You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İ Ç İ N D E K İ L E R<br />
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA<br />
TÖRE<br />
Aylık Fikir Sanat Edebiyat<br />
Dergisi<br />
Yıl: 1 Sayı: 2 Mart 2012<br />
ISSN:2146-7773<br />
İmtiyaz Sahibi<br />
ve<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
Ömer Faruk BEYCEOĞLU<br />
Yayın Danışmanı<br />
A. Yağmur TUNALI<br />
Sanat Koordinatörü<br />
H. Nurcan YAZICI<br />
Ahmet ŞAFAK<br />
Halkla İlişkiler Koordinatörü<br />
Mehmet Yıldıran YÜCE<br />
Grafik - Tasarım<br />
İsmail KANDEMİR<br />
Editör<br />
Şükrü ALNIAÇIK<br />
iletişim<br />
tore@toredergisi.com<br />
www.toredergisi.com<br />
İdare Yeri<br />
Çetin Emeç Bulvarı 1314 Cadde<br />
1315 Sokak Can Apt. 7/3<br />
A. Öveçler - ANKARA<br />
Tlf: 0.312.472 70 10<br />
Faks: 0.312.472 70 11<br />
Cep: 0.532.373 11 24<br />
Baskı / Cilt<br />
BERİKAN MATBAASI<br />
Tlf: 03122326218<br />
Fiyatı: 7 TL<br />
TÖRE’den<br />
TÖRE Marşı<br />
<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong> / 05<br />
Galip Erdem İle Cengiz Dağcı’ya DeVe’li Bir Yolculukla Ulaşmak<br />
İbrahim METİN / 06<br />
ULUCANLAR’da Tarih<br />
Ahmet Tevfik OZAN / 10<br />
Çanakkale Savaşı’ndan Günümüze Hatırladıklarımız<br />
ve Unuttuklarımız<br />
Dr. Suat ÇIRAKOĞLU / 11<br />
Yetik Ozan<br />
Reşat GÜREL / 19<br />
Aqqışka<br />
Huşeng CAFERİ / 20<br />
Dergimize Yeniden Kavuşmak<br />
Nefi DEMİRCİ / 22<br />
Bilinmeli<br />
Mehmet Ali KALKAN / 24<br />
Milli Edebiyat ve Ömer Seyfettin Ülküsü<br />
Ahmet ŞAFAK / 25<br />
Şeb-i Yeldâ’dan<br />
A. Yağmur TUNALI / 28<br />
Milliyetçilik... “Primattan İnsana Doğru”<br />
Şükrü ALNIAÇIK / 30<br />
Köl Tigin Ünlemesi<br />
<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong> / 33<br />
Eski Bir Sobahar<br />
Hacer KARAKAYA / 36<br />
Yüzleşme<br />
Editör / 37<br />
Kızılbaşların Ortak Bilinci: HORASAN<br />
Ali Rıza ÖZDEMİR / 39
Kahır Lekesi<br />
Sevim ÇAKICI / 42<br />
Türk Milliyetçisi Gençlerin Eğitim ve<br />
Üniversite Vizyonu Üzerine<br />
Burçin ÖNER-Dilek AKILLIĞLU -<br />
Yunus Emre UYAR / 43<br />
Arpalar Biçilirken<br />
Prof. Dr. Vahit TÜRK / 53<br />
Türk Töresinde Küresel Adalet ve Küresel Barış<br />
Muharrem Günay SIDDIKOĞLU / 55<br />
Ekmek Kokusu<br />
Tarık KILIÇARSLAN / 58<br />
Bereketçilik Destanı’nın Doğuşu<br />
Emete Gözügüzelli CİVAN / 59<br />
Eyvallah<br />
İsmail KANDEMİR / 64<br />
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ’le Söyleşi<br />
Sinan DEMİRTÜRK / 65<br />
Muhittin ARAR’ın “Yürü Çocuk” Şiirini Tahlil<br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN / 72<br />
Gelsin<br />
Mehmet AVŞAR / 76<br />
Kahraman Türk Kadınları: KARA FATMA<br />
M. Metin KARAÖRS / 77<br />
Çarmıhta Can<br />
Emel DEMİREZEN / 81<br />
Dr. Hayati BİCE “Türkistan Rüyası”<br />
Şükrü ALNIAÇIK / 82<br />
Yeter Artık Kızıl Çin!<br />
Nurala GÖKTÜRK / 84<br />
Türk Sanatının Dünü, Bugünü<br />
ve Geleceği Üzerine<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet SAĞ / 85<br />
“AŞK İle Aldatmak ve Elif Şafak”<br />
Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN / 87<br />
Kutlu Dağlar Üçlemesi:1 Elbruz<br />
M. Bahadırhan DİNÇASLAN/ 91<br />
Galip Erdem ve Arkadaşlarının Gençlik<br />
Yıllarındaki Faaliyetleri<br />
İbrahim METİN / 93<br />
Uygur Güzeli Ay-Bilge Destanı<br />
Mustafa EFEOĞLU / 95<br />
Nevai-Kumru<br />
Vagıf SULTANLI / 96<br />
Nevruz - Türk Dünyası Duy Beni<br />
Halil GÜLEL / 100<br />
Sadri Maksudi Arsal’ın “Irk Meselesi”<br />
Halil İbrahim KOÇ / 101<br />
TÖRE İçin<br />
Alperen BURAK / 103<br />
Havva’nın Yağmurları<br />
Yağmur ŞENGÖK / 104<br />
Badem Gözlü Kızlar<br />
Selim TUNÇBİLEK / 106<br />
Hasret Dediğin...<br />
Zehra ULUCAK / 107<br />
Şehr/i Yâr<br />
Nuray ALPER / 108<br />
Öğretmen<br />
Çelebi ÖZTÜRK / 109<br />
Kapak:<br />
İsmail KANDEMİR<br />
Desenler:<br />
Ramazan ÖZTÜRKMEN<br />
Mesut DİKEL<br />
Mehmet SAĞ<br />
Hüseyin ÇOBAN<br />
Kenan EROĞLU<br />
Svetlana İNAÇ<br />
Murat YILMAZ<br />
Vagıf UCATAY - BAKÜ<br />
Dergimize abonelik işleminizi<br />
www.toredergisi.com adresindeki<br />
ABONE OL bölümünde bulunan formu<br />
doldurarak veya 0.532.373 11 24 no’lu telefonu<br />
arayarak yaptırabilirsiniz.<br />
Yıllık Abone Bedeli:<br />
Yurt İçi (12 sayı) 75 TL.<br />
Yurt Dışı (12 sayı) 120 TL.<br />
Öğrenci (12 sayı) 60 TL. dir.
SUNUŞ<br />
Merhaba;<br />
İkinci sayısı ile sizlere ulaşan Fikir Sanat ve Edebiyatta TÖRE Dergisine gösterdiğiniz<br />
ilgiye ve güvene teşekkür ediyoruz.<br />
Derginin hazırlıkların başlarken duyduğumuz heyecanı ve özlemi sizlerin de duyması,<br />
aynı duygularla tek yürek olarak buluşmamız bizleri gerçekten umutlandırdı.<br />
Dağılmışlığın, neme lâzımcılığın had safhada olduğu günümüzde bir ışık etrafında<br />
toplanan pervaneler gibi sizlerin sıcaklığını, samimiyetini ve teveccühünü hissetmek<br />
hâlâ umutlarımızın kaybolmadığının, başarmak için gayret göstermenin, ilk adımı<br />
atmanın zaferin müjdecisi olduğunu bir kere daha hatırlattı bize.<br />
Biliyoruz, ilk sayının özel sayı olması ve bir arşiv niteliği taşıması sizlerde, “sonrası<br />
nasıl olacak” beklentisi oluşturdu. Haklısınız... Yıllar öncesinin TÖRE tiryakileri<br />
aynı tadı alıp alamama endişesi duyacak elbette. Bu sayı eminiz bu endişelerinizin bir<br />
kısmına cevap olacaktır.<br />
Yayın çizgisinde Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Bayrağın, Vatanın ve Değerlerimizin<br />
korunması noktasında kesin ve vazgeçilmez kurallarımız olacaktır. Bunların korunması,<br />
kollanması ve yaşatılması bizim en büyük vazifemizdir. Yayın politikamızı da bu yönde<br />
belirleyecek ve eserleri ona göre seçeceğiz.<br />
Bizlerden beklentilerinizi zaman zaman değişik yollarla ulaştırıyorsunuz. İlginize<br />
teşekkür ediyoruz. Bunları dikkate aldık ve alacağız. Genç kuşakların yazılarının,<br />
şiirlerinin, denemelerinin ve makalelerinin yayınlanmasına bu sayıdan itibaren<br />
başladık. Başlı başına bir köşe açmak yerine derginin sonlarına doğru değişik türlerden<br />
örneklerle bu arkadaşlarımızın çalışmalarını teşvik etmek düşüncesindeyiz.<br />
Başka bir fikir ise çocuklarımıza yönelik çalışmaların yapılması konusunda. Buunula<br />
ile ilgili alt yapıyı hazırlıyoruz. Derginin sayfaları arasında farklı renkte bir bölüm<br />
oluşturma ya da ek halinde verme düşüncesindeyiz. Burada verilecek bilgilerin yanısıra<br />
çocuklarımızın dikkatini çekecek çizgi romanların da olmasının hazırlığını yapıyoruz.<br />
İlk sayının elinize ulaşması sırasında zaman zaman sıkıntılar yaşandığı muhakkaktır.<br />
Normal posta yoluyla yapılan gönderilerde gördüğümüz bu aksamayı kargo marifetiyle<br />
çözdük. Bundan sonra aksama olmayacağı kanaatindeyiz.<br />
İllerde ve üniversitelerde mümkün olduğunca temsilcilerimizi ve satış noktalarını<br />
teşekkül ettirmeye çalıştık. Eksik olan yerlerde zaman içerisinde tamamlanacaktır. Bu<br />
konuda sizlerin de teklif ve yardımlarınızı bekliyoruz.
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Bu arada aldığımız olumlu tepkileri, ileride derleyip sizlerle paylaşmak istiyoruz ama<br />
Antalya’dan sayın Ali YILDIZ Bey’in mektubunu bir istisna yaparak yayınmaktan<br />
onur duyuyoruz. Ellerine ve yüreğine sağlık.<br />
Daha güzel günlerde, tüm Türk yurtlarının azatlığını kutlamak dileğiyle selam ve<br />
saygılarımızı sunuyoruz.<br />
Tanrı Türk’ü hep korumuştur. Bundan sonra da koruyacaktır. Bundan hiç şüphemiz<br />
yok, yeter ki, Türk Türk’ü sevsin ve korusun.<br />
“TÖRE’ye MEKTUP.<br />
Hoş Geldin Töre..<br />
Gel seni bir öpeyim.<br />
Kocaman adam olmuşsun.<br />
Geç otur şöyle. Uzak yoldan geldin yorulmuşsundur.<br />
Benim Ankara’dan ayrıldığım 70 yılında kısa pantalonlu bir çocuktun daha. Yerinde<br />
duramaz, zıp zıp zıplardın. Sanki bütün sokaklar senindi. Ne kadar da hareketli bir<br />
çocuktun Töre… Mahallemizin en yakışıklısı, yalbır yalbır eden kumral saçlarınla;<br />
o sokak senin, bu çarşı benim koşturur, adam olacak tavrınla parmakla gösterilirdin.<br />
Nasıl da gıpta ile bakardık sana…<br />
Seneler ne çabuk geçiyor değil mi<br />
Seneler nasıl da değiştiriyor insanı , bak şakaklarına kırlar düşmüş artık.<br />
Şöyle bir yokladım da hafızamı, senden son mektubu 1983’te almışım. Kitaplığımın<br />
en mutena köşesinde sakladığım mektuplarından sadece 28 tane kalmış elimde.<br />
Diğerlerini ne yaptım bilmem ki<br />
Oysa her ay muntazam mektuplaşırdık. Tam 148 mektup almışım senden. Son mektubun<br />
1983’e 148 tertip. Sonra askere mi aldılar seni, yoksa ben mi ilgisiz kaldım biraz,<br />
kaybetmiştim izini.<br />
Yoldan gelince hala ayran mı içersin bilmem Eskiden öyleydin.<br />
Hele dinlen biraz. Çıkar çoraplarını, elini yüzünü yıka, otur şöyle köşeye.<br />
Ben sana bir yorgunluk kahvesi yapayım bu arada. Karşılıklı yudumlarken kahvelerimizi,<br />
uzun uzun geçmişten konuşuruz. Emine Abla’dan bahsederiz, Dündar Abi’den,<br />
Galip Abi’den, Albay’dan ve daha nicelerinden aklında kalanları anlatırsın. Hafızan<br />
kuvvetliydi senin.<br />
Benim de anlatacaklarım var sana. Ama bende kafa mı kaldı, sen anlat bildiklerini.<br />
Belki sonra benim de aklıma bir şeyler gelir.<br />
Senin gençlik günlerinde kimse adını cinayetle anamazdı. Ama şimdi “Töre Cinayeti”<br />
diye bir laf uydurdu ağzı karalar. Hiç “Töre” ile cinayet bir arada olur mu çocuk<br />
Sen mahallemizden gideli bazı türediler çıktı ortalığa, kimisi, dinci, kimisi kinci,<br />
kimisi tinerciymiş. Sokağımızı hepimiz ……. diyen nesebi gayr-i sahihler sardı.<br />
Sokağımızdan gitme bir daha.<br />
Çok özlettin kendini yaramaz çocuk!<br />
Ali YILDIZ”
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Ünledi, dokuz tekbîr türlü türlü yaygıya,<br />
Eri kızlayın dedi, gökçe kızı erleyin!<br />
Kültür san’at seyrinde yer vermeyin kaygıya<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Bir ağız, birce dilden, göğe doğru gürleyin!<br />
Bozkırın saçlarına bağır basıp çıkanlar,<br />
Kın sarıp, divân içre kabzasını sıkanlar,<br />
Her uğraşın ardında sözü âşka yıkanlar,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Edep, erkân bizdedir, sayrılanı pürleyin!<br />
Cümle sabaha dedi, gözün gönlün darısı,<br />
Kulak verip salınsın, kurdu, kuşu, arısı...<br />
Dokuz tuğ salkım saçak, gecenin bir yarısı<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Dört yönü muştulayın, gök gözleri ferleyin!<br />
Eyerleyin atları, koşumlara süs vurun.<br />
Döne döne yoğrulun, zirvelere sis vurun.<br />
Söz ehli erenlerden yüreklere his vurun,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Türk’ün söz bulağından kelâm edip, derleyin!<br />
Dedi, varın varışın, vuran çağrı kösüyle<br />
Kör sağır titremeli, yağan ayak sesiyle.<br />
Kalkıp da yamaçlara barışığı, küsüyle,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Her dem uğraş üzere durulmayın, terleyin!<br />
TÖRE MARŞI<br />
•<br />
<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong><br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
Toz toprak pekleşip de kayalanıncaya dek,<br />
Cevheri katma olan, mayalanıncaya dek,<br />
İsrâfil, suru ile payalanıncaya dek,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Yağı gözünden sızan nâzarları kürleyin!<br />
Dedi, bu ak heybemin dolu iki kefesi,<br />
Bir yanım aklıselîm, bir yanım kurt nefesi.<br />
Ünlemeli kız kızan, koç yiğidi, efesi,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Güzeli ayrı tutun, şer olanı şerleyin!<br />
Yanıp yanıp tutuşan, yakıp duran köz benim,<br />
Han-Mete’den Mehmet’e, akıp gelen öz benim,<br />
Yalavaç Muhammet’ten din yücesi söz benim,<br />
Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />
Mavi göğü gökleyin, yağız yeri yerleyin!<br />
05
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Çalışmamak için inat eden DeVe ve çalıştırmaya uğraşan İbrahim Metin, Galip Erdem,<br />
Dr. İhsan Şakir Gözübüyük ve Nihat Yazar eşliğinde (Fotoğraf: Mustafa Gözübüyük)<br />
Galip Erdem ile CENGİZ DAĞCI’ya<br />
DeVe’ li BİR YOLCULUKLA ULAŞMAK...<br />
•<br />
İbrahim METİN<br />
12 Mart 1971 Muhtırası verilmeden 15 Gün kadar<br />
önce, Galip Erdem’in muavinliğinde, bendenizin<br />
şoförlüğündeki 42 DV 806 Plakalı araç Nihat Yazar’ı<br />
(*) da yolcu mevkiinde taşıyarak; Almanya’dan<br />
İngiltere’ye müteveccihen yola çıktık. Bu yol, herhangi<br />
bir kasaba yolu olmayıp, Almanların “Otoban”<br />
dedikleri ve vasıtaların 100-120 km civarında<br />
seyrettikleri yoldu. Ama bizim DV, biraz hızlanınca<br />
vitesten atılmak suretiyle rahatlatılarak 10-30 km<br />
sür’atle ilerliyor; aynı zamanda takırtılı bir ses<br />
çıkarıyordu. Kendisini hızla geçenlerin hayretle<br />
dönüp baktıkları bu araç, kaplumbağa hızıyla şehir<br />
büyüklüğündeki “Lüksenburg” devletini geçip<br />
Belçika’ya ulaştığında, büyük hangar şeklindeki bir<br />
tamirhaneye uğranıldı. Tamirhanenin ustabaşısı gaza<br />
basmasını söylediğinde, bütün tamirhane çalışanları,<br />
bu çok gürültülü ve de “takırtılı” çalışan otonun başına<br />
toplandılar. Londra’ya kadar gidip gidilemiyeceği<br />
sorulduğunda ise ustabaşı: “Pöt etr senk metr, pöt etr<br />
senk kilometr; apre buummm!” (Ya beş metre ya beş<br />
kilometre gider, sonra gümlersiniz!) cevabını verdi.<br />
“Kahraman orduyu seyret ki…..” faslından,yola<br />
devam edip, Ostend’den feribota bindik. Yolcular,<br />
devamlı olarak: “İngiltere’de trafiğin soldan cereyan<br />
ettiği, dikkatli olmam gerektiği” telkinde bulundular.<br />
Ama vapurdan inip karaya ayak bastığımızda, ancak<br />
06
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
kocaman “Serre a goş” (solu takip ediniz) levhasını<br />
görünce, sağdan giden DV’yi sola aldım. Soldan<br />
cereyan eden trafikte en zorlandığım husus, dörtlü<br />
yol kavşaklarına geldiğimizde oldu; ama yaya olarak<br />
alışmakta çok daha zorlandık; yoldan karşıya geçerken<br />
alışkanlık icabı ilk sola baktığımızdan sağımızda<br />
acı fren sesi duyduğumuz oldu.<br />
Londra’ya vardığımızda, harcadığımız para kendimize<br />
ait olmayıp, sermaye toplamaya çıktığımız,<br />
kurulacak Matbaacılık Şirketine ait olduğundan otelde<br />
kalmak gibi bir lüksümüz yoktu. O sebeple hesaplı<br />
yer ararken “Moderna Hause” isimli bir pansiyona<br />
yerleştik. Yorgunduk; ama Londra’ya ilk defa geliyorduk;<br />
dinlenmek yerine şöyle bir tur atıp görelim;<br />
dedik. Ama o ne Üç ülke sınırlarını aşıp gelmiş olan<br />
DeVe, “Sizi hasta halimle Almanya’dan buraya getirdim;<br />
daha ne istiyorsunuz; benden bu kadar..” diyor<br />
ve çalışmıyordu. Motor krank milinin yataklarını<br />
-yağsız bırakıldığı için- yakmış olan DeVe’nin nerede<br />
“rektefiye” yaptırılacağı konusundaki araştırmalara,<br />
birkaç gün vakit ayırdık. “Moderna Hause” da zengin<br />
çeşitli sabah kahvaltıları verilmekteydi. Muhtemelen<br />
İngilizce pratiği yapmak için burada çalışmakta<br />
olan Fransız kızın “Truva minüt, Truva minüt e<br />
demi” sorulariyle 3,5 dakika kaynatılmış rafadan<br />
yumurta eşliğinde öğleyi de dengeleyecek sıkı bir<br />
kahvaltı yapıyorduk. Mühim problemlerden birisi<br />
-domuz eti istemediğimizden- akşam yemeklerin<br />
nerede yenileceği idi. Zaten Almanya’da tavuk<br />
yemekten neredeyse kanatlanıp uçacak olan midelerimiz,<br />
Kıbrıs Derneği’nin lokantasını bulduk ve çoktan<br />
beri hasret çektiğimiz kuru fasulye imdadımıza<br />
yetişti. İddia ediyorum siz hiçbir zaman bu kadar<br />
lezzetli bir fasulye yememişiniz; bu kadar ana mutfağı<br />
hasreti çekmemişinizdir.<br />
O ne! İdealist gençlerimizden Mustafa Gözübüyük<br />
namı diğer “Mersedes Mustafa” da amcası ile birlikte<br />
lokantada idi. Bu “Mersedes Mustafa” lakabı,<br />
Galip Erdem tarafından takılmıştı. O zamanlar araç<br />
sahibi olanlar pek yoktu; bendenizin sahip olduğu<br />
araçlar genellikle düşük modelli olurdu. Her hangi<br />
bir toplantıdan çıkıldığında, Gözübüyük’ü gören<br />
Galip Ağabey: “Mersedes Mustafa buradaymış, bana<br />
eyvallah” der ve beni hemen “satar”dı. Doğrusu<br />
bu duruma biraz canım sıkılırdı. Çünkü ağabeyim,<br />
1951 Model taksi plakalı Hilman marka otomobilime<br />
çok “muavin”lik yapmıştı. Gündüzleri babamın<br />
çalıştırdığı Hilman’ın gece şoförü ben olur; Galip<br />
ağabeyim de bazen muavinim olurdu. Gece işi, ya Etlik<br />
yolunda olan oto garajlarında veya eğlence yerlerindeydi.<br />
Geceleri eğlence hayatı yaşayanların, ayak<br />
takımı demek istemediğim bölümü, Ulus’ta Çankırı<br />
Caddesi’nin başındaki barlara “takılır”; üst gelir seviyesindekiler<br />
ise ya Gar Gazinosu veya Strazburg<br />
Caddesi’ndeki pavyona giderlerdi. Müşteri almak<br />
için tercihimiz bu ikisinden birisi olurdu. Murat 124<br />
büyüklüğünde olan 1951 Model Hilman, -hele de<br />
önde oturan bir de muavini olunca- kalabalık olan<br />
müşterilerce tercih edilmez, bir sonrakine binerlerdi.<br />
Sözü uzatmayalım; Mersedes’e bizi satan ağabeyim,<br />
üstelik böyle de bir kader arkadaşıydı.<br />
Ama neyse ki Gözübüyükler, amcasının tedavisi<br />
için uçakla Londra’ya gelmiş olduklarından, artık<br />
“satılma” tehlikesi yoktu. Onlar da hem hesaplı<br />
olduğundan hem de bize yakın olmak için mekânlarını,<br />
“Moderna Hause”ye naklettiler. Başka dostlarla da<br />
buluştuk. Gözübüyüklerin hemşehrileri ve bizimkilerin<br />
de dostu olan (doğduğu şehirde uzun yıllar Kayseri<br />
Üniversitesi’nin rektörlüğünü başarı ile yapan)<br />
Mehmet Şahin ile Ordu vilayetinden Şükrü Yürür<br />
(sonraları Ticaret Bakanı) de Londra’daydı. İkisi de<br />
yabancı dillerini geliştirmek için yollara düşmüşlerdi.<br />
Şükrü, Kıbrıslı bir Türk’ün, yirmidört saat açık<br />
olan gıda “market”inde çalışmaktaydı; gündüz<br />
vardiyasında çalıştığından, şehri tanıma turlarımıza<br />
katılamıyordu. Ama birgün, bizimle gelebileceğini<br />
söylediğinde, bunun nasıl olabildiği sorusuna ”mahalli<br />
karakolun kaçak işçi kontrolüne geleceği”ni, o<br />
sebeple mağazada bulunmaması gerektiğini, bu haber<br />
almanın mağaza tarafından aylığa bağlanan polisten<br />
kaynaklandığını öğrendiğimizde memnun olduk.<br />
Memnuniyetlerimiz ne içindi Osmanlı Devleti’nin<br />
parçalanmasında bir numaralı etken saydığımız<br />
İngiltere’yi de rüşvet kurdu kemirmeye başlamış demekti.<br />
Bu kötü ahlaka, Mark bozdurduğum bankada<br />
da rastlamıştım; veznedar, 100 sterlin eksik verince<br />
itiraz edip düzelttirdim. O tarihlerde Türkiye’de bütün<br />
işyerleri 19’a kadar açıktı; saatini geçirene, Pazar<br />
günü açana zabıta, hemen cezayı basardı. Anayasa’sı<br />
bile bulunmayan, geleneklerle yönetilen İngiltere’de,<br />
1800’lü yıllardan kalan ama tatbik edilmeyen bir<br />
kanun ile “hava karardıktan sonra satılması yasak”<br />
100’e yakın madde arasında diş macunu, sabun gibi<br />
ürünlerin de bulunmasını ve mağazanın sabaha kadar<br />
açık olmasını, ilgi çekici bulduk. Hatta Gima yönetiminde<br />
bulunduğum yıllarda, bunun uygulamasını<br />
bütün mağazalarında yaptırmaya kalktığımda, tepki<br />
ile karşılanmıştı; ancak İstanbul Selamiçeşme<br />
mağazasını 23’e kadar açtırmayı becerebildim ve<br />
mağaza İstanbul’un satışta bir numarası olmuştu.<br />
DeVe’yi, motor rektifiyesi yapılmak üzere bir<br />
tamirhaneye bıraktığımızdan, Londra’yı gezmeye<br />
epeyce vaktimiz vardı. Londra Metrosu,<br />
1800’lerde yapılmış şahane bir ulaşım vasıtası<br />
idi. Yerin altından şehir, birçok kat ile ağ gibi<br />
örülmüştü. Genellikle bu yolu kullandık. İlgi çekici<br />
07
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
unsurlar olarak şunları gördük; Londra’nın bir<br />
ucundan diğer ucunun yetmiş km kadar oluşu; (Şimdi<br />
İstanbul neredeyse İzmit ve Tekirdağ’a bağlanmış<br />
vaziyette) iki veya üç katlı adaları oluşturan ayrı<br />
binaların, tek renge boyanması suretiyle tek bina<br />
gibi görünüşü; (bizde hâlâ allı güllü sultan iğdesidir.)<br />
Şimdilerde bazı büyük şehirlerimizde görülmeye<br />
başlanan, sokak köşelerindeki uygunsuz haldeki<br />
çiftler.<br />
Moderna Hause’nin banyosunda, bir küvet ve onun<br />
üzerinde, biri sıcak diğeri soğuk akan iki musluğu<br />
vardı. İlk banyoya girdiğimizde, bir su bardağına<br />
her ikisinden doldurulan su ile yıkanmak, kâh<br />
yaktı kâh üşüttü. Bizdeki gibi ikisini birleştiren bir<br />
“duş” veya “batarya” mevcut değildi. Bu batılıların<br />
temizliğine de doğrusu diyecek yoktu. Küvette<br />
sabunlanıp, yıkanmış olduğu kirli sudan durulanmadan<br />
çıkıyorlardı. Fransızlarda da öyledir. Sabahleyin<br />
yüzlerini yıkadıkları lavabonun tapasını<br />
kapatmak suretiyle içerisinde hak huk ettikleri suyu,<br />
avuçlarına doldurup yüzlerini yıkarlar. 14. Lui döneminde<br />
bile “lazımlık”lar sarayın penceresinden<br />
aşağı döküldüğü bilinen gerçeklerdendir. Mamafih<br />
bu pislik, Fransa’nın parfüm sanayiinin gelişmesine<br />
sebep olmuştur. Bizde sadece beş vakit belli yerlerin<br />
yıkanması ile kalınmaz; odalarda da yüklük denilen,<br />
yatak, yorganın konulduğu yer aynı zamanda<br />
çiftle-rin kimseye fark ettirmeden banyo yaptıkları<br />
yerdir. Almanya da dâhil batı ülkelerinin klozetlerinde<br />
taharet musluğuna rastlamazsınız. Hatta bir<br />
seferinde Türkiye’deki meşhur firmalardan birisinin<br />
ihracat için yaptığı klozetler iade edilince, büyük<br />
patron, pazarlama müdürlerini toplayıp bunların<br />
iç tüketiciye sunulmasını söylediğinde müdürler:<br />
“Türk örfünde, yaptığını görmek gibi bir alışkanlık<br />
olmadığından bunun mümkün olamıyacağı”nı söylemeleri<br />
üzerine “Türk örf ve âdetini değiştirecek ve<br />
bunu pazarlıyacaksınız;” talimatını almışlardı.<br />
DeVe’yi tamirhaneden aldığımızda, beklemediğimiz<br />
bir süprizle karşılaşmıştık. Türkiye’de olduğu<br />
gibi aynı motorun onarılıp verileceğini düşünmüştük.<br />
Hâlbuki yeni bir motor takmışlardı. Hududumuzdan<br />
çıkarken herhangi bir değişiklik yapılmasın diye motora,<br />
çepeçevre bir tel sarıp mühürlemişlerdi. Şimdi<br />
numarası değişen motoru, gümrükte nasıl izah edecektik.<br />
Araca el konulması ihtimaldi; hâlbuki aracımız<br />
emanetti. Bir belge almak için Büyükelçiliğimize gittik.<br />
Orada Galip Ağabey’in tanış çıktığı …. rastladık;<br />
ilgili evrakı aldık; ama yine de endişe içerisindeydik.<br />
Gümrük mevzuatını bilmiyorduk, “Konya<br />
Paşa”sı Tevfik Fikret Kılıçkaya’nın el koyduğumuz<br />
DeVe’sini, giriş gümrüğünde bırakma tehlikesi olabilirdi.<br />
Londra’da ikamet etmekte olan Cengiz Dağcı’yı<br />
ziyaret etmek istedik. Bir spor kulübünde sporculara<br />
“alaminüt” yemekler yaptıkları küçük bir<br />
lokantanın üst katında oturmakta idiler. Cengiz<br />
Bey, güler yüzle karşıladı bizi; fakat Polonyalı eşi<br />
Retina, çok asık suratlıydı ve bu ziyaretten memnun<br />
kalmamış gözüküyordu. Bu sebeple olsa gerek, gene<br />
münasebetsizliğim depreşti ve sohbet sırasında Cengiz<br />
Bey’e:<br />
-Siz milliyetçi bir insansınız neden bir Türk’le<br />
değil de Polonyalı ile evlendiniz;<br />
tarzındaki münasebetsiz soruma tokat gibi bir cevap<br />
aldım:<br />
-Daha o tarihte Almanya’ya Türk işçileri çalışmaya<br />
gelmemişlerdi.<br />
Şimdilerde Cengiz Dağcı’nın vefatından sonra çok<br />
konuşulan: Türkiye’ye neden gelmedi; küs müydü<br />
Merakı depreşti ya. Benzeri bir soruyu da ben sordum:<br />
-Türkiye’ye gelmeyecek misiniz<br />
- İngiltere yaşanmaya değer; ama ölmeye değmez.<br />
-Neden kitaplarınızı solcu bir yayınevinden<br />
çıkarıyorsunuz<br />
-Varlık Yayınlarının sahibi Yaşar Nabi’ye minnet<br />
borçluyum; ilk kitabımı gönderdiğimde elimden tuttu;<br />
Türkiye Türkçesine çevrilmesine yardımcı oldu.<br />
-Varlık’tan telif hakkı alıyor musunuz<br />
-Benim adıma orada bankaya yatırılıyor; Türkiye’yi<br />
gezmeye gidince harcayacağım.<br />
Şimdi 25 eserini de yayımlayan Ötüken Yayınevi<br />
ile görüştüğümde (**), Varlık Yayınları’ndan tek<br />
kuruş bile alamamış olduğunu öğrendim. O zaman<br />
Cengiz Bey’in küslüğüne dair herhangi bir emare fark<br />
etmemiştim; maalesef Türkiye’ye gelmeden de hayata<br />
gözlerini yumdu; Tanrı O’nu, rahmetine garketsin<br />
(*) Nihat Yazar: 1925’te Osmaniye’de doğdu. Volkan gazetesi<br />
sahibiydi. Mısır El Ezher Üniversitesi’nde Türk Dili okutmanlığı<br />
yaptı. Osmanlı Devleti’nde 1600-1920 yılları arasında meydana<br />
gelen olaylar hakkında önemli bilgiler ihtiva eden Mehmet<br />
Arif’in, “93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler” adlı eserini<br />
sadeleştirip yayımlamıştır. 2004’de vefat etmiştir.<br />
(**) Erol Kılınç: Bazı bilgilerde yanlışlıklar var. Cengiz Dağcı<br />
kitaplarını, esir kampında iken Kırım Türkçesi ile yazmağa<br />
başlamış. Daha sonra bunları Türkiye Türkçesine kendisi<br />
aktarmış. Şöyle ki: Esir Kampı’ndan arkadaşı olan Zöhre hanım,<br />
daha sonra kamptaki 400 kadar Kırımlı ile Türkiye’ye geliyor;<br />
Ankara’da bir Uygur Türkü ile evleniyor. Bu kadın, Cengiz<br />
Dağcı’yla görüşmelerini devam ettiriyor; ona Ankara’dan<br />
Türkçe yayınlar ve Varlık Dergisini gönderiyor. Dağcı bu<br />
neşriyat yoluyla Türkiye Türkçesini öğreniyor ve yazdıklarını<br />
Türkiye Türkçesine çeviriyor. Bunu “Sadık Turan’ın Hatıraları”<br />
08
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
adıyla, yine Varlık Dergisi’nden dolayı tanıdığı Yaşar Nabi’ye<br />
gönderiyor. Yaşar Nabi ve Ziya Osman Saba kitabı yayınlamayı,<br />
ama hacimce çok büyük olduğundan “Korkunç Yıllar” ve<br />
“Yurdunu Kaybeden Adam” adıyla ikiye bölmeyi uygun bulup<br />
yayınlıyorlar… Daha sonra da arkası geliyor… Yani Cengiz<br />
Dağcı’nın yazdıklarını Ziya Osman Saba’nın veya Yaşar<br />
Nabi’nin Türkiye Türkçesine aktardığı, yanlış bir bilgidir…<br />
Çünkü bize 1980’lerde gönderdiği kitapları da “redakte”yi gerektirecek<br />
bir müdahaleye ihtiyaç duyurmayacak kadar temiz bir<br />
dille yazılmıştı. Birkaç kelimeye müdahale etmek yetiyordu. Onun<br />
için bu konunun da abartılı olduğunu düşünüyorum…<br />
Bu abartının da, Cengiz Dağcı’nın iyi bir edebiyat adamı/<br />
romancı olduğunu belgelemek için sanki bir İSO belgesine ihtiyaç<br />
varmış gibi, Yaşar Nabi ve Ziya Osman Saba isimlerinin,<br />
her yazı yazanın mutlaka kalemine doladığı iki isim durumunda<br />
kullanıldığını düşünüyorum. Bana bu yanlış geliyor; böyle<br />
bir şey de yok zaten. Onun edebî kıymetini, Varlık yayınlarında<br />
kitaplarını yayınlamak suretiyle onlar da kabul etmişler demek,<br />
daha kesin bir doğrudur…<br />
Bilinmesini istedim…<br />
Erol Kılınç Ötüken Yayınevi Editörü<br />
Desen: Murat YILMAZ<br />
09
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ULUCANLAR’DA TARİH<br />
•<br />
Ahmet Tevfik OZAN<br />
İlk ULUCALAR ziyareti - Şubat 2012<br />
Ateş yağıyor semadan.. zulm ile zindan, ne demek <br />
Ne mümkün, geçmek çölleri .. belki, Veysel olmak gerek !<br />
Tekerrür etmez, Tarih.. lakin kokusu kalır…<br />
Tiryaki eder insanı.. taş taş koklamak gerek !<br />
10
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ÇANAKKALE<br />
SAVAŞINDAN<br />
GÜNÜMÜZE<br />
HATIRLADIKLARIMIZ<br />
VE<br />
UNUTTUKLARIMIZ<br />
•<br />
Dr. Suat ÇIRAKOĞLU<br />
Harp Mecmuası Kapağında Kireçtepe Anıtı ve Atatürk<br />
Bu makaleyi 3 ana bölümde inceleyeceğiz: Dün<br />
(1915), Bugün (2012) ve Yarın (Sonsuz). Öncelikle<br />
muharebeler esnasını, ardından muharebeler sonrasını<br />
ve bugünkü durumu. Son olarak da Çanakkale Zaferinden<br />
unuttuklarımız, görmediklerimiz yanlış bildiklerimiz<br />
ama yaşatmamız gereken değerleri inceleyeceğiz.<br />
Bu yazıyı, bölgeyi onlarca defa adım adım karış karış<br />
gezen ve konu hakkında yazılan ne varsa okumaya<br />
çalışan bir insan psikolojisi ile yazdığımı ifade etmek<br />
istiyorum…<br />
Ne Türk Milletinin, ne Atatürk’ün, ne de Mehmetçiğin<br />
Çanakkale’de yaptıklarını anlatmaya kelimelerin<br />
gücü yetmez. Çünkü orada insanın algılama gücünü<br />
zorlayan muazzam bir olay gerçekleşmiştir. Bu muazzam<br />
olayın dört kutbu vardır. “Türk Milleti – Mehmetçik<br />
- Çanakkale ve Atatürk”. İşte Çanakkale’yi,<br />
Çanakkale’de olanları anlamak ve anlatmak için bu<br />
dört kavramı kullanmak zorundayız: “Atatürk – Çanakkale<br />
– Mehmetçik - Türk Milleti”.<br />
DÜN (1915): 18 Mart 1915’de boğazı geçmek için<br />
tüm gücüyle yüklenen Birleşik Kuvvetler Orduları,<br />
Türk askerinin olağanüstü mücadelesi karşısında<br />
başarısız oldu. Düşman kuvvetleri hiç ummadıkları<br />
bir yenilgi alarak perişan bir halde gerisin geriye<br />
döndüler. Bu gidiş uzun sürmedi. Şaşkınlıklarını kısa<br />
sürede atan ve daha da hırslanan Birleşik Kuvvetler<br />
Orduları bu kez Çanakkale’yi karadan zorlamaya<br />
ve geniş çaplı bir çıkarma harekâtına karar verdiler.<br />
İngilizler, Seddülbahir’e çıkarılacak ardından<br />
Fransızlar onları destekleyeceklerdi. Bu kuvvetlerin<br />
hedefi Alçıtepe’yi ele geçirmekti. Anzak birlikleri de<br />
Arıburnu’na çıkarılacak ve her iki birlik Kilitbahir<br />
platosunda birleşeceklerdi. Bu, asıl taarruz bölgesini<br />
rahatlatmak açısından da Asya kıyısında bulunan<br />
Kumkale - Beşige sahillerine Fransız birlikleri gösteri<br />
amaçlı çıkarma yapacaklardı.<br />
Bu üç bölgedeki çıkarma harekâtı da aynı zamanda<br />
başladı. 25 Nisan sabah 04.30’da. Önce şiddetli bir<br />
11
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
bombardıman oldu. Ardından da çıkarma birlikleri<br />
kara harekâtına başladı. Bu harekâtla 5 inci Ordu<br />
Komutanı Liman Von Sanders’in emri gereği kıyılar<br />
zayıf birliklerle tutulacak geride kuvvetli ihtiyatlar<br />
tertiplenecekti. Savunma düzeni bu plana göre<br />
oluşturuldu.<br />
Kumkale’yi 25 Nisan saat 04.30’dan itibaren yoğun<br />
bir top ateşine tutan Fransızlar önce iki bölüğünü sonra<br />
bir taburunu karaya çıkardılar. Karşılarında sadece<br />
bir Türk takımı vardı. Onlar da kahramanca savaştılar.<br />
Hatta bu vuruşma Kumkale köyüne kadar yayıldı<br />
ve köyün sokaklarında bir sokak muharebesine bile<br />
dönüştü. Bu takımımız ancak, küçük bir ihtiyat takviyesi<br />
alabildi. Bir bölüğün komutanı ihtiyat birliğinin<br />
başında yardıma geldi. Sonuçta bir takım komutanı<br />
şehit düştü diğeri de yaralandı. Cephane de bitmek<br />
üzereydi. Buna rağmen Fransız kuvvetleri ilerleyemediler.<br />
Bu ilk vuruşmalardan sonra Fransızlar yoğun<br />
top ateşine başladılar. Takviye kuvvetlerle birliklerini<br />
desteklediler. Muharebe genişledi, uzadı. Sonucunda<br />
Fransız birlikleri 27 Nisan gecesi birliklerini geri<br />
çekmek zorunda kaldılar. Kumkale’deki bu muharebelerde<br />
467 şehit, 763 yaralı, 505 kayıp olmak üzere<br />
1.735 kişilik bir zayiatımız oldu. Düşmana da önemli<br />
kayıplar verdirdik. Ama en önemlisi; Mehmetçiğin<br />
gücünü, azim ve iradesini gördüler.<br />
Seddülbahir bölgesinde de aynı çıkarmayı bu kez<br />
İngilizler yaptılar. İngiliz kuvvetleri Seddülbahir<br />
bölgesine farklı noktalardan çıktılar. Bir İngiliz tümeni<br />
bu iş için görevlendirilmişti. Bu bölgede sadece<br />
bir Türk taburu savunmada bulunuyordu. Savunmadaki<br />
birliklerimiz insanüstü bir gayretle düşman<br />
kuvvetlerinin kıyıdan daha içerilere ilerlemesini<br />
engellediler. Yahya Çavuş’un kahramanlığı da işte bu<br />
muharebelerde oldu.<br />
Seddülbahir’deki harekât uzun süre devam etti.<br />
Temmuz 1915’den itibaren ise mevzî muharebelerine<br />
dönüştü. Seddülbahir bölgesinde 28 Nisan - 06 Haziran<br />
1915 tarihleri arasında devam eden muharebelerde<br />
şehit, yaralı, esir, kayıp toplam 52.000 zayiat verdik.<br />
Muharebeler 13 Ağustos’a kadar çok şiddetli bir<br />
şekilde devam etti. İngilizler 25 Nisan çıkarmasından<br />
bu tarihe kadar yarımadanın güneyinde ancak 3-4<br />
km’lik bir mevzî elde edebilmişlerdi. Alçıtepe ve<br />
Kirte’yi de ele geçirememişlerdi.<br />
Öte yandan Anzak Kuvvetleri de Arıburnu bölgesini<br />
25 Nisan sabah erkenden planladığı şekilde<br />
bombardımana başladı. Planları Kabatepe- Arıburnu<br />
arasındaki bölgeye çıkarma yapmaktı. Ancak çıkarma<br />
araçları akıntının etkisiyle kuzeye kaydığından bu<br />
çıkarmayı Büyük ve Küçük Arıburnu bölgesine<br />
yaptılar.<br />
Bu kuvvetlere ilk ateş de, bölgeyi gözetleyen iki<br />
mangamız tarafından yapıldı. Ancak sürekli takviye<br />
alarak ilerleyen düşman kuvvetleri karşısında önemli<br />
kayıplar verdik.<br />
İşte bu andan itibaren yazımın başında belirttiğim<br />
Türk milleti destansı bir zafer kazanacak olan Yarbay<br />
Mustafa Kemal’i bağrından çıkardı. Yarbay Mustafa<br />
Kemal 19’uncu Tümen Komutanı olarak karargâhı<br />
Bigalı bölgesinde olan ihtiyat kuvvetlerinin başında<br />
bulunuyordu. Bu çıkarmayı duyar duymaz çıkarmanın<br />
yapıldığı ve muharebelerin odak noktası olan<br />
bölgelere gitti. Her noktada en öndeydi. Yürüttüğü<br />
faaliyetler ve verdiği emirlerle düşmana hiçbir zaman<br />
unutamayacakları bir mağlubiyet tattırdı. Çünkü<br />
Yarbay Mustafa Kemal, doğru yerde, doğru zamanda,<br />
doğru kişiydi.<br />
25 Nisan – 06 Ağustos tarihleri arasında bazen<br />
yoğunlaşan bazen yavaşlayan ama hiç durmayan<br />
bir muharebeler zincirine tanık olduk. Bu muharebelerin<br />
bizzat başında ve önünde olan Yarbay Mustafa<br />
Kemal kimi zaman geri çekilen askerimizi cesaretlendirerek<br />
“Neden çekiliyorsunuz Düşmandan<br />
kaçılmaz düşmanla savaşılır. Cephaneniz kalmadıysa<br />
süngünüz var. Süngü tak. Yere yat!” komutunu vererek,<br />
kimi zaman “ Ben size taarruzu emretmiyorum<br />
ölmeyi emrediyorum. Biz ölene kadar geçecek<br />
zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar<br />
gelebilir” diyerek savaşın kader adamı oldu.<br />
Albaylık rütbesini bu muharebede aldı. Rütbesini<br />
savaş meydanında taktı.<br />
Arıburnu Muharebelerinde 3.420 şehit, 6.064 yaralı,<br />
486 kayıp olmak üzere 10.000 kişi zayiat verdik ama<br />
ne Conkbayırı’nı verdik ne de başka bir yeri. Düşman<br />
kuvvetleri- Anzaklar bu bölgeden 10 Ağustos 1915<br />
tarihinde çekilip gittiler. Bu çekiliş bir kaçış, kurtuluş<br />
oldu onlar için. Beş ay boyunca Seddülbahir, Kirte<br />
ve Arıburnu cephesinde başarılı olamayan düşman<br />
kuvvetleri bu kez Suvla’dan bir çıkarma yaparak<br />
Anafartalar ve Conkbayırı’nı ele geçirmeyi planladı.<br />
Bu muharebeler de 6 Ağustos’tan 20 Aralık’a kadar<br />
devam etti. Önce Arıburnu’nda büyük çarpışmalar<br />
oldu. Bu çarpışmalar aralıksız 4 gün sürdü. 1.530<br />
şehit, 4.750 yaralı, 760 kayıp verdik. Muharebeler<br />
Kanlısırt bölgesine yayıldı. Buradaki çarpışmalar da<br />
çetin geçti. 5 gün devam eden bu çarpışmalarda da<br />
9.200 zayiatımız oldu. Gerek ilk çıkarma sırasında<br />
ve Arıburnu’nda gerekse de Kanlısırt’ta devam eden<br />
çarpışmalarda verdiğimiz zayiatın büyük çoğunluğu<br />
şehit ve yaralılardı. Bu şehitler içinde 47’nci Alay<br />
Komutanı Binbaşı Tevfik, 15’inci Alay Komutanı<br />
Yarbay İbrahim Şükrü, 14’üncü Alay Komutanı<br />
İsmail Hakkı, 23’üncü Alay Komutanı Yarbay Recai<br />
ve 25’inci Alay Komutanı Yarbay Nail (Kısıklı)<br />
da vardı. Bunlar, vatan savunmasında erinden<br />
12
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
komutanına büyük bir destanın kahramanları oldular.<br />
Bu şehit listesine bir kişinin daha adına eklenmesine<br />
ramak kalmıştı. 19’uncu Tümen Komutanı Albay<br />
Mustafa Kemal, bir top mermisinin parçasının<br />
göğsü üzerindeki saate isabet etmesi sonucu mutlak<br />
bir ölümden döndü. Şarapnel parçası cebindeki saati<br />
parçaladı ama onu yıkamadı. Ne Mustafa Kemal’i<br />
yıkabildiler ne de Conkbayırı’na çıkabildiler. 06 – 10<br />
Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen bu muharebelerde<br />
düşman kuvvetleri kesin bir yenilgiye uğradılar<br />
Öte yandan Suvla bölgesine ve Anafartalar’a<br />
yeniden yüklenen düşman kuvvetleri 07 Ağustos<br />
sabahından itibaren büyük bir saldırıya başladılar.<br />
27.000 kişilik bir kuvvetle, 3.000 kişiyle savunulan<br />
Suvla bölgesine saldırdılar. Bu kuvvetler kıyıdan<br />
içeriye ancak 800 metre kadar ilerleyebildiler. Daha<br />
da ileriye gidemediler. 08 Ağustosta yeniden denediler<br />
ama bu kez karşılarında yine Mustafa Kemal’i<br />
buldular. 2 gün devam eden Birinci Anafartalar<br />
Muharebesi’nde büyük bir hezimete uğradılar. 3.000<br />
zayiat verdik. Düşman zayiatı ise 18.000’di.<br />
Düşman kuvvetleri 15 Ağustos ve 21 Ağustosta<br />
yeniden saldırı gücüne ulaştılar. Kireçtepe ve<br />
Anafartalar’a hücum ettiler. 27 Ağustosta da Bombatepe<br />
üzerine bir harekât yürüttüler. Hepsinde başarısız<br />
oldular.<br />
Suvla bölgesinde 09-27 Ağustos tarihleri arasında<br />
devam eden bu muharebelerde 5000 zayiat verdik.<br />
57’nci Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni<br />
Bey 1’inci Anafartalar Muharebesinde, 16’ncı Alay<br />
Komutanı Yarbay Hakkı Bey 2’nci Anafartalar Muharebesinde<br />
ve Gelibolu Jandarma Taburu Komutanı<br />
kahramanlık timsali Yüzbaşı Kadri Bey ise Kireçtepe<br />
muharebesinde şehit oldular.<br />
Çanakkale’yi denizden de, karadan da, havadan<br />
da, yer altından da, yer üstünden de, her durum ve<br />
şartta, hâttâ; savaş meydanında Türk’ün bir mangasıbir<br />
askeri kalmış olsa bile geçemeyeceğini anlayan<br />
düşman kuvvetleri, 08-20 Aralık 1915’de Anafartalar<br />
ve Arıburnu bölgesini, 28 Aralık 1915 - 09 Ocak<br />
1916’da da Seddülbahir bölgesini terk edip gittiler. Bu<br />
çekiliş İngilizlerin ifadesi ile “başarılı bir çekilişti!”.<br />
Ama Atatürk bu çekilişi, muharebelerden iki yıl üç ay<br />
sonra, 1918’de bir gazeteciye şöyle yorumluyor:<br />
“İngilizlerin bu çekiliş hareketini izah için başka<br />
kelime aramaya lüzum görmüyorum. Kelimenin<br />
tam anlamıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim. Bu,<br />
kendilerince başarılı bir kaçıştır.” Bu sözleri söyledikten<br />
sonra mülâkatı yapan gazeteciye gülümsedi.<br />
Evet, düşman “başarılı bir kaçış!” yapmıştı.<br />
Çanakkale kara muharebeleri bu başarılı kaçışla<br />
bitti. Hedeflerine ulaşamadılar. İstanbul’a giremediler.<br />
İstediklerini alamadılar. Büyük kayıplar verdik<br />
ama bir Mustafa Kemal’i kazandık, bir de Çanakkale<br />
ruhunu. Bu iki kazanç bugün de yarın da bize yeter.<br />
Çünkü millet yine o millet, cevher yine o cevherdir.<br />
BUGÜN (2012): Bugün, bu zaferi büyük bir gurur<br />
ve şerefle anıyoruz, yaşıyoruz. Hemen her Türk<br />
ailesinin bir ferdi bu mücadelenin bir safhasında yer<br />
almıştır. Bu yüzden gerek bu büyük milletin bir ferdi<br />
olarak gerekse bu muharebelere katılmış bir ecdadın<br />
mensupları olarak Çanakkale Zaferinden pay sahibiyiz.<br />
Aynı oranda da ilgi ve bilgi sahibi olmak zorundayız.<br />
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan kahraman<br />
ordumuzun kahramanlıklarından birisi olan<br />
Çanakkale zaferini ve bu kahramanlıkların mimarı<br />
şehitlerimizi unutmamak, onların manevi huzurlarında<br />
derin bir saygı ve sonsuz şükran duygularımızı ifade<br />
etmek hepimizin üzerine bir borçtur.<br />
“Şehitlere, kahramanlıklarına lâyık kabirler<br />
yapmak için zaman olsaydı, imkân olsaydı, bu<br />
kahramanlık önünde insan varlığı, sanatkârıyla,<br />
heykeltraşı ile ressamı ile aciz ve yetersiz kalırdı.<br />
Bunu ruhumuzda hissederek, âzîz şehitlerimizi<br />
gelecek nesillerin vefasına ve vicdanına emanet<br />
ederek, üzerlerine bir avuç toprak serptik.” diyor<br />
Harp Okulu Komutanlarından, 1877 Şıpka Muharebeleri<br />
kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa.<br />
Büyük Türkçü Süleyman Hüsnü Paşa’nın<br />
şehitlerimizi vefasına ve vicdanına emanet ettiği o<br />
nesil, bizleriz… Çanakkale’yi hep bu ruhla bu sorumlulukla<br />
bu vicdanla ve bu görev bilinci içinde<br />
geziyor, okuyor, araştırıyor, konuşuyor, yazıyor ve<br />
anıyoruz. Buna rağmen bu muazzam olay karşısında<br />
bile bilmediğimiz veya çoktan unuttuğumuz birçok<br />
hususlar var.<br />
Çanakkale bölgesini ve Gelibolu muharebe alanını<br />
defalarca gezdim. Bir sene içinde birkaç defa gittiğim<br />
oldu. Öğrencilerle, meslektaşlarımızla, ailelerimizle<br />
ziyaretlerde bulunduk bu aziz vatan toprağına. Bu ziyaret,<br />
gözlem ve incelemelerde gördüm ki Çanakkale<br />
doğal eğitim alanından yeterince yararlanamıyoruz.<br />
Yabancı devletler kadar bile Çanakkale bölgesinin<br />
öneminin bilincinde değiliz. Halbuki ortada<br />
muhteşem bir hazine, görülmeyi bekleyen bir güzellik<br />
ve öğrenilmeyi isteyen bir geçmiş var.<br />
Çanakkale Savaşları adeta Türk tarihinin özeti<br />
gibidir. Türk tarihi ile ilgili ne varsa, günümüze ne<br />
yansımışsa, hepsi kaybolsa bile; bir tek Çanakkale’nin<br />
varlığı bizim millet oluşumuzun tüm izlerini taşır. O<br />
savaşta Türk tarihinin değişik dönemlerindeki her<br />
türlü millî özelliklerimizi, kimlik yansımalarımızı<br />
ve karakter yapılarımızı bulabiliriz. Kahramanlık,<br />
fedakârlık, feragat, feraset, yiğitlik, dürüstlük, mertlik,<br />
saygı, sevgi, dostluk, dayanışma, vatan sevgisi,<br />
13
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
millet sevgisi, akıl, bilgi, zekâ, uyanıklık, liderlik,<br />
kısacası bizi biz yapan sosyal ve kültürel değerler.<br />
Adım adım karış karış gezdiğim bu kutsal vatan<br />
toprağının her zerresinde bunları yaşayarak gördüm…<br />
Yine bu bölgede yıllar önce gözlemlerde bulunmuş<br />
ve bu konuda bir kitap yazmış olan Emekli Albay<br />
Burhan Göksel ilginç tespitlerde bulunmaktadır.<br />
Burhan Göksel kitabında “Birinci Dünya<br />
Savaşında yayımlanan Harp Mecmuasındaki<br />
bir fotoğraf ve altındaki yazı dikkatimi çekti.<br />
Bu insan kafataslarından oluşmuş bir piramidin<br />
fotoğrafıydı. Altında yazıyı tüylerim ürpererek<br />
okudum: Burada 4’üncü Kemikçi Müfrezemizin<br />
topladığı Türk Şühedasının kafataslarıdır<br />
yazıyordu. Her orduda muharip ve gayri muharip<br />
sınıflar arasında pek çok çeşitli hizmetleri<br />
gören yardımcı birlikler de vardır. Bunlar topçu<br />
olur, piyade ve süvari olur. Ekmekçi müfrezesi,<br />
kasap müfrezesi ve kuyucu müfrezesi olur. Fakat<br />
hiçbir milletin askeri tarihinde “Kemikçi Müfrezesi”<br />
deyimini bulamazsınız. Her metrekaresinde<br />
dört şehidin yattığı söylenen Gelibolu Yarımadası<br />
Harekâtı alanında, askeri tarihimize ve memleketimize<br />
Çanakkale zaferini yaratanlara ancak<br />
bunu verebilmişiz. Avustralya’dan, İngiltere’den,<br />
Fransa’dan ve Yeni Zelanda’dan binlerce kilometre<br />
mesafeyi aşıp gelenlerin kendilerine göre<br />
inandıkları davalarında ölenlerin muntazam<br />
ve muazzam mezar ve abideleri karşısında bu<br />
davranışımızın acılığını hâlâ hissederim.” diyor…<br />
Ben de buna benzer bir hissi defalarca yaşadım.<br />
Birkaç yıl önce bölgeyi bir ziyaretim esnasında, en<br />
büyük gerçek şehitliğin olduğu Büyük Anafarta<br />
köyü mezarlığının yol yapım çalışmaları dolayısıyla<br />
harap edilmiş halde gördüm. Şehit kemikleri ortalıkta<br />
dolaşmakta, mezar kitabeleri kırılmış sökülmüş sağda<br />
solda atılı bir vaziyette durmaktaydı. 20’nci Alay<br />
Komutanı Yarbay Halit Bey ve Ziya Bey’in kabirleri<br />
kaybolmamış yan yana duruyorlardı ama yüzlercesinin<br />
âkibeti meçhuldü. Biraz ilerilerinde oldukça<br />
harap olmasına rağmen birkaç mezar daha ayakta<br />
kalmak için direniyordu. Bunlar da 3’üncü Kolordu<br />
Mürettep 4’üncü Alayı 1’inci Bölüğünden Süvari<br />
Teğmen Amasyalı Halid ile 15’inci Alay 4’üncü<br />
Bölükten süvari Teğmen Ali Rıza Beylerin mezarları<br />
idi. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Atatürk ile yaptığı<br />
mülâkatta da Atatürk tarafından kahramanlıkları<br />
anlatılan bu şehitler, Halid Rıza Tepesine adını vermiş<br />
olan kişilerdi. 7’nci Tümen Topçu Alayı’ndan Bolulu<br />
Üsteğmen Hasan Tahsin Efendinin mezarı birkaç<br />
kışa daha dayanabilecek miydi diye büyük bir üzüntü<br />
duydum. Yanında da kendisiyle aynı gün aynı yerde<br />
şehit olan alay müftüsü yatmakta idi. Üsteğmen<br />
Hasan Tahsin, Seddülbahir bölgesinde yaralanmıştı<br />
ama savaşmaya devam ediyordu. Bu kez Anafartalar<br />
muharebesinde şehit olmuş ve buraya defnedilmişti.<br />
İsimsiz yüzlerce şehit ve açıkta yüzlerce şehidin kemik<br />
parçaları. Burhan Göksel’in anlattığı yıllardan<br />
bugünlere, değişen bir şey yok gibi!<br />
Buradan birkaç kilometre ileride Kireçtepe Jandarma<br />
şehitliği var. Gitmesi çok zor. Yollar bakımsız. Yer<br />
yer büyük çukurlar var. Gitmeyi denedim. Arabayla<br />
çıkabildiğim yere kadar çıktım. Oradan da yürüyerek<br />
ulaştım. Biraz zor oldu ama oraya ulaşınca burasını<br />
görmenin her şeye değer olduğunu anladım. Bu<br />
şehitlik ıssız ve unutulmuş bir halde ziyaret edilmeyi<br />
bekliyordu. En mahzun ama en mağrur görüntüsüyle<br />
bize o günlerden öğütler fısıldıyordu. Yanında küçük<br />
bir pınar ve küçük bir çitle çevrilmiş şehitliğin üzerinde<br />
ayyıldızlı bayrağımız dalgalanıyordu. Hem<br />
çeşmenin temiz ve bakımlı oluşu hem de şehitliğin<br />
çevre temizliğinin yapılmış olması beni şaşırttı.<br />
Uzaklarda gördüğüm bir köylünün yanına giderek<br />
bu durumu sordum. “Şehitler bizim şehitlerimiz<br />
biz bakıyoruz” dediler. Bayrağımız rüzgârdan<br />
yıprandıkça değiştiriyorlar otlar büyüdükçe<br />
temizliyorlarmış. Bir de diyor “keşke çok ziyaret<br />
edeni olsa bu şehitliğin”. Uzak ve sapa olduğu için<br />
pek gelen olmuyormuş. Halbuki onlar ölecekle-rini<br />
bile bile bu sapa yerde canlarını vermişlerdi.<br />
Bu şehitlikte 127,19,17 ve 39’uncu Alaylar ile 11 ve<br />
12’nci Topçu Alaylarında İstihkâm Taburunda görev<br />
yaparken şehit düşmüş 5’inci Tümen askerleri yatmakta.<br />
Bir de Gelibolu ve Bursa Jandarma taburunun askerleri.<br />
Gelibolu Jandarma Taburu bu tepeyi günlerce<br />
savunmuş ve iki tugay gücüne ulaşan düşman kuvvetlerini<br />
burada durdurmuştu. Bu taburun komutanı<br />
şehit Yüzbaşı Kadri Bey olağanüstü kahramanlık<br />
örnekleriyle dolu Kireçtepe’nin sembolü olmuştu.<br />
Buradaki askerler şehit olacaklarını biliyorlardı.<br />
Kendilerinden sonra kimsenin kalmama ihtimali<br />
dolayısıyla mezarlarını kendileri hazırlamışlar mezar<br />
kitabelerini kendileri yazmışlardı. Dünyada hangi<br />
milletin askeri öleceğini biliyor ve kendi mezarını<br />
kazmış, ismini yazarak buna hazırlanmıştır. İşte<br />
Kireçtepe Şehitliği böyle bir olaya şahit olmuştur. Bu<br />
kahramanlığı yakından bilen Atatürk daha savaş devam<br />
ederken bu tepede bulunan şehitliğe giderek burada<br />
boş top mermisi kovanlarından bir anıt yaptırarak<br />
şehitliği ebedileştirmiştir. Bu anıt o zamanın Harp<br />
Mecmuası’nda da kapak olarak yayımlanmıştır.<br />
Hangi yöne dönsek hangi toprak parçasına bassak<br />
hangi ağaç gölgesinde soluklansak hepsinin o<br />
günlerden bugünlere bizlere anlatacağı bir anısı,<br />
14
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
kulaklarımıza fısıldadığı bir mesajı vardır. Eceabat<br />
karayolu üzerinden Akbaş şehitliğine uğradığınızda<br />
içinizde bir burukluk oluşur. Çünkü bu şehitliğin<br />
bulunduğu yer sıhhiye kuruluşlarının merkezi idi<br />
ve buradaki limandan değişik yerlerden gelen giden<br />
yaralılar için ulaşım noktasıydı. Düşman gemileri<br />
bu sağlık kuruluşlarına da bomba yağdırdı. Yüzlerce<br />
yaralımız ve birçok doktor ve sağlık görevlimiz bu<br />
bombardıman sonucu şehit oldu. İşte onlar yatıyor bu<br />
şehitlikte.<br />
Kilye koyundan Kabatepe istikametine giden yol<br />
üzerindeki Kocadere Hastane Şehitliği de çok önemli.<br />
Burada 16’ncı Tümen Seyyar Hastanesi vardı. O<br />
da bombalandı. Sonuçta 1324’ünün kimliklerinin de<br />
belli olduğu 2000 civarındaki şehitlerimizin ebedi<br />
istirahatgâhı oldu.<br />
Kemalyeri Yarbay Mustafa Kemal’in ismine<br />
karşılık konulmuş bir isim. Çünkü burasının haritada<br />
yeri yokken Atatürk’ün buradan verdiği kritik<br />
emir üzerine tarihe bu isimle geçen bir yer. Buraya<br />
geldiğinizde ayağınızı bastığınız her zerre toprak<br />
parçası adeta Atatürk’ün o anda verdiği emri tekrar<br />
edercesine sesleniyor. Biraz yukarıda Conkbayırı var.<br />
Buraya çıkarken Atatürk’ün “süngü tak, yat.” Emrini<br />
duyar gibisiniz. Yani savaşı kazandığımız an o andı<br />
dediği olayı.<br />
Biraz yukarı çıktığınızda tarihimizde altın sayfalarla<br />
yazılmış Conkbayırı’na ulaşırsınız. Bir tarafta Saroz<br />
körfezi yani Ege’yi diğer yanda Boğazı görürsünüz.<br />
Düşman askerlerinin özellikle de Anzak’ların hayallerini<br />
süsleyen “iki denizi bir arada görme<br />
mutluluğunu ve başarısını” onlara tattırmadığımız<br />
yeri. Binlerce şehit verdik bu tepeyi vermemek için<br />
ama onların tarih kitaplarına “iki denizi bir arada<br />
gördüğümüz yer” diye de yazdırtmadık. Çünkü orada<br />
Atatürk’ün emir ve komuta ettiği Mehmetçik vardı.<br />
Bugün oraya çıktığınızda siperler arasında dolaşırken<br />
şehit Mehmetçikle yan yana gibi hissedersiniz kendinizi.<br />
Bir 25 Nisan, 9-10 Ağustos gecesi burada bu siperlerde<br />
sabahlamayı düşünmeliyiz!<br />
Tarihin yeniden yazıldığı talihin yeniden kurulduğu<br />
Atatürk’ün yeniden doğduğu bu yer bize öyle mesajlar<br />
veriyor ki; Bir şarapnel parçası Atatürk’ün kalbine<br />
bir cep saati kalınlığı kadar yaklaşmıştı ama daha<br />
ileri gidememişti. İşte Conkbayırı burası. Bir milletin<br />
yeniden doğuşunun ilk güneş ışıklarının vurduğu<br />
yer. Bir tarafta Arıburnu, onu takip eden yol üzerinde<br />
Anafartalar ve bütün muharebe bölgeleri gözlerinizin<br />
önüne serilmiş bir şekilde o günlerden yansımalar<br />
yapıyor. 06-10 Ağustos tarihlerinde verdiğimiz 9200<br />
zayiat ve 3 bin şehidimiz hala bu tepeyi muhafazaya<br />
devam ediyor. Her adımın her zerre toprak parçasının<br />
bir tarihi anlattığı gerçeğini biliyoruz. Ne kadar anlatsak<br />
da yetersiz olacağının da bilincindeyiz. Çünkü<br />
vatanı için her şeyini vermeye hazır insanların yattığı<br />
bir toprak parçasındayız.<br />
Büyük çoğunluğu şehit olan 57 nci Alayı ve yine<br />
şehit komutanı Yarbay Hüseyin Avni beyi bu tepelerden<br />
görebilirsiniz. Yb. Hüseyin Avni beyin<br />
şehit olduğu esnadaki üniformasını İstanbul’da<br />
Askeri Müze’de üzerindeki kanları gözükür vaziyette<br />
gördüğümde heyecandan tüylerim diken<br />
diken olmuştu. Bu bölgeyi her ziyaretimde hep bu ânı<br />
hatırlar hep aynı heyecanı duyarım.<br />
Her karışında şehit kanı olan bu vatan parçasını<br />
anlatmanın imkânsızlığının bilincindeyim. Bunu<br />
yaşamak gerekiyor. Bu zaferi kazananı tanımak gerekiyor.<br />
Atatürk bu zaferi kazananı yani Mehmetçik’i<br />
bize tasvir ediyor. Biz de öyle anlamaya çalışıyoruz.<br />
“Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz.<br />
Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan<br />
geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler<br />
arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak,<br />
muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri<br />
kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler<br />
onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek<br />
sükûnet ve kabulleniş içinde biliyor musunuz!<br />
Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini<br />
biliyor, hiç ufak bir tereddüt bile göstermiyor;<br />
sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı<br />
Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler<br />
kelime-i şehâdet çekerek yürüyorlar. Bu,<br />
Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dikkate<br />
ve takdire değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki<br />
Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek<br />
ruhtur.”<br />
Bu yüksek ruh cephedeki her askerde, gözü kulağı<br />
cephede olan her yürekte vardı. Gönüllü olarak<br />
katıldığı Çanakkale Savaşı’nda şehit olan Yedek<br />
Subay adayı Ethem, “Dört asker doğurmakla<br />
övünen şanlı Türk annesine” hitabıyla gönderdiği<br />
mektubunda: “Ey Türklerin Ulu Tanrısı, Ey şu<br />
öten, koşan, şu gezen, meleyen koyun, şu secde<br />
eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların<br />
hâlikı, Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine<br />
Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler seni<br />
mukaddes tanıyan ve seni ulu tanıyan Türklere<br />
mahsustur. Beni bu uğurda uğraş veren bir insan<br />
olarak yanı al” diyor.<br />
Yine isimsiz bir Çanakkale şehidinin mektubunda<br />
şunlar yazıyor: “ Ben, vatan ve millet uğrunda bana<br />
düşen vazifeyi ifa ettim. Artık gerisini size terk ediyorum.<br />
Ben cümlenize hakkımı helâl ettim. Çoluk<br />
çocuğumu önce yaradana sonra da vatana, millete<br />
15
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ve sizlere emanet ederim. Bana acımasınlar. Ben<br />
mukaddes vatan vazifem uğrunda terk-i can ettim,<br />
bahtiyarım.”<br />
Anafartalar’da şehit olan Zabit vekili Ahmet Tevfik<br />
Efendi için ağabeyi İdris Sabih, yazdığı şiirde şöyle<br />
sesleniyor:<br />
“O kadar yandı mı bağrın ey çocuk!<br />
Ecelin sunduğu şarabı içtin!<br />
Sırayı saygıyı unuttun çabuk,<br />
Sebep ne ağandan ileri geçtin ”<br />
Piyade Alayı’nın 2’nci taburunda şehit olan<br />
Teğmen Abdulhayır’ın kızı Hacer Gencel 17 Nisan<br />
1954 tarihinde Çanakkale şehitliklerini ziyareti<br />
esnasında duygularını şöyle ifade ediyor: “Uğrunda<br />
severek canını verdiğin topraklarımızda ebedî<br />
uykusunu uyuyan babacığım. Bugün seni ziyarete<br />
geldim. Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım<br />
baba, senin silah arkadaşlarınla yarattığın bin bir<br />
menkıbeyi dinleyerek bugün Çanakkale’ye geldik.<br />
Ve şimdi dönüyoruz. Dünden beri seninle omuz<br />
omuza harp etmiş arkadaşlarını aradım. Ve ben<br />
senelerden beri ulaşamadığım emelime ancak bu<br />
muhterem topluluk arasında böylece ulaşabildim.<br />
Nitekim seni gayet iyi tanıyan arkadaşlarından<br />
karşılıklı ağlaşarak hatıralarını dinledim. Şimdi<br />
çok büyük bir huzur içinde dönüyorum. Annem<br />
anlatıyordu; ben o zaman dünyada yokmuşum.<br />
Çanakkale’ye vatan müdafaası için çağrıldığın<br />
zaman düğüne gider gibi koşmuşsun, heyecandan<br />
uçmuşsun. Bilhassa vazifeni yaparken şehit<br />
olmak, senin için önüne geçilmez bir emelmiş...<br />
Baba, Allah sana bu muhteşem mertebeyi nasip<br />
etti. Ben de sana lâyık bir şehit kızı olmaya<br />
çalışmış bir insan olabilmek için<br />
uğraşıp durdum. Ömrümün sonuna<br />
kadar da uğraşacağım.<br />
Eğer bir gün vatan müdafaasına<br />
mecbur kalınırsa hisseme düşenlerden<br />
fazlasıyla vazifemi tamamlayacağım.<br />
Nasıl, sen de, bundan eminsin değil<br />
mi Damarlarımda senin kahraman<br />
kanın var. Ve ben omuzlarda cephane<br />
taşımış nice Fatmaların, Ayşelerin<br />
kızı değil miyim Rahat uyu baba. Bu<br />
toprağın altı senin gibi yüz binlercesiyle<br />
ekili... Onların meyveleri de elbette<br />
ki sizlere benzeyecek... Bundan emin<br />
olmalısınız.’’<br />
Çanakkale zaferi ve orada yaşananlar<br />
sadece bir savaş ve tarihin sayfaları<br />
arasında ibret alınacak olaylar dizini<br />
16<br />
değildir. Çanakkale’yi geçilmez kılan bir kültürün<br />
bir ruhun bir yeminin topyekûn yansımasıdır. Bugün<br />
izlerini gördüğümüz bu altın sayfanın bizim için bir<br />
önemi daha vardır. Bu da bize millet olma bilincini<br />
göstermesidir. Yine gelecekte de Çanakkale’nin<br />
geçilmezliğini haykırmasıdır.<br />
YARIN (SONSUZ): Çanakkale Zaferi, muharebe<br />
alanları, şehitlikler, anıtlar bize yol gösteriyor. Bize<br />
istikamet gösteriyor. Bu istikameti görebilmemiz için<br />
Çanakkale bölgesini gençlerimize, çocuklarımıza,<br />
tüm öğrencilere ve vatandaşlarımıza tanıtabilmeliyiz,<br />
anlatabilmeliyiz. Bu bölgeleri belli zamanlarda ve<br />
kalabalık topluluklar halinde gezmeliyiz. O günleri,<br />
o günlerde yaşananları nesilden nesile anlatmalıyız.<br />
Bilinmeyen, az bilinen ama mutlaka bilinmesi gereken<br />
o kadar çok husus var ki; bunları bulup-bilip<br />
geleceğe taşımalıyız. Bir Tarih ve bir Toprak parçası<br />
anlaşılır ve nesilden nesile aktarılırsa ancak o zaman<br />
sonsuzluğa giden bir hâl alır.<br />
Acaba “Çanakkale” için her şeyi yaptık ve her<br />
şeyi biliyor muyuz<br />
Meselâ; Büyük Türkçü Mehmet Emin Yurdakul’un<br />
Eylül 1915’de; yani muharebeler henüz bitmemiş<br />
iken; “Tan Sesleri” isimli şiir kitabında “Ordunun<br />
Destanı” adlı ve 15 Eylül 1915 tarihini taşıyan uzun<br />
bir manzumenin ilk dörtlüğünde:<br />
“Ey bugüne şahit olan Sarp hisarlar<br />
Ey kahraman Mehmet Çavuş Siperleri<br />
Ey Mustafa Kemal’lerin aziz yeri<br />
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yerler”<br />
diye hem henüz Mustafa Kemal çok tanınmamışken<br />
ve hem de Çanakkale Zaferi kazanılmamışken<br />
geleceğe seslenen bir haykırışı olduğunu.<br />
İngilizler tarafından bombalanan Namık Kemal’in Mezarı
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Meselâ büyük vatan şairi Namık Kemal’in ve<br />
Rumeli’ye topluca ilk geçişin kahramanı Süleyman<br />
Şah’ın mezarlarının muharebe bölgesinin<br />
içinde Bolayır’da olduğunu biliyor muyuz Daha<br />
önemlisi İngiliz savaş gemilerinin özellikle “Türklerin<br />
maneviyatını bozmak için” bu mezarları<br />
bombaladıklarını ve mezarların isabet aldığını ne<br />
kadar hatırlıyoruz Bir grup “Türk Ocaklı”nın<br />
bu bombalamayı protesto için mezarları ziyarete<br />
gidip konuşmalar yaptıklarını, mezarların tahribini<br />
dile getirdiklerini, fotoğraf çektirerek bu ânı<br />
ebedileştirdiklerini hatırlıyor muyuz<br />
Daha çok unuttuklarımız veya hiç hatırlamadıklarımız<br />
var: Çanakkale Muharebe alanına yıllar sonra<br />
ilk ziyaretin tüm engellemelere ve zorluklara rağmen<br />
Nihal Atsız ve arkadaşlarınca yapıldığını hep unuturuz.<br />
Üstelik bu ziyaret ve Çanakkale duyguları<br />
1933 yılında “Çanakkale’ye Yürüyüş” adıyla<br />
yayınlanmasına rağmen.<br />
Çanakkale’de birçok kahramanın; Kırım, Kerkük,<br />
Süleymaniye, Musul, Şam, Humus, Lazkiye, Bakü,<br />
Dağıstan, Tiflis, Selanik, Tebriz, Berat, Bosna, Üsküp,<br />
İskeçe, Kosova, Elbasan, Drama, İşkodra, Debre,<br />
İştip, Köprülü, Ohri, Manastır, Preveze, Girit, Rodos,<br />
Sakız, Yanya, Kerbela, Nablus, Bağdat, Filibe,<br />
Rusçuk, Tırnova, Vidin, Varna, Eski Zağra, Şumnu,<br />
Niğbolu, Kırcaali ve benzer yerlerde doğmuş olup da<br />
buradaki muharebelerde şehadet şerbeti içtiğini, şu<br />
anda meçhul şehitlikler arasında bizlerden Fatihalar<br />
beklediklerini biliyor muyuz acaba!<br />
“Karabulutlar arasında kaybolan İngiliz Alayı”<br />
efsanelerine inanırız da, bunun doğru olmadığını<br />
kanıtlayan belgeleri görmeyiz. İngilizler ve nedense<br />
bizim içimizdeki bazı kişiler bu bulutta kaybolma<br />
olayına inanır ve çeşitli senaryolar uydururken biz<br />
olayın kahramanı Binbaşı Münib Bey’i bilmeyiz,<br />
anmayız.<br />
Olay kısaca şudur: İngiltere’den özel ve seçkin<br />
bir alay getirildi. Bu alayın bir taburu Kraliyet kuvvetlerindendi<br />
ve özel birliklerdi. Bu birlik geldi mi<br />
psikolojik üstünlük İngiltere’ye geçmiş oluyordu. En<br />
seçkin birliğinin cepheye sevk edildiğini duyan diğer<br />
İngiliz askerleri artık daha kolay motive edilebilecekti.<br />
İngiliz kamuoyu da bu birlik sayesinde tamamen<br />
Çanakkale ile meşgul olacaklar ve bu cepheye daha<br />
bir ilgi göstereceklerdi. Bu tabur Ortaçağın meşhur<br />
şövalyelerinin karşılığı idi. İşte Norfolk Birliği diye<br />
bilinen ve bazı filmlere de konu olan birlik budur.<br />
Bir karabulutun alıp götürdüğü diye efsaneleştirilen<br />
olayın aslı ise belgelerde şöyledir: “36’ncı Alay<br />
komutanı Binbaşı Münib bey, evvela ikinci hatta<br />
bulunan 3’üncü Taburdan bir bölükle 1’inci Taburun<br />
sağ yanını takviye etti. Düşman saldırısına devam<br />
ediyor ve hücum mesafesine yaklaşıyordu.<br />
Yarım saat kadar süren şiddetli savaş devam etti.<br />
Alay komutanlığı bütün ihtiyatları aynı kanada<br />
sevk ile karşı hücuma karar vererek bu sırada<br />
hücum mesafe-sine kadar yaklaşan düşman üzerine<br />
süngü ile hücum etti. Düşman püskürtüldü,<br />
biraz sükûnet bulan savaş bir süre sonra yeniden<br />
canlandı. Bu defa da Alay komutanı eli altında<br />
kalan son bir bölükten iki takımı ile daha 1’inci<br />
Tabur bölgesini Tabur komutanının talebi ile<br />
takviye ederek, elinde kalan son bir takım ile nihaî<br />
hücumunu icra etmiştir.<br />
Bu katî hücumla düşman 500-600 metre, süngüler<br />
önünde geriye püskürtüldü. Defalarca karşı<br />
saldırıya geçen 4’üncü Norfolk Alayı başında<br />
Albay Sir Horas Beauchamp olduğu halde tamamen<br />
mağlup ve imha edildiler. İki taburumuzla<br />
toplam 4 İngiliz taburunu imha etmiş olduk.<br />
Düşmanın püskürtüldüğü arazide düşman cesedi<br />
300 kadardı. Bu kanlı savaşta biz bir subay ile 60<br />
er şehit verdik. 4 subay ile 165 er yaralımız vardır.<br />
Himaye kuvvet ve zayiatımıza rağmen Alayımızın<br />
bu zaferi pek parlaktır. Alayımız bu vuruşmada<br />
177 sandık fişek ve 79 bomba sarf etmiştir.<br />
İki saat devam eden bir savaş için bu miktarlar az<br />
değildir. Görüldüğü gibi bu vuruşmada eratımızın<br />
hücum kudreti ateşle mukabele kudretinden daha<br />
yüksektir.”<br />
İşte olayın gerçeği budur. Bizler, 36’ncı Alay<br />
Komutanı Binbaşı Münib ve bu vuruşmada şehit olan<br />
1 subay ile 60 Mehmetçiği hatırlıyor muyuz<br />
Ağır top mermisini sırtında taşıyan Seyit Onbaşı’yı<br />
bile tartışmalı hale getiren biz değil miyiz Üstelik<br />
elimizde şöyle bir belge varken:<br />
“Derginin adı: Harb Mecmuası, Yıl:1331 (1915)<br />
Kânunuevvel (Aralık), Sayı:2.<br />
Kapak resmi: Seyit Onbaşı sırtında bir top mermisi<br />
ile görünüyor.<br />
Altında ise şunlar yazılı: “Çanakkale<br />
istihkâmında “215” kiyye ağırlığındaki mermiyi<br />
sırtında taşıyan güçlü bir kahraman nefer: Mehmet<br />
oğlu Seyid. Ordumuzda harb aşkından bir<br />
örnek.”<br />
Bir kiyye 1282 gramdı. Yani 1 kilo 282 gram. 215<br />
kiyye ise 275.630 gr. yaklaşık 276 kiloya denk gelir.<br />
Bu ağırlığın doğru olmadığını, dergiye yanlış<br />
yazıldığını, bu ağırlıkta top mermisi bulunmadığını<br />
tartışırız da bu yiğit kahramanın nasıl öldüğünü, ne<br />
zaman öldüğünü bilmeyiz! Heykelini bile bu dergideki<br />
resme rağmen yanlış yapar buna da sanatçının<br />
yorumu deriz. Top yüklendiği için “Topçu Eri” deriz<br />
ama aslında “İkmâl Eri” olduğunu hiç bilmeyiz.<br />
Emine’den olma Abdurrahman oğlu Seyit (Çabuk)<br />
17
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
01 Aralık 1939 tarihinde Balıkesir’e bağlı Havran ilçesinde<br />
bugün kendi adını taşıyan beldede vefat etti.<br />
Ölümü şaibelidir. Kimliği bilinmeyen bir yabancının<br />
verdiği ilacın etkisiyle kısa süre sonra hayata veda<br />
etmiştir. O ilacı veren kişiyi ne olayın öncesinde<br />
ne de sonrasında bir daha gören olmamıştır. Acaba<br />
İngiliz gemisinin batmasına yol açan ve bir sembol<br />
haline gelen Seyit, “kendilerine yapılanı bir kin<br />
gibi unutmayıp zamanı gelince intikamını alanlar<br />
tarafından” ortadan mı kaldırılmıştır Atatürk’ün<br />
kısa bir süre önce hayata veda etmiş olduğunu<br />
düşündüğümüzde bu mümkün görünüyor. Seyit<br />
Onbaşı’yı her 18 Mart’ta veya her vefat tarihinde<br />
mezarı başında anıyor muyuz<br />
Deniz muharebelerinde ağır hasarla savaş dışı<br />
bıraktığımız Agamemnon savaş gemisinin tarihimizde<br />
başka bir yeri daha vardır. Bu İngiliz savaş gemisini<br />
ağır hasarla savaş dışı bıraktık. Ama İngilizler<br />
bunu unutmadılar. Adeta bir esaret anlaşması<br />
anlamına gelen bir teslimiyet belgesi niteliğindeki<br />
“Mondros Mütarekesi”ni büyük devlet adamlarımız<br />
neden Agamemnon gemisinde imzaladılar hiç<br />
düşünmedik! Acaba İngilizlerin intikam duygusunun<br />
farkına varamadık mı “Siz bizim gemimizi<br />
batırırsınız ama biz o gemide sizin ülkenizi batırırız”<br />
diye açık açık söylemedikleri için mi bunun farkına<br />
varmadık acaba!<br />
İngilizlerin, Fransızların daha savaş devam<br />
ederken anıtlar yaptıklarının, arkeolojik kazılar<br />
yürüttüklerinin hatta yüzyıllar içindeki emperyal<br />
düşüncelerinin bir simgesi şeklindeki Helles<br />
anıtındaki âsâyı yüreğimize bir hançer gibi saplamış<br />
olduklarının farkına bile varamadık. Üstelik bu<br />
anıtı, savaş esnasında esir düşen Türk askerlerine<br />
yaptırdıklarını da unuttuk.<br />
Savaşın, sivil toplum örgütleri nezdindeki<br />
yansımasının en belirginleştiği cemiyetin “Türk<br />
Ocakları” olduğunu ve Türk Ocakları’nın<br />
Çanakkale Savaşı’na gönüllülerden oluşan bir<br />
birlikle katıldığını kimler biliyor Şehitlerimiz için<br />
kampanyalar düzenlediklerini, pul bastırıp gelirlerini<br />
savaş için harcadıklarını biliyor muyuz Peki, Türk<br />
Ocakları kurucusu olanların bir çoğunun Çanakkale<br />
Savaşında şehit olduklarının farkında mıyız<br />
Şüphesiz ki birçok bilinmeyen az bilinen veya<br />
farkında olmadığımız özellikler taşıyor Çanakkale<br />
Muharebeleri ve muharebe alanları. Hepsi birer<br />
destan kahramanı niteliğindeki Mehmetçiğin<br />
kahramanlıklarını anlatmak için sayfalar yetersiz<br />
kalır.<br />
Bu zaferle birçok kazancımız oldu. Türk ve dünya<br />
tarihinde de birçok olayın ortaya çıkışına yol açtı.<br />
Çanakkale’de kendine özgü bir atılganlık şuuru<br />
içinde şahlanan Türk ordusu kahraman bir millet<br />
olarak varlığını bütün dünyaya duyurdu. Bu muharebelerin<br />
en belirgin özelliği; Atatürk’ün Çanakkale<br />
muharebelerinde, kazandığı askeri başarılar sonucu<br />
“millî bir kahraman” olarak Türk halkının kalbinde<br />
engin bir yer kazanmasıdır.<br />
Çanakkale zaferi; yıllardan beri, parçalanmaktan<br />
büyük ölçüde nasibini almış yüce Türk Milleti’nin<br />
benliğine kavuşmasına ve kendine güvenini<br />
kazanmasına neden olmuş, böylece Çanakkale’de<br />
Millî Kurtuluş mücadelesinin temelleri atılmıştır.<br />
Arap çöllerinden Balkanlar’a, Kafkasya’dan<br />
Kuzey Afrika’ya, Anadolu’nun bir ucundan diğer<br />
ucuna; kuzeyden güneye, doğudan batıya uzanan bir<br />
coğrafyada her zaman ve yerde, toprağı vatan yapma<br />
mücadelesinde can veren, şehit olan ecdadımızla ilgili<br />
birçok yerde anıtlar-şehitlikler yapılmıştır. Tüm<br />
şehitlerimizi rahmetle ve minnetle andığımız günümüzde<br />
aziz hatıraları için ne yapsak yetersiz kalır.<br />
Ancak onlar için en büyük anıtı yüreğimizde, kalbimizde<br />
yaptık. Dün Çanakkale’yi geçilmez kılan<br />
ruh bugün de vardır. Sonsuza kadar da var olacaktır.<br />
Bastığımız her toprak parçası bunu haykırıyor.<br />
Harp Mecmuası Kapağında Seyit Onbaşı<br />
18
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
YETİK OZAN<br />
•<br />
Reşat GÜREL<br />
Matbaada yeni basılmış dergilerin, kitapların<br />
kokusuna tutulduğum ilk günlerdi. Gazete kâğıdının<br />
gramajını diliyle ıslatıp anlayan ustalarla tanışıklığım<br />
yeniydi daha. Haydenberg’lerin sesiyle uyukladığımız<br />
gecelerin sabahında, yirmi genç, uzun bir masanın<br />
çevresinde dizilir, dergileri katlar, zımbalar ve naylon<br />
poşetlerine yerleştirirdik.<br />
Kendi yazımın yayınlandığı dergiler bir başka gülümserdi<br />
gözlerime.<br />
Adının konup konmadığını bilemediğim yazı türü.<br />
Arka kapak boyutlu, resim içi yazılar. Genç Kalemlerin<br />
arka kapağı paylaşma yarışı sessizce sürerdi.<br />
Gökhan Akçiçek’in yazılarıydı benim en çok hoşuma<br />
gidenler. Çoğu zaman Dilaver Cebeci’nin yazılarının<br />
süslediği her sayısı başka renk. Arka kapaklarda yer<br />
almaya başlayan Reşat Gürel’in yanlarında kâğıt kıran<br />
arkadaşları olduğunu bilmiyordu hiç biri. Onlardan,<br />
Site Öğrenci Yurdu’nda kalan gönüldaşlarımdan<br />
alırdım en güzel dönüşümleri. Yurdun büyük kantininin<br />
duvar gazetesinde yer alan gazete ve dergi<br />
kupürlerinin okuyucusu hiç eksilmezdi. Fırsat<br />
buldukça kalabalıklarla birlikte okurdum yazılarımı.<br />
Yazarken göz yaşlarımı tutamadığım bütün yazıların<br />
aynı duygularla okunduğunu hissederdim. Onlara<br />
ulaşabilmenin heyecanıyla kitaplaşan hikâyelerim.<br />
İbrahim Metin ağabeyin Emine Işınsu’ya havale<br />
ettiği dosyalarım, güzel olmuş notuyla dönmüştü.<br />
İncelenmeye, tenkide değer bulunmamış olma ihtimalini,<br />
okuma fırsatı bulunamamışa dönüştürmüştüm.<br />
Öyle ya yeni romanları, peş peşe baskılar yapan,<br />
tiyatroları TRT’de oynanan bir yazarın bunca<br />
yoğunluk içinde bu dosyalara ayıracak zamanı<br />
olamazdı.<br />
Kalorifer peteklerine yakın oturulan bir akşam üzeriydi.<br />
Töre-Devlet’in okuma salonunda yalnızdım.<br />
Toplantı odasına doğru ilerleyen birini fark edince<br />
ayağa kalktım. Durdu, geriye döndü. Ayağa kalkışıma<br />
teşekkür eden bir tebessüm. Bakışlarını yüreğimde<br />
hissettim. Gözlerimden yüreğime, beynime işliyordu<br />
bakışındaki ışıltılar. Eldivenini çıkarıp uzattı elini;<br />
Reşat olmalısın. Donup kalmıştım. Zili çalmadan<br />
girdiğine göre yanında anahtarı olan yazarlarımızdan<br />
biri olmalıydı ama kim Daha fazla merakta<br />
bırakmadı. Ben de Yetik Ozan. Heyecanla atıldım;<br />
Turgut Günay ağabey. Tanıyamadım, özür dilerim.<br />
Paltosunu çıkardı. Almak istedim. Oturmamı işaret<br />
etti. Çantasını masanın üzerine koyarken gözlerime<br />
bakarak sordu.<br />
- Hikâyecilerden kimleri okuyorsun<br />
- Ömer Seyfettin’i efendim. Onu da…<br />
- Evet Gürel, onu da<br />
- Onu da okumaktan korkuyorum efendim.<br />
Susuşumla nasıl bir korku olduğunu soracaktı ve<br />
ben kendime bile açıklayamadığım bu korkuyu anlatacak<br />
cümleleri düşünüyordum. Bilirim o korkuyu<br />
diyerek gülümsedi. İnsanın elini, dilini bağlar bazı<br />
zamanlar. Peki Sait Faik diye ilave etti. Sadece Semaver<br />
diyebildim. Gözlerindeki küçümseyen bir<br />
ifade değildi. Hiç de alaycı olmayan ses tonuyla devam<br />
etti; Çehov’dan da Memurun Ölümü değil mi<br />
Aklımdan geçenleri mi okuyordu yoksa… Dil Tarih<br />
Coğrafya Fakültesi yerine Hacettepe’ de okumayı,<br />
öğrencisi olmayı düşündüm o an. Gülümsedi. Elimi<br />
elleri arasına alarak sıktı. O halde hemen başlıyoruz.<br />
İlk dersimiz haftaya bu gün, bu saatte, burada.<br />
Turganyev’in Duman’ını okuyarak gelebilir misin<br />
Kalktı. Salona yeni giriyormuş, hiçbir şey<br />
konuşmamışız gibi, Galip Ağabey geldi mi diye sordu<br />
ve cevabı beklemeden Toplantı Odasına geçti.<br />
Zafer Çarşısına ilk defa kitap almak için gitmiş ve<br />
ilk kitapçıda bulmuştum Duman’ı. Çok kalın değildi<br />
ama bir türlü okuyup bitiremiyordum. Kitabı her<br />
elime alışımda günün yorgunluğu üzerime çöküyor,<br />
kirpiklerim ağırlaşıyordu. O anda yazılması gereken<br />
bir konu geliyor aklıma, yazmaya başlıyordum, büyük<br />
bir heyecanla. Yorgunluk bitiyor, uyku dağılıyordu.<br />
Büyük heyecanla beklediğim Cuma akşamı geldi<br />
ama Turgut Ağabey gelmedi. Otel odasında ölü<br />
bulunmuş. O’na hasretim halâ dinmedi. Duman’ı<br />
niçin bitireyim.<br />
19
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
AQQIŞKA<br />
•<br />
Huşeng CEFERİ*<br />
Açın aqqışqaları 1<br />
Havalar tek 2 üregim dolgundur.<br />
Quruyan dağlara yağmaq dileyir<br />
Sel olub zalım evin yıxmağa axmaq dileyir<br />
İldırım tek géce bağrın yara şaxmaq dileyir<br />
Güne baxmaq dileyir<br />
Açın aqqışkaları!<br />
Mene yox,<br />
Qafes-i gamda qanarîlere 3 bir rahm éyleyin<br />
Bir gülün solmasına solmamışam<br />
Qalbimin dolmasına dolmamışam<br />
Qorxuram tüstü 4 vura gülxananı<br />
Açın aqqışqaları<br />
Bir görüm ülkem ara birleşen eller néce olub<br />
Küçelerde yumuruq tuspuru 5 bayraq olan eller néce olub<br />
Bizim éller néce olub<br />
Açın aqqışqaları<br />
Bu ne evdir ki işıqlıq yolu yoxdur<br />
Bilmirem qıblem ha 6 yandır<br />
Evimin sağ solu yoxdur<br />
Birini boğuz tutubdur 7 danışanmır 8<br />
Biri bir şirdi 9 düşüb dar qafes içre çalışanmır<br />
Ana istekli 10 balaylan barışanmır<br />
İki torpax karışanmır<br />
Qol boyunla sarışanmır<br />
(1) aqqışka: küçük pencere<br />
(2)tek: gibi<br />
(3)qanari: kanarya<br />
(4)tüstü: koyu soğuk duman,<br />
(5)tuspuru: sıkarak<br />
(6)Ha: ne<br />
(7)boğuz tutmak: boğazı düğümlenmek<br />
(8)danışmak: konuşamaz<br />
(9)şir:aslan<br />
(10)istekli: sevimli<br />
*Zencan, Güney Azerbaycan<br />
20
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Tablo: Vagıf UCATAY - BAKÜ<br />
Açın aqqışqaları<br />
Éle bil ki qulağa vay sesi geldi<br />
Analar qalmış oğulsuz<br />
“Oğul ey vay!” sesi geldi<br />
Diyesen hay 11 sesi geldi<br />
Ya gören qanlı beşik oxşuru 12 lay lay 13 sesi geldi<br />
Qapı tahta, dalı salgın 14<br />
Baca 15 bağlı sesim argın 16<br />
Ne gédir ses<br />
Ne çıxır hay<br />
Oldu kal 17 kelimeler üste emeğim zay<br />
Vay yasak dilli élim vay<br />
Vay yasak dilli élim vay<br />
(11)hay: nara(<br />
(12)oxşuru: beşik sallayarak<br />
(13)laylay: ninni<br />
(14)qolu salgın: kol kilidi kapalı<br />
(15)baca: küçük pencere<br />
(16)argın: kısık<br />
(17)kal: ham meyve<br />
21
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
DERGİMİZE YENİDEN KAVUŞMAK<br />
•<br />
Nefi DEMİRCİ<br />
Töre Dergisi ile 70’lı yıllarda tanışmıştım,<br />
yanılmıyorsan 80’lı yıllarından sonra yayına<br />
ara vermiş olan Dergimizin, tekrar yayın<br />
hayatına başlamasını kutlar hayırlı hizmetlerini<br />
Türklüğümüzün bu zor günlerinde bekleriz.<br />
Derginin ilk sayısını elime aldığım zaman duyduğum<br />
heyecanı ve Türkmenlerin içinde bulundukları<br />
sıkıntılı durumlarını az da olsa paylaşmak istedim<br />
kıymetli TÖRE DERGİSİ okuyucuları ile.<br />
Dünyaya gelmiş geçmiş acımasız mahluklardan<br />
birisi olan Saddam Hüseyin, Mişel Aflak tarafından<br />
kurulan BAAS Partisinin kadroları ile Irak’a tam<br />
anlamıyla Güneyden Kuzeye kadar ister zorla isterse<br />
baskıyla veya kuvvet kullanarak fiilen yıllarca<br />
yönetti, kendisine veya rejimine karşı gelenleri<br />
kanla ve zindanlarında çürüttü, kezzap havuzlarında<br />
eritti. Ve en çokta Türkmenler bu insanlık dışı<br />
uygulamalarından nasibini aldı. Topraklarının demog-rafik<br />
yapısı değiştirildi, dün Araplar, bugün<br />
Kürtler tarafından toprakları yerleri yurtları işgal<br />
edildi, ediliyor, sürgün, göçe zorlama ve idamlar<br />
ardı ardına kesilmeden devam etti. Bugün her tarafta<br />
bombalar patlıyor, her gün onlarca insan ölüyor,<br />
dökülen Türk kanı yerde kalıyor, başımız sağ olsun<br />
denip geçiliyor.<br />
1.Körfez savaşından sonra ABD’nin isteği ve senatosunda<br />
kabul edilen siyaseti doğrultusunda, Wilson<br />
prensiplerini takip eden ve hatta daha önce uygulamaya<br />
konulan Osmanlı topraklarının bölünmesi ve<br />
bu topraklar üzerinde daha sonrada 1920 yılında Sevr<br />
antlaşmasında ön görülen Kürdistan, Ermenistan,<br />
İsrail ve Pontus devletlerinin kurulma, kurulması<br />
fırsatı 1990-1991 yıllarındaki yöneticilerimizin<br />
teklifi, yardımı ve onayı ile yapay olarak yaratılan<br />
GÖÇ’ten sonra çoğunluğu Kürtlerle meskun olan<br />
Kuzey Irak bölgesinde Türk bölgeleri olan Erbil ve<br />
Kifri bu bölgelere bağlatılarak, bağlanarak Güvenli<br />
Bölge ilan edildi ve İncirlikten kalkan uçaklarla<br />
Çekiç Güç kuvvetleri tarafından korundu.<br />
22
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
1920’lerde İngilizler tarafından yapay olarak kurulan,<br />
kurdurulan O topraklarda doğmayan İngilizlerle<br />
Osmanlıya karşı iş birliği içinde olan FAYSAL,<br />
KRAL olarak tayin edildi, Osmanlı Ordusunda<br />
Türk’e hıyanet eden subaylardan olan Nuri Sait ve<br />
diğerleri de yönetimde uzun yıllar görev aldılar, işte<br />
Saddamın zumlundan sözde korunan bu topraklar<br />
Türk varlığını o zalimin eli altında bırakarak fiilen<br />
bu uygulamadan sonra İKİ’ ye bölündü. Irak’ın<br />
Kuzeyinde korunan kalkındırılan, Sevr de planlandığı<br />
gibi bir Kürt bölgesi, ambargo altında Orta ve Güney,<br />
içinde Türk varlığının bulunduğu Saddam yönetiminde<br />
sözde Irak devleti veya Cumhuriyeti.<br />
2003 yılına gelindiğinde, yukarda anlatıldığı<br />
gibi, İncirlikten kalkan uçaklarla korunan Irak’ın<br />
Kuzeyinde kalkınan, alt yapısı tamamlanan, iç<br />
güvenliği korunan, korunabilecek düzeye gelen,<br />
eğitilmiş Gücü olan, Türkiye sayesında Kırmızı pasaport<br />
sahibi olarak dış dünyaya açılan, bağlantı kuran,<br />
yapısını bu sayede dış dünyaya anlatan, tanıtan,<br />
yardımlar temin eden daha adı konulmamış iken<br />
bir oluşum oluştu ve artık sözü geçen bu oluşumun<br />
adı konuluyordu, hazırlıklar ve siyasi gelişmeler bu<br />
yönde hız kazanmakta, okulları, resmi toplantılarında<br />
marşlarını bayraklarını sallayarak okuyorlardı.<br />
Türkiye’yi yönetenler Kürtler üzerinden pembe gözlüklerle<br />
seyre daldılar, Türkmenlerin gerçek varlığını,<br />
yarın oluşacak ciddi yaşamsal değişikliklilerde önemleri<br />
görmezlikten gelindi ve 2003 yılına gelindiğinde<br />
artık oynan oyunun tamamlanma vaktinin geldiğini,<br />
tahrip gücü dünyayı yakacak kadar büyük olan,<br />
İsrail’i yerle bir edecek bahanelerle, Bağdat hava<br />
saldırısına başladılar ve 9 Nisan’da ABD. Kuvvetleri<br />
Irak’ın Başkenti olan Bağdat işgal etti ve Irak<br />
Ordusunu, polis kuvvetini Petrol Bakanlığı dışında<br />
bütün resmi kuruluşlarını ortadan kaldırdı.<br />
Irak Muhalefeti başta Kürtler bayram ederken, 10<br />
Nisan’da hazırlıklı olan ABD’nin bilgisi ve planı dahilinde,<br />
1 Mart tezkeresinin reddinden sonra ABD’nin<br />
stratejik müttefiki konumuna gelen Kürtler (1990<br />
yılında da bizimdir burası Kürt yurdudur dedikleri iddia<br />
ettikleri Kerkük’e girmiş yağmalamışlardı, kendi<br />
şehrini yağma eden tarihte örneği var mıdır ) İkinci<br />
kere Kerkük’ü işgal ettiler yağmalamakla kalmayıp<br />
Tapu, Nüfus dairelerini yağmalayıp yaktılar.<br />
Türk varlığı 1990 – 2003 yılları arasında BM’lerin,<br />
ABD’nin ve KIRMIZI ÇİZGİLERİM içindedir<br />
dediği Türkiye’nin, Anavatanın gözleri önünde<br />
Saddam (Baas) tarafından adete Türkiye’den intikam<br />
alırcasına inanılmaz baskılara, hatta kıyıma uğradı,<br />
saymakla bitmez insan hakları ihlalleri işlendi.<br />
Türkmenler dün olduğu gibi bugün de varlık<br />
savaşı vermektedirler, yalnız ve kimsesiz, sadece siyasi<br />
kuruluş veya partiler değil, basın bihaber, görsel<br />
yayın Türkmenleri görmeden, Irak’taki ve orada<br />
öz yurdunda yaşayan Türk varlığının bugünlere<br />
nasıl geldiğini, getirildiğin ve Irak neden ÜÇ PAR-<br />
ÇAYA bölünüp Türkiye’nin en büyük sorunu olan<br />
(Cumhurbaşkanımızın ifadeleri) Kürt sorunun ile<br />
karşı karşıya kaldığını idrak etmeden, daha önceleri<br />
ABD istedi diye muhalefeti destekleyip BAAS<br />
rejimini yıktıktan sonra Irak’ı harabe haline getirip<br />
oynanan oyunundan sonra Kürdistan ayağının<br />
ortaya çıkmasını aciz içinde seyredenle, uyanın<br />
kendinize gelin, Suriye Türkmenleri tarihten ders<br />
alıp ve komşularımızda olan bitenleri ve sonuçlarını<br />
iyi değerlendirmelidirler. İster Irak’ta ister Suriye<br />
de olsun, Türk varlığına ve üzerinde yaşadıkları<br />
topraklara Türk’ten başka kimse sahip çıkmaz. Ve<br />
unutulmamalıdır ki Türk şehri olan Diyarbakır’da<br />
Molla Mustafa’nın posteri, Kürt marşı ile konferans<br />
açılışı yapıldı, yıllar önce, 2000 yılına Erbil’de Molla<br />
Mustafa’nın kabartama posteri altında Türkmen<br />
Kurultayı yapılmıştı. Bugün Erbil Havler oldu. Irak’ta<br />
cereyan eden ve Türkmenlerin durumu Türkiye’nin<br />
tutumunun siyasi Tarihi iyi bilinmiş ve tetkik edilmiş<br />
sonuçları değerlendirilip ve o günlerin tarihinden<br />
ders alınmış olsaydı bu hatalar tekerrür eder miydi<br />
23
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
BİLİNMELİ<br />
•<br />
Mehmet Ali KALKAN<br />
Dudak bükenin düne,<br />
Yanımızda yeri ne<br />
Kıt aklı baş edene,<br />
Hesabı sorulmaz mı<br />
Kurt yağmuru selinde,<br />
Ak sakallar dilinde,<br />
Adaletin elinde,<br />
Bulanmış, durulmaz mı<br />
Şer döşeye döşeye,<br />
Zalim gelir neşeye,<br />
Susarsan baş köşeye,<br />
Gelip de kurulmaz mı<br />
Göğün direği töre,<br />
El ele örülmez mi<br />
En üst gökten, en yere,<br />
Aşk ile serilmez mi<br />
Dağ, ova, deniz, dere,<br />
Dirlik verdi erlere,<br />
Dün gittiğim yerlere,<br />
Bugün de varılmaz mı<br />
Yusuf tutan kuyular,<br />
Geceye günü ular,<br />
Abdest aldığım sular,<br />
Almazsam darılmaz mı<br />
Bektaş nefesli alıç,<br />
Hasret çeken kırlangıç,<br />
Kında bekleyen kılıç,<br />
Durmaktan yorulmaz mı<br />
Yalanı duya duya,<br />
Diyeni kınar güya,<br />
Sır sözünü ortaya,<br />
Düşüren yerilmez mi<br />
“Göze göz” derse yağın,<br />
Üşür ak başlı dağın,<br />
Utanırsa mızrağın,<br />
Kara yer yarılmaz mı<br />
Dışa dönmezsen yüzü,<br />
Kan tutar dağı düzü,<br />
Göz olsa bilge sözü,<br />
Sonrası görülmez mi<br />
Yol belli, belli izim,<br />
Sevdamız dizim, dizim,<br />
Dört kapı zaten bizim,<br />
“Hu” deyip girilmez mi<br />
24
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
MİLLİ EDEBİYAT<br />
VE<br />
ÖMER SEYFETTİN ÜLKÜSÜ<br />
•<br />
Ahmet ŞAFAK<br />
Edebiyat hayattır.<br />
Edebiyatçı hayatın yazıcısı..<br />
Günlük hayatımızdan edebiyatın tılsımlı etkisi<br />
sökülüp atılalı beri romantizmini kaybeden bir toplum<br />
ve yaşadığı anı anlamlandırmaktan uzak bir<br />
kalabalık halini almakta olduğumuzu konuşmalı<br />
mıyız! Edebiyat yaşadığımız zamanı anlamamızı<br />
sağlayan, içinde siyasetin de sanatın da yer aldığı bir<br />
teşhis unsuru mudur<br />
Ya da ne yaşarsak yaşayalım, bizi umarsızlığa<br />
sürükleyen bir eğlence aracı mı<br />
Edebiyat, yazıya dönüştükçe, söylendikçe tarihin<br />
elini tutarak zamana bir ad koyar ve yazıcılar marifetiy-le<br />
biz bir hikayenin şahidi oluruz. Şiirler, romanlar<br />
ve hikayeler aslında öznelerini yaşatan, özne-<br />
25
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ler arasında bağlantı kuran zaman üstü haberleşme<br />
araçları.<br />
Edebiyat, kalablıkları anlamlı topluluklar yapan<br />
terkip cihazı.<br />
Ya da bir savaş meydanı ! Neden savaş meydanı<br />
olsun ki, edebin ve adabın merkez olduğu bir sahada<br />
savaşın adı geçebilir mi Denilebilir.<br />
Kelimelerin silaha dönüştüğü, izmlerin kelimelerle<br />
cephanelik kurduğu bir zemin elbette harbin<br />
meydanı olarak anılmaya değer. Türk zihin tarihinde<br />
tefekkür ve edebiyat birbirinden ayrılmadığı için,<br />
şairlerin, romancıların, yazarların kavgası toplumun<br />
hayatını çizen sinir uçlarıdır aslında. Naif bir<br />
hikayeci, duygusal bir şair, eğlendirici bir romancı<br />
belli görüşler etrafında mevzisini koruyan komutan<br />
gibidir.<br />
Türk edebiyatının bütün devreleri aslında bir<br />
sos-yal gelişme talebine, bir siyasi farklılaşmaya<br />
tekabül eder. Edebiyatçılar güçlü yada yumuşak<br />
bir dokunuşla siyasetin nabzını tutarlar. Örneğin,<br />
Servet-i Fünun edebiyatı sadece Fransız taklitçiliği<br />
parantezinde değerlendirilemez. Osmanlı sarayını<br />
anayasa yapmaya zorlayan ve meşrutiyet sistemini<br />
Türkiye’ye taşımak isteyenler Fransız edebiyatının<br />
taklitçile-ridir şeklinde kaba estetik değerler üzerinden<br />
tahlile tabi tutulamazlar. ” Ey Şanlı avcı attın<br />
ama vurmadın ..” diye Abdulhamit’in suikastçisine<br />
mersiye yazan Tevfik Fikret’i sadece terakkiyi savunan<br />
bir toplum idealisti olarak nasıl kabul edilebilinir<br />
Yazarlar, aynı zamanda bir dünya görüşünün savunucusudurlar.<br />
Edebiyat ise aslında bir tür siyaset<br />
meydanı… Avrupa tarihini yazan bütün fikir adamları<br />
aslında birer edebiyatçı.Jan Jak Ruso, Dostoyevsky,<br />
Gothe, Thomas More, Cervantes, Balzak ve daha<br />
niceleri.. Ya bizde Türk romancılığının kapısı ilan<br />
olunan Ahmet Mithat efendi tam bir top-lum mühendisidir.<br />
Namık Kemal, Yahya Kemal, Ziya Gökalp,<br />
Mehmet Akif hepsi ama hepsi milletin siyasi ikbaliyle<br />
ile derinlikli ilişikler kuran fikir adamlarıdır.<br />
Bu isimlerin içinde hikayeci kimliğinin yanısıra<br />
siyasi ve ülkücü kimliği yeterince bilinmeyen<br />
Ömer Seyfettin dikkatle incelenmeye layıktır. Türk<br />
hikayeciliğinin dahi kalemi Ömer Seyfettin’in<br />
mana ehemmiyeti açısından her biri bir kalın kitap<br />
değerindeki öykülerinin yanısıra dil, sosyal<br />
hareketlilik, milliyetçilik ve toplum değişmesi üzerindeki<br />
fikirleri bugün bile kayda değer satırbaşları<br />
içermek-tedir.<br />
Vire, Başını Vermeyen Şehit, Kütük, Topuz, Pembe<br />
İncili Kaftan gibi kahramanlık vurgusu yapan hikayelerinin<br />
yanısıra Hürriyet Bayrakları gibi öyküler<br />
siyasi gerçekliğin işaretlerini taşır. Tanzimatçı<br />
bakışın karıştır-birleştir anlayışının meşrutiyetçi<br />
uzantısı bu tip hikayeler yoluyla tenkit ediliyor ve<br />
Osmanlı İmparatorluğunun bünyesinde bulunan milletlerin<br />
sırf meşrutiyet ilan edildi diye samimi bir<br />
şekilde devlete bağlanamayacağını alaycı bir şekilde<br />
anlatır. Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlıda yaşayan<br />
bütün anasırların, milletlerin kardeşçe yaşayacağı<br />
fikri bize bugünleri de hatırlatan bir sosyal-siyasi<br />
bakışın işaretlerini vermiyor mu Ömer Seyfettin’in<br />
bu hikayede genç ve saf bir Osmanlı subayının fonunda<br />
Bulgarların meşrutiyetin ilanına ilgisizliğini<br />
açık ve anlaşılır bir şekilde anlattığını biliyoruz. Hürriyet<br />
bayrakları’nın hikayenin finalinde kurutulmuş<br />
biber asmalarına dönüşmesi yüzyıl sonra açılım hayalinin<br />
sonuçları konusunda bilgi vermeye muktedir<br />
olduğunu itiraf etmeliyiz. Mantık aynı mantıktır.<br />
Siyasi hakikatler, edebiyat zemininde zamanla<br />
anlaşılırlar. Edebiyatın hayatı tutan bir gerçeklik<br />
olduğunu ancak zaman ilan eder. Bu ilanı anlamak<br />
da bir idrak meselisidir. Hürriyetin Bayrakları isimli<br />
hikayedeki “Cem Hesabı“ tekrar tekrar okunarak<br />
günümüze uyarlanabilir. Dünyada hakim olduğu<br />
iddia edilen beşeri entegrizmin aslında köhne bir<br />
liberal bakış olduğunu medrese kökenli bu hesap<br />
bize anlatmaya yeterlidir. Anglosakson karakterli<br />
bir emperyal ideoloji olarak entegrizm günümüzün<br />
en belirgin sosyal-siyasi projesi olarak parlatılıyor.<br />
Britanya İmparatorluğunun Viktoryen yayılma ideolojisi<br />
bugün Amerika’nın kaptanlığında liberal bir<br />
modaya dönüşmüş durumda.Hürriyetin Bayrakları<br />
hala gündemde.<br />
Siyasetin bir çelişkiler sanatı olduğunu naif ve hassas<br />
bir hikayeciden işitmek kolay olmasa gerek. Ama<br />
gerçeklik bu, edebiyatçılar hayatın yazıcısıdırlar.<br />
Ömer Seyfettin 1913’te kaleme aldığı “ Yarınki<br />
Turan Devleti “ başlıklı makalesinde şöyle yazıyor ..<br />
”Savaş sosyal bir kurumdur. İlim ve Fen ne kadar<br />
ilerlerse ilerlesin ,milletler ve yine milletlerden<br />
oluşturulan zümreler sosyal hayatını sürdükçe esas<br />
seciyeleri olan büyümek ve yayılmak arzusu da<br />
yaşayacak ve bunun neticesi olarak savaşda yaşatan<br />
ve kuvvet veren bir kurum halinda payidar olacaktır..”<br />
Bir edebiyatçının kaleminden çıkan sözler<br />
olarak fazlaca sert değil mi Ama gerçeğin terazisine<br />
vurulduğunda neden sert karşılanmalıdır,diye<br />
düşünmeliyiz! Dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak<br />
kabul edilen Amerika’nın yerkürenin en savaşçı dev-<br />
26
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
leti olduğu gerçeği Ömer Seyfettin’in bu görüşünü<br />
doğrulamıyor mu Dünyaya demokrasive entegrizm<br />
dersi veren bir ülkenin iddialarının aksine savaş sanayine<br />
yatırım yapmakta bütün milletleri geride<br />
bırakması edebiyatçının gerçeği görme konusunda<br />
zaferini simgelemiyor mu<br />
Ömer Seyfettin’in hikayelerindeki bu isabet aslında<br />
millet meseleleriyle ilgilenmesinin tabi sonucu<br />
olarak karşımıza çıkmaktadır. Sadece bir edebiyatçı<br />
değil aynı zamanda Balkan harbine genç bir subay<br />
olarak katılan, bir yıl esarette kalan Ömer Seyfettin,<br />
Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği bütün merhaleleleri<br />
bizzat yaşamış ve aşamalardan edindiği<br />
tecrübeleri, gözlemleri yazılarına aktarmıştır.Hikayelerindeki<br />
ana damar bu tecrübeler ışığında<br />
halkçılık ve milliyetçilik olmuştur. Edebiyat tarzı<br />
realizm sınırları içinde kalsa da müzmin bir idealist<br />
olan Ömer Seyfettin, hikayelerinde romantizmin<br />
işaretlerini vermekten kaçınmaz.Romantizmi daha<br />
çok kahramanlık hikayelerinde kendisini gösterir.<br />
Pembe İncili Kaftan’da Muhsin Çelebi gibi beşerüstü<br />
bir tipi tasvirleriyle çizerken aslında insan olmanın<br />
sınırlarını da zorlar. Ama mefkure sahibi olmak biraz<br />
da sınırları ihlal etmektir.<br />
Eserlerinden çıkaracağımız sonuçla Ömer Seyfettin,<br />
aslında bugünlerin hikayesini de yazmıştır diyebiliriz.<br />
Zamanın lineer bir çizgi halinde değil de,<br />
helezonik bir örgü halinde ileriye doğru atıldığını kabul<br />
edersek tarihin kendisini ara ara tekrar ettiğini de<br />
biliriz. Ve bu bilgi olayların işleyiş biçimi, aktörlerin<br />
niteliği, tarafların oluşumu ve netliği konusunda bize<br />
tanıdık bir tablo hazırlar. Özellikle meşrutiyet dönemi<br />
tartışmalarını göz önünde bulundurduğumuzda<br />
bir yüz yıllık hikayenin yeniden başverdiğini<br />
görürüz. Birinci meşrutiyetten sonuncuya kadar<br />
ve sonraki mütereke süreci Ömer seyfettin’in hem<br />
kahramanları hem de kendi hayatı içinde yaşadığı<br />
olaylar açısından tanıdık gelecektir. Ömer Seyfettin<br />
kimliğinde milliyetçiler aynı anda hem Serveti<br />
Fünun’un liberal batıcılığına hem de Sebilülreşat’ın<br />
liberal doğuculuğuna karşı fikri mevzi oluşturmuşlar<br />
ve milli şuur ve milli devlet yolunda kalem savaşı<br />
yapmışlardır. Türk milliyetçiliğinin fikri çizgisini<br />
oluşturan tarihi ve sosyal kanaatleri yerden yere vuran<br />
bu iki akım hem avrupanın medeniyetçiliği hem de<br />
İran-Arap gelenekçiliği tarafından eleştirilere maruz<br />
kalmıştır. Ömer Seyfettin, Efruz Bey tiplemesiyle<br />
hikayelerinde, yer yer Genç kalemler dergisinde<br />
ki yazılarında batıcı liberalizme, mesela Cenap<br />
Şahabettin, Teyfik Fikret çizgisine cevaplar verirken<br />
kendisini “çerkezsin neden Türk milliyetçiliği<br />
yaparsın “ diye suçlayan Sebilürreşat tayfasına mesela<br />
Eşref Edip’e de yanıt vermekte zorlanmaz. İslami<br />
bakışla meseleleri ele aldığını söyleyen ve takvayı<br />
esas alması, ümmet kardeşliğini öne çıkarması beklenen<br />
bu tedenni grubunun Türk lafzı geçince bir den ırk<br />
tartışması açması bugünde görülen bir fikri saplantı<br />
değil midir Milliyetçiliği öteden beri “dili dilime,<br />
dini dinime “ düsturuyla benimsemiş ve kültürel sahada<br />
sınırlamış bir hareketi ısrarla gen-ırk düzlemine<br />
çekmeye çalışmak siyasi islam taraftarlarının-aslında<br />
arapçı gelenek yanlılarının – vazgeçemedikleri siyasi<br />
alışkanlıklarını temsil etmiyor mu Şu sözler<br />
Ömer Seyfettin’e aittir.”Bir ferdin Türk olmak için<br />
Türkçe konuşması, müslüman olması, Türk terbiye ve<br />
örfünün içinde yaşaması kafidir..” Bu cümlenin neresi<br />
İslam kardeşliğine aykırıdır Görülmektedir ki,<br />
Türk milliyetçiliğinin anlaşılması konusunda çektiği<br />
sıkıntılar yüzyıllık bir makus talihi temsil etmektedir.<br />
Bugün Türkiye’yi tehdit eden anglosakson kültür<br />
yayılmacılığına karşı dayanacağımız yeğane kaynak<br />
milli mefkuredir. Milli mefkure’yi Ömer Seyfettin<br />
şöyle açıklıyor: Bir insanın nasıl ruhu, hissi ve<br />
vicdanı varsa milletlerin de içtimai ruhları, hisleri,<br />
vicdanları vardır. Ve mefkureler milletlerin bu<br />
vicdanından doğar. Asla birkaç kişinin eseri değildir.<br />
Her milletin kendi varlığını mukaddes bir hale içinde<br />
duyması tutkulu bir idraktir ki buna mefkure derler..<br />
Bu mefkureye, bu tutkulu ülküye en az dün kadar<br />
muhtacız. Bugünkü fırtınanın, alaboranın ortasında<br />
kalışımızın bir sebebi de dünü unutmamız ve<br />
dün ile bugünün şaşılası benzerliği üzerinde kafa<br />
yormayışımızdır. Ömer Seyfettin’leri okuyarak<br />
naif hikayelerden milli hayatımıza dair örnekler<br />
götürmemiz çok önemli bir zihni meşgale olarak<br />
önümüzde durmaktadır.<br />
Bu defa dün dünde kalmamıştır, bugüne de sirayet<br />
etmiştir. Toplumun geri, cahil ve taassup içinde<br />
bırakıldığını, milliyetçiliğin beşeriyet dışı bir anlayışı<br />
temsil ettiğini, dünya kardeşliğinin ele alınması<br />
gerektiğini savunan Teyfik Fikret’ler yaşarken,<br />
”Türklerin ülküsü milliyet gayesini kör eden aç ve<br />
zalim bir emperyalizm ve cihangirlik değildir. Türklerin<br />
ülküsü lisan, din, terbiye, can ve his kardeşlerini<br />
birleştirip hepsini siyasi bir hudut içinde toplamak ve<br />
her türlü menfaatlerini temin etmekten başka bir şey<br />
değildir“ diyen Ömer Seyfettin neden yaşamasın<br />
Türk milliyetçileri yüz yıl önceki ülküdaşlarının<br />
fikri isabetini çocuk hikayecisi algısına daha ne kadar<br />
daha mahkum edeceklerdir. Hayatın aslında hikayelerden<br />
ibaret olduğunu ve edebiyatın bir fikir savaşı<br />
meydanı olduğunu ne zaman hatırlayacaklardır<br />
27
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Miyatür: Mesut DİKEL<br />
ŞEB-İ YELDÂ’DAN<br />
•<br />
A. Yağmur TUNALI<br />
“Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta” diyen, sonbaharın ve kızıl akşamların şairiydi. Bu hafî lisan mümkün<br />
mü ki, bir mevsimin ve gurûbun tekelinde olsun Şâir bunu demek istemez. İşte şu bahar akşamında,<br />
rüzgârın ıtrıyle sermest olan ruh, Aziz Şâir’in duygusundan dem vursa ne ki! Hüznün ve melâlin şâirine bahar<br />
tazeliğinde bir çiçeklenmeyi yakıştırmayan bir muhayyile, elbette yanılıyordur. İnsan ruhunun mevsimleri<br />
içinde baharda konaklamayan bir gönül bulunduğu nasıl düşünülebilir<br />
O hüznü çiçeklendiren şair, hazanda baharı söylüyor. Baharda doğmuştur o. Evet, hatta bahardır, yürek<br />
yanığına çare yoktur; yazda ruhunu serinleten bir su başı, bir ağaç gölgesi, çölde bir vâha, dilde efil efil bir<br />
duâ hasretidir. Yana yakıla, döne kıvrıla, o hasrette arar. Yaz günlerini bir çırpıda atlayarak sarı’dan kızıl’a bir<br />
muhteşem tedâîde inleyen, gerçekte belki tadına varılmamış değil, tadına doyulmamış bir bahara hasretidir.<br />
Kızıl kanlar içinde, kor alevler içinde kıvranan ruh, odur. An be an tükenen ömrün şâhâne gidişine ağlıyor.<br />
Hâyır, haaayır! Hâşim, asla baharsız bir şair değildi!<br />
*****<br />
28
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Bu bahar böyle mi başlamalıydı<br />
Ey gönül, cevabı belli bir soruda kahrolmak niye Hiçbir bahar, senin keyfince çiçeklenmez. Senin zevkine<br />
o baharda gelenler uysun! Çekilecek senaryoyu sen yazmadın. Rejisör sen değilsin. Yazdıklarını unut, hatta<br />
içinden koparıp at! Baharı değiştirmeye kalktıkça, eksik senaryoda kahrolacağın belli! Bu değişmez sandığın<br />
senaryoda yıllar yılı diretmenin ne mânâsı var<br />
Bir ömür kurdukça kurdun! Kurduğun tuzakta vuruldun. Ve âkıbet duyduğun sese kulak ver! Aklı olanlar<br />
böyle yapar. Gönlü olanlar, bu oyunlara hiç mi hiç girmezler. Bilirler ki, hiçbir kimse, hayatı zihninde kurarak<br />
ona yön veremez! Olsa olsa, hayatın renginde bir özgün çizgi yaratmanın vehmini duyabilir. Hayalle hakîkat<br />
arasında çok zaman bir “vehim” farkı vardır. Böyle olmasına böyledir; ancak, geleceğe hayat penceresinden bakarak<br />
yaşanan ümîdin tadı, yaşamaktan alınacak tadın çok üstündedir. Hayal kırıklığı çok zaman kaçınılmazdır.<br />
Derin yaralanmalardan yeni bir hayâle yol alanlar, geçici bir kazancın türküsünü çağırabilirler.<br />
Yazık ki, yollar, onlar için de uzun bir ümîde yol vermeyebilir. Dönüş mukadderdir. İş o ki, patika yollara<br />
düşenler, sığınacak bir kaya kovuğu, bir söğüt gölgesi, bir ana veya yâr kucağı bulabilsinler! Bu sığınmada,<br />
çıkılan çetin yolun ağır tecrübesinden olgunluk meyveleri sunulur. Fakat yollarda harâmîler kol geziyor. Gidebilmek<br />
can bahâsı. Evet, onlar birer şanlı gâzîdirler. Hayat, onlara sırrından üflemek için külliyetli yol baçı<br />
almakta tereddüd etmez.<br />
Hattâ, almadan vermez! Ağlatmadan güldürmez!<br />
*****<br />
Bahar ağzındayız. Hayatın kabuğunu değiştirmesi akla ziyan! Kurumuş dallardan fışkıran renk cümbüşünde,<br />
ba’s ü ba’d’el-mevt’in hayret ötesi dünyalı versiyonu yaşanıyor. Şu yolun sonunda sermest bekleşenler,<br />
bu hayranlardandır. Şu kuşlar, kıştan kurtarabildikleri çelimsiz vücudlarında cik cik’lerden neşeli bir senfoni<br />
yaratırken “yaşasın!” haykırışını duyuruyorlar.<br />
Penceremden, şu serçenin Şubat ayazında duvar deliğinde büzülüşünü seyretmiştim. Şimdi bir muzaffer komutan<br />
edâsıyle sarmaşıklarla oynuyor. Bir müjdeli haber almışa benziyor. Gelecek günlerden bir beklediği var.<br />
Bu sevinç, bu âna çok gelir, hattâ yarına ve yarınlara da yeter. Bu serçe günlerdir böyle! Sabah –akşam hemcinslerini<br />
bir konsere çağırıyor. Zihnim kayıyor: “Acaba” diyorum, “bu besteyi tesbît eden insan cinsinden bir<br />
notist var mı” Veya beni bilmediğim dirilişlere çağıran bu eserler, insan yapısı çalgılarda ve çalgıların çalgısı<br />
insan sesinde bir aks-i sedâ bulabilir mi<br />
Bilmem, bu bahar ağızlarında, âdemoğlu kendi ağzını bulabilir mi<br />
Bahar ağzındayız! Ötün serçeleeeerrrr! Sahne sizindir!<br />
29
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
MİLLİYETÇİLİK... “PRİMATTAN İNSANA DOĞRU<br />
•<br />
Şükrü ALNIAÇIK<br />
Mademki atalarımız maymundu;<br />
öyle ise ormanda en güçlü olan gorilin sözü geçer.<br />
(Pentagon Felsefi Doktrini)<br />
19. Yüzyılda Türklerin ve Müslümanların son<br />
hakimiyet kalesine, Cezayir, Mısır, Tunus gibi<br />
Osmanlı topraklarına hücum eden; 20. yüzyıl<br />
başlarında, doğrudan başkentine, Çanakkale’ye ve<br />
İstanbul’a yönelen Emperyalizm, başta İngiltere olmak<br />
üzere gelişmiş batı ülkelerinin dünyanın sınırlı<br />
kaynaklarına hakim olmak için geliştirdikleri bir<br />
politikaydı.<br />
Sosyal Darwinizm’den beslenen bir ırkçılığa dayanan<br />
bu işgal ve sömürü politikasına karşı dünyada<br />
yaşama gücü olan her topluluk, Milliyetçilikle<br />
silahlanmalıydı. Ya İngilizlerin terbiyeli maymunları<br />
olacaktınız ya da direnerek insan...<br />
“Altına hakim olan dünyaya hakim olur”<br />
sloganıyla hareken eden merkantilizmin, yani ticari<br />
sömürgeciliğin acımasızlığına “bilimsel gerekçe”<br />
sunmaktan öteye gitmeyen Darwinizm, ırkçı yönüyle<br />
emperyalizmi, ate-ist yönüyle de Marksizm’i beslerken<br />
antiemperyalist milliyetçiliği de tahrik ederek<br />
Türk Milliyetçiliği’nin doğuşunda dolaylı olarak<br />
rol oynamıştır. Bu bölümün amacı Darwinizm’in<br />
unutulmuş bir yönüne dikkat çekerek bir beyin<br />
fırtınasını tetiklemektir.<br />
Bu Beyin Fırtınasının Felsefi Yararları:<br />
1- Bu yeni bakış açısı, 20. Yüzyıl başlarında doğan<br />
ve yükselen Türk Milliyetçiliğinin emperyalizm<br />
karşısındaki doğal ve meşru bir savunma refleksi<br />
olduğu tezini güçlendirmektedir.<br />
2- İddiamız bununla da sınırlı değildir. Klerikalizmden<br />
din devletinden Laikliğe geçiş sürecinde Emperyalizmin<br />
nasıl bir düşünsel altyapı değişikliğine<br />
uğradığını gösteren delillere de sahibiz. Bu yeni<br />
düşünsel açılım sayesinde “dinsel karşıtlıkların, yerini<br />
nasıl ırksal ve ulusal farklılıklara terk ettiği” de<br />
anlaşılmış olacaktır.<br />
3- Stratejik Darwinizm’le ilgili tespitlerimiz, Emperyalizm<br />
karşısındaki dini motivasyonun, tahkim<br />
edilmiş milli sınırlar ve milli ekonomik hassasiyetlerle<br />
desteklenmemesi halinde sömürgecilik<br />
karşısında nasıl yetersiz kalacağını da açıkça ortaya<br />
koymaktadır.<br />
4- Ayrıca Avrupa ürünü, hatta rahatça söyleyebiliriz<br />
ki; Darwin eseri ırkçılık (racisme) ile bu saldırganlığa<br />
karşı bir varlık mücadelesi, bir milli savunma refleksi<br />
olarak ortaya çıkan ve iki dünya savaşı arasında iktidarda<br />
da kalan Türk Milliyetçiliğinin asla aynı ahlaki<br />
kategoride ele alınamayacağı da daha kolay anlaşılır<br />
hale gelecektir.<br />
5- Hatta bu yoldan ilerleyerek, batılı ırkçı emperyalist<br />
saldırganlık karşısında 100 yıl önce yükselen<br />
doğal milliyetçiliğin çizdiği siyasal sınırlarla<br />
ırkçılıktan korunma fırsatı bulan Anayasal eşitlik<br />
hakkına sahip etnik gruplar arasında yaratılmaya<br />
çalışılan milliyetçiliğin, tarihi açıdan ne kadar<br />
anlamsız ve hatalı olduğu, vatandaşlarımızın irfanına<br />
sunulacaktır.<br />
6- Böylece günümüzdeki duygusal Kürt Milliyetçiliğinin,<br />
neden Anti-Darwinist Türk Milliyetçiliği<br />
ile eşdeğer görülemeyeceği ve dolaylı olarak nasıl<br />
Darwinist emperyalizmin işine yaradığı daha kolay<br />
anlaşılacaktır.<br />
7- Bu yeni yaklaşımın bir faydası da 1798’de<br />
“Liberal” Malthus’un Teorisiyle başlayıp, 1859’da<br />
Darwin’le ırkçılığın felsefi zemini haline getirilen<br />
bilimsel çalışmaların “Liberal” Gladstone ve<br />
Churchill’den sonra “Açık Toplum”cu Karl Popper’in<br />
izinden giden George Soros gibi yeni “Liberaller”<br />
tarafından nasıl daima canlı tutulduğunun<br />
gözler önüne serilmesidir. İki mesnetsiz teoriyi<br />
birleştirerek “Rakibini tokmakla öldüren gorillerin<br />
dünyayı daha yaşanılır hale getirmesi ideali”ne<br />
dönüştüren sözde “üstün ırk”, kurduğu devletlerin<br />
“nükleer sopasıyla”dünyayı tanzim ederken, diğer<br />
ırklara ait devletler, “Open Society” (Açık Toplum)<br />
masallarıyla siniri alınmış şempanzelere ve<br />
şebeklere dönüştürülerek gorillerin hizmetkârı haline<br />
getirileceklerdir. İki teorinin birleşmesinden<br />
İngiliz hariciyesinin çıkardığı sonuç budur.<br />
Avantajlı Irkların Maymunu mu Olmalıyız<br />
Yoksa Milliyetçi mi<br />
30
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
İngiliz doğa bilimci Charles Darwin’in 24 Kasım<br />
1859’da yayınlanan kitabının orijinal adı, “Doğal<br />
Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat<br />
Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine”<br />
idi. Kitabın adı, 1872’de “Türlerin Kökeni” olarak<br />
değiştirildi. Böylece kitabın ırklarla ilgili yönü, ırkçı<br />
tarafı gizlenmiş en azından “vitrinden” uzak tutulmuş<br />
oldu.<br />
Darwin, evrim teorisini kurarken, Malthus’un ünlü<br />
“Nüfus Teorisi”nden etkilenmişti. İlk Liberal teorisyenlerden<br />
olan Malthus, “Bütün canlılar bir var olma<br />
ya da yok olma savaşı içindedir. Savaşların nedeni<br />
nüfus artışıdır; çünkü beslenme kaynakları sınırlıdır<br />
ve bunlara sahip olmak için insanlar zorunlu olarak<br />
savaş yapmak zorunda kalmaktadırlar ve bu savaşta<br />
güçlüler zayıfları ezer geçer” diyordu. (1)<br />
Malthus geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak<br />
gibi hareketlerin teşvik edilmesi gerektiğini<br />
düşünüyordu. Yine Malthus’a göre toplumsal sefaletin<br />
en büyük nedeni alt sınıflardı ve bu yüzden<br />
bu tür bir nüfus planlaması üst sınıflardan ziyade<br />
alt sınıflara uygulanmalıydı. Malthus “Liberal” bir<br />
anlayışın hâkim olması gerektiğini savunurken, fakir<br />
halk kesimlerine yapılan (özellikle kamusal) yardım<br />
programlarına karşı çıkmış; her türlü toplumsal müdahaleye<br />
ve yardıma muhalif olmuştu. (2)<br />
Günümüz liberallerinin taşkınlıklarıyla birlikte<br />
düşündüğümüz zaman ilginç olan odur ki “Liberal”<br />
Gladstone, “Liberal” Darwin’den o ise “Liberal”<br />
Malthus’tan etkilenmiş; böylece yenilmez İngiliz<br />
armadasının “Liberty” yelkenleri, ırkçı nefeslerle bu<br />
yıllarda şişirilmeye başlamıştı.<br />
Malthus’taki “alt sınıflar” kavramı, Darwin<br />
tarafından “zayıf evrimli ırklara” dönüştürüldü ve<br />
İngiliz hariciyesinin sömürü felsefesinin payandası<br />
haline getirildi. 1880’lerde ise evrim ve nüfus<br />
yoğunluğu tezleri artık gerilerde kalmış, hedef<br />
menziline, İngiltere’nin 10 katı büyüklüğünde bir<br />
alanda İngiltere’nin yarısı kadar nüfusu yöneten ve<br />
kurdukları büyük devletlere bakıldığında evrim sorunu<br />
da olmayan Türkler de konulmuştu.<br />
Batı Avrupa’da Haçlı Seferlerinden beri kültürleşme<br />
istidadı kazanan “Türklerle ilgili olumsuz bakış<br />
açısı,” 19. yüzyıl sonlarında saldırı ve işgalleri<br />
meşrulaştıran bir yeni siyaset anlayışına dönüştü.<br />
Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı büyük<br />
devletlerin siyaset üretim merkezlerinde, -biz bunlara<br />
diplomasi tezgâhları diyebiliriz- Darwin’in ırklarla<br />
ilgili teorileri büyük bir beğeniyle kabul görmeye<br />
başladı.<br />
Siyah ırktan bir adamın adamakıllı devşirildikten<br />
sonra bile olsa ABD’ye başkan olabildiği şu günlerde<br />
çocuklara bile komik gelebilecek “Darwinist üstün<br />
ırk teorileri,” 1881’de Kraliçe Viktorya İngilteresinde<br />
siyasi yetkililer tarafından alkışlanabiliyordu:<br />
“Doğal seçilim esnasında gerçekleşen mücadelenin,<br />
uygarlığın gelişmesine katkısının, sizin kabul etmeye<br />
yanaştığınızdan daha fazla olduğunu ve olmaya<br />
da devam ettiğini ispat edebilirim. Avrupa milletlerinin<br />
daha birkaç yüzyıl önce Türklerin karşısında<br />
duramadıklarını hatırlayın, oysa şimdi bunun fikri<br />
bile gülünç geliyor! Kafkas ırkları olarak bilinen<br />
daha medeni ırklar, (Ruslar’dan bahsediyor Ş.A.)<br />
varoluş mücadelesinde Türkleri hezimete uğrattılar.<br />
Çok da uzak olmayan bir geleceğe baktığımızda,<br />
kim bilir daha hangi aşağı ırklar dünyanın dört bir<br />
yanında daha yüksek medeni ırklar tarafından elimine<br />
(yok) edileceklerdir” (3)<br />
Darwin’in ispat metodu çok ilginçti. Tamamen<br />
tarihi olayların etkisiyle yaşanmış bir “yükseliş ve<br />
düşüş”ün neredeyse doğal bir olay, bir fizik kanunu<br />
gibi sunulabildiği bu teorinin kabul görmesi, herhalde<br />
yazarın İngiliz, çalışılan ortamın da İngiliz Kraliyet<br />
Akademisi olmasından kaynaklanmıştır.<br />
İngiltere’de 1864’ten 1894’e kadar 4 kez<br />
başbakanlık yapmış Darwinist siyasetçi William<br />
Ewart Gladstone, 1874’te Bulgar isyanları karşısındaki<br />
Osmanlı Hükümetini eleştirirken “Türkler, insanlığın<br />
insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin<br />
bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya<br />
Anadolu’da yok etmeliyiz” diyordu. Diğer İngiliz siyasetçileri<br />
de sürekli olarak Türk Milletini, Avrupalı<br />
ileri ırklara boyun eğmesi gereken geri bir ırk olarak<br />
göstermeye çalışmışlar, bu iddialar, 1919’da Paris’e,<br />
Sevr masasına kadar taşınmıştır. Bu propagandanın<br />
dayanağı Charles Darwin’di. (4)<br />
Londra’dan yayılan bu görüşün, zamanla tüm Avrupa<br />
başkentlerine yayılması ve doğu siyasetinin temel<br />
diplomatik argümanı olma kabiliyeti kazanması uzun<br />
sürmedi:<br />
“Türkler sarı ırktandır. Turan kökenlidir. Göçebe ve<br />
zalim bir güruhtur. Her çeşit değişikliğe ve ilerleme<br />
fikrine düşmandır.”(5)<br />
Doğa Bilimci Darwine karşı Tarihçi Türk’ün<br />
tezi ise şudur:<br />
İngilizleri 200 yıl aç bırakın, Amazon’daki vahşi<br />
yerlilerden daha geri gideceklerdir. Fakirlik ve<br />
düşman saldırılarıyla geçen iki yüz yılın sonunda<br />
eğer İngilizler hâlâ Covent Garden’da opera dinlemeye<br />
devam edecek olurlarsa, Darwin’in mezarına bir<br />
buket çiçek bırakmak boynumuzun borcu olsun.<br />
Türklerin dinamik kültürlü bir medeni kavim<br />
olduğunun anlaşılması için Galapagos adalarında<br />
kanıt bulma imkanı yoktu ve o yıllarda henüz Orhun<br />
31
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
yazıtlarının Türkçe olduğu bile bilinmiyordu. Türklerin<br />
evrilmiş maymunlar kategorisinin dışında olduğu,<br />
diğergamlık, mukavemet ve misafirperverlik kültürümüzden<br />
anlaşılıyordu. Aklın tamamen şempanze<br />
nefsinin emrine girdiği bugünlerde bu sıradışılığa “Türk<br />
irrasyonalizmi” diyorlar.<br />
Esasında, Arkeoloji, Antropoloji ve Tarih Bilimlerinin<br />
gelişmesiyle Biyoloji’den güç alan ilkel ırk nazariyesi<br />
tamamen çökmüştür. Ayrıca 20. Yüzyıldaki<br />
Japon, Çin ve Zenci yükselişi, Darwin’i ırkçılar için<br />
nostaljik bir unsur haline getiren somut kanıtlardır. Ancak<br />
bir yüzyıl önce atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve dünya<br />
kaynakları başta Anglo-Saksonlar olmak üzere Avrupa<br />
kökenli gorillerin istilasına uğramıştır.<br />
Darwinizmin sosyal ve stratejik yönü İngiliz Hariciyesi<br />
tarafından bir siyasi manifesto haline getirilirken az<br />
gelişmiş ülkeler Darwin’in daha çokmaymun tarafıyla<br />
ilgilenmişlerdir. 20. yüzyıldaki hızlı kentleşmenin<br />
ve inkılâbî modernleşmenin ürünü olan Türk aydını<br />
tarafından Charles Darwin, “köyden kalma” eklektik<br />
inanç kırıntılarını, Galapagos adalarındaki yırtıcı<br />
kuşların önüne atarak onları özgürleştiren bir bilge kişi<br />
gibi karşılanmış ve akademik saygı görmüştür.<br />
“Maymundan evrim yoluyla geldiğimize göre Kutsal<br />
kitaplardaki ‘yaratılış’ bilgisi yanlıştı.” Öyleyse inançla<br />
ilgili her şey, baştan sona yeniden sorgulanmalıydı.<br />
Zaten bir süredir 19. yüzyıl pozitivizmi tarafından tahrik<br />
edilen mantığın acımasız hücumlarına maruz kalan<br />
yorgun gönüller, Darwinist sömürgeciliğin Darwinist<br />
antitezini hazırlamakta gecikmeyen Marks ve Engels<br />
formaları giyerek; dinden uzaklaşmaya Avrupai kılıflar<br />
bulmakta gecikmediler. Onlar güya Emperyalizme<br />
karşı sentetik ithal ilaçlar bulmuşlardı. Ancak bu ilaçlar<br />
ne yazık ki yine Rothschild, Rockefeller gibi Siyonist<br />
ban-kerlerin denetimindeki İngiliz Hariciyesi tarafından<br />
“Milli Bağışıklık Sistemini” felç etmek için ustalıkla<br />
hazırlanmıştı.<br />
Darwinizm, bir ahlak öğretisi değildi. Ayrıca sabah<br />
namazına kalkıp soğuk suyla abdest almak veya sabahtan<br />
akşama kadar aç gezmek gibi Maymunların<br />
alışık olmadığı türden dini ritüeller getirmemişti.<br />
Bayrağa saygı duruşu ve İstiklal marşı da maymunlara<br />
göre değildi. Anadolu’daki köylü asabiyetiyle dejenere<br />
olmuş, sevgisizleşmiş İslam’dan ve milliyetten firar<br />
eden Türk aydınları, işin nefislerine cazip gelen maymuni<br />
tarafıyla uğraşırken, Majestenin Anglikan gorilleri,<br />
Darwinizm’i sömürünün ilmi dayanağı haline getirmekle<br />
kalmamış; çoktan şempanze safari-sine çıkmışlardı bile.<br />
Darwinizm’in siyasi tehlikeleri konusunda ilk<br />
uyanan biz değiliz. Uzun uykuculardan Çinliler ve<br />
Hintliler’den bu konuda çalışma yapanlar olmuştur.<br />
Çünkü emperyalist safari Rumeli’yi Şahane’den önce<br />
güneydoğu Asya’da başlamıştı. Yine de Darwinizm’in<br />
siyasi analizini yapan ciddi çalışmalar arasında bir Çinli(6)<br />
ve Hintliyle(7) karşılaşmak; dedesi Çanakkale’de<br />
Hintli sömürge askerleriyle savaşmış bir Türk için hayli<br />
sevindiricidir.<br />
AKP kadroları içinde bilimsel düşünce sistematiği<br />
gelişmiş nitelikli aydın yok denecek kadar azdır.<br />
Laikliği, Milliyetçiliği, Ulusal Devleti, Ulusal<br />
Egemenliği anlamak için hiç bir gayret sarf etmemiş<br />
bir arabesk yönetimin, iki üç eski Marksist’le, birkaç<br />
Anglo-Sakson liberali ve fonlanmış STK’larla işbirliği<br />
yaparak demokrasi havariliğine soyunması, gerçekte az<br />
zahmetli bir takiyyeden başka bir şey değildir.<br />
Günümüzde Milliyetçilik karşıtlarının ellerine emperyalistler<br />
tarafından tutuşturulmuş olan “Liberalizm<br />
meşalesi,” aslında İngiliz hariciyesini günümüzden 200<br />
yıl önce dünya ekonomik kaynaklarının üst sınıflara ve<br />
üstün ırklara tahsis edilmesi yönünde uyaran Malthus’un<br />
ve Darwin’in yaktığı ırkçılık ateşinden başka bir şey<br />
değildir.<br />
Ne yazık ki Emperyalistlerin yolunu aydınlatan bu<br />
meşale, onu tutan üçüncü dünya aydınlarının elini<br />
yakmaktadır.<br />
(1):MALTHUS; Thomas Robert; “An Essay on the Principle<br />
of Population” (Nüfus Artışı Hakkında Bir Araştırma) İlk Baskı,<br />
1798<br />
(2): Wikipedia, Thomas Robert Malthus maddesi<br />
(3): DARWİN, Francis, ”The Life and Letters of Charles Darwin”,<br />
Cilt I, s. 285-286, . New York, 1888 “I could show fight<br />
on natural selection having done and doing more for the progress<br />
of civilisation than you seem inclined to admit. Remember what<br />
risk the nations of Europe ran, not so many centuries ago of being<br />
overwhelmed by the Turks, and how ridiculous such an idea now<br />
is! The more civilised so-called Caucasian races have beaten the<br />
Turkish hollow in the struggle for existence. Looking to the world<br />
at no very distant date, what an endless number of the lower races<br />
will have been eliminated by the higher civilised races throughout<br />
the world.”<br />
(4): Bkz. “http://www.evrimteorisiinfo/darwinizm/avrupa-emperyalizminin-darwinist-temelleri<br />
(5): KARAL; Prof. Dr. Enver Ziya, “Osmanlı Tarihi”, VIII.<br />
Cilt, 3, s. 552, Ankara, 1988<br />
(6) HSU; J. Kenneth, “Geology”,Nisan,1987, s. 377<br />
Çinli Sosyal Bilimci Hsu, Darwin’i Victoria İngiltere’sinin,<br />
yani İngiliz emperyalizminin bilimsel dayanağı sayar. Hsu’ya<br />
göre Darwin, “Çin’e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal<br />
eden ve bunu serbest ticaret ve ‘en güçlülerin hayatta kalması’<br />
kuralına dayandıran anlayışın bilimsel dayanağı”dır.<br />
(7) VIDYARTHI; Lalita Prasad, “Racism, Science and<br />
Pseudo-Science”, Vendôme, 1983. s. 54 Hintli Vidyarthi’ye<br />
göre, “Darwin’in ortaya attığı ‘en güçlülerin hayatta kalması’<br />
düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine<br />
ve en üst seviyenin Beyaz Adam’ın Medeniyeti olduğuna inanan<br />
sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir<br />
sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim<br />
adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsedi.”<br />
32
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
KÖL TİGİN ÜNLEMESİ - I<br />
•<br />
<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong><br />
(Destan çalışması, Köl Tigin’in doğumunu, savaşlarını,<br />
kahramanlıklarını ve ölümünü konu alır.)<br />
İl-Teriş Kutlug’un ve İl-Bilge Katun’un yoluklandığı<br />
Er kişi Köl Tigin’in Göktanrı izniyle soluklandığıdır:<br />
Göktanrı buyruğu, soluk bulunca<br />
Gözleri od sarar, bakır alası.<br />
Güneşten söz yürür, çeliğe tunca<br />
Kalkar göğe Türk’ün, zağlı palası;<br />
Günlenir, boz çakal boğan balası...<br />
Er doğar erince, Bilge Katun’dan<br />
Aşina toyundan, kara bodundan.<br />
Tanrının izniyle Kutlug Tudun’dan,<br />
Al kanına aldan, alev kalası;<br />
Gövdeleri dağca, yığan balası...<br />
At sürüp bozkıra, çayır çimene,<br />
Vuruş meydanında, uluğ kömene,<br />
Alaca yeminli dokuz tümene,<br />
Büyüyüp de gürce nârâ salası;<br />
Gökten gün, yerden ün, sağan balası...<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
33
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Delişmen çağında kılıncı oynak,<br />
Issı gök avlakta pençesi caynak,<br />
Şahlananda birden bir çifte toynak,<br />
Ak göğsü yelede rüzgâr dolası;<br />
Akşahan, atmaca, doğan balası...<br />
Yedi gökte gönü, gökle yunuğa,<br />
Ölüm karasında, yüzü donuğa,<br />
Tanrı yolu bilip, gelen konuğa,<br />
Abakan huyları bolca olası;<br />
Al Albız üstüne çağan balası...<br />
Er kişide hayat, başa vurulur;<br />
Köklü ağaç gibi yaşa vurulur.<br />
Betikçi tutulur, taşa vurulur,<br />
Ey felek döşüne kara çalası;<br />
Acunu yurt tutan kağan balası!<br />
İl-Teriş Kutlug Tudun’un Köl Tigin’in doğumuyla hislenmesi,<br />
Ayguçı Tonyukuk ile birlikte kaba dağlardan seslenmesidir:<br />
İl-Teriş Kutlug dedi: Dağlar dağa dayandı,<br />
Yağız yer adım adım pekleşmelidir artık...<br />
Börtü böcek uyandı, çayır çimen boyandı,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Özyurdundan ırayan yaklaşmalıdır artık!<br />
Ayguçı soluklandı, dedi: Gökler göğünden,<br />
Sabah, öğle ve akşam, bir günde üç öğünden,<br />
İllediğin il içre nice toydan, düğünden,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Yağı üzre yiğitler, dikleşmelidir artık!<br />
İl-Teriş Kutlug dedi: Çoğay Dağ’ı sarmaya,<br />
Onyedi kişi idim, Karakum’a varmaya,<br />
Varıp da Çinlilerin yüreğini yarmaya,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Kağanlığım acunda kökleşmelidir artık!<br />
34
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
Ayguçı dedi: Ben ki, huzurunu dizledim,<br />
Kaç yılkı yele yaktı, buyruğunu gözledim,<br />
Kılıcımı zağ kıldım, pusatımı sözledim,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Darmadağın tölösler tekleşmelidir artık...<br />
Ayguçı dedi: Benim, çağrın üzre gelen güç,<br />
Benim Çin ülkesinden sırladığın yalım öç...<br />
Ocak ocak obanı odlandırırken her göç,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Oğuz, Karluk ve Kırgız, ekleşmelidir artık...<br />
Bunca dağ, bunca yaban, altun salık oluğu<br />
İl-Teriş dedi: Alnım, kocamışlar doluğu...<br />
Göğsümde pusu tutmuş, deli bir kurt soluğu,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Gök Bodun erli kızlı çoklaşmalıdır artık!<br />
Kağan dedi: Ayguçı, ne denir bilmeyene,<br />
Kurt başlı tuğumuzun altına gelmeyene<br />
Çinli’nin oyunları başını çelmeyene,<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Erler kargılaşmalı, oklaşmalıdır artık...<br />
Ayguçı söze durdu: Tezce başlamak gerek,<br />
Avı avlamak gerek, kuşu kuşlamak gerek;<br />
Bilgece uğraşları, taşa taşlamak gerek...<br />
Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />
Bengü taşta sesimiz, gökleşmelidir artık!<br />
35
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ESKİ BİR SONBAHAR<br />
•<br />
Hacer KARAKAYA<br />
Bahar geçti, yaz geçti, hazan geldi. Hatıralarıma<br />
kırgınlıklarıma sarıp sakladığım kalem yâdıma düştü.<br />
Bu kaçıncı hazandı, ömrümden geçen… Kuşlar<br />
uçtu sonsuz maviliklerden, bitmeyen bir sancı yükseldi<br />
göklere, sana doğru yol alıyor bu sitem!<br />
Sen ki hasreti var, vuslatı yok!<br />
Sen ki müjdesi var, sureti yok!<br />
Ümitsiz bir savaş bu, başlamadan kaybedilen…<br />
Sessiz sessiz ağlamakmış payıma düşen.<br />
Oysa hep yarımmış insan; acı ile kavrulduğunda iki<br />
taş arasında un ufak olan.<br />
Göçmen bir kuşum şimdi; oradan oraya savrulan,<br />
yolculuk vakti geldiğinde sorgusuz sualsizce, yol<br />
alıp dağlara doğru süzülen, sulardan geçen, çölleri<br />
deviren sonunda bir nar dalında asılı kalan…<br />
Bir ağaç kovuğunu bile yuva edinemeyen.<br />
Terk edilen, yağmalanan, yaratılmışlığının manası<br />
yok edilen.<br />
Bir ürperti ile ruhumu istila eden, kayalar kadar<br />
ağır bu hissettiğim mana.<br />
Kalbim ne kadar güçsüz ise dayandığım o derece<br />
güçlü.<br />
İlahi gönlümdeki ağırlığı al!<br />
Yalvarıyor bu biçare kul!<br />
Beni mavinin kollarına, vefasız sevgilinin diyarına<br />
sal!<br />
Sözler bir bir dökülürken göklerden; sen, apansız<br />
çıkma önüme!<br />
Sessiz bir yazı bu, sedef bir yaprak ile kalem<br />
arasında görülmeyen.<br />
Yazdım.<br />
Kalemimden utanarak seni; söyledim dudaklarımla,<br />
duymayarak sesini.<br />
Rüya ile gerçek arasında, bilinmeyene yol alarak<br />
yürüdüm.<br />
Resimlerin renginin solduğu bir karanlık içinde tek<br />
bir renk oldum.<br />
Derunumda sakladıklarımı kimseye açamaz oldum.<br />
Gönlümle müsemma bir mevsimde, sararmış<br />
yapraklarla sürüklenip durdum.<br />
Seher vakti, nurlara karışıp bir gönül’e giremez<br />
oldum<br />
Aşkların, sevenin, sevilenin boynunun bükük<br />
olduğu bir mevsimde, hüzün sardı gönül duvarımı,<br />
keder silahlarını kuşanıp, bu ümitsiz savaşta ganimet<br />
bildi bütün varımı.<br />
Ellerin nerede, şimdi ey sevgili Soğuk mu nefesin,<br />
boğuk mu sesin<br />
Gönlünde, yerim hala saklı mı Adlarımızı yazdığın<br />
ağaç, canlı mı Soğuk yağmurların altında bırakıp<br />
gittiğin hatırında mı<br />
Teni tenime, değmemiş ellerin nerede şimdi, ey<br />
sevgili!<br />
Bir intiharla irkilen ben, bu isyanla savrulan ben!<br />
Hicran, elimde korlardan sonra kalan bir duman.<br />
Can kuşum bu yolda kurban.<br />
Ey sevgili, sararıp soldu; dalından düştü son<br />
yaprak, kasvetli bir yağmura boyandı tabiat.<br />
Bütün sözler manasını yitirdi, ayrılık hiç gitmemek<br />
üzere viraneme serildi. Serin sular öptü<br />
yanaklarımdan, dünya denen mihnet yurdu çekildi<br />
ayaklarımdan.<br />
Bir an bekledim, bir saat, bir gün, bir ay ve bir yıl<br />
gelmedi o beklenen.<br />
İsmi ile müsemma bir mevsimde son buldu<br />
bekleyişim, artık beklemem.<br />
“O gün tabiat başka bir türlü yaşıyordu.<br />
Kalbin acı, gözlerin yaşla dolmuştu senin;<br />
Yapraklar gibi yere dökülüyordu senin;<br />
O nağme mesafeyi, zaman aşıyordu.<br />
O bir beste değildi: Kuşlar ağlaşıyordu.”<br />
(Hüseyin Nihal ATSIZ)<br />
36
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Milletlerin çeşitli sebeplerle bölünmesi, Milliyetçilerin<br />
meseleleri arasındadır. İlkçağ’da genel<br />
bölünme sebebi, askeri güç kullanma kabiliyetinden<br />
kaynaklanan sınıfsal farklılıktı. “Köleci toplum”<br />
olarak Marksist diyalektiğe zemin hazırlayan<br />
bu bölünme, Ortaçağ’da dejenere olarak devam<br />
etti. Bölünmenin “milliyet” açısından en mahzurlu<br />
tarafı, sınıf ayırımının “ hukuki açıdan da<br />
kurumlaşması”ydı. Mülkiyet hakkının soylular<br />
tarafından resmen gasp edilmesi anlamına gelen<br />
bu kurumlaşma, Roma Hukukunda “partici-pleb<br />
ayrışması”, Ortaçağ Avrupası’nda ise “feodalite”<br />
olarak yaşandı.<br />
“YÜZLEŞME !”<br />
37<br />
Bizim Ortak Sırlarımız<br />
Türkler için durum farklıydı. Türk Milliyetçileri,<br />
bilimin parlak ışığı ile aydınlandıkça kendi tarihlerinde<br />
bu kavramların bulunmadığını fark ettiler.<br />
Hayvancılığa dayalı ekonominin doğal sonucu<br />
olan “konar-göçer üretim sistemi,” Türklerin tarım<br />
toplumları gibi toprak mülkiyetine itibar etmediklerini<br />
gösteriyordu. Marksist teorisyenlerin bir saflığa,<br />
öze dönüş gibi gördükleri ve hedeflerine aldıkları “ilkel<br />
komünal toplum” yapısı bizde zaten kültürleşecek<br />
kadar uzun sürmüştü.<br />
Türklerde devlet hayatına geçildikten sonra<br />
bile mülkiyet hakkı, boyların komünal tasarrufu<br />
altındaydı. Boy beyine ve saltanatına duyulan doğal<br />
bağlılığı göz ardı edersek, “su kullananın, toprak<br />
işleyenin” anlayışıyla kurulan komünal hukuk sistemi,<br />
toprak sahibi bir “asiller” sınıfının oluşmasını<br />
engellemişti. Aynı sebeple, bu alandaki kitapların<br />
Avrupa-merkezci bir üslupla yazıldığı Avrupa’daki<br />
gibi toprakla birlikte alınıp satılan bir köle (serf)<br />
sınıfı da oluşmamıştı.<br />
Osmanlı döneminde bile aynı model İslam’ın da<br />
elvermesiyle korunmuş, Miri Arazi Sistemi, “Asya<br />
cennetinin anahtarı” olmuştu. Ancak galiba Marks’ın<br />
bu oryantal ütopyası, kitabının bizim Marksistlerin<br />
okumadığı tarafında kalmıştı.<br />
Bazı akademisyen Marksistlerin “Asya tipi üretim<br />
tarzı” dediği bu farklılık, bizi “teorinin istiap<br />
edemediği” özgün bir millet haline getirmişti. Peki<br />
biz nasıl bölünebilirdik Marksist “sınıf” devrimcileri,<br />
doğu toplumlarının duygusal ve maneviyat<br />
eksenli zihin yapısını dikkate alarak, “mezhep olgusunu”<br />
işlemeye yöneldiler.<br />
Türkler, 1800’lerde Avrupa’da yaşanan sanayi<br />
toplumuna geçiş dönemin yine farklı işlerle meşgul<br />
olmuşlardı. Avrupa’da Fransız İhtilâli ile esnaf ve zenaatkarlar,<br />
mülkiyet hakkı yönünde özgürleşerek Kapitalizme<br />
yönelmişti. Özgür kalan köle sınıfı, hızla<br />
kentleşerek, “işçi” kimliği kazanmıştı. 1848 ve 1870<br />
ihtilallerinde Sosyalizmin ilk hamleleri denenmişti.<br />
Türkler ise bu yılları askeri ve hukuksal ıslahatlarla<br />
ama Sanayi Devrimini ıskalayarak geçirmişlerdi.<br />
Şimdi, 1970’lerde işçi sınıfı ihtilali başlamıştı ama<br />
unutulan bir şey vardı. Türkiye’de sınıf kültürü yoktu.<br />
Daha da önemlisi İşçi sınıfı yoktu. Tarım işçisi de<br />
babasının tarlasında çalışan garibandı. Ayrıca “Selamünaleyküm<br />
ağalar” diye gelmeyince bırakın köylerden<br />
militan toplamayı, özellikle Sünni köylerden<br />
oy bile alamıyordunuz. Ama Alevi köylerde ve mahallelerde<br />
sömürülecek bir şeyler kalmıştı.<br />
Sel Gider Kum Kalır<br />
Bizim 12 Eylül öncesinde “sınıfçı devrimcilere”<br />
bir türlü anlatamadığımız “milli sırlarımız” bunlardı.<br />
Sonradan Sencer Divitçioğlu, Demirtaş Ceyhun gibi<br />
aklı başında Marksistler, bu farklı yapıyı, dilleri<br />
döndüğünce ortaya koymaya çalıştılar. Pek çok sosyete<br />
Marksisti, Cengiz Çandar gibi, Hasan Cemal<br />
gibi özeleştiri yazıları yazarak kapitalist sisteme entegre<br />
oldu. Ancak “alışmış paçada don durmuyordu.”<br />
Bu fikir fahişeleri, bu kez de yeni gayri milli<br />
heyecanlar içinde Sorosçu “ileri demokrasi” projesinin<br />
mihmandarlığına soyundular.<br />
Sünnisiyle, Alevisiyle, onurlu, savaşçı ruhlu Andolu<br />
çocukları yine tarihi dertleriyle baş başa kaldı.<br />
Arka Bahçe<br />
Türkiye’de sınıfsal bir devrim için Marksistlere<br />
lazım olan sınıf bilinci hiç bir zaman olmadı. Tam tersine<br />
Türkler toprak köleliğini yaşamadığı için “efendi<br />
millet” kültürüne dayalı askeri örgütlenme kabiliyeti,<br />
ideolojik çatışmayı farklı mecralara sürükledi. Özellikle<br />
kutsal bir dava için sokağa çıkan Türklerde tarifi<br />
teori kitaplarına sığmayan bir “özsaygı” mevcuttu.<br />
Türkler, sadece Avrupa’daki “soylular sınıfı”nda<br />
görülebilecek bir yoğunlukla köklerine, ailelerine ve<br />
kültürel aidiyet merkezlerine (mesela mezheplerine)<br />
saygıyla bağlı kaldılar. Bu durumda Türklerin, tarihlerinden<br />
gelmeyen bir “alt sınıf psikolojisi” yerine<br />
mezhep mensubiyetine rücu etmeleri gayet tabii idi.<br />
İşte bu nedenle Türkiye’de aradığını bulamayan<br />
ve “sınıfsal devrimci savaş”ta ray değiştiren Marksistler,<br />
“sınıf farkı”nın yerine “mezhep farkı”nı ikâme<br />
ettiler. Marksistler 1970’lerde Alevi- Kızılbaş Türkleri,<br />
onlarda mevcut mistik hak arama ve ukdeleşmiş
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
adalet aşkı nedeniyle kısa sürede militarize ettiler.<br />
Marksist teori, nihayet Türkiye’de söylemlerine uygun<br />
bir “hak gaspı fenomeni”ne kavuşmuştu.<br />
Sağdaki geleneksel Osmanlı öykünmeciliği de<br />
Marksistlerin bu stratejik hamlesini meşrulaştırdı.<br />
Eğitim sorunları nedeniyle şekilciliğin ve sembollerin<br />
ideolojiyi gölgede bıraktığı bu yıllarda sağcıların<br />
astığı tarihi duvar posterlerinde sultanların bıyıkları<br />
ne kadar uzunsa devrimci bir militanın bıyığı da o<br />
kadar alt dudağına doğru inmeye başladı ve bir süre<br />
sonra Stalin’le Troçki arasında bir yerlerde kendisine<br />
“anlamlı” bir yer buldu.<br />
Böylece Türk Milleti arasında Babailerle,<br />
Şeyh Bedreddin’le, Uzun Hasan’la, Şah İsmail’le<br />
tarihselleşmiş olan siyasi bölünme, 12 Eylül öncesinde<br />
sokaklardaki sağ-sol çatışmasına eklemlenmiş<br />
oldu. İdeolojik gençlik eylemleri, pek çok mahallede<br />
ve Çorum, Sivas, Maraş olaylarında kitleselleşerek<br />
“mezhep tabanı”na oturdu. Marksist anarşizm, aynı<br />
göğün çocuklarını bir kez daha can evinden vurmuştu.<br />
Sağcılar Alevi solcuları “Ali’siz Alevilik”le itham<br />
ederken, solcu Aleviler, Hz. Hüseyin’in davacısı<br />
rolünü terk etmiyor ve karşılarındaki kitleyi Yezid’in<br />
halefleri gibi görüyorlardı. Devrimciler Pir Sultan<br />
Abdal olmuştu, Ülkücüler de senaryoya göre Hızır<br />
Paşa... Onlara göre ise Ülkücüler, İran ve Mısır fatihi<br />
Yavuz, solcu Aleviler ise Uzun Hasan veya Şah<br />
İsmail’di. Türkiye gibi savaşçı bir toplumda kavga<br />
etmek isteyenlerin “mukaddes bahaneler” bulması<br />
hiç de zor olmuyordu.<br />
Biz...<br />
Biz, Türk Milliyetçileri olarak, kavgadan sonra<br />
geçen zamanı belki her bakımdan çok iyi<br />
değerlendiremedik. Ancak oyunu bir kez daha salim<br />
bir kafayla okuduğumuzda hepimizin, bütün Türk<br />
Milletinin bir uyanışa muhtaç olduğumuzu fark ettik.<br />
Milli bir devletin vatandaşlarıydık. Daha da<br />
büyümesini, cihana hakim olmasını istiyorduk. Ama<br />
daha öz kardeşlerimizle bile anlaşamıyorduk. Bir<br />
şeylerin değişmesi gerekiyordu.<br />
Türk Milletini bölen her türlü faktörü masaya<br />
yatırdık. Tarihin omuzlarımıza yüklediği milli<br />
emtianın ağırlığını bir kez daha analiz ettik. Düşman<br />
cephesinin ne kadar geniş ve derin olduğunu gördük.<br />
Öz kardeşlerimizle neden kavga ettiğimizi sorguladık.<br />
Geçmişi geride bıraktık, ders alarak geleceğe baktık.<br />
Hatanın kimde olduğuna hiç aldırış bile etmeden<br />
sağcısıyla, solcusuyla Alevi-Kızılbaş kardeşlerimizle<br />
kucaklaşma kararı aldık. İnsan sevgisine dayanan<br />
Milliyetçi fikir sistemimiz, zaten buna elverişliydi.<br />
Tarihi yeniden yapamazdık; ama onu yeniden yazabilirdik.<br />
Kendi siyaset kültürümüzden amiyane<br />
dedikodular hükmündeki itici hikâyelerin izlerini<br />
silmemiz mümkündü.<br />
Dersim Olayı,<br />
Bugünlerde gündemde olan Dersim davası,<br />
karşılıklı hatalarla büyütülmüş inzibati bir dramdır.<br />
Bu olayda ne vatan borcunu ödeyen Mehmetçik’e<br />
kurşun atılmasını hoş görebiliriz ne de masum sivillerin<br />
öldürülmesine onay verebiliriz. Halkımızın<br />
bir kesiminde Dersim olayından kalan cumhuriyet<br />
karşıtlığının ve devlet düşmanlığının (mesela PKK<br />
tarafından) sömürülmeye müsait bir travmatik yara<br />
olmasından hareketle, toplumu böylesine yaralayan<br />
ağır tenkil harekâtlarının eşkıyalık kadar zararlı<br />
olduğunu görüyor; ne despotluğa ne de asiliğe onay<br />
veriyoruz. Konunun siyasi sömürü aracı haline<br />
getirilmiş olması ise en az bu ikisi kadar ahlaksız bir<br />
tutumdur.<br />
Kolluk kuvvetlerinin, adliyenin tarihte yaptığı<br />
her uygulamaya sahip çıkmanın anlamsızlığı konusunda<br />
-şuursuz askeri despotlukla Mamak’ta<br />
C-5 işkencehanesinde tanışmış, milli bir hareketin<br />
mensupları olarak- bütün Türk Milliyetçileri hemfikirdir.<br />
Ve Kızılbaşlık...<br />
Türkler Müslüman olmadan yüzlerce yıl önce<br />
Muaviye’nin, Yezid’in yaptığı işler yüzünden<br />
Türk’ün Türk’e düşman olması anlamsızdı. Son<br />
otuz yıl içinde ülkeye ve dünyaya bizim gibi bakan,<br />
çocuklarımızın ortak mutluluğu için hayata,<br />
geleceğe, akla, mantığa, bilime daha çok itibar eden<br />
Alevi kardeşlerimizle daha yakından tanıştık.<br />
Aşağıdaki çalışma, bu dostluğun bir nişanesi<br />
olarak yeni TÖRE’nin ilk sayılarından birine nasip<br />
oldu. Tarihin bir yerlerinde cehalet çelmesiyle yere<br />
düşürülen hakikat çerağını yerden alan ve kardeşlik<br />
yolumuzu ilmin ışığıyla aydınlatan Ali Rıza Özdemir<br />
kardeşimize bu vesileyle bir kez daha teşekkür ediyor,<br />
inancından, kültüründen ve ahlakından en az kendimiz<br />
kadar emin olduğumuz Alevi kardeşlerimizi<br />
Türk yüreğimizle bağrımıza basıyoruz. TÖRE’de<br />
uzanan el geri çevrilmez.<br />
Bunu “adımız gibi” biliyoruz.<br />
Editör<br />
38
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
KIZILBAŞLARIN ORTAK BİLİNCİ:<br />
HORASAN<br />
•<br />
Ali Rıza ÖZDEMİR<br />
“Türkler, her bölgeye girdiler; her beldeyi aldılar ve hiçbir engelle<br />
karşılaşmadan her tarafa yayıldılar. Öyle ki, almadıkları memleket,<br />
içmedikleri su, ateşlemedikleri ocak kalmadı. Hükümdarlar,<br />
onların gelişinden ürküp kaçtılar; vardıkları şehirleri doldurdular;<br />
hâkimlerini kovup kendi valilerini tâyin ettiler. (1) ”<br />
Zazaca ve Kurmançça konuşan Kızılbaş kitlelerin,<br />
kökenlerini Horasan’a bağladıklarını Doğu<br />
Türkiye’de yaşayan herkes bilir. İş, artık o raddeye<br />
varmıştır ki, “Horasan” ismi, “Musayip” yahut<br />
“Erenler” gibi bir nevi “parola” halini almıştır.<br />
“Horasan’dan gelmişiz” diyen biri varsa, bilin ki,<br />
Kızılbaş’tır yahut aslı Kızılbaşlara dayanır. Bölgede<br />
araştırma yapan yerli-yabancı ne kadar araştırmacı,<br />
bölgeye ayağı değen ne kadar misyoner-seyyah<br />
varsa, hiçbiri Horasan köken vurgusunu kaydetmeden<br />
geçememiştir. Sadece bölge üzerinde değil,<br />
aşiretler hakkında münferit araştırmalar yapan, özellikle<br />
bunların kültürüne eğilen araştırmacılar da<br />
bu konuya kayıtsız kalamamıştır. Bölgede yaşayan<br />
Kızılbaş kökenli aşiretlerin dip kültürünü esas alanlar,<br />
bunların esasen Türkmen kökenli oldukları konusunda<br />
ağız birliğine varmıştır.<br />
Horasan köken vurgusu, bölgede Kızılbaşların ortak<br />
bilincidir. Bu bilinç öylesine güçlüdür ki, etnikırkçı<br />
bir çizgiye kayarak Kürtçülük yapanlar bile bunun<br />
dışında kalamamışlardır. Örneğin 1938 Tunceli<br />
olaylarının meşhur elebaşısı Seyit Rıza, devlet görevlilerine<br />
yazdığı mektupta “… Şayet hükümet, hizmet<br />
ve sadakatimizden şüphe ederse atalarımızın eskiden<br />
geldikleri yukarı Türkistan, Horasan vilayetine bütün<br />
aşiret mensuplarımızla göç etmeye himmet buyursun”<br />
demiştir. 1921 yılında Ankara hükümetinden<br />
özerklik talep eden, talepleri karşılık bulmayınca da<br />
isyan yolunu tutan Koçgiri aşireti reisi Alişer de Horasan<br />
vurgusu yapmıştır bir şiirinde:<br />
“Ceddimiz Şeyh Hasan, Şah-ı Horasan<br />
Himmeti bizlere olmuş sayeban<br />
İkilik perdesin’ atalım heman<br />
Birlik makamıdır zamanı Dersim.”<br />
Sadece Zazaca ve Kurmançça konuşan Kızılbaş<br />
aşiretler değil, Doğu Türkiye’de dillerini koruyan<br />
Türkmen kitleler de Horasan’dan geldiklerini<br />
ifade etmişlerdir. Tarafımızdan yapılan bir saha<br />
çalışmasında Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı<br />
Türkmenhacı köyünde yaşayan, yaşlı Kızılbaşlar da<br />
Horasan’dan geldiklerini ifade etmişlerdir. Üstelik bu<br />
bilgiyi “büyüklerinden” almışlardı; kuşaktan kuşağa<br />
nakledilen bir bilgiydi.(2)<br />
Bölgede çok ciddi bir saha araştırması yapan ve<br />
yaklaşık 400 köy gezerek büyükşehirler de dâhil<br />
olmak üzere 3000 kişi ile görüşen rahmetli Cemal<br />
Şener, yaşı 60’ın üstünde olan Kurmançça yahut<br />
Zazaca konuşan istisnasız bütün Kızılbaşların, Horasan<br />
köken tezine de dayanarak Türk kimliğini ısrarla<br />
vurguladıklarını ifade etmiştir. (3)<br />
Şeyh Hasanlı aşireti hakkında çok kıymetli bir eser<br />
veren ve bölgede 300 kadar yaşlı Kızılbaş ile görüşen<br />
İsmail Onarlı da, bunların kendilerini Türk, Harezm<br />
ve Kıpçak gibi Türk soylarına dayandırdıklarını tespit<br />
etmiştir. (4)<br />
Şener ve Onarlı’nın tespitleri son derece önemlidir;<br />
çünkü mahallenin içinden konuşmaktadırlar. Bilgi<br />
verdikleri toplumun, bütün renklerine hâkimdirler;<br />
hem yazılı kaynakları ve hem de yaşayan kültürü/<br />
39
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Horasan Savaşçısı<br />
geleneği bilmektedirler.<br />
Esasen bölgede yaşayan Kızılbaş aşiretlerin etnik<br />
kökenleri hakkında yazılı kaynaklar da, özellikle<br />
Osmanlı resmî kayıtları, önemli bilgiler<br />
barındırmaktadır. Bu aşiretlerden önemli kısmının<br />
hangi Türkmen (Oğuz) boyundan olduklarından tutun<br />
da, yaşadıkları yerlere, Kurmançça ve Zazaca<br />
öğrenme süreçlerine kadar çok önemli bilgileri,<br />
Osmanlı resmî kayıtlarında bulmak mümkündür. (5)<br />
Horasan, sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan<br />
Kızılbaş kitlelerin değil, Türkiye Kızılbaşlarının<br />
ortak hafızası, ortak bilinci, ortak vatanıdır.<br />
Türkiye’nin bütün bölgelerinde yapılan çalışmalarda<br />
Kızılbaş kitlelerin Horasan’dan geldiklerine dair ortak<br />
bir bilincin varlığı hemen göze çarpmaktadır. Batı<br />
Anadolu’da yaşayan ve kendilerine “Türkmen” diyen<br />
Kızılbaşların yaşlıları da uzak atalarının Horasan’dan<br />
geldiğini ifade etmektedirler. (6)<br />
Bu aktarımları doğal saymak gerekir. Çünkü tarihi<br />
kaynaklar Türklerin, Arap/Emevi ordularına 300<br />
yıl boyunca direndiklerini, ardından Ali evlâdı(7)<br />
ve Müslüman sûfiler kanalıyla İslâmiyet’i benimsediklerini<br />
göstermektedir.(8) Sadece bu da değil,<br />
Oğuzların Harezm üzerinden geçerek Horasan’a<br />
indiği; Safeviler çağında kesin şeklini alan ve bugün<br />
Kızılbaşlık olarak bilinen kültürün Horasan’da<br />
filizlendiği; bu dönemde Horasan’ın, sûfiliğin birkaç<br />
merkezinden biri olduğu; İslâmiyet’i benimseyen<br />
Oğuzlara, Türkmen ismi verildiği; Türkmenliğin<br />
Horasan’dan Anadolu’ya taşındığı şüpheye mahal<br />
bırakmayacak şekilde ortaya konulmuştur.<br />
Sadece dönemlerinde yazılan tarihi kaynaklar<br />
değil, Türkiye’de Kızılbaşlığın kadim kaynakları<br />
da (velâyetnameler ve buyruklar vb.) buram buram<br />
Horasan kokmaktadır. Hiçbir şeye bakmasanız bile<br />
Hacı Bektaş-ı Veli Velâyetnamesi’nde Türklüğün,<br />
Horasan’dan Anadolu’ya nasıl taşındığını görürsünüz.<br />
Horasan köken tezi, Kürtçülük yapan Alevi<br />
kökenli birçok kişiyi rahatsız etmiştir, etmektedir.<br />
Çünkü her adım başında Horasan’dan geldiğini ve<br />
Türk olduğunu söyleyen yaşlı bilgelerle dolu bir<br />
topluma “Kürtlük” taslamak kolay iş değildir. Hele<br />
ki “Kürtçülük” yapmak, hiç kolay değildir. Bir de<br />
bölgede, tarihsel derinliği olan “Şafi-Alevî” rekabetini<br />
dikkate aldığımızda durum daha da zorlaşmaktadır.<br />
Önceleri Kürtçü çevreler Horasan köken tezini<br />
toptan reddetmekte idiler. Güya, Dersim olaylarından<br />
sonra katliamdan korkarak geliştirilmiş bir söylemdi<br />
bu. Doğu Türkiye’de yaşayan Kızılbaş kitleler,<br />
canlarını kurtarmak için bunu uydurmuşlardı.<br />
Kendisi uydurma olan bu söylem, Kızılbaş kitleler<br />
arasında yer bulmadı. Çünkü Horasan köken<br />
tezi, Dersim olaylarından çok önceden de vardı ve<br />
dönemin kaynakları bunu kayıt altına almıştı. Üstelik<br />
bu tez, sadece Kurmançça ve Zazaca konuşan<br />
Kızılbaş kitlelerde değil, bütün Kızılbaşlarda<br />
40
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
görülüyordu. Daha da kötüsü bu söylem, tarih boyunca<br />
feleğin her türlü çemberinden geçmiş, kimseye<br />
eyvallahı olmamış yiğit ve onurlu bir kitleyi<br />
korkaklıkla suçluyordu. Bu toplum, bunu yemedi.<br />
İnkâr işe yaramayınca, en mahir oldukları özelliklerini<br />
soktular devreye: Bilgi kirliliği yarattılar...<br />
Kimi çevreler, Horasan hakkında çalışmalara<br />
başlayıp, tarihi ters-yüz etmeye başladılar. Hatta<br />
bunlardan biri “Horasan Kimin Yurdu” adında bir<br />
çalışma yayımladı.(9) Ama kitapta Kızılbaş kitlelerin<br />
“Horasan’dan gelen Türkler” oldukları iddiasına<br />
net bir cevap verip, bunu çürütmek yerine, ilgisiz<br />
bilgilerle ve Türklüğe hakarete varan ifadelerle (10)<br />
kafa bulandırmaya çalıştı. “Alisiz Alevilik” diye bir<br />
saçmalığı piyasaya süren bir zihniyetten, başkasını<br />
beklememek lazım zaten!<br />
Kafa bulandırmak, yerleşik ve kadim bilgileri<br />
yenileriyle değiştirmek, bir süreç işidir. Süreç hala<br />
devam ediyor. Horasan köken tezi etkisizleştirilmeye<br />
çalışılıyor. Bunlardan birine göre, güya Horasan<br />
köken tezi, Kasr-ı Şirin Antlaşması (17 Mayıs 1639)<br />
ile Anadolu’ya tekrar gelen Kurmanç kitlelerin<br />
ürünü.(11) Çünkü Safeviler çağında, özellikle Şah<br />
Abbas zamanında Doğu Türkiye ve Musul vilayetinden<br />
Kurmançça konuşan Kızılbaş aşiretlerin bazı<br />
kabileleri, Sünni Özbeklere bir tampon olması için<br />
Horasan’a gönderilmişti. Bugün de Horasan’daki<br />
aşiretlerin bir kısmı aynı adlarını muhafaza ederek<br />
yaşamaktadırlar.<br />
Haricîlerin “Hüküm ancak Allah’ındır” sözüne<br />
karşılık, Hz. Ali’nin “Hak bir söz ama onlar, bununla<br />
batılı murat ediyorlar” demesi gibi, doğru bir bilgi<br />
üzerinden batıla ancak bu kadar davetiye çıkarılabilir.<br />
Birincisi, bu aşiretler bir elin parmakları kadardır;<br />
sayısal olarak azdır. Ayrıca –Kasr-ı Şirin’den sonra<br />
göç olayı doğruysa tabii- bunların sadece bir kısmı<br />
geri dönmüş olmalıdır; çünkü Horasan’a göç eden<br />
aşiretlerin ana kütlesi hala oradadır. Geri dönen az/<br />
küçük bir topluluğun bütün Kurmançça ve Zazaca<br />
konuşan Kızılbaş aşiretlerini etki altına alması, hepsine<br />
“Biz Horasan’dan gelmişiz” dedirtmesi mümkün<br />
değildir.<br />
İkincisi, Horasan köken tezi, Kasr-ı Şirin<br />
Antlaşması’ndan (17 Mayıs 1639) önceki kaynaklarda<br />
da bulunmaktadır.<br />
Üçüncüsü, Doğu Türkiye’de yaşayan Kızılbaş<br />
aşiretler, Horasan’la birlikte “Türk” kimliğine de<br />
vurgu yapmaktadırlar. Oysa Horasan’dan daha sonra<br />
gelen aşiretler zaten Kurmançça konuşuyorlardı.<br />
Son olarak, Horasan köken iddiası sadece Doğu<br />
Türkiye’deki Kızılbaşlarda görülmez; Anadolu’daki<br />
bütün Kızılbaşlarda vardır. Dolayısıyla Horasan<br />
köken tezini daha büyük, Türkiye’deki bütün<br />
Kızılbaşları içine alan büyük göç dalgalarında aramak<br />
gereklidir ki, bu da bizi Selçuklu ve daha sonra<br />
Harzemşahlar çağlarında meydana gelen büyük<br />
Türkmen göçlerine götürmektedir.<br />
Şüphesiz, bundan sonra da aynı çevreler, Horasan<br />
köken tezini etkisizleştirmek için başka girişimlerde<br />
bulunacak, bilgi kirliliği yaratmaya devam edeceklerdir.<br />
Cevaplarını da mutlaka alacaklardır. Çünkü<br />
hakikat, hakikattir; değişmez ve Hazret-i Pir’in<br />
buyurduğu gibi; “Bilgiyle dirilen ölmez.”<br />
Koca bir halkın toplumsal belleğini hafife almak,<br />
kimsenin ne hakkıdır; ne de haddi!<br />
Horasan kelimesi, Farsçada “güneşin yükseldiği<br />
yer” anlamına geliyor. O güneş, uzak atalarının Horasan<br />
Türkleri olduğunu bilen kitleler için bir yaşam<br />
kaynağı olmaya, yollarına ışık tutmaya devam ediyor.<br />
“Kalktık Horasan’dan sökün eyledik” diyen<br />
koca bir gelenek, yaşlı bilgelerin gözlerinde parlıyor.<br />
Aydınlıktan korkanlar, girdikleri karanlık dolambaçlarda<br />
yaşamaya devam etsinler.<br />
Hakikat, yok edilemez!<br />
(1) ‘İmad ud-din, s.9’dan naklen; Prof. Dr. Osman Turan, Selçuklular<br />
Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s. 113<br />
(2) Mülakatlar tarafımızdan yapılmıştır.<br />
(3) Cemal Şener, Alevîler’in Etnik Kimliği; Alevîler Kürt mü<br />
Türk mü, Etik Yayınları, İstanbul, 2003, s. 37<br />
(4) İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Aşireti, Anayurt’tan Anadolu’ya,<br />
Aydüşü Yayınları, İstanbul, 2001, s. 53<br />
(5) Bu konuyla ilgili çalışmamızı, nasipse, Eylül 2012’de okurlarla<br />
paylaşmak istiyoruz.<br />
(6) Mülakatlar tarafımızdan yapılmıştır.<br />
(7) Ali evlâdı: Hz. Ali’nin soyundan gelenler.<br />
(8) İslâmiyet’i benimseyen diğer halklarda Muaviye, Yezit ve<br />
Mervan gibi isimler hâlâ diri şekilde yaşarken, Türklerde bu isimler<br />
tarih boyunca görülmemiştir. Hiçbir Türk, kendi çocuğuna bu<br />
isimleri layık görmemiştir.<br />
(9) Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu, Berfin Yay., İst., 1998<br />
(10) Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu. Örneğin Türk<br />
topluluklarını ardı ardına sayarak “atlı olmanın çevikleştirdiği<br />
oynak ilişkileri”, (s. 126); Orta Asya için “göçebe barbarlığın<br />
uzun süre tükenmeyen pınarı”, (s. 126); aslında Türk olan birçok<br />
kavmin karma olduğunu ifade etmesi için “Türkik” kelimesini<br />
kullanması vb… Hayvancılıkla geçinen Türk boyları için ısrarla<br />
“çoban” sıfatını kullanan (birçok yerde) Bulut’un kaleminde<br />
hayvancılıkla geçinen Kürt aşiretleri ise “otlatıcı konar göçer<br />
göçebe” yahut “göçebe yanı ağır basan kabileler” olmaktadır.<br />
(s. 182-183)<br />
(11) Mehmet Bayrak’ın ifadeleri için bkz: Tevfik Taş, “Tunceli:<br />
Dersim Dört Dağ İçinde”, Atlas, 2010/11, s. 74<br />
41
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
KAHIR LEKESİ<br />
•<br />
Sevim YAKICI<br />
Elest meclislerinde imzalandı antlaşma,<br />
Bende tüm hançerlere yetecek kadar can var.<br />
Sonsuzluğa adanmak inancım gereğidir,<br />
Çelikleşmiş irade, müthiş bir heyecân var.<br />
Hasretimi kusarken yüreğimdeki pınar,<br />
Mevlâm çok sevdiğini ayrılıklarla sınar,<br />
Gözde kahır lekesi, gönül koca bir çınar,<br />
Dallarında mahşeri boğacak kadar kan var!<br />
Ruhum âsî bir ırmak akar durur tersine,<br />
Benliğim hâlâ şaşkın çalışsa da dersine,<br />
Ahtım var asla mağlup olmayacak hırsına,<br />
Heybemde epey hüzün yeterince ziyân var!<br />
Her vurgun bir sebebe bağlıyken kâinatta,<br />
Sabretmeyi öğrendim yontuldukça hayatta,<br />
Düşe kalka yürürken sevdâ denen sıratta,<br />
Kudrete teslim olan her zerremde imân var.<br />
Çıkılması güç olan bir yamaçtım düz oldum,<br />
Bazen zifiri gece bazen de gündüz oldum,<br />
Çile tezgâhlarında örüldüm sündüs oldum,<br />
İlmeğimde gözyaşı, desenimde figan var!<br />
Musallat olan şeytan kovuldu sonsuza dek,<br />
Kemiremiyor artık varlığımı engerek,<br />
Bana isim ne lazım, yalancı aşk ne gerek,<br />
Ne dilimde vuslatın, ne düşümde sîman var!<br />
Önüme geldi her şey beklemeyi bildikçe,<br />
Sonsuz teslimiyetle gözyaşımı sildikçe,<br />
Hayırda kazanırken, kemlikte eksildikçe,<br />
Bir elimde saltanat bir elimde cihân var.<br />
Git yolun açık olsun azat ettim seni yar,<br />
Bende hayat ebrûli, Leyla bende bahtiyar,<br />
Hicran olup sevdâya gezsem de diyar diyar,<br />
Derûnumda bir ömür yetecek kadar sen var!<br />
Bende bana daha çok yetecek sen var!<br />
42
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
TÜRK MİLLİYETÇİSİ GENÇLERİN<br />
EĞİTİM VE ÜNİVERSİTE VİZYONU ÜZERİNE<br />
•<br />
Burçin ÖNER - Dilek AKILLIOĞLU - Yunus Emre UYAR<br />
Eğitim kavramı için yurtta en çok kabul gören<br />
ve tabiatıyla en çok kullanılan Sarp ERTÜRK’ün<br />
tanımıdır. O’na göre “Eğitim, bireyin davranışlarında<br />
kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istendik<br />
yönde değişiklik oluşturma sürecidir.”(1) Fransızca<br />
kökenli vizyon kavramı içinse doğrudan TDK<br />
Sözlük’e bakıldığında “Görünüm, ülkü, sağgörü,<br />
sinema ve televizyon gösterimi; mecazen de ileri<br />
görüş”(2) karşılıkları verildiği görülür. Burada<br />
eğitim kavramının yanına vizyonu mecaz anlamıyla<br />
iliştirmek suretiyle eğitim vizyonu ad öbeği için<br />
“Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla<br />
kasıtlı olarak istendik yönde davranışlar oluşturma<br />
süreci hakkındaki öngörüler bütünü” şeklinde bir<br />
tanımlamaya gidilebilir.<br />
TDK sözlük ideoloji kavramı için “Siyasi veya<br />
toplumsal bir öğreti oluşturan, bir partinin ya da<br />
hükümetin davranışlarına yön veren politik, hukuki,<br />
bilimsel, felsefi, dini, estetik düşünceler bütünü.”(3)<br />
şeklinde bir tanımlamaya gitmiştir. İdeoloji-eğitim<br />
ilişkisi gözeten bir nazar kuşkusuz bu tanımda ilk<br />
olarak “öğreti” öğesine dikkat edecektir. Tanımın<br />
devamındaki felsefi, dini, estetik gibi sahalar da söz<br />
konusu eğitimin boyutlarını haber verici niteliktedir.<br />
Açıktır ki, ideolojiler varlıklarını ancak eğitimle<br />
sürdürürler. Bu sebeple Türk milliyetçiliği ideolojisi<br />
üzerine bina olunan cumhuriyetin bekası için kurucu<br />
kadro tarafından belli başlı önlemler alınmıştır.<br />
Bugüne kalan ve ele alınan konuyla en ilgili olan<br />
somut bir örneği mevcut öğretim programlarında da<br />
belirtildiği üzere milli eğitimin genel amaçlarından<br />
birisi de “Türk milletinin bütün fertlerini Atatürk<br />
inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan<br />
Atatürk milliyetçiliğine bağlı insan yetiştirmektir.”<br />
(4) ifadesidir. Eğitimle ideoloji arasında bir karşılıklı<br />
bağımlılık ilişkisi bulunduğunu söylemek mümkündür.<br />
İdeolojiler eğitimle sürdürülebildiği gibi,<br />
eğitim de ideolojisiz düşünülemez.<br />
Burada anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğinden<br />
kastolunan “Atatürk Milliyetçiliği”<br />
diye bir milliyetçilik tanımı yapmayan, aslında hiçbir<br />
ek milliyetçilik tarifine gerek duymadan sadece bir<br />
Türk milliyetçisi olmayı bir gurur kaynağı olarak<br />
gören Atatürk’ün Türkçü eylem ve söylemleri olup,<br />
bunun ölümünden sonraki yozlaştırılmasını hesaba<br />
katmamak gerekir.<br />
Bunun haricinde Durmuş HOCAOĞLU ise eğitim<br />
ve öğretimin aynı şey olarak algılanmasından<br />
bahseder. Ona göre; Birbirlerine yakın ve ilintili<br />
olmakla beraber, “belirli birtakım bilgi ve<br />
becerilerin kazandırılması süreci” olarak kısaca<br />
tanımlanabilecek öğretim’den farklı olan Eğitim,<br />
esas olarak “terbiye”dir ve kalın çizgilerle, “belirli<br />
birtakım değerleri, normları, kuralları ve düşünce,<br />
davranış ve yaşayış tarzlarını kabûl ettirme, benimsetme,<br />
içselleştirme süreci” olarak tanımlanabilir.<br />
Hocaoğlu eğitimden anlaşılanın “okul eğitimi”<br />
olduğunu da insanların yanılgılarının arasına<br />
eklemiştir. Hatta bunu ifade ederken Cumhuriyet’in<br />
ilk yıllarında Türkiye’ye de gelerek görüşlerini bildiren<br />
eğitim filozofu John Dewey’in okul eğitimi<br />
için “çocukları istenilen kadın ve erkek tiplerine<br />
çevirecek” bir ameliyat şeklindeki tanımlamasından<br />
da faydalanmıştır. Bununla birlikte eğitimin bir<br />
milletin inşasında onsuz olunamayacak bir süreç<br />
olduğunu da ifadelerine eklemiştir.<br />
Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonu<br />
dendiğinde akla ilk gelen onların şerefli birer mensubu<br />
bulunmaktan onur duydukları cumhuriyetin<br />
kurucu ideolojisi olan kendi ideolojilerinin eğitim<br />
kanalıyla bekasını sağlamak hususundaki ahvalidir.<br />
Çünkü ideoloji eğitimi sıradan bir eğitim değildir.<br />
İdeoloji siyasi organizmanın zihni konumunda<br />
olduğundan bu zihnin bünyeye hükmünü daim<br />
kılmak da ancak ideolojinin nesillere aktarılmasıyla<br />
mümkündür. Öyleyse ilk aşamada Türk milliyetçileri<br />
için ideoloji eğitiminin aslında bir var olma bir beka<br />
sağlama mücadelesi olduğunun vurgulanması gerekir.<br />
İdealde bir Türk milliyetçisi elindeki tüm malzemeyi<br />
ideolojisi uğrunda kullanılacak araç olarak<br />
görür. Bu araçların en etkilisi de kuşkusuz onun<br />
43
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
mesleğidir. İdeal taşımayan, dava gütmeyen yani Le<br />
Bönn’ün dolaylı ifadesiyle ve Kısakürek’in doğrudan<br />
ifadesiyle “hayvan” diye nitelenerek insani bir hususiyetten<br />
yoksun görünen insanlar için sahip olunan<br />
uğrunda bir maddi vasıtayken ideal sahibi olanlar için<br />
menfaatleri art plana iterek doğrudan emeller uğrunda<br />
kullanılacak kutlu birer vasıta halini alırlar.<br />
Yani mesleği, bir idealistin ideali için kullandığı bir<br />
silah vazifesi görür. Türk milliyetçileri de birer idealist/ülkücü<br />
olarak mutlaka mesleklerini idealleri için<br />
kullanılacak birer vasıta olarak görmelidir.<br />
Türk milliyetçisi olup da aynı zamanda genç olanlar<br />
büyük ölçüde henüz meslek edinmemiş olduklarından<br />
onlar için kendi ideallerine en iyi hizmeti sunabilecekleri<br />
mesleklerin hangilerinin olduğu üzerinde<br />
düşünmek gerekir. Pedogoji için muhakkak ki meslek<br />
tercihi yapılırken “ideolojiye hizmet edilecek meslek<br />
seçmek” gibi bir ifade kabul edilemeyecek cinstendir;<br />
ancak önerilen bunun tercih etmeni değil etmenlerinden<br />
biri olarak öne sürülmesidir. Zaten meslek seçiminin<br />
iki temel etmeni bireyin şahsiyeti ve arzusudur.<br />
Şahsiyeti idealist algılarla bezenmiş birey –bu da<br />
ancak idealist eğitimcilerle mümkündür- doğrudan<br />
ideal gerçekleştirmeyi arzulayacak, bu arzusu da onu<br />
idealine hizmet edecek mesleğe yönlendirecektir. Bu<br />
ifade için bir genelleme yapılsa da yapılmasa da “ideolojiye<br />
hizmete katkısı” pedagojinin öngördüğü diğer<br />
etmenlerin arasına eklenebilir. Böylelikle milliyetçi<br />
camia mensupları gençlerinin meslek hazırlayıcısı<br />
olan üniversitelere yerleşme dönemindeki terciherde<br />
kendi fikriyatları için önemli bir değişkeni de<br />
göz önünde bulundurma imkânına kavuşabilirler. Bu<br />
türden bir çalışmanın yurt genelinde yürütülmesiyle<br />
elde edilecek bir raporda Türk milliyetçiliğinin kısa<br />
ve uzun vadede hangi meslek sahalarında var olması<br />
gerektiği hakkında fikri yürütülebilir.<br />
Unutulmamalıdır ki yurdun düşünsel seyrine yön<br />
vermek idealiyle yola çıkan her camia meslekleri<br />
kullanmakta, mesleklerin kendilerine getirilerini hesaplayarak<br />
kendi ideolojilerine göre yetiştirdikleri<br />
insan gücünü kendilerine gereken meslek alanlarına<br />
yönlendirerek bu alanlarda hegemonya kurabilmekte<br />
ve bu sayede bu alanların getirilerinden üst düzeyde<br />
yararlanabilmektedir.<br />
Öyleyse Türk milliyetçileri de bu yarışta yer almak<br />
için kendi ideolojilerine göre yetiştirdikleri insan<br />
gücünü mesleki alanlara kontrollü bir biçimde yönlendirilmelidir.<br />
Bu denetimi sağlayacak olan da gençler<br />
için üniversitelerde hangi bölümlerin ideolojiye<br />
hizmet noktasında neler kazandıracağının, ne kadar<br />
kazandıracağının tespit ve tahlili yönündeki bu türden<br />
çalışmalardır.<br />
Meseleyi yukarıda verilen eğitim vizyonu tanımıyla<br />
örtüştürmek için de sözü edilen istendik yöndeki<br />
davranışın milliyetçi gençlerin, milliyetçi camianın<br />
stratejisine uygun bir şekilde mesleklere yönlendirmeleri<br />
olduğu söylenebilir. Öngörüler bütünü de kısaca<br />
bunun kontrollü bir şekilde temin edilmesidir. Gerçi<br />
bu noktada akıllara milliyetçi camianın bu yönde bir<br />
stratejisinin olmadığı gelecek olsa da umulan o ki bu<br />
çalışma böyle bir strateji edinmenin gerekliliğini anlatacak<br />
süreci de başlatacaktır.<br />
Yukarıda belirtilen temel gerekçeye dayanarak<br />
eğitim fakültesiyle sınırlandırılmak suretiyle yapılan<br />
bu çalışmada mesleklere hazırlayan akademik eğitim<br />
bölümlerinin hangilerinin Türk milliyetçiliği ideolojisine<br />
ne türden imkânlar sunabileceğine dair uzun<br />
sürmesini dilediğimiz bir tartışma başlatmak niyetindeyiz.<br />
Öğretmenlik mesleğinde hangi branşın Türk<br />
milliyetçiliği fikriyatına hizmet etmekte ne gibi<br />
imkânlarının bulunduğu sorusunu yanıtlamak için<br />
bizzat söz konusu bölümlerin öğrencilerinin fikirlerine<br />
başvurulmuştur. Görüşme tekniği ile alınan<br />
düşünceler tenkid ve tahlile tabi tutulmuştur. Böylelikle<br />
Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonuna<br />
dair bir pencere açmak imkânı doğmuştur.<br />
“Bir Türkçe öğretmeni olarak öğrencilere programda<br />
belirtilen kazanımlardan ideolojimizle en ilgili<br />
olanları layıkıyla kazandırarak önemli bir hizmette<br />
bulunabileceğimi sanıyorum. Bir kere Türkçe<br />
öğretmeni olarak öğrencilerin dinleme / izleme<br />
becerilerini geliştirme görevi benim omuzlarımdadır.<br />
Öğrenciler ne kadar yüksek bir dinleme becerisine<br />
sahip olurlarsa medyanın onlara empoze ettiği gayri<br />
milli öğeleri o kadar iyi dinleyebilecek, iyi dinlemenin<br />
gerektirdiği eleştirel dinlemeyi sağlayarak yandaş<br />
medyanın propagandasına teslim olmayacaktır. Ben<br />
branşım gereği öğrenciye dinlediklerini ve izlediklerini<br />
anlama, çözümleme, eleştirme, sorgulama, ilişki<br />
kurma, değerlendirme, analiz etme, sentezleme,<br />
uygulama gibi becerileri kazandırmak imkânına sahibim.<br />
Aynısını okuma için de söyleyebilirim. Öyleyse<br />
medyanın hem görsel hem de basılı silahlarına karşı<br />
uyanık durabilen insanlar yetiştirerek çocuklarımızın<br />
zihinlerine hücum eden küresel sermayenin medya<br />
silahını ekarte edebilirim.<br />
Yine bu becerilerle onları ideolojimizi edinmeye<br />
gayet uygun insanlar haline getirebilirim. Ne<br />
de olsa ideolojimiz metinler aracılığıyla taşınıyor<br />
benim layıkıyla verdiğim okuma eğitiminden sonra<br />
çocuklarımız fikriyatımızın anlatıldığı, sezdirildiği<br />
yayınları daha verimli bir halde okuyacaktır.<br />
Onların Türkçülüğün Esasları’ndan en iyi şekilde<br />
44
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
benim vereceğim okuma eğitiminin başarısıyla mümkündür.<br />
Benim çocuklara kazandırmakla yükümlü olduğum<br />
konuşma ve yazma becerileri ise okuyarak ve dinleyerek<br />
edindiklerini kitlelere en kaliteli bir biçimde anlatabilecek<br />
insanlar yetiştirmem sonucunu doğurur.<br />
Ben onlara ne kadar iyi yazmayı öğretirsem benim<br />
okutmayla onlara kazandırdıklarımı ileride diğer<br />
insanlara o kadar etkili anlatarak ideolojimizin<br />
yayılmasında bir domino etkisi yaratacaktır.<br />
Konuşma da aynı şekil. Meclislerde insanları hem<br />
anlamca hem şeklen etkileyecek insanlar olabilirler.<br />
Görev yapacak olduğum okulların tiyatro, şiir<br />
gösterileri gibi etkinliklerden de büyük ölçüde ben<br />
sorulu olacak, ben yöneteceğim. Bu tür etkinlikler<br />
hem izleyen öğrenci ve veliler için hem de katılımcı<br />
öğrenciler için derin izler bırakır. Mesela öğrencimle<br />
düzenlediğim geniş çapta bir şiir dinletisinde onlara<br />
Türkçü şiirler okuturum. Atsız, Asya vb. Hiç değilse<br />
Hikmet Ran gibilerinin dayatılmasını önlemiş olurum.<br />
Yine okullarda öğrencilerin kitap okumalarından<br />
birinci derecede sorumlu kişi ben olacağım. Sınıf<br />
kitaplıkları ve okul kütüphanesini denetimim altına<br />
alma imkânı bularak buralara sapkın ideolojilerin<br />
yayınlarının girmesini önleyeceğim gibi, milliyetçi<br />
çizgideki eserlerle bezeyecek ve okutma<br />
kampanyaları başlatacağım. Bulunduğum okul<br />
kütüphanesini Türkçü dergilere abone yapacağım.”<br />
Görülen o ki bu çalışma dâhilinde kendisine<br />
araştırma problemi sorulan, Türkçe öğretmenliği<br />
bölümünde öğrenci olan bir Türk milliyetçisi genç<br />
ideolojisine hizmet etmek için görevini ideolojisini<br />
edindirebilecek ve yayabilecek özelliklere sahip<br />
insan yetiştirmekte kullanacağını söylemektedir.<br />
Bugün gerçekten bu fikriyatı edindirebilecek ve yayacak<br />
insan gücünün eksikliği önemli bir yakınma konusudur.<br />
Öyleyse milliyetçi camianın bu eksikliğini<br />
gidermek üzere bu tür insanların yetiştirilmesine<br />
imkân bulunan Türkçe öğretmenlerine bunun uzun<br />
vadeye yayılması içinse Türkçe öğretmenliği<br />
bölümünde öğrencilere ihtiyacı vardır. Yine<br />
yeni kuşağın medya kanallı gayri milli propagandaya<br />
direnen şekil alabilmesi için de Türkçe<br />
öğretmenlerinin önemli bir görevi vardır. Bugün tiyatro<br />
gösterisi, şiir dinletisi adı altında enternasyonal<br />
fikriyatın yayılmaya çalışıldığı önemli bir saha<br />
olan bu tür etkinliklerin düzenlenme noktalarında da<br />
Türkçü Türkçe öğretmenleri olmalıdır.<br />
Malum olunduğu üzere milliyetçi camianın medyadaki<br />
gücü istenilen düzeyde olmadığı gibi enternasyonal<br />
medya epey güçlü konumda olmakla birlikte<br />
bu gücünü kendi dünya görüşünü yaymakta<br />
kullanmakta hiç değilse yansız iletilerini bile dünya<br />
görüşü tesiri altında bildirmektedir. Böyle bir tablo<br />
karşısında medya okuryazarlığı için gerekli olan<br />
temel dil becerilerini edindirmek milliyetçi dünya<br />
görüşü için hayati bir öneme sahiptir. Bu da söz konusu<br />
sahayı yukarıda önerilenleri de dikkate alarak<br />
mesleğini fikriyatının doğrultusunda kullanmak niyetindeki<br />
gençler için şiddetle önerilebilir kılar.<br />
“Ben fen bilgisi öğretmenliği 3.sınıf öğrencisiyim.<br />
İdeolojilerimin gerekliliklerini sözelci öğretmenler<br />
kadar yansıtabileceğimi düşünmüyorum çünkü fen<br />
bilgisi nicel bir derstir aynı zamanda verilecek bilgi<br />
sınırlıdır. Yani öğrencilere bir konu anlatılırken<br />
taraflı anlatılmaz. Başka branşlar ideolojiyi<br />
yansıtma açısından daha başarılı olacaklardır<br />
mesela okul öncesi öğretmenleri, sınıf öğretmenleri,<br />
Türkçe ve sosyal bilgiler öğretmenleri…<br />
Netice olarak fen dersi bilimin anlatıldığı bir<br />
derstir ve taraflı anlatılmaz anlatılsa da etik olmaz.<br />
Hadi anlatmaya kalktık; en fazla Einstain’in yerine<br />
Edison’u savunurum, böyle bir şeyin olması da etik<br />
değildir. Lakin ders dışında ideolojiler yansıtılabilir.<br />
Bir öğretmen olarak öğrencilere örnek olmak onlara<br />
gelecek konusunda bir yol haritası teşkil etmek önemlidir.<br />
Bu hususta geleceğe en iyi hüküm eden gelecek<br />
nesli yetiştirecek öğretmenlerdir. Öğretmenlerin ders<br />
dışında ki duruşlarını iyi belirlemeli ve örnek olma<br />
açısından hassasiyetlerini gündeme getirmelidirler.<br />
Yani öğretmenlerin öğrencilerini milli duygularla<br />
şuurlandırma çabasına girmesi gereklidir. Devletine<br />
milletine, gelenek göreneklerine, dini değerlerine,<br />
ailesine, geleceğine geçmişine sahip çıkan, batı özentisi<br />
olmayan sağduyulu Türk öğrenciler yetiştirmemiz<br />
lazımdır.<br />
Türk milletini muasır medeniyetler seviyesine<br />
çıkarmak için bizim ilime, fenne ihtiyacımız vardır.<br />
Fenni ve ilimi elinde tutanlar diğerlerine her zaman<br />
hüküm ederler ve başkalarına muhtaç yaşamazlar.<br />
Bu nedenle ideolojimin bana gerektirdiği öğrencilere<br />
fen bilgisi dersini en iyi şekilde anlatmamdır. Milletimizin<br />
yükselerek diğer toplumlara karşı olan<br />
yarışını geçmek için fenni elimizde tutup kavgamızı<br />
kalemle kazanmamız lazımdır. Ben bir fen bilgisi<br />
öğretmeni olarak bilimi fenni elinde tutan, milli<br />
kimliğine karşı en duyarlı öğrenciler yetiştirmek için<br />
çabalayacağım, bunun için elimden gelen her şeyi<br />
yapacağım.”<br />
Kendisiyle görüşülen Fen Bilgisi öğretmeni adayı<br />
mesleğinin branşı gereği ideoloji için birinci dereceden<br />
hizmet imkânı sunmayacağı kanısında görünüyor.<br />
Ancak bu önermesi için sunduğu gerekçe tatmin<br />
edici cinsten değil. Fen Bilgisi dersinde bilimin<br />
45
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
anlatılması diğerlerinden farklı bir yönü değildir.<br />
Görüşülen öğrenci topu branşının dışına doğrudan<br />
mesleğine atıyor. Milli şuur sahibi insan iyi insana<br />
eşittir varsayımından yola çıkarak görüşülenin<br />
mesleği sayesinde yetiştirmeyi öngördüğü iyi insan,<br />
milli şuur sahibi insan eldeki tek kazanç gibi görünmektedir.<br />
Milliyetçiliğe taban tabana zıt algıları haiz pozitivizm<br />
felsefesinin en çok sirayet ettiği saha olarak fen<br />
bilimleri gösterilebilir. Sözgelimi Turgenyev de böyle<br />
bir genellemeye giderek Babalar ve Oğullar’daki<br />
pozitivist kalıntılara sahip karakter Bozarav’a<br />
doğa bilimcilik yakıştırır.(5) Öğrenci de burada bir<br />
madde mana dengesine sahip insan tipinden söz<br />
ediyor. Aslında bu noktada öğrencilerin fen bilimlerin<br />
doğasında var olan pozitivist algıları kaşıma<br />
özelliğine karşı direnç gösterebilen insan yetiştirmek<br />
gibi hayati öneme sahip bir imkândan söz edilebilir.<br />
Öğrencilerinin manevi duyarlılığını arttırabilecek<br />
bir öğretmen onları fen bilimlerin aşırı maddeci<br />
duruşunun olumsuz etkilerinden koruyabilir ki bu da<br />
her şeyden evvel maneviyat sahibi olmayı gerektiren<br />
Türkçülük için önemli bir hizmet olur.<br />
Görülen o ki fen bilgisi öğretmenliği branşında da<br />
maneviyat temelli bir Türk milliyetçiliği için meselenin<br />
bilincinde olanların görev alması gerekmekte,<br />
aksi takdirde bir maneviyat düşmanı üreticisi olarak<br />
görülebilecek olan bu saha nesillerin yitimine sebebiyet<br />
verme imkânına sahiptir. Madde-mana dengesini<br />
yakalayamamış insanlar her şeyden evvel Türk<br />
milliyetçiliğine yaklaşamaz bu da ideolojinin önünü<br />
tıkamak manasına gelir. Meselenin önemini biraz<br />
daha somutlaştırmak üzere madde mana dengesini<br />
madde lehinde yitirmiş Bozarav karakterinin yanında<br />
bir de madde-mana dengesini yakalamış bulunan<br />
Aşık Veysel konmalı ve onun bunu yansıttığı şiiri<br />
olan “Kara Toprak” (6) dikkatle okunmalıdır.<br />
“Ben Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği<br />
bölümü öğrencisiyim. Bölüm ve sonrası benim<br />
düşüncelerime önemli katkılarda bulunacak çünkü<br />
çocuklara din ve ahlak üzerine eğitim verirken aynı zamanda<br />
da vatan, millet ve Türklüğü sevdirme şansına<br />
sahip olacağım en önemli yanı ise öğrencilerim<br />
küçük yaşlardan itibaren bu bilinçleri benimsemeye<br />
başlayacağı ileri dönemlere yansıyacak bir temel<br />
atma işlemi gibi olacaktır. Bunun sorumluluğunun<br />
bilinciyle düşüncelerimi geliştirip en iyi yansıtmaya<br />
çalışarak ve en iyi şekilde yaşamaya çalışarak,<br />
örnek teşkil ederek yol gösterici olmaya çalışacağım.<br />
Düşüncelerim Türklüğü ve İslamiyet’i en iyi<br />
şekilde yaşayıp yaşatmak ve Türk birliği uğrunda<br />
çabalamaktır. Bunun için dini en iyi şekilde öğrenip<br />
en iyi şekilde yaşamak ve Türklüğüme sahip çıkıp onu<br />
yüceltmek davasının bir yolcusuyum. Daha sonra<br />
mesleğim olacak bu bölüm de öğrencilerimize vatan<br />
ve millet sevgisi aşılamak işimin bir parçası olacak<br />
bunun verdiği destek sonucu rahatlıkla 10-15 yaş<br />
grubu çocuklara bu sevgiyi içtenlikle aşılayacağım.”<br />
Kendisiyle görüşülen din kültürü ve ahlak bilgisi<br />
öğretmeni adayı öğrenci Türk milliyetçiliğinin temel<br />
taşları olan vatan ve millet sevgisini doğrudan<br />
din ve ahlak kurumlarıyla eşdeğer görmektedir.<br />
Bu adayın bilinç düzeyini gösterdiği gibi manevi<br />
algıların gelişiminde gayet önemli olan bu saha içinde<br />
fikriyatına nasıl hizmet edebileceğine dair umut dolu<br />
beklentilere yol açıyor. Milliyetçiliğin öngördüklerini<br />
din kültürü ve ahlak bilgisi dersi dâhilinde öğütlemek<br />
ne dinin ne de söz konusu fikriyatın esaslarına aykırı<br />
olacaktır.<br />
Din ve ahlak bir kıymetler topluluğudur. Bunların<br />
verildiği derslerde hayvani yönün törpülenerek insani<br />
yönün ön plana alınması çabalanır. Bu noktada Necip<br />
Fazıl’ın ideolojisiz insan için yaptığı söylenen hayvan<br />
benzetmesi akla gelir.<br />
Yurtta pek maruz kalınan bir hal de hala Türk<br />
Milliyetçiliğinin ve Türklüğü İslam’dan ayrı<br />
düşünülmemesi gerektiğinin anlaşılamamış olmasıdır.<br />
Milliyetçi dünya görüşünün en büyük handikapı olan<br />
bu durumun lehe çevrilmesinde en büyük rol din<br />
kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerine düşüyor gibi<br />
görünmektedir.<br />
Görüşülen aday da bu aşılması zor çıkmazı<br />
giderecek gibi görünüyor. Bu anlayıştaki bir<br />
aday öğretmenlik mesleğine başladığında Türk<br />
milliyetçiliğinin idealindeki hem dinine hem<br />
de diğer milli değerlerine bağlı, milliyetçiliği<br />
Müslümanlığın bir gerekliliği olarak görebilmiş insan<br />
tipini yetiştirebilecektir. Gökalp’in “Türkleşmek,<br />
İslamlaşmak, Muasırlaşmak” (7) üçlemesinin ilk iki<br />
ayağının uyum içinde yerleşmesi ancak bu türden bir<br />
çalışmayla sağlanabilir. Böylelikle Türk milliyetçileri<br />
halk tabanındaki en büyük sıkıntıları olan “Şamanist,<br />
kurda tapan, ırkçılık günahkârı” şeklindeki yaftalardan<br />
kurtulabilecektir.<br />
“Bu soruya öncellikle okul öncesi döneminin önemi<br />
üzerinden cevaplamaya başlayacağım. Zira okul öncesi<br />
dönem yani 0-6 yaş dönemi;<br />
Çocukta zekâ gelişiminin %80’lik kısmı 7 yaşına kadar<br />
tamamlanır ve öğrenme becerisi bu yaşta gelişir.<br />
Dilini doğru, yanlışsız ve güzel konuşma özelliğini<br />
bu yaşta öğrenir. Toplumu, çevreyi, evreni ve insan<br />
davranışlarını tanımaya başlar.<br />
Çocuk karakteristik özelliklerini bu dönemde<br />
kazandığı gibi, kültürel özelliklerin edinildiği yaş<br />
46
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
dönemi de bu dönemdir.<br />
Çocuğa hayatı planlamayı öğretir. Hayat felsefesinin<br />
oluşmasını sağlar.<br />
Bu gibi birçok gelişimsel özellik türetilebilir fakat<br />
yukarıdaki sorunun içeriğine gelecek olursak ben ve<br />
bizler okul öncesi öğretmenleri bu noktada büyük<br />
önem taşımaktayız. Birer eğitimci olarak karakterlerini,<br />
hayallerini düşüncelerini geliştirecek<br />
kişiler bizleriz. Okul öncesi eğitim sosyal ve duygusal<br />
gelişim destekleyerek, yetişkinlik döneminde<br />
de kişilerin daha etkili ve üretici, gelişimci bireyler<br />
olmalarını ve sahip oldukları potansiyeli tam olarak<br />
kullanmalarını sağlayacağız. Başarılı kişiler olarak<br />
yetişmelerine, kendilerine uygun hedefler belirlemelerine<br />
yardımcı olacağız. Tabi ki işin içerisine kendi<br />
ideolojilerimiz, düşünce biçimlerimizi sokarak bunu<br />
gerçekleştireceğiz. Bu nedenle biz eğitimciler çocuklara<br />
sunacağım eğitimle bir nevi onların geleceklerini<br />
uygun istenen şekle sokacağız. Bu noktada idealist<br />
olan öğretmen yetiştireceği her çocuğun topluma,<br />
millete kazandırılmış bir birey olacağının farkında<br />
olacak buna uygun olarak eğitimini sunacaktır. Ben<br />
bir anaokulu öğretmeni olarak alacağım her amaç<br />
ya da kullandıracağım her materyal, hayal gücünde<br />
çocuğun ideolojime uygun bir eğitim vizyonunda<br />
ilerlemesine dikkat edeceğim. Fırsat eğitimi<br />
dediğimiz her fırsattan yararlanırken çocuğa ufkuna,<br />
ideallerine uygun çözümler üretmesine katkıda<br />
bulunacağım. Burada kişilerin kendi düşünce<br />
durumlarıyla çocuğu etkisinde bırakma gibi bir<br />
eleştiriyi saçma bulacağımdır. Çünkü her öğretmenin<br />
eğitim yaparken kullandığı bir strateji, yöntem<br />
vardır. İdeolojilerimin de benim eğitim yönetime yol<br />
göstermesi doğal bir süreçtir.<br />
Okul öncesi çocuğuna bir şeyler kazandırmak<br />
çok kolay ve kalıcıdır. Çünkü çocuklar bilgiyi,<br />
problem çözme durumunu en etkili şekilde<br />
kazanırlar. Kişilikleri oluştuğundan kendilerine has<br />
teknikler yaratırlar. Tam da bu nokta da ideolojiyi<br />
kazandırmak kendi has çalışmalarını öne çıkarmak<br />
çok doğru olacaktır. Onun yaşadığı evrende tek<br />
başına olmadığını göstermek nasıl bir toplumda<br />
yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini öğretmek<br />
bizlere düşecektir. Bu çocukların eğirimde en<br />
önemli katkıyı ailesinden sonra ilk olarak biz anaokulu<br />
öğretmenleri sağlamaktayız. Bizimde onlara<br />
kazandıracaklarımız hayata açılana pencerelerinin<br />
şekle sokulması anlamına gelir. Her toplumda<br />
aileden aileye değişen bakım ve yetiştirme yöntemleri<br />
olmakla beraber, belli bir toplum içinde bunlar,<br />
bazı ortak özellikler taşımakta (geleneklerde<br />
olduğu gibi) ve toplumun bu ortaklaşan özellikleri ve<br />
gelenekleşmiş tutumları, çocuk kişiliğine sindirilmektedir.<br />
Bu yüzden bir “Milli karakter”, bir “Temel<br />
kişilik yapısı”, bir “Model karakter”den söz edilmektedir.<br />
Her topluma ait kişilerin çeşitli özellikleri<br />
doğal ve kalıtsal şartlardan ortaya çıkabileceği<br />
gibi, ortak toplumsal yaşantılardan da doğmaktadır.<br />
Bir toplum kişilerinin ortak yaşantıları arasında en<br />
başta bir yer tutan çocuk yetiştirme geleneklerinin<br />
kişilik gelişmesinde önemli bir konu olduğu gerçektir.<br />
Çevresel etkenler arasında çocuk yetiştirme<br />
tarzlarını toplumun öbür kurumlarından; gelenek,<br />
inanç, ekonomi ve politikasından kesinlikle ayırmağa<br />
imkân olmadığını ve hepsinin birbirini karşılıklı<br />
olarak etkilediğini de belirtmek yerinde olur. Böyle<br />
bir ardışıklık söz konusu olduğu için de okul önce-si<br />
döneme giren çocukların hem yetiştirmek önemli hem<br />
de bu yetişmeyi sağlayan bizlerin izlediği yöntem<br />
mühimdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi her toplumun<br />
çocuğu yetiştirme yaşadığı toplumun kuralları<br />
farklıdır. Her ülke bu sebepten dolayı kendi yaşam<br />
disiplinlerine uygun modeller belirlemektedirler.<br />
Örneğin Japonya’da okul öncesi dönemi çocukları<br />
tarihlerini atalarını öğrenmeleri, bilmeleri için sene<br />
başlarında Hiroşima’ya götürülüp gezdirilmektedir.<br />
Avrupa ülkelerini bu dönem çok fazla önem taşımakta<br />
anaokulu öğretmenlerinin eğitimleri, vizyonları çok<br />
fazla göz önünde tutulmaktadır. Çünkü bu dönem<br />
gelecek nesilleri oluşturacağının çok iyi bilincindedirler.<br />
Verilen eğitim homojen bir yapı içerisinde<br />
geliştirilmelidir<br />
Bir diğer konuda eğitimde temel yapı taşı hedef<br />
olduğu için çocuğa edindirilecek kalıcı gayeler, milli<br />
hedefler, disiplini, çalışma tekniklerini, geleceği ortak<br />
değerlere göre şekillendirmesi bakımdan bu bölüm<br />
benim ve benim gibi öğretmenlerin ideolojilerine<br />
hizmet edebilecek biçilmiş bir kaftandır. Eğitimcinin<br />
kullandığı her idealist düşünce biçimi ideolojik bakış<br />
açısı çocuğun çok rahat toplumunun farkında olan<br />
üretken, bilinç bir yurttaş yetişmesi noktasında fayda<br />
sağlamaktadır. Müfredat programındaki her kazanım,<br />
her araç-gereç buna uygun şekillendirilebilir. Ben<br />
bunu çok özenli şekilde tasarlayarak kullanabilirim.<br />
Bu sayede neden yeni bir Ömer Seyfettin, Emine<br />
Işınsu, H.Nihal Atsız yetişmesin ki…”<br />
İnsan şahsiyetinin temellerinin atıldığı yaşlarda<br />
çocukların kendisine teslim edileceği kimse olmak<br />
şansına sahip bulunan okul öncesi öğretmen adayı<br />
görünen o ki üstlendiği yükümlülüğün farkında. İlk<br />
olarak doğrudan hedef kitlesinin karakterine, hayallerine<br />
ve düşüncelerine yönelir. Türk milliyetçisi olmak<br />
her şeyden evvel bir karakter meselesidir. Bir<br />
davanın peşinden gidecek, maddi çıkarının önüne<br />
47
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
geçirebileceği değerler sahibi olabilecek insan<br />
modeli yetiştirmek bu branşın imkânı dâhilîdedir.<br />
Yine bir milliyetçide bulunması gereken hayallerin<br />
genişlemesi de bu branşla sağlanabilir. Hedeflerin,<br />
hayallerin somutlaşmasıyla oluştuğu, hayalin hedefin<br />
temeli olduğu hatıra getirilirse meselenin ciddiyeti<br />
daha iyi anlaşılır. Adayın vurguladığı düşünme<br />
becerisi geliştirmek de göz ardı edilmemelidir. Neticede<br />
Türk milliyetçiliği yapısı itibariyle her şeyden<br />
evvel bir düşüncedir. Ancak düşüncedeki zenginlikle<br />
varlığını bulabilir. Okul öncesi öğretmenlerinin<br />
düşünce yetilerini geliştirdikleri insanlar düşünceden<br />
arı, salt hissiyatla hareket eden aktivistler olmaktan<br />
kendilerini sakınabileceklerdir.<br />
Aday henüz hedef kitlesi yaşındaki öğrencinin bile<br />
hedef sahibi olması gerektiğini öngörmek suretiyle<br />
bunun teminine eğilebileceğini sezdiriyor. Bu da bir<br />
hedefler zinciri olan Türk milliyetçiliğinin çocuk zihnine<br />
intikali için epey işlevsel olacaktır.<br />
Hepsinden önemlisi görüşülen adayın ideolojisinin<br />
eğitim yöntemine yön vermesinin doğal<br />
bir süreç olduğunu düşünmesidir. Bu da yukarıda<br />
değinilen hizmetlerindeki samimiyeti ve doğrudan<br />
kaliteyi arttırıcı etki yapacak gibi görünmektedir.<br />
İnsan kişiliğinin yüzde yetmiş ila seksen civarındaki<br />
kısmının okul öncesi yaşlarda oluştuğu göz önüne<br />
alındığında bu etkinin boyutu hakkında fikir sahibi<br />
olunabilinir.<br />
“Ben işitme engelliler öğretmeni olarak bölümümün<br />
ideolojime olumlu etkiler yapacağını düşünüyorum.<br />
Mezun olduktan sonra milliyetçi bir genç öğretmen<br />
olarak öğrencilerime müfredat programındaki<br />
kazanımları kullanarak amaçlarda düşüncelerime<br />
uygun etkinlik ayarlamaları ile onun millete faydalı<br />
bir yurttaş olarak yetiştirebilirim. İşitme engeli olan<br />
çocuklarda motor gelişim, zihinsel gelişim, duygusal<br />
gelişim normal düzeni içerisinde ilerlerken<br />
bu çocuklarda dil gelişiminde yetersizlikler görülebilmektedir.<br />
Fakat artık gelişen tıp alanı ve erken<br />
teşhis ile işitme cihazları ile de bu problem ortadan<br />
kaldırılmaktadır. Bu nedenle benim mesleğim sahip<br />
olduğum ideolojileri karşılayacak niteliktedir. Ben<br />
bir öğretmen olarak sınıfımdaki öğrencilerime hem<br />
okuma becerileri kazandırırken, hem yazma becerileri<br />
kazandırırken bir Türkçe veya sınıf öğretmenin<br />
yaptığı görevleri yapacağım. Bu nedenle bu becerileri<br />
kazandırırken gerekli düzenlemeyi yapacağım.<br />
Sosyal etkinlik açısından hobilerini ilgi duyacağı<br />
alanları belirlerken de ben onun yanında olacak ona<br />
yol gösterici olacağım.<br />
Haftalık ders saatlerinde işlenecek konularla, günlük<br />
planlarla alacağım hedefler öğrencilerin toplumu<br />
için etkili bir insan olmasına özen göstereceğim.<br />
Öğrencilerde istenen davranışlar oluşturmada<br />
kazandıracağım davranışlar onların gelişimci,<br />
milli benliğe sahip birey olmasını sağlayacak, ben<br />
her durumu sınıfımda buna uygun ayarlayacağım.<br />
Ayrıca okulu bitirdiklerinde topluma karışan<br />
vatandaşlar olacakları için yurt, vatan tanımını onlara<br />
ben kazandıracağım. Bunların yöntemlerini<br />
ben belirleyeceğim. Spora, müzik alanlarında kendilerini<br />
geliştirirken onların halk oyunlarına vb. ben<br />
yönelteceğim. Sınıfımda buluna öğrencilerimin velileri<br />
ile de bu tür milli kimliği güçlü kılacak etkinliklere<br />
bir araya gelip onlarında dikkatini çekip olumlu etkiler<br />
sağlayabilirim.<br />
Ben bir öğretmen olarak sadece işitme problemi<br />
olan öğrencilerimle konuşma becerileri yönünden<br />
eksik kalabilirken diğer tüm yönleri akranları aynı<br />
olan öğrencilerime ele aldığım tüm gayeleri ideolojime<br />
uygun çevirebilirim. Her türlü yaş grubuna hitap<br />
eden bir öğretmen olduğum içinde geniş alanda<br />
düzenlemeler yapabilirim.”<br />
İşitme engelliler öğretmeni adayının genellikle<br />
mesleğin gereklilikleri üzerinde durduğu görülür.<br />
Bunlar mesleğin olumlu katkıları olarak görülüp<br />
geçilirse branşa özel bir katkı olarak engelleri<br />
kaldırılmış bireyler kanalıyla ideolojiye hizmet edebilme<br />
imkanından söz edilebilir.<br />
Yukarıdaki Türkçe öğretmeni adayında görülen okul<br />
içi etkinliklere yön verme fikri burada da görülüyor.<br />
Mesele özel eğitim görenlerin tertibi olduğunda tesirini<br />
arttıracaktır. Normal öğrencilerin düzenleyeceği<br />
bir Türkçü piyesten daha çok engelli öğrencilerin piyesi<br />
etkili olacaktır.<br />
“Zihin engelliler öğretmenliği öğrencisi olarak<br />
bölüme bakıldığında ya da ilk izlenimde ideolojileri<br />
karşılayacak nitelikte değilmiş gibi algılanmaktadır.<br />
Fakat bu önyargı yanlıştır. Zihinsel engele sahip bireyler<br />
diğer normal yaşıtlarına göre onlardan farklı<br />
bir takım özelliklere sahiptir. “Özel” bir takım özellikler…<br />
Ben bir zihinsel engelliler öğretmeni olarak<br />
ideolojilerimi karşılayacak bu özel alanları çocuklarda<br />
ön plana çıkarabilirim veya bu özel alanları ben<br />
belirleyebilirim. Örnek olarak Otizmli çocuklar…<br />
Onlar, çok özel ayrıcalıkları olan çocuklardır. Otizm<br />
yıllardan beri bilim adamları tarafından da incelenmeye<br />
devam edilmiş fakat tam tanısı yapılamamış bir<br />
olgudur. Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu<br />
etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Otistik<br />
bir bireyin bir gelişim alanı sektedeyken diğer<br />
bir alanının olağanüstü şekilde geliştiği gözlemlenir.<br />
Bu çocukların sosyal iletişime geçme becerileri çok<br />
düşüktür. Göz teması kurma becerileri ya da konuşma<br />
48
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
becerileri, hatta bir ömür boyu konuşma becerisi<br />
gelişemeyenleri dahi bulunmaktadır. Bu yönden dil<br />
becerileri kazandırmada ben yetersiz kalabilirim.<br />
Fakat bu çocukların görsel düşünme yetenekleri,<br />
onlar için ikinci bir dil gibidir. Her kavramın<br />
ayrıntılı tüm özelliklerini beyninde depolama becerisi,<br />
muhteşem hesaplama becerileri, ayrıntıları görüp<br />
bu ayrıntılara uygun sonuçlara gitmek onları en etkili<br />
bireylerden yapar. Ben Türkçü bir zihinsel engelliler<br />
öğretmeni olarak otistik bir bireyin özel alanını<br />
belirleyebilirim. Onun takıntılı yönünü aştıktan sonra<br />
yaratılacak ilgi alanı gün geçtikçe ilerleyecektir.<br />
Müziğe, fotoğraf çekmeye ilgisi varsa bunları kendi<br />
ideolojilerim yönünde kullanabilirim. Eğer benim<br />
otizmli öğrencimin spora ilgisi varsa onun bütün<br />
alakadarlığı bu yönde gelişiyorsa neden ona cirit<br />
ata sporunu kazandırmayayım. Ben ideoloji sahibi<br />
bir eğitimci olarak otistik öğrencilerimi milli tarihi,<br />
milli geçmişi resmeden ünlü birer ressamlar olarak<br />
yetiştirebilirim. Tıpkı Amerika’da şehir profilleri<br />
çizerek herkesi hayran bırakan otizmli ressam gibi...<br />
Zihinsel engelliler öğretmenliğinde, çocuklara<br />
kazandırılacak amaçlar öğretmenlerin ellerinde<br />
çocukların durumlarına göre farklı olarak şekillenir.<br />
Bu da benim gibi ideoloji sahibi öğretmeler için iyi<br />
bir fırsattır. Sahip olduğunuz öğrencilere özellikle<br />
otizmli bireylere bunu avantaj olarak kullanabilirim.<br />
Müzikle eğitim, dikkatini çekeceğim yönler<br />
bunların tamamını kazanımlar içerisinden kendime<br />
göre ayıklayıp çocuğa kalıcı olarak edindirebilirim.<br />
Sayılar, semboller, güçlü hafıza, bir kez<br />
dahi görüleni beyne depolayıp hatırlama becerisi,<br />
matematik zekâları, ezberleme yetenekleri<br />
Türkçü bir eğitimci olarak rehberliğini yapacağım<br />
birkaç özellikleridir. “Yağmur Adam” filmindeki<br />
karakterin gerçek şahsiyeti şu günlerde bilim<br />
adamlarınca incelenmektedir. Oradaki karakter<br />
bir otizmliydi. Kim Peek, yürüyen bir kütüphane<br />
idi. Okuduğu her kitabın her satırını yıllar sonra<br />
bile hatırlayabiliyor, kitaptaki her ayrıntıyı günlerce<br />
düşünüyor bunu kafasında ve kâğıtlarda<br />
resmediyordu. Peki, buradaki otistik birey neler<br />
yapabiliyor<br />
*Hafızasında 9 bin kitap bulunuyor<br />
*Herhangi bir haftanın tarihin hangi gününe<br />
denk geldiğini söyleyebilir.<br />
*Bazı kentlerin haritalarını olduğu gibi<br />
hafızasına almış durumdadır.<br />
*Dünya tarihindeki bütün tarihleri, olayları<br />
kahramanlarını hatırlamaktadır.<br />
Bunlar gibi birçok yeteneklere sahip otizmli<br />
öğrenciler vardır. Günümüz araştırmalarında<br />
Mozart, Beethoven, Einstein gibi dâhilerde de<br />
otizm belirtileri bulunmaktadır. Otizmli öğrenciler<br />
zekidir. Toplumdan uzaklaşma nedenleri<br />
de anlaşılamamış olmalıdır. Otizmli çocuğun<br />
öğretmeni olmak onun düşüncelerine yön vermek<br />
bence çok önemlidir. Bu kişiler millet için yetişecek<br />
özel insanlar olacaktırlar. Örneğin tarihi olayları<br />
hafızasına kaydeden onlar hakkında durmadan<br />
üreten bir öğrenciyi milli tarihe ilgisi olan bir birey<br />
yetiştirmek bir zihinsel engelliler öğretmeninin<br />
idaresinde olacaktır. Onlar konuşamaz belki<br />
ama çok güzel çizer yazarlar ben de bir Türkçü<br />
öğretmen olarak onlara katkıda bulunacağım.<br />
Görsel alanın çok geliştiği çağımızda onu görsel<br />
alanda farklı düşünen bir deha olarak yetiştirmek<br />
yine benim elimdedir. Ben branşım gereğince<br />
otizmli her öğrencime kazandıracağım alanı onun<br />
kendi milletinin ihtiyaçlarına uygun olmasına<br />
dikkat edeceğim. Küçük ayrıntıları bile göz<br />
önünde bulundurduklarını bilerek ayrıntılardan<br />
çıkarabileceği sonuçları bir zihinsel engelliler<br />
öğretmeni olarak ben şekillendireceğim. Aynı<br />
zamanda hayvanlara karşı çok fazla ilgisi olan,<br />
onlarla vakit geçirip onlar üzerine tüm bilgileri<br />
edinen otizmli öğrencileri de geliştirmek bunu da<br />
ideolojik açıdan kullanmak benim kontrolümde<br />
olacaktır. Tıpkı Amerika’da hayvanlarına olan<br />
ilgisini geliştiren ve bu anlamda hayvanlar<br />
onların yaşam biçimleri fiziksel özeliklerine uygun<br />
olarak araştırmalarda bulunan ve ülkesine<br />
birçok getiriler sağlayan otizmli doktor gibi<br />
bende otizmli öğrencilerimi eğilimleri oldukları<br />
alanları kendi fikirlerime hizmet edebilecek<br />
biçimde kullanacağım. Ben Türkçü bir öğretmen<br />
olarak onların diğer yaşıtların farklı eksik yönlerinin<br />
olduğunu bilecek fakat geliştirebileceğim<br />
diğer yeteneklerini belirleyecek bu yeteneklerine<br />
rehberlik edeceğim. Onlara kılavuzluk ederken de<br />
kazanması gerekenleri kalıcı, doğru sevecekleri<br />
şekilde, kültürüne milletine yaşadığı çevre uzak<br />
kalmadan edinmesini sağlayacağım.”<br />
Görüldüğü gibi Zihinsel Engelliler<br />
Öğretmenliği öğrencisinin okuduğu bölüm ideolojilerini<br />
gerçekleştirmesi için bir engel değildir.<br />
Bu öğretmen adayı, öğrencisinin yeteneklerini<br />
geliştirerek yetersizliklerini düzeltebilir. Milliyetçi<br />
camianın şu an eksik olduğu ya da bir türlü<br />
üzerinde durmadığı müzik, sanat, spor alanlarını<br />
bu öğretmen zihinsel engelli, otizmli, Down sendromlu<br />
öğrencisinde kullanabilir. Tüm bu yöndeki<br />
etkinlikler öğretmenin idaresinde gerçekleşecektir.<br />
Öğretmen belirleyici spor dalını, müzik eğitimini<br />
49
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ideolojisi kapsamında seçebilir. Zira bu çocuklar<br />
bir duyu gelişimini tamamlayamamışken diğer<br />
öğretmen belirleyici spor dalını, müzik eğitimini<br />
ideolojisi kapsamında seçebilir. Zira bu çocuklar<br />
bir duyu gelişimini tamamlayamamışken diğer<br />
bir duyusu olağanüstü şekilde ön plana çıkar.<br />
Türkçü bir öğretmen de ön plana çıkan duyuya<br />
rehberlik edecektir. Müzik aletlerinde becerileri<br />
yüksek olan öğrenci grubundan bir mehter takımı<br />
kurabilir. Topluma spor dalı ile kazandıracağı<br />
öğrencinin spor dalını ideolojisine uygun olarak<br />
düzenleyebilir. Kendini, milletini temsil edecek<br />
sporcu adayları yetiştirebilir. 21. Yy.’da milletlerin<br />
gençlerini tarihini, kültürünü bilen kişiler<br />
olarak yetiştirmeleri zorunludur. Zihinsel engelli<br />
bireylerde bu çok ileri boyutlarda engel teşkil<br />
edebilir fakat yetenekleri göz önünde bulundurulup<br />
milli çıkarlarını gözeten yurttaşlar yetiştirmek<br />
öğretmenin öğrenciye rehberliğinde mümkün<br />
olacaktır. Milli çıkarların gözetildiği bir ulus-devlette<br />
her birey önemli olmalı. Bu nedenle, engelli<br />
öğrencilerin de toplumun birer ferdi oldukları<br />
kabul edilmelidir. İdeoloji sahibi öğretmenlerin<br />
görevleri de bu noktada başlamaktadır. Türkçü<br />
öğretmenler milli kültürü yüksek seviyeye<br />
ulaştıracak sanatçılar, sporcular, oyuncular, görsel<br />
medya insanları geliştirmede öncü olmalıdır.<br />
Yukarıdaki bölüm öğrencisinin belirttiği gibi<br />
bu yeteneklerin geliştirilmesi için eğitim<br />
programındaki kazanım ve amaçlar kullanılabilir.<br />
Kazanımlar eğitimcinin elinde şekil bulacağından<br />
öğretmen ders dışı tüm faaliyetlerde etkin olacaktır.<br />
Ayrıca Zihinsel Engelliler Öğretmeni adayı, Otizmli<br />
öğrencilerde her kavramın ayrıntılı tüm özelliklerini<br />
beyninde depolama becerisine sahip olduklarından<br />
bahsetmiştir. Bu anlamda öğretmenin de bilgiyi bu<br />
kadar kalıcı depolayan öğrenciye edindireceği her<br />
Türkçü öğreti, hem öğrenci hem de toplum için<br />
önem taşıyacaktır. Öğretmen bunun farkında olacak,<br />
öğrencileri ile neler yapabileceğini ideolojisine<br />
göre sistemleştirecektir. Bu sistemleşme ile öğrenci<br />
başarıyı elde edecektir. Çünkü Otizmli öğrenciler<br />
zekâları geliştirildiğinde kullanamadıkları dil ve<br />
konuşma becerileri yerine görsel, işitsel algılarını<br />
ustaca kullanabilmektedirler. Bölüm öğrencisinin<br />
örneklerinde de geçen dahi otizmliler otistiklerin<br />
yapabileceklerini ortaya koyar. Artık bilim, sanat,<br />
spor gibi alanlarda Türk’ü temsil eden başarılı, idealist,<br />
kendine güvenen gençler yetiştirmeye ihtiyaç<br />
duyduğumuz bir çağdayız. İdeoloji sahibi bu<br />
öğretmen adayı da bunu sağlayacak gibi görünmektedir.<br />
Üniversitelerdeki eğitim alanlarında böyle<br />
kişilerin bulunması milletin akademik olarak üst seviyeye<br />
çıkmasına olanak sağlayacaktır.<br />
“Öğrenim görmüş olduğum bölüm daha çok tüm<br />
insanları her ne olursa olsun oldukları gibi kabul<br />
etmeyi öngören bir bölümdü. İnsana yaklaşımı hümanist<br />
yönden ele alır ve ona sadece insan olduğu<br />
için değer verirdi. Hâlbuki benim inandığım ve kutsal<br />
saydığım büyük Türk milliyetçiliği idealinde<br />
insanların sadece insan olduğu için değer bulması<br />
gerekir gibi bir durum söz konusu değildir. Benim<br />
fikrime göre insan şayet Türk Milliyetçisi ise dünyaya<br />
vatanına, diline, milletine hizmet için gelmiştir.<br />
Şayet böyle bir durumda kişi hata yaparsa suçludur<br />
sadece insan olduğu için değer görmemelidir.<br />
Türk milletinin temelinde büyük suç işlediği için ve<br />
devletin bekasını sağlamak için kardeş katlini vacip<br />
kılan bir anlayış hâkimdir. Bu yüzden mesleğimin<br />
ilkeleri ile fikriyatımın ilkeleri tamamen birbirine<br />
zıttır.”<br />
Fenni sahaların uğraşanlarını pozitivist algılara<br />
gark etmesi gibi rehberlik ve psikolojik danışmanlık<br />
bölümü de hümanist algılar oluşturabilecek imkânlara<br />
sahiptir. Görüşülen bölüm öğrencisi de bundan<br />
yakınmaktadır. Böyle bir adayın mesleğini<br />
sahanın insanları hümanist duyarlılıktan arı tutabilecek<br />
şekilde kullanabileceği öngörülebilir. Ne<br />
var ki fen bilimi ile uğraşan ve Türk Milliyetçiliği<br />
fikrini benimsemiş kişilerin, alanlarının belirli temel<br />
doğrular üzerine oturmuş olması sebebi ile çok fazla<br />
alternatifleri olmamasına karşın sosyal alanlarda<br />
eğitim gören ve kendisini Türk Milliyetçisi olarak<br />
tanımlayan bireylerin hareket imkânlarının daha<br />
geniş olması gerekmektedir ki öyledir de… Önemli<br />
olan öğrenilen temel bilgilerle kendini kısıtlamayıp<br />
bu sınırları genişletme çabası içerisinde bulunabilme<br />
kabiliyetine sahip olmaktır.<br />
Bir Tıp Doktorunun alanının tamamen insan<br />
sağlığı ile ilgili olması belki onları benimsedikleri<br />
ideoloji için mesleklerini kullanabilme imkânını<br />
tanımayabilir. Ancak bu sosyal bir alanın temsilcilerinden<br />
biri olan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik<br />
mezunu bir Türk Milliyetçisi için geçerli<br />
değildir. Örneğin bir PDR’ci bu branş sayesinde<br />
insanların psikolojisi üzerinde derin etkiler bırakmak<br />
mümkün olduğundan insan psikolojisinin bir ürünü<br />
olan milliyet hissini disipline etmeyi de bu sahanın<br />
imkanlarının başında sayabilmelidir.<br />
“İngilizce öğretmeni olduğumda derslerimde<br />
Türk motiflerini yoğun olarak kullanacağım.<br />
Öğrencilerimle yapacağım etkinlikler de milli<br />
değerlere aykırı olmayacak. Mesela öğrencilerle<br />
yapacağım tercüme metinlerinde Mrs. Brown ile<br />
50
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Mr. Brown kiliseye gitmeyecek, <strong>Hakan</strong> Bey ile Hatun<br />
Hanım camiye gidecek. Bu da çocukları yabancı atmosferi<br />
havasından koruyacaktır.<br />
Simple Past Tens’i anlatırken ele alacağım geçmiş<br />
zaman bizim tarihimiz olacak 8. Henry’nin değil”.<br />
Geç zihinlere yabancı dil öğretme kanalıyla<br />
doğrudan yabancı kültür empoze edilmesi imkânı<br />
bölümün Türk milleti –tabii olarak da doğrudan<br />
Türkçülük- için ciddi bir zararıdır. Öğretmenlerin<br />
en çok kullandıkları eğitim materyalinin ders kitabı<br />
olduğu (8) bilindiğine göre ve ders kitapları da milli<br />
hassasiyetten yoksun odaklarca hazırlandığına göre<br />
bu tehdidin önündeki tek engel milliyetçi öğretmen<br />
modeli olarak görünmektedir.<br />
“Bugüne dek izlenen eğitim ve öğretim yöntemleri-nin,<br />
ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli<br />
etken olduğu inancındayım. Onun için bir milli<br />
eğitim programından söz ederken geçmişin boş<br />
inançlarından ve yaratılışımızın nitelikleriyle ilgisi<br />
olmayan yabancı düşüncelerden, doğudan ve<br />
batıdan gelen tüm etki-lerden büsbütün uzak, ulusal<br />
yaratılışımıza ve tarihimize uygun bir kültür<br />
düşünüyorum. Çünkü ulusal dehamızın tam olarak<br />
gelişmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir.<br />
Herhangi bir yabancı kültürü, şimdiye dek izlenen<br />
yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir.<br />
Kültür; yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine<br />
bağlıdır. Bu yer, ulusun seciyesidir.” Diyerek her şeyi<br />
özetlemiş aslında Atamız.<br />
Eğitim bir kültürleme işidir. Kültür ise milletin<br />
her şeyidir. Konuştuğu ‘dil’, inandığı din, oturduğu<br />
yer, söylediği söz, yaptığı, yapacağı, elinde olan,<br />
olmayan, ne varsa hepsi kültürdür. Bu kültürün<br />
kaybolmamasının, hayatını sürdürebilmesinin eğitim<br />
dışında başka bir yolu, yöntemi yoktur. Ancak<br />
‘globalleşen’ dünyada, halkların git gide birbirleriyle<br />
daha da iç içe geçtiği son zamanlarda bireyin ve toplumun<br />
farklı kültürlerden etkilenmesi, daha kozmopolitan<br />
unsurların çoğalması kaçınılmazdır. Bir kültürün<br />
hayatını sürdürmesi de ölüp gitmesi de formel<br />
ya da enformel olsun, eğitime bağlıdır. Formel bir<br />
yolla, misal Tarih derslerinde milletine yapılan mezalimleri<br />
anlatmazsan, ya da basın, yayın, konuşma,<br />
toplantı gibi her türlü enformel yollarla halkı bilinçlendirmezsen<br />
bu mezalimi yapanları desteklemiş<br />
olursun. Geçmişinden habersiz, sorgulama gücü olmayan<br />
nesiller geleceğini teşkil eder. Bir de bu nesil<br />
yönetim gücünü ele alırsa acaba gerçekten yönetebilir<br />
mi yoksa o da mı yönetilir<br />
Bugün baskın Amerikan kültürünün tüm dünyada<br />
etkisi bariz görünmektedir. Dünyanın neresine giderseniz<br />
gidin bir fast food lokantası bulamamanız hiç<br />
de muhtemel değildir. Eğitim ve bilgi sayesinde yükselen<br />
toplumlar kendi kültürlerini de yaymaktadırlar.<br />
Öyle ki sırf İngilizce eğitim görmüş diye kimileri iş<br />
hayatında daha önde olabiliyor. Millî eğitim, millî<br />
hassasiyet gerektirir. Yabancı etkisinden uzak bir<br />
duruş gerektirir. Bu duruş ancak ve ancak millî dil<br />
ile sağlanır. Eğitim öğretimin en temel gayesi de<br />
öncelikle konuştuğu dile sahip çıkabilen bireyler<br />
yetiştirilmesi olmalıdır. Ki; bu hassasiyetle yetişen<br />
nesil daha güçlü bir geleceğin temelini atabilsin.<br />
Zaten dil öğrenmek aslında kültür öğrenmek demek<br />
değil midir Eğitim öğretim her şeyin başında gelir.<br />
Ülkenin hâkimi de, mebusu da, memuru da, işçisi<br />
de, esnafı da, öğretmeni de, çiftçisi de az ya da çok<br />
eğitim almak durumundadır. Dolayısıyla verilen<br />
eğitim öğretim, ülkenin yapı taşlarının kalitesini belirleyecek<br />
kadar öneme sahiptir. Bunun için yalnızca<br />
ülkenin çıkarlarına hizmet eden bir eğitim modeli, bir<br />
kültürleme operasyonu ve ulusal politikalar gereklidir.<br />
Bugün “Hepimiz Ermeniyiz” diyebiliyorsak, Müslüman<br />
kardeşlerimize füzeden kalkanlar kurabiliyorsak,<br />
bütün dinlerle “diyalog” içinde yaşayabiliyorsak, ulusal<br />
değil dinsel bir birlikteliğimiz varsa, ülkemizde<br />
Gregoryen ve Ortodokslar rahatça hacılıklarını yapabiliyorsa,<br />
ayrı bayrak ve lisan isteyebiliyorsak,<br />
hepimiz Türkiyeliysek, Fethi Demirtaşlar zorla<br />
askere alınmaya çalışılıyorsa, parası olan cizyesini<br />
verip askere gitmeyebiliyorsa, millî bayramların<br />
artık ne gereği var Akla bir soru geliyor: Acaba<br />
biz bu kültürleme işini gerçekten becerebildik mi”<br />
Sınıf öğretmeni adayı ise meseleye mesleğinin bir<br />
kültürleme işi olmasından hareketle bakmış ve mevcut<br />
kültürel problemleri eğitimin bundaki zaaflarına<br />
bağlamıştır. Öyleyse mesleğinin her şeyden evvel bir<br />
kültürleme işi olduğunun bilincinde olarak görevini<br />
bu doğrultuda kullanabilecek görüntüdedir. Bunu yapmak<br />
için çocukların eğitim hayatlarının gayet önemli<br />
beş yıllarını birlikte geçirecekleri kimse olarak sınıf<br />
öğretmenlerinin elinde epey imkân vardır. Birden çok<br />
branş öğretmeninin ileriki yıllarda kazandıracaklarını<br />
küçük ölçekte yaşamın ilk yıllarında kazandıracak<br />
olması sebebi ile tüm branşların önemini hep birlikte<br />
içerir denebilir.<br />
Sonuç:<br />
Yukarıda birkaç misaliyle birlikte görüldüğü üzere<br />
öğretmenlik mesleği hemen her branşı ile Türk<br />
milliyetçiliği fikriyatına hizmet namına geniş imkânlara<br />
sahiptir. Umulan odur ki bu çalışma şu çabalar<br />
için bir tetikleyici olur:<br />
•Eğitim Fakülteleri’ndeki tüm Türk milliyetçisi<br />
öğrencilerle görüşerek branşların imkânlarını<br />
51
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
olabildiğince tanımak.<br />
•Eğitim Fakültesi haricindeki bölümlerin söz konusu<br />
öğrencileriyle de görüşerek yurtta gençlerin<br />
eğitim vizyonu dâhiline giren tüm sahaların fikriyata<br />
hizmet noktasında imkânlarını yoklamak.<br />
•Bu imkânların daha sıhhatli tespitleri için bizzat<br />
bölümden mezun olarak mesleğe başlamış olanların<br />
tecrübelerini ve bölümdeki öğretim elemanlarının<br />
düşüncelerini toplamak.<br />
•Bu türden çalışmaları yurt çapında yürütmek.<br />
•Bu türden çalışmaları görüşmecilerin<br />
katılımlarıyla oluşturulan bir tartışma platformunda<br />
görüşleri tartışma yoluyla eleyerek toplamak.<br />
Eğitim Fakültesi ile sınırlandırılan bu çalışmadan<br />
hareketle;<br />
İnsana her şeyden evvel kimliğini edindirmek<br />
görevi gören öğretmenlik mesleği ve bu mesleğe<br />
hazırlayıcı kurum olan Eğitim Fakülteleri her<br />
şeyden evvel bir kimlik kazanmayı öngören Türk<br />
milliyetçiliğinin bu temel hedefine ulaşması için<br />
taşıyıcılarının muhakkak bulunması gereken eğitim<br />
alanlarıdır. Her ne kadar hükümetler gayri milli<br />
eğitim programları hazırlasalar da bunların fiiliyata<br />
geçiricisi olan öğretmenler milliyetçi oldukları<br />
sürece bu programlarını zararlı etkilerini en az<br />
düzeye indirebilecekler ve böylelikle milli şuura<br />
sahip nesil yetiştirme konusunda birinci dereceden<br />
öneme sahip olacaklardır. Bu alanlardaki<br />
öğrenciler de uzun vadede Türk milliyetçiliğinin<br />
öngördüğü insan tipini yetiştirmekle fikriyata ve<br />
doğrudan millete hizmet edebileceklerdir. Bu noktada<br />
milliyetçiliğin yurttaki öncü kuramcılarından<br />
Ziya Gökalp’in Terbiyenin Sosyal ve Kültürel<br />
Temelleri’nde işlediği terbiye ve talim meselesine<br />
değinilmelidir. Ona göre terbiye toplumun üyeleri<br />
üstünde gerçekleştirdiği bir sosyalleşme sürecidir.<br />
Bu sosyalleşme sayesinde birey toplumun diline,<br />
edebiyatına, ahlakına, estetiğine ve mantığa aşina<br />
hale gelir. Bu açıdan terbiyenin amacı milli bireyler<br />
yetiştirmektir.” (9) Talim kısmı bir yana, terbiye<br />
kısmının muhtevasının şu özetine binaen bu süreci<br />
yürütecek olanların taşıdığı fikriyatın Türkçülük<br />
olmasının önemi epey belirgin bir hal alır. Bireyleri<br />
milletin değerlerine aşina birer milli birey haline<br />
getirmek en kaliteli haliyle milliyetçi öğretmenler<br />
tarafından başarılacak iştir.<br />
Öyleyse Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonunu<br />
şekillenirken bu bölümlerin ideolojiye hizmet<br />
imkânları da göz önüne alınmalıdır. Önerilen kesinlikle<br />
bu değişken kümesine göre eğitim hayatını<br />
sürdürmek değil yalnızca belirleyiciler toplusunda<br />
yer edinmesini ve gözetilen etmenlerden biri<br />
olmasını sağlamaktır.<br />
Türk milliyetçiliği fikriyatını benimsemiş bulunan<br />
sivil toplum örgütleri, eğitim ve kültür vakıfları,<br />
dernekler üyeleri arasındaki gençlerin eğitim<br />
vizyonlarını oluşturma aşamasında bu değişkeni<br />
de göz önüne iletmelidir. Bunun için bu türden<br />
çalışmaların yurt genelinde yapılmasıyla mütevazı<br />
bir literatür hazırlamak ve bunun kitaplaştırılmış halinin<br />
sözü edilen örgütlerin kitaplıklarında, eğitim<br />
masalarında bulundurmak gerekir.<br />
“İmkânsız yoktur, sadece biraz zaman alır” felsefesinden<br />
hareketle sunulabilecek bir diğer öneri de<br />
şu olabilir. Elbette sözü edilen literatür sivil toplum<br />
örgütlerinin kullanımıyla sınırlı kalmamalı<br />
Milli Eğitim Bakanlığının da materyalleri arasında<br />
olmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı rehberlik<br />
hizmetleri böyle bir materyali ortaöğretim<br />
öğrencilerinin yükseköğretim kariyerleri hakkında<br />
planlama yaparken kullanmalıdır. Elbette bunun<br />
için anayasada ifadesini bulan Atatürk ilke ve<br />
inkılâplarına ve anayasada ifadesini bulan Atatürk<br />
milliyetçiliğine bağlı insan tipi yetiştirmek yani<br />
devletin kuruluş felsefesine uygun eğitim amacı<br />
gütmek peşindeki bir yönetimin varlığı gerekir.<br />
Bugün doğrudan Türkçülük anlayışından epey uzak<br />
kaldığı gözlenen mevcut siyasi erke bağlı MEB’in<br />
böyle bir çalışmayı göz önünde bulundurarak rehberlik<br />
planlamalarına gideceği söylenemese de bu<br />
çalışmalar kuruluş felsefesiyle barışık iktidarların<br />
yönetim süresince işlevsellik kazanacaktır. Daha<br />
açık bir ifade ile Türk Milliyetçiliğini benimsemiş<br />
bir iktidarın olması halinde bahsedilen kitaptaki<br />
çalışmalardan yararlanarak bir “Milli Eğitim”<br />
politikası geliştirmeleri sağlanabilir. Hatta daha<br />
da ileri gidilsin böyle bir iktidarın Milli Eğitim<br />
Bakanlığının lise öğrencilerini üniversiteye<br />
yerleştirirken bu türden çalışmaları da bir ölçüt<br />
olarak kabul etmesi sağlanabilir.<br />
1) Sarp Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Yelkentepe<br />
Yay. 1972, Ankara<br />
2) http://tdkterim.gov.tr/bts/<br />
3) TDK Sözlük, TTK Yay. 1988, Ankara<br />
4) MEB. İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı<br />
5) Turgenyev, Babalar ve Oğullar, İnkılap Kitabevi, 2005,<br />
İstanbul<br />
6) H. Ali Küçükakın, Aşık Veysel hayatı ve Şiirleri, Tablet<br />
Kitabevi, 2009, istanbul<br />
7) Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak,<br />
Akçağ Yay. 2010, İstanbul<br />
8) Atalay Yörükoğlu, Çok Ruh Sağlığı, Özgür Yay. 1996, Ankara<br />
9) Ziya Gökalp, a.g.e.<br />
52
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
ARPALAR BİÇİLİRKEN<br />
•<br />
Prof. Dr. Vahit TÜRK<br />
İnsanlar özgeçmişlerine nerede ve ne zaman<br />
doğduklarını yazarak başlayıp ihtiyaçlarına göre<br />
gerekli bilgileri kaydederler. Ancak ben, farklı bir<br />
özgeçmiş yazacağım. Bu özgeçmişin bir iş edinme<br />
veya resmî bir talebe cevap olma kaygısı yok. Bu<br />
yüzden başlığı özgeçmiş değil de “arpalar biçilirken”<br />
oldu, zaten normal bir özgeçmiş de değil… Peki<br />
ama durup dururken mi yazıldı Doğrusu bu soruya<br />
verilecek cevabın ne beni, ne de bir başkasını tatmin<br />
edeceğini sanıyorum. Belki de yalnızca yazılmış<br />
olmak için, ya da ne bileyim belki “-Baba, sen kaç<br />
yaşındayken evden ayrıldın” sorusunun oluşturduğu<br />
duygu sarsıntısıyla yazıldı.<br />
Bu çocuklar acaba niçin bu kadar meraklı, ya da<br />
merhametsiz mi demeli, olurlar Onun için birkaç kelimenin<br />
arka arkaya sıralanmasından ve herhangi bir<br />
sorudan farklı olmayan bu cümlenin, beni ne hallere<br />
sokacağını nasıl düşünebilsin ki ya da niye düşünemez<br />
ki… Gerçi düşünebilse acaba sormaktan vazgeçer<br />
mi İnsanoğlu bu… Hiç sanmıyorum… Bugüne<br />
kadar hangi insan soracağı sorunun muhatabını ne<br />
hallere sokacağını hesap ederek sordu ki… Sanırım<br />
tam bu yüzden Efrasyap Hoca “Adem Baba ile Havva<br />
Ana bir dilin iki lehçesini konuşuyorlardı” diyor.<br />
Sorulacak soru mu bu be oğul… Halbuki benim bu<br />
gece yapacak başka işlerim vardı! Bir sempozyum<br />
için başladığım bildiriyi bitirecek ve belki biraz da<br />
sınav kağıdı okuyacaktım. Ben şimdi sempozyum<br />
düzenleyicilerine; “Baba, sen ne zaman…” diye berbat<br />
bir soru soruldu ve ben de bu sorunun cevabını<br />
düşündüğüm için bildiriyi bitiremedim desem, acaba<br />
durumumu anlarlar mı Yoksa bu sorunun cevabını<br />
bildiri olarak mı götürsem, ama buna da “-Ulan edepsiz,<br />
bize ne senin ne zaman evinden ayrıldığından”<br />
derlerse ne yaparım… Böyle dalmış kendimi dinlerken<br />
özgeçmiş güme gidecek… Yok, gitse ne olur<br />
ki, insanlık ne kaybeder, gayrı resmî özgeçmişim,<br />
soranı ilgilendirir mi ki başkalarını da ilgilendirsin…<br />
53
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Ama inat değil mi, yine de yazacağım…<br />
Nerede doğduğumu biliyorum, zaten nüfus<br />
cüzdanımda da kayıtlı, ayrıca zaten hayatımın<br />
yaklaşık ilk on yılı da cüzdanda kayıtlı olan yerde<br />
geçti. Ancak, ne zaman doğduğuma dair nüfus<br />
cüzdanındaki kayıt ile sözlü gelenek birbirini tutmuyor.<br />
Resmî kayda göre 12 Haziran 1960’ta doğan<br />
ben, sözlü geleneğe, bilhassa Leman yengeye göre<br />
“arpalar biçilirken” doğmuşum. Böylelikle gelenek,<br />
zirâi bir olay olan arpaların biçilmesini hayatım için<br />
başlangıç olarak belirlemiş oluyor ve ben de resmî<br />
işlemler dışında hep arpalar biçilirken doğduğumu<br />
söylüyorum. Niye buğdaylar değil de arpalar<br />
denecek olursa ki, keçiyi eşekten ayırt edemeyen<br />
şehir insanı için gayet mantıklı bir sorudur, arpalar<br />
buğdaylara göre o yılın hava durumuna bağlı olarak<br />
15-20 gün erken biçilir. Tabi burada sorulması gereken<br />
asıl soru, arpa buğdayla ilgili olmayıp hangi<br />
yılın arpalarıyla ilgili olmalı. Ancak bunu ne ben tam<br />
olarak çözebildim, ne de başkalarından tatminkar bir<br />
cevap bulabildim. Neyse ki akıl yürütmeler ve çeşitli<br />
karşılaştırmalar sonunda doğum yılı olarak resmî<br />
kayıttan bir yıl önce-sine, ay kaydında da yaklaşık<br />
bir ay sonrasına ulaşıp bu önemli(!) meseleyi aşağı<br />
yukarı halletmiş oldum. Bu ulaştığım tarihin hangi<br />
burca denk geldiğini de doğrusu bugüne kadar hiç<br />
merak etmedim.<br />
Çağdaş insan için oldukça tuhaf ve acıklı görülen<br />
bu arpa buğday hesabı, yaşıtlarım ve önceki nesiller<br />
için gayet doğal ve sıradandır. Bu doğallığın<br />
önemli sebeplerinden biri, her köydeki hane başı<br />
çocuk ortalamasının on civarında olması, ayrıca<br />
köy şehir irtibatının çok kolay olmamasıdır. Sayı<br />
çokluğu, çocukların anne baba nezdinde değersiz<br />
olduğu anlamına gelir mi bilmiyorum, belki de tam<br />
tersi kim bilir… Bizim nesil ve önceki köy çocukları;<br />
ya arpalar biçilirken, ya harman zamanı, ya yayla<br />
zamanı, ya davarın dölünde, ya koç katımında, ya<br />
gücükte, ya büyük sel geldiği sene, ya kara kışta, ya<br />
deprem sene-si, ya falan çocuğun suya gittiği sene<br />
doğmuşlardır. Bazı şanslıların doğum tarihleri gün,<br />
ay ve yıl olarak misafir odasındaki gömme dolabın<br />
kapağının iç tarafına ya da bütün evlerdeki tek kitap<br />
olan Kur’an-ı Kerim’in arka boş sayfasına sabit<br />
kalemle kaydedilmiştir ve bu kayıt çocuklar için bir<br />
övünme vesilesidir.<br />
Kendinden son derece razı ve hiç bilmediği dünyalarla<br />
ilgili ahkam kesmeye bayılan çağdaş insanların<br />
acıklı bir olay gibi karşıladığı bu anlatılanları, asıl<br />
muhatapları gayet doğal görürler. Çünkü resmî<br />
takvim, resmî işler için gerekli ve geçerlidir, doğum<br />
resmîleşeceği zaman da bir tahminî tarih anlık olarak<br />
söylenir ve kaydedilir. Bu durum, devletin nüfus<br />
memurları için de garipsenecek bir şey değildir,<br />
çoğunlukla tarihi zaten kendileri yazarlar. Asıl<br />
doğum tarihini, yine gayrı resmî olan köy ebeleri ya<br />
da yakın akrabadan bir hanım hafızada saklar ve gerekince<br />
söyler. Ancak bu saklanan tarihte genellikle<br />
yıl değil, yukarıda sayılan olaylardan biri esas alınır.<br />
Ayrıca doğum günü kutlamak gibi bir alışkanlık<br />
olmadığı için hangi tarihte doğulduğu çok da önemli<br />
değildir, zaten hamur nevinin en güzel ürünü olarak<br />
kömbe ya da çöreği bilen bizler pastanın ne olduğunu<br />
da çok geç öğrenmedik mi Yazı bir anda halk bilimi<br />
bildirisine döndü, halbuki farklı bir özgeçmiş<br />
olacaktı, iş yine resmîleşti, yirmi küsur yılın memuru<br />
ancak bu kadar gayri resmî olabiliyor demek<br />
ki… Dikkat edilirse hastane, doktor, hemşire lafları<br />
hiç geçmedi. Doğum için hastaneye ya da doktora<br />
mı gidilir ki… Bunlar ancak ölümcül hastalıklarda<br />
hatırlanır ve o halde gidenlerin de genellikle cenazeleri<br />
gelir. Yani doktor ve hastane neredeyse kızıl<br />
elma kadar uzak kavramlar… Bir komşu ebe kadın<br />
bu işi eğitimli ebelere taş çıkartırcasına halleder.<br />
Doğrusu doğum sırasında ölen çocuk veya kadını ben<br />
hiç duymadım. İşin içine doktor, hastane karıştıktan<br />
sonra duyar olduk ki, doğumda ölenler olurmuş…<br />
Arpalar biçilirken doğan bu fakir, belki bir gün<br />
ne zaman ve nasıl büyüdüğünü de yazmaya ve<br />
özgeçmişi tamamlamaya çalışır. Bu özgeçmiş tamamlanabilirse<br />
ve ben babama kıyabilirsem götürüp ona<br />
vereceğim. Oğlumun sorusunun cevabını, ondan<br />
önce babam öğrensin isterim, torununa da dilerse<br />
kendisi anlatsın. Babalar zaten ne için var ki…<br />
54
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
TÜRK TÖRESİNDE KÜRESEL ADALET<br />
VE<br />
KÜRESEL BAKIŞ<br />
•<br />
Muharrem Günay SIDDIKOĞLU<br />
Türk toplumunda fiilen yaşayan, hayatın zamanla<br />
hukuki-sosyal değer kazanmış davranışlarını içine<br />
alan ve genelde “kanun ve hukuk” manasına gelen<br />
eski Türk sosyal hayatını düzenleyen “zorunlu”<br />
kurallar-normlar bütünü olan törenin amacı: Türk<br />
ilinde ve dünyada barışı, adaleti ve refahı temin etmekti.<br />
Türk töresine göre Yüce Tanrı insanı “adalet” için,<br />
“törenin tatbiki” için hakanlık makamına getirir.<br />
“Beylik” yani idarecilik törenin (adaletin ve hukukun)<br />
uygulanması için konmuştur. Bu düşünceler<br />
Kutadgu Bilig’ de şöyle anlatılır:<br />
“Bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin; onu<br />
Tanrı kendi fazlı ile sana ihsan etti.”(b. 5469)<br />
“Lütuf ederek, sana bu beyliği verdi; ey bilgisi<br />
geniş olan insan, buna şükret.” (b. 5470)<br />
“Tanrı seni doğruluk-adalet için bu mevkie getirdi.<br />
haydi doğru-adil ol ve doğruluk-adalet ile yaşat.”<br />
(b.5195)<br />
“Bütün halka karşı merhametli ol, büyüğe küçüğe<br />
doğruluk, adalet ile hükmet.” (b. 5197)<br />
“Bu gün herkesin iyi olmasını istersen, kendin iyi<br />
ol, ey memleketin büyüğü “ (b. 5200)<br />
“Bütün bulanıklıkları durultmak istersen kendin<br />
ruhunu tasfiye et; halk ister istemez durulur.(b. 5201)<br />
“Halk bozulursa, onu beyler düzene koyar; eğer<br />
beyler bozulursa, onları kim düzeltir.” (b.5203)<br />
“Sen kendi hareketini doğrult, tavrını düzelt;<br />
halkın hareketi kendiliğinden düzene girer.” (b.5204)<br />
Beylerin-hakanların adil, doğru olmaları, kanunları<br />
doğru uygulamaları konusunda Kutadgu Bilig’de<br />
şöyle dinilir:<br />
“Ey hakim, memlekette uzun müddet hüküm<br />
sürmek istersen, kanunu doğru yürütmeli ve halkı<br />
korumalısın.” (b. 2033)<br />
“Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer;<br />
zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur.”(b. 2034)<br />
“Beyler gönüllerini temiz tutar ve kanunu tatbik<br />
ederlerse, beylik bozulmaz ve uzun müddet ayakta<br />
durur.” (b. 2036)<br />
“Halka kanunu, töreyi doğru ve adil tatbik eden<br />
bey kıyamet gününde bahtiyar olur.” (b.1374)<br />
“Bak benim tabiatım yana yatmaz, adildir; doğruadalet<br />
eğrilirse kıyamet kopar.” (b. 808)<br />
Araştırmacıların çoğu töreye “kanun” manası<br />
vermektedir. Töre sadece kanun değildir; fakat kanunu<br />
da kapsar. Sosyal ahlak kuralları, sosyal normlar<br />
bütünü, eski Türk devletinde herkesin uymakla<br />
yükümlü olduğu yazılmamış yasalar bütünü olan<br />
töreye “ilahi bir mahiyet” verenler de vardır. “Kutadgu<br />
Biligde Kut ve Töre” adlı eserin yazarı Said<br />
Başer, Kutadgu Bilig’de geçen:<br />
“Ey bey, gücün yettiği kadar görevi tatbik et ve<br />
kavminin hakkını vermeye çalış. “ (b. 5288)<br />
“Eğer (törenin tatbikinde) kusur edersen Tanrı’dan<br />
affını dile.” (b. 5289)<br />
Çünkü; “Tanrı kadirdir, adildir; gerçek töreyi<br />
koyan, veren O’dur; yarattığı bütün mahlukata gücü<br />
yeter” (b.3192) beyitlerine dayanarak: “Törede Tanrı<br />
ile münasebetli bir mana vardır. Zira kaynağı Tanrı<br />
olan kutun töreyi tatbik etmek ve onun hükümleriyle<br />
hallenmek suretiyle kazanıldığı, kuvvetlendiği<br />
yukarıdaki misallerle açıklığa kavuşmuş bulunuyor.<br />
(S.Başer: 5) demektedir. Said Başer adı geçen eserin<br />
yedinci sayfasında ise töre için “İLAHİ NİZAM”<br />
tabirini kullanmakta ve şöyle demektedir:<br />
55
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
“ ... Töre; sadece hukuk, nizam,devlet düzeninde<br />
uygulanacak kaideler manzumesi demek değildir. Bu<br />
manaları, asıl manasından doğan ikinci derecedeki<br />
manalarıdır. Törenin ikinci derecedeki bu manaları,<br />
günümüze kadar halk arasında muhafaza edilebilmiş<br />
şeklinden ibarettir. Halbuki törenin asıl manası<br />
“Tanrı’nın koyduğu nizam” demektir. Töre ilahi nizam<br />
olduğu için Tanrı, kendi nizamına uyan kişiye<br />
kut vermekte, yani onu kendisine yakınlaştırmakta,<br />
töre istikametindeki davranışlarının mükafatı olarak<br />
ihsanlarıyla taltif etmektedir.” Aynı yaklaşımı Ziya<br />
Gökalp’ te de görmekteyiz. Türk adının “töre- türe”<br />
ile yakın bir ilgisinin bulunduğunu belirten Gökalp,<br />
“Türk kelimesinin manası töreli yani töre dinine salik<br />
demektir.” (Makaleler III: 96) demektedir.<br />
Törenin sadece “kanun” manasında olmadığını<br />
gösteren başka deliller de vardır. Kutadgu Bilig’ de<br />
“kanun, adalet” manasıyla kullanılan “ÖNGDİ” diye<br />
bir kelime mevcuttur:<br />
“Ajun öngdisi bu telimde berü İsiz edgü erter nece<br />
yıllasa “(b.6344)<br />
“Bu dünyanın çok eski bir kanunudur; kötülük veya<br />
iyilik ne kadar uzun sürerse sürsün bir gün geçer.”<br />
beytinde bu mana açıkça görülmektedir. Keza R. R.<br />
Arat, aşağıdaki beyitte:<br />
“Kılıksız törü öngdi bilmez kişi kişike katılsa itilmez<br />
işi “(b.4606)<br />
“Usul, adap ve erkan bilmeyen kimse insanlara<br />
katılırsa, işinde muvaffak olamaz” derken Yusuf<br />
Has Hacib’in aynı beyit içinde farklı mefhumları<br />
karşılamak gayesiyle her üç kelimeyi (törü, öngdi,<br />
itilmek) de yan yana kullanışındaki inceliğe dikkat<br />
etmemiştir. O, törü ve öngdi kelimelerini “usul, adap<br />
ve erkan” şeklinde karşılamıştır. Halbuki beyitteki bu<br />
kelimeler hakiki manaları yerlerine koyularak şöyle<br />
çevrilmeliydi:<br />
“Tabiatı bozuk, töre ve kanun bilmeyen kişi, insanlar<br />
arasına katılsa da işi nizama girmez.” (S.Başer:<br />
75) Kutadgu Bilig’in asıl metninin başka yerlerinde<br />
de öngdi (kanun) ve töre yan yana kullanılmıştır. (bak<br />
6593 ve 6594. beyitler)<br />
Ayrıca 1456 ve 1460. beyitlerde “Öngdi” kelimesi<br />
tek başına ve “kanun” manasında kullanılmıştır.<br />
Said Başer’e göre: “Töre kelimesinin (törü)<br />
Tanrı’nın törütgen sıfatıyla bir alakası bulunmaktadır.<br />
Zira Tanrı “Törütgen” dir. (KB.1242,1243. beyitler)<br />
Törümek: “Türemek, yaratmak (Halık=Törütgen)<br />
(S.Başer:77) demektir.<br />
Said Başer, bir başka eserinde ise “Eski Türk dininin<br />
adı “Gök Tanrı” dinidir. Veya “TÖRE” (törü) büyük<br />
bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır” (S.Başer, s:38)<br />
diyerek töreye tamamen dini bir mahiyet vermektedir.<br />
Yukarıda verdiğim Gökalp’e ait “Türk kelimesinin<br />
manası töreli yani Töre dinine salik demektir.”<br />
düşüncesi de Başer’i destekler niteliktedir.<br />
Gerçekten eski Türk dininin adı “TÖRE” midir<br />
Yoksa “GÖK TANRI” dinimidir Bu konuda uzun<br />
boylu çalışmalar yapmak gerekir. Yalnız şurası bir<br />
gerçektir ki; her milletin devlet, hukuk ve ahlak<br />
anlayışı, hayat felsefeleri dini inançlarının tesiri<br />
altında kalmış ve ona göre gelişip şekillenmiştir.<br />
Olaya bu açıdan baktığımızda Türk töresinin de eski<br />
Türk dininin tesiri altında geliştiğini, şekillendiğini<br />
rahatça söyleyebiliriz.<br />
Cenab-ı Hakk’ın insanlara doğru yolu göstermeleri,<br />
dini öğretmeleri için peygamberler, uyarıcılar<br />
gönderdiği bilinmektedir.<br />
Her kavme, millete bir peygamber gönderildiği ve<br />
kavimlere ayrı ayrı gönderilen bu peygamberlerin<br />
o kavmin lisanı ile gönderildiği Kur’an-ı Kerim’ de<br />
açıkça belirtilmektedir:<br />
“...Hiç bir millet yoktur ki içlerinden cehennem ile<br />
korkutucu, uyarıcı bir peygamber geçmiş olmasın.”<br />
(Fatır suresi 24. ayet)<br />
“Her kavmin bir doğru yol göstericisi vardır.” (Rad<br />
suresi ayet 7)<br />
“Biz her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi<br />
kavminin diliyle gönderdik.” (İbrahim suresi ayet 4)<br />
“(Biz) Peygamberleri (iman edenlere Cenneti)<br />
müjdeleyici , (küfür karanlığında boğulanlara cehennemle)<br />
korkutucu olarak gönderdik ki bu peygamberlerin<br />
gelişinden sonra insanların Allah’a karşı<br />
“bizi imana çağıran olmadı” şeklinde ( özür diye ileri<br />
sürebilecekleri ) bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir,<br />
hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisa suresi ayet 76)<br />
“(Habibim) Bir kısım peygamberleri Sana daha<br />
önce anlattık; bir kısmını ise sana anlatmadık.” (Nisa<br />
suresi 164.ayet)<br />
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi Yüce Allah, her<br />
kavme ve millete bir peygamber göndermiştir. Peygamberler<br />
gönderildiği kavmin ve milletin diliyle<br />
onların içinden seçilmiştir. Rivayetlere göre Allah<br />
tarafından gönderilen peygamber sayısı 124 bin veya<br />
400 bindir. Bu durum hadis-i şerifler ile sabittir. Bu peygamberler<br />
içerisinden hiç şüphesiz Türk kavimlerine<br />
ve Türk milletine gönderilen peygamberler de vardır.<br />
Yapılan araştırmalar, eski Türklerin, inanç itibari ile<br />
İslam’a hazır olduklarını, bazı bulaşmalara rağmen<br />
“MUVAHHİD-HANİF” kaldıklarını göstermektedir.<br />
Bu araştırmalar, Türk milletine adları bilinmeyen yalavaç<br />
ve peygamberler gönderildiği gerçeğini ortaya<br />
koymaktadır. S. Ahmed Arvâsi’nin ifadesiyle:“Nerede”<br />
tevhid “nuruna rastlanırsa orada bir peygamber<br />
soluğu dolaşmış demektir.” (Arvasi TİÜ 1: 50)<br />
Bir kere Türkler kainatın hakimi, tek ve mutlak<br />
kudret sahibi, adına GÖK TANRI dedikleri bir<br />
56
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
yüce yaratıcıya inanıyorlardı. Gök Tanrı, vasıfları<br />
ve taşıdığı sıfatlar itibariyle İslâmi ölçülerdeki Allah<br />
inancına paralel düşmekteydi; Yani kainat ve<br />
hayatın sahibi, düzenleyicisi, ölüm ve hayatın<br />
kaynağı, nimet ve sıkıntıları veren tek yüce varlıktı.<br />
O, Kadim (Bayat), baki (Mengü), vahid (bir), kendi<br />
kendine mevcut ve sıkıntılardan uzak (mungsuz),<br />
hayy (diri), iradesi (erki) ve kudreti (Ogan) olan,<br />
halık (törütgen) ve yaratıklarına hitap eden (deyici),<br />
vacibü’l- vücud bir varlık idi. “(S Başer KBKT: 1)<br />
Gök kelimesi eski Türkçe’de “Ulu-Yüce, büyük<br />
“manalarına gelirdi. Bu bakımdan “GÖK-TANRI”yı<br />
günümüz Türkçesine “Ulu Tanrı-Yüce Tanrı“<br />
şeklinde çevirmek daha uygundur. (Gök Türk kelimesini<br />
de Ulu Türk-Yüce Türk manalarında anlamak<br />
gerekir.) Ayrıca Eski Türkler öldükten sonra dirilmeye,<br />
cennet ve cehenneme, meleklere inanırlardı.<br />
Bir çok kaynaklarda Oğuz Han’ın Allah’ın salih<br />
ve veli bir kulu olduğuna ve Kur’an’da adı geçen<br />
Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna dair güçlü iddialar<br />
vardır. Türk Töresi’ne “Oğuz Töresi”, “Kutlu<br />
Töre” denildiği de dikkate alınınca, törenin ilahi<br />
kaynaklı olduğu veya dinin etkisi altında kalarak<br />
şekillendiği ortaya çıkmaktadır.<br />
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi “töre” nin<br />
Yüce Allah ve O’nun Türklere gönderdiği din ve peygamberlerle<br />
yakın bir ilişkisi vardır. Belki de töre<br />
başlı başına bir din değildi; fakat törenin eski Türk<br />
dini inançları çerçevesinde oluştuğu, geliştiği de bir<br />
gerçektir.<br />
Töreyi, ister kanun, ister hukuk, isterse eski Türk<br />
dîni inançlarının genel bir adı olarak kabul edelim,<br />
adalete, eşitliğe, faydalılığa-hizmete ve insaniliğe<br />
dayanan Türk töresinin hedefi yer yüzünde adaleti<br />
ve barışı tesis etmekti. Yüce dinimiz İslâmiyet bize,<br />
düşmanlık edenlere karşı bile âdil davranmamızı<br />
emreder. (bak. Mümtehine suresi/8. âyet)<br />
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte,<br />
devlet Batı’dan ihraç edilen hukuki kurallarla idare<br />
edilmeye başlandı. Hukuk evrensel bir kavram olmakla<br />
beraber, her milletin tıpkı eski Türklerde<br />
olduğu gibi kendine has bir takım hususi özellikleri<br />
vardır. Cumhuriyetten önceki Osmanlı hukuku<br />
“Mecelle” de aslında dîni olmaktan daha çok örfi,<br />
yani töreye uygun bir hukuk sistemi idi. Nitekim bizim<br />
dinimiz de örfe uymayı emreder. Bu bakımdan<br />
”Türk töresi-Türk örfüne ve İslâmiyet’e ters<br />
düşmeyen” yeni bir hukuk sistemi geliştirip bütün<br />
Türk dünyasında uygulamalıyız.<br />
Bu gün küreselleşme denen süreçte küresel birçok<br />
belirtiden, küresel sermayeden, küresel ekonomiden,<br />
küresel bir müzikten, sanattan, spordan söz edilirken,<br />
“Küresel bir adâletten, küresel bir gelir dağılımından”<br />
söz edilmemesi çok düşündürücüdür. Bize göre<br />
küreselleşen dünyanın bu gün her şeyden daha çok<br />
küresel bir adalete, küresel bir gelir dağılımına ve<br />
küresel bir barışa ihtiyacı vardır. İşte Türkiye ve Türk<br />
dünyası bu “Küresel adalete ve barışa” talip olmalıdır.<br />
Desen: Hüseyin ÇOBAN<br />
57
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
EKMEK KOKUSU<br />
•<br />
Tarık KILIÇARSLAN<br />
Gökyüzü yıldız açar,<br />
Toprak cırcır böceği<br />
Erir, defolu ninnilerin orta yerinde zaman;<br />
Sarınır sisli tüle<br />
Doğurgan, yorgun ova<br />
Nemli cibinliklerde tereddütün nöbeti<br />
Suskun sevdalar damlar göçebe uykulardan<br />
Düşer göz kapakları<br />
Hüznün, aşkın, emeğin;<br />
Yılgın düşler sabahı çeker köy kuyulardan...<br />
Yalnız, Seyhan uyanık;<br />
İşveli dalgalarla<br />
Ürperir, gerinir haz beşiğinde<br />
Gökyüzü suya iner,<br />
Koylarda renk cümbüşü<br />
Gezinir gümüş tende firari yakamozlar<br />
Kıyıda sarhoş balıkçıların umut nöbeti<br />
Nabız sularda atar...<br />
Bir saba makamından huzur damlar vuslata<br />
Işıklarla yıkanır toprağın esmer yüzü<br />
Patlar sarı sıcakta bereketin hücresi<br />
Pamuklar kar bulutu,<br />
Yaz gülü,<br />
Alın teri,<br />
Elması yarılır kozanın;<br />
Keskin kadın kokusu,<br />
Ter kokusu,<br />
Emek kokusu<br />
Yürü derinliğine Çukurova’nın...<br />
Desen: Hüseyin ÇOBAN<br />
58
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
BEREKETÇİLİK DESTANININ<br />
DOĞUŞU<br />
•<br />
Emete Gözügüzelli CİVAN<br />
Türk milleti öyle kahramanlıkları içinde barındırır<br />
ki bunu tarihin sayfalarında her zaman bulmak çok<br />
zordur. Zira bu kahramanlıklara imza atanların<br />
çok azı tarih sayfalarında yer almıştır. Bu hikâye,<br />
Kıbrıs Türk mücadele tarihinde belki de dönüm<br />
noktası oluşturan rahmetli kahraman mücahit Vehbi<br />
Mahmut’un kendi ağzından bize aktardığı mücadelesinden<br />
bir kesittir. Anlatırken o anı yaşayan Vehbi<br />
Mahmut’un Kıbrıs’ta Bereketçilik Destanını size<br />
aktaracağım. Rahmetli ile yaptığım bu mülakat beş<br />
yıl önce tekerlekli sandalyede kollarını kıpırdatamaz<br />
halde, eşinin ve evlatlarının yardımını alarak yaşadığı<br />
bir zamanda gerçekleşmişti. Onu ve tüm mücahitlerimizi,<br />
liderlerimiz olan Sayın Dr. Fazıl Küçük ve<br />
Rauf R. Denktaş’ı rahmetle anıyor, mekânları cennet<br />
olsun diliyorum. Ruhları şad olsun…<br />
********<br />
1950’li yıllardı. Vehbi Rum tarafında işçi idi. Zaten<br />
o dönemlerde Türklerin adada ekonomik durumu çok<br />
kötüydü. Ne de olsa sömürge dönemi vardı. İngilizler<br />
Türklere hep mesafeli tavırları ile biliniyordu, bir<br />
de haksız uygulamaları ile. Türk’ü Türkten başka<br />
düşünen de yoktu.. Vehbi yaşadığı Goççina(Erenköy)<br />
köyünden çalıştığı maden ocağına gitmek için her<br />
gün otobüse biner ve maden ocağına varırdı. Otobüs<br />
durağında bir gün yine beklerken “Bu İngilizler hep<br />
bizi görmezden gelir, haklarımızı gasp eder, Rumlar<br />
da bizi aşağılar.” diye mırıldanarak büyük bir ah<br />
çekdi. Her geçen gün bu düşünceleri daha da artıyor<br />
ve devamlı düşünüyordu. O dönemde Kıbrıs Türklerinin<br />
lideri Dr. Fazıl Küçük’tü. Fazıl, Kıbrıs Türkü<br />
için gerek İngilizlere gerek Rumlara karşı büyük bir<br />
mücadele veren kişiydi. Kıbrıs Türkünü birlik içinde<br />
tutmaya ve haklarımızı İngilizlerden koparmaya<br />
çalışan büyük bir liderdi. 1950’li yıllarda İngilizlerin<br />
elinden gasp edilen Müftlük, eğitim ve hatta vakıf<br />
haklarımızın çoğunu almayı başarmıştı. Bu da bin<br />
bir zorluk ve çile ile gerçekleşmişti. Vehbi bunları<br />
düşünüyordu düşünmesine de hep yüreğinde Anavatan<br />
hasreti vardı. Yaşadığı yer deniz kıyısı olan<br />
bir yerdi. Gece oldu mu arkadaşları ile toplanır bir<br />
tepeye çıkarak Anavatan’ın yanan ışıklarını görmek<br />
için çırpınırdı. Hatta bir keresinde Türk bayrağına<br />
olan sevdalarını, hasretlerini gidermek için gizlice<br />
Türk bayrağı yapmak için harekete geçmişti. O<br />
dönemlerde İngilizler Türk bayrağı taşımayı, asmayı<br />
yasaklamıştı. Hatta okullarda Türk tarihini dahi<br />
Türklere öğretmeyerek onları “Müslüman azınlık”<br />
olarak nitelendiren baskıcı bir eğitim ile yetiştirmeye<br />
çalışıyordu. Vehbi de bu yasağa rağmen tıpkı diğer<br />
Kıbrıs Türklerinin yaptığı gibi kendine kırmızı ve<br />
beyaz kumaştan Türk bayrağı yaparak evinde öpüp<br />
kokluyordu.<br />
Hayat Kıbrıs Türkleri için çok zordu. Kıtlık<br />
bir tarafta, baskı zulüm diğer taraftaydı. Adadaki<br />
Kıbrıs Türklerinin tek suçu kendilerini Türk görüp<br />
Anavatanlarını Türkiye Cumhuriyeti görmeleriydi.<br />
Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi hep onlar için<br />
umuttu. Hep “Bir gün..” diyorlardı. ”Bir gün Türkiye<br />
bizi de görecek…”. Gerçi 1950’lerde Türkiye’nin<br />
dış politikasında Kıbrıs meselesi yoktu. Çünkü<br />
İngiliz egemenliği sürüyordu. Adada kurulan Türk<br />
elçiliğinin görevi de Kıbrıs’tan Türkiye’ye Türk nüfusunu<br />
taşımak içindi…<br />
Vehbi tüm bu ortamlar içinde büyüyen genç bir<br />
delikanlıydı. Geçmişteki Rum isyanlarını ve Türklere<br />
olan saldırılarını çok iyi biliyordu. Rumlara karşı hep<br />
temkinliydi ama yine de Rumlardan arkadaşları da<br />
vardı. Beraber oturup yiyip içtiği Andrea adında çok<br />
da iyi bir Rum arkadaşı vardı. Andrea ile aynı işte<br />
59
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
çalışırlardı. Aralarında çok da bir yaş farkı yoktu, Andrea<br />
sadece iki yaş ondan büyüktü. Zaten çalıştıkları<br />
işletme Rumlara aitti. Bunun için de Vehbi Rum İşçi<br />
Sendikasına (PEO) kayıt yaptırmıştı. Amacı bu sendikada<br />
Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmaktı. Tek<br />
gayesi bu idi. Yoksa bu sendikanın komünist yapısı<br />
onu hiç ilgilendirmiyordu…<br />
Andrea ile bir gün işte yeniden bir araya gelip beraber<br />
maden ocağında çalışırlarken Andrea Vehbi’ye<br />
dönerek: “Cumartesi Pazar miting var be Vehbi, ne<br />
den gidelim”. “E madem sendikanındır, gidelim da<br />
haklarımızı arayalım.”<br />
Miting günü bir kalabalık… Bir kalabalık ki kum<br />
atsan yere düşmüyordu. Andrea ve Vehbi de miting<br />
alanına gelen kişilerdendi. Ama çoğunluk Rumlardı.<br />
Birkaçı da Rum firmalarında çalışan Türk işçiler.<br />
Vehbi Sendika’nın kapısından içeri girer girmez<br />
Stalin’in duvardaki kocaman resmini gördü. O resmi<br />
ve üzerinde yazılı olan sözü ömrü boyunca hiç<br />
unutmadı; “Bay Stalin bize söyledin tabancanı teslim<br />
etme, çünkü sen bize söz verdin bizi kurtaracan”. Bu<br />
sözü okuyan Vehbi duraksadı ve şok oldu. Kendisi<br />
ağzını açmadan Andrea Vehbi’ye dönüp; “Be Vehbi<br />
biz ne için uğraşırık, bu sendikamız ne için uğraşır”...<br />
Vehbi ise “İşimiz ne be bu sendika ile, biz işlerik<br />
işçi haklarımızı almak için...” Bu olay üzerine sessizce<br />
oradan ayrılan Vehbi ve Andrea suskundu,<br />
çünkü içlerine bir ateş düşmüştü. İkisi de Türkler ve<br />
Rumların yeni bir kavgaya gireceğini anlamışlardı...<br />
O sıkıntı içinde meydandan ayrılırlarken birden<br />
kocaman Yunan bayrağını ve altında ufacık Türk<br />
bayrağının asılı olduğunu gördüler. Andrea hemen<br />
Vehbi’nin omzuna vurarak tekrardan pişmanlığını<br />
dile getiren sözü söyledi; “Be Vehbi ne geldik buraya<br />
biz eyiki evimize dönüyoruk, çünkü bunlar bizi<br />
gapıştıracak...”<br />
Zaten çok zaman geçmeden Vehbi duyar ki pek<br />
yakında Türk-Rum kavgası çıkacak! Sene 1955 idi.<br />
Daha Rum tedhiş örgütü EOKA saldırıları yoktu.<br />
Ama teşkilatları kurulmuştu. Bu olaylardan sonra<br />
üçüncü hafta EOKA başladı. Her gün olaylar duyulmaya<br />
başlandı.<br />
Vehbi de her gün işe otobüs ile giderdi. Otobüste<br />
hep Kıbrıs Türkleri vardı. Sene 1956’ya gelince ara<br />
ara olan Rum saldırıları sonunda Vehbi’nin içinde<br />
bulunduğu otobüse de rast geldi. Rumlar Kıbrıs<br />
Türklerinin yolcu olduğu otobüsü makineli tüfeklerle<br />
taradılar, olayda Vehbi şans eseri yara almazken<br />
otobüsteki diğer pek çok Türk ağır yaralar almıştı.<br />
Bu olay olduğunda o tehlike ile Vehbi’nin beyni<br />
donmuştu. Artık kafasından tek düşünce geçiyordu.<br />
”Bu işin sonunda ne olacak Rumlar köyüne saldırırsa<br />
kendilerini savunacak silahları bile yokken nasıl karşı<br />
direnişte bulunacaklardı” O olayın gecesi tüm gece<br />
sabaha kadar oturup düşündü.<br />
Ertesi günü tüm köylüyü topladı kahveye. Ardından<br />
orada toplananlara: “Köyümüzü bir Rum saldırısında<br />
nasıl savunuruk diye sordu. Ortaya çıkan tabloda<br />
içler acısı bir durum vardı; toplamda köyde bir tabanca<br />
beş de av tüfeği bulunuyordu. Bu silahlar ile köyü<br />
savunmak imkânsızdı. Köylünün silaha ihtiyacı vardı.<br />
Vehbi tam bir hafta bu olayı düşündü. Ama daha da<br />
ilginç olan bu bir haftalık süre içerisinde bir akşam<br />
Vehbi rüyasında Atatürk’ü gördü. Ata Vehbi’ye “Vehbi,<br />
Yürü da gorkma(korkma), ben yanındayım.” Bu<br />
rüyanın tesiri ile Vehbi heyecanlandı ve birden aklına<br />
Türkiye’den silah getirme fikri doğdu.<br />
Konuyu arkadaşlarına açınca onlar da “tamam”<br />
dediler. İşte bu fikir Kıbrıs’ta Bereketçilik destanının<br />
başlangıcı oldu. Çünkü Bereket demek silah demekti.<br />
Vehbi önce Kıbrıs’ta direniş teşkilatlarına yazılarak<br />
silah bulma çabası içine girdi. Kara Çete, Volkan<br />
bu teşkilatlardandı. Ama öyle görünüyordu ki bu<br />
teşkilatların da silahı yoktu. Onlar bile sadece su<br />
borularından silah yapmaya çalışarak direnişte bulunmak<br />
durumundaydı.<br />
Adada ortam gergindi. Çünkü Rumlar bir taraftan<br />
Türkleri öldürürken, İngiliz aleyhte bir durum<br />
görürse asar, mesela seni silahlı bulsun ya da anlasın<br />
örgüttesin diye kesin idam ederdi. Vehbi’nin teşkilata<br />
girmesi önceleri o kadar da kolay değildi. PEO’da<br />
işçi olması onun pek çok Kıbrıs Türkü tarafından Komunist<br />
sanılmasını da vesile oluyordu..<br />
Gene bir gün PEO’ya gitti, zaten o ara ne zaman<br />
Lefkoşa’ya gitse genç bir oğlan hep onu bisikletinan<br />
takip etmeye başlamıştı. Huylanırdı ne gelir peşinden<br />
diye. Bir gün Büyük Han’da bulunduğu sırada Türkler<br />
ve Rumlar arasında büyük kavga çıktıydı. Türklerin<br />
safına geçip hemen Rumlara karşı direnişe<br />
geçen Vehbi, kavganın ardından kendisini takip eden<br />
genç oğlanın buna şahit olmasına da vesile olmuştu.<br />
Kavgadan sonra Vehbi’yi takip eden o genç oğlan<br />
onun yanına varıp “Sevdim seni tam aradığımız<br />
adamsın” dedi. Bu genç oğlanın adı da Mehmet Ali<br />
Akpınar idi. Kendisi Volkan teşkilatındaydı. Mehmet<br />
Ali ve Vehbi birlikte bir lokantaya gittiler. Uzun<br />
uzun konuştular. Meğer teşkilat Vehbi’yi Komunist<br />
zannedermiş. Rum sendikasında üye idi ya.. Ama<br />
ne bilsin Vehbi Kıbrıs Türk işçilerin hakları için<br />
oradaydı, gerçi mecburdu da. Çünkü Rum maden<br />
şirketinde çalışıyordu.<br />
Lokantada sohbet ederlerken Mehmet Ali birden<br />
“Gel düş peşime” dedi, birlikte yola koyuldular.<br />
O zamanlar Mücahitler spor kulüplerine yazılarak<br />
60
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
teşkilata girerlerdi. Vehbi bunu bilmiyordu ama<br />
oraya varınca durumu anlayacaktı. Nitekim Mehmet<br />
Ali Vehbi’yi Sönmezler Spor Kulübü’ne götürdü.<br />
Kapıdan içeri girecekleri anda Mehmeta Ali “Şimdi<br />
seni bu kulübe yazdıracam”. Vehbi ise zaten durumu<br />
anladıydı. Spor Teşkilatının Müdürünün karşısına<br />
geçtiklerinde müdür Vehbi’ye bakarak “Sen demi<br />
spor oynan” dediğinde Vehbi büyük bir tebessüm ile<br />
“Evet ben da oynarım.” diyecekti.<br />
Sene 1957 olduğunda Vehbi teşkilatın silah<br />
sıkıntısını biliyordu. Aklında da hep silah bulmak<br />
vardı ama çaldığı bütün kapılar bu konudaki sıkıntıyı<br />
ortaya koyuyordu. Rumların Türklere saldırıları her<br />
geçen gün şiddetini artırıyordu, hatta geceleri sokak<br />
nöbetleri de başlamıştı. Kıbrıs Türk teşkilatlarının<br />
birbirinden ayrı dağınık olması da hoş değildi. Sonunda<br />
1957 yılında TMT teşkilatının temelleri atıldığı haberi<br />
gelince Vehbi de gidip TMT’ye yazıldı. Teşkilata<br />
yazıldığı sırada Vehbi’ye “Silahlarınızı teşkilata veriniz,<br />
ihtiyacımız var” dendi. Vehbi ise “Bizim de silaha<br />
ihtiyacımız var, köyümüzü nasıl koruyacağız”<br />
demişti. Vehbi bu durum üzerine derin düşüncelere<br />
dalmıştı. Bu kez TMT başkanı kim onu bulmak için<br />
harekete geçti. Lefkoşa’daki Müftüye gitti.<br />
Müftü; “Be Vehbi” “Ne aran bunları, seni vurduracaklar”.<br />
Vehbi müftüden bilgi alamayınca bu defa bir<br />
başçavuş arkadaşını gördü, ona da “TMT başkanı kim<br />
onu bulmam lazım” dedi. O da “Be Vehbi! bana böle<br />
şey söyleme da sokacam seni içeri”... Oradan da bir<br />
sonuç alamayan Vehbi doğru liderimiz Dr. Küçüğün<br />
evine gitti ama o da evde yoktu.<br />
Bu kez Vehbi kafasına koyduğunu yapmak niyeti<br />
ile Rumlardan bir tekne satın almaya karar verdi. Durumu<br />
köydeki arkadaşlarına açtı ve köylüler “Senininan<br />
ölüme giderik be Vehbi” dediler. Ama Vehbi’nin<br />
elinde yeterince tekne alacak para yoktu. Kardeşi<br />
Celal’den yardım istedi, o da ona 30 pound verdi. Bunun<br />
üzerine para tamamlanınca Rum’dan “Eleftheria”<br />
adında küçük bir tekne aldılar. “Eleftheria”nın<br />
anlamı da hürriyet demekti. Vehbi teknenin adını da<br />
değiştirmedi. Bıraktı öyle kalsın. Güya balıkçılık yapacaklar<br />
diye tekneyi satın aldıklarını da her tarafta<br />
söylediler. Vehbi için artık tekne hazırdı ama bu işi<br />
yapacağı için ille de TMT başkanını görmesi, bulması<br />
lazımdı. Dolayısyle O’nu bulmanın mücadelesinden<br />
hiç vazgeçmedi. Ancak tüm çabaları sonuçsuz<br />
kaldı. Sene 1958 yaz ayına vardığında, Vehbi kardeşi<br />
Celal’i de alarak Rauf Denktaş’ı ziyarete gitmeye karar<br />
verdi.<br />
Denktaş’ın işyerine vardıklarında Denktaş bey<br />
odasındaydı. Girişte Vehbi ve Mahmut’a çalışanlar<br />
sordular, “Ne için geldiniz” Cevap vermeyen Vehbi<br />
“Biz Denktaş beyi göreceyik.” İçeri giren yaver<br />
Denktaş beye: “iki kişi var sizi ille de görmek isterler.”<br />
“Nerelidirler” “Goççinalıdırlar(Erenköylü)”<br />
dedi. O zaman Goççinalılar en fakir insanları idi. Hep<br />
da Rumca konuşurlardı. Denktaş da bunu düşünerek<br />
“Yok” dedi. “Napacam Dillirolarınan Gitsinler”<br />
dedi.<br />
Dentaş’ın yanından çıkan adamı çıkınca Vehbi ve<br />
Celal’e “Ne istersiniz ben Denktaş beye iletirim”<br />
“Çok meşgul sizi göremez” dedi. Vehbi bunun üzerine<br />
“Plan hazırdır, tekne hazırıdır, Türkiye’ye gidip<br />
silah getireceyik! Tekne batar yakalanırık, zannedilmesin<br />
ki silah getirip bu işi ticaret yapacayık,<br />
zannetmesinler menfaat için gideceyik.” Oradakiler<br />
şaşkınlık içinde “Nasıl olur yahu bu.” “Bu olacak<br />
hem yakında!” Sonra Denktaş beye durum anlatılınca<br />
hemen içeri alındılar.<br />
Durumu Denktaş beye anlatan Vehbi’ye cevaben<br />
“Bu iş olmaz Vehbi” denince Vehbi de “tamam” der.<br />
Ama Vehbi kafasına koymuştur. Bu işi yapacaktır.<br />
Denktaş beyin ofisinden çıkınca karşılarında rastgele<br />
bir bisikletli adam gördüler. Bu adam gazete satardı.<br />
Vehbi hemen adamı durdurdu ve ona “Doğu batıyı<br />
gösteren pusulan var mı” “Var ya, istersiniz” “Eya<br />
isterik satacan bize” “Satarım...”<br />
Pusulayı da alınca oradan doğru köye gittiler. Artık<br />
her şey hazırdı. Köyde Vehbi ondan haber bekleyen<br />
arkadaşlarını toplayarak “Denktaş da TMT de kabul<br />
etti, ama kabul etseler de etmeseler de biz bu işi zaten<br />
yapacağıdık” diyerek herkese büyük umut vermişti.<br />
Gece 11’de tekne denize götürüldü. Vehbi ve<br />
gardaşı Celal konuyu biliyordu, ailelerine hiç bir şey<br />
demeden evden çıkıp hazırlıklarını yapmışlardı.<br />
Vehbi ile bu maceralı yolculuğa çıkacak olan<br />
iki arkadaşı daha vardı. Asaf ve Cevdet! Üçü<br />
de tekneye bindi ve ardında kalan arkadaşlarına<br />
“Allahaısmarladık” diyerek helalleşip yola koyuldular.<br />
Çok gitmeden birden kendilerine büyük ışık çakan<br />
İngiliz hücumbotlarını gördüler. Denizde İngiliz<br />
hücumbotları her zaman devriye gezerdi. İngilizler<br />
onları fark edince o ışığı etraflarında çevirmeye<br />
başladılar, çevirdiler, çevirdiler... Vehbi ve arkadaşları<br />
da hemen balıkçı ağları ile balık tutuyor numarası yaparak,<br />
İngilizleri huylandırmamaya çalıştılar. Sonunda<br />
İngiliz hücumbotu ayrıldı ve üç kahraman kürek çeke<br />
çeke denize açıldılar. Tam üç gün kürek çektiler... Son<br />
gün sabah olup da şafak sökünce sağa sola bakındılar,<br />
pusulaları ile yönü tekrardan kontrol edip ”Bismillah”<br />
çekerek tekneyi çalıştırdılar... Denize biraz<br />
açıldıklarında ise fırtına başlamıştı. Motor güçsüzdü,<br />
saatte ancak 4 kilometre yapardı. Ceplerindeki<br />
para da çok azdı. Üçünün toplam parası 30 lira idi.<br />
61
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Günler sonra sabahın 04.00-4.30 gibi Türkiye<br />
dağlarını gördüler... O an öyle bir rahatladılar<br />
ki hemen tekneyi sondürüp aç olan karınlarını<br />
yanlarındaki ufak erzakları ile doyurmaya çalıştılar.<br />
O coşku ile kendi kendilerine “Bu tekne bizi buraya<br />
kadar getirdi, biz de tekneyi çekelim” dediler. 1958<br />
Ağustos’ta oldu bu olay...<br />
Aralarında olan bu şakanın ardından hemen motoru<br />
çalıştırdılar ve tam gaz ileri. Sonunda karaya<br />
vardılar. Baktılar ki karada üç kişi vardı. Hemen inip<br />
tekneyi bağladılar. Oradakiler hemen sordular “Kimsiniz<br />
Bulgar mısınız” Vehbi ve arkadaşlarında ne<br />
kimlik ne bir isim belgesi hiç bişey yok! Ama onlara<br />
“Yahu, biz Kıbrıs Türküyük”. Çok geçmeden baktılar<br />
ki konuştukları adam bir piyade ile geldi. Orada bir<br />
de köylü adam vardı, bu adam dedi ki ”Bu çocuklar<br />
eminim dedi Kıbrıslı Türküdürler”. Piyadeye dönüp<br />
“Bırakacaksınız bu çocuklara bir içecek ikram edelim”.<br />
Hemen onlara bir çay ikram ettiler. Bu arada<br />
o köylü adam tüm köye haber saldı ve bu 3 Kıbrıs<br />
Türküne yardım için tüm köylüden 1 kuruş toplatarak<br />
toplamda 100 lirayı bu genç çocuklara verdiler.<br />
Ardından da “Allah sizi korusun” dediler. Sonra o<br />
adam dedi ki “Bu çocukları yedirin içirin yıkansınlar<br />
bir tokat istemem vurasınız gendilerine!” dedi.<br />
Galadıran’a çıktılar. Anamur’a çok yakındır.<br />
Bu yardımsever adam oranın Muhtarı mıydı neydi<br />
bilinmez ama hemen bu 3 genci yemek sofrasına<br />
oturttu. Yanlarında da bir başçavuş ve asker. Sabah<br />
erken saatlerde bu askerlere emir geldi.“ Bu 3 genç<br />
ile Anamur’a gidilecek!”. Oradaki askerler de çekinirler<br />
kim bunlar diye, ne de olsa üzerlerinde ne<br />
kimlik var ne izin. Bu yüzden askerciğin de aklından<br />
bir sürü soru geçer; “Ya beni öldürürlerse!” diye.<br />
Bunu anlayan Vehbi sonunda Askere gerçek niyetlerini<br />
anlatmadan kendilerinin buraya gelme nedenlerini<br />
“mülteci” olduğunu söyledi.<br />
Köylüler de onların silah alacağınıı bilmezdi ama<br />
gene de onlara yardım ettiler. Anamur dağlarında<br />
bir ormancı Anamur’a gitmek istiyordu. Asker bu<br />
Anamurlu adam ile yolculuk yaparım dedi. Vehbi ve<br />
arkadaşları tekneyi tekrar çalıştırdılar, çalıştırmasına<br />
da silah üstlerine halen doğrulu idi. Vehbi’nin canı<br />
sıkıldı tabi. Askere “Ey be asker, goysana aşağı o<br />
silahı, gorkma goy yere, biz Kıbrıs Türküyük”. Atıldı<br />
ormancı “Goy yere yahu” dedi. O esnada Türkü demeye<br />
başladılar. Ormancının sazı da vardı. Türkü dediler.<br />
Neyse sonunda Anamur’a çıktılar... Bir kamyon<br />
dolu asker vardı onları bekleyen. Tekneyi bağladılar.<br />
Mülteci diye tutuklanan bu gençlerin üzerlerinde ne<br />
var, ne yok, ne giyerler vs. Neredeyse yarım saati aşan<br />
sorgu… Vehbi’nin yine canı sıkıldı ve Komutan’a<br />
“Bu gidişinan akşama kadar gurtulmayık.” “Alın<br />
isimlerimizi yazın.” “Yazın bir pantolon cizme neysa<br />
artık” dedi. “Tamam” diyen komutan özür dileyerek<br />
sorgulamaya son verdirdi.<br />
Sonra oradan bu 3 kahramanı Jandarma aldı. Sabahtan<br />
tekrar sorgu; “Ne istersiniz” “Mülteci”<br />
geldik... 2-3 gece jandarmada kaldılar. Sonra bir telefon<br />
geldi, Mersin’e gidecekler diye. O zaman yollar<br />
da toprağıdı. Anamur’dan Mersin’e yola çıktılar. 3<br />
asker, bir şöför ve Vehbi, Asaf, Cevdet yola çıktılar.<br />
Yol o kadar yorucuydu ki şöför uyukladık dinlenelim<br />
mi sorunca askerler “tamam” dedi. Gece idi. Herkes<br />
yattı, yorgunluktan sabaha kadar uyumuşlardı. Sabah<br />
Vehbi uyanınca bir baktı ki silah daha üzerlerine<br />
doğrulu...”Be asker, bırak o silahı da dinlen sen de”...<br />
Sonra şöför: “Bunlar düşman değil, aha isimleri de<br />
Ahmet, Mehmet’tir. Görün işte mültecidirler” dedi.<br />
Vehbi, Asaf ve Cevdet sözde oraya vardıklarında ertesi<br />
günü döneceklerini zannederlerdi.<br />
Mersin’e giderken Atatürk büstü varıdı. Bu 3 kahraman<br />
bunu görünce duygulanarak şöföre “Bu güzel<br />
topraklarda bırakın bizi girelim denize bir de banyo<br />
yapalım” dediler. “Tamam”. Elbiselerini denizde<br />
yıkayıp sıktılar, tarandılar ve sonra da tekrar yola<br />
koyulup Mersin’de gidecekleri yere vardılar. Orada<br />
sivil komutanlara teslim edildiler. Mersin’de de iki<br />
gece kaldıktan sonra Adana’ya gidecekleri haberi<br />
geldi. Vehbi buradan ayrılmadan önce “Mersin’de<br />
vali var mı” diye sordu. Var dediler. Gidip ziyaret<br />
etmek istedi. Tamam denilerek vali konağına gidildi.<br />
Vali yardımcısı görüşecekti. Tek tek onları<br />
yukarı çağıracaktı. Ama Vehbi diğer iki arkadaşına<br />
“Vali’ye mülteci geldik” deyin. Onlar da “Tamam”<br />
dediler. Sıra Vehbi’ye gelince “Ne var Hayrola.”<br />
“Sizden yardım isterim.” “Sen kimsin.” “Biz mülteci<br />
değilik, kaçakçı da değilik, biz geldik memleketimize<br />
silah istemek için buraya geldik.” Öyle<br />
deyince adam masa başında hem konuşup hem de<br />
kalemle önündeki kâğıtlara imza atarken birden elinden<br />
kalemi bırakıp ayağa kalktı ve doğru Vehbi’nin<br />
yanına giderek ona sarıldı. O kadar gururlanmıştı<br />
ki Vehbi’yi öperek başka türlü duygular içine girdi.<br />
Sonra gözleri dolu halde, “Elimden geleni yapacam.”<br />
”Allah razı olsun”… Vali yardımcısının odası<br />
yukarda idi. Merdivenleri büyük bir endişe ile çıkan<br />
Vehbi ne ile karşılaşacağını bilmiyordu, ama içinde<br />
de bir umut vardı. Silah getirmek istediğini valiye<br />
duyurabilir oradan da Ankara’ya ulaşabilirdi. Bu<br />
düşüncesinden olumlu tepki aldığı vali yardımcısı<br />
yanından ayrılırken hızlıca koşarak merdivenleri inip<br />
aşağı inmişti. Artık huzurluydu.<br />
Vali konağının dışına çıktıklarında arabaya bine-<br />
62
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
cekleri sırada üzerlerinden rastgele bir uçak geçti...<br />
Vehbi de komutana “Komutanım geçen uçak Türk’tür,<br />
Amerikan’dır, yoksa İngiliz’dir” Komutanın içine<br />
sanki de ateş saplandı... Doğru onları MİT’e götürdü.<br />
O gün de Irak’ta ihtilal olduydu. Orada bir odaya<br />
kapatıldılar. Odada bir de Arap çavuş varıdı. Beraber<br />
tam bir hafta yattılar, ne banyo yaptılar ne de başka<br />
bişey... Onlara ne için yattıklarına dair hiç bişey da<br />
demediler..Bir haftanın sonunda Ankara’dan ekip<br />
geldi. Vehbi’yi çağırdılar... ”Vehbi Mahmut, yukarı<br />
gelsin.” “Sen kimsin, adın ne Nerelisin” “Goççina”<br />
“Goççina’dan sonra Pirgo gelir Ne gelir bilin”<br />
Vehbi da bu adama anlattı. Aldı kitapçığı açtı baktı,<br />
baktı...<br />
Sonra Vehbi ve arkadaşları yarım saat geçmeden o<br />
adamın “Götürün çocukları banyoya” talimatı ile iki<br />
Sivil asker eşliğinde hamama götürüldüler, oradan<br />
yemeğe vs.<br />
Tekrar içeri girdiklerinde karşılarında bulunan<br />
bir adam vardı. Bu adamın adı Dr. Burhan<br />
Nalbantoğlu idi. Kendisi Kıbrıs Türkü idi. TMT’nin<br />
kurulmasında ilk öncü olan kişilerdendi. Kendisi o<br />
dönem Ankara’da bulunuyordu.<br />
Adam Vehbi’ye “Sen beni tanırmın” “Sen Burhan<br />
Nalbantoğlu değil misin” “Sen doktorsun, sen bana<br />
bir tokat vurduydun köyde” gülüştüler, sonra “Gel”<br />
dedi. Kıbrıs Türkiye Anamur’u haritada gösterdi.<br />
Ben size “Piskot(bisküvi) ve karpuz verdim götüresiniz.”<br />
“Nasıl götüreceksiniz” dedi. Vehbi haritada<br />
kendilerine her yeri, Köprülerden ağaçlara tepelere<br />
kadar gösterdi... O karpuz ve Piskotları nasıl köye<br />
ulaştıracaklarını anlattı.<br />
Ertesi günü “Binin arabaya” dedi, doğru Anamur’a<br />
gittiler. Tekneyi aldılar. Ama ağları bulamadılar…<br />
Tekneye silahlar yüklendi ve Kıbrıs’a gitme<br />
hazırlıkları artık tamamlanmıştı.<br />
Burhan Nalbantoğulu’nun yanında İsmail Tansu<br />
komutan da vardı. Vehbi’nin Anamur’a gelmesi<br />
üzerine ikisi Ankara’dan Vehbi’nin bulunduğu yere<br />
gelmişlerdi. Vehbi’ye ve arkadaşlarına 12 tabanca<br />
5 kasa mermi 5-10 dane da bomba teknelerine<br />
yüklenmişti... Gerekli hazırlıklar bitince Vehbi ve<br />
arkadaşları tekneye bindiler. Helalleşip yola koyuldular.<br />
Ancak Vehbi bu mutluluğunu haykırmak<br />
istemişti. Kendisine verilen silahlardan birini alıp<br />
birkaç el havaya ateş açtı ve “Bu Kıbrıs’ın kurutuluşu<br />
olacak!” diye haykırdı...<br />
Günler sonra nihayet Lefke açıklarına varmışlardı.<br />
onları bekleyen köylüler de her gece denizde ışık<br />
çakallardı, gelen olur da onlara sinyal olur diye. Nihayet<br />
başarı ile Köye vardılar. Köydeki arkadaşları<br />
bunun üzerine hemen onları buldu. O an herkes<br />
heyecanla “Bu silahları napacayık” diye. Onların<br />
verdikleri cevap netti; “TMT’ye vereceyik.”<br />
Yorgun bir halde eve giden Vehbi ve arkadaşları<br />
bu kez köylünün “Bize silahları ver” baskısı ile<br />
karşılaştı. Hatta “İki tanesini sat yahu” diye yalvarmalar<br />
başladı... TMT’den köye gelecek olan adam<br />
“Vehbi Mahmut’a 29 lira borcum var” diyecek idi.<br />
Günler geçer silahları almaya gelen yok... 5 gün 5<br />
gece kimse yok... Bunun üzerine Vehbi silahları<br />
köyden çıkarmaya karar verdi. Çünkü Köylü dilinde<br />
konuyu dolandırmaya başlamıştı. Biri duydu<br />
mu yakalanma ihtimali yüksekti. Bunun üzerine<br />
köyde dağlık bir yere silahları gömdüler. Ertesi günü<br />
Lefkoşa’ya vardılar.<br />
Amaçları TMT’cileri bulmaktı... Teşkilatta o zaman<br />
İlter Kırmızı, Salih Serter vardı, onları bulup<br />
görüştüler. Vehbi onlara “Silahlar geldi”. “Ma inanalm<br />
yahu...”. orada bulunan Zeki Çavuş ise hemen<br />
“Silahlar yoksa vuracayık sizi.” dedi. Üç ayrı taksi<br />
ile Erenköy’e gittiler. Orada silahların gömüldüğü<br />
yeri kazdılar. İlter Kırmızı geldi. Serter geldi,<br />
Zeki Çavuş geldi. Topal Mahmut da vardı. O silah<br />
çıkmasa hesapta bu 3 kahramanı vuracaktı. Günün<br />
sonunda silahlar çıkarıldı ve teslim edildi. Bu silahlardan<br />
sadece bir tane köy için ayrıldı. Onlar kaç kapı<br />
çaldılarsa köylerini korumak için silah istemişlerdi.<br />
Oysa onlara silah yok deniliyordu. O kadar silah<br />
almışlardı ama kendi köyleri için günün sonunda sadece<br />
bir silah bırakacak kadar da fedakârdılar.<br />
Vehbi bu silahları arkadaşları ile teslim edince olur<br />
ya silahları alan bu ekip yolda yakalanırlarsa ve işin<br />
sonunda kendileri ihbar etti diye iftiraya uğrarlarsa<br />
diye düşünerek silahları alan araçlar ile Lefkoşa’ya<br />
kadar gittiler. Silahları merkeze teslim ettiklerinde<br />
ise köylerine rahat bir şekilde geri dönmüşlerdi.<br />
Artık ikinci seyahatin planları yapılmaya hazırdı…<br />
İşte bu hikâye Kıbrıs’ta yaşanan Bereketçilik<br />
Destanının ilk bölümü oldu. Bu kahramanlar defalarca<br />
bu silah taşımacılığını yaptılar. Vehbi Mahmut sadece<br />
bu destana sebep olan kahramandı. Ardından<br />
diğer kahramanlar sıraya dizildiler. Ancak kimileri<br />
azgın sularda hayatını yitirdiler..<br />
Bugün pek çoğu hayatını yitirdi. Ancak onlar<br />
bu topraklarda efsane oldular. Onları tarih<br />
kitaplarında görmek, yaşatmak lazım olsa da bunun<br />
eksikliğini yaşayan bir nesil ile karşı karşıyayız.<br />
Umarım bu hikâye tüm Türk gençliğine yaşanan<br />
kahramanlıklarımızdan bir kesit sunabilmiştir..<br />
Onları rahmetle anıyoruz…<br />
63
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
EYVALLAH<br />
•<br />
İsmail KANDEMİR<br />
Gülistanda gülfidanı dileyen,<br />
Dost dalında dem bulana Eyvallah…<br />
Deryalarda damlaları eleyen,<br />
Dost selinde dem bulana Eyvallah…<br />
Ruhumuza dem vurdular erenler,<br />
Ser verdiler halkamıza girenler,<br />
Gönüllere ayar veren yarenler,<br />
Dost ilinde dem bulana Eyvallah...<br />
Sema eder, semah döner yanarız,<br />
Kuraklaşmış nefislere pınarız,<br />
Bin yıllardır büyüyen bir çınarız,<br />
Dost yolunda dem bulana Eyvallah..<br />
Talip olur; çilelere güleriz,<br />
Nefsi değil; ruhumuzu bileriz,<br />
El yükselir, biz ayağa ineriz,<br />
Dost dilinde dem bulana Eyvallah…<br />
Hayat nefesim ki Yesevi’dendir,<br />
Felaha davet ki, Mesnevi’dendir,<br />
Hâlîdi Nakşımız, sır demindendir,<br />
Dost gelende dem bulana Eyvallah…<br />
Hatme, zikir, tesbih ekinlerimiz,<br />
Mümin, sofi, ihvan yakınlarımız,<br />
Nefis üstünedir akınlarımız,<br />
Dost görende dem bulana Eyvallah…<br />
Hacı Bektaş, Bahauddin pirimiz,<br />
Mansur gibi yüzülse de derimiz,<br />
Son nefeste ayan olur yerimiz,<br />
Dost gülende dem bulana Eyvallah…<br />
Yazılı fermanım, boyun büküktür,<br />
Kul hanem ki, duvarlarım yıkıktır,<br />
Namemde gördüğün nurdur, akiktir,<br />
Dost pulunda dem bulana Eyvallah…<br />
Kimi canlar, ney üfleyip dönerler,<br />
Kimi kandil olur; yanıp sönerler,<br />
Nefs yoluna kâmil ata binerler,<br />
Dost salanda dem bulana Eyvallah…<br />
Kandemir’im, boşa çaba olmasın,<br />
İmdat eden, zulme tebâ olmasın,<br />
Kul kapısı, ömür hebâ olmasın,<br />
Dost çalanda dem bulana Eyvallah…<br />
64
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ’le<br />
SÖYLEŞİ<br />
•<br />
Konuşan: Sinan DEMİRTÜRK*<br />
TÖRE: Hocam, siyaset ve düşünce dünyasını çok<br />
meşgul eden bir mesele olması bakımından, ilk sualimiz<br />
olarak, “Millet” mefhumunu ve taşıdığı anlamı<br />
tahlil etmenizi istirham edebilir miyim<br />
İ.ÖKSÜZ: Başüstüne… Fakat önce soru cümlenizin<br />
başını inceleyelim: “…siyaset ve düşünce<br />
dünyasını çok meşgul eden bir mesele olması<br />
bakımından…”. Bakın, dikkat edin, bu söylediğiniz<br />
Türkiye için doğru. “Millet” mefhumu, Türkiye’nin<br />
siyaset ve düşünce dünyasını çok meşgul ediyor.<br />
Fakat Batı için doğru değil. Yani Bir Almanya’nın,<br />
bir ABD’nin siyaset ve düşünce dünyasını millet<br />
mefhumu pek de aman aman meşgul etmiyor. Daha<br />
doğrusu Almanları, Amerikanları ilgilendiren bir<br />
millet münakaşası yok. Ama Türkleri ilgilendiren<br />
bir millet münakaşası var.<br />
Bir egemenliğe son verilmesi çalışmaları yürürken,<br />
onun ideolojik alt yapısını da kurmak gerekiyor.<br />
Türkiye’de Türk Milleti’nin 1071’de başlayan<br />
egemenliğine son verme hazırlıkları epey ilerlemiş<br />
durumda. İdeolojik alt yapının dayanakları<br />
aşağıdakilerden biri veya birkaçı olabilir:<br />
a.Aslında Türk Milleti diye bir millet yoktur. Son<br />
yıllarda icat edilmiştir.<br />
b.Hatta millet diye bir toplum birimi yoktur. Millet<br />
hayalidir.<br />
c.Millet vardıysa da, modernitenin bir sonucudur,<br />
içinde bulunduğumuz modernite sonrası çağda millet<br />
yok olma yolundadır.<br />
Fakat belli ki bu iddialar sadece Türk Milleti için<br />
geçerlidir. Söylediğim gibi batı milletleri için değil.<br />
Olmayan, bundan sonra da olmaması planlanan<br />
Türk Milleti’nin dışındaki medenî batılı milletler<br />
için millet, siyasî egemenliğin ve meşruiyetin temelidir.<br />
Bazı devletler, hâlâ, “egemen = sovereign”<br />
diye prensi gösteriyorlarsa da herkes, o prensin<br />
aslında bir milleti temsil ettiğini görmektedir. Pratikte,<br />
yirmi birinci asırda, millet egemenliğin ve<br />
*Gazi Ünv. Öğr.Gör.<br />
65
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
meşruiyetin en yaygın dayanağıdır.<br />
Gerçekten bir durup düşünün. Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nde “hâkimiyet milletin” olmasa, hepimiz,<br />
milliyeti belirsiz bir güruh halinde Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin sadece vatandaşı olsak, o Türkiye<br />
Cumhuriyeti denilen devletin sınırları nasıl çizilecektir<br />
Şuradan derseniz size sorarlar, “Neden oradan<br />
da biraz beriden değil”. Önce sınırlar çizilip sonra<br />
içerde kalana “millet” demek mümkün değildir. Bu,<br />
yani önce sınır çizip içindekilere millet demek, birinci<br />
dünya harbinden sonra galiplerin bizim bölgemizde<br />
giriştiği bir iştir. Tabiî sınırları milletler çizmiştir.<br />
Tabiî olmayan, milletlerin değil de başkalarının çizdiği<br />
sınırları haritaya bakarak kolayca diğerlerinden<br />
ayırabilirsiniz. Meselâ Suriye-Irak sınırı, o ülkelerin<br />
milletleri değil de millet tasarımcıları tarafından<br />
çizilmiştir. Londra’da çizilmiştir. Cetvelle çizilmiştir.<br />
Suudî sınırı, Filistin sınırı da öyle…(1)<br />
Milletin aslında egemenliğin ve meşruiyetin en<br />
yaygın dayanağı olduğunu söyledim. Millet daha<br />
başka birçok şeyin de dayanağıdır. Bakın bunu<br />
Princeton Üniversitesi Siyaset Bilimi hocası Mark<br />
Beissinger nasıl ifade ediyor: “Modern dünyada,<br />
milletlerin içersinde rekabet ettiği bir milletler evreni<br />
icat etmek zorundayız. Gellner’in bize anlattığı gibi,<br />
bir milliyet yok olsa, bir başka milliyet bu boşluğu<br />
hızla doldururdu. Yüksek kültürün yaygınlaştığı bir<br />
dünyada millî olmayanı hayal bile edemeyiz.<br />
Çağdaş devlet ve ekonomi, işlevini, millet denilen<br />
kabın içinde yürütmektedir. Gellner(‘in dediği gibi),<br />
‘Milliyetçilik, belki her zaman tahripkâr değildir<br />
ama, yer çekimi gibi önemli ve sarıcı bir kuvvettir.“(2)<br />
TÖRE: İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle, “<br />
etnik ayrılıkçılığın” ön plana çıkarıldığını görüyoruz,<br />
“Etnisite” ve “ Millet” meselesini bu kapsamda<br />
açıklayabilir misiniz<br />
İ.ÖKSÜZ: Biliyorsunuz Marksizm, milletin<br />
varlığını kabul etmez. Kozmopolitlik iddiasındadır.<br />
Türkiye’de uzun süre kavga komünist fikir taarruzu<br />
ile onun karşısında direnenler arasındaydı.<br />
Bu arada, komünizme karşı olduğunu deklare eden<br />
bir başka grubun, siyasî ümmetçilerin de en az<br />
komünistler kadar milliyetçiliğe ve çağdaş millet<br />
fikrine yabancı ve karşı oldukları dikkatlerden kaçtı.<br />
Dünya görüşü aşiretin henüz aşılmadığı zaman ve<br />
coğrafyalarla sınırlı bu grup, “millet” mefhumunu<br />
kavrayamamıştır. Millet dendiğinde kavim, aşiret<br />
gibi ilkel topluluklardan birini veya ırkı anlar. Milletin<br />
kültür, dil, tarih şuuru gibi temel unsurlarını<br />
görmez. Meselâ “İslamiyet ruhumuz, Türklük bedenimizdir”<br />
veya “İçi İslam, dışı Türk; dışı içinin kölesi”<br />
gibi sloganları düşününüz. Bunlarda “Türk” ırktan,<br />
biyolojiden, etten ve kemikten ibaret değil mi Başka<br />
bir deyişle Türk, cesettir. Millet buysa kültür bu milletin<br />
neresinde Tarih şuuru neresinde Çok açıktır<br />
ki onların kafasındaki millet, millet değildir. Irktır,<br />
kavimdir, bir sulp münasebetinden ibarettir. Hâlbuki<br />
din kadar milliyet de zihinle ve gönülle ilgilidir.<br />
Bu iptidaî düşünce, soğuk harpten sonra kendisine<br />
tabiî bir müttefik buldu: Bölgede kendi millî şuuruna<br />
sahip ve hâkim güç teşkil etme ihtimali bulunan bir<br />
devlet istemeyen emperyalistler. Bütün yapılacak şey,<br />
cesetten ibaret olan “Türk”ten de vaz geçivermekti.<br />
Öyle ya, Türk et ve kemikten ibaretse bundan vazgeçmenin<br />
ne zararı vardı ki Zaten et, kemik ve ırktan<br />
ibaret başka gruplar da vardı… Ve 24, sonra 36,<br />
sonra 40 küsur etnisiteyi ard arda saymaya başladık.<br />
Bunların hepsi et, kemik, ırktı ve aslında hiç biri millet<br />
değildi. Türk de tıpkı onlar gibi millet değildi.<br />
“Milletimiz” diye bir şey vardı ama bu herhalde Türk<br />
Milleti değildi.<br />
Bakınız, George Friedman, etkili bir millî<br />
güce engel olmak için etnisitelerin kullanılışını<br />
nasıl anlatıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nin<br />
büyük stratejisi Avrupa’daki İngiliz stratejisinden<br />
türemiştir- kuvvetler dengesinin idamesi... tıpkı<br />
Birleşik Krallık gibi Amerika Birleşik Devletleri de<br />
muhtemel bölge egemenlerini daha tomurcuk halinde<br />
iken yok etmeye yöneldi. Irak’taki 1990-91 harbi ve<br />
Sırbistan/ Yugoslavya’daki 1999 harbi bu stratejinin<br />
örneklerdir. Bu stratejinin içinde koalisyon halinde<br />
harp etmek, Amerika’nın gücünü bir taraftan diğerine<br />
kaydırarak bölgede iktidar sahibi olma ümitleri besleyenlerin<br />
planlarını asgari güç kullanımıyla akamete<br />
uğratmak vardı. Bu ABD stratejisi global liberalizm<br />
ve insan hakları ideolojisi kılıfına sarılmıştı”(3)<br />
Basra Körfezi’nde bu kadar çok emirlik nereden<br />
çıktı dersiniz Bir asır önce aynı stratejiyi izleyen<br />
İngiltere İmparatorluğu’ndan tabi…<br />
Peki, manipüle edecek etnisite bulmak kolay<br />
mı Eğer millet şuuru zayıflatılmış bir toplulukta<br />
iseniz çok kolay. Dünyada 10 000 civarında etnisite<br />
var. Millet sayısı ise yüzlerde. Arada iki<br />
mertebe, yani yüz kat fark var. İçinden birkaç etnisite<br />
çıkaramayacağınız millet yoktur. Şu çok meşhur<br />
sınırları yeniden çizilmiş Orta Doğu haritasının<br />
ve o haritanın makalesi “Kan Sınırları”nın müellifi<br />
Emekli Yarbay Ralph Peters etnisite bulmanın<br />
kolaylığını anlatır ve yedekte tuttuklarını sayar:<br />
“Bahailer, İsmaililer, Nakşibendiler…”(4). Demek<br />
ki gerekirse onlara da demokratik özerklik verir,<br />
66
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
olmadı devlet kurar, sonra da millet inşa ederiz…<br />
TÖRE:Yazılarınızda ve söyleşilerinizde, dikkat<br />
çektiğiniz bir konu olarak, “Üniter Devlet” ve “Milli<br />
Devlet” arasındaki farkların neler olduğu konusunu<br />
izah edebilir misiniz<br />
İ.ÖKSÜZ: Üniter Devlet ile Millî Devlet iki farklı<br />
kavram. Üniter, federalin tersidir. Tek merkezden<br />
yönetilen devlet demektir. Meselâ ABD, meselâ<br />
Almanya üniter olmayan, federal devletlerdir. Ama<br />
ikisi de millî devlettir. Millî olmayan, üniter de olmayan<br />
devletler olabiliyor. Fakat bunlar pek dayanıklı<br />
değil. Yugoslavya, Çekoslovakya, Belçika gibi.<br />
Bakınız siyaset bilimci Alfred Stepan, millî olmayan<br />
federasyonlar için neler söylüyor: “Komünizm<br />
sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli<br />
olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasî sisteminde<br />
sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi<br />
üniter devletlerdi (Macaristan, Polonya, Romanya,<br />
Arnavutluk ve Bulgaristan). Üçü federaldi (Sovyetler<br />
Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı<br />
1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi<br />
de hâlâ üniter devletlerdir. Üç federal devlet 22 devlete<br />
bölünmüştür.”(5)<br />
TÖRE:Dünya’da düşünce çevrelerinin uzun<br />
yıllardır tartıştığı bir konu olarak, Küreselleşme<br />
sürecinin, Milli Kültürler ve Milli Devletler üzerinde<br />
hangi etkileri bıraktığını düşünüyorsunuz Kanaatinizce,<br />
Ulus devletler için bir tehdit söz konusu mu<br />
İ ÖKSÜZ: İnsan tabiatında iki özellik insan insan<br />
olalı mevcut: Toplum halinde yaşama ve rekabet.<br />
Söz konusu toplumun ne olabileceği, fizik imkânlarla<br />
sınırlı. Dünyası birkaç kilometreye hapsolmuş<br />
insan gruplarından ancak aile, sülale, klan, kavim<br />
toplumlarının çıkmasını, bu toplumlar içinde yaşayıp<br />
rekabet etmelerini beklersiniz.<br />
Önce atın ehlileştirilmesi ve daha sonraki teknik<br />
gelişmeler insanın menzilini arttırdıkça temel toplum<br />
birimi daha dar birimlerden millete doğru gelişmiştir.<br />
Atı erken ehlileştiren ve bozkır medeniyetine ulaşan<br />
Türkler millet birimine de erken vardı. Milletin<br />
Avrupa modernitesinden sonra doğduğunu iddia<br />
edenler, Orkun kitabelerini, Kaşgarlı Mahmud’u<br />
izah etmek zorundadırlar. Bu izahlar yapılmadan<br />
“millet modernitenin ürünüdür” iddiası havada kalır.<br />
Avrupa bize göre statik insanlar diyarıydı. Onlar<br />
millete daha geç ulaştılar. Bizden de, uzak doğudan<br />
da sonra… Fakat dikkat çekicidir, Avrupa’daki ilk<br />
millî devletler de yine bir ulaşım aracının, uzun<br />
menzilli gemilerin geliştiği ülkelerde ortaya çıktı.<br />
İngiltere’de, Hollanda’da ve diğer sahil ülkelerinde.<br />
Özetle, ne kadar çok ulaşım, iletişim varsa aşiretten<br />
veya Avrupa feodalitesinden o kadar önce çıkıp millet<br />
formuna o kadar erken ulaşıyorsunuz.<br />
Küreselleşme, insan menzilinin dünyanın hemen<br />
her noktasında bütün dünyayı kapsayacak derecede<br />
artışıdır. Bu bilgi menziline sahip insan kendine<br />
benzeyeni, kendi dilini konuşanı ve kendine benzemeyeni,<br />
kendi dilini konuşmayanı daha erken, daha<br />
yakından ve daha rahat tanıyacaktır.<br />
Mekanizma, Karacaoğlan’ın özetlediğinden ibarettir:<br />
Gezdim seyran ettim Frengistan’ı<br />
Elleri var, bizim ele benzemez,<br />
Güzelleri türkü söyler çığrışır<br />
Dilleri var bizim dile benzemez<br />
Şimdi Frengistan’ı seyran etmek için Karacaoğlan<br />
gibi yollara düşmek gerekmiyor. Televizyonun uzaktan<br />
kumandasına basmak yetiyor ve dilleri bizim<br />
dile benzemeyenleri, illeri bizim ile benzemeyenleri<br />
hemen görüyorsunuz. Benzeyenleri de.<br />
Küreselleşme, insanların millet birimi içinde<br />
işbirliği ve millet birimi içinde rekabet etmelerinin<br />
zirve noktasıdır.<br />
TÖRE: Türkiye’de bazı düşünürler, dünyada ve<br />
bizde milliyetçiliğin sonunun geldiğini ısrarla<br />
söylüyorlar. Bu hususla ilgili olarak görüşlerinizi<br />
alabilir miyim<br />
İ ÖKSÜZ: Düşünce ne kadar uçuksa, düşünce<br />
sahipleri de kendilerinden o derece emin oluyorlar<br />
galiba. Önce soruya soruyla karşılık vereyim… Hal<br />
böyle ise niçin AB içinde “milliyetçilik yükseliyor”<br />
alarmları çalmaktadır Niçin Eurobarometer anketleri<br />
yıllar içinde yükselen bir milliyetçiliğe işaret<br />
etmektedir Bakınız, Türk Milliyetçiliği’ne pek de<br />
sempati duyduğu söylenemeyecek TESEV’in Umut<br />
Özkırımlı’ya hazırlattığı “Milliyetçilik ve Türkiye-<br />
Avrupa Birliği İlişkileri” adlı raporun Teşekkür<br />
Bölümü’nde Özkırımlı ne diyor, “Türkiye ve dünyada<br />
‘yükseldiğine ‘ inanılan milliyetçiliğin Türkiye-<br />
Avrupa Birliği ilişkilerini nasıl etkilediği üzerine bir<br />
araştırma yapma düşüncesi Türkiye Ekonomik ve<br />
Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Dış Politika Programı<br />
‘na ait.”(6) Yani ne imiş Bir taraftan bize, “haydi,<br />
artık milliyetçilik öldü, sonuna geldik, dünyanın<br />
gidişi bu” diyeceksiniz, sonra da kendi içinizde oturup,<br />
“yahu bu milliyetçilik de yükselip duruyor, haydi<br />
bir rapor hazırlatalım da bu yükselişi nasıl önleriz<br />
bir bakalım” diye karar alacaksınız. Buna bilimin<br />
yüksek ilkeleri deniyor.<br />
Marksistlere göre 19. ve 20. asırda da millet ve<br />
67
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
68<br />
milliyetçiliğin sonu gelmişti. Hızla önce proleter<br />
diktatörlüğüne, daha sonra da devletin eriyip<br />
yok olduğu komünist topluma gidiyorduk. Kesinlikle<br />
oraya gidiyorduk, bundan eminlerdi. Sonuçta<br />
bu kesin yola girenler ortadan kayboldu. Dünyada<br />
birkaç numune hâriç proleter devleti olduğunu iddia<br />
eden, komünist topluma gittiğini söyleyen kalmadı.<br />
Fakat sizin de belirttiğiniz gibi “ısrarla söylüyorlar”<br />
kısmı kaldı. Demek ki bu arkadaşlar her şartta ısrarla<br />
söyleyecek bir şey buluyorlar. Her şartta kendilerinden<br />
eminler. Yalnız, acıdır, emin oldukları şeyler<br />
değişiyor. İki şey değişmiyor: 1.Emin olanların<br />
kimlikleri ve 2.Emin olma şiddetleri. Öyle ki, elli<br />
yıldır her emin oldukları şey “kaçınılmaz”, “bilimin<br />
gereği”, “tarihin kesin akışı” oldu. Bir de millet ve<br />
milliyetçiliğin sonundan emindiler. Geçen yüzyılda<br />
da emindiler, şimdi de eminler. Emin olmak son<br />
derece rahatlatıcı bir ruh hali olmalı.<br />
Az önce, millî olmayan devlet imparatorluktur<br />
dedim. İmparatorlukların 20. asrın ilk yarısında<br />
öldüğünü sanmıştık. En geç, en geç, İkinci Dünya<br />
Harbi’nden sonra, 1950’lerde bittiler… Geriye bir<br />
tek Sovyet İmparatorluğu kalmıştı, o da asrın sonuna<br />
doğru öldü.<br />
Şimdi uyanıyoruz. Meğer imparatorluklar ölmemiş.<br />
Suret değiştirmiş. Galiba bugün bütün mücadele o imparatorluk<br />
devletinin, bu sefer adı konmadan ve belki<br />
de bayrağı dalgalandırılmadan yeniden kuruluşudur.(7)<br />
Osmanlı’nın terminolojisi ile anlatayım: 21.<br />
asrın imparatorluklarında milleti hâkimelerin, mesela<br />
Amerikanların veya Almanların veya Fransızların<br />
veya bütün AB ortaklığındaki milletlerin devletleri<br />
millî; tabi milletlerin yani milleti mahkûmelerin devletleri<br />
de millî olmayan devlet olacaktır herhalde.<br />
Bugünkü Irak, yarınki Anadolu devleti gibi. Biz milli<br />
devlet olmayacağız, onlar olacak.<br />
“Diktörtgen Anadolu etnik mozaiği”nde kurgulanmaya<br />
çalışılan devlet benzese benzese Dubai<br />
Havaalanı’nın transit yolcu salonuna benzer. Fakat<br />
bu çok milletli devlet hakkında şu garanti var: Bu<br />
devlet, kesinlikle bir süper gücün bölgedeki emellerine<br />
yardımcıdır. Az önce belirttiğim gibi sınırları<br />
plastiktir… Gerekirse cetvelle yeniden çizilebilir.<br />
Tarihte, böyle, içinde millet, hatta insan bulunmayan<br />
topraklar oldu. Küçük misali Diego Garcia<br />
adasıdır. Önce İngiltere’nin, sonra ABD’nin<br />
sömürgesi olan bu adada sözde kimse yaşamıyordu.<br />
Issız adaydı. Sonra ortaya çıktı ki, üs yaparken o ada<br />
halkını oradan sürüvermişler.<br />
Orta boy misali İsrail’dir. İsrail kurulurken Batı<br />
dünyasında Filistin için kullanılan tarif, “Vatansız<br />
bir halk için, halksız bir vatan” idi. İsterseniz bunu,<br />
“Vatansız bir millete, milletsiz bir vatan” diye de tercüme<br />
edebilirsiniz. Çok sonra Filistin’de ihmal edilen<br />
yerli bir halk olduğu keşfedildi. Ama anlaşılan onlar<br />
da Diego Garcia ahalisi gibi gözden kaçmış.<br />
Büyük boy misal Kuzey Amerika’dır. O zamanın<br />
İngilizleri, ki daha sonranın Amerikanları’nın öncülleriydi,<br />
“wilderness”te kendilerine vatan kuruyorlardı.<br />
Yani, bakir, insansız bir kıtada. Orada önce ihmal<br />
sonra imha edilen yerli ahalinin o zamanki nüfusunun<br />
birkaç on milyon olduğu tahmin ediliyor.<br />
Anlaşılmaktadır ki Anadolu ve onun müştemilatı,<br />
İncil’in mukaddes toprakları da şu anda bakirdir. Bir<br />
milleti barındırmamaktadır. Ancak otuz-kırk farklı<br />
etnik grup oralarda rastgele dolaşmaktadır. Tıpkı<br />
Apaçiler, Komançiler, Siyular gibi… Bakalım bu<br />
milletsiz vatanların geleceği nasıl olacak Nasıl mamur<br />
ve medeni kılınacak.<br />
Bakınız, 2001 yılında Oxford Üniversitesi<br />
Yayınevi’nden enteresan bir kitap çıktı. Adı, “Devletin<br />
doğru boya getirilmesi: Sınırların değiştirilmesi<br />
politikaları (8) ”. Konu, başlıktan da anlaşılacağı gibi<br />
bazı devletlerin kesilip biçilip “doğru” boya getirilmesi.<br />
Tabi bu doğru boya getirme için sınırların da<br />
taşınması lâzım geliyor.<br />
Acaba “doğru boya getirilmesi gereken” devletler<br />
hangileri Kitapta bunlar ayrı bölümler halinde tek<br />
tek ele alınmış: Kongo/Zaire, Pakistan, eski Sovyet<br />
ülkeleri, Türkiye, Irak, Doğu Timor ve Ürdün.<br />
Kitabın editörlerinden birini daha önceki yazılarından<br />
tanıyordum, Irak Kürdistanı Anayasası’nın<br />
danışmanlarından Brendan O’Leary. Türkiye<br />
bölümünü de Ümit Cizre yazmış. Hani TESEV’in<br />
anayasa raporundaki danışman hocalarımızdan...<br />
Böyle bir kitapta hiçbir zaman Almanya’yı,<br />
ABD’yi, Fransa’yı bulamayacaksınız. Çünkü o milletler<br />
başkadır, biz başkayız. Daha doğrusu onlar millettir,<br />
biz etnik güruhlarız.<br />
TÖRE: Türk Milliyetçiliği düşüncesi ve Milli Devlete<br />
sahip çıkma ideali, hatta vatanseverlik söz konusu<br />
olduğunda, bu değerlere yönelik, açık bir savaşın<br />
yürütüldüğüne şahit oluyoruz. Size göre, bazı yazar<br />
ve düşünürlerin temsil ettiği bu tavır ne anlama<br />
gelmektedir<br />
İ. ÖKSÜZ: Az önce söylediklerimin içinde bu sorunun<br />
da cevabı var diye düşünüyorum. Ama siz bu soruda<br />
kullandığınız kelimelerle az önce anlattıklarıma iki<br />
cephe daha ilâve ettiniz. Birincisi “vatanseverlik”<br />
sözüdür.<br />
Avrupa’da milliyetçilik, bizden ve dünyanın<br />
geri kalan her yerinden farklı gelişti. 18.-19. asırda<br />
Avrupalılar Tanrı’nın kendilerini dünyanın geri<br />
kalanını yönetmekle görevlendirildiğini kabul<br />
ediyorlardı. Bunun ayrıntısına girmeyeyim ama devasa
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Amerika kıtasına uzanan emperyalizm ve yerli<br />
halkları yok etme hareketlerinin dayandığı ideoloji<br />
buydu. Dindarsanız, beyaz ırkın Tanrı tarafından<br />
bu işlerle görevlendirildiğine inanırdınız. Dindar<br />
değilseniz, dünyada üstün ve aşağılık ırklar<br />
bulunduğu, üstünle-rin aşağılıkları tasfiye edip<br />
onların yurtlarında hüküm sürecekleri bilimin<br />
gereğiydi. Her iki halde de batı milliyetçiliği, daha<br />
doğrusu ırkçılığı demek lâzım, ötekini aşağılık<br />
görme üzerine kurulmuştur. Şöyle de söyleyebilirim,<br />
batı milliyetçiliklerinin içinde milletleri aşan (transnasyonal)<br />
bir ırkçılık vardır.<br />
Bu düşüncelerin zirvesi ve sonu ikinci dünya<br />
harbidir. Almanya’nın mağlubiyetinden sonra,<br />
ırkçılığın saçmalığı ve taşıdığı felaket potansiyeli<br />
iyice anlaşıldı. 1945’ten itibaren batıda ırkçılıkla iç<br />
içe gelişmiş “milliyetçilik” de pek sevimli bir tabir<br />
değildi artık. Fakat millet ve milliyetçilik bütün<br />
gücüyle devam etmekteydi. Batı milletlerinin içinde<br />
bulunduğu tabiî haldi milliyetçilik. Buna bir çare bulundu:<br />
Milliyetçilik yerine “vatanseverlik” denecekti.<br />
Patriotism! Patria, vatan, daha doğrusu babamızın<br />
vatanı demektir. Hani şu füzesavar füzelerin adı<br />
gibi: Patriot. ABD’de, 11 Eylül saldırısından<br />
sonra teröre karşı güvenlik amacıyla hürriyetleri<br />
kısıtlayan kanunun ismi de “Patriot Kanunu ~ Patriot<br />
Act”dır. Batılı milletlerin milliyetçilikleri iyidir<br />
ve ismi “vatanseverlik”tir. Mahkûm milletlerin milliyetçilikleri<br />
ırkçılıktır ve bir an önce silinmelidir.<br />
Özkırımlı’nın dediği gibi, “Bu bakışa göre milliyetçilik<br />
akılcılıktan uzak, şiddete eğilimli, ilkel bir<br />
ideolojidir, bir tür ‘aşırılıktır’. Bu tanım, sosyal<br />
bilimcilere milliyetçiliği başkalarına ‘yansıtma’ ve<br />
kendi milliyetçiliklerini görmezden gelme olanağı<br />
vermektedir. Milliyetçilik başkalarının malıdır, ‘biz’<br />
im değil./ Çoğu zaman bu tutumu desteklemek için<br />
kendi milliyetçiliğimize farklı bir ad verme yoluna<br />
da gidilir. Genellikle bu iş için seçilen terim ‘vatanseverlik’<br />
tir… Bu noktada sorulması gereken sorular<br />
şunlardır: Iraklıları ‘milliyetçi’, Amerikalıları<br />
‘vatansever’ yapan nedir(9) ”<br />
“Vatanseverlik” konusunda söyleyeceklerim bunlar.<br />
Sorunuzdan anlaşılıyor ki millî egemenliğin yok<br />
edilmeye çalışıldığı şu geçitte, Türkiye’de vatanseverlik<br />
kavramına dahi tahammül yoktur.<br />
İkinci nokta, milliyetçiliğe karşı olan “bazı yazar<br />
ve düşünürler”. Bence bu “düşünürler” hakkında<br />
artık biraz derin düşünmemizin zamanıdır. Düşünür<br />
entelektüel mi demek Eğer öyleyse bizimkiler<br />
dünyadakilerden çok farklı. Çünkü entelektüellerin<br />
baş özelliklerinden biri fikir bağımsızlığıdır.<br />
İki entelek-tüelin, iki düşünürün aynı şeyleri<br />
düşünmesi pek mümkün değildir. Fakat bizimkilere<br />
bakıyorsunuz, sahne sanatçısı düşünüründen, ikoncan<br />
düşünüründen ‘araştırmacı yazar’ düşünürüne<br />
kadar hepsi tıpa tıp aynı şeyleri düşünüyor. Bir<br />
birinin kopyası gibi. Böyle geniş çevreleri birden<br />
bire aydınlatan hikmetlere “alınmış hikmet” deniyor<br />
biliyorsunuz. O zaman bu “bazı düşünür ve<br />
yazar”lara kopyanın orijinalini 1. Kimin verdiğini ve<br />
2. Onların hangi mekanizmalarla bu orjinali kabule<br />
ikna edildiklerini araştırmamız lazım.<br />
TÖRE: 12 Haziran seçimleri geride kaldı, Yeni<br />
Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler<br />
tarafından dillendiriliyor. Bir düşünce adamı olarak<br />
size sormak isterim, Türkiye’ nin ihtiyaç duyduğu<br />
anayasa modeli nedir<br />
İ. ÖKSÜZ: 1982 anayasası düzinelerle değişikliğe<br />
uğradı. Ama şimdi sözü edilen değişiklik doğrudan<br />
doğruya devletin temelleriyle, meşruiyetiyle,<br />
egemenliği ile ilgili. Değiştirilmek istenen<br />
1982 anayasası değil, 1924 anayasasıdır. Hatta<br />
değiştirilmek istenen, 1071’ de tesis edilen egemenliktir<br />
diyebilirsiniz.<br />
Ben size sorayım: Siz, hiç, “şu şu maddeler olmasa<br />
ne güzel anayasamız olurdu” dediniz mi<br />
Böyle bir ihtiyaç duydunuz mu; duyuyor musunuz<br />
Yakınlarınızdan böyle bir teklif, bir talep, bir arzu<br />
dile getiren oldu mu Bakın birkaç ay önce genel<br />
seçime girip çıktık. Hiçbir parti, anayasanın şu ve<br />
bu maddelerini değiştireceğiz diye bir propaganda<br />
çalışması yapmak ihtiyacını hissetmedi. Veya böyle<br />
bir beyanda bulunmaktan kaçındı. Genel olarak,<br />
kamuoyunu hazırlayıcı nitelikte, “çok güzel bir<br />
anayasa yapacağız” gibi laflar edildi. Demek ki<br />
“toplumsal kesimler tarafından dillendirilen” bir<br />
değişiklik ihtiyacı yok. Ha, şurası doğru, BDP ve<br />
TESEV tarafından bu ihtiyaç dillendiriliyor. İmralı<br />
ve PKK tarafından dilendiriliyor. Ama her halde sizin<br />
“toplumsal kesimler”den kastiniz bunlar değil…<br />
Bu “toplumsal kesimler” az önce bahsettiğimiz fikir<br />
birliği içindeki düşünür, yazar ve aydınlarla aynı<br />
olmasın sakın<br />
TÖRE: Anayasanın değiştirilemez maddeleri ve<br />
“Türklük” vurgusu anlaşılan büyük bir rahatsızlığa<br />
sebep oluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz<br />
İ. ÖKSÜZ: Az önce belirttiğim gibi bizden millî<br />
olmayan bir devlet talep edilmektedir. Millî olmayan<br />
devletten tabiatıyla “Türklük” çıkarılacaktır.<br />
Bu öyle bir sunulmakta, “bazı düşünür ve yazarlar”<br />
bu konuda da yukarıda bahsettiğim inanılmaz fikir<br />
birliğini öyle yüksek sesle tekrarlamaktadırlar ki…<br />
69
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Sesler o kadar yüksek, o kadar birbirinin aynı ve<br />
kendinden emin ki insan tereddüde düşüyor. Acaba<br />
gerçekten dünyada devletler anayasalarından millet<br />
isimlerini çıkardılar da bizim haberimiz mi olmadı<br />
Merak ettim, gidip Fransız, Alman, İspanyol, Yunan<br />
anayasalarına baktım. Yirmibirinci Yüzyıl Türkiye<br />
Enstitüsü’nün Dergisi’nde yazdım. Tekrarlayayım:<br />
Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı vakarla<br />
ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde<br />
“Fransa” iki defa, “Fransız” 5 defa geçiyor.<br />
Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve insanın<br />
huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…”<br />
(Almanya halkı değil!) Temel kanunda<br />
45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir.<br />
Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak<br />
kolay. Alman: Deutsch. Almanya: Deutschland.<br />
Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme<br />
alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğini<br />
değil, Elenlerin kanun önünde eşitliğini öngörüyor!<br />
İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa geçiyor.<br />
İspanya 26 defa.<br />
Sonuçta önceki tespitimize dönüyoruz: Onlar<br />
millet, biz değiliz. Fransa Fransızların, Almanya<br />
Almanların, fakat Türkiye hepimizin!<br />
TÖRE:Son günlerde, Cengiz Çandar’ ın hazırladığı<br />
malum rapor ve Hasan Cemal’ in Kandil’ de Murat<br />
Karayılan’ la yaptığı mülakat, Kürt Sorunu(!)’ nun<br />
çözümünde, PKK ve Öcalan’ a öncelik verilmesi üzerinde<br />
duruyor, bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
İ. ÖKSÜZ: Apo’ya ve Karayılan’a sorarsanız, başka<br />
türlü bir cevap almanız mümkün mü 1922’de de<br />
Hacı Anesti’ye sorsanız, “Ege Sorunu”nun çözümü<br />
için Yunan Ordusu’na ve Kral Konstantin’e öncelik<br />
verilmesini tavsiye ederlerdi. Ama biz sorunu bundan<br />
biraz farklı şekilde çözdük.<br />
Çandar’ın “rapor”unu okudum. Tipik bir TE-<br />
SEV etüdü. “Rapor” olduğuna göre her halde bir<br />
“araştırma”nın sonuçlarını rapor ediyor zannedersiniz<br />
değil mi Ama herhalde çok zaman kaybedip<br />
Açık Toplum Vakfı ve Chrest Vakfı’nın kaynaklarını<br />
heba etmemek için varılacak sonuçları önceden belirleyip<br />
etüdü ona göre yaptırmışlar. Çandar, metodunu<br />
açıklıyor: “Siyasi partiler arasında Milliyetçi Hareket<br />
Partisi (MHP) ile raporun içeriği ve amacına ilişkin<br />
kategorik olumsuz tavrından ötürü görüşülmemiştir.<br />
‘Teröristlerin Türk adaletine teslim olması’ ya da<br />
‘eşkiyaya haddinin bildirilmesi’ gibi söylemleri parti<br />
pozisyonu haline getirmiş olan MHP’nin bu aşamada,<br />
raporun içeriğine anlamlı bir katkı sağlayabileceği<br />
düşünülmemiştir… Sorunun simdiye kadar doğrudan<br />
tarafı olmuş Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) temsilcilerle<br />
doğrudan görüşmeler yapılmamış olsa da…<br />
bu raporun metodolojisi, vardığı sonuçlar ve önerileri,<br />
Orgeneral Basbuğ’un Terör Örgütlerinin Sonu<br />
başlıklı kitabında dile getirdiği görüşlerden temelde<br />
ayrılmaktadır.” İlerleyen bölümlerde CHP’de<br />
Baykal yönetiminin de metodolojiye uymadığını,<br />
buna karşılık yeni yönetimden ümit var olunduğunu<br />
hissediyorsunuz. Demek ki bilim böyle işler. Ne sonuca<br />
varacağınızı önceden bilirsiniz. Bu sonuca muhalefet<br />
edebilecek kurum ve kişilerle görüşmezsiniz.<br />
Raporu okursanız, “metodoloji”nin şu sonuçlardan<br />
ibaret olduğunu görürsünüz:<br />
1.Öcalan çok önemli, büyük ve etkili bir adamdır.<br />
2.Öcalan’ın dediklerini yapın: PKK’ya genel af<br />
çıkarın.<br />
3.Öcalan’ın dediklerini yapın: Öcalan’ı serbest<br />
bırakın.<br />
4.Öcalan’ın dediklerini yapın: Güneydoğu’nun<br />
eğitim ve güvenlik işlerini onlara verin. Finansmanı<br />
siz sağlayın.<br />
Çandar, işte bu “metodoloji”ye uymayan kaynakları<br />
“rapor”una almamış. Eh ben de olsam almazdım…<br />
TSK doğrudan taraf olduğu için onun görüşlerine yer<br />
verilmemiş ama “isyan, kalkışma – insurgency” konusunda<br />
ABD askerî kaynaklarının yayınlarına bol<br />
miktarda yer verilmiş. Öyle ki atıf yapılan yabancı<br />
kaynakların hemen tamamı ABD ordu ve güvenlik<br />
kuruluşlarına ait.<br />
Tabi, Çandar’ın önem verdiği ve raporunun<br />
metodolojisine uygun bulduğu ABD askerî<br />
kaynaklarının yaklaşımı ile Türk askerî kaynaklarının<br />
yaklaşımı arasında bir fark var. ABD, kendi ülkesindeki<br />
kalkışmadan değil, Irak ve Afganistan’daki<br />
kalkışmadan bahsetmektedir. Fakat Çandar’ın<br />
metodolojisinde bu farkın çok da önemli olmadığı<br />
anlaşılıyor.<br />
Son olarak şunu söyleyeyim: Çandar’ın, atıf<br />
yaptığı ABD askerî kaynaklarının tamamını<br />
okuyabildiğini sanmıyorum. Zamanının ne kadar<br />
kısıtlı olduğu rapora akseden aceleden belli. Ben<br />
de anti-terörizm, anti-insurgency münakaşası okudum.<br />
Meselâ Obama’nın Savaşları(10) adlı kitabın<br />
hemen yarısı bu münakaşaya ayrılmıştır. ABD<br />
yaklaşımında anti-terörizm, teröristlerin bulunup<br />
öldürülmesinden ibarettir. Anti-insurgency ise buna<br />
ilâveten—bundan vaz geçerek değil—kalkışmanın<br />
kapsadığı bölgeye bölge nüfusunun kırkta veya ellide<br />
biri kadar bir kısmı sivil hünerlerle donatılmış<br />
güvenlik elemanının yerleştirilmesini kapsar. Antiinsurgency,<br />
karşı tarafın muharebe kapasitesine<br />
zarar verilmesinden ibaret değildir. Karşı tarafın<br />
ABD çıkarlarına zarar vermekten tamamen vaz<br />
70
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
sıyla—ABD için burası önemli—daha pahalı bir operasyondur.<br />
ABD, Afganistan ve Pakistan’da El-Kaide<br />
ve Taliban’a karşı yürütülen hareketi sıklıkla<br />
kalkışmaya karşı (anti-insurgency) bir operasyon<br />
olarak değerlendirmiştir. Silahsız yakalanan Usame<br />
bin Ladin’in yakalandığı yerde kurşuna dizilmesi bu<br />
operasyonun zirve noktasıdır ve anti-insurgency’nin<br />
içinde anti-terörizm uygulamasıdır. Ama bu, sanırım,<br />
Çandar’ın metodolojisine pek uymuyor. Onun<br />
için yok kabul edelim. TESEV-Çandar “bilimi”<br />
böyle bir şey. Metodolojinize, yani topluma buyurmak<br />
istediğiniz mesaja uyan vakıalar gerçektir,<br />
uymayanları yok sayarsınız ve bunu göğsünüzü gere<br />
gere söylersiniz. Ne yani Siz Mustafa Kuseyri etiği<br />
o olayla bitti mi sandınız<br />
TÖRE: Türk Milliyetçiliği düşüncesinin, tarihi ve<br />
teorik meseleleri, düşünce ve siyaset hayatımızdaki<br />
yerinin güçlendirilmesi ile ilgili yazı ve yorumlarınız,<br />
milliyetçi camiada önemli tepkiler aldı. Sizce, milliyetçilerin<br />
durduğu nokta ve hedefleri ile ilgili olarak<br />
neler söylemek istersiniz<br />
İ. ÖKSÜZ: Pek aydınlık bir tablo çizmediğimi teslim<br />
edersiniz. Hal bu iken adlarına “milliyetçi” ve<br />
“Türk” kelimeleri geçen kurumların tepkisizliğini<br />
dile getiren bir yazı yazmıştım. Onlar yine tepkisiz<br />
kaldı ama çoğu genç onlarca kalem bir durum tespiti<br />
yapmaya davrandı. Çok mutlu oldum. Birlikte epey<br />
yol aldık. Verilmiş bir hikmeti aktarmadığımız için<br />
kurulmuş gibi aynı şeyleri söylemiyoruz ama fikir<br />
birliğine vardığımız geniş alanlar var.<br />
Görülüyor ki, ülkücüler biri 1980’den hemen önce,<br />
diğeri hemen sonra iki ciddî darbe aldılar.<br />
Birincisi milliyetçilik eşittir Müslümanlık<br />
propagandasıdır. Yıllarca gençliğe bu telkin edildi.<br />
Hâlbuki Marksizm nasıl milliyetçilik aleyhtarı<br />
idiyse siyasî ümmetçilik de onlardan daha kategorik<br />
milliyet düşmanıdırlar. İşte şu anda onların<br />
Türklüğe saldırısı ile karşı karşıyayız. Bu ilk darbe<br />
bizim gençliğimizin bir kısmını ve seçmenimizin bir<br />
kısmını aldı, götürdü, siyasi ümmetçilere teslim etti.<br />
O tarihte bizim içimizde bulunan bu tiplerin hiç biri<br />
bugün bizimle değil. Fakat o virüsün sloganları hâlâ<br />
tekrarlanıyor, tahribatı sürüyor.<br />
İkinci darbe, gençlikte, fikir adamları arasında siyasette<br />
ve yerel yapılarda 1980 öncesi nesille yenilerin<br />
irtibatının kesilmesidir. Birinci darbe ikincisinin<br />
etkisini katlayarak arttırdı.<br />
Bugün yukarıda bahsettiğim ve sayıları onları bulan<br />
genç kalemler, genç akademisyenler, “herkesin<br />
ülküsü kendine mi”, “ülkümüzü niçin kaybettik”<br />
diye soruyor.<br />
Bir an önce yeni nesillerin eskilerle ve birbiriyle<br />
fikir irtibatını yeniden kurmalıyız. Etkin bir<br />
eğitim faaliyetine başlamalıyız. 1960’larda dört<br />
doçentle yola çıkmıştık. Hepsi o kadardı. Şimdi<br />
bilim adamı sayımız bine gidiyor.<br />
Ama…<br />
TÖRE:Kıymetli zamanınızı bize ayırdınız, çok<br />
teşekkür ederim.<br />
(1)Trevor Royle, “Sınırlarla oyunlar” makalesinde<br />
Arabistan’da sınırların çizilişini eğlenceli bir üslupla<br />
anlatıyor: Trevor Royle, “Games With Borders; With a Red<br />
Pencil and an Empty Map of Arabia…”, Sunday Herald, 23<br />
Şubat 2003. http://findarticles.com/p/articles/mi_qn4156/<br />
is_20030223/ai_n12580720/<br />
Türkçesi: http://ioksuz.blogspot.com/2007/12/snr-elenceleri-sir-percy-coxun-canna.html<br />
(2) Mark Beissinger, “ The State of the Nation, Ernest Gellner<br />
and the Theory of Nationalism”, sayfa 170, editör:John<br />
E. Hall, Cambridge University Press (1998)<br />
(3)http://www.stratfor.com/weekly/20100907_911_and_9_<br />
year_war<br />
(4) http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899<br />
(5) Alfred Stepan, “Modern multinational democracies:<br />
transcending a Gellnerian oxymoron”, “The State of the<br />
Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism,<br />
editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998)<br />
kitabında, sayfa 227. Daha önceki alıntılarımın kaynağı da<br />
Stepan’ın bu makalesidir.<br />
(6) “Milliyetçilik ve Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”,<br />
Umut Özkırımlı, Tesev Yayınları, Ocak 2008, İstanbul.<br />
(7)George Friedman’ın “Gelecek On Yıl” (Doubleday,<br />
2011) kitabındaki ana tema budur. Friedman, “ABD bir<br />
imparatorluktur. Bunun tam anlamıyla farkına varmalı ve<br />
bir imparatorluk gibi davranmalıdır.” tezini savunmaktadır.<br />
Friedman’a göre ABD imparatorluk gibi de davranmakla<br />
birlikte zaman Amerikan siyaset ve fikir adamları bu gerçeği<br />
görmezden geliyor.<br />
(8) “Right-sizing the State: the Politics of Moving Borders”,<br />
editörler: Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy,<br />
Oxford University Press, Oxford 2001<br />
(9) Umut Özkırımlı, adı geçen eser sayfa:<br />
(10) Bob Woodward, “Obama’s Wars”, Simon and Schuster<br />
2010.<br />
71
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
MUHİTTİN ARAR’ın<br />
“YÜRÜ ÇOCUK” ŞİİRİNİ TAHLİL<br />
•<br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />
Yürü çocuk, yerinden doğrul;<br />
Etrafta çakal enikleri; havlar, yaklaşır yuvana<br />
Obanı otağını sele verir,<br />
Genç yaşını görmesinler diye,<br />
Ele verirler yurdunu…<br />
Ocağın, otağın bilinmesin; sen büyümeden<br />
Ananı, atanı…<br />
Yaman bir vuruştu; koca ninenden kalma<br />
Duvarlar arasına saklanan mavzer<br />
Kara gün aklansın, saklanmış ümitler<br />
Şimdi senden saklanan<br />
Senden uzaklaştırılan<br />
Dedenin, atanın kütüğü, kitabı…<br />
Senin adına her cinayet<br />
Satılan toprağın, geleceğin<br />
Dünlerden kalma ne varsa…<br />
Çocuk, al eline taş toprak, kâğıt kalem<br />
Çek göğsüne doğru yayını<br />
Boşalt oklarını ne kadar kara kızıl varsa<br />
Önde bitirmek hakkı senin her vuruşu.<br />
Duruşun kurt duruşu, bakışın bayrak<br />
Evine otağına süzül kartallarca<br />
Kimler sarmış sarmalamış yüreğini<br />
Pas tutmuş yerin yedi katı, göğün gökleri<br />
Yerle gök arası çıyan, çakal, it sürüsü<br />
Kanını emer her karanlık<br />
Kurt yurdunda ünleyen devşirme kafalı<br />
Senin adına oynadığı, dahası sus pusluğu<br />
Senden değil eti, tırnağı<br />
Senin yüreğine oynar borsada<br />
Kursağı rüşvet, iç etme, damarı kansız<br />
Yüzü senden çizgilere dayanamaz, köle<br />
Tutsaklığın dayanılır bir tarafı direnmeye<br />
Otağına giren it sürüleri oynaşır herkesle<br />
Yeter ki, avutsun bağırsağını<br />
Yeter ki, senin adına seni, dedeni, nineni…<br />
Pazarlasın senin...<br />
72
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Çocuk; doğrul kalk<br />
Çocuk; hiç uyumamağa uyan<br />
Çocuk; bir sen olacaksın yarınında<br />
Çocuk; Türk Türkmen diyarımın şarkısı<br />
Çocuk; gel artık üşüyen yüreklere<br />
Sevgisiz, saygısız, korkak yüreklere dikil…<br />
Ananın ak sütünce hakkın ve görevindir çocuk:<br />
Haydi, artık ezanlar sana, mehterler…<br />
Konu: Millî uyanış çağrısı<br />
İzlek: İçerden ve dışarıdan hain, kalleş düşmanlar<br />
tarafından kuşatılan Türk milleti, bu kuşatmayı ancak<br />
yerli, millî ve İslamî değerlerini hatırlayarak, onlara<br />
sımsıkı sarılarak yaracaktır.<br />
Düşünce: Şiir, ideolojik bir şiir olup Türk milletine<br />
Türk-İslam değerleri etrafında bilinçlenmesi için<br />
çağrıda bulunmaktadır.<br />
Olay: Şiir saf şiir olup manzum hikâye değildir.<br />
Somut bir olay yok, ancak hem tarihten hem de<br />
günümüzden yaşanmış bazı olaylara değiniler<br />
bulunmaktadır.<br />
Varlık: Şairin somut nesnelere yaklaşım tarzı sezgi-ci/idealisttir.<br />
Şiirde kendilerine yer verilen nesneler<br />
daha çok millî ve manevî değeri olan ya da bu<br />
değerlerin yüklendiği nesnelerdir.<br />
Duygu: Şiirde hamaset duygusu çok belirgin<br />
biçimde ön plandadır. Türk milletinin uyanması, dirilmesi,<br />
kendine gelmesi, doğrulması için oluşturulan<br />
bir heyecan duygusu baskın durumdadır. Ayrıca<br />
geleceğe dair millî ümit duygusu da belirgindir.<br />
Simge ve İmgeler Sistemi:<br />
“Yürü çocuk, yerinden doğrul;<br />
Etrafta çakal enikleri; havlar, yaklaşır yuvana<br />
Obanı otağını sele verir,<br />
Genç yaşını görmesinler diye,<br />
Ele verirler yurdunu…<br />
Ocağın, otağın bilinmesin; sen büyümeden<br />
Ananı, atanı…”: Burada “çocuk” simgesi, Türk milletinin<br />
genç neslini temsil ediyor. Şair, çocuğa hitap<br />
ederken yetişmekte, gelişmekte olan, henüz etrafında<br />
olan bitenlerin farkında olmayan Türk gençliğine<br />
uyarıcı bilinç telkin ediyor.<br />
*“Yürümek ve doğrulmak” imgesi, Türk gençliğinin<br />
millî varlığını devam ettirme kararlılığını, doğrulmak<br />
da Türk milletinin aleyhine gelişen olaylara, kurulan<br />
tuzaklara, örülen çoraplara, üretilen Türk’ü tasfiye<br />
projelerine karşı kararlı millî bir direnişi, millî tepkiyi<br />
ve sebatkâr bir duruşu imliyor. Şair, Türk gençliğine<br />
maddi ve manevi, millî ve İslamî bütün değerleriyle<br />
donanarak kendi yolunda yürümesini ve yanlış yollara<br />
sapmamasını telkin ediyor. Ayrıca etrafında<br />
oluşturulmaya çalışılan bütün tehlikelere karşı da<br />
uyanık olup karşı durmasını salık veriyor.<br />
*“Etrafta çanak enikleri” simgesinin karşılığı ise,<br />
Türk milletine tuzak kuran, Türk millet varlığını<br />
yok etmek, etkisiz hâle getirmek, köleleştirmek,<br />
sömürmek, kıskıvrak kuşatarak yok etmek isteyen<br />
Türk düşmanı bütün unsurlardır. Bunlar arasında<br />
Amerikancısı, Avrupa Birlikçisi, Ermenicisi,<br />
Kürtçüsü, liberali, komünisti bütün çevreler vardır.<br />
Bunlar, Türk’ün yuvasına, vatanına, iş yerine; hatta<br />
aile içine kadar dişlerini göstere göstere havlayarak<br />
yaklaşmaktadır. Nitekim her gün evlerimizde televizyonlardan<br />
Türk’e Türk düşmanlığı propagandası<br />
yapan çakal eniklerinin havlamalarını işitiyoruz.<br />
Amerika’nın sözcülüğünü yapan, PKK’nın, Ermenicinin,<br />
şunun bunun propagandasını yapan<br />
gazeteci, yazar, uzman, akademisyen, bilmem ne<br />
adı altında bir sürü çakal eniği televizyonlarımızdan<br />
her gün bize doğru havlayıp durmaktadır. Bunların<br />
yuvamıza yaklaşması, Türk yuvası olan vatanını ele<br />
geçirmek, paylaşmak ve bu vatanın efendisi olmak<br />
hedefidir. Bu çakal eniklerine karşı yavrukurt Türk<br />
gençliğinin diri, kararlı, uyanık, bilgili ve bilinçli bir<br />
dikkatle karşı duruşu talebi vardır.<br />
*“Obanı otağını sele verir,” imgesinin karşılığı ise,<br />
daha anlamlıdır. Oba ve otağ simgeleri, Türk millet<br />
ve vatanının karşılığıdır. Anadolu Türk vatanı, Türk<br />
kültür ve medeniyet değerleriyle, Türk’ün kendi<br />
kendisini ifade ettiği, kendi değerleriyle bir millet<br />
kimliği kazandığı, kendi millî ruhunu terennüm ettiği,<br />
kendi millî kimliğini üretip geliştirdiği bir kutsal vatan<br />
ocağıdır, otağıdır.<br />
Türk düşmanları, dışarıdan batılı ya da başka<br />
yönden bütün emperyalist çevreler ve onların yerli<br />
işbirlikçileri, dahilî müttefikleri, sözcüleri, taşeron<br />
temsilcileri Türk milletini yok edip vatanını ele<br />
geçirmek için büyük bir saldırı hâlindedirler. Yer altı<br />
ve yer üstü bütün ekonomik zenginliklerinden kültür ve<br />
medeniyet değerlerine, dilinden, dininden, örfünden,<br />
âdetinden, tarihsel değerlerine kadar bütün millî<br />
varlıklarını sele vermek, yok etmek için çok kapsamlı<br />
bir saldırı hâlindedirler. İşte şair, bu büyük tehlikeye<br />
karşı Türk gençliğini uyarmak, harekete geçirmek ve<br />
gerekli tedbirleri almasını sağlamak adına uyarıyor.<br />
73
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
“Yaman bir vuruştu; koca ninenden kalma<br />
Duvarlar arasına saklanan mavzer<br />
Kara gün aklansın, saklanmış ümitler<br />
Şimdi senden saklanan<br />
Senden uzaklaştırılan<br />
Dedenin, atanın kütüğü, kitabı…<br />
Senin adına her cinayet<br />
Satılan toprağın, geleceğin<br />
Dünlerden kalma ne varsa…”:<br />
*“koca nine” simgesinin karşılığı, Türk’ün uzun<br />
dünya tarihine damgasını vuran ecdadıdır. Atalarımız,<br />
bizim en önemli tarihsel mirasımızdır. Ulu atalarımızın<br />
bıraktığı mücadele mirası yeni nesillere hız verecektir.<br />
Türk’ün ecdadı yüzyıllar boyunca her türlü engele,<br />
zorluğa, sıkıntıya, en güçlü düşmana karşı bile<br />
kararlılıkla, azimle, ümitle, şevkle mücadele etmiştir.<br />
“Koca nine” simgesi oldukça anlamlı ve iyi düşünülmüş<br />
bir simgedir. Bu bizim ordu-millet karakterimizi<br />
yansıtan bir ifadedir. Biz Türk millî varlığımızı, maddi<br />
ve manevi bütün değerlerimizi kadınıyla erkeğiyle,<br />
çoluğuyla çocuğuyla bütün bir millet olarak topyekün<br />
savunuruz. Gerektiğinde yaşlı kadınlarımız da savaşır.<br />
Ninelerimiz bu anlamda kocadır. Bu kocalık hem<br />
heybet, büyüklük, hem ihtiyarlık, hem tecrübe birikiminin<br />
karşılığıdır. Koca ninenin torunları, ecdadının<br />
izinden giderek, onlara layık olmaya çalışacaktır.<br />
*“Duvarlar arasına saklanan mavzer” simgesi de<br />
Türk’ün mücadele azmini, kendini koruma refleksini,<br />
kendisine yönelen bütün tehlikelere karşı tepki koyma<br />
heyecanını ifade eder. Teslim olmama, haklı davası<br />
uğruna sonuna kadar savaşma, millî ve dinî varlığını<br />
ortadan kaldırmaya çalışanlara karşı sert bir direniş<br />
ruhunu ifade eder. Dıştan ve içten gelecek bütün tehlikelere<br />
karşı Millî Mücadeleden kalma mavzerin<br />
temsilciliğinde millî direniş ruhu her zaman diridir,<br />
gerektiğinde ortaya çıkar.<br />
Bugün Türk gençliğinin dedesinin, atasının kütüğü<br />
ve kitabı kendisinden saklanıp uzaklaştırılmıştır.<br />
Kütük, millî değerlerimizi, kitap yani Kur’an da İslamî<br />
değerlerimizi karşılayan iki simgedir. Bu durumda<br />
özellikle Tanzimat’tan beri yeni Türk nesilleri sürekli<br />
atasının millî ve dinî değerlerinden uzaklaştırılmaya<br />
çalışılıyor. Türk gençliği, bu emperyalist projelerin<br />
farkına varmalı, kendisinden uzak tutulan ecdadının<br />
hem kütüğünü hem kitabını sımsıkı sahiplenmelidir.<br />
Amerika ve Avrupa Birliğinden oluşan emperyalist<br />
çevrelerin yerli sömürge valisi gibi çalışan yöneticiler,<br />
uzun zamandan beri Türk vatanını yabancılara<br />
karış karış satmakla kalmıyor; aynı zamanda genç<br />
Türk neslinin geleceğini de satıyor. Şehit atalarımızın<br />
kanları pahasına bize miras bıraktıkları vatan,<br />
toprağıyla, kültürüyle, geçmişiyle geleceğiyle emperyalistlerin,<br />
yabancıların hâkimiyetine, kontrolüne<br />
bırakılıyor. Vatan elden gittikten sonra yeni nesillerin<br />
geleceğine, gelecek tasarımı rüyalarına da pranga<br />
vurulmuş oluyor. Bu büyük cinayetlere dur diyecek<br />
olan da yine millî bilinçle donanmış, evrensel bilgiyle<br />
kuşanmış genç Türk neslidir.<br />
“Çocuk, al eline taş toprak, kâğıt kalem<br />
Çek göğsüne doğru yayını<br />
Boşalt oklarını ne kadar kara kızıl varsa<br />
Önde bitirmek hakkı senin her vuruşu.”:<br />
”Taş toprak, kâğıt kalem” simgeleri hem maddi<br />
hem de manevi anlamda Türk kültür ve medeniyetini<br />
inşa etmeye devam etmek için gerekli olan malzemelerdir.<br />
Ülkenin maddi anlamda imarından manevi<br />
anlamda soyut sanat üretmeye kadar her alanda millî<br />
kültür ve medeniyetimizi devam ettirme kararlılığının<br />
karşılığıdır. Türk gençliği bilimde, sanatta, siyasette,<br />
kültürde her alanda büyük bir atılım gerçekleştirmelidir.<br />
Yayı göğsüne doğru çekip okları boşaltmak imgesi<br />
ise, Türk gençliğinin doğuştan getirdiği bütün<br />
kabiliyetlerini sonuna kadar kullanması talebini ifade<br />
eder. Türk gençliği kendisine Allah’ın verdiği kabiliyetleri<br />
sonuna kadar tam kapasite ile kullanabilirse<br />
her milletten önde olacaktır. Bu bakımdan yeni Türk<br />
nesillerine ümit, aşk, şevk, ideal aşılamak gerekir.<br />
“Duruşun kurt duruşu, bakışın bayrak<br />
Evine otağına süzül kartallarca<br />
Kimler sarmış sarmalamış yüreğini<br />
Pas tutmuş yerin yedi katı, göğün gökleri<br />
Yerle gök arası çıyan, çakal, it sürüsü<br />
Kanını emer her karanlık”:<br />
Türk gençliğinin duruşu kurt, bozkurt duruşu<br />
olmalıdır. Bozkurt duruşu hele günümüz şartlarında<br />
oldukça gereklidir. Zira Türk kültür tarihinin simge<br />
figürlerinden biri olan bozkurt, Türk karakterini<br />
pek çok bakımdan temsil eder. Türk varlığını ortadan<br />
kaldırmak için bin türlü projenin uygulamaya<br />
konduğu günümüzde bozkurt duruşlu milliyetçi Türk<br />
gençliğinin cesareti, atılganlığı, kararlılığı her zamandan<br />
daha elzem bir durum ortaya çıkarmıştır.<br />
Türk gencinin duruşu bozkurt duruşu, bakışı da<br />
bayrak olacaktır. Türk bayrağı, Türk milletinin kendi<br />
vatanında, kendi bağımsız devletinde, kendi bağımsız<br />
siyasi iradesinin siyasi idaresine hâkim kılınmasının bir<br />
sembolüdür. Göklerde süzülen Türk bayrağı, aslında<br />
temsilî olarak Türk milletinin sonsuz bağımsızlığının,<br />
hürriyetinin özgürce, başka milletlerin esaretiyle<br />
kısıtlanmadan, sınırlanmadan dalgalanmasını ifade<br />
74
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
eder. Türk gençliği de bayrak bakışlı olacaktır.<br />
Bakışlarından bağımsızlık, özgürlük, kendine güven,<br />
sonsuzluğu hedeflemek, büyük idealler peşinde<br />
koşmak gibi soylu bir duruş ortaya koymalıdır.<br />
Türk gençliği evine yani vatanına kartallar gibi<br />
süzülecektir. Kartal simgesi de Türk milletini temsil<br />
eden unsurlardan birisidir. Gökyüzünün en yüksek<br />
yerlerinde özgürce, kendine güveni tam olarak<br />
uçan kartal, Türk milletini temsil eder. Ayrıca kartal,<br />
tarla farelerini, kurnaz tilkileri, korkak tavşanları en<br />
üstten görür, izler, takip eder ve güçlü pençeleriyle<br />
anında yakalar, etkisiz hâle getirir. Türk gençliği de<br />
aynen kartal gibi özgürce hem göğün en yüksek yerine<br />
çıkacak, uçacak hem de kendisine ihanet eden<br />
sürüngen, hain, kalleş ne kadar tarla faresi varsa enselerinden<br />
tutup etkisiz hâle getirecektir.<br />
Çıyan, çakal, it sürüsü gibi simgeler, Türk milletine<br />
kalleşçe, haince düşmanlık yapan, Türk’ü yok<br />
etmek isteyen düşmanları temsil eder. Bunlar her<br />
tarafı sarmış vaziyettedir. Yani dışarıdan ve içerden<br />
Atatürk’ün deyimiyle haricî ve dahilî bedhâhlar<br />
tarafından kuşatılmış vaziyetteyiz. Siyaset, ekonomi,<br />
kültür gibi alanlarda uygulanan politikalar, yapılan<br />
faaliyetler hep Türk milletini tasfiye etmeye dönüktür.<br />
İşte bütün bu kalleş düşmanları ve düşmanlıkları<br />
fark etmeli, onları iyi tanımalı ve tedbirlerini de ona<br />
göre almalıdır. Karanlıkların Türk’ün kanını emmesine<br />
izin verilmemesi için Türk gençliğinin çok uyanık<br />
davranması gerekmektedir.<br />
“Kurt yurdunda ünleyen devşirme kafalı<br />
Senin adına oynadığı, dahası sus pusluğu<br />
Senden değil eti, tırnağı<br />
Senin yüreğine oynar borsada<br />
Kursağı rüşvet, iç etme, damarı kansız<br />
Yüzü senden çizgilere dayanamaz, köle<br />
Tutsaklığın dayanılır bir tarafı direnmeye<br />
Otağına giren it sürüleri oynaşır herkesle<br />
Yeter ki, avutsun bağırsağını<br />
Yeter ki, senin adına seni, dedeni, nineni…<br />
Pazarlasın senin...”.<br />
Şair burada bir başka önemli soruna değinmektedir.<br />
Özellikle Tanzimat’tan beri Türk ve Müslüman olmayan,<br />
Türk ve Müslüman düşmanlığını içinde gizleyen<br />
devşirme kafalı sinsi düşmanlar, milletimize musallat<br />
olmuştur. Bunlar ekonomimizi, siyasetimizi, kültürümüzü,<br />
toplumsal hayatımızı kontrol altına alarak<br />
bizi yıllarca sömürmektedirler. Bu devşirme kafalı<br />
sinsi düşmanlar, bizimle aynı duyguları, düşünceleri,<br />
heyecanları paylaşmazlar. Bizim derdimizi dert edinmezler,<br />
bizim iyiliğimizi değil kötülüğümüzü isterler.<br />
Kendi menfaatleri için bizim maddi ve manevi<br />
bütün değerlerimizi satarlar.<br />
Hırsızlık, rüşvet gibi her türlü gayr-i meşru işleri<br />
mübah görürler. Bunlar bizden görünüp içimizde<br />
yaşayan ve Türk otağına giren it sürüleridir. Bütün<br />
değerlerimizi pazarlayan asalaklardır. Türk gençliği<br />
bunları da iyi tanımalıdır.<br />
“Çocuk; doğrul kalk<br />
Çocuk; hiç uyumamağa uyan<br />
Çocuk; bir sen olacaksın yarınında<br />
Çocuk; Türk Türkmen diyarımın şarkısı<br />
Çocuk; gel artık üşüyen yüreklere<br />
Sevgisiz, saygısız, korkak yüreklere dikil…<br />
Ananın ak sütünce hakkın ve görevindir çocuk:<br />
Haydi, artık ezanlar sana, mehterler… “: Türk milletinin<br />
yeniden doğruluşunun, ayağa kalkmasının,<br />
kendine gelmesinin, kırılanı döküleni toplamanın,<br />
eksiği gediği gidermenin, kalkınıp ilerlemenin<br />
güvencesi dinamik yeni Türk neslidir, Türk<br />
gençliğidir. Türk gençliği her türlü tehlike karşısında<br />
uyanık olmalı, ümitsizliğe, karamsarlığa, yılgınlığa<br />
düşmüş millete ümit ve şevk vermelidir.<br />
“Ezan” dinî değerlerimizin, “mehter” de millî<br />
değerlerimizin temsilcisi olan iki önemli kavramdır.<br />
Türk milletinin yeniden ayağa kalkışı da bu iki temel<br />
değere sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.<br />
Metinlerarası İlişkiler: Şiirde başka kaynaklardan<br />
doğrudan ya da dolaylı bir etkilenme ya da yararlanma<br />
görülmemektedir. Şair daha çok özgün bir<br />
senteze kavuşturduğu duygu ve düşüncelerini izlenimlerine<br />
dayalı olarak aktarmış.<br />
Nazım Şekli: Şiir mısra kümelenmesi ve kafiye<br />
bakımından tamamen serbest tarzda yazılmış.<br />
Dil ve Üslup: Şiirde dil sapmalarına rastlanmıyor.<br />
Şair Türkçeyi dilbilgisi kurallarına uygun biçimde<br />
kullanmış. Yalnız “çakal enikleri”, “çıyan, çakal, it<br />
sürüsü”, “damarı kansız” gibi bazı argo kelime ve<br />
ifadelere yer verilmiş.<br />
Üslup olarak da daha ziyade eleştirel üslup, hamasi<br />
üslup, hitabet üslubu ve yalın üslup kullanılmış.<br />
Ahenk Özellikleri: Şair, şiirini ahenkli kılabilmek için<br />
kafiye ve vezin gibi geleneksel ahenk unsurlarına yer<br />
vermemiş. Serbest vezinle yazdığı şiirinde ahengi iç<br />
ahenkle sağlamaya çalışmış. Fakat 6 defa “çocuk”<br />
kelimesini mısra başlarında tekrarlayarak belli<br />
bir ahenk oluşturmuş. Bu tabii ayrıca şiirin temel<br />
kavramı ve figürü olan çocuk üzerindeki hassasiyeti<br />
göstermesi açısından da önemlidir.<br />
75
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
GELSİN<br />
•<br />
Mehmet AVŞAR<br />
“ Haktan ayrılmayınız”<br />
Emrine uyan gelsin.<br />
Bir ülkü ki uğruna<br />
Başını koyan gelsin.<br />
Hafta hafta günbegün<br />
Yaklaşıyor toy, düğün<br />
Ülküsünü Türklüğün,<br />
Özünde duyan gelsin.<br />
Tekbirle dolan, taşan<br />
Hak yolunda savaşan<br />
Benliğine kavuşan,<br />
Özüne koşan gelsin.<br />
Bu yurdun, bu yuvanın<br />
Kitabımız Kuran’ın<br />
Bu mukaddes davanın<br />
Delisi olan gelsin.<br />
Ülkümüz ilden ile<br />
Söylenir dilden dile<br />
Bu kara sevda ile<br />
Sinesi dolan gelsin.<br />
Binlere karşı tekçe<br />
“ Töre ”miz üzre mertçe<br />
Ve söz verip erkekçe<br />
Sözünde duran gelsin.<br />
Köy, kasaba, bucağın,<br />
Ay-yıldızlı sancağın<br />
Hasılı; bu toprağın,<br />
Kadrini bilen gelsin.<br />
76
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
KAHRAMAN TÜRK KADINLARI<br />
Son Bir Örnek: Üsteğmen FATMA SEHER ERDEN<br />
(KARA FATMA)<br />
•<br />
M. Metin KARAÖRS*<br />
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ATATÜRK,<br />
“Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini boğazı<br />
yırtılırcasına bütün dünyaya haykırarak bitirdiği<br />
Onuncu Yıl Nutku’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />
Türk kahramanlığı ve Yüksek Türk Kültürü olmak<br />
üzere iki ana temele dayandığını belirtmiştir.<br />
Türkün kahramanlığını bütün dünya bilmektedir.<br />
Kahraman deyince önce beşeriyetin aklına<br />
Türk insanı gelmektedir. Kahramanlık, Türkün<br />
atalarından tevarüs ettiği en büyük erdemlerinden<br />
biridir. Bu erdem, ırkçı olmama(1) özelliğiyle birlikte<br />
Ergenekon’da yaşadığımız dört yüz yıl içinde Türk<br />
insanının genlerine işlemiştir.<br />
Türkçe Sözlük’te “kahraman” kelimesine “sf. Far.<br />
Kahraman, 1.Savaşta veya tehlikeli bir durumda<br />
yararlık gösteren (kimse), alp, yiğit; 2. Bir olayda<br />
önemli yeri olan kimse; 3. is. ed. Roman, hikâye, tiyatro<br />
vb. edebiyat türlerinde en önemli kişi” anlamları<br />
verilmiştir.(2) Türk Lehçeleri Sözlüğü’nde “batır”<br />
ve “alp” karşılığındadır.(3)<br />
Kahramanlık ruhuna sahip olma Köktürk Bengü<br />
Taşları’ndan beri en değerli bir Türk erdemi<br />
olarak gösterilmiştir.(4) Alp’lık (kahramanlık) Kültigin<br />
Bengütaşı’nda “Türk budununun ilini, töresini<br />
yapıvermek, edivermek, dört taraftaki düşmanı<br />
yok edip itaatli kılmak, başlıya baş eğdirmek, dizliye<br />
diz çöktürmek” şeklindeki davranışlar olarak<br />
gösterilmiştir. . Devlet adamlarının “bilge kağan<br />
ermiş alp kağan ermiş, buyruku yime bilge ermiş<br />
erinç, alp ermiş erinç” sözleriyle bilgili ve kahraman,<br />
emirlerinin de bilgili ve kahramanca olması<br />
gerektiği vurgulanmıştır. Kültigin Bengütaşı,<br />
Kültigin’nin kahramanlıklarıyla doludur. Bilge Kagan<br />
ve Kültigin’nin annesi İlbilge Katun da kahraman<br />
bir kadındır. Dede Korkut Hikayeleri’nde “kahraman<br />
olmayan çocuğun atsız olarak kalması” bir Türk<br />
töresidir. Alp Er Tonga, kimsenin öldüremediği tunga<br />
isimli bir canavarı öldürdüğünden bu ismi almıştır.<br />
Rahmetli ülküdaşım Necdet SEVİNÇ Türklerde<br />
Kadın ve Aile isimli kitabını(5) “Türkiye’de<br />
kadınlar bizim zannettiğimiz gibi hiçbir zaman zor<br />
duruma düşmemişlerdir. Türk kadınının en güzel<br />
süsü Türklüğüdür” sözleriyle Türk kadınlarına,<br />
“Her ırktan bütün kadınlara” cümlesi ile de bütün<br />
kadınlara ithaf etmiştir. Sevinç:<br />
Türklerin Yaratılış Destanı’nda Tanrı Karahan’a<br />
(Ülgen Ata) yaratma ilhamını veren Akana, Oğuz<br />
Kağan’ın biri ışıktan, digeri ağaç gövdesinden doğup<br />
evlendiği ve altı çocuğunun annesi olan iki kadın,<br />
mesela Töles ve Koçkar Türklerinin türeyişlerini<br />
anlatan Altay Efsanesi’ndeki kadınlar ilk kutsal<br />
kadınlarımızın örnekleridir. Türk destan ve efsanelerinde<br />
geçen Türk kadın tipi ile Yunan destanlarında<br />
geçen kadın tipleri, Yunan tanrıçaları tamamıyla<br />
birbirine zıttır. Yunan tanrıçaları, kavgacı, kıskanç,<br />
rüşvetçi, hileci, kardeşleri ile evlenebilen tiplerdir.<br />
Türk kadınlarının ekonomik hayata katıldıkları bilinmektedir.<br />
Özellikle Kıpçak Türkü kadınlar devlet<br />
idaresi ile ilgilenmişlerdir. Anadolu’daki Bacıyan-<br />
Rum zümresi Türkmen kadınlarıdır. Ece, Terken,<br />
Türkan, Hatun isimleri kadınlarımızın unvanlarıdır.<br />
Türk haremi hakkında Max Müller‘in düşünce ve<br />
tespitleri en doğru değerlendirmelerdir. Yabancı<br />
kadınlar, önce bizim kadınlarımızı hizmetkârıdırlar.<br />
İslamiyet’ten evvel Türk kadınlarının başı açıktı.<br />
Asya Hun kadınları eteklik yerine pantolon, ayakkabı<br />
yerine çizme giyerlerdi. Türklerin kadınlarla ilgili<br />
ahlak anlayışları, kadın köle hakları, diğer toplumlardan<br />
çok üstündür. Ev ve evlenme kutsaldır. Evin<br />
eşiği de kutsaldır. Tek zevcelik esastır., sözleriyle<br />
kadınlarımızı değerlendirir.<br />
Üsteğmen Kara Fatma DÜŞ KÖPEKLERİ<br />
Melek AKÇİÇEK Hanımefendi, İstiklal harbimizin<br />
kahraman bir Türk kadını olan Fatma Seher ERDEN<br />
hakkında “Üsteğmen Kara Fatma DÜŞ<br />
KÖPEKLERİ” adlı romanlaştırılmış bir araştırma,<br />
inceleme kitabı yayınladı. (Bilgeoğuz yayınları,<br />
13.5x21 cm ebadında, 2. hamur, karton kapaklı, 680<br />
sayfa, İstanbul 2012). Türk milliyetçiliği ile ilgili<br />
kitapları yayınlamakla şöhret kazanmış Bilgeoğuz<br />
Yayınevinin sahibi Sayın Oğuzhan CENGİZ, bu<br />
kitabı eşime armağan edince gözlerimin yorgun<br />
olmasına aldırmadan okudum ve Türk milletinin<br />
minnet ve şükranlarını sunduğu İstiklal Harbimizin<br />
kahraman Türk kadınlarını (Nene Hatun, Halide<br />
77<br />
*Prof. Dr. Emekli, (Yeni Türk Dli Anabilim Dalı) el-mek:<br />
metinkaraors@yahoo.com
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Onbaşı (Edip Adıvar), Nezahat Onbaşı, Şerife Bacı,<br />
Fatma Seher Erden (Erzurumlu Kara Fatma), Halime<br />
Çavuş (Kocabıyık), Hafız Selman İzbeli, Gördesli<br />
Makbule Hanım, Çete Emir Ayşe, Tayyar Rahmiye,<br />
Tarsuslu Kara Fatma (Adile Onbaşı), Kılavuz Hatice,<br />
Saime Hanım, Yirik Fatma, Naciye Hanım, Faika<br />
Hakkı Sultan Hanım, Süreyya Sülün Hanım, Nazife<br />
Kadın, Domaniçli Habibe, Satı Çırpan) minnet ve<br />
şükranla anarak tanıtmayı uygun buldum.<br />
Kitaba Düş Köpekleri adı verilmesi çok anlamlı.<br />
Buradaki “düş” Batının, Yunan’ın Anadolu’ya sahip<br />
olma, Türkleri Asya içlerine geri gönderme hayali,<br />
düşü sanki. Şark Meselesini gerçekleştirme düşünde<br />
olanlar köpekleşmiş ve Türk insanının ırzına, namusuna<br />
vatanına saldırmanın düşünü gören köpekler,<br />
sonunda bu kahraman kadınların da yardımıyla<br />
geldikleri gibi aşağılanarak geri gitmişler.<br />
Kitabın ön kapağında siyah renkte yazılmış kitap<br />
adının yanında Üsteğmen Kara Fatma’nın elinde<br />
mavzeriyle milis kıyafetli bir resmi ve diğer kahraman<br />
kadınları ifade eden üç kadın başı resmi bir kompozisyon<br />
haline getirilmiş. Bu kapak kompozisyonu,<br />
sanki bu kahraman kadınların “bizi anladınız, takdir<br />
ettiniz, layık oldunuz mu yoksa bizi unuttunuz mu”<br />
sorularını sorduklarını düşündürüyor.<br />
Kitabın arka kapağında “Irza geçmeyi çocuklara<br />
bile yapar oldu namussuzlar! Her yeri karakol haline<br />
getirdiler. Eli silah tutan erkekler, sabah akşam, sabah<br />
akşam onları ziyarete gidecekmiş.<br />
Serra atıldı:<br />
E. biz de gidelim şu karakollara abam, köpeklere olan<br />
hasretimizi oracıkta gösteririz.<br />
Kahkahalar çadırı inletirken o devam etti:<br />
Salt erkekleri yiğit diye bellemişken biz de cehennem<br />
meyvelerine kurşunlardan bir serenat yaparız.”…<br />
şeklinde öfke, alay, ironi ve intikam cümleleri yer<br />
alıyor.<br />
Yazarın Bilgeoğuz Yayınevinin yayınladığı Bir Nefes<br />
Özgürlük adlı bir başka kitabı daha var.<br />
Melek AKÇİÇEK, kitabının başındaki tanıtım<br />
yazısına göre; İstanbul’da (Kadıköy) doğmuş, küçük<br />
yaşta okula başlamış, yerel gazetelerde hikaye ve<br />
şiirleri yayınlandıktan sonra tarihe olan tutkusuyla<br />
Türkiye’de birçok köy, kasaba ve şehirleri dolaşarak<br />
araştırmalar yapmış, tarih bölümünde okuyup<br />
ayrıldıktan sonra Halkla İlişkiler bölümünü bitirmiş<br />
halen A.Ö. Fakültesinde okumaya devam eden bir<br />
araştırmacı. Yazarın, “Tarihe olan tutkum, asırlarca<br />
adını yazdırmış değerli ecdatlarımızın yanı sıra<br />
geçmişe gizemli, köprüler kuran önemli şahsiyetlerin<br />
paha biçilmez hikâyelerini doğru ve tarafsız bir<br />
gözle keşfedebilmek, keşfettiklerimi de bal tadı bir<br />
heyecanla yazıp anlatabilmenin çok ötesindedir.”<br />
sözleriyle bal tadında bir tarih anlatımının dışında,<br />
eleştirili, vefa duygusuna yer veren, tarihi ihmallerimizi<br />
gözler önüne seren bir üslupla eserini kaleme<br />
aldığı görülüyor.<br />
Önsözde “Unutulmuş, ya da hiç tanınmamış bir<br />
kahramanı bir tablo çizercesine kaleminizle resmetmeye<br />
çalışmak zamanı unutturacak kadar<br />
uzun bir süre gerektirebilir. Bir de bu kahramanın<br />
etrafında en az onun kadar yürekli kadınlar olursa<br />
noktaları birleştirerek bir çizgi oluşturmak<br />
topladığınız doğru bilgilerin ancak yan yana gelmesiyle<br />
mümkün olabilir.” cümlelerinde belirtildiği<br />
gibi, yazar, Kara Fatma’yı kastederek “dört senedir<br />
titizlikle sürdürdüğüm yoğun bir çalışmanın içinde<br />
araştırdığım sadece bir kahraman değildi. Onun çetesinde<br />
onunla birlikte harp eden fakat adları hiç telaffuz<br />
edilmeyen çoğunlukla İkinci İnönü, Sakarya ve<br />
Büyük Taarruz’da şehit düşen ve yaşam öyküleriyle<br />
yürek acıtan tecavüze uğramış kahraman kızlardı”<br />
cümleleriyle belirtmesinden sonra Seher Hanım ve 50<br />
küsuru geçen kızının içinde Serra, Mihriban, Zişan,<br />
Cemile, Elif, Nâime, Ayşe, Şaziye, Zeynep, Mahire,<br />
Hatice’nin erkeklerden de Hüseyin, Hamdi, Seyfettin,<br />
Ferit ve birçok karakterin hikayelerinin gerçek<br />
olduğunu belirtir. Bu özelliğiyle kitap bir gerçek<br />
anılar kitabı, bir belgesel hüviyeti kazanmıştır.<br />
Melek AKÇİÇEK’in kitabının önsözü, yazılış<br />
amacını belirtmektedir: “Cansiperane fedakârlıklar<br />
yaparak vatan, kan ve can borcu ödeyenler tarihin<br />
tozu sayfalarına kaldırıp atılmamalı, bizim de<br />
onlara bir vefa borcumuz olmalı. İstedim ki biz de<br />
kutsal değerlerimizi baş tacı ederek kutsal toprağa<br />
sığmayanları tozlu sayfalar yerine yüreğimizde<br />
yaşatalım. …<br />
Bir tek okumak için sevgili aramayın; “onu siz<br />
yaratın”<br />
Bu kitaptaki bütün kahramanlar yazarın sevgilisi<br />
olmuş. Ne kadar güzel ve duygulu.<br />
FATMA SEHER ERDEN (ERZURUMLU<br />
KARA FATMA) 1888’de Erzurum’da doğdu. Subay<br />
Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı.<br />
Kardeşi Hüseyin, büyük oğlu Seyfettin, küçük oğlu<br />
Suat (Edirne’de Bulgar işgalinde ölür), bir kızı Fatma<br />
ile birlikte I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesine<br />
gitti. 1919’daki Kongre günlerinde, Mustafa<br />
Kemal’le bizzat görüşebilmek için Sivas’a gitti. Bu<br />
görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak<br />
Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın<br />
birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde<br />
Mehmetçikle birlikte destanlar yazdı. İzmit direnişi<br />
78
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
sırasında esir düştü. Vatansever bir Ermeni’nin<br />
yardımıyla kurtuldu. İkinci olarak Büyük Taarruz’un<br />
ilk günlerinde General Trikopis‘in birliğine esir<br />
düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına<br />
geçmişti. Kahraman kadın, İstiklal Madalyası alarak<br />
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üsteğmen” rütbesi ile<br />
emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı.<br />
1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tespit etti.<br />
Kara Fatma’nın oğlu Seyfettin şehit olur, Kızı Fatma<br />
bir elini kaybeder, evlenir iki çocuğu olur, çocuklarına<br />
bakamazlar, yetimhaneden kaçan torunları ölür.<br />
Kitabın başında Edirne’yi işgal eden Bulgar düş<br />
köpeklerinin tecavüzüne uğrayan ve kocası kaçıp<br />
giden Mihriban ile yine on yedi yaşında tecavüze<br />
uğrayan Serra’nın konuşmalarına Seher Hanımın<br />
cevabı sanki bütün tecavüze uğrayan kadınların duygu<br />
ve düşüncelerini anlatmaktadır:<br />
Mihriban: -Benim kirlendiğimi söylüyorlar<br />
Serra’ya döndü, acı dolu bakışlarını gözlerine dikti:<br />
-Biz kirli miyiz Serra <br />
Seher Hanıma bakınca onun kızgın öfke dolu<br />
bakışları ile karşılaştı:<br />
“Siz sadece tecavüze uğradınız. Senin ırzına<br />
geçmeden önce bu topraklara tecavüz ettiler. Seni<br />
çiğnedikleri gibi bu toprakları da çiğnediler. Onlar<br />
kirlendi mi ki siz kirleneceksiniz Toprak neyse<br />
sen de osun; yağmurlar karlar yağdığı an, toprak<br />
tertemiz olur, mis kokar. Yeşil verir, filiz verir,<br />
rengârenk çiçekler örter. Bu da ne kadar kutsal ve<br />
temiz olduğunu gösterir. Senin de yağmurun karın<br />
erindi, sana hayat verecekti, sana hayat verecekti.<br />
Sen kirlenmedin, ama o kirlendi. Kaçıp hayatını<br />
kurtaracağına bunu sana mal ediyorsa kaçmayıp<br />
namusunu kurtarsaydı. Bu kadar güzel bir karısı<br />
olduğunu bile bile seni saklamayıp onların eline<br />
bıraktıysa ben ona erkek bile demem. s. 40<br />
Seher Hanım kocası Derviş Beyin Sarıkamış’da<br />
şehit oluşunu duyunca şu sözler dilinden dökülür:<br />
“İlk defa endişeliydi. Biz karanlığa gidiyoruz<br />
Seher’im demişti, beyaz bir karanlığa. Anam Erzurumlu,<br />
babam Vanlı. O dağların, o yoz yolların<br />
beyaz karanlığını çok iyi bilirim. Gözlerin görürken<br />
görmez olur. Usun karanlıkta kaybolur. Dirimin<br />
o beyazlığı kendisi sandıkça sen de ona karışırsın.<br />
O da Vanlı idi. Bunu benim gibi bilir idi. O ölmemeliydi.<br />
Vatanın sürekli ağladığını gören biri ölmemeliydi.<br />
Bazıları der Sarıkamış’a gidenler donmuş<br />
diye sakın bana orada donarak öldüğünü söyleme<br />
sakınnn” s. 51.<br />
Seher Hanım Mihriban ve Serra’ya baktı:<br />
“Her ikisi de attığımı tamam vurur oldular. Durup<br />
dinlenecek vakit değildir. Ruslar Kafkaslardan<br />
akıp içimize girmek isterler. Boğazlarımızı topa tutarlar.<br />
Çanakkale harp edenlerle Conk Bayırı, aç<br />
susuz destan yazanlarla dolu. Ardı ardına açılan<br />
cephelere koşan koşana. Elim silah tutar, cephelerde<br />
kanım coşar daha mı durayım” Kadın milis<br />
gücü oluşmuştur artık. Kadınların en büyüğü 32<br />
yaşındadır.<br />
Kocası şehit, bir oğlu Edirne’de ölmüş, diğer oğlu<br />
Seyfettin (15 yaşındadır) ve kızı Fatma ve yanında<br />
diğer milis kızlarla birlikte Fatma Seher Hanım, 1917<br />
yılı başı 1918 sonu arasında Kars, Kağızman, Doğu<br />
Beyazıt’tadır. “Kafkaslarda, Rus ve Ermenilerin<br />
hızını kesen sadece sert bir poyrazdır.” Buralarda<br />
Ermeni zulmü ve Türk’e uyguladıkları katliamlar<br />
vardır.<br />
1919 -1920 yıllarında büyük şefiyle tanışınca Seher<br />
adı tarihe karışacak adı Kara Fatma olacaktı.<br />
Samsun’da tanıştıklarında Mustafa Kemal: “Aynı<br />
cesur bir er gibi konuştun. Keşke bütün kadınlar<br />
senin gibi olsa Kara Fatma kadın erkek bu vatanın<br />
hepimize ihtiyacı var. Adın buydu değil mi” “Gözü<br />
kara biri olduğun belli, adın da Kara Fatma olsun,<br />
ne dersem yapar mısın “Yapacaklar için onayı<br />
Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü<br />
olmadığını ve hiçbir milletin vatanını<br />
işgale hakkı bulunmadığını tüm dünyanın duyması<br />
için haykıran yenilmez bir yürekten almıştı” Kara<br />
Fatma, İzmit ve civarını düşmana ve düşmanın yerli<br />
işbirlikçilerine karşı koruyan ve savunan kadın<br />
milislerin komutanıdır. Osmaneli ve çevresindedir.<br />
Kitabın 284. sayfasında Kara Fatma kadınları ve<br />
askerlerle birlikte çekilmiş resmi vardır. Resimde<br />
kızı Fatma’nın elini kaybetmeden çekilmiş ilk ve<br />
son fotoğrafı vardır. Kızı Fatma cephede askerlere ve<br />
cephane taşırken bir şarapnelin vurmasıyla bir elini<br />
kaybetmiştir. Bir pasaj:<br />
Atiye, kendisine tecavüz Helen uygarlığı temsilcisini<br />
çeteciyi tanıyıp yakalayınca şöyle cezalandırırlar:<br />
-Yüzüme bak<br />
Çeteci başını kaldırırken sarsılan bacaklarını<br />
tuttu. Dün üstümde tepiniyordun, Bizim inandığımız<br />
Allah’ın adaleti bu.<br />
-Affet beni..<br />
-Ben de öyle yapacağım. Senin gibi bir namussuzu<br />
cehennem meyvesinden kurtaracağım.<br />
-Yapma<br />
Silahı yaklaştırıp kasıklarına iki el ateş ettiğinde<br />
böğüren çeteci ciğerleri yırtılırcasına haykırdı.<br />
-Biz de böyle ölmüştük. Dirimizi, içimizi, dışımızı<br />
yaşarken öldürdünüz namussuzlar.<br />
Tecavüze uğrayan Türk kadınlarının en korkunç<br />
intikamı, düşmanı cehennem meyvelerinden (!)<br />
79
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
vurup gebertmektir.<br />
Kitapta Serra ile subay Ferit’in karşılıklı sevgileri<br />
geniş olarak işlenmiştir.<br />
Büyük Taarruz’da amansız mücadelede Serra:<br />
-Zeynep’im Ferit’e söyle, O sadece benim Ferit’im<br />
ben de onun Serra’sıyım. Bir tek onu sevdim.<br />
Taşı toprağı göğe doğru uçuran korkunç bir patlama<br />
oldu. Serra metrelerce havada taşlarla kandan<br />
topraklar içinde bir melek gibi ölüme uçuyordu.<br />
-Abam ölme, ben de seni çok sevdim ölme.<br />
Çiçek bayramının gözdesi, teğmen rütbesini<br />
Gazi’nin elinden alacaktır. Bir atış müsabakası<br />
birinciliğinden sonra yeni rütbesi bakır bir tepsinin<br />
içinde geldi. Bir düş içinde şehit olan kızlarını<br />
hatırladı. Daha sonra üsteğmenliğe terfi ettirilir.<br />
Kara Fatma’ya İstiklal Madalyası verilir ve aylık<br />
bağlanır. Fakat aylığı Kızılay’a bağışlar, almaz.<br />
İstiklal Madalyasına şerefim diyecek, maaşını milletine<br />
hediye edecekti. 1923-1931 arası.<br />
Hayatının son yıllarında Kara Fatma büyük bir<br />
yalnızlık ve maddi sıkıntıya düşer. Kızı Fanta gelinlik<br />
çağa gelmiştir. Fakat bir eli yoktur. Savaşta<br />
kardeşlerinin kızartılmış etlerini yemeye düşmanlar<br />
tarafından zorlanınca ruh hastası olan bir delikanlı<br />
ile bu çolak kolumla beni ondan başka kim alır diye<br />
düşünerek evlenir. Fakat mesut olamaz. Kocası eziyet<br />
eder. İki oğlu olur. Hastalığı o kadar ilerler ki sonunda<br />
Bakırköy hastanesine yatırılır ve ölür.<br />
Kitapta İstiklal Savaşı’nda şehit olan kahraman<br />
kadınlarımızın Atatürk’ün mutluluğu hakkında şu<br />
düşünceleri de vardır: “Bir de Gazi mutlu olaydı.<br />
Evlendiği kadın! Allahım ne şanslı bir kadındı o,<br />
ama ne yaptı Biz harp ederken o yabancı ülkelerde<br />
gezermiş. İzmir’e soysuzlar girince mücadeleye<br />
katılmayıp çekip gitmişler. E beni de gönderselerdi<br />
yaban eller ben de onların dilini kuş gibi şakırdım<br />
her hal. O da bizim gibi silah kuşanıp düşeydi ya<br />
cepheye, nerden bilecek gaza etmenin tadını. Sonra<br />
dön hiçbir şey olmamış gibi sıkıntı dert tasa<br />
yaşamadan hem Gazi’ye hem toprağa sahip çık.<br />
O yüzden Gazi’nin kıymetini bilmesinin mümkünü<br />
yoktu. Dünyayı gezeceğine parçalanmış dirimleriyle<br />
haykıran askerlerimizin bir tanesinin yarasını<br />
sarsa Gazi ona helal olur derim. Sen neye sahip<br />
olduğunu bilmezsen sonunda gideceğin yer kürkçü<br />
dükkanı olur.” Şaziye Hanım: “Para kızım para, o<br />
para bizde olsaydı belki harp daha çabuk biterdi.<br />
Olan o Fikriye garibine oldu. Onu essahtan seven<br />
onun uğruna ölen tek kadındı. Gazi bizi mutlu etti.<br />
Güvende ve huzurluyuz. Şimdi biz de onun mutluluğu<br />
için dua edelim…”<br />
Ah İstanbul, sar yaralarımı diyecekti ama İstanbul<br />
80<br />
onu sefil edecekti. 1931-1933 Kara Fatma torunlarını<br />
çocuk yuvasına verir.<br />
Rus Manastırına düşmese değil gazeteciler,<br />
kimsenin ondan haberi olmayacaktı. 1933-1949<br />
Torunları daha sonra bakımsızlık ve sefaletten ölürler.<br />
Son istek, son arzu Bir karış topraktı. Ah!<br />
Vefasızlık, ona da mı hayır! 1949-1955<br />
3 Temmuz 1955 tarihli Hürriyet gazetesinde<br />
resminin altında Kara Fatma öldü haberi vardır:<br />
İstiklal Harbi’nin tanınmış kadın simalarından<br />
ve Kara Fatma namıyla maruf Fatma Savaşkan<br />
(yanda) dün sabah Darülacezede vefat etmiştir.<br />
İstiklal Harbi’nde sayısız kahramanlıklarıyla<br />
kendisine şöhret yapan ve “milli kahraman” olan<br />
Kara Fatma’nın cenazesi Darülazceze’den evine<br />
getirilmiş olup bugün öğle namazını müteakip<br />
Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığına defnedilecektir.<br />
Kendisine lazım geldiği kadar yardım yapılamadığı<br />
için son senelerde sefalete düşen Kara Fatma<br />
geçirdiği hastalıktan sonra bir lütuf olarak ancak<br />
Darülaceze’ye yatırılabilmiş ve orada birkaç<br />
aylık tedaviden sonra 77 yaşında hayata gözlerini<br />
yummuştur. Allah rahmet eylesin. (Foto Hürriyet-<br />
A.B.)<br />
Kitabın Son Sözü bu yüce kahraman kadını ve<br />
hayat macerasını tanıtmaya yeterli:<br />
“Bir toprağımı sevdim, bir de milletimi demişti.<br />
Kutsal örtüyü paha biçilmez sözlerle özetlemişti.<br />
O ve kızlarının ölümü bir kefen gibi biçerek içine<br />
girdikleri tek cennetleriydi. Yaşarken milletinin uhdesine<br />
verdiği İstiklal Madalyasının gölgesinde belki<br />
de cennetten küçük kırıntılar bulur, itibar görür,<br />
sever sevilirim diye düşlemişti. Onun düşlediği nitelikler<br />
milletinde olması gereken değerlerdi. O engin<br />
yüreğiyle maaşını Kızılay’a bağışlayarak gösterdiği<br />
sınırsız sevgi başka nasıl yorumlanabilirdi<br />
Gelecekteki yaşamını milletinin insafına terk etmesi<br />
mert ve kadirşinas yüreğinin ölçüsüz güzelliğine has<br />
bir özellikti. Göğsüne sığdıramadığı onur madalyası<br />
onun şerefiydi, üstün meziyetlerinin bir aynasıydı<br />
ama ona bile saygı göstermesini bilemedik. Onu<br />
baş tacı etmek bir yana sahip bile çıkamadık tam da<br />
onun dediği gibi onu yerlerde süründürdük hem de<br />
insafsızca.<br />
Vakti saati gelince bedeni için bir karış toprak, diyecekti.<br />
Ne acıdır ki onun canım dediği milleti, yani<br />
bizler… Onu bile esirgedik.<br />
Kulaksız mezarlığına gittiğimde gözlerimle gördüm<br />
ki gerçekten mezarına ait hiçbir emare yoktu. Mezarı<br />
olduğu tahmin edilen yerden yol geçmiş, yaşarken<br />
canlı bedenine yapılan vefasızlık ölümünden sonra<br />
da bir karış toprağına yapılmıştı.
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Kıymetlisini hiçbir karşılık beklemeden ölürcesine<br />
savunan ve kendine has hoşgörü penceresinden<br />
inatla bakan bu koca yürekli kahraman kadını,<br />
yattığı topraktan çıkarıp almışlar, kemiklerini bir<br />
zaman kavramı içerisinde yok edercesine bir bilinmeze<br />
savurmuşlardı. Bir daha dünyaya gelip yeniden<br />
gömülmeyeceğine göre mezarı da ne yazık ki kalmayacak.<br />
Tabii bizim de minnetimizi göstermek gibi<br />
bir kaygımız olmadığından, onun milletim benden bir<br />
karış toprağı esirgemez diyen sözleri vefasızlığımızı<br />
hep yüzümüze vururcasına tozlu tarih sayfalarının<br />
arasında kalmaya ne yazık ki devam edecek…<br />
Son not.<br />
Anıtkabir’de kahramanlar arasında kendisine<br />
yer verilmiş olup Bursa Beşevler Meydanına da bir<br />
heykeli dikilmiştir.<br />
Sonuç: Dünyanın en cefakar, fedakar, erdemli,<br />
vatanını seven, eşine, çocuklarına bağlı, çalışkan<br />
kadını Türk kadınıdır. Tarihimiz böyle kadınlarla<br />
doludur. Atatürk’ün dediği gibi: ‘’Dünyanın hiçbir<br />
yerinde, hiçbir milletinde Anadolu kadınının üstünde<br />
kadın çalışmasını zikretmeye imkân yoktur ve dünyada<br />
hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından<br />
daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere<br />
götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim”<br />
diyemez.’’<br />
Kitapta vefasızlık, kendi kahramanlarımıza layık<br />
oldukları değeri vermeyen, onları unutan, tarihten<br />
ders almayanların tenkit edilmesi işlenmiş.<br />
Yoksa biz kendi değerlerimizin farkında olmayan<br />
bir millet haline mi geldik Kahraman kadınımız<br />
Kara Fatma’ya son zamanlarında çektirdiğimiz yoksulluk,<br />
kimsesizlik, ilgisizlik, sonunda bir mezar<br />
taşını bile esirgememiz ne kadar büyük bir erdemsizlik,<br />
vefasızlık, kadir kıymet bilmeme örneği. Vatanın<br />
asıl sahipleri bu kahraman kadınlar değil mi<br />
Uzun bir araştırma ve yorucu bir çalışma ile bir<br />
kahraman kadınımız ile etrafındaki diğer kahraman<br />
kadınlarımızın hayatını adeta romanlaştıran Melek<br />
AKÇİÇEK’i kutlar, bu kitabı herkesin okumasını<br />
tavsiye ederim.<br />
(1)Yazgan, Turan, TDAV Genel Başkanı, yazı ve konuşmaları<br />
(2)Türkçe Sözlük, TDK yay, Ankara 2005<br />
(3)Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, Komisyon, Kültür<br />
Bakanlığı yay. Ankara 1991<br />
(4)Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi yay. 1. taş,<br />
doğu yüzü.<br />
(5)Sevinç, Necdet, . Türklerde Kadın Ve Aile, Bilgeoğuz Yay.<br />
2007 baskılı, 144 sayfa.<br />
Yanağı gamzelenir, gülünce al al yanar,<br />
Dudağında gonca gül açılır, dil lâl olur…<br />
Abdal gönül aldanır, aşkın sihrine kanar,<br />
Baştan giden aklına belâlı bir hâl olur.<br />
Sevgilinin uğruna çarmıha gerilir can,<br />
İşkence çeker gönül acısı yaman olur.<br />
Yaralanır her yanı, kesilir soluk bir an,<br />
Azrail yoklar nabzı, hayâli canan olur.<br />
ÇARMIHTA CAN<br />
•<br />
Emel DEMİREZEN<br />
Ey ustura ağızlı, kılıçtan da keskin dil,<br />
Acıtır bir dokunsa bu gönül viran olur.<br />
Kapatırım gözümü, incitmez canımı bil,<br />
Yârin elinden ölüm en güzel seyran olur.<br />
Hasretin pençesinde kıldan incedir gönül,<br />
Düşürür dilden dile, her hâli ayan olur.<br />
Yağmalar yokluğunu kanatlanıp ebabil,<br />
Derinden bir ah çeker, nefesi figan olur.<br />
81
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Dr. Hayati BİCE<br />
“Türkistan Rüyası”<br />
(Bizim Büro, 1.Baskı, Ocak-2012)<br />
Bizimki gibi okuma kültürü henüz gelişmekte olan<br />
toplumlarda, en samimi duygularla kaleme alınmış kitap<br />
tanıtım yazıları bile, beklenen etkiyi sağlamaktan<br />
uzaktır. Kitabı anlatmaya çalışan hiçbir kelime, kitaptaki<br />
emeği ve göz nurunu okuyucuya sunma amacına<br />
yeterince hizmet edemez.<br />
İdeolojik perspektifle yazıldığı takdirde “dava”,<br />
ticari kaygıyla yazıldığında ise “tiraj” kaygısını<br />
hissettiren, tanıtım yazıları, popüler futbol deyimiyle<br />
söylersek; en fazla “kavisli bir orta” heyecanı verebilirler.<br />
İyi bir okuma için yazarın kitapta bu pası, şık<br />
bir voleyle gole çevirip fileleri havalandırmış olması<br />
beklenir.<br />
Bu yüzden, daha başında söyleyelim; bu bir “kitap<br />
tanıtım yazısı” değildir. Eğer tanıtım yazıları<br />
öyle harika ve mucizevi tahrirler olsaydı, bugün<br />
Türkiye’nin bir kitap cenneti olması, yazarların da<br />
en azından TV yıldızları kadar ilgi görmesi gerekirdi.<br />
Evet, bu bir kitap tanıtım yazısı değil, olsa olsa kendi<br />
barutumuzun harareti ölçüsünde yakabildiğimiz bir<br />
“işaret fişeği”dir.<br />
***<br />
Dr. Hayati Bice’nin “Türkistan Rüyası”, klasik bir<br />
otobiyografik roman değildir. Bu samimi anlatım,<br />
olsa olsa Milliyetçi bir dervişin, mana ummanında<br />
bütün benliğiyle yol alırken yalnız kalmamak ve milletini<br />
yalnız bırakmamak için halk dilinde kaleme<br />
aldığı bir doğal tedavi reçetesidir. Kitapta dava aşkı<br />
ile yaşanan bir hayatın davanın özüne dair kritik<br />
anları, bir hatırat gibi kaleme alınmıştır. Böylece hem<br />
çağdaş bilimin, hem mana ehlinin; hem büyük bir<br />
davanın, hem de meraklı okuyucunun talepleri tek<br />
kalemde karşılanmaya çalışılmıştır.<br />
* Bilim, çağdaş insana yaşadıklarının diğer insanlar<br />
için de eğitici olması için “hatırat yazmayı” önerir.<br />
* Din, tebliği ve gönüllerin fethini sadece ulü’lemre<br />
bırakmamıştır. Her Müslüman ilmi ve takvası<br />
oranında dini doğru olarak “tebliğ etmekle” yükümlüdür.<br />
Hele bugünkü gibi din adına yapılan binbir<br />
maskaralığa nazaran Hayati Bice’nin Türk milletini<br />
kendi anne sütüne kavuşturmak amacıyla yaptığı<br />
Yesevi araştırmaları, başlı başına bir değerdir.<br />
* Dava, “mukaddes doğrularla, ideolojiyi takviye<br />
etmeyi” bir hedef olarak gösterir.<br />
Eğer Dr. Hayati Bice gibi, bilgiyle cesareti, parlak<br />
bir zekâ ile kompoze eden araştırmacılarınız yoksa,<br />
“tarlanızın başkaları tarafından sürülmesi”ne engel<br />
olamazsınız. Kainat boşluk kabul etmiyor. Din ve<br />
inanç gibi insanlık tarihinin en önemli konusunu siz<br />
ihmal ederseniz, “Çin malı” ilmihallerin ve din tefsirlerinin<br />
piyasayı kaplamasına engel olamazsınız.<br />
Ondan sonra da Müslüman’ı Zülfikar’sız kalmış,<br />
iğdiş edilmiş kitleler haline getirdiklerinde nerede<br />
yanlış yaptığınızı düşünmeye başlarsınız.<br />
Devşirilmiş, milli asabiyyetini terk etmiş cemaat<br />
önderlerinin, global emirerleri gibi karalı-aklı, ya da<br />
siyahlı-beyazlı saraylara kapılanmasını anlamakta<br />
zorlanırsınız. Din önemli bir konudur ve hiç bir milliyetçi<br />
bu gerçeği reddetme lüksüne sahip değildir.<br />
Dr. Hayati Bice, derviş edebi sayesinde bu basit<br />
gerçeği vurgulamaktan hayâ ve imtina etse de,<br />
bir erken uyarı hüviyetinde başlattığı milli tasavvuf<br />
çalışmaları, O’na Ülkücü dava adamları arasında<br />
mümtaz bir yer vermemize yetecek kadar derin ve<br />
82
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ve yeterlidir. Tıp Doktoru Hayati Bice’nin milliyetçi<br />
kültür birikimi üzerine bina ettiği tasavvuf tezi, bu alanı,<br />
bilimsel açıdan kimsesiz kalmaktan kurtarıyor. Bu eşine<br />
az rastlanır durum da Türk Milliyetçileri için aslında<br />
büyük bir fırsat niteliği taşıyor.<br />
İlahiyatçı, tasavvufla ilgilendiğinde bunun haber<br />
değeri olmuyor. Ancak bir pediatri uzmanı tıp doktoru,<br />
konuya aşkla yaklaşınca sohbet hızla bir dava seminerine<br />
dönüşüyor. O’nun Divan-ı Hikmet derslerini<br />
dinlerken yalnızca Ahmed Yesevi ile tanışmıyorsunuz;<br />
adeta çağdaş bir İbn-i Sina ile de karşılaşıyorsunuz veya<br />
milletinin ölümsüzlük iksirini hazırlamaya çalışan ülkücü<br />
bir Lokman Hekim ile...<br />
“Türkistan Rüyası”nı bu gözlerle yorumlamaya<br />
çalıştım.<br />
***<br />
Kitaptaki samimi otobiyografik anlatımda, bir dava<br />
adamının, “dünya-ahiret dengesi”ni kurma yönündeki<br />
maharetine tanık oluyorsunuz. Davanın dünyevistratejik<br />
gerekleri ile uhrevi-mistik vecibeleri arasında<br />
kurulan sağlıklı denge, her kesimden okuyucuya ilginç<br />
gelecek kadar akıcı bir üslupla aktarılmış.<br />
Müslüman bir Türk için kutsal kabul edilen bütün<br />
mekânların “hassas bir kamera” ile okuyucuya<br />
aktarıldığı bu izahlı hatıralar manzumesi, davası için bir<br />
şeyler yapmayı aklına koymuş ülkücü iman erleri için<br />
Dr. Hayati Bice’yi adeta bir rol-model haline getiriyor.<br />
Bize göre Hayati Bice’nin rüyaların mistik ve psikiyatrik<br />
değerini de hatırlatan bu eseri başta olmak üzere,<br />
yazı hayatındaki en büyük avantajı, hayata ülkücü nazar<br />
ile yaklaşması. Öyle ki, aleme nizam vermek için<br />
önce “Türk’e nizam vermek” gereğini fark etmelisiniz.<br />
Dr. Hayati Bice, Türk’e nizam vermek için ise İslam’ın<br />
Türk’ün ruhuna uygun olarak, “Türkçe” anlatıldığı ilk<br />
divanın sahibine, Hoca Ahmed Yesevi’ye müracaat etmekten<br />
daha iyi bir yol olmadığını bize gösteriyor...<br />
Türkistan’ın bir ucunda görülen bir rüya, ilm-i ledün<br />
desteğiyle türbedeki manevi tahribatın giderilmesi<br />
ve mananın maddeye bir kez daha hâkim olmasıyla<br />
Türk’ün milli ruhunun korunması... Tarihin Dr. Hayati<br />
Bice’ye böyle bir görev yüklediği anlaşılıyor. Kitapta,<br />
1990’lı yıllarda Ahmed Yesevi için Türkiye’de doğru<br />
-yanlış, iyi-kötü, az-çok ne yapılmışsa bu konulara dair<br />
gerçekleri bulmak mümkün.<br />
Bir Ülkücü dervişin umre yolculuğunda, milli feraset<br />
ve medeni cesaret objektifine takılanlar ise hiç bir<br />
belgeselde bulunamayacak kadar “bizden...” Turan<br />
sevdalısı yazar, aşkını hiç bir mekânda asla gizlemiyor<br />
ve kitapta “bütün yollar bir şekilde Türkistan’a çıkıyor.”<br />
Dr. Hayati Bice, kitabını imzalarken bile rüyasının<br />
rahmani yorumundan aldığı kutlu vazifesini tamamlamaya<br />
çalışıyor.<br />
Ne mutlu bize ki; bu “Türkistan Rüyası,” Dr. Hayati<br />
Bice’nin, daha önce alamadığımız, “Yesevi Tanuv”<br />
dersini, önce rotatif üzerinden raflara çıkarıyor, sonra da<br />
gönüllerimizde Hazret-i Türkistan sevgisini tesis ediyor.<br />
Bize ilginç gelen bazı tevafuklar:<br />
* Şeyh Şamil, 1830-1864 yılları arasında güçlü Rus<br />
ordusuna karşı inanılmaz bir direniş sergiliyor. Türk<br />
alpliği ile İslam erenliğinin bu güçlü terkibi, “Kafkas<br />
müridizmi” olarak tarihe geçiyor.<br />
* Şeyh Şamil silsilesinden gelen Şerafeddin Dağıstani<br />
dervişleri, Bursa’yı bir günde teslim alan Yunan<br />
Ordusu’nu Orhangazi sırtlarında altı ay durduruyor.<br />
* Bu “ülkücü duruş,” ülkücü mütefekkir Galip<br />
Erdem’in dikkatini çekiyor. Olayı “ülkücü hafıza”ya<br />
kaydediyor.<br />
* Galip Erdem, Yalova’ya tayini çıkan Dr. Hayati<br />
Bice’ye (kitapta Oğuz Karaçay) Şerafeddin<br />
Dağıstani’den ve milli davalara duyarlı derviş silsilesinden<br />
bahsediyor; onları bulması için işaret veriyor.<br />
* Dr. Hayati Bice, silsilenin yaşayan mürşid-i kâmili<br />
Mustafa (İhsan Karadağ) Dede’yle buluşuyor<br />
ve Kazakistan’a gidiş gelişlerinde O’nun manevi<br />
rehberliğine müracaat ediyor.<br />
* Medine’de tesadüfen tanıştığı Kaşgarlı bir Uygur<br />
Türkünden aldığı Divan-ı Hikmet’i parça parça yayına<br />
hazırlayan Dr. Hayati Bice, gördüğü “ağır ” bir rüyanın<br />
Mustafa Efendi tarafından yorumlanması için huzura<br />
varıyor.<br />
* Mustafa Efendi, rüyanın derin bir anlamı olduğunu<br />
söylüyor ve...<br />
* Görev başlıyor.<br />
* “Türkistan Rüyası” Ocak 2012 itibariyle Bizim<br />
Büro Basımevi’nde basılıp; seçkin kitapçı raflarında yerini<br />
alıyor.<br />
***<br />
KİTAB BİLGİLERİ: Türkistan Rüyası; Hayati Bice;<br />
Karton Kapak; 13,5x19 cm; ISBN:9756151563, 308<br />
sayfa. 16 TL.<br />
Kapak Kompozisyonu: Metin BOZDEMİR<br />
YAYINEVİ: BİZİM BÜRO, GMK Bulvarı No. 32/C<br />
Demirtepe-Kızılay-ANKARA Tel. 0312-2299928<br />
İNTERNETTEN SATIŞ:<br />
Kitapyurdu.com http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.aspid=596547<br />
DAĞITIM:<br />
İstanbul: KİTABEVİ: Çatalçeşme Sk. 46 Cağaloğlu –<br />
İSTANBUL Tel:0212- 511 21 43<br />
Ankara: HASRET Kitabevi – Hamamönü Sk. No.6/A<br />
ANKARA Tel. 0312-3117062<br />
Şükrü ALNIAÇIK<br />
83
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
YETER ARTIK KIZIL ÇİN!<br />
•<br />
Nurala GÖKTÜRK<br />
Yeter artık çekil git, döşü kurban kılamam,<br />
Gerçekler oldu kurban, düşü kurban kılamam.<br />
Kıyma artık, yetişen, taze civan merdime,<br />
Fikri sağlam neslimde, işi kurban kılamam.<br />
Bayrak için ölmeye, toprak için can gerek,<br />
Türkistan’ım cenk için, yılmayan iman gerek,<br />
Neslim iman eridir, yıldıramazsın onu,<br />
Neslimin inandığı fikri kurban kılamam.<br />
Yaktın yılar boyunca, çınarca kuru yandı,<br />
İlim irfan ve erdem yolunda duru yandı,<br />
Ay, güneş ve gökyüzü zulmün için utandı,<br />
Kurular yandı bitti yaşı kurban kılamam.<br />
Çekil git diyarımdan, Türkistan, Türkün evi,<br />
Bitti Nemrut, Firavun tanrılığının devri,<br />
Sende bitirdin çoktan, istediğin görevi,<br />
Gözlerim oydun amma kaşı kurban kılamam.<br />
Kan içtin, iliklerim kurudu vatan diye,<br />
Meledi kuzularım atsın artık Tan, diye,<br />
Mao, Stalin gitti, çekilmezsin ne diye<br />
Çaldın madenlerimi, taşı kurban kılamam.<br />
Sil git Türkistan’ımdan ayak izin kalmasın,<br />
Dür artık defterini, cellât, Tezin kalmasın,<br />
Sana ait bir parça eski bezin kalmasın,<br />
Yeni devir başlasın, Nesli kurban kılamam.<br />
Satılmış hainleri gidecekken alıp git,<br />
Kökünü şeytanlığın temizce bir silip git,<br />
Doldu cellât feymanın hem ağla hem gülüp git,<br />
Sevdalı yüreğimden, aşkı kurban kılamam.<br />
Türkistan’a dönerken, bitecek artık matem,<br />
Yedi düvel Türk yurdu, Türkün otağı ülkem,<br />
Cumhur olabilmeye yıllarca çarpar sinem,<br />
Hürriyeti özledim, halkı kurban kılamam.<br />
Gök bayrağım gönderde selamlarken milleti,<br />
Unutmasın neslimiz kan kusturan zilleti,<br />
Tarihe kapkaranlık leke olan illeti,<br />
Yazacak destanımız, ecri kurban kılamam.<br />
Şehitler şühedalar toprağıdır vatanım,<br />
Dirilip yeni baştan, toprağa düşen kanım,<br />
Hudbe okutur baştan, Sultan Satuk <strong>Hakan</strong>ım.<br />
Nice sayısız ceddim, Adı kurban kılamam.<br />
84
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Mehmet SAĞ, “Savaşın Tanıkları”<br />
TÜRK SANATININ DÜNÜ, BUGÜNÜ<br />
VE<br />
GELECEĞİ ÜZERİNE<br />
•<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet SAĞ<br />
19. yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarından itibaren<br />
hemen hemen her alanda dünyayı etkisi altına<br />
alan “modernizm” felsefesi, Türkiye’de de, özellikle<br />
resim alanında, yurt dışında eğitim aldıktan sonra<br />
Türkiye’ye dönen ressamlarımız, yurt dışından ülkemize<br />
ders vermek üzere davet edilen yabancı hocalar<br />
ve onların talebeleri tarafından geniş bir uygulama<br />
alanı bulmuştur. Özellikle, teknik olarak batının taklidi<br />
peşinde olan bu ressamlarımızın çoğu, konu olarak<br />
da Türk sanatının özünden giderek uzaklaşmışlardır.<br />
Sanatçılar arasında, ülkede yerleştirilmek istenen<br />
yeni sanat anlayışına karşı gelenler çıksa da, bunların<br />
uyarı niteliğindeki çabaları yetersiz ve sonuçsuz<br />
kalmıştır.<br />
Türk sanatçılarının düne kadar taşta, duvarda,<br />
halıda, kilimde, deride, kâğıtta v.b. gibi birçok<br />
malzemede ve mekanda görselleşmiş duygu ve<br />
düşüncelerinin felsefik, sosyolojik, mitolojik, dini<br />
ve estetik derinliği asırlar öncesine giderken, yerini,<br />
yüzü batıya dönük; tamamen görsel kaygılarla<br />
hareket eden modernist felsefelere bırakmıştır.<br />
Bu gidişten memnun olmayan az sayıdaki sanatçı,<br />
düşüncelerini farklı şekillerde dile getirmiş; Türk<br />
sanatçısının geleneğe sırtını dönerek, batı modellerini<br />
benimsemelerini zaman zaman sert bir şekilde<br />
eleştirmiştir. Bu çerçevede Elif Naci, Türk resim<br />
sanatının geleceğinin Alpler’in ötesinde değil,<br />
Toroslar’ın eteklerinde olduğunu dile getirirken,<br />
Türk resim sanatı adına gelinen noktayı da işaret etmektedir.<br />
85
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyeti<br />
ilan ettikten bugüne kadar her alanda birçok sıkıntıya<br />
göğüs germiş, çözüm üretmeye çalışmıştır. Geleceğin<br />
güçlü Türkiyesini imar edecek donanımlı gençlerin<br />
yetişmesinde; onlara ihtiyaçları olan bilgi, beceri,<br />
miili ruh ve heycanı verecek genç eğitimcilere büyük<br />
umutlar bağlanmıştır. Bu anlamda Milli ve köklü<br />
bir eğitim programına ihtiyaç duyulmuştur. Peki bu<br />
gençlere verilecek olan bilgi ve becerinin içeriği<br />
nasıl olacaktı Bu soruya verilecek en güzel cevap,<br />
Atatürk’ün Türk milletinin güzel sanatlara olan<br />
yatkınlığına olan inancını yansıttığı şu güzel vecizesinde<br />
apaçık bir şekilde görmek mümkündür:<br />
“Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları<br />
sevmek ve onda yükselmektir.”<br />
İsmail Hakkı Baltacıoğlu “Resim’de Türk’e Doğru”<br />
derken, Türk milletinin derin ve bir o kadar da zengin<br />
olan kültür ve sanat tarihinden esinlenmiş, daha<br />
doğrusu bu gerçeğe inanmıştır.<br />
Türk, resim yaptığında buram buram Türk<br />
kokmalıdır. Resmin dilini ancak, bilincinde Türk kültür<br />
ve sanat tarihinin derinliklerinden süzülerek gelen<br />
ve Türk Töresi’nin tüm güzelliklerini ve heyecanını<br />
biriktirmiş bireylerin çözebileceği köklü bir yapı<br />
oluşturmalıdır. Kompozisyonlar batı ölçülerine göre<br />
değil, Türk’ün asırlardır tabiatı gözlemleyerek, akıl<br />
ve ruh dünyasına işledikleri, birçok örneklerde de<br />
görüldüğü gibi şekil, çizgi, renk, doku ve boşlukdoluluk<br />
gibi sanat elemanları ve birlik-çokluk, ahenk,<br />
denge, zıtlık, tekrar ve vurgu gibi sanat ilkelerinin<br />
kullanılmasıyla gerçekleşmelidir.<br />
Geleceğin güçlü Türkiyesi için oluşacak kadrolarda<br />
sanatçılara büyük görevler düşmektedir. Tıpkı<br />
Türkiye’nin çalkantılı dönemlerinde üzerlerine düşen<br />
görevleri belleklerine nakşettikleri Türklük bilinciyle<br />
eksiksiz yerine getirmiş birçok milliyetçi ressam<br />
ve sanatçılarımız gibi. Bugün bunların Türk resim<br />
tarihinde -bir kaçı hariç- adının geçmemiş olması ne<br />
büyük bir eksikliktir. Dün milli geleneğin reddedilip,<br />
batının temel alındığı bilinç kirliliğine ve kültürel<br />
kırılmaya çok büyük etkisi olan mo-dernizm hareketine<br />
bugün küreselleşmeyle birlikte hız kazanan kontrolsüz<br />
bilgi ve değer kaybının da eklenmiş olması,<br />
her alanda olduğu gibi resim alanında da tedbirler<br />
alınmasını gerekli kılmıştır.<br />
Sanat eğitimi, genel eğitim içinde çok özel bir yere<br />
ve öneme sahiptir. Çocuklarımızın ruhsal, çizgisel,<br />
estetik ve zihinsel gelişimine olan katkısı özellikle<br />
içinde bulunduğumuz yüzyılda, bilim çevrelerince<br />
kabul görmeye başlanmış ve çeşitli araştırmalara<br />
zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin bu alanda yetişecek<br />
sanatçılara olan ihtiyacını düşündüğümüzde bu<br />
alandaki gelişmelere olan dikkatimiz bir kat daha<br />
artmaktadır. Tüm bu ihtiyaçları karşılayacak milli<br />
ve manevi değerlerle desteklenmiş, yaratıcı zekâyı<br />
destekleyen ve evrensel iletişime açık bir eğitim<br />
programına gereksinim vardır.<br />
Son birkaç yıl içinde ilköğretimde iki saat olan görsel<br />
sanatlar eğitimi dersinin bir saate indirilmiş olması<br />
Türk gençliğinin ve dolayısıyla istikbali-nin önüne<br />
konmuş en büyük engellerden biri hatta önemlisidir.<br />
Çünkü sanat eğitiminden yeterince geçmemiş bir<br />
gençlik, hayalini gerçekleştirecek olan argümanları<br />
kullanamayacak hale dönüşecektir. Bireyin tahayyül<br />
gücü, alacağı sanat eğitimine bağlıdır. Estetik bilincin<br />
oluşması ve olgunlaşması, eleştiri becerisinin<br />
tüm yaşam boyunca kullanılması da verilecek iyi bir<br />
sanat eğitiminden geçmektedir. Tüm bu eğitim süresince<br />
Türk gencine verilecek olan Türk kültür ve sanat<br />
tarihine yönelik bilgiler, onun öz güven eksikliğini<br />
tamamlayarak, başarısı için gerekli olan motivasyonu<br />
sağlayacaktır.<br />
Bugün ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılar içinde<br />
gençlin şaşkın ve avare bir halde geleceğini temin<br />
altına almak için koşturuluyor olması hepimizi derinden<br />
üzmekte ve düşündürmektedir. Sanat eğitiminin<br />
yeterince ve gerektiği şekliyle verilmemiş olması<br />
günümüzde Türk gençliğini çevresine ve dünyaya<br />
karşı duyarsız, estetik ve eleştirel beceriden yoksun<br />
hale getirmiştir.<br />
Türk genci doğru ve yeterli bir şekilde planlanmış<br />
bir sanat eğitimi programından geçtiği takdirde, elde<br />
edeceği bilinç ve yeteneklerle gözlemlerde bulunarak<br />
hem bireysel yeterliliklerini tanıyıp kullanabilecek,<br />
hem de mensubu olduğu Türk milletine karşı<br />
dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeyi sezip önlemini<br />
almak gerekli için donanıma sahip olacaktır.<br />
Unutmayalım ki sanat, ruhî bir ihtiyaç ve aynı zamanda<br />
da mantıkî bir gerekliliktir.<br />
86
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
“AŞK İle Aldatmak ve Elif Şafak”<br />
•<br />
Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN*<br />
Elif şafak’ın Aşk isimli romanını okurken Yavuz<br />
Bülent BAKİLER’ in “Kılık Kıyafetin sarmadı<br />
beni” dizelerini düşündüm. “Bizden renk bizden ses<br />
olmadığını” vurguluyordu şiir. Güzel Türkçemizde<br />
kılık, kılk, kılınç’ın anlamı ahlak, huy, tavır, iş,<br />
amel olarak ifade ediliyordu. Divanü Lügati’t Türk,<br />
Kutadgu Bilig, yazılı ve şifahi kültür eserlerimiz<br />
Milletimize bu ifadeyi asırlarca hatırlattı. Halkımız<br />
“kılık kıyafetine yani ahlakına ve şemaline dikkat etmeyi”<br />
öğütledi evlatlarına.<br />
Fakat “Elif Şafak”ın 100.000 pembe, 200.000 gri<br />
ve daha kaç siyah baskısının yapılacağını<br />
bilemediğimiz “AŞK” isimli romanında bu<br />
değerlerin hiç önemi yoktu. Elif Şafak’ın kitaplarına<br />
para vermedim. Velev ki bir arkadaşım veya yakınım<br />
yanlışlıkla aldıysa onlardan ödünç alır okur geri veririm.<br />
O kitabı almak için verilen paralara da yüreğim<br />
yanar. Diğer kitaplarını şimdilik bir tarafa bırakarak<br />
bu meşhur daha doğrusu meşhur edilen (!) kitabın da<br />
ki sosyo-psikolojik zehiri paylaşmak istiyorum.<br />
“Şafak” kitabında hastanın tedavi edildiği<br />
ameliyatının yapıldığı ve son anda hastaneden taburcu<br />
edilirken hastaya virüslü bir enjektörü batıran gizli<br />
bir eldir. Diyeceksiniz ki bu hükme nasıl varıyorsun<br />
Eğer roman dikkatli ve hitamına kadar okunursa<br />
maksadın Tasavvuf aşkını insana tanıtmak, ilgi<br />
uyandırmak ve sevdirmek olmadığını anlayabilirsiniz.<br />
Tabii ki Tasavvuf hareketi İslam düşüncesinde<br />
mümtaz bir yere sahiptir. Milyonlarca insan O yolun<br />
açtığı gönül gözleri ile İslam’la müşerref olmuşlardır.<br />
“Şafak” ise ne anlatır aşk romanında İnternetten<br />
kopyala yapıştır yöntemi ile bunun gibi nice kitaplar<br />
yazılabilirdi.<br />
Kitap günümüzde ve 1200lü yıllarda geçen iki<br />
olay üzerine kurgulanmış.<br />
1200’lü yıllardaki olayı “aziz” ismindeki günümüz<br />
tasavvuf araştırmacısı diyebileceğimiz bir gezgin<br />
tarafından yazılır. Olay Mevlana ve Şems’in<br />
arasındaki İlahi Aşk’ı, dostluğu anlatır. Bunlar konunun<br />
ilgilileri tarafından da bilinir.<br />
Günümüz de geçen bölümü ise “ella” isimli<br />
Amerikalı evli bir bayanın ailesi ile olan ilişkisi<br />
ve “aziz” isimli yazara karşı hissettiği duygular ve<br />
aşktır.<br />
Romanda “aziz” geçmişine tövbe etmiş “Mevlana<br />
ve Şems”i araştırmış yazıya geçirmiş örnek bir model<br />
olarak gösterilir. Fakat “şafak” bu örnek şahsiyete<br />
Boston’da “ella” ile bir otel odasında buluştuğunda<br />
nasıl bir rol verir. ella’da ki karmaşık duygular ve<br />
bunalımlar ailesine ihanet etmek isteyen bir insanı<br />
yansıtır.<br />
Özellikle sayfa 369 da “aziz”’in şu tavırları onlarca<br />
anlatılan tasavvuf örneklerini kurallarını ise yer ile<br />
yeksan etmektedir.<br />
“aziz uzanıp ella’nın saç topuzunu tutan iğneyi<br />
çekti sonra da onu usulca kanepeye doğru itti,<br />
böylece sırt üstü dümdüz uzanmasını sağladı. ella<br />
aniden Aşk Şeriatı’nı hatırladı. Ama bir şey söylemesine<br />
fırsat kalmadan aziz elleriyle ella’nın bedeninde<br />
gittikçe genişleyen daireler çizmeye başladı.<br />
Aşağıdan yukarıya, ayak bileklerinden yüreğine<br />
doğru genişleyen çemberler…Parmak uçları<br />
sıcacıktı. Dokunduğu yere tuhaf bir enerji yayıyordu.<br />
Parmakları mum gibi yanan adam…”<br />
Şimdi okuyucuya soruyorum Bu kitap da ne<br />
anlatıldığı iddia ediliyor. Tasavvuf hayatının iki zirvesi<br />
Mevlana ve Şems’i bize dolaylı olarak tanıtan<br />
“ aziz” isimli günümüz aşk ve irfan ehli insanların<br />
olabileceği. Peki bu insanın ella ile arasında geçen<br />
sahneyi “şafak”ın kurgusu olduğunu düşünürsek<br />
okuyucuda oluşan olumlu düşünce şöyle bir sonuca<br />
bağlanmaz mı Demek ki İnsan-ı Kamil dediğimiz<br />
bir insanın evli bir bayanla sayfa 369’da aralarında<br />
geçen topuklarından göğüslerine kadar devam eden<br />
ten temasında hiçbir sakınca yoktur. Lütfen tasavvuf<br />
ehlinde böyle bir şey olabilir mi<br />
“aziz’in parmakları karnından yukarıya<br />
kaydığında ella göğüslerinin daha diri, daha dik<br />
olmamasına hayıflandı”<br />
Demek “şafak”ın anladığı ve bu topluma öğretmek<br />
istediği tasavvuf bu imiş. Bunun reklamını yapan takva<br />
iddiasında olup istikametlerinin ne olduğu bilinmeyen<br />
gazetelere ve yazarlara ise ne söyleyebilirim<br />
Onlar yüce Allah’ın ve Güzeller Güzeli Resulu’nun<br />
Cemaline Şems’i Tebrizi’nin Mevlana’nın cemaline<br />
nasıl bakacaklar.<br />
“Allah indinde Din İslam’dır” ayetine karşı roma-<br />
*Osman Gazi Ünv. Tıp Fakültesi<br />
87
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
nın bitiş sayfasındaki “hilal ay, altı köşeli yıldız, haç,<br />
yin yang vd.” maksad-ı şafak’ı ne güzel anlatıyor. Vahdet-i<br />
Vucut ne elif şafakların enjekte etmeye çalıştığı<br />
gibidir ne de simgeleri bir araya getirerek zihinleri<br />
bulandırmak istendiği gibidir. Mevlana “Muhammed<br />
Mustafa’nın ayağını tozuyum” “Kur’an’ın bendesiyim”<br />
derken her halde “dinler arası diyalogcuların”<br />
söylediğini söylemiyordu. Mevlana ne demişti:<br />
“Bu canım var oldukça ben Kur’an’a tutsağım<br />
Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım<br />
Benden başkaca bir söz nakledenler olursa<br />
Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım”<br />
Şemsi Tanımak isteyen ise O’nun Makalat’ını<br />
(Konuşmalar)okur ve İslam’ın Güneş’ini orada görür.<br />
Yoksa kitapda anlatıldığı gibi Şems ne fal bakar ne<br />
de evlilik gecesi kitapda kendisine atfedilen sözleri<br />
söyler.<br />
sayfa 372 Yazar’a göre Kimya der ki “bakire<br />
değilim sanırlar”.<br />
Yazara göre Şems’in tepkisi: “Ne demekti bu<br />
Cemiyetin bu saçma sapan kuralları kanımı donduruyordu.<br />
Bu tür köhnemiş törelerin, insanı insana<br />
kırdıran adetlerin, Allah’ın yarattığı mükemmel eserle<br />
ilgisi yoktu.”<br />
Şafak’a ve şafak gibilere göre olmayabilir di.<br />
Fakat Bunu Allah Velisi Şems’e söyletmeye hiç mi<br />
hiç hakkı yoktu.<br />
Şems-i Tebrizi Makalat isimli eserinde “Benim hiç<br />
kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende<br />
Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi adetine<br />
uygun davranışta bulunmak arzusu vardır.” (Şems-i<br />
Tebrizi Konuşmalar.Hürriyet yayınları cilt.1.1974.<br />
sf.194) demektedir.<br />
Bilgisayarın tuşlarına parmaklarımı vururken Aziz<br />
Türk Milleti üzerine daha ne kadar oyunlar oynanacak<br />
ve milletimize bunu fark ettirmemek için gözler<br />
nasıl boyanacak diye düşünüyorum. Boyamak için<br />
Aşk’ın tertemiz rengini bile kirletmekten utanmayacaklar.<br />
Türk ve Dünya edebiyatından muhteşem kalemleri<br />
tanıtmaya hiç kimse bu kadar hevesli olmamıştı. Üç<br />
dört yıl evvel “ Ferrarisini Satan Bilge” “Ferrarisini<br />
geri alan Bilge” kitapları ile halkımız altı ayda ruhi olgunluk<br />
maceraları ile aldatılıyordu. Önceleri Kitaplar<br />
yok sattı. Sonra gazeteler hediye etmeye başladılar.<br />
Halbuki Yunus Emre’nin sembolikde olsa “kırk yıl”<br />
odun taşıması “hakikat cevherinin” Tabduk gibi<br />
Tabduk’suz, Yunus gibi Yunus’suz bulunamayacağını<br />
tembihliyordu.<br />
Şimdi ise elif şafak ve eselerini sunmak için bir<br />
birleri ile yarışanları kendi söyleşileri ile baş başa<br />
bırakıyorum. Belki de bunları bir çoğumuz okumuş<br />
da olabiliriz. Gazeteler internet siteleri birbiri ile<br />
yarış ederek kitabı tanıtıyorlar tavsiye ediyorlar.<br />
Bulunduğum ildeki kitapçılar kitabı yok satıyor. Dini<br />
hassasiyetleri olan kitabevi mensuplarına bile yukarda<br />
bahsi geçen sayfaları okutunca sonuç değişmiyor.<br />
Sadece istek fazla PARA KAZANIYORUZ diyerek<br />
geçiştiriyorlar. Peki sahteler hakikilerden daha fazla<br />
talep ediliyorsa hakikiler niçin ön plana çıkarılmıyor<br />
diye sorunca yine sukutun tokatı geliyordu. Saf<br />
Gönüllü Temiz Yürekli Türk Milletinin güvendiği<br />
gazeteler “elif şafak”’a ve benzerlerine sutunlarını<br />
açıyorlar. Milli Haysiyetimiz, Milli Şuurumuz ruhumuzun<br />
derinliklerinden sökülüp atılmaya çalışırken<br />
sessizliklerini koruyorlar.<br />
Yıllarca ve halen Aziz Türk Milletinin dini hassasiyetlerine<br />
hitap eden Zaman gazetesinden iki örnek<br />
vermek istiyorum.<br />
“Roman içinde roman, aşk içinde aşk” Ali Pektaş<br />
04 Mart 2009,<br />
“Yazar Elif Şafak da yarın okurlarla buluşacak<br />
son romanı ‘Aşk’ta, kalemini bu kavramın farklı<br />
katmanlarında gezdiriyor. Aşk, bir roman gibi görünse<br />
de aslında roman içinde bir başka romanı da sunuyor<br />
okuyucusuna. Şafak, günümüzle geçmiş arasında<br />
bir köprü kurarak, bugünün insanının sorunlarını ve<br />
sorularını roman kahramanlarının hayatlarıyla ve<br />
Şems’in ‘40 Altın Kuralı’yla cevaplıyor:<br />
Bu romanda okura yüreğimi açtım. Tasavvuf benim<br />
sırrımdı, o sırrı aşikar ettim. Şems ve Mevlana<br />
hakkında bir kitap yazayım arzusuyla kaleme almadım<br />
bu kitabı. Ben “aşk”ı anlatmak istedim. Buydu çıkış<br />
noktam. Hem dünyevî hem manevî boyutlarıyla aşkı<br />
yazdım. Zıt gibi görünen karakterleri yan yana getire-rek<br />
evrensel bir öz yakalamayı arzuladım. 2008<br />
sene-sinde Boston’da yaşayan üç çocuk annesi mutsuz<br />
bir Yahudi Amerikalı kadın için Mevlana ne ifade<br />
ediyor, bu sorunun cevabını kovaladım.”<br />
İkinci söyleşi:<br />
“Elif Şafak: Aşk, bu dünyayı aşan bir duygudur”<br />
Sevinç Özarslan 07 Mart 2009,<br />
“İnternette herkes Aşk romanınızın çıktığını<br />
birbirine haber veriyor. Beklenen şarkı gibi, beklenen<br />
bir roman mıydı<br />
İlla bir aşk romanı değil ama muhakkak bir roman<br />
beklentileri vardı. Çok e-mail alıyordum. Yolda<br />
görünce çevirip soruyorlardı. Çünkü Siyah Süt,<br />
tam bir roman değildi. Otobiyografik eserdi. Bence<br />
Türkiye’de çok iyi bir roman okuru var. Bunların<br />
88
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
büyük bir bölümü de kadın. Aralarında aşk üzerine<br />
yazmamı isteyenler oluyordu. Ama aşkı sadece<br />
kadın-erkek ilişkisi olarak düşünmeyin. İlahi aşkın<br />
da içinde olduğu bir roman beklentisi vardı.<br />
Ella gibi kadınlar çok fazla Avrupa’da ve<br />
Amerika’da değil mi<br />
Evet, Ella gibi kadınlar çok fazla. Türkiye’de de<br />
çok fazla. Isparta’da ya da Rize’de yaşayan bir ev<br />
kadınına Ella gibi karakter ne ifade ediyor Ella ilk<br />
bakışta Amerika’da Boston’da yaşayan Yahudi bir<br />
kadın. Zengin bir hayatı var. Ama bir sıkışmışlık,<br />
eksiklik hissi içinde. Bu hissi belki Burdur’daki,<br />
İstanbul’daki, İzmir’deki kadın da biliyor. Zahirideki<br />
ayrımları kaldırdığınızda altta kalan hikayeler<br />
benzer ve evrensel. Birbirimizle bu noktalarda empati<br />
kurabiliriz. Mutsuz bir evliliğin içine hapsolmuş<br />
ama oradan çıkmak için veya kendini dönüştürmek<br />
için çaba göstermeyen, hayatı akışına bırakan çok<br />
insan var.<br />
Cesaretleri yok belki de, Ella cesaretli bir kadın.<br />
Evet cesaretli bir kadın ama savaşçı bir kadın<br />
değil. Hatta bütün hayatı boyunca mütevazı ve munis<br />
bir yaşam sürmüş, sessiz biri. Öyle bir kadının<br />
dönüşümü beni çok heyecanlandırıyor. Bir de<br />
bütün hayatını planlar, programlar yaparak geçiren<br />
bir kadın. Böyle birçok insan tanıdım. Çantalarına<br />
ajandalar, özel notlar koyan, üç ay sonrasını inceden<br />
inceye planlamış. Böyle bir kadının “yarın”<br />
saplantısından vazgeçmesi ve şimdi, şu an aşkı<br />
yaşamayı tercih etmesi oldukça radikal bir dönüşüm.<br />
Bu kitabın en önemli bölümüydü benim için. Çünkü<br />
Aziz ona yarın vaad eden bir adam değil. Aslında<br />
kimse kimseye yarını vaad edemez bu dünyada.<br />
Ama öyle zannediyoruz ve öyle yaşıyoruz.”<br />
“şafak”, “ella” gibi anneler Türkiye’de de çok diyor.<br />
Söyleşiyi’yi yapan gazeteci hayır yok diyemiyor.<br />
Nedir “iffet” nedir “haya” Vatan gibi bayrak<br />
gibi hürriyet gibi Mukaddesler mukaddesidir bunlar.<br />
Bu Kavramları, bu değerleri Türk Milletinin bildiği<br />
gibi ne eski Yunan’ın filozofları ne Yeni Batı’nın<br />
sosyologları bilebilir. Şafak’ın annelerimize sunduğu<br />
“aziz” modellerine Isparta’da, Rize’de, Burdur’da,<br />
İstanbul’da, İzmir’deki annelerimiz itibar etmez.<br />
Sarı Denizden Ak Denize kadar hiçbir Türk Anası<br />
itibar etmez. Haremine el değdirmez. Evladını ak<br />
sütü ile emzirdiği memesine değil el değdirmek<br />
“aziz” modelini kilimine, halısına bastırmaz.<br />
Şafak’tan önce toplum olarak öncelikle tasavvuf<br />
klasiklerini okumalıyız. Muhyiddin ibn Arabi “İlahi<br />
Aşk” isimli klasiğinde “kadın” mürşidlerinden bahsederken<br />
nasıl bir edep sergiliyordu. Aşk şerefli bir<br />
makamdır varoluşun aslıdır derken tepeden tırnağa<br />
zahirden batına evvelden ahire aşk’la doluyordu.<br />
Mevlanaları, Şemsleri Yunusları, Niyazi Mısri’leri<br />
Rabiaları ve daha nice Allah dostunu destanlaştırmış<br />
romanlaştırmış nice yazarlar yazarlarımız mevcut.<br />
“Samiha Ayverdi” “Nezihe Araz” “Emine Işınsu”<br />
ve “Annemarie Schimmel” gibi kaleminin ve birikiminin<br />
hakkını veren fikir ve edebiyat insanları bunlardan<br />
birkaç bayan kalemlerimiz. Bu gönül insanları<br />
Tasavvufi şahsiyetleri kaleme aldılar. Hiç birini<br />
“şafak”kadar gazeteler, yazarlar tavsiye etmedi, takdir<br />
etmedi. Kiminin intisaplı olduğu tasavvuf yolunu<br />
eleştirdiler kiminin katılmadıkları veya eleştirdikleri<br />
satırlarına takıldılar kaldılar. Samiha Ayverdi’nin<br />
eserlerinden bazıları yetmişli yıllarda Kültür<br />
Bakanlığınca basıldığında “Akşemseddin’den”<br />
“Mevlana” dan hiçbir şey anlamadıklarını sözleri<br />
ile isbat eden sözde aydınlar politikacılar çıkmıştı.<br />
Samiha hanım Allah Aşığı, Türk aşığı, Türkçe aşığı<br />
idi.Tabii Samiha Hanımın “Türkiye’nin Ermeni<br />
Meselesi” ve “Misyonerlik karşısında Türkiye”<br />
isimli dev gibi eserleri de vardı.<br />
Elif şafak’ın ise “Baba ve P…” isimli romanı vardı.<br />
Türk milletine hakaret dolu satırlarını bir gecede sabaha<br />
kadar okurken yüreğim ve ciğerlerim yırtılacak<br />
sanmıştım. şafak’ın “Baba ve P…”romanındaki<br />
ithamların bu kadarını dürüst hak sahibi ermeni<br />
bir insan yapmazdı. Okuyan düşünen bir ermeni,<br />
komitacıların hayalleri ve haçlıların aldatması ile<br />
Türk Milleti’ne en zor günlerinde neler çektirildiğini<br />
bilirdi. şafak, Türk Milletinin vicdanında halen beraat<br />
etmedi, edemiyecek.<br />
Tekrar konumuza dönersek yakınlarda Hakk’a<br />
yürüyen Nezihe Araz’ın “Dertli dolap” eserini gençlik<br />
yıllarımda kaç arkadaşıma tavsiye ettiğimi unuttum.<br />
“Aşk Peygamberi Mevlana’nın hayatı” isimli<br />
eseri de Türk klasiği olmayı hak etmişti. Nezihe<br />
Araz’ın para psikolojik, spirtualist eserleri tartışmaya<br />
açıksa da tasavvufi eserleri takdire şayandır.<br />
Allah uzun ömürler versin Emine Işınsu’nun<br />
Tasavvufi romanlarını kaç insan okudu. Kaç insana<br />
hediye ettik, tavsiye ettik. Annemarie Schimmel,<br />
Mevlana ve Muhammed ikbal uzmanı idi. İkbal ile<br />
ilgili eserleri ve Mevlana’nın hayatını anlatan “Ben<br />
Rüzgarım Sen Ateş” eseri Türk okurunun dikkatinden<br />
uzak kaldı. O’nun daha ziyade sayıların gizemi<br />
ve benzeri popüler olabilecek eserleri tanındı,<br />
tanıtıldı.<br />
89
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Aziz dostum, tıbbiyeden arkadaşım “Dr. Hayati<br />
Bice”’nin “Global Planlarda Tasavvuf” (http://www.<br />
haber10.com/makale/16375) isimli makalesini okuyunca<br />
ifadelerimin stratejik açılımını da bulacağınızı<br />
düşünüyorum.<br />
Çoğu kez olduğu gibi sahteler meydanları<br />
doldurmuş durumda. Onların isminin elif olması şafak<br />
olması bizleri aldatmasın. Unutmayalım Kainatlarda,<br />
Alemlerde ve insanda daima hakikatle sahtelerin mücadelesi<br />
vardır.<br />
Özü (müsemması) Elif olanları şafak olanları<br />
bulmamız duasıyla.<br />
Tanrı Türk Milletinin Yar ve Yardımcısı olsun. O’nu<br />
Hz.Muhammed Mustafa s.a.v. yüzü suyu hürmetine,<br />
Peygamberler hürmetine, Ashab-ı Güzin hürmetine,<br />
Ehl-i Beyt hürmetine ,alimler hürmetine, şehidler<br />
hürmetine, masumlar hürmetine, veliler hürmetine<br />
Kainatlara hediye olacak kıvama kavuştursun.<br />
Sözlerimi medeniyetimizin geleneği olan şu cümle ile<br />
bitirmek istiyorum: “Her şeyin doğrusunu Hz. Allah<br />
(CC) bilir.”<br />
Yanılgılarımdan O’na sığınırım.<br />
Sevgi, selam, dostlukla<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
90
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
KUTLU DAĞLAR ÜÇLEMESİ 1:<br />
ELBRUZ<br />
•<br />
Muhammed Bahadırhan DİNÇASLAN<br />
Ufkumun üç kutlu dağı: Erciyes, Elbruz, Han Tengri...<br />
Ve üçlemenin ilk parçası; bir kısım insanların Elbruz, Adigeler’in Oşamafe, Kafkas Türkleri’nin Mingitav<br />
(Bengü Dağ, Ebedi Dağ) dediği kutlu dağın, annemin gözlerinde gördüğüm asil dağın kikayesi.<br />
Elbruz annemin, Han Tengri babamın, Erciyes benim...<br />
Elbruz’un Kızı<br />
“Değil çeşm-i kebûd ol ebruvânın zîr-i tâkında<br />
Bir çift avâre kumrudur gelmiş aşiyân tutmuş...”<br />
Nedim<br />
Anayurdum... Ağlıyorum dinledikçe yankını<br />
Bir zaman bu mor dağlarda Tanrı’nın sesi vardı...<br />
Ah! Yurtların en yücesi, Tanrı’ya en yakını!<br />
Bir tanrıça doğacaksa Kafkasya’da doğardı...<br />
Kırk memesi bereketli hayat bahşeden dişi;<br />
Bir kadındır Oşamafe: Bin çocuklu bakire!<br />
Ah! Sırçadan sarayında hüzünle iç çekişi<br />
Yele sızar buse buse eser dağdakilere...<br />
91
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Dağlılar... Ki yağmur içer, bulut topağı yerler,<br />
Efsanelerle yoğrulan bir özün çocukları...<br />
Toprağın göğe değdiği yerde hayat sürerler,<br />
Gözlerinde gökyüzünün mavi tomurcukları...<br />
Bu dağlar ki gözü açık gidenlerin durağı,<br />
Bu dünyada “gülmeyen” yüzlerin son ümidi.<br />
Elinde -doruğa doğru- her birinin çerağı;<br />
Yıldız yıldız gökyüzünde ruhlar resmi geçidi...<br />
...<br />
Ve bu gece Kafkasya bir kız cismine büründü<br />
Dağların asil ve vahşi kızı kutlu Setenay*<br />
Omuzlarında gökyüzü, gözlerime göründü<br />
Yeşil mavi libaslara sarılmış bir dolunay...<br />
Hangi günahın kızılı saçında tel tel yalaz<br />
Her birini bin bir kurban boyamış öz kanıyla!<br />
Tenin Elbruz doruğunda karlardan daha beyaz<br />
Hangi denizdir didişen gözünde limanıyla<br />
Yazık! Yazık! Sen bir düşsün bense fazla gerçeğim...<br />
Fanilere yasaksın sen ey ebedî beyazlık!<br />
Bekle beni... Vuslatına ölünce ereceğim,<br />
Yazık! Sen bir düşsün bense henüz gerçeğim, yazık!<br />
*Setenay ya da Setenay Guaşe, Çerkez folklorunda yeri çok büyük olan tanrıça figürü.<br />
92
Vefatının onbeşinci yılında:<br />
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
GALİP ERDEM ve ARKADAŞLARININ<br />
GENÇLİK YILLARINDAKİ FAALİYETLERİ<br />
•<br />
İbrahim METİN<br />
Bizim neslimizden itibaren en az üç nesle ağabeylik yapan ve birçoğumuz gibi benim de fikrî olgunlaşmamda<br />
büyük payı olan Galip Erdem, Hakk’ın rahmetine kavuşalı on beş yıl oldu. O’nun ile ilgili hatıraların bir<br />
kısmını, ölümünü takiben çıkan Türk Yurdu’nda “Türkeş’li ve “Erdem”li Yıllar” başlığı altında dört sayı devam<br />
eden bir seri halinde yazmıştım. Onbeşinci yıldönümü dolayısı ile de Galip Erdem’i ve O’nun ile birlikte<br />
yaşadıklarımızı gelecek nesile aktarmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Aşağıda vereceğim kısım,<br />
kendisinden ve seksenbeş yıllık hayatında milliyetçilik mücadelesinin muhtelif safhalarında bulunmuş olan<br />
Türkeş, Erbakan ve Demirel ile olan arkadaşlıkları sebebiyle Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulmasında<br />
ve Başbakanlık Müşaviri sıfatı ile de 12 Eylül Anayasa’sının başlangıç maddelerinin yazılmasında etkili olan<br />
Sayın Kemal Cabıoğlu’ndan dinlediklerimdendir:<br />
Galip Erdem, Erzurum’da liseyi bitirdikten sonra<br />
İstanbul’a gelip, Hukuk Fakültesi’ne kayıt olur. Mali<br />
yönden sıkıntı içinde olan diğer arkadaşları gibi<br />
Fatih Camii Medresesi’nin bir odasında kalmaktadır.<br />
Oradaki arkadaşlarından bazıları: Mehmet Aydın<br />
(Adalet Partisi’nde Samsun Senatörü ve Sağlık<br />
Bakanı), Ferruh Bozbeyli (Süleyman Demirel’in<br />
kurduğu hükümette partisinin milliyetçi kanadına yer<br />
vermemesi üzerine ayrılanların kurduğu Demokratik<br />
Parti’nin Genel Başkanı ve T.B.M.M Başkanı),<br />
Şadi Pehlivanoğlu, (AP’den Rize Milletvekili)<br />
İrfan Atagün (Gazeteci, Yazar), Ömer Naci Bozkurt<br />
(Burdur’da yaptırdığı Ergenekon Parkı ile ünlü vali)<br />
Necati Tanrıkulu (57. Hükümetin Ticaret Bakanı Ahmet<br />
Kenan Tanrıkulu’nun Babası) Bekir Berk (Sonradan<br />
nurcu olup Türk milliyetçilerine savaş açan<br />
avukat), Mehmet Özsoy (Namı diğer Proloter Mehmet,<br />
“Das Dâvâ” öğretisinin mucidi (!)), Mehmet<br />
Erdoğmuş, Ahmet Canseven, Cahit Çakmak’dır…<br />
Kızılay İstanbul’da, fakir öğrenciler için yemek<br />
çıkartmakta ve öğlen saatlerine doğru bir at<br />
arabasıyla dağıtmaktadır. Bizim fakir öğrenciler<br />
sabahtan beri içerisine bir şey girmeyen midelerinde<br />
meydana gelen gurultunun da etkisiyle gözleri<br />
yolda beklerlerken, arkadaşlarından Ülgen “Saltanat<br />
arabası geliyor” diye bağırarak müjdeyi verir.<br />
At arabasında iki kazan, birisinde yemek, diğerinde<br />
de yemeğin suyu bulunmaktadır. Öğrenciler,<br />
yeterli olmayan bu beslenmeyle karın doyurabilmek<br />
ve suyuna ekmek banabilmek için de dağıtıcıya<br />
“Suyundan çok koy;” ricasında bulunmaktadırlar.<br />
Anadolu’nun muhtelif illerinden gelen bu gençler,<br />
okudukları kitaplarla birbirlerine öğünmektedirler.<br />
Galip ağabey de “Tekin Alp isimli büyük Türkçü, milliyetçi<br />
yazarı tanıyor musunuz O’nun kitabını okudunuz<br />
mu” diyerek aynı işi yapar. Karşısındakiler<br />
gülmeye başlar. Onun Yahudi asıllı ve esas isminin<br />
Moiz olduğunu belirterek, yazdığı kitapta, Türklerin<br />
kahraman ve savaşçı bir millet olduklarını;<br />
ticaret gibi adi mesleklerle uğraşmadıklarını telkin<br />
ettiğini; böylece o yıllarda Türk Dış Ticareti’ne<br />
hâkim olan Musevilere meydanı boş bırakmak gayesi<br />
ile kitabını yazdığını söyleyince, Galip Erdem<br />
şaşırır ve bunu keşfedememiş olmanın ve boşuna<br />
bilgiç davranmış olmanın sıkıntısı ile mahcup olur…<br />
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yayılmacılığı devam<br />
eden ve Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyip,<br />
Boğazlarda hak iddia eden Rusya, Komünizm<br />
ideolojisini kullanarak ülkeyi içerden fethetmeyi<br />
denedi. O tarihlerde, günümüzde de sık sık pişirilip<br />
önümüze sunulan Nazım Hikmet’in, affı için kampanyalar<br />
düzenleniyordu. Milliyetçilerle Marksistler<br />
takışma halindeydiler. Galip Erdem, Marksizm’i çok<br />
iyi incelemişti; avukatlarla konuşarak, 6 ay hapiste<br />
yatabilecek suçun, hangisi olduğunu öğrendi. El<br />
yazısıyla hazırladığı komünizmi öven afişleri duvarlara<br />
yapıştırırken, polis tarafından yakalanıp, hapse<br />
atıldı ve ceza evinde komünistlerle aynı koğuşa kondu.<br />
Hapisten çıktıktan sonra da milliyetçilerin çaşıtı<br />
(casusu) olarak onların içerisinde hizmet yaptı. O<br />
sıralarda Nazım Hikmet’in affı için Çiçek Palas’da<br />
yapılacak bir toplantıyı arkadaşlarına haber verince:<br />
Mehmet Aydın, Kemal Cabıoğlu ve Necati<br />
Tanrıkulu bu toplantıyı basmaya giderler. Kürsüdeki<br />
konuşmacıların Nazım Hikmeti övdükleri bir<br />
sırada kürsüye fırlar ve gür bir sesle İstiklal Marşı’nı<br />
93
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
söylemeye başlarlar. Bunun üzerine ortalık karışır ve<br />
polis toplantıya müdahale eder. Elebaşlarını toplayıp<br />
arabalara doldururlar. Durumu gören halk, arabadakilere<br />
tükürmeye başlarlar. Toplantı böylece dağıtılır.<br />
Medrese hayatı, sefaletine rağmen renklidir de…<br />
Oda arkadaşlarından Mehmet Erdoğmuş sabah<br />
uyandığında Edvard Allen Poe’nin bir zamanların<br />
en sevilenlerinden olan, “Anabelli” şiirini okurken,<br />
diğer sol temayüllü arkadaşları Ahmet Canseven:<br />
“Bir mavi çaydanlık bahçemin içi,<br />
Turuncu düşünceler dolu havuzum<br />
Oğlaklar gibi tertemiz ….”<br />
Mısraları ile ona cevap vermektedir. Üç kişinin<br />
zor sığdığı odaya, Muzaffer Maden’i de 4.olarak<br />
sıkıştırırlar.<br />
O tarihte komünistler güzel kızları, gençler içinde<br />
taraftar toplamanın aracı olarak kullanmaktadırlar.<br />
Bunu örnek alan bizimkiler de belirledikleri bir güzeli<br />
tavlama görevini, Mehmet Erdoğmuş’a vermek<br />
isterler ama Kemal Cabıoğlu, Erdoğmuş’a bu konuda<br />
fazla güvenmediği için Galip Erdem’i vazifelendirmek<br />
ister; ama fiziki görünümü buna müsait<br />
olmadığından vazgeçer.<br />
Bu şartlar altında bile vatan kurtarıcılığı elden<br />
bırakmamaktadırlar. İrfan Atagün, Necati Tanrıkulu,<br />
Kemal Cabıoğlu ve Cahit Çakmak kendilerine atılan<br />
çengele takılmış gözükerek iş bulmak üzere Marksist<br />
bir kuruluş olan: Vatan Partisi’nin Genel Başkanı<br />
Hikmet Kıvılcımlı’ya giderler. Görüşmelerinde<br />
Kıvılcımlı, “Halkların özgürlüğünü sağlayacak”<br />
bir dergi çıkartmaktan bahseder ve o dergide<br />
bunları görevlendirmek ister. Bunlar da tabanı delik<br />
ayakkabılarına, kaldıkları Medrese hayatının<br />
sefaletine ve Kızılay yemeğinden bıkan midelerine<br />
aldırmadan; bulacakları işi unutup; iç yüzlerini açığa<br />
vururlar. Cahit Çakmak “Biz Arnavutluk’tan geldik.<br />
Orada bizi Türk diye horlarlardı. Burada ise Arnavut<br />
diyorlar. Biz böyle bir bölücülüğe alet olmayız” der<br />
ve atılan diğer milliyetçi nutuklardan sonra buradan<br />
ayrılırlar. (Söz, Hikmet Kıvılcımlı’dan açılmışken<br />
şunu da zikretmekte yarar var: Bir tarihte, Ankara<br />
Tandoğan’daki otelin salonunda Muzaffer Özdağ’ın<br />
hatırasına düzenlenen “Türk Birliği” konulu panelde<br />
konuşmacılar arasında Prof. Şener Üşümezsoy<br />
da vardı. Dinleyicilerden birçoğu da benim gibi<br />
“Bu deprem profesörünün bu konudaki bir panelle<br />
ne ilişkisi var” diye düşünüyorken; bu merakı, Ümit<br />
Özdağ giderdi. Üşümezsoy, kendisine gelip Türkçü<br />
düşüncelerini açıkladığında: “Siz Atsız Bey’in talebesi<br />
misiniz” Sorusuna “Hayır Hikmet Kıvılcımlı’nın<br />
talebesiyim. O ‘Dünya İşçileri Birleşiniz’ dedi. Ben<br />
onu ‘Dünya Türklüğü Birleşiniz’ olarak algıladım.”<br />
Cevabını vermiş.)<br />
Ayrılırlar ama bu temas, onları kamçılar ve mücadelelerini<br />
yapmak üzere bir dernek kurmaya<br />
karar verirler. Daha sonra “Büyük Başkan” diye<br />
çağıracakları Şadi Pehlivanoğlu’nun başkanlığında<br />
İrfan Atagün, Mehmet Aydın, Necati Tanrıkulu, Kemal<br />
Cabıoğlu ve Cahit Çakmak ile birlikte Türk Gençlik<br />
Teşkilatı’nı kurarlar. Sonraları yine İstanbul’da<br />
Nurettin Topçu’nun kurmuş olduğu “Kültür Ocağı”<br />
ve Ankara’daki dernekle üçü birleşip Milliyetçiler<br />
Derneği’ni kurarlar. Bu dernek 82 şube ile Türkiye<br />
çapında teşkilatlanınca 1950 Seçimleri ile iktidara<br />
gelen Demokrat Parti’nin hışmına uğrar ve mahkeme<br />
kararı ile kapatılır.<br />
Arkadaşlar arasında görüş ayrılıkları olsa da aynı<br />
medresede, aynı odada dostça kalabilmekte ve<br />
yaşayabilmekteydiler. Mesela inançsız olan Canseven,<br />
namaz kılan Cabıoğlu’nu kınıyor, tenkit<br />
ediyor; ama birbirlerine karşı kin duymuyorlardı.<br />
Aralarından Cahit Çakmak sonradan İtalya’ya<br />
gitti. Musolloni’nin partisine katıldı. Oradan da<br />
İspanya’ya geçerek Franco saflarındaki çatışmalara<br />
katıldı. Mehmet Özsoy nam-ı diğer “Mao Mehmet”,<br />
Kemal dememek için Cabıoğlu’na Mustafa diyen bir<br />
bağnazlık içerisinde-dir. Teori (!) sahibi olmasına<br />
rağmen son derece tembeldir. Sabah uyanırken oda<br />
arkadaşlarına ‘Hava bulutlu mu’ diye sorar, bulutlu<br />
ise gün boyu yataktan çıkmaz. Son derece tembeldir<br />
ama imtihanlara bir ay kala başladığı çalışmasıyla<br />
sınıfını geçer. Öğrenciye verilen Kızılay yemeğinden<br />
ve medrese yatakhanesinden vazgeçmemek için<br />
İktisat Fakültesi son sınıfında takıntı ders bırakarak<br />
mezun olmak istemez. Kemal Cabıoğlu’nun kendisine<br />
iş bulacağını ısrarla belirtmesi üzerine okuldan<br />
mezun olur; fakat Türkiye’den ümidini kestiği için<br />
Anadolu’ya gitmek istemez. İstanbul Belediyesi’nde<br />
müfettiş olur. Daha sonraları Afrikalıları emperyalistlere<br />
karşı ayaklandırabilmekiçin Nihat<br />
Yazar’ın(*) sağladığı irtibat ile Fas’a gider.<br />
Bu “Das Mehmet”in taraftarları, Nuri Gürgür ile<br />
birlikte 27 Mayıs 1960 Sonrasında Fakültelerimizin<br />
Öğrenci Dernekleri’nin Başkanı olarak<br />
İstanbul’daki Millî Türk Talebe Birliği Kongresi’ne<br />
katıldığımızda, bize de “Çengel atma”ya çalışmış ve<br />
sabahlara kadar süren ikna toplantıları yapmışlardı.<br />
(*) Nihat Yazar, İslamcı bir görüşe sahip olan Volkan dergisini<br />
çıkartmaktaydı. Yazıları sebebiyle yurtdışına çıkmak mecburiyetinde<br />
kaldı. Mısır’a gitti. El Ezher Üniversitesi’nde tahsil<br />
gördü. Sonraları Türkiye’ye döndü. Birlikte MHP Genel İdare<br />
Kurulu üyeliği yaptık. Memleketi olan Osmaniye’den Belediye<br />
Başkanı adayımız idi.<br />
94
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Desen. Kenan EROĞLU<br />
UYGUR GÜZELİ<br />
AY-BİLGE DESTANI<br />
•<br />
Mustafa EFEOĞLU<br />
Gözler gök mavisi ışıklıdır bakışlar<br />
Libasın üzerinde ilmek ilmek nakışlar.<br />
Örülmüş saçları geceden daha kara<br />
Gün rengi yüzüyle benziyor dolunaya.<br />
Aybilge derlermiş Türkistan güzeline<br />
Asice bakarmış gönlünden geçirene.<br />
Sayısız Çinliyi canından vazgeçirmiş<br />
Onu gören âşıklar uslarını yitirmiş.<br />
Bir gün Çinli subay Aybilge’ye vurulmuş<br />
Hemen elçi gönderip Türkiline duyurmuş.<br />
Kurultay toplanıp Ak-sakallar çağrılmış<br />
Kısa bir sürede karara da varılmış.<br />
Yasa belli töre kesin her şey apaçıkmış<br />
Çinliye kız vermek de kız almak da yasakmış<br />
Çinli plan kurup karıştırıp ırkları<br />
Asimile edermiş asil soylu Türkleri<br />
O gün Türk kızını bir düşüncedir almış<br />
Sıyrılıp çelişkiden kutlu karara varmış.<br />
Çinliye evdeş olmam ağu içer ölürüm<br />
Alnım açık başım dik öç gününe yürürüm.<br />
Ağu katıp kımıza üç çamçak kımız içmiş<br />
Kutsal bir ülkü için, koşup uçmağa göçmüş<br />
Bu destan ibret olsun Türk kızına oğluna<br />
Ölüm ne de güzeldir Türk soyunun uğruna..<br />
95
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Desen: Svetlana İNAÇ<br />
NEVAİ-KUMRU<br />
(Tarihi Öykü)<br />
•<br />
Vagıf SULTANLI*<br />
Miranşah babası Emir Timur’un büyük değer<br />
vеrdiği, şöhreti bütün Şarka yayılmış meşhur bestekar<br />
Abdülkadir Marağayi’nin yеni eserini dinlemek için<br />
muhteşem bir şenlik düzenlemişti. Bestekar bir ay<br />
önce yazdığı eserin el-yazmasını ona takdim еderek<br />
çekine çekine böyle bir şenliğin düzenlenmesi arzusunda<br />
olduğunu söylediğinde hükümdar memnuniyetli<br />
bir şekilde bu dileğinin kabul olduğunu belirtince,<br />
sarayın bahçesinde o zamana kadar görülmemiş<br />
olan bir hazırlık başlatılmıştı. Tebriz’in en mahir<br />
ustaları devet edilerek sarayın bahçesinin yeniden<br />
dizayn edilmesi istenmişti. İki aydan fazla devam<br />
еden çalışmalar sonucunda sarayın bahçesi tanınmaz<br />
bir hale getirilmişti. Şimdi bahçeyi çevreleyen rengarenk<br />
süs ağaçları göz okşuyor, çiçeklerin biri birine<br />
karışmış esrarengiz kokusu insanın başını döndürüyordu.<br />
Gül çiçeklerinin arasından uzayıp giden yol<br />
boyunca sıralanmış nakışlı ağaç direklere asılmış<br />
olan fenerler karanlık geceyi aydınlatıyordu. Yola<br />
serilmiş olan nakışlı Tebriz halıları bahçeye ayak<br />
basanları hayal dünyasına çekip götürüyordu. Az<br />
sonra başlayacak şenliğin habercisi olan hafif musiki<br />
sesleri bahçede sihirli bir hava estiriyordu.<br />
Aslında eğlence şenlikleri sıkça yapılıyor olsa da ilk<br />
defa saray bu denli gösterişli ve zevkle süslenmişti.<br />
Bunun nedeniyse herkesce biliniyordu: bestekarın<br />
yеni eseri Emir Timur’un torunu, Miranşah’ın oğlu<br />
Sultan Halil’e ithaf edilmişti.<br />
*Azerbaycan<br />
96
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Miranşah gençlik çağına gelmiş oğlunu gecen<br />
yaz Maveraünnehir’e, Emir Timur’un huzuruna<br />
göndermişti. Amacı oğlunun gözlerinin açılmasını<br />
sağlamak, babasının yanında cihangirliğin ve<br />
saltanatı korumanın sırlarını öğrenmesine yardımcı<br />
olmaktı. Ancak çok gеçmeden babası Sultan Halil’in<br />
saraydaki cariyelerden Şadimülk’e vurularak saltanat<br />
işleriyle artık ilgilenmediğini Miranşah’a bildirmiş,<br />
bir süre onu Tebriz’e, kendi yanına almayı uygun<br />
görmüştü.<br />
Miranşah da öyle yaptı. Artık iki aydan fazlaydı<br />
ki, Sultan Halil Tebriz’de idi. O her gün ısrarla<br />
Semerkant’a dönmek istediğini bildirse de, Miranşah<br />
bir bahane ile oğlunu bu düşüncesinden vazgeçirmeye<br />
çalışır, zamanla her şеyin düzeleceğini düşünürdü.<br />
Sarayda düzenlenen bu musiki şenliği de Sultan<br />
Halil’in bir şekilde başını karıştırarak, cariyeye olan<br />
sеvdasından vazgeçmesi için düşünülmüştü.<br />
Bir kaç günden beri Abdülkadir bitmek tükenmek<br />
bilmeyen bir huzursuzluk içerisinde çalışıyor,<br />
yazdığı musikinin güzelliğine hayranlığını saklamayan<br />
çalgıcılarla eseri tekrar tekrar seslendirirdi. Her<br />
defasında da o, şarkıyı belli bir yеrinde keserek yеni<br />
düzeltmeler ve ilaveler yaparak bestenin kusursuz bir<br />
sanat eseri olması için elinden geleni esirgemiyordu.<br />
Ancak içini bir sarmaşık gibi bürüyen huzursuzluk<br />
onu terk еtmiyor, aksine heyecanını artırıyor,<br />
ne yapsa da kendisini toparlayamıyordu: “Acaba<br />
müzisyenler eseri onun istediği gibi seslendirebilecekler<br />
miydi Asıl mesele ise bunca hazırlıkların<br />
karşılığında hükümdar musikiyi beğenecek miydi”<br />
Kendisine sorduğu bu soruların cevabı biraz sonra<br />
belli olaçaktı.<br />
Musiki canından çok sеvdiği oğluna yazıldığı<br />
için Miranşah saray ayanıyla birlikte şenliğe<br />
teşrif etmiş, bahçenin yukarı tarafına konulmuş<br />
tahtına oturmadan önce hatırlarını sormak için<br />
müzisyenlere yaklaştığında hükümdarın gelişini<br />
uzaktan izleyen mavi elbiseli, başlarında altın yıldızlı<br />
fes olan müzisyenler ayağa kalkarak onu saygıyla<br />
beklemeye başlamışlardı. Miranşah aynı kiyafetteki<br />
saray musikicilerinin her birini şahsen tanıyordu,<br />
sadece oğlu için bestelenmiş şarkıyı söyleyecek<br />
olan şarkıcıyı tanımıyordu. Aslında hükümdarın<br />
tahta oturmadan önce musikicilerle özel olarak<br />
görüşmesinin nedenini şarkıcı ile tanışmaktı.<br />
Genç, zayıf cüsseli, esmer denli şarkıcı Miranşah’la<br />
yüz yüze gelmekten çok heyecanlandığından<br />
hükümdarın karşısında diz çökerek başını göğsüne<br />
doğru çekerek oturmuştu. Miranşah onun kalkmasını<br />
istedi ve ardından;<br />
– Oğlum, Azerbaycan’ın neresindensin – diye<br />
sordu.<br />
Hanende başını kaldırmadan garip bir sesle:<br />
– Marağadan’ım, - dеdi.<br />
– Sende mi Marağadansın<br />
Abdülkadir öne doğru yürüdü:<br />
– Hükümdar, Marağa’da doğan herkesin sesi<br />
böyle güzel olur... – bestekar ifadesini tamamlamak<br />
için bir şeyler söylemek istese de uygun bir söz<br />
bulamadığından sustu.<br />
Miranşah şarkıcıyı serbest bırakıp, Abdülkadir’in<br />
koluna girerek korumaların kontrolünde hükümdarın<br />
tahtına doğru gittti. Hükümdar tahtına oturduktan<br />
sonra musikiciler onunla karşı karşıya olacak şekilde<br />
serili halının üzerindeki yerlerini aldılar.<br />
Hükümdarın sağında oğlu Sultan Halil oturmuştu.<br />
Sol tarafta tahtın yanısıra yerleştirilmiş kürsüde durmakta<br />
olan kürsüde oturmakta olan Abdülkadir’in<br />
bütün dikkati müzisyenlerdeydi; onlar yavaş yavaş<br />
aletlerini kontrol ediyor ve çalmağa başlamak için<br />
bestekardan işaret bekliyorlardı.<br />
Ziyafete gelenler üst üste bahceye serilmiş olan<br />
halıların üzerinde oturmuşlardı. Tertemiz giyinmiş<br />
hizmetçiler ellerinde gümüş ibrikler misafirlere<br />
kokulu şerbet, kırmızı şarap dağıtıyor, baharatlı, zencefil<br />
kokan değişik tatlılar ikram ediyorlardı.<br />
Bestekar hükümdardan izin alarak başlamak için<br />
müzisyenlere işaret etti ve zarif musiki sedası gеcenin<br />
sessizliğini bozdu.<br />
Saray şenlikleri ananesine uygun olarak önce Emir<br />
Timur’un, sonra Miranşah’ın şerefine musiki seslendirildi,<br />
daha sonra rakkaseler sahne aldılar.<br />
Kısa bir fasıladan sonra ise herkesin sabırsızlık<br />
içerisinde beklediği Sultan Halil’in şerefine “Nevai-<br />
Kumru”nun ifa edileceği ilan еdildi; bir anda bahçeye<br />
derin bir sessizlik çöktü. Musikicilerin eşlik ettiği<br />
şarkıcının bir anda sesi duyulunca orada bulunanlar<br />
sesin büyüsüne kapılarak tamamen kendilerini<br />
kaybetmişlerdi.<br />
Udun sesi yerin dibinden geliyormuşçasına boğuk<br />
bir feryatla inliyor, senturun feryadı kanunun perdeli<br />
nidasına karışarak enteresan bir ahenk yaratıyordu.<br />
Şarkıcı öylesine içten okuyordu ki, sesi dinleyenlerin<br />
kalplerine işliyor, kendilerini bu dünyadan başka<br />
bir âleme çekip götürüyordu.<br />
Saray bahçesinin göz okşayan yeşilliği içeri-sinde<br />
her şеy musikinin ahengine, armonisine odaklanmıştı.<br />
Şenliktekiler bu ahengin büyüsüne kapıldıklarından<br />
hiçbir şeyi görmüyor, işitmiyorlardı. Sazların tellerinden<br />
dökülen nağmeler damla-damla karanlığın<br />
bağrına çöküp, gecenin ruhuna işliyordu.<br />
***<br />
97
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Bu, Abdülkadir’in şimdiye kadar yarattığı sanat<br />
eserlerinin en büyüklerinden birisiydi. Mahnının<br />
sıra dışı ifası herkes gibi onu da kendinden geçiriyor,<br />
keşfedemediği sihirli bir dünyada gezmesini<br />
sağlıyordu.<br />
Aslında Abdülkadir bu mahnıyı Sultan Halile ithaf<br />
etmiş olsa da, musikinin ritmi, sedaları içerisine<br />
katlanılmaz azaplara mahkûm olan halkının acı talihini<br />
getirmişti. Ancak sözler sıradandı, duygularını sözlerle<br />
ifade etmek tehlikeliydi. Bu derdin açık şekilde<br />
söylenmesi hayatı bahasına ona pahalıya oturabilirdi.<br />
Ona göre de her ne söylemek istemiş ise bunu musikinin<br />
ritmine, sedalarına aktarmıştı.<br />
Abdülkadir Kumru’nun sevgisini ömrünün genç<br />
çağlarında gafilden esen rüzgâr gibi duymuş, ancak<br />
facia ile biten bu sevdanın keder kokan hayallerini her<br />
zaman kendisinden uzaklaştırmaya çalışmıştı. Hiçbir<br />
zaman adıyla çağırmadığı o güzelim Kumru’ya, zarif<br />
kuşcağıza nasıl da bir benzeyişi vardı...<br />
Abdülkadir bir an önce o ilahi sevgisine kavuşmak,<br />
Kumru’yu hatırlamak istememişti. Bu sevgiden, bu<br />
sevginin getirdiği heyecandan korkmuştu. O, kızın<br />
muhabbetine layık olmadığını, ona cevap veremediği<br />
ya da cevap vermek iktidarında olmadığını düşünerek<br />
bu sevgiden kaçmış, unutmaya çalışmıştı. Böyle<br />
bir sevginin olamayacağını düşünmekle kendisini,<br />
geleceğini aldatmaya çalışmıştı...<br />
Ancak sonra, çok çok sonra bunun mümkün<br />
olmadığını anlamıştı. Semerkant’ta yaşadığı yıllarda<br />
Kumru’nun aşkı daima onun uykularını kaçırıyordu;<br />
vatanının, sevdiklerinin hasreti o kızın renginde, kokusunda,<br />
kıyafetinde gelir, onu özletir, heyecanlandırır,<br />
kederlendirirdi.<br />
El еl, oba oba Kumru’yu aramaya başladı. Görenlerden,<br />
tanıyıp bilenlerden haber aldı. Kızın esir<br />
alındığı, dağılmış harap edilmiş, ocağı söndürülmüş<br />
yurt yerlerini günlerce gezip durdu. O’nu bulmak<br />
ümidiyle kervanlara katılarak Semerkant’tan<br />
Bağdat’a, Erbil’e kadar gezip dolaştı, ancak<br />
aradığını bulamadı. Sanki kız doğmamış, bu dünyaya<br />
gelmemişti...<br />
Böylece, Emir Timur’un torununa ithaf ettiği bu<br />
eser kendisi de fark etmeden “Nevai-Kumru”ya<br />
dönüşmüştü.<br />
Abdülkadir bu mahnıyı bir yere yazmamıştı. Bu<br />
musiki ruhundan, kalbinden süzülüp gelmiş, İlahi’nin<br />
sihri, mucizesi gibi ortaya çıkmıştı. O sadece hislerini,<br />
duygularını varlığından sıyırıp, sese, ritme, ahenge<br />
çevirmişti. Bu mahnı değil, musiki değildi, buna kulak<br />
asmak olmuyordu, dinleyenin ruhunu, varlığını<br />
titredir, insan olduğunu, dert için doğduğunu, ölene<br />
kadar da dert içerisinde kavrulacağını ona hatırlatırdı.<br />
Şimdi musikiyi dinleyen herkes onun sesi, ritmi,<br />
ahengi içerisinde gizlenen ilahi sevgiyi duyuyor, bu<br />
sevginin büyüklüğüne, azametine, kudretine hayranlığını<br />
gizleyemiyordu.<br />
Abdülkadir saray bahçesinin yakınlarındaki heremhanede,<br />
karanlık odanın kalın perdeli penceresinin<br />
dibine çökerek musikiyi dert gibi ruhuna çeken<br />
güzel Kumru’nun varlığından habersizdi. Yıllardır<br />
aradığı sevgilisinin bir ses yakınlığında olduğunu<br />
bilmiyordu. Bilmediği bir başka şey ise sesin<br />
heyecanlandırdığı kız musikinin kendisine yazıldığı<br />
kuruntusuna kapılarak gizli bir heyecan pençesinden<br />
koparak o sese kavuşmak, hasretini, mutsuzluğunu o<br />
sesin ahenginde eritmek istiyor. O bunları bilmiyordu<br />
ve bilmeyecekti de...<br />
***<br />
Bu ilahi musikinin kudretine teslim olmuş<br />
Miranşah’ın yıllar boyu sıfatını örtmüş acımasızlığı,<br />
zalimliği bir anda çekilip gitmiş, yerini yumuşak,<br />
mülayim çizgiler bürümüştü. Musiki Miranşah’ın<br />
ruhuna, varlığına öylesine işlemişti ki, hiçbir şey<br />
görmüyor, işitmiyormuş gibi gözlerinin dikildiği<br />
uzak meçhulleri seyrediyordu.<br />
“– Acaba talihimiz nasıl olacak”, Miranşah’ın<br />
dudaklarından kopan bu ifade Abdülkadir’i şaşırttı.<br />
– “Hükümdar ondan mı yardım bekliyordu! Felek,<br />
bu nasıl sözdür böyle”.<br />
... Birden Miranşah’ın oturduğu tahtından sinirli<br />
şekilde ayağa kalkmasıyla birlikte musiki yarım<br />
kaldı. Hele musikinin cazibesinden kurtulmamış,<br />
ne olup bittiğini anlamayan meclistekilerin gözleri<br />
hükümdara dikildi.<br />
Miranşah kendinde değildi, az önce musiki icra<br />
edilirken girdiği ruh halinden henüz çıkamamıştı.<br />
Söylenen şarkı ruhuna, varlığına, kalbinin, iç<br />
dünyasının en mahrem noktalarına nüfuz etmiş,<br />
geçmişini, geleceğini biri birine katmıştı.<br />
Musikinin kesilmesiyle meclise ölü sessizliği<br />
hakim oldu. Miranşah yanıbaşındaki bestekara doğru<br />
döndü:<br />
– Bu şarkıyı kime yazdın, Abdülkadir<br />
Bestekar beklemediği bu soru karşısında tamamen<br />
kendisini kaybetti. Aslında çoktan beri Miranşah’ın<br />
yüz hatlarının değişiminden onun başka bir dünyaya<br />
yöneldiğini fark etmişti. “Padişah acaba neden bu<br />
beklenmedik soruyu sordu Sanki o şarkının kime<br />
ithaf edildiğini bilmiyor mu Bir ay once mahnının<br />
Sultan Halil’in şerefine yazıldığını söylememiş miydim<br />
Eğer bilmiyorsa, o zaman bu gösterişli ziyafet<br />
şenliğini neden düzenlenmişti Yok, bu sıradan bir<br />
soruya benzemiyordu”.<br />
Miranşah’ın sorusunun zamansızlığı onu ürkütmüş<br />
98
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
olsa da kendini toparlayarak:<br />
– Sultan Halil’in şerefine yazmışım, elahezret! –<br />
dеdi.<br />
Miranşah’ın siması aniden değişti:<br />
– Hangi cesaretle bana yalan söylüyorsun!<br />
Abdülkadir aklına bile getirmediği bu suçlama<br />
karşısında şaşıp kaldı, yüzünün rengi soldu, ne cevap<br />
vereceğini bilemediğinden susmayı tercih etti.<br />
– Bu şarkıyı Sultan Halil için düşünüp,<br />
yazmamışsın!..<br />
– ...<br />
– Bu bir sеvgi eseridir!<br />
Meclise soğuk bir taş sessizliği çökmüştü. Herkes<br />
nefesini tutarak bu sohbetin sonunun nеreye varacağını<br />
bekliyordu. Adamlar büyük musiki ustasının<br />
Miranşah’ın gazabına uğrayacağını, böyle kudretli<br />
sanatkârın susturulacağının yarattığı heyecanın içerisindeydi.<br />
Miranşah sorusuna cevap alamadan tekrar tahtına<br />
oturdu.<br />
– Lanet Şeytana, - dеdi ve Abdülkadir’e doğru dönerek<br />
şarkıyı bir daha dinlemek istediğini bildirdi.<br />
Aniden yеni bir ahenkle yükselmeye başlayan musiki<br />
sesleri ortaya çıkan gerginliği bir sure sonra ortadan<br />
kaldırır gibi oldu ve hükümdarın sakinleşmesinden<br />
cesaretlenen bestekârın yüzünün rengi eski halini aldı<br />
***<br />
Şerefine bestelenen musiki genç Sultan Halil’i<br />
kendisinden geçirmiş, babasının nasihatleriyle biraz<br />
sönmüş olan hasretini yeniden uyandırmıştı.<br />
Semerkant’ta bırakıp geldiği Şadmeleğin derdi içini<br />
alevlendirmeye başlamıştı. Bütün gün kızı hayalinden<br />
çıkaramıyor, geceleri sabaha kadar onun aşkıyla<br />
yazdığı şiirlerle teselli bulmaya çalışıyordu. “Abdülkadir<br />
onun yaşadıklarını nasıl duymuş, kalbinin derinliklerine<br />
varabilmişti Sanki birileri olup bitenleri<br />
bestekâra anlatmıştı. Keşke bu musikiyi Şadmelek de<br />
dinlemiş olsaydı”.<br />
Genç, içerisini tırmalayan soruların azaplarıyla<br />
çırpınır, bu ayrılığa daha katlanamayacağını anlayarak<br />
bundan çıkış yolları arıyordu. “Acaba şimdi Şadmelek<br />
bensiz ne yapıyor Babası onu öldürtmek istiyordu,<br />
bir şekilde sevgilisini ölümün cenginden kurtarabildi.<br />
Peki, onu kime emanet edip geldi Bu şekilde davranmak<br />
ona yakışıyor muydu Yok, yok, bunu Şadmelek<br />
hiçbir zaman ona bağışlamayacak. Hiçbir zaman kendi<br />
kendisini de bağışlamayacak”.<br />
Sultan Halil ayağa kalkarak çaktırmadan meclisi<br />
terk еtti. Musiki kalbini büyülemiş, gücünü, kudretini<br />
çoşturmuştu. Şimdi karşısını hiç bir engel kesip,<br />
mutluluğa gidecek yolu kapatamazdı.<br />
O, gizli yollarla saraydan çıkıp, atına bindi. Dörtnala<br />
şehirden çıkıp onu büyü gibi kendine çeken Semerkant<br />
yolunu tuttu.<br />
..Musiki bittikten sonra Miranşah eserle ilgili olarak<br />
Sultan Halil’in fikrini öğrenmek için başını sağına<br />
çevirdiğinde oğlunun yerinde olmadığını gördü. Birden<br />
yüreğine tuhaf duygular hâkim olduğundan derhal<br />
hafiye başına seslenerek oğlunun nerede olduğunu<br />
sordu.<br />
Göz kırpışında uzaklaştıktan sonra dönen hafiye<br />
başı Sultan Halil’in atına binerek sarayı terk<br />
ettiğini bildirdiğinde hükümdar meseleyi anladı ve<br />
muhafızlarından şehirden çıkan bütün yolları kesmelerini,<br />
oğlunu bulup geri getirmelerini emretti.<br />
Ancak bütün bunlar abesti; Sultan Halil’in atı çoktan<br />
kanatlanmıştı.<br />
(Aktaran: Dr. Enver Uzun)<br />
Kenan EROĞLU<br />
99
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
NEVRUZ<br />
TÜRK DÜNYASI DUY BENİ<br />
•<br />
Halil GÜLEL<br />
Ay gülümser mehtapta altındır ay suda;<br />
Maveradır Kaf Dağı, derin bir uykuda,<br />
Kimlerle beraberim bu güzel duyguda<br />
“Türk” denir milletime, türkü söyler canım,<br />
Sazım, kavalım, kilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Ol endam, ol cazibe nefis bir zerafet,<br />
İhtişamım hürriyet – mazluma adalet,<br />
Demir dağlar delerek kurulan bir devlet<br />
Üç kıta yedi iklim yurt olan vatanım,<br />
Hür yaşamış, hür ilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Bir zamanlar gaflette kalınca milletim,<br />
Parçalandı otağım, çalındı servetim,<br />
Çıktık Ergenekon’dan dirildi kuvvetim<br />
Diz çöktürdüm dizliye, öz yurdum Turanım,<br />
Birlikten geçer yolum Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Oğuzhan önde yürür Doğu, Batı, Kuzey,<br />
Altaylardan Pamir’e yol açmıştır Güney,<br />
<strong>Hakan</strong> – hatun aynıdır aksakal – ata bey,<br />
Kızım, oğlum, torunum, gülüm, gülistanım,<br />
Ballar balıdır balım Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Börteçine, Mete Han, altındır – gümüştür,<br />
“Vatandan bir taş bile verilmez!” demiştir,<br />
Attila bir kırbaçtır mazlumlar gülmüştür<br />
Asya’dan Avrupa’ya uzanan cihanım,<br />
Her yanda mevcut dalım Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Türkistanım, Türkiyem bu gün halim hassas,<br />
Feryat gelir Kaşgar’dan – Karabağ’da bir yas,<br />
Parça parça eyledi kişisel ihtiras<br />
Türk Birliği kurulsun birdir tenim, kanım,<br />
Türkçe yazılsın bilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Kara bulutlar çökmüş ayak başı geçmiş,<br />
Türkçe yazacak üstat yabancı dil seçmiş,<br />
Bizim iller hazindir başka bayrak açmış<br />
Ak olsun bahtım huzur dağıtsın irfanım,<br />
Yükselsin aklı selim Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Türk Dünyası duy beni, işde, dilde, birlik,<br />
Aynı alfabe bir ses dilde doğar dirlik,<br />
Kazak, Kırgız, Azeri, Özbek, Uygur, Kerkük<br />
Ağlamasın – sevinsin, mutlu olsun günüm,<br />
Açsın her renkte gülüm Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Petrol sende gaz sende karanfil gül sende,<br />
İşte dilde fikirde gönülde bal sende,<br />
Dünyaya huzur veren bahtiyar yol sende<br />
Ne durursun oyunda Çalış! Çalışkanım,<br />
Yeşilim, mavim, alım Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Uzak yakın kardeşler; dilde bir olalım,<br />
Hür devletler şeklinde doğru yol bulalım,<br />
Kaşgar’dan İstanbul’a bir birlik kılalım<br />
Türk Birliği amacım; Türkçe yaz ozanım,<br />
Güzel Türkçedir dilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Orhun’da bengü taşı, Ötüken’de toy var,<br />
Dokuz Oğuz - Otuz Tatar daha nice boy var,<br />
Bilge Kağan, Kül Tiğin Türkmen atı tay var<br />
Türk hilali merkezim birlikte her yanım,<br />
Görkemli sağım - solum Mehlikâ Sultan’ım.<br />
Düsseldorf / 23.11.2011<br />
(Bir Kızıl Elmadır Mehlika Sultan)<br />
100
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
SADRİ MAKSUDİ ARSAL’IN “IRK MESELESİ”<br />
•<br />
Halil İbrahim KOÇ<br />
Türkçülüğün mihenk taşı sayabileceğimiz mütefekkirler<br />
arasında ilk sıralarda yer alan Ord. Prof. Dr.<br />
Sadri Maksudi Arsal, Cumhuriyet’in ilk yıllarında<br />
Türk Tarih Kurumu (TTK) ile Türk Dil Kurumu’nun<br />
(TDK) kurulması için önemli gayretlerde bulunmuş<br />
ve bu gayretleri neticesinde kültürümüzün temel<br />
dayanağı olan ve hala hizmetlerine devam eden bu<br />
iki kurum günümüze kadar gelmiştir. Fransızların<br />
ünlü Da Gaulle Doktrininin (1) de fikir babası olan<br />
Arsal, hep yazmayı planladığı “Milliyet Duygusunun<br />
Sosyolojik Esasları” adlı eseri-ni istical ile<br />
yazar ve bu eserde “Millet” ve “Milliyet” hususlarını<br />
sosyolojik ve psikolojik bakımdan tetkik eder.<br />
Eserde Türk milliyetçileri açısından önem teşkil eden<br />
“Irk Meselesi”hususuna da değinen Arsal, bu husustaki<br />
kafa karışıklıklarını sarih bir şekilde gidermiştir.<br />
Yazımızın ana konusunu oluşturan “Irk Meselesi”ni<br />
genel hatlarıyla aşağıda şöyle bahşedebiliriz.<br />
1. Antropolojik Manada Irk<br />
Milliyetçiliğin mahiyeti hakkında doğru bir fikir<br />
sahibi olabilmek için, ‘ırk’ ve ‘millet’ mefhumları<br />
arasındaki münasebet ve farkı sarih bir surette kavramış<br />
olmak şarttır.<br />
Sadri Maksudi, mezkûr eserin bu bölümünde “ırk”<br />
kelimesini, Avrupa dillerindeki “race” manasında;<br />
“millet”i ise “nationalite” manasında ele alıyor ve ilgili<br />
bölümde “ırk” mefhumunu şu şekilde tanımlıyor:<br />
“Hayvanlardan bahsolunduğu zaman batı dillerinde<br />
“ırk” kelimesi muayyen bir hayvanın bazı bünyevî<br />
hususiyetleri bakımından diğer hayvanlardan farklı<br />
oluşunu ifade eder. Türkçede hayvanlar için “ırk” kelimesi<br />
yerine daha ziyade “cins” tabirini kullanırız. Deriz<br />
ki, atların türlü cinsleri vardır: Arap atı, İngiliz atı. Keza<br />
köpeklerin de birçok cinsleri vardır: Tazı, buldok vs.”<br />
“Irk” mefhumunu bu şekilde tanımlayan münevverimiz,<br />
tabii olarak “İnsanlar arasında da köpekler<br />
arasındaki ırk farklılığı gibi farklar var mıdır” diye<br />
soruyor ve cevabını kendisi şu şekilde veriyor: “Hiçbir<br />
devirde, hiçbir ırk, diğer ırklarla münasebet kurmadan<br />
yaşamamıştır. Onun için bugün bütün ırklar içinde,<br />
diğer ırklara mahsus somatik hususiyetlere malik<br />
fertler müşahede edilecektir. Beyaz tenli, sarı saçlı,<br />
mavi gözlü ırktan olan milletler içinde esmer fertlere;<br />
esmer zümreden sayılan milletler içinde de mavi gözlü,<br />
sarışın fertlere rastlanmaktadır.” Mamafih bu cevaba<br />
mukabil yine de çoğunluğunun diğer milletlerdeki<br />
fertlerden -somatik olarak- farklı olduğu zümrelerin,<br />
yani ırkların varlığını da bir realite olarak kabul ediyor.<br />
Sadri Maksudi, kendi sorusuna verdiği cevap neticesinde<br />
ilk antropologların farklı ırkları tasnif için kıstas<br />
olarak ele aldıkları cilt renginin(2) de esaslı ve kâfî bir<br />
kıstas olmadığını izhar ediyor.<br />
İlgili bölümde ırkları tasnif için kafatası şeklini kıstas<br />
olarak ele alan antropologlara da değinen Sadri Maksudi,<br />
bu antropologların bu tür temayülleri sonucu<br />
Avrupa’nın kuzeyinde -ilmî esaslardan uzak- “uzun<br />
kafataslı insanların üstün meziyet ve kabiliyetlere<br />
sahip olduğu” telâkkisinin zuhur ettiğini izhar ediyor<br />
ve Afrika’daki ırklarda da uzun kafatası şeklinin<br />
müşahede edilebileceğini ifade ederek bu telâkkinin<br />
gerçeğe aykırı olduğunu vurguluyor.<br />
Irkları tasnifte ele alınan cilt rengi ve kafatası şekli<br />
gibi kıstasların, bu iş’te kifayetsiz kaldığını –yukarıdabu<br />
şekilde tavsif eden Sadri Maksudi; ırk tasnifini, cilt<br />
rengi ve kafatası şekli gibi kıstasları da zammederek<br />
somatik hususiyetlerle milletleri 29 zümreye tefrik<br />
eden Fransız Jean Deniker’den bahsediyor ve bu tasniflendirme<br />
yöntemini mevsuk buluyor. Saç ve göz<br />
rengi; göz, burun, elmacık kemiği şekli; boy uzunluğu<br />
ve kısalığı gibi somatik hususiyetleri de dikkate alan<br />
Deniker’in bu hususiyetlerin tamamını ya da müteaddidini<br />
kendilerinde toplayan fertlerin, o milletin<br />
-mensubu bulunduğu ırkın- karışmamış tipik örnekleri<br />
saydığını izhar ediyor.<br />
Mezkûr âlimin bu telâkkisini yerinde ve esaslı bulan<br />
Sadri Maksudi, Türk lisanını konuşan, Türklük şuuru<br />
taşıyan bütün fertlerin Türk etnik zümresine özgü<br />
sayılan hususiyetlere sahip olmadığını öne sürüyor ve<br />
-Deniker’in tespitiyle müyesser olan- Türk ırkına mahsus<br />
olan somatik hususiyetleri şu şekilde sıralıyor (3):<br />
• Cilt beyaz (Hafifçe sarıya mütemayil)<br />
• Boy ortadan yüksek<br />
• Kafatası kısa<br />
• Saç siyah<br />
• Gözler siyah; fakat Moğol gözü gibi çekik değil<br />
• Burun normal (Basık değil)<br />
• Göğüs orta<br />
• Yüz uzunca (Oval şekilde)<br />
• Elmacık kemikleri hafifçe çıkık<br />
• Dudaklar kalın<br />
• Boyun kısa<br />
2. Etnolojik Manada Irk<br />
Irk mefhumunun antropolojik manasından maada, bir<br />
de etnolojik manası vardır. Etnolojik(4) manada ırk, çok<br />
101
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
eski/uzak tarihlerde bir devlet içinde yaşamış, aralarında<br />
lisan, örf, âdet, ve inanışlar açısından benzerlik gösteren<br />
ve hala aralarında taalluk bulunan milletler(5)<br />
topluluğudur. Sadri Maksudi, ilgili bölümde etnolojik<br />
manada ırk tabirini şöyle izah eder: “Etnolojik manada<br />
ırk, yekdiğerine yakın dilleri konuşan ve müşterek ruhî<br />
temayülleri bulunan milletlerin bütünüdür.”<br />
Etnolojik manada ırkın içinde, antropolojik olarak<br />
o ırktan olmayan fertlerin bulunabileceğini zammeden<br />
Sadri Maksudi, kafatası şeklinin nezdinde somatik<br />
hususiyetlere de istinat eden antropolojik manada ırkı;<br />
müşterek kültür(6) kesafetini ihdas eden ve karşılayan<br />
etnolojik manada ırk tabirinden tefrik eder. Bilahare<br />
“Biz, millet ve milliyeti sosyolojik ve psikolojik<br />
bakımdan tetkiki hedef tutarak bu eserde ırk tabirini<br />
daha ziyade etnolojik manada kullanacağız” der ve<br />
Türk milliyetçiliği şümulündeki ırkçılığı(7) , etnolojik<br />
manadaki ırkçılıktan mütevellit sayar.<br />
3. Irkların Menşei<br />
“Millet” mefhumunu, aynı lisanı konuşan, aynı millî<br />
seciyeye, müşterek tarihe ve millî emellere malik olan<br />
bir kütle şeklinde tarif eden Sadri Maksudi, bu tanım<br />
ve tarife mukabil “Etnolojik manada ırk, millet mefhumundan<br />
daha geniş bir mefhumdur” diyerek, “millet”<br />
ile “etnolojik manada ırk” tabirlerinin “genişlik/şümul”<br />
açısından farkını ortaya koymuştur. Binaenaleyh bu<br />
genişliğe örnek olarak farklı lehçelerde konuşan<br />
Türk topluluklarının/halklarının olmasına rağmen, bu<br />
toplulukların Türk ırkından olması durumunu vermiştir.<br />
Sadri Maksudi, bu ayrımı yaparken aynı zamanda –<br />
etnolojik manada- ırk meselesinin katî ve ilmî surette<br />
cevaplandırılamamış sualler zuhur ettiğini izhar etmiş<br />
ve bu suallerden en mühimlerini “Bütün insan zümreleri-nin<br />
menşei bir midir”, “Bütün insanlar/kavimler<br />
aynı atanın torunları mı; yoksa yekdiğerinden farklı<br />
ataların torunları mı” gibi suallerin teşkil ettiğini öne<br />
sürmüştür.<br />
Bu suallere cevaben tek selef (Monogenisme) müteaddit<br />
menşe (Polygenisme) nazariyeleri ile büyük dinlerin<br />
öne sürdüğü menşe birliği telakkisini sıralamıştır.<br />
Bilahare Sadri Maksudi, tek selef (monogenisme) nazariyesinin<br />
ilim adamları arasında kuvvetlendiğini belirterek<br />
bu nazariyeyi terviç etmiştir.<br />
4. Üstün Irk Nazariyesi<br />
Irk meselesi ile ilgili ihtilâflı meselelerden birisini de<br />
ırkların müsaviliği meselesi teşkil eder. Bu müsavilikten<br />
kastedilenin elbette fıtrî ve kabiliyetlerin yekdiğerine<br />
müsavi ve muvaziliği istidlâl edilecektir.<br />
Avrupalı birçok âlim ve müelliflerin bu konudaki<br />
mülâhazaları, menşe/ırk itibariyle -Avrupalı milletlerin<br />
atalarının adını ifade eden-Aryan’dan(!) olanların<br />
diğer ırklara üstünlüğünü ihtiva eder. Bu mülâhazalara<br />
isnat ile zuhur eden Aryanizm (Aryanisme) tefekkürü<br />
ise Avrupa’da siyasi tarihe müteaddit menfî tesirler<br />
icra etmiştir. Fakat Aryen isimli bir ırk, ilim dünyası<br />
cihetinden tespit edilememiş; bu durum üstün ırk nazariyesinin<br />
de ilmî bir esasa dayanmadığını sarahatle<br />
göstermiştir.<br />
Sadri Maksudi, bu nazariyenin ilmî ve tarihi bakımdan<br />
yanlış olmasına mukabil, milletlerin bu nazariyeye isnat<br />
ile tekvin ve tebdil ettikleri siyasi tutumunu mevsuk<br />
bulmamış; bu siyasi tutumu gösteren milletlere karşı<br />
da tüm dünya milletlerinin mukavemet etmesini iktiza<br />
görmüştür.<br />
Bu nazariyenin ilmî ve tarihi bakımdan mevsuk ve<br />
esaslı olmamasının batılılarca kabul görmesine rağmen<br />
yine de batılı bazı müelliflerin, medeniyet bakımından<br />
Asya ve Afrika milletlerine göre üstünlük iddiasında<br />
yekdil olmaları müşahede edilmiştir. Sadri Maksudi, bu<br />
telakki ve mülâhazalara mukabil “Medeniyeti muayyen<br />
bir kıtanın veya muayyen bir milletin ebedî inhisarı<br />
saymak ilmî bir görüş değildir. Yüksek medeniyetten<br />
mahrum milletler yükselebildikleri gibi, çok medenî<br />
milletlerin de medeniyetlerini kaybetmeleri mümkündür”<br />
minvalinde sözler ile karşı çıkmıştır.<br />
(1)1946 yılında kurulan Demokrat Parti, bir dönem mezkûr<br />
ilim adamı için bir umut kaynağı olur ve 1950 yılında Ankara’dan<br />
milletvekili seçilir. Avrupa Konseyi’nin kurulmasının ardından<br />
Heyet Başkanı olarak Parlâmentolar arası toplantılara<br />
katılır ve siyasi Avrupa birliğinin veya federasyonun inkişafı<br />
halinde, milli hükümranlıkların devam etmesi gerektiğini<br />
ileri süren ilk devlet adamı olur. Sonradan Fransızların<br />
benimseyeceği bu görüş, “Da Gaulle Doktrini” adını almıştır.<br />
(2)Burada ünlü antropolog Linne’nin (1707 – 1784) cilt rengi<br />
kıstası ile ırkları 4 zümreye taksim etmesi bahsolunmuştur:<br />
• Beyaz ırk (Avrupa)<br />
• Sarı ırk (Asya)<br />
• Siyah ırk (Afrika)<br />
• Kırmızı ırk (Yerli Amerikalılar)<br />
(3)A.g.e., s. 34<br />
(4)Yunan lisanından gelen “ethnos” kavim, halk demektir.<br />
“Ethnologie” ise kavimleri, örf ve âdetleri ve lisanları<br />
bakımından tetkik eden ilimdir.<br />
(5)Etnolojik manada ırk, milletten daha geniş bir mefhumdur.<br />
(6)Bu mefhum lisan, örf, âdet, gelenek ve görenek olgularını<br />
şamil eden anlamda kullanılmıştır.<br />
(7)Bu minvalde bir ırkçılığı, Türk milliyetçiliği şümulüne Hüseyin<br />
Nihal Atsız dâhil etmiştir. 1944’teki ırkçılık – Turancılık<br />
davasında “Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve<br />
Turancılık da bunun şümulüne dahildir” sözü, savunmasında<br />
yer almıştır.<br />
(8)“Yahudi, hristiyan ve İslam din âlimlerine göre insanlar<br />
Adem aleyhisselamın zürriyetindendir, onun torunlarıdır.” S.M.A.<br />
102
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
TÖRE’YE<br />
•<br />
H. Alperen BURAK<br />
Tarih sahnesinde güzellikleri<br />
Bize sunan eldir Töre Dergisi<br />
Türk’e özgü bütün özellikleri<br />
Haykıran bir dildir Töre Dergisi<br />
Emsalsiz bilgiyle bulunmaz eşi<br />
Yaktığı çıranın sönmez ateşi<br />
Töreyle doğacak Türk’ün güneşi<br />
Semaya badaldır Töre Dergisi<br />
Türk’e sevdalıdır, Türkçeye yar’dır<br />
Aydın’da zeybektir, Artvin’de bardır<br />
Batıda lodostur, doğuda kar’dır<br />
Yurdu saran koldur Töre Dergisi<br />
İman elde çekiç, nefsim örs Onda<br />
Nefsi örselemek bitmez hırs Onda<br />
İlim Onda, irfan Onda, hars Onda<br />
Yunusça gönüldür Töre Dergisi<br />
Leyla, Şirin, Aslı hepsi yar Onda<br />
Dedem Korkut, Hacı Bektaş bir Onda<br />
Gönül bağban olur, gonca var onda<br />
Deste deste güldür Töre Dergisi<br />
Can fedadır, candan aziz ülkeye<br />
Ruhunu adamış büyük ülküye<br />
Tek kavgası Milliyetçi Türkiye<br />
Çile dolu yoldur Töre Dergisi<br />
Yunus’un Taptuk’a varan özüdür<br />
Mevlana’nın Şems’e bakan yüzüdür<br />
Veysel’in aşkıdır, gönül gözüdür<br />
Bağlamada teldir Töre Dergisi<br />
Kırım’ın Kerkük’ün iç yakışıdır<br />
Atsız’ın gönlünde kurt bakışıdır<br />
Elif Dergâhının has nakışıdır<br />
Secdegahta kuldur Töre Dergisi<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
103
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
HAVVA’NIN YAĞMURLARI<br />
•<br />
Yağmur ŞENGÖK<br />
Desen: Hüseyin TÜRKMEN<br />
İçimde karşısına çıkan her şeyi önüne katıp sürüyecek bir nehir buluyorum ansızın:korkusuz, çekincesiz,<br />
yedi denizden bir katre nehir... İmkansıza inanmayan, yeryüzünün mucizelerini ardına düşürüp sularını arşa<br />
akıtan asi nehir... Kabına sığmayan, yatağında kanayan nehir... Nice denizlere gebe, bir yatağa tutsak nehir;<br />
kendine yasak nehir...<br />
***<br />
Dışımda, gecenin bir vakti gökyüzünden sürgün olmuş yağmurlar... Kimbilir hangi günahtan ötürü kovuldular<br />
cennetteki yataklarından... Yağmur, çılgın gibi döküldükçe, adem baba ile havva anamı düşünüyorum.<br />
Anamızı kandıran şeytan,az önce yağmurları da kandırmış olmalıydı ki, ondan böyle hoyrat çarpıyorlar<br />
kendilerini yeryüzüne. Bir günahın hesabını görür gibi arştan kayışları; camımıza, duvarımıza, yüzümüze,<br />
gözümüze vuruşları... Her vuruşta kanatır gibi, hem yaşatır hem boğar gibi; hem var hem yok gibi; ben gibi...<br />
Gitgide bana benzedi yağmurlar; hiddetini döktükçe üzerime, cennetten sürgün Havva’ya benzedim ...<br />
***<br />
Yağmur suretinde çarparken yüzüme göğün ezeli sırrı, içimde yatağını arayan nehri özledim. Kudretine<br />
sığınıp dışımdaki tufanın, Tanrıda gizli sırlarımın, tanrıdan vahyini diledim. Çok istedim, konuşmadı benimle;<br />
içimdeki Nuh’la dertleştim.<br />
***<br />
104
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Nehir olup buldu yatağını, cennetten sürgün yağmurlarım. Onlar aktı gitti; ben öksüz kaldım... İçimdeki<br />
Nuh bir kağıttan gemicik uzattı bana, girdim içine, içimdeki kayıp nehri düşledim. Taştı sularım dalga<br />
dalga içimden, katre oldum sığmadım denizlerime, okyanusa vardım, Hint’e ülke oldum, Brahmana’da<br />
yazıldım. Rum’un ışığını doğuran bağrımda batırdım Galler’in güneşini, küsmedim ne Sodom’a ne<br />
Gomore’ye, Hallaç’ın ağacında asıldım. Yetmedi vardım Çin ülkesine, Maçin’de Edna’ya ağladım. Aşk<br />
dedi ansızın Nuh Peygamber, Vaile koktu Çin diyarı, kırıldı kolum kanadım. ‘Aşk’ dedi içimde aşka vasıl<br />
her hücre, su oldu aktı, nehir oldu aktı, deniz oldu aktı insan yanım, eksik yanım...<br />
***<br />
Yağmur yağdı şehrime, katre oldum, denizimden taştım. Kavuştum içimdeki kayıp nehre; yatağını terk<br />
eyleyen asi nehre; arşa tutsak, kendine yasak nehre... Okşadım dünyayı dûn’u kim bilir hangi asırda hangi<br />
aşık eliyle... Güneşe dokundum bir damlacık yürekle, aştım haddimi, gök oldum, dolandım bulutumun<br />
peşinde. Buldum nihayetinde, yaş’lı başımı dayayacak göğsünü bulutun, sığındım. Küçüktüm, küçücük<br />
kalmıştım, büyüdüm beslendim nefesiyle arşın. Biriktirdim nice günahı genişleyen göğsümde, sakladım.<br />
Günahı büyüktü dünyanın, yeryüzüne tertemiz gönderilip karayele dönüşen rüzgarımı topladım. Örtmedim<br />
üzerini suçumun, Nuh’un canını yakan tufanın canına sızdım. Bir günahı tükürür gibi döktü beni içinden<br />
sığınağım. Yurt arayan yersize döndüm; hiç görmemiştim daha önce,hiç bilmemiş tanımamıştım, yabancı<br />
bir yüzün yanağına çarptım. Utandıran günah kesildim sanki, suça benzedim; Davud’î sesi olup Zahiri ‘nin,<br />
çınladım arsızlıktan sağır kulaklarda, ıslak gövdemden Mansur’un başını döktüm. Kimin yanağına dokunduysa<br />
ellerim, Sodom’un günahkarı bitti. Artık Gomore’den geçmemeli yollarım.<br />
***<br />
Bir Sodomlu’nun kaskatı teninden süzüldü, karıştı toprağa katreden varlığım. Kimbilir dedim, belki<br />
yatağındayımdır kayıp nehrimin ya da çoğalıp okyanus olmaya ada’yım. Ansızın okşadı saçımı bir<br />
el; anladım ki karılmaya, ayrılmaya muhtacım. Bir avucun üzerinde yükseldim, göğsünden irin gibi<br />
söküldüğüm bulutumun yarasını öptüm. Su oldum yeniden; can verirken can buldum. Hiç tanımamıştım<br />
daha önce, hiç görmemiş bilmemiştim, yabancı bir tenden ten oldum. Hiç duymamıştım evvelinde ismimi ;<br />
Havva dediler, şâd oldum.<br />
***<br />
Bir renk verdiler, üzerime giyindim. En beyazdım, en masaldım. Masalımı yatırdım şeytanımın dizlerine,<br />
elbisemin beyazını geceye astım, kuruttum. Hak verdim ilk kez ateşe koşan pervaneye; ten’e büründüm,<br />
candan oldum. Ateşi ağırladım cennetimin bahçesinde; ateşimin üzerine yürüyecek tufanı koynumda<br />
büyüttüm. Koca bir yüreği sakladım kısacık ismimin içinde; küçücük kaldım, bir katreye sığındım. Sürgün<br />
oldum tufanımın göğsünden, yeryüzünde üşümeye düçar ateş oldum.<br />
***<br />
Rüzgarın şiddeti ile aniden açılan pencere miydi böyle üşümeme sebep, yoksa ana yadigarı ateş bir şeyleri<br />
mi tutuşturmuştu içimde... Bu nasıl yangına davetti, nasıl alev alev yanmaktı bu... Dışım kavruldu ama, buz<br />
tutuyordu içim. Ateş denizine dönüştürmüştü beni Havva annem... Tıpkı kendi gibi hak vermemi istiyordu<br />
ateşe değen pervaneye... Pervane eğilmeliydi asıl önümde ihtiram ile, dokunmuyordum ateşe, ateşi içimde<br />
besliyordum işte. Baştan ayağa ateştim ben, arşın pervanelerine davet kesilen. Bu nasıl yangındı anne<br />
dedim içimden, sen de böyle bir ateş ile mi tamamladın günahını Yanmadan yakmanın ızdırabı mıydı<br />
ismine ateşini veren Bu nasıl yangındır Tanrım dedim, dışımdan...<br />
‘’Efendim’’, diye merakla dönüp baktı annem, ‘’Geç oldu artık uyusan’’<br />
Uyuyacağım anne, bu gece üzerimi sen ört olur mu, daha fazla üşümeden<br />
105
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
BADEM GÖZLÜ KIZLAR<br />
•<br />
Selim TUNÇBİLEK<br />
Badem gözlü kızlar siz,<br />
Hercai menekşe gibi bakardınız<br />
Solgun perdelerin arkasından<br />
Renk renk kilimlerle bulutlara<br />
Ara sıra<br />
Sime sime<br />
İnerdi içime<br />
Yaz yağmuru göz yaşlarınız.<br />
Baden gözlü kızlar siz,<br />
Taklamakan çöllerinden göçerek<br />
Geldiniz…<br />
Belli ki gönlümün bahçelerine<br />
Turfan’da lezzeti haliniz<br />
Çiçek çiçek gülmeleriniz<br />
İçine bir türkü gibi<br />
İnler kalbiniz<br />
Ve nar gibi yanarak sevmeleriniz<br />
Anlatılır Orhun nehri kıyılarında<br />
Adınız Selenge,<br />
Yahut abide gibi Elif’tir.<br />
Badem gözlü kızlar,<br />
Susukunluğunuz bile içtendir.<br />
Badem gözlü kızlar siz,<br />
Tanrı dağlarından aşarak geldiniz<br />
Kekikti bedeniniz<br />
Nil kıyısında nilüfer,<br />
Sınırda örgü örgü beliktiniz<br />
Badem gözlü kızlar siz,<br />
Hep sevmelisiniz.<br />
Ve sinerdi topağıma sesiniz.<br />
Mavi mavi<br />
Aşktı diliniz.<br />
Badem gözlü kızlar siz,<br />
TÜRKÇE’siniz.<br />
Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />
106
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
HASRET DEDİĞİN...<br />
•<br />
Zehra ULUCAK<br />
Hasret dediğin sevdanın kanayan sen tarafı, o da üç beş damla gözyaşı...<br />
Uzandım ama erişemedim hayaline…<br />
Buralarda küskün eser oldu poyraz. Kuşlar bile ağlayarak göç etti bu sene.<br />
Şarkıların da eski tadı kalmadı… Hüzün onların da sesini kıstı.<br />
Hep soğuk, hep karanlık geçti bu kış…<br />
Sensizlik miydi beni üşüten yoksa bu sene kış zor mu geçti Ankara’da<br />
Ben ışığımı sende unutmuş olmalıyım ki yönümü bulamadım aklıma giden yolların karanlığında.<br />
Hezeyanlarımın üstünü anılarınla örtmeğe çalışsam da yastıkaltı ettiğim rüyalarım mani oldu hep sensizliği<br />
görmezden gelmeme… Ellerim hiç ısınmadı bu kış, tuzlu gözyaşımın alevinden arta kalan külle… Kışın<br />
ayazı alnımdaki yazıyı kesti ve ruhum uyuştu soğukta bırakıp gittiğin sözcüklerinle.<br />
Senden kalan ne varsa hepsi buğulu bir hatıranın ardında saklı kaldı ve teselli olmadı kâbus dolu gecelerin<br />
açtığı derin yaralara. İnce sızıların oyduğu sen boşluklarını, pişmanlığın tortuları bürüdü sen gittikten sonra.<br />
Ben sensizliğe doğru başım dimdik dursam da yokluğunda, harflerim teker teker silinir oldu yalnızlığımın<br />
karanlığında.<br />
Cümlelerim seninle bitmeden yarıda kesiliyor ve ben tamamlayacak harfleri bulamıyorum artık satır<br />
aralarında.<br />
Karlarla beraber eriyen yüreğim, gözlerimden yaş diye aktı. En ağır yüklerin altında kırdığın kalbimin<br />
uhusu sende emanet kaldı.<br />
Usandı kırık dökük kalbim, hatıraların arasında sıkışıp kalan sesinin içimdeki yankısıyla her gün<br />
ağlamaktan…<br />
Sensizliği de yanına al gittiğin yerden ama savrulduğun yıllarımı geri ver bana…<br />
Avuçlarıma bırakıp gittiğin hüznünden başka avunulacak hiçbir anın kalmadı ki buralarda!<br />
İnzivaya çekildi ruhuma hatıra diye bıraktığın sahte sözlerin. Ne kadar çabalasam da silmek için, yüzün<br />
hala geçmişten kalan bir iz sayfamda.<br />
Beklenmeye değer neyin kaldıysa geriye yok oldu her geçen gün belli belirsizce. Seni beklerken tükendi<br />
bütün ümitlerim. Sonu hep hüsran, sensiz geçen günlerde kurduğum düşlerin.<br />
Bir yudum teselliye susamış kalbim, yokluğunu ‘ölüm’ diyerek gömdü yüreğime. Açtığın yaralara tuz basmak<br />
yerine ölümünle avunuyorum şimdi sessizce. Ölümünün yası, gidişinle öldürdüğün yanımın sensizlikte<br />
büründüğü karalar kadar acı vermiyor bana.<br />
Acıyan yanlarıma senden kalan hatıraları toprak diye atıyor, üzerini akan gözyaşlarımla suluyorum şimdi.<br />
Hasret dediğin sevdanın kanayan sen tarafı, o da üç beş damla gözyaşı…<br />
Bir yerlerden ağıtlar yükseliyor ölümünün ardı sıra… Duymak istemiyorum!<br />
107
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Şehr/i Yâr<br />
•<br />
Nuray ALPER<br />
-Nuh’a yeminle-<br />
Şehri/yar!<br />
Söz değmemiş, el değmemiş, göz değmemiş sevidir<br />
ufkuma doğan zaman<br />
Bilmem kaç bela asr’a uzanır<br />
Saçları dalga dalga<br />
Her telinde bin gece<br />
Zifirisi elem gözlerime vuran şavkı<br />
Saçları törelerim karası<br />
Saçları;<br />
Ateş ve isyan!<br />
Geceden elmas toplayan yanlarımsın<br />
Kuyudan arta kalan yarınlarım<br />
Yâkub’a benzer yaralarımsın<br />
Hüzne alabildiğince bahtiyar.<br />
Bir hatayı doğurur mu lahzamda<br />
Akla ziyan dudakların...<br />
Hercai hıçkırıklarda yelkovan<br />
Parmaklarımda sıralanan vagonlar<br />
Göğe astığım şehadet<br />
Melal yüklü ihtilal<br />
S/usumda rakkas sevda<br />
Namlumda öncesi olmayan veda<br />
Mürekkep zehri infazımla/<br />
Siliyorum sarsılan vehimleri<br />
Yağmurların küstüğü yerde yazılı ahım<br />
Sarıldığın günahım<br />
Bilmediğin eyvahımla<br />
Cezayım; yıllarının hülyasına...<br />
(yok et yüzüne göz koyan kadınları)<br />
Senden beri<br />
Tuvallerde inler gökkuşağı<br />
Kokusuna darılan güllerden çalarım acımı<br />
Bir Meryem’i öldüren bin Meryem’e ağlarım<br />
Harına vurulur Harran<br />
Sus’ar dillere asılan aşk masalı<br />
Özde inanç yaşar...<br />
Yavuz’un ölmeyen çehresi olur gölgen<br />
Saklında tarihi meçhul güz coşar...<br />
Boyun büken pervaneyim yalnızlığına<br />
Yalımın kırmızısında hapis<br />
Seni anlatmak tarih yazmaktır kanıma<br />
Seni ağlamak beni tutmak aynalarda<br />
Şefkat beyazı alnında incinmesin merhamet<br />
Bir yanlış kelam et de huzur bulsun cinayet<br />
Sevda emanet bıraksın mahremiyetini<br />
............................................. uykularına...<br />
(*) Şiir Vedat Örfî’nin çevirmenliğini yaptığı Doğu<br />
klasiklerinin “Binbir Gece” isimli kitabından esinti ile<br />
kaleme alınmıştır...<br />
108
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
ÖĞRETMEN<br />
•<br />
Çelebi ÖZTÜRK<br />
Kendisini boşluğa bırakmaya hazırlanan biri gibi<br />
hissediyordu.<br />
Gözlerini açmaya çalıştı, yapamadı. Neredeyim,<br />
ne oluyor diye düşündü. Ayağa kalkarak oda da<br />
gezindiğini hissetti. Kollarını oynatmaya çalıştı,<br />
başarılı olamadı. Gerçekle düş arası, gözünün<br />
önünden gidip gelen karartılar vardı. Sanki odanın<br />
içinde biri yürüyormuş gibi geldi. Ses var mı, yok mu<br />
diye kulak kabarttı. Aslında olmayan bir şeyi hissediyordu.<br />
Ona birisi kötülük yapmaya çalışıyordu, ama<br />
nedenini bilemiyordu. Anlayamadığı bir girdabın<br />
içinde dönüp duruyordu. Biri, ona ya şaka yapıyordu<br />
ya da elini kolunu bağlamış kendisinden intikam<br />
almaya çalışıyordu. Onun kimseye bir kötülüğü<br />
dokunmamıştı ki. Bunu neden yapsınlar diye<br />
düşündü. Hayır. Başka bir şey vardı! Ne olduğunu<br />
anlamaya çalıştı. Hafızasını yokladı. Hiç bir şey<br />
düşünecek durumda değildi. Hafızasında bulanıklık<br />
hissediyordu.<br />
- Baba! diye bir ses işitti. Bu ses Gülnihal’ın sesinden<br />
başkası değildi.<br />
- Kızım! dedi. Hayır. Aslında ağzını açamadı.<br />
Dudaklarını oynatmaya çalıştı, nafile. Kızı da yanında<br />
değildi. Halüsinasyon görüyordu. Gülnihal annesinin<br />
yanındaydı. Kim bilir dedesi ve ebesiyle birlikte<br />
neler yapıyordu şimdi ”Ölüyorum galiba!” diye<br />
düşündü. “Canım kızıma doyamadan gideceğim!”<br />
Neler düşünüyordu öyle. Ölüm de nereden çıkmıştı<br />
şimdi. Bunları düşünmemeliydi. Hem niye ölsün ki<br />
durup dururken. Bunun için bir neden var mı Ruhunu<br />
sarsan bu düşüncelerden kurtulmalıydı. Hiçbir<br />
şey düşünmemeliydi. Göz kapaklarını sıktı. Açarsa,<br />
sanki aynı düşüncelerle yüz yüze gelecek ve çıkmaz<br />
bir sokakta yolunu şaşıracakmış gibi ürperdi.<br />
Öğretmen olarak göreve atandığı ilk günü<br />
hatırlamaya çalıştı. Hem çok heyecanlı, hem<br />
de korkuyordu. Akdağmadeni ilçesinde bir köy<br />
ilköğretim okuluna tayini çıkmıştı. Yozgat’a bağlı<br />
küçük ve şirin bir ilçe olduğunu söylüyorlardı,<br />
ama endişeliydi. Arkadaşlarından bilgi almaya<br />
çalışıp durmuştu. On beş gün içinde gidip görevine<br />
başlaması gerekiyordu.<br />
Akdağmadeni ilçesine yaptığı ilk yolculuğu<br />
bulanık zihninde gidip geliyordu. Yol boyu, “Ne kadar<br />
uzakmış. Git git bitmiyor!” diye düşünmekten<br />
kendini alamamıştı. Durmadan çevreyi izlemişti:<br />
Karın beyaz örtüsü altındaki yeşil çam ağaçlarını,<br />
ormanı, bakir tarlaları, dağları, tepeleri… Dağ da<br />
tek kalmış ağaç gibi kendisini yalnız hissediyordu!<br />
Yolculuğu sıradan bir yolculuk değildi. İdealist bir<br />
genç olarak Anadolu’nun ücra bir köşesinde göreve<br />
başlayacak olmanın heyecanını yaşıyor olsa da, biraz<br />
ürkekti. Yol bitmek bilmiyordu, uzadıkça uzuyordu.<br />
Otobüs bir benzinlikte mola vermişti.<br />
-Ağabey servis gelip alacak. Burada bekleyin,<br />
demişti muavin.<br />
On beş dakika kadar bekledikten sonra gelen<br />
bir minibüsle bu küçük ilçeye doğru yola çıktığını<br />
bugünkü gibi hatırlıyordu. Bundan böyle hayatını<br />
geçireceği ilçeye doğru yavaş yavaş yol alıyordu.<br />
Nasıl bir yerdi İnsanları nasıldı Onu nasıl bir<br />
109
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
yaşantı bekliyordu Açıkçası çok endişeliydi.<br />
Kusmak istedi, yapamadı. Odanın içerisi karanlık<br />
gibiydi. Işığı açtığını çok iyi hatırlıyordu. Ayağa<br />
kalkmalıydı. Mutfağa geçmeli ve dünden kalan<br />
pilavı yiyerek açlığını bastırmalıydı. Sonra<br />
dersine çalışacaktı. Öğrencileri onu bekliyordu.<br />
Öğrencilerinin öğrenme arzusunu gözlerinden okuyordu.<br />
Çocuklar okumak ve öğrenmek istiyorlardı,<br />
ama ne aileleri, ne de açıkçası diğer öğretmenlerin<br />
pek umurunda değildi. Öğrencilerini seviyordu.<br />
Hayatın ne kadar zor ve acımasız olduğunu, bu<br />
acımasız ve gaddar hayatın içinde bir yerlere tutunabilmek<br />
için iyi bir eğitim almak gerektiğini<br />
öğrencilerine anlatıyordu.<br />
Göreve başlayalı bir ay olmuştu. Annesi, babası,<br />
çok sevdiği karısı ve kızı Gülnihal memlekette<br />
kalmışlardı. İnsanları tanıyacak, çevre edinecek,<br />
eğer burayı severse evini getirecekti. Şimdilik iki<br />
odalı küçük bir ev tutmuştu. Ev bakımsız olmasına<br />
rağmen iyi ısınıyordu. Sobayı evin küçük odasına<br />
kurmuştu. Kendisine yetiyordu. Burada yatıyor,<br />
yemeğini ve banyosunu da burada yapıyordu. Çünkü<br />
evin ne mutfağı, ne de banyosu yoktu. Odanın bir<br />
köşesinde eski köy evlerinden kalma banyoluk<br />
vardı.<br />
Köy fakirdi. Zengin sayılan birkaç ailenin birer traktörü,<br />
sekiz on davarı, birkaç ineğinden başka şeyleri<br />
yoktu. Muhtar, eskiden köylerinin zengin olduğunu<br />
söylemişti. Hükümetlerin tarım politikaları yüzünden<br />
çiftçilik yapamayacak duruma düştüklerini, tohum,<br />
gübre, ilaç ve mazot gibi tarım girdilerindeki fiyatlar<br />
artınca zarar ettiklerini ve tarlalarını ekemedikleri<br />
için geçinemediklerini yana yakıla anlatmıştı. Özellikle<br />
kalabalık aileler çok perişan olmuş. Devlete<br />
olan borçlarını ödeyememişler. Faizler katlanıp<br />
borçları artınca tarlalarını satıp büyük kentlere göç<br />
etmişler. Bu yüzden köyün nüfusu çok azdı.<br />
Bir gün internette gezinirken ilginç bir yazı dikkatini<br />
çekmişti. Yazı da; fakir köy okullarına yardım<br />
etmek isteyen zengin bir işadamından söz ediliyordu.<br />
Adresi ve telefon numarasını da vermişlerdi.<br />
Heyecanla işadamını aramış ve görev yaptığı köydeki<br />
okulun durumunu anlatarak yardım istemişti.<br />
Görüştüğü kişi işadamının sekreteriydi. Konuyu<br />
inceleyecekleri-ni ve kendisine döneceklerini<br />
söylemişti. Açıkçası umutsuzdu. Ancak bir hafta<br />
sonra hiç beklemediği bir anda telefon geldi: Okula<br />
yardım etme kararı alınmıştı. Sekreter, okulun adresini<br />
alarak birkaç gün içinde yardımı göndereceklerini<br />
söylemişti.<br />
Yardım arabasının başında Gülden isimli genç<br />
bir bayan vardı. Gelen kolileri sınıfa heyecanla<br />
taşımışlardı. Gülden Hanım, eli yüzü kirli,<br />
sümüklü çocukları hiç tiksinmeden öperek, saçlarını<br />
okşayarak, kendi elleriyle giyindirmiş, defter, kitap,<br />
silgi vermişti. Buna hem çok şaşırmış, hem de<br />
sevinmişti.<br />
Okul Müdüründen habersiz yapılan yardım, onu<br />
çok kızdırmıştı. Aslında buna bir anlam verememişti.<br />
Nihayet okula yardım yapılmasını sağlamıştı. Müdür<br />
Bey’in sevinmesi ve kendisine teşekkür etmesi gerekiyordu,<br />
ama beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştı.<br />
Bu okula yıllardır böyle bir yardım yapılmamıştı.<br />
Hiçbir öğretmen böyle bir düşünce içinde olmamıştı.<br />
Okulun kütüphanesi yoktu. Bu da öğretmenlerin umurunda<br />
bile değildi. Zaten okula başladığının ilk günü<br />
öğretmenlerin ne kadar boş olduğunu hayretler içinde<br />
görmüştü. Bunların öğrencilerine verebilecekleri bir<br />
şey yoktu. Buna çok üzülmüştü. Çocukların defter,<br />
kitap ve giyim ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, ilk<br />
işi kütüphane kurulması için çalışmak olacaktı. Hatta<br />
bunun için görüşmeler yapmış, sözünü almıştı.<br />
Ayağa kalkmalıyım, diye düşündü. Başında müthiş<br />
bir ağrı vardı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Hasta<br />
mıydı Bacaklarını oynatmaya çalıştı. İstediği<br />
olmuştu. Bacağını somyadan aşağı sarkıttı. Sonra<br />
kendini yavaşça kaydırdı ve tutunarak ayağa kalktı.<br />
İşte başarmıştı. Hiç bir şeyi yoktu. Ne olabilirdi<br />
ki Üşütmüş olmalıydı. Vücudundaki kırgınlık<br />
ve kas ağrıları bu yüzden olabilirdi. Başının böyle<br />
döndüğünü hiç hatırlamıyordu. Dünya etrafında<br />
dönüyor gibiydi Dağların arasından kıvrıla<br />
kıvrıla aşağıya doğru iniyordu yol… Doğu’ya hiç<br />
gitmemişti. Coğrafyasını hiç görmemişti. Sivas’a<br />
yakın olduğunu söylemişlerdi. Doğu’ya doğru gidildikçe<br />
coğrafyanın sarp, engebeli ve kayalıklı bu<br />
görüntüsü karşısında ürpermişti. Bu dağlık, tepelik,<br />
sarp coğrafyanın arasından kıvrılan yol, yeşil çam<br />
ormanının insan ruhunu rahatlatan şûh güzelliğiyle<br />
bütünleşiyordu.<br />
Egzotik, büyüleyici bir yapısı vardı manzaranın.<br />
Hikâyesi Anadolu’da geçen Türk filmlerinin kurgusunu<br />
düşündü. Kim bilir bu vahşi dağlarda ne olaylar<br />
yaşanmıştı.<br />
Minibüs yavaşlayıp sağa dönerek, “Hoş geldiniz”<br />
yazılı bir kemerin altından geçip taşlı yolda ilerlemeye<br />
başlamıştı. Karşıdan görünen dağların, sarı, yeşil<br />
büyüleyici görüntüsü, egzotik havasını, bu kente<br />
yabancı olan herkese hissettiriyordu. İlçenin dört<br />
yanı dağlarla çevriliydi.<br />
Eski Anadolu kasabalarında yaşanan sürgün hadiselerini<br />
düşündü.<br />
Birden iç dünyasında bir rahatlama hissetti ve<br />
gevşedi. Düşünce yoluyla da olsa güzel manzaranın<br />
insanı rahatlatan büyülü atmosferine kapılarak<br />
hülyalara daldı! O anı yeniden yaşıyor gibiydi..<br />
110
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
Kolunu kaldırmak istedi başarılı olamadı. Sendeledi<br />
ve yüz üstü yere düştü. Burnu kırılmış olmalıydı.<br />
Öyle şiddetli bir kanama vardı ki. Çarpmanın<br />
şiddetiyle alnı yarılmış kan akmaya başlamıştı.<br />
Dişinin kırıldığını hissedemeyecek kadar kötü<br />
durumdaydı. Başı ağrıyordu. Kalkıp bir ağrı kesici<br />
almalı ve yemeğini yemeden yatmalıydı. Sabaha kadar<br />
iyileşmesi gerekiyordu. Tam olarak iyileşemese<br />
bile en azından öğrencilerine dersini anlatacak durumda<br />
olmalıydı.<br />
Gülnihal’ın sesini işitir gibi oldu yeniden.<br />
- Babacığım ben de öğretmen olmak istiyorum.<br />
Tebessüm etti. Aslında yüzü gerilmişti. Parmaklarını<br />
oynatmaya çalıştı. Ancak bu gücü kendisinde<br />
bulamadı. Sınava girdiği günü hatırladı. Böyle soğuk<br />
bir kış günüydü. Sınavdan iyi bir puan almıştı. Ancak<br />
hemen atanamamıştı. Bunun için neden beş yıl beklemek<br />
zorunda kaldığını anlayabilmiş değildi. Her<br />
atama döneminde kuraların çekileceği salona heyecanla<br />
gidiyor ve her seferinde hüzünlü bir şekilde<br />
eve dönüyordu. Annesi, babası, karısı ona hep destek<br />
olmuşlardı. İyi bir aileye sahip olduğu için şanslıydı.<br />
Beş yıl boyunca ayakkabı boyacılığından tutta,<br />
hamallıktan, inşaat ve temizlik işçiliğine, pazarlarda<br />
limon ve maydanoz satmaya kadar yapmadığı iş,<br />
çalmadığı kapı kalmamıştı. Bir seferinde kendisi gibi<br />
atanmayı bekleyen bir arkadaşı şöyle demişti; “Parayla<br />
atama yapıldığını duydum.” Yok, daha neler!<br />
Devlet böyle bir şey yapar mı Devlet, vatandaşları<br />
arasında dil, din, mezhep, siyasi düşünce ayrımı yapar<br />
mı Ben inanmıyorum. Devlet böyle bir şey yapmaz,<br />
demişti. Ancak neden yurt açılmadığına da akıl erdiremiyordu.<br />
Öğretmenlerin kalabileceği ucuz ve temiz<br />
yurtlar yapılsa iyi olmaz mı Böylece öğretmenler<br />
rahat eder. Kafaları dinç olur. Sağlıklı düşünen insan<br />
verimli olur. Devletin işine akıl sır ermiyordu<br />
doğrusu!<br />
Sarhoş gibiydi. Aşırı derecede yorgunluk hissi ve<br />
kulak çınlaması vardı. Kulak çınlamasının nedenini<br />
anlayamadı. Düşünceleri sağlıklı değildi. Şiddetli bir<br />
göğüs ağrısı vardı ve kalbinde çarpıntı hissediyordu.<br />
Ayrıca vücudunda uyuşma hissi vardı. Galiba kalp<br />
krizi geçiriyorum, diye düşündü. Göz kapaklarını<br />
aralamaya çalıştı; gördüğü her şey bulanıktı.<br />
Dışarıda şiddetli lodosun sesini işitebiliyordu.<br />
Ürkütücü bir ses vardı. Lodosun etkisiyle birbirine<br />
çarpan dalların çıkardığı ses onu korkutmuştu.<br />
Çocukken de korkardı.<br />
Okul Müdürünün yaptığı kabalık aklına gelince canı<br />
sıkıldı. Çok kaba, terbiyesiz bir adam, diye düşündü.<br />
Kendisine nasıl hitap etmişti öyle; “Lan burası benim<br />
okulum. Benden habersiz tuvalete bile gidemezsin!”<br />
Bu kabalığının hesabını bir gün soracaktı. Niye<br />
böyle davrandığını daha sonra anlamıştı tabii. Köy<br />
Muhtarı, ilçe Kaymakamı’na giderek okula yapılan<br />
yardım hakkında bilgi vermiş, kendisini de abartılı<br />
bir şekilde övmüştü. İlçenin ilköğretim okuluna böyle<br />
bir yardım ilk kez yapılıyordu. Üstelik yeni atanan<br />
bir öğretmenin duyarlılığı sayesinde gerçekleşen bu<br />
yardıma Kaymakam duyarsız kalmamış ve okula<br />
kadar gelerek öğretmenler odasında kendisinden<br />
övgüyle söz etmiş ve takdirname vermişti. Diğer<br />
öğretmenlerin hiçbiri bundan hoşnut olmamışlardı.<br />
Tabii başta okul Müdürü bu olaya çok sinirlenmiş ve<br />
kızgınlığını da açıkça belli etmekten çekinmemişti.<br />
Okulda istenmeyen öğretmen ilan edilmişti!<br />
Karnındaki ağrı şiddetini gittikçe artıyordu.<br />
Dayanılacak gibi değildi. Eve gelene kadar gayet<br />
iyiydi. Hatta sobayı yakıp yatana kadar bir şeyi<br />
yoktu. Bir saat dinlendikten sonra kalkıp yemeğimi<br />
yer, sonra dersime çalışırım, diye düşünüyordu. Ama<br />
vücudunda aniden gelişen bu ağrılar bütün planını alt<br />
üst etmiş, hatta ne olduğunu anlayamadan kendini bir<br />
girdabın ortasında dönerken bulmuştu.<br />
Dersime çalışmalıyım. Öğrencilerime söz verdim;<br />
yarın Atatürk’ü anlatacağım, diye mırıldandı. Aslında<br />
mırıldandığını zannediyordu. Düşünceden başka bir<br />
şey değildi bu.<br />
Düştüğü yerde, sessiz ve hareketsiz aynı pozisyonda<br />
yatıyordu. Güçlükle nefes alıyordu Kan dolaşımı<br />
zayıflamıştı. Şiddetini artıran lodosun sesine karşı<br />
duyarsızdı.<br />
Kapının altından giren lağım faresi yanına kadar<br />
gelip durdu: Dikkatli bir şekilde baktı. En küçük bir<br />
harekette fırlayıp kaçacaktı, ama hiçbir hareket yoktu.<br />
Elinin üzerine çıktı. Kolundan sırtına kadar geldi,<br />
sonra kafasına doğru yürüdü. Orada bir müddet kaldı.<br />
Geri döndü, kolundan inerek parmaklarının ucunda<br />
birkaç saniye bekledi. Usul usul parmağını ısırmaya<br />
başladı. Tepki yoktu. Sonra hızla geldiği gibi kapının<br />
altından çıkıp gitti. Herhalde diğer fareleri çağırmaya<br />
gitmiş olmalıydı! Hâlbuki o, fareden çok tiksinir ve<br />
hiç sevmezdi. Fareye tepki göstermesi gerekirken<br />
bunu yapamadı. Vücudundaki tüm sistemlerin yavaş<br />
yavaş bozulmaya başladığının farkında değildi.<br />
Parmaklarını oynatır gibi oldu, sonra o harekette kayboldu.<br />
Artık hiçbir şey göremiyor ve işitemiyordu.<br />
Göz kapakları yavaş yavaş kapanırken, gözünden<br />
akan bir damla yaş kilimin üzerine düştü. Nabız<br />
çok zayıf ve kalp atışları da duyulamayacak kadar<br />
zayıflamıştı.<br />
Lodosun etkisiyle sobanın altından ve üstünden puflayarak<br />
çıkan duman ampulün aydınlığını tamamen<br />
kapatmıştı.<br />
111
YURT İÇİ TEMSİLCİLİKLERİ<br />
ADANA<br />
Pervin TÜRKOĞLU YÜCE 0.533.608 51 97<br />
Abdullah BEYCEOĞLU 0.544.504 24 04<br />
AFYON<br />
Ercan KAYAYERLİ 0.506.300 48 27<br />
AMASYA<br />
Sebahattin GÜNAYDIN 0.545.809 92 87<br />
ANTALYA<br />
Hamdi KUTLUAY 0.532.377 11 95<br />
BALIKESİR<br />
Tarık İYİ 0.501.910 01 58<br />
BATMAN<br />
Aykan SAĞIRKAYA 0.505.507 55 75<br />
Yasin YILDIZ 0.506.521 41 88<br />
BİNGÖL<br />
Murat VERGİ 0.532.483 28 69<br />
Kadir BAŞBUĞ 0.554.804. 65 78<br />
BURSA<br />
Orhan GÜRSOY 0.535.858 04 01<br />
Bedriye KARACA 0.539.779 69 37<br />
ÇORUM<br />
Sümeyra ÇAĞDAŞ 0.532.717 60 18<br />
DENİZLİ<br />
Sabri ÖZEN 0.507.486 58 82<br />
EDİRNE (TRAKYA BÖLGE TEMSİLCİSİ)<br />
Cengiz GÜLTEKİN 0.544.801 01 77<br />
ERZURUM<br />
Yunus Buğra YILMAZ 0.442.234 58 35<br />
ESKİŞEHİR<br />
Mehmet Ali KALKAN 0.555.966 57 52<br />
GAZİANTEP<br />
Hüseyin KIZILIRMAK 0.544.466 51 73<br />
HATAY (İskenderun)<br />
Burhanettin UÇANER<br />
İSTANBUL<br />
Engin PINAR 0.533.559 47 25<br />
Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22<br />
Oğuzhan Murat ÖZTÜRK 0.505.388 46 27<br />
İZMİR<br />
Berat ASA 0.507.704 16 38<br />
İZMİR-KEMALPAŞA<br />
Tuncay DEMİRBAŞ 0.535.454 09 54<br />
KAHRAMANMARAŞ<br />
Osman TOPAL 0.542.675 64 10<br />
KARS<br />
Nizamettin TOKİŞ<br />
KAYSERİ<br />
Şahin ŞİMŞEK 0.531.889 96 17<br />
KIRKLARELİ<br />
Ahu ALTAN 0.554.594 49 97<br />
MALATYA<br />
Osman Mete KUTLU 0.507.309 62 30<br />
MARDİN<br />
Bahattin BİÇER 0.505.537 65 05<br />
ORDU<br />
Ünsal ERKAN 0.532.466 53 61<br />
OSMANİYE<br />
Mustafa Ş. ÖZDARENDELİ 0.505.625 56 53<br />
RİZE<br />
Yücel TANAY 0.531.229 70 12<br />
SAMSUN<br />
Ahmet GÜVEN 0.505.832 49 63<br />
TRABZON<br />
H. Nurcan YAZICI 0.532.645 97 49<br />
YALOVA<br />
Hacer KARAKAYA 0.555.608 03 18<br />
FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />
TEMSİLCİLİKLERİMİZ<br />
ÜNİVERSİTE TEMSİLCİLİKLERİ<br />
*AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ<br />
Erhan SOLMAZ 0.507.237 86 13<br />
*ANKARA ÜN. HUKUK FAKÜLTESİ<br />
Samet KARPUZ 0.555.838 51 98<br />
*A.Ü. SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ<br />
Tuğrul EROĞLU 0.554.352 92 59<br />
*HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ<br />
Dr. Hüseyin YENİÇERİ 0.532.503 94 01<br />
Ferhat VERGİ 0.507.755 12 69<br />
*GAZİ ÜNİVERSİTESİ<br />
Tolga AKISKA 0.533.543 37 73<br />
*BARTIN ÜNİVERSİTESİ<br />
Kader TÜZEL 0.506.979 58 28<br />
*BURDUR MAKÜ ÜNİVERSİTESİ<br />
Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN<br />
*DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ<br />
Kübra ÖZÇELİK 0.535.076 17 06<br />
*EGE ÜNİVERSİTESİ<br />
Hasan Kağan YAYLA 0.505.378 04 04<br />
*ESKİŞEHİR OSMAN GAZİ ÜNİV.<br />
Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN<br />
*GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ<br />
Hüseyin KIZILIRMAK 0.544.466 51 73<br />
*İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ<br />
Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22<br />
*İSTANBUL YILDIZ TEKNİK ÜNİV.<br />
M.Fatih ŞENGÜLLENDİ 0.533.461 79 34<br />
Çağrı Aydın GÜRÜNLÜ 0.539.456 65 28<br />
*KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ<br />
Alparslan GÖRÜCÜ 0.506.889 23 73<br />
Halil İbrahim KOÇ 0.532.497 87 41<br />
*KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ<br />
Alperen KARAMAN 0.541.735 72 65<br />
*CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ<br />
Meltem DEMİRBAŞ 0.543.363 23 38<br />
YURT DIŞI TEMSİLCİLİKLERİ<br />
*ALMANYA - (BRAUNSCHWEİG)<br />
Shafaq AZERİ 0049(0)175201853<br />
*ALMANYA - (KÖLN)<br />
Abdullah YÜCESAN 00491778813427<br />
*ALMANYA - (MANNHEİM)<br />
Suna Emre GÜLEÇ 00496216685854<br />
*ALMANYA - (NEUSS)<br />
Hasan KAYIHAN 00491634018049<br />
*AZERBAYCAN<br />
Rebiyye ZERDABİ 00994 552 910 212<br />
Zaur GARİBOĞLU 00994 503 223 123<br />
*BULGARİSTAN<br />
Harun MARAL 0035984662447<br />
*DANİMARKA<br />
Servet ŞAHİN 004560667576<br />
*KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ<br />
Emete Gözügüzelli CİVAN 0.533.865 04 57<br />
112<br />
DERGİ SATIŞ NOKTALARI<br />
*ADANA<br />
ŞAFAK KİTAP-DAĞITIM<br />
1.Şube: Çakmak Plaza 0.322.363 49 68<br />
2.Şube: T.Özal Bul. 0.322.233 01 33<br />
3.Şube: B. Yolu 7. Durak 0.322.227 71 71<br />
T.DİYANET VAKFI ADANA YAYINEVİ<br />
0.322.352 51 57<br />
*AFYON<br />
SAĞLAM KIRTASİYE 0.272.212 41 81<br />
*AMASYA<br />
DAMLA KIRTASİYE 0.532.741 80 75<br />
*ANKARA<br />
GAZİ KİTABEVİ 0.312.223 77 73<br />
AKÇAĞ YAYINEVİ 0.312.432 17 98<br />
MEFKÛRE SAHAF 0.312.433 10 80<br />
HASRET KİTABEVİ 0.312.311 70 62<br />
T.DV SIHHİYE YAYINEVİ 0.312.229 73 36<br />
DOST KİTABEVİ<br />
ASENA KİTAP KIRTASİYE - SİNCAN<br />
*ANTALYA<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.242.242 15 24<br />
*AYDIN<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.256.213 50 49<br />
*BALIKESİR<br />
AR KİTABEVİ 0.266. 243 89 62<br />
AYTAŞI BÜFE 0.266.241 46 72<br />
*BURSA<br />
GENÇ KİTABEVİ 0.507.940 96 56<br />
BURÇAK LTD. 0.532.441 46 52<br />
*ÇORUM<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.364.213 37 26<br />
*DENİZLİ<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.258.263 60 78<br />
*DİYARBAKIR<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.412.224 40 91<br />
*ELAZIĞ<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.424.236 96 70<br />
*ERZURUM<br />
DOĞUŞ KİTABEVİ Tlf:0.442.234 58 35<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.442.235 20 98<br />
*İSTANBUL<br />
TDV CAĞAOLOĞLU YAYINEVİ<br />
0.212.511 44 32<br />
T.DİYANET VAKFI I.ŞUBE YAYINEVİ<br />
0.212.518 83 07<br />
YAKAZA KİTABEVİ-ÜSKÜDAR<br />
SAHAFLAR KİTAP SARAYI-BEYAZID<br />
KUBBEALTI FOTOKOPİ 0.212.513 33 98<br />
ALİOĞLU YAYINEVİ 0.212.511 29 23<br />
KİTABEVİ 0.212.512 43 28<br />
BİLGEOĞUZ YAYINEVİ 0.212.527 33 65<br />
*İZMİR<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.232.482 18 36<br />
*KAYSERİ<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.352.222 51 95<br />
KIVILCIM KİTABEVİ (1) 0.352.222 74 12<br />
KIVILCIM KİTABEVİ (2) 0.352.231 40 66<br />
*KONYA<br />
BUĞRA KİTABEVİ 0.332.351 05 15<br />
VATAN KIRTASİYE<br />
T.DİYANET VAKFI HACIVEİSZADE YAY.<br />
0.332.350 97 66<br />
*ORDU<br />
DUYAR KIRTASİYE 0.452.223 40 29<br />
*SAKARYA<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.264.278 20 75<br />
*SAMSUN<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.362432 87 62<br />
*SİVAS<br />
VOLKAN KİTABEVİ 0.346.221 74<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.346.221 30 00<br />
*TRABZON<br />
AKSAKAL KİTABEVİ 0.462.326 20 34<br />
T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.462.326 17 47