri ile birleşmiş olan kemaller ile<br />

birlikte, mümkünatm, yani, yaratıkların<br />

mahiyetleri ve asılları olmuşlardır.» (Bkz.<br />

234. Mektup). Nitekim, bütün İslâm mutasavvıfları,<br />

bu madde ve enerji âlemini,<br />

«yokluk aynasına akseden varlık tezahürleri»<br />

olarak değerlendirmişlerdir. Onlara<br />

göre, bu âlemdeki varlıklar, fani, izafî ve<br />

itibarîdir; yani, «var» ile «yok» arasında<br />

yalpalayan şeyler...<br />

Gerçekten de bu objektif âlemde müşahede<br />

ettiğimiz herşey, ne «hiçi», ne de<br />

«hepi» temsil etmektedir. Yaratıklar, «hiç»<br />

ile «hep» arasında yalpalayıp durmaktadırlar.<br />

Âlemin bütün sırlarını çözmüşcesine<br />

ahkâm kesen bir üniversiteli gence, bir<br />

İslâm büyüğünün sorduğu şu soru ne kadar<br />

manâlıdır: «Söyle bakalım delikanlı!<br />

Sen 'hiç* misin, yoksa 'hep' mi».<br />

Hiç şüphesiz, organizmamız, dünyamız<br />

ve kâinatımız «madde» ile inşa edilmiştir.<br />

Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'-<br />

an-ı Kerim'de «madde» ile örülmüş bu<br />

muhteşem âleme «âlem-i halk» (yaratılmışlar<br />

âlemi) denir. «Halk», aynı zamanda<br />

«ölçülebilir» demektir. «Ölçülebüir<br />

âlem» ise madde ve enerji âlemidir. İslâm'­<br />

ın ortaya koyduğu ölçülere göre de «ölçülebilir<br />

âlem», üç boyutlu varlık tezahürlerinden<br />

ibarettir. Böyle olunca, madde<br />

ve enerji âlemi, ne «hiç», ne «hep» tir. O<br />

halde, madde nedir ve eşya dünyası nasıl<br />

yaratıldı Bu konuda İmam-ı A'zam Ebû<br />

Hanife (699-767), şöyle buyururlar .• «Yüce<br />

Allah, eşyayı (objet'leri), birşeyden yaratmadı.<br />

O, eşyanın mahiyetini, eşya yaratılmadan<br />

önce biliyordu. O, eşyayı, takdir<br />

edip yaratandır». (Bkz. İmam-ı A'zam,<br />

Fıkh-ı Ekber).<br />

Yüce ve mukaddes İslâmî emir ve ölçülere<br />

göre, biz de, bütün yaratıklar da<br />

gerçekte «Allah'a aidiz», ergeç yine «O'na<br />

döneceğiz. Nitekim, yüce ve mukaddes ki-<br />

2


tabımız Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:<br />

«Biz Allah'a aidiz, yine O'na döneceğiz».<br />

(Bkz. El-Bakare Sûresi, âyet: 156).<br />

Yine, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'-<br />

an-ı Kerim'de, bütün «mahlûkatm» ve<br />

«mümkünatm», belli bir müddet sonra<br />

topyekûn «helak olacağım» ve «Allah'ın<br />

vechinden başka birşeyin» kalmıyacağmı,<br />

«herşeyin döndürülüp Allah'a götürüleceğini»<br />

ve Allah'tan başka ilâh ve gerçek<br />

varlık bulunmadığını, onun için O'ııdan<br />

başkasının ilâhlaştırılamıyacağmı şöylece<br />

belirtir: «Allah ile birlikte, diğer bir ilâh<br />

edinip ona tapınma. O'ndan başka hiçbir<br />

ilâh yok. O'nun zâtından başka, herşey<br />

helak olucudur. Hüküm O'nundur ve siz<br />

ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz.»<br />

(Bkz. El-Kasas Sûresi, âyet: 88).<br />

Görüldüğü gibi, İslâm, madde ve enerji<br />

âlemini inkâr etmemekte, onu, gerçek<br />

statüsü içinde ve «âlem-i halk» olarak değerlendirmektedir.<br />

«Yokluk aynası» :<br />

İmam-ı Gazalî'den (1054-1111) bu yana,<br />

İslâm âleminde mutasavvıflar, «yokluk<br />

aynası» tâbirini kullandılar.<br />

Bunun yanında, inkâr edilemez bir<br />

vakıa halinde, insan zekâsı, «sıfır» veya<br />

«hiçlik» diye bir kavram bulmuş ve bundan<br />

ürkmüştür. Yani, insan zihninin bir<br />

köşesinde «yokluk fikri», korkunç bir vehim<br />

halinde kıvranmakta, eşya dünyası,<br />

bu vehmi, «boşluk duygusunu» kışkırtarak<br />

beslemektedir. Böylece, insanoğlu, her<br />

fırsatta ve zeminde, «hiçliği» hissetmekte<br />

ve ondan ürkmektedir. Çünkü, insan ruhu,<br />

«yokluğu» ve «yok olmayı», fena ve<br />

çirkin bulmakta, onu, her fenalığın ve çirkinliğin<br />

kaynağı bilmektedir. Bunun aksine,<br />

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de buyurdukları<br />

gibi.- «Varolmak, bir güzelliktir.<br />

Hatta, bütün güzelliklerin başlangıcıdır».<br />

(Bkz. Mektübat, 3. Cilt - 62. Mektup).<br />

Zaten, bütün mümkünat, «yokluğu»<br />

reddetmekte, «ademiyetten ebediyyete»<br />

(yokluktan sonsuzluğa) sığınmaktadır.<br />

Bütün bu kıpırdanışları, bu koşuşmaları,<br />

bu çırpınışları, bu ayak ve kanad seslerini,<br />

bu şekilde mânâlandırmak mümkündür.<br />

Nitekim, çağdaş İslâm Şairi Necip Fazıl<br />

Kısakürek, bütün bu kıpırdanışları<br />

şöyle özetler: «Gaye tek, ölmemek».<br />

Öyle anlaşılıyor ki, Yaradanımız, bütün<br />

«damlacıkları», ezelî ve ebedî «varlık<br />

okyanusuna» cezbederken, yarattığı herşeyi,<br />

aynı zamanda, bir «yokluk vehmine»<br />

düşürerek, «boşluk kavramını», eşyanın<br />

«ikinci bir prensibi» haline sokarak onları,<br />

arkalarından da itmektedir. Böylece,<br />

bütün mümkünat, hiçliği, yokluğu ve boşluğu,<br />

«varlığın arkasmda duran bir tehlike»<br />

olarak vehmetmekte ve ondan ürkmektedir.<br />

«Yokluk aynasında» gözükmekten<br />

korkan ve ürken «kesret âlemi», büyük<br />

bir iştiyakla «Mutlak Varlığa» ve «tevhide»<br />

doğru, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin<br />

tâbiri ile «elsiz ve ayaksız koşmaktadır».<br />

Bütün bu haller, bütün yaratıkların,<br />

«yokluk aynasında» gözüken varlıklar olduğunu,<br />

ne güzel ifade etmektedir. Nitekim,<br />

bütün mümkünat, «ölüm» ile «ölümsüzlük»<br />

arasına konmuş birer varlık kıvılcımı<br />

gibi, hızla kayıp gitmekte, biçimden<br />

biçime, kılıktan kılığa girerek «ölümsüzlük»<br />

aramaktadır. Evet, «fani formların»<br />

ötesinde bir «ölümsüzlük...».<br />

Gerçekten de İslâm'ı anlamak için,<br />

bütün yaratıkların «sıfır» ile «sonsuzluk»<br />

arasında, arkaları «hiçliğe», yüzleri «sonsuzluğa»<br />

dönük olarak akıp gitmekte olduklarını<br />

müşahede edebilmek gerekir.<br />

İnsanoğlu, kendi şuur ve idrakini tahlil<br />

edebilirse, orada, hem «yokluk, hiçlik ve<br />

boşluk» vehminden kaynaklanan duygulara,<br />

hem de «Gerçek ve Mutlak Varlığın»<br />

tecelhlerine birlikte rastlayacaktır. Zaten,<br />

bir bakıma, «mekân» kavramı, üç boyutlu,<br />

mücerred boşluk fikrini, «zaman»<br />

kavramı ise, bu mekân içinde bulunan<br />

itibarî ve fani tezahürlerin varlıkta durma<br />

ve sonsuzluğu arama iradelerini temsil<br />

eder. Peki «ben neyim». «Ben», evet «ben»<br />

de ne «hiçim», ne de «hep»... «Ben», bu ikisi<br />

arasına konmuş, «fani formlar» içinde<br />

«ebediyyet» arayan ve ölümü tada tada»,<br />

ölümsüzlük ülkesine doğru yol alan bir<br />

varlık kıvılcımıyım. Yani, «yokluk aynasındaki<br />

varlık»...<br />

3


(Ayvaz Gökdemir<br />

EMPERYALİZM GERÇEĞİ II.<br />

Geçen yazıda, bâzı târihî<br />

hatırlatmalar ve siyâsî dokunuşlarla,<br />

emperyalizmin en büyük<br />

mağduru olduğumuzu; emperyalizmle<br />

kendi târihî ve stratejik<br />

şartlarımızda aç^k gizli devam<br />

edip gelen bir hesabımız<br />

ve hesaplaşmamız bulunıduğurru<br />

işaret etmiş ve mes'elenin<br />

kabaca da olsa dış çerçevesini,<br />

târihî 'kadrosunu belirlemeye<br />

çalışmıştım. Bu defa da mümkün<br />

olduğu kadar, mes'elenin<br />

kültür ve zihniyet tarafına, iç<br />

cep'hesine temas etmek istiyorum.<br />

Şunu peşînen ifâde ve itiraf<br />

etmök lâzımdır 'ki, mes'ele kitap,<br />

hattâ kitaplar çapında işlenecek<br />

ölçüde ehemmiyetli, geniş<br />

ve büyüktür. Teksîfî bir çalışma<br />

yapacak zamanı bulabilsem,<br />

mes'elenin ehemmiyeti ile mütenasip<br />

hacimde, gücümün yettiği<br />

kadar bir şeyler yazmak, benim<br />

İçin zerkti bir meşguliyet ve<br />

faydasına son derece inandığım<br />

bir hizmet olurdu. Fakat şu gün<br />

için böyle bir çalışmaya ne zamanım,<br />

ne de şartlarım 'müsait.<br />

Hatırda kalanlardan, akla gelenlerden<br />

yapmaya çalıştığımız şu<br />

»kompozisyonları, sâdece bir<br />

sohbet olarak düşünmeik ve değerlendirmek<br />

uygun olur.<br />

Emperyalizm, sâdece siyâsî<br />

4<br />

ve askerî sahada dünyâmızı başımıza<br />

yıkmakla yetinmedi, iktisaden<br />

sömürmekle doymadı;<br />

«bütün bunlardan daha elîm ve<br />

daha vahim olmak üzere» duygu,<br />

düşünce ve değerler dünyâmıza<br />

el attı. Üzerimizde devamlı<br />

bir kontrol ve güdüm tesis e-<br />

debilme'k için, siyâsî vesayetini<br />

ihlâl, iktisadî ve askerî menfaatlerini<br />

haleldar etmeyecek bir çiz<br />

gide bulunmamızı temin için,<br />

gelişme ve 'kalkınmamızın kendilerince<br />

münâsip görülen haddi<br />

aşmaması için bizi içten fethetmeğe<br />

giriştiler. Evet, askerleri<br />

«geldikleri gibi» def olup gittiler,<br />

oma kolejleri, hastahâneleri,<br />

misyonerleri, kitapları, kültür<br />

•merkezleri, ajanları kaldı. Yenileri<br />

açıldı, daha çoğu geldi. Ektikleri<br />

fesat tohumları yeşerdi.<br />

Kültür taarruzu devam etti ve<br />

hâlen de devam ediyor. Geriliğimiz,<br />

devamlı harbler neticesinde<br />

fakir, yorgun, perişan ve en<br />

mühimi insansız kalışımız, gafletlerimiz<br />

ve uğradığımız ihanetler,<br />

böyle bir taarruz karşısında<br />

şuurlu bir mukavemete<br />

imikân bırakmadı. «İman dolu<br />

göğüsler», bitmez tükenmez<br />

harblerde telef ve heba olduğu,<br />

vatanın maddesini kurtarmak<br />

için serhadlerde siper edildiği<br />

için, kültür taarruzu, önünü â-<br />

detâ bol buldu. Gönüllü yardımcıları<br />

da çoktur.<br />

Son askerî hesaplaşmamız,<br />

Sakarya kıyılarında, Afyonkara<br />

hisar'da oldu; biz yendik. A-<br />

ma kendi bayrağımız altında,<br />

kendi mekteplerimizde, kendi<br />

müesseselerimizde onlar bizi<br />

yendiler. Siyâs' istiklâlini ve son<br />

vatan parçasını, kanını sebil e-<br />

derek istilâdan kurtaran Türk,<br />

îman ve idrâk sahasında, kültürde<br />

istilâya uğradı. Başlangıçta<br />

zorla ve fıîle ile yuttuğu zehiri,<br />

şimdi samîmî olarak gıda ve<br />

derman zannediyor.<br />

Standart Türk aydını, bugün<br />

kendi kendisi olarak düşünemiyor.<br />

Düşündürülmek istendiği<br />

gibi düşünebiliyor. İdrâk doneleri<br />

dışardan veriliyor. İyinin,<br />

güzelin, doğrunun, makbulün<br />

Ölçüleri ithal malı. Bu<br />

ithalâtın kalitesi, standardı, ihracatçı<br />

tarafından tâyin edilmiş.<br />

Bu aydınla, Türkiye sınırlarının<br />

dışında Türk var mı, yok<br />

mu; bunu tartışmalısınız. Türk<br />

müslüman mı, değil mi; bunu<br />

tartışmalısınız. Türk vahşî ve<br />

barbar mı, medenî mi; bunu tartışmalısınız.<br />

Türk mûsikîsi, Türk<br />

<strong>edebiyat</strong>ı, Türk mîmârîsî, Türk<br />

hukuku, Türk'te ilmî, fennî, bediî<br />

bir istidat ve kaabNiyet,-<br />

Türk'e 'mahsus orijinal bir kül-


tür ve medeniyet var mı, yok<br />

mu; bunu tartışmalısınız. Hattâ<br />

bu millete Türk demeli mi, dememeli<br />

mi; Türk adına bağlı bir<br />

milliyet şuuru ve gayreti olmalı<br />

mı, olmamalı mı; bunu tartışmalısınız.<br />

Milli tarihini bilmenin<br />

ve sevmenin târihî kahramanları<br />

ve büyükleri ile iftihar etmenin,<br />

onların resimlerini mektep duvarlarına<br />

asmanın büyük bir hatâ,<br />

affedilmez bir gerilik, neredeyse<br />

medeniyete ve gelişmeye<br />

karşı işlenmiş bir cinayet sayıldığı<br />

bir Türkiye var bugün! Nelson'un<br />

heykelinden, Napolyon'un<br />

resminden gocunan bir<br />

İngiliz, Fransız düşünebilir misiniz<br />

Petro'sunu Katerina'sını<br />

sevmeyen komünist bir Rus tasavvur<br />

edebilir misiniz Dünyâda<br />

hangi mliletin aydınları, millî<br />

kültürlerinin - bırakınız şaheserlerini,<br />

dahîlerini - kırıntılarından,<br />

döküntülerinden vaz<br />

gedmiş Hâsılı Türk aydınının<br />

şahsında, kendi kimlik ve kişiliğinden<br />

kaçan, hangi kimlikte,<br />

nasıl bir kişilikte istikrar bulacağım<br />

bilemeyen; soyundan<br />

sopundan, kökünden kömecinden<br />

utanan; kendisine mahsus<br />

hiçbir sabit ölçü ve kıymet tanımadığı<br />

için o kalıptan bu kalıba,<br />

su taklidden bu taklide<br />

savrulan hasta bir şahsiyetle<br />

karşı karşıya sın iz. Yer yer cinnete<br />

varan bu şahsiyet buhranından<br />

bepimizde birer parça<br />

var. İçinde yaşadığımız manzara<br />

ve şartlar, şahidi ve muhatabı<br />

olduğumuz olaylar, akıllıyı deli<br />

etmeğe yeter!..<br />

Oünkü içimizden «müstemleke<br />

münevveri» tipinde adamlar<br />

yetiştirdiler. Onları gaalîp ve<br />

hâkim kılmanın çâresine baktılar.<br />

Çinli'ye, harb ederek zorla<br />

afyon yutturanlar, bize de<br />

kültür afyonu yutturdular. Türkiye,<br />

uzun zamandan beri, kafası<br />

ve ruhu müstemlökeîeşmiş bu<br />

«içimizdeki yabancı»nm kahır<br />

pençesındedir. Şimdi biz, Türklük<br />

- Müslümanlık diyerek kökünden<br />

güç almaya çalışanlar,<br />

mahkûm bîr kültürün ve îmânın<br />

temsilcileriyiz... Bütün gayretlere<br />

rağmen yok olmadık, amma<br />

mahkûm olduğumuz, acı<br />

da olsa, bir gerçek. Türklük<br />

şuuru ve İslâm îmânı inkişâf et<br />

meşin, feyiz bulmasın diye müstemleke<br />

ruhlu gönüllüler içerden,<br />

emperyalist mihraklar dışardan<br />

daimî bir teyakkuz ve<br />

taarruz halindedirler. Türklük<br />

ve Müslümanlık temelleri üzerinde,<br />

Türk ve Müslüman damgalı<br />

yeni bir medeniyet ve 'kültür<br />

hamlesi, onlar Pçin korkunç<br />

bir şeydir; her türlü vâsıta ve<br />

imkân kullanılarak böyle bir<br />

gelişme önlenmelidir. Müslüman<br />

Türk, yeniden kuvvet ve<br />

kudret kazanıp «babasının oğlu»<br />

olmamalıdır.<br />

Şu I. Dünyâ Harbi nedir<br />

550.000 şehid 891. 364 sakat,<br />

300.731 kayıp, 2.167.841 yaralı,<br />

129.644 esir; açlık, göç ve sari<br />

hastalıktan ölen l'.OOO.OOO sivil,<br />

dünyânın üçüncü donanması o-<br />

lan 143.459 tonluk savaş gemisi<br />

ile 101.668 tonluk ticâret gemisi<br />

binlerce km2 toprak kaybı<br />

ne demektir, hiç düşündük mü<br />

Biz İstiklâl Savaşı'm niçin<br />

ve kime karşı yaptık M. Kemâl<br />

Paşa ne yaptı da ona «Gazi»<br />

dedik Altı asırlık koca Osmanoğulları<br />

hanedanını devirecek<br />

güç ve prestiji nasıl kazandı<br />

Batı emperyalizmi yoksa, bu<br />

emperyalizmin âleti olan 400 yıllık<br />

dünkü teb'amız bir genç devletin<br />

orduları «Anadolu Seferi»<br />

nâmında bedbaht bir teşebbüste<br />

bulunmadılarsa, bu soular<br />

cevapsız kalır. Türkiye Cumtıuriyeti'nin<br />

temeli vak'a ve gerçek<br />

olarak Millî Mücâdele'dîr.<br />

Millî Mücâdele'siz ne Türkiye<br />

Cumhuriyeti, ne Atatürk, ne de<br />

Atatürkçülük olur.<br />

Milli mücâıdele'yi yaptık, a-<br />

ma bir Millî Mücâdele tefekkürü<br />

geliştiremedik, bir «Kuva-yı<br />

Mîllîye Rûhu»nu yaşatamadık.<br />

İstiklâl Harbi'ni başlatan ve başaran<br />

ruh ve îmandan ürktük,<br />

kaçtık. Böylesine millî bir tefekkür,<br />

duyuş ve heyecana imkân<br />

verilmedi de diyebiliriz. Nesiller,<br />

yalınkat Batı taklidçiliğinden i-<br />

bâret bir devrim heyecanı içinde<br />

her şeyi kolayca unuttular,<br />

bir kısmı da hiç bilmedi, bilemedi.<br />

İnönü, 'Sakarya, Dumlupınar,<br />

birbirinin tekrarı ve kopyası<br />

nutuk ve merasim malzemesi<br />

yapıldığı için «Vatan, millet, Sakarya»<br />

diye alay konusu oldu;<br />

sahnelerde, sohbetlerde komik<br />

unsuru olarak kullanıldı. Fransız,<br />

İngiliz, Yunan... dedirtilmedi;<br />

zaruret olan yerde sâdece<br />

«düşman» denilmekle yetinildi.<br />

Düşmanın adı söylenmedi. Gerçek<br />

ve müşahhas düşman hafızalardan<br />

silindi, «öcü» veya<br />

«umacı» gibi silik, kaypak bir<br />

masal mefhumu kaldı.<br />

Sonradan komünistler, kendi<br />

stratejilerinin bir İcâbı propagandalarının<br />

kuvvetli bir kozu<br />

olarak -yeni bir şey söylüyormuş<br />

gibi - bu meseleyi nesillere<br />

hatırlattılar. Batı bizi boğmak<br />

isterken, Lenin idâresinin<br />

nasıl yardım ettiğini, mübalağalar,<br />

çarpıtmalarla ballandıra ballandıra<br />

anlattılar. Bir gerçeği,<br />

kendi millî şartlan ve mantığı<br />

içersinde öğren em iyen genç beyinler<br />

için, yabancı bir doktrin<br />

ve ideolojinin, düşman bir propaganda<br />

merkezinin sunduğu<br />

teşhis, tablil ve tesbitier şaşırtıcı<br />

oldu. Başka yanlışlara sürüklenmenin<br />

ortaya takılmış yemi<br />

olarak kullanıldı. Kendi realitesini<br />

tefekkür konusu yapamıyan,<br />

mîllî fikir ve ideallerle<br />

kafası ve gönlü doyum la mı yan<br />

insanların yabancı bir tefekkürün<br />

ağına düşmelerini önlemek<br />

imkânsızdı. İnsanları, son derece<br />

sathî ve temelsiz nutuklarla,<br />

sloganlarla, ilk mektep<br />

seviyesini aşmryan manzume tefekkürü<br />

ile tatmin etmek mümkün<br />

değildi. İşte Türk çocukları<br />

bu fikir boşluğu içinde komünizmin<br />

ağına düştüler. Ciddî<br />

ve millî tefekkür ve Türk'ün<br />

( hak îmânı, Batı'nın Batıcı'nın<br />

işine gelmedi, imansız ve tefekkürsüz<br />

ilân'ihâye yaşamak<br />

mümkün değildi, işte bu açmazda<br />

Türk çocuklarını, yabancı bir<br />

tefekkür ve bâtıl bir îmanla komünizm,<br />

daha doğrusu Rus emperyalizmi<br />

yakaladı. Emperyalizmi,<br />

harp meydanlarında ilk<br />

defa ummadığı bir mağlûbiyete<br />

uğratmış bir milletin çocukları,<br />

5


teorisi ve pratiği ile kendileri<br />

başkalarına öğretecek yerde,<br />

Rus tezgâhından yanlış ve zararlı<br />

bir kompozisyon içinde emperyalizm<br />

öğrenmeye kalkışınca,<br />

felâket üstü felâket oldu.<br />

Millî varlığımızın üstüne<br />

bir sırtlan 'kadar iğrenç saldıran<br />

zorba bir güce karşı, millî ıztırap<br />

ve mukavemetin, millî isyan<br />

ve ümidin bihakkın sesi o-<br />

larak «Tek dişi kalmış canavar!»<br />

diye haykıran bir millî şâirin,<br />

«medeniyet düşmanı bir yobaz»<br />

olup olmadığını tartışmakla<br />

vakit öldürecek yerde, bu şâir<br />

kimdir, nereden gelip nereye gidiyor,<br />

hangi olayların kahramanıdır;<br />

feryadı, isyanı, öfkesi hangi<br />

târîhî devir ve şartların içinden<br />

yükseliyor, ikime diyor, niçin<br />

diyor'a kafa yorsa idik; son<br />

noktada genç nesillerimiz, «anti<br />

emperyalizm» temasını propagandasının<br />

başına oturtmuş<br />

komünist avcıların gaafii ve<br />

şaşkın şikârı olmazdı.<br />

Yıkılan bir imparatorluktan<br />

önümüzde kalan son hak kırıntısı<br />

Musul'un, ingiliz menfaatinin<br />

oyuncağı Cemiyet-i Akvam<br />

(Milletler Cemiyeti) kararı ile<br />

(1926) nasıl çatır çatır elimizden<br />

alındığı, Türk nesillerine iyi öğretil<br />

şeydi, emperyalizmin petrol<br />

istinasını marksist propaganda<br />

broşürlerinden öğrenmek durumunda<br />

kalmazdık. Adetâ çağdaş<br />

mukaddesler olarak propagandası<br />

yapılan Birleşmiş<br />

Milletler ideallerinin «vetocu büyükler»<br />

tarafından bugün nasıl<br />

perîşan edildiğini de yerli yerine<br />

oturtabilirdik, Ama «Aman Lozan'a<br />

gölge düşmesin, aman<br />

Batı küsmesin, Rusya öfkelenmesin»<br />

diyerek, yaşadığı kümesi<br />

kâinat zanneden tavuk gibi<br />

yetiştirildik. Tâyin edildiği şartların,<br />

o ân için «mümkün olan»<br />

ifâdesinden başka bir şey olmadığı<br />

halde, sınırlarımızı Allah<br />

emri gibi bekledik. Neredeyse<br />

kaybettiklerimize bayram edecek<br />

bir haleti ruhiye telkin e-<br />

dtfdij Halbuki kazanılanların,<br />

kurtarılanların sevinci kadar,<br />

kaybedilenlerin, kurtarılamıyanların<br />

acısına da insanların ihti­<br />

6<br />

yâcı vardır. Gaflet sayılmakla<br />

Ditecek gibi değil... Bilmememizi<br />

istediklerini bildirmediler, biz<br />

de bilmedik. Bulduğunuza, lütfen<br />

elinizde bıraktıklarımıza<br />

şükredin dediler; biz de şükredip<br />

talepsiz, şikayetsiz oturduk...<br />

Bize unutturduğu târîhî, Avrupalı<br />

kat'iyyen unutmuyor. En<br />

câhil ve târihe en bigâne olanının<br />

bile şuur altında Türk düşmanlığı<br />

ve nefreti var. Almanya'-<br />

daki «yabancı düşmanlığı» uydurma<br />

bir şaşırtma tâbiri; işin<br />

gerçeği ve aslı, düpedüz Türk<br />

düşmanlığından ibarettir. Sözde<br />

dostluk gösterileri de, Türk'ü<br />

ürkütüp, kızdırıp reaksiyona<br />

sevk ederek kontrolden kaçırmamanın,<br />

Sovyetlere karşı u-<br />

cuz bir muhafızdan mahrum<br />

kalmamanın daha şuurlu ve a-<br />

kıllı, özünde daha koyu bir düşmanlık<br />

bulunan gayretinden<br />

başka bir şey değildir. Eskiden<br />

Türkiye'de bir derlenme toparlanma<br />

oldu mu, işlerin hakkından<br />

gelecek bir insan potansiyeli<br />

teşekkül etti mî harb ilân e-<br />

der, tüketirlerdi. Şimdi de ne<br />

zaman heyecanlı bir kalkınma<br />

hamlesi başlasa, bir parça imâr,<br />

inşâ, iktisaden güçlenme, kültürce<br />

uyanma ve kendine dönme<br />

eseri görülse, içten bir karışıklık<br />

çıkartıp her şeyi allak<br />

bullak ediyorlar. Asılan bir Başvekrl'in<br />

kaderinde, Türk'ü güçlendirmek<br />

ve yüceltmekte samimî<br />

heyecanları ve gayretleri<br />

olan bir devlet adamının emperyalist<br />

güç mihraklarınca cezâlandırılışını<br />

düşünmek acaba<br />

fazla bir vehimlilik mi olur<br />

Demokrasiye geçtiğimizden beri,<br />

ancak ordu müdahalesi ile<br />

durdurabildiğimîz iç karışıklıklar;<br />

tıkanıklıklar ve buhranlar, acaba<br />

sâdece kendi şartlan içinde olup<br />

biten basit hâdiseler midir Târîhî<br />

vak'alar bîr yana, CIA filmlerinde,<br />

KGB hikâyelerinde İn<br />

telijans Servis numaralarında<br />

bize ibret olacak, düşüncelerimize<br />

kıyas materyali teşkil e-<br />

decek hiç bir şey yok mu Ben<br />

kaniim ki, bilgimle değil sezgimle<br />

kaniim ki, Türk'ü güdük<br />

ve güçsüz bırakmakta, Türkiye'­<br />

yi hiçbir zaman birinci sırada bir<br />

devlet yapmakta Rus'tan İngiliz,<br />

Fransız, Alman ve Amerikalı'ya<br />

kadar hepsinin hissi ve kanaati<br />

birdir. Hattâ bu, kanaate,<br />

onların tesir ve güdümüyle, din<br />

kardeşimiz Araplar da katılır.<br />

Hepsinin birbirinden farkı, derece<br />

farkıdır, mâhiyet farkı değil.<br />

Türkiye'de Türk varlığı ve<br />

kültürü, İslâm imânı nâmına girişilecek<br />

her müsbet teşebbüs,<br />

atılacak her adım, emperyalizmle,<br />

onun yerli işbirlikçileri<br />

ile bir hesaplaşma olacaktır.<br />

Bu yolda, mâruz kalınmış<br />

ve kalınacak her darbe, doğrudan<br />

veya dolaylı olarak emperyalizmin<br />

darbesi;dir. Âlet kim<br />

veya ne olursa olsun, balyozun<br />

sapı, emperyalist mihrakların e-<br />

lindedir...<br />

Biz emperyalizmin doğulusunu,<br />

batılısını ayırmayız. Komünisti,<br />

kapitalisti fark etmez.<br />

Son yıllarda çok tekrarlandı, Lenîn,<br />

bir de kitap yazmış, «emperyalizm,<br />

kapitalizmin son aşamasıdır»<br />

diyor. Tasdîk ederim;<br />

'hem «son aşaması,» hem de «ilk<br />

aşamasıs'dır. Önce dünyâyı soyup<br />

kapital biriktirdiler, sonra<br />

bu kapitalle kurulan sisteme kapitalizm<br />

denildi. Şimdi de iddia<br />

ve isbât olunabilir ki, kapitalizm<br />

devam edip yaşıya bilmek i-<br />

için emperyalizme mahkûmdur.<br />

Peki, Lenin'in «fertlere ekmek<br />

ve hürriyet, milletlere istiklâl»<br />

vaad ederek kurduğu komünizm<br />

nedir Komünist şeflerin,<br />

sâdece «kızıl çarlar» olduğunu<br />

anlamak İçin dünyânın uzun<br />

süre beklemesi gerekmedi. Bugün<br />

Orta Avrupa'dan Bering<br />

Boğazına, Kamçatka'ya, Kuzey<br />

Moğolistan ve Kore'ye kadar u-<br />

zanan muhteşem Sovyet imparatorluğu<br />

haritasına bakan bir<br />

göz, emperyalizm komünizmin<br />

neresindedir, çok iyi görür. Yetmezse,<br />

Ortadoğu'ya, Afrika'ya,<br />

Orta ve Güney Amerika'ya bakmalı.<br />

Macaristan, Çekoslovakya,<br />

Afganistan, Polonya hâdiseleri<br />

üzerinde birer dakikacık<br />

olsun düşünmeli. Türkîye'-


nin II. Dünya Harbi sonrası krizini,<br />

hatırlamalı. Türkiye'de ortaya<br />

çıkan terör örgütlerini, silâhlarını,<br />

sloganlarını unutmamalı.<br />

iBütün bunlara rağmen,<br />

komünist emperyalizmini göremiyen<br />

adamın idraksizliğini Kırım,<br />

Kazan, İdil - Ura!, Kafkas,<br />

Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan,<br />

Tacikistan, Kırgızistan,<br />

Kazakistan, Sibirya ve Altay<br />

Türkleri, ölüleri ve şehidleriyle<br />

birlikte lânetliyecektir!<br />

Türkiye Türkleri olarak -<br />

emperyalizm ajanı solun «Truva<br />

atı» ve değişmez Nobel adayı<br />

Y. Kemal, şâ ! heser(!)lerinde<br />

ne kadar alay etmiş olursa olsun,<br />

tâbiri kullanacağım = «son<br />

müstakil Türk devletini» korumak<br />

ve yüceltmek için, târihî<br />

Rus - Slav emperyalizminin kızıl<br />

maskelisi olan komünist yayılmacılığına<br />

karşı, her türlü siyâsî<br />

ve askerî ittifaka girmemiz<br />

tabiîdir. Buna mukabil askeri<br />

ve siyâsî müttefiklerimizin kültür<br />

taarruzuna ikarşı, iktisadî<br />

baskı ve tıkama gayretlerine<br />

karşı, silah ambargosundan, insan<br />

olanın idrâkini şimşek gibi<br />

aydınlatacak şu tişört ambargosuna<br />

kadar hasımâne hareketlerine<br />

karşı direneceğiz, mücâdele<br />

vereceğiz. Târihimize, dînimize,<br />

kültürümüze, geleneklerimize,<br />

millî güç ve imkânlarımıza<br />

dayanarak haklarımızın, varlık<br />

ve şerefimizin davacısı olacağız.<br />

Rakip, hasım ve düşmanlarımızı<br />

güçlü ve kaa'hir kılan,<br />

ilmi, tekniği, organizasyon şekillerini<br />

öğrenmek için bize, yarayışlı<br />

âlet, usûl ve müesseselerini<br />

bünyemize adapte ederek iktibas<br />

için düşman önüne öğrenci<br />

ola rak otu rmakta kom p lekse<br />

kapılmıyacağız. Sâdece dikkatli<br />

ve uyanık olacağız. Fâtih bir<br />

milletin çocuklarıyız; çağdaş<br />

fetih hedeflerimiz de bunlardır.<br />

Şuurlu bir seçme yapmaya imkân<br />

verecek ruhî ve manevî istiklâlimizi<br />

kaybetmeden medeniyet<br />

fethine çıkacağız. Türk târihî,<br />

Türk kültürü, İslâm îmânı,<br />

kuşanmasını bilene târihin imtihanından<br />

geçmiş çok sağlam<br />

bir zırhtır. Hem içte, hem dışta<br />

emperyalizmin tahakkküm çemberini<br />

kırmanın da en büyük imkânı<br />

bunlardır. Zihnî ve manevî<br />

istiklâlini her şeye rağmen kaybetmemiş<br />

aydın, ana kaynağa,<br />

Türk milletine giderek, târihinin,<br />

dîninin, kültürünün kısaca<br />

milliyetinin zırhına bürünerek bu<br />

çemberi içte de, dışta da parçalıyabilir.<br />

Bu büyük millî zuhurun<br />

formülü, Millî Mücâdele'de<br />

olduğu gibi, «kuvâ-yı miliîyeyi<br />

âmil ve irâde-i millîyeyi<br />

hâkim kılmak» tan ibarettir.<br />

Böyle bir zuhura imkân verecek<br />

sistem ise, şüphe yok ki yalnız<br />

demokrasidir.<br />

İngiliz'in İngiliz, Rus'un<br />

GÖKYÜZÜ<br />

Rus, Alman'ın Alman olduğu kadar<br />

Türk olmaktır dâvamız.<br />

Kendi kültür ve değerlerimize<br />

bağlılıkta, Amerikalı'nın çok müsamahalı<br />

görünen kendi nizâmını<br />

üzerine oturttuğu Anglo -<br />

Sakson beyaz kültürü üzerindeki<br />

dikkat ve hassasiyetinden<br />

fazlasını istiyor değiliz. Büyük ve<br />

güçlü Türkiye, kimseyi soyup<br />

sömürecek değildir, kimseye saldıracak<br />

değildir. Sâdece dünyada<br />

daha âdil ve insanî bir nizam<br />

ve bu nizam içinde kendisine<br />

şerefli bir yer talebi olur. Bu<br />

da hem vazgeçilmez hakkımız,<br />

hem de asla bîgâne kaiınamıyacak<br />

vazîfemizdir.<br />

Gökyüzü de insanlar gibidir<br />

Kâh güler kâh somurtur<br />

Güzün soluk tezgâhında<br />

Hüznün külrengi kumaşlarını dokur<br />

Gökyüzü tedirgindir mevsimlerin hışmından<br />

Sanki yırtılacaktır o uçuk mavi tülü<br />

Çekip gidecektir en sevimli kuşları<br />

Solacaktır bahçelerde ümidin pembe gülü<br />

Sonunda soyunur gökler şiirini<br />

Sevimsiz bir telâşla ürperir durur<br />

Kirli kara bir örtüdür üstümüzdeki sanki<br />

Hüznün sarı parmakları camlarımıza vurur<br />

Kat kat gökyüzünün de bir yalnızlığı vardır<br />

Muhteşem ve buriik<br />

Aldanmayın gülümseyen yıldızlarına<br />

Bulutlarla kederlidir fırtınalarla kopuk<br />

Gökler ümit şarkısı akortsuz kemanların<br />

Gönül kubbelerinde çınlayıp yankılanan<br />

Som ipekten sayfası en büyük destanların<br />

Bin özlemle okunan bin özlemle aranan<br />

İlhan GEÇEK<br />

7


Charles Rappoport çok geniş<br />

kültürü olan bir düşünce adamıdır.<br />

Anatole France'in yakın<br />

dostudur. Dünya dillerinde yayımlanan<br />

oniki ciltlik tek sosyalist<br />

ansiklopedinin mimarları a-<br />

rasındadtr. Ayrıca «Bir gelişme<br />

ilmi olarak Tarih Felsefesi» (iikinci<br />

baskı 1925) isimli nefis bir<br />

eserin de yazarıdır. İbn Haldun'-<br />

u Batı dünyasına tarih felsefesinin<br />

kurucusu olarak tanıtan<br />

'kitap, tarihin belli başlı meselelerini'<br />

de ele almaktadır. Rappoport<br />

iktisatçıdır ve Rus intelijansiyasının<br />

Fransa'ya yerleşmiş<br />

temsilcilerindendir. Okuyacağınız<br />

parçayı «Tarih Felsefesi»<br />

adlı kitabından derliyoruz.<br />

Ferdin tarih d ek i rolünü a-<br />

raştıranlar üç çözüm yolu getirmişlerdir<br />

:<br />

1 — Fert, tarihin gerçek â-<br />

milidir. Faaliyetiyle tarihî hareketi<br />

yapan o'dur.<br />

2 — Ferdin kendisi tarihî<br />

gelişmenin mahsulüdür.<br />

3 — Fert bazen tarihin â-<br />

milidir, bazen eseri.<br />

1)' Fert tarihin en önemli<br />

ve nispeten en bağımsız faktörüdür.<br />

Gelişmenin hem başlangıç<br />

noktası ve hem de hedefidir.<br />

Her şeye fertle ve fert için.<br />

Tarihten o sorumludur. Geçmişi<br />

de, günü


urlu fert tarafından verimleştjriimedikçe<br />

asırlardan beri toprağın<br />

derinlerinde yatan maden damarlarına<br />

benzer. Onlardan faydalanmak<br />

için madencinin kazmasına<br />

ihtiyaç var. Fert, faaliyetiyle<br />

çevreyi harekete geçirmelidir.<br />

Tarih o zaman başlar.<br />

Kaldı ki çevre daima bir i-<br />

lerleme faktörü de değildir. Çok<br />

defa tarihin akışına bir engeldir.<br />

Terakki demek mücadele demektir.<br />

Tabiî engellerle mücadele.<br />

Tecrübe ile ilim binbir<br />

güçlükle alteder bu engelleri.<br />

Mesela insanlık bunların muhar<br />

gücünü binlerce yılda keşfedebildi.<br />

Tera'k'kiyi engelleyen<br />

çeşitli menfaatlarla mücadele.<br />

Kendi tutanaklarımız, kendi zaaflarımızla<br />

mücadele. Budalalıkla,<br />

kötülükle, cehaletle mücadele.<br />

Demek tarihin akışına<br />

yardım eden faktörler de var. Q-<br />

nu dizginleyen faktörler de. Her<br />

iki durumda da biricik etkin ve<br />

şuurlu faktör ferttir. Fert, bazan<br />

tarihi bir adım ileri götürmek i-<br />

çin-çevresindeki müspet unsursurlardan<br />

faydalanır. Bazan terakkiye<br />

engel olan menfî unsurları<br />

yokeder. İlerlemek isteyenler<br />

vehimlerle avunmomalıdırlar.<br />

Güçlükle elde edilen fetihler her<br />

an tehlikededir. Terakkinin fert<br />

dışında 'kendine has bir 'korunma<br />

gücü yoktur. Muhafaza e-<br />

dilmesi için her an çaba göstermemiz<br />

lazım. Kaldı ki terakki<br />

sandığımız şey ço ! k defa ciladan<br />

ibarettir. Toplum tabakalarından<br />

çoğu hâlâ ilkel. .Batı medeniyetinin<br />

yayıldığı bölgeler yeryüzünün<br />

'küçük bir 'kısmı. Dünyanın<br />

bir ço'k bölgelerinde cehalet,<br />

sefalet, taassup hüküm sürüyor.<br />

Namuslu insanların görevi<br />

büyük. Nikbin ve çocukça bir<br />

objektivizme bel bağlayamayız.<br />

Terakki kendi kendine olmaz.<br />

İnsanoğlu uzun zaman kendi dışındaki<br />

güçlere güvendi. Tarihî<br />

sürecin objektif gücü gibi yeni<br />

tanrılara inanmıyoruz. Tek<br />

ilerleme gücü, ya tek başına yahut<br />

toplu olara'k çalışan insandır.<br />

İnsanın maddi, fikrî ve ahlakî<br />

'kurtuluşu kendi eseri olar<br />

cak veya hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.<br />

BEN EN eîİZEL ŞİİRLERİ ALİRİM KOYNUMA<br />

Bir ölüm sessizliğine bürününce gece<br />

Tılsımlı bir gül gibi seni asarım boynuma<br />

Gözlerin uzakların şarkısını söyler ılık ılık<br />

Benimse bedenim gömülür kuma<br />

Ne atlar koştururum düş ufuklarına<br />

Gönlümdür böyle vakitlerin en yiğit cendermesi<br />

En güzel şiiri alırım koynuma<br />

Diriltir toprağımı ak-ak terlemesi<br />

Geçerken eski bir beldeye uğrar yolum<br />

Yıldızlarla dertleşirken yıkık surlar<br />

Atım huysuzianır birdenbire<br />

Karanlıkta üç adam bir darağacı kurar<br />

Ve bilirim ki artık sabah yakın<br />

Yeni bir infazın kumaşıdır dokunan<br />

Sular kirlenmeden abdest almalı<br />

Vakte sıçramadan bir damla kan<br />

Kaçarcasma ayrılırım oradan<br />

Yolda karşıma bir harab değirmen çıkar<br />

Değirmenin öğüttüğü buğdaydan çok<br />

Ne insanlar görmüştür yanındaki çınar<br />

Derim ki bir imza da ben atayım<br />

Bıçak ve çivi yaralarıyla seğiren gövdesine<br />

Çınar mı ağlar yoksa ben mi çok duygulanırım<br />

Ellerim kelepçelenir bir ah sesine<br />

Çok mezarlar görürüm yol kenarlarında<br />

Olabildiğince bakımsız ve kitabesiz<br />

Belli ki hepsi de hasret gider garip kişiler<br />

Gökyüzü ile konuşurlar alfabesiz<br />

Dönerim yüreğim acılı atlarım yorgun<br />

Elimdeki kamçı Ankara kadar soğuk<br />

Ansızın bir yüz yansır gönlümün aynasına<br />

Hazreti İbrahim gibi nurdan bir çocuk<br />

Anlarım ki artık cemre düşmüştür<br />

Dağlara bakarım, bahar kokusunu alan dağlara<br />

Eşiklikten içeri adım atmadan<br />

Yemden at sürerim ak çağlara<br />

Bir ölüm sessizliğine bürününce gece<br />

Tılsımlı bir gül gibi seni asarım koynuma<br />

Gözlerin aydınlığın şarkılarını söyler ılık ılık<br />

Ben en güzel şiirleri alırım koynuma<br />

BAHATTİN KARAKOÇ


KAN<br />

AĞAÇLARI<br />

Adnan<br />

Adıvar<br />

ÜNAL<br />

Hayatın mânası sandığım yıldız<br />

Buzda çocuk gibi kaydı aniden<br />

Bozlaktan, türküden, leylim maniden<br />

Bir ışık verin bana yeniden<br />

Ürperiyor mahzun kalbim yalnız<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Umut düşer derin hendeklere<br />

Boynumda sevdam paslı bir lâle<br />

Hasret kan gölünde yanar meşale<br />

Kan köpürüyor şimdi şelale<br />

Düşmanım başlığı can olan gerdeklere<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Çok uzaklarda orda bir yerde<br />

işti ışıl ok gözlü çocuklarımız<br />

Geleceklerine elpençe divan durduklarımız<br />

Hedef diye bir bîr vurduklarımız<br />

Pişmanlık çare değil şimdi bin derde<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Dertlerim aşerme çağındadır<br />

Bin yıldız düşermiş, düşse ne çıkar<br />

Bir ışık seli halinde akar<br />

Çoban ateşleri bağrımı yakar<br />

Karanlık gözlerimde yalımlar çağıldatır<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Buiur sonsuzluğu sevincim ve kederim<br />

Gökler gibi boşanacağım birgün<br />

Dilden dile taşınacağım birgün<br />

Her doğuşta yaşanacağım bingün<br />

Aynı ipte asılmakmış kaderim<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Hatırla, neler verdim bir bakışına<br />

Celladımı ben kurtardım ölümden<br />

Sevmekten değil, nefretimden zulümden<br />

Bahar nerde, kış yağarken gönlümden<br />

Dünyaları yığsan bile başıma<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Bir kara gecenin derinliğinde<br />

Zorluğunu anladım bir ömür beklemenin<br />

Farkı varmış gelmemekle gelememenin<br />

Mezbahada kuzularla bir olup melemenin<br />

Uğultulu selinde, alev nehrinde<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Çiçekler sabaha karşı açarmış<br />

Koklarsın bir sabah beni gül gibi<br />

Çığlık çığlığa şu bülbül gibi<br />

Beyaz güle hasret bir gönül gibi<br />

Görürsün kanlı bir gül nasıl açarmış<br />

Bizi ayıran birşey var<br />

Can ağaçları devrildi ormanın<br />

Şafakla yükseldi kan ağaçları<br />

Yağmur yağar alnında ıslak saçları<br />

Yarın korkusundayken nar ağaçları<br />

Hangi bölümünde kimbilir bir romanın<br />

Bizi ayıran birşey var


Ali Akbaşla<br />

"Masa! Çağı"<br />

Üstüne Bir Kornişin<br />

Bayram Bilge TOKER<br />

Takdim Yerine:<br />

Ali Akbaş'ı çok yakından tanımak fırsatı bulmam<br />

—kelimeyi bütün ağırlığı ile kullanıyorum--<br />

büyük bahtiyarlığım olmuştur. Mizacına ve insan<br />

yönüne dair söyleyeceklerim, O'nu tanımayanlarca<br />

övgü olarak nitelendirilebilir. Bunu da benden<br />

çok Ali Akbaş'ı rahatsız edeceğini bildiğim<br />

için vazgeçiyorum.<br />

Hoca'nın sohbetlerinin tadını bilen bilir. Hele<br />

bir de köylü iseniz ve köylülüğünüzü, bundan haz<br />

duyacak bir şuur ve idrak içinde yaşıyorsanız<br />

artık dili çözülüverir. Kendinizin de dilinizin çözüldüğünü<br />

—hayretle— farkedersiniz. Ve hatıraların,<br />

çocukluk günlerinin tatlı sisi içinde kayboluverirsiniz.<br />

Bir şeyi defalarca anlattığı olur, fakat her<br />

seferinde sıkılmadan, ilk defa duyduğunuz andaki<br />

zevkle dinlersiniz. Hiç değilse bu benim<br />

için böyledir.<br />

Masal Çağfnın basılma hikayesini yakından<br />

bildiğim için söylüyorum, eğer Alper Aksoy'un<br />

kitabın çıkacağını habersiz ilânı ve ondan sonra<br />

da devamlı ısrarı olmasaydı, Masal Çağı'nın çıkışı<br />

meçhul bir tarihe ertelenmiş olacaktı. Yahya<br />

Kemal, Tanpınar ve Dıranas'ta da gördüğümüz<br />

kitap çıkarmak konusundaki bu titizliğin sebebi,<br />

mükemmeliyet endişesi ve sanata verilen değerdir.<br />

Akbaş'ın bu titizliğini ve sabrını elbette ki takdirle<br />

karşılamak gerekir. Madem ki kitap yayınlandı,<br />

hakkında ileri geri söylenecek, yazılacaktır.<br />

Masal Çağı'ndaki şiirler de, bu kadar uzun<br />

bir sürede, yapılacak müsbet, menfii bütün tenkitleri<br />

göğüsleyecek gücü kendilerinde toplamışlardır<br />

herhalde. Bence, bu şiirlerdeki sağlamlığın<br />

en büyük garantisi, şairinin düşünen insan —aydın—<br />

olma yönüdür. O, «Şair, şiirinin şuurunda<br />

olan insandır» der.<br />

Aslında bu sohbetin konusu olan şiir ve sanat<br />

meselelerini daha önce Ali Ağabeyle çok konuştuğumuz<br />

olmuşıtur. Ve bu sohbetlerden çok<br />

faydalanmışımdır. Masal Çağı'nın yayınlanması<br />

vesilesi ile, Hoca'nın şiir üzerine dikkate değer<br />

görüş ve fikirlerini, daha derli toplu bir sohbet<br />

çerçevesi içinde, siz okuyuculara takdim etmenin<br />

faydalı ve güzel olacağını düşündüm. İşte şunları<br />

konuştuk:<br />

— İlk şirinizin 1959 yılında mahalli bir gazetede<br />

yayınlandığını ve bundan sonra, 1963 yılında<br />

yarışma birincisi seçilen şiirinizin Kahramanmaraş<br />

Lisesi Marşı olarak kabul edildiğini biliyorum i<br />

O günden bugüne şiir yazıyorsunuz fakat kitabınız<br />

1983'de çıkıyor. Belli ki hiç aceleci değilsiniz.<br />

— Biliyorsunuz, ben şiiri çok ciddiye alıyorum.<br />

Ve kitap çıkarmak gibi bir niyetim de yoktu<br />

aslında. Doğuş Dergisi sahibi Alper Bey'in, bir<br />

emri vakisi neticesi çıkarmak durumunda kaldık.<br />

Bitmemiş bir arayıştır benim şiirdeki tutumum.<br />

Onun için gecikti. Ayrıca şairlik çok ciddi bir iştir.<br />

Ben kendimi tam anlamı ile şair de addetmiyorum.<br />

Şair bazı dünyevî kaygulan, kenara atar,<br />

bu da biliyorsunuz biraz yiğitlik ister. Oysa biz,<br />

meslek endişesi, geçim zorluğu, gibi pratik hayatın<br />

kargaşası içinde boğulup gidiyoruz 1 . Şairlik, bu<br />

tür endişelere meydan okuyacak kadar serazat-<br />

Iık ister. Şiirini kendinden çok sevmeyince, o<br />

mehlikâ kolay ele geçmez.<br />

— Divan ve Doğuş dergilerini çıkaran her iki<br />

ekipde de bulundunuz. Asıl önemlisi bu dergilerde<br />

yayınlanan şiirlerin —büyük ölçüde tek başınıza—<br />

seçiciliğini üstlendiniz. Dergiye gelen hemen<br />

bütün şiirleri kılı kırk yararak okuduğunuzu<br />

ve her şiirin yanına düşüncelerinizi yazdığınızı<br />

biliyorum. Bu size şiir yazan, şiirle uğraşan genç<br />

nesli tanıma fırsatı verdi. Tavsiyeleriniz demeye-<br />

11


yim isterseniz, bu şiirler, şairleri ve dolayısıyla<br />

şiirimizin geleceği bakımından kanaatleriniz nelerdir<br />

— Yazan çok ama iyi yazan maalesef az.<br />

Gönderilen şiirler arasımda binde bir pırıltıya rastlıyoruz,<br />

Bu da onların genç oluşlarının tabii neticesidir.<br />

Zaten söz konusu dergiler, amatör kadroların<br />

teşebbüsüydü. Ama yine de, mazur görülmeyecek<br />

bazı kusurları belirtelim. Bir kere gençlerimiz<br />

okumuyorlar. Şair mizaç, kaliteli anlatım<br />

zor rastlanan bir şey. Önceki büyükler, önceki<br />

ustalar tanınmadan güzel şiir yazılmaz. Oysa şiir,<br />

geleneğimizdeki tecrübeleri kavrayıp yeniyi kurma<br />

işidir. Fuzuli'den, Karacaoğlan'dan bu yana,<br />

Halk ve Divan Edebiyatımızın güzel örneklen, bir<br />

kere, okunmalı. Ve yeni şiiri, Cumhuriyet dönemi<br />

şairlerimizi, Yahya Kemal ve Necip Fazıl'dan başlayarak,<br />

Dağîarca'yı, Orhan Veli'yi, Cahit Sıtkı'yı,<br />

Arif Nihat Asya'yı, Dırans'ı Tanpınar'ı Sezai Karakoç'a<br />

kadar gelen seçkin imzaları tanımalı. Ayrıca,<br />

tercüme yoluyla da olsa, Batı'daki seviyeli<br />

örnekleri okumalı. Gençlerde böyle bir cehd yok.<br />

Dergilerde şiirim çıksın hevesiyle bir sürü şiir yazıyorlar.<br />

Günümüzde bir arabesk salgını var ya,<br />

bu şirimizi de etkliyor. Onların güftelerine nazire<br />

gibi şeyler yazıyorlar. Tabii çok cılız, insanı<br />

kızdıran örneklerle karşılaşıyoruz.<br />

— Yani gençlerin şiirinin kaynağı arabesk<br />

güfteleri diyorsunuz.<br />

— Evet, arabesk ve aranjman sözlerinin etkisini<br />

çoğunda görüyoruz.<br />

— Gelecek hakkında ümitsiz misiniz<br />

— Biz iyi örneğe az rastlıyoruz ama herhalde<br />

her devirde bu böyle olmuştur. Bir Kanuni<br />

devrinde binlerce şair bu yarışa katılmış, bunların<br />

içinden, üç beşi kalbur üstünde kalabilmiş.<br />

Ancak bunlardır ki günümüzde de okunabiliyor.<br />

Ayrıca, her müessesemizde olduğu gibi kültür<br />

hayatımızın da bir arayış dönemini yaşadığını,<br />

hesaba katalım. Kültür hayatımız durulup berrakiaştığında,<br />

bu arayışlar da meyvesini verecektir<br />

inşallah. Burada Viktor Hügo'dan ,bir kaç<br />

satır okuyalım. Şöyle diyor: Ey Şairler, rekabet<br />

güzelin yaşaması içindir. Birincilik daima münhaldır.<br />

Cesareti kıran, kanatlan düşüren ne varsa<br />

s£küp atalım. Sanat bir cürettir.»<br />

— İmzanıza dergilerde de pek sık rastlamıyoruz.<br />

Galiba 1975'lerde çıkan Öncüler, daha sonra<br />

1979'da yayınma başlayıp iki yıl çıkan Divan,<br />

ve son olarakda Doğuş'ta yayınlandı şiirleriniz.<br />

Çoğu da ilk iki dergide çıktı, herhalde. Açık söylemek<br />

gerekirse, bu dergiler (tirajı her ay yükselen<br />

Doğuş'u konumuz dışında tutarsak) geniş<br />

okuyucu kitlesiyle bütünleşmemiş dergiier. Mesela<br />

o yıllarda ve çok eskiden beri çıka^ Hisar, Hareket,<br />

70'lerden sonra yayınma başlayan Türk<br />

Edebiyatı dergilerinde şiirlerinizi göremiyoruz. Bunun<br />

sebebi nedir<br />

— Bu dergileri çıkaranlarla irtibatımız olmadı.<br />

Benim de illâ şiirim yayınlansın gibi bir hevesim<br />

olmadığı için, deftere yazıp arkadaşlarıma<br />

okumak beni tatmin ediyordu.<br />

— Halbuki dergi bence teşvik eaicidir. Siz<br />

bu teşvik olmadan da şiire devam eden ender<br />

şairlerdensiniz.<br />

— Bilmem.<br />

— Taa başta soracaktım fakat unuttum. Bir<br />

yerde okumuştum, «Kitap çıkarmak, bir anlık sevinç<br />

ve hüzünlerimizi aksettiren kırık ayna parçalarını<br />

bir araya getirip bütün hayatımızı bir endam<br />

aynasında, kendimizi boydan boya seyretmek<br />

gibi bir şeydir» diyor. Masal Çağ' çıktığı zaman<br />

siz neler hissettiniz<br />

— Vallâ bir heyecan duymuş değilim. Şiirlerim<br />

dergilerde falan arkadaşlara, okuyuculara kadar<br />

ulaşmıştı. Şiirlerimi yayınlamadığım yıllarda da,<br />

geniş bir arkadaş çevremiz olduğu için, o yıllarda<br />

da sohbetlerde ve elden ele gezerek okunmuştu<br />

bunlar, Tenkid görmüştü, beğenilmişti veya beğenilmemişti.<br />

Onun için kitap bir heyecan uyandırmadı<br />

bende. Şimdi de daha geniş bir okuyucu<br />

kitlesi şiirlerimi tanıma fırsatı bulacak ve kıymetli<br />

tenkidlerini bildirecekler. Müsbet veya menfî<br />

hepsi de saygı değerdir.<br />

— Şiir yazanlar arasında bile şiire bir fantazi<br />

gözüyle bakanlar var. Bunu açık açık söylemiyorlar<br />

tabii. Ama yazdıklarından belli oluyor. Sizce<br />

şiirin hayata nisbeti nedir<br />

— Şiirsiz hayat çok kuru olurdu. Bütün sanat<br />

hareketleri saygıdeğerdir. Şiir tabii olmalı,<br />

hayata karışmalı. Ona bir fantazi gözüyle bakanlar<br />

bu işin geçici heveskârlarıdır.<br />

— Sizin kendinize has diyebileceğim bir tavrınız<br />

var bence. Serbest şiirin kısa, hatta birer<br />

kelimelik mısra yapısını ustaca kullanıyorsunuz.<br />

Serbest veznin fazlalıklardan /e aşırılıklardan,<br />

daha önemlisi yapmacıklıktan arınmış temiz, pırıl<br />

pırı! örneklerini verdiniz. Bu noktaya nasıl<br />

geldiniz Daha açıkçası ustalarınız kimler oldu<br />

desem<br />

— Teşekkür ederim, iltifat ediyorsunuz. Ne<br />

kadar başarabildim bilmiyorum. Yukarda eskileri<br />

okumak derken bunu kastediyordum. Divan şiirini<br />

okuduktan sonra insanın zihninde bazı sesler,<br />

ahenkler, teknik bilgiler kalır. Bunlar yeni şiiri kurarken<br />

malzeme olur. Zaten aslolan da budur.<br />

Uzunlu, kısalı mısra düzenine gelince bu benim<br />

ahenk anlayışımdır. Stilize edilmiş bir hece, ahenk<br />

halinde yansıyan bir aruz bu yeni şiirin içinde<br />

hissediliyorsa sevindirici.<br />

— Bir de ustalarınız kimler oldu demiştim<br />

— Yukarda da belirttiğim gibi Fuzuli'den Karacaoğlan'dan<br />

başlayarak, bütün Divan ve halk<br />

<strong>edebiyat</strong>ının büyükleri bizim mirasımızdır. Yüksek<br />

bir aşk anlayışıyla Fuzuli, sehl-i mümteni dediği-<br />

12


miz söyleyişiyle Yunus, insan ve tabiat sevgis'iyle<br />

Karacaoğlan, orijinal imajlanyla Şeyh Galib,<br />

tarih ve medeniyetimizi bakışıyla Yahya Kemal<br />

ve Tanpınar, mukaddesleri, milli motifleri işleyişiyle<br />

Necip Fazıl, kozmik aleme yönelişiyle Dağlarca,<br />

yiğit edasiyleArif Nihat Asya, kof romantizmi<br />

ve marazı şairaneliği kovup yalın bir söyleyiş<br />

çığırı açan Orhan Veli, samimi ve ince duyarlılığı<br />

ile Cahit Sıtkı, eşyayı yeniden keşfe çalışan<br />

Necatigil, bir peyzaj şeklinde .bozkırı ve kendi<br />

coğrafyasını yansiıtan, yumuşak söyleyişiyle<br />

Külebi hepimizin faydalandığı kaynaklardır.<br />

— Şiirinizde şive taklidi kelimeler pek yok<br />

ama dilinizde yine de köy insanının konuşma<br />

havası ve samimiyeti hakim. Şiirlerinizin hemen<br />

tamamında bir Anadolu insanı espirisi var.<br />

— Şiir çok şahsi bir türdür. Onun için umumi<br />

dilin dışında şahsi bir lügat doğabiliyor. Ama<br />

bu bazıları gibi fantazi olmamalı. İster istemez,<br />

yine tabii düşürmek kaydıyla, doğup büyüdüğümüz<br />

çevrenin deyimleri ve ağız özellikleri bazı<br />

hallerde girebiliyor. Bunlar tabii haliyle gelen motifler,<br />

unsurlardır. Okuyucuya ekzotik zevk verir.<br />

— Bu dediğiniz tavrı Esendal da hikâyede<br />

yapıyor. Esendal'ın hikâyelerinde şive taklidi yoktur<br />

ama, gerektiğinde, usta tavrıyla mahallilik havasını<br />

da vermektedir.<br />

— Evet... Hikâyede de bir sehl-i mümteniden<br />

söz edilebilirse, Esendal bunu yapmıştır.<br />

— Şiirlerinizde türkülerimizin, uzun havalarımızın,<br />

bozlaklarımızın sesi var. Bu hece ile yazdıkalarından<br />

ziyade serbest vezinle yazılmış olanlarda<br />

daha çok hissediliyor. Öbür türlüsü belki<br />

daha da kolaydı, fakat siz zor olanı yapıyorsunuz<br />

Mesela Elif şiiri... Bu şiir bana hep bir uzun<br />

hava hüznü ve gurbet türkülerimizin buruk lezzetini<br />

vermiştir. Bana öyle geliyor ki, bu şiir, bir<br />

uzun hava dinlerken, ya da (saz da çaldığını söylemeliyim)<br />

söylerken içinize doğmuş olmalı. Bu<br />

şiirle ilgili olarak Dr. Sadık Kemal Turat Bey'in<br />

güzel bir tahlil yazısını da hatırlıyorum.<br />

— Şiir gibi duyuma bina olan bir türde, insan<br />

iyi bildiği kaynakların üzerine gidiyor. Ben de<br />

masalları, türküleri, köy odalarında okunan cenkleri<br />

çok dinledim. Duyumlarda köy duyumları o-<br />

lunca, şirin malzemesi de haliyle oraan geliyor.<br />

Ve bu arkaik unsurları modern bir şekilde işlenmeye<br />

çalışıyorum.<br />

— Erenler Divanında kitabınızın ilk ve en<br />

uzun şiri. Bana göre kitabın en güzel şiirlerinden<br />

de biri. Bu şiir üzerinde konuşsak biraz, nasıl yazıldı,<br />

ne kadar sürede tamamlandı<br />

— O şiirde medeniyet tahlili yapma endişesi<br />

var. Arayış içinde olan neslimizin hummalı çırpınışlarına,<br />

günümüzdeki buhranlara cevap verme<br />

endişesi var. Kazanacağımız dinamizmin kaynaklan<br />

verilmeye çalışılmış. Bu şiirin çalışmaları<br />

çok uzun zamanımı aldı.<br />

— Kaç yılda tamamladınız, hatırlıyor musunuz<br />

— Tam hatırlayamıyorum ama, dört beş yıl<br />

sürdü. Büyük mutasavvıfların, uluların adının geçtiği<br />

bir şiir oldu). B uşiiri yazarken ukalalığa düşmekten<br />

korktum. Hani oturduğu ahır sekisi, söylediği<br />

İstanbul türküsü derler ya, bu ulular meclisinde,<br />

âcizane bulunmak beni ürküttü. Onun<br />

için de, şöyle bir pasaj okuyayım şiirden,<br />

Ben fakir<br />

Ben günahkâr<br />

Sarıldım eteklerine<br />

Medet! dedim,<br />

Dilek diledim,<br />

Ve bu şiiri yazarken, mazideki şiir tekniklerinden<br />

faydalanmak istedim. Hacı Bayram'ın, Hacı Bektaş'ın,<br />

Yunus'un, hece ahengi; Mevlana'nın aruz<br />

ahengi yansıtılsın istedim. Tarihi bir tavır takındım.<br />

— Bir de konuşma dilinin ahengi, rahatlığı<br />

var.<br />

— Bu eski klasik tecrübelere eklenen yeni<br />

bir tavırdır diyebilirim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum.<br />

Takdir okuyucularındır.<br />

— Şiirlerinizde kültürümüze, medeniyetimize<br />

ait motiflerin sık sık kullanıldığını görüyoruz. Kelimelerin<br />

seslerinden hareketle fakat manalarını da<br />

büyük bir titizlikle dikkate alarak yazdığınız «Çiçekler<br />

ve Kuşlar» şiiri meselâ. Medeniyet motiflerimizi<br />

böylesine güçlü bir lirizm ile verişinizin<br />

sırrı nedir diye soracağım. Hep mütevazı ve sesinizin<br />

tonu hep ayarlı. Bağırmıyor, konuşuyorsunuz'<br />

Sesinizi yükselttiğiniz de oluyor. Bunu ne<br />

zaman ve neye göre ayarlıyorsunuz<br />

— Bahsettiğiniz medeniyete ve motiflere İlgi<br />

lirizmi de beraberinde getiriyor. Çiçekler ve Kuşlar<br />

Çayeli'ndeki öğretmenliğim sırasında bir ramazan<br />

gecesinde doğdu. O atmosferde bir vecd,<br />

bir maneviyat hazzı oluşturdu bu şiiri.<br />

— Bu şiirde geçen sümbül, lâle, güvercin,<br />

leylek, gül, bülbül kelimeleri, hakiki çehreleri ve<br />

büyük tarihi misyonları ile görünüyorlar. Bu kelimeler,<br />

taşıyabilecekleri en büyük yükü omuzlamışiar.<br />

Ve bunların üzerindeki, her gün biraz daha<br />

kaybolmaya yüz tutan Türk'ün mührünü, İslâm'ın<br />

tuğrasını, hiç bir yerine zarar vermeden,<br />

siliyor, parlatıyorsunuz..<br />

— Bir mistik atmosfer yaratmak endişesi ile<br />

girilmiş şiire. Ve bence iyi bir şiir, kökü derinlere<br />

gitmeli, kendi inanç manzumesinden, İslâm mitolojisinden<br />

unsurlar almalıdır. Böylece bir atmosfer<br />

oluşur ve okuyucu bir haz iklimine çekilir. Ben<br />

bu kanaatteyim.<br />

Burada, gül, lâle, sümbül, bülbül hep klâsik motifler<br />

ama bu klâsik motiflere yeni bir kisve kazandırmak,<br />

yeni yükler yüklemek istedim. Sümbül<br />

ile, şaheserler yaratmış bir hat sanatımızın,<br />

13


yani sülüs yazının güzelliği; güvercinin «gu gu»<br />

larında «hu» çeken bir dervişin sesi ve «güvercin<br />

akıllı kuş» derken de, bizim akılsızlığımız, devrimize<br />

karşı sitem, çatma dile getirilmek istenmiştir.<br />

Gül'e halkımız, en büyük çiçek der ve çiçekler<br />

arasında birinci sırayı verir. Kokusuna Peygamber<br />

Efendimizin teri der. Onun için de ileriye<br />

ait ümitleri yükledim, İslâm'ın fecri, yani js'Jâm'm<br />

sabahı, olarak gördüm. Her seher terü taze, kucak<br />

kucak açacak ümidi ve şevki dile getirdim.<br />

— Şiirlerinizin nasıl doğduğunu sormak istiyorum.<br />

Hani bilirsiniz, Rilke'nin, «Malte Laurids<br />

Brigge'nin Notları»nda, «bir mısra söylemek için»<br />

diye başlayan ve sayfalarca süren bir bölüm vardır.<br />

Rilke hatıralar der ve uzun uzun anlatır... Sonunda<br />

«hatıralarla da bitmez. Onlar ancak içimizde<br />

kan, bizde bakış, davranış oldukları, isimsizleştikleri;<br />

artık bizden ayırt edilemedikleri zaman,<br />

işte ancak o zaman, çok seyrek bir saatte,<br />

bir mısrasının ilk kelimesi, hatıraların arasından,<br />

hatıralardan çıkıverir» der. Sizin şiirleriniz nasıl<br />

doğarlar acaba<br />

— Rilke, bizdeki Şeyh Galib, Cahit Sıtkı gibi<br />

sjanatını yaşayan insan. Bunda sanat samimiyetin<br />

sesi oluyor. Her şairde bu böyle değil. Bazıları<br />

da, kendi yaşayamadığı fakat özlediği dünyaları<br />

değerleri terennüm eder. Elbette şiir bir atmosfer<br />

işidir. İnsan memleketinin her mevsiminde, her<br />

ayrı durumunda, çevreden etkileniyor, farklı duyumlara<br />

sürükleniyor; bedbin veya nikbin oluyor.<br />

İşte yaşadığımız atmosfer, şiirleri böylece etkiliyor.<br />

Ve Öyle anlar oluyor ki, artık yazmak ihtiyacını<br />

duyuyorsunuz. O an üzerinize bir ağırlık<br />

çökmüştür, tedirginsinizdir, şahsen ben böyleyim;<br />

böyle anlarda, geçimsizleşir, huysuzlaşır, kaçacak<br />

yer ararım. Artık boşalacak zamanı zemini<br />

arama başlamıştır, bu bir sancı halidir. O sırada<br />

garip kokular, garip sesler hisseder gi,bî olurum.<br />

Hâşim'in «yine bir nefha-i hayal esiyor», yani,<br />

yine bir hayal esintisi var, hayal rüzgarı esmekte<br />

mısrası gelir aklıma. O anlarımı, bu mısra<br />

ile özetleyebilirim. Zihnimi sarsan duyumlar, kendi<br />

mecramı, kendi üslûbunu da tayin ederek su<br />

yüzüne çıkarlar. İlk tesbitlerimi böylece yaparım.<br />

Bundan sonra aylarca, belki yıllarca sürecek olan<br />

uzun işçilik dönemi başlar. Bazı şiirler, bilmiyorum,<br />

duyumun şiddeti mi, yoksa adapte oluşumun<br />

kolaylığı mı, daha kısa zamanda tamamlanırlar,<br />

ama umumiyetle ben çok zor yazarım. Belki<br />

de kaynağımızı güçlü menbalardan almıyoruz<br />

da ondan. Damla damla, dilenerek biriktirdiğim<br />

duyumlardır bunlar. Benim şiirlerimin, bir şair gücü<br />

demeyeyim de, titiz bir çalışma eseri olduğunu<br />

söyleyebilirim. Ama gıpta ile baktığım, Bahattin<br />

Ka.rakoç ağabey, gürül gürül menbalardan<br />

besleniyor ve gürül gürül şiirler söylüyor. Ben efe<br />

onun yarısmı duyabilsem, bu titizliğimle, . daha<br />

güzel şiirler yazacağıma inanıyorum.<br />

— Sizin mecazları, istiareleri, okuyucuyu<br />

usandırmadan, asıl önemlisi, alışılmışın dışında<br />

kullanışınız da çok di kat çekici. Mesela, 48. sayfadaki<br />

Koşma adlı şiirinizin son dörtlüğü. Orda<br />

şöyle diyorsunuz: «Akbas'ım der gel Maraşlım/At<br />

çalımlım, kanat kaşlım/Başak saçlım, yüce başlım/Çağın<br />

geçer dereyim oy». Bu dörtlüğün ilk<br />

ve son mısraı halk şiirimizde örneğini bol bol gördüğümüz<br />

klâsik ve biraz da alışılmış söyleyişler.<br />

Ancak ikinci ve üçüncü mısralar, dikkatsiz bir göz<br />

için bunlardan da klâsik ve halk şiiri tarzında<br />

söylenmiş gibi görünen fakat aslında yep yeni<br />

söyleyişler. Şiir geleneğimiz içinde sevgilinin saçları,<br />

kaşları aşağı yukarı hep benzer mazmunlarla<br />

anlatılmıştır. Hatta bir şeyi itiraf edeyim bu<br />

dörtlüğü sormak için şuraya not ederken, sonradan<br />

farkına vardım, ikinci mısraı, «At çalımlım,<br />

kalem kaşlım» diye yazmışım. Çünkü kulağım buna<br />

alışmış, belli ki hep «kalem kaşlı m»ı duymuşum.<br />

Siz, «At çalımlım, kanat kaşlım/Başak saçtım,<br />

yüce başlım» derken tekrara düşmeden, yeni<br />

ve güçlü mazmunlarla, üstelik alışılmışın da<br />

üstünde tasvir etmişsiniz sevgiliyi. Bu sizin gelenekten,<br />

şiirimizin klâsik örneklerinden faydalarıma<br />

anlayışınızın bir yönü müdür acaba<br />

— Evet, rahat bakışla bu şiirdeki yeni taraf,<br />

buluşlar, oyunlar sezilmez. Adından da anlaşıldığı<br />

gibi bu bir koşma. Ama benim için bu şiir,<br />

geliştirmek istediğim yeni tarzla, klâsik halk şiirimiz<br />

arasında bir köprü durumunda. Klâsik halk<br />

şiirimiz de, divan şiiriyle zaten bir paralellik<br />

arzeder, sadece dil sadeliği yönünden ayrılırlar,<br />

sevgili ceylana benzetilir, göz kara'dan elâ'ya geçer<br />

ama çok şey farketmez. Zerafeti, inceliği, selvi<br />

boylu, ince beli, kalem kaşıyla stilize edilir<br />

sevgili. Oysa bahsettiğiniz şiirde, küt, hantal bir<br />

estetik söz konusu. İnsan fonksiyonelliği ile, hayattaki<br />

tavrı ile, canlı kanlı bir insandır. Sevgili<br />

şiire böylece sokulmak istenmiştir.<br />

— Yani muhayyel değildir, diyorsunuz.<br />

—Evet, muhayyel değildir. Bunu derken klâsik<br />

şiirimize çatmıyorum. O, devrin estetiği idi, öyle<br />

olması gerekirdi. Ve zirveyi öylece yakalamışlar.<br />

Tekrar onları terennümde mânâ yok. Günümüzde<br />

cemiyet daha canlı, durmadan değişiyor, gelişiyor...<br />

Çağımızın ihtiyaçlarını karşılayan, yeni<br />

estetik, yeni tavır, yeni seslere ihtiyaç var. Bu<br />

şiirde sevgiliye, «Bereketli tarlam benim» demişim,<br />

bir köylü için tarla, bir çok vasfı ile, sevgiliye<br />

benzetilebilir. Üreticiliği, bereketi, mübarekliği...<br />

Kısıaca köylü olmak gerekir bir tarlanın hususiyetini<br />

kavramak için.<br />

— Söz konusu şiirde, sevgiliye faydacı bir<br />

bakış da var. Şöyle demişsiniz: «İş tut hamur<br />

yoğur bana/Dokuz oğlan doğur baha.»<br />

— Siz buna faydacı bir bakış diyorsanız, öyledir.<br />

Bu primitif ilkel, yalın bir estetik. Yine de<br />

başka faydacılarla karıştırmayalım, burdaki tava<br />

14


O haliyle de eşinin gene ayak yoldaşı ve anneliği<br />

ile kutsaldır.<br />

— Yani tam sosyal hayattaki fonksiyonelliği ile<br />

vardır..<br />

— Evet. Ama gene de ona yönelen bir aşk<br />

söz konusudur. Aşktan ari değildir. Yani «aşık<br />

tarzı»ndaki aşk bu şiirde vardır, fakat sevgilinin<br />

tasviri değişmiştir. Bu şiirden hareketle bir resim<br />

yapılabilir.<br />

— Yani viziüeldir diyorsunuz,<br />

— Viziüeldir; kanlı canlı, güçlü kuvvetli bir<br />

insan çıkar ki, sosyal bir tavırla bakarsak, gelişmesini<br />

istediğimiz, sefaletten kurtulmuş bir köy<br />

insanı, ve yine sosyal anlayışımız olarak, Anadolu<br />

coğrafyasına hâkim olabilmek için gerekli<br />

olan nüfus çoğalması gibi tezler de erimiş olarak<br />

buraya sinmiş, sindirilmiştir.<br />

— Bir de Göç şiiriniz var. Aslında Göç şiiri<br />

bir ağıt gibi. Fakat aynı zamanda da bir ilim adamı,<br />

bir sosyolog soğukanlılığı içindesiniz. Bu hassas<br />

dengenin sırrı nedir Bu şiirin nasıl doğduğunu<br />

ve nasıl yazıldığını merak ediyorum.<br />

— Teşekkür ederim. Ben, millet hayatını böylesine<br />

derinden sarsan bîr yaranın hafife alınmasına<br />

karşıyımi. Bu konuda söz söyleyen, ilk önce<br />

bu acıyı bütün şiddeti ile içinde hissetmeli.<br />

İşte o zaman ihtiyatlı konuşulur, ölçülü konuşulur<br />

ve durumun vehameti görülürse, terennümü<br />

de olgunlaşır. Ben ,bir Sirkeci tireninde bir yakınımı<br />

Almanya'ya gönderirken bizzat müşahede<br />

ettim, ordaki, o andaki dramı. Annesi babası gittikten<br />

sonra yalnız kalan ve ağlayan, sahipsiz bir<br />

çocuğu gördüm. Yakını yetişememişti belki tirene<br />

ama gitmesi lâzımdı gidenlerin. Ve yine o çile<br />

içinde ölen bir akrabam, dayımın oğlu var. Onun<br />

için ben bu acıları yakından duydum. Dün savaşta,<br />

kanıyla, canıyla bu memleketi kurtaran bozkır<br />

insanı, bugünde, alın teriyle, bu dar geçidi<br />

geçmemize yardımcı oluyor. Bunların kadri bilinmeli.<br />

Bunlar destan diyemeyeceğim, insan dilinde<br />

ister istemez ağıtlaşıyor, bir karadestan oluyor<br />

adeta. Bu şiirde, sağırlaşmış vicdanları sızlatmak<br />

için, dünkü satvetli tarih sahnelen ile bugünkü<br />

perişan halimiz kıyasdanmıştır.<br />

Biz hep atla geçtik tunadan<br />

Böyle geçmedik.<br />

Avrat uşak<br />

Biz hiç böyle göçmedik<br />

Beyler utansın.<br />

derken bunu dile getirmek istedim. Rahmetli Arif<br />

Nihat Asya da, «Dün senin olan yerlerde pasaportun<br />

sorulur» mealindeki mısraları ile bu acıyı,<br />

bu dramı belirtir. «Yönünü kıbleye dönmüş bir<br />

müslümandır Tuna» der. Bugün Tuna'nın öksüz,<br />

mahzun, yaban ellerinde akışı, tarihini bilen her<br />

aydın için bir büyük yaradır. Ve Tuna bizimle tanıştır,<br />

Tuna akrabadır, onun için,<br />

Tuna bizden utanır,<br />

Biz Tuna'dan<br />

Yüzüne kapatır ellerini<br />

dedim. Yani «Bunlar dünkü Fatihlerin çocukları<br />

mı. Allah'ım bu ne bahtsızlık,» der gibi teşhis<br />

edilmektedir burada Tuna*. Ve tekrar bizim insanımızın<br />

rintçe tavrıyla, Erzurumlu Duran'ın ağzından,<br />

«fakirlik yada servet değildir insanı insan<br />

eden» anlamında, Aldırma be Tuna/Yiğit çıplak<br />

doğar anadan» diyerek bir halk deyimimizi koydum<br />

.buraya. Ve iki ayrı dünyanın mukaddeslerini<br />

karşılaştırdım yaraya tuz gibi basmak için.<br />

Burada ezan var<br />

Orada çan<br />

Her sabah çınlar tepemizde<br />

«Uyan<br />

Uyaan<br />

Uyan!..»<br />

— Şimdi Cumhuriyet sonrası şairlerimize<br />

baktığımız zaman, sizin şiirinizin, Orhan Veli, Cahit<br />

Sıtkı ve Cahit Külebi çizgisinde teşekkül eden<br />

bir şiir olarak görüyoruz. Bunu, bütün bu isimlerin<br />

kendi aralarındaki farklara ve sizin hepsiyle olan<br />

farkınıza özellikle işaret ederek söylüyorum. Ne<br />

dersiniz<br />

— Doğrudur, estetik yönden büyük benzerlik<br />

gösterir. Ama bu dış estetiğe, bir de, Necip Fazıî'-<br />

dan, Arif Nihat Asya'dan alınan özü, manevî havayı,<br />

şiiri peyzajlıktan kurtaran metafizik endişeyi,<br />

eski medeniyetimize köprü atmayı da ekleyelim.<br />

Daha önce Orhan Veli'den bahsetmiştik zaten.<br />

O, bir fedai durumundadır. Yeniyi kurarken ifrata<br />

düşmüştür, ama dediğim gibi, fonksiyonu faydalı<br />

olmuştur. Cahit Sıtkı, Peyami Safa'nın Cumhuriyet'teki<br />

üç tanıtma yazısında da belirttiği gibi,<br />

Abdülhâk Hâmitten bu yana unutulan metafizik<br />

endişeyi küvetle şiire tekrar getirmiştir. Cahit Kü~<br />

lebi'nin Süt kitabına kadar olan şiirlerini çok seviyorum.<br />

Ama ondan sonra bir sunilik, bir sığlaşma<br />

söz konusu. Ve o sevdiğim ilk şiirlerinde de,<br />

bir peyzaj tatlı, yufka bir suluboya resim berraklığının<br />

yanında, arka planı zayıf. İnsanın en<br />

büyük yanı olan derunî hayat yok. Göz zevki ve<br />

kulak zevki iie yetinildiğini görüyoruz. İşte ben,<br />

estetik yönden Cahit Külebi'den çok etkilenmekle<br />

beraber, dünya görüşüm icabı, Yahya Kemal'­<br />

den, Necip Fazıl'dan, Arif Nihat'tan, Tanpınar'-<br />

dan da muhteva aldım diyebilirim.<br />

— Zaman zaman, şiirinizdeki yalınlığı kolaylık<br />

ve basitlik olarak görenler oluyor mu<br />

— Tabi, bu yalın söyleyişin böyle bir riski de<br />

var. Çünkü gözler, kulaklar artık süse ve gösterişe<br />

ayarlanmış. Böyle, sehl-i mümteni diyebileceğimiz<br />

iddialı bir yalınlık arayışını her göz görmeyebilir.<br />

— Yani siz bu tehlikeyi göz& alarak yazıyor -<br />

sunuz...<br />

— Tabii, bu tehlikeyi göze alarak, yazıyorum.<br />

Sonra, kendimi okuyucuya göre ayarlamış da a-<br />

15


ğilim. Bir kaç ehli nazar farkederse kâfi. Bu soru<br />

için Varsağı şiirini sieçmeniz çok isabetli olmuş.<br />

Varsağı şiirinden hareketle yapmak istediklerimi<br />

izah mümkündür.<br />

Bir kere, Varsağı, bir halk şiiri nazım şeklidir.<br />

Karacaoğlan'ın da mensubu olduğu boy olan<br />

Farsaklara ait bir nazım şeklidir. Hecenin kısa<br />

kalıpları ile söylenir. Yiğitlik ve tabiat temlerini<br />

dile getirir. Bu şiirimde ben de, böyle bir temi dile<br />

getirmek istedim. Yalınız çok değişik bir tavırla<br />

tabii. Burda, hecenin stilizesi söz konusu.<br />

Hecenin uzunlu kısaiı kalıpları serpiştirilmiş gibidir.<br />

Temmuzda bir bozkır öğlesinde, bir enstantenedir<br />

bu şiir. Sanki, bir fotoğraf makinasının<br />

düğmesine basılmış, bozkırın bir ânı, ,bir saniyesi<br />

tesbit edilmiştir. Böyle bir tablo karakterindedir<br />

bu şiir. Pitoresk bir hava vardır. O anda Ahmet<br />

Ede eşşekte ayağını sallıyor, babasına azık götüren<br />

çocuk bir adımını atıyor, kağnı tekerleği bir<br />

devrini tamamlıyor, ve öküzün boynuzlan arasından<br />

geçen bir sinek görülüyor... Bütün bunlar<br />

bir anda oluyor. Eşek şiirimize girmeyen köpeği<br />

ile, tavuğu ile, gübre kokularıyla, bir köy zihnimizde<br />

canlanıyor. Bu motiflerle, okuyucuyu o atmosfere<br />

çekebiliyorsam, çiftçinin çilesi dile gelebiliyorsa,<br />

köyü tanımayanlarda bir ekzotik zevk<br />

uyanıyorsa, şiir gayeye ulaşmış demektir.<br />

Bu şiirde bir sehl-i mümteni peşinde koşulmaktadır.<br />

Masallarımızdan, coğrafî motiflerden<br />

ve halk şirinden imbiklenen unsurlarla bir modern<br />

tavır ortaya konulmak istenmektedir. Bu küt,<br />

hantal bir estetiktir. İnceliği, zerafeti değil de,<br />

zor görülen tabiat nazlarını, vücut hazlarmı veya<br />

çilelerini idrake davettir, bir duyum talimidir. Böyfe<br />

bir şiiri geliştirirken iptidai kavimlerin şiirlerini<br />

de inceledim. Amerikan yerlilerinin şiiri, Afrika'-<br />

daki iptidai kavimlerin şiiri, arkaik devirdeki destan<br />

motifleri, burada geliştirmek istediğim estetiğin<br />

temellerini teşkil ediyor. Şiir estetitik bir değer<br />

taşıyan, bedii zevkleri ortaya koyan bir mahsuldür.<br />

Bunda her zaman seçkin motifler yer almaz.<br />

İlle de, ceylan, gül, bülbül söz konusu değildir.<br />

Eski şiirimizin hazzı ile mest, yeniye yabancı<br />

kulaklar yadırgayabilir bunu. Ama modern<br />

sanat, yeni idraklarin, yeni duyumların peşindedir.<br />

Van Gog «Asker Potinleri» tablosunda, kirli,<br />

kokuşmuş, eski partalları konu edinmiştir, Bodler,<br />

Leş şiirinde, kokuşan, çürüyen, içinde kurtların<br />

kaynaştığı bir leşi konu almışı. Asloİan objenin<br />

güzelliği değil konu alınan nesnenin güzelliği<br />

değil, ortaya konulan sanat eserinin güzelliğidir.<br />

Bütün şiirlerimde bu tavrı yakalamış değilim.<br />

Bu kitabı zaten bir arama devri kabul ediyorum.<br />

Ben sabırlı ve uzun çalışıyorum. Dedim ya,<br />

şiir kendime bir tatmin yolu olarak seçtim. Bu<br />

arayış neticesinde, ulaşabilir, yapabilirsem, Varsağı'nın<br />

uzantısı olan bir stili, bir söyleyişi geliştirmek<br />

peşindeyim.<br />

— Ağabey, sizi fazla yordum galiba. Bu kadar<br />

sözden sonra son olarak bir de şunu sorayım.<br />

Her kıtanın sonunu «Ben bir şiire gebeyim»<br />

diye bitirdiğiniz, «Mahzun Gönüller Nasibi» adlı<br />

bir şiiriniz var. Bu şiiri yazdınız mı Yazacak mısınız<br />

Yoksa, bu şirle poetikanızı mı anlatmak<br />

istediniz<br />

— Vallâ Bayramcığım, o şiiri yazdım diyemem,<br />

idealimdeki şiirdir o. İdeale ulaşılmaz, ufuk<br />

gibi hep kaçar .bilirsiniz. Ama yukarıda da söylediğim<br />

gibi, Varsağı'dan hareketle geliştirmek istediğim,<br />

ve tabii ideallerimin de konu edildiği şiirdir.<br />

Bahsettiğiniz şiire ufak bir poetika gözüyle<br />

bakılabilir de.<br />

— Teşekkür ediyorum. Dilinize sağlık.<br />

GÜL AÇMADAN<br />

BAHAR GELMEZ BAHÇEYE<br />

—Gül Yüzlü Çocuklara—<br />

Gül yüzlü çocuklar başları gökte<br />

Eller kelepçede gözlerde buğu<br />

Tahta sıralarda oturuyorlar<br />

Çiçekleri ezmeyiniz ne olur<br />

Gül ağacı kırılmasın belinden<br />

Gül yüzlü çocuklar bu nedir böyle<br />

Alın yazısı mı, savaş mı yoksa<br />

Çizmeler çiğnedi pınar suyunu<br />

Bulun çizmelerin sahiplerini<br />

Deyin ki gezilmez böyle burada<br />

Gül yüzlü çocuklar ağlamıyorlar<br />

Bir yere akmalı kan gözyaşları<br />

Gülüyor sütre gerisindekiler<br />

Maskeler örtüyor yüzleri, kim ne<br />

Ama olsun tanıyoruz onları<br />

Gül yüzlü çocuklar doluyor vâde<br />

Taç yapraklarınız açılsın artık<br />

Güî açmadan bahar gelmez bahçeye<br />

Hayatı müjdeler her gün doğan gün<br />

Gül yüzlü çocuklar sizindir yarın<br />

Derviş EDİP<br />

16


17<br />

HİKÂYE<br />

GÜNLEIÎ ÖLDÜRMEK<br />

OYHAN<br />

HASAN<br />

BİLDiRKİ<br />

Kâğıtları yaptırınca sevindim. Sevinecek ne<br />

var bunaa, aıyeceksinız .belki naklisiniz... Ama<br />

ben, yine de sevindiğimi söylemeden geçemiyecegim.<br />

Mir kasaba okulunda görevliyim. Dönem<br />

sonu olduğundan okullar tatile girdi. Hemen tatil<br />

başiangıcınaa, annemin şikayetleri artınca, daha<br />

ug beş gun öncesine kadar sevimli gürültülerin<br />

üinmek bilmeaiği okul bançesine girdim. Yanlış<br />

mı geldim diye irkildim. O gürültüler bitmiş, bahçeae<br />

in cin top oynuyordu.<br />

Ardına kadar açık olan bina kapısından içeriye<br />

dalaım. Ne idareciler, ne katipler var. Koydu.nsa,<br />

ara ki bulasın. Derinlemesine uzanan konaorun<br />

'bitiminde, bir sandalyeye ters oturan e-<br />

mektâr Şakir Efendi'yi gördüm. Yanında gençten<br />

birisi vardı. Şakir Efendi elindeki bir ipe düğüm<br />

üstüne düğüm atıyor, yanındaki genç, onun hareketlerini<br />

dikkatle kolluyordu. Şakir Efendi işini<br />

bitirdi. Kördüğüm hafine çevrilmiş ipin uçlarını<br />

gencin eline tutuşturdu.<br />

— Asıl bakalım! dedi.<br />

Genç, ipin i'ki ucunu kuvvetle sağa sola çekti.<br />

Kördüğüm olmuş ip çözülüverdi.<br />

— Hayret! dedi genç. Nasıl o/u,yor da hiç bir<br />

yerinden düğümlenmiyor<br />

Yanlarına yaklaştığımı sezen Şakir Efendi,<br />

hiç istifini bozmadı. Gevrek gevrek gülümseyerek,<br />

ağzındaki tek altın dişini gösterdi. '<br />

— Hocam bilir.<br />

Yapılan işin büyüsüne kapılan genç sordu :<br />

— Öyle mi<br />

—• Öyle, öyle! diyerek soruyu geçiştirdim.<br />

Şakir Efendi'ye döndüm.<br />

—• Kimse yok mu<br />

— Biraz evvel çıktılar. Çarşıda görmedin mi,<br />

hocam<br />

O gün, yelkenleri fora edip geri ;dönmüştüm.<br />

Şimdi, sevincimi anladınız umarım.<br />

Kâğıtlar elimde, ardına kadar açık olan ve<br />

gözetim altında bulundurulmayan kapıdan dışarı<br />

çıktım. Hava 'kararmış, neredeyse yağmur bastıracak.<br />

Yanımda şemsiyem de yok. Pergelleri açmalı,<br />

mesai bitmeden Hükümet Tabibine yetişmeliydim.<br />

Karşı dağlara baktım. Havanın kararmasıyla<br />

ortaya çıkıveren gerçek yeşili gördüm. Çimenler,<br />

uçsuz bucaksız yeşil bir halıya dönmüşler. Yeşil<br />

derken, halı derken yakamı çeşit çeşit duygu sellerine<br />

kaptırmıştım. Kasabanın girişini şereflendiren<br />

taklarda yer alan, «,,,'a hoş geldiniz» yazısındaki<br />

yanlışlık, dikkatimi çekti. Yakamı, duygu sellerinin<br />

baskınından çekip aldı. Okulun hemen her<br />

yerinden, çıplak gözle, rahat bir biçimde o'kunan,<br />

yazım hatalarını taşıyan bir takı, gelip, tam okulun<br />

karşısına dikmiş olmanın kazandıracağı şerefi<br />

düşünmeden yapamadım.<br />

Yağmur ha bastırdı, ha bastıracak!<br />

Acele edişim yüzünden, dostlarla selamlaşmayı<br />

bir yana bıraktım. Tavanında asılı tek, fakat<br />

kuvvetli bir ışığın aydınlattığı tabiblik salonunda<br />

buldum kendimi. Salon, alabildiğine boştu.<br />

Sağlık memurlarının bulunduğu odaya geçtim.<br />

Bir memur, masasının üzerine sermiş olduğu gazetesini<br />

korkusuzca okuyordu. Doktoru sordum.<br />

— Yok!<br />

— Nerede<br />

— İzmir'e gitti.<br />

— Gelir mi acaba<br />

Sağlık memuru, ince, kara bıyıklarını oynafa<br />

oynata gülümsedi.<br />

— Bugün gelmez artık. Fakat yarın, belki...<br />

ilktir, sevincim kursağımda kaldı. Sağlık memuru<br />

ne kadar da rahat; ««Yarın, belki...» diyordu.<br />

Halbuki benim, be'kiemeye zamanım yoktu.


18<br />

Yarından sonra hafta sonu tatiline girecektik. Hemen<br />

arkasından da okullar açılacaktı.<br />

İçimde binbir «acaba» larla dışarı çıktım.<br />

Hızlanmaya başlayan yağmur, aklımı başıma getirdi.<br />

Eve gidip şemsiyemi aldım. Yeniden okul<br />

yolunu tuttum. «Belki...» diyordum, «İlçe tabipliğine<br />

sevk yaptırabilirim.)><br />

Görevliler, okula ikinci gelişimden irkiidiler.<br />

Çünkü işi gücü bir yana bırakmışlar, spor salonu<br />

olarak kullanılan, basık tavanlı fakat oldukça<br />

geniş ve aydınlık olan alt salonda karşılıklı geçmişler,<br />

pingpong oynuyorlardı. Memur Adnan'ı<br />

çağırttım. Geldi. Alnında vıcık vıcık terler, burnundan<br />

soluyordu.<br />

— Ne var<br />

— Doktor yokmuş!<br />

— İzinli mi acaba<br />

— Bilmem. İzmir'e gitmiş. Yarın da gelip gelmeyeceği<br />

şüpheli.<br />

Saçlarına düşen akları uzaktan bile görülebilen,<br />

kısa boylu, bıyıksız fakat oldukça şişman o-<br />

lan memur Adnan, yarım bıraktığı oyununa dönmenin<br />

sıkıntısını yaşıyordu. Bir şey demesem,<br />

çekip gidecekti besbelli.<br />

— İlçeye sevk ettirsem, olmaz mı<br />

Alnında biriken terleri, elinin tersiyle kuruladı.<br />

— Baksana, doktor izinli değilmiş. Böyle<br />

durumlarda, şevki ilçeye yaptığımızda, her iki tarafta<br />

da bize kızıyorlar.<br />

— Bekleyelim öyleyse...<br />

Bu sözümü büyük bir özlemle bekleyen memur<br />

Adnan, elindeki raketi sallaya sallaya, evire<br />

çevire spor salonuna donuverdi.<br />

Üzüldüm.<br />

Yağmur, toprağın tozunu ıslatmakla yetinmişti.<br />

Yıkanan asfalt, siyah rengini daha da açığa<br />

çıkarmıştı. Kahvede, çamurlanan paçalarımın<br />

kuruyan tozunu silkeledim. Amaçsız, günlük gazeteleri<br />

karıştırmaya başladım. Onları okumuyor,<br />

öfkemden olsa gerek, bakıp geçmekle yetindiğim<br />

resimlerinin bile neye, kime ait olduğunu düşünmüyordum.<br />

Bu arada getirilen çayı yudumlamış, belki de<br />

biraz sakinlemiştim. Kirli, buğulu camdan dışarıya<br />

ba'ktım. Yağmur, temelli dinmişti.<br />

— Şansımı bir kere daha denemeliyim, diye<br />

söylendim.<br />

Yanılmışım.<br />

Doktor, yine yoktu.<br />

Sabahı beklemekten başka çarem var mıydı<br />

Eve döndüm.<br />

Oturma odası tıka basa dolu. Annemin rahatsızlığını<br />

duyan konu komşu gelmiş. Beni görünce<br />

toparlanıp kalkıp gitmek istediler.<br />

Karım sordu :<br />

— Ne oldu<br />

— Hiiç! dedim. Koca bir günü öldürdüm.<br />

Okula giden kızım atıldı.<br />

— Gün, öldürülür mü hiç<br />

Soruyu duymazdan geldim. Daha doğrusu,<br />

kızımın bu mantıklı sorusu, komşuların ayaklanıvermeleriyle<br />

aynı zamana denk düştüğü için, a-<br />

rada kaynayıp gitti.<br />

Ertesi gün dogtor gelmişti. Hemen şevki yaptırdım.<br />

Acele ilin yolunu tuttuk. Soluğu, doğruca<br />

Devlet Hastahanesi'nde aldık. Poliklinik tıka<br />

basa doluydu. Körpesinden yaşlısına 'kadar, has<br />

tası, hasta olmayanı kanepelere balık istifi kurulmuşlar,<br />

sonu görülmeyen bir bekleyişin sancısını<br />

çekiyorlardı. El 'kadar açık bulunan bir kanepenin<br />

yanında durduk. Anneme;<br />

— Otur istersen! dedim.<br />

O, istemez, boş ver anlamında elini salladı.<br />

— Hadi, hadi! dedi.<br />

Kanepedekiler, oturulacak yeri genişlettiler.<br />

Annem de kanepeye yerleşti. Bazı servisler açıldı.<br />

Hemşireler kâğıtları kabul etmeye, hastaları<br />

çağırmaya başladılar. Koridor, ilâç kokularıyla<br />

boğuldu.<br />

Başhekim'e çıktım. Kâğıtları aldı. Sağlık karnesini<br />

istedi. Verdim. Göz Servisi'ne gideceğimizi<br />

söyledi. Kâğıtları geri uzatırken :<br />

— Doktor izinli! dedi. İzini bugün bitiyor. Belki<br />

yarın gelir. O zaman gelseniz olmaz mı<br />

Başımdan aşağıya kaynar sular dö'küldü. Yine<br />

de uzatılan kâğıtları alırken, teşekkür etmeden<br />

yapamadım. Annemin gözlerinde soran bakışlar<br />

— Doktor yokmuş!<br />

Bu haber, klinikte bir bomba gibi patladı.<br />

— Doktor yokmuş!<br />

— Bizim iş yattı desene...<br />

— Yattı, yattı.<br />

Poliklinik'ten kaçarcaşına açıktık. Aynı işi gören<br />

bir özel do'ktorun adresini almıştım. Aradık,<br />

bulduk. Muayenehane kapısında işini bilen, ağzından<br />

bal akan, güler yüzlü bîr hemşire tarafından<br />

karşılandık. Burası da hayli kalabalıktı. Beklemeden<br />

sordum :<br />

— Doktoru görebilir miyim<br />

Hasta kabul odasından çıkan Doktor Hanım,<br />

a-lıcı gözüyle beni süzdü. Besbelli bir şeye benzetemedi.<br />

Yürüyüp gidecek oldu. Vaz geçti, durdu.<br />

— Ne var<br />

—• Bir şey danışacaktım da!<br />

— Danışın!<br />

— Özel olarak konuşabilir miyim<br />

— Elbette!<br />

Doktor Hanım önde, arkası sıra ben ve annem,<br />

hasta kabul odasına geçtik. Durumu anlattım,<br />

masrafın ne kadar tutacağını sordum.<br />

— Tek fiat olsun mu<br />

— Olsun!<br />

— On yedi bin beş yüz olur.


Fakat bu defa ben, «olur» diyemedim. Yaptığımız<br />

iş ve aldığımız maaş belli. Bu, beklenmedik<br />

masrafı karışlamam mümkün değil. Böyle apansız<br />

bir zamanda, mütevazı bütçemin delinivermesi,<br />

soframızın traşlanması demek olmaz mı<br />

Annem, içinde bulunduğum durumu anlamış<br />

olmalı.<br />

— Hadi, çıkalım oğlum! dedi.<br />

Çıktık.<br />

Yeniden yollara düştük. Ezberlemeye başladığımız<br />

yollarda gi,de gele mekik dokuduk.<br />

Okullar açıldı. Beni bir telaştır sardı. «Acaba<br />

izin alabilecek miyim» Denedim, izin aldım.<br />

Hastahane, bugün dünden daha kalabalıktı.<br />

Bereket, «Göz ServisU'nin kapısı açıktı. Demek<br />

ki doktor ,izinden dönmüş. Hemen bütün<br />

servislerin önünde uzayan kuyruklar. Heyetçiler,<br />

şoför adayları, öğrenciler, askerler, hastalar...<br />

Do'ktor, koridoru dolduranları yara yara, diğer<br />

servislerin önündeki kuyrukları bole bole, kendi<br />

servisine girdi. Doktorun gelmesiyle birlikte en<br />

uzun kuyruk, bu serviste ortaya çıktı. Bir ölüm<br />

sessizliğini yaşamaya başladık.<br />

Gençten biri, dayanamadı, patladı.<br />

— Daha ne kadar bekleyeceğiz<br />

Homurtular arttı. Kapıda beliren doktorun yüzünde<br />

öfke bin parça. San'ki burnundan kan damlıyor.<br />

— Önce askerler gelsin, dedi.<br />

Kuyruğun en önünde'ki sordu.<br />

— Ne demek askerler Sıra bizim değil mi<br />

Sesler yükseldi.<br />

— Bu kaçıncı gündür gelip döndüğümüz<br />

— Haksızlık yapma.<br />

— Sıra yok mu, sıra<br />

— Seni şikâyet edeceğim!<br />

Doktor, içeri girdi. Kapıyı sertçe kapadı. Sesler,<br />

sesleri kovaladı.<br />

— Seni şikâyet edeceğiz!<br />

— Seni şikâyet edeceğiz!<br />

Beklenmedik 'bir anda, servis kapısı büyük bir<br />

gürültüyle ardına 'kadar açıldı. Yükselen, ama kimsenin<br />

ilgisini çekmeyen sesler, birdenbire kesildi,<br />

söndü.<br />

Doktor;<br />

— Geçende de, dedi, beni şikâyet etmiştiniz.<br />

Varın, yine öyle yapın! Bildiğinizi okuyun. Dilediğiniz<br />

yere kadar baş vurun.<br />

Kimsede ses yok.<br />

Benim yüreğimde bir günü daha öldürmüş olmanın<br />

sancısı. Dokunsan, hüngür 'hüngür ağlayacak<br />

halde olan annem! Üzgün hastalar, sabırsız<br />

heyetçiler...<br />

Doktor, bütün bunları yok saydı. Hiç birimize<br />

aldırmadı. Çekti, gitti.<br />

Yapacak 'bir şeyimiz yoktu.<br />

Annem :<br />

'Bu dert beni öldürmez! ıBırak, gidelim, dedi.<br />

Onu duymuyor, tepkimi sergileyecek bir şey<br />

yapabilmenin heyecanını yaşıyordum.<br />

Birden a'klıma kâğıtlar geldi.<br />

Faydasız kâğıtlar!<br />

— Yapma oğlum! diyen anneme aldırmadım.<br />

Onları, açık kapıdan içeri attım.<br />

Ferahlamıstım.<br />

OCİE YAYINEVİ<br />

EDEBİYAT DÜNYAMIZA<br />

GENÇ VE BAŞARILI BİR<br />

HİKAYECİYİ DAHA<br />

TAKDİM EDİYOR:<br />

ÜMİT FEHMİ SORGUNOĞLU<br />

ACILAR<br />

NEREDE BAŞLAR<br />

Ümit Fehmi Sorgıanlu<br />

Fiyatı: 150 TL... Doğuş afbonelerine ve kitapçıla<br />

ra % 25 indirim.<br />

P.K. 329 Kızılay — ANKARA<br />

19


SOSYAL<br />

DEĞİŞME<br />

VE<br />

MİLLİ KÜLTÜR<br />

«Tarihin her devrinde toplumlar<br />

belli bir sosyal değişme<br />

içerisinde olmuşlardır.<br />

Yeni ortaya konulan her teknoloji<br />

kendi çevresinde oluşan<br />

normlar, değerler kurallar<br />

bütününü de beraberinde<br />

getirmiş maddî kültürdeki<br />

bu değişme manevî kültürü de<br />

etkilemiş ve belli bir<br />

kültürel değişme<br />

hadisesi ortaya çıkmıştır...»<br />

Erdinç<br />

YAZICI<br />

Sosyal değişme ve Kültür Birliği kavramları<br />

arasında ki ilişkiler hakkında genel bir tahlil yapmadan<br />

önce «Kültür» kavramı üzerinde durmakta<br />

ve kültür 'kavramı üzerine genel bir fikir sunmakta<br />

fayda vardır.<br />

Çeşitli ilim adamları kültür kavramını çok çeşitli<br />

tanımlarla açıklamaya çalışmışlardır. Bunlardan<br />

bazıları şöyledir; «Kültür, insanların kullandıkları<br />

araçlar, değerler, kaideler ve anlamların<br />

bütünüdür, «Kültür, bîr toplumun tüm hayat<br />

biçimidir., Kültür; Toplum, insanoğlu, eğitim süreci<br />

ve Kültürel muhteva gibi değişkenlerin ve<br />

bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir fonksiyonudur.<br />

Kültür, insanın yine insan tarafından ortaya<br />

konulan maddi ve manevi çevresidir.<br />

Yukarıda verilen birkaç kültür tanımından<br />

;da anlaşılacağı gibi bugün ilim adamları tek bir<br />

tanım üzerinde birleşememektedirler. Bunun yegane<br />

sebebi ise her ilim adamının kendi ihtisas<br />

alanının ilgilendirdiği biçimde bir kültür<br />

tanımı yapmasındandır. Meselâ bir kültür antropologu<br />

kültüre antropolojik açıdan yaklaşırken,<br />

bir sosyolog kültüre sosyolojik açıdan tarif getirmektedir.<br />

İşte bu sebeplerdendir ki kültür kavramını<br />

belli bir tanımla belirlemek yerine, kültürün<br />

temel vasıflarını belirtmek tahminimce daha doğru<br />

olacak ve kültür kavramı da daha detaylı bir<br />

berraklığa kavuşacaktır. Kültürün umumi anlamda<br />

sayabileceğimiz vasıfları şöylece sıralanabilir;<br />

Kültür, öğrenilmekle kazanılacak bir muhtevadır,<br />

kültür, psikolojik ve fizyolojik değil her kişinin<br />

doğduktan sonraki hayatı içinde (Ailede, o-<br />

ku.lda, mahallede, işte v.s.) kazandığı birtakım a-<br />

lışkanlıklar muhtevasıdır.<br />

Kültür, tarihî ve daimîdir. Kültür, gelişen tarih<br />

aşamaları içinde bir muhteva olarak varlığını<br />

devam ettirir. Her tarih aşaması aynı zamanda<br />

değişik kültür unsurlarının mevcut olduğu ve hüküm<br />

sürdüğü bir kültür aşamasıdır.<br />

Kültür, sosyal bir muhtevadır. Kültürün içinde<br />

ki unsurlar yukarıda da belirttiğimiz gibi uzun<br />

bir tarih geçmişi fçinde toplumlar tarafından oluşturulur<br />

ve ortaklaşa paylaşılır.<br />

Kültür, idealleştiriîmiş kaideler sistemidir.<br />

Kültürdeki kaideler, normlar, değerler toplum ü-<br />

yeleri için, bir idealler örgüsüdür. Toplumda kişiler<br />

idealleştiriîmiş kurallara ters düştükleri o-<br />

randa toplumdan tepki görürler.<br />

Kültür, ihtiyaçları karşılayıcı ve doyum sağlayıcıdır.<br />

Psikoloji ilmi bugün alışkanlıkların toplumu<br />

tatmin ettiği sürece devam ettiğini açıklamaktadır.<br />

Biyolojik ihtiyaçların ve ikinci derece<br />

ihtiyaçların karşılanmasında kültürün etkisi büyüktür.<br />

Kültür, birleştirici ve bütünleştiricidir. Uyum<br />

süresinin bir sonucu olarak, belli bir kültürün unsurları,<br />

uyumlu ve bütünleşmiş bir sistemi oluşturmak<br />

eğilimindedirler.


Kültür, sübjektiflik taşır. Kültür bütünüyle<br />

gözlenebilir ve maddi bir muhteva değildir. Manevi<br />

birtakım unsurlar kültürün en önemli özelliklerini<br />

oluştururlar.<br />

Böylece kültürün temel vasıflarını saydıktan<br />

sonra, kültürün içine aldığı aile ve akrabalık, sağlık<br />

ve beslenme, eğitim süreci, yerleşmeler, ekonomi<br />

ve Teknoloji, ilim ve sanat, din ve devlet, kişilik<br />

sistemi ve dil, Kültürel çevre ve tarihi çevre,<br />

kavramlarında kültüre dahil ettiğimizde 'kültür<br />

kavramı üzerinde daha da geniş bir açıklamaya<br />

kavuşmuş oluyoruz.<br />

Toplum yapısı dendiği zaman en basit anlamıyla<br />

düzenlenmiş insan ilişkileri akla gelir. Sosyal<br />

değişme kavramı ise bize iç ve dış dinamiğe<br />

bağlı olarak mevcut insan ilişkilerinde meydana<br />

gelen değişmeyi belirtir. ıBu değişme genelde manevi<br />

anlamda; normaların, değerlerin, ilişki biçimlerinin<br />

değişmesini, maddi anlamda kullanılan<br />

teknoloji ve onunla ortaya konulan maddi varlığın<br />

biçim, öz p değer olarak değişmesini verir. O<br />

halde sosyal değişme aynı zamanda bir kültürel<br />

değişme sürecidir. Bu iki kavram temelde iç içe<br />

geçmiş ve yoğun ilişki çînde olan iki kavramdır.<br />

Kültür antropologları değişmeleri kültüre! değişme<br />

açısından tahlil ederlerken. Sosyologlar değişmelere<br />

sosyal değişme açısından yaklaşmaktadırlar.<br />

Şu durumda değişmelere bakış açısı ilim<br />

ve mesleki disiplinlere görede değişmektedir. Yalnız<br />

bütün bunların ötesinde sosyal değişme, dendiği<br />

zaman kültürel değişmeyi de içine alan daha<br />

geniş bir değişme muhtevasıyla karşı, karşıya olduğumuz<br />

da bir gerçektir.<br />

Değişme demişken hemen belirtelim, değişme<br />

toplumun hemen kabullendiği bir hadise değildir.<br />

Kaldı ki kültür değişmesi kültürel çatışma<br />

ortamının bir sonucudur. Kültürel çatışma toplumda<br />

mevcut olan, toplumun sahip olduğu kültürle<br />

dıştan gelen kültürün (yeni 'kültürün) arasında o-<br />

lan bir hadisedir. Bu hadisede yerli kültür değişmeye<br />

karşı direnen kültür, dıştan gelen kültür değişmeyi<br />

oluşturmak isteyen kültürdür. Böyle bir<br />

kültürel çatışma ortamının sonucunda bir kültürel<br />

bütünleşme (Kültürel entegrasyon) bir kütürel<br />

sentezleşme oluşur. Bu aşamada artık kültür<br />

ne bildiğimiz eski 'kültürdür ne de yeni gelen<br />

kültürdür. Bu aşamada kültürkaynağını ve zeminini<br />

yerli kültürün oluşturduğu, yeni kültür unsurlarının<br />

adapte olduğu (Kültürel adaptasyon) yeni<br />

bir kültür muhtevasıdır artık.<br />

Tarihin her devrinde toplumlar belli bir sosyal<br />

değişme içerisinde olmuşlardır. Yeni ortaya konulan<br />

her teknoloji kendi çevresinde oluşan normlar,<br />

değerler, kurallar bütününü de beraberinde<br />

getirmiştir. Maddî kültürdeki bu değişme manevi<br />

kültürüde etkilemiş ve belli bir kültürel değişme<br />

hadisesi ortaya çıkmıştır. Aslında burada anlatmak<br />

istediğimiz bu değildir. Yani tarihte her toplumda<br />

sosyal ve kültürel bir değişmenin varlığı<br />

zaten tartışılmıyor. Yalnız burada asıl belirtilmesi<br />

gereken şey, İngiliz sanayi inkılabına kadar yavaş<br />

olan değişme hızının sanayi inkılabından sonra<br />

müthiş bir artış kaydederek hızlı bir değişme<br />

çizgisine ulaşmasıdır.<br />

Çağımız toplumlarında bu değişme çizgisini<br />

en yoğun biçimde yansıtan yerleşme merkezleri<br />

şehirlerdir. Sanayi inkılabı sonrası şehirler, yepyeni<br />

bir ilişkiler ve değerler sistemini bünyelerinde<br />

toplamaya 'başlıyorlardı. Bu yeni ilişkiler ve<br />

değerler sisteminin ana belirleyicisi O zamana<br />

kadar tanınmayan bir olgu olan sanayileşme îdi.<br />

Sanayileşme üretimde kalite ve kantite yönünden<br />

yüksek bir artışı getirirken, iş alanları ve üretim<br />

artışı insanları, cazip hayat imkanlarına sahip olabilmenin<br />

bir özlemli olarak şehirlere çekmeye başlıyordu.<br />

İşte bu, aşamada şe'hirleşme ve sanayileşme<br />

karşılıklı ilişki halinde yeni bir kültür zemini<br />

oluşturuyorlardı. Bu zemin üzerine inşaa ed'ilecek<br />

kültür «Şehir kültürü», bir başka deyişle «Sanayi<br />

kültürü» olacaktı şüphesiz.<br />

Batıda bütün bunlar olurken bizde durum neydi<br />

Türkiye'de ki şehirleşme ve sanayileşme hareketi<br />

de batıdaki bu sanayileşme ve şehirleşme<br />

hareketinin bir yansıması niteliğinde gelişiyordu.<br />

Yalnız şunu hemen belirtmek gerekir ki; Türkiye'­<br />

de ki şehirleşme hadisesi daha çok 'batıda olduğu<br />

gibi şehrin çekiciliğinden ve Cazipliğinden değil,<br />

Köyün iticiliğinden kaynaklanıyordu,. Yani insanların<br />

şehre yaptığı akın daha çok köydeki yetersiz<br />

toprak ve nüfus artışı faktörlerinden ileri geliyordu.<br />

Yeterli bir sanayileşme çizgisine erişemeyen<br />

şehirlere insanların istihdam edilebilecekleri<br />

daha fazla oranda akınlar halinde gelmeleri, gelenlerden<br />

istihdam edilemeyenlerin (konut, İş Sağlık,<br />

eğitim v.s. hizmetleri getirilemeyenlerin) gecekondu,<br />

gerçeğini ortaya çıkarmalarına neden<br />

oluyor ve buna paralel olarak bir gecekon;du kültürü,<br />

oluşuyordu. Toprağa bağımlı geleneğe dayalı<br />

«köy kültürü» ve sanayileşmenin getirdiği<br />

yeni normlar, değerler, kaidelerden kaynaklanan<br />

şehir kültürünün, arasında bir geçiş bir «yoksulluk<br />

kültürü» niteliği taşıyordu bu kültür.<br />

Hakikatta gecekondulaşma sanayileşmesiz<br />

şehirleşme hareketinin tabii bir sonucudur. Gecekondu<br />

kültürü temelde ne köy kültürü gibi köklü<br />

güçlü bîr geçmişe ve muhtevaya sahiptir. Nede<br />

şehir kültürü gibi sanayileşme ile gelen ve idealleşen,<br />

hasret duyulan, yaygınlaşan bir kültür<br />

muhtevası özelliğindedir. Köy kültüründe ve nisbeten<br />

şehir kültüründe kaidelerde bir nitelik gizlenirken,<br />

üç kuşaklık bir geçiş kültürü olarak belirtiler<br />

gecekondu kültüründe bir netlik gözlenemez,<br />

köyden kalkıp şebire gelen ve binbir güçlükle bir<br />

gecekonduya sahip olan insan, geleneksel bir kültür<br />

muhtevasına sahip olmasına rağmen, genel<br />

çizgi ve muhtevasını net biçimde belirleyemedi-<br />

21


ği, fakat geniş insan yığınlarının içinde, olduğunu<br />

medeniyeti yaşadığı o altın çağlarda gücünü ve<br />

varsaydığı bir şehir kültürüyle karşı karşıya kudretini islamdan almıştır. Türk kültürü uzun<br />

dır. Artık köydeki kültürel denetim ve kaidelerin asırlar islamın yaptığı derin akisler ile Cumhuriyet<br />

bağlayıcılığından uzaktır. Karşı karşıya kaldığı<br />

dönemine kadar gelmiştir. Batılılaşma (ilimde<br />

ve muhtevasını bir türlü çözemediği bu, yeni kültür<br />

ve teknikte batı gibi olmak) ise Cumhuriyet döneminin<br />

karşısında (Köyde aldığı kültürün kendi üze­<br />

rindeki yansımasının da etkisiyle} en radikallikten tipik bir özelliğidir. Bu dönemde kültürindeki<br />

rümüzün etkilendiği önemli bir kaynaktı Batı kültürü.<br />

en muhafazakarlığa uzanan çizgi üzerinde bir vaziyet<br />

O halde bugünkü sahip olduğumuz kültü­<br />

alır. İçinde bulunduğu bu kültürel netsizlik rümüzü, yukarıda saydığımız kaynakların birikiminin<br />

bir «anomia» fjKaidesizlik) halidir.<br />

bir sentezleşmesi olarak ifade edebiliriz.<br />

Kaldı ki sanayileşme ve şehirleşme hareketinin<br />

Yukarıda belirttiğimiz sanayileşme ve şehirdiği,<br />

düzenli ve şuurlu bir gelişme kaydedemeleşme<br />

kavramları temeide batı kültürünün ve o-<br />

istikrarlı bir 'kültür politikasının oluşamadığı<br />

durumlarda «anomia» hali alabildiğine gelişmiş ve<br />

nun teknolojik (maddi kültür) seviyesinin bir sonu.cuur.<br />

Bu 'katı 'kültür unsurları (sanayileşme ve<br />

devamlılık kazanmıştır. Düzensiz bir şehirleşme şehirleşme) aynı zamanda toplumumuzun arzuladıklarıdır.<br />

ve sanayileşme hareketinin sonucu şehir kültüründe<br />

Hatta millet olarak yaşayabilmemiz,<br />

de bir netlik görülemez. Böyle bir şehirde<br />

gecekondu semtleri dışında kalan sosyal - ekonomik<br />

gelecekte güçlü bir sanayi toplumu vücuda<br />

rebilmemize bağlıdır dersek, batı kültürünün<br />

geti­<br />

bu<br />

ve Kültürel yönden büyük farklılıklar gös­<br />

mahsullerine ne kadar muhtaç olduğumuz orta­<br />

teren semtlerden hangisi şehir kültürünü temsil ya çıkacaktır. Özde bizi biz yapan geleneksel kültürümüzden<br />

etmektedir. Böyle bir durumda gecekondu 'kültürünün<br />

üçüncü 'kuşağını oluşturan ve geçiş kültürünün<br />

de geleneğe dayalı Milli kültürümüz­<br />

den de asla vazgeçemeyeceğimize göre karşımı­<br />

teorik plânda sonuna gelmiş kuşak hangi za çıkan problem, geleneksel Milli kültürümüzün<br />

kültüre adapte olacaktır Böyle bir kültürel hadisenin<br />

özünü kaybetmeden, sanayileşme ve şehirleşme<br />

tabii sonucu Kronikleşen bir gecekondu kül­<br />

aşamasından - geçerek medeni, sanayileşmiş bir<br />

türü de, olabilir. Ankara'nın Altındağ semti bu duruma<br />

Milli kültür hüviyeti kazanmasıdır. Bir başka deya<br />

tipik bir örnek olarak sayılabilir. Bu aşamayişle<br />

sanayileşmeyi özümleyebilmiş bir Milli kül­<br />

gelmiş gecekondu kültürü ile yeni oluşmakta tür ortaya koyabilmektir.<br />

olan bir gecekondu semtinin sosyal ve kültürel<br />

Böyle bir amaca ulaşabilmenin, gelecekte<br />

yönden büyük farklılıkları vardır.<br />

güçlü bir Milli kültür ortaya koyabilmenin yolu,<br />

Şimdi böylesine bir kültürel parçalanma durumunda<br />

varlığından Millet olarak asla vazgeçe­<br />

bir sanayileşme ve şehirleşme politikasının ısrar­<br />

mutlaka tutarlı bir Milli 'kültür politikası düzenli<br />

meyeceğimiz Milli kültür, birliğini ve hakimiyetini lı bir biçimde uygulanabilmesinden geçmektedir.<br />

nasıl devam ettirecektir İstikrarlı bir gelişme rayına<br />

nasıl oturacktır.<br />

böyle bir istikrarlı yapıya kavuşmasında hiç şüp­<br />

Milli kültürün temel özelliklerini kaybetmeden,<br />

Bizde millî kültür birliğinin sağlanması, geliştirilmesi<br />

hesiz bu konuyla ilgili bürokratik makamlara, ba­<br />

ve milli 'kültürü araştırma çalışmaları sına, TRT'ye ve aydınlara büyük görevler düşhesiz<br />

Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün direktifleriyle mektedir. Milletçe bir arada yaşayabilmenin yolunun<br />

başlamıştır. Atatürk Milli kültüre verdiği değeri<br />

güçlü bir kültür birliğinden geçtiğini söy­<br />

konuşmalarının birinde kullandığı şu kelimelerde lersek herhalde meselenin ehemmiyetini daha iyi<br />

belirtiyor. «Türk Milletinin idaresinde ve korunmasında<br />

ortaya koymuş oluruz. Yarının Türk Medeniyeti<br />

milli birlik, Milli duygu, Milli kültür en yük­<br />

sekte göz diktiğimiz idealdir,»<br />

Milli Kültürün istikrarlı bir gelişme rayına o-<br />

mutlaka güçlü bir kültür birliğinin üzerine inşaa<br />

edilecektir.<br />

FAYDALANILAN KAYNAKLAR<br />

turması hususundaki fikirleri ortaya koymadan<br />

önce, Milli 'kültürün muhtevası üzerinde bir açıklama<br />

yapmak ve kaynaklarını belirtmek tahminimce<br />

yararlı olacaktır. Türk kültürünün kaynaklarına<br />

baktığımızda umumiyetle üç kaynağın ağırlık kazandığını<br />

görüyoruz. Bunlar, islam öncesi Türk<br />

toplumlarında görülen şamanist değerler ve inançlar,<br />

islâmı kabulden sonra'ki islam inançları ve<br />

değerleri, üçüncü olarak da Cumhuriyet dönemindeki<br />

batılılaşma hareketi olarak belirtilebilir. Yalnız<br />

bu üç kaynaktan, islam değer ve inançlarının<br />

•kültürümüzdeki etkisi belirttiğimiz diğer iki kaynakla<br />

tartışılamayacak kadar büyüktür. Türklerin<br />

islâmı kabulünden sonra, artık islam, Türk kültürünün<br />

en önemli özelliği olmuş, Türk kültür ve<br />

22<br />

Cl) Prof. Dr. Amiran KURTKAN, Sosyoloji M.E.B,<br />

yayınları, Ankara 1976<br />

(2) Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ, İnsan ve Kültür,<br />

Remzi Kitabevi, Ankara 1979<br />

(3) Prof. Dr. Emin Bilgiç, Kültür Politikası üzerine<br />

düşünceler. Milli kültür dergisi > Cilt 1<br />

Sayı 3. 4. 5.<br />

(4) Doç. Dr. Emre Kongar, Toplumsal değişme<br />

kuramları ve Türkiye gerçeği, Bilgi yayınları,<br />

(5) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Köy Sosyolojisinin<br />

temel sorunları, Dedekorkut yayınları,<br />

(6) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Yoksulluk kültürü,<br />

dedekorkut yayınları, Ankara 1977<br />

(7) Prof. Dr. Mümtaiz Turhan, Kültür değişmeleri,


HİKÂYE<br />

Yeniden<br />

Ahmet ÇİĞDEM<br />

I.<br />

O şiiri 'bitirmeliydim. Bitirmek güzeldir anlıyor<br />

musunuz Beklemek yoruyordu beni. Nasıl söylesem<br />

bilmem »ki... Sükûta gömülmek, kendini bile<br />

unutmak zarureti. 0 şiiri dergiye götürmeliydim.<br />

Büyükler okumalıydı. Biraz duygulan ırlard s<br />

belki. Başlarını öne 'eğerlerdi. Beğendiklerinden<br />

değil utandıklarından. Ben bir çocuktum onların<br />

gözünde. Bir çocuk bu güzel duyguları nasıl yakalayabilirdi<br />

Buna imkân yoktu. Sonra yanlarına<br />

gitmeliydim. Her zaman olduğu gibi beni görmemiezllkten<br />

geleceklerdi. Eminim bundan. Yokmuşum<br />

gibi davranacaklardı. Alıştım. Kim ister<br />

çocukların büyümesini. Ben bile istemiyorum: Çocuk!<br />

ulktan şikâyetim yok. Niye olsun<br />

Sibel'i bulmalıyım. O çocukluğumu anlatmamı<br />

isterdi hep. Bugün tam sırası işte. Doya<br />

doya hem de. Çocukluk. Tuhaf yaşamadım sanki.<br />

Ama Sibel'i bulmalıyım. Bulmalıyım.<br />

Fakat biliyorum ki onu bulmak imkânsız.<br />

Nasıl şaşırmayayım: Yeni hatırladım, evlenmiş<br />

Sibel. Oysa ömür boyu evtenmiyeceğini söylerdi.<br />

Söz Vermedi yalnız. Sözün tutulamtyacağını söyler,<br />

söyler ve aldatırdık birbirimizi. Bu Çağda söz<br />

tutmak. Sevgimize rağmen güç geliyordu bu.<br />

Doğru muydu yaptığımız, düşündüğümüz...<br />

Belki yâni biraz belki de hiç.<br />

'Bir dostu, görmem lâzım. Kafesten çıktım diyor.<br />

Ka!fes: Yalnızlık demekmiş. Öyle diyor:<br />

Orada bütün insanlar yalnızdır.<br />

İllkgün, (kafesten çıktığı ükgün görmüştüm<br />

onu. İnanamıyordu gördüklerine, dokunduklarına.<br />

Acıdım. Bir insan nasıl yabancıiaştırılabilir bunca<br />

nesneye Bir insan diğer bir insana vicdanı<br />

sızlamadan nasıl böyle davranabilir de köreltir<br />

insanlığını! Başka birisiyim, dedi. Yalnızım. Onu<br />

daha değişik bulmak istediğimi biliyordu. Benden<br />

utanmadı. Gerek de yoktu buna. Tuh! Bir insan.<br />

Korkak olmamasına rağmen nasıl korkutulur<br />

Roman yazmaya başlamış. Büyükler beğendi.<br />

Yırttı. Kendimi isbat etmek istiyorum; başlangıçta<br />

alkışlayanlar sonra adamı öldürüyorlar.<br />

Kafeste de yaşadım bunları. Eskiden daha namusluydu<br />

insanlar. Tu'h. Hoca da okuyacaktı şiirimi.<br />

Dostum romanını getirse de Hoca ikisini bari o-<br />

kusa. Benim romanını okumamı istemedi. O da<br />

çocukluktan kurtulduğuma inanmadı bir türlü.<br />

Bugün belki bir çocuk romanı getirir. Hani şu,<br />

yaşlanınca bastıracağını söylediği roman.<br />

2.<br />

Dışarı çıktım. Yürüdüm. Gazetelere baktım.<br />

Video seyrettim. Ayak-üstü bir şeyler atıştırdım:<br />

Şelf - serviste. Eşyalar insandan önce değişiyor<br />

her halde. Allah'ım nasıl cazibleştiriyorlar her<br />

şeyi... (Birdenbire. Daldım birden. Nasıl değişiyor<br />

bütün bunlar!.. Kırmızı ışık. Polis. Beşyüz lira<br />

vereceksiniz. Param yok benim. Yalandı bu; vardı,<br />

ama azdı herhalde. Yok dedim, param hiç yok.<br />

Acıdı bana. Git, dedi, git hemşerim hastasın sen.<br />

Hastalık... Sibel'i bulmalıyım. Okula doğru gitsem.<br />

Okulun bahçesi işte. Şurada olmalı. Elimde<br />

bir kâğıt parçası. Ona en son yazdığım şiiri okuyorum.<br />

Kaîh kah, güzel değil mi Her zaman tek<br />

keiimıe: Evet. Bana hayır demedin ki hiç. Sibel<br />

evlenmiş. Neden Niye Küskün gibiyim. Ama bir<br />

ona değil. Herkese. Her şeye. Güldüm. Otobüs<br />

kuyruğunda gülünmez. Çağdaş bir kaide. Biletimi<br />

bulamıyorum. Yok. Şuraya koymuştum halbuki.<br />

Neyse, ben binmiyorum, buyrun siz. Çağdaş ne-<br />

23


24<br />

zoket. Kah kah ikah. Yine güldüm. Beklemek. Boş<br />

ver. Biraz dolaşayım. Hafif bir yağmur. Hâlâ aynı<br />

şeyler. Size de çıkabilir. îBurnuma dayanan piyango<br />

biletini geri çevirdim. Sibe'i evlenmiş. Neden<br />

Evlilik de mânâsız. Sibel. Yaşımı sordum<br />

kendime. Evlilik içîn herhalde. Daha erken, geç<br />

kalmış sayılmam. Ne hinoğlu hinim. Mânâsız: A-<br />

ma bir yerde dursun, beklesin beni. Yine de<br />

kararlıyım. Sibel'i bulmalıyım, evlilik sebebini sormalıyım<br />

ona. Biraz 'küskün olduğumu söylemeliyim.<br />

Dürüstlüğümü isbaıt etmek >mecburiyetindeyim.<br />

Her şeyi söylemek. Karanlıkta 'kalmasın hissedilenler.<br />

Buna söz veririm işte. Sibel., ya sen..<br />

Yemek, bulaşık, ütü yapmak, çocuk altı temizlemek,<br />

sabah erken kalkmak. O Sibel. Az enteHektüel.<br />

Müziği çok sever. İnce kız. Yalnız şarkı<br />

söylemeyi seviyorum. Ya beni Ben çok uzaklardayım.<br />

Hayır, sen bir şarkısın. Şarkı olmak. Ama<br />

nasıl Hava kararıyor. Dergiye uğra sam mı Boş<br />

ver nasıl olsa ben olmayınca daha rahat yürütürler<br />

işleri. Hayır uğramlyacağim. Hayır. Evet.<br />

Yine hayır. Yürümek iyi. Bir başıma. Serâzâd ve<br />

tedirgin. Gülerek, çok değil ara sıra. Bazen. Gerektiğinde.<br />

İstediğimde.<br />

Gece. Beyazdan siyaha bir çizgi yeniden.<br />

Beyazın siyaha dönmesi ne kadar çok şeyi değiştiriyor.<br />

Hayret... yahu bumu ben hiç farketmemişti<br />

m!<br />

Gözlüklerimi sildim. Camın önüne oturdum.<br />

Kalkıp camı da sildim. Dışarıda insanlar. Mânâsız.<br />

Mahmut Bey çay içmeye çağırır birazdan,<br />

Çoraplarrmı giyeyim bari. Ayıp mu oluyor acaba...<br />

Her akşam aynı şey. Kendileri istiyor ama. Kar.<br />

koca severler beni. Özellikle Melahat Hanım.<br />

Çamaşırlarını getir evlâdım diyor, yıkayayım.<br />

Utanmak, evet utanıyorum. Her defasında aklî bir<br />

sebep... Vazgeçiriyorum çamaşırlarımı yıkamaktan.<br />

Melahat Hanım bana zeki çocuk diyor. Yine<br />

çocuk. Kızkardeşiyle tanıştırdı. İlkokul öğretmeni.<br />

Parantez içinde söyüyeyim: Bekâr. Genç,<br />

güzel, hanımefendi.<br />

Mahmut iBey iyi insan. İyi insan yâni haftada<br />

bir çilingir sofrası, yazın Antalya, bayram namazları,<br />

annesi için mevlîd, foto-roman (eskiden<br />

pehlivan tefrikası), aybaşları, spor-toto, futbol<br />

meç farı, Hafız Burhan, çocuksuzluk, renkli televizyon,<br />

gelecek emeklilik ve kasabada açacağı<br />

süpermarket hayâli.<br />

Dairede gençler renksizlikle suçlamışlar. Bunu<br />

söylerken kahırlanır hep. Renkli televizyonu<br />

seyrederken üstelik. Esprisi bayatlamıştır i Benim<br />

renkli televizyonum bile var nasıl renksiz olurum<br />

Sonra kızıyor, kö pürü yor...<br />

Haşarılar, telâşlı, tecrübesiz ve küçücükler.<br />

Seviyorum onları. Ama büyük şeyler istemesinler<br />

benden, istemesinler... Orta okulu zor bitirdim.<br />

Bunlar üniversite mezunları. Geç bir kalem.<br />

Canım kızdırma, insana nasıl davranulır onu bilmiyorlar<br />

ki. Haklılarmış! Ettirme öyle haklılığın<br />

içine. Haklı olmak. Yirmibeşinde herkes haklıdır.<br />

Önce insanlığı bellesinler. Bil-mi-yor-lar! Ben onların<br />

yaşındayken... Başlatma zamanına... Böyle<br />

Kahramanlık yapılmaz... Bunun adı kaçaklıktır...<br />

Ne zamandır kaçmanın adı değişti de kahramanlık,<br />

oldu Bu budur, başka şey aramayın bunun<br />

altında.<br />

Sustum. Onlardan olduğumu söylesem, bu bana


aşkalarının dünyâsını yıkmaya hak verir mi sanki..<br />

Neden onun dünyasındaki yerimi sarsayım.<br />

' Onlardan oiıduğuım için mi.. Peki ben, Mahmut<br />

Bey'den ne kadar ayrıyım.. Bu tartışılır işte. Susuyorum.<br />

Mahmut Bey heyecanlandı, hop oturup<br />

hop kalkıyor.<br />

Çay. Bir bardak daha. Üç şekerli. Çok şekerli<br />

içme. Belki zararı dokunur. Melahat Hanım.<br />

Annemi hatırlattı. Yarın ona bir mektup yazmalıyım.<br />

Darılır. Ağabeyimin nişanına gitmedim diye<br />

biraz kırgın zaten. Beni hâlâ bağışlamadı, bağışlayamadı.<br />

Nasıl bir kin bu Annem. Ah annem,<br />

ah!..<br />

Ben artık kalksam. Vakit geç oldu. Hem<br />

belki yatarsınız. Otur canım gidersin. Uzak mı<br />

sanki gideceğin yer Beşikte çocuğun mu var Allahaşkına...<br />

Kızdırma adpmı.<br />

Yine çocuk, bunun nasıl<br />

nasıl<br />

anlatsam onlara...<br />

Eyvallah, hayırlı geceler, sağolun beni utandırıyorsunuz.<br />

4.<br />

Bir-îki satır bir şeyler okusaım. Varoluşçular<br />

mı Bırak diyorum, kendi kendime, bırak bu entellektüel<br />

ayaklarını. Canın hiç bir şey okumak istemiyor<br />

aslında. Zorlama kendini. Ama yine bir<br />

kitap. Sartre, Camus, Sartre'ın met. Dilim tutulsun.<br />

Nasıl söyledim Entelektüellerin yaptıkları<br />

mubahtır bunu unutmamalıyım. Sartre... Sıkıntı.<br />

Camus. Hürriyetim.. O ne oluyor bu adamların<br />

elinde.. Ben hürriyetimi Saırtre'a şatoma m. Kendi<br />

hayatımı yaşatmıyorlar bana. Sıkıntılı bile olsam<br />

benim olmalı bu sıkıntı, benim tercihimle,<br />

benim hürriyetimle. Sartre'! fırlatıyorum.<br />

Seni küstah seni. Küstah Sartre, Camus.<br />

Kitap okumaktan vazgeçiyorum.<br />

Geçtim.<br />

Saat kaç Meiktup mu yazsam. ıBoş ver, yarın<br />

yazarım. Yarın. Yarın yapacak ne kadar çok<br />

şeyim var. Mektup yazacağım. Belki başladığım<br />

şiiri de bitirebilirim. Sonra delikanlıların yanına<br />

gideceğim. Konuşmamı istediler. Sıkılıyorum konuşurken.<br />

Dedim ya hürriyet meselesi. Yazarken<br />

daha hürüm. Evet, bu fikir hoşuma gitti. Yazarken<br />

daha hürüm.<br />

Sonra Melahat Hanım'ın krzkardeşini sinemaya<br />

götüreceğim. Filmi o seçecek. Benim seçtiklerimi<br />

beğenmedi anlaşılan. O da oana karışıyor.<br />

Ah hürriyetim. Sen ...Melahat Hanım ve<br />

kızkardeşi. O iyi biri. Gerçekten. Çok konuşmaz.<br />

Sorunca cevap verir. Bu huyunu sevdim. Kadınlar<br />

sorulunca konuşmalı. Kah kah kah. Ben bir<br />

anti - feministim. Bunu ona da söyledim. Sık sık<br />

iş bulup bulamadığımı soruyor. Kafasının altında<br />

yatan şeye bin defa isyan ediyorum. Hayır,<br />

o şeye bin defa hayır. Hele onunla. Yâni beni tanımıyan<br />

Dirisi... O. Hayır, olamaz! Olamayacak!<br />

Yarın onunla uzun boylu konuşmalıyım. Demeliyim<br />

ki, senin için, nereden geldiği belli olmayan<br />

öfkelerin, gamların, kasvetlerin, hüzünlerin, küçük<br />

sorumlulukların, huzursuzlukların, saadetlerin,<br />

kırılmaların, gücenmelerin bir mânâsı olabilir...<br />

Tahammül de edebilirsin. Ama ben asla<br />

tahammül edemem! İstediğim ve bunaldığım aynı<br />

şey benim : Tek düze bir hayat. Bu beni mutlu<br />

eder, ya seni... Sen beni tanımadın ki. Ben seni<br />

tanıyamam, tanımak da istemiyorum. Ne istediğimi<br />

de bilmiyorum. Bilsem bile farketmez. Neyi<br />

değiştirir bu Böyle, susarak devam etsin beraberliğimiz.<br />

Beraber susalım. Yalnız birlikte susalım.<br />

Sen bana dair olmıyacak, olmıyacağına dair<br />

söz verdiğin hayâllere dal ama benü bırak. Sükûtumu<br />

sana adadım yetmiyor mu bu Sana<br />

haksızlık ediyorum farkındayım. Ama bir şey<br />

gelmiyor M elimden. Ah, Melahat Hanım yâni<br />

ablan, çamaşırlarımı isteyen kadın, üç şekerîi<br />

çay dokunur, yarın akşam 'bekleriz. Hangi filimi<br />

seçersen seç... Gidelim ve sana haksızlık ettiğimi<br />

düşünerek seçtiğin her filme güzel diyeceğim.<br />

Pijamalarımı giymeliyim. Hava soğuk. Üşütmemem<br />

lazım : Annem, Melahat Hanım, Sibel.<br />

Kadınlar ne kadar birbirine benziyor.<br />

Uyumalıyım.<br />

' Uyumak.<br />

Boşa geçen bir günün üzerine deliksiz bir<br />

uyku. M es'ut. Bahtiyar. M es'ut insanlar vardır<br />

diyorum kendi kendime. Yastığa başını koyar<br />

koymaz uykuya dalabilen insanlar... Annem,<br />

Melahat Hanım, kardeşi, Mahmut Bey hep rnes'ut<br />

insanlar. Ben mes'ut değilim ama. Kafesten çıkan<br />

dostum da. Kah kah kah. Gülmek kolay peki<br />

sebebi<br />

5.<br />

Titreyerek uyandım. Üstüm açık kalmış. Perdeleri<br />

çektim. Gün doğmaya başlamış. Yeni bir<br />

gün. Dışarda kuş sesleri. Çarpıcı.<br />

Mektup yazacağım. Melahat Hanım'ın kızkardeşiyle<br />

sinemaya gideceğim. Mektup, sinema.<br />

Yeni bir gün : Bugün param az. Şelf -serviste<br />

bir şeyler yiyemem. Kıza da para ödettiremem.<br />

Öğlene doğru bir şeyler yapıp yemek en iyisi. Evde<br />

hazır bir kaç şey vardır.<br />

Bir kere daha yeniden aynı şeyleri ama hür<br />

olarak yaşamak için kalkıyorum yataktan, ©iliyorum<br />

değişmeliyim, değişmelisin, değişmeli, değişmeliyiz<br />

değişmelisiniz, değişmeliler. İlkini mutlaka<br />

yapmalıyım. Değiştirerek. Ah bu kuş sesleri ..<br />

Kuş sesleri değişmemeli...<br />

25


«Göklerde olan da yerde<br />

olan da Allah Taalâ'nmdır. Ve<br />

bütün işler de Allah Taalâ'ya<br />

döndürülür.»<br />

Âl-i İmran : 109<br />

O'nu her görüşümde Hazreti<br />

Türkistan'ı hatırlardım. Gözlerinin<br />

çekik oluşundandı herhalde.<br />

Dedeleri Hazret! Türkistan<br />

diyarından gelmişti biliyordum...<br />

Geceler boyu sohbet e-<br />

derdik. İçten içe; kendi yurdunda<br />

gurbet acısı çekmenin<br />

ne kadar zor olduğunu düşünürdüm.<br />

Lâkin bunu ona söyleyemezdim.<br />

O bana «insanları» anlatırdı,<br />

kısanların «insan» kılınması<br />

gerektiğini, Çağı anlatırdı.<br />

Maddeyi ve mânâyı...<br />

Sonra Afganistan'ı konuşurduk.<br />

Dağlarını, işgalci kâfirleri,<br />

mücahidleri. Gidip savaşabilmek<br />

istiyordu. Afganistan hasreti<br />

O'nda çölde su hasreti gibiydi.<br />

Gidememenin sızısını, buraya<br />

gelenlerle dindirmeye çalışıyordu.<br />

Uzun süreli ayrılıklarımızdan<br />

sonra, birbirimizden uzak<br />

kaldığımız günlerde geçen hayatı<br />

değerlendirirdik. Değerlendirmelerimiz<br />

üç aşağı beş yukarı<br />

benzer olurdu. «Müslüman<br />

farklı düşünmez» derdi. Haklıydı.<br />

Dünyaya bir iman perspektifinden<br />

1 bakmak gayretindeydik.<br />

İmana dayalı konularda farklı<br />

düşünemezdik.<br />

Ya ayrıntılar... Ayrıntılardak'ı<br />

«itilâfta hayır vardır» diyorduk.<br />

Kur'an O'nun herşeyiydi.<br />

Hepimizin yapmaya çalıştığını<br />

O'da tek hedef edinmişti. Kur'-<br />

anî bir hayat kurmak. Kur'an<br />

üzre yaşamak... Hayatın gayesini<br />

kavradığını «zahiren» de olsa<br />

farkediyordum. Bütün gayreti<br />

«iyi kul» olabilmek içindi.<br />

ONUNLA<br />

KONUŞUR<br />

GİBİ<br />

Nuri GEDİK<br />

O'nu her görüşümde Hazret!<br />

Türkistan'ı hatırlardım de-<br />

mistim. Belki de bunun sebebi<br />

yalnızca gözlerinin çekikliği değildi.<br />

Alabildiğine belirgin «müslüman»<br />

kimliği de bende bu düşünceyi<br />

uyandırmış olabilir.<br />

Geçenlerde bir haber aldım<br />

O'ndan. Gittiği yerde iyiymiş.<br />

Gelenler orayı bir mektep kıldığını<br />

söylediler. Dönecekmiş.<br />

Bekliyorum.<br />

Daktilonun başına geçtiğimde<br />

O'nunla konuşur gibi yazmayı<br />

düşünmüştüm.<br />

«Ben cinleri ve insanları ancak<br />

bana ibadet etsinler diye<br />

yarattım.»<br />

Zâriyat; 56<br />

Son günlerde, sosyal ve kültürel<br />

cepheleriyle tartışma gündemine<br />

gelen İslâm üzerine çeşitli<br />

görüşler açıklandı. Çeşitli<br />

düşünce gruplarına mensup düşünürler<br />

«İslâm»ı kendi anlayışlarına<br />

göre «yorum»ladılar. Bütün<br />

bunlar yapılmaya devam e-<br />

diliyor.<br />

Aslında bu gelişmeler geç<br />

kalmış faaliyetlerin neticesidir.<br />

Problemler altında ezilen toplumun<br />

aydınları nihayet kendi<br />

kaynaklarının farkına varmışlardır.<br />

«Arkeolojik bir değer» haline<br />

getirilen İslâm incelenmeye<br />

değer bulunmuştur 1 .<br />

Bu, senelerdir «İs!âm»a o-<br />

lan inançlarını kaybetmemişlerin,<br />

kararlılıklarının haklılığını<br />

göstermesi bakımından ilginçtir.<br />

Gelişmeler yalnız Türkiye'ye<br />

has değildir. Dünyanın da dikkatleri<br />

İslâm'a yönelmiştir. Ciddî<br />

ilim adamları, sanatkârlar İslâm'ı<br />

incelemektedirler. Bunların<br />

bir kısmı Allah ve Resulü'ne<br />

iman etmektedir.<br />

Bu işin müsbet yanıdır... Fakat<br />

özellikle meselenin bir başka<br />

yanı biz müslümanlar açısından<br />

çok önemlidir.<br />

İslâm «hayat» dinidir. Yani<br />

islâm dini bünyesinde bir «dünya»<br />

anlayışını da ihtiva eder.<br />

«Dünya ahiretin tariasıdır. «Cennet<br />

ve cehennemin insanları bu<br />

dünyadaki eylemleriyle belli olacaktır...<br />

İçinde yaşadığımız çağ<br />

dünyamızı işgal eden kültür, bu<br />

kültürün tesis et iğ i çevre, yapılar<br />

gayrı İslâmİ'dir. İslâm plânlı<br />

olarak hayatın dışına itilmiş<br />

«keyfiliğe» terkedilmiştir. Yukarıda<br />

söz ettiğimiz «arkeolojik<br />

bir değer» haline gelmek budur.<br />

İslâm'ın mesaimi kabaca<br />

ferdî ve sosyal cepheleriyle ikiye<br />

ayırmak hatalı olmaz sanırız.<br />

Şüphesiz bu ayrımı yaparken<br />

ferdî ve sosyal hayatın içiçeliği<br />

gözardı edilmeyecktir. İslâm'ın<br />

«arkeolojik bir değer» olmaktan<br />

çıkarak yaşayan bir<br />

26


vakıa haline gelmesi ferdî ve<br />

sosyal mesajının özümlenmesi<br />

ile mümkün olacaktır.<br />

Son yıllarda yapılan çalışmalar<br />

İslâm'ın sosyal mesajını<br />

«çağdaş platformda ortaya koymaya<br />

yönelmiş ve müspet mesafeler<br />

katedılmistir.<br />

Ya ferdi<br />

mesaj...<br />

İslâm'ın fen olarak müslümana<br />

yüklediklerini tekrarlamaya<br />

bizce gerek yok. Zira bu<br />

konuda yeterince bilgi kaynağı<br />

mevcut. Ancak şu kadarını hatırlatmayı<br />

da elzem sayıyoruz.<br />

İnsan «Allah'tan başka ilâh olmadığına<br />

ve Hz. Muhammed'in<br />

O'nun kulu ve elçisi olduğuna»<br />

şehadet ederek müslüman olur.<br />

Artık o ,'slâm'ın mesajının tamamının<br />

muhatabı ve taşıyıcısıdır.<br />

Fert ve toplum olarak «iyiliği<br />

emreden, kötülükten sakındıran»<br />

bir fonksiyonerlik O'nun<br />

borcudur. (Burada mücerret iyi<br />

veya kötü değil Kur'anî anlamda<br />

iyi veya kötü söz konusudur).<br />

Artık «iyi kul» olmak ve<br />

topluluğuna bu şuuru vermek<br />

vazifesiyle donatılmıştır.<br />

Toplumumuzun meselelerini<br />

ortaya koyacak, halledecek ilim<br />

ve fikir adamlarımız, yaşayan<br />

insanı tahlil edebilecek <strong>edebiyat</strong>çılarımız<br />

bu büyük ve kıymetli<br />

gayretlerini ferdi planda<br />

«iyi kullar» olmak idealiyle yoğurabildikieri<br />

ölçüde İslâm yaşayan,<br />

hayatımıza hâkim bir kültür<br />

haline gelecektir.<br />

Aksine bir tavır «şirke» bulanmış<br />

dünya ve dev problemler<br />

karşısında yılgınlığa yahut kaçışa<br />

sebep olabilir. Bunaysa tahammülümüz<br />

yoktur.<br />

«Yeniden doğuş» hayatın<br />

akışını kavramış, çağın meselelerine<br />

vakıf Allah'a iyi kul olabilme<br />

gayretinde ve şuurunda<br />

kadrolarla gerçekleşecektir.<br />

O'na yeniden buluştuğumuzda<br />

«hürriyet»! soracağım.<br />

Muhtemelen bana «Düşüncelerinin<br />

hep hür olduğunu» anlatacak.<br />

Sonra lâf lâfı açacak yeni<br />

baştan imtihanı,, ahireti, cennet<br />

ve cehennemi anlatacak. •><br />

ELLERİNDE BOZKIRIN GURBETİ<br />

Nihal YAZAR<br />

Gün göreli ipek saçlarının sarmaşığı<br />

Sevgin bir hatıranın gölgesinde saklandı.<br />

Ümit yalnız bir kelime, bekleyiş bir an<br />

Sap sarı gölgeler sarardıkça uzandı<br />

Yine solgun yine üzgün gözlerinde<br />

Yalnızlığın umulmaz mutluluğu<br />

Hülyaların doruğu kanatlandı.<br />

Sen o beklenen duruşunla uzaktan<br />

Çamlıca'nın Eski Saray Çeşmesinde<br />

Ürkek ceylan bakjşı kirpiklerinde<br />

Şarkın mabudeleri gibi renksiz<br />

Çeşmenin mermerleri canlandı.<br />

Hangi sevdayı hatırlatır bilemem<br />

Hangi güzel tasviri mümkün değil..<br />

Kavuşmayı arzu etmeyen bir çağlayan<br />

Işıltısı göz bebeklerinde belli.<br />

Belli içten kaynayan bir heyecan<br />

Durgun suların aksini hatırlatır,<br />

Deniz özleminde yüreğim umman..<br />

İnce bir ipek hışırtısı verdi.<br />

Neden bilmem ellerimin soğuğu<br />

Yumdum gözlerimi fıstık ağaçlarına<br />

Gönlümde hep o heyecan o ışık<br />

Acıların durağı yeşil bahçelerde<br />

Çayırbaşı Parkı kırık yıkık<br />

O gözlerinde hülyalı hüzünler<br />

Yeşilli kız çocuğu elleri soğuk<br />

Hayalini duydum yüreğimde..<br />

Sen yine ipek saçlarınla kal<br />

Karanlık gözlerinde umut ışıkları,<br />

Yüreğin doluyken lâciverd sulara,<br />

Sen, yine, gönlünde bin hatıra,<br />

Varlığı herkesten başka duymanın sevinci<br />

Kavuşma istemeyen ayrılıklarda<br />

Kalbinde sevdasızlık sancısı<br />

Ellerinde Bozkırın Gurbeti..


Dilaver CEBECİ<br />

CANBAZ, Emine Işmsu'nun<br />

son romanıdır. Az roman okuyan,<br />

hele hele münekitlikten<br />

hiç anlamayan bir insan olarak<br />

CANBAZ dan bahsetmek ihtiyacını<br />

niçin duydum CANBAZ<br />

in herkesin ilgisini çekecek<br />

değişik bir yanı vardır. İşte e-<br />

serin bu tarafı benim de ilgimi<br />

çekti. CANBAZ, daha dün bütün<br />

katılığı ile içinde yaşadığımız,<br />

her safhasına şâhid olduğumuz<br />

12 Eylül öncesi dönemini ele<br />

alıyor. Eserin bu yönünü daha<br />

sonra inceleyeceğimiz için, şimdi<br />

Emine Işmsu'nun şahsiyetinden<br />

söz etmek istiyoruz:<br />

Işmsu, şiir yazmış, nesirde<br />

aşağı yukarı her formu denemiş<br />

tecrübeli bir san'atkârdır. O yaratılıştan<br />

san'atkârdır. Onu daha<br />

önceleri; Bir Yürek Satıldı,<br />

Bir Milyon İğne, Ne Mutlu Türküm<br />

Diyene, Adsız Kahramanlar,<br />

Küçük Dünya, Azap Toprakları,<br />

Ak Topraklar, Tutsak,<br />

Sancı ve Çiçekler Büyür adlı e-<br />

serlerinden tanıyoruz.<br />

Işmsu'nun biraz gizli ama,<br />

derin ve manâlı bir dünyası vardır.<br />

Bu dünyada yeni ve eski içice...<br />

Çağın ve geçmişin binlerce<br />

karakteri bir arada yaşar.<br />

Ağlarlar, gülerler, severler, nefret<br />

ederler. Işmsu zaman zaman<br />

bu tiplerden bazılarını seçip bütün-orijinalliği<br />

ile önümüze koyar.<br />

Işmsu'nun konusu hep insan<br />

ve insaniliktir. Bazan onların<br />

ruh hallerini bize o kadar<br />

başarılı bir şekilde anlatır ki, bu<br />

şahıslardan bazıları ile hemen<br />

imtizaç eder,, romanı onunla birlikte<br />

yaşarız.<br />

Işmsu, batının insanını da<br />

iyi bilir muhakkak. Ama onun<br />

insanı hep Türk insanıdır. Çağımızda<br />

pek çok problemlerle başbaşa<br />

kalmış olan milletimizi ve<br />

onun insanım ele alması elbette<br />

milliyetçiliğinin ve toplumculuğunun<br />

icâbıdır. Işmsu'nun eserlerinde<br />

solcuların sık sık «Sosyal<br />

içerikli» falan diyerek paye ve<br />

klas vermeğe çalıştıkları güdümlü<br />

«Yapıtlar» da olduğu gibi;<br />

hasta ve hilkat garibesi tiplere<br />

rastlayamazsınız. Onun ele<br />

aldığı her şahıs gerçek, canlı<br />

çıkarılma­<br />

ve hayatın içinden<br />

dır.<br />

Işınsu'yu yıllardır tanırım<br />

Çalışkan, tahlilci, hassas, bazan<br />

ketum fakat cemiyetten kopmayan<br />

bir insandır.<br />

Ben CANBAZ'm konusu i-<br />

çinde yaşamış bir insanım. Onu<br />

okumayı çok istiyordum. Doğrusu<br />

kendimi de aradım orada.<br />

Tanıdıklarımı, arkadaşlarımı...<br />

1967 - 19Ö0 yılları arasındaki<br />

döneme hep «Anarşi dönemi»<br />

deriz. Bir bakıma isabetli<br />

bir isim. Fakat kâfi değil. Bunun<br />

tartışmasına burada yer<br />

veremeyiz. Işmsu, CANBAZ'da<br />

menfaatçileri, piyonları, sahtekârları,<br />

hâinleri, çaresiz samîmileri<br />

aynı cemiyet içinde,<br />

hem de birbirleriyle münâsebet<br />

hâlinde anlatıyor. İşte «Anarşi»<br />

yakıştırmasına uygun bir hâl.<br />

Ve kafaların içindeki anarşi!<br />

Gerçek anarşi, anarşinin anası<br />

...Kafaların içinde vuruşan<br />

kelimeler, mefhumlar, tasavvurlar,<br />

hayaller...<br />

özetlenebi­<br />

CANBAZ şöyle<br />

lir:<br />

Ankarada Gazi Eğitim Enstitüsü<br />

İngilizce, bölümünde<br />

tahsil gören Selen Atasoy, Gaziosmanpaşa'da<br />

Sevim Hanım'in<br />

pansiyonunda kalmaktadır. Annesi<br />

Gülnaz Atasoy ise, İstanbul'da<br />

bir sendikanın başkanı<br />

dır. Selen'in kaldığı pansiyonda<br />

.ülkenin ünlü iş adamlarından,<br />

fabrikatör Akif Koçsa'nın<br />

kızı Tülin de kalmaktadır. Selen<br />

sol telkinlerin te'sirinde kalmamıştır.<br />

Fakat Tülin tamamıyla<br />

sola inanmış bir kızdır. Buna<br />

rağmen aralarında ciddî bir çatışma<br />

görülmez. Sevim hanım,<br />

zekî, dikkatli merhametli ve<br />

görgülü bir kadındır. Pansiyon'a<br />

zaman zaman gelip giden İlhan<br />

Kasapoğlu, Sivaslı, Ortadoğu<br />

Teknik Üniversitesinde okuyan<br />

yiğit ruhlu bir ülkücüdür.<br />

Siyasal Bilgiler Fakültesinde o-<br />

kuyan Mehmet Gün de pansiyon'a<br />

gelip giden, temiz düşünceli<br />

insanî değerlere ve iman'a<br />

önem veren bir tip olup, Sevim<br />

hanımın yeğenidir. Selenle arasında<br />

hissî bağlar mevcuttur.<br />

28


Selen, Ankara'da, bu insanların<br />

arasında mücâdele e-<br />

derken, annesi Gülnaz hanım da<br />

İstanbulda işveren ve sendikacı<br />

entrikaları arasında ideallerini<br />

savunmaya çalışmaktadır.<br />

İşçi kesiminde yer alan Ali<br />

Çubuk, lise sıralarında kandırılarak<br />

«devrimci» yapılmış ve<br />

sonunda Akif Koçsa'yı öldürecek<br />

hâle getirilmiştir.<br />

Öğrenci, işçi, işveren, sendikacı<br />

kesimlerinde ayrı ayrı yapılan<br />

mücâdele çeşitli vesilelerle<br />

birbirine bağlanarak bütünlük<br />

kazanıyor.<br />

Eserde önemli bir yeri olan<br />

Akif Koçsa, gerçekten 20. asır<br />

Türk cemiyetinde sık sık rastlanan<br />

bir iş adamı tipidir. Onun<br />

etrafındaki bir takım uşak ruhlu<br />

kimseler de reel tiplerdir. Cemiyetimiz<br />

bu tiplerden çok zarar<br />

görmüştür.<br />

Sevim Gün hanım, sâdece<br />

yazarın idealindeki bir şahıs intibaını<br />

veriyor. Romandaki türden<br />

bir pansiyonculuğun pek<br />

gelişmediği Türkiyemizde, feraseti,<br />

basireti, kültürü^ kibarlığı<br />

ve iyi kalpliliği ile böyle bir<br />

kadına tesadüf etmek pek zordur.<br />

Bu sebebi e Sevim Hanım'a<br />

'ancak ideal bir tip nazarı ile<br />

bakmak lâzım gelir, diyerek o-<br />

nu sun'îi tipler arasına koyuyoruz.<br />

Gülnaz... Ana Gülnaz, münevver<br />

Gülnaz, asîl Gülnaz, dürüst<br />

Gülnaz... Gülnaz'm - daha<br />

pek çok sıfatları var. Ben. Gülnazla<br />

sendikacılığı bağdaştıramıyorum.<br />

Romanda Mehmet Gün'e<br />

rastladığımda, eserin mihver<br />

adamı herhalde bu olacak demiştim.<br />

O biraız silik kaldı. Mehmet'in<br />

sağlam bir karakteri var.<br />

Düşünceleri umumiyetle güzel.<br />

Romanda ağırlığını hissettirseydi<br />

büyük kazanç olurdu.<br />

Tülin, şuurlu bir solcudan<br />

beklenen «eylemeleri gösteremiyor.<br />

Halûk Bozkır'ın evini<br />

darmadağın eden Tülin hâriç...<br />

İlhan, vak'aların geçtiği yıllarda<br />

ülkücüler arasında mevcudu<br />

epeyce olan popüler tiplerden<br />

birisidir. Saf ve sağlam<br />

imânından, Türklüğünden ve<br />

Sivaslılığmdan güç alan, romanı<br />

nefeslendiren şahıslardan<br />

birisi... Sahifeler arasında canlı<br />

- kanlı, dipdiri, uzansan tutulacak<br />

kadar müşahhas ve mücessem...<br />

Ali Çubuk için de aynı şeyleri<br />

söylemek mümkündür. O-<br />

nun, «devrimcilik» tuzağına<br />

düşmesi hikâyesi, son derece<br />

başarılı bir şekilde anlatılarak,<br />

Türk cemiyetinin mühim bir<br />

yarasına parmak basılmaktadır.<br />

Prof. Halûk Bozkır çok kenarda<br />

ka 7 mış. Okuyucu onun<br />

daha nice Ali Çubukları «bilinçlendirdiğini»<br />

yakından ta'kib etmeliydi.<br />

Şahısların hepsi de gerçekten<br />

canbaz. Bir ipin üstündeler,<br />

denge âletleri var... Onları<br />

seyredenler, alkışlayanlar var.<br />

Ağır - aksak, sallanarak, «Uzun<br />

ince bir yolda» gidiyorlar.<br />

Veysel'in o güzelim kıt'aları<br />

bölümlerin başında anahtar<br />

gibi. Ne kadar güzel bir usûl.<br />

Duyan bir san'atkâr için bulunmaz<br />

ilham kaynağı. O güzel<br />

dörtlüklerden birisini can ve gönülden<br />

okuyarak başlayan bir<br />

san'atkâr neler yazmaz...<br />

Sivas ve Sivaslılar her nedense<br />

ön plânda. Aslında bu benim<br />

için son derece isabetli.<br />

Çünkü Sivas bende hep gurbet<br />

duyguları uyandırır. Hattâ birkaç<br />

yıl önce yazdığım bir mensûrede<br />

Sivas hakkında şöyle<br />

demişim: «... Sizin de aklınıza<br />

Sivas mı gelir ayrılık denince<br />

Nasıl böyle imtizaç etmiş<br />

Sivasla ayrılık Hiç baktığınız<br />

oldu mu sözlüklere Aradınız ,mı<br />

Sivas'ın ma'nâsmı Sivas ayrılık<br />

demek mi yoksa»<br />

Sivas... Göç'ün, ihmâlin,<br />

çilenin .yiğitliğin ve sağlamlığın<br />

sembolü...<br />

Aslında 12 Eylül öncesinin<br />

Türkiyesinde olup bitenleri anlatmak<br />

çok zor. Işmsu bütün<br />

büyük san'atkârlar gibi zora<br />

tâlib olmuş ve zor'u başarmaya<br />

çalışmıştır.<br />

«Devrim» cinnetinin beslendiği<br />

esas kaynaklar, «devrimci» -<br />

lerin kinleri ve sevgileri, «devrimci<br />

romantizmi daha derinlemesine<br />

anlatılabilirdi. Keza Ülkücülerin<br />

idealleri, gerçekçi<br />

ve ütopik yanlan daha çok anlatılabilirdi.<br />

Fakat bu taktirde<br />

zâten hacimli olan kitap iyice<br />

büyürdü.<br />

Sendikacılık entrikalarına<br />

fazla yer verilmesi eseri biraz<br />

ağırlaştırmıştır.<br />

Ancak, darmadağın olmuş,<br />

iman ve fikir birliğini kaybetmiş,<br />

her bir ferdi kendi başının<br />

çâresine bakmak zorunda bırakılmış<br />

bir cemiyeti gayet iyi<br />

gösteren Canbaz, henüz târih<br />

bile olmamış kısa bir geçmişten<br />

bize ibret dersi çıkaracak<br />

çapta bir eserdir.<br />

Romandaki cemiyet tanı bir<br />

kaos içinde. Haklı ile haksızı<br />

ta'yin de tipler okuyucuya ip<br />

uçları veriyor. Her eserin okuyucuyu<br />

tefekküre sevk eden<br />

bir mâhiyette olması lâzım geldiği<br />

muhakkaktır. Canbaz bu<br />

açıdan da görevini ifâ etmiştir.<br />

Vak'alar üzerinde tefekkür...<br />

Kur'ân-ı Kerîmde de defalarca<br />

ifâdesini bulan ilâhî emir... Hakikati<br />

yakalamaya talip insanın<br />

ezelî ve ebedî çilesi...<br />

Gecekondu, 20. yüzyıl Türkiyesinin<br />

büyük derdidir. Anadolunun<br />

tertemiz insanlarını<br />

devletine ve milletine düşman<br />

hâle getiren bu keyfiyet Canbazda<br />

az izlenmiştir.<br />

Işmsu, gecekondu kültüründen<br />

haberdâr. Bu konulara el<br />

atmanın solun tekelinde olduğu<br />

veya öyle zannedildiği bir devirde,<br />

romancımız, cesaretle ve istismardan<br />

uzak bir tavır içinde<br />

vak'aya yaklaşmıştır.<br />

İşmsu'nun dili konusunda<br />

fazla diyeceğimiz yoktur. Onu<br />

eskiden beri biliyoruz. Ancak,<br />

bu tertemiz Türkçeye sevdiği<br />

bir kaç kelimeyi zaman zaman<br />

sun'i bir tarzda sokmaz ise eksiği<br />

kalmayacaktır. Nanca gibi.)<br />

:<br />

Yeni yeni romanlara ve başarılara<br />

Işmsu!<br />

29


KÜLTÜR SOHBETLER/<br />

BATILILAŞMA - II-<br />

Taha AKYOL<br />

(Geçen sayıdan devam)<br />

III. Selim Avrupa'ya ilk defa talebe yolluyor.<br />

{Tıpkı Japonların yaptığı gibi. Japonlar da<br />

kalkınmaya öyle başladılar.) Ve gönderilen ilk<br />

talebelerden İshak 'Beye şu emri veriyor:<br />

«Envayi fünun ve maarifi tahsil ediniz.»<br />

iBu sırada III. Selim devlet adamlarından devleti<br />

nasıl kurtarabiliriz diye layihalar ister ve<br />

kendisine 18 tane layiha verilir. Bunlardan Atıf<br />

Efendi 'muhafazakar görüşü temsil eder. Fransız<br />

ihtilalinin «eşedd-i küfr» bir hareket olduğunu,<br />

Fransa'da'ki sosyal intizama 'kargaşa verdiğini,<br />

bize Avrupa'dan hiçbir fayda gelmeyeceğini olsa<br />

olsa bize aynı felaketlerin geleceğini söylüyor ve<br />

«Sultan Süleyman Efendimiz devrinin kavamat,<br />

nizamat ve evamirine» .dönmemiz lâzım gelir diyor.<br />

Bir de Rasih Efendi vardır. Bu III. Selim ü-<br />

zerinde etkili olmuştur: Frenklerin harb fennine<br />

dair kitapların tercümesi ve Avrupa'dan mütahassıs<br />

getirilmesi. Çünkü eski Osmanlı harb stratejilerinin<br />

günümüzde çöktüğünü söylüyor.<br />

Eski yeniçeri ve Sipahi askerinin yerine profosyonel<br />

ordunun kurulmasını söylüyor.<br />

Ve bir zamanların cihan hükümdarı olan ve<br />

askerlik tarihinde medeniyetin diğer safhalarında<br />

olduğu gibi harikalar yaratmış olan Osmanlı<br />

Devleti, Fransadan askerî öğretmen ta leb ediyor.<br />

6 tane bahriye zabiti ikişer tane mühendis subay,<br />

falan taleb ediyor.<br />

İli. Selim'in Avrupanın birçok merkezlerine<br />

gönderdiği bir ferman var. Bunu kısaca özetleyelim<br />

:<br />

«Fransa devletinin sureti idaresine ve tedavir<br />

ve menviyatını ve nizamı mülke dair kâfe-i<br />

halâsı ve bittahsis donanmaya müteallik kavaid-i<br />

mahsusasını ve umur-u askeriyenin vech-i<br />

tertrb ve tanzimini velhasıl devlet i âliyenin işine<br />

yarıyocak kâf e-i halası gereği gibi tahkik etmek<br />

hususu» adı geçen sefire emredilmiştir.<br />

3§<br />

Dikkat ederseniz bu Avrupa'ya gitmemiş<br />

olan bir padişahın ağzından çıkıyor. Burada varacağımız<br />

tek netice şudur. Klasik Osmanlı düşüncesi<br />

karşılaştığı yeni bunalımın içerisinde zirvesini<br />

Koçi Bey'de gördüğümüz restorasyon işinde<br />

başarısızlığa uğradığı için gözler Batıya çevrilmiştir.<br />

Yoksa Batının içimize soktuğu ajanlardan<br />

dolayı gözler Batıya çevrilmiş değildir.<br />

III. Selimin Avrupa Harb fenni' hakkında söylediği<br />

sözler de enteresandır:<br />

«Bu kâfirlerin muharebeleri acaiptir, meydana<br />

çıkıp merdane muharebe etse hiç mülahaza<br />

etmem, lakin öyle etmiyorlar. Birkaç sene mukaddem<br />

benim tercüme ettirdiğim Volan nam-ı<br />

kitab mütalaa olunursa ne ettikleri malûm olur.»<br />

Hani bizim Köroğlu'nun var ya «tüfek icad<br />

oldu mertlik bozuldu» diye.. Bu, klâsik Osmanlı<br />

fenninin Batı harb fenni karşısında ne kadar çaresiz<br />

kaldığını gösterir. Ondan sonra biliyorsunuz<br />

Nizam-ı Cedid teşebbüs/ü vardır. Ve devrin<br />

din alimlerinden Münib Efendi, Nizam-ı cedid askerlerinin<br />

talim yapmalarına ve trampet çalmalarına<br />

seri cevazın olduğuna dair bir risale yazar<br />

ve bunun üzerine Nizam-ı cedid kurulmaya başlanır.<br />

Fakat Nizam-ı cedidi kurmak için de para<br />

lâzım, bir taraftan Yeniçerinin artık boş ,bordro,<br />

haline gelmiş, sürekli para harcayan masraflarını<br />

karşılıyacaksınız, devletin bütün masraflarını<br />

karşılıyacaksınız, bir taraftan da yeni ordu kurma<br />

masraflarını karşılayacaksınız. Bunun üzerine<br />

irad-ı cedid diye bir vergi çıkarılır. O zaman ağyan<br />

denilen bir nevî toprak ağalarında huzursuzluk<br />

meydana getirir. Rüşvetle mücadele açılır bu<br />

da bürokraside huzursuzluk meydana getirir. Ama<br />

yine de cihan devletleri savaşmak mecburiyetindedirler.<br />

Ve bitip tükenmeyen savaşlar...<br />

Ve II. Mahmut devri:<br />

II. Mahmut başa geçtiğinde biliyorsunuz 7<br />

yaşında bir çocuktur. Devlet işlerine alaka duyabilecek<br />

yaşlara geldiğinde Halil Rıfat Paşa'yı Rus-


aya gönderir. Dün bir Moskova kinezliği olan<br />

Rusya nasıl bu hale gelir.. Bunu .bizim de çok<br />

düşünmemiz lâzım arkadaşlar!.. Halil Rıfat Paşa<br />

Rusya'da tersaneleri görür, silah fabrikalarını görür,<br />

gelişen ticareti görür, serpilen şehirleri görür,<br />

kudreti ihtişamı görür. Ve derhal padişaha kanaatini<br />

bildirir: «Devlet-i Aliyyenin yaşaması için garbı<br />

taklitten başka çare kalmamıştır.» İlk defa taklit<br />

fikri de böyle gelir.<br />

Giderek Osmanlı İmparatorluğunda fikrî kıpırdanma<br />

hareketleri görülür. Buna iyi ya da kötü<br />

demiyeceğim, onu sonra diyeceğim. İlk Pan-osmanizm<br />

fikri, osmancılık fikri başlar. Nitekim II.<br />

Mahmut bu Osmanlıcılık fikrini tahakkuk ettirmek<br />

için «millet sistemine» son vermek, hepsini birden<br />

bir millet haline getirmek düşüncesiyle.<br />

«Tebamda müslümanı camide, hristiyam kilisede,<br />

yahudiyi de havranda görmek istiyorum» der.<br />

Tersane açılır fakat kışla açılır gibi açılır. İktisadi<br />

fizibilitesi yapılarak arz taleb prensibleri verimlilik<br />

hesapları yapılarak açılmaz. «Ben emir<br />

verdim, açın bir tersane» diye açılır, fakat yürümez'.<br />

Frpnsjız etkisinin yerine bu defa kuvvetli olarak<br />

Prusya etkisi geçer, disiplinli mazbut, kara<br />

ordusu fikri... Kılık kıyafette reform yapmakia<br />

devletin kurtarılacağı fikri uygulanır. Padişahın<br />

bu tutumlarından dolayı halk padişaha «gavur<br />

padişah» demiye başlar. Aynı zamanda Batı müziği<br />

ilk defa Donizetti zamanında deniz bandosunda<br />

kullanılmaya başlanır.<br />

Burada enteresan olan bir husus var. Demin<br />

son asır Osmanlı ilminin en büyük siması olduğunu<br />

belirttiğim ve bütün arkadaşlarımdan çok<br />

dikkatle okumalarını rica ettiğimi Cevdet Paşa'-<br />

ın Tezakir de çok enteresan bir mukayesesi vardır,<br />

diyor ki:<br />

Deli Petro da bizim Yeniçeri askerine benzeyen<br />

Sterlitz denilen askeri teşkilatı kaldırarak<br />

modem sayılabilecek bir ordu kurdu, biz niye<br />

muvaffak olamadık da Ruslar muvaffak oldu..<br />

diyor ve bir noktaya dikkat çekiyor. Biz işi sırf<br />

hukukî düzenlemeler açısından gördük. Onlar meseleyi<br />

iktisadî açıdan gördüler onun için onlar<br />

muvaffak oldular, biz olamadık diyor, daha önemlisi,<br />

sosyal yapı ve zihniyete dikkat çekiyor.<br />

Buraya kadar Tanzimat devrine girmeden önce,<br />

bir devrin Tanzimat öncesi tablosunu çizmiş<br />

olduk. Burada bir zihniyet karşımıza çıkıyor: İşin<br />

özünü görememek. Burada teşekkül eden zihniyete<br />

değerli ilim adamı Sabri Ülgener «Ortaçağlaşma<br />

zihniyeti» diyor. Cemiyetin üst tabakalarında<br />

ağalık ve efendilik şuuru, bir nevi devletin ve toplumun<br />

çöküşünün ve kendi güçlerinin kayboluşunun<br />

marazi bir tezahürü olarak debdebe, asalet,<br />

nam, unvan merakı. Bugün iktisatçıların az gelişmiş<br />

ülkelerin en kötü hastalıkları dediği gösteriş<br />

duygusu. İktisada ehemmiyet vermemek ve «preekonomik<br />

zihniyet», iktisat öncesi zihniyet...<br />

Zaten 1785 yılında Türkiye'ye gelmiş olan<br />

Baron Dö Tot, «bizde, insanlar ticaret yaparak<br />

zengin olur, Türkiye'de insanlar memur olarak<br />

zengin oluyorlar» diyor. O zaman memur olmak<br />

demek, sadrazam olmak, Beylerbeyi olmak, Tanzimat<br />

devrinden sonra da Bab-i Ali bürokrasisine<br />

girmek... Böylece Türkler zaman içeririnde ekonomiyi<br />

önemsemedikleri için iki sosyal sınıfa ayrılmışlardır,<br />

ya köylü olmuşlardır yahut da bürokrat<br />

olmuşlardır. Peki ticaret.. İşte o azınlıkların<br />

işi... Sanayi olabildiğince azınlıklarda, matbaa<br />

örneğinde gördüğümüz gibi müsbet ilimler,<br />

de azınlıklarda.. Barış zamanında karasabanın<br />

başında köylü, savaş zamanında yine elinde silah<br />

köylü... Yahut da bürokrat olarak kalmışızdır.<br />

Bugün bile ekonomiyi materyalizm zanneden<br />

veya üretimi önemsemeyen birtakım akımlar var.<br />

Türkiye'de... «İşten artmaz dişten artar» diye<br />

konuşuruz. Yani kemerleri daha fazla sıkarak artırabilirsin,<br />

çalışarak bîr şey arttırmak mümkün<br />

değil! Kimde var bu çalışarak arttırmak imkânı<br />

Ticaretle uğraşan azınlıklar da var. Bizde ise yukarı<br />

sınıflarda ticaretle uğraşmak bir tenezzül<br />

meselesi olarak kabul ediliyordu. Türk ya köylü<br />

olur o vakit de «Etrak-i bîidrak» diye hakarete<br />

uğrar, ya da bürokrat olur... Yukarı sınıflar, o zamanın<br />

deyimiyle «havas» zümresi daha yüksek<br />

mevkilere geçerek servet sahibi olmayı düşünür.<br />

«Avam» ise «işten artmaz dişten artar» zihniyetindedir.<br />

Yani asıl iktisadî ve üretken faaliyetler azınlıkların<br />

elinde. Bu kanalla Türkiye'nin iktisadiyatı<br />

yarı - sömürgeleşmeye açılır.<br />

Yan sömürgeleşmenin başlangıcı bizde Tanzimat<br />

değil daha öncedir. 1781 yılında Tanzimat'­<br />

tan aşağı yukarı 55 sene önce 1836 yılında İspanya<br />

ile Türkiye arasında bir ticaret antlaşması<br />

imzalanır. İspanya elçisi Don Suarez Babı Ali'­<br />

de bir konuşma yapar, iki ülke arasındaki kardeşlik<br />

dostluk antlaşması çok iyi de ticaret antlaşması<br />

da yapıldığı için menfaatçe de bağlanmış<br />

olduk bu da çok iyidir. Bunun üzerine bizim<br />

Reis ül Küttab yoni Hariciye Nazırı, şu konuşmayı<br />

yapar:<br />

«Devlet-i Aliye ticaretin varlığını ve yokluğunu<br />

eşit sayar. Ve yalnız ticaretten gelen yarara<br />

ülke yararı gözüyle bakmaz». Avrupa için Önemli<br />

olan ticarî zihniyet, benim içinse dostluk)..<br />

Kıymetli arkadaşlarım buraya kadar izah ettiklerimiz<br />

Batılılaşma öncesi zihniyetimiz idi. Ancak<br />

Batılılaşma da bu zihniyetin bir devamıdır.<br />

Onlar da «Mehdi» yerine İngiliz Devlet-i Fahimanesini<br />

koymuşlardır. Tabii bu daha kötü, emperyalizm<br />

bakımından daha kötü bir şeydir...<br />

Cevdet Paşa Tezakirinde şöyle bir cümle kullanıyor<br />

:<br />

«Ol esnada Fransızcayı taallömle dahi meşgul<br />

oldum. Lâkin o devirde Frenk dillerini öğren-<br />

31


mek şiar-ı ulemaya ters göründüğünden bunu<br />

ihvan-ı tarikten mestur tutardım. Binaenaleyh<br />

Fransızcaya tam olarak alışamadım diyor.»<br />

Keşke üleme islâmî ilimlere tam olarak vakıf<br />

olsaydı ve aynı zamanda Fransızca gibi Batı dillerini<br />

tam öğrenseydi, de bizim kalkınma yollarımızı<br />

bulabilseydi. Ulema Batıya bu kadar kapanınca,<br />

Türkiye'de Batıdan ne alınacaktır meselesine<br />

karar verenler, Batılılaşmış çevreler oldular.<br />

Cevdet Paşa şöyle devam ediyor:<br />

(Sait Paşa Tanzimatın Batılılaşmaya karşı çıkan<br />

Devlet adamlarından biridir) «Sait Paşa hep<br />

eski fikirlere sahip olanları iş başına getirmek ve<br />

devieti eski taassub yolunda götürmek sevdasında<br />

olup buna ise asrın müteammil olamıyacağına<br />

aklım ermeye başlamış olduğundan müteessir<br />

oldum». Cevdet Paşa gibi büyük bir alim de eski<br />

fikirler ile işlerin yürümeyeceğini belirtiyor.<br />

Kıymetli arkadaşlarım, bu devirde Osmanlı<br />

<strong>edebiyat</strong>ında da çöküntü vardır. Artık ne Baki<br />

vardır, ne Fuzuli vardır, ne Nefi vardır, ne Nedim<br />

vardır. Devrin şairlerinden Keçecizade şöyle diyor:<br />

Bir mevsim-i baharına geldik ki alemin<br />

Bülbül hamuş, havz tehi, gülistan harab<br />

İşte Tanzimat bu ortamın eseridir. Nitekim<br />

siyasî uygulamasında önce fikrî öncülüğünü yapan<br />

Halil Rıfat Paşa'lar, Mustafa Sami Efendiler,<br />

Sadık Rıfat Paşalar... Hep, artık, Tanzimat'tan<br />

önce daha Avrupayı taklit etmekten başka çare<br />

kalmadı diyorlar. Fakat bunların taklit dediği şey<br />

Avrupalılar gibi giyinmek, onların tüketim tarzlarını<br />

taklit etmektir.<br />

Bu hava içerisinde biz batılılaşmaya başlıyoruz.<br />

Osjmanlı İmparatorluğunun kurtulması için<br />

program olabilecek fikirler teklif edilmiyor, hep<br />

sloganlar teklif ediliyor. İşte batı medeniyeti,<br />

maarifi, kıyafeti, bunu aldığımız zaman... Ama<br />

ekonomi nasıl olacak, üretim nasıl artacak, as-<br />

DİYALEKTİĞİMİZ<br />

fi<br />

ESTETİĞİMİ!<br />

S. Ahmeî ARVASİ<br />

SAHASINDA TEK ESER!..<br />

Fiyatı: 250 TL.<br />

İsteme Adresi: P.K. 329<br />

Kızılay - ANKARA<br />

32<br />

ker nasıl düzenlenecek Üstünlük devrimizde bize<br />

itaat etmelerine alıştığımız, ama üstünlük onlara<br />

geçtiği için artık bize iteat etmeleri mümkün<br />

olmayan hristiyan tebayı ne yapacağız.. Onları<br />

tepeleme gücümüz de olmadığma göre.. Böyle<br />

müşahhas konularda hiçbir teklifimiz yok, bu zaten<br />

bizim milletimizin umumî zaafıdır... İşte şu<br />

fikir gelecek ve her şey düzelecek... Peki o fikir<br />

geldiğinde enflasyonu nasıl düzeltecek.. Hele fikir<br />

gelsin de o zaman düşünürüz... Hep işi erteleriz<br />

böyle. Nasıl eskiden Kanunî devrine 'dönüldüğünde<br />

her şey düzelir demisizdir, müşahhas<br />

çözümler göstermemişizdir... Tıman ne yapacağız,<br />

Ağyanı ne yapacağız, maliyeyi ne yapacağız..<br />

Orduyu nasıl ıslah edeceğiz.. Üretimi nasıl<br />

arttıracağız.. Bunlara cevap yok... Şimdi de<br />

Batıya dönelim; yine demin söylediğim müşahhas<br />

konulara cevap yok. Aynı zihniyetin devamı...<br />

Ve bu şartlar altında Mustafa Reşit Paşa<br />

«terbiye-i nass ve icra-i nizamat» dediği Batı medeniyetini<br />

aynen taklide yönelir. Ve hatta Batıcılık<br />

o derece mistisizm haline gelir ki Mustafa Reşit<br />

Paşa için yazdığı şiirde Şinasi, Mustafa Reşit<br />

Paşa'ya «medeniyet resulü»der... Burda da yine<br />

eski zihniyetin devamını görüyoruz... Dini naslar<br />

ezeli ve ebedi hakikati ifade eder... Şahsi kanaatler<br />

ise ezeli ve ebedi hakikati ifade etmez... Hep<br />

ezeli ve ebedi hakikati bulduğunu zanneden intihat<br />

devri düşüncesi ezeli ve ebedi hakikatle günlük<br />

hakikati birbirine karıştırmış, aradaki farkı<br />

kaybedince hayattan, gelişmeden kopmuş<br />

Bu şartlar altında ekonomiyi bilmeyen, ekonomiyi<br />

önemsemeyen bir zihniyet, İngiltere'yle<br />

bir ticaret bir antlaşması imzalanmasının sebebi<br />

de siyasidir. II. Mahmut zamanında bir Osmanlı<br />

valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordusu<br />

Kütahya'ya kadar gelmiştir. Onu durdurmak için<br />

İngiliz desteği istenmiş, İngilizler destek vermemişler.<br />

Ruslar'la antlaşmışızdır ve Aynaiıkavak<br />

antlaşmasına göre de Ruslar İstanbul'a gelmişlerdir.<br />

İngilizler bundan rahatsız olunca da, Ruslardan<br />

daha fazla korktuğumuz için, İngilizler'i<br />

tatmin etmek için bu antlaşmayı yapmışızdır. Bu<br />

antlaşmanın yapılmasından sonradır ki Ruslar<br />

Aynalıkavak'tan uzaklaştırmışızdır ama Osmanlı<br />

ölüm fermanını imzalamıştır bu antlaşmayla. Bütün<br />

gümrükler kaldırılmış ve Osmanlı ülkesi İngilizlere<br />

açılmıştır... Başlangıçta bir «yed-i vahit»<br />

sisteminden bahsetmiştik... Karaman'dan İstanbul'a<br />

gelen maldan ayrı bir devlet gibi vergi almışızdır.<br />

Bu vergi Türkler için devam ederken<br />

İngilizle r için kaldırılmıştır. İstanbul'a deniz yoluyla<br />

geiet- K 'f İngiliz malını Üsküdar'dan yola çıkaralım.<br />

İzmit'e geldiğinde İngilizler hiç vergi<br />

vermiyecek fiyat iki lira ise iki liraya satacak bizim<br />

ki ikinci bir vergi ödeyecek fiyatı iki liraysa<br />

{ki daha pahalıdır fabrikasyon olmadığı için) elli<br />

kuruş da vergi ödediği için 2,5 liraya satacaktır...<br />

Tabi Türkün maiı satılmayacak, iki liraya


İnıgjlizinki satılacak... Ordaki hangi malı alır, tabii<br />

ki İngiliz malını... Kendi aleyhimize olan bir<br />

sistemi berbat bir muhafazakarlık anlayışı ile korurken<br />

bunları İngilizlerin lehine kaldırmışızdır.<br />

Enteresandır Osjmanlı tüccarı dışarıya mal satacağı<br />

zaman ondan yüzde 9 ihracat vergisi yüzde<br />

üç de harç olmak üzere yüzde oniki vergi alıyoruz...<br />

Dışarıdan içeriye mal girerken de ondan<br />

sadece yüzde üç vergi alıyorduk, Dünyanın hiçbir<br />

yerinde görülmeyen bir uygulamadır.<br />

Sebep, Avrupayı kalkındıran merkantilist zihniyet<br />

çağını osmanlı düşüncesi yaşamadığı içindir...<br />

Büyük Osmanlı kumandanlarını sayabiliriz...<br />

Fıkıhçılprını yani hukukçu lan nı sayabiliriz,<br />

alimlerini .filozoflarını sayabiliriz hatta yer yüzünde<br />

müsbet ilim çağını açan büyük alimler de sayabiliriz<br />

ama bir tane iktisatçı sayamayız... Var<br />

mı... Ben bilmiyorsam arkadaşlar söylesinler...<br />

İşte bu bizim' millî zaafımızdır. Hem ananevi inhitat<br />

dönemimizde ortaya çıkan hem de batılılaşma<br />

dönemimizde...<br />

Bu yapılan antlaşma sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu<br />

İngilizin bir pazarı haline gelir. Öyle<br />

ki 1840 da İngiltere'den Türkiye'ye gelen mal 2,8<br />

milyon Sterlin iken 1860'da 11 milyon Sterline fırlamıştır.<br />

Bu kadar malın satılması bu ihtiyacı karşılayan<br />

Osmanlı sanayinin çökmesi demektir...<br />

Aynı antlaşma bir süre sonra Fransızlarla da yapılır<br />

1846 da 97 milyon Frank iken Türkiye'ye gelen<br />

Fransız malları, 1862 de 251 milyon Franka<br />

çıkar.<br />

Şimdi durumu Rusya ile mukayese edelim...<br />

İngiltere 1845'de Rusya'ya 10,8 milyon Dolarlık<br />

mal satmış bize de 11 milyon Dolalrlık mal satmış,<br />

aynı tarihte, aşağı yukarı eşit... 1849'a gelindiğinde<br />

yani dört yıl sonra Rusya'ya satılan İngiliz<br />

mallarının miktarı düşmüştür 7,5 milyon dolara...<br />

Bizimki 11 den 12 ye çıkmış... Tam, işte,<br />

eller gider Mersin'e biz gideriz tersine sözü... O<br />

sırada Rusya'da iktisatçılar yetişiyordu, biz de<br />

yoktu... İstanbul korkunç bir tüketici şehir haline<br />

gelmişti 11 milyar 841 milyon liralık ithalat<br />

yapılıyordu, İstanbul'da. İstanbul'dan dışarıya<br />

sattığımız mallar iste sadece ikiyüz yetmişdört<br />

milyon liradır... Neden .. Çünkü katibime kolalı<br />

gömlek gerekir o da dışarıdan gelirdi. Setre pantolon<br />

gerekir o da dışarıdan gelir... Piyano modası<br />

çıkmıştır o da dışarıdan gelir... Ve bir takım<br />

romanlarda ortaya çıkan hep Osmanlı klâsik döneminin<br />

varisi olan yüksek sınıflardan başlayan<br />

zevk, sefa, tüketim bunu gerektiriyordu... Bunun<br />

yine en güzel izahını Cevdet Paşa yapmıştır...<br />

Bu dönemde İstanbul'a sayfiyeye Mısır'dan hanımlar<br />

gelir hidivlerin hanımları... Bunlar o kadar<br />

ihtişam, lüks), debdebe içindedir ki hepsi peçeli<br />

falan, muhafazakârdırlar ama korkunç bir<br />

ihtişam içindedirler... Biri yola çıktığı zaman arkasından<br />

500 kişilik hizmetkârlar geliyor... Onlar<br />

onu yapar da koskoca İmparatorluk bir eyaletten<br />

geri mi kalır! Bizimkiler de başlıyorlar. Bu rekabet<br />

yüzünden devlet iflâs ediyor... Hanımların rekabetinden<br />

devlet iflas ediyor.<br />

Bütün bunların neticesinde Tanzimattan önce<br />

Bursa'da 10 bin tane ipek dokuma tezgahı<br />

varken Batıdan gelen malların rekabetine ddyanamadiği<br />

için 1848 de sayısı binden yetmişbeşe<br />

düşmüştür... Yine bu dönemde kadife imalatı<br />

% 80 gerilemiştir... Peki ondan sonra ne olacak<br />

Saten ve kadife gerekiyor, devlet için gerekiyor, onları<br />

dışarıdan alacaksın!.. Az sonra bu gidişin Osmanlıyı<br />

nasıl borçlandırdığına geleceğim... İstanbul'daki<br />

tezgahlar 30-40 yıl içerisinde 3160'tan<br />

37 ye düşmüştür... Peki bunun yerine ne gelmiştir...,<br />

Ermenilerin Rumların öncülüğünde bir komprador<br />

burjuvazi gelmiştir... 1915 de Enver Paşa'-<br />

ntn yaptırdığı bir sanayi sayımı vardır... Blançoyu<br />

veriyorum:<br />

1915 yılında tüm Osmanlı ülkesinde ancak<br />

282 tane işletme ayakta kalmıştır. Halbu ki yalnız<br />

İstanbul'da tanzimatın başlarında 3160 tane dokuma<br />

tezgahı vardı, diğer işleri bırakalım... 1915<br />

yılına geldiğimizde Osmanlıların elinde sadece<br />

282 tane işletme kalmıştır... Bunlarda da 14 piri<br />

işçi çalışıyordu... Biraz sonra o devrin Rusya'sıyla<br />

mukayese rakamlarını vereceğim.. 1914 de Osmanlıdaki<br />

yabancı sermayenin toplam değeri de<br />

şöyle... Fransızlar 3,3 milyar Frank, İngilizler ise<br />

22 milyon Sterlin, arazi emlak ve işletme sahibi<br />

de oluyorlardı... Tabii onların sahip olmaöı bizim<br />

kaybetmemiz manasına geliyordu. Bu durumu<br />

Rusya'yla mukayese edelim:<br />

Rusya'da 1863-1890 arasında büyük imalathane,<br />

büyük fabrika ve demiryollarında çalışan<br />

işçilerin sayısı 706 binden 1 milyon 433 bine çık-<br />

MASAL<br />

ALİ AKBAŞ<br />

Î mm<br />

33


mıştır. Çarlık zamanında korkunç bir sanayileşme<br />

bu... Lenin bir tarım ülkesini aldı falan ya...<br />

Yanlış bu... Rusya bu kadar belli bir nisibötte ama<br />

.bizimle mukayese edildiğinde korkunç derecede<br />

sanayileşmişti... 1890 yılında Rusya'da 1 milyon<br />

433 bin kişi çalıştıracak bir sanayi var...<br />

Bizim 1915 de el tezgahlarında 14 bin işçi çalışıyor...<br />

Bizim sanayimiz de bu... Neden... Batılılaşma<br />

mı Doğuluîaşma mı, ne dersek diyelim<br />

iktisadî bilmemenin neticesi... Ve tabii iktisadı<br />

bilmeden batıya karşı iken kendini belli bir otarşi<br />

içerisinde koruyabiliyor... Ama bir batılılaşma<br />

sevdasına kalkınca belki fabrikaya gidecek olan<br />

Osmanlı serveti katibin kolalı gömleğine, sevgilisinin<br />

Üsküdar yolunda düşen mendiline gitmiştir...<br />

Avrupa'da 1860 ile 1913 arasında üretim %<br />

700 misli artmıştır... Bizdeki tersine gidişin örnekleri<br />

olarak söylüyorum...<br />

İhtira beratları da enteresan örneklerdir...<br />

Bildiğiniz gibi üretimi arttıran yeni keşif ve icatlara<br />

ihtira beratı deniliyor... Bir ülkede verilen ihtira<br />

beratı sayış* o ülkede teknik buluş sayısını<br />

ve iktisadî canlılığı ıgösterir... Bizde ihtira beratı<br />

falan sıfır... Hep dışarıdan patentle idare ediyoruz...<br />

O sırada Amerika'da 1840 yılı içerisinde<br />

473 tane ihtira beratı verilirken, 1907 yılında yine<br />

bir yıl içerisinde 36620 ihtira beratı verilmiştir.<br />

O kadar yeni buluş üretimin artmasına uygulanmıştır.<br />

Peki biz ne yapıyorduk.. Biz ise demin<br />

ööyledim katibin mendil, piyano işleriyle uğraşıyorduk...<br />

Bu kadar yıkılan bir imparatorluğun aydınlarının<br />

kurtuluş yolu aramamaları ve bazı ideoloji<br />

hareketlerinin başlamaması düşünülemezdi...<br />

Nitekim Oslmanlı İmparatorluğunda başlayan ilk<br />

ideolojik hareket hemen hemen herkesin katıldığı<br />

Pan-Osmanlıcılıktır. İslâm hakimiyetine dayanan<br />

«millet sisteminin» yürümesi artık mümkün<br />

değildir... Bunun için de din ırk, mezheb ayırımı<br />

yapmadan bir statü oluşturmak... Osmanlı<br />

vatandaşlığı espirisi altında birleştirmek istediler.<br />

MİLLÎ BÎR FELSEFE ANLAYIŞI<br />

KAZANMAMIZA YARDIMCI<br />

İKİ KAYNAK ESER<br />

-FELSEFENİN İLKELERİ"<br />

"FİLOZOFLARIN ÖZELLİKLERİ"<br />

Prof. Dr. Nihat KEKLİK'in «Felsefeye Giriş»<br />

serisinin bu ilk iki kitaıbını derginiz DOĞUŞ % 25<br />

indirimle dağıtıyor.<br />

İki Kitap: 700 TL.<br />

% 25 indirimle: 525 TL.<br />

P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

Bu sistem yürümemiştir... Milliyetçilik akımının<br />

tesiriyle sistem yürümemiştir... Yeni Osmanlılarla<br />

I. Meşrutiyet şeklinde ortaya çıkmıştır... Serveti<br />

funûnün ortaya çıkardığı kozmopolitleşme de bunun<br />

bir devamı sayılabilir.<br />

Jön Türkler başlangıçta Ahmet Rıza Beyler<br />

Prens Sabahattin etrafında kozmopolit bir havada<br />

iseler de dış faaliyetler kozmopolit olmakla beraber<br />

içeride .başlayan faaliyetler gitgide milliyetçiliğe<br />

ve İslamcılığa yönelecektir. O yüzden İttihat<br />

ve Terakki hareketi Türkçü ve İslamcı bir harekettir.<br />

Ama dışardaki jön Türk hareketi böyle değildir,<br />

Osmanlıcı bir harekettir. Abdülhamidin ayrı bir<br />

durumu vardır. O azınlıkları bir arada tutma konusunda<br />

Tanzimatın fikrini devam ettirmiştir. Eğitim<br />

sahasında Tanzimattın başlattığı okulları yaygınlaştırma,<br />

Batı ilimlerini öğretme işini en başarılı<br />

şekilde devam ettirmiştir ancak özellikle dış<br />

politikada Abdülhamid topyekün batı emperyalizmine<br />

karşı Pan-İslâmizm siyasetiyle İslâm ülkelerinin<br />

toplu ağırlığını ortaya koymak istemiştir.<br />

Osmanlı İmparatorluğunun mukadder ölümünü<br />

bazı kayıpları göze alarak, bazı ciddi tavizler de<br />

vererek 33 sene uzatmıştır. Daha önce birbirlerine<br />

fazla temasta bulunmayan ancak medrese<br />

kitaplarında bütün müminler kardeştir diye ezberleyip<br />

geçen müslümanlar, Abdülhamid'in siyaseti<br />

sayesinde bir islâm alemî diye güç olduklarını,<br />

müşterek düşmanlarının bulunduğunu belli bir<br />

nisbette öğrenmişler ve nitekim millî mücadelede<br />

de bize yardım etmişlerdir.<br />

Ama Abdülhamid hareketi bir siyaset hareketidir,<br />

bir ideoloji hareketi değildir... Onun için<br />

de o siyasetin inanmış kitleleri yoktur, yalnız o<br />

siyaseti uygulayan bürokratlar ve görevliler vardır.<br />

Nitekim Abdülhamid tahttan indirildiğinde<br />

direniş şeklinde hiçbir şey olmaz. Böylece Abdülhamid<br />

bir siyaset modeli olarak kalır ama bir fikri<br />

ekol olarak devam etmez... Ta ki ittihatçılar<br />

yeniden Pan-İslâmizm ekolüne dönünceye kadar...<br />

İttihatçılar yeniden Pan-İslâmizm hareketini<br />

daha militan olarak uygulayacaklardır.<br />

Burada dikkatimizi çeken bir hareket milliyetçilik<br />

hareketinin ortaya çıkmasıdır. Bazı iddialara<br />

göre yahudi Durkheim'in mason talebesi Ziya<br />

Gökalp tarafından Avrupalıların İslâm alemini<br />

parçalamaları için uydurulmuş ve Gökalp'in<br />

ajanlığı ile Türkiye'ye getirilmiş olan bir ideolojidir!<br />

Bu tamamen saçma sapan bir görüştür. Çünkü<br />

en sön olarak milliyetçiliğe sarılanlar, Türk'­<br />

lerdir. Çok milletli bir imparatorluk daha önce<br />

Osmanlı ve İslâm hakimiyetine dayanıyordu belirttiğim<br />

sebeplerle, bu durumu sosyal olarak,<br />

ekonomik olarak, psikolojik olarak, medeniyet<br />

olarak, maarif olarak devam ettirme imkânı kalmayınca,<br />

Fransız ihtilalinin de tesiriyle, bağımsız<br />

devletler kurmak temayülü başlamış ve ilk hareket<br />

de Balkan milletlerinde ortaya çıkmıştır. Ken-<br />

34


di milliyetini en son hatırlayanlar da, yine Gökalp'-<br />

in belirttiği gibi, Türkler olmuştur. Ondan sonra<br />

Araplar da başlayan birtakım hareketler. Eğer<br />

milliyetçilik bizim için haklı bir ideoloji ise Araplar<br />

için de haklı bir ideolojidir. Türkiye'de milliyetçilik<br />

hareketi bir takım aşırılıklarla, ırkçılığa<br />

varan eğilimlerle, Turancılık gibi uzun vadede iyi<br />

bir ülkü ama kısa vadede çok müceralı olan<br />

eğilimler göstermekle beraber, hiç olmazsa Türklük<br />

şuurunu bunlar uyandırabilmişlerdir. Eğer<br />

ittihada la rın başlattığı bir milliyetçilik ruhu olmasaydı<br />

biz Millî Mücadeleyi hangi ruhla yürütecektik..<br />

Enteresandır Türkiye de ilk millî iktisat<br />

davasını da İttihadçılar ele almışlardır. Ondan ondan<br />

önce onların çapında bir millî iktisat davasının<br />

başlatıldığını göremiyoruz.<br />

Zaman sebebiyle birçok detayı ihtiva etmesi<br />

gerekirken özetlemek mecburiyetinde kaldığım<br />

bu Batılılaşmanın sonunda varacağımız hüküm<br />

nedir.. Varacağımız hüküm bir zihniyet meselesidir...<br />

Batılılaşmaya biz iyi dersek bir şey değişmiyor,<br />

kötü dersek yine değişmez çünkü yaşanmıştır.<br />

Ben Batılılaşmaya karşıyım. Batılılaşmanın<br />

demin de belirttiğim gibi bizim çöküşümüzü<br />

hızlandırdığı kanaatindeyim;. Ancak tarihe bakarkenken<br />

günümüze nasıl bakmamız gerektiğini<br />

tesbit etmemiz gerekir. Tarihte genel formüllerin,<br />

birtakım muskaların bizi kurtaracağı inancıyla<br />

yaklaşım yapılmıştır, kurtarılmamıştır. Halbu ki<br />

hem ilmî zihniyet hemı de İslâm medeniyetinin<br />

yükselme devirlerinde gördüğümüz İslâmî zihniyet<br />

bizi hep sebepler-neticeler zinciri açısından<br />

düşünmeye zorluyor. Siz istediğiniz kadar iyi<br />

ideallere sahip olun bu idealleri gerçekleştirecek<br />

organizasyonları bu idealin hangi safhada ne şekilde<br />

uygulanacağını gösteren programı ortaya<br />

koymadıkça bunlardan netice alınması mümkün<br />

olmuyor. Özetlediğimiz takdirde şu ortaya çıkıyor:<br />

Tanzimat devri ile başlayan batılılaşma bizim<br />

intihat devrimizdeki ortaçaglaşma zihniyetinin<br />

Batı tesirinde, Batı tüketim kalıpları içerisinde bir<br />

yarı sömürgeleşme halinde devamından ibarettir.<br />

Benim bu sınırlı zaman içerisinde söyleyeceklerim<br />

bunlar Soruları olan arkadaşlar varsa onlarla da<br />

sohbet edebiliriz... Teşekkür ederim.<br />

— Sizin Batılılaşmayla ilgili olarak tavsiye<br />

edebileceğiniz eserler hangileridir,.<br />

T AHA AKYOL: Arkadaşlar ,ben konuşmam<br />

arasında Sait Halim Paşa ile Cevdet Paşayı çizgilerini<br />

beğendiğim için tavsiye ettim. Çizgilerini<br />

beğenmediğim için de tavsiye edeceğim adamlar<br />

çoktur. Meselâ batılılaşmayı savunan eserleri<br />

okumamız lazımdır. Yanlış düşünmek bir zaafsa<br />

milliyetçi de yanlış düşünebilir, müslüman da...<br />

Milliyetçi verem olmaz, müslüman kanser olmaz<br />

diye bir kaide var mı.. Yok... Olabilir. Eğer<br />

yanlış düşünmek bir zihin hastalığıysa buna müslüman<br />

da, yakalanabilir milliyetçi de... Mühim<br />

olan sebepler neticeler zincirini dün yakalayıp<br />

bugün de aynı şeyi yakalamaya yatkın olabilmektir.<br />

O yüzden şu veya bu kitabı tavsiye etmek,<br />

başka kitapları tavsiye etmemek manasına<br />

gelmez. Bilhassa Osmanlı İmparatorluğunu Tanzimattan<br />

önce çöküşe sürükleyen, Tanzimattan<br />

sonra da yarı -sömürgeleşmeye sürükleyen zihniyeti<br />

iyi tanımak için bu konuda tasvip etmediğimiz<br />

eserleri meselâ klâsik dönem geçildikten<br />

sonra intihat devri ulemasının eslerlerini de okumakta<br />

fayda vardır...<br />

— Efendim yanlış anladıysam özür dilerim.<br />

Milletlerin yükselmesinde soy unsurunun önemli<br />

olmadığını esas unsurun zihniyet unsuru olduğunu<br />

belirttiniz. Belki devletlerin güçlü olduğu<br />

dönemlerde böyle olabilir ama güçsjüz olduğu dönemlerde<br />

tersine tepen bir durum olarak da ortaya<br />

çıkıyor. Tarihimizden örnekler verirsek mesela<br />

Sultan Abdülhamit Han hazretlerinin ikinci<br />

meclisi kapatma sebeplerinin arasında özellikle<br />

yabancı unsurların Türk unsuruna göre daha fazla<br />

olduğunu görüyoruz. Mesela Arap unsuru Türke<br />

göre hayli fazla.<br />

T AHA AKYOL: Gayr-i Türkler toplu olarak<br />

fazlaydı.<br />

— Mesela isteselerdi Arapça resmi dil olarak<br />

kabul ettirirlerdi. Ya o meclisin Türk milletinin<br />

millî menfaati paralelinde politika takip etmeyeceğinden<br />

meclis kapatılmıştı. Yine mesela Fatih<br />

Sultan Mehmet Han hazretlerinin zehirlenmesi<br />

olayı bir yahudi doktora bağlanır. Ben şimdi diyorum<br />

ki kritik noktalar da soy unsurunun önemi<br />

çok büyüktür. Belki güçlü olduğumuz dönemlerde<br />

dikkati çekmez ama güçten düştüğümüz<br />

zamanlarda bunlar kendisini ajanlık gibi yahut<br />

da milliyet şuuruna sahip düşüncelerle kendi<br />

menfaatlerine hizmet şeklinde tezahür edebilir.<br />

Kısacp soy unsMru önemlidir diyorum...<br />

TAHA AKYOL: Şimdi sizin söylediğiniz değişik<br />

bir zemin üzerinde, Ben temel amilleri belirtirken<br />

ifade ettim, mesela çok güçlü bir devlet<br />

düşünelimı buna ajanlar casuslar bir şey yapamazlar<br />

bir padişahı öldürürler yerine başka bir<br />

padişah geçer. Fatihi şehid ettiler de ne oldu..<br />

Osmanlı imparatorluğunda hiçbir duraklama olmadı.<br />

Aksine II. Beyazıt zamanında çok iyi bir<br />

siyasetle devlet stabilize edildi. Ayrıca bir şey<br />

söyleyeceğim biz Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışını<br />

meselâ devşirmelere bağlarsak yükselişini<br />

de yine devşirmelere bağlamamız gerekir. Bana<br />

göre ikisi de yanlıştır... Benim Özetlemek istediğim<br />

şu: Tarihte soyun rolünü inkar etmiyorum.<br />

Ancak bunu antropolojik ırkçılık manâsında<br />

ele almamak lâzımdır. Soyun rolü olmakla beraber<br />

esas amil, yükselme sebebini teşkil eden ilmî<br />

zihniyete sahip olup olmamaktır. İlmî zihniyet<br />

diye de çağlar üstü bir zihniyet yoktur her çağın<br />

kimyadaki elementleri göremezdik, ilmî zihniyeti<br />

başka başkadır. Biz Gazali devrindeki ilmî zihniyete<br />

bağlı kalsaydık dört tane element yeter der-<br />

35


dik, ve petro kimya sanayini kuramazdık. Ancak<br />

dinî hakikatler çağlar üstüdür. Her çağda iktisadî,<br />

siyasî içtimai fonksiyon icra eden ilim zihniyetine<br />

sahip olmak birinci amildir. Ondan sonraki<br />

amiller yok manasına değil...<br />

_— Efendim, asrımız isti'klâl ve hürriyet çağı bir<br />

de İslami uyanma ve şuurlanma çağı oiarak görülüyor.<br />

Bu arada son müstakil Türk devleti örnek<br />

olacak şekilde bizim esir Türk illerimiz de hürriyetini<br />

kazanmalı böylece mutluluğa bir yol açılmalı...<br />

Biz bunu örnek bir ideal olarak görecek<br />

miyiz.. Yoksa bizim gayemiz müstakil Türk<br />

devletlerinden ziyade daha da geniş muhtevalı<br />

bir şey mi olacak veya bu muhteva nasıl olacak<br />

bunu bize izah eder misiniz..<br />

T AH A AKYOL: Rusya'nın Amerika'ya ve Avrupaya,<br />

bilhassa elektronik sahada borcu 50 milyar<br />

dolar. Bugün Rusya'da en koyu marksist, Leninist,<br />

kimyacı, Amerika'dan ithal edilen üzerinde<br />

Amerikan bayrağı bulunan IBM'i kullanarak<br />

hesap yapıyor. Dediğinizin detayına girmeyi gerekli<br />

bulmuyorum. Yalnız şunu söyleyeyim: Rusya'ya<br />

teknolojiyi bizim sattığımızı düşünelim...<br />

Dünya bugün ilmin geldiği boyutlar, ilim felsefesinin<br />

boyutlarında ,bir bunalımla karşı karşıyadır.<br />

Bu noktada da birçok ilim adamı artık bundan<br />

sonra sloz metafiziğe, ilahiyata aittir diyor. Biz<br />

Gazali'nin bilgisiyle değil Gazali'nin metodolojisi<br />

ile yeni bir felsefe geliştirdiğimiz takdirde ariyan<br />

insanlar buna bağlandığı takdirde, neticeleri düşünelim.<br />

Bizim amacımız şunu birleştirmek, şurayı<br />

burayı kurtarmak olabilir ama bunu günümüzdeki<br />

ilmî zihniyetle yapmak yerine eski zihniyetlerle,<br />

fütuhatla, savaşla yapmak yoluna gidersek<br />

o vakit, inhitat devrinde olduğu gibi Osmanlının<br />

doğru dürüst ordusu yokken Avrupaya cihat<br />

açan Pertev Paşanın durumuna düşmüş oluruz.<br />

İdealler ne olursa olsun onu gerçekleştirecek<br />

yeterli vasıtaya sahip olmadıkça o idealler<br />

hayal olarak kalmaya mahkûmdurlar. Günümüzde<br />

bunu gerçekleştirecek vasıta da İslâm düşüncesinin<br />

Gazali metodolojisi ile, Gazali bilgisi ile<br />

demiyorum, çağımızın ilmî zihniyetidir. Maddî vasıta<br />

da çağımızın en ileri iktisadî, teknik seviyesine<br />

ulaşmaktır. Bunu elde eden komünistse kömünizjme<br />

hizmet eder, Islâmsa İslama hizmet<br />

eder.<br />

Başka sorusu olan... Herhalde yok... Kıymetli<br />

arkadaşlarım bugünkü sohbetimizi böylece burada<br />

noktalamış bulunuyoruz. Bana böyle bir<br />

fırsatı verdiği için DOĞUŞ Edebiyat dergisi idarecilerine<br />

ve kıymetli vakitlerini ayırarak buraya<br />

kadar gelen hepinize teşekkür ederirm<br />

CİLT KAPAKLARINIZ HfiZIR!..<br />

Siz okuyucularımızın elinizde bulunan DOĞUŞ sayılarını<br />

yıllar yılı muhafaza edebilmeniz için Cilt kapakları<br />

hazırlattık... Vinilex kaplama, yaldız baskı<br />

tekniği ile hazırlanan cilt kapaklarınızın fiyatı 250 TL.<br />

dir... Ödemeli gönderilmez... Bedeli "128589" nolu Posta<br />

Çeki hesabımıza yatırılarak istenebilir.<br />

1. CİLDİMZ SATIŞA ARZEDİLDİ<br />

Çıkan 12 sayımızı ihtiva eden 1. cildimiz satışa arzedildi...<br />

Bugüne kadar çıkan sayıları takip edemeyen<br />

arkadaşlarımıza önemli bir fırsat! Mahdut miktarda hazırlanan<br />

1. cildimizin fiyatı: 1200 TL. ödemeli gönderilir<br />

veya bedeli "128589" nolu Posta Çeki hesabımıza yatırılarak<br />

istenebilir.<br />

Ödemeli Sipariş Adresi: P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

36


Bahattin KARAKOÇ<br />

Yahya AKENGİN<br />

Ali AKBAŞ<br />

KİTAPLARINI<br />

İMZALADILAR<br />

İt<br />

fflEfc^"<br />

Bahattin Karakoç ve<br />

Ali Akbaş imza gününde<br />

19 Mart cumartesi günü Doğuş camias* mutlu<br />

bir günü yaşadı. Okuyan toplum olma yolundaki<br />

Türkiye'nin müstakbel sahibi üniversite gençliği<br />

Türk şiirinin üç önemli ismini bir arada görmenin<br />

heyecanıyla kitaplarını imzalattılar. Bütün<br />

Türk varlığının olduğu gibi Türk sanatının da sahipsiz<br />

olmadığı bir kere daha açık seçik görüldü.<br />

Doğuş Edebiyat'ın düzenlediği imza gününe<br />

Kahramanmaraş'tan gelen Bahattin Karakoç «Ay<br />

Şafağı Çak Çiçek» adlı son şiir kitabını imzalayarak<br />

katıldı. Kardan beyaz saçlarıyla Dede Karakoç<br />

gençlere sıcak, samimi ve heyecan dolu cümleler<br />

yazdı. Haykırışı, feryadı ve sükûneti son kitabında<br />

birleştiren büyük şair şiirleryle de olduğu<br />

kadar özel hayatında da okuyan gençliğin<br />

göz bebeği durumunda. İmza gününde gençlerden<br />

daha fazla heyecanlı ve sevinçli görünüyordu.<br />

Söyleyecek çok şeyi oları bir şairin bu heyecanına<br />

ve sevincine katılmamak elde değil. Çünki<br />

davası olan bir sanatçının anlaşılmaktan başka<br />

bir endişesi olamaz.<br />

Şair Ali Akbaş kararlaştırılan saati biraz aşarak<br />

geldi. İnce güzelliklerin ve duyumların hassas<br />

şairi özel hayatında da aynı hassasiyetin adamı.<br />

Ancak Ankara'daki evi eşin dostun eksik olmadığı<br />

bir hane. İmsan «hane sahibi» olunca en başta<br />

uzaktan gelenler çok olur. Ali Akbaş'ın evi<br />

Ankara'apki devlet hastahanelerihin ilk durağı.<br />

Türkiye'nin her yerinden gelen eş dost bu evden<br />

hastahanelere taksim olur. Şaka bir yana bir memur<br />

maaşıyla bu kazanlar nasıl kaynıyor diye düşünüyor<br />

insan. Fakat biliyoruz ki bir besmelenin<br />

bereketini hiçbir kul tek başına taşıyamaz. Ali<br />

Akbaş onun için «dağıtan» bir şair. Büyük şehre<br />

intibak endişesi olmayan bir köylü olan Ali Akbaş<br />

garip gönlünün mahsulü «Masal Çağı» adlı<br />

ilk şiir kitabını imzaladı.<br />

Şair Yahya Akengin Kültür Bakanlığındaki<br />

görevinin yanında sansür kurulunda da üye. Yoğun<br />

çalışmalar içinde olan şair «Saatler ve Çehreler»<br />

adlı kitabını imzaladı. Her kitabı ile kendini<br />

yenileyen şair bu son kitabı ile gençlerden büyük<br />

ilgi gördü. Bunun en büyük sebebi şairin bu kitabı<br />

ile <strong>edebiyat</strong>ımızda billurlaştığının açıkça görülmesiydi...<br />

Şiirlerindeki zerafeti davranışlarına<br />

da yansıtabilen Akengin gençlere zarif cümleler<br />

yazdı.<br />

İmza gününe gelenler arasında Ayvaz Gökdemir,<br />

Sevgi Kafalı, Sadık Kemal Tural, Hasan<br />

Latif Sanyüce gibi kalem erbabı güzel esprilerle<br />

güne renk kattılar. Açılış konuşmasıını ve şairlere<br />

«hoşgeldiniz» deme görevini üstlenen Sadık<br />

Kemal Tural öyle uzun ve ahenkdar bir cümleyle<br />

konuştu ki bir cümleden ibaret bu uzun konuşmayı<br />

tesbit etmek mümkün olmadı.<br />

İmza günü aynı heyecanla akşama kadar<br />

sürdü. Kalabalık el ayak çekince verilen yemekten<br />

sonra gece şairlerin yeni şiirleri dinlenildi. Ve<br />

Bayram Bilge Toker'in çalıp söylediği «Dağlar seni<br />

delik delik delerim» türküsüyle sona erdi.<br />

37


Artık Kalbimizde Yaşıyacak /<br />

Camiamız İçerisinde efendiliği, çalışkanlığı ve<br />

dürüstlüğü ile kendisini çevresine kabul ettiren<br />

Erzurum temsilcimiz Yaşar SUSAM'ı kaybettik.<br />

Çayıralan kazasının, Çandır Nahiyesinde doğan<br />

arkadaşımız, Erzurum Atatürk Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi...<br />

Arkadaşımızın dergimiz dosyalarına intikal<br />

eden


BAŞSAĞLIĞI<br />

Dergimiz yazarlarından değerli<br />

mütefekkir Cemil MERİÇ'in eşi<br />

Fevziye MERİÇ Hanım Hakk'ın<br />

rahmetine kavuşmuştur.<br />

Yazarımıza ve yakınlarına<br />

başsağlığı dileriz<br />

DERGİMİZE GELEN SON MEKTUBU :<br />

DOĞUŞ<br />

Doğuş Edebiyat'a<br />

Okuyucularınıza göstermiş olduğunuz yakın<br />

ilgi ve tevazudan dolayı sizleri gönülden selamlarım.<br />

Mektubunuzu aldım. Konulara gerekli hassasiyeti<br />

gösterişiniz, kültür hayatımızdaki aksaklıklara<br />

bir son verme arzusu, yaşatılmak istenen bir<br />

Türk - İslâm kültürü ve bunların her satıhta savunucusu<br />

olduğunuz gözden ve gönülden kaçmayan<br />

bir gerçektir.<br />

Dergimiz «Doğuş Edebiyat» yayın hayatı boyunca<br />

Türk - İslâm kültürüne hizmet edip, O'nu<br />

istenilen ulvî ve yüksek hedefe ulaştırma çabasında<br />

elbette ki yalnız katmayacaktır. Çünkü bu<br />

bizim millî bir vazifemizdir. Vazifeden kaçmak ise<br />

bizlere yakışmaz.<br />

«Temsilcilerimizden beklediklerimiz» kısmında<br />

yer alan sözleriniz ve görüşleriniz ise yerinde<br />

ve güzel. Temsilcilik bir geiip geçici tutku demek<br />

değildir. Temsilcilik bir etiket merakı da değildir.<br />

Bu bir sevda işidir, milletini, kültürünü, ananelerini<br />

ve bunları savunanlara bağlanıp sevdalanma<br />

işidir.<br />

Velhasıl] «temsilcilerimizden beklediklerimiz»<br />

başlığı altında yer alan yedi madde, nice<br />

yedi maddeleri omuzlamak, bunları yerine getirmek<br />

millî bir vazifemizdir.<br />

Ben de kendisini milletin derdine, geleceğine,<br />

ülkülerine adamış mefkûreciler ordusunun<br />

erlerinden biriyim. Kültür ve isanat sahasındaki bu<br />

gazanızı şimdiden kutlar DOĞUŞ Edebiyat'ın yazar<br />

- çizer, teknik eleman kadrosuna başarılar dilerim.<br />

ALPER MSOY YAZIYOR !<br />

ÜLKÜ<br />

ÇİÇEKLERİ<br />

$ DESTAN GÜNLERİN<br />

DESTANI YİĞİTLERİ!..<br />

# KANA DOYMAZ KARA YERDE<br />

BAYRAKLAŞANLARL<br />

# ŞİMDİ KOKLUYACAĞIZ<br />

HATIRALARINIZI BİR GÜL<br />

GİBİ!..»<br />

YAKINDA DOĞUŞ' DA<br />

Cenab-ı Allah yardımcınız ola...<br />

39


TEMSİLCİLERİMİZ<br />

İSTANBUL<br />

Dursun Selim GÜLERYÜZ<br />

ALMANYA<br />

Hasan KAYIHAN<br />

HOLLANDA<br />

Ahmet EVSEN<br />

AĞLASUN<br />

Sami DEĞİRMENCİ<br />

ADANA<br />

Oğuz Adem SELÇUK<br />

ALANYA<br />

Ahmet ÇİÇEK<br />

ARTVİN<br />

Ali Osman GÜZEL<br />

ANAMUR<br />

Orhan ARIÇELİK<br />

ANTAKYA<br />

Ahmet DEMİR<br />

AMASYA<br />

Zeki DİKİCİ<br />

AYDIN<br />

Selçuk UYSAL<br />

BALIKESİR<br />

Şaban MENCE<br />

BURSA<br />

Vehbi ÖRS<br />

BOZTEPE<br />

Veysel TURGUT<br />

BOYABAT<br />

Osman ÖZKAN<br />

Ömer UYSAL<br />

CİHANBEYLİ<br />

Ekrem YARBAŞI<br />

ÇANAKKALE<br />

M. Sıtkı TUNCER<br />

ÇAY<br />

İhsan GÜRBÜZ<br />

ÇAN<br />

Yunus ZEYREK<br />

ÇANDIR<br />

Hüseyin ÇOLAK<br />

ÇAYELİ<br />

Osman YILMAZ<br />

40<br />

DEMİRCİ<br />

İhsan AVCI<br />

DEVELİ<br />

Musa SERİN<br />

DENİZLİ<br />

Mehmet EROL<br />

ELAZIĞ<br />

Mustafa AKSOY<br />

ERZİNCAN<br />

Tahir Erdoğan ŞAHİN<br />

ERZURUM<br />

Mehmet ÖZDEMİR<br />

Mehmet EROL<br />

ESKİŞEHİR<br />

Saadettin YILDIZ<br />

EMİRDAĞ<br />

Sait ÖNACAN<br />

Ö. Faruk YALDIZKAYA<br />

GAZİANTEP<br />

Fatih BAYSAN<br />

GÖLCÜK<br />

Kürşad BOZKURT<br />

GÜMÜŞHANE<br />

Eyüp TAŞKIN<br />

Ali Erbay AYHAN<br />

İSKENDERUN<br />

Oğuz YAYAN<br />

İZMİR<br />

Kâzım ERYILMAZ<br />

KAHRAMANMARAŞ<br />

Bahattin KARAKOÇ<br />

Mithat GÜZEL<br />

KARABÜK<br />

Mustafa KEMAL<br />

KIRŞEHİR<br />

Remzi TAŞMURAT<br />

KASTAMONU<br />

Salih KAYAÇALI<br />

KOZAN<br />

Mehmet SAYGICAK<br />

MALATYA<br />

Mehmet GÜUSEREN<br />

SALİHLİ<br />

Önder ÖZGÜR<br />

SÖKE<br />

Hüseyin ÖZEVCİMEN<br />

TRABZON<br />

Nu reddi n ÖZ KAYA<br />

ORTAKÖY<br />

Celalettin KURT<br />

YALOVA<br />

Orhan KARADOĞAN<br />

YENİCE<br />

ZÎYA SÜER<br />

AÇIK TEŞEKKÜR<br />

Geçtiğimiz aylarda;<br />

Oğuz Yayan<br />

İskenderun<br />

Mehmet Özdemir<br />

Erzurum<br />

Saadettin Yıldız<br />

Eskişehir<br />

Recep Karabulut<br />

btanbul<br />

Şaban Mence<br />

Balıkesir<br />

Abdülkadir Çevik<br />

Urfa<br />

Mustafa Aksoy<br />

Elazığ<br />

Musa Serin<br />

Develi<br />

Lütfi Yılmaz<br />

Kozan<br />

Yaşar Bayar<br />

Kumru<br />

Mehmet Sayan<br />

Kastamonu<br />

Mehmet Öz<br />

Geyve<br />

50 abone<br />

30 »<br />

25 »<br />

22 »<br />

15 »<br />

15 »<br />

15 »<br />

15 »<br />

14 »<br />

10 »<br />

10 »<br />

5 »<br />

temin ederek dergilerine omuz<br />

vermişlerdir... Kendilerine en içten<br />

duygularla teşekkürü borç<br />

biliriz.<br />

DOĞUŞ


• •<br />

HAFTALIK DERGİNİZ<br />

hamle<br />

her pazartesi<br />

bayilerde<br />

OKUYUNUZ<br />

ÖKÜTÜNÜZ"<br />

AZERİ KASETLERİ DAĞITIMI<br />

Azerbaycanlı soydaşlarımızın musikflerme ait orjinal kaset örnekleri<br />

zengin çeşitleriyle dağıtımına başlandı.<br />

KASET ÇEŞİTLERİMİZ :<br />

64 sh.1C0 TL<br />

.Günümüzde i<br />

İSLÂMİYET Ve §§§1<br />

1. Zeynep Hanlarova I<br />

2. Zeynep Hanlarova II<br />

3. Elmira Rahimova I<br />

4. Elmira Rahimova II<br />

5. Baba Mirzayev I<br />

6. Baba Mirzayev II<br />

7. Nezaket Memedova<br />

8. Ş*vket Aliekberova<br />

9. Teymur Mustafaevı<br />

10. Ebîüfet Aliyev<br />

11. Yakup Memedov<br />

12. Azerbaycan Halk Dans Musikisi<br />

13. Canali Ekberov<br />

14. R. Mustafaev<br />

15. Azerbaycan Halk Şarkıları<br />

16. İlgama Kuluyeva<br />

17. Arif Babayev<br />

18. Avtandil İsrafilov<br />

19. Nisa Kasımova<br />

20. Azerbaycan Halk Musikisi<br />

Her kaset 750 TL.<br />

Ödemeli olarak isteme adresi: P.K. 583 Ulus/ANKARA<br />

(100 TL.)

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!