05.02.2015 Views

I • Hakan İlhan KURT

I • Hakan İlhan KURT

I • Hakan İlhan KURT

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

İ Ç İ N D E K İ L E R<br />

FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA<br />

TÖRE<br />

Aylık Fikir Sanat Edebiyat<br />

Dergisi<br />

Yıl: 1 Sayı: 2 Mart 2012<br />

ISSN:2146-7773<br />

İmtiyaz Sahibi<br />

ve<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

Ömer Faruk BEYCEOĞLU<br />

Yayın Danışmanı<br />

A. Yağmur TUNALI<br />

Sanat Koordinatörü<br />

H. Nurcan YAZICI<br />

Ahmet ŞAFAK<br />

Halkla İlişkiler Koordinatörü<br />

Mehmet Yıldıran YÜCE<br />

Grafik - Tasarım<br />

İsmail KANDEMİR<br />

Editör<br />

Şükrü ALNIAÇIK<br />

iletişim<br />

tore@toredergisi.com<br />

www.toredergisi.com<br />

İdare Yeri<br />

Çetin Emeç Bulvarı 1314 Cadde<br />

1315 Sokak Can Apt. 7/3<br />

A. Öveçler - ANKARA<br />

Tlf: 0.312.472 70 10<br />

Faks: 0.312.472 70 11<br />

Cep: 0.532.373 11 24<br />

Baskı / Cilt<br />

BERİKAN MATBAASI<br />

Tlf: 03122326218<br />

Fiyatı: 7 TL<br />

TÖRE’den<br />

TÖRE Marşı<br />

<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong> / 05<br />

Galip Erdem İle Cengiz Dağcı’ya DeVe’li Bir Yolculukla Ulaşmak<br />

İbrahim METİN / 06<br />

ULUCANLAR’da Tarih<br />

Ahmet Tevfik OZAN / 10<br />

Çanakkale Savaşı’ndan Günümüze Hatırladıklarımız<br />

ve Unuttuklarımız<br />

Dr. Suat ÇIRAKOĞLU / 11<br />

Yetik Ozan<br />

Reşat GÜREL / 19<br />

Aqqışka<br />

Huşeng CAFERİ / 20<br />

Dergimize Yeniden Kavuşmak<br />

Nefi DEMİRCİ / 22<br />

Bilinmeli<br />

Mehmet Ali KALKAN / 24<br />

Milli Edebiyat ve Ömer Seyfettin Ülküsü<br />

Ahmet ŞAFAK / 25<br />

Şeb-i Yeldâ’dan<br />

A. Yağmur TUNALI / 28<br />

Milliyetçilik... “Primattan İnsana Doğru”<br />

Şükrü ALNIAÇIK / 30<br />

Köl Tigin Ünlemesi<br />

<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong> / 33<br />

Eski Bir Sobahar<br />

Hacer KARAKAYA / 36<br />

Yüzleşme<br />

Editör / 37<br />

Kızılbaşların Ortak Bilinci: HORASAN<br />

Ali Rıza ÖZDEMİR / 39


Kahır Lekesi<br />

Sevim ÇAKICI / 42<br />

Türk Milliyetçisi Gençlerin Eğitim ve<br />

Üniversite Vizyonu Üzerine<br />

Burçin ÖNER-Dilek AKILLIĞLU -<br />

Yunus Emre UYAR / 43<br />

Arpalar Biçilirken<br />

Prof. Dr. Vahit TÜRK / 53<br />

Türk Töresinde Küresel Adalet ve Küresel Barış<br />

Muharrem Günay SIDDIKOĞLU / 55<br />

Ekmek Kokusu<br />

Tarık KILIÇARSLAN / 58<br />

Bereketçilik Destanı’nın Doğuşu<br />

Emete Gözügüzelli CİVAN / 59<br />

Eyvallah<br />

İsmail KANDEMİR / 64<br />

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ’le Söyleşi<br />

Sinan DEMİRTÜRK / 65<br />

Muhittin ARAR’ın “Yürü Çocuk” Şiirini Tahlil<br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN / 72<br />

Gelsin<br />

Mehmet AVŞAR / 76<br />

Kahraman Türk Kadınları: KARA FATMA<br />

M. Metin KARAÖRS / 77<br />

Çarmıhta Can<br />

Emel DEMİREZEN / 81<br />

Dr. Hayati BİCE “Türkistan Rüyası”<br />

Şükrü ALNIAÇIK / 82<br />

Yeter Artık Kızıl Çin!<br />

Nurala GÖKTÜRK / 84<br />

Türk Sanatının Dünü, Bugünü<br />

ve Geleceği Üzerine<br />

Yrd. Doç. Dr. Mehmet SAĞ / 85<br />

“AŞK İle Aldatmak ve Elif Şafak”<br />

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN / 87<br />

Kutlu Dağlar Üçlemesi:1 Elbruz<br />

M. Bahadırhan DİNÇASLAN/ 91<br />

Galip Erdem ve Arkadaşlarının Gençlik<br />

Yıllarındaki Faaliyetleri<br />

İbrahim METİN / 93<br />

Uygur Güzeli Ay-Bilge Destanı<br />

Mustafa EFEOĞLU / 95<br />

Nevai-Kumru<br />

Vagıf SULTANLI / 96<br />

Nevruz - Türk Dünyası Duy Beni<br />

Halil GÜLEL / 100<br />

Sadri Maksudi Arsal’ın “Irk Meselesi”<br />

Halil İbrahim KOÇ / 101<br />

TÖRE İçin<br />

Alperen BURAK / 103<br />

Havva’nın Yağmurları<br />

Yağmur ŞENGÖK / 104<br />

Badem Gözlü Kızlar<br />

Selim TUNÇBİLEK / 106<br />

Hasret Dediğin...<br />

Zehra ULUCAK / 107<br />

Şehr/i Yâr<br />

Nuray ALPER / 108<br />

Öğretmen<br />

Çelebi ÖZTÜRK / 109<br />

Kapak:<br />

İsmail KANDEMİR<br />

Desenler:<br />

Ramazan ÖZTÜRKMEN<br />

Mesut DİKEL<br />

Mehmet SAĞ<br />

Hüseyin ÇOBAN<br />

Kenan EROĞLU<br />

Svetlana İNAÇ<br />

Murat YILMAZ<br />

Vagıf UCATAY - BAKÜ<br />

Dergimize abonelik işleminizi<br />

www.toredergisi.com adresindeki<br />

ABONE OL bölümünde bulunan formu<br />

doldurarak veya 0.532.373 11 24 no’lu telefonu<br />

arayarak yaptırabilirsiniz.<br />

Yıllık Abone Bedeli:<br />

Yurt İçi (12 sayı) 75 TL.<br />

Yurt Dışı (12 sayı) 120 TL.<br />

Öğrenci (12 sayı) 60 TL. dir.


SUNUŞ<br />

Merhaba;<br />

İkinci sayısı ile sizlere ulaşan Fikir Sanat ve Edebiyatta TÖRE Dergisine gösterdiğiniz<br />

ilgiye ve güvene teşekkür ediyoruz.<br />

Derginin hazırlıkların başlarken duyduğumuz heyecanı ve özlemi sizlerin de duyması,<br />

aynı duygularla tek yürek olarak buluşmamız bizleri gerçekten umutlandırdı.<br />

Dağılmışlığın, neme lâzımcılığın had safhada olduğu günümüzde bir ışık etrafında<br />

toplanan pervaneler gibi sizlerin sıcaklığını, samimiyetini ve teveccühünü hissetmek<br />

hâlâ umutlarımızın kaybolmadığının, başarmak için gayret göstermenin, ilk adımı<br />

atmanın zaferin müjdecisi olduğunu bir kere daha hatırlattı bize.<br />

Biliyoruz, ilk sayının özel sayı olması ve bir arşiv niteliği taşıması sizlerde, “sonrası<br />

nasıl olacak” beklentisi oluşturdu. Haklısınız... Yıllar öncesinin TÖRE tiryakileri<br />

aynı tadı alıp alamama endişesi duyacak elbette. Bu sayı eminiz bu endişelerinizin bir<br />

kısmına cevap olacaktır.<br />

Yayın çizgisinde Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Bayrağın, Vatanın ve Değerlerimizin<br />

korunması noktasında kesin ve vazgeçilmez kurallarımız olacaktır. Bunların korunması,<br />

kollanması ve yaşatılması bizim en büyük vazifemizdir. Yayın politikamızı da bu yönde<br />

belirleyecek ve eserleri ona göre seçeceğiz.<br />

Bizlerden beklentilerinizi zaman zaman değişik yollarla ulaştırıyorsunuz. İlginize<br />

teşekkür ediyoruz. Bunları dikkate aldık ve alacağız. Genç kuşakların yazılarının,<br />

şiirlerinin, denemelerinin ve makalelerinin yayınlanmasına bu sayıdan itibaren<br />

başladık. Başlı başına bir köşe açmak yerine derginin sonlarına doğru değişik türlerden<br />

örneklerle bu arkadaşlarımızın çalışmalarını teşvik etmek düşüncesindeyiz.<br />

Başka bir fikir ise çocuklarımıza yönelik çalışmaların yapılması konusunda. Buunula<br />

ile ilgili alt yapıyı hazırlıyoruz. Derginin sayfaları arasında farklı renkte bir bölüm<br />

oluşturma ya da ek halinde verme düşüncesindeyiz. Burada verilecek bilgilerin yanısıra<br />

çocuklarımızın dikkatini çekecek çizgi romanların da olmasının hazırlığını yapıyoruz.<br />

İlk sayının elinize ulaşması sırasında zaman zaman sıkıntılar yaşandığı muhakkaktır.<br />

Normal posta yoluyla yapılan gönderilerde gördüğümüz bu aksamayı kargo marifetiyle<br />

çözdük. Bundan sonra aksama olmayacağı kanaatindeyiz.<br />

İllerde ve üniversitelerde mümkün olduğunca temsilcilerimizi ve satış noktalarını<br />

teşekkül ettirmeye çalıştık. Eksik olan yerlerde zaman içerisinde tamamlanacaktır. Bu<br />

konuda sizlerin de teklif ve yardımlarınızı bekliyoruz.


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Bu arada aldığımız olumlu tepkileri, ileride derleyip sizlerle paylaşmak istiyoruz ama<br />

Antalya’dan sayın Ali YILDIZ Bey’in mektubunu bir istisna yaparak yayınmaktan<br />

onur duyuyoruz. Ellerine ve yüreğine sağlık.<br />

Daha güzel günlerde, tüm Türk yurtlarının azatlığını kutlamak dileğiyle selam ve<br />

saygılarımızı sunuyoruz.<br />

Tanrı Türk’ü hep korumuştur. Bundan sonra da koruyacaktır. Bundan hiç şüphemiz<br />

yok, yeter ki, Türk Türk’ü sevsin ve korusun.<br />

“TÖRE’ye MEKTUP.<br />

Hoş Geldin Töre..<br />

Gel seni bir öpeyim.<br />

Kocaman adam olmuşsun.<br />

Geç otur şöyle. Uzak yoldan geldin yorulmuşsundur.<br />

Benim Ankara’dan ayrıldığım 70 yılında kısa pantalonlu bir çocuktun daha. Yerinde<br />

duramaz, zıp zıp zıplardın. Sanki bütün sokaklar senindi. Ne kadar da hareketli bir<br />

çocuktun Töre… Mahallemizin en yakışıklısı, yalbır yalbır eden kumral saçlarınla;<br />

o sokak senin, bu çarşı benim koşturur, adam olacak tavrınla parmakla gösterilirdin.<br />

Nasıl da gıpta ile bakardık sana…<br />

Seneler ne çabuk geçiyor değil mi<br />

Seneler nasıl da değiştiriyor insanı , bak şakaklarına kırlar düşmüş artık.<br />

Şöyle bir yokladım da hafızamı, senden son mektubu 1983’te almışım. Kitaplığımın<br />

en mutena köşesinde sakladığım mektuplarından sadece 28 tane kalmış elimde.<br />

Diğerlerini ne yaptım bilmem ki<br />

Oysa her ay muntazam mektuplaşırdık. Tam 148 mektup almışım senden. Son mektubun<br />

1983’e 148 tertip. Sonra askere mi aldılar seni, yoksa ben mi ilgisiz kaldım biraz,<br />

kaybetmiştim izini.<br />

Yoldan gelince hala ayran mı içersin bilmem Eskiden öyleydin.<br />

Hele dinlen biraz. Çıkar çoraplarını, elini yüzünü yıka, otur şöyle köşeye.<br />

Ben sana bir yorgunluk kahvesi yapayım bu arada. Karşılıklı yudumlarken kahvelerimizi,<br />

uzun uzun geçmişten konuşuruz. Emine Abla’dan bahsederiz, Dündar Abi’den,<br />

Galip Abi’den, Albay’dan ve daha nicelerinden aklında kalanları anlatırsın. Hafızan<br />

kuvvetliydi senin.<br />

Benim de anlatacaklarım var sana. Ama bende kafa mı kaldı, sen anlat bildiklerini.<br />

Belki sonra benim de aklıma bir şeyler gelir.<br />

Senin gençlik günlerinde kimse adını cinayetle anamazdı. Ama şimdi “Töre Cinayeti”<br />

diye bir laf uydurdu ağzı karalar. Hiç “Töre” ile cinayet bir arada olur mu çocuk<br />

Sen mahallemizden gideli bazı türediler çıktı ortalığa, kimisi, dinci, kimisi kinci,<br />

kimisi tinerciymiş. Sokağımızı hepimiz ……. diyen nesebi gayr-i sahihler sardı.<br />

Sokağımızdan gitme bir daha.<br />

Çok özlettin kendini yaramaz çocuk!<br />

Ali YILDIZ”


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Ünledi, dokuz tekbîr türlü türlü yaygıya,<br />

Eri kızlayın dedi, gökçe kızı erleyin!<br />

Kültür san’at seyrinde yer vermeyin kaygıya<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Bir ağız, birce dilden, göğe doğru gürleyin!<br />

Bozkırın saçlarına bağır basıp çıkanlar,<br />

Kın sarıp, divân içre kabzasını sıkanlar,<br />

Her uğraşın ardında sözü âşka yıkanlar,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Edep, erkân bizdedir, sayrılanı pürleyin!<br />

Cümle sabaha dedi, gözün gönlün darısı,<br />

Kulak verip salınsın, kurdu, kuşu, arısı...<br />

Dokuz tuğ salkım saçak, gecenin bir yarısı<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Dört yönü muştulayın, gök gözleri ferleyin!<br />

Eyerleyin atları, koşumlara süs vurun.<br />

Döne döne yoğrulun, zirvelere sis vurun.<br />

Söz ehli erenlerden yüreklere his vurun,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Türk’ün söz bulağından kelâm edip, derleyin!<br />

Dedi, varın varışın, vuran çağrı kösüyle<br />

Kör sağır titremeli, yağan ayak sesiyle.<br />

Kalkıp da yamaçlara barışığı, küsüyle,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Her dem uğraş üzere durulmayın, terleyin!<br />

TÖRE MARŞI<br />

•<br />

<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong><br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

Toz toprak pekleşip de kayalanıncaya dek,<br />

Cevheri katma olan, mayalanıncaya dek,<br />

İsrâfil, suru ile payalanıncaya dek,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Yağı gözünden sızan nâzarları kürleyin!<br />

Dedi, bu ak heybemin dolu iki kefesi,<br />

Bir yanım aklıselîm, bir yanım kurt nefesi.<br />

Ünlemeli kız kızan, koç yiğidi, efesi,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Güzeli ayrı tutun, şer olanı şerleyin!<br />

Yanıp yanıp tutuşan, yakıp duran köz benim,<br />

Han-Mete’den Mehmet’e, akıp gelen öz benim,<br />

Yalavaç Muhammet’ten din yücesi söz benim,<br />

Törelenin Tanrı’yı, törelenip birleyin;<br />

Mavi göğü gökleyin, yağız yeri yerleyin!<br />

05


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Çalışmamak için inat eden DeVe ve çalıştırmaya uğraşan İbrahim Metin, Galip Erdem,<br />

Dr. İhsan Şakir Gözübüyük ve Nihat Yazar eşliğinde (Fotoğraf: Mustafa Gözübüyük)<br />

Galip Erdem ile CENGİZ DAĞCI’ya<br />

DeVe’ li BİR YOLCULUKLA ULAŞMAK...<br />

•<br />

İbrahim METİN<br />

12 Mart 1971 Muhtırası verilmeden 15 Gün kadar<br />

önce, Galip Erdem’in muavinliğinde, bendenizin<br />

şoförlüğündeki 42 DV 806 Plakalı araç Nihat Yazar’ı<br />

(*) da yolcu mevkiinde taşıyarak; Almanya’dan<br />

İngiltere’ye müteveccihen yola çıktık. Bu yol, herhangi<br />

bir kasaba yolu olmayıp, Almanların “Otoban”<br />

dedikleri ve vasıtaların 100-120 km civarında<br />

seyrettikleri yoldu. Ama bizim DV, biraz hızlanınca<br />

vitesten atılmak suretiyle rahatlatılarak 10-30 km<br />

sür’atle ilerliyor; aynı zamanda takırtılı bir ses<br />

çıkarıyordu. Kendisini hızla geçenlerin hayretle<br />

dönüp baktıkları bu araç, kaplumbağa hızıyla şehir<br />

büyüklüğündeki “Lüksenburg” devletini geçip<br />

Belçika’ya ulaştığında, büyük hangar şeklindeki bir<br />

tamirhaneye uğranıldı. Tamirhanenin ustabaşısı gaza<br />

basmasını söylediğinde, bütün tamirhane çalışanları,<br />

bu çok gürültülü ve de “takırtılı” çalışan otonun başına<br />

toplandılar. Londra’ya kadar gidip gidilemiyeceği<br />

sorulduğunda ise ustabaşı: “Pöt etr senk metr, pöt etr<br />

senk kilometr; apre buummm!” (Ya beş metre ya beş<br />

kilometre gider, sonra gümlersiniz!) cevabını verdi.<br />

“Kahraman orduyu seyret ki…..” faslından,yola<br />

devam edip, Ostend’den feribota bindik. Yolcular,<br />

devamlı olarak: “İngiltere’de trafiğin soldan cereyan<br />

ettiği, dikkatli olmam gerektiği” telkinde bulundular.<br />

Ama vapurdan inip karaya ayak bastığımızda, ancak<br />

06


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

kocaman “Serre a goş” (solu takip ediniz) levhasını<br />

görünce, sağdan giden DV’yi sola aldım. Soldan<br />

cereyan eden trafikte en zorlandığım husus, dörtlü<br />

yol kavşaklarına geldiğimizde oldu; ama yaya olarak<br />

alışmakta çok daha zorlandık; yoldan karşıya geçerken<br />

alışkanlık icabı ilk sola baktığımızdan sağımızda<br />

acı fren sesi duyduğumuz oldu.<br />

Londra’ya vardığımızda, harcadığımız para kendimize<br />

ait olmayıp, sermaye toplamaya çıktığımız,<br />

kurulacak Matbaacılık Şirketine ait olduğundan otelde<br />

kalmak gibi bir lüksümüz yoktu. O sebeple hesaplı<br />

yer ararken “Moderna Hause” isimli bir pansiyona<br />

yerleştik. Yorgunduk; ama Londra’ya ilk defa geliyorduk;<br />

dinlenmek yerine şöyle bir tur atıp görelim;<br />

dedik. Ama o ne Üç ülke sınırlarını aşıp gelmiş olan<br />

DeVe, “Sizi hasta halimle Almanya’dan buraya getirdim;<br />

daha ne istiyorsunuz; benden bu kadar..” diyor<br />

ve çalışmıyordu. Motor krank milinin yataklarını<br />

-yağsız bırakıldığı için- yakmış olan DeVe’nin nerede<br />

“rektefiye” yaptırılacağı konusundaki araştırmalara,<br />

birkaç gün vakit ayırdık. “Moderna Hause” da zengin<br />

çeşitli sabah kahvaltıları verilmekteydi. Muhtemelen<br />

İngilizce pratiği yapmak için burada çalışmakta<br />

olan Fransız kızın “Truva minüt, Truva minüt e<br />

demi” sorulariyle 3,5 dakika kaynatılmış rafadan<br />

yumurta eşliğinde öğleyi de dengeleyecek sıkı bir<br />

kahvaltı yapıyorduk. Mühim problemlerden birisi<br />

-domuz eti istemediğimizden- akşam yemeklerin<br />

nerede yenileceği idi. Zaten Almanya’da tavuk<br />

yemekten neredeyse kanatlanıp uçacak olan midelerimiz,<br />

Kıbrıs Derneği’nin lokantasını bulduk ve çoktan<br />

beri hasret çektiğimiz kuru fasulye imdadımıza<br />

yetişti. İddia ediyorum siz hiçbir zaman bu kadar<br />

lezzetli bir fasulye yememişiniz; bu kadar ana mutfağı<br />

hasreti çekmemişinizdir.<br />

O ne! İdealist gençlerimizden Mustafa Gözübüyük<br />

namı diğer “Mersedes Mustafa” da amcası ile birlikte<br />

lokantada idi. Bu “Mersedes Mustafa” lakabı,<br />

Galip Erdem tarafından takılmıştı. O zamanlar araç<br />

sahibi olanlar pek yoktu; bendenizin sahip olduğu<br />

araçlar genellikle düşük modelli olurdu. Her hangi<br />

bir toplantıdan çıkıldığında, Gözübüyük’ü gören<br />

Galip Ağabey: “Mersedes Mustafa buradaymış, bana<br />

eyvallah” der ve beni hemen “satar”dı. Doğrusu<br />

bu duruma biraz canım sıkılırdı. Çünkü ağabeyim,<br />

1951 Model taksi plakalı Hilman marka otomobilime<br />

çok “muavin”lik yapmıştı. Gündüzleri babamın<br />

çalıştırdığı Hilman’ın gece şoförü ben olur; Galip<br />

ağabeyim de bazen muavinim olurdu. Gece işi, ya Etlik<br />

yolunda olan oto garajlarında veya eğlence yerlerindeydi.<br />

Geceleri eğlence hayatı yaşayanların, ayak<br />

takımı demek istemediğim bölümü, Ulus’ta Çankırı<br />

Caddesi’nin başındaki barlara “takılır”; üst gelir seviyesindekiler<br />

ise ya Gar Gazinosu veya Strazburg<br />

Caddesi’ndeki pavyona giderlerdi. Müşteri almak<br />

için tercihimiz bu ikisinden birisi olurdu. Murat 124<br />

büyüklüğünde olan 1951 Model Hilman, -hele de<br />

önde oturan bir de muavini olunca- kalabalık olan<br />

müşterilerce tercih edilmez, bir sonrakine binerlerdi.<br />

Sözü uzatmayalım; Mersedes’e bizi satan ağabeyim,<br />

üstelik böyle de bir kader arkadaşıydı.<br />

Ama neyse ki Gözübüyükler, amcasının tedavisi<br />

için uçakla Londra’ya gelmiş olduklarından, artık<br />

“satılma” tehlikesi yoktu. Onlar da hem hesaplı<br />

olduğundan hem de bize yakın olmak için mekânlarını,<br />

“Moderna Hause”ye naklettiler. Başka dostlarla da<br />

buluştuk. Gözübüyüklerin hemşehrileri ve bizimkilerin<br />

de dostu olan (doğduğu şehirde uzun yıllar Kayseri<br />

Üniversitesi’nin rektörlüğünü başarı ile yapan)<br />

Mehmet Şahin ile Ordu vilayetinden Şükrü Yürür<br />

(sonraları Ticaret Bakanı) de Londra’daydı. İkisi de<br />

yabancı dillerini geliştirmek için yollara düşmüşlerdi.<br />

Şükrü, Kıbrıslı bir Türk’ün, yirmidört saat açık<br />

olan gıda “market”inde çalışmaktaydı; gündüz<br />

vardiyasında çalıştığından, şehri tanıma turlarımıza<br />

katılamıyordu. Ama birgün, bizimle gelebileceğini<br />

söylediğinde, bunun nasıl olabildiği sorusuna ”mahalli<br />

karakolun kaçak işçi kontrolüne geleceği”ni, o<br />

sebeple mağazada bulunmaması gerektiğini, bu haber<br />

almanın mağaza tarafından aylığa bağlanan polisten<br />

kaynaklandığını öğrendiğimizde memnun olduk.<br />

Memnuniyetlerimiz ne içindi Osmanlı Devleti’nin<br />

parçalanmasında bir numaralı etken saydığımız<br />

İngiltere’yi de rüşvet kurdu kemirmeye başlamış demekti.<br />

Bu kötü ahlaka, Mark bozdurduğum bankada<br />

da rastlamıştım; veznedar, 100 sterlin eksik verince<br />

itiraz edip düzelttirdim. O tarihlerde Türkiye’de bütün<br />

işyerleri 19’a kadar açıktı; saatini geçirene, Pazar<br />

günü açana zabıta, hemen cezayı basardı. Anayasa’sı<br />

bile bulunmayan, geleneklerle yönetilen İngiltere’de,<br />

1800’lü yıllardan kalan ama tatbik edilmeyen bir<br />

kanun ile “hava karardıktan sonra satılması yasak”<br />

100’e yakın madde arasında diş macunu, sabun gibi<br />

ürünlerin de bulunmasını ve mağazanın sabaha kadar<br />

açık olmasını, ilgi çekici bulduk. Hatta Gima yönetiminde<br />

bulunduğum yıllarda, bunun uygulamasını<br />

bütün mağazalarında yaptırmaya kalktığımda, tepki<br />

ile karşılanmıştı; ancak İstanbul Selamiçeşme<br />

mağazasını 23’e kadar açtırmayı becerebildim ve<br />

mağaza İstanbul’un satışta bir numarası olmuştu.<br />

DeVe’yi, motor rektifiyesi yapılmak üzere bir<br />

tamirhaneye bıraktığımızdan, Londra’yı gezmeye<br />

epeyce vaktimiz vardı. Londra Metrosu,<br />

1800’lerde yapılmış şahane bir ulaşım vasıtası<br />

idi. Yerin altından şehir, birçok kat ile ağ gibi<br />

örülmüştü. Genellikle bu yolu kullandık. İlgi çekici<br />

07


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

unsurlar olarak şunları gördük; Londra’nın bir<br />

ucundan diğer ucunun yetmiş km kadar oluşu; (Şimdi<br />

İstanbul neredeyse İzmit ve Tekirdağ’a bağlanmış<br />

vaziyette) iki veya üç katlı adaları oluşturan ayrı<br />

binaların, tek renge boyanması suretiyle tek bina<br />

gibi görünüşü; (bizde hâlâ allı güllü sultan iğdesidir.)<br />

Şimdilerde bazı büyük şehirlerimizde görülmeye<br />

başlanan, sokak köşelerindeki uygunsuz haldeki<br />

çiftler.<br />

Moderna Hause’nin banyosunda, bir küvet ve onun<br />

üzerinde, biri sıcak diğeri soğuk akan iki musluğu<br />

vardı. İlk banyoya girdiğimizde, bir su bardağına<br />

her ikisinden doldurulan su ile yıkanmak, kâh<br />

yaktı kâh üşüttü. Bizdeki gibi ikisini birleştiren bir<br />

“duş” veya “batarya” mevcut değildi. Bu batılıların<br />

temizliğine de doğrusu diyecek yoktu. Küvette<br />

sabunlanıp, yıkanmış olduğu kirli sudan durulanmadan<br />

çıkıyorlardı. Fransızlarda da öyledir. Sabahleyin<br />

yüzlerini yıkadıkları lavabonun tapasını<br />

kapatmak suretiyle içerisinde hak huk ettikleri suyu,<br />

avuçlarına doldurup yüzlerini yıkarlar. 14. Lui döneminde<br />

bile “lazımlık”lar sarayın penceresinden<br />

aşağı döküldüğü bilinen gerçeklerdendir. Mamafih<br />

bu pislik, Fransa’nın parfüm sanayiinin gelişmesine<br />

sebep olmuştur. Bizde sadece beş vakit belli yerlerin<br />

yıkanması ile kalınmaz; odalarda da yüklük denilen,<br />

yatak, yorganın konulduğu yer aynı zamanda<br />

çiftle-rin kimseye fark ettirmeden banyo yaptıkları<br />

yerdir. Almanya da dâhil batı ülkelerinin klozetlerinde<br />

taharet musluğuna rastlamazsınız. Hatta bir<br />

seferinde Türkiye’deki meşhur firmalardan birisinin<br />

ihracat için yaptığı klozetler iade edilince, büyük<br />

patron, pazarlama müdürlerini toplayıp bunların<br />

iç tüketiciye sunulmasını söylediğinde müdürler:<br />

“Türk örfünde, yaptığını görmek gibi bir alışkanlık<br />

olmadığından bunun mümkün olamıyacağı”nı söylemeleri<br />

üzerine “Türk örf ve âdetini değiştirecek ve<br />

bunu pazarlıyacaksınız;” talimatını almışlardı.<br />

DeVe’yi tamirhaneden aldığımızda, beklemediğimiz<br />

bir süprizle karşılaşmıştık. Türkiye’de olduğu<br />

gibi aynı motorun onarılıp verileceğini düşünmüştük.<br />

Hâlbuki yeni bir motor takmışlardı. Hududumuzdan<br />

çıkarken herhangi bir değişiklik yapılmasın diye motora,<br />

çepeçevre bir tel sarıp mühürlemişlerdi. Şimdi<br />

numarası değişen motoru, gümrükte nasıl izah edecektik.<br />

Araca el konulması ihtimaldi; hâlbuki aracımız<br />

emanetti. Bir belge almak için Büyükelçiliğimize gittik.<br />

Orada Galip Ağabey’in tanış çıktığı …. rastladık;<br />

ilgili evrakı aldık; ama yine de endişe içerisindeydik.<br />

Gümrük mevzuatını bilmiyorduk, “Konya<br />

Paşa”sı Tevfik Fikret Kılıçkaya’nın el koyduğumuz<br />

DeVe’sini, giriş gümrüğünde bırakma tehlikesi olabilirdi.<br />

Londra’da ikamet etmekte olan Cengiz Dağcı’yı<br />

ziyaret etmek istedik. Bir spor kulübünde sporculara<br />

“alaminüt” yemekler yaptıkları küçük bir<br />

lokantanın üst katında oturmakta idiler. Cengiz<br />

Bey, güler yüzle karşıladı bizi; fakat Polonyalı eşi<br />

Retina, çok asık suratlıydı ve bu ziyaretten memnun<br />

kalmamış gözüküyordu. Bu sebeple olsa gerek, gene<br />

münasebetsizliğim depreşti ve sohbet sırasında Cengiz<br />

Bey’e:<br />

-Siz milliyetçi bir insansınız neden bir Türk’le<br />

değil de Polonyalı ile evlendiniz;<br />

tarzındaki münasebetsiz soruma tokat gibi bir cevap<br />

aldım:<br />

-Daha o tarihte Almanya’ya Türk işçileri çalışmaya<br />

gelmemişlerdi.<br />

Şimdilerde Cengiz Dağcı’nın vefatından sonra çok<br />

konuşulan: Türkiye’ye neden gelmedi; küs müydü<br />

Merakı depreşti ya. Benzeri bir soruyu da ben sordum:<br />

-Türkiye’ye gelmeyecek misiniz<br />

- İngiltere yaşanmaya değer; ama ölmeye değmez.<br />

-Neden kitaplarınızı solcu bir yayınevinden<br />

çıkarıyorsunuz<br />

-Varlık Yayınlarının sahibi Yaşar Nabi’ye minnet<br />

borçluyum; ilk kitabımı gönderdiğimde elimden tuttu;<br />

Türkiye Türkçesine çevrilmesine yardımcı oldu.<br />

-Varlık’tan telif hakkı alıyor musunuz<br />

-Benim adıma orada bankaya yatırılıyor; Türkiye’yi<br />

gezmeye gidince harcayacağım.<br />

Şimdi 25 eserini de yayımlayan Ötüken Yayınevi<br />

ile görüştüğümde (**), Varlık Yayınları’ndan tek<br />

kuruş bile alamamış olduğunu öğrendim. O zaman<br />

Cengiz Bey’in küslüğüne dair herhangi bir emare fark<br />

etmemiştim; maalesef Türkiye’ye gelmeden de hayata<br />

gözlerini yumdu; Tanrı O’nu, rahmetine garketsin<br />

(*) Nihat Yazar: 1925’te Osmaniye’de doğdu. Volkan gazetesi<br />

sahibiydi. Mısır El Ezher Üniversitesi’nde Türk Dili okutmanlığı<br />

yaptı. Osmanlı Devleti’nde 1600-1920 yılları arasında meydana<br />

gelen olaylar hakkında önemli bilgiler ihtiva eden Mehmet<br />

Arif’in, “93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler” adlı eserini<br />

sadeleştirip yayımlamıştır. 2004’de vefat etmiştir.<br />

(**) Erol Kılınç: Bazı bilgilerde yanlışlıklar var. Cengiz Dağcı<br />

kitaplarını, esir kampında iken Kırım Türkçesi ile yazmağa<br />

başlamış. Daha sonra bunları Türkiye Türkçesine kendisi<br />

aktarmış. Şöyle ki: Esir Kampı’ndan arkadaşı olan Zöhre hanım,<br />

daha sonra kamptaki 400 kadar Kırımlı ile Türkiye’ye geliyor;<br />

Ankara’da bir Uygur Türkü ile evleniyor. Bu kadın, Cengiz<br />

Dağcı’yla görüşmelerini devam ettiriyor; ona Ankara’dan<br />

Türkçe yayınlar ve Varlık Dergisini gönderiyor. Dağcı bu<br />

neşriyat yoluyla Türkiye Türkçesini öğreniyor ve yazdıklarını<br />

Türkiye Türkçesine çeviriyor. Bunu “Sadık Turan’ın Hatıraları”<br />

08


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

adıyla, yine Varlık Dergisi’nden dolayı tanıdığı Yaşar Nabi’ye<br />

gönderiyor. Yaşar Nabi ve Ziya Osman Saba kitabı yayınlamayı,<br />

ama hacimce çok büyük olduğundan “Korkunç Yıllar” ve<br />

“Yurdunu Kaybeden Adam” adıyla ikiye bölmeyi uygun bulup<br />

yayınlıyorlar… Daha sonra da arkası geliyor… Yani Cengiz<br />

Dağcı’nın yazdıklarını Ziya Osman Saba’nın veya Yaşar<br />

Nabi’nin Türkiye Türkçesine aktardığı, yanlış bir bilgidir…<br />

Çünkü bize 1980’lerde gönderdiği kitapları da “redakte”yi gerektirecek<br />

bir müdahaleye ihtiyaç duyurmayacak kadar temiz bir<br />

dille yazılmıştı. Birkaç kelimeye müdahale etmek yetiyordu. Onun<br />

için bu konunun da abartılı olduğunu düşünüyorum…<br />

Bu abartının da, Cengiz Dağcı’nın iyi bir edebiyat adamı/<br />

romancı olduğunu belgelemek için sanki bir İSO belgesine ihtiyaç<br />

varmış gibi, Yaşar Nabi ve Ziya Osman Saba isimlerinin,<br />

her yazı yazanın mutlaka kalemine doladığı iki isim durumunda<br />

kullanıldığını düşünüyorum. Bana bu yanlış geliyor; böyle<br />

bir şey de yok zaten. Onun edebî kıymetini, Varlık yayınlarında<br />

kitaplarını yayınlamak suretiyle onlar da kabul etmişler demek,<br />

daha kesin bir doğrudur…<br />

Bilinmesini istedim…<br />

Erol Kılınç Ötüken Yayınevi Editörü<br />

Desen: Murat YILMAZ<br />

09


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ULUCANLAR’DA TARİH<br />

•<br />

Ahmet Tevfik OZAN<br />

İlk ULUCALAR ziyareti - Şubat 2012<br />

Ateş yağıyor semadan.. zulm ile zindan, ne demek <br />

Ne mümkün, geçmek çölleri .. belki, Veysel olmak gerek !<br />

Tekerrür etmez, Tarih.. lakin kokusu kalır…<br />

Tiryaki eder insanı.. taş taş koklamak gerek !<br />

10


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ÇANAKKALE<br />

SAVAŞINDAN<br />

GÜNÜMÜZE<br />

HATIRLADIKLARIMIZ<br />

VE<br />

UNUTTUKLARIMIZ<br />

•<br />

Dr. Suat ÇIRAKOĞLU<br />

Harp Mecmuası Kapağında Kireçtepe Anıtı ve Atatürk<br />

Bu makaleyi 3 ana bölümde inceleyeceğiz: Dün<br />

(1915), Bugün (2012) ve Yarın (Sonsuz). Öncelikle<br />

muharebeler esnasını, ardından muharebeler sonrasını<br />

ve bugünkü durumu. Son olarak da Çanakkale Zaferinden<br />

unuttuklarımız, görmediklerimiz yanlış bildiklerimiz<br />

ama yaşatmamız gereken değerleri inceleyeceğiz.<br />

Bu yazıyı, bölgeyi onlarca defa adım adım karış karış<br />

gezen ve konu hakkında yazılan ne varsa okumaya<br />

çalışan bir insan psikolojisi ile yazdığımı ifade etmek<br />

istiyorum…<br />

Ne Türk Milletinin, ne Atatürk’ün, ne de Mehmetçiğin<br />

Çanakkale’de yaptıklarını anlatmaya kelimelerin<br />

gücü yetmez. Çünkü orada insanın algılama gücünü<br />

zorlayan muazzam bir olay gerçekleşmiştir. Bu muazzam<br />

olayın dört kutbu vardır. “Türk Milleti – Mehmetçik<br />

- Çanakkale ve Atatürk”. İşte Çanakkale’yi,<br />

Çanakkale’de olanları anlamak ve anlatmak için bu<br />

dört kavramı kullanmak zorundayız: “Atatürk – Çanakkale<br />

– Mehmetçik - Türk Milleti”.<br />

DÜN (1915): 18 Mart 1915’de boğazı geçmek için<br />

tüm gücüyle yüklenen Birleşik Kuvvetler Orduları,<br />

Türk askerinin olağanüstü mücadelesi karşısında<br />

başarısız oldu. Düşman kuvvetleri hiç ummadıkları<br />

bir yenilgi alarak perişan bir halde gerisin geriye<br />

döndüler. Bu gidiş uzun sürmedi. Şaşkınlıklarını kısa<br />

sürede atan ve daha da hırslanan Birleşik Kuvvetler<br />

Orduları bu kez Çanakkale’yi karadan zorlamaya<br />

ve geniş çaplı bir çıkarma harekâtına karar verdiler.<br />

İngilizler, Seddülbahir’e çıkarılacak ardından<br />

Fransızlar onları destekleyeceklerdi. Bu kuvvetlerin<br />

hedefi Alçıtepe’yi ele geçirmekti. Anzak birlikleri de<br />

Arıburnu’na çıkarılacak ve her iki birlik Kilitbahir<br />

platosunda birleşeceklerdi. Bu, asıl taarruz bölgesini<br />

rahatlatmak açısından da Asya kıyısında bulunan<br />

Kumkale - Beşige sahillerine Fransız birlikleri gösteri<br />

amaçlı çıkarma yapacaklardı.<br />

Bu üç bölgedeki çıkarma harekâtı da aynı zamanda<br />

başladı. 25 Nisan sabah 04.30’da. Önce şiddetli bir<br />

11


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

bombardıman oldu. Ardından da çıkarma birlikleri<br />

kara harekâtına başladı. Bu harekâtla 5 inci Ordu<br />

Komutanı Liman Von Sanders’in emri gereği kıyılar<br />

zayıf birliklerle tutulacak geride kuvvetli ihtiyatlar<br />

tertiplenecekti. Savunma düzeni bu plana göre<br />

oluşturuldu.<br />

Kumkale’yi 25 Nisan saat 04.30’dan itibaren yoğun<br />

bir top ateşine tutan Fransızlar önce iki bölüğünü sonra<br />

bir taburunu karaya çıkardılar. Karşılarında sadece<br />

bir Türk takımı vardı. Onlar da kahramanca savaştılar.<br />

Hatta bu vuruşma Kumkale köyüne kadar yayıldı<br />

ve köyün sokaklarında bir sokak muharebesine bile<br />

dönüştü. Bu takımımız ancak, küçük bir ihtiyat takviyesi<br />

alabildi. Bir bölüğün komutanı ihtiyat birliğinin<br />

başında yardıma geldi. Sonuçta bir takım komutanı<br />

şehit düştü diğeri de yaralandı. Cephane de bitmek<br />

üzereydi. Buna rağmen Fransız kuvvetleri ilerleyemediler.<br />

Bu ilk vuruşmalardan sonra Fransızlar yoğun<br />

top ateşine başladılar. Takviye kuvvetlerle birliklerini<br />

desteklediler. Muharebe genişledi, uzadı. Sonucunda<br />

Fransız birlikleri 27 Nisan gecesi birliklerini geri<br />

çekmek zorunda kaldılar. Kumkale’deki bu muharebelerde<br />

467 şehit, 763 yaralı, 505 kayıp olmak üzere<br />

1.735 kişilik bir zayiatımız oldu. Düşmana da önemli<br />

kayıplar verdirdik. Ama en önemlisi; Mehmetçiğin<br />

gücünü, azim ve iradesini gördüler.<br />

Seddülbahir bölgesinde de aynı çıkarmayı bu kez<br />

İngilizler yaptılar. İngiliz kuvvetleri Seddülbahir<br />

bölgesine farklı noktalardan çıktılar. Bir İngiliz tümeni<br />

bu iş için görevlendirilmişti. Bu bölgede sadece<br />

bir Türk taburu savunmada bulunuyordu. Savunmadaki<br />

birliklerimiz insanüstü bir gayretle düşman<br />

kuvvetlerinin kıyıdan daha içerilere ilerlemesini<br />

engellediler. Yahya Çavuş’un kahramanlığı da işte bu<br />

muharebelerde oldu.<br />

Seddülbahir’deki harekât uzun süre devam etti.<br />

Temmuz 1915’den itibaren ise mevzî muharebelerine<br />

dönüştü. Seddülbahir bölgesinde 28 Nisan - 06 Haziran<br />

1915 tarihleri arasında devam eden muharebelerde<br />

şehit, yaralı, esir, kayıp toplam 52.000 zayiat verdik.<br />

Muharebeler 13 Ağustos’a kadar çok şiddetli bir<br />

şekilde devam etti. İngilizler 25 Nisan çıkarmasından<br />

bu tarihe kadar yarımadanın güneyinde ancak 3-4<br />

km’lik bir mevzî elde edebilmişlerdi. Alçıtepe ve<br />

Kirte’yi de ele geçirememişlerdi.<br />

Öte yandan Anzak Kuvvetleri de Arıburnu bölgesini<br />

25 Nisan sabah erkenden planladığı şekilde<br />

bombardımana başladı. Planları Kabatepe- Arıburnu<br />

arasındaki bölgeye çıkarma yapmaktı. Ancak çıkarma<br />

araçları akıntının etkisiyle kuzeye kaydığından bu<br />

çıkarmayı Büyük ve Küçük Arıburnu bölgesine<br />

yaptılar.<br />

Bu kuvvetlere ilk ateş de, bölgeyi gözetleyen iki<br />

mangamız tarafından yapıldı. Ancak sürekli takviye<br />

alarak ilerleyen düşman kuvvetleri karşısında önemli<br />

kayıplar verdik.<br />

İşte bu andan itibaren yazımın başında belirttiğim<br />

Türk milleti destansı bir zafer kazanacak olan Yarbay<br />

Mustafa Kemal’i bağrından çıkardı. Yarbay Mustafa<br />

Kemal 19’uncu Tümen Komutanı olarak karargâhı<br />

Bigalı bölgesinde olan ihtiyat kuvvetlerinin başında<br />

bulunuyordu. Bu çıkarmayı duyar duymaz çıkarmanın<br />

yapıldığı ve muharebelerin odak noktası olan<br />

bölgelere gitti. Her noktada en öndeydi. Yürüttüğü<br />

faaliyetler ve verdiği emirlerle düşmana hiçbir zaman<br />

unutamayacakları bir mağlubiyet tattırdı. Çünkü<br />

Yarbay Mustafa Kemal, doğru yerde, doğru zamanda,<br />

doğru kişiydi.<br />

25 Nisan – 06 Ağustos tarihleri arasında bazen<br />

yoğunlaşan bazen yavaşlayan ama hiç durmayan<br />

bir muharebeler zincirine tanık olduk. Bu muharebelerin<br />

bizzat başında ve önünde olan Yarbay Mustafa<br />

Kemal kimi zaman geri çekilen askerimizi cesaretlendirerek<br />

“Neden çekiliyorsunuz Düşmandan<br />

kaçılmaz düşmanla savaşılır. Cephaneniz kalmadıysa<br />

süngünüz var. Süngü tak. Yere yat!” komutunu vererek,<br />

kimi zaman “ Ben size taarruzu emretmiyorum<br />

ölmeyi emrediyorum. Biz ölene kadar geçecek<br />

zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar<br />

gelebilir” diyerek savaşın kader adamı oldu.<br />

Albaylık rütbesini bu muharebede aldı. Rütbesini<br />

savaş meydanında taktı.<br />

Arıburnu Muharebelerinde 3.420 şehit, 6.064 yaralı,<br />

486 kayıp olmak üzere 10.000 kişi zayiat verdik ama<br />

ne Conkbayırı’nı verdik ne de başka bir yeri. Düşman<br />

kuvvetleri- Anzaklar bu bölgeden 10 Ağustos 1915<br />

tarihinde çekilip gittiler. Bu çekiliş bir kaçış, kurtuluş<br />

oldu onlar için. Beş ay boyunca Seddülbahir, Kirte<br />

ve Arıburnu cephesinde başarılı olamayan düşman<br />

kuvvetleri bu kez Suvla’dan bir çıkarma yaparak<br />

Anafartalar ve Conkbayırı’nı ele geçirmeyi planladı.<br />

Bu muharebeler de 6 Ağustos’tan 20 Aralık’a kadar<br />

devam etti. Önce Arıburnu’nda büyük çarpışmalar<br />

oldu. Bu çarpışmalar aralıksız 4 gün sürdü. 1.530<br />

şehit, 4.750 yaralı, 760 kayıp verdik. Muharebeler<br />

Kanlısırt bölgesine yayıldı. Buradaki çarpışmalar da<br />

çetin geçti. 5 gün devam eden bu çarpışmalarda da<br />

9.200 zayiatımız oldu. Gerek ilk çıkarma sırasında<br />

ve Arıburnu’nda gerekse de Kanlısırt’ta devam eden<br />

çarpışmalarda verdiğimiz zayiatın büyük çoğunluğu<br />

şehit ve yaralılardı. Bu şehitler içinde 47’nci Alay<br />

Komutanı Binbaşı Tevfik, 15’inci Alay Komutanı<br />

Yarbay İbrahim Şükrü, 14’üncü Alay Komutanı<br />

İsmail Hakkı, 23’üncü Alay Komutanı Yarbay Recai<br />

ve 25’inci Alay Komutanı Yarbay Nail (Kısıklı)<br />

da vardı. Bunlar, vatan savunmasında erinden<br />

12


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

komutanına büyük bir destanın kahramanları oldular.<br />

Bu şehit listesine bir kişinin daha adına eklenmesine<br />

ramak kalmıştı. 19’uncu Tümen Komutanı Albay<br />

Mustafa Kemal, bir top mermisinin parçasının<br />

göğsü üzerindeki saate isabet etmesi sonucu mutlak<br />

bir ölümden döndü. Şarapnel parçası cebindeki saati<br />

parçaladı ama onu yıkamadı. Ne Mustafa Kemal’i<br />

yıkabildiler ne de Conkbayırı’na çıkabildiler. 06 – 10<br />

Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen bu muharebelerde<br />

düşman kuvvetleri kesin bir yenilgiye uğradılar<br />

Öte yandan Suvla bölgesine ve Anafartalar’a<br />

yeniden yüklenen düşman kuvvetleri 07 Ağustos<br />

sabahından itibaren büyük bir saldırıya başladılar.<br />

27.000 kişilik bir kuvvetle, 3.000 kişiyle savunulan<br />

Suvla bölgesine saldırdılar. Bu kuvvetler kıyıdan<br />

içeriye ancak 800 metre kadar ilerleyebildiler. Daha<br />

da ileriye gidemediler. 08 Ağustosta yeniden denediler<br />

ama bu kez karşılarında yine Mustafa Kemal’i<br />

buldular. 2 gün devam eden Birinci Anafartalar<br />

Muharebesi’nde büyük bir hezimete uğradılar. 3.000<br />

zayiat verdik. Düşman zayiatı ise 18.000’di.<br />

Düşman kuvvetleri 15 Ağustos ve 21 Ağustosta<br />

yeniden saldırı gücüne ulaştılar. Kireçtepe ve<br />

Anafartalar’a hücum ettiler. 27 Ağustosta da Bombatepe<br />

üzerine bir harekât yürüttüler. Hepsinde başarısız<br />

oldular.<br />

Suvla bölgesinde 09-27 Ağustos tarihleri arasında<br />

devam eden bu muharebelerde 5000 zayiat verdik.<br />

57’nci Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni<br />

Bey 1’inci Anafartalar Muharebesinde, 16’ncı Alay<br />

Komutanı Yarbay Hakkı Bey 2’nci Anafartalar Muharebesinde<br />

ve Gelibolu Jandarma Taburu Komutanı<br />

kahramanlık timsali Yüzbaşı Kadri Bey ise Kireçtepe<br />

muharebesinde şehit oldular.<br />

Çanakkale’yi denizden de, karadan da, havadan<br />

da, yer altından da, yer üstünden de, her durum ve<br />

şartta, hâttâ; savaş meydanında Türk’ün bir mangasıbir<br />

askeri kalmış olsa bile geçemeyeceğini anlayan<br />

düşman kuvvetleri, 08-20 Aralık 1915’de Anafartalar<br />

ve Arıburnu bölgesini, 28 Aralık 1915 - 09 Ocak<br />

1916’da da Seddülbahir bölgesini terk edip gittiler. Bu<br />

çekiliş İngilizlerin ifadesi ile “başarılı bir çekilişti!”.<br />

Ama Atatürk bu çekilişi, muharebelerden iki yıl üç ay<br />

sonra, 1918’de bir gazeteciye şöyle yorumluyor:<br />

“İngilizlerin bu çekiliş hareketini izah için başka<br />

kelime aramaya lüzum görmüyorum. Kelimenin<br />

tam anlamıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim. Bu,<br />

kendilerince başarılı bir kaçıştır.” Bu sözleri söyledikten<br />

sonra mülâkatı yapan gazeteciye gülümsedi.<br />

Evet, düşman “başarılı bir kaçış!” yapmıştı.<br />

Çanakkale kara muharebeleri bu başarılı kaçışla<br />

bitti. Hedeflerine ulaşamadılar. İstanbul’a giremediler.<br />

İstediklerini alamadılar. Büyük kayıplar verdik<br />

ama bir Mustafa Kemal’i kazandık, bir de Çanakkale<br />

ruhunu. Bu iki kazanç bugün de yarın da bize yeter.<br />

Çünkü millet yine o millet, cevher yine o cevherdir.<br />

BUGÜN (2012): Bugün, bu zaferi büyük bir gurur<br />

ve şerefle anıyoruz, yaşıyoruz. Hemen her Türk<br />

ailesinin bir ferdi bu mücadelenin bir safhasında yer<br />

almıştır. Bu yüzden gerek bu büyük milletin bir ferdi<br />

olarak gerekse bu muharebelere katılmış bir ecdadın<br />

mensupları olarak Çanakkale Zaferinden pay sahibiyiz.<br />

Aynı oranda da ilgi ve bilgi sahibi olmak zorundayız.<br />

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan kahraman<br />

ordumuzun kahramanlıklarından birisi olan<br />

Çanakkale zaferini ve bu kahramanlıkların mimarı<br />

şehitlerimizi unutmamak, onların manevi huzurlarında<br />

derin bir saygı ve sonsuz şükran duygularımızı ifade<br />

etmek hepimizin üzerine bir borçtur.<br />

“Şehitlere, kahramanlıklarına lâyık kabirler<br />

yapmak için zaman olsaydı, imkân olsaydı, bu<br />

kahramanlık önünde insan varlığı, sanatkârıyla,<br />

heykeltraşı ile ressamı ile aciz ve yetersiz kalırdı.<br />

Bunu ruhumuzda hissederek, âzîz şehitlerimizi<br />

gelecek nesillerin vefasına ve vicdanına emanet<br />

ederek, üzerlerine bir avuç toprak serptik.” diyor<br />

Harp Okulu Komutanlarından, 1877 Şıpka Muharebeleri<br />

kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa.<br />

Büyük Türkçü Süleyman Hüsnü Paşa’nın<br />

şehitlerimizi vefasına ve vicdanına emanet ettiği o<br />

nesil, bizleriz… Çanakkale’yi hep bu ruhla bu sorumlulukla<br />

bu vicdanla ve bu görev bilinci içinde<br />

geziyor, okuyor, araştırıyor, konuşuyor, yazıyor ve<br />

anıyoruz. Buna rağmen bu muazzam olay karşısında<br />

bile bilmediğimiz veya çoktan unuttuğumuz birçok<br />

hususlar var.<br />

Çanakkale bölgesini ve Gelibolu muharebe alanını<br />

defalarca gezdim. Bir sene içinde birkaç defa gittiğim<br />

oldu. Öğrencilerle, meslektaşlarımızla, ailelerimizle<br />

ziyaretlerde bulunduk bu aziz vatan toprağına. Bu ziyaret,<br />

gözlem ve incelemelerde gördüm ki Çanakkale<br />

doğal eğitim alanından yeterince yararlanamıyoruz.<br />

Yabancı devletler kadar bile Çanakkale bölgesinin<br />

öneminin bilincinde değiliz. Halbuki ortada<br />

muhteşem bir hazine, görülmeyi bekleyen bir güzellik<br />

ve öğrenilmeyi isteyen bir geçmiş var.<br />

Çanakkale Savaşları adeta Türk tarihinin özeti<br />

gibidir. Türk tarihi ile ilgili ne varsa, günümüze ne<br />

yansımışsa, hepsi kaybolsa bile; bir tek Çanakkale’nin<br />

varlığı bizim millet oluşumuzun tüm izlerini taşır. O<br />

savaşta Türk tarihinin değişik dönemlerindeki her<br />

türlü millî özelliklerimizi, kimlik yansımalarımızı<br />

ve karakter yapılarımızı bulabiliriz. Kahramanlık,<br />

fedakârlık, feragat, feraset, yiğitlik, dürüstlük, mertlik,<br />

saygı, sevgi, dostluk, dayanışma, vatan sevgisi,<br />

13


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

millet sevgisi, akıl, bilgi, zekâ, uyanıklık, liderlik,<br />

kısacası bizi biz yapan sosyal ve kültürel değerler.<br />

Adım adım karış karış gezdiğim bu kutsal vatan<br />

toprağının her zerresinde bunları yaşayarak gördüm…<br />

Yine bu bölgede yıllar önce gözlemlerde bulunmuş<br />

ve bu konuda bir kitap yazmış olan Emekli Albay<br />

Burhan Göksel ilginç tespitlerde bulunmaktadır.<br />

Burhan Göksel kitabında “Birinci Dünya<br />

Savaşında yayımlanan Harp Mecmuasındaki<br />

bir fotoğraf ve altındaki yazı dikkatimi çekti.<br />

Bu insan kafataslarından oluşmuş bir piramidin<br />

fotoğrafıydı. Altında yazıyı tüylerim ürpererek<br />

okudum: Burada 4’üncü Kemikçi Müfrezemizin<br />

topladığı Türk Şühedasının kafataslarıdır<br />

yazıyordu. Her orduda muharip ve gayri muharip<br />

sınıflar arasında pek çok çeşitli hizmetleri<br />

gören yardımcı birlikler de vardır. Bunlar topçu<br />

olur, piyade ve süvari olur. Ekmekçi müfrezesi,<br />

kasap müfrezesi ve kuyucu müfrezesi olur. Fakat<br />

hiçbir milletin askeri tarihinde “Kemikçi Müfrezesi”<br />

deyimini bulamazsınız. Her metrekaresinde<br />

dört şehidin yattığı söylenen Gelibolu Yarımadası<br />

Harekâtı alanında, askeri tarihimize ve memleketimize<br />

Çanakkale zaferini yaratanlara ancak<br />

bunu verebilmişiz. Avustralya’dan, İngiltere’den,<br />

Fransa’dan ve Yeni Zelanda’dan binlerce kilometre<br />

mesafeyi aşıp gelenlerin kendilerine göre<br />

inandıkları davalarında ölenlerin muntazam<br />

ve muazzam mezar ve abideleri karşısında bu<br />

davranışımızın acılığını hâlâ hissederim.” diyor…<br />

Ben de buna benzer bir hissi defalarca yaşadım.<br />

Birkaç yıl önce bölgeyi bir ziyaretim esnasında, en<br />

büyük gerçek şehitliğin olduğu Büyük Anafarta<br />

köyü mezarlığının yol yapım çalışmaları dolayısıyla<br />

harap edilmiş halde gördüm. Şehit kemikleri ortalıkta<br />

dolaşmakta, mezar kitabeleri kırılmış sökülmüş sağda<br />

solda atılı bir vaziyette durmaktaydı. 20’nci Alay<br />

Komutanı Yarbay Halit Bey ve Ziya Bey’in kabirleri<br />

kaybolmamış yan yana duruyorlardı ama yüzlercesinin<br />

âkibeti meçhuldü. Biraz ilerilerinde oldukça<br />

harap olmasına rağmen birkaç mezar daha ayakta<br />

kalmak için direniyordu. Bunlar da 3’üncü Kolordu<br />

Mürettep 4’üncü Alayı 1’inci Bölüğünden Süvari<br />

Teğmen Amasyalı Halid ile 15’inci Alay 4’üncü<br />

Bölükten süvari Teğmen Ali Rıza Beylerin mezarları<br />

idi. Ruşen Eşref Ünaydın’ın Atatürk ile yaptığı<br />

mülâkatta da Atatürk tarafından kahramanlıkları<br />

anlatılan bu şehitler, Halid Rıza Tepesine adını vermiş<br />

olan kişilerdi. 7’nci Tümen Topçu Alayı’ndan Bolulu<br />

Üsteğmen Hasan Tahsin Efendinin mezarı birkaç<br />

kışa daha dayanabilecek miydi diye büyük bir üzüntü<br />

duydum. Yanında da kendisiyle aynı gün aynı yerde<br />

şehit olan alay müftüsü yatmakta idi. Üsteğmen<br />

Hasan Tahsin, Seddülbahir bölgesinde yaralanmıştı<br />

ama savaşmaya devam ediyordu. Bu kez Anafartalar<br />

muharebesinde şehit olmuş ve buraya defnedilmişti.<br />

İsimsiz yüzlerce şehit ve açıkta yüzlerce şehidin kemik<br />

parçaları. Burhan Göksel’in anlattığı yıllardan<br />

bugünlere, değişen bir şey yok gibi!<br />

Buradan birkaç kilometre ileride Kireçtepe Jandarma<br />

şehitliği var. Gitmesi çok zor. Yollar bakımsız. Yer<br />

yer büyük çukurlar var. Gitmeyi denedim. Arabayla<br />

çıkabildiğim yere kadar çıktım. Oradan da yürüyerek<br />

ulaştım. Biraz zor oldu ama oraya ulaşınca burasını<br />

görmenin her şeye değer olduğunu anladım. Bu<br />

şehitlik ıssız ve unutulmuş bir halde ziyaret edilmeyi<br />

bekliyordu. En mahzun ama en mağrur görüntüsüyle<br />

bize o günlerden öğütler fısıldıyordu. Yanında küçük<br />

bir pınar ve küçük bir çitle çevrilmiş şehitliğin üzerinde<br />

ayyıldızlı bayrağımız dalgalanıyordu. Hem<br />

çeşmenin temiz ve bakımlı oluşu hem de şehitliğin<br />

çevre temizliğinin yapılmış olması beni şaşırttı.<br />

Uzaklarda gördüğüm bir köylünün yanına giderek<br />

bu durumu sordum. “Şehitler bizim şehitlerimiz<br />

biz bakıyoruz” dediler. Bayrağımız rüzgârdan<br />

yıprandıkça değiştiriyorlar otlar büyüdükçe<br />

temizliyorlarmış. Bir de diyor “keşke çok ziyaret<br />

edeni olsa bu şehitliğin”. Uzak ve sapa olduğu için<br />

pek gelen olmuyormuş. Halbuki onlar ölecekle-rini<br />

bile bile bu sapa yerde canlarını vermişlerdi.<br />

Bu şehitlikte 127,19,17 ve 39’uncu Alaylar ile 11 ve<br />

12’nci Topçu Alaylarında İstihkâm Taburunda görev<br />

yaparken şehit düşmüş 5’inci Tümen askerleri yatmakta.<br />

Bir de Gelibolu ve Bursa Jandarma taburunun askerleri.<br />

Gelibolu Jandarma Taburu bu tepeyi günlerce<br />

savunmuş ve iki tugay gücüne ulaşan düşman kuvvetlerini<br />

burada durdurmuştu. Bu taburun komutanı<br />

şehit Yüzbaşı Kadri Bey olağanüstü kahramanlık<br />

örnekleriyle dolu Kireçtepe’nin sembolü olmuştu.<br />

Buradaki askerler şehit olacaklarını biliyorlardı.<br />

Kendilerinden sonra kimsenin kalmama ihtimali<br />

dolayısıyla mezarlarını kendileri hazırlamışlar mezar<br />

kitabelerini kendileri yazmışlardı. Dünyada hangi<br />

milletin askeri öleceğini biliyor ve kendi mezarını<br />

kazmış, ismini yazarak buna hazırlanmıştır. İşte<br />

Kireçtepe Şehitliği böyle bir olaya şahit olmuştur. Bu<br />

kahramanlığı yakından bilen Atatürk daha savaş devam<br />

ederken bu tepede bulunan şehitliğe giderek burada<br />

boş top mermisi kovanlarından bir anıt yaptırarak<br />

şehitliği ebedileştirmiştir. Bu anıt o zamanın Harp<br />

Mecmuası’nda da kapak olarak yayımlanmıştır.<br />

Hangi yöne dönsek hangi toprak parçasına bassak<br />

hangi ağaç gölgesinde soluklansak hepsinin o<br />

günlerden bugünlere bizlere anlatacağı bir anısı,<br />

14


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

kulaklarımıza fısıldadığı bir mesajı vardır. Eceabat<br />

karayolu üzerinden Akbaş şehitliğine uğradığınızda<br />

içinizde bir burukluk oluşur. Çünkü bu şehitliğin<br />

bulunduğu yer sıhhiye kuruluşlarının merkezi idi<br />

ve buradaki limandan değişik yerlerden gelen giden<br />

yaralılar için ulaşım noktasıydı. Düşman gemileri<br />

bu sağlık kuruluşlarına da bomba yağdırdı. Yüzlerce<br />

yaralımız ve birçok doktor ve sağlık görevlimiz bu<br />

bombardıman sonucu şehit oldu. İşte onlar yatıyor bu<br />

şehitlikte.<br />

Kilye koyundan Kabatepe istikametine giden yol<br />

üzerindeki Kocadere Hastane Şehitliği de çok önemli.<br />

Burada 16’ncı Tümen Seyyar Hastanesi vardı. O<br />

da bombalandı. Sonuçta 1324’ünün kimliklerinin de<br />

belli olduğu 2000 civarındaki şehitlerimizin ebedi<br />

istirahatgâhı oldu.<br />

Kemalyeri Yarbay Mustafa Kemal’in ismine<br />

karşılık konulmuş bir isim. Çünkü burasının haritada<br />

yeri yokken Atatürk’ün buradan verdiği kritik<br />

emir üzerine tarihe bu isimle geçen bir yer. Buraya<br />

geldiğinizde ayağınızı bastığınız her zerre toprak<br />

parçası adeta Atatürk’ün o anda verdiği emri tekrar<br />

edercesine sesleniyor. Biraz yukarıda Conkbayırı var.<br />

Buraya çıkarken Atatürk’ün “süngü tak, yat.” Emrini<br />

duyar gibisiniz. Yani savaşı kazandığımız an o andı<br />

dediği olayı.<br />

Biraz yukarı çıktığınızda tarihimizde altın sayfalarla<br />

yazılmış Conkbayırı’na ulaşırsınız. Bir tarafta Saroz<br />

körfezi yani Ege’yi diğer yanda Boğazı görürsünüz.<br />

Düşman askerlerinin özellikle de Anzak’ların hayallerini<br />

süsleyen “iki denizi bir arada görme<br />

mutluluğunu ve başarısını” onlara tattırmadığımız<br />

yeri. Binlerce şehit verdik bu tepeyi vermemek için<br />

ama onların tarih kitaplarına “iki denizi bir arada<br />

gördüğümüz yer” diye de yazdırtmadık. Çünkü orada<br />

Atatürk’ün emir ve komuta ettiği Mehmetçik vardı.<br />

Bugün oraya çıktığınızda siperler arasında dolaşırken<br />

şehit Mehmetçikle yan yana gibi hissedersiniz kendinizi.<br />

Bir 25 Nisan, 9-10 Ağustos gecesi burada bu siperlerde<br />

sabahlamayı düşünmeliyiz!<br />

Tarihin yeniden yazıldığı talihin yeniden kurulduğu<br />

Atatürk’ün yeniden doğduğu bu yer bize öyle mesajlar<br />

veriyor ki; Bir şarapnel parçası Atatürk’ün kalbine<br />

bir cep saati kalınlığı kadar yaklaşmıştı ama daha<br />

ileri gidememişti. İşte Conkbayırı burası. Bir milletin<br />

yeniden doğuşunun ilk güneş ışıklarının vurduğu<br />

yer. Bir tarafta Arıburnu, onu takip eden yol üzerinde<br />

Anafartalar ve bütün muharebe bölgeleri gözlerinizin<br />

önüne serilmiş bir şekilde o günlerden yansımalar<br />

yapıyor. 06-10 Ağustos tarihlerinde verdiğimiz 9200<br />

zayiat ve 3 bin şehidimiz hala bu tepeyi muhafazaya<br />

devam ediyor. Her adımın her zerre toprak parçasının<br />

bir tarihi anlattığı gerçeğini biliyoruz. Ne kadar anlatsak<br />

da yetersiz olacağının da bilincindeyiz. Çünkü<br />

vatanı için her şeyini vermeye hazır insanların yattığı<br />

bir toprak parçasındayız.<br />

Büyük çoğunluğu şehit olan 57 nci Alayı ve yine<br />

şehit komutanı Yarbay Hüseyin Avni beyi bu tepelerden<br />

görebilirsiniz. Yb. Hüseyin Avni beyin<br />

şehit olduğu esnadaki üniformasını İstanbul’da<br />

Askeri Müze’de üzerindeki kanları gözükür vaziyette<br />

gördüğümde heyecandan tüylerim diken<br />

diken olmuştu. Bu bölgeyi her ziyaretimde hep bu ânı<br />

hatırlar hep aynı heyecanı duyarım.<br />

Her karışında şehit kanı olan bu vatan parçasını<br />

anlatmanın imkânsızlığının bilincindeyim. Bunu<br />

yaşamak gerekiyor. Bu zaferi kazananı tanımak gerekiyor.<br />

Atatürk bu zaferi kazananı yani Mehmetçik’i<br />

bize tasvir ediyor. Biz de öyle anlamaya çalışıyoruz.<br />

“Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz.<br />

Yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan<br />

geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler<br />

arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak,<br />

muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri<br />

kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler<br />

onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek<br />

sükûnet ve kabulleniş içinde biliyor musunuz!<br />

Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini<br />

biliyor, hiç ufak bir tereddüt bile göstermiyor;<br />

sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı<br />

Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler<br />

kelime-i şehâdet çekerek yürüyorlar. Bu,<br />

Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dikkate<br />

ve takdire değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki<br />

Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek<br />

ruhtur.”<br />

Bu yüksek ruh cephedeki her askerde, gözü kulağı<br />

cephede olan her yürekte vardı. Gönüllü olarak<br />

katıldığı Çanakkale Savaşı’nda şehit olan Yedek<br />

Subay adayı Ethem, “Dört asker doğurmakla<br />

övünen şanlı Türk annesine” hitabıyla gönderdiği<br />

mektubunda: “Ey Türklerin Ulu Tanrısı, Ey şu<br />

öten, koşan, şu gezen, meleyen koyun, şu secde<br />

eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların<br />

hâlikı, Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine<br />

Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler seni<br />

mukaddes tanıyan ve seni ulu tanıyan Türklere<br />

mahsustur. Beni bu uğurda uğraş veren bir insan<br />

olarak yanı al” diyor.<br />

Yine isimsiz bir Çanakkale şehidinin mektubunda<br />

şunlar yazıyor: “ Ben, vatan ve millet uğrunda bana<br />

düşen vazifeyi ifa ettim. Artık gerisini size terk ediyorum.<br />

Ben cümlenize hakkımı helâl ettim. Çoluk<br />

çocuğumu önce yaradana sonra da vatana, millete<br />

15


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ve sizlere emanet ederim. Bana acımasınlar. Ben<br />

mukaddes vatan vazifem uğrunda terk-i can ettim,<br />

bahtiyarım.”<br />

Anafartalar’da şehit olan Zabit vekili Ahmet Tevfik<br />

Efendi için ağabeyi İdris Sabih, yazdığı şiirde şöyle<br />

sesleniyor:<br />

“O kadar yandı mı bağrın ey çocuk!<br />

Ecelin sunduğu şarabı içtin!<br />

Sırayı saygıyı unuttun çabuk,<br />

Sebep ne ağandan ileri geçtin ”<br />

Piyade Alayı’nın 2’nci taburunda şehit olan<br />

Teğmen Abdulhayır’ın kızı Hacer Gencel 17 Nisan<br />

1954 tarihinde Çanakkale şehitliklerini ziyareti<br />

esnasında duygularını şöyle ifade ediyor: “Uğrunda<br />

severek canını verdiğin topraklarımızda ebedî<br />

uykusunu uyuyan babacığım. Bugün seni ziyarete<br />

geldim. Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım<br />

baba, senin silah arkadaşlarınla yarattığın bin bir<br />

menkıbeyi dinleyerek bugün Çanakkale’ye geldik.<br />

Ve şimdi dönüyoruz. Dünden beri seninle omuz<br />

omuza harp etmiş arkadaşlarını aradım. Ve ben<br />

senelerden beri ulaşamadığım emelime ancak bu<br />

muhterem topluluk arasında böylece ulaşabildim.<br />

Nitekim seni gayet iyi tanıyan arkadaşlarından<br />

karşılıklı ağlaşarak hatıralarını dinledim. Şimdi<br />

çok büyük bir huzur içinde dönüyorum. Annem<br />

anlatıyordu; ben o zaman dünyada yokmuşum.<br />

Çanakkale’ye vatan müdafaası için çağrıldığın<br />

zaman düğüne gider gibi koşmuşsun, heyecandan<br />

uçmuşsun. Bilhassa vazifeni yaparken şehit<br />

olmak, senin için önüne geçilmez bir emelmiş...<br />

Baba, Allah sana bu muhteşem mertebeyi nasip<br />

etti. Ben de sana lâyık bir şehit kızı olmaya<br />

çalışmış bir insan olabilmek için<br />

uğraşıp durdum. Ömrümün sonuna<br />

kadar da uğraşacağım.<br />

Eğer bir gün vatan müdafaasına<br />

mecbur kalınırsa hisseme düşenlerden<br />

fazlasıyla vazifemi tamamlayacağım.<br />

Nasıl, sen de, bundan eminsin değil<br />

mi Damarlarımda senin kahraman<br />

kanın var. Ve ben omuzlarda cephane<br />

taşımış nice Fatmaların, Ayşelerin<br />

kızı değil miyim Rahat uyu baba. Bu<br />

toprağın altı senin gibi yüz binlercesiyle<br />

ekili... Onların meyveleri de elbette<br />

ki sizlere benzeyecek... Bundan emin<br />

olmalısınız.’’<br />

Çanakkale zaferi ve orada yaşananlar<br />

sadece bir savaş ve tarihin sayfaları<br />

arasında ibret alınacak olaylar dizini<br />

16<br />

değildir. Çanakkale’yi geçilmez kılan bir kültürün<br />

bir ruhun bir yeminin topyekûn yansımasıdır. Bugün<br />

izlerini gördüğümüz bu altın sayfanın bizim için bir<br />

önemi daha vardır. Bu da bize millet olma bilincini<br />

göstermesidir. Yine gelecekte de Çanakkale’nin<br />

geçilmezliğini haykırmasıdır.<br />

YARIN (SONSUZ): Çanakkale Zaferi, muharebe<br />

alanları, şehitlikler, anıtlar bize yol gösteriyor. Bize<br />

istikamet gösteriyor. Bu istikameti görebilmemiz için<br />

Çanakkale bölgesini gençlerimize, çocuklarımıza,<br />

tüm öğrencilere ve vatandaşlarımıza tanıtabilmeliyiz,<br />

anlatabilmeliyiz. Bu bölgeleri belli zamanlarda ve<br />

kalabalık topluluklar halinde gezmeliyiz. O günleri,<br />

o günlerde yaşananları nesilden nesile anlatmalıyız.<br />

Bilinmeyen, az bilinen ama mutlaka bilinmesi gereken<br />

o kadar çok husus var ki; bunları bulup-bilip<br />

geleceğe taşımalıyız. Bir Tarih ve bir Toprak parçası<br />

anlaşılır ve nesilden nesile aktarılırsa ancak o zaman<br />

sonsuzluğa giden bir hâl alır.<br />

Acaba “Çanakkale” için her şeyi yaptık ve her<br />

şeyi biliyor muyuz<br />

Meselâ; Büyük Türkçü Mehmet Emin Yurdakul’un<br />

Eylül 1915’de; yani muharebeler henüz bitmemiş<br />

iken; “Tan Sesleri” isimli şiir kitabında “Ordunun<br />

Destanı” adlı ve 15 Eylül 1915 tarihini taşıyan uzun<br />

bir manzumenin ilk dörtlüğünde:<br />

“Ey bugüne şahit olan Sarp hisarlar<br />

Ey kahraman Mehmet Çavuş Siperleri<br />

Ey Mustafa Kemal’lerin aziz yeri<br />

Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yerler”<br />

diye hem henüz Mustafa Kemal çok tanınmamışken<br />

ve hem de Çanakkale Zaferi kazanılmamışken<br />

geleceğe seslenen bir haykırışı olduğunu.<br />

İngilizler tarafından bombalanan Namık Kemal’in Mezarı


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Meselâ büyük vatan şairi Namık Kemal’in ve<br />

Rumeli’ye topluca ilk geçişin kahramanı Süleyman<br />

Şah’ın mezarlarının muharebe bölgesinin<br />

içinde Bolayır’da olduğunu biliyor muyuz Daha<br />

önemlisi İngiliz savaş gemilerinin özellikle “Türklerin<br />

maneviyatını bozmak için” bu mezarları<br />

bombaladıklarını ve mezarların isabet aldığını ne<br />

kadar hatırlıyoruz Bir grup “Türk Ocaklı”nın<br />

bu bombalamayı protesto için mezarları ziyarete<br />

gidip konuşmalar yaptıklarını, mezarların tahribini<br />

dile getirdiklerini, fotoğraf çektirerek bu ânı<br />

ebedileştirdiklerini hatırlıyor muyuz<br />

Daha çok unuttuklarımız veya hiç hatırlamadıklarımız<br />

var: Çanakkale Muharebe alanına yıllar sonra<br />

ilk ziyaretin tüm engellemelere ve zorluklara rağmen<br />

Nihal Atsız ve arkadaşlarınca yapıldığını hep unuturuz.<br />

Üstelik bu ziyaret ve Çanakkale duyguları<br />

1933 yılında “Çanakkale’ye Yürüyüş” adıyla<br />

yayınlanmasına rağmen.<br />

Çanakkale’de birçok kahramanın; Kırım, Kerkük,<br />

Süleymaniye, Musul, Şam, Humus, Lazkiye, Bakü,<br />

Dağıstan, Tiflis, Selanik, Tebriz, Berat, Bosna, Üsküp,<br />

İskeçe, Kosova, Elbasan, Drama, İşkodra, Debre,<br />

İştip, Köprülü, Ohri, Manastır, Preveze, Girit, Rodos,<br />

Sakız, Yanya, Kerbela, Nablus, Bağdat, Filibe,<br />

Rusçuk, Tırnova, Vidin, Varna, Eski Zağra, Şumnu,<br />

Niğbolu, Kırcaali ve benzer yerlerde doğmuş olup da<br />

buradaki muharebelerde şehadet şerbeti içtiğini, şu<br />

anda meçhul şehitlikler arasında bizlerden Fatihalar<br />

beklediklerini biliyor muyuz acaba!<br />

“Karabulutlar arasında kaybolan İngiliz Alayı”<br />

efsanelerine inanırız da, bunun doğru olmadığını<br />

kanıtlayan belgeleri görmeyiz. İngilizler ve nedense<br />

bizim içimizdeki bazı kişiler bu bulutta kaybolma<br />

olayına inanır ve çeşitli senaryolar uydururken biz<br />

olayın kahramanı Binbaşı Münib Bey’i bilmeyiz,<br />

anmayız.<br />

Olay kısaca şudur: İngiltere’den özel ve seçkin<br />

bir alay getirildi. Bu alayın bir taburu Kraliyet kuvvetlerindendi<br />

ve özel birliklerdi. Bu birlik geldi mi<br />

psikolojik üstünlük İngiltere’ye geçmiş oluyordu. En<br />

seçkin birliğinin cepheye sevk edildiğini duyan diğer<br />

İngiliz askerleri artık daha kolay motive edilebilecekti.<br />

İngiliz kamuoyu da bu birlik sayesinde tamamen<br />

Çanakkale ile meşgul olacaklar ve bu cepheye daha<br />

bir ilgi göstereceklerdi. Bu tabur Ortaçağın meşhur<br />

şövalyelerinin karşılığı idi. İşte Norfolk Birliği diye<br />

bilinen ve bazı filmlere de konu olan birlik budur.<br />

Bir karabulutun alıp götürdüğü diye efsaneleştirilen<br />

olayın aslı ise belgelerde şöyledir: “36’ncı Alay<br />

komutanı Binbaşı Münib bey, evvela ikinci hatta<br />

bulunan 3’üncü Taburdan bir bölükle 1’inci Taburun<br />

sağ yanını takviye etti. Düşman saldırısına devam<br />

ediyor ve hücum mesafesine yaklaşıyordu.<br />

Yarım saat kadar süren şiddetli savaş devam etti.<br />

Alay komutanlığı bütün ihtiyatları aynı kanada<br />

sevk ile karşı hücuma karar vererek bu sırada<br />

hücum mesafe-sine kadar yaklaşan düşman üzerine<br />

süngü ile hücum etti. Düşman püskürtüldü,<br />

biraz sükûnet bulan savaş bir süre sonra yeniden<br />

canlandı. Bu defa da Alay komutanı eli altında<br />

kalan son bir bölükten iki takımı ile daha 1’inci<br />

Tabur bölgesini Tabur komutanının talebi ile<br />

takviye ederek, elinde kalan son bir takım ile nihaî<br />

hücumunu icra etmiştir.<br />

Bu katî hücumla düşman 500-600 metre, süngüler<br />

önünde geriye püskürtüldü. Defalarca karşı<br />

saldırıya geçen 4’üncü Norfolk Alayı başında<br />

Albay Sir Horas Beauchamp olduğu halde tamamen<br />

mağlup ve imha edildiler. İki taburumuzla<br />

toplam 4 İngiliz taburunu imha etmiş olduk.<br />

Düşmanın püskürtüldüğü arazide düşman cesedi<br />

300 kadardı. Bu kanlı savaşta biz bir subay ile 60<br />

er şehit verdik. 4 subay ile 165 er yaralımız vardır.<br />

Himaye kuvvet ve zayiatımıza rağmen Alayımızın<br />

bu zaferi pek parlaktır. Alayımız bu vuruşmada<br />

177 sandık fişek ve 79 bomba sarf etmiştir.<br />

İki saat devam eden bir savaş için bu miktarlar az<br />

değildir. Görüldüğü gibi bu vuruşmada eratımızın<br />

hücum kudreti ateşle mukabele kudretinden daha<br />

yüksektir.”<br />

İşte olayın gerçeği budur. Bizler, 36’ncı Alay<br />

Komutanı Binbaşı Münib ve bu vuruşmada şehit olan<br />

1 subay ile 60 Mehmetçiği hatırlıyor muyuz<br />

Ağır top mermisini sırtında taşıyan Seyit Onbaşı’yı<br />

bile tartışmalı hale getiren biz değil miyiz Üstelik<br />

elimizde şöyle bir belge varken:<br />

“Derginin adı: Harb Mecmuası, Yıl:1331 (1915)<br />

Kânunuevvel (Aralık), Sayı:2.<br />

Kapak resmi: Seyit Onbaşı sırtında bir top mermisi<br />

ile görünüyor.<br />

Altında ise şunlar yazılı: “Çanakkale<br />

istihkâmında “215” kiyye ağırlığındaki mermiyi<br />

sırtında taşıyan güçlü bir kahraman nefer: Mehmet<br />

oğlu Seyid. Ordumuzda harb aşkından bir<br />

örnek.”<br />

Bir kiyye 1282 gramdı. Yani 1 kilo 282 gram. 215<br />

kiyye ise 275.630 gr. yaklaşık 276 kiloya denk gelir.<br />

Bu ağırlığın doğru olmadığını, dergiye yanlış<br />

yazıldığını, bu ağırlıkta top mermisi bulunmadığını<br />

tartışırız da bu yiğit kahramanın nasıl öldüğünü, ne<br />

zaman öldüğünü bilmeyiz! Heykelini bile bu dergideki<br />

resme rağmen yanlış yapar buna da sanatçının<br />

yorumu deriz. Top yüklendiği için “Topçu Eri” deriz<br />

ama aslında “İkmâl Eri” olduğunu hiç bilmeyiz.<br />

Emine’den olma Abdurrahman oğlu Seyit (Çabuk)<br />

17


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

01 Aralık 1939 tarihinde Balıkesir’e bağlı Havran ilçesinde<br />

bugün kendi adını taşıyan beldede vefat etti.<br />

Ölümü şaibelidir. Kimliği bilinmeyen bir yabancının<br />

verdiği ilacın etkisiyle kısa süre sonra hayata veda<br />

etmiştir. O ilacı veren kişiyi ne olayın öncesinde<br />

ne de sonrasında bir daha gören olmamıştır. Acaba<br />

İngiliz gemisinin batmasına yol açan ve bir sembol<br />

haline gelen Seyit, “kendilerine yapılanı bir kin<br />

gibi unutmayıp zamanı gelince intikamını alanlar<br />

tarafından” ortadan mı kaldırılmıştır Atatürk’ün<br />

kısa bir süre önce hayata veda etmiş olduğunu<br />

düşündüğümüzde bu mümkün görünüyor. Seyit<br />

Onbaşı’yı her 18 Mart’ta veya her vefat tarihinde<br />

mezarı başında anıyor muyuz<br />

Deniz muharebelerinde ağır hasarla savaş dışı<br />

bıraktığımız Agamemnon savaş gemisinin tarihimizde<br />

başka bir yeri daha vardır. Bu İngiliz savaş gemisini<br />

ağır hasarla savaş dışı bıraktık. Ama İngilizler<br />

bunu unutmadılar. Adeta bir esaret anlaşması<br />

anlamına gelen bir teslimiyet belgesi niteliğindeki<br />

“Mondros Mütarekesi”ni büyük devlet adamlarımız<br />

neden Agamemnon gemisinde imzaladılar hiç<br />

düşünmedik! Acaba İngilizlerin intikam duygusunun<br />

farkına varamadık mı “Siz bizim gemimizi<br />

batırırsınız ama biz o gemide sizin ülkenizi batırırız”<br />

diye açık açık söylemedikleri için mi bunun farkına<br />

varmadık acaba!<br />

İngilizlerin, Fransızların daha savaş devam<br />

ederken anıtlar yaptıklarının, arkeolojik kazılar<br />

yürüttüklerinin hatta yüzyıllar içindeki emperyal<br />

düşüncelerinin bir simgesi şeklindeki Helles<br />

anıtındaki âsâyı yüreğimize bir hançer gibi saplamış<br />

olduklarının farkına bile varamadık. Üstelik bu<br />

anıtı, savaş esnasında esir düşen Türk askerlerine<br />

yaptırdıklarını da unuttuk.<br />

Savaşın, sivil toplum örgütleri nezdindeki<br />

yansımasının en belirginleştiği cemiyetin “Türk<br />

Ocakları” olduğunu ve Türk Ocakları’nın<br />

Çanakkale Savaşı’na gönüllülerden oluşan bir<br />

birlikle katıldığını kimler biliyor Şehitlerimiz için<br />

kampanyalar düzenlediklerini, pul bastırıp gelirlerini<br />

savaş için harcadıklarını biliyor muyuz Peki, Türk<br />

Ocakları kurucusu olanların bir çoğunun Çanakkale<br />

Savaşında şehit olduklarının farkında mıyız<br />

Şüphesiz ki birçok bilinmeyen az bilinen veya<br />

farkında olmadığımız özellikler taşıyor Çanakkale<br />

Muharebeleri ve muharebe alanları. Hepsi birer<br />

destan kahramanı niteliğindeki Mehmetçiğin<br />

kahramanlıklarını anlatmak için sayfalar yetersiz<br />

kalır.<br />

Bu zaferle birçok kazancımız oldu. Türk ve dünya<br />

tarihinde de birçok olayın ortaya çıkışına yol açtı.<br />

Çanakkale’de kendine özgü bir atılganlık şuuru<br />

içinde şahlanan Türk ordusu kahraman bir millet<br />

olarak varlığını bütün dünyaya duyurdu. Bu muharebelerin<br />

en belirgin özelliği; Atatürk’ün Çanakkale<br />

muharebelerinde, kazandığı askeri başarılar sonucu<br />

“millî bir kahraman” olarak Türk halkının kalbinde<br />

engin bir yer kazanmasıdır.<br />

Çanakkale zaferi; yıllardan beri, parçalanmaktan<br />

büyük ölçüde nasibini almış yüce Türk Milleti’nin<br />

benliğine kavuşmasına ve kendine güvenini<br />

kazanmasına neden olmuş, böylece Çanakkale’de<br />

Millî Kurtuluş mücadelesinin temelleri atılmıştır.<br />

Arap çöllerinden Balkanlar’a, Kafkasya’dan<br />

Kuzey Afrika’ya, Anadolu’nun bir ucundan diğer<br />

ucuna; kuzeyden güneye, doğudan batıya uzanan bir<br />

coğrafyada her zaman ve yerde, toprağı vatan yapma<br />

mücadelesinde can veren, şehit olan ecdadımızla ilgili<br />

birçok yerde anıtlar-şehitlikler yapılmıştır. Tüm<br />

şehitlerimizi rahmetle ve minnetle andığımız günümüzde<br />

aziz hatıraları için ne yapsak yetersiz kalır.<br />

Ancak onlar için en büyük anıtı yüreğimizde, kalbimizde<br />

yaptık. Dün Çanakkale’yi geçilmez kılan<br />

ruh bugün de vardır. Sonsuza kadar da var olacaktır.<br />

Bastığımız her toprak parçası bunu haykırıyor.<br />

Harp Mecmuası Kapağında Seyit Onbaşı<br />

18


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

YETİK OZAN<br />

•<br />

Reşat GÜREL<br />

Matbaada yeni basılmış dergilerin, kitapların<br />

kokusuna tutulduğum ilk günlerdi. Gazete kâğıdının<br />

gramajını diliyle ıslatıp anlayan ustalarla tanışıklığım<br />

yeniydi daha. Haydenberg’lerin sesiyle uyukladığımız<br />

gecelerin sabahında, yirmi genç, uzun bir masanın<br />

çevresinde dizilir, dergileri katlar, zımbalar ve naylon<br />

poşetlerine yerleştirirdik.<br />

Kendi yazımın yayınlandığı dergiler bir başka gülümserdi<br />

gözlerime.<br />

Adının konup konmadığını bilemediğim yazı türü.<br />

Arka kapak boyutlu, resim içi yazılar. Genç Kalemlerin<br />

arka kapağı paylaşma yarışı sessizce sürerdi.<br />

Gökhan Akçiçek’in yazılarıydı benim en çok hoşuma<br />

gidenler. Çoğu zaman Dilaver Cebeci’nin yazılarının<br />

süslediği her sayısı başka renk. Arka kapaklarda yer<br />

almaya başlayan Reşat Gürel’in yanlarında kâğıt kıran<br />

arkadaşları olduğunu bilmiyordu hiç biri. Onlardan,<br />

Site Öğrenci Yurdu’nda kalan gönüldaşlarımdan<br />

alırdım en güzel dönüşümleri. Yurdun büyük kantininin<br />

duvar gazetesinde yer alan gazete ve dergi<br />

kupürlerinin okuyucusu hiç eksilmezdi. Fırsat<br />

buldukça kalabalıklarla birlikte okurdum yazılarımı.<br />

Yazarken göz yaşlarımı tutamadığım bütün yazıların<br />

aynı duygularla okunduğunu hissederdim. Onlara<br />

ulaşabilmenin heyecanıyla kitaplaşan hikâyelerim.<br />

İbrahim Metin ağabeyin Emine Işınsu’ya havale<br />

ettiği dosyalarım, güzel olmuş notuyla dönmüştü.<br />

İncelenmeye, tenkide değer bulunmamış olma ihtimalini,<br />

okuma fırsatı bulunamamışa dönüştürmüştüm.<br />

Öyle ya yeni romanları, peş peşe baskılar yapan,<br />

tiyatroları TRT’de oynanan bir yazarın bunca<br />

yoğunluk içinde bu dosyalara ayıracak zamanı<br />

olamazdı.<br />

Kalorifer peteklerine yakın oturulan bir akşam üzeriydi.<br />

Töre-Devlet’in okuma salonunda yalnızdım.<br />

Toplantı odasına doğru ilerleyen birini fark edince<br />

ayağa kalktım. Durdu, geriye döndü. Ayağa kalkışıma<br />

teşekkür eden bir tebessüm. Bakışlarını yüreğimde<br />

hissettim. Gözlerimden yüreğime, beynime işliyordu<br />

bakışındaki ışıltılar. Eldivenini çıkarıp uzattı elini;<br />

Reşat olmalısın. Donup kalmıştım. Zili çalmadan<br />

girdiğine göre yanında anahtarı olan yazarlarımızdan<br />

biri olmalıydı ama kim Daha fazla merakta<br />

bırakmadı. Ben de Yetik Ozan. Heyecanla atıldım;<br />

Turgut Günay ağabey. Tanıyamadım, özür dilerim.<br />

Paltosunu çıkardı. Almak istedim. Oturmamı işaret<br />

etti. Çantasını masanın üzerine koyarken gözlerime<br />

bakarak sordu.<br />

- Hikâyecilerden kimleri okuyorsun<br />

- Ömer Seyfettin’i efendim. Onu da…<br />

- Evet Gürel, onu da<br />

- Onu da okumaktan korkuyorum efendim.<br />

Susuşumla nasıl bir korku olduğunu soracaktı ve<br />

ben kendime bile açıklayamadığım bu korkuyu anlatacak<br />

cümleleri düşünüyordum. Bilirim o korkuyu<br />

diyerek gülümsedi. İnsanın elini, dilini bağlar bazı<br />

zamanlar. Peki Sait Faik diye ilave etti. Sadece Semaver<br />

diyebildim. Gözlerindeki küçümseyen bir<br />

ifade değildi. Hiç de alaycı olmayan ses tonuyla devam<br />

etti; Çehov’dan da Memurun Ölümü değil mi<br />

Aklımdan geçenleri mi okuyordu yoksa… Dil Tarih<br />

Coğrafya Fakültesi yerine Hacettepe’ de okumayı,<br />

öğrencisi olmayı düşündüm o an. Gülümsedi. Elimi<br />

elleri arasına alarak sıktı. O halde hemen başlıyoruz.<br />

İlk dersimiz haftaya bu gün, bu saatte, burada.<br />

Turganyev’in Duman’ını okuyarak gelebilir misin<br />

Kalktı. Salona yeni giriyormuş, hiçbir şey<br />

konuşmamışız gibi, Galip Ağabey geldi mi diye sordu<br />

ve cevabı beklemeden Toplantı Odasına geçti.<br />

Zafer Çarşısına ilk defa kitap almak için gitmiş ve<br />

ilk kitapçıda bulmuştum Duman’ı. Çok kalın değildi<br />

ama bir türlü okuyup bitiremiyordum. Kitabı her<br />

elime alışımda günün yorgunluğu üzerime çöküyor,<br />

kirpiklerim ağırlaşıyordu. O anda yazılması gereken<br />

bir konu geliyor aklıma, yazmaya başlıyordum, büyük<br />

bir heyecanla. Yorgunluk bitiyor, uyku dağılıyordu.<br />

Büyük heyecanla beklediğim Cuma akşamı geldi<br />

ama Turgut Ağabey gelmedi. Otel odasında ölü<br />

bulunmuş. O’na hasretim halâ dinmedi. Duman’ı<br />

niçin bitireyim.<br />

19


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

AQQIŞKA<br />

•<br />

Huşeng CEFERİ*<br />

Açın aqqışqaları 1<br />

Havalar tek 2 üregim dolgundur.<br />

Quruyan dağlara yağmaq dileyir<br />

Sel olub zalım evin yıxmağa axmaq dileyir<br />

İldırım tek géce bağrın yara şaxmaq dileyir<br />

Güne baxmaq dileyir<br />

Açın aqqışkaları!<br />

Mene yox,<br />

Qafes-i gamda qanarîlere 3 bir rahm éyleyin<br />

Bir gülün solmasına solmamışam<br />

Qalbimin dolmasına dolmamışam<br />

Qorxuram tüstü 4 vura gülxananı<br />

Açın aqqışqaları<br />

Bir görüm ülkem ara birleşen eller néce olub<br />

Küçelerde yumuruq tuspuru 5 bayraq olan eller néce olub<br />

Bizim éller néce olub<br />

Açın aqqışqaları<br />

Bu ne evdir ki işıqlıq yolu yoxdur<br />

Bilmirem qıblem ha 6 yandır<br />

Evimin sağ solu yoxdur<br />

Birini boğuz tutubdur 7 danışanmır 8<br />

Biri bir şirdi 9 düşüb dar qafes içre çalışanmır<br />

Ana istekli 10 balaylan barışanmır<br />

İki torpax karışanmır<br />

Qol boyunla sarışanmır<br />

(1) aqqışka: küçük pencere<br />

(2)tek: gibi<br />

(3)qanari: kanarya<br />

(4)tüstü: koyu soğuk duman,<br />

(5)tuspuru: sıkarak<br />

(6)Ha: ne<br />

(7)boğuz tutmak: boğazı düğümlenmek<br />

(8)danışmak: konuşamaz<br />

(9)şir:aslan<br />

(10)istekli: sevimli<br />

*Zencan, Güney Azerbaycan<br />

20


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Tablo: Vagıf UCATAY - BAKÜ<br />

Açın aqqışqaları<br />

Éle bil ki qulağa vay sesi geldi<br />

Analar qalmış oğulsuz<br />

“Oğul ey vay!” sesi geldi<br />

Diyesen hay 11 sesi geldi<br />

Ya gören qanlı beşik oxşuru 12 lay lay 13 sesi geldi<br />

Qapı tahta, dalı salgın 14<br />

Baca 15 bağlı sesim argın 16<br />

Ne gédir ses<br />

Ne çıxır hay<br />

Oldu kal 17 kelimeler üste emeğim zay<br />

Vay yasak dilli élim vay<br />

Vay yasak dilli élim vay<br />

(11)hay: nara(<br />

(12)oxşuru: beşik sallayarak<br />

(13)laylay: ninni<br />

(14)qolu salgın: kol kilidi kapalı<br />

(15)baca: küçük pencere<br />

(16)argın: kısık<br />

(17)kal: ham meyve<br />

21


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

DERGİMİZE YENİDEN KAVUŞMAK<br />

•<br />

Nefi DEMİRCİ<br />

Töre Dergisi ile 70’lı yıllarda tanışmıştım,<br />

yanılmıyorsan 80’lı yıllarından sonra yayına<br />

ara vermiş olan Dergimizin, tekrar yayın<br />

hayatına başlamasını kutlar hayırlı hizmetlerini<br />

Türklüğümüzün bu zor günlerinde bekleriz.<br />

Derginin ilk sayısını elime aldığım zaman duyduğum<br />

heyecanı ve Türkmenlerin içinde bulundukları<br />

sıkıntılı durumlarını az da olsa paylaşmak istedim<br />

kıymetli TÖRE DERGİSİ okuyucuları ile.<br />

Dünyaya gelmiş geçmiş acımasız mahluklardan<br />

birisi olan Saddam Hüseyin, Mişel Aflak tarafından<br />

kurulan BAAS Partisinin kadroları ile Irak’a tam<br />

anlamıyla Güneyden Kuzeye kadar ister zorla isterse<br />

baskıyla veya kuvvet kullanarak fiilen yıllarca<br />

yönetti, kendisine veya rejimine karşı gelenleri<br />

kanla ve zindanlarında çürüttü, kezzap havuzlarında<br />

eritti. Ve en çokta Türkmenler bu insanlık dışı<br />

uygulamalarından nasibini aldı. Topraklarının demog-rafik<br />

yapısı değiştirildi, dün Araplar, bugün<br />

Kürtler tarafından toprakları yerleri yurtları işgal<br />

edildi, ediliyor, sürgün, göçe zorlama ve idamlar<br />

ardı ardına kesilmeden devam etti. Bugün her tarafta<br />

bombalar patlıyor, her gün onlarca insan ölüyor,<br />

dökülen Türk kanı yerde kalıyor, başımız sağ olsun<br />

denip geçiliyor.<br />

1.Körfez savaşından sonra ABD’nin isteği ve senatosunda<br />

kabul edilen siyaseti doğrultusunda, Wilson<br />

prensiplerini takip eden ve hatta daha önce uygulamaya<br />

konulan Osmanlı topraklarının bölünmesi ve<br />

bu topraklar üzerinde daha sonrada 1920 yılında Sevr<br />

antlaşmasında ön görülen Kürdistan, Ermenistan,<br />

İsrail ve Pontus devletlerinin kurulma, kurulması<br />

fırsatı 1990-1991 yıllarındaki yöneticilerimizin<br />

teklifi, yardımı ve onayı ile yapay olarak yaratılan<br />

GÖÇ’ten sonra çoğunluğu Kürtlerle meskun olan<br />

Kuzey Irak bölgesinde Türk bölgeleri olan Erbil ve<br />

Kifri bu bölgelere bağlatılarak, bağlanarak Güvenli<br />

Bölge ilan edildi ve İncirlikten kalkan uçaklarla<br />

Çekiç Güç kuvvetleri tarafından korundu.<br />

22


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

1920’lerde İngilizler tarafından yapay olarak kurulan,<br />

kurdurulan O topraklarda doğmayan İngilizlerle<br />

Osmanlıya karşı iş birliği içinde olan FAYSAL,<br />

KRAL olarak tayin edildi, Osmanlı Ordusunda<br />

Türk’e hıyanet eden subaylardan olan Nuri Sait ve<br />

diğerleri de yönetimde uzun yıllar görev aldılar, işte<br />

Saddamın zumlundan sözde korunan bu topraklar<br />

Türk varlığını o zalimin eli altında bırakarak fiilen<br />

bu uygulamadan sonra İKİ’ ye bölündü. Irak’ın<br />

Kuzeyinde korunan kalkındırılan, Sevr de planlandığı<br />

gibi bir Kürt bölgesi, ambargo altında Orta ve Güney,<br />

içinde Türk varlığının bulunduğu Saddam yönetiminde<br />

sözde Irak devleti veya Cumhuriyeti.<br />

2003 yılına gelindiğinde, yukarda anlatıldığı<br />

gibi, İncirlikten kalkan uçaklarla korunan Irak’ın<br />

Kuzeyinde kalkınan, alt yapısı tamamlanan, iç<br />

güvenliği korunan, korunabilecek düzeye gelen,<br />

eğitilmiş Gücü olan, Türkiye sayesında Kırmızı pasaport<br />

sahibi olarak dış dünyaya açılan, bağlantı kuran,<br />

yapısını bu sayede dış dünyaya anlatan, tanıtan,<br />

yardımlar temin eden daha adı konulmamış iken<br />

bir oluşum oluştu ve artık sözü geçen bu oluşumun<br />

adı konuluyordu, hazırlıklar ve siyasi gelişmeler bu<br />

yönde hız kazanmakta, okulları, resmi toplantılarında<br />

marşlarını bayraklarını sallayarak okuyorlardı.<br />

Türkiye’yi yönetenler Kürtler üzerinden pembe gözlüklerle<br />

seyre daldılar, Türkmenlerin gerçek varlığını,<br />

yarın oluşacak ciddi yaşamsal değişikliklilerde önemleri<br />

görmezlikten gelindi ve 2003 yılına gelindiğinde<br />

artık oynan oyunun tamamlanma vaktinin geldiğini,<br />

tahrip gücü dünyayı yakacak kadar büyük olan,<br />

İsrail’i yerle bir edecek bahanelerle, Bağdat hava<br />

saldırısına başladılar ve 9 Nisan’da ABD. Kuvvetleri<br />

Irak’ın Başkenti olan Bağdat işgal etti ve Irak<br />

Ordusunu, polis kuvvetini Petrol Bakanlığı dışında<br />

bütün resmi kuruluşlarını ortadan kaldırdı.<br />

Irak Muhalefeti başta Kürtler bayram ederken, 10<br />

Nisan’da hazırlıklı olan ABD’nin bilgisi ve planı dahilinde,<br />

1 Mart tezkeresinin reddinden sonra ABD’nin<br />

stratejik müttefiki konumuna gelen Kürtler (1990<br />

yılında da bizimdir burası Kürt yurdudur dedikleri iddia<br />

ettikleri Kerkük’e girmiş yağmalamışlardı, kendi<br />

şehrini yağma eden tarihte örneği var mıdır ) İkinci<br />

kere Kerkük’ü işgal ettiler yağmalamakla kalmayıp<br />

Tapu, Nüfus dairelerini yağmalayıp yaktılar.<br />

Türk varlığı 1990 – 2003 yılları arasında BM’lerin,<br />

ABD’nin ve KIRMIZI ÇİZGİLERİM içindedir<br />

dediği Türkiye’nin, Anavatanın gözleri önünde<br />

Saddam (Baas) tarafından adete Türkiye’den intikam<br />

alırcasına inanılmaz baskılara, hatta kıyıma uğradı,<br />

saymakla bitmez insan hakları ihlalleri işlendi.<br />

Türkmenler dün olduğu gibi bugün de varlık<br />

savaşı vermektedirler, yalnız ve kimsesiz, sadece siyasi<br />

kuruluş veya partiler değil, basın bihaber, görsel<br />

yayın Türkmenleri görmeden, Irak’taki ve orada<br />

öz yurdunda yaşayan Türk varlığının bugünlere<br />

nasıl geldiğini, getirildiğin ve Irak neden ÜÇ PAR-<br />

ÇAYA bölünüp Türkiye’nin en büyük sorunu olan<br />

(Cumhurbaşkanımızın ifadeleri) Kürt sorunun ile<br />

karşı karşıya kaldığını idrak etmeden, daha önceleri<br />

ABD istedi diye muhalefeti destekleyip BAAS<br />

rejimini yıktıktan sonra Irak’ı harabe haline getirip<br />

oynanan oyunundan sonra Kürdistan ayağının<br />

ortaya çıkmasını aciz içinde seyredenle, uyanın<br />

kendinize gelin, Suriye Türkmenleri tarihten ders<br />

alıp ve komşularımızda olan bitenleri ve sonuçlarını<br />

iyi değerlendirmelidirler. İster Irak’ta ister Suriye<br />

de olsun, Türk varlığına ve üzerinde yaşadıkları<br />

topraklara Türk’ten başka kimse sahip çıkmaz. Ve<br />

unutulmamalıdır ki Türk şehri olan Diyarbakır’da<br />

Molla Mustafa’nın posteri, Kürt marşı ile konferans<br />

açılışı yapıldı, yıllar önce, 2000 yılına Erbil’de Molla<br />

Mustafa’nın kabartama posteri altında Türkmen<br />

Kurultayı yapılmıştı. Bugün Erbil Havler oldu. Irak’ta<br />

cereyan eden ve Türkmenlerin durumu Türkiye’nin<br />

tutumunun siyasi Tarihi iyi bilinmiş ve tetkik edilmiş<br />

sonuçları değerlendirilip ve o günlerin tarihinden<br />

ders alınmış olsaydı bu hatalar tekerrür eder miydi<br />

23


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

BİLİNMELİ<br />

•<br />

Mehmet Ali KALKAN<br />

Dudak bükenin düne,<br />

Yanımızda yeri ne<br />

Kıt aklı baş edene,<br />

Hesabı sorulmaz mı<br />

Kurt yağmuru selinde,<br />

Ak sakallar dilinde,<br />

Adaletin elinde,<br />

Bulanmış, durulmaz mı<br />

Şer döşeye döşeye,<br />

Zalim gelir neşeye,<br />

Susarsan baş köşeye,<br />

Gelip de kurulmaz mı<br />

Göğün direği töre,<br />

El ele örülmez mi<br />

En üst gökten, en yere,<br />

Aşk ile serilmez mi<br />

Dağ, ova, deniz, dere,<br />

Dirlik verdi erlere,<br />

Dün gittiğim yerlere,<br />

Bugün de varılmaz mı<br />

Yusuf tutan kuyular,<br />

Geceye günü ular,<br />

Abdest aldığım sular,<br />

Almazsam darılmaz mı<br />

Bektaş nefesli alıç,<br />

Hasret çeken kırlangıç,<br />

Kında bekleyen kılıç,<br />

Durmaktan yorulmaz mı<br />

Yalanı duya duya,<br />

Diyeni kınar güya,<br />

Sır sözünü ortaya,<br />

Düşüren yerilmez mi<br />

“Göze göz” derse yağın,<br />

Üşür ak başlı dağın,<br />

Utanırsa mızrağın,<br />

Kara yer yarılmaz mı<br />

Dışa dönmezsen yüzü,<br />

Kan tutar dağı düzü,<br />

Göz olsa bilge sözü,<br />

Sonrası görülmez mi<br />

Yol belli, belli izim,<br />

Sevdamız dizim, dizim,<br />

Dört kapı zaten bizim,<br />

“Hu” deyip girilmez mi<br />

24


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

MİLLİ EDEBİYAT<br />

VE<br />

ÖMER SEYFETTİN ÜLKÜSÜ<br />

•<br />

Ahmet ŞAFAK<br />

Edebiyat hayattır.<br />

Edebiyatçı hayatın yazıcısı..<br />

Günlük hayatımızdan edebiyatın tılsımlı etkisi<br />

sökülüp atılalı beri romantizmini kaybeden bir toplum<br />

ve yaşadığı anı anlamlandırmaktan uzak bir<br />

kalabalık halini almakta olduğumuzu konuşmalı<br />

mıyız! Edebiyat yaşadığımız zamanı anlamamızı<br />

sağlayan, içinde siyasetin de sanatın da yer aldığı bir<br />

teşhis unsuru mudur<br />

Ya da ne yaşarsak yaşayalım, bizi umarsızlığa<br />

sürükleyen bir eğlence aracı mı<br />

Edebiyat, yazıya dönüştükçe, söylendikçe tarihin<br />

elini tutarak zamana bir ad koyar ve yazıcılar marifetiy-le<br />

biz bir hikayenin şahidi oluruz. Şiirler, romanlar<br />

ve hikayeler aslında öznelerini yaşatan, özne-<br />

25


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ler arasında bağlantı kuran zaman üstü haberleşme<br />

araçları.<br />

Edebiyat, kalablıkları anlamlı topluluklar yapan<br />

terkip cihazı.<br />

Ya da bir savaş meydanı ! Neden savaş meydanı<br />

olsun ki, edebin ve adabın merkez olduğu bir sahada<br />

savaşın adı geçebilir mi Denilebilir.<br />

Kelimelerin silaha dönüştüğü, izmlerin kelimelerle<br />

cephanelik kurduğu bir zemin elbette harbin<br />

meydanı olarak anılmaya değer. Türk zihin tarihinde<br />

tefekkür ve edebiyat birbirinden ayrılmadığı için,<br />

şairlerin, romancıların, yazarların kavgası toplumun<br />

hayatını çizen sinir uçlarıdır aslında. Naif bir<br />

hikayeci, duygusal bir şair, eğlendirici bir romancı<br />

belli görüşler etrafında mevzisini koruyan komutan<br />

gibidir.<br />

Türk edebiyatının bütün devreleri aslında bir<br />

sos-yal gelişme talebine, bir siyasi farklılaşmaya<br />

tekabül eder. Edebiyatçılar güçlü yada yumuşak<br />

bir dokunuşla siyasetin nabzını tutarlar. Örneğin,<br />

Servet-i Fünun edebiyatı sadece Fransız taklitçiliği<br />

parantezinde değerlendirilemez. Osmanlı sarayını<br />

anayasa yapmaya zorlayan ve meşrutiyet sistemini<br />

Türkiye’ye taşımak isteyenler Fransız edebiyatının<br />

taklitçile-ridir şeklinde kaba estetik değerler üzerinden<br />

tahlile tabi tutulamazlar. ” Ey Şanlı avcı attın<br />

ama vurmadın ..” diye Abdulhamit’in suikastçisine<br />

mersiye yazan Tevfik Fikret’i sadece terakkiyi savunan<br />

bir toplum idealisti olarak nasıl kabul edilebilinir<br />

Yazarlar, aynı zamanda bir dünya görüşünün savunucusudurlar.<br />

Edebiyat ise aslında bir tür siyaset<br />

meydanı… Avrupa tarihini yazan bütün fikir adamları<br />

aslında birer edebiyatçı.Jan Jak Ruso, Dostoyevsky,<br />

Gothe, Thomas More, Cervantes, Balzak ve daha<br />

niceleri.. Ya bizde Türk romancılığının kapısı ilan<br />

olunan Ahmet Mithat efendi tam bir top-lum mühendisidir.<br />

Namık Kemal, Yahya Kemal, Ziya Gökalp,<br />

Mehmet Akif hepsi ama hepsi milletin siyasi ikbaliyle<br />

ile derinlikli ilişikler kuran fikir adamlarıdır.<br />

Bu isimlerin içinde hikayeci kimliğinin yanısıra<br />

siyasi ve ülkücü kimliği yeterince bilinmeyen<br />

Ömer Seyfettin dikkatle incelenmeye layıktır. Türk<br />

hikayeciliğinin dahi kalemi Ömer Seyfettin’in<br />

mana ehemmiyeti açısından her biri bir kalın kitap<br />

değerindeki öykülerinin yanısıra dil, sosyal<br />

hareketlilik, milliyetçilik ve toplum değişmesi üzerindeki<br />

fikirleri bugün bile kayda değer satırbaşları<br />

içermek-tedir.<br />

Vire, Başını Vermeyen Şehit, Kütük, Topuz, Pembe<br />

İncili Kaftan gibi kahramanlık vurgusu yapan hikayelerinin<br />

yanısıra Hürriyet Bayrakları gibi öyküler<br />

siyasi gerçekliğin işaretlerini taşır. Tanzimatçı<br />

bakışın karıştır-birleştir anlayışının meşrutiyetçi<br />

uzantısı bu tip hikayeler yoluyla tenkit ediliyor ve<br />

Osmanlı İmparatorluğunun bünyesinde bulunan milletlerin<br />

sırf meşrutiyet ilan edildi diye samimi bir<br />

şekilde devlete bağlanamayacağını alaycı bir şekilde<br />

anlatır. Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlıda yaşayan<br />

bütün anasırların, milletlerin kardeşçe yaşayacağı<br />

fikri bize bugünleri de hatırlatan bir sosyal-siyasi<br />

bakışın işaretlerini vermiyor mu Ömer Seyfettin’in<br />

bu hikayede genç ve saf bir Osmanlı subayının fonunda<br />

Bulgarların meşrutiyetin ilanına ilgisizliğini<br />

açık ve anlaşılır bir şekilde anlattığını biliyoruz. Hürriyet<br />

bayrakları’nın hikayenin finalinde kurutulmuş<br />

biber asmalarına dönüşmesi yüzyıl sonra açılım hayalinin<br />

sonuçları konusunda bilgi vermeye muktedir<br />

olduğunu itiraf etmeliyiz. Mantık aynı mantıktır.<br />

Siyasi hakikatler, edebiyat zemininde zamanla<br />

anlaşılırlar. Edebiyatın hayatı tutan bir gerçeklik<br />

olduğunu ancak zaman ilan eder. Bu ilanı anlamak<br />

da bir idrak meselisidir. Hürriyetin Bayrakları isimli<br />

hikayedeki “Cem Hesabı“ tekrar tekrar okunarak<br />

günümüze uyarlanabilir. Dünyada hakim olduğu<br />

iddia edilen beşeri entegrizmin aslında köhne bir<br />

liberal bakış olduğunu medrese kökenli bu hesap<br />

bize anlatmaya yeterlidir. Anglosakson karakterli<br />

bir emperyal ideoloji olarak entegrizm günümüzün<br />

en belirgin sosyal-siyasi projesi olarak parlatılıyor.<br />

Britanya İmparatorluğunun Viktoryen yayılma ideolojisi<br />

bugün Amerika’nın kaptanlığında liberal bir<br />

modaya dönüşmüş durumda.Hürriyetin Bayrakları<br />

hala gündemde.<br />

Siyasetin bir çelişkiler sanatı olduğunu naif ve hassas<br />

bir hikayeciden işitmek kolay olmasa gerek. Ama<br />

gerçeklik bu, edebiyatçılar hayatın yazıcısıdırlar.<br />

Ömer Seyfettin 1913’te kaleme aldığı “ Yarınki<br />

Turan Devleti “ başlıklı makalesinde şöyle yazıyor ..<br />

”Savaş sosyal bir kurumdur. İlim ve Fen ne kadar<br />

ilerlerse ilerlesin ,milletler ve yine milletlerden<br />

oluşturulan zümreler sosyal hayatını sürdükçe esas<br />

seciyeleri olan büyümek ve yayılmak arzusu da<br />

yaşayacak ve bunun neticesi olarak savaşda yaşatan<br />

ve kuvvet veren bir kurum halinda payidar olacaktır..”<br />

Bir edebiyatçının kaleminden çıkan sözler<br />

olarak fazlaca sert değil mi Ama gerçeğin terazisine<br />

vurulduğunda neden sert karşılanmalıdır,diye<br />

düşünmeliyiz! Dünyanın en gelişmiş ülkesi olarak<br />

kabul edilen Amerika’nın yerkürenin en savaşçı dev-<br />

26


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

leti olduğu gerçeği Ömer Seyfettin’in bu görüşünü<br />

doğrulamıyor mu Dünyaya demokrasive entegrizm<br />

dersi veren bir ülkenin iddialarının aksine savaş sanayine<br />

yatırım yapmakta bütün milletleri geride<br />

bırakması edebiyatçının gerçeği görme konusunda<br />

zaferini simgelemiyor mu<br />

Ömer Seyfettin’in hikayelerindeki bu isabet aslında<br />

millet meseleleriyle ilgilenmesinin tabi sonucu<br />

olarak karşımıza çıkmaktadır. Sadece bir edebiyatçı<br />

değil aynı zamanda Balkan harbine genç bir subay<br />

olarak katılan, bir yıl esarette kalan Ömer Seyfettin,<br />

Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği bütün merhaleleleri<br />

bizzat yaşamış ve aşamalardan edindiği<br />

tecrübeleri, gözlemleri yazılarına aktarmıştır.Hikayelerindeki<br />

ana damar bu tecrübeler ışığında<br />

halkçılık ve milliyetçilik olmuştur. Edebiyat tarzı<br />

realizm sınırları içinde kalsa da müzmin bir idealist<br />

olan Ömer Seyfettin, hikayelerinde romantizmin<br />

işaretlerini vermekten kaçınmaz.Romantizmi daha<br />

çok kahramanlık hikayelerinde kendisini gösterir.<br />

Pembe İncili Kaftan’da Muhsin Çelebi gibi beşerüstü<br />

bir tipi tasvirleriyle çizerken aslında insan olmanın<br />

sınırlarını da zorlar. Ama mefkure sahibi olmak biraz<br />

da sınırları ihlal etmektir.<br />

Eserlerinden çıkaracağımız sonuçla Ömer Seyfettin,<br />

aslında bugünlerin hikayesini de yazmıştır diyebiliriz.<br />

Zamanın lineer bir çizgi halinde değil de,<br />

helezonik bir örgü halinde ileriye doğru atıldığını kabul<br />

edersek tarihin kendisini ara ara tekrar ettiğini de<br />

biliriz. Ve bu bilgi olayların işleyiş biçimi, aktörlerin<br />

niteliği, tarafların oluşumu ve netliği konusunda bize<br />

tanıdık bir tablo hazırlar. Özellikle meşrutiyet dönemi<br />

tartışmalarını göz önünde bulundurduğumuzda<br />

bir yüz yıllık hikayenin yeniden başverdiğini<br />

görürüz. Birinci meşrutiyetten sonuncuya kadar<br />

ve sonraki mütereke süreci Ömer seyfettin’in hem<br />

kahramanları hem de kendi hayatı içinde yaşadığı<br />

olaylar açısından tanıdık gelecektir. Ömer Seyfettin<br />

kimliğinde milliyetçiler aynı anda hem Serveti<br />

Fünun’un liberal batıcılığına hem de Sebilülreşat’ın<br />

liberal doğuculuğuna karşı fikri mevzi oluşturmuşlar<br />

ve milli şuur ve milli devlet yolunda kalem savaşı<br />

yapmışlardır. Türk milliyetçiliğinin fikri çizgisini<br />

oluşturan tarihi ve sosyal kanaatleri yerden yere vuran<br />

bu iki akım hem avrupanın medeniyetçiliği hem de<br />

İran-Arap gelenekçiliği tarafından eleştirilere maruz<br />

kalmıştır. Ömer Seyfettin, Efruz Bey tiplemesiyle<br />

hikayelerinde, yer yer Genç kalemler dergisinde<br />

ki yazılarında batıcı liberalizme, mesela Cenap<br />

Şahabettin, Teyfik Fikret çizgisine cevaplar verirken<br />

kendisini “çerkezsin neden Türk milliyetçiliği<br />

yaparsın “ diye suçlayan Sebilürreşat tayfasına mesela<br />

Eşref Edip’e de yanıt vermekte zorlanmaz. İslami<br />

bakışla meseleleri ele aldığını söyleyen ve takvayı<br />

esas alması, ümmet kardeşliğini öne çıkarması beklenen<br />

bu tedenni grubunun Türk lafzı geçince bir den ırk<br />

tartışması açması bugünde görülen bir fikri saplantı<br />

değil midir Milliyetçiliği öteden beri “dili dilime,<br />

dini dinime “ düsturuyla benimsemiş ve kültürel sahada<br />

sınırlamış bir hareketi ısrarla gen-ırk düzlemine<br />

çekmeye çalışmak siyasi islam taraftarlarının-aslında<br />

arapçı gelenek yanlılarının – vazgeçemedikleri siyasi<br />

alışkanlıklarını temsil etmiyor mu Şu sözler<br />

Ömer Seyfettin’e aittir.”Bir ferdin Türk olmak için<br />

Türkçe konuşması, müslüman olması, Türk terbiye ve<br />

örfünün içinde yaşaması kafidir..” Bu cümlenin neresi<br />

İslam kardeşliğine aykırıdır Görülmektedir ki,<br />

Türk milliyetçiliğinin anlaşılması konusunda çektiği<br />

sıkıntılar yüzyıllık bir makus talihi temsil etmektedir.<br />

Bugün Türkiye’yi tehdit eden anglosakson kültür<br />

yayılmacılığına karşı dayanacağımız yeğane kaynak<br />

milli mefkuredir. Milli mefkure’yi Ömer Seyfettin<br />

şöyle açıklıyor: Bir insanın nasıl ruhu, hissi ve<br />

vicdanı varsa milletlerin de içtimai ruhları, hisleri,<br />

vicdanları vardır. Ve mefkureler milletlerin bu<br />

vicdanından doğar. Asla birkaç kişinin eseri değildir.<br />

Her milletin kendi varlığını mukaddes bir hale içinde<br />

duyması tutkulu bir idraktir ki buna mefkure derler..<br />

Bu mefkureye, bu tutkulu ülküye en az dün kadar<br />

muhtacız. Bugünkü fırtınanın, alaboranın ortasında<br />

kalışımızın bir sebebi de dünü unutmamız ve<br />

dün ile bugünün şaşılası benzerliği üzerinde kafa<br />

yormayışımızdır. Ömer Seyfettin’leri okuyarak<br />

naif hikayelerden milli hayatımıza dair örnekler<br />

götürmemiz çok önemli bir zihni meşgale olarak<br />

önümüzde durmaktadır.<br />

Bu defa dün dünde kalmamıştır, bugüne de sirayet<br />

etmiştir. Toplumun geri, cahil ve taassup içinde<br />

bırakıldığını, milliyetçiliğin beşeriyet dışı bir anlayışı<br />

temsil ettiğini, dünya kardeşliğinin ele alınması<br />

gerektiğini savunan Teyfik Fikret’ler yaşarken,<br />

”Türklerin ülküsü milliyet gayesini kör eden aç ve<br />

zalim bir emperyalizm ve cihangirlik değildir. Türklerin<br />

ülküsü lisan, din, terbiye, can ve his kardeşlerini<br />

birleştirip hepsini siyasi bir hudut içinde toplamak ve<br />

her türlü menfaatlerini temin etmekten başka bir şey<br />

değildir“ diyen Ömer Seyfettin neden yaşamasın<br />

Türk milliyetçileri yüz yıl önceki ülküdaşlarının<br />

fikri isabetini çocuk hikayecisi algısına daha ne kadar<br />

daha mahkum edeceklerdir. Hayatın aslında hikayelerden<br />

ibaret olduğunu ve edebiyatın bir fikir savaşı<br />

meydanı olduğunu ne zaman hatırlayacaklardır<br />

27


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Miyatür: Mesut DİKEL<br />

ŞEB-İ YELDÂ’DAN<br />

•<br />

A. Yağmur TUNALI<br />

“Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta” diyen, sonbaharın ve kızıl akşamların şairiydi. Bu hafî lisan mümkün<br />

mü ki, bir mevsimin ve gurûbun tekelinde olsun Şâir bunu demek istemez. İşte şu bahar akşamında,<br />

rüzgârın ıtrıyle sermest olan ruh, Aziz Şâir’in duygusundan dem vursa ne ki! Hüznün ve melâlin şâirine bahar<br />

tazeliğinde bir çiçeklenmeyi yakıştırmayan bir muhayyile, elbette yanılıyordur. İnsan ruhunun mevsimleri<br />

içinde baharda konaklamayan bir gönül bulunduğu nasıl düşünülebilir<br />

O hüznü çiçeklendiren şair, hazanda baharı söylüyor. Baharda doğmuştur o. Evet, hatta bahardır, yürek<br />

yanığına çare yoktur; yazda ruhunu serinleten bir su başı, bir ağaç gölgesi, çölde bir vâha, dilde efil efil bir<br />

duâ hasretidir. Yana yakıla, döne kıvrıla, o hasrette arar. Yaz günlerini bir çırpıda atlayarak sarı’dan kızıl’a bir<br />

muhteşem tedâîde inleyen, gerçekte belki tadına varılmamış değil, tadına doyulmamış bir bahara hasretidir.<br />

Kızıl kanlar içinde, kor alevler içinde kıvranan ruh, odur. An be an tükenen ömrün şâhâne gidişine ağlıyor.<br />

Hâyır, haaayır! Hâşim, asla baharsız bir şair değildi!<br />

*****<br />

28


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Bu bahar böyle mi başlamalıydı<br />

Ey gönül, cevabı belli bir soruda kahrolmak niye Hiçbir bahar, senin keyfince çiçeklenmez. Senin zevkine<br />

o baharda gelenler uysun! Çekilecek senaryoyu sen yazmadın. Rejisör sen değilsin. Yazdıklarını unut, hatta<br />

içinden koparıp at! Baharı değiştirmeye kalktıkça, eksik senaryoda kahrolacağın belli! Bu değişmez sandığın<br />

senaryoda yıllar yılı diretmenin ne mânâsı var<br />

Bir ömür kurdukça kurdun! Kurduğun tuzakta vuruldun. Ve âkıbet duyduğun sese kulak ver! Aklı olanlar<br />

böyle yapar. Gönlü olanlar, bu oyunlara hiç mi hiç girmezler. Bilirler ki, hiçbir kimse, hayatı zihninde kurarak<br />

ona yön veremez! Olsa olsa, hayatın renginde bir özgün çizgi yaratmanın vehmini duyabilir. Hayalle hakîkat<br />

arasında çok zaman bir “vehim” farkı vardır. Böyle olmasına böyledir; ancak, geleceğe hayat penceresinden bakarak<br />

yaşanan ümîdin tadı, yaşamaktan alınacak tadın çok üstündedir. Hayal kırıklığı çok zaman kaçınılmazdır.<br />

Derin yaralanmalardan yeni bir hayâle yol alanlar, geçici bir kazancın türküsünü çağırabilirler.<br />

Yazık ki, yollar, onlar için de uzun bir ümîde yol vermeyebilir. Dönüş mukadderdir. İş o ki, patika yollara<br />

düşenler, sığınacak bir kaya kovuğu, bir söğüt gölgesi, bir ana veya yâr kucağı bulabilsinler! Bu sığınmada,<br />

çıkılan çetin yolun ağır tecrübesinden olgunluk meyveleri sunulur. Fakat yollarda harâmîler kol geziyor. Gidebilmek<br />

can bahâsı. Evet, onlar birer şanlı gâzîdirler. Hayat, onlara sırrından üflemek için külliyetli yol baçı<br />

almakta tereddüd etmez.<br />

Hattâ, almadan vermez! Ağlatmadan güldürmez!<br />

*****<br />

Bahar ağzındayız. Hayatın kabuğunu değiştirmesi akla ziyan! Kurumuş dallardan fışkıran renk cümbüşünde,<br />

ba’s ü ba’d’el-mevt’in hayret ötesi dünyalı versiyonu yaşanıyor. Şu yolun sonunda sermest bekleşenler,<br />

bu hayranlardandır. Şu kuşlar, kıştan kurtarabildikleri çelimsiz vücudlarında cik cik’lerden neşeli bir senfoni<br />

yaratırken “yaşasın!” haykırışını duyuruyorlar.<br />

Penceremden, şu serçenin Şubat ayazında duvar deliğinde büzülüşünü seyretmiştim. Şimdi bir muzaffer komutan<br />

edâsıyle sarmaşıklarla oynuyor. Bir müjdeli haber almışa benziyor. Gelecek günlerden bir beklediği var.<br />

Bu sevinç, bu âna çok gelir, hattâ yarına ve yarınlara da yeter. Bu serçe günlerdir böyle! Sabah –akşam hemcinslerini<br />

bir konsere çağırıyor. Zihnim kayıyor: “Acaba” diyorum, “bu besteyi tesbît eden insan cinsinden bir<br />

notist var mı” Veya beni bilmediğim dirilişlere çağıran bu eserler, insan yapısı çalgılarda ve çalgıların çalgısı<br />

insan sesinde bir aks-i sedâ bulabilir mi<br />

Bilmem, bu bahar ağızlarında, âdemoğlu kendi ağzını bulabilir mi<br />

Bahar ağzındayız! Ötün serçeleeeerrrr! Sahne sizindir!<br />

29


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

MİLLİYETÇİLİK... “PRİMATTAN İNSANA DOĞRU<br />

•<br />

Şükrü ALNIAÇIK<br />

Mademki atalarımız maymundu;<br />

öyle ise ormanda en güçlü olan gorilin sözü geçer.<br />

(Pentagon Felsefi Doktrini)<br />

19. Yüzyılda Türklerin ve Müslümanların son<br />

hakimiyet kalesine, Cezayir, Mısır, Tunus gibi<br />

Osmanlı topraklarına hücum eden; 20. yüzyıl<br />

başlarında, doğrudan başkentine, Çanakkale’ye ve<br />

İstanbul’a yönelen Emperyalizm, başta İngiltere olmak<br />

üzere gelişmiş batı ülkelerinin dünyanın sınırlı<br />

kaynaklarına hakim olmak için geliştirdikleri bir<br />

politikaydı.<br />

Sosyal Darwinizm’den beslenen bir ırkçılığa dayanan<br />

bu işgal ve sömürü politikasına karşı dünyada<br />

yaşama gücü olan her topluluk, Milliyetçilikle<br />

silahlanmalıydı. Ya İngilizlerin terbiyeli maymunları<br />

olacaktınız ya da direnerek insan...<br />

“Altına hakim olan dünyaya hakim olur”<br />

sloganıyla hareken eden merkantilizmin, yani ticari<br />

sömürgeciliğin acımasızlığına “bilimsel gerekçe”<br />

sunmaktan öteye gitmeyen Darwinizm, ırkçı yönüyle<br />

emperyalizmi, ate-ist yönüyle de Marksizm’i beslerken<br />

antiemperyalist milliyetçiliği de tahrik ederek<br />

Türk Milliyetçiliği’nin doğuşunda dolaylı olarak<br />

rol oynamıştır. Bu bölümün amacı Darwinizm’in<br />

unutulmuş bir yönüne dikkat çekerek bir beyin<br />

fırtınasını tetiklemektir.<br />

Bu Beyin Fırtınasının Felsefi Yararları:<br />

1- Bu yeni bakış açısı, 20. Yüzyıl başlarında doğan<br />

ve yükselen Türk Milliyetçiliğinin emperyalizm<br />

karşısındaki doğal ve meşru bir savunma refleksi<br />

olduğu tezini güçlendirmektedir.<br />

2- İddiamız bununla da sınırlı değildir. Klerikalizmden<br />

din devletinden Laikliğe geçiş sürecinde Emperyalizmin<br />

nasıl bir düşünsel altyapı değişikliğine<br />

uğradığını gösteren delillere de sahibiz. Bu yeni<br />

düşünsel açılım sayesinde “dinsel karşıtlıkların, yerini<br />

nasıl ırksal ve ulusal farklılıklara terk ettiği” de<br />

anlaşılmış olacaktır.<br />

3- Stratejik Darwinizm’le ilgili tespitlerimiz, Emperyalizm<br />

karşısındaki dini motivasyonun, tahkim<br />

edilmiş milli sınırlar ve milli ekonomik hassasiyetlerle<br />

desteklenmemesi halinde sömürgecilik<br />

karşısında nasıl yetersiz kalacağını da açıkça ortaya<br />

koymaktadır.<br />

4- Ayrıca Avrupa ürünü, hatta rahatça söyleyebiliriz<br />

ki; Darwin eseri ırkçılık (racisme) ile bu saldırganlığa<br />

karşı bir varlık mücadelesi, bir milli savunma refleksi<br />

olarak ortaya çıkan ve iki dünya savaşı arasında iktidarda<br />

da kalan Türk Milliyetçiliğinin asla aynı ahlaki<br />

kategoride ele alınamayacağı da daha kolay anlaşılır<br />

hale gelecektir.<br />

5- Hatta bu yoldan ilerleyerek, batılı ırkçı emperyalist<br />

saldırganlık karşısında 100 yıl önce yükselen<br />

doğal milliyetçiliğin çizdiği siyasal sınırlarla<br />

ırkçılıktan korunma fırsatı bulan Anayasal eşitlik<br />

hakkına sahip etnik gruplar arasında yaratılmaya<br />

çalışılan milliyetçiliğin, tarihi açıdan ne kadar<br />

anlamsız ve hatalı olduğu, vatandaşlarımızın irfanına<br />

sunulacaktır.<br />

6- Böylece günümüzdeki duygusal Kürt Milliyetçiliğinin,<br />

neden Anti-Darwinist Türk Milliyetçiliği<br />

ile eşdeğer görülemeyeceği ve dolaylı olarak nasıl<br />

Darwinist emperyalizmin işine yaradığı daha kolay<br />

anlaşılacaktır.<br />

7- Bu yeni yaklaşımın bir faydası da 1798’de<br />

“Liberal” Malthus’un Teorisiyle başlayıp, 1859’da<br />

Darwin’le ırkçılığın felsefi zemini haline getirilen<br />

bilimsel çalışmaların “Liberal” Gladstone ve<br />

Churchill’den sonra “Açık Toplum”cu Karl Popper’in<br />

izinden giden George Soros gibi yeni “Liberaller”<br />

tarafından nasıl daima canlı tutulduğunun<br />

gözler önüne serilmesidir. İki mesnetsiz teoriyi<br />

birleştirerek “Rakibini tokmakla öldüren gorillerin<br />

dünyayı daha yaşanılır hale getirmesi ideali”ne<br />

dönüştüren sözde “üstün ırk”, kurduğu devletlerin<br />

“nükleer sopasıyla”dünyayı tanzim ederken, diğer<br />

ırklara ait devletler, “Open Society” (Açık Toplum)<br />

masallarıyla siniri alınmış şempanzelere ve<br />

şebeklere dönüştürülerek gorillerin hizmetkârı haline<br />

getirileceklerdir. İki teorinin birleşmesinden<br />

İngiliz hariciyesinin çıkardığı sonuç budur.<br />

Avantajlı Irkların Maymunu mu Olmalıyız<br />

Yoksa Milliyetçi mi<br />

30


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

İngiliz doğa bilimci Charles Darwin’in 24 Kasım<br />

1859’da yayınlanan kitabının orijinal adı, “Doğal<br />

Seçilim Yoluyla Türlerin Kökeni ya da Hayat<br />

Kavgasında Avantajlı Irkların Korunumu Üzerine”<br />

idi. Kitabın adı, 1872’de “Türlerin Kökeni” olarak<br />

değiştirildi. Böylece kitabın ırklarla ilgili yönü, ırkçı<br />

tarafı gizlenmiş en azından “vitrinden” uzak tutulmuş<br />

oldu.<br />

Darwin, evrim teorisini kurarken, Malthus’un ünlü<br />

“Nüfus Teorisi”nden etkilenmişti. İlk Liberal teorisyenlerden<br />

olan Malthus, “Bütün canlılar bir var olma<br />

ya da yok olma savaşı içindedir. Savaşların nedeni<br />

nüfus artışıdır; çünkü beslenme kaynakları sınırlıdır<br />

ve bunlara sahip olmak için insanlar zorunlu olarak<br />

savaş yapmak zorunda kalmaktadırlar ve bu savaşta<br />

güçlüler zayıfları ezer geçer” diyordu. (1)<br />

Malthus geç evlenmek, az sayıda çocuk sahibi olmak<br />

gibi hareketlerin teşvik edilmesi gerektiğini<br />

düşünüyordu. Yine Malthus’a göre toplumsal sefaletin<br />

en büyük nedeni alt sınıflardı ve bu yüzden<br />

bu tür bir nüfus planlaması üst sınıflardan ziyade<br />

alt sınıflara uygulanmalıydı. Malthus “Liberal” bir<br />

anlayışın hâkim olması gerektiğini savunurken, fakir<br />

halk kesimlerine yapılan (özellikle kamusal) yardım<br />

programlarına karşı çıkmış; her türlü toplumsal müdahaleye<br />

ve yardıma muhalif olmuştu. (2)<br />

Günümüz liberallerinin taşkınlıklarıyla birlikte<br />

düşündüğümüz zaman ilginç olan odur ki “Liberal”<br />

Gladstone, “Liberal” Darwin’den o ise “Liberal”<br />

Malthus’tan etkilenmiş; böylece yenilmez İngiliz<br />

armadasının “Liberty” yelkenleri, ırkçı nefeslerle bu<br />

yıllarda şişirilmeye başlamıştı.<br />

Malthus’taki “alt sınıflar” kavramı, Darwin<br />

tarafından “zayıf evrimli ırklara” dönüştürüldü ve<br />

İngiliz hariciyesinin sömürü felsefesinin payandası<br />

haline getirildi. 1880’lerde ise evrim ve nüfus<br />

yoğunluğu tezleri artık gerilerde kalmış, hedef<br />

menziline, İngiltere’nin 10 katı büyüklüğünde bir<br />

alanda İngiltere’nin yarısı kadar nüfusu yöneten ve<br />

kurdukları büyük devletlere bakıldığında evrim sorunu<br />

da olmayan Türkler de konulmuştu.<br />

Batı Avrupa’da Haçlı Seferlerinden beri kültürleşme<br />

istidadı kazanan “Türklerle ilgili olumsuz bakış<br />

açısı,” 19. yüzyıl sonlarında saldırı ve işgalleri<br />

meşrulaştıran bir yeni siyaset anlayışına dönüştü.<br />

Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı büyük<br />

devletlerin siyaset üretim merkezlerinde, -biz bunlara<br />

diplomasi tezgâhları diyebiliriz- Darwin’in ırklarla<br />

ilgili teorileri büyük bir beğeniyle kabul görmeye<br />

başladı.<br />

Siyah ırktan bir adamın adamakıllı devşirildikten<br />

sonra bile olsa ABD’ye başkan olabildiği şu günlerde<br />

çocuklara bile komik gelebilecek “Darwinist üstün<br />

ırk teorileri,” 1881’de Kraliçe Viktorya İngilteresinde<br />

siyasi yetkililer tarafından alkışlanabiliyordu:<br />

“Doğal seçilim esnasında gerçekleşen mücadelenin,<br />

uygarlığın gelişmesine katkısının, sizin kabul etmeye<br />

yanaştığınızdan daha fazla olduğunu ve olmaya<br />

da devam ettiğini ispat edebilirim. Avrupa milletlerinin<br />

daha birkaç yüzyıl önce Türklerin karşısında<br />

duramadıklarını hatırlayın, oysa şimdi bunun fikri<br />

bile gülünç geliyor! Kafkas ırkları olarak bilinen<br />

daha medeni ırklar, (Ruslar’dan bahsediyor Ş.A.)<br />

varoluş mücadelesinde Türkleri hezimete uğrattılar.<br />

Çok da uzak olmayan bir geleceğe baktığımızda,<br />

kim bilir daha hangi aşağı ırklar dünyanın dört bir<br />

yanında daha yüksek medeni ırklar tarafından elimine<br />

(yok) edileceklerdir” (3)<br />

Darwin’in ispat metodu çok ilginçti. Tamamen<br />

tarihi olayların etkisiyle yaşanmış bir “yükseliş ve<br />

düşüş”ün neredeyse doğal bir olay, bir fizik kanunu<br />

gibi sunulabildiği bu teorinin kabul görmesi, herhalde<br />

yazarın İngiliz, çalışılan ortamın da İngiliz Kraliyet<br />

Akademisi olmasından kaynaklanmıştır.<br />

İngiltere’de 1864’ten 1894’e kadar 4 kez<br />

başbakanlık yapmış Darwinist siyasetçi William<br />

Ewart Gladstone, 1874’te Bulgar isyanları karşısındaki<br />

Osmanlı Hükümetini eleştirirken “Türkler, insanlığın<br />

insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin<br />

bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya<br />

Anadolu’da yok etmeliyiz” diyordu. Diğer İngiliz siyasetçileri<br />

de sürekli olarak Türk Milletini, Avrupalı<br />

ileri ırklara boyun eğmesi gereken geri bir ırk olarak<br />

göstermeye çalışmışlar, bu iddialar, 1919’da Paris’e,<br />

Sevr masasına kadar taşınmıştır. Bu propagandanın<br />

dayanağı Charles Darwin’di. (4)<br />

Londra’dan yayılan bu görüşün, zamanla tüm Avrupa<br />

başkentlerine yayılması ve doğu siyasetinin temel<br />

diplomatik argümanı olma kabiliyeti kazanması uzun<br />

sürmedi:<br />

“Türkler sarı ırktandır. Turan kökenlidir. Göçebe ve<br />

zalim bir güruhtur. Her çeşit değişikliğe ve ilerleme<br />

fikrine düşmandır.”(5)<br />

Doğa Bilimci Darwine karşı Tarihçi Türk’ün<br />

tezi ise şudur:<br />

İngilizleri 200 yıl aç bırakın, Amazon’daki vahşi<br />

yerlilerden daha geri gideceklerdir. Fakirlik ve<br />

düşman saldırılarıyla geçen iki yüz yılın sonunda<br />

eğer İngilizler hâlâ Covent Garden’da opera dinlemeye<br />

devam edecek olurlarsa, Darwin’in mezarına bir<br />

buket çiçek bırakmak boynumuzun borcu olsun.<br />

Türklerin dinamik kültürlü bir medeni kavim<br />

olduğunun anlaşılması için Galapagos adalarında<br />

kanıt bulma imkanı yoktu ve o yıllarda henüz Orhun<br />

31


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

yazıtlarının Türkçe olduğu bile bilinmiyordu. Türklerin<br />

evrilmiş maymunlar kategorisinin dışında olduğu,<br />

diğergamlık, mukavemet ve misafirperverlik kültürümüzden<br />

anlaşılıyordu. Aklın tamamen şempanze<br />

nefsinin emrine girdiği bugünlerde bu sıradışılığa “Türk<br />

irrasyonalizmi” diyorlar.<br />

Esasında, Arkeoloji, Antropoloji ve Tarih Bilimlerinin<br />

gelişmesiyle Biyoloji’den güç alan ilkel ırk nazariyesi<br />

tamamen çökmüştür. Ayrıca 20. Yüzyıldaki<br />

Japon, Çin ve Zenci yükselişi, Darwin’i ırkçılar için<br />

nostaljik bir unsur haline getiren somut kanıtlardır. Ancak<br />

bir yüzyıl önce atı alan Üsküdar’ı geçmiş ve dünya<br />

kaynakları başta Anglo-Saksonlar olmak üzere Avrupa<br />

kökenli gorillerin istilasına uğramıştır.<br />

Darwinizmin sosyal ve stratejik yönü İngiliz Hariciyesi<br />

tarafından bir siyasi manifesto haline getirilirken az<br />

gelişmiş ülkeler Darwin’in daha çokmaymun tarafıyla<br />

ilgilenmişlerdir. 20. yüzyıldaki hızlı kentleşmenin<br />

ve inkılâbî modernleşmenin ürünü olan Türk aydını<br />

tarafından Charles Darwin, “köyden kalma” eklektik<br />

inanç kırıntılarını, Galapagos adalarındaki yırtıcı<br />

kuşların önüne atarak onları özgürleştiren bir bilge kişi<br />

gibi karşılanmış ve akademik saygı görmüştür.<br />

“Maymundan evrim yoluyla geldiğimize göre Kutsal<br />

kitaplardaki ‘yaratılış’ bilgisi yanlıştı.” Öyleyse inançla<br />

ilgili her şey, baştan sona yeniden sorgulanmalıydı.<br />

Zaten bir süredir 19. yüzyıl pozitivizmi tarafından tahrik<br />

edilen mantığın acımasız hücumlarına maruz kalan<br />

yorgun gönüller, Darwinist sömürgeciliğin Darwinist<br />

antitezini hazırlamakta gecikmeyen Marks ve Engels<br />

formaları giyerek; dinden uzaklaşmaya Avrupai kılıflar<br />

bulmakta gecikmediler. Onlar güya Emperyalizme<br />

karşı sentetik ithal ilaçlar bulmuşlardı. Ancak bu ilaçlar<br />

ne yazık ki yine Rothschild, Rockefeller gibi Siyonist<br />

ban-kerlerin denetimindeki İngiliz Hariciyesi tarafından<br />

“Milli Bağışıklık Sistemini” felç etmek için ustalıkla<br />

hazırlanmıştı.<br />

Darwinizm, bir ahlak öğretisi değildi. Ayrıca sabah<br />

namazına kalkıp soğuk suyla abdest almak veya sabahtan<br />

akşama kadar aç gezmek gibi Maymunların<br />

alışık olmadığı türden dini ritüeller getirmemişti.<br />

Bayrağa saygı duruşu ve İstiklal marşı da maymunlara<br />

göre değildi. Anadolu’daki köylü asabiyetiyle dejenere<br />

olmuş, sevgisizleşmiş İslam’dan ve milliyetten firar<br />

eden Türk aydınları, işin nefislerine cazip gelen maymuni<br />

tarafıyla uğraşırken, Majestenin Anglikan gorilleri,<br />

Darwinizm’i sömürünün ilmi dayanağı haline getirmekle<br />

kalmamış; çoktan şempanze safari-sine çıkmışlardı bile.<br />

Darwinizm’in siyasi tehlikeleri konusunda ilk<br />

uyanan biz değiliz. Uzun uykuculardan Çinliler ve<br />

Hintliler’den bu konuda çalışma yapanlar olmuştur.<br />

Çünkü emperyalist safari Rumeli’yi Şahane’den önce<br />

güneydoğu Asya’da başlamıştı. Yine de Darwinizm’in<br />

siyasi analizini yapan ciddi çalışmalar arasında bir Çinli(6)<br />

ve Hintliyle(7) karşılaşmak; dedesi Çanakkale’de<br />

Hintli sömürge askerleriyle savaşmış bir Türk için hayli<br />

sevindiricidir.<br />

AKP kadroları içinde bilimsel düşünce sistematiği<br />

gelişmiş nitelikli aydın yok denecek kadar azdır.<br />

Laikliği, Milliyetçiliği, Ulusal Devleti, Ulusal<br />

Egemenliği anlamak için hiç bir gayret sarf etmemiş<br />

bir arabesk yönetimin, iki üç eski Marksist’le, birkaç<br />

Anglo-Sakson liberali ve fonlanmış STK’larla işbirliği<br />

yaparak demokrasi havariliğine soyunması, gerçekte az<br />

zahmetli bir takiyyeden başka bir şey değildir.<br />

Günümüzde Milliyetçilik karşıtlarının ellerine emperyalistler<br />

tarafından tutuşturulmuş olan “Liberalizm<br />

meşalesi,” aslında İngiliz hariciyesini günümüzden 200<br />

yıl önce dünya ekonomik kaynaklarının üst sınıflara ve<br />

üstün ırklara tahsis edilmesi yönünde uyaran Malthus’un<br />

ve Darwin’in yaktığı ırkçılık ateşinden başka bir şey<br />

değildir.<br />

Ne yazık ki Emperyalistlerin yolunu aydınlatan bu<br />

meşale, onu tutan üçüncü dünya aydınlarının elini<br />

yakmaktadır.<br />

(1):MALTHUS; Thomas Robert; “An Essay on the Principle<br />

of Population” (Nüfus Artışı Hakkında Bir Araştırma) İlk Baskı,<br />

1798<br />

(2): Wikipedia, Thomas Robert Malthus maddesi<br />

(3): DARWİN, Francis, ”The Life and Letters of Charles Darwin”,<br />

Cilt I, s. 285-286, . New York, 1888 “I could show fight<br />

on natural selection having done and doing more for the progress<br />

of civilisation than you seem inclined to admit. Remember what<br />

risk the nations of Europe ran, not so many centuries ago of being<br />

overwhelmed by the Turks, and how ridiculous such an idea now<br />

is! The more civilised so-called Caucasian races have beaten the<br />

Turkish hollow in the struggle for existence. Looking to the world<br />

at no very distant date, what an endless number of the lower races<br />

will have been eliminated by the higher civilised races throughout<br />

the world.”<br />

(4): Bkz. “http://www.evrimteorisiinfo/darwinizm/avrupa-emperyalizminin-darwinist-temelleri<br />

(5): KARAL; Prof. Dr. Enver Ziya, “Osmanlı Tarihi”, VIII.<br />

Cilt, 3, s. 552, Ankara, 1988<br />

(6) HSU; J. Kenneth, “Geology”,Nisan,1987, s. 377<br />

Çinli Sosyal Bilimci Hsu, Darwin’i Victoria İngiltere’sinin,<br />

yani İngiliz emperyalizminin bilimsel dayanağı sayar. Hsu’ya<br />

göre Darwin, “Çin’e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal<br />

eden ve bunu serbest ticaret ve ‘en güçlülerin hayatta kalması’<br />

kuralına dayandıran anlayışın bilimsel dayanağı”dır.<br />

(7) VIDYARTHI; Lalita Prasad, “Racism, Science and<br />

Pseudo-Science”, Vendôme, 1983. s. 54 Hintli Vidyarthi’ye<br />

göre, “Darwin’in ortaya attığı ‘en güçlülerin hayatta kalması’<br />

düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine<br />

ve en üst seviyenin Beyaz Adam’ın Medeniyeti olduğuna inanan<br />

sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir<br />

sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim<br />

adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsedi.”<br />

32


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

KÖL TİGİN ÜNLEMESİ - I<br />

•<br />

<strong>Hakan</strong> İlhan <strong>KURT</strong><br />

(Destan çalışması, Köl Tigin’in doğumunu, savaşlarını,<br />

kahramanlıklarını ve ölümünü konu alır.)<br />

İl-Teriş Kutlug’un ve İl-Bilge Katun’un yoluklandığı<br />

Er kişi Köl Tigin’in Göktanrı izniyle soluklandığıdır:<br />

Göktanrı buyruğu, soluk bulunca<br />

Gözleri od sarar, bakır alası.<br />

Güneşten söz yürür, çeliğe tunca<br />

Kalkar göğe Türk’ün, zağlı palası;<br />

Günlenir, boz çakal boğan balası...<br />

Er doğar erince, Bilge Katun’dan<br />

Aşina toyundan, kara bodundan.<br />

Tanrının izniyle Kutlug Tudun’dan,<br />

Al kanına aldan, alev kalası;<br />

Gövdeleri dağca, yığan balası...<br />

At sürüp bozkıra, çayır çimene,<br />

Vuruş meydanında, uluğ kömene,<br />

Alaca yeminli dokuz tümene,<br />

Büyüyüp de gürce nârâ salası;<br />

Gökten gün, yerden ün, sağan balası...<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

33


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Delişmen çağında kılıncı oynak,<br />

Issı gök avlakta pençesi caynak,<br />

Şahlananda birden bir çifte toynak,<br />

Ak göğsü yelede rüzgâr dolası;<br />

Akşahan, atmaca, doğan balası...<br />

Yedi gökte gönü, gökle yunuğa,<br />

Ölüm karasında, yüzü donuğa,<br />

Tanrı yolu bilip, gelen konuğa,<br />

Abakan huyları bolca olası;<br />

Al Albız üstüne çağan balası...<br />

Er kişide hayat, başa vurulur;<br />

Köklü ağaç gibi yaşa vurulur.<br />

Betikçi tutulur, taşa vurulur,<br />

Ey felek döşüne kara çalası;<br />

Acunu yurt tutan kağan balası!<br />

İl-Teriş Kutlug Tudun’un Köl Tigin’in doğumuyla hislenmesi,<br />

Ayguçı Tonyukuk ile birlikte kaba dağlardan seslenmesidir:<br />

İl-Teriş Kutlug dedi: Dağlar dağa dayandı,<br />

Yağız yer adım adım pekleşmelidir artık...<br />

Börtü böcek uyandı, çayır çimen boyandı,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Özyurdundan ırayan yaklaşmalıdır artık!<br />

Ayguçı soluklandı, dedi: Gökler göğünden,<br />

Sabah, öğle ve akşam, bir günde üç öğünden,<br />

İllediğin il içre nice toydan, düğünden,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Yağı üzre yiğitler, dikleşmelidir artık!<br />

İl-Teriş Kutlug dedi: Çoğay Dağ’ı sarmaya,<br />

Onyedi kişi idim, Karakum’a varmaya,<br />

Varıp da Çinlilerin yüreğini yarmaya,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Kağanlığım acunda kökleşmelidir artık!<br />

34


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

Ayguçı dedi: Ben ki, huzurunu dizledim,<br />

Kaç yılkı yele yaktı, buyruğunu gözledim,<br />

Kılıcımı zağ kıldım, pusatımı sözledim,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Darmadağın tölösler tekleşmelidir artık...<br />

Ayguçı dedi: Benim, çağrın üzre gelen güç,<br />

Benim Çin ülkesinden sırladığın yalım öç...<br />

Ocak ocak obanı odlandırırken her göç,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Oğuz, Karluk ve Kırgız, ekleşmelidir artık...<br />

Bunca dağ, bunca yaban, altun salık oluğu<br />

İl-Teriş dedi: Alnım, kocamışlar doluğu...<br />

Göğsümde pusu tutmuş, deli bir kurt soluğu,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Gök Bodun erli kızlı çoklaşmalıdır artık!<br />

Kağan dedi: Ayguçı, ne denir bilmeyene,<br />

Kurt başlı tuğumuzun altına gelmeyene<br />

Çinli’nin oyunları başını çelmeyene,<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Erler kargılaşmalı, oklaşmalıdır artık...<br />

Ayguçı söze durdu: Tezce başlamak gerek,<br />

Avı avlamak gerek, kuşu kuşlamak gerek;<br />

Bilgece uğraşları, taşa taşlamak gerek...<br />

Gövdeler bağır basıp, sıklaşmalıdır artık;<br />

Bengü taşta sesimiz, gökleşmelidir artık!<br />

35


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ESKİ BİR SONBAHAR<br />

•<br />

Hacer KARAKAYA<br />

Bahar geçti, yaz geçti, hazan geldi. Hatıralarıma<br />

kırgınlıklarıma sarıp sakladığım kalem yâdıma düştü.<br />

Bu kaçıncı hazandı, ömrümden geçen… Kuşlar<br />

uçtu sonsuz maviliklerden, bitmeyen bir sancı yükseldi<br />

göklere, sana doğru yol alıyor bu sitem!<br />

Sen ki hasreti var, vuslatı yok!<br />

Sen ki müjdesi var, sureti yok!<br />

Ümitsiz bir savaş bu, başlamadan kaybedilen…<br />

Sessiz sessiz ağlamakmış payıma düşen.<br />

Oysa hep yarımmış insan; acı ile kavrulduğunda iki<br />

taş arasında un ufak olan.<br />

Göçmen bir kuşum şimdi; oradan oraya savrulan,<br />

yolculuk vakti geldiğinde sorgusuz sualsizce, yol<br />

alıp dağlara doğru süzülen, sulardan geçen, çölleri<br />

deviren sonunda bir nar dalında asılı kalan…<br />

Bir ağaç kovuğunu bile yuva edinemeyen.<br />

Terk edilen, yağmalanan, yaratılmışlığının manası<br />

yok edilen.<br />

Bir ürperti ile ruhumu istila eden, kayalar kadar<br />

ağır bu hissettiğim mana.<br />

Kalbim ne kadar güçsüz ise dayandığım o derece<br />

güçlü.<br />

İlahi gönlümdeki ağırlığı al!<br />

Yalvarıyor bu biçare kul!<br />

Beni mavinin kollarına, vefasız sevgilinin diyarına<br />

sal!<br />

Sözler bir bir dökülürken göklerden; sen, apansız<br />

çıkma önüme!<br />

Sessiz bir yazı bu, sedef bir yaprak ile kalem<br />

arasında görülmeyen.<br />

Yazdım.<br />

Kalemimden utanarak seni; söyledim dudaklarımla,<br />

duymayarak sesini.<br />

Rüya ile gerçek arasında, bilinmeyene yol alarak<br />

yürüdüm.<br />

Resimlerin renginin solduğu bir karanlık içinde tek<br />

bir renk oldum.<br />

Derunumda sakladıklarımı kimseye açamaz oldum.<br />

Gönlümle müsemma bir mevsimde, sararmış<br />

yapraklarla sürüklenip durdum.<br />

Seher vakti, nurlara karışıp bir gönül’e giremez<br />

oldum<br />

Aşkların, sevenin, sevilenin boynunun bükük<br />

olduğu bir mevsimde, hüzün sardı gönül duvarımı,<br />

keder silahlarını kuşanıp, bu ümitsiz savaşta ganimet<br />

bildi bütün varımı.<br />

Ellerin nerede, şimdi ey sevgili Soğuk mu nefesin,<br />

boğuk mu sesin<br />

Gönlünde, yerim hala saklı mı Adlarımızı yazdığın<br />

ağaç, canlı mı Soğuk yağmurların altında bırakıp<br />

gittiğin hatırında mı<br />

Teni tenime, değmemiş ellerin nerede şimdi, ey<br />

sevgili!<br />

Bir intiharla irkilen ben, bu isyanla savrulan ben!<br />

Hicran, elimde korlardan sonra kalan bir duman.<br />

Can kuşum bu yolda kurban.<br />

Ey sevgili, sararıp soldu; dalından düştü son<br />

yaprak, kasvetli bir yağmura boyandı tabiat.<br />

Bütün sözler manasını yitirdi, ayrılık hiç gitmemek<br />

üzere viraneme serildi. Serin sular öptü<br />

yanaklarımdan, dünya denen mihnet yurdu çekildi<br />

ayaklarımdan.<br />

Bir an bekledim, bir saat, bir gün, bir ay ve bir yıl<br />

gelmedi o beklenen.<br />

İsmi ile müsemma bir mevsimde son buldu<br />

bekleyişim, artık beklemem.<br />

“O gün tabiat başka bir türlü yaşıyordu.<br />

Kalbin acı, gözlerin yaşla dolmuştu senin;<br />

Yapraklar gibi yere dökülüyordu senin;<br />

O nağme mesafeyi, zaman aşıyordu.<br />

O bir beste değildi: Kuşlar ağlaşıyordu.”<br />

(Hüseyin Nihal ATSIZ)<br />

36


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Milletlerin çeşitli sebeplerle bölünmesi, Milliyetçilerin<br />

meseleleri arasındadır. İlkçağ’da genel<br />

bölünme sebebi, askeri güç kullanma kabiliyetinden<br />

kaynaklanan sınıfsal farklılıktı. “Köleci toplum”<br />

olarak Marksist diyalektiğe zemin hazırlayan<br />

bu bölünme, Ortaçağ’da dejenere olarak devam<br />

etti. Bölünmenin “milliyet” açısından en mahzurlu<br />

tarafı, sınıf ayırımının “ hukuki açıdan da<br />

kurumlaşması”ydı. Mülkiyet hakkının soylular<br />

tarafından resmen gasp edilmesi anlamına gelen<br />

bu kurumlaşma, Roma Hukukunda “partici-pleb<br />

ayrışması”, Ortaçağ Avrupası’nda ise “feodalite”<br />

olarak yaşandı.<br />

“YÜZLEŞME !”<br />

37<br />

Bizim Ortak Sırlarımız<br />

Türkler için durum farklıydı. Türk Milliyetçileri,<br />

bilimin parlak ışığı ile aydınlandıkça kendi tarihlerinde<br />

bu kavramların bulunmadığını fark ettiler.<br />

Hayvancılığa dayalı ekonominin doğal sonucu<br />

olan “konar-göçer üretim sistemi,” Türklerin tarım<br />

toplumları gibi toprak mülkiyetine itibar etmediklerini<br />

gösteriyordu. Marksist teorisyenlerin bir saflığa,<br />

öze dönüş gibi gördükleri ve hedeflerine aldıkları “ilkel<br />

komünal toplum” yapısı bizde zaten kültürleşecek<br />

kadar uzun sürmüştü.<br />

Türklerde devlet hayatına geçildikten sonra<br />

bile mülkiyet hakkı, boyların komünal tasarrufu<br />

altındaydı. Boy beyine ve saltanatına duyulan doğal<br />

bağlılığı göz ardı edersek, “su kullananın, toprak<br />

işleyenin” anlayışıyla kurulan komünal hukuk sistemi,<br />

toprak sahibi bir “asiller” sınıfının oluşmasını<br />

engellemişti. Aynı sebeple, bu alandaki kitapların<br />

Avrupa-merkezci bir üslupla yazıldığı Avrupa’daki<br />

gibi toprakla birlikte alınıp satılan bir köle (serf)<br />

sınıfı da oluşmamıştı.<br />

Osmanlı döneminde bile aynı model İslam’ın da<br />

elvermesiyle korunmuş, Miri Arazi Sistemi, “Asya<br />

cennetinin anahtarı” olmuştu. Ancak galiba Marks’ın<br />

bu oryantal ütopyası, kitabının bizim Marksistlerin<br />

okumadığı tarafında kalmıştı.<br />

Bazı akademisyen Marksistlerin “Asya tipi üretim<br />

tarzı” dediği bu farklılık, bizi “teorinin istiap<br />

edemediği” özgün bir millet haline getirmişti. Peki<br />

biz nasıl bölünebilirdik Marksist “sınıf” devrimcileri,<br />

doğu toplumlarının duygusal ve maneviyat<br />

eksenli zihin yapısını dikkate alarak, “mezhep olgusunu”<br />

işlemeye yöneldiler.<br />

Türkler, 1800’lerde Avrupa’da yaşanan sanayi<br />

toplumuna geçiş dönemin yine farklı işlerle meşgul<br />

olmuşlardı. Avrupa’da Fransız İhtilâli ile esnaf ve zenaatkarlar,<br />

mülkiyet hakkı yönünde özgürleşerek Kapitalizme<br />

yönelmişti. Özgür kalan köle sınıfı, hızla<br />

kentleşerek, “işçi” kimliği kazanmıştı. 1848 ve 1870<br />

ihtilallerinde Sosyalizmin ilk hamleleri denenmişti.<br />

Türkler ise bu yılları askeri ve hukuksal ıslahatlarla<br />

ama Sanayi Devrimini ıskalayarak geçirmişlerdi.<br />

Şimdi, 1970’lerde işçi sınıfı ihtilali başlamıştı ama<br />

unutulan bir şey vardı. Türkiye’de sınıf kültürü yoktu.<br />

Daha da önemlisi İşçi sınıfı yoktu. Tarım işçisi de<br />

babasının tarlasında çalışan garibandı. Ayrıca “Selamünaleyküm<br />

ağalar” diye gelmeyince bırakın köylerden<br />

militan toplamayı, özellikle Sünni köylerden<br />

oy bile alamıyordunuz. Ama Alevi köylerde ve mahallelerde<br />

sömürülecek bir şeyler kalmıştı.<br />

Sel Gider Kum Kalır<br />

Bizim 12 Eylül öncesinde “sınıfçı devrimcilere”<br />

bir türlü anlatamadığımız “milli sırlarımız” bunlardı.<br />

Sonradan Sencer Divitçioğlu, Demirtaş Ceyhun gibi<br />

aklı başında Marksistler, bu farklı yapıyı, dilleri<br />

döndüğünce ortaya koymaya çalıştılar. Pek çok sosyete<br />

Marksisti, Cengiz Çandar gibi, Hasan Cemal<br />

gibi özeleştiri yazıları yazarak kapitalist sisteme entegre<br />

oldu. Ancak “alışmış paçada don durmuyordu.”<br />

Bu fikir fahişeleri, bu kez de yeni gayri milli<br />

heyecanlar içinde Sorosçu “ileri demokrasi” projesinin<br />

mihmandarlığına soyundular.<br />

Sünnisiyle, Alevisiyle, onurlu, savaşçı ruhlu Andolu<br />

çocukları yine tarihi dertleriyle baş başa kaldı.<br />

Arka Bahçe<br />

Türkiye’de sınıfsal bir devrim için Marksistlere<br />

lazım olan sınıf bilinci hiç bir zaman olmadı. Tam tersine<br />

Türkler toprak köleliğini yaşamadığı için “efendi<br />

millet” kültürüne dayalı askeri örgütlenme kabiliyeti,<br />

ideolojik çatışmayı farklı mecralara sürükledi. Özellikle<br />

kutsal bir dava için sokağa çıkan Türklerde tarifi<br />

teori kitaplarına sığmayan bir “özsaygı” mevcuttu.<br />

Türkler, sadece Avrupa’daki “soylular sınıfı”nda<br />

görülebilecek bir yoğunlukla köklerine, ailelerine ve<br />

kültürel aidiyet merkezlerine (mesela mezheplerine)<br />

saygıyla bağlı kaldılar. Bu durumda Türklerin, tarihlerinden<br />

gelmeyen bir “alt sınıf psikolojisi” yerine<br />

mezhep mensubiyetine rücu etmeleri gayet tabii idi.<br />

İşte bu nedenle Türkiye’de aradığını bulamayan<br />

ve “sınıfsal devrimci savaş”ta ray değiştiren Marksistler,<br />

“sınıf farkı”nın yerine “mezhep farkı”nı ikâme<br />

ettiler. Marksistler 1970’lerde Alevi- Kızılbaş Türkleri,<br />

onlarda mevcut mistik hak arama ve ukdeleşmiş


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

adalet aşkı nedeniyle kısa sürede militarize ettiler.<br />

Marksist teori, nihayet Türkiye’de söylemlerine uygun<br />

bir “hak gaspı fenomeni”ne kavuşmuştu.<br />

Sağdaki geleneksel Osmanlı öykünmeciliği de<br />

Marksistlerin bu stratejik hamlesini meşrulaştırdı.<br />

Eğitim sorunları nedeniyle şekilciliğin ve sembollerin<br />

ideolojiyi gölgede bıraktığı bu yıllarda sağcıların<br />

astığı tarihi duvar posterlerinde sultanların bıyıkları<br />

ne kadar uzunsa devrimci bir militanın bıyığı da o<br />

kadar alt dudağına doğru inmeye başladı ve bir süre<br />

sonra Stalin’le Troçki arasında bir yerlerde kendisine<br />

“anlamlı” bir yer buldu.<br />

Böylece Türk Milleti arasında Babailerle,<br />

Şeyh Bedreddin’le, Uzun Hasan’la, Şah İsmail’le<br />

tarihselleşmiş olan siyasi bölünme, 12 Eylül öncesinde<br />

sokaklardaki sağ-sol çatışmasına eklemlenmiş<br />

oldu. İdeolojik gençlik eylemleri, pek çok mahallede<br />

ve Çorum, Sivas, Maraş olaylarında kitleselleşerek<br />

“mezhep tabanı”na oturdu. Marksist anarşizm, aynı<br />

göğün çocuklarını bir kez daha can evinden vurmuştu.<br />

Sağcılar Alevi solcuları “Ali’siz Alevilik”le itham<br />

ederken, solcu Aleviler, Hz. Hüseyin’in davacısı<br />

rolünü terk etmiyor ve karşılarındaki kitleyi Yezid’in<br />

halefleri gibi görüyorlardı. Devrimciler Pir Sultan<br />

Abdal olmuştu, Ülkücüler de senaryoya göre Hızır<br />

Paşa... Onlara göre ise Ülkücüler, İran ve Mısır fatihi<br />

Yavuz, solcu Aleviler ise Uzun Hasan veya Şah<br />

İsmail’di. Türkiye gibi savaşçı bir toplumda kavga<br />

etmek isteyenlerin “mukaddes bahaneler” bulması<br />

hiç de zor olmuyordu.<br />

Biz...<br />

Biz, Türk Milliyetçileri olarak, kavgadan sonra<br />

geçen zamanı belki her bakımdan çok iyi<br />

değerlendiremedik. Ancak oyunu bir kez daha salim<br />

bir kafayla okuduğumuzda hepimizin, bütün Türk<br />

Milletinin bir uyanışa muhtaç olduğumuzu fark ettik.<br />

Milli bir devletin vatandaşlarıydık. Daha da<br />

büyümesini, cihana hakim olmasını istiyorduk. Ama<br />

daha öz kardeşlerimizle bile anlaşamıyorduk. Bir<br />

şeylerin değişmesi gerekiyordu.<br />

Türk Milletini bölen her türlü faktörü masaya<br />

yatırdık. Tarihin omuzlarımıza yüklediği milli<br />

emtianın ağırlığını bir kez daha analiz ettik. Düşman<br />

cephesinin ne kadar geniş ve derin olduğunu gördük.<br />

Öz kardeşlerimizle neden kavga ettiğimizi sorguladık.<br />

Geçmişi geride bıraktık, ders alarak geleceğe baktık.<br />

Hatanın kimde olduğuna hiç aldırış bile etmeden<br />

sağcısıyla, solcusuyla Alevi-Kızılbaş kardeşlerimizle<br />

kucaklaşma kararı aldık. İnsan sevgisine dayanan<br />

Milliyetçi fikir sistemimiz, zaten buna elverişliydi.<br />

Tarihi yeniden yapamazdık; ama onu yeniden yazabilirdik.<br />

Kendi siyaset kültürümüzden amiyane<br />

dedikodular hükmündeki itici hikâyelerin izlerini<br />

silmemiz mümkündü.<br />

Dersim Olayı,<br />

Bugünlerde gündemde olan Dersim davası,<br />

karşılıklı hatalarla büyütülmüş inzibati bir dramdır.<br />

Bu olayda ne vatan borcunu ödeyen Mehmetçik’e<br />

kurşun atılmasını hoş görebiliriz ne de masum sivillerin<br />

öldürülmesine onay verebiliriz. Halkımızın<br />

bir kesiminde Dersim olayından kalan cumhuriyet<br />

karşıtlığının ve devlet düşmanlığının (mesela PKK<br />

tarafından) sömürülmeye müsait bir travmatik yara<br />

olmasından hareketle, toplumu böylesine yaralayan<br />

ağır tenkil harekâtlarının eşkıyalık kadar zararlı<br />

olduğunu görüyor; ne despotluğa ne de asiliğe onay<br />

veriyoruz. Konunun siyasi sömürü aracı haline<br />

getirilmiş olması ise en az bu ikisi kadar ahlaksız bir<br />

tutumdur.<br />

Kolluk kuvvetlerinin, adliyenin tarihte yaptığı<br />

her uygulamaya sahip çıkmanın anlamsızlığı konusunda<br />

-şuursuz askeri despotlukla Mamak’ta<br />

C-5 işkencehanesinde tanışmış, milli bir hareketin<br />

mensupları olarak- bütün Türk Milliyetçileri hemfikirdir.<br />

Ve Kızılbaşlık...<br />

Türkler Müslüman olmadan yüzlerce yıl önce<br />

Muaviye’nin, Yezid’in yaptığı işler yüzünden<br />

Türk’ün Türk’e düşman olması anlamsızdı. Son<br />

otuz yıl içinde ülkeye ve dünyaya bizim gibi bakan,<br />

çocuklarımızın ortak mutluluğu için hayata,<br />

geleceğe, akla, mantığa, bilime daha çok itibar eden<br />

Alevi kardeşlerimizle daha yakından tanıştık.<br />

Aşağıdaki çalışma, bu dostluğun bir nişanesi<br />

olarak yeni TÖRE’nin ilk sayılarından birine nasip<br />

oldu. Tarihin bir yerlerinde cehalet çelmesiyle yere<br />

düşürülen hakikat çerağını yerden alan ve kardeşlik<br />

yolumuzu ilmin ışığıyla aydınlatan Ali Rıza Özdemir<br />

kardeşimize bu vesileyle bir kez daha teşekkür ediyor,<br />

inancından, kültüründen ve ahlakından en az kendimiz<br />

kadar emin olduğumuz Alevi kardeşlerimizi<br />

Türk yüreğimizle bağrımıza basıyoruz. TÖRE’de<br />

uzanan el geri çevrilmez.<br />

Bunu “adımız gibi” biliyoruz.<br />

Editör<br />

38


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

KIZILBAŞLARIN ORTAK BİLİNCİ:<br />

HORASAN<br />

•<br />

Ali Rıza ÖZDEMİR<br />

“Türkler, her bölgeye girdiler; her beldeyi aldılar ve hiçbir engelle<br />

karşılaşmadan her tarafa yayıldılar. Öyle ki, almadıkları memleket,<br />

içmedikleri su, ateşlemedikleri ocak kalmadı. Hükümdarlar,<br />

onların gelişinden ürküp kaçtılar; vardıkları şehirleri doldurdular;<br />

hâkimlerini kovup kendi valilerini tâyin ettiler. (1) ”<br />

Zazaca ve Kurmançça konuşan Kızılbaş kitlelerin,<br />

kökenlerini Horasan’a bağladıklarını Doğu<br />

Türkiye’de yaşayan herkes bilir. İş, artık o raddeye<br />

varmıştır ki, “Horasan” ismi, “Musayip” yahut<br />

“Erenler” gibi bir nevi “parola” halini almıştır.<br />

“Horasan’dan gelmişiz” diyen biri varsa, bilin ki,<br />

Kızılbaş’tır yahut aslı Kızılbaşlara dayanır. Bölgede<br />

araştırma yapan yerli-yabancı ne kadar araştırmacı,<br />

bölgeye ayağı değen ne kadar misyoner-seyyah<br />

varsa, hiçbiri Horasan köken vurgusunu kaydetmeden<br />

geçememiştir. Sadece bölge üzerinde değil,<br />

aşiretler hakkında münferit araştırmalar yapan, özellikle<br />

bunların kültürüne eğilen araştırmacılar da<br />

bu konuya kayıtsız kalamamıştır. Bölgede yaşayan<br />

Kızılbaş kökenli aşiretlerin dip kültürünü esas alanlar,<br />

bunların esasen Türkmen kökenli oldukları konusunda<br />

ağız birliğine varmıştır.<br />

Horasan köken vurgusu, bölgede Kızılbaşların ortak<br />

bilincidir. Bu bilinç öylesine güçlüdür ki, etnikırkçı<br />

bir çizgiye kayarak Kürtçülük yapanlar bile bunun<br />

dışında kalamamışlardır. Örneğin 1938 Tunceli<br />

olaylarının meşhur elebaşısı Seyit Rıza, devlet görevlilerine<br />

yazdığı mektupta “… Şayet hükümet, hizmet<br />

ve sadakatimizden şüphe ederse atalarımızın eskiden<br />

geldikleri yukarı Türkistan, Horasan vilayetine bütün<br />

aşiret mensuplarımızla göç etmeye himmet buyursun”<br />

demiştir. 1921 yılında Ankara hükümetinden<br />

özerklik talep eden, talepleri karşılık bulmayınca da<br />

isyan yolunu tutan Koçgiri aşireti reisi Alişer de Horasan<br />

vurgusu yapmıştır bir şiirinde:<br />

“Ceddimiz Şeyh Hasan, Şah-ı Horasan<br />

Himmeti bizlere olmuş sayeban<br />

İkilik perdesin’ atalım heman<br />

Birlik makamıdır zamanı Dersim.”<br />

Sadece Zazaca ve Kurmançça konuşan Kızılbaş<br />

aşiretler değil, Doğu Türkiye’de dillerini koruyan<br />

Türkmen kitleler de Horasan’dan geldiklerini<br />

ifade etmişlerdir. Tarafımızdan yapılan bir saha<br />

çalışmasında Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı<br />

Türkmenhacı köyünde yaşayan, yaşlı Kızılbaşlar da<br />

Horasan’dan geldiklerini ifade etmişlerdir. Üstelik bu<br />

bilgiyi “büyüklerinden” almışlardı; kuşaktan kuşağa<br />

nakledilen bir bilgiydi.(2)<br />

Bölgede çok ciddi bir saha araştırması yapan ve<br />

yaklaşık 400 köy gezerek büyükşehirler de dâhil<br />

olmak üzere 3000 kişi ile görüşen rahmetli Cemal<br />

Şener, yaşı 60’ın üstünde olan Kurmançça yahut<br />

Zazaca konuşan istisnasız bütün Kızılbaşların, Horasan<br />

köken tezine de dayanarak Türk kimliğini ısrarla<br />

vurguladıklarını ifade etmiştir. (3)<br />

Şeyh Hasanlı aşireti hakkında çok kıymetli bir eser<br />

veren ve bölgede 300 kadar yaşlı Kızılbaş ile görüşen<br />

İsmail Onarlı da, bunların kendilerini Türk, Harezm<br />

ve Kıpçak gibi Türk soylarına dayandırdıklarını tespit<br />

etmiştir. (4)<br />

Şener ve Onarlı’nın tespitleri son derece önemlidir;<br />

çünkü mahallenin içinden konuşmaktadırlar. Bilgi<br />

verdikleri toplumun, bütün renklerine hâkimdirler;<br />

hem yazılı kaynakları ve hem de yaşayan kültürü/<br />

39


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Horasan Savaşçısı<br />

geleneği bilmektedirler.<br />

Esasen bölgede yaşayan Kızılbaş aşiretlerin etnik<br />

kökenleri hakkında yazılı kaynaklar da, özellikle<br />

Osmanlı resmî kayıtları, önemli bilgiler<br />

barındırmaktadır. Bu aşiretlerden önemli kısmının<br />

hangi Türkmen (Oğuz) boyundan olduklarından tutun<br />

da, yaşadıkları yerlere, Kurmançça ve Zazaca<br />

öğrenme süreçlerine kadar çok önemli bilgileri,<br />

Osmanlı resmî kayıtlarında bulmak mümkündür. (5)<br />

Horasan, sadece Türkiye’nin doğusunda yaşayan<br />

Kızılbaş kitlelerin değil, Türkiye Kızılbaşlarının<br />

ortak hafızası, ortak bilinci, ortak vatanıdır.<br />

Türkiye’nin bütün bölgelerinde yapılan çalışmalarda<br />

Kızılbaş kitlelerin Horasan’dan geldiklerine dair ortak<br />

bir bilincin varlığı hemen göze çarpmaktadır. Batı<br />

Anadolu’da yaşayan ve kendilerine “Türkmen” diyen<br />

Kızılbaşların yaşlıları da uzak atalarının Horasan’dan<br />

geldiğini ifade etmektedirler. (6)<br />

Bu aktarımları doğal saymak gerekir. Çünkü tarihi<br />

kaynaklar Türklerin, Arap/Emevi ordularına 300<br />

yıl boyunca direndiklerini, ardından Ali evlâdı(7)<br />

ve Müslüman sûfiler kanalıyla İslâmiyet’i benimsediklerini<br />

göstermektedir.(8) Sadece bu da değil,<br />

Oğuzların Harezm üzerinden geçerek Horasan’a<br />

indiği; Safeviler çağında kesin şeklini alan ve bugün<br />

Kızılbaşlık olarak bilinen kültürün Horasan’da<br />

filizlendiği; bu dönemde Horasan’ın, sûfiliğin birkaç<br />

merkezinden biri olduğu; İslâmiyet’i benimseyen<br />

Oğuzlara, Türkmen ismi verildiği; Türkmenliğin<br />

Horasan’dan Anadolu’ya taşındığı şüpheye mahal<br />

bırakmayacak şekilde ortaya konulmuştur.<br />

Sadece dönemlerinde yazılan tarihi kaynaklar<br />

değil, Türkiye’de Kızılbaşlığın kadim kaynakları<br />

da (velâyetnameler ve buyruklar vb.) buram buram<br />

Horasan kokmaktadır. Hiçbir şeye bakmasanız bile<br />

Hacı Bektaş-ı Veli Velâyetnamesi’nde Türklüğün,<br />

Horasan’dan Anadolu’ya nasıl taşındığını görürsünüz.<br />

Horasan köken tezi, Kürtçülük yapan Alevi<br />

kökenli birçok kişiyi rahatsız etmiştir, etmektedir.<br />

Çünkü her adım başında Horasan’dan geldiğini ve<br />

Türk olduğunu söyleyen yaşlı bilgelerle dolu bir<br />

topluma “Kürtlük” taslamak kolay iş değildir. Hele<br />

ki “Kürtçülük” yapmak, hiç kolay değildir. Bir de<br />

bölgede, tarihsel derinliği olan “Şafi-Alevî” rekabetini<br />

dikkate aldığımızda durum daha da zorlaşmaktadır.<br />

Önceleri Kürtçü çevreler Horasan köken tezini<br />

toptan reddetmekte idiler. Güya, Dersim olaylarından<br />

sonra katliamdan korkarak geliştirilmiş bir söylemdi<br />

bu. Doğu Türkiye’de yaşayan Kızılbaş kitleler,<br />

canlarını kurtarmak için bunu uydurmuşlardı.<br />

Kendisi uydurma olan bu söylem, Kızılbaş kitleler<br />

arasında yer bulmadı. Çünkü Horasan köken<br />

tezi, Dersim olaylarından çok önceden de vardı ve<br />

dönemin kaynakları bunu kayıt altına almıştı. Üstelik<br />

bu tez, sadece Kurmançça ve Zazaca konuşan<br />

Kızılbaş kitlelerde değil, bütün Kızılbaşlarda<br />

40


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

görülüyordu. Daha da kötüsü bu söylem, tarih boyunca<br />

feleğin her türlü çemberinden geçmiş, kimseye<br />

eyvallahı olmamış yiğit ve onurlu bir kitleyi<br />

korkaklıkla suçluyordu. Bu toplum, bunu yemedi.<br />

İnkâr işe yaramayınca, en mahir oldukları özelliklerini<br />

soktular devreye: Bilgi kirliliği yarattılar...<br />

Kimi çevreler, Horasan hakkında çalışmalara<br />

başlayıp, tarihi ters-yüz etmeye başladılar. Hatta<br />

bunlardan biri “Horasan Kimin Yurdu” adında bir<br />

çalışma yayımladı.(9) Ama kitapta Kızılbaş kitlelerin<br />

“Horasan’dan gelen Türkler” oldukları iddiasına<br />

net bir cevap verip, bunu çürütmek yerine, ilgisiz<br />

bilgilerle ve Türklüğe hakarete varan ifadelerle (10)<br />

kafa bulandırmaya çalıştı. “Alisiz Alevilik” diye bir<br />

saçmalığı piyasaya süren bir zihniyetten, başkasını<br />

beklememek lazım zaten!<br />

Kafa bulandırmak, yerleşik ve kadim bilgileri<br />

yenileriyle değiştirmek, bir süreç işidir. Süreç hala<br />

devam ediyor. Horasan köken tezi etkisizleştirilmeye<br />

çalışılıyor. Bunlardan birine göre, güya Horasan<br />

köken tezi, Kasr-ı Şirin Antlaşması (17 Mayıs 1639)<br />

ile Anadolu’ya tekrar gelen Kurmanç kitlelerin<br />

ürünü.(11) Çünkü Safeviler çağında, özellikle Şah<br />

Abbas zamanında Doğu Türkiye ve Musul vilayetinden<br />

Kurmançça konuşan Kızılbaş aşiretlerin bazı<br />

kabileleri, Sünni Özbeklere bir tampon olması için<br />

Horasan’a gönderilmişti. Bugün de Horasan’daki<br />

aşiretlerin bir kısmı aynı adlarını muhafaza ederek<br />

yaşamaktadırlar.<br />

Haricîlerin “Hüküm ancak Allah’ındır” sözüne<br />

karşılık, Hz. Ali’nin “Hak bir söz ama onlar, bununla<br />

batılı murat ediyorlar” demesi gibi, doğru bir bilgi<br />

üzerinden batıla ancak bu kadar davetiye çıkarılabilir.<br />

Birincisi, bu aşiretler bir elin parmakları kadardır;<br />

sayısal olarak azdır. Ayrıca –Kasr-ı Şirin’den sonra<br />

göç olayı doğruysa tabii- bunların sadece bir kısmı<br />

geri dönmüş olmalıdır; çünkü Horasan’a göç eden<br />

aşiretlerin ana kütlesi hala oradadır. Geri dönen az/<br />

küçük bir topluluğun bütün Kurmançça ve Zazaca<br />

konuşan Kızılbaş aşiretlerini etki altına alması, hepsine<br />

“Biz Horasan’dan gelmişiz” dedirtmesi mümkün<br />

değildir.<br />

İkincisi, Horasan köken tezi, Kasr-ı Şirin<br />

Antlaşması’ndan (17 Mayıs 1639) önceki kaynaklarda<br />

da bulunmaktadır.<br />

Üçüncüsü, Doğu Türkiye’de yaşayan Kızılbaş<br />

aşiretler, Horasan’la birlikte “Türk” kimliğine de<br />

vurgu yapmaktadırlar. Oysa Horasan’dan daha sonra<br />

gelen aşiretler zaten Kurmançça konuşuyorlardı.<br />

Son olarak, Horasan köken iddiası sadece Doğu<br />

Türkiye’deki Kızılbaşlarda görülmez; Anadolu’daki<br />

bütün Kızılbaşlarda vardır. Dolayısıyla Horasan<br />

köken tezini daha büyük, Türkiye’deki bütün<br />

Kızılbaşları içine alan büyük göç dalgalarında aramak<br />

gereklidir ki, bu da bizi Selçuklu ve daha sonra<br />

Harzemşahlar çağlarında meydana gelen büyük<br />

Türkmen göçlerine götürmektedir.<br />

Şüphesiz, bundan sonra da aynı çevreler, Horasan<br />

köken tezini etkisizleştirmek için başka girişimlerde<br />

bulunacak, bilgi kirliliği yaratmaya devam edeceklerdir.<br />

Cevaplarını da mutlaka alacaklardır. Çünkü<br />

hakikat, hakikattir; değişmez ve Hazret-i Pir’in<br />

buyurduğu gibi; “Bilgiyle dirilen ölmez.”<br />

Koca bir halkın toplumsal belleğini hafife almak,<br />

kimsenin ne hakkıdır; ne de haddi!<br />

Horasan kelimesi, Farsçada “güneşin yükseldiği<br />

yer” anlamına geliyor. O güneş, uzak atalarının Horasan<br />

Türkleri olduğunu bilen kitleler için bir yaşam<br />

kaynağı olmaya, yollarına ışık tutmaya devam ediyor.<br />

“Kalktık Horasan’dan sökün eyledik” diyen<br />

koca bir gelenek, yaşlı bilgelerin gözlerinde parlıyor.<br />

Aydınlıktan korkanlar, girdikleri karanlık dolambaçlarda<br />

yaşamaya devam etsinler.<br />

Hakikat, yok edilemez!<br />

(1) ‘İmad ud-din, s.9’dan naklen; Prof. Dr. Osman Turan, Selçuklular<br />

Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, s. 113<br />

(2) Mülakatlar tarafımızdan yapılmıştır.<br />

(3) Cemal Şener, Alevîler’in Etnik Kimliği; Alevîler Kürt mü<br />

Türk mü, Etik Yayınları, İstanbul, 2003, s. 37<br />

(4) İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Aşireti, Anayurt’tan Anadolu’ya,<br />

Aydüşü Yayınları, İstanbul, 2001, s. 53<br />

(5) Bu konuyla ilgili çalışmamızı, nasipse, Eylül 2012’de okurlarla<br />

paylaşmak istiyoruz.<br />

(6) Mülakatlar tarafımızdan yapılmıştır.<br />

(7) Ali evlâdı: Hz. Ali’nin soyundan gelenler.<br />

(8) İslâmiyet’i benimseyen diğer halklarda Muaviye, Yezit ve<br />

Mervan gibi isimler hâlâ diri şekilde yaşarken, Türklerde bu isimler<br />

tarih boyunca görülmemiştir. Hiçbir Türk, kendi çocuğuna bu<br />

isimleri layık görmemiştir.<br />

(9) Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu, Berfin Yay., İst., 1998<br />

(10) Faik Bulut, Horasan Kimin Yurdu. Örneğin Türk<br />

topluluklarını ardı ardına sayarak “atlı olmanın çevikleştirdiği<br />

oynak ilişkileri”, (s. 126); Orta Asya için “göçebe barbarlığın<br />

uzun süre tükenmeyen pınarı”, (s. 126); aslında Türk olan birçok<br />

kavmin karma olduğunu ifade etmesi için “Türkik” kelimesini<br />

kullanması vb… Hayvancılıkla geçinen Türk boyları için ısrarla<br />

“çoban” sıfatını kullanan (birçok yerde) Bulut’un kaleminde<br />

hayvancılıkla geçinen Kürt aşiretleri ise “otlatıcı konar göçer<br />

göçebe” yahut “göçebe yanı ağır basan kabileler” olmaktadır.<br />

(s. 182-183)<br />

(11) Mehmet Bayrak’ın ifadeleri için bkz: Tevfik Taş, “Tunceli:<br />

Dersim Dört Dağ İçinde”, Atlas, 2010/11, s. 74<br />

41


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

KAHIR LEKESİ<br />

•<br />

Sevim YAKICI<br />

Elest meclislerinde imzalandı antlaşma,<br />

Bende tüm hançerlere yetecek kadar can var.<br />

Sonsuzluğa adanmak inancım gereğidir,<br />

Çelikleşmiş irade, müthiş bir heyecân var.<br />

Hasretimi kusarken yüreğimdeki pınar,<br />

Mevlâm çok sevdiğini ayrılıklarla sınar,<br />

Gözde kahır lekesi, gönül koca bir çınar,<br />

Dallarında mahşeri boğacak kadar kan var!<br />

Ruhum âsî bir ırmak akar durur tersine,<br />

Benliğim hâlâ şaşkın çalışsa da dersine,<br />

Ahtım var asla mağlup olmayacak hırsına,<br />

Heybemde epey hüzün yeterince ziyân var!<br />

Her vurgun bir sebebe bağlıyken kâinatta,<br />

Sabretmeyi öğrendim yontuldukça hayatta,<br />

Düşe kalka yürürken sevdâ denen sıratta,<br />

Kudrete teslim olan her zerremde imân var.<br />

Çıkılması güç olan bir yamaçtım düz oldum,<br />

Bazen zifiri gece bazen de gündüz oldum,<br />

Çile tezgâhlarında örüldüm sündüs oldum,<br />

İlmeğimde gözyaşı, desenimde figan var!<br />

Musallat olan şeytan kovuldu sonsuza dek,<br />

Kemiremiyor artık varlığımı engerek,<br />

Bana isim ne lazım, yalancı aşk ne gerek,<br />

Ne dilimde vuslatın, ne düşümde sîman var!<br />

Önüme geldi her şey beklemeyi bildikçe,<br />

Sonsuz teslimiyetle gözyaşımı sildikçe,<br />

Hayırda kazanırken, kemlikte eksildikçe,<br />

Bir elimde saltanat bir elimde cihân var.<br />

Git yolun açık olsun azat ettim seni yar,<br />

Bende hayat ebrûli, Leyla bende bahtiyar,<br />

Hicran olup sevdâya gezsem de diyar diyar,<br />

Derûnumda bir ömür yetecek kadar sen var!<br />

Bende bana daha çok yetecek sen var!<br />

42


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

TÜRK MİLLİYETÇİSİ GENÇLERİN<br />

EĞİTİM VE ÜNİVERSİTE VİZYONU ÜZERİNE<br />

•<br />

Burçin ÖNER - Dilek AKILLIOĞLU - Yunus Emre UYAR<br />

Eğitim kavramı için yurtta en çok kabul gören<br />

ve tabiatıyla en çok kullanılan Sarp ERTÜRK’ün<br />

tanımıdır. O’na göre “Eğitim, bireyin davranışlarında<br />

kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istendik<br />

yönde değişiklik oluşturma sürecidir.”(1) Fransızca<br />

kökenli vizyon kavramı içinse doğrudan TDK<br />

Sözlük’e bakıldığında “Görünüm, ülkü, sağgörü,<br />

sinema ve televizyon gösterimi; mecazen de ileri<br />

görüş”(2) karşılıkları verildiği görülür. Burada<br />

eğitim kavramının yanına vizyonu mecaz anlamıyla<br />

iliştirmek suretiyle eğitim vizyonu ad öbeği için<br />

“Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla<br />

kasıtlı olarak istendik yönde davranışlar oluşturma<br />

süreci hakkındaki öngörüler bütünü” şeklinde bir<br />

tanımlamaya gidilebilir.<br />

TDK sözlük ideoloji kavramı için “Siyasi veya<br />

toplumsal bir öğreti oluşturan, bir partinin ya da<br />

hükümetin davranışlarına yön veren politik, hukuki,<br />

bilimsel, felsefi, dini, estetik düşünceler bütünü.”(3)<br />

şeklinde bir tanımlamaya gitmiştir. İdeoloji-eğitim<br />

ilişkisi gözeten bir nazar kuşkusuz bu tanımda ilk<br />

olarak “öğreti” öğesine dikkat edecektir. Tanımın<br />

devamındaki felsefi, dini, estetik gibi sahalar da söz<br />

konusu eğitimin boyutlarını haber verici niteliktedir.<br />

Açıktır ki, ideolojiler varlıklarını ancak eğitimle<br />

sürdürürler. Bu sebeple Türk milliyetçiliği ideolojisi<br />

üzerine bina olunan cumhuriyetin bekası için kurucu<br />

kadro tarafından belli başlı önlemler alınmıştır.<br />

Bugüne kalan ve ele alınan konuyla en ilgili olan<br />

somut bir örneği mevcut öğretim programlarında da<br />

belirtildiği üzere milli eğitimin genel amaçlarından<br />

birisi de “Türk milletinin bütün fertlerini Atatürk<br />

inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan<br />

Atatürk milliyetçiliğine bağlı insan yetiştirmektir.”<br />

(4) ifadesidir. Eğitimle ideoloji arasında bir karşılıklı<br />

bağımlılık ilişkisi bulunduğunu söylemek mümkündür.<br />

İdeolojiler eğitimle sürdürülebildiği gibi,<br />

eğitim de ideolojisiz düşünülemez.<br />

Burada anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğinden<br />

kastolunan “Atatürk Milliyetçiliği”<br />

diye bir milliyetçilik tanımı yapmayan, aslında hiçbir<br />

ek milliyetçilik tarifine gerek duymadan sadece bir<br />

Türk milliyetçisi olmayı bir gurur kaynağı olarak<br />

gören Atatürk’ün Türkçü eylem ve söylemleri olup,<br />

bunun ölümünden sonraki yozlaştırılmasını hesaba<br />

katmamak gerekir.<br />

Bunun haricinde Durmuş HOCAOĞLU ise eğitim<br />

ve öğretimin aynı şey olarak algılanmasından<br />

bahseder. Ona göre; Birbirlerine yakın ve ilintili<br />

olmakla beraber, “belirli birtakım bilgi ve<br />

becerilerin kazandırılması süreci” olarak kısaca<br />

tanımlanabilecek öğretim’den farklı olan Eğitim,<br />

esas olarak “terbiye”dir ve kalın çizgilerle, “belirli<br />

birtakım değerleri, normları, kuralları ve düşünce,<br />

davranış ve yaşayış tarzlarını kabûl ettirme, benimsetme,<br />

içselleştirme süreci” olarak tanımlanabilir.<br />

Hocaoğlu eğitimden anlaşılanın “okul eğitimi”<br />

olduğunu da insanların yanılgılarının arasına<br />

eklemiştir. Hatta bunu ifade ederken Cumhuriyet’in<br />

ilk yıllarında Türkiye’ye de gelerek görüşlerini bildiren<br />

eğitim filozofu John Dewey’in okul eğitimi<br />

için “çocukları istenilen kadın ve erkek tiplerine<br />

çevirecek” bir ameliyat şeklindeki tanımlamasından<br />

da faydalanmıştır. Bununla birlikte eğitimin bir<br />

milletin inşasında onsuz olunamayacak bir süreç<br />

olduğunu da ifadelerine eklemiştir.<br />

Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonu<br />

dendiğinde akla ilk gelen onların şerefli birer mensubu<br />

bulunmaktan onur duydukları cumhuriyetin<br />

kurucu ideolojisi olan kendi ideolojilerinin eğitim<br />

kanalıyla bekasını sağlamak hususundaki ahvalidir.<br />

Çünkü ideoloji eğitimi sıradan bir eğitim değildir.<br />

İdeoloji siyasi organizmanın zihni konumunda<br />

olduğundan bu zihnin bünyeye hükmünü daim<br />

kılmak da ancak ideolojinin nesillere aktarılmasıyla<br />

mümkündür. Öyleyse ilk aşamada Türk milliyetçileri<br />

için ideoloji eğitiminin aslında bir var olma bir beka<br />

sağlama mücadelesi olduğunun vurgulanması gerekir.<br />

İdealde bir Türk milliyetçisi elindeki tüm malzemeyi<br />

ideolojisi uğrunda kullanılacak araç olarak<br />

görür. Bu araçların en etkilisi de kuşkusuz onun<br />

43


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

mesleğidir. İdeal taşımayan, dava gütmeyen yani Le<br />

Bönn’ün dolaylı ifadesiyle ve Kısakürek’in doğrudan<br />

ifadesiyle “hayvan” diye nitelenerek insani bir hususiyetten<br />

yoksun görünen insanlar için sahip olunan<br />

uğrunda bir maddi vasıtayken ideal sahibi olanlar için<br />

menfaatleri art plana iterek doğrudan emeller uğrunda<br />

kullanılacak kutlu birer vasıta halini alırlar.<br />

Yani mesleği, bir idealistin ideali için kullandığı bir<br />

silah vazifesi görür. Türk milliyetçileri de birer idealist/ülkücü<br />

olarak mutlaka mesleklerini idealleri için<br />

kullanılacak birer vasıta olarak görmelidir.<br />

Türk milliyetçisi olup da aynı zamanda genç olanlar<br />

büyük ölçüde henüz meslek edinmemiş olduklarından<br />

onlar için kendi ideallerine en iyi hizmeti sunabilecekleri<br />

mesleklerin hangilerinin olduğu üzerinde<br />

düşünmek gerekir. Pedogoji için muhakkak ki meslek<br />

tercihi yapılırken “ideolojiye hizmet edilecek meslek<br />

seçmek” gibi bir ifade kabul edilemeyecek cinstendir;<br />

ancak önerilen bunun tercih etmeni değil etmenlerinden<br />

biri olarak öne sürülmesidir. Zaten meslek seçiminin<br />

iki temel etmeni bireyin şahsiyeti ve arzusudur.<br />

Şahsiyeti idealist algılarla bezenmiş birey –bu da<br />

ancak idealist eğitimcilerle mümkündür- doğrudan<br />

ideal gerçekleştirmeyi arzulayacak, bu arzusu da onu<br />

idealine hizmet edecek mesleğe yönlendirecektir. Bu<br />

ifade için bir genelleme yapılsa da yapılmasa da “ideolojiye<br />

hizmete katkısı” pedagojinin öngördüğü diğer<br />

etmenlerin arasına eklenebilir. Böylelikle milliyetçi<br />

camia mensupları gençlerinin meslek hazırlayıcısı<br />

olan üniversitelere yerleşme dönemindeki terciherde<br />

kendi fikriyatları için önemli bir değişkeni de<br />

göz önünde bulundurma imkânına kavuşabilirler. Bu<br />

türden bir çalışmanın yurt genelinde yürütülmesiyle<br />

elde edilecek bir raporda Türk milliyetçiliğinin kısa<br />

ve uzun vadede hangi meslek sahalarında var olması<br />

gerektiği hakkında fikri yürütülebilir.<br />

Unutulmamalıdır ki yurdun düşünsel seyrine yön<br />

vermek idealiyle yola çıkan her camia meslekleri<br />

kullanmakta, mesleklerin kendilerine getirilerini hesaplayarak<br />

kendi ideolojilerine göre yetiştirdikleri<br />

insan gücünü kendilerine gereken meslek alanlarına<br />

yönlendirerek bu alanlarda hegemonya kurabilmekte<br />

ve bu sayede bu alanların getirilerinden üst düzeyde<br />

yararlanabilmektedir.<br />

Öyleyse Türk milliyetçileri de bu yarışta yer almak<br />

için kendi ideolojilerine göre yetiştirdikleri insan<br />

gücünü mesleki alanlara kontrollü bir biçimde yönlendirilmelidir.<br />

Bu denetimi sağlayacak olan da gençler<br />

için üniversitelerde hangi bölümlerin ideolojiye<br />

hizmet noktasında neler kazandıracağının, ne kadar<br />

kazandıracağının tespit ve tahlili yönündeki bu türden<br />

çalışmalardır.<br />

Meseleyi yukarıda verilen eğitim vizyonu tanımıyla<br />

örtüştürmek için de sözü edilen istendik yöndeki<br />

davranışın milliyetçi gençlerin, milliyetçi camianın<br />

stratejisine uygun bir şekilde mesleklere yönlendirmeleri<br />

olduğu söylenebilir. Öngörüler bütünü de kısaca<br />

bunun kontrollü bir şekilde temin edilmesidir. Gerçi<br />

bu noktada akıllara milliyetçi camianın bu yönde bir<br />

stratejisinin olmadığı gelecek olsa da umulan o ki bu<br />

çalışma böyle bir strateji edinmenin gerekliliğini anlatacak<br />

süreci de başlatacaktır.<br />

Yukarıda belirtilen temel gerekçeye dayanarak<br />

eğitim fakültesiyle sınırlandırılmak suretiyle yapılan<br />

bu çalışmada mesleklere hazırlayan akademik eğitim<br />

bölümlerinin hangilerinin Türk milliyetçiliği ideolojisine<br />

ne türden imkânlar sunabileceğine dair uzun<br />

sürmesini dilediğimiz bir tartışma başlatmak niyetindeyiz.<br />

Öğretmenlik mesleğinde hangi branşın Türk<br />

milliyetçiliği fikriyatına hizmet etmekte ne gibi<br />

imkânlarının bulunduğu sorusunu yanıtlamak için<br />

bizzat söz konusu bölümlerin öğrencilerinin fikirlerine<br />

başvurulmuştur. Görüşme tekniği ile alınan<br />

düşünceler tenkid ve tahlile tabi tutulmuştur. Böylelikle<br />

Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonuna<br />

dair bir pencere açmak imkânı doğmuştur.<br />

“Bir Türkçe öğretmeni olarak öğrencilere programda<br />

belirtilen kazanımlardan ideolojimizle en ilgili<br />

olanları layıkıyla kazandırarak önemli bir hizmette<br />

bulunabileceğimi sanıyorum. Bir kere Türkçe<br />

öğretmeni olarak öğrencilerin dinleme / izleme<br />

becerilerini geliştirme görevi benim omuzlarımdadır.<br />

Öğrenciler ne kadar yüksek bir dinleme becerisine<br />

sahip olurlarsa medyanın onlara empoze ettiği gayri<br />

milli öğeleri o kadar iyi dinleyebilecek, iyi dinlemenin<br />

gerektirdiği eleştirel dinlemeyi sağlayarak yandaş<br />

medyanın propagandasına teslim olmayacaktır. Ben<br />

branşım gereği öğrenciye dinlediklerini ve izlediklerini<br />

anlama, çözümleme, eleştirme, sorgulama, ilişki<br />

kurma, değerlendirme, analiz etme, sentezleme,<br />

uygulama gibi becerileri kazandırmak imkânına sahibim.<br />

Aynısını okuma için de söyleyebilirim. Öyleyse<br />

medyanın hem görsel hem de basılı silahlarına karşı<br />

uyanık durabilen insanlar yetiştirerek çocuklarımızın<br />

zihinlerine hücum eden küresel sermayenin medya<br />

silahını ekarte edebilirim.<br />

Yine bu becerilerle onları ideolojimizi edinmeye<br />

gayet uygun insanlar haline getirebilirim. Ne<br />

de olsa ideolojimiz metinler aracılığıyla taşınıyor<br />

benim layıkıyla verdiğim okuma eğitiminden sonra<br />

çocuklarımız fikriyatımızın anlatıldığı, sezdirildiği<br />

yayınları daha verimli bir halde okuyacaktır.<br />

Onların Türkçülüğün Esasları’ndan en iyi şekilde<br />

44


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

benim vereceğim okuma eğitiminin başarısıyla mümkündür.<br />

Benim çocuklara kazandırmakla yükümlü olduğum<br />

konuşma ve yazma becerileri ise okuyarak ve dinleyerek<br />

edindiklerini kitlelere en kaliteli bir biçimde anlatabilecek<br />

insanlar yetiştirmem sonucunu doğurur.<br />

Ben onlara ne kadar iyi yazmayı öğretirsem benim<br />

okutmayla onlara kazandırdıklarımı ileride diğer<br />

insanlara o kadar etkili anlatarak ideolojimizin<br />

yayılmasında bir domino etkisi yaratacaktır.<br />

Konuşma da aynı şekil. Meclislerde insanları hem<br />

anlamca hem şeklen etkileyecek insanlar olabilirler.<br />

Görev yapacak olduğum okulların tiyatro, şiir<br />

gösterileri gibi etkinliklerden de büyük ölçüde ben<br />

sorulu olacak, ben yöneteceğim. Bu tür etkinlikler<br />

hem izleyen öğrenci ve veliler için hem de katılımcı<br />

öğrenciler için derin izler bırakır. Mesela öğrencimle<br />

düzenlediğim geniş çapta bir şiir dinletisinde onlara<br />

Türkçü şiirler okuturum. Atsız, Asya vb. Hiç değilse<br />

Hikmet Ran gibilerinin dayatılmasını önlemiş olurum.<br />

Yine okullarda öğrencilerin kitap okumalarından<br />

birinci derecede sorumlu kişi ben olacağım. Sınıf<br />

kitaplıkları ve okul kütüphanesini denetimim altına<br />

alma imkânı bularak buralara sapkın ideolojilerin<br />

yayınlarının girmesini önleyeceğim gibi, milliyetçi<br />

çizgideki eserlerle bezeyecek ve okutma<br />

kampanyaları başlatacağım. Bulunduğum okul<br />

kütüphanesini Türkçü dergilere abone yapacağım.”<br />

Görülen o ki bu çalışma dâhilinde kendisine<br />

araştırma problemi sorulan, Türkçe öğretmenliği<br />

bölümünde öğrenci olan bir Türk milliyetçisi genç<br />

ideolojisine hizmet etmek için görevini ideolojisini<br />

edindirebilecek ve yayabilecek özelliklere sahip<br />

insan yetiştirmekte kullanacağını söylemektedir.<br />

Bugün gerçekten bu fikriyatı edindirebilecek ve yayacak<br />

insan gücünün eksikliği önemli bir yakınma konusudur.<br />

Öyleyse milliyetçi camianın bu eksikliğini<br />

gidermek üzere bu tür insanların yetiştirilmesine<br />

imkân bulunan Türkçe öğretmenlerine bunun uzun<br />

vadeye yayılması içinse Türkçe öğretmenliği<br />

bölümünde öğrencilere ihtiyacı vardır. Yine<br />

yeni kuşağın medya kanallı gayri milli propagandaya<br />

direnen şekil alabilmesi için de Türkçe<br />

öğretmenlerinin önemli bir görevi vardır. Bugün tiyatro<br />

gösterisi, şiir dinletisi adı altında enternasyonal<br />

fikriyatın yayılmaya çalışıldığı önemli bir saha<br />

olan bu tür etkinliklerin düzenlenme noktalarında da<br />

Türkçü Türkçe öğretmenleri olmalıdır.<br />

Malum olunduğu üzere milliyetçi camianın medyadaki<br />

gücü istenilen düzeyde olmadığı gibi enternasyonal<br />

medya epey güçlü konumda olmakla birlikte<br />

bu gücünü kendi dünya görüşünü yaymakta<br />

kullanmakta hiç değilse yansız iletilerini bile dünya<br />

görüşü tesiri altında bildirmektedir. Böyle bir tablo<br />

karşısında medya okuryazarlığı için gerekli olan<br />

temel dil becerilerini edindirmek milliyetçi dünya<br />

görüşü için hayati bir öneme sahiptir. Bu da söz konusu<br />

sahayı yukarıda önerilenleri de dikkate alarak<br />

mesleğini fikriyatının doğrultusunda kullanmak niyetindeki<br />

gençler için şiddetle önerilebilir kılar.<br />

“Ben fen bilgisi öğretmenliği 3.sınıf öğrencisiyim.<br />

İdeolojilerimin gerekliliklerini sözelci öğretmenler<br />

kadar yansıtabileceğimi düşünmüyorum çünkü fen<br />

bilgisi nicel bir derstir aynı zamanda verilecek bilgi<br />

sınırlıdır. Yani öğrencilere bir konu anlatılırken<br />

taraflı anlatılmaz. Başka branşlar ideolojiyi<br />

yansıtma açısından daha başarılı olacaklardır<br />

mesela okul öncesi öğretmenleri, sınıf öğretmenleri,<br />

Türkçe ve sosyal bilgiler öğretmenleri…<br />

Netice olarak fen dersi bilimin anlatıldığı bir<br />

derstir ve taraflı anlatılmaz anlatılsa da etik olmaz.<br />

Hadi anlatmaya kalktık; en fazla Einstain’in yerine<br />

Edison’u savunurum, böyle bir şeyin olması da etik<br />

değildir. Lakin ders dışında ideolojiler yansıtılabilir.<br />

Bir öğretmen olarak öğrencilere örnek olmak onlara<br />

gelecek konusunda bir yol haritası teşkil etmek önemlidir.<br />

Bu hususta geleceğe en iyi hüküm eden gelecek<br />

nesli yetiştirecek öğretmenlerdir. Öğretmenlerin ders<br />

dışında ki duruşlarını iyi belirlemeli ve örnek olma<br />

açısından hassasiyetlerini gündeme getirmelidirler.<br />

Yani öğretmenlerin öğrencilerini milli duygularla<br />

şuurlandırma çabasına girmesi gereklidir. Devletine<br />

milletine, gelenek göreneklerine, dini değerlerine,<br />

ailesine, geleceğine geçmişine sahip çıkan, batı özentisi<br />

olmayan sağduyulu Türk öğrenciler yetiştirmemiz<br />

lazımdır.<br />

Türk milletini muasır medeniyetler seviyesine<br />

çıkarmak için bizim ilime, fenne ihtiyacımız vardır.<br />

Fenni ve ilimi elinde tutanlar diğerlerine her zaman<br />

hüküm ederler ve başkalarına muhtaç yaşamazlar.<br />

Bu nedenle ideolojimin bana gerektirdiği öğrencilere<br />

fen bilgisi dersini en iyi şekilde anlatmamdır. Milletimizin<br />

yükselerek diğer toplumlara karşı olan<br />

yarışını geçmek için fenni elimizde tutup kavgamızı<br />

kalemle kazanmamız lazımdır. Ben bir fen bilgisi<br />

öğretmeni olarak bilimi fenni elinde tutan, milli<br />

kimliğine karşı en duyarlı öğrenciler yetiştirmek için<br />

çabalayacağım, bunun için elimden gelen her şeyi<br />

yapacağım.”<br />

Kendisiyle görüşülen Fen Bilgisi öğretmeni adayı<br />

mesleğinin branşı gereği ideoloji için birinci dereceden<br />

hizmet imkânı sunmayacağı kanısında görünüyor.<br />

Ancak bu önermesi için sunduğu gerekçe tatmin<br />

edici cinsten değil. Fen Bilgisi dersinde bilimin<br />

45


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

anlatılması diğerlerinden farklı bir yönü değildir.<br />

Görüşülen öğrenci topu branşının dışına doğrudan<br />

mesleğine atıyor. Milli şuur sahibi insan iyi insana<br />

eşittir varsayımından yola çıkarak görüşülenin<br />

mesleği sayesinde yetiştirmeyi öngördüğü iyi insan,<br />

milli şuur sahibi insan eldeki tek kazanç gibi görünmektedir.<br />

Milliyetçiliğe taban tabana zıt algıları haiz pozitivizm<br />

felsefesinin en çok sirayet ettiği saha olarak fen<br />

bilimleri gösterilebilir. Sözgelimi Turgenyev de böyle<br />

bir genellemeye giderek Babalar ve Oğullar’daki<br />

pozitivist kalıntılara sahip karakter Bozarav’a<br />

doğa bilimcilik yakıştırır.(5) Öğrenci de burada bir<br />

madde mana dengesine sahip insan tipinden söz<br />

ediyor. Aslında bu noktada öğrencilerin fen bilimlerin<br />

doğasında var olan pozitivist algıları kaşıma<br />

özelliğine karşı direnç gösterebilen insan yetiştirmek<br />

gibi hayati öneme sahip bir imkândan söz edilebilir.<br />

Öğrencilerinin manevi duyarlılığını arttırabilecek<br />

bir öğretmen onları fen bilimlerin aşırı maddeci<br />

duruşunun olumsuz etkilerinden koruyabilir ki bu da<br />

her şeyden evvel maneviyat sahibi olmayı gerektiren<br />

Türkçülük için önemli bir hizmet olur.<br />

Görülen o ki fen bilgisi öğretmenliği branşında da<br />

maneviyat temelli bir Türk milliyetçiliği için meselenin<br />

bilincinde olanların görev alması gerekmekte,<br />

aksi takdirde bir maneviyat düşmanı üreticisi olarak<br />

görülebilecek olan bu saha nesillerin yitimine sebebiyet<br />

verme imkânına sahiptir. Madde-mana dengesini<br />

yakalayamamış insanlar her şeyden evvel Türk<br />

milliyetçiliğine yaklaşamaz bu da ideolojinin önünü<br />

tıkamak manasına gelir. Meselenin önemini biraz<br />

daha somutlaştırmak üzere madde mana dengesini<br />

madde lehinde yitirmiş Bozarav karakterinin yanında<br />

bir de madde-mana dengesini yakalamış bulunan<br />

Aşık Veysel konmalı ve onun bunu yansıttığı şiiri<br />

olan “Kara Toprak” (6) dikkatle okunmalıdır.<br />

“Ben Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği<br />

bölümü öğrencisiyim. Bölüm ve sonrası benim<br />

düşüncelerime önemli katkılarda bulunacak çünkü<br />

çocuklara din ve ahlak üzerine eğitim verirken aynı zamanda<br />

da vatan, millet ve Türklüğü sevdirme şansına<br />

sahip olacağım en önemli yanı ise öğrencilerim<br />

küçük yaşlardan itibaren bu bilinçleri benimsemeye<br />

başlayacağı ileri dönemlere yansıyacak bir temel<br />

atma işlemi gibi olacaktır. Bunun sorumluluğunun<br />

bilinciyle düşüncelerimi geliştirip en iyi yansıtmaya<br />

çalışarak ve en iyi şekilde yaşamaya çalışarak,<br />

örnek teşkil ederek yol gösterici olmaya çalışacağım.<br />

Düşüncelerim Türklüğü ve İslamiyet’i en iyi<br />

şekilde yaşayıp yaşatmak ve Türk birliği uğrunda<br />

çabalamaktır. Bunun için dini en iyi şekilde öğrenip<br />

en iyi şekilde yaşamak ve Türklüğüme sahip çıkıp onu<br />

yüceltmek davasının bir yolcusuyum. Daha sonra<br />

mesleğim olacak bu bölüm de öğrencilerimize vatan<br />

ve millet sevgisi aşılamak işimin bir parçası olacak<br />

bunun verdiği destek sonucu rahatlıkla 10-15 yaş<br />

grubu çocuklara bu sevgiyi içtenlikle aşılayacağım.”<br />

Kendisiyle görüşülen din kültürü ve ahlak bilgisi<br />

öğretmeni adayı öğrenci Türk milliyetçiliğinin temel<br />

taşları olan vatan ve millet sevgisini doğrudan<br />

din ve ahlak kurumlarıyla eşdeğer görmektedir.<br />

Bu adayın bilinç düzeyini gösterdiği gibi manevi<br />

algıların gelişiminde gayet önemli olan bu saha içinde<br />

fikriyatına nasıl hizmet edebileceğine dair umut dolu<br />

beklentilere yol açıyor. Milliyetçiliğin öngördüklerini<br />

din kültürü ve ahlak bilgisi dersi dâhilinde öğütlemek<br />

ne dinin ne de söz konusu fikriyatın esaslarına aykırı<br />

olacaktır.<br />

Din ve ahlak bir kıymetler topluluğudur. Bunların<br />

verildiği derslerde hayvani yönün törpülenerek insani<br />

yönün ön plana alınması çabalanır. Bu noktada Necip<br />

Fazıl’ın ideolojisiz insan için yaptığı söylenen hayvan<br />

benzetmesi akla gelir.<br />

Yurtta pek maruz kalınan bir hal de hala Türk<br />

Milliyetçiliğinin ve Türklüğü İslam’dan ayrı<br />

düşünülmemesi gerektiğinin anlaşılamamış olmasıdır.<br />

Milliyetçi dünya görüşünün en büyük handikapı olan<br />

bu durumun lehe çevrilmesinde en büyük rol din<br />

kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerine düşüyor gibi<br />

görünmektedir.<br />

Görüşülen aday da bu aşılması zor çıkmazı<br />

giderecek gibi görünüyor. Bu anlayıştaki bir<br />

aday öğretmenlik mesleğine başladığında Türk<br />

milliyetçiliğinin idealindeki hem dinine hem<br />

de diğer milli değerlerine bağlı, milliyetçiliği<br />

Müslümanlığın bir gerekliliği olarak görebilmiş insan<br />

tipini yetiştirebilecektir. Gökalp’in “Türkleşmek,<br />

İslamlaşmak, Muasırlaşmak” (7) üçlemesinin ilk iki<br />

ayağının uyum içinde yerleşmesi ancak bu türden bir<br />

çalışmayla sağlanabilir. Böylelikle Türk milliyetçileri<br />

halk tabanındaki en büyük sıkıntıları olan “Şamanist,<br />

kurda tapan, ırkçılık günahkârı” şeklindeki yaftalardan<br />

kurtulabilecektir.<br />

“Bu soruya öncellikle okul öncesi döneminin önemi<br />

üzerinden cevaplamaya başlayacağım. Zira okul öncesi<br />

dönem yani 0-6 yaş dönemi;<br />

Çocukta zekâ gelişiminin %80’lik kısmı 7 yaşına kadar<br />

tamamlanır ve öğrenme becerisi bu yaşta gelişir.<br />

Dilini doğru, yanlışsız ve güzel konuşma özelliğini<br />

bu yaşta öğrenir. Toplumu, çevreyi, evreni ve insan<br />

davranışlarını tanımaya başlar.<br />

Çocuk karakteristik özelliklerini bu dönemde<br />

kazandığı gibi, kültürel özelliklerin edinildiği yaş<br />

46


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

dönemi de bu dönemdir.<br />

Çocuğa hayatı planlamayı öğretir. Hayat felsefesinin<br />

oluşmasını sağlar.<br />

Bu gibi birçok gelişimsel özellik türetilebilir fakat<br />

yukarıdaki sorunun içeriğine gelecek olursak ben ve<br />

bizler okul öncesi öğretmenleri bu noktada büyük<br />

önem taşımaktayız. Birer eğitimci olarak karakterlerini,<br />

hayallerini düşüncelerini geliştirecek<br />

kişiler bizleriz. Okul öncesi eğitim sosyal ve duygusal<br />

gelişim destekleyerek, yetişkinlik döneminde<br />

de kişilerin daha etkili ve üretici, gelişimci bireyler<br />

olmalarını ve sahip oldukları potansiyeli tam olarak<br />

kullanmalarını sağlayacağız. Başarılı kişiler olarak<br />

yetişmelerine, kendilerine uygun hedefler belirlemelerine<br />

yardımcı olacağız. Tabi ki işin içerisine kendi<br />

ideolojilerimiz, düşünce biçimlerimizi sokarak bunu<br />

gerçekleştireceğiz. Bu nedenle biz eğitimciler çocuklara<br />

sunacağım eğitimle bir nevi onların geleceklerini<br />

uygun istenen şekle sokacağız. Bu noktada idealist<br />

olan öğretmen yetiştireceği her çocuğun topluma,<br />

millete kazandırılmış bir birey olacağının farkında<br />

olacak buna uygun olarak eğitimini sunacaktır. Ben<br />

bir anaokulu öğretmeni olarak alacağım her amaç<br />

ya da kullandıracağım her materyal, hayal gücünde<br />

çocuğun ideolojime uygun bir eğitim vizyonunda<br />

ilerlemesine dikkat edeceğim. Fırsat eğitimi<br />

dediğimiz her fırsattan yararlanırken çocuğa ufkuna,<br />

ideallerine uygun çözümler üretmesine katkıda<br />

bulunacağım. Burada kişilerin kendi düşünce<br />

durumlarıyla çocuğu etkisinde bırakma gibi bir<br />

eleştiriyi saçma bulacağımdır. Çünkü her öğretmenin<br />

eğitim yaparken kullandığı bir strateji, yöntem<br />

vardır. İdeolojilerimin de benim eğitim yönetime yol<br />

göstermesi doğal bir süreçtir.<br />

Okul öncesi çocuğuna bir şeyler kazandırmak<br />

çok kolay ve kalıcıdır. Çünkü çocuklar bilgiyi,<br />

problem çözme durumunu en etkili şekilde<br />

kazanırlar. Kişilikleri oluştuğundan kendilerine has<br />

teknikler yaratırlar. Tam da bu nokta da ideolojiyi<br />

kazandırmak kendi has çalışmalarını öne çıkarmak<br />

çok doğru olacaktır. Onun yaşadığı evrende tek<br />

başına olmadığını göstermek nasıl bir toplumda<br />

yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini öğretmek<br />

bizlere düşecektir. Bu çocukların eğirimde en<br />

önemli katkıyı ailesinden sonra ilk olarak biz anaokulu<br />

öğretmenleri sağlamaktayız. Bizimde onlara<br />

kazandıracaklarımız hayata açılana pencerelerinin<br />

şekle sokulması anlamına gelir. Her toplumda<br />

aileden aileye değişen bakım ve yetiştirme yöntemleri<br />

olmakla beraber, belli bir toplum içinde bunlar,<br />

bazı ortak özellikler taşımakta (geleneklerde<br />

olduğu gibi) ve toplumun bu ortaklaşan özellikleri ve<br />

gelenekleşmiş tutumları, çocuk kişiliğine sindirilmektedir.<br />

Bu yüzden bir “Milli karakter”, bir “Temel<br />

kişilik yapısı”, bir “Model karakter”den söz edilmektedir.<br />

Her topluma ait kişilerin çeşitli özellikleri<br />

doğal ve kalıtsal şartlardan ortaya çıkabileceği<br />

gibi, ortak toplumsal yaşantılardan da doğmaktadır.<br />

Bir toplum kişilerinin ortak yaşantıları arasında en<br />

başta bir yer tutan çocuk yetiştirme geleneklerinin<br />

kişilik gelişmesinde önemli bir konu olduğu gerçektir.<br />

Çevresel etkenler arasında çocuk yetiştirme<br />

tarzlarını toplumun öbür kurumlarından; gelenek,<br />

inanç, ekonomi ve politikasından kesinlikle ayırmağa<br />

imkân olmadığını ve hepsinin birbirini karşılıklı<br />

olarak etkilediğini de belirtmek yerinde olur. Böyle<br />

bir ardışıklık söz konusu olduğu için de okul önce-si<br />

döneme giren çocukların hem yetiştirmek önemli hem<br />

de bu yetişmeyi sağlayan bizlerin izlediği yöntem<br />

mühimdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi her toplumun<br />

çocuğu yetiştirme yaşadığı toplumun kuralları<br />

farklıdır. Her ülke bu sebepten dolayı kendi yaşam<br />

disiplinlerine uygun modeller belirlemektedirler.<br />

Örneğin Japonya’da okul öncesi dönemi çocukları<br />

tarihlerini atalarını öğrenmeleri, bilmeleri için sene<br />

başlarında Hiroşima’ya götürülüp gezdirilmektedir.<br />

Avrupa ülkelerini bu dönem çok fazla önem taşımakta<br />

anaokulu öğretmenlerinin eğitimleri, vizyonları çok<br />

fazla göz önünde tutulmaktadır. Çünkü bu dönem<br />

gelecek nesilleri oluşturacağının çok iyi bilincindedirler.<br />

Verilen eğitim homojen bir yapı içerisinde<br />

geliştirilmelidir<br />

Bir diğer konuda eğitimde temel yapı taşı hedef<br />

olduğu için çocuğa edindirilecek kalıcı gayeler, milli<br />

hedefler, disiplini, çalışma tekniklerini, geleceği ortak<br />

değerlere göre şekillendirmesi bakımdan bu bölüm<br />

benim ve benim gibi öğretmenlerin ideolojilerine<br />

hizmet edebilecek biçilmiş bir kaftandır. Eğitimcinin<br />

kullandığı her idealist düşünce biçimi ideolojik bakış<br />

açısı çocuğun çok rahat toplumunun farkında olan<br />

üretken, bilinç bir yurttaş yetişmesi noktasında fayda<br />

sağlamaktadır. Müfredat programındaki her kazanım,<br />

her araç-gereç buna uygun şekillendirilebilir. Ben<br />

bunu çok özenli şekilde tasarlayarak kullanabilirim.<br />

Bu sayede neden yeni bir Ömer Seyfettin, Emine<br />

Işınsu, H.Nihal Atsız yetişmesin ki…”<br />

İnsan şahsiyetinin temellerinin atıldığı yaşlarda<br />

çocukların kendisine teslim edileceği kimse olmak<br />

şansına sahip bulunan okul öncesi öğretmen adayı<br />

görünen o ki üstlendiği yükümlülüğün farkında. İlk<br />

olarak doğrudan hedef kitlesinin karakterine, hayallerine<br />

ve düşüncelerine yönelir. Türk milliyetçisi olmak<br />

her şeyden evvel bir karakter meselesidir. Bir<br />

davanın peşinden gidecek, maddi çıkarının önüne<br />

47


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

geçirebileceği değerler sahibi olabilecek insan<br />

modeli yetiştirmek bu branşın imkânı dâhilîdedir.<br />

Yine bir milliyetçide bulunması gereken hayallerin<br />

genişlemesi de bu branşla sağlanabilir. Hedeflerin,<br />

hayallerin somutlaşmasıyla oluştuğu, hayalin hedefin<br />

temeli olduğu hatıra getirilirse meselenin ciddiyeti<br />

daha iyi anlaşılır. Adayın vurguladığı düşünme<br />

becerisi geliştirmek de göz ardı edilmemelidir. Neticede<br />

Türk milliyetçiliği yapısı itibariyle her şeyden<br />

evvel bir düşüncedir. Ancak düşüncedeki zenginlikle<br />

varlığını bulabilir. Okul öncesi öğretmenlerinin<br />

düşünce yetilerini geliştirdikleri insanlar düşünceden<br />

arı, salt hissiyatla hareket eden aktivistler olmaktan<br />

kendilerini sakınabileceklerdir.<br />

Aday henüz hedef kitlesi yaşındaki öğrencinin bile<br />

hedef sahibi olması gerektiğini öngörmek suretiyle<br />

bunun teminine eğilebileceğini sezdiriyor. Bu da bir<br />

hedefler zinciri olan Türk milliyetçiliğinin çocuk zihnine<br />

intikali için epey işlevsel olacaktır.<br />

Hepsinden önemlisi görüşülen adayın ideolojisinin<br />

eğitim yöntemine yön vermesinin doğal<br />

bir süreç olduğunu düşünmesidir. Bu da yukarıda<br />

değinilen hizmetlerindeki samimiyeti ve doğrudan<br />

kaliteyi arttırıcı etki yapacak gibi görünmektedir.<br />

İnsan kişiliğinin yüzde yetmiş ila seksen civarındaki<br />

kısmının okul öncesi yaşlarda oluştuğu göz önüne<br />

alındığında bu etkinin boyutu hakkında fikir sahibi<br />

olunabilinir.<br />

“Ben işitme engelliler öğretmeni olarak bölümümün<br />

ideolojime olumlu etkiler yapacağını düşünüyorum.<br />

Mezun olduktan sonra milliyetçi bir genç öğretmen<br />

olarak öğrencilerime müfredat programındaki<br />

kazanımları kullanarak amaçlarda düşüncelerime<br />

uygun etkinlik ayarlamaları ile onun millete faydalı<br />

bir yurttaş olarak yetiştirebilirim. İşitme engeli olan<br />

çocuklarda motor gelişim, zihinsel gelişim, duygusal<br />

gelişim normal düzeni içerisinde ilerlerken<br />

bu çocuklarda dil gelişiminde yetersizlikler görülebilmektedir.<br />

Fakat artık gelişen tıp alanı ve erken<br />

teşhis ile işitme cihazları ile de bu problem ortadan<br />

kaldırılmaktadır. Bu nedenle benim mesleğim sahip<br />

olduğum ideolojileri karşılayacak niteliktedir. Ben<br />

bir öğretmen olarak sınıfımdaki öğrencilerime hem<br />

okuma becerileri kazandırırken, hem yazma becerileri<br />

kazandırırken bir Türkçe veya sınıf öğretmenin<br />

yaptığı görevleri yapacağım. Bu nedenle bu becerileri<br />

kazandırırken gerekli düzenlemeyi yapacağım.<br />

Sosyal etkinlik açısından hobilerini ilgi duyacağı<br />

alanları belirlerken de ben onun yanında olacak ona<br />

yol gösterici olacağım.<br />

Haftalık ders saatlerinde işlenecek konularla, günlük<br />

planlarla alacağım hedefler öğrencilerin toplumu<br />

için etkili bir insan olmasına özen göstereceğim.<br />

Öğrencilerde istenen davranışlar oluşturmada<br />

kazandıracağım davranışlar onların gelişimci,<br />

milli benliğe sahip birey olmasını sağlayacak, ben<br />

her durumu sınıfımda buna uygun ayarlayacağım.<br />

Ayrıca okulu bitirdiklerinde topluma karışan<br />

vatandaşlar olacakları için yurt, vatan tanımını onlara<br />

ben kazandıracağım. Bunların yöntemlerini<br />

ben belirleyeceğim. Spora, müzik alanlarında kendilerini<br />

geliştirirken onların halk oyunlarına vb. ben<br />

yönelteceğim. Sınıfımda buluna öğrencilerimin velileri<br />

ile de bu tür milli kimliği güçlü kılacak etkinliklere<br />

bir araya gelip onlarında dikkatini çekip olumlu etkiler<br />

sağlayabilirim.<br />

Ben bir öğretmen olarak sadece işitme problemi<br />

olan öğrencilerimle konuşma becerileri yönünden<br />

eksik kalabilirken diğer tüm yönleri akranları aynı<br />

olan öğrencilerime ele aldığım tüm gayeleri ideolojime<br />

uygun çevirebilirim. Her türlü yaş grubuna hitap<br />

eden bir öğretmen olduğum içinde geniş alanda<br />

düzenlemeler yapabilirim.”<br />

İşitme engelliler öğretmeni adayının genellikle<br />

mesleğin gereklilikleri üzerinde durduğu görülür.<br />

Bunlar mesleğin olumlu katkıları olarak görülüp<br />

geçilirse branşa özel bir katkı olarak engelleri<br />

kaldırılmış bireyler kanalıyla ideolojiye hizmet edebilme<br />

imkanından söz edilebilir.<br />

Yukarıdaki Türkçe öğretmeni adayında görülen okul<br />

içi etkinliklere yön verme fikri burada da görülüyor.<br />

Mesele özel eğitim görenlerin tertibi olduğunda tesirini<br />

arttıracaktır. Normal öğrencilerin düzenleyeceği<br />

bir Türkçü piyesten daha çok engelli öğrencilerin piyesi<br />

etkili olacaktır.<br />

“Zihin engelliler öğretmenliği öğrencisi olarak<br />

bölüme bakıldığında ya da ilk izlenimde ideolojileri<br />

karşılayacak nitelikte değilmiş gibi algılanmaktadır.<br />

Fakat bu önyargı yanlıştır. Zihinsel engele sahip bireyler<br />

diğer normal yaşıtlarına göre onlardan farklı<br />

bir takım özelliklere sahiptir. “Özel” bir takım özellikler…<br />

Ben bir zihinsel engelliler öğretmeni olarak<br />

ideolojilerimi karşılayacak bu özel alanları çocuklarda<br />

ön plana çıkarabilirim veya bu özel alanları ben<br />

belirleyebilirim. Örnek olarak Otizmli çocuklar…<br />

Onlar, çok özel ayrıcalıkları olan çocuklardır. Otizm<br />

yıllardan beri bilim adamları tarafından da incelenmeye<br />

devam edilmiş fakat tam tanısı yapılamamış bir<br />

olgudur. Otizm beynin birçok kısmını etkiler ama bu<br />

etkinin nasıl geliştiği çok iyi anlaşılamamıştır. Otistik<br />

bir bireyin bir gelişim alanı sektedeyken diğer<br />

bir alanının olağanüstü şekilde geliştiği gözlemlenir.<br />

Bu çocukların sosyal iletişime geçme becerileri çok<br />

düşüktür. Göz teması kurma becerileri ya da konuşma<br />

48


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

becerileri, hatta bir ömür boyu konuşma becerisi<br />

gelişemeyenleri dahi bulunmaktadır. Bu yönden dil<br />

becerileri kazandırmada ben yetersiz kalabilirim.<br />

Fakat bu çocukların görsel düşünme yetenekleri,<br />

onlar için ikinci bir dil gibidir. Her kavramın<br />

ayrıntılı tüm özelliklerini beyninde depolama becerisi,<br />

muhteşem hesaplama becerileri, ayrıntıları görüp<br />

bu ayrıntılara uygun sonuçlara gitmek onları en etkili<br />

bireylerden yapar. Ben Türkçü bir zihinsel engelliler<br />

öğretmeni olarak otistik bir bireyin özel alanını<br />

belirleyebilirim. Onun takıntılı yönünü aştıktan sonra<br />

yaratılacak ilgi alanı gün geçtikçe ilerleyecektir.<br />

Müziğe, fotoğraf çekmeye ilgisi varsa bunları kendi<br />

ideolojilerim yönünde kullanabilirim. Eğer benim<br />

otizmli öğrencimin spora ilgisi varsa onun bütün<br />

alakadarlığı bu yönde gelişiyorsa neden ona cirit<br />

ata sporunu kazandırmayayım. Ben ideoloji sahibi<br />

bir eğitimci olarak otistik öğrencilerimi milli tarihi,<br />

milli geçmişi resmeden ünlü birer ressamlar olarak<br />

yetiştirebilirim. Tıpkı Amerika’da şehir profilleri<br />

çizerek herkesi hayran bırakan otizmli ressam gibi...<br />

Zihinsel engelliler öğretmenliğinde, çocuklara<br />

kazandırılacak amaçlar öğretmenlerin ellerinde<br />

çocukların durumlarına göre farklı olarak şekillenir.<br />

Bu da benim gibi ideoloji sahibi öğretmeler için iyi<br />

bir fırsattır. Sahip olduğunuz öğrencilere özellikle<br />

otizmli bireylere bunu avantaj olarak kullanabilirim.<br />

Müzikle eğitim, dikkatini çekeceğim yönler<br />

bunların tamamını kazanımlar içerisinden kendime<br />

göre ayıklayıp çocuğa kalıcı olarak edindirebilirim.<br />

Sayılar, semboller, güçlü hafıza, bir kez<br />

dahi görüleni beyne depolayıp hatırlama becerisi,<br />

matematik zekâları, ezberleme yetenekleri<br />

Türkçü bir eğitimci olarak rehberliğini yapacağım<br />

birkaç özellikleridir. “Yağmur Adam” filmindeki<br />

karakterin gerçek şahsiyeti şu günlerde bilim<br />

adamlarınca incelenmektedir. Oradaki karakter<br />

bir otizmliydi. Kim Peek, yürüyen bir kütüphane<br />

idi. Okuduğu her kitabın her satırını yıllar sonra<br />

bile hatırlayabiliyor, kitaptaki her ayrıntıyı günlerce<br />

düşünüyor bunu kafasında ve kâğıtlarda<br />

resmediyordu. Peki, buradaki otistik birey neler<br />

yapabiliyor<br />

*Hafızasında 9 bin kitap bulunuyor<br />

*Herhangi bir haftanın tarihin hangi gününe<br />

denk geldiğini söyleyebilir.<br />

*Bazı kentlerin haritalarını olduğu gibi<br />

hafızasına almış durumdadır.<br />

*Dünya tarihindeki bütün tarihleri, olayları<br />

kahramanlarını hatırlamaktadır.<br />

Bunlar gibi birçok yeteneklere sahip otizmli<br />

öğrenciler vardır. Günümüz araştırmalarında<br />

Mozart, Beethoven, Einstein gibi dâhilerde de<br />

otizm belirtileri bulunmaktadır. Otizmli öğrenciler<br />

zekidir. Toplumdan uzaklaşma nedenleri<br />

de anlaşılamamış olmalıdır. Otizmli çocuğun<br />

öğretmeni olmak onun düşüncelerine yön vermek<br />

bence çok önemlidir. Bu kişiler millet için yetişecek<br />

özel insanlar olacaktırlar. Örneğin tarihi olayları<br />

hafızasına kaydeden onlar hakkında durmadan<br />

üreten bir öğrenciyi milli tarihe ilgisi olan bir birey<br />

yetiştirmek bir zihinsel engelliler öğretmeninin<br />

idaresinde olacaktır. Onlar konuşamaz belki<br />

ama çok güzel çizer yazarlar ben de bir Türkçü<br />

öğretmen olarak onlara katkıda bulunacağım.<br />

Görsel alanın çok geliştiği çağımızda onu görsel<br />

alanda farklı düşünen bir deha olarak yetiştirmek<br />

yine benim elimdedir. Ben branşım gereğince<br />

otizmli her öğrencime kazandıracağım alanı onun<br />

kendi milletinin ihtiyaçlarına uygun olmasına<br />

dikkat edeceğim. Küçük ayrıntıları bile göz<br />

önünde bulundurduklarını bilerek ayrıntılardan<br />

çıkarabileceği sonuçları bir zihinsel engelliler<br />

öğretmeni olarak ben şekillendireceğim. Aynı<br />

zamanda hayvanlara karşı çok fazla ilgisi olan,<br />

onlarla vakit geçirip onlar üzerine tüm bilgileri<br />

edinen otizmli öğrencileri de geliştirmek bunu da<br />

ideolojik açıdan kullanmak benim kontrolümde<br />

olacaktır. Tıpkı Amerika’da hayvanlarına olan<br />

ilgisini geliştiren ve bu anlamda hayvanlar<br />

onların yaşam biçimleri fiziksel özeliklerine uygun<br />

olarak araştırmalarda bulunan ve ülkesine<br />

birçok getiriler sağlayan otizmli doktor gibi<br />

bende otizmli öğrencilerimi eğilimleri oldukları<br />

alanları kendi fikirlerime hizmet edebilecek<br />

biçimde kullanacağım. Ben Türkçü bir öğretmen<br />

olarak onların diğer yaşıtların farklı eksik yönlerinin<br />

olduğunu bilecek fakat geliştirebileceğim<br />

diğer yeteneklerini belirleyecek bu yeteneklerine<br />

rehberlik edeceğim. Onlara kılavuzluk ederken de<br />

kazanması gerekenleri kalıcı, doğru sevecekleri<br />

şekilde, kültürüne milletine yaşadığı çevre uzak<br />

kalmadan edinmesini sağlayacağım.”<br />

Görüldüğü gibi Zihinsel Engelliler<br />

Öğretmenliği öğrencisinin okuduğu bölüm ideolojilerini<br />

gerçekleştirmesi için bir engel değildir.<br />

Bu öğretmen adayı, öğrencisinin yeteneklerini<br />

geliştirerek yetersizliklerini düzeltebilir. Milliyetçi<br />

camianın şu an eksik olduğu ya da bir türlü<br />

üzerinde durmadığı müzik, sanat, spor alanlarını<br />

bu öğretmen zihinsel engelli, otizmli, Down sendromlu<br />

öğrencisinde kullanabilir. Tüm bu yöndeki<br />

etkinlikler öğretmenin idaresinde gerçekleşecektir.<br />

Öğretmen belirleyici spor dalını, müzik eğitimini<br />

49


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ideolojisi kapsamında seçebilir. Zira bu çocuklar<br />

bir duyu gelişimini tamamlayamamışken diğer<br />

öğretmen belirleyici spor dalını, müzik eğitimini<br />

ideolojisi kapsamında seçebilir. Zira bu çocuklar<br />

bir duyu gelişimini tamamlayamamışken diğer<br />

bir duyusu olağanüstü şekilde ön plana çıkar.<br />

Türkçü bir öğretmen de ön plana çıkan duyuya<br />

rehberlik edecektir. Müzik aletlerinde becerileri<br />

yüksek olan öğrenci grubundan bir mehter takımı<br />

kurabilir. Topluma spor dalı ile kazandıracağı<br />

öğrencinin spor dalını ideolojisine uygun olarak<br />

düzenleyebilir. Kendini, milletini temsil edecek<br />

sporcu adayları yetiştirebilir. 21. Yy.’da milletlerin<br />

gençlerini tarihini, kültürünü bilen kişiler<br />

olarak yetiştirmeleri zorunludur. Zihinsel engelli<br />

bireylerde bu çok ileri boyutlarda engel teşkil<br />

edebilir fakat yetenekleri göz önünde bulundurulup<br />

milli çıkarlarını gözeten yurttaşlar yetiştirmek<br />

öğretmenin öğrenciye rehberliğinde mümkün<br />

olacaktır. Milli çıkarların gözetildiği bir ulus-devlette<br />

her birey önemli olmalı. Bu nedenle, engelli<br />

öğrencilerin de toplumun birer ferdi oldukları<br />

kabul edilmelidir. İdeoloji sahibi öğretmenlerin<br />

görevleri de bu noktada başlamaktadır. Türkçü<br />

öğretmenler milli kültürü yüksek seviyeye<br />

ulaştıracak sanatçılar, sporcular, oyuncular, görsel<br />

medya insanları geliştirmede öncü olmalıdır.<br />

Yukarıdaki bölüm öğrencisinin belirttiği gibi<br />

bu yeteneklerin geliştirilmesi için eğitim<br />

programındaki kazanım ve amaçlar kullanılabilir.<br />

Kazanımlar eğitimcinin elinde şekil bulacağından<br />

öğretmen ders dışı tüm faaliyetlerde etkin olacaktır.<br />

Ayrıca Zihinsel Engelliler Öğretmeni adayı, Otizmli<br />

öğrencilerde her kavramın ayrıntılı tüm özelliklerini<br />

beyninde depolama becerisine sahip olduklarından<br />

bahsetmiştir. Bu anlamda öğretmenin de bilgiyi bu<br />

kadar kalıcı depolayan öğrenciye edindireceği her<br />

Türkçü öğreti, hem öğrenci hem de toplum için<br />

önem taşıyacaktır. Öğretmen bunun farkında olacak,<br />

öğrencileri ile neler yapabileceğini ideolojisine<br />

göre sistemleştirecektir. Bu sistemleşme ile öğrenci<br />

başarıyı elde edecektir. Çünkü Otizmli öğrenciler<br />

zekâları geliştirildiğinde kullanamadıkları dil ve<br />

konuşma becerileri yerine görsel, işitsel algılarını<br />

ustaca kullanabilmektedirler. Bölüm öğrencisinin<br />

örneklerinde de geçen dahi otizmliler otistiklerin<br />

yapabileceklerini ortaya koyar. Artık bilim, sanat,<br />

spor gibi alanlarda Türk’ü temsil eden başarılı, idealist,<br />

kendine güvenen gençler yetiştirmeye ihtiyaç<br />

duyduğumuz bir çağdayız. İdeoloji sahibi bu<br />

öğretmen adayı da bunu sağlayacak gibi görünmektedir.<br />

Üniversitelerdeki eğitim alanlarında böyle<br />

kişilerin bulunması milletin akademik olarak üst seviyeye<br />

çıkmasına olanak sağlayacaktır.<br />

“Öğrenim görmüş olduğum bölüm daha çok tüm<br />

insanları her ne olursa olsun oldukları gibi kabul<br />

etmeyi öngören bir bölümdü. İnsana yaklaşımı hümanist<br />

yönden ele alır ve ona sadece insan olduğu<br />

için değer verirdi. Hâlbuki benim inandığım ve kutsal<br />

saydığım büyük Türk milliyetçiliği idealinde<br />

insanların sadece insan olduğu için değer bulması<br />

gerekir gibi bir durum söz konusu değildir. Benim<br />

fikrime göre insan şayet Türk Milliyetçisi ise dünyaya<br />

vatanına, diline, milletine hizmet için gelmiştir.<br />

Şayet böyle bir durumda kişi hata yaparsa suçludur<br />

sadece insan olduğu için değer görmemelidir.<br />

Türk milletinin temelinde büyük suç işlediği için ve<br />

devletin bekasını sağlamak için kardeş katlini vacip<br />

kılan bir anlayış hâkimdir. Bu yüzden mesleğimin<br />

ilkeleri ile fikriyatımın ilkeleri tamamen birbirine<br />

zıttır.”<br />

Fenni sahaların uğraşanlarını pozitivist algılara<br />

gark etmesi gibi rehberlik ve psikolojik danışmanlık<br />

bölümü de hümanist algılar oluşturabilecek imkânlara<br />

sahiptir. Görüşülen bölüm öğrencisi de bundan<br />

yakınmaktadır. Böyle bir adayın mesleğini<br />

sahanın insanları hümanist duyarlılıktan arı tutabilecek<br />

şekilde kullanabileceği öngörülebilir. Ne<br />

var ki fen bilimi ile uğraşan ve Türk Milliyetçiliği<br />

fikrini benimsemiş kişilerin, alanlarının belirli temel<br />

doğrular üzerine oturmuş olması sebebi ile çok fazla<br />

alternatifleri olmamasına karşın sosyal alanlarda<br />

eğitim gören ve kendisini Türk Milliyetçisi olarak<br />

tanımlayan bireylerin hareket imkânlarının daha<br />

geniş olması gerekmektedir ki öyledir de… Önemli<br />

olan öğrenilen temel bilgilerle kendini kısıtlamayıp<br />

bu sınırları genişletme çabası içerisinde bulunabilme<br />

kabiliyetine sahip olmaktır.<br />

Bir Tıp Doktorunun alanının tamamen insan<br />

sağlığı ile ilgili olması belki onları benimsedikleri<br />

ideoloji için mesleklerini kullanabilme imkânını<br />

tanımayabilir. Ancak bu sosyal bir alanın temsilcilerinden<br />

biri olan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik<br />

mezunu bir Türk Milliyetçisi için geçerli<br />

değildir. Örneğin bir PDR’ci bu branş sayesinde<br />

insanların psikolojisi üzerinde derin etkiler bırakmak<br />

mümkün olduğundan insan psikolojisinin bir ürünü<br />

olan milliyet hissini disipline etmeyi de bu sahanın<br />

imkanlarının başında sayabilmelidir.<br />

“İngilizce öğretmeni olduğumda derslerimde<br />

Türk motiflerini yoğun olarak kullanacağım.<br />

Öğrencilerimle yapacağım etkinlikler de milli<br />

değerlere aykırı olmayacak. Mesela öğrencilerle<br />

yapacağım tercüme metinlerinde Mrs. Brown ile<br />

50


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Mr. Brown kiliseye gitmeyecek, <strong>Hakan</strong> Bey ile Hatun<br />

Hanım camiye gidecek. Bu da çocukları yabancı atmosferi<br />

havasından koruyacaktır.<br />

Simple Past Tens’i anlatırken ele alacağım geçmiş<br />

zaman bizim tarihimiz olacak 8. Henry’nin değil”.<br />

Geç zihinlere yabancı dil öğretme kanalıyla<br />

doğrudan yabancı kültür empoze edilmesi imkânı<br />

bölümün Türk milleti –tabii olarak da doğrudan<br />

Türkçülük- için ciddi bir zararıdır. Öğretmenlerin<br />

en çok kullandıkları eğitim materyalinin ders kitabı<br />

olduğu (8) bilindiğine göre ve ders kitapları da milli<br />

hassasiyetten yoksun odaklarca hazırlandığına göre<br />

bu tehdidin önündeki tek engel milliyetçi öğretmen<br />

modeli olarak görünmektedir.<br />

“Bugüne dek izlenen eğitim ve öğretim yöntemleri-nin,<br />

ulusumuzun gerileme tarihinde en önemli<br />

etken olduğu inancındayım. Onun için bir milli<br />

eğitim programından söz ederken geçmişin boş<br />

inançlarından ve yaratılışımızın nitelikleriyle ilgisi<br />

olmayan yabancı düşüncelerden, doğudan ve<br />

batıdan gelen tüm etki-lerden büsbütün uzak, ulusal<br />

yaratılışımıza ve tarihimize uygun bir kültür<br />

düşünüyorum. Çünkü ulusal dehamızın tam olarak<br />

gelişmesi ancak böyle bir kültürle sağlanabilir.<br />

Herhangi bir yabancı kültürü, şimdiye dek izlenen<br />

yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir.<br />

Kültür; yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine<br />

bağlıdır. Bu yer, ulusun seciyesidir.” Diyerek her şeyi<br />

özetlemiş aslında Atamız.<br />

Eğitim bir kültürleme işidir. Kültür ise milletin<br />

her şeyidir. Konuştuğu ‘dil’, inandığı din, oturduğu<br />

yer, söylediği söz, yaptığı, yapacağı, elinde olan,<br />

olmayan, ne varsa hepsi kültürdür. Bu kültürün<br />

kaybolmamasının, hayatını sürdürebilmesinin eğitim<br />

dışında başka bir yolu, yöntemi yoktur. Ancak<br />

‘globalleşen’ dünyada, halkların git gide birbirleriyle<br />

daha da iç içe geçtiği son zamanlarda bireyin ve toplumun<br />

farklı kültürlerden etkilenmesi, daha kozmopolitan<br />

unsurların çoğalması kaçınılmazdır. Bir kültürün<br />

hayatını sürdürmesi de ölüp gitmesi de formel<br />

ya da enformel olsun, eğitime bağlıdır. Formel bir<br />

yolla, misal Tarih derslerinde milletine yapılan mezalimleri<br />

anlatmazsan, ya da basın, yayın, konuşma,<br />

toplantı gibi her türlü enformel yollarla halkı bilinçlendirmezsen<br />

bu mezalimi yapanları desteklemiş<br />

olursun. Geçmişinden habersiz, sorgulama gücü olmayan<br />

nesiller geleceğini teşkil eder. Bir de bu nesil<br />

yönetim gücünü ele alırsa acaba gerçekten yönetebilir<br />

mi yoksa o da mı yönetilir<br />

Bugün baskın Amerikan kültürünün tüm dünyada<br />

etkisi bariz görünmektedir. Dünyanın neresine giderseniz<br />

gidin bir fast food lokantası bulamamanız hiç<br />

de muhtemel değildir. Eğitim ve bilgi sayesinde yükselen<br />

toplumlar kendi kültürlerini de yaymaktadırlar.<br />

Öyle ki sırf İngilizce eğitim görmüş diye kimileri iş<br />

hayatında daha önde olabiliyor. Millî eğitim, millî<br />

hassasiyet gerektirir. Yabancı etkisinden uzak bir<br />

duruş gerektirir. Bu duruş ancak ve ancak millî dil<br />

ile sağlanır. Eğitim öğretimin en temel gayesi de<br />

öncelikle konuştuğu dile sahip çıkabilen bireyler<br />

yetiştirilmesi olmalıdır. Ki; bu hassasiyetle yetişen<br />

nesil daha güçlü bir geleceğin temelini atabilsin.<br />

Zaten dil öğrenmek aslında kültür öğrenmek demek<br />

değil midir Eğitim öğretim her şeyin başında gelir.<br />

Ülkenin hâkimi de, mebusu da, memuru da, işçisi<br />

de, esnafı da, öğretmeni de, çiftçisi de az ya da çok<br />

eğitim almak durumundadır. Dolayısıyla verilen<br />

eğitim öğretim, ülkenin yapı taşlarının kalitesini belirleyecek<br />

kadar öneme sahiptir. Bunun için yalnızca<br />

ülkenin çıkarlarına hizmet eden bir eğitim modeli, bir<br />

kültürleme operasyonu ve ulusal politikalar gereklidir.<br />

Bugün “Hepimiz Ermeniyiz” diyebiliyorsak, Müslüman<br />

kardeşlerimize füzeden kalkanlar kurabiliyorsak,<br />

bütün dinlerle “diyalog” içinde yaşayabiliyorsak, ulusal<br />

değil dinsel bir birlikteliğimiz varsa, ülkemizde<br />

Gregoryen ve Ortodokslar rahatça hacılıklarını yapabiliyorsa,<br />

ayrı bayrak ve lisan isteyebiliyorsak,<br />

hepimiz Türkiyeliysek, Fethi Demirtaşlar zorla<br />

askere alınmaya çalışılıyorsa, parası olan cizyesini<br />

verip askere gitmeyebiliyorsa, millî bayramların<br />

artık ne gereği var Akla bir soru geliyor: Acaba<br />

biz bu kültürleme işini gerçekten becerebildik mi”<br />

Sınıf öğretmeni adayı ise meseleye mesleğinin bir<br />

kültürleme işi olmasından hareketle bakmış ve mevcut<br />

kültürel problemleri eğitimin bundaki zaaflarına<br />

bağlamıştır. Öyleyse mesleğinin her şeyden evvel bir<br />

kültürleme işi olduğunun bilincinde olarak görevini<br />

bu doğrultuda kullanabilecek görüntüdedir. Bunu yapmak<br />

için çocukların eğitim hayatlarının gayet önemli<br />

beş yıllarını birlikte geçirecekleri kimse olarak sınıf<br />

öğretmenlerinin elinde epey imkân vardır. Birden çok<br />

branş öğretmeninin ileriki yıllarda kazandıracaklarını<br />

küçük ölçekte yaşamın ilk yıllarında kazandıracak<br />

olması sebebi ile tüm branşların önemini hep birlikte<br />

içerir denebilir.<br />

Sonuç:<br />

Yukarıda birkaç misaliyle birlikte görüldüğü üzere<br />

öğretmenlik mesleği hemen her branşı ile Türk<br />

milliyetçiliği fikriyatına hizmet namına geniş imkânlara<br />

sahiptir. Umulan odur ki bu çalışma şu çabalar<br />

için bir tetikleyici olur:<br />

•Eğitim Fakülteleri’ndeki tüm Türk milliyetçisi<br />

öğrencilerle görüşerek branşların imkânlarını<br />

51


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

olabildiğince tanımak.<br />

•Eğitim Fakültesi haricindeki bölümlerin söz konusu<br />

öğrencileriyle de görüşerek yurtta gençlerin<br />

eğitim vizyonu dâhiline giren tüm sahaların fikriyata<br />

hizmet noktasında imkânlarını yoklamak.<br />

•Bu imkânların daha sıhhatli tespitleri için bizzat<br />

bölümden mezun olarak mesleğe başlamış olanların<br />

tecrübelerini ve bölümdeki öğretim elemanlarının<br />

düşüncelerini toplamak.<br />

•Bu türden çalışmaları yurt çapında yürütmek.<br />

•Bu türden çalışmaları görüşmecilerin<br />

katılımlarıyla oluşturulan bir tartışma platformunda<br />

görüşleri tartışma yoluyla eleyerek toplamak.<br />

Eğitim Fakültesi ile sınırlandırılan bu çalışmadan<br />

hareketle;<br />

İnsana her şeyden evvel kimliğini edindirmek<br />

görevi gören öğretmenlik mesleği ve bu mesleğe<br />

hazırlayıcı kurum olan Eğitim Fakülteleri her<br />

şeyden evvel bir kimlik kazanmayı öngören Türk<br />

milliyetçiliğinin bu temel hedefine ulaşması için<br />

taşıyıcılarının muhakkak bulunması gereken eğitim<br />

alanlarıdır. Her ne kadar hükümetler gayri milli<br />

eğitim programları hazırlasalar da bunların fiiliyata<br />

geçiricisi olan öğretmenler milliyetçi oldukları<br />

sürece bu programlarını zararlı etkilerini en az<br />

düzeye indirebilecekler ve böylelikle milli şuura<br />

sahip nesil yetiştirme konusunda birinci dereceden<br />

öneme sahip olacaklardır. Bu alanlardaki<br />

öğrenciler de uzun vadede Türk milliyetçiliğinin<br />

öngördüğü insan tipini yetiştirmekle fikriyata ve<br />

doğrudan millete hizmet edebileceklerdir. Bu noktada<br />

milliyetçiliğin yurttaki öncü kuramcılarından<br />

Ziya Gökalp’in Terbiyenin Sosyal ve Kültürel<br />

Temelleri’nde işlediği terbiye ve talim meselesine<br />

değinilmelidir. Ona göre terbiye toplumun üyeleri<br />

üstünde gerçekleştirdiği bir sosyalleşme sürecidir.<br />

Bu sosyalleşme sayesinde birey toplumun diline,<br />

edebiyatına, ahlakına, estetiğine ve mantığa aşina<br />

hale gelir. Bu açıdan terbiyenin amacı milli bireyler<br />

yetiştirmektir.” (9) Talim kısmı bir yana, terbiye<br />

kısmının muhtevasının şu özetine binaen bu süreci<br />

yürütecek olanların taşıdığı fikriyatın Türkçülük<br />

olmasının önemi epey belirgin bir hal alır. Bireyleri<br />

milletin değerlerine aşina birer milli birey haline<br />

getirmek en kaliteli haliyle milliyetçi öğretmenler<br />

tarafından başarılacak iştir.<br />

Öyleyse Türk milliyetçisi gençlerin eğitim vizyonunu<br />

şekillenirken bu bölümlerin ideolojiye hizmet<br />

imkânları da göz önüne alınmalıdır. Önerilen kesinlikle<br />

bu değişken kümesine göre eğitim hayatını<br />

sürdürmek değil yalnızca belirleyiciler toplusunda<br />

yer edinmesini ve gözetilen etmenlerden biri<br />

olmasını sağlamaktır.<br />

Türk milliyetçiliği fikriyatını benimsemiş bulunan<br />

sivil toplum örgütleri, eğitim ve kültür vakıfları,<br />

dernekler üyeleri arasındaki gençlerin eğitim<br />

vizyonlarını oluşturma aşamasında bu değişkeni<br />

de göz önüne iletmelidir. Bunun için bu türden<br />

çalışmaların yurt genelinde yapılmasıyla mütevazı<br />

bir literatür hazırlamak ve bunun kitaplaştırılmış halinin<br />

sözü edilen örgütlerin kitaplıklarında, eğitim<br />

masalarında bulundurmak gerekir.<br />

“İmkânsız yoktur, sadece biraz zaman alır” felsefesinden<br />

hareketle sunulabilecek bir diğer öneri de<br />

şu olabilir. Elbette sözü edilen literatür sivil toplum<br />

örgütlerinin kullanımıyla sınırlı kalmamalı<br />

Milli Eğitim Bakanlığının da materyalleri arasında<br />

olmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı rehberlik<br />

hizmetleri böyle bir materyali ortaöğretim<br />

öğrencilerinin yükseköğretim kariyerleri hakkında<br />

planlama yaparken kullanmalıdır. Elbette bunun<br />

için anayasada ifadesini bulan Atatürk ilke ve<br />

inkılâplarına ve anayasada ifadesini bulan Atatürk<br />

milliyetçiliğine bağlı insan tipi yetiştirmek yani<br />

devletin kuruluş felsefesine uygun eğitim amacı<br />

gütmek peşindeki bir yönetimin varlığı gerekir.<br />

Bugün doğrudan Türkçülük anlayışından epey uzak<br />

kaldığı gözlenen mevcut siyasi erke bağlı MEB’in<br />

böyle bir çalışmayı göz önünde bulundurarak rehberlik<br />

planlamalarına gideceği söylenemese de bu<br />

çalışmalar kuruluş felsefesiyle barışık iktidarların<br />

yönetim süresince işlevsellik kazanacaktır. Daha<br />

açık bir ifade ile Türk Milliyetçiliğini benimsemiş<br />

bir iktidarın olması halinde bahsedilen kitaptaki<br />

çalışmalardan yararlanarak bir “Milli Eğitim”<br />

politikası geliştirmeleri sağlanabilir. Hatta daha<br />

da ileri gidilsin böyle bir iktidarın Milli Eğitim<br />

Bakanlığının lise öğrencilerini üniversiteye<br />

yerleştirirken bu türden çalışmaları da bir ölçüt<br />

olarak kabul etmesi sağlanabilir.<br />

1) Sarp Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Yelkentepe<br />

Yay. 1972, Ankara<br />

2) http://tdkterim.gov.tr/bts/<br />

3) TDK Sözlük, TTK Yay. 1988, Ankara<br />

4) MEB. İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı<br />

5) Turgenyev, Babalar ve Oğullar, İnkılap Kitabevi, 2005,<br />

İstanbul<br />

6) H. Ali Küçükakın, Aşık Veysel hayatı ve Şiirleri, Tablet<br />

Kitabevi, 2009, istanbul<br />

7) Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak,<br />

Akçağ Yay. 2010, İstanbul<br />

8) Atalay Yörükoğlu, Çok Ruh Sağlığı, Özgür Yay. 1996, Ankara<br />

9) Ziya Gökalp, a.g.e.<br />

52


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

ARPALAR BİÇİLİRKEN<br />

•<br />

Prof. Dr. Vahit TÜRK<br />

İnsanlar özgeçmişlerine nerede ve ne zaman<br />

doğduklarını yazarak başlayıp ihtiyaçlarına göre<br />

gerekli bilgileri kaydederler. Ancak ben, farklı bir<br />

özgeçmiş yazacağım. Bu özgeçmişin bir iş edinme<br />

veya resmî bir talebe cevap olma kaygısı yok. Bu<br />

yüzden başlığı özgeçmiş değil de “arpalar biçilirken”<br />

oldu, zaten normal bir özgeçmiş de değil… Peki<br />

ama durup dururken mi yazıldı Doğrusu bu soruya<br />

verilecek cevabın ne beni, ne de bir başkasını tatmin<br />

edeceğini sanıyorum. Belki de yalnızca yazılmış<br />

olmak için, ya da ne bileyim belki “-Baba, sen kaç<br />

yaşındayken evden ayrıldın” sorusunun oluşturduğu<br />

duygu sarsıntısıyla yazıldı.<br />

Bu çocuklar acaba niçin bu kadar meraklı, ya da<br />

merhametsiz mi demeli, olurlar Onun için birkaç kelimenin<br />

arka arkaya sıralanmasından ve herhangi bir<br />

sorudan farklı olmayan bu cümlenin, beni ne hallere<br />

sokacağını nasıl düşünebilsin ki ya da niye düşünemez<br />

ki… Gerçi düşünebilse acaba sormaktan vazgeçer<br />

mi İnsanoğlu bu… Hiç sanmıyorum… Bugüne<br />

kadar hangi insan soracağı sorunun muhatabını ne<br />

hallere sokacağını hesap ederek sordu ki… Sanırım<br />

tam bu yüzden Efrasyap Hoca “Adem Baba ile Havva<br />

Ana bir dilin iki lehçesini konuşuyorlardı” diyor.<br />

Sorulacak soru mu bu be oğul… Halbuki benim bu<br />

gece yapacak başka işlerim vardı! Bir sempozyum<br />

için başladığım bildiriyi bitirecek ve belki biraz da<br />

sınav kağıdı okuyacaktım. Ben şimdi sempozyum<br />

düzenleyicilerine; “Baba, sen ne zaman…” diye berbat<br />

bir soru soruldu ve ben de bu sorunun cevabını<br />

düşündüğüm için bildiriyi bitiremedim desem, acaba<br />

durumumu anlarlar mı Yoksa bu sorunun cevabını<br />

bildiri olarak mı götürsem, ama buna da “-Ulan edepsiz,<br />

bize ne senin ne zaman evinden ayrıldığından”<br />

derlerse ne yaparım… Böyle dalmış kendimi dinlerken<br />

özgeçmiş güme gidecek… Yok, gitse ne olur<br />

ki, insanlık ne kaybeder, gayrı resmî özgeçmişim,<br />

soranı ilgilendirir mi ki başkalarını da ilgilendirsin…<br />

53


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Ama inat değil mi, yine de yazacağım…<br />

Nerede doğduğumu biliyorum, zaten nüfus<br />

cüzdanımda da kayıtlı, ayrıca zaten hayatımın<br />

yaklaşık ilk on yılı da cüzdanda kayıtlı olan yerde<br />

geçti. Ancak, ne zaman doğduğuma dair nüfus<br />

cüzdanındaki kayıt ile sözlü gelenek birbirini tutmuyor.<br />

Resmî kayda göre 12 Haziran 1960’ta doğan<br />

ben, sözlü geleneğe, bilhassa Leman yengeye göre<br />

“arpalar biçilirken” doğmuşum. Böylelikle gelenek,<br />

zirâi bir olay olan arpaların biçilmesini hayatım için<br />

başlangıç olarak belirlemiş oluyor ve ben de resmî<br />

işlemler dışında hep arpalar biçilirken doğduğumu<br />

söylüyorum. Niye buğdaylar değil de arpalar<br />

denecek olursa ki, keçiyi eşekten ayırt edemeyen<br />

şehir insanı için gayet mantıklı bir sorudur, arpalar<br />

buğdaylara göre o yılın hava durumuna bağlı olarak<br />

15-20 gün erken biçilir. Tabi burada sorulması gereken<br />

asıl soru, arpa buğdayla ilgili olmayıp hangi<br />

yılın arpalarıyla ilgili olmalı. Ancak bunu ne ben tam<br />

olarak çözebildim, ne de başkalarından tatminkar bir<br />

cevap bulabildim. Neyse ki akıl yürütmeler ve çeşitli<br />

karşılaştırmalar sonunda doğum yılı olarak resmî<br />

kayıttan bir yıl önce-sine, ay kaydında da yaklaşık<br />

bir ay sonrasına ulaşıp bu önemli(!) meseleyi aşağı<br />

yukarı halletmiş oldum. Bu ulaştığım tarihin hangi<br />

burca denk geldiğini de doğrusu bugüne kadar hiç<br />

merak etmedim.<br />

Çağdaş insan için oldukça tuhaf ve acıklı görülen<br />

bu arpa buğday hesabı, yaşıtlarım ve önceki nesiller<br />

için gayet doğal ve sıradandır. Bu doğallığın<br />

önemli sebeplerinden biri, her köydeki hane başı<br />

çocuk ortalamasının on civarında olması, ayrıca<br />

köy şehir irtibatının çok kolay olmamasıdır. Sayı<br />

çokluğu, çocukların anne baba nezdinde değersiz<br />

olduğu anlamına gelir mi bilmiyorum, belki de tam<br />

tersi kim bilir… Bizim nesil ve önceki köy çocukları;<br />

ya arpalar biçilirken, ya harman zamanı, ya yayla<br />

zamanı, ya davarın dölünde, ya koç katımında, ya<br />

gücükte, ya büyük sel geldiği sene, ya kara kışta, ya<br />

deprem sene-si, ya falan çocuğun suya gittiği sene<br />

doğmuşlardır. Bazı şanslıların doğum tarihleri gün,<br />

ay ve yıl olarak misafir odasındaki gömme dolabın<br />

kapağının iç tarafına ya da bütün evlerdeki tek kitap<br />

olan Kur’an-ı Kerim’in arka boş sayfasına sabit<br />

kalemle kaydedilmiştir ve bu kayıt çocuklar için bir<br />

övünme vesilesidir.<br />

Kendinden son derece razı ve hiç bilmediği dünyalarla<br />

ilgili ahkam kesmeye bayılan çağdaş insanların<br />

acıklı bir olay gibi karşıladığı bu anlatılanları, asıl<br />

muhatapları gayet doğal görürler. Çünkü resmî<br />

takvim, resmî işler için gerekli ve geçerlidir, doğum<br />

resmîleşeceği zaman da bir tahminî tarih anlık olarak<br />

söylenir ve kaydedilir. Bu durum, devletin nüfus<br />

memurları için de garipsenecek bir şey değildir,<br />

çoğunlukla tarihi zaten kendileri yazarlar. Asıl<br />

doğum tarihini, yine gayrı resmî olan köy ebeleri ya<br />

da yakın akrabadan bir hanım hafızada saklar ve gerekince<br />

söyler. Ancak bu saklanan tarihte genellikle<br />

yıl değil, yukarıda sayılan olaylardan biri esas alınır.<br />

Ayrıca doğum günü kutlamak gibi bir alışkanlık<br />

olmadığı için hangi tarihte doğulduğu çok da önemli<br />

değildir, zaten hamur nevinin en güzel ürünü olarak<br />

kömbe ya da çöreği bilen bizler pastanın ne olduğunu<br />

da çok geç öğrenmedik mi Yazı bir anda halk bilimi<br />

bildirisine döndü, halbuki farklı bir özgeçmiş<br />

olacaktı, iş yine resmîleşti, yirmi küsur yılın memuru<br />

ancak bu kadar gayri resmî olabiliyor demek<br />

ki… Dikkat edilirse hastane, doktor, hemşire lafları<br />

hiç geçmedi. Doğum için hastaneye ya da doktora<br />

mı gidilir ki… Bunlar ancak ölümcül hastalıklarda<br />

hatırlanır ve o halde gidenlerin de genellikle cenazeleri<br />

gelir. Yani doktor ve hastane neredeyse kızıl<br />

elma kadar uzak kavramlar… Bir komşu ebe kadın<br />

bu işi eğitimli ebelere taş çıkartırcasına halleder.<br />

Doğrusu doğum sırasında ölen çocuk veya kadını ben<br />

hiç duymadım. İşin içine doktor, hastane karıştıktan<br />

sonra duyar olduk ki, doğumda ölenler olurmuş…<br />

Arpalar biçilirken doğan bu fakir, belki bir gün<br />

ne zaman ve nasıl büyüdüğünü de yazmaya ve<br />

özgeçmişi tamamlamaya çalışır. Bu özgeçmiş tamamlanabilirse<br />

ve ben babama kıyabilirsem götürüp ona<br />

vereceğim. Oğlumun sorusunun cevabını, ondan<br />

önce babam öğrensin isterim, torununa da dilerse<br />

kendisi anlatsın. Babalar zaten ne için var ki…<br />

54


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

TÜRK TÖRESİNDE KÜRESEL ADALET<br />

VE<br />

KÜRESEL BAKIŞ<br />

•<br />

Muharrem Günay SIDDIKOĞLU<br />

Türk toplumunda fiilen yaşayan, hayatın zamanla<br />

hukuki-sosyal değer kazanmış davranışlarını içine<br />

alan ve genelde “kanun ve hukuk” manasına gelen<br />

eski Türk sosyal hayatını düzenleyen “zorunlu”<br />

kurallar-normlar bütünü olan törenin amacı: Türk<br />

ilinde ve dünyada barışı, adaleti ve refahı temin etmekti.<br />

Türk töresine göre Yüce Tanrı insanı “adalet” için,<br />

“törenin tatbiki” için hakanlık makamına getirir.<br />

“Beylik” yani idarecilik törenin (adaletin ve hukukun)<br />

uygulanması için konmuştur. Bu düşünceler<br />

Kutadgu Bilig’ de şöyle anlatılır:<br />

“Bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin; onu<br />

Tanrı kendi fazlı ile sana ihsan etti.”(b. 5469)<br />

“Lütuf ederek, sana bu beyliği verdi; ey bilgisi<br />

geniş olan insan, buna şükret.” (b. 5470)<br />

“Tanrı seni doğruluk-adalet için bu mevkie getirdi.<br />

haydi doğru-adil ol ve doğruluk-adalet ile yaşat.”<br />

(b.5195)<br />

“Bütün halka karşı merhametli ol, büyüğe küçüğe<br />

doğruluk, adalet ile hükmet.” (b. 5197)<br />

“Bu gün herkesin iyi olmasını istersen, kendin iyi<br />

ol, ey memleketin büyüğü “ (b. 5200)<br />

“Bütün bulanıklıkları durultmak istersen kendin<br />

ruhunu tasfiye et; halk ister istemez durulur.(b. 5201)<br />

“Halk bozulursa, onu beyler düzene koyar; eğer<br />

beyler bozulursa, onları kim düzeltir.” (b.5203)<br />

“Sen kendi hareketini doğrult, tavrını düzelt;<br />

halkın hareketi kendiliğinden düzene girer.” (b.5204)<br />

Beylerin-hakanların adil, doğru olmaları, kanunları<br />

doğru uygulamaları konusunda Kutadgu Bilig’de<br />

şöyle dinilir:<br />

“Ey hakim, memlekette uzun müddet hüküm<br />

sürmek istersen, kanunu doğru yürütmeli ve halkı<br />

korumalısın.” (b. 2033)<br />

“Kanun ile ülke genişler ve dünya düzene girer;<br />

zulüm ile ülke eksilir ve dünya bozulur.”(b. 2034)<br />

“Beyler gönüllerini temiz tutar ve kanunu tatbik<br />

ederlerse, beylik bozulmaz ve uzun müddet ayakta<br />

durur.” (b. 2036)<br />

“Halka kanunu, töreyi doğru ve adil tatbik eden<br />

bey kıyamet gününde bahtiyar olur.” (b.1374)<br />

“Bak benim tabiatım yana yatmaz, adildir; doğruadalet<br />

eğrilirse kıyamet kopar.” (b. 808)<br />

Araştırmacıların çoğu töreye “kanun” manası<br />

vermektedir. Töre sadece kanun değildir; fakat kanunu<br />

da kapsar. Sosyal ahlak kuralları, sosyal normlar<br />

bütünü, eski Türk devletinde herkesin uymakla<br />

yükümlü olduğu yazılmamış yasalar bütünü olan<br />

töreye “ilahi bir mahiyet” verenler de vardır. “Kutadgu<br />

Biligde Kut ve Töre” adlı eserin yazarı Said<br />

Başer, Kutadgu Bilig’de geçen:<br />

“Ey bey, gücün yettiği kadar görevi tatbik et ve<br />

kavminin hakkını vermeye çalış. “ (b. 5288)<br />

“Eğer (törenin tatbikinde) kusur edersen Tanrı’dan<br />

affını dile.” (b. 5289)<br />

Çünkü; “Tanrı kadirdir, adildir; gerçek töreyi<br />

koyan, veren O’dur; yarattığı bütün mahlukata gücü<br />

yeter” (b.3192) beyitlerine dayanarak: “Törede Tanrı<br />

ile münasebetli bir mana vardır. Zira kaynağı Tanrı<br />

olan kutun töreyi tatbik etmek ve onun hükümleriyle<br />

hallenmek suretiyle kazanıldığı, kuvvetlendiği<br />

yukarıdaki misallerle açıklığa kavuşmuş bulunuyor.<br />

(S.Başer: 5) demektedir. Said Başer adı geçen eserin<br />

yedinci sayfasında ise töre için “İLAHİ NİZAM”<br />

tabirini kullanmakta ve şöyle demektedir:<br />

55


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

“ ... Töre; sadece hukuk, nizam,devlet düzeninde<br />

uygulanacak kaideler manzumesi demek değildir. Bu<br />

manaları, asıl manasından doğan ikinci derecedeki<br />

manalarıdır. Törenin ikinci derecedeki bu manaları,<br />

günümüze kadar halk arasında muhafaza edilebilmiş<br />

şeklinden ibarettir. Halbuki törenin asıl manası<br />

“Tanrı’nın koyduğu nizam” demektir. Töre ilahi nizam<br />

olduğu için Tanrı, kendi nizamına uyan kişiye<br />

kut vermekte, yani onu kendisine yakınlaştırmakta,<br />

töre istikametindeki davranışlarının mükafatı olarak<br />

ihsanlarıyla taltif etmektedir.” Aynı yaklaşımı Ziya<br />

Gökalp’ te de görmekteyiz. Türk adının “töre- türe”<br />

ile yakın bir ilgisinin bulunduğunu belirten Gökalp,<br />

“Türk kelimesinin manası töreli yani töre dinine salik<br />

demektir.” (Makaleler III: 96) demektedir.<br />

Törenin sadece “kanun” manasında olmadığını<br />

gösteren başka deliller de vardır. Kutadgu Bilig’ de<br />

“kanun, adalet” manasıyla kullanılan “ÖNGDİ” diye<br />

bir kelime mevcuttur:<br />

“Ajun öngdisi bu telimde berü İsiz edgü erter nece<br />

yıllasa “(b.6344)<br />

“Bu dünyanın çok eski bir kanunudur; kötülük veya<br />

iyilik ne kadar uzun sürerse sürsün bir gün geçer.”<br />

beytinde bu mana açıkça görülmektedir. Keza R. R.<br />

Arat, aşağıdaki beyitte:<br />

“Kılıksız törü öngdi bilmez kişi kişike katılsa itilmez<br />

işi “(b.4606)<br />

“Usul, adap ve erkan bilmeyen kimse insanlara<br />

katılırsa, işinde muvaffak olamaz” derken Yusuf<br />

Has Hacib’in aynı beyit içinde farklı mefhumları<br />

karşılamak gayesiyle her üç kelimeyi (törü, öngdi,<br />

itilmek) de yan yana kullanışındaki inceliğe dikkat<br />

etmemiştir. O, törü ve öngdi kelimelerini “usul, adap<br />

ve erkan” şeklinde karşılamıştır. Halbuki beyitteki bu<br />

kelimeler hakiki manaları yerlerine koyularak şöyle<br />

çevrilmeliydi:<br />

“Tabiatı bozuk, töre ve kanun bilmeyen kişi, insanlar<br />

arasına katılsa da işi nizama girmez.” (S.Başer:<br />

75) Kutadgu Bilig’in asıl metninin başka yerlerinde<br />

de öngdi (kanun) ve töre yan yana kullanılmıştır. (bak<br />

6593 ve 6594. beyitler)<br />

Ayrıca 1456 ve 1460. beyitlerde “Öngdi” kelimesi<br />

tek başına ve “kanun” manasında kullanılmıştır.<br />

Said Başer’e göre: “Töre kelimesinin (törü)<br />

Tanrı’nın törütgen sıfatıyla bir alakası bulunmaktadır.<br />

Zira Tanrı “Törütgen” dir. (KB.1242,1243. beyitler)<br />

Törümek: “Türemek, yaratmak (Halık=Törütgen)<br />

(S.Başer:77) demektir.<br />

Said Başer, bir başka eserinde ise “Eski Türk dininin<br />

adı “Gök Tanrı” dinidir. Veya “TÖRE” (törü) büyük<br />

bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır” (S.Başer, s:38)<br />

diyerek töreye tamamen dini bir mahiyet vermektedir.<br />

Yukarıda verdiğim Gökalp’e ait “Türk kelimesinin<br />

manası töreli yani Töre dinine salik demektir.”<br />

düşüncesi de Başer’i destekler niteliktedir.<br />

Gerçekten eski Türk dininin adı “TÖRE” midir<br />

Yoksa “GÖK TANRI” dinimidir Bu konuda uzun<br />

boylu çalışmalar yapmak gerekir. Yalnız şurası bir<br />

gerçektir ki; her milletin devlet, hukuk ve ahlak<br />

anlayışı, hayat felsefeleri dini inançlarının tesiri<br />

altında kalmış ve ona göre gelişip şekillenmiştir.<br />

Olaya bu açıdan baktığımızda Türk töresinin de eski<br />

Türk dininin tesiri altında geliştiğini, şekillendiğini<br />

rahatça söyleyebiliriz.<br />

Cenab-ı Hakk’ın insanlara doğru yolu göstermeleri,<br />

dini öğretmeleri için peygamberler, uyarıcılar<br />

gönderdiği bilinmektedir.<br />

Her kavme, millete bir peygamber gönderildiği ve<br />

kavimlere ayrı ayrı gönderilen bu peygamberlerin<br />

o kavmin lisanı ile gönderildiği Kur’an-ı Kerim’ de<br />

açıkça belirtilmektedir:<br />

“...Hiç bir millet yoktur ki içlerinden cehennem ile<br />

korkutucu, uyarıcı bir peygamber geçmiş olmasın.”<br />

(Fatır suresi 24. ayet)<br />

“Her kavmin bir doğru yol göstericisi vardır.” (Rad<br />

suresi ayet 7)<br />

“Biz her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi<br />

kavminin diliyle gönderdik.” (İbrahim suresi ayet 4)<br />

“(Biz) Peygamberleri (iman edenlere Cenneti)<br />

müjdeleyici , (küfür karanlığında boğulanlara cehennemle)<br />

korkutucu olarak gönderdik ki bu peygamberlerin<br />

gelişinden sonra insanların Allah’a karşı<br />

“bizi imana çağıran olmadı” şeklinde ( özür diye ileri<br />

sürebilecekleri ) bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir,<br />

hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisa suresi ayet 76)<br />

“(Habibim) Bir kısım peygamberleri Sana daha<br />

önce anlattık; bir kısmını ise sana anlatmadık.” (Nisa<br />

suresi 164.ayet)<br />

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi Yüce Allah, her<br />

kavme ve millete bir peygamber göndermiştir. Peygamberler<br />

gönderildiği kavmin ve milletin diliyle<br />

onların içinden seçilmiştir. Rivayetlere göre Allah<br />

tarafından gönderilen peygamber sayısı 124 bin veya<br />

400 bindir. Bu durum hadis-i şerifler ile sabittir. Bu peygamberler<br />

içerisinden hiç şüphesiz Türk kavimlerine<br />

ve Türk milletine gönderilen peygamberler de vardır.<br />

Yapılan araştırmalar, eski Türklerin, inanç itibari ile<br />

İslam’a hazır olduklarını, bazı bulaşmalara rağmen<br />

“MUVAHHİD-HANİF” kaldıklarını göstermektedir.<br />

Bu araştırmalar, Türk milletine adları bilinmeyen yalavaç<br />

ve peygamberler gönderildiği gerçeğini ortaya<br />

koymaktadır. S. Ahmed Arvâsi’nin ifadesiyle:“Nerede”<br />

tevhid “nuruna rastlanırsa orada bir peygamber<br />

soluğu dolaşmış demektir.” (Arvasi TİÜ 1: 50)<br />

Bir kere Türkler kainatın hakimi, tek ve mutlak<br />

kudret sahibi, adına GÖK TANRI dedikleri bir<br />

56


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

yüce yaratıcıya inanıyorlardı. Gök Tanrı, vasıfları<br />

ve taşıdığı sıfatlar itibariyle İslâmi ölçülerdeki Allah<br />

inancına paralel düşmekteydi; Yani kainat ve<br />

hayatın sahibi, düzenleyicisi, ölüm ve hayatın<br />

kaynağı, nimet ve sıkıntıları veren tek yüce varlıktı.<br />

O, Kadim (Bayat), baki (Mengü), vahid (bir), kendi<br />

kendine mevcut ve sıkıntılardan uzak (mungsuz),<br />

hayy (diri), iradesi (erki) ve kudreti (Ogan) olan,<br />

halık (törütgen) ve yaratıklarına hitap eden (deyici),<br />

vacibü’l- vücud bir varlık idi. “(S Başer KBKT: 1)<br />

Gök kelimesi eski Türkçe’de “Ulu-Yüce, büyük<br />

“manalarına gelirdi. Bu bakımdan “GÖK-TANRI”yı<br />

günümüz Türkçesine “Ulu Tanrı-Yüce Tanrı“<br />

şeklinde çevirmek daha uygundur. (Gök Türk kelimesini<br />

de Ulu Türk-Yüce Türk manalarında anlamak<br />

gerekir.) Ayrıca Eski Türkler öldükten sonra dirilmeye,<br />

cennet ve cehenneme, meleklere inanırlardı.<br />

Bir çok kaynaklarda Oğuz Han’ın Allah’ın salih<br />

ve veli bir kulu olduğuna ve Kur’an’da adı geçen<br />

Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna dair güçlü iddialar<br />

vardır. Türk Töresi’ne “Oğuz Töresi”, “Kutlu<br />

Töre” denildiği de dikkate alınınca, törenin ilahi<br />

kaynaklı olduğu veya dinin etkisi altında kalarak<br />

şekillendiği ortaya çıkmaktadır.<br />

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi “töre” nin<br />

Yüce Allah ve O’nun Türklere gönderdiği din ve peygamberlerle<br />

yakın bir ilişkisi vardır. Belki de töre<br />

başlı başına bir din değildi; fakat törenin eski Türk<br />

dini inançları çerçevesinde oluştuğu, geliştiği de bir<br />

gerçektir.<br />

Töreyi, ister kanun, ister hukuk, isterse eski Türk<br />

dîni inançlarının genel bir adı olarak kabul edelim,<br />

adalete, eşitliğe, faydalılığa-hizmete ve insaniliğe<br />

dayanan Türk töresinin hedefi yer yüzünde adaleti<br />

ve barışı tesis etmekti. Yüce dinimiz İslâmiyet bize,<br />

düşmanlık edenlere karşı bile âdil davranmamızı<br />

emreder. (bak. Mümtehine suresi/8. âyet)<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte,<br />

devlet Batı’dan ihraç edilen hukuki kurallarla idare<br />

edilmeye başlandı. Hukuk evrensel bir kavram olmakla<br />

beraber, her milletin tıpkı eski Türklerde<br />

olduğu gibi kendine has bir takım hususi özellikleri<br />

vardır. Cumhuriyetten önceki Osmanlı hukuku<br />

“Mecelle” de aslında dîni olmaktan daha çok örfi,<br />

yani töreye uygun bir hukuk sistemi idi. Nitekim bizim<br />

dinimiz de örfe uymayı emreder. Bu bakımdan<br />

”Türk töresi-Türk örfüne ve İslâmiyet’e ters<br />

düşmeyen” yeni bir hukuk sistemi geliştirip bütün<br />

Türk dünyasında uygulamalıyız.<br />

Bu gün küreselleşme denen süreçte küresel birçok<br />

belirtiden, küresel sermayeden, küresel ekonomiden,<br />

küresel bir müzikten, sanattan, spordan söz edilirken,<br />

“Küresel bir adâletten, küresel bir gelir dağılımından”<br />

söz edilmemesi çok düşündürücüdür. Bize göre<br />

küreselleşen dünyanın bu gün her şeyden daha çok<br />

küresel bir adalete, küresel bir gelir dağılımına ve<br />

küresel bir barışa ihtiyacı vardır. İşte Türkiye ve Türk<br />

dünyası bu “Küresel adalete ve barışa” talip olmalıdır.<br />

Desen: Hüseyin ÇOBAN<br />

57


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

EKMEK KOKUSU<br />

•<br />

Tarık KILIÇARSLAN<br />

Gökyüzü yıldız açar,<br />

Toprak cırcır böceği<br />

Erir, defolu ninnilerin orta yerinde zaman;<br />

Sarınır sisli tüle<br />

Doğurgan, yorgun ova<br />

Nemli cibinliklerde tereddütün nöbeti<br />

Suskun sevdalar damlar göçebe uykulardan<br />

Düşer göz kapakları<br />

Hüznün, aşkın, emeğin;<br />

Yılgın düşler sabahı çeker köy kuyulardan...<br />

Yalnız, Seyhan uyanık;<br />

İşveli dalgalarla<br />

Ürperir, gerinir haz beşiğinde<br />

Gökyüzü suya iner,<br />

Koylarda renk cümbüşü<br />

Gezinir gümüş tende firari yakamozlar<br />

Kıyıda sarhoş balıkçıların umut nöbeti<br />

Nabız sularda atar...<br />

Bir saba makamından huzur damlar vuslata<br />

Işıklarla yıkanır toprağın esmer yüzü<br />

Patlar sarı sıcakta bereketin hücresi<br />

Pamuklar kar bulutu,<br />

Yaz gülü,<br />

Alın teri,<br />

Elması yarılır kozanın;<br />

Keskin kadın kokusu,<br />

Ter kokusu,<br />

Emek kokusu<br />

Yürü derinliğine Çukurova’nın...<br />

Desen: Hüseyin ÇOBAN<br />

58


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

BEREKETÇİLİK DESTANININ<br />

DOĞUŞU<br />

•<br />

Emete Gözügüzelli CİVAN<br />

Türk milleti öyle kahramanlıkları içinde barındırır<br />

ki bunu tarihin sayfalarında her zaman bulmak çok<br />

zordur. Zira bu kahramanlıklara imza atanların<br />

çok azı tarih sayfalarında yer almıştır. Bu hikâye,<br />

Kıbrıs Türk mücadele tarihinde belki de dönüm<br />

noktası oluşturan rahmetli kahraman mücahit Vehbi<br />

Mahmut’un kendi ağzından bize aktardığı mücadelesinden<br />

bir kesittir. Anlatırken o anı yaşayan Vehbi<br />

Mahmut’un Kıbrıs’ta Bereketçilik Destanını size<br />

aktaracağım. Rahmetli ile yaptığım bu mülakat beş<br />

yıl önce tekerlekli sandalyede kollarını kıpırdatamaz<br />

halde, eşinin ve evlatlarının yardımını alarak yaşadığı<br />

bir zamanda gerçekleşmişti. Onu ve tüm mücahitlerimizi,<br />

liderlerimiz olan Sayın Dr. Fazıl Küçük ve<br />

Rauf R. Denktaş’ı rahmetle anıyor, mekânları cennet<br />

olsun diliyorum. Ruhları şad olsun…<br />

********<br />

1950’li yıllardı. Vehbi Rum tarafında işçi idi. Zaten<br />

o dönemlerde Türklerin adada ekonomik durumu çok<br />

kötüydü. Ne de olsa sömürge dönemi vardı. İngilizler<br />

Türklere hep mesafeli tavırları ile biliniyordu, bir<br />

de haksız uygulamaları ile. Türk’ü Türkten başka<br />

düşünen de yoktu.. Vehbi yaşadığı Goççina(Erenköy)<br />

köyünden çalıştığı maden ocağına gitmek için her<br />

gün otobüse biner ve maden ocağına varırdı. Otobüs<br />

durağında bir gün yine beklerken “Bu İngilizler hep<br />

bizi görmezden gelir, haklarımızı gasp eder, Rumlar<br />

da bizi aşağılar.” diye mırıldanarak büyük bir ah<br />

çekdi. Her geçen gün bu düşünceleri daha da artıyor<br />

ve devamlı düşünüyordu. O dönemde Kıbrıs Türklerinin<br />

lideri Dr. Fazıl Küçük’tü. Fazıl, Kıbrıs Türkü<br />

için gerek İngilizlere gerek Rumlara karşı büyük bir<br />

mücadele veren kişiydi. Kıbrıs Türkünü birlik içinde<br />

tutmaya ve haklarımızı İngilizlerden koparmaya<br />

çalışan büyük bir liderdi. 1950’li yıllarda İngilizlerin<br />

elinden gasp edilen Müftlük, eğitim ve hatta vakıf<br />

haklarımızın çoğunu almayı başarmıştı. Bu da bin<br />

bir zorluk ve çile ile gerçekleşmişti. Vehbi bunları<br />

düşünüyordu düşünmesine de hep yüreğinde Anavatan<br />

hasreti vardı. Yaşadığı yer deniz kıyısı olan<br />

bir yerdi. Gece oldu mu arkadaşları ile toplanır bir<br />

tepeye çıkarak Anavatan’ın yanan ışıklarını görmek<br />

için çırpınırdı. Hatta bir keresinde Türk bayrağına<br />

olan sevdalarını, hasretlerini gidermek için gizlice<br />

Türk bayrağı yapmak için harekete geçmişti. O<br />

dönemlerde İngilizler Türk bayrağı taşımayı, asmayı<br />

yasaklamıştı. Hatta okullarda Türk tarihini dahi<br />

Türklere öğretmeyerek onları “Müslüman azınlık”<br />

olarak nitelendiren baskıcı bir eğitim ile yetiştirmeye<br />

çalışıyordu. Vehbi de bu yasağa rağmen tıpkı diğer<br />

Kıbrıs Türklerinin yaptığı gibi kendine kırmızı ve<br />

beyaz kumaştan Türk bayrağı yaparak evinde öpüp<br />

kokluyordu.<br />

Hayat Kıbrıs Türkleri için çok zordu. Kıtlık<br />

bir tarafta, baskı zulüm diğer taraftaydı. Adadaki<br />

Kıbrıs Türklerinin tek suçu kendilerini Türk görüp<br />

Anavatanlarını Türkiye Cumhuriyeti görmeleriydi.<br />

Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi hep onlar için<br />

umuttu. Hep “Bir gün..” diyorlardı. ”Bir gün Türkiye<br />

bizi de görecek…”. Gerçi 1950’lerde Türkiye’nin<br />

dış politikasında Kıbrıs meselesi yoktu. Çünkü<br />

İngiliz egemenliği sürüyordu. Adada kurulan Türk<br />

elçiliğinin görevi de Kıbrıs’tan Türkiye’ye Türk nüfusunu<br />

taşımak içindi…<br />

Vehbi tüm bu ortamlar içinde büyüyen genç bir<br />

delikanlıydı. Geçmişteki Rum isyanlarını ve Türklere<br />

olan saldırılarını çok iyi biliyordu. Rumlara karşı hep<br />

temkinliydi ama yine de Rumlardan arkadaşları da<br />

vardı. Beraber oturup yiyip içtiği Andrea adında çok<br />

da iyi bir Rum arkadaşı vardı. Andrea ile aynı işte<br />

59


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

çalışırlardı. Aralarında çok da bir yaş farkı yoktu, Andrea<br />

sadece iki yaş ondan büyüktü. Zaten çalıştıkları<br />

işletme Rumlara aitti. Bunun için de Vehbi Rum İşçi<br />

Sendikasına (PEO) kayıt yaptırmıştı. Amacı bu sendikada<br />

Kıbrıs Türklerinin haklarını savunmaktı. Tek<br />

gayesi bu idi. Yoksa bu sendikanın komünist yapısı<br />

onu hiç ilgilendirmiyordu…<br />

Andrea ile bir gün işte yeniden bir araya gelip beraber<br />

maden ocağında çalışırlarken Andrea Vehbi’ye<br />

dönerek: “Cumartesi Pazar miting var be Vehbi, ne<br />

den gidelim”. “E madem sendikanındır, gidelim da<br />

haklarımızı arayalım.”<br />

Miting günü bir kalabalık… Bir kalabalık ki kum<br />

atsan yere düşmüyordu. Andrea ve Vehbi de miting<br />

alanına gelen kişilerdendi. Ama çoğunluk Rumlardı.<br />

Birkaçı da Rum firmalarında çalışan Türk işçiler.<br />

Vehbi Sendika’nın kapısından içeri girer girmez<br />

Stalin’in duvardaki kocaman resmini gördü. O resmi<br />

ve üzerinde yazılı olan sözü ömrü boyunca hiç<br />

unutmadı; “Bay Stalin bize söyledin tabancanı teslim<br />

etme, çünkü sen bize söz verdin bizi kurtaracan”. Bu<br />

sözü okuyan Vehbi duraksadı ve şok oldu. Kendisi<br />

ağzını açmadan Andrea Vehbi’ye dönüp; “Be Vehbi<br />

biz ne için uğraşırık, bu sendikamız ne için uğraşır”...<br />

Vehbi ise “İşimiz ne be bu sendika ile, biz işlerik<br />

işçi haklarımızı almak için...” Bu olay üzerine sessizce<br />

oradan ayrılan Vehbi ve Andrea suskundu,<br />

çünkü içlerine bir ateş düşmüştü. İkisi de Türkler ve<br />

Rumların yeni bir kavgaya gireceğini anlamışlardı...<br />

O sıkıntı içinde meydandan ayrılırlarken birden<br />

kocaman Yunan bayrağını ve altında ufacık Türk<br />

bayrağının asılı olduğunu gördüler. Andrea hemen<br />

Vehbi’nin omzuna vurarak tekrardan pişmanlığını<br />

dile getiren sözü söyledi; “Be Vehbi ne geldik buraya<br />

biz eyiki evimize dönüyoruk, çünkü bunlar bizi<br />

gapıştıracak...”<br />

Zaten çok zaman geçmeden Vehbi duyar ki pek<br />

yakında Türk-Rum kavgası çıkacak! Sene 1955 idi.<br />

Daha Rum tedhiş örgütü EOKA saldırıları yoktu.<br />

Ama teşkilatları kurulmuştu. Bu olaylardan sonra<br />

üçüncü hafta EOKA başladı. Her gün olaylar duyulmaya<br />

başlandı.<br />

Vehbi de her gün işe otobüs ile giderdi. Otobüste<br />

hep Kıbrıs Türkleri vardı. Sene 1956’ya gelince ara<br />

ara olan Rum saldırıları sonunda Vehbi’nin içinde<br />

bulunduğu otobüse de rast geldi. Rumlar Kıbrıs<br />

Türklerinin yolcu olduğu otobüsü makineli tüfeklerle<br />

taradılar, olayda Vehbi şans eseri yara almazken<br />

otobüsteki diğer pek çok Türk ağır yaralar almıştı.<br />

Bu olay olduğunda o tehlike ile Vehbi’nin beyni<br />

donmuştu. Artık kafasından tek düşünce geçiyordu.<br />

”Bu işin sonunda ne olacak Rumlar köyüne saldırırsa<br />

kendilerini savunacak silahları bile yokken nasıl karşı<br />

direnişte bulunacaklardı” O olayın gecesi tüm gece<br />

sabaha kadar oturup düşündü.<br />

Ertesi günü tüm köylüyü topladı kahveye. Ardından<br />

orada toplananlara: “Köyümüzü bir Rum saldırısında<br />

nasıl savunuruk diye sordu. Ortaya çıkan tabloda<br />

içler acısı bir durum vardı; toplamda köyde bir tabanca<br />

beş de av tüfeği bulunuyordu. Bu silahlar ile köyü<br />

savunmak imkânsızdı. Köylünün silaha ihtiyacı vardı.<br />

Vehbi tam bir hafta bu olayı düşündü. Ama daha da<br />

ilginç olan bu bir haftalık süre içerisinde bir akşam<br />

Vehbi rüyasında Atatürk’ü gördü. Ata Vehbi’ye “Vehbi,<br />

Yürü da gorkma(korkma), ben yanındayım.” Bu<br />

rüyanın tesiri ile Vehbi heyecanlandı ve birden aklına<br />

Türkiye’den silah getirme fikri doğdu.<br />

Konuyu arkadaşlarına açınca onlar da “tamam”<br />

dediler. İşte bu fikir Kıbrıs’ta Bereketçilik destanının<br />

başlangıcı oldu. Çünkü Bereket demek silah demekti.<br />

Vehbi önce Kıbrıs’ta direniş teşkilatlarına yazılarak<br />

silah bulma çabası içine girdi. Kara Çete, Volkan<br />

bu teşkilatlardandı. Ama öyle görünüyordu ki bu<br />

teşkilatların da silahı yoktu. Onlar bile sadece su<br />

borularından silah yapmaya çalışarak direnişte bulunmak<br />

durumundaydı.<br />

Adada ortam gergindi. Çünkü Rumlar bir taraftan<br />

Türkleri öldürürken, İngiliz aleyhte bir durum<br />

görürse asar, mesela seni silahlı bulsun ya da anlasın<br />

örgüttesin diye kesin idam ederdi. Vehbi’nin teşkilata<br />

girmesi önceleri o kadar da kolay değildi. PEO’da<br />

işçi olması onun pek çok Kıbrıs Türkü tarafından Komunist<br />

sanılmasını da vesile oluyordu..<br />

Gene bir gün PEO’ya gitti, zaten o ara ne zaman<br />

Lefkoşa’ya gitse genç bir oğlan hep onu bisikletinan<br />

takip etmeye başlamıştı. Huylanırdı ne gelir peşinden<br />

diye. Bir gün Büyük Han’da bulunduğu sırada Türkler<br />

ve Rumlar arasında büyük kavga çıktıydı. Türklerin<br />

safına geçip hemen Rumlara karşı direnişe<br />

geçen Vehbi, kavganın ardından kendisini takip eden<br />

genç oğlanın buna şahit olmasına da vesile olmuştu.<br />

Kavgadan sonra Vehbi’yi takip eden o genç oğlan<br />

onun yanına varıp “Sevdim seni tam aradığımız<br />

adamsın” dedi. Bu genç oğlanın adı da Mehmet Ali<br />

Akpınar idi. Kendisi Volkan teşkilatındaydı. Mehmet<br />

Ali ve Vehbi birlikte bir lokantaya gittiler. Uzun<br />

uzun konuştular. Meğer teşkilat Vehbi’yi Komunist<br />

zannedermiş. Rum sendikasında üye idi ya.. Ama<br />

ne bilsin Vehbi Kıbrıs Türk işçilerin hakları için<br />

oradaydı, gerçi mecburdu da. Çünkü Rum maden<br />

şirketinde çalışıyordu.<br />

Lokantada sohbet ederlerken Mehmet Ali birden<br />

“Gel düş peşime” dedi, birlikte yola koyuldular.<br />

O zamanlar Mücahitler spor kulüplerine yazılarak<br />

60


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

teşkilata girerlerdi. Vehbi bunu bilmiyordu ama<br />

oraya varınca durumu anlayacaktı. Nitekim Mehmet<br />

Ali Vehbi’yi Sönmezler Spor Kulübü’ne götürdü.<br />

Kapıdan içeri girecekleri anda Mehmeta Ali “Şimdi<br />

seni bu kulübe yazdıracam”. Vehbi ise zaten durumu<br />

anladıydı. Spor Teşkilatının Müdürünün karşısına<br />

geçtiklerinde müdür Vehbi’ye bakarak “Sen demi<br />

spor oynan” dediğinde Vehbi büyük bir tebessüm ile<br />

“Evet ben da oynarım.” diyecekti.<br />

Sene 1957 olduğunda Vehbi teşkilatın silah<br />

sıkıntısını biliyordu. Aklında da hep silah bulmak<br />

vardı ama çaldığı bütün kapılar bu konudaki sıkıntıyı<br />

ortaya koyuyordu. Rumların Türklere saldırıları her<br />

geçen gün şiddetini artırıyordu, hatta geceleri sokak<br />

nöbetleri de başlamıştı. Kıbrıs Türk teşkilatlarının<br />

birbirinden ayrı dağınık olması da hoş değildi. Sonunda<br />

1957 yılında TMT teşkilatının temelleri atıldığı haberi<br />

gelince Vehbi de gidip TMT’ye yazıldı. Teşkilata<br />

yazıldığı sırada Vehbi’ye “Silahlarınızı teşkilata veriniz,<br />

ihtiyacımız var” dendi. Vehbi ise “Bizim de silaha<br />

ihtiyacımız var, köyümüzü nasıl koruyacağız”<br />

demişti. Vehbi bu durum üzerine derin düşüncelere<br />

dalmıştı. Bu kez TMT başkanı kim onu bulmak için<br />

harekete geçti. Lefkoşa’daki Müftüye gitti.<br />

Müftü; “Be Vehbi” “Ne aran bunları, seni vurduracaklar”.<br />

Vehbi müftüden bilgi alamayınca bu defa bir<br />

başçavuş arkadaşını gördü, ona da “TMT başkanı kim<br />

onu bulmam lazım” dedi. O da “Be Vehbi! bana böle<br />

şey söyleme da sokacam seni içeri”... Oradan da bir<br />

sonuç alamayan Vehbi doğru liderimiz Dr. Küçüğün<br />

evine gitti ama o da evde yoktu.<br />

Bu kez Vehbi kafasına koyduğunu yapmak niyeti<br />

ile Rumlardan bir tekne satın almaya karar verdi. Durumu<br />

köydeki arkadaşlarına açtı ve köylüler “Senininan<br />

ölüme giderik be Vehbi” dediler. Ama Vehbi’nin<br />

elinde yeterince tekne alacak para yoktu. Kardeşi<br />

Celal’den yardım istedi, o da ona 30 pound verdi. Bunun<br />

üzerine para tamamlanınca Rum’dan “Eleftheria”<br />

adında küçük bir tekne aldılar. “Eleftheria”nın<br />

anlamı da hürriyet demekti. Vehbi teknenin adını da<br />

değiştirmedi. Bıraktı öyle kalsın. Güya balıkçılık yapacaklar<br />

diye tekneyi satın aldıklarını da her tarafta<br />

söylediler. Vehbi için artık tekne hazırdı ama bu işi<br />

yapacağı için ille de TMT başkanını görmesi, bulması<br />

lazımdı. Dolayısyle O’nu bulmanın mücadelesinden<br />

hiç vazgeçmedi. Ancak tüm çabaları sonuçsuz<br />

kaldı. Sene 1958 yaz ayına vardığında, Vehbi kardeşi<br />

Celal’i de alarak Rauf Denktaş’ı ziyarete gitmeye karar<br />

verdi.<br />

Denktaş’ın işyerine vardıklarında Denktaş bey<br />

odasındaydı. Girişte Vehbi ve Mahmut’a çalışanlar<br />

sordular, “Ne için geldiniz” Cevap vermeyen Vehbi<br />

“Biz Denktaş beyi göreceyik.” İçeri giren yaver<br />

Denktaş beye: “iki kişi var sizi ille de görmek isterler.”<br />

“Nerelidirler” “Goççinalıdırlar(Erenköylü)”<br />

dedi. O zaman Goççinalılar en fakir insanları idi. Hep<br />

da Rumca konuşurlardı. Denktaş da bunu düşünerek<br />

“Yok” dedi. “Napacam Dillirolarınan Gitsinler”<br />

dedi.<br />

Dentaş’ın yanından çıkan adamı çıkınca Vehbi ve<br />

Celal’e “Ne istersiniz ben Denktaş beye iletirim”<br />

“Çok meşgul sizi göremez” dedi. Vehbi bunun üzerine<br />

“Plan hazırdır, tekne hazırıdır, Türkiye’ye gidip<br />

silah getireceyik! Tekne batar yakalanırık, zannedilmesin<br />

ki silah getirip bu işi ticaret yapacayık,<br />

zannetmesinler menfaat için gideceyik.” Oradakiler<br />

şaşkınlık içinde “Nasıl olur yahu bu.” “Bu olacak<br />

hem yakında!” Sonra Denktaş beye durum anlatılınca<br />

hemen içeri alındılar.<br />

Durumu Denktaş beye anlatan Vehbi’ye cevaben<br />

“Bu iş olmaz Vehbi” denince Vehbi de “tamam” der.<br />

Ama Vehbi kafasına koymuştur. Bu işi yapacaktır.<br />

Denktaş beyin ofisinden çıkınca karşılarında rastgele<br />

bir bisikletli adam gördüler. Bu adam gazete satardı.<br />

Vehbi hemen adamı durdurdu ve ona “Doğu batıyı<br />

gösteren pusulan var mı” “Var ya, istersiniz” “Eya<br />

isterik satacan bize” “Satarım...”<br />

Pusulayı da alınca oradan doğru köye gittiler. Artık<br />

her şey hazırdı. Köyde Vehbi ondan haber bekleyen<br />

arkadaşlarını toplayarak “Denktaş da TMT de kabul<br />

etti, ama kabul etseler de etmeseler de biz bu işi zaten<br />

yapacağıdık” diyerek herkese büyük umut vermişti.<br />

Gece 11’de tekne denize götürüldü. Vehbi ve<br />

gardaşı Celal konuyu biliyordu, ailelerine hiç bir şey<br />

demeden evden çıkıp hazırlıklarını yapmışlardı.<br />

Vehbi ile bu maceralı yolculuğa çıkacak olan<br />

iki arkadaşı daha vardı. Asaf ve Cevdet! Üçü<br />

de tekneye bindi ve ardında kalan arkadaşlarına<br />

“Allahaısmarladık” diyerek helalleşip yola koyuldular.<br />

Çok gitmeden birden kendilerine büyük ışık çakan<br />

İngiliz hücumbotlarını gördüler. Denizde İngiliz<br />

hücumbotları her zaman devriye gezerdi. İngilizler<br />

onları fark edince o ışığı etraflarında çevirmeye<br />

başladılar, çevirdiler, çevirdiler... Vehbi ve arkadaşları<br />

da hemen balıkçı ağları ile balık tutuyor numarası yaparak,<br />

İngilizleri huylandırmamaya çalıştılar. Sonunda<br />

İngiliz hücumbotu ayrıldı ve üç kahraman kürek çeke<br />

çeke denize açıldılar. Tam üç gün kürek çektiler... Son<br />

gün sabah olup da şafak sökünce sağa sola bakındılar,<br />

pusulaları ile yönü tekrardan kontrol edip ”Bismillah”<br />

çekerek tekneyi çalıştırdılar... Denize biraz<br />

açıldıklarında ise fırtına başlamıştı. Motor güçsüzdü,<br />

saatte ancak 4 kilometre yapardı. Ceplerindeki<br />

para da çok azdı. Üçünün toplam parası 30 lira idi.<br />

61


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Günler sonra sabahın 04.00-4.30 gibi Türkiye<br />

dağlarını gördüler... O an öyle bir rahatladılar<br />

ki hemen tekneyi sondürüp aç olan karınlarını<br />

yanlarındaki ufak erzakları ile doyurmaya çalıştılar.<br />

O coşku ile kendi kendilerine “Bu tekne bizi buraya<br />

kadar getirdi, biz de tekneyi çekelim” dediler. 1958<br />

Ağustos’ta oldu bu olay...<br />

Aralarında olan bu şakanın ardından hemen motoru<br />

çalıştırdılar ve tam gaz ileri. Sonunda karaya<br />

vardılar. Baktılar ki karada üç kişi vardı. Hemen inip<br />

tekneyi bağladılar. Oradakiler hemen sordular “Kimsiniz<br />

Bulgar mısınız” Vehbi ve arkadaşlarında ne<br />

kimlik ne bir isim belgesi hiç bişey yok! Ama onlara<br />

“Yahu, biz Kıbrıs Türküyük”. Çok geçmeden baktılar<br />

ki konuştukları adam bir piyade ile geldi. Orada bir<br />

de köylü adam vardı, bu adam dedi ki ”Bu çocuklar<br />

eminim dedi Kıbrıslı Türküdürler”. Piyadeye dönüp<br />

“Bırakacaksınız bu çocuklara bir içecek ikram edelim”.<br />

Hemen onlara bir çay ikram ettiler. Bu arada<br />

o köylü adam tüm köye haber saldı ve bu 3 Kıbrıs<br />

Türküne yardım için tüm köylüden 1 kuruş toplatarak<br />

toplamda 100 lirayı bu genç çocuklara verdiler.<br />

Ardından da “Allah sizi korusun” dediler. Sonra o<br />

adam dedi ki “Bu çocukları yedirin içirin yıkansınlar<br />

bir tokat istemem vurasınız gendilerine!” dedi.<br />

Galadıran’a çıktılar. Anamur’a çok yakındır.<br />

Bu yardımsever adam oranın Muhtarı mıydı neydi<br />

bilinmez ama hemen bu 3 genci yemek sofrasına<br />

oturttu. Yanlarında da bir başçavuş ve asker. Sabah<br />

erken saatlerde bu askerlere emir geldi.“ Bu 3 genç<br />

ile Anamur’a gidilecek!”. Oradaki askerler de çekinirler<br />

kim bunlar diye, ne de olsa üzerlerinde ne<br />

kimlik var ne izin. Bu yüzden askerciğin de aklından<br />

bir sürü soru geçer; “Ya beni öldürürlerse!” diye.<br />

Bunu anlayan Vehbi sonunda Askere gerçek niyetlerini<br />

anlatmadan kendilerinin buraya gelme nedenlerini<br />

“mülteci” olduğunu söyledi.<br />

Köylüler de onların silah alacağınıı bilmezdi ama<br />

gene de onlara yardım ettiler. Anamur dağlarında<br />

bir ormancı Anamur’a gitmek istiyordu. Asker bu<br />

Anamurlu adam ile yolculuk yaparım dedi. Vehbi ve<br />

arkadaşları tekneyi tekrar çalıştırdılar, çalıştırmasına<br />

da silah üstlerine halen doğrulu idi. Vehbi’nin canı<br />

sıkıldı tabi. Askere “Ey be asker, goysana aşağı o<br />

silahı, gorkma goy yere, biz Kıbrıs Türküyük”. Atıldı<br />

ormancı “Goy yere yahu” dedi. O esnada Türkü demeye<br />

başladılar. Ormancının sazı da vardı. Türkü dediler.<br />

Neyse sonunda Anamur’a çıktılar... Bir kamyon<br />

dolu asker vardı onları bekleyen. Tekneyi bağladılar.<br />

Mülteci diye tutuklanan bu gençlerin üzerlerinde ne<br />

var, ne yok, ne giyerler vs. Neredeyse yarım saati aşan<br />

sorgu… Vehbi’nin yine canı sıkıldı ve Komutan’a<br />

“Bu gidişinan akşama kadar gurtulmayık.” “Alın<br />

isimlerimizi yazın.” “Yazın bir pantolon cizme neysa<br />

artık” dedi. “Tamam” diyen komutan özür dileyerek<br />

sorgulamaya son verdirdi.<br />

Sonra oradan bu 3 kahramanı Jandarma aldı. Sabahtan<br />

tekrar sorgu; “Ne istersiniz” “Mülteci”<br />

geldik... 2-3 gece jandarmada kaldılar. Sonra bir telefon<br />

geldi, Mersin’e gidecekler diye. O zaman yollar<br />

da toprağıdı. Anamur’dan Mersin’e yola çıktılar. 3<br />

asker, bir şöför ve Vehbi, Asaf, Cevdet yola çıktılar.<br />

Yol o kadar yorucuydu ki şöför uyukladık dinlenelim<br />

mi sorunca askerler “tamam” dedi. Gece idi. Herkes<br />

yattı, yorgunluktan sabaha kadar uyumuşlardı. Sabah<br />

Vehbi uyanınca bir baktı ki silah daha üzerlerine<br />

doğrulu...”Be asker, bırak o silahı da dinlen sen de”...<br />

Sonra şöför: “Bunlar düşman değil, aha isimleri de<br />

Ahmet, Mehmet’tir. Görün işte mültecidirler” dedi.<br />

Vehbi, Asaf ve Cevdet sözde oraya vardıklarında ertesi<br />

günü döneceklerini zannederlerdi.<br />

Mersin’e giderken Atatürk büstü varıdı. Bu 3 kahraman<br />

bunu görünce duygulanarak şöföre “Bu güzel<br />

topraklarda bırakın bizi girelim denize bir de banyo<br />

yapalım” dediler. “Tamam”. Elbiselerini denizde<br />

yıkayıp sıktılar, tarandılar ve sonra da tekrar yola<br />

koyulup Mersin’de gidecekleri yere vardılar. Orada<br />

sivil komutanlara teslim edildiler. Mersin’de de iki<br />

gece kaldıktan sonra Adana’ya gidecekleri haberi<br />

geldi. Vehbi buradan ayrılmadan önce “Mersin’de<br />

vali var mı” diye sordu. Var dediler. Gidip ziyaret<br />

etmek istedi. Tamam denilerek vali konağına gidildi.<br />

Vali yardımcısı görüşecekti. Tek tek onları<br />

yukarı çağıracaktı. Ama Vehbi diğer iki arkadaşına<br />

“Vali’ye mülteci geldik” deyin. Onlar da “Tamam”<br />

dediler. Sıra Vehbi’ye gelince “Ne var Hayrola.”<br />

“Sizden yardım isterim.” “Sen kimsin.” “Biz mülteci<br />

değilik, kaçakçı da değilik, biz geldik memleketimize<br />

silah istemek için buraya geldik.” Öyle<br />

deyince adam masa başında hem konuşup hem de<br />

kalemle önündeki kâğıtlara imza atarken birden elinden<br />

kalemi bırakıp ayağa kalktı ve doğru Vehbi’nin<br />

yanına giderek ona sarıldı. O kadar gururlanmıştı<br />

ki Vehbi’yi öperek başka türlü duygular içine girdi.<br />

Sonra gözleri dolu halde, “Elimden geleni yapacam.”<br />

”Allah razı olsun”… Vali yardımcısının odası<br />

yukarda idi. Merdivenleri büyük bir endişe ile çıkan<br />

Vehbi ne ile karşılaşacağını bilmiyordu, ama içinde<br />

de bir umut vardı. Silah getirmek istediğini valiye<br />

duyurabilir oradan da Ankara’ya ulaşabilirdi. Bu<br />

düşüncesinden olumlu tepki aldığı vali yardımcısı<br />

yanından ayrılırken hızlıca koşarak merdivenleri inip<br />

aşağı inmişti. Artık huzurluydu.<br />

Vali konağının dışına çıktıklarında arabaya bine-<br />

62


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

cekleri sırada üzerlerinden rastgele bir uçak geçti...<br />

Vehbi de komutana “Komutanım geçen uçak Türk’tür,<br />

Amerikan’dır, yoksa İngiliz’dir” Komutanın içine<br />

sanki de ateş saplandı... Doğru onları MİT’e götürdü.<br />

O gün de Irak’ta ihtilal olduydu. Orada bir odaya<br />

kapatıldılar. Odada bir de Arap çavuş varıdı. Beraber<br />

tam bir hafta yattılar, ne banyo yaptılar ne de başka<br />

bişey... Onlara ne için yattıklarına dair hiç bişey da<br />

demediler..Bir haftanın sonunda Ankara’dan ekip<br />

geldi. Vehbi’yi çağırdılar... ”Vehbi Mahmut, yukarı<br />

gelsin.” “Sen kimsin, adın ne Nerelisin” “Goççina”<br />

“Goççina’dan sonra Pirgo gelir Ne gelir bilin”<br />

Vehbi da bu adama anlattı. Aldı kitapçığı açtı baktı,<br />

baktı...<br />

Sonra Vehbi ve arkadaşları yarım saat geçmeden o<br />

adamın “Götürün çocukları banyoya” talimatı ile iki<br />

Sivil asker eşliğinde hamama götürüldüler, oradan<br />

yemeğe vs.<br />

Tekrar içeri girdiklerinde karşılarında bulunan<br />

bir adam vardı. Bu adamın adı Dr. Burhan<br />

Nalbantoğlu idi. Kendisi Kıbrıs Türkü idi. TMT’nin<br />

kurulmasında ilk öncü olan kişilerdendi. Kendisi o<br />

dönem Ankara’da bulunuyordu.<br />

Adam Vehbi’ye “Sen beni tanırmın” “Sen Burhan<br />

Nalbantoğlu değil misin” “Sen doktorsun, sen bana<br />

bir tokat vurduydun köyde” gülüştüler, sonra “Gel”<br />

dedi. Kıbrıs Türkiye Anamur’u haritada gösterdi.<br />

Ben size “Piskot(bisküvi) ve karpuz verdim götüresiniz.”<br />

“Nasıl götüreceksiniz” dedi. Vehbi haritada<br />

kendilerine her yeri, Köprülerden ağaçlara tepelere<br />

kadar gösterdi... O karpuz ve Piskotları nasıl köye<br />

ulaştıracaklarını anlattı.<br />

Ertesi günü “Binin arabaya” dedi, doğru Anamur’a<br />

gittiler. Tekneyi aldılar. Ama ağları bulamadılar…<br />

Tekneye silahlar yüklendi ve Kıbrıs’a gitme<br />

hazırlıkları artık tamamlanmıştı.<br />

Burhan Nalbantoğulu’nun yanında İsmail Tansu<br />

komutan da vardı. Vehbi’nin Anamur’a gelmesi<br />

üzerine ikisi Ankara’dan Vehbi’nin bulunduğu yere<br />

gelmişlerdi. Vehbi’ye ve arkadaşlarına 12 tabanca<br />

5 kasa mermi 5-10 dane da bomba teknelerine<br />

yüklenmişti... Gerekli hazırlıklar bitince Vehbi ve<br />

arkadaşları tekneye bindiler. Helalleşip yola koyuldular.<br />

Ancak Vehbi bu mutluluğunu haykırmak<br />

istemişti. Kendisine verilen silahlardan birini alıp<br />

birkaç el havaya ateş açtı ve “Bu Kıbrıs’ın kurutuluşu<br />

olacak!” diye haykırdı...<br />

Günler sonra nihayet Lefke açıklarına varmışlardı.<br />

onları bekleyen köylüler de her gece denizde ışık<br />

çakallardı, gelen olur da onlara sinyal olur diye. Nihayet<br />

başarı ile Köye vardılar. Köydeki arkadaşları<br />

bunun üzerine hemen onları buldu. O an herkes<br />

heyecanla “Bu silahları napacayık” diye. Onların<br />

verdikleri cevap netti; “TMT’ye vereceyik.”<br />

Yorgun bir halde eve giden Vehbi ve arkadaşları<br />

bu kez köylünün “Bize silahları ver” baskısı ile<br />

karşılaştı. Hatta “İki tanesini sat yahu” diye yalvarmalar<br />

başladı... TMT’den köye gelecek olan adam<br />

“Vehbi Mahmut’a 29 lira borcum var” diyecek idi.<br />

Günler geçer silahları almaya gelen yok... 5 gün 5<br />

gece kimse yok... Bunun üzerine Vehbi silahları<br />

köyden çıkarmaya karar verdi. Çünkü Köylü dilinde<br />

konuyu dolandırmaya başlamıştı. Biri duydu<br />

mu yakalanma ihtimali yüksekti. Bunun üzerine<br />

köyde dağlık bir yere silahları gömdüler. Ertesi günü<br />

Lefkoşa’ya vardılar.<br />

Amaçları TMT’cileri bulmaktı... Teşkilatta o zaman<br />

İlter Kırmızı, Salih Serter vardı, onları bulup<br />

görüştüler. Vehbi onlara “Silahlar geldi”. “Ma inanalm<br />

yahu...”. orada bulunan Zeki Çavuş ise hemen<br />

“Silahlar yoksa vuracayık sizi.” dedi. Üç ayrı taksi<br />

ile Erenköy’e gittiler. Orada silahların gömüldüğü<br />

yeri kazdılar. İlter Kırmızı geldi. Serter geldi,<br />

Zeki Çavuş geldi. Topal Mahmut da vardı. O silah<br />

çıkmasa hesapta bu 3 kahramanı vuracaktı. Günün<br />

sonunda silahlar çıkarıldı ve teslim edildi. Bu silahlardan<br />

sadece bir tane köy için ayrıldı. Onlar kaç kapı<br />

çaldılarsa köylerini korumak için silah istemişlerdi.<br />

Oysa onlara silah yok deniliyordu. O kadar silah<br />

almışlardı ama kendi köyleri için günün sonunda sadece<br />

bir silah bırakacak kadar da fedakârdılar.<br />

Vehbi bu silahları arkadaşları ile teslim edince olur<br />

ya silahları alan bu ekip yolda yakalanırlarsa ve işin<br />

sonunda kendileri ihbar etti diye iftiraya uğrarlarsa<br />

diye düşünerek silahları alan araçlar ile Lefkoşa’ya<br />

kadar gittiler. Silahları merkeze teslim ettiklerinde<br />

ise köylerine rahat bir şekilde geri dönmüşlerdi.<br />

Artık ikinci seyahatin planları yapılmaya hazırdı…<br />

İşte bu hikâye Kıbrıs’ta yaşanan Bereketçilik<br />

Destanının ilk bölümü oldu. Bu kahramanlar defalarca<br />

bu silah taşımacılığını yaptılar. Vehbi Mahmut sadece<br />

bu destana sebep olan kahramandı. Ardından<br />

diğer kahramanlar sıraya dizildiler. Ancak kimileri<br />

azgın sularda hayatını yitirdiler..<br />

Bugün pek çoğu hayatını yitirdi. Ancak onlar<br />

bu topraklarda efsane oldular. Onları tarih<br />

kitaplarında görmek, yaşatmak lazım olsa da bunun<br />

eksikliğini yaşayan bir nesil ile karşı karşıyayız.<br />

Umarım bu hikâye tüm Türk gençliğine yaşanan<br />

kahramanlıklarımızdan bir kesit sunabilmiştir..<br />

Onları rahmetle anıyoruz…<br />

63


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

EYVALLAH<br />

•<br />

İsmail KANDEMİR<br />

Gülistanda gülfidanı dileyen,<br />

Dost dalında dem bulana Eyvallah…<br />

Deryalarda damlaları eleyen,<br />

Dost selinde dem bulana Eyvallah…<br />

Ruhumuza dem vurdular erenler,<br />

Ser verdiler halkamıza girenler,<br />

Gönüllere ayar veren yarenler,<br />

Dost ilinde dem bulana Eyvallah...<br />

Sema eder, semah döner yanarız,<br />

Kuraklaşmış nefislere pınarız,<br />

Bin yıllardır büyüyen bir çınarız,<br />

Dost yolunda dem bulana Eyvallah..<br />

Talip olur; çilelere güleriz,<br />

Nefsi değil; ruhumuzu bileriz,<br />

El yükselir, biz ayağa ineriz,<br />

Dost dilinde dem bulana Eyvallah…<br />

Hayat nefesim ki Yesevi’dendir,<br />

Felaha davet ki, Mesnevi’dendir,<br />

Hâlîdi Nakşımız, sır demindendir,<br />

Dost gelende dem bulana Eyvallah…<br />

Hatme, zikir, tesbih ekinlerimiz,<br />

Mümin, sofi, ihvan yakınlarımız,<br />

Nefis üstünedir akınlarımız,<br />

Dost görende dem bulana Eyvallah…<br />

Hacı Bektaş, Bahauddin pirimiz,<br />

Mansur gibi yüzülse de derimiz,<br />

Son nefeste ayan olur yerimiz,<br />

Dost gülende dem bulana Eyvallah…<br />

Yazılı fermanım, boyun büküktür,<br />

Kul hanem ki, duvarlarım yıkıktır,<br />

Namemde gördüğün nurdur, akiktir,<br />

Dost pulunda dem bulana Eyvallah…<br />

Kimi canlar, ney üfleyip dönerler,<br />

Kimi kandil olur; yanıp sönerler,<br />

Nefs yoluna kâmil ata binerler,<br />

Dost salanda dem bulana Eyvallah…<br />

Kandemir’im, boşa çaba olmasın,<br />

İmdat eden, zulme tebâ olmasın,<br />

Kul kapısı, ömür hebâ olmasın,<br />

Dost çalanda dem bulana Eyvallah…<br />

64


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ’le<br />

SÖYLEŞİ<br />

•<br />

Konuşan: Sinan DEMİRTÜRK*<br />

TÖRE: Hocam, siyaset ve düşünce dünyasını çok<br />

meşgul eden bir mesele olması bakımından, ilk sualimiz<br />

olarak, “Millet” mefhumunu ve taşıdığı anlamı<br />

tahlil etmenizi istirham edebilir miyim<br />

İ.ÖKSÜZ: Başüstüne… Fakat önce soru cümlenizin<br />

başını inceleyelim: “…siyaset ve düşünce<br />

dünyasını çok meşgul eden bir mesele olması<br />

bakımından…”. Bakın, dikkat edin, bu söylediğiniz<br />

Türkiye için doğru. “Millet” mefhumu, Türkiye’nin<br />

siyaset ve düşünce dünyasını çok meşgul ediyor.<br />

Fakat Batı için doğru değil. Yani Bir Almanya’nın,<br />

bir ABD’nin siyaset ve düşünce dünyasını millet<br />

mefhumu pek de aman aman meşgul etmiyor. Daha<br />

doğrusu Almanları, Amerikanları ilgilendiren bir<br />

millet münakaşası yok. Ama Türkleri ilgilendiren<br />

bir millet münakaşası var.<br />

Bir egemenliğe son verilmesi çalışmaları yürürken,<br />

onun ideolojik alt yapısını da kurmak gerekiyor.<br />

Türkiye’de Türk Milleti’nin 1071’de başlayan<br />

egemenliğine son verme hazırlıkları epey ilerlemiş<br />

durumda. İdeolojik alt yapının dayanakları<br />

aşağıdakilerden biri veya birkaçı olabilir:<br />

a.Aslında Türk Milleti diye bir millet yoktur. Son<br />

yıllarda icat edilmiştir.<br />

b.Hatta millet diye bir toplum birimi yoktur. Millet<br />

hayalidir.<br />

c.Millet vardıysa da, modernitenin bir sonucudur,<br />

içinde bulunduğumuz modernite sonrası çağda millet<br />

yok olma yolundadır.<br />

Fakat belli ki bu iddialar sadece Türk Milleti için<br />

geçerlidir. Söylediğim gibi batı milletleri için değil.<br />

Olmayan, bundan sonra da olmaması planlanan<br />

Türk Milleti’nin dışındaki medenî batılı milletler<br />

için millet, siyasî egemenliğin ve meşruiyetin temelidir.<br />

Bazı devletler, hâlâ, “egemen = sovereign”<br />

diye prensi gösteriyorlarsa da herkes, o prensin<br />

aslında bir milleti temsil ettiğini görmektedir. Pratikte,<br />

yirmi birinci asırda, millet egemenliğin ve<br />

*Gazi Ünv. Öğr.Gör.<br />

65


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

meşruiyetin en yaygın dayanağıdır.<br />

Gerçekten bir durup düşünün. Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nde “hâkimiyet milletin” olmasa, hepimiz,<br />

milliyeti belirsiz bir güruh halinde Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin sadece vatandaşı olsak, o Türkiye<br />

Cumhuriyeti denilen devletin sınırları nasıl çizilecektir<br />

Şuradan derseniz size sorarlar, “Neden oradan<br />

da biraz beriden değil”. Önce sınırlar çizilip sonra<br />

içerde kalana “millet” demek mümkün değildir. Bu,<br />

yani önce sınır çizip içindekilere millet demek, birinci<br />

dünya harbinden sonra galiplerin bizim bölgemizde<br />

giriştiği bir iştir. Tabiî sınırları milletler çizmiştir.<br />

Tabiî olmayan, milletlerin değil de başkalarının çizdiği<br />

sınırları haritaya bakarak kolayca diğerlerinden<br />

ayırabilirsiniz. Meselâ Suriye-Irak sınırı, o ülkelerin<br />

milletleri değil de millet tasarımcıları tarafından<br />

çizilmiştir. Londra’da çizilmiştir. Cetvelle çizilmiştir.<br />

Suudî sınırı, Filistin sınırı da öyle…(1)<br />

Milletin aslında egemenliğin ve meşruiyetin en<br />

yaygın dayanağı olduğunu söyledim. Millet daha<br />

başka birçok şeyin de dayanağıdır. Bakın bunu<br />

Princeton Üniversitesi Siyaset Bilimi hocası Mark<br />

Beissinger nasıl ifade ediyor: “Modern dünyada,<br />

milletlerin içersinde rekabet ettiği bir milletler evreni<br />

icat etmek zorundayız. Gellner’in bize anlattığı gibi,<br />

bir milliyet yok olsa, bir başka milliyet bu boşluğu<br />

hızla doldururdu. Yüksek kültürün yaygınlaştığı bir<br />

dünyada millî olmayanı hayal bile edemeyiz.<br />

Çağdaş devlet ve ekonomi, işlevini, millet denilen<br />

kabın içinde yürütmektedir. Gellner(‘in dediği gibi),<br />

‘Milliyetçilik, belki her zaman tahripkâr değildir<br />

ama, yer çekimi gibi önemli ve sarıcı bir kuvvettir.“(2)<br />

TÖRE: İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle, “<br />

etnik ayrılıkçılığın” ön plana çıkarıldığını görüyoruz,<br />

“Etnisite” ve “ Millet” meselesini bu kapsamda<br />

açıklayabilir misiniz<br />

İ.ÖKSÜZ: Biliyorsunuz Marksizm, milletin<br />

varlığını kabul etmez. Kozmopolitlik iddiasındadır.<br />

Türkiye’de uzun süre kavga komünist fikir taarruzu<br />

ile onun karşısında direnenler arasındaydı.<br />

Bu arada, komünizme karşı olduğunu deklare eden<br />

bir başka grubun, siyasî ümmetçilerin de en az<br />

komünistler kadar milliyetçiliğe ve çağdaş millet<br />

fikrine yabancı ve karşı oldukları dikkatlerden kaçtı.<br />

Dünya görüşü aşiretin henüz aşılmadığı zaman ve<br />

coğrafyalarla sınırlı bu grup, “millet” mefhumunu<br />

kavrayamamıştır. Millet dendiğinde kavim, aşiret<br />

gibi ilkel topluluklardan birini veya ırkı anlar. Milletin<br />

kültür, dil, tarih şuuru gibi temel unsurlarını<br />

görmez. Meselâ “İslamiyet ruhumuz, Türklük bedenimizdir”<br />

veya “İçi İslam, dışı Türk; dışı içinin kölesi”<br />

gibi sloganları düşününüz. Bunlarda “Türk” ırktan,<br />

biyolojiden, etten ve kemikten ibaret değil mi Başka<br />

bir deyişle Türk, cesettir. Millet buysa kültür bu milletin<br />

neresinde Tarih şuuru neresinde Çok açıktır<br />

ki onların kafasındaki millet, millet değildir. Irktır,<br />

kavimdir, bir sulp münasebetinden ibarettir. Hâlbuki<br />

din kadar milliyet de zihinle ve gönülle ilgilidir.<br />

Bu iptidaî düşünce, soğuk harpten sonra kendisine<br />

tabiî bir müttefik buldu: Bölgede kendi millî şuuruna<br />

sahip ve hâkim güç teşkil etme ihtimali bulunan bir<br />

devlet istemeyen emperyalistler. Bütün yapılacak şey,<br />

cesetten ibaret olan “Türk”ten de vaz geçivermekti.<br />

Öyle ya, Türk et ve kemikten ibaretse bundan vazgeçmenin<br />

ne zararı vardı ki Zaten et, kemik ve ırktan<br />

ibaret başka gruplar da vardı… Ve 24, sonra 36,<br />

sonra 40 küsur etnisiteyi ard arda saymaya başladık.<br />

Bunların hepsi et, kemik, ırktı ve aslında hiç biri millet<br />

değildi. Türk de tıpkı onlar gibi millet değildi.<br />

“Milletimiz” diye bir şey vardı ama bu herhalde Türk<br />

Milleti değildi.<br />

Bakınız, George Friedman, etkili bir millî<br />

güce engel olmak için etnisitelerin kullanılışını<br />

nasıl anlatıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nin<br />

büyük stratejisi Avrupa’daki İngiliz stratejisinden<br />

türemiştir- kuvvetler dengesinin idamesi... tıpkı<br />

Birleşik Krallık gibi Amerika Birleşik Devletleri de<br />

muhtemel bölge egemenlerini daha tomurcuk halinde<br />

iken yok etmeye yöneldi. Irak’taki 1990-91 harbi ve<br />

Sırbistan/ Yugoslavya’daki 1999 harbi bu stratejinin<br />

örneklerdir. Bu stratejinin içinde koalisyon halinde<br />

harp etmek, Amerika’nın gücünü bir taraftan diğerine<br />

kaydırarak bölgede iktidar sahibi olma ümitleri besleyenlerin<br />

planlarını asgari güç kullanımıyla akamete<br />

uğratmak vardı. Bu ABD stratejisi global liberalizm<br />

ve insan hakları ideolojisi kılıfına sarılmıştı”(3)<br />

Basra Körfezi’nde bu kadar çok emirlik nereden<br />

çıktı dersiniz Bir asır önce aynı stratejiyi izleyen<br />

İngiltere İmparatorluğu’ndan tabi…<br />

Peki, manipüle edecek etnisite bulmak kolay<br />

mı Eğer millet şuuru zayıflatılmış bir toplulukta<br />

iseniz çok kolay. Dünyada 10 000 civarında etnisite<br />

var. Millet sayısı ise yüzlerde. Arada iki<br />

mertebe, yani yüz kat fark var. İçinden birkaç etnisite<br />

çıkaramayacağınız millet yoktur. Şu çok meşhur<br />

sınırları yeniden çizilmiş Orta Doğu haritasının<br />

ve o haritanın makalesi “Kan Sınırları”nın müellifi<br />

Emekli Yarbay Ralph Peters etnisite bulmanın<br />

kolaylığını anlatır ve yedekte tuttuklarını sayar:<br />

“Bahailer, İsmaililer, Nakşibendiler…”(4). Demek<br />

ki gerekirse onlara da demokratik özerklik verir,<br />

66


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

olmadı devlet kurar, sonra da millet inşa ederiz…<br />

TÖRE:Yazılarınızda ve söyleşilerinizde, dikkat<br />

çektiğiniz bir konu olarak, “Üniter Devlet” ve “Milli<br />

Devlet” arasındaki farkların neler olduğu konusunu<br />

izah edebilir misiniz<br />

İ.ÖKSÜZ: Üniter Devlet ile Millî Devlet iki farklı<br />

kavram. Üniter, federalin tersidir. Tek merkezden<br />

yönetilen devlet demektir. Meselâ ABD, meselâ<br />

Almanya üniter olmayan, federal devletlerdir. Ama<br />

ikisi de millî devlettir. Millî olmayan, üniter de olmayan<br />

devletler olabiliyor. Fakat bunlar pek dayanıklı<br />

değil. Yugoslavya, Çekoslovakya, Belçika gibi.<br />

Bakınız siyaset bilimci Alfred Stepan, millî olmayan<br />

federasyonlar için neler söylüyor: “Komünizm<br />

sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli<br />

olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasî sisteminde<br />

sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi<br />

üniter devletlerdi (Macaristan, Polonya, Romanya,<br />

Arnavutluk ve Bulgaristan). Üçü federaldi (Sovyetler<br />

Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı<br />

1989’dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi<br />

de hâlâ üniter devletlerdir. Üç federal devlet 22 devlete<br />

bölünmüştür.”(5)<br />

TÖRE:Dünya’da düşünce çevrelerinin uzun<br />

yıllardır tartıştığı bir konu olarak, Küreselleşme<br />

sürecinin, Milli Kültürler ve Milli Devletler üzerinde<br />

hangi etkileri bıraktığını düşünüyorsunuz Kanaatinizce,<br />

Ulus devletler için bir tehdit söz konusu mu<br />

İ ÖKSÜZ: İnsan tabiatında iki özellik insan insan<br />

olalı mevcut: Toplum halinde yaşama ve rekabet.<br />

Söz konusu toplumun ne olabileceği, fizik imkânlarla<br />

sınırlı. Dünyası birkaç kilometreye hapsolmuş<br />

insan gruplarından ancak aile, sülale, klan, kavim<br />

toplumlarının çıkmasını, bu toplumlar içinde yaşayıp<br />

rekabet etmelerini beklersiniz.<br />

Önce atın ehlileştirilmesi ve daha sonraki teknik<br />

gelişmeler insanın menzilini arttırdıkça temel toplum<br />

birimi daha dar birimlerden millete doğru gelişmiştir.<br />

Atı erken ehlileştiren ve bozkır medeniyetine ulaşan<br />

Türkler millet birimine de erken vardı. Milletin<br />

Avrupa modernitesinden sonra doğduğunu iddia<br />

edenler, Orkun kitabelerini, Kaşgarlı Mahmud’u<br />

izah etmek zorundadırlar. Bu izahlar yapılmadan<br />

“millet modernitenin ürünüdür” iddiası havada kalır.<br />

Avrupa bize göre statik insanlar diyarıydı. Onlar<br />

millete daha geç ulaştılar. Bizden de, uzak doğudan<br />

da sonra… Fakat dikkat çekicidir, Avrupa’daki ilk<br />

millî devletler de yine bir ulaşım aracının, uzun<br />

menzilli gemilerin geliştiği ülkelerde ortaya çıktı.<br />

İngiltere’de, Hollanda’da ve diğer sahil ülkelerinde.<br />

Özetle, ne kadar çok ulaşım, iletişim varsa aşiretten<br />

veya Avrupa feodalitesinden o kadar önce çıkıp millet<br />

formuna o kadar erken ulaşıyorsunuz.<br />

Küreselleşme, insan menzilinin dünyanın hemen<br />

her noktasında bütün dünyayı kapsayacak derecede<br />

artışıdır. Bu bilgi menziline sahip insan kendine<br />

benzeyeni, kendi dilini konuşanı ve kendine benzemeyeni,<br />

kendi dilini konuşmayanı daha erken, daha<br />

yakından ve daha rahat tanıyacaktır.<br />

Mekanizma, Karacaoğlan’ın özetlediğinden ibarettir:<br />

Gezdim seyran ettim Frengistan’ı<br />

Elleri var, bizim ele benzemez,<br />

Güzelleri türkü söyler çığrışır<br />

Dilleri var bizim dile benzemez<br />

Şimdi Frengistan’ı seyran etmek için Karacaoğlan<br />

gibi yollara düşmek gerekmiyor. Televizyonun uzaktan<br />

kumandasına basmak yetiyor ve dilleri bizim<br />

dile benzemeyenleri, illeri bizim ile benzemeyenleri<br />

hemen görüyorsunuz. Benzeyenleri de.<br />

Küreselleşme, insanların millet birimi içinde<br />

işbirliği ve millet birimi içinde rekabet etmelerinin<br />

zirve noktasıdır.<br />

TÖRE: Türkiye’de bazı düşünürler, dünyada ve<br />

bizde milliyetçiliğin sonunun geldiğini ısrarla<br />

söylüyorlar. Bu hususla ilgili olarak görüşlerinizi<br />

alabilir miyim<br />

İ ÖKSÜZ: Düşünce ne kadar uçuksa, düşünce<br />

sahipleri de kendilerinden o derece emin oluyorlar<br />

galiba. Önce soruya soruyla karşılık vereyim… Hal<br />

böyle ise niçin AB içinde “milliyetçilik yükseliyor”<br />

alarmları çalmaktadır Niçin Eurobarometer anketleri<br />

yıllar içinde yükselen bir milliyetçiliğe işaret<br />

etmektedir Bakınız, Türk Milliyetçiliği’ne pek de<br />

sempati duyduğu söylenemeyecek TESEV’in Umut<br />

Özkırımlı’ya hazırlattığı “Milliyetçilik ve Türkiye-<br />

Avrupa Birliği İlişkileri” adlı raporun Teşekkür<br />

Bölümü’nde Özkırımlı ne diyor, “Türkiye ve dünyada<br />

‘yükseldiğine ‘ inanılan milliyetçiliğin Türkiye-<br />

Avrupa Birliği ilişkilerini nasıl etkilediği üzerine bir<br />

araştırma yapma düşüncesi Türkiye Ekonomik ve<br />

Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Dış Politika Programı<br />

‘na ait.”(6) Yani ne imiş Bir taraftan bize, “haydi,<br />

artık milliyetçilik öldü, sonuna geldik, dünyanın<br />

gidişi bu” diyeceksiniz, sonra da kendi içinizde oturup,<br />

“yahu bu milliyetçilik de yükselip duruyor, haydi<br />

bir rapor hazırlatalım da bu yükselişi nasıl önleriz<br />

bir bakalım” diye karar alacaksınız. Buna bilimin<br />

yüksek ilkeleri deniyor.<br />

Marksistlere göre 19. ve 20. asırda da millet ve<br />

67


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

68<br />

milliyetçiliğin sonu gelmişti. Hızla önce proleter<br />

diktatörlüğüne, daha sonra da devletin eriyip<br />

yok olduğu komünist topluma gidiyorduk. Kesinlikle<br />

oraya gidiyorduk, bundan eminlerdi. Sonuçta<br />

bu kesin yola girenler ortadan kayboldu. Dünyada<br />

birkaç numune hâriç proleter devleti olduğunu iddia<br />

eden, komünist topluma gittiğini söyleyen kalmadı.<br />

Fakat sizin de belirttiğiniz gibi “ısrarla söylüyorlar”<br />

kısmı kaldı. Demek ki bu arkadaşlar her şartta ısrarla<br />

söyleyecek bir şey buluyorlar. Her şartta kendilerinden<br />

eminler. Yalnız, acıdır, emin oldukları şeyler<br />

değişiyor. İki şey değişmiyor: 1.Emin olanların<br />

kimlikleri ve 2.Emin olma şiddetleri. Öyle ki, elli<br />

yıldır her emin oldukları şey “kaçınılmaz”, “bilimin<br />

gereği”, “tarihin kesin akışı” oldu. Bir de millet ve<br />

milliyetçiliğin sonundan emindiler. Geçen yüzyılda<br />

da emindiler, şimdi de eminler. Emin olmak son<br />

derece rahatlatıcı bir ruh hali olmalı.<br />

Az önce, millî olmayan devlet imparatorluktur<br />

dedim. İmparatorlukların 20. asrın ilk yarısında<br />

öldüğünü sanmıştık. En geç, en geç, İkinci Dünya<br />

Harbi’nden sonra, 1950’lerde bittiler… Geriye bir<br />

tek Sovyet İmparatorluğu kalmıştı, o da asrın sonuna<br />

doğru öldü.<br />

Şimdi uyanıyoruz. Meğer imparatorluklar ölmemiş.<br />

Suret değiştirmiş. Galiba bugün bütün mücadele o imparatorluk<br />

devletinin, bu sefer adı konmadan ve belki<br />

de bayrağı dalgalandırılmadan yeniden kuruluşudur.(7)<br />

Osmanlı’nın terminolojisi ile anlatayım: 21.<br />

asrın imparatorluklarında milleti hâkimelerin, mesela<br />

Amerikanların veya Almanların veya Fransızların<br />

veya bütün AB ortaklığındaki milletlerin devletleri<br />

millî; tabi milletlerin yani milleti mahkûmelerin devletleri<br />

de millî olmayan devlet olacaktır herhalde.<br />

Bugünkü Irak, yarınki Anadolu devleti gibi. Biz milli<br />

devlet olmayacağız, onlar olacak.<br />

“Diktörtgen Anadolu etnik mozaiği”nde kurgulanmaya<br />

çalışılan devlet benzese benzese Dubai<br />

Havaalanı’nın transit yolcu salonuna benzer. Fakat<br />

bu çok milletli devlet hakkında şu garanti var: Bu<br />

devlet, kesinlikle bir süper gücün bölgedeki emellerine<br />

yardımcıdır. Az önce belirttiğim gibi sınırları<br />

plastiktir… Gerekirse cetvelle yeniden çizilebilir.<br />

Tarihte, böyle, içinde millet, hatta insan bulunmayan<br />

topraklar oldu. Küçük misali Diego Garcia<br />

adasıdır. Önce İngiltere’nin, sonra ABD’nin<br />

sömürgesi olan bu adada sözde kimse yaşamıyordu.<br />

Issız adaydı. Sonra ortaya çıktı ki, üs yaparken o ada<br />

halkını oradan sürüvermişler.<br />

Orta boy misali İsrail’dir. İsrail kurulurken Batı<br />

dünyasında Filistin için kullanılan tarif, “Vatansız<br />

bir halk için, halksız bir vatan” idi. İsterseniz bunu,<br />

“Vatansız bir millete, milletsiz bir vatan” diye de tercüme<br />

edebilirsiniz. Çok sonra Filistin’de ihmal edilen<br />

yerli bir halk olduğu keşfedildi. Ama anlaşılan onlar<br />

da Diego Garcia ahalisi gibi gözden kaçmış.<br />

Büyük boy misal Kuzey Amerika’dır. O zamanın<br />

İngilizleri, ki daha sonranın Amerikanları’nın öncülleriydi,<br />

“wilderness”te kendilerine vatan kuruyorlardı.<br />

Yani, bakir, insansız bir kıtada. Orada önce ihmal<br />

sonra imha edilen yerli ahalinin o zamanki nüfusunun<br />

birkaç on milyon olduğu tahmin ediliyor.<br />

Anlaşılmaktadır ki Anadolu ve onun müştemilatı,<br />

İncil’in mukaddes toprakları da şu anda bakirdir. Bir<br />

milleti barındırmamaktadır. Ancak otuz-kırk farklı<br />

etnik grup oralarda rastgele dolaşmaktadır. Tıpkı<br />

Apaçiler, Komançiler, Siyular gibi… Bakalım bu<br />

milletsiz vatanların geleceği nasıl olacak Nasıl mamur<br />

ve medeni kılınacak.<br />

Bakınız, 2001 yılında Oxford Üniversitesi<br />

Yayınevi’nden enteresan bir kitap çıktı. Adı, “Devletin<br />

doğru boya getirilmesi: Sınırların değiştirilmesi<br />

politikaları (8) ”. Konu, başlıktan da anlaşılacağı gibi<br />

bazı devletlerin kesilip biçilip “doğru” boya getirilmesi.<br />

Tabi bu doğru boya getirme için sınırların da<br />

taşınması lâzım geliyor.<br />

Acaba “doğru boya getirilmesi gereken” devletler<br />

hangileri Kitapta bunlar ayrı bölümler halinde tek<br />

tek ele alınmış: Kongo/Zaire, Pakistan, eski Sovyet<br />

ülkeleri, Türkiye, Irak, Doğu Timor ve Ürdün.<br />

Kitabın editörlerinden birini daha önceki yazılarından<br />

tanıyordum, Irak Kürdistanı Anayasası’nın<br />

danışmanlarından Brendan O’Leary. Türkiye<br />

bölümünü de Ümit Cizre yazmış. Hani TESEV’in<br />

anayasa raporundaki danışman hocalarımızdan...<br />

Böyle bir kitapta hiçbir zaman Almanya’yı,<br />

ABD’yi, Fransa’yı bulamayacaksınız. Çünkü o milletler<br />

başkadır, biz başkayız. Daha doğrusu onlar millettir,<br />

biz etnik güruhlarız.<br />

TÖRE: Türk Milliyetçiliği düşüncesi ve Milli Devlete<br />

sahip çıkma ideali, hatta vatanseverlik söz konusu<br />

olduğunda, bu değerlere yönelik, açık bir savaşın<br />

yürütüldüğüne şahit oluyoruz. Size göre, bazı yazar<br />

ve düşünürlerin temsil ettiği bu tavır ne anlama<br />

gelmektedir<br />

İ. ÖKSÜZ: Az önce söylediklerimin içinde bu sorunun<br />

da cevabı var diye düşünüyorum. Ama siz bu soruda<br />

kullandığınız kelimelerle az önce anlattıklarıma iki<br />

cephe daha ilâve ettiniz. Birincisi “vatanseverlik”<br />

sözüdür.<br />

Avrupa’da milliyetçilik, bizden ve dünyanın<br />

geri kalan her yerinden farklı gelişti. 18.-19. asırda<br />

Avrupalılar Tanrı’nın kendilerini dünyanın geri<br />

kalanını yönetmekle görevlendirildiğini kabul<br />

ediyorlardı. Bunun ayrıntısına girmeyeyim ama devasa


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Amerika kıtasına uzanan emperyalizm ve yerli<br />

halkları yok etme hareketlerinin dayandığı ideoloji<br />

buydu. Dindarsanız, beyaz ırkın Tanrı tarafından<br />

bu işlerle görevlendirildiğine inanırdınız. Dindar<br />

değilseniz, dünyada üstün ve aşağılık ırklar<br />

bulunduğu, üstünle-rin aşağılıkları tasfiye edip<br />

onların yurtlarında hüküm sürecekleri bilimin<br />

gereğiydi. Her iki halde de batı milliyetçiliği, daha<br />

doğrusu ırkçılığı demek lâzım, ötekini aşağılık<br />

görme üzerine kurulmuştur. Şöyle de söyleyebilirim,<br />

batı milliyetçiliklerinin içinde milletleri aşan (transnasyonal)<br />

bir ırkçılık vardır.<br />

Bu düşüncelerin zirvesi ve sonu ikinci dünya<br />

harbidir. Almanya’nın mağlubiyetinden sonra,<br />

ırkçılığın saçmalığı ve taşıdığı felaket potansiyeli<br />

iyice anlaşıldı. 1945’ten itibaren batıda ırkçılıkla iç<br />

içe gelişmiş “milliyetçilik” de pek sevimli bir tabir<br />

değildi artık. Fakat millet ve milliyetçilik bütün<br />

gücüyle devam etmekteydi. Batı milletlerinin içinde<br />

bulunduğu tabiî haldi milliyetçilik. Buna bir çare bulundu:<br />

Milliyetçilik yerine “vatanseverlik” denecekti.<br />

Patriotism! Patria, vatan, daha doğrusu babamızın<br />

vatanı demektir. Hani şu füzesavar füzelerin adı<br />

gibi: Patriot. ABD’de, 11 Eylül saldırısından<br />

sonra teröre karşı güvenlik amacıyla hürriyetleri<br />

kısıtlayan kanunun ismi de “Patriot Kanunu ~ Patriot<br />

Act”dır. Batılı milletlerin milliyetçilikleri iyidir<br />

ve ismi “vatanseverlik”tir. Mahkûm milletlerin milliyetçilikleri<br />

ırkçılıktır ve bir an önce silinmelidir.<br />

Özkırımlı’nın dediği gibi, “Bu bakışa göre milliyetçilik<br />

akılcılıktan uzak, şiddete eğilimli, ilkel bir<br />

ideolojidir, bir tür ‘aşırılıktır’. Bu tanım, sosyal<br />

bilimcilere milliyetçiliği başkalarına ‘yansıtma’ ve<br />

kendi milliyetçiliklerini görmezden gelme olanağı<br />

vermektedir. Milliyetçilik başkalarının malıdır, ‘biz’<br />

im değil./ Çoğu zaman bu tutumu desteklemek için<br />

kendi milliyetçiliğimize farklı bir ad verme yoluna<br />

da gidilir. Genellikle bu iş için seçilen terim ‘vatanseverlik’<br />

tir… Bu noktada sorulması gereken sorular<br />

şunlardır: Iraklıları ‘milliyetçi’, Amerikalıları<br />

‘vatansever’ yapan nedir(9) ”<br />

“Vatanseverlik” konusunda söyleyeceklerim bunlar.<br />

Sorunuzdan anlaşılıyor ki millî egemenliğin yok<br />

edilmeye çalışıldığı şu geçitte, Türkiye’de vatanseverlik<br />

kavramına dahi tahammül yoktur.<br />

İkinci nokta, milliyetçiliğe karşı olan “bazı yazar<br />

ve düşünürler”. Bence bu “düşünürler” hakkında<br />

artık biraz derin düşünmemizin zamanıdır. Düşünür<br />

entelektüel mi demek Eğer öyleyse bizimkiler<br />

dünyadakilerden çok farklı. Çünkü entelektüellerin<br />

baş özelliklerinden biri fikir bağımsızlığıdır.<br />

İki entelek-tüelin, iki düşünürün aynı şeyleri<br />

düşünmesi pek mümkün değildir. Fakat bizimkilere<br />

bakıyorsunuz, sahne sanatçısı düşünüründen, ikoncan<br />

düşünüründen ‘araştırmacı yazar’ düşünürüne<br />

kadar hepsi tıpa tıp aynı şeyleri düşünüyor. Bir<br />

birinin kopyası gibi. Böyle geniş çevreleri birden<br />

bire aydınlatan hikmetlere “alınmış hikmet” deniyor<br />

biliyorsunuz. O zaman bu “bazı düşünür ve<br />

yazar”lara kopyanın orijinalini 1. Kimin verdiğini ve<br />

2. Onların hangi mekanizmalarla bu orjinali kabule<br />

ikna edildiklerini araştırmamız lazım.<br />

TÖRE: 12 Haziran seçimleri geride kaldı, Yeni<br />

Anayasaya duyulan ihtiyaç, toplumsal kesimler<br />

tarafından dillendiriliyor. Bir düşünce adamı olarak<br />

size sormak isterim, Türkiye’ nin ihtiyaç duyduğu<br />

anayasa modeli nedir<br />

İ. ÖKSÜZ: 1982 anayasası düzinelerle değişikliğe<br />

uğradı. Ama şimdi sözü edilen değişiklik doğrudan<br />

doğruya devletin temelleriyle, meşruiyetiyle,<br />

egemenliği ile ilgili. Değiştirilmek istenen<br />

1982 anayasası değil, 1924 anayasasıdır. Hatta<br />

değiştirilmek istenen, 1071’ de tesis edilen egemenliktir<br />

diyebilirsiniz.<br />

Ben size sorayım: Siz, hiç, “şu şu maddeler olmasa<br />

ne güzel anayasamız olurdu” dediniz mi<br />

Böyle bir ihtiyaç duydunuz mu; duyuyor musunuz<br />

Yakınlarınızdan böyle bir teklif, bir talep, bir arzu<br />

dile getiren oldu mu Bakın birkaç ay önce genel<br />

seçime girip çıktık. Hiçbir parti, anayasanın şu ve<br />

bu maddelerini değiştireceğiz diye bir propaganda<br />

çalışması yapmak ihtiyacını hissetmedi. Veya böyle<br />

bir beyanda bulunmaktan kaçındı. Genel olarak,<br />

kamuoyunu hazırlayıcı nitelikte, “çok güzel bir<br />

anayasa yapacağız” gibi laflar edildi. Demek ki<br />

“toplumsal kesimler tarafından dillendirilen” bir<br />

değişiklik ihtiyacı yok. Ha, şurası doğru, BDP ve<br />

TESEV tarafından bu ihtiyaç dillendiriliyor. İmralı<br />

ve PKK tarafından dilendiriliyor. Ama her halde sizin<br />

“toplumsal kesimler”den kastiniz bunlar değil…<br />

Bu “toplumsal kesimler” az önce bahsettiğimiz fikir<br />

birliği içindeki düşünür, yazar ve aydınlarla aynı<br />

olmasın sakın<br />

TÖRE: Anayasanın değiştirilemez maddeleri ve<br />

“Türklük” vurgusu anlaşılan büyük bir rahatsızlığa<br />

sebep oluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz<br />

İ. ÖKSÜZ: Az önce belirttiğim gibi bizden millî<br />

olmayan bir devlet talep edilmektedir. Millî olmayan<br />

devletten tabiatıyla “Türklük” çıkarılacaktır.<br />

Bu öyle bir sunulmakta, “bazı düşünür ve yazarlar”<br />

bu konuda da yukarıda bahsettiğim inanılmaz fikir<br />

birliğini öyle yüksek sesle tekrarlamaktadırlar ki…<br />

69


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Sesler o kadar yüksek, o kadar birbirinin aynı ve<br />

kendinden emin ki insan tereddüde düşüyor. Acaba<br />

gerçekten dünyada devletler anayasalarından millet<br />

isimlerini çıkardılar da bizim haberimiz mi olmadı<br />

Merak ettim, gidip Fransız, Alman, İspanyol, Yunan<br />

anayasalarına baktım. Yirmibirinci Yüzyıl Türkiye<br />

Enstitüsü’nün Dergisi’nde yazdım. Tekrarlayayım:<br />

Fransız Anayasası başlangıcı: “Fransız halkı vakarla<br />

ilan eder ki…” (Fransa halkı değil!) Metinde<br />

“Fransa” iki defa, “Fransız” 5 defa geçiyor.<br />

Alman Temel Kanunu başlangıcı: “Tanrı ve insanın<br />

huzurunda… Alman Halkı, kurucu iktidarlarını kullanarak…”<br />

(Almanya halkı değil!) Temel kanunda<br />

45 defa “Alman”, 17 defa “Almanya” denmektedir.<br />

Almancada metinde kelime işlemciyle bu ayrımı yapmak<br />

kolay. Alman: Deutsch. Almanya: Deutschland.<br />

Yunan Anayasası tamamen “Elenler” için kaleme<br />

alınmış. Meselâ vatandaşların kanun önünde eşitliğini<br />

değil, Elenlerin kanun önünde eşitliğini öngörüyor!<br />

İspanya Anayasası’nda “İspanyol” 20 defa geçiyor.<br />

İspanya 26 defa.<br />

Sonuçta önceki tespitimize dönüyoruz: Onlar<br />

millet, biz değiliz. Fransa Fransızların, Almanya<br />

Almanların, fakat Türkiye hepimizin!<br />

TÖRE:Son günlerde, Cengiz Çandar’ ın hazırladığı<br />

malum rapor ve Hasan Cemal’ in Kandil’ de Murat<br />

Karayılan’ la yaptığı mülakat, Kürt Sorunu(!)’ nun<br />

çözümünde, PKK ve Öcalan’ a öncelik verilmesi üzerinde<br />

duruyor, bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

İ. ÖKSÜZ: Apo’ya ve Karayılan’a sorarsanız, başka<br />

türlü bir cevap almanız mümkün mü 1922’de de<br />

Hacı Anesti’ye sorsanız, “Ege Sorunu”nun çözümü<br />

için Yunan Ordusu’na ve Kral Konstantin’e öncelik<br />

verilmesini tavsiye ederlerdi. Ama biz sorunu bundan<br />

biraz farklı şekilde çözdük.<br />

Çandar’ın “rapor”unu okudum. Tipik bir TE-<br />

SEV etüdü. “Rapor” olduğuna göre her halde bir<br />

“araştırma”nın sonuçlarını rapor ediyor zannedersiniz<br />

değil mi Ama herhalde çok zaman kaybedip<br />

Açık Toplum Vakfı ve Chrest Vakfı’nın kaynaklarını<br />

heba etmemek için varılacak sonuçları önceden belirleyip<br />

etüdü ona göre yaptırmışlar. Çandar, metodunu<br />

açıklıyor: “Siyasi partiler arasında Milliyetçi Hareket<br />

Partisi (MHP) ile raporun içeriği ve amacına ilişkin<br />

kategorik olumsuz tavrından ötürü görüşülmemiştir.<br />

‘Teröristlerin Türk adaletine teslim olması’ ya da<br />

‘eşkiyaya haddinin bildirilmesi’ gibi söylemleri parti<br />

pozisyonu haline getirmiş olan MHP’nin bu aşamada,<br />

raporun içeriğine anlamlı bir katkı sağlayabileceği<br />

düşünülmemiştir… Sorunun simdiye kadar doğrudan<br />

tarafı olmuş Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) temsilcilerle<br />

doğrudan görüşmeler yapılmamış olsa da…<br />

bu raporun metodolojisi, vardığı sonuçlar ve önerileri,<br />

Orgeneral Basbuğ’un Terör Örgütlerinin Sonu<br />

başlıklı kitabında dile getirdiği görüşlerden temelde<br />

ayrılmaktadır.” İlerleyen bölümlerde CHP’de<br />

Baykal yönetiminin de metodolojiye uymadığını,<br />

buna karşılık yeni yönetimden ümit var olunduğunu<br />

hissediyorsunuz. Demek ki bilim böyle işler. Ne sonuca<br />

varacağınızı önceden bilirsiniz. Bu sonuca muhalefet<br />

edebilecek kurum ve kişilerle görüşmezsiniz.<br />

Raporu okursanız, “metodoloji”nin şu sonuçlardan<br />

ibaret olduğunu görürsünüz:<br />

1.Öcalan çok önemli, büyük ve etkili bir adamdır.<br />

2.Öcalan’ın dediklerini yapın: PKK’ya genel af<br />

çıkarın.<br />

3.Öcalan’ın dediklerini yapın: Öcalan’ı serbest<br />

bırakın.<br />

4.Öcalan’ın dediklerini yapın: Güneydoğu’nun<br />

eğitim ve güvenlik işlerini onlara verin. Finansmanı<br />

siz sağlayın.<br />

Çandar, işte bu “metodoloji”ye uymayan kaynakları<br />

“rapor”una almamış. Eh ben de olsam almazdım…<br />

TSK doğrudan taraf olduğu için onun görüşlerine yer<br />

verilmemiş ama “isyan, kalkışma – insurgency” konusunda<br />

ABD askerî kaynaklarının yayınlarına bol<br />

miktarda yer verilmiş. Öyle ki atıf yapılan yabancı<br />

kaynakların hemen tamamı ABD ordu ve güvenlik<br />

kuruluşlarına ait.<br />

Tabi, Çandar’ın önem verdiği ve raporunun<br />

metodolojisine uygun bulduğu ABD askerî<br />

kaynaklarının yaklaşımı ile Türk askerî kaynaklarının<br />

yaklaşımı arasında bir fark var. ABD, kendi ülkesindeki<br />

kalkışmadan değil, Irak ve Afganistan’daki<br />

kalkışmadan bahsetmektedir. Fakat Çandar’ın<br />

metodolojisinde bu farkın çok da önemli olmadığı<br />

anlaşılıyor.<br />

Son olarak şunu söyleyeyim: Çandar’ın, atıf<br />

yaptığı ABD askerî kaynaklarının tamamını<br />

okuyabildiğini sanmıyorum. Zamanının ne kadar<br />

kısıtlı olduğu rapora akseden aceleden belli. Ben<br />

de anti-terörizm, anti-insurgency münakaşası okudum.<br />

Meselâ Obama’nın Savaşları(10) adlı kitabın<br />

hemen yarısı bu münakaşaya ayrılmıştır. ABD<br />

yaklaşımında anti-terörizm, teröristlerin bulunup<br />

öldürülmesinden ibarettir. Anti-insurgency ise buna<br />

ilâveten—bundan vaz geçerek değil—kalkışmanın<br />

kapsadığı bölgeye bölge nüfusunun kırkta veya ellide<br />

biri kadar bir kısmı sivil hünerlerle donatılmış<br />

güvenlik elemanının yerleştirilmesini kapsar. Antiinsurgency,<br />

karşı tarafın muharebe kapasitesine<br />

zarar verilmesinden ibaret değildir. Karşı tarafın<br />

ABD çıkarlarına zarar vermekten tamamen vaz<br />

70


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

sıyla—ABD için burası önemli—daha pahalı bir operasyondur.<br />

ABD, Afganistan ve Pakistan’da El-Kaide<br />

ve Taliban’a karşı yürütülen hareketi sıklıkla<br />

kalkışmaya karşı (anti-insurgency) bir operasyon<br />

olarak değerlendirmiştir. Silahsız yakalanan Usame<br />

bin Ladin’in yakalandığı yerde kurşuna dizilmesi bu<br />

operasyonun zirve noktasıdır ve anti-insurgency’nin<br />

içinde anti-terörizm uygulamasıdır. Ama bu, sanırım,<br />

Çandar’ın metodolojisine pek uymuyor. Onun<br />

için yok kabul edelim. TESEV-Çandar “bilimi”<br />

böyle bir şey. Metodolojinize, yani topluma buyurmak<br />

istediğiniz mesaja uyan vakıalar gerçektir,<br />

uymayanları yok sayarsınız ve bunu göğsünüzü gere<br />

gere söylersiniz. Ne yani Siz Mustafa Kuseyri etiği<br />

o olayla bitti mi sandınız<br />

TÖRE: Türk Milliyetçiliği düşüncesinin, tarihi ve<br />

teorik meseleleri, düşünce ve siyaset hayatımızdaki<br />

yerinin güçlendirilmesi ile ilgili yazı ve yorumlarınız,<br />

milliyetçi camiada önemli tepkiler aldı. Sizce, milliyetçilerin<br />

durduğu nokta ve hedefleri ile ilgili olarak<br />

neler söylemek istersiniz<br />

İ. ÖKSÜZ: Pek aydınlık bir tablo çizmediğimi teslim<br />

edersiniz. Hal bu iken adlarına “milliyetçi” ve<br />

“Türk” kelimeleri geçen kurumların tepkisizliğini<br />

dile getiren bir yazı yazmıştım. Onlar yine tepkisiz<br />

kaldı ama çoğu genç onlarca kalem bir durum tespiti<br />

yapmaya davrandı. Çok mutlu oldum. Birlikte epey<br />

yol aldık. Verilmiş bir hikmeti aktarmadığımız için<br />

kurulmuş gibi aynı şeyleri söylemiyoruz ama fikir<br />

birliğine vardığımız geniş alanlar var.<br />

Görülüyor ki, ülkücüler biri 1980’den hemen önce,<br />

diğeri hemen sonra iki ciddî darbe aldılar.<br />

Birincisi milliyetçilik eşittir Müslümanlık<br />

propagandasıdır. Yıllarca gençliğe bu telkin edildi.<br />

Hâlbuki Marksizm nasıl milliyetçilik aleyhtarı<br />

idiyse siyasî ümmetçilik de onlardan daha kategorik<br />

milliyet düşmanıdırlar. İşte şu anda onların<br />

Türklüğe saldırısı ile karşı karşıyayız. Bu ilk darbe<br />

bizim gençliğimizin bir kısmını ve seçmenimizin bir<br />

kısmını aldı, götürdü, siyasi ümmetçilere teslim etti.<br />

O tarihte bizim içimizde bulunan bu tiplerin hiç biri<br />

bugün bizimle değil. Fakat o virüsün sloganları hâlâ<br />

tekrarlanıyor, tahribatı sürüyor.<br />

İkinci darbe, gençlikte, fikir adamları arasında siyasette<br />

ve yerel yapılarda 1980 öncesi nesille yenilerin<br />

irtibatının kesilmesidir. Birinci darbe ikincisinin<br />

etkisini katlayarak arttırdı.<br />

Bugün yukarıda bahsettiğim ve sayıları onları bulan<br />

genç kalemler, genç akademisyenler, “herkesin<br />

ülküsü kendine mi”, “ülkümüzü niçin kaybettik”<br />

diye soruyor.<br />

Bir an önce yeni nesillerin eskilerle ve birbiriyle<br />

fikir irtibatını yeniden kurmalıyız. Etkin bir<br />

eğitim faaliyetine başlamalıyız. 1960’larda dört<br />

doçentle yola çıkmıştık. Hepsi o kadardı. Şimdi<br />

bilim adamı sayımız bine gidiyor.<br />

Ama…<br />

TÖRE:Kıymetli zamanınızı bize ayırdınız, çok<br />

teşekkür ederim.<br />

(1)Trevor Royle, “Sınırlarla oyunlar” makalesinde<br />

Arabistan’da sınırların çizilişini eğlenceli bir üslupla<br />

anlatıyor: Trevor Royle, “Games With Borders; With a Red<br />

Pencil and an Empty Map of Arabia…”, Sunday Herald, 23<br />

Şubat 2003. http://findarticles.com/p/articles/mi_qn4156/<br />

is_20030223/ai_n12580720/<br />

Türkçesi: http://ioksuz.blogspot.com/2007/12/snr-elenceleri-sir-percy-coxun-canna.html<br />

(2) Mark Beissinger, “ The State of the Nation, Ernest Gellner<br />

and the Theory of Nationalism”, sayfa 170, editör:John<br />

E. Hall, Cambridge University Press (1998)<br />

(3)http://www.stratfor.com/weekly/20100907_911_and_9_<br />

year_war<br />

(4) http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899<br />

(5) Alfred Stepan, “Modern multinational democracies:<br />

transcending a Gellnerian oxymoron”, “The State of the<br />

Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism,<br />

editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998)<br />

kitabında, sayfa 227. Daha önceki alıntılarımın kaynağı da<br />

Stepan’ın bu makalesidir.<br />

(6) “Milliyetçilik ve Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”,<br />

Umut Özkırımlı, Tesev Yayınları, Ocak 2008, İstanbul.<br />

(7)George Friedman’ın “Gelecek On Yıl” (Doubleday,<br />

2011) kitabındaki ana tema budur. Friedman, “ABD bir<br />

imparatorluktur. Bunun tam anlamıyla farkına varmalı ve<br />

bir imparatorluk gibi davranmalıdır.” tezini savunmaktadır.<br />

Friedman’a göre ABD imparatorluk gibi de davranmakla<br />

birlikte zaman Amerikan siyaset ve fikir adamları bu gerçeği<br />

görmezden geliyor.<br />

(8) “Right-sizing the State: the Politics of Moving Borders”,<br />

editörler: Brendan O’Leary, Ian S. Lustick ve Thomas Callaghy,<br />

Oxford University Press, Oxford 2001<br />

(9) Umut Özkırımlı, adı geçen eser sayfa:<br />

(10) Bob Woodward, “Obama’s Wars”, Simon and Schuster<br />

2010.<br />

71


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

MUHİTTİN ARAR’ın<br />

“YÜRÜ ÇOCUK” ŞİİRİNİ TAHLİL<br />

•<br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />

Yürü çocuk, yerinden doğrul;<br />

Etrafta çakal enikleri; havlar, yaklaşır yuvana<br />

Obanı otağını sele verir,<br />

Genç yaşını görmesinler diye,<br />

Ele verirler yurdunu…<br />

Ocağın, otağın bilinmesin; sen büyümeden<br />

Ananı, atanı…<br />

Yaman bir vuruştu; koca ninenden kalma<br />

Duvarlar arasına saklanan mavzer<br />

Kara gün aklansın, saklanmış ümitler<br />

Şimdi senden saklanan<br />

Senden uzaklaştırılan<br />

Dedenin, atanın kütüğü, kitabı…<br />

Senin adına her cinayet<br />

Satılan toprağın, geleceğin<br />

Dünlerden kalma ne varsa…<br />

Çocuk, al eline taş toprak, kâğıt kalem<br />

Çek göğsüne doğru yayını<br />

Boşalt oklarını ne kadar kara kızıl varsa<br />

Önde bitirmek hakkı senin her vuruşu.<br />

Duruşun kurt duruşu, bakışın bayrak<br />

Evine otağına süzül kartallarca<br />

Kimler sarmış sarmalamış yüreğini<br />

Pas tutmuş yerin yedi katı, göğün gökleri<br />

Yerle gök arası çıyan, çakal, it sürüsü<br />

Kanını emer her karanlık<br />

Kurt yurdunda ünleyen devşirme kafalı<br />

Senin adına oynadığı, dahası sus pusluğu<br />

Senden değil eti, tırnağı<br />

Senin yüreğine oynar borsada<br />

Kursağı rüşvet, iç etme, damarı kansız<br />

Yüzü senden çizgilere dayanamaz, köle<br />

Tutsaklığın dayanılır bir tarafı direnmeye<br />

Otağına giren it sürüleri oynaşır herkesle<br />

Yeter ki, avutsun bağırsağını<br />

Yeter ki, senin adına seni, dedeni, nineni…<br />

Pazarlasın senin...<br />

72


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Çocuk; doğrul kalk<br />

Çocuk; hiç uyumamağa uyan<br />

Çocuk; bir sen olacaksın yarınında<br />

Çocuk; Türk Türkmen diyarımın şarkısı<br />

Çocuk; gel artık üşüyen yüreklere<br />

Sevgisiz, saygısız, korkak yüreklere dikil…<br />

Ananın ak sütünce hakkın ve görevindir çocuk:<br />

Haydi, artık ezanlar sana, mehterler…<br />

Konu: Millî uyanış çağrısı<br />

İzlek: İçerden ve dışarıdan hain, kalleş düşmanlar<br />

tarafından kuşatılan Türk milleti, bu kuşatmayı ancak<br />

yerli, millî ve İslamî değerlerini hatırlayarak, onlara<br />

sımsıkı sarılarak yaracaktır.<br />

Düşünce: Şiir, ideolojik bir şiir olup Türk milletine<br />

Türk-İslam değerleri etrafında bilinçlenmesi için<br />

çağrıda bulunmaktadır.<br />

Olay: Şiir saf şiir olup manzum hikâye değildir.<br />

Somut bir olay yok, ancak hem tarihten hem de<br />

günümüzden yaşanmış bazı olaylara değiniler<br />

bulunmaktadır.<br />

Varlık: Şairin somut nesnelere yaklaşım tarzı sezgi-ci/idealisttir.<br />

Şiirde kendilerine yer verilen nesneler<br />

daha çok millî ve manevî değeri olan ya da bu<br />

değerlerin yüklendiği nesnelerdir.<br />

Duygu: Şiirde hamaset duygusu çok belirgin<br />

biçimde ön plandadır. Türk milletinin uyanması, dirilmesi,<br />

kendine gelmesi, doğrulması için oluşturulan<br />

bir heyecan duygusu baskın durumdadır. Ayrıca<br />

geleceğe dair millî ümit duygusu da belirgindir.<br />

Simge ve İmgeler Sistemi:<br />

“Yürü çocuk, yerinden doğrul;<br />

Etrafta çakal enikleri; havlar, yaklaşır yuvana<br />

Obanı otağını sele verir,<br />

Genç yaşını görmesinler diye,<br />

Ele verirler yurdunu…<br />

Ocağın, otağın bilinmesin; sen büyümeden<br />

Ananı, atanı…”: Burada “çocuk” simgesi, Türk milletinin<br />

genç neslini temsil ediyor. Şair, çocuğa hitap<br />

ederken yetişmekte, gelişmekte olan, henüz etrafında<br />

olan bitenlerin farkında olmayan Türk gençliğine<br />

uyarıcı bilinç telkin ediyor.<br />

*“Yürümek ve doğrulmak” imgesi, Türk gençliğinin<br />

millî varlığını devam ettirme kararlılığını, doğrulmak<br />

da Türk milletinin aleyhine gelişen olaylara, kurulan<br />

tuzaklara, örülen çoraplara, üretilen Türk’ü tasfiye<br />

projelerine karşı kararlı millî bir direnişi, millî tepkiyi<br />

ve sebatkâr bir duruşu imliyor. Şair, Türk gençliğine<br />

maddi ve manevi, millî ve İslamî bütün değerleriyle<br />

donanarak kendi yolunda yürümesini ve yanlış yollara<br />

sapmamasını telkin ediyor. Ayrıca etrafında<br />

oluşturulmaya çalışılan bütün tehlikelere karşı da<br />

uyanık olup karşı durmasını salık veriyor.<br />

*“Etrafta çanak enikleri” simgesinin karşılığı ise,<br />

Türk milletine tuzak kuran, Türk millet varlığını<br />

yok etmek, etkisiz hâle getirmek, köleleştirmek,<br />

sömürmek, kıskıvrak kuşatarak yok etmek isteyen<br />

Türk düşmanı bütün unsurlardır. Bunlar arasında<br />

Amerikancısı, Avrupa Birlikçisi, Ermenicisi,<br />

Kürtçüsü, liberali, komünisti bütün çevreler vardır.<br />

Bunlar, Türk’ün yuvasına, vatanına, iş yerine; hatta<br />

aile içine kadar dişlerini göstere göstere havlayarak<br />

yaklaşmaktadır. Nitekim her gün evlerimizde televizyonlardan<br />

Türk’e Türk düşmanlığı propagandası<br />

yapan çakal eniklerinin havlamalarını işitiyoruz.<br />

Amerika’nın sözcülüğünü yapan, PKK’nın, Ermenicinin,<br />

şunun bunun propagandasını yapan<br />

gazeteci, yazar, uzman, akademisyen, bilmem ne<br />

adı altında bir sürü çakal eniği televizyonlarımızdan<br />

her gün bize doğru havlayıp durmaktadır. Bunların<br />

yuvamıza yaklaşması, Türk yuvası olan vatanını ele<br />

geçirmek, paylaşmak ve bu vatanın efendisi olmak<br />

hedefidir. Bu çakal eniklerine karşı yavrukurt Türk<br />

gençliğinin diri, kararlı, uyanık, bilgili ve bilinçli bir<br />

dikkatle karşı duruşu talebi vardır.<br />

*“Obanı otağını sele verir,” imgesinin karşılığı ise,<br />

daha anlamlıdır. Oba ve otağ simgeleri, Türk millet<br />

ve vatanının karşılığıdır. Anadolu Türk vatanı, Türk<br />

kültür ve medeniyet değerleriyle, Türk’ün kendi<br />

kendisini ifade ettiği, kendi değerleriyle bir millet<br />

kimliği kazandığı, kendi millî ruhunu terennüm ettiği,<br />

kendi millî kimliğini üretip geliştirdiği bir kutsal vatan<br />

ocağıdır, otağıdır.<br />

Türk düşmanları, dışarıdan batılı ya da başka<br />

yönden bütün emperyalist çevreler ve onların yerli<br />

işbirlikçileri, dahilî müttefikleri, sözcüleri, taşeron<br />

temsilcileri Türk milletini yok edip vatanını ele<br />

geçirmek için büyük bir saldırı hâlindedirler. Yer altı<br />

ve yer üstü bütün ekonomik zenginliklerinden kültür ve<br />

medeniyet değerlerine, dilinden, dininden, örfünden,<br />

âdetinden, tarihsel değerlerine kadar bütün millî<br />

varlıklarını sele vermek, yok etmek için çok kapsamlı<br />

bir saldırı hâlindedirler. İşte şair, bu büyük tehlikeye<br />

karşı Türk gençliğini uyarmak, harekete geçirmek ve<br />

gerekli tedbirleri almasını sağlamak adına uyarıyor.<br />

73


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

“Yaman bir vuruştu; koca ninenden kalma<br />

Duvarlar arasına saklanan mavzer<br />

Kara gün aklansın, saklanmış ümitler<br />

Şimdi senden saklanan<br />

Senden uzaklaştırılan<br />

Dedenin, atanın kütüğü, kitabı…<br />

Senin adına her cinayet<br />

Satılan toprağın, geleceğin<br />

Dünlerden kalma ne varsa…”:<br />

*“koca nine” simgesinin karşılığı, Türk’ün uzun<br />

dünya tarihine damgasını vuran ecdadıdır. Atalarımız,<br />

bizim en önemli tarihsel mirasımızdır. Ulu atalarımızın<br />

bıraktığı mücadele mirası yeni nesillere hız verecektir.<br />

Türk’ün ecdadı yüzyıllar boyunca her türlü engele,<br />

zorluğa, sıkıntıya, en güçlü düşmana karşı bile<br />

kararlılıkla, azimle, ümitle, şevkle mücadele etmiştir.<br />

“Koca nine” simgesi oldukça anlamlı ve iyi düşünülmüş<br />

bir simgedir. Bu bizim ordu-millet karakterimizi<br />

yansıtan bir ifadedir. Biz Türk millî varlığımızı, maddi<br />

ve manevi bütün değerlerimizi kadınıyla erkeğiyle,<br />

çoluğuyla çocuğuyla bütün bir millet olarak topyekün<br />

savunuruz. Gerektiğinde yaşlı kadınlarımız da savaşır.<br />

Ninelerimiz bu anlamda kocadır. Bu kocalık hem<br />

heybet, büyüklük, hem ihtiyarlık, hem tecrübe birikiminin<br />

karşılığıdır. Koca ninenin torunları, ecdadının<br />

izinden giderek, onlara layık olmaya çalışacaktır.<br />

*“Duvarlar arasına saklanan mavzer” simgesi de<br />

Türk’ün mücadele azmini, kendini koruma refleksini,<br />

kendisine yönelen bütün tehlikelere karşı tepki koyma<br />

heyecanını ifade eder. Teslim olmama, haklı davası<br />

uğruna sonuna kadar savaşma, millî ve dinî varlığını<br />

ortadan kaldırmaya çalışanlara karşı sert bir direniş<br />

ruhunu ifade eder. Dıştan ve içten gelecek bütün tehlikelere<br />

karşı Millî Mücadeleden kalma mavzerin<br />

temsilciliğinde millî direniş ruhu her zaman diridir,<br />

gerektiğinde ortaya çıkar.<br />

Bugün Türk gençliğinin dedesinin, atasının kütüğü<br />

ve kitabı kendisinden saklanıp uzaklaştırılmıştır.<br />

Kütük, millî değerlerimizi, kitap yani Kur’an da İslamî<br />

değerlerimizi karşılayan iki simgedir. Bu durumda<br />

özellikle Tanzimat’tan beri yeni Türk nesilleri sürekli<br />

atasının millî ve dinî değerlerinden uzaklaştırılmaya<br />

çalışılıyor. Türk gençliği, bu emperyalist projelerin<br />

farkına varmalı, kendisinden uzak tutulan ecdadının<br />

hem kütüğünü hem kitabını sımsıkı sahiplenmelidir.<br />

Amerika ve Avrupa Birliğinden oluşan emperyalist<br />

çevrelerin yerli sömürge valisi gibi çalışan yöneticiler,<br />

uzun zamandan beri Türk vatanını yabancılara<br />

karış karış satmakla kalmıyor; aynı zamanda genç<br />

Türk neslinin geleceğini de satıyor. Şehit atalarımızın<br />

kanları pahasına bize miras bıraktıkları vatan,<br />

toprağıyla, kültürüyle, geçmişiyle geleceğiyle emperyalistlerin,<br />

yabancıların hâkimiyetine, kontrolüne<br />

bırakılıyor. Vatan elden gittikten sonra yeni nesillerin<br />

geleceğine, gelecek tasarımı rüyalarına da pranga<br />

vurulmuş oluyor. Bu büyük cinayetlere dur diyecek<br />

olan da yine millî bilinçle donanmış, evrensel bilgiyle<br />

kuşanmış genç Türk neslidir.<br />

“Çocuk, al eline taş toprak, kâğıt kalem<br />

Çek göğsüne doğru yayını<br />

Boşalt oklarını ne kadar kara kızıl varsa<br />

Önde bitirmek hakkı senin her vuruşu.”:<br />

”Taş toprak, kâğıt kalem” simgeleri hem maddi<br />

hem de manevi anlamda Türk kültür ve medeniyetini<br />

inşa etmeye devam etmek için gerekli olan malzemelerdir.<br />

Ülkenin maddi anlamda imarından manevi<br />

anlamda soyut sanat üretmeye kadar her alanda millî<br />

kültür ve medeniyetimizi devam ettirme kararlılığının<br />

karşılığıdır. Türk gençliği bilimde, sanatta, siyasette,<br />

kültürde her alanda büyük bir atılım gerçekleştirmelidir.<br />

Yayı göğsüne doğru çekip okları boşaltmak imgesi<br />

ise, Türk gençliğinin doğuştan getirdiği bütün<br />

kabiliyetlerini sonuna kadar kullanması talebini ifade<br />

eder. Türk gençliği kendisine Allah’ın verdiği kabiliyetleri<br />

sonuna kadar tam kapasite ile kullanabilirse<br />

her milletten önde olacaktır. Bu bakımdan yeni Türk<br />

nesillerine ümit, aşk, şevk, ideal aşılamak gerekir.<br />

“Duruşun kurt duruşu, bakışın bayrak<br />

Evine otağına süzül kartallarca<br />

Kimler sarmış sarmalamış yüreğini<br />

Pas tutmuş yerin yedi katı, göğün gökleri<br />

Yerle gök arası çıyan, çakal, it sürüsü<br />

Kanını emer her karanlık”:<br />

Türk gençliğinin duruşu kurt, bozkurt duruşu<br />

olmalıdır. Bozkurt duruşu hele günümüz şartlarında<br />

oldukça gereklidir. Zira Türk kültür tarihinin simge<br />

figürlerinden biri olan bozkurt, Türk karakterini<br />

pek çok bakımdan temsil eder. Türk varlığını ortadan<br />

kaldırmak için bin türlü projenin uygulamaya<br />

konduğu günümüzde bozkurt duruşlu milliyetçi Türk<br />

gençliğinin cesareti, atılganlığı, kararlılığı her zamandan<br />

daha elzem bir durum ortaya çıkarmıştır.<br />

Türk gencinin duruşu bozkurt duruşu, bakışı da<br />

bayrak olacaktır. Türk bayrağı, Türk milletinin kendi<br />

vatanında, kendi bağımsız devletinde, kendi bağımsız<br />

siyasi iradesinin siyasi idaresine hâkim kılınmasının bir<br />

sembolüdür. Göklerde süzülen Türk bayrağı, aslında<br />

temsilî olarak Türk milletinin sonsuz bağımsızlığının,<br />

hürriyetinin özgürce, başka milletlerin esaretiyle<br />

kısıtlanmadan, sınırlanmadan dalgalanmasını ifade<br />

74


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

eder. Türk gençliği de bayrak bakışlı olacaktır.<br />

Bakışlarından bağımsızlık, özgürlük, kendine güven,<br />

sonsuzluğu hedeflemek, büyük idealler peşinde<br />

koşmak gibi soylu bir duruş ortaya koymalıdır.<br />

Türk gençliği evine yani vatanına kartallar gibi<br />

süzülecektir. Kartal simgesi de Türk milletini temsil<br />

eden unsurlardan birisidir. Gökyüzünün en yüksek<br />

yerlerinde özgürce, kendine güveni tam olarak<br />

uçan kartal, Türk milletini temsil eder. Ayrıca kartal,<br />

tarla farelerini, kurnaz tilkileri, korkak tavşanları en<br />

üstten görür, izler, takip eder ve güçlü pençeleriyle<br />

anında yakalar, etkisiz hâle getirir. Türk gençliği de<br />

aynen kartal gibi özgürce hem göğün en yüksek yerine<br />

çıkacak, uçacak hem de kendisine ihanet eden<br />

sürüngen, hain, kalleş ne kadar tarla faresi varsa enselerinden<br />

tutup etkisiz hâle getirecektir.<br />

Çıyan, çakal, it sürüsü gibi simgeler, Türk milletine<br />

kalleşçe, haince düşmanlık yapan, Türk’ü yok<br />

etmek isteyen düşmanları temsil eder. Bunlar her<br />

tarafı sarmış vaziyettedir. Yani dışarıdan ve içerden<br />

Atatürk’ün deyimiyle haricî ve dahilî bedhâhlar<br />

tarafından kuşatılmış vaziyetteyiz. Siyaset, ekonomi,<br />

kültür gibi alanlarda uygulanan politikalar, yapılan<br />

faaliyetler hep Türk milletini tasfiye etmeye dönüktür.<br />

İşte bütün bu kalleş düşmanları ve düşmanlıkları<br />

fark etmeli, onları iyi tanımalı ve tedbirlerini de ona<br />

göre almalıdır. Karanlıkların Türk’ün kanını emmesine<br />

izin verilmemesi için Türk gençliğinin çok uyanık<br />

davranması gerekmektedir.<br />

“Kurt yurdunda ünleyen devşirme kafalı<br />

Senin adına oynadığı, dahası sus pusluğu<br />

Senden değil eti, tırnağı<br />

Senin yüreğine oynar borsada<br />

Kursağı rüşvet, iç etme, damarı kansız<br />

Yüzü senden çizgilere dayanamaz, köle<br />

Tutsaklığın dayanılır bir tarafı direnmeye<br />

Otağına giren it sürüleri oynaşır herkesle<br />

Yeter ki, avutsun bağırsağını<br />

Yeter ki, senin adına seni, dedeni, nineni…<br />

Pazarlasın senin...”.<br />

Şair burada bir başka önemli soruna değinmektedir.<br />

Özellikle Tanzimat’tan beri Türk ve Müslüman olmayan,<br />

Türk ve Müslüman düşmanlığını içinde gizleyen<br />

devşirme kafalı sinsi düşmanlar, milletimize musallat<br />

olmuştur. Bunlar ekonomimizi, siyasetimizi, kültürümüzü,<br />

toplumsal hayatımızı kontrol altına alarak<br />

bizi yıllarca sömürmektedirler. Bu devşirme kafalı<br />

sinsi düşmanlar, bizimle aynı duyguları, düşünceleri,<br />

heyecanları paylaşmazlar. Bizim derdimizi dert edinmezler,<br />

bizim iyiliğimizi değil kötülüğümüzü isterler.<br />

Kendi menfaatleri için bizim maddi ve manevi<br />

bütün değerlerimizi satarlar.<br />

Hırsızlık, rüşvet gibi her türlü gayr-i meşru işleri<br />

mübah görürler. Bunlar bizden görünüp içimizde<br />

yaşayan ve Türk otağına giren it sürüleridir. Bütün<br />

değerlerimizi pazarlayan asalaklardır. Türk gençliği<br />

bunları da iyi tanımalıdır.<br />

“Çocuk; doğrul kalk<br />

Çocuk; hiç uyumamağa uyan<br />

Çocuk; bir sen olacaksın yarınında<br />

Çocuk; Türk Türkmen diyarımın şarkısı<br />

Çocuk; gel artık üşüyen yüreklere<br />

Sevgisiz, saygısız, korkak yüreklere dikil…<br />

Ananın ak sütünce hakkın ve görevindir çocuk:<br />

Haydi, artık ezanlar sana, mehterler… “: Türk milletinin<br />

yeniden doğruluşunun, ayağa kalkmasının,<br />

kendine gelmesinin, kırılanı döküleni toplamanın,<br />

eksiği gediği gidermenin, kalkınıp ilerlemenin<br />

güvencesi dinamik yeni Türk neslidir, Türk<br />

gençliğidir. Türk gençliği her türlü tehlike karşısında<br />

uyanık olmalı, ümitsizliğe, karamsarlığa, yılgınlığa<br />

düşmüş millete ümit ve şevk vermelidir.<br />

“Ezan” dinî değerlerimizin, “mehter” de millî<br />

değerlerimizin temsilcisi olan iki önemli kavramdır.<br />

Türk milletinin yeniden ayağa kalkışı da bu iki temel<br />

değere sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.<br />

Metinlerarası İlişkiler: Şiirde başka kaynaklardan<br />

doğrudan ya da dolaylı bir etkilenme ya da yararlanma<br />

görülmemektedir. Şair daha çok özgün bir<br />

senteze kavuşturduğu duygu ve düşüncelerini izlenimlerine<br />

dayalı olarak aktarmış.<br />

Nazım Şekli: Şiir mısra kümelenmesi ve kafiye<br />

bakımından tamamen serbest tarzda yazılmış.<br />

Dil ve Üslup: Şiirde dil sapmalarına rastlanmıyor.<br />

Şair Türkçeyi dilbilgisi kurallarına uygun biçimde<br />

kullanmış. Yalnız “çakal enikleri”, “çıyan, çakal, it<br />

sürüsü”, “damarı kansız” gibi bazı argo kelime ve<br />

ifadelere yer verilmiş.<br />

Üslup olarak da daha ziyade eleştirel üslup, hamasi<br />

üslup, hitabet üslubu ve yalın üslup kullanılmış.<br />

Ahenk Özellikleri: Şair, şiirini ahenkli kılabilmek için<br />

kafiye ve vezin gibi geleneksel ahenk unsurlarına yer<br />

vermemiş. Serbest vezinle yazdığı şiirinde ahengi iç<br />

ahenkle sağlamaya çalışmış. Fakat 6 defa “çocuk”<br />

kelimesini mısra başlarında tekrarlayarak belli<br />

bir ahenk oluşturmuş. Bu tabii ayrıca şiirin temel<br />

kavramı ve figürü olan çocuk üzerindeki hassasiyeti<br />

göstermesi açısından da önemlidir.<br />

75


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

GELSİN<br />

•<br />

Mehmet AVŞAR<br />

“ Haktan ayrılmayınız”<br />

Emrine uyan gelsin.<br />

Bir ülkü ki uğruna<br />

Başını koyan gelsin.<br />

Hafta hafta günbegün<br />

Yaklaşıyor toy, düğün<br />

Ülküsünü Türklüğün,<br />

Özünde duyan gelsin.<br />

Tekbirle dolan, taşan<br />

Hak yolunda savaşan<br />

Benliğine kavuşan,<br />

Özüne koşan gelsin.<br />

Bu yurdun, bu yuvanın<br />

Kitabımız Kuran’ın<br />

Bu mukaddes davanın<br />

Delisi olan gelsin.<br />

Ülkümüz ilden ile<br />

Söylenir dilden dile<br />

Bu kara sevda ile<br />

Sinesi dolan gelsin.<br />

Binlere karşı tekçe<br />

“ Töre ”miz üzre mertçe<br />

Ve söz verip erkekçe<br />

Sözünde duran gelsin.<br />

Köy, kasaba, bucağın,<br />

Ay-yıldızlı sancağın<br />

Hasılı; bu toprağın,<br />

Kadrini bilen gelsin.<br />

76


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

KAHRAMAN TÜRK KADINLARI<br />

Son Bir Örnek: Üsteğmen FATMA SEHER ERDEN<br />

(KARA FATMA)<br />

•<br />

M. Metin KARAÖRS*<br />

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ATATÜRK,<br />

“Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini boğazı<br />

yırtılırcasına bütün dünyaya haykırarak bitirdiği<br />

Onuncu Yıl Nutku’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

Türk kahramanlığı ve Yüksek Türk Kültürü olmak<br />

üzere iki ana temele dayandığını belirtmiştir.<br />

Türkün kahramanlığını bütün dünya bilmektedir.<br />

Kahraman deyince önce beşeriyetin aklına<br />

Türk insanı gelmektedir. Kahramanlık, Türkün<br />

atalarından tevarüs ettiği en büyük erdemlerinden<br />

biridir. Bu erdem, ırkçı olmama(1) özelliğiyle birlikte<br />

Ergenekon’da yaşadığımız dört yüz yıl içinde Türk<br />

insanının genlerine işlemiştir.<br />

Türkçe Sözlük’te “kahraman” kelimesine “sf. Far.<br />

Kahraman, 1.Savaşta veya tehlikeli bir durumda<br />

yararlık gösteren (kimse), alp, yiğit; 2. Bir olayda<br />

önemli yeri olan kimse; 3. is. ed. Roman, hikâye, tiyatro<br />

vb. edebiyat türlerinde en önemli kişi” anlamları<br />

verilmiştir.(2) Türk Lehçeleri Sözlüğü’nde “batır”<br />

ve “alp” karşılığındadır.(3)<br />

Kahramanlık ruhuna sahip olma Köktürk Bengü<br />

Taşları’ndan beri en değerli bir Türk erdemi<br />

olarak gösterilmiştir.(4) Alp’lık (kahramanlık) Kültigin<br />

Bengütaşı’nda “Türk budununun ilini, töresini<br />

yapıvermek, edivermek, dört taraftaki düşmanı<br />

yok edip itaatli kılmak, başlıya baş eğdirmek, dizliye<br />

diz çöktürmek” şeklindeki davranışlar olarak<br />

gösterilmiştir. . Devlet adamlarının “bilge kağan<br />

ermiş alp kağan ermiş, buyruku yime bilge ermiş<br />

erinç, alp ermiş erinç” sözleriyle bilgili ve kahraman,<br />

emirlerinin de bilgili ve kahramanca olması<br />

gerektiği vurgulanmıştır. Kültigin Bengütaşı,<br />

Kültigin’nin kahramanlıklarıyla doludur. Bilge Kagan<br />

ve Kültigin’nin annesi İlbilge Katun da kahraman<br />

bir kadındır. Dede Korkut Hikayeleri’nde “kahraman<br />

olmayan çocuğun atsız olarak kalması” bir Türk<br />

töresidir. Alp Er Tonga, kimsenin öldüremediği tunga<br />

isimli bir canavarı öldürdüğünden bu ismi almıştır.<br />

Rahmetli ülküdaşım Necdet SEVİNÇ Türklerde<br />

Kadın ve Aile isimli kitabını(5) “Türkiye’de<br />

kadınlar bizim zannettiğimiz gibi hiçbir zaman zor<br />

duruma düşmemişlerdir. Türk kadınının en güzel<br />

süsü Türklüğüdür” sözleriyle Türk kadınlarına,<br />

“Her ırktan bütün kadınlara” cümlesi ile de bütün<br />

kadınlara ithaf etmiştir. Sevinç:<br />

Türklerin Yaratılış Destanı’nda Tanrı Karahan’a<br />

(Ülgen Ata) yaratma ilhamını veren Akana, Oğuz<br />

Kağan’ın biri ışıktan, digeri ağaç gövdesinden doğup<br />

evlendiği ve altı çocuğunun annesi olan iki kadın,<br />

mesela Töles ve Koçkar Türklerinin türeyişlerini<br />

anlatan Altay Efsanesi’ndeki kadınlar ilk kutsal<br />

kadınlarımızın örnekleridir. Türk destan ve efsanelerinde<br />

geçen Türk kadın tipi ile Yunan destanlarında<br />

geçen kadın tipleri, Yunan tanrıçaları tamamıyla<br />

birbirine zıttır. Yunan tanrıçaları, kavgacı, kıskanç,<br />

rüşvetçi, hileci, kardeşleri ile evlenebilen tiplerdir.<br />

Türk kadınlarının ekonomik hayata katıldıkları bilinmektedir.<br />

Özellikle Kıpçak Türkü kadınlar devlet<br />

idaresi ile ilgilenmişlerdir. Anadolu’daki Bacıyan-<br />

Rum zümresi Türkmen kadınlarıdır. Ece, Terken,<br />

Türkan, Hatun isimleri kadınlarımızın unvanlarıdır.<br />

Türk haremi hakkında Max Müller‘in düşünce ve<br />

tespitleri en doğru değerlendirmelerdir. Yabancı<br />

kadınlar, önce bizim kadınlarımızı hizmetkârıdırlar.<br />

İslamiyet’ten evvel Türk kadınlarının başı açıktı.<br />

Asya Hun kadınları eteklik yerine pantolon, ayakkabı<br />

yerine çizme giyerlerdi. Türklerin kadınlarla ilgili<br />

ahlak anlayışları, kadın köle hakları, diğer toplumlardan<br />

çok üstündür. Ev ve evlenme kutsaldır. Evin<br />

eşiği de kutsaldır. Tek zevcelik esastır., sözleriyle<br />

kadınlarımızı değerlendirir.<br />

Üsteğmen Kara Fatma DÜŞ KÖPEKLERİ<br />

Melek AKÇİÇEK Hanımefendi, İstiklal harbimizin<br />

kahraman bir Türk kadını olan Fatma Seher ERDEN<br />

hakkında “Üsteğmen Kara Fatma DÜŞ<br />

KÖPEKLERİ” adlı romanlaştırılmış bir araştırma,<br />

inceleme kitabı yayınladı. (Bilgeoğuz yayınları,<br />

13.5x21 cm ebadında, 2. hamur, karton kapaklı, 680<br />

sayfa, İstanbul 2012). Türk milliyetçiliği ile ilgili<br />

kitapları yayınlamakla şöhret kazanmış Bilgeoğuz<br />

Yayınevinin sahibi Sayın Oğuzhan CENGİZ, bu<br />

kitabı eşime armağan edince gözlerimin yorgun<br />

olmasına aldırmadan okudum ve Türk milletinin<br />

minnet ve şükranlarını sunduğu İstiklal Harbimizin<br />

kahraman Türk kadınlarını (Nene Hatun, Halide<br />

77<br />

*Prof. Dr. Emekli, (Yeni Türk Dli Anabilim Dalı) el-mek:<br />

metinkaraors@yahoo.com


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Onbaşı (Edip Adıvar), Nezahat Onbaşı, Şerife Bacı,<br />

Fatma Seher Erden (Erzurumlu Kara Fatma), Halime<br />

Çavuş (Kocabıyık), Hafız Selman İzbeli, Gördesli<br />

Makbule Hanım, Çete Emir Ayşe, Tayyar Rahmiye,<br />

Tarsuslu Kara Fatma (Adile Onbaşı), Kılavuz Hatice,<br />

Saime Hanım, Yirik Fatma, Naciye Hanım, Faika<br />

Hakkı Sultan Hanım, Süreyya Sülün Hanım, Nazife<br />

Kadın, Domaniçli Habibe, Satı Çırpan) minnet ve<br />

şükranla anarak tanıtmayı uygun buldum.<br />

Kitaba Düş Köpekleri adı verilmesi çok anlamlı.<br />

Buradaki “düş” Batının, Yunan’ın Anadolu’ya sahip<br />

olma, Türkleri Asya içlerine geri gönderme hayali,<br />

düşü sanki. Şark Meselesini gerçekleştirme düşünde<br />

olanlar köpekleşmiş ve Türk insanının ırzına, namusuna<br />

vatanına saldırmanın düşünü gören köpekler,<br />

sonunda bu kahraman kadınların da yardımıyla<br />

geldikleri gibi aşağılanarak geri gitmişler.<br />

Kitabın ön kapağında siyah renkte yazılmış kitap<br />

adının yanında Üsteğmen Kara Fatma’nın elinde<br />

mavzeriyle milis kıyafetli bir resmi ve diğer kahraman<br />

kadınları ifade eden üç kadın başı resmi bir kompozisyon<br />

haline getirilmiş. Bu kapak kompozisyonu,<br />

sanki bu kahraman kadınların “bizi anladınız, takdir<br />

ettiniz, layık oldunuz mu yoksa bizi unuttunuz mu”<br />

sorularını sorduklarını düşündürüyor.<br />

Kitabın arka kapağında “Irza geçmeyi çocuklara<br />

bile yapar oldu namussuzlar! Her yeri karakol haline<br />

getirdiler. Eli silah tutan erkekler, sabah akşam, sabah<br />

akşam onları ziyarete gidecekmiş.<br />

Serra atıldı:<br />

E. biz de gidelim şu karakollara abam, köpeklere olan<br />

hasretimizi oracıkta gösteririz.<br />

Kahkahalar çadırı inletirken o devam etti:<br />

Salt erkekleri yiğit diye bellemişken biz de cehennem<br />

meyvelerine kurşunlardan bir serenat yaparız.”…<br />

şeklinde öfke, alay, ironi ve intikam cümleleri yer<br />

alıyor.<br />

Yazarın Bilgeoğuz Yayınevinin yayınladığı Bir Nefes<br />

Özgürlük adlı bir başka kitabı daha var.<br />

Melek AKÇİÇEK, kitabının başındaki tanıtım<br />

yazısına göre; İstanbul’da (Kadıköy) doğmuş, küçük<br />

yaşta okula başlamış, yerel gazetelerde hikaye ve<br />

şiirleri yayınlandıktan sonra tarihe olan tutkusuyla<br />

Türkiye’de birçok köy, kasaba ve şehirleri dolaşarak<br />

araştırmalar yapmış, tarih bölümünde okuyup<br />

ayrıldıktan sonra Halkla İlişkiler bölümünü bitirmiş<br />

halen A.Ö. Fakültesinde okumaya devam eden bir<br />

araştırmacı. Yazarın, “Tarihe olan tutkum, asırlarca<br />

adını yazdırmış değerli ecdatlarımızın yanı sıra<br />

geçmişe gizemli, köprüler kuran önemli şahsiyetlerin<br />

paha biçilmez hikâyelerini doğru ve tarafsız bir<br />

gözle keşfedebilmek, keşfettiklerimi de bal tadı bir<br />

heyecanla yazıp anlatabilmenin çok ötesindedir.”<br />

sözleriyle bal tadında bir tarih anlatımının dışında,<br />

eleştirili, vefa duygusuna yer veren, tarihi ihmallerimizi<br />

gözler önüne seren bir üslupla eserini kaleme<br />

aldığı görülüyor.<br />

Önsözde “Unutulmuş, ya da hiç tanınmamış bir<br />

kahramanı bir tablo çizercesine kaleminizle resmetmeye<br />

çalışmak zamanı unutturacak kadar<br />

uzun bir süre gerektirebilir. Bir de bu kahramanın<br />

etrafında en az onun kadar yürekli kadınlar olursa<br />

noktaları birleştirerek bir çizgi oluşturmak<br />

topladığınız doğru bilgilerin ancak yan yana gelmesiyle<br />

mümkün olabilir.” cümlelerinde belirtildiği<br />

gibi, yazar, Kara Fatma’yı kastederek “dört senedir<br />

titizlikle sürdürdüğüm yoğun bir çalışmanın içinde<br />

araştırdığım sadece bir kahraman değildi. Onun çetesinde<br />

onunla birlikte harp eden fakat adları hiç telaffuz<br />

edilmeyen çoğunlukla İkinci İnönü, Sakarya ve<br />

Büyük Taarruz’da şehit düşen ve yaşam öyküleriyle<br />

yürek acıtan tecavüze uğramış kahraman kızlardı”<br />

cümleleriyle belirtmesinden sonra Seher Hanım ve 50<br />

küsuru geçen kızının içinde Serra, Mihriban, Zişan,<br />

Cemile, Elif, Nâime, Ayşe, Şaziye, Zeynep, Mahire,<br />

Hatice’nin erkeklerden de Hüseyin, Hamdi, Seyfettin,<br />

Ferit ve birçok karakterin hikayelerinin gerçek<br />

olduğunu belirtir. Bu özelliğiyle kitap bir gerçek<br />

anılar kitabı, bir belgesel hüviyeti kazanmıştır.<br />

Melek AKÇİÇEK’in kitabının önsözü, yazılış<br />

amacını belirtmektedir: “Cansiperane fedakârlıklar<br />

yaparak vatan, kan ve can borcu ödeyenler tarihin<br />

tozu sayfalarına kaldırıp atılmamalı, bizim de<br />

onlara bir vefa borcumuz olmalı. İstedim ki biz de<br />

kutsal değerlerimizi baş tacı ederek kutsal toprağa<br />

sığmayanları tozlu sayfalar yerine yüreğimizde<br />

yaşatalım. …<br />

Bir tek okumak için sevgili aramayın; “onu siz<br />

yaratın”<br />

Bu kitaptaki bütün kahramanlar yazarın sevgilisi<br />

olmuş. Ne kadar güzel ve duygulu.<br />

FATMA SEHER ERDEN (ERZURUMLU<br />

KARA FATMA) 1888’de Erzurum’da doğdu. Subay<br />

Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı.<br />

Kardeşi Hüseyin, büyük oğlu Seyfettin, küçük oğlu<br />

Suat (Edirne’de Bulgar işgalinde ölür), bir kızı Fatma<br />

ile birlikte I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesine<br />

gitti. 1919’daki Kongre günlerinde, Mustafa<br />

Kemal’le bizzat görüşebilmek için Sivas’a gitti. Bu<br />

görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak<br />

Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın<br />

birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde<br />

Mehmetçikle birlikte destanlar yazdı. İzmit direnişi<br />

78


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

sırasında esir düştü. Vatansever bir Ermeni’nin<br />

yardımıyla kurtuldu. İkinci olarak Büyük Taarruz’un<br />

ilk günlerinde General Trikopis‘in birliğine esir<br />

düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına<br />

geçmişti. Kahraman kadın, İstiklal Madalyası alarak<br />

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üsteğmen” rütbesi ile<br />

emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı.<br />

1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tespit etti.<br />

Kara Fatma’nın oğlu Seyfettin şehit olur, Kızı Fatma<br />

bir elini kaybeder, evlenir iki çocuğu olur, çocuklarına<br />

bakamazlar, yetimhaneden kaçan torunları ölür.<br />

Kitabın başında Edirne’yi işgal eden Bulgar düş<br />

köpeklerinin tecavüzüne uğrayan ve kocası kaçıp<br />

giden Mihriban ile yine on yedi yaşında tecavüze<br />

uğrayan Serra’nın konuşmalarına Seher Hanımın<br />

cevabı sanki bütün tecavüze uğrayan kadınların duygu<br />

ve düşüncelerini anlatmaktadır:<br />

Mihriban: -Benim kirlendiğimi söylüyorlar<br />

Serra’ya döndü, acı dolu bakışlarını gözlerine dikti:<br />

-Biz kirli miyiz Serra <br />

Seher Hanıma bakınca onun kızgın öfke dolu<br />

bakışları ile karşılaştı:<br />

“Siz sadece tecavüze uğradınız. Senin ırzına<br />

geçmeden önce bu topraklara tecavüz ettiler. Seni<br />

çiğnedikleri gibi bu toprakları da çiğnediler. Onlar<br />

kirlendi mi ki siz kirleneceksiniz Toprak neyse<br />

sen de osun; yağmurlar karlar yağdığı an, toprak<br />

tertemiz olur, mis kokar. Yeşil verir, filiz verir,<br />

rengârenk çiçekler örter. Bu da ne kadar kutsal ve<br />

temiz olduğunu gösterir. Senin de yağmurun karın<br />

erindi, sana hayat verecekti, sana hayat verecekti.<br />

Sen kirlenmedin, ama o kirlendi. Kaçıp hayatını<br />

kurtaracağına bunu sana mal ediyorsa kaçmayıp<br />

namusunu kurtarsaydı. Bu kadar güzel bir karısı<br />

olduğunu bile bile seni saklamayıp onların eline<br />

bıraktıysa ben ona erkek bile demem. s. 40<br />

Seher Hanım kocası Derviş Beyin Sarıkamış’da<br />

şehit oluşunu duyunca şu sözler dilinden dökülür:<br />

“İlk defa endişeliydi. Biz karanlığa gidiyoruz<br />

Seher’im demişti, beyaz bir karanlığa. Anam Erzurumlu,<br />

babam Vanlı. O dağların, o yoz yolların<br />

beyaz karanlığını çok iyi bilirim. Gözlerin görürken<br />

görmez olur. Usun karanlıkta kaybolur. Dirimin<br />

o beyazlığı kendisi sandıkça sen de ona karışırsın.<br />

O da Vanlı idi. Bunu benim gibi bilir idi. O ölmemeliydi.<br />

Vatanın sürekli ağladığını gören biri ölmemeliydi.<br />

Bazıları der Sarıkamış’a gidenler donmuş<br />

diye sakın bana orada donarak öldüğünü söyleme<br />

sakınnn” s. 51.<br />

Seher Hanım Mihriban ve Serra’ya baktı:<br />

“Her ikisi de attığımı tamam vurur oldular. Durup<br />

dinlenecek vakit değildir. Ruslar Kafkaslardan<br />

akıp içimize girmek isterler. Boğazlarımızı topa tutarlar.<br />

Çanakkale harp edenlerle Conk Bayırı, aç<br />

susuz destan yazanlarla dolu. Ardı ardına açılan<br />

cephelere koşan koşana. Elim silah tutar, cephelerde<br />

kanım coşar daha mı durayım” Kadın milis<br />

gücü oluşmuştur artık. Kadınların en büyüğü 32<br />

yaşındadır.<br />

Kocası şehit, bir oğlu Edirne’de ölmüş, diğer oğlu<br />

Seyfettin (15 yaşındadır) ve kızı Fatma ve yanında<br />

diğer milis kızlarla birlikte Fatma Seher Hanım, 1917<br />

yılı başı 1918 sonu arasında Kars, Kağızman, Doğu<br />

Beyazıt’tadır. “Kafkaslarda, Rus ve Ermenilerin<br />

hızını kesen sadece sert bir poyrazdır.” Buralarda<br />

Ermeni zulmü ve Türk’e uyguladıkları katliamlar<br />

vardır.<br />

1919 -1920 yıllarında büyük şefiyle tanışınca Seher<br />

adı tarihe karışacak adı Kara Fatma olacaktı.<br />

Samsun’da tanıştıklarında Mustafa Kemal: “Aynı<br />

cesur bir er gibi konuştun. Keşke bütün kadınlar<br />

senin gibi olsa Kara Fatma kadın erkek bu vatanın<br />

hepimize ihtiyacı var. Adın buydu değil mi” “Gözü<br />

kara biri olduğun belli, adın da Kara Fatma olsun,<br />

ne dersem yapar mısın “Yapacaklar için onayı<br />

Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü<br />

olmadığını ve hiçbir milletin vatanını<br />

işgale hakkı bulunmadığını tüm dünyanın duyması<br />

için haykıran yenilmez bir yürekten almıştı” Kara<br />

Fatma, İzmit ve civarını düşmana ve düşmanın yerli<br />

işbirlikçilerine karşı koruyan ve savunan kadın<br />

milislerin komutanıdır. Osmaneli ve çevresindedir.<br />

Kitabın 284. sayfasında Kara Fatma kadınları ve<br />

askerlerle birlikte çekilmiş resmi vardır. Resimde<br />

kızı Fatma’nın elini kaybetmeden çekilmiş ilk ve<br />

son fotoğrafı vardır. Kızı Fatma cephede askerlere ve<br />

cephane taşırken bir şarapnelin vurmasıyla bir elini<br />

kaybetmiştir. Bir pasaj:<br />

Atiye, kendisine tecavüz Helen uygarlığı temsilcisini<br />

çeteciyi tanıyıp yakalayınca şöyle cezalandırırlar:<br />

-Yüzüme bak<br />

Çeteci başını kaldırırken sarsılan bacaklarını<br />

tuttu. Dün üstümde tepiniyordun, Bizim inandığımız<br />

Allah’ın adaleti bu.<br />

-Affet beni..<br />

-Ben de öyle yapacağım. Senin gibi bir namussuzu<br />

cehennem meyvesinden kurtaracağım.<br />

-Yapma<br />

Silahı yaklaştırıp kasıklarına iki el ateş ettiğinde<br />

böğüren çeteci ciğerleri yırtılırcasına haykırdı.<br />

-Biz de böyle ölmüştük. Dirimizi, içimizi, dışımızı<br />

yaşarken öldürdünüz namussuzlar.<br />

Tecavüze uğrayan Türk kadınlarının en korkunç<br />

intikamı, düşmanı cehennem meyvelerinden (!)<br />

79


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

vurup gebertmektir.<br />

Kitapta Serra ile subay Ferit’in karşılıklı sevgileri<br />

geniş olarak işlenmiştir.<br />

Büyük Taarruz’da amansız mücadelede Serra:<br />

-Zeynep’im Ferit’e söyle, O sadece benim Ferit’im<br />

ben de onun Serra’sıyım. Bir tek onu sevdim.<br />

Taşı toprağı göğe doğru uçuran korkunç bir patlama<br />

oldu. Serra metrelerce havada taşlarla kandan<br />

topraklar içinde bir melek gibi ölüme uçuyordu.<br />

-Abam ölme, ben de seni çok sevdim ölme.<br />

Çiçek bayramının gözdesi, teğmen rütbesini<br />

Gazi’nin elinden alacaktır. Bir atış müsabakası<br />

birinciliğinden sonra yeni rütbesi bakır bir tepsinin<br />

içinde geldi. Bir düş içinde şehit olan kızlarını<br />

hatırladı. Daha sonra üsteğmenliğe terfi ettirilir.<br />

Kara Fatma’ya İstiklal Madalyası verilir ve aylık<br />

bağlanır. Fakat aylığı Kızılay’a bağışlar, almaz.<br />

İstiklal Madalyasına şerefim diyecek, maaşını milletine<br />

hediye edecekti. 1923-1931 arası.<br />

Hayatının son yıllarında Kara Fatma büyük bir<br />

yalnızlık ve maddi sıkıntıya düşer. Kızı Fanta gelinlik<br />

çağa gelmiştir. Fakat bir eli yoktur. Savaşta<br />

kardeşlerinin kızartılmış etlerini yemeye düşmanlar<br />

tarafından zorlanınca ruh hastası olan bir delikanlı<br />

ile bu çolak kolumla beni ondan başka kim alır diye<br />

düşünerek evlenir. Fakat mesut olamaz. Kocası eziyet<br />

eder. İki oğlu olur. Hastalığı o kadar ilerler ki sonunda<br />

Bakırköy hastanesine yatırılır ve ölür.<br />

Kitapta İstiklal Savaşı’nda şehit olan kahraman<br />

kadınlarımızın Atatürk’ün mutluluğu hakkında şu<br />

düşünceleri de vardır: “Bir de Gazi mutlu olaydı.<br />

Evlendiği kadın! Allahım ne şanslı bir kadındı o,<br />

ama ne yaptı Biz harp ederken o yabancı ülkelerde<br />

gezermiş. İzmir’e soysuzlar girince mücadeleye<br />

katılmayıp çekip gitmişler. E beni de gönderselerdi<br />

yaban eller ben de onların dilini kuş gibi şakırdım<br />

her hal. O da bizim gibi silah kuşanıp düşeydi ya<br />

cepheye, nerden bilecek gaza etmenin tadını. Sonra<br />

dön hiçbir şey olmamış gibi sıkıntı dert tasa<br />

yaşamadan hem Gazi’ye hem toprağa sahip çık.<br />

O yüzden Gazi’nin kıymetini bilmesinin mümkünü<br />

yoktu. Dünyayı gezeceğine parçalanmış dirimleriyle<br />

haykıran askerlerimizin bir tanesinin yarasını<br />

sarsa Gazi ona helal olur derim. Sen neye sahip<br />

olduğunu bilmezsen sonunda gideceğin yer kürkçü<br />

dükkanı olur.” Şaziye Hanım: “Para kızım para, o<br />

para bizde olsaydı belki harp daha çabuk biterdi.<br />

Olan o Fikriye garibine oldu. Onu essahtan seven<br />

onun uğruna ölen tek kadındı. Gazi bizi mutlu etti.<br />

Güvende ve huzurluyuz. Şimdi biz de onun mutluluğu<br />

için dua edelim…”<br />

Ah İstanbul, sar yaralarımı diyecekti ama İstanbul<br />

80<br />

onu sefil edecekti. 1931-1933 Kara Fatma torunlarını<br />

çocuk yuvasına verir.<br />

Rus Manastırına düşmese değil gazeteciler,<br />

kimsenin ondan haberi olmayacaktı. 1933-1949<br />

Torunları daha sonra bakımsızlık ve sefaletten ölürler.<br />

Son istek, son arzu Bir karış topraktı. Ah!<br />

Vefasızlık, ona da mı hayır! 1949-1955<br />

3 Temmuz 1955 tarihli Hürriyet gazetesinde<br />

resminin altında Kara Fatma öldü haberi vardır:<br />

İstiklal Harbi’nin tanınmış kadın simalarından<br />

ve Kara Fatma namıyla maruf Fatma Savaşkan<br />

(yanda) dün sabah Darülacezede vefat etmiştir.<br />

İstiklal Harbi’nde sayısız kahramanlıklarıyla<br />

kendisine şöhret yapan ve “milli kahraman” olan<br />

Kara Fatma’nın cenazesi Darülazceze’den evine<br />

getirilmiş olup bugün öğle namazını müteakip<br />

Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığına defnedilecektir.<br />

Kendisine lazım geldiği kadar yardım yapılamadığı<br />

için son senelerde sefalete düşen Kara Fatma<br />

geçirdiği hastalıktan sonra bir lütuf olarak ancak<br />

Darülaceze’ye yatırılabilmiş ve orada birkaç<br />

aylık tedaviden sonra 77 yaşında hayata gözlerini<br />

yummuştur. Allah rahmet eylesin. (Foto Hürriyet-<br />

A.B.)<br />

Kitabın Son Sözü bu yüce kahraman kadını ve<br />

hayat macerasını tanıtmaya yeterli:<br />

“Bir toprağımı sevdim, bir de milletimi demişti.<br />

Kutsal örtüyü paha biçilmez sözlerle özetlemişti.<br />

O ve kızlarının ölümü bir kefen gibi biçerek içine<br />

girdikleri tek cennetleriydi. Yaşarken milletinin uhdesine<br />

verdiği İstiklal Madalyasının gölgesinde belki<br />

de cennetten küçük kırıntılar bulur, itibar görür,<br />

sever sevilirim diye düşlemişti. Onun düşlediği nitelikler<br />

milletinde olması gereken değerlerdi. O engin<br />

yüreğiyle maaşını Kızılay’a bağışlayarak gösterdiği<br />

sınırsız sevgi başka nasıl yorumlanabilirdi<br />

Gelecekteki yaşamını milletinin insafına terk etmesi<br />

mert ve kadirşinas yüreğinin ölçüsüz güzelliğine has<br />

bir özellikti. Göğsüne sığdıramadığı onur madalyası<br />

onun şerefiydi, üstün meziyetlerinin bir aynasıydı<br />

ama ona bile saygı göstermesini bilemedik. Onu<br />

baş tacı etmek bir yana sahip bile çıkamadık tam da<br />

onun dediği gibi onu yerlerde süründürdük hem de<br />

insafsızca.<br />

Vakti saati gelince bedeni için bir karış toprak, diyecekti.<br />

Ne acıdır ki onun canım dediği milleti, yani<br />

bizler… Onu bile esirgedik.<br />

Kulaksız mezarlığına gittiğimde gözlerimle gördüm<br />

ki gerçekten mezarına ait hiçbir emare yoktu. Mezarı<br />

olduğu tahmin edilen yerden yol geçmiş, yaşarken<br />

canlı bedenine yapılan vefasızlık ölümünden sonra<br />

da bir karış toprağına yapılmıştı.


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Kıymetlisini hiçbir karşılık beklemeden ölürcesine<br />

savunan ve kendine has hoşgörü penceresinden<br />

inatla bakan bu koca yürekli kahraman kadını,<br />

yattığı topraktan çıkarıp almışlar, kemiklerini bir<br />

zaman kavramı içerisinde yok edercesine bir bilinmeze<br />

savurmuşlardı. Bir daha dünyaya gelip yeniden<br />

gömülmeyeceğine göre mezarı da ne yazık ki kalmayacak.<br />

Tabii bizim de minnetimizi göstermek gibi<br />

bir kaygımız olmadığından, onun milletim benden bir<br />

karış toprağı esirgemez diyen sözleri vefasızlığımızı<br />

hep yüzümüze vururcasına tozlu tarih sayfalarının<br />

arasında kalmaya ne yazık ki devam edecek…<br />

Son not.<br />

Anıtkabir’de kahramanlar arasında kendisine<br />

yer verilmiş olup Bursa Beşevler Meydanına da bir<br />

heykeli dikilmiştir.<br />

Sonuç: Dünyanın en cefakar, fedakar, erdemli,<br />

vatanını seven, eşine, çocuklarına bağlı, çalışkan<br />

kadını Türk kadınıdır. Tarihimiz böyle kadınlarla<br />

doludur. Atatürk’ün dediği gibi: ‘’Dünyanın hiçbir<br />

yerinde, hiçbir milletinde Anadolu kadınının üstünde<br />

kadın çalışmasını zikretmeye imkân yoktur ve dünyada<br />

hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından<br />

daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere<br />

götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim”<br />

diyemez.’’<br />

Kitapta vefasızlık, kendi kahramanlarımıza layık<br />

oldukları değeri vermeyen, onları unutan, tarihten<br />

ders almayanların tenkit edilmesi işlenmiş.<br />

Yoksa biz kendi değerlerimizin farkında olmayan<br />

bir millet haline mi geldik Kahraman kadınımız<br />

Kara Fatma’ya son zamanlarında çektirdiğimiz yoksulluk,<br />

kimsesizlik, ilgisizlik, sonunda bir mezar<br />

taşını bile esirgememiz ne kadar büyük bir erdemsizlik,<br />

vefasızlık, kadir kıymet bilmeme örneği. Vatanın<br />

asıl sahipleri bu kahraman kadınlar değil mi<br />

Uzun bir araştırma ve yorucu bir çalışma ile bir<br />

kahraman kadınımız ile etrafındaki diğer kahraman<br />

kadınlarımızın hayatını adeta romanlaştıran Melek<br />

AKÇİÇEK’i kutlar, bu kitabı herkesin okumasını<br />

tavsiye ederim.<br />

(1)Yazgan, Turan, TDAV Genel Başkanı, yazı ve konuşmaları<br />

(2)Türkçe Sözlük, TDK yay, Ankara 2005<br />

(3)Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, Komisyon, Kültür<br />

Bakanlığı yay. Ankara 1991<br />

(4)Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi yay. 1. taş,<br />

doğu yüzü.<br />

(5)Sevinç, Necdet, . Türklerde Kadın Ve Aile, Bilgeoğuz Yay.<br />

2007 baskılı, 144 sayfa.<br />

Yanağı gamzelenir, gülünce al al yanar,<br />

Dudağında gonca gül açılır, dil lâl olur…<br />

Abdal gönül aldanır, aşkın sihrine kanar,<br />

Baştan giden aklına belâlı bir hâl olur.<br />

Sevgilinin uğruna çarmıha gerilir can,<br />

İşkence çeker gönül acısı yaman olur.<br />

Yaralanır her yanı, kesilir soluk bir an,<br />

Azrail yoklar nabzı, hayâli canan olur.<br />

ÇARMIHTA CAN<br />

•<br />

Emel DEMİREZEN<br />

Ey ustura ağızlı, kılıçtan da keskin dil,<br />

Acıtır bir dokunsa bu gönül viran olur.<br />

Kapatırım gözümü, incitmez canımı bil,<br />

Yârin elinden ölüm en güzel seyran olur.<br />

Hasretin pençesinde kıldan incedir gönül,<br />

Düşürür dilden dile, her hâli ayan olur.<br />

Yağmalar yokluğunu kanatlanıp ebabil,<br />

Derinden bir ah çeker, nefesi figan olur.<br />

81


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Dr. Hayati BİCE<br />

“Türkistan Rüyası”<br />

(Bizim Büro, 1.Baskı, Ocak-2012)<br />

Bizimki gibi okuma kültürü henüz gelişmekte olan<br />

toplumlarda, en samimi duygularla kaleme alınmış kitap<br />

tanıtım yazıları bile, beklenen etkiyi sağlamaktan<br />

uzaktır. Kitabı anlatmaya çalışan hiçbir kelime, kitaptaki<br />

emeği ve göz nurunu okuyucuya sunma amacına<br />

yeterince hizmet edemez.<br />

İdeolojik perspektifle yazıldığı takdirde “dava”,<br />

ticari kaygıyla yazıldığında ise “tiraj” kaygısını<br />

hissettiren, tanıtım yazıları, popüler futbol deyimiyle<br />

söylersek; en fazla “kavisli bir orta” heyecanı verebilirler.<br />

İyi bir okuma için yazarın kitapta bu pası, şık<br />

bir voleyle gole çevirip fileleri havalandırmış olması<br />

beklenir.<br />

Bu yüzden, daha başında söyleyelim; bu bir “kitap<br />

tanıtım yazısı” değildir. Eğer tanıtım yazıları<br />

öyle harika ve mucizevi tahrirler olsaydı, bugün<br />

Türkiye’nin bir kitap cenneti olması, yazarların da<br />

en azından TV yıldızları kadar ilgi görmesi gerekirdi.<br />

Evet, bu bir kitap tanıtım yazısı değil, olsa olsa kendi<br />

barutumuzun harareti ölçüsünde yakabildiğimiz bir<br />

“işaret fişeği”dir.<br />

***<br />

Dr. Hayati Bice’nin “Türkistan Rüyası”, klasik bir<br />

otobiyografik roman değildir. Bu samimi anlatım,<br />

olsa olsa Milliyetçi bir dervişin, mana ummanında<br />

bütün benliğiyle yol alırken yalnız kalmamak ve milletini<br />

yalnız bırakmamak için halk dilinde kaleme<br />

aldığı bir doğal tedavi reçetesidir. Kitapta dava aşkı<br />

ile yaşanan bir hayatın davanın özüne dair kritik<br />

anları, bir hatırat gibi kaleme alınmıştır. Böylece hem<br />

çağdaş bilimin, hem mana ehlinin; hem büyük bir<br />

davanın, hem de meraklı okuyucunun talepleri tek<br />

kalemde karşılanmaya çalışılmıştır.<br />

* Bilim, çağdaş insana yaşadıklarının diğer insanlar<br />

için de eğitici olması için “hatırat yazmayı” önerir.<br />

* Din, tebliği ve gönüllerin fethini sadece ulü’lemre<br />

bırakmamıştır. Her Müslüman ilmi ve takvası<br />

oranında dini doğru olarak “tebliğ etmekle” yükümlüdür.<br />

Hele bugünkü gibi din adına yapılan binbir<br />

maskaralığa nazaran Hayati Bice’nin Türk milletini<br />

kendi anne sütüne kavuşturmak amacıyla yaptığı<br />

Yesevi araştırmaları, başlı başına bir değerdir.<br />

* Dava, “mukaddes doğrularla, ideolojiyi takviye<br />

etmeyi” bir hedef olarak gösterir.<br />

Eğer Dr. Hayati Bice gibi, bilgiyle cesareti, parlak<br />

bir zekâ ile kompoze eden araştırmacılarınız yoksa,<br />

“tarlanızın başkaları tarafından sürülmesi”ne engel<br />

olamazsınız. Kainat boşluk kabul etmiyor. Din ve<br />

inanç gibi insanlık tarihinin en önemli konusunu siz<br />

ihmal ederseniz, “Çin malı” ilmihallerin ve din tefsirlerinin<br />

piyasayı kaplamasına engel olamazsınız.<br />

Ondan sonra da Müslüman’ı Zülfikar’sız kalmış,<br />

iğdiş edilmiş kitleler haline getirdiklerinde nerede<br />

yanlış yaptığınızı düşünmeye başlarsınız.<br />

Devşirilmiş, milli asabiyyetini terk etmiş cemaat<br />

önderlerinin, global emirerleri gibi karalı-aklı, ya da<br />

siyahlı-beyazlı saraylara kapılanmasını anlamakta<br />

zorlanırsınız. Din önemli bir konudur ve hiç bir milliyetçi<br />

bu gerçeği reddetme lüksüne sahip değildir.<br />

Dr. Hayati Bice, derviş edebi sayesinde bu basit<br />

gerçeği vurgulamaktan hayâ ve imtina etse de,<br />

bir erken uyarı hüviyetinde başlattığı milli tasavvuf<br />

çalışmaları, O’na Ülkücü dava adamları arasında<br />

mümtaz bir yer vermemize yetecek kadar derin ve<br />

82


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ve yeterlidir. Tıp Doktoru Hayati Bice’nin milliyetçi<br />

kültür birikimi üzerine bina ettiği tasavvuf tezi, bu alanı,<br />

bilimsel açıdan kimsesiz kalmaktan kurtarıyor. Bu eşine<br />

az rastlanır durum da Türk Milliyetçileri için aslında<br />

büyük bir fırsat niteliği taşıyor.<br />

İlahiyatçı, tasavvufla ilgilendiğinde bunun haber<br />

değeri olmuyor. Ancak bir pediatri uzmanı tıp doktoru,<br />

konuya aşkla yaklaşınca sohbet hızla bir dava seminerine<br />

dönüşüyor. O’nun Divan-ı Hikmet derslerini<br />

dinlerken yalnızca Ahmed Yesevi ile tanışmıyorsunuz;<br />

adeta çağdaş bir İbn-i Sina ile de karşılaşıyorsunuz veya<br />

milletinin ölümsüzlük iksirini hazırlamaya çalışan ülkücü<br />

bir Lokman Hekim ile...<br />

“Türkistan Rüyası”nı bu gözlerle yorumlamaya<br />

çalıştım.<br />

***<br />

Kitaptaki samimi otobiyografik anlatımda, bir dava<br />

adamının, “dünya-ahiret dengesi”ni kurma yönündeki<br />

maharetine tanık oluyorsunuz. Davanın dünyevistratejik<br />

gerekleri ile uhrevi-mistik vecibeleri arasında<br />

kurulan sağlıklı denge, her kesimden okuyucuya ilginç<br />

gelecek kadar akıcı bir üslupla aktarılmış.<br />

Müslüman bir Türk için kutsal kabul edilen bütün<br />

mekânların “hassas bir kamera” ile okuyucuya<br />

aktarıldığı bu izahlı hatıralar manzumesi, davası için bir<br />

şeyler yapmayı aklına koymuş ülkücü iman erleri için<br />

Dr. Hayati Bice’yi adeta bir rol-model haline getiriyor.<br />

Bize göre Hayati Bice’nin rüyaların mistik ve psikiyatrik<br />

değerini de hatırlatan bu eseri başta olmak üzere,<br />

yazı hayatındaki en büyük avantajı, hayata ülkücü nazar<br />

ile yaklaşması. Öyle ki, aleme nizam vermek için<br />

önce “Türk’e nizam vermek” gereğini fark etmelisiniz.<br />

Dr. Hayati Bice, Türk’e nizam vermek için ise İslam’ın<br />

Türk’ün ruhuna uygun olarak, “Türkçe” anlatıldığı ilk<br />

divanın sahibine, Hoca Ahmed Yesevi’ye müracaat etmekten<br />

daha iyi bir yol olmadığını bize gösteriyor...<br />

Türkistan’ın bir ucunda görülen bir rüya, ilm-i ledün<br />

desteğiyle türbedeki manevi tahribatın giderilmesi<br />

ve mananın maddeye bir kez daha hâkim olmasıyla<br />

Türk’ün milli ruhunun korunması... Tarihin Dr. Hayati<br />

Bice’ye böyle bir görev yüklediği anlaşılıyor. Kitapta,<br />

1990’lı yıllarda Ahmed Yesevi için Türkiye’de doğru<br />

-yanlış, iyi-kötü, az-çok ne yapılmışsa bu konulara dair<br />

gerçekleri bulmak mümkün.<br />

Bir Ülkücü dervişin umre yolculuğunda, milli feraset<br />

ve medeni cesaret objektifine takılanlar ise hiç bir<br />

belgeselde bulunamayacak kadar “bizden...” Turan<br />

sevdalısı yazar, aşkını hiç bir mekânda asla gizlemiyor<br />

ve kitapta “bütün yollar bir şekilde Türkistan’a çıkıyor.”<br />

Dr. Hayati Bice, kitabını imzalarken bile rüyasının<br />

rahmani yorumundan aldığı kutlu vazifesini tamamlamaya<br />

çalışıyor.<br />

Ne mutlu bize ki; bu “Türkistan Rüyası,” Dr. Hayati<br />

Bice’nin, daha önce alamadığımız, “Yesevi Tanuv”<br />

dersini, önce rotatif üzerinden raflara çıkarıyor, sonra da<br />

gönüllerimizde Hazret-i Türkistan sevgisini tesis ediyor.<br />

Bize ilginç gelen bazı tevafuklar:<br />

* Şeyh Şamil, 1830-1864 yılları arasında güçlü Rus<br />

ordusuna karşı inanılmaz bir direniş sergiliyor. Türk<br />

alpliği ile İslam erenliğinin bu güçlü terkibi, “Kafkas<br />

müridizmi” olarak tarihe geçiyor.<br />

* Şeyh Şamil silsilesinden gelen Şerafeddin Dağıstani<br />

dervişleri, Bursa’yı bir günde teslim alan Yunan<br />

Ordusu’nu Orhangazi sırtlarında altı ay durduruyor.<br />

* Bu “ülkücü duruş,” ülkücü mütefekkir Galip<br />

Erdem’in dikkatini çekiyor. Olayı “ülkücü hafıza”ya<br />

kaydediyor.<br />

* Galip Erdem, Yalova’ya tayini çıkan Dr. Hayati<br />

Bice’ye (kitapta Oğuz Karaçay) Şerafeddin<br />

Dağıstani’den ve milli davalara duyarlı derviş silsilesinden<br />

bahsediyor; onları bulması için işaret veriyor.<br />

* Dr. Hayati Bice, silsilenin yaşayan mürşid-i kâmili<br />

Mustafa (İhsan Karadağ) Dede’yle buluşuyor<br />

ve Kazakistan’a gidiş gelişlerinde O’nun manevi<br />

rehberliğine müracaat ediyor.<br />

* Medine’de tesadüfen tanıştığı Kaşgarlı bir Uygur<br />

Türkünden aldığı Divan-ı Hikmet’i parça parça yayına<br />

hazırlayan Dr. Hayati Bice, gördüğü “ağır ” bir rüyanın<br />

Mustafa Efendi tarafından yorumlanması için huzura<br />

varıyor.<br />

* Mustafa Efendi, rüyanın derin bir anlamı olduğunu<br />

söylüyor ve...<br />

* Görev başlıyor.<br />

* “Türkistan Rüyası” Ocak 2012 itibariyle Bizim<br />

Büro Basımevi’nde basılıp; seçkin kitapçı raflarında yerini<br />

alıyor.<br />

***<br />

KİTAB BİLGİLERİ: Türkistan Rüyası; Hayati Bice;<br />

Karton Kapak; 13,5x19 cm; ISBN:9756151563, 308<br />

sayfa. 16 TL.<br />

Kapak Kompozisyonu: Metin BOZDEMİR<br />

YAYINEVİ: BİZİM BÜRO, GMK Bulvarı No. 32/C<br />

Demirtepe-Kızılay-ANKARA Tel. 0312-2299928<br />

İNTERNETTEN SATIŞ:<br />

Kitapyurdu.com http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.aspid=596547<br />

DAĞITIM:<br />

İstanbul: KİTABEVİ: Çatalçeşme Sk. 46 Cağaloğlu –<br />

İSTANBUL Tel:0212- 511 21 43<br />

Ankara: HASRET Kitabevi – Hamamönü Sk. No.6/A<br />

ANKARA Tel. 0312-3117062<br />

Şükrü ALNIAÇIK<br />

83


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

YETER ARTIK KIZIL ÇİN!<br />

•<br />

Nurala GÖKTÜRK<br />

Yeter artık çekil git, döşü kurban kılamam,<br />

Gerçekler oldu kurban, düşü kurban kılamam.<br />

Kıyma artık, yetişen, taze civan merdime,<br />

Fikri sağlam neslimde, işi kurban kılamam.<br />

Bayrak için ölmeye, toprak için can gerek,<br />

Türkistan’ım cenk için, yılmayan iman gerek,<br />

Neslim iman eridir, yıldıramazsın onu,<br />

Neslimin inandığı fikri kurban kılamam.<br />

Yaktın yılar boyunca, çınarca kuru yandı,<br />

İlim irfan ve erdem yolunda duru yandı,<br />

Ay, güneş ve gökyüzü zulmün için utandı,<br />

Kurular yandı bitti yaşı kurban kılamam.<br />

Çekil git diyarımdan, Türkistan, Türkün evi,<br />

Bitti Nemrut, Firavun tanrılığının devri,<br />

Sende bitirdin çoktan, istediğin görevi,<br />

Gözlerim oydun amma kaşı kurban kılamam.<br />

Kan içtin, iliklerim kurudu vatan diye,<br />

Meledi kuzularım atsın artık Tan, diye,<br />

Mao, Stalin gitti, çekilmezsin ne diye<br />

Çaldın madenlerimi, taşı kurban kılamam.<br />

Sil git Türkistan’ımdan ayak izin kalmasın,<br />

Dür artık defterini, cellât, Tezin kalmasın,<br />

Sana ait bir parça eski bezin kalmasın,<br />

Yeni devir başlasın, Nesli kurban kılamam.<br />

Satılmış hainleri gidecekken alıp git,<br />

Kökünü şeytanlığın temizce bir silip git,<br />

Doldu cellât feymanın hem ağla hem gülüp git,<br />

Sevdalı yüreğimden, aşkı kurban kılamam.<br />

Türkistan’a dönerken, bitecek artık matem,<br />

Yedi düvel Türk yurdu, Türkün otağı ülkem,<br />

Cumhur olabilmeye yıllarca çarpar sinem,<br />

Hürriyeti özledim, halkı kurban kılamam.<br />

Gök bayrağım gönderde selamlarken milleti,<br />

Unutmasın neslimiz kan kusturan zilleti,<br />

Tarihe kapkaranlık leke olan illeti,<br />

Yazacak destanımız, ecri kurban kılamam.<br />

Şehitler şühedalar toprağıdır vatanım,<br />

Dirilip yeni baştan, toprağa düşen kanım,<br />

Hudbe okutur baştan, Sultan Satuk <strong>Hakan</strong>ım.<br />

Nice sayısız ceddim, Adı kurban kılamam.<br />

84


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Mehmet SAĞ, “Savaşın Tanıkları”<br />

TÜRK SANATININ DÜNÜ, BUGÜNÜ<br />

VE<br />

GELECEĞİ ÜZERİNE<br />

•<br />

Yrd. Doç. Dr. Mehmet SAĞ<br />

19. yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarından itibaren<br />

hemen hemen her alanda dünyayı etkisi altına<br />

alan “modernizm” felsefesi, Türkiye’de de, özellikle<br />

resim alanında, yurt dışında eğitim aldıktan sonra<br />

Türkiye’ye dönen ressamlarımız, yurt dışından ülkemize<br />

ders vermek üzere davet edilen yabancı hocalar<br />

ve onların talebeleri tarafından geniş bir uygulama<br />

alanı bulmuştur. Özellikle, teknik olarak batının taklidi<br />

peşinde olan bu ressamlarımızın çoğu, konu olarak<br />

da Türk sanatının özünden giderek uzaklaşmışlardır.<br />

Sanatçılar arasında, ülkede yerleştirilmek istenen<br />

yeni sanat anlayışına karşı gelenler çıksa da, bunların<br />

uyarı niteliğindeki çabaları yetersiz ve sonuçsuz<br />

kalmıştır.<br />

Türk sanatçılarının düne kadar taşta, duvarda,<br />

halıda, kilimde, deride, kâğıtta v.b. gibi birçok<br />

malzemede ve mekanda görselleşmiş duygu ve<br />

düşüncelerinin felsefik, sosyolojik, mitolojik, dini<br />

ve estetik derinliği asırlar öncesine giderken, yerini,<br />

yüzü batıya dönük; tamamen görsel kaygılarla<br />

hareket eden modernist felsefelere bırakmıştır.<br />

Bu gidişten memnun olmayan az sayıdaki sanatçı,<br />

düşüncelerini farklı şekillerde dile getirmiş; Türk<br />

sanatçısının geleneğe sırtını dönerek, batı modellerini<br />

benimsemelerini zaman zaman sert bir şekilde<br />

eleştirmiştir. Bu çerçevede Elif Naci, Türk resim<br />

sanatının geleceğinin Alpler’in ötesinde değil,<br />

Toroslar’ın eteklerinde olduğunu dile getirirken,<br />

Türk resim sanatı adına gelinen noktayı da işaret etmektedir.<br />

85


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyeti<br />

ilan ettikten bugüne kadar her alanda birçok sıkıntıya<br />

göğüs germiş, çözüm üretmeye çalışmıştır. Geleceğin<br />

güçlü Türkiyesini imar edecek donanımlı gençlerin<br />

yetişmesinde; onlara ihtiyaçları olan bilgi, beceri,<br />

miili ruh ve heycanı verecek genç eğitimcilere büyük<br />

umutlar bağlanmıştır. Bu anlamda Milli ve köklü<br />

bir eğitim programına ihtiyaç duyulmuştur. Peki bu<br />

gençlere verilecek olan bilgi ve becerinin içeriği<br />

nasıl olacaktı Bu soruya verilecek en güzel cevap,<br />

Atatürk’ün Türk milletinin güzel sanatlara olan<br />

yatkınlığına olan inancını yansıttığı şu güzel vecizesinde<br />

apaçık bir şekilde görmek mümkündür:<br />

“Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları<br />

sevmek ve onda yükselmektir.”<br />

İsmail Hakkı Baltacıoğlu “Resim’de Türk’e Doğru”<br />

derken, Türk milletinin derin ve bir o kadar da zengin<br />

olan kültür ve sanat tarihinden esinlenmiş, daha<br />

doğrusu bu gerçeğe inanmıştır.<br />

Türk, resim yaptığında buram buram Türk<br />

kokmalıdır. Resmin dilini ancak, bilincinde Türk kültür<br />

ve sanat tarihinin derinliklerinden süzülerek gelen<br />

ve Türk Töresi’nin tüm güzelliklerini ve heyecanını<br />

biriktirmiş bireylerin çözebileceği köklü bir yapı<br />

oluşturmalıdır. Kompozisyonlar batı ölçülerine göre<br />

değil, Türk’ün asırlardır tabiatı gözlemleyerek, akıl<br />

ve ruh dünyasına işledikleri, birçok örneklerde de<br />

görüldüğü gibi şekil, çizgi, renk, doku ve boşlukdoluluk<br />

gibi sanat elemanları ve birlik-çokluk, ahenk,<br />

denge, zıtlık, tekrar ve vurgu gibi sanat ilkelerinin<br />

kullanılmasıyla gerçekleşmelidir.<br />

Geleceğin güçlü Türkiyesi için oluşacak kadrolarda<br />

sanatçılara büyük görevler düşmektedir. Tıpkı<br />

Türkiye’nin çalkantılı dönemlerinde üzerlerine düşen<br />

görevleri belleklerine nakşettikleri Türklük bilinciyle<br />

eksiksiz yerine getirmiş birçok milliyetçi ressam<br />

ve sanatçılarımız gibi. Bugün bunların Türk resim<br />

tarihinde -bir kaçı hariç- adının geçmemiş olması ne<br />

büyük bir eksikliktir. Dün milli geleneğin reddedilip,<br />

batının temel alındığı bilinç kirliliğine ve kültürel<br />

kırılmaya çok büyük etkisi olan mo-dernizm hareketine<br />

bugün küreselleşmeyle birlikte hız kazanan kontrolsüz<br />

bilgi ve değer kaybının da eklenmiş olması,<br />

her alanda olduğu gibi resim alanında da tedbirler<br />

alınmasını gerekli kılmıştır.<br />

Sanat eğitimi, genel eğitim içinde çok özel bir yere<br />

ve öneme sahiptir. Çocuklarımızın ruhsal, çizgisel,<br />

estetik ve zihinsel gelişimine olan katkısı özellikle<br />

içinde bulunduğumuz yüzyılda, bilim çevrelerince<br />

kabul görmeye başlanmış ve çeşitli araştırmalara<br />

zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin bu alanda yetişecek<br />

sanatçılara olan ihtiyacını düşündüğümüzde bu<br />

alandaki gelişmelere olan dikkatimiz bir kat daha<br />

artmaktadır. Tüm bu ihtiyaçları karşılayacak milli<br />

ve manevi değerlerle desteklenmiş, yaratıcı zekâyı<br />

destekleyen ve evrensel iletişime açık bir eğitim<br />

programına gereksinim vardır.<br />

Son birkaç yıl içinde ilköğretimde iki saat olan görsel<br />

sanatlar eğitimi dersinin bir saate indirilmiş olması<br />

Türk gençliğinin ve dolayısıyla istikbali-nin önüne<br />

konmuş en büyük engellerden biri hatta önemlisidir.<br />

Çünkü sanat eğitiminden yeterince geçmemiş bir<br />

gençlik, hayalini gerçekleştirecek olan argümanları<br />

kullanamayacak hale dönüşecektir. Bireyin tahayyül<br />

gücü, alacağı sanat eğitimine bağlıdır. Estetik bilincin<br />

oluşması ve olgunlaşması, eleştiri becerisinin<br />

tüm yaşam boyunca kullanılması da verilecek iyi bir<br />

sanat eğitiminden geçmektedir. Tüm bu eğitim süresince<br />

Türk gencine verilecek olan Türk kültür ve sanat<br />

tarihine yönelik bilgiler, onun öz güven eksikliğini<br />

tamamlayarak, başarısı için gerekli olan motivasyonu<br />

sağlayacaktır.<br />

Bugün ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılar içinde<br />

gençlin şaşkın ve avare bir halde geleceğini temin<br />

altına almak için koşturuluyor olması hepimizi derinden<br />

üzmekte ve düşündürmektedir. Sanat eğitiminin<br />

yeterince ve gerektiği şekliyle verilmemiş olması<br />

günümüzde Türk gençliğini çevresine ve dünyaya<br />

karşı duyarsız, estetik ve eleştirel beceriden yoksun<br />

hale getirmiştir.<br />

Türk genci doğru ve yeterli bir şekilde planlanmış<br />

bir sanat eğitimi programından geçtiği takdirde, elde<br />

edeceği bilinç ve yeteneklerle gözlemlerde bulunarak<br />

hem bireysel yeterliliklerini tanıyıp kullanabilecek,<br />

hem de mensubu olduğu Türk milletine karşı<br />

dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeyi sezip önlemini<br />

almak gerekli için donanıma sahip olacaktır.<br />

Unutmayalım ki sanat, ruhî bir ihtiyaç ve aynı zamanda<br />

da mantıkî bir gerekliliktir.<br />

86


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

“AŞK İle Aldatmak ve Elif Şafak”<br />

•<br />

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN*<br />

Elif şafak’ın Aşk isimli romanını okurken Yavuz<br />

Bülent BAKİLER’ in “Kılık Kıyafetin sarmadı<br />

beni” dizelerini düşündüm. “Bizden renk bizden ses<br />

olmadığını” vurguluyordu şiir. Güzel Türkçemizde<br />

kılık, kılk, kılınç’ın anlamı ahlak, huy, tavır, iş,<br />

amel olarak ifade ediliyordu. Divanü Lügati’t Türk,<br />

Kutadgu Bilig, yazılı ve şifahi kültür eserlerimiz<br />

Milletimize bu ifadeyi asırlarca hatırlattı. Halkımız<br />

“kılık kıyafetine yani ahlakına ve şemaline dikkat etmeyi”<br />

öğütledi evlatlarına.<br />

Fakat “Elif Şafak”ın 100.000 pembe, 200.000 gri<br />

ve daha kaç siyah baskısının yapılacağını<br />

bilemediğimiz “AŞK” isimli romanında bu<br />

değerlerin hiç önemi yoktu. Elif Şafak’ın kitaplarına<br />

para vermedim. Velev ki bir arkadaşım veya yakınım<br />

yanlışlıkla aldıysa onlardan ödünç alır okur geri veririm.<br />

O kitabı almak için verilen paralara da yüreğim<br />

yanar. Diğer kitaplarını şimdilik bir tarafa bırakarak<br />

bu meşhur daha doğrusu meşhur edilen (!) kitabın da<br />

ki sosyo-psikolojik zehiri paylaşmak istiyorum.<br />

“Şafak” kitabında hastanın tedavi edildiği<br />

ameliyatının yapıldığı ve son anda hastaneden taburcu<br />

edilirken hastaya virüslü bir enjektörü batıran gizli<br />

bir eldir. Diyeceksiniz ki bu hükme nasıl varıyorsun<br />

Eğer roman dikkatli ve hitamına kadar okunursa<br />

maksadın Tasavvuf aşkını insana tanıtmak, ilgi<br />

uyandırmak ve sevdirmek olmadığını anlayabilirsiniz.<br />

Tabii ki Tasavvuf hareketi İslam düşüncesinde<br />

mümtaz bir yere sahiptir. Milyonlarca insan O yolun<br />

açtığı gönül gözleri ile İslam’la müşerref olmuşlardır.<br />

“Şafak” ise ne anlatır aşk romanında İnternetten<br />

kopyala yapıştır yöntemi ile bunun gibi nice kitaplar<br />

yazılabilirdi.<br />

Kitap günümüzde ve 1200lü yıllarda geçen iki<br />

olay üzerine kurgulanmış.<br />

1200’lü yıllardaki olayı “aziz” ismindeki günümüz<br />

tasavvuf araştırmacısı diyebileceğimiz bir gezgin<br />

tarafından yazılır. Olay Mevlana ve Şems’in<br />

arasındaki İlahi Aşk’ı, dostluğu anlatır. Bunlar konunun<br />

ilgilileri tarafından da bilinir.<br />

Günümüz de geçen bölümü ise “ella” isimli<br />

Amerikalı evli bir bayanın ailesi ile olan ilişkisi<br />

ve “aziz” isimli yazara karşı hissettiği duygular ve<br />

aşktır.<br />

Romanda “aziz” geçmişine tövbe etmiş “Mevlana<br />

ve Şems”i araştırmış yazıya geçirmiş örnek bir model<br />

olarak gösterilir. Fakat “şafak” bu örnek şahsiyete<br />

Boston’da “ella” ile bir otel odasında buluştuğunda<br />

nasıl bir rol verir. ella’da ki karmaşık duygular ve<br />

bunalımlar ailesine ihanet etmek isteyen bir insanı<br />

yansıtır.<br />

Özellikle sayfa 369 da “aziz”’in şu tavırları onlarca<br />

anlatılan tasavvuf örneklerini kurallarını ise yer ile<br />

yeksan etmektedir.<br />

“aziz uzanıp ella’nın saç topuzunu tutan iğneyi<br />

çekti sonra da onu usulca kanepeye doğru itti,<br />

böylece sırt üstü dümdüz uzanmasını sağladı. ella<br />

aniden Aşk Şeriatı’nı hatırladı. Ama bir şey söylemesine<br />

fırsat kalmadan aziz elleriyle ella’nın bedeninde<br />

gittikçe genişleyen daireler çizmeye başladı.<br />

Aşağıdan yukarıya, ayak bileklerinden yüreğine<br />

doğru genişleyen çemberler…Parmak uçları<br />

sıcacıktı. Dokunduğu yere tuhaf bir enerji yayıyordu.<br />

Parmakları mum gibi yanan adam…”<br />

Şimdi okuyucuya soruyorum Bu kitap da ne<br />

anlatıldığı iddia ediliyor. Tasavvuf hayatının iki zirvesi<br />

Mevlana ve Şems’i bize dolaylı olarak tanıtan<br />

“ aziz” isimli günümüz aşk ve irfan ehli insanların<br />

olabileceği. Peki bu insanın ella ile arasında geçen<br />

sahneyi “şafak”ın kurgusu olduğunu düşünürsek<br />

okuyucuda oluşan olumlu düşünce şöyle bir sonuca<br />

bağlanmaz mı Demek ki İnsan-ı Kamil dediğimiz<br />

bir insanın evli bir bayanla sayfa 369’da aralarında<br />

geçen topuklarından göğüslerine kadar devam eden<br />

ten temasında hiçbir sakınca yoktur. Lütfen tasavvuf<br />

ehlinde böyle bir şey olabilir mi<br />

“aziz’in parmakları karnından yukarıya<br />

kaydığında ella göğüslerinin daha diri, daha dik<br />

olmamasına hayıflandı”<br />

Demek “şafak”ın anladığı ve bu topluma öğretmek<br />

istediği tasavvuf bu imiş. Bunun reklamını yapan takva<br />

iddiasında olup istikametlerinin ne olduğu bilinmeyen<br />

gazetelere ve yazarlara ise ne söyleyebilirim<br />

Onlar yüce Allah’ın ve Güzeller Güzeli Resulu’nun<br />

Cemaline Şems’i Tebrizi’nin Mevlana’nın cemaline<br />

nasıl bakacaklar.<br />

“Allah indinde Din İslam’dır” ayetine karşı roma-<br />

*Osman Gazi Ünv. Tıp Fakültesi<br />

87


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

nın bitiş sayfasındaki “hilal ay, altı köşeli yıldız, haç,<br />

yin yang vd.” maksad-ı şafak’ı ne güzel anlatıyor. Vahdet-i<br />

Vucut ne elif şafakların enjekte etmeye çalıştığı<br />

gibidir ne de simgeleri bir araya getirerek zihinleri<br />

bulandırmak istendiği gibidir. Mevlana “Muhammed<br />

Mustafa’nın ayağını tozuyum” “Kur’an’ın bendesiyim”<br />

derken her halde “dinler arası diyalogcuların”<br />

söylediğini söylemiyordu. Mevlana ne demişti:<br />

“Bu canım var oldukça ben Kur’an’a tutsağım<br />

Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım<br />

Benden başkaca bir söz nakledenler olursa<br />

Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım”<br />

Şemsi Tanımak isteyen ise O’nun Makalat’ını<br />

(Konuşmalar)okur ve İslam’ın Güneş’ini orada görür.<br />

Yoksa kitapda anlatıldığı gibi Şems ne fal bakar ne<br />

de evlilik gecesi kitapda kendisine atfedilen sözleri<br />

söyler.<br />

sayfa 372 Yazar’a göre Kimya der ki “bakire<br />

değilim sanırlar”.<br />

Yazara göre Şems’in tepkisi: “Ne demekti bu<br />

Cemiyetin bu saçma sapan kuralları kanımı donduruyordu.<br />

Bu tür köhnemiş törelerin, insanı insana<br />

kırdıran adetlerin, Allah’ın yarattığı mükemmel eserle<br />

ilgisi yoktu.”<br />

Şafak’a ve şafak gibilere göre olmayabilir di.<br />

Fakat Bunu Allah Velisi Şems’e söyletmeye hiç mi<br />

hiç hakkı yoktu.<br />

Şems-i Tebrizi Makalat isimli eserinde “Benim hiç<br />

kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende<br />

Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi adetine<br />

uygun davranışta bulunmak arzusu vardır.” (Şems-i<br />

Tebrizi Konuşmalar.Hürriyet yayınları cilt.1.1974.<br />

sf.194) demektedir.<br />

Bilgisayarın tuşlarına parmaklarımı vururken Aziz<br />

Türk Milleti üzerine daha ne kadar oyunlar oynanacak<br />

ve milletimize bunu fark ettirmemek için gözler<br />

nasıl boyanacak diye düşünüyorum. Boyamak için<br />

Aşk’ın tertemiz rengini bile kirletmekten utanmayacaklar.<br />

Türk ve Dünya edebiyatından muhteşem kalemleri<br />

tanıtmaya hiç kimse bu kadar hevesli olmamıştı. Üç<br />

dört yıl evvel “ Ferrarisini Satan Bilge” “Ferrarisini<br />

geri alan Bilge” kitapları ile halkımız altı ayda ruhi olgunluk<br />

maceraları ile aldatılıyordu. Önceleri Kitaplar<br />

yok sattı. Sonra gazeteler hediye etmeye başladılar.<br />

Halbuki Yunus Emre’nin sembolikde olsa “kırk yıl”<br />

odun taşıması “hakikat cevherinin” Tabduk gibi<br />

Tabduk’suz, Yunus gibi Yunus’suz bulunamayacağını<br />

tembihliyordu.<br />

Şimdi ise elif şafak ve eselerini sunmak için bir<br />

birleri ile yarışanları kendi söyleşileri ile baş başa<br />

bırakıyorum. Belki de bunları bir çoğumuz okumuş<br />

da olabiliriz. Gazeteler internet siteleri birbiri ile<br />

yarış ederek kitabı tanıtıyorlar tavsiye ediyorlar.<br />

Bulunduğum ildeki kitapçılar kitabı yok satıyor. Dini<br />

hassasiyetleri olan kitabevi mensuplarına bile yukarda<br />

bahsi geçen sayfaları okutunca sonuç değişmiyor.<br />

Sadece istek fazla PARA KAZANIYORUZ diyerek<br />

geçiştiriyorlar. Peki sahteler hakikilerden daha fazla<br />

talep ediliyorsa hakikiler niçin ön plana çıkarılmıyor<br />

diye sorunca yine sukutun tokatı geliyordu. Saf<br />

Gönüllü Temiz Yürekli Türk Milletinin güvendiği<br />

gazeteler “elif şafak”’a ve benzerlerine sutunlarını<br />

açıyorlar. Milli Haysiyetimiz, Milli Şuurumuz ruhumuzun<br />

derinliklerinden sökülüp atılmaya çalışırken<br />

sessizliklerini koruyorlar.<br />

Yıllarca ve halen Aziz Türk Milletinin dini hassasiyetlerine<br />

hitap eden Zaman gazetesinden iki örnek<br />

vermek istiyorum.<br />

“Roman içinde roman, aşk içinde aşk” Ali Pektaş<br />

04 Mart 2009,<br />

“Yazar Elif Şafak da yarın okurlarla buluşacak<br />

son romanı ‘Aşk’ta, kalemini bu kavramın farklı<br />

katmanlarında gezdiriyor. Aşk, bir roman gibi görünse<br />

de aslında roman içinde bir başka romanı da sunuyor<br />

okuyucusuna. Şafak, günümüzle geçmiş arasında<br />

bir köprü kurarak, bugünün insanının sorunlarını ve<br />

sorularını roman kahramanlarının hayatlarıyla ve<br />

Şems’in ‘40 Altın Kuralı’yla cevaplıyor:<br />

Bu romanda okura yüreğimi açtım. Tasavvuf benim<br />

sırrımdı, o sırrı aşikar ettim. Şems ve Mevlana<br />

hakkında bir kitap yazayım arzusuyla kaleme almadım<br />

bu kitabı. Ben “aşk”ı anlatmak istedim. Buydu çıkış<br />

noktam. Hem dünyevî hem manevî boyutlarıyla aşkı<br />

yazdım. Zıt gibi görünen karakterleri yan yana getire-rek<br />

evrensel bir öz yakalamayı arzuladım. 2008<br />

sene-sinde Boston’da yaşayan üç çocuk annesi mutsuz<br />

bir Yahudi Amerikalı kadın için Mevlana ne ifade<br />

ediyor, bu sorunun cevabını kovaladım.”<br />

İkinci söyleşi:<br />

“Elif Şafak: Aşk, bu dünyayı aşan bir duygudur”<br />

Sevinç Özarslan 07 Mart 2009,<br />

“İnternette herkes Aşk romanınızın çıktığını<br />

birbirine haber veriyor. Beklenen şarkı gibi, beklenen<br />

bir roman mıydı<br />

İlla bir aşk romanı değil ama muhakkak bir roman<br />

beklentileri vardı. Çok e-mail alıyordum. Yolda<br />

görünce çevirip soruyorlardı. Çünkü Siyah Süt,<br />

tam bir roman değildi. Otobiyografik eserdi. Bence<br />

Türkiye’de çok iyi bir roman okuru var. Bunların<br />

88


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

büyük bir bölümü de kadın. Aralarında aşk üzerine<br />

yazmamı isteyenler oluyordu. Ama aşkı sadece<br />

kadın-erkek ilişkisi olarak düşünmeyin. İlahi aşkın<br />

da içinde olduğu bir roman beklentisi vardı.<br />

Ella gibi kadınlar çok fazla Avrupa’da ve<br />

Amerika’da değil mi<br />

Evet, Ella gibi kadınlar çok fazla. Türkiye’de de<br />

çok fazla. Isparta’da ya da Rize’de yaşayan bir ev<br />

kadınına Ella gibi karakter ne ifade ediyor Ella ilk<br />

bakışta Amerika’da Boston’da yaşayan Yahudi bir<br />

kadın. Zengin bir hayatı var. Ama bir sıkışmışlık,<br />

eksiklik hissi içinde. Bu hissi belki Burdur’daki,<br />

İstanbul’daki, İzmir’deki kadın da biliyor. Zahirideki<br />

ayrımları kaldırdığınızda altta kalan hikayeler<br />

benzer ve evrensel. Birbirimizle bu noktalarda empati<br />

kurabiliriz. Mutsuz bir evliliğin içine hapsolmuş<br />

ama oradan çıkmak için veya kendini dönüştürmek<br />

için çaba göstermeyen, hayatı akışına bırakan çok<br />

insan var.<br />

Cesaretleri yok belki de, Ella cesaretli bir kadın.<br />

Evet cesaretli bir kadın ama savaşçı bir kadın<br />

değil. Hatta bütün hayatı boyunca mütevazı ve munis<br />

bir yaşam sürmüş, sessiz biri. Öyle bir kadının<br />

dönüşümü beni çok heyecanlandırıyor. Bir de<br />

bütün hayatını planlar, programlar yaparak geçiren<br />

bir kadın. Böyle birçok insan tanıdım. Çantalarına<br />

ajandalar, özel notlar koyan, üç ay sonrasını inceden<br />

inceye planlamış. Böyle bir kadının “yarın”<br />

saplantısından vazgeçmesi ve şimdi, şu an aşkı<br />

yaşamayı tercih etmesi oldukça radikal bir dönüşüm.<br />

Bu kitabın en önemli bölümüydü benim için. Çünkü<br />

Aziz ona yarın vaad eden bir adam değil. Aslında<br />

kimse kimseye yarını vaad edemez bu dünyada.<br />

Ama öyle zannediyoruz ve öyle yaşıyoruz.”<br />

“şafak”, “ella” gibi anneler Türkiye’de de çok diyor.<br />

Söyleşiyi’yi yapan gazeteci hayır yok diyemiyor.<br />

Nedir “iffet” nedir “haya” Vatan gibi bayrak<br />

gibi hürriyet gibi Mukaddesler mukaddesidir bunlar.<br />

Bu Kavramları, bu değerleri Türk Milletinin bildiği<br />

gibi ne eski Yunan’ın filozofları ne Yeni Batı’nın<br />

sosyologları bilebilir. Şafak’ın annelerimize sunduğu<br />

“aziz” modellerine Isparta’da, Rize’de, Burdur’da,<br />

İstanbul’da, İzmir’deki annelerimiz itibar etmez.<br />

Sarı Denizden Ak Denize kadar hiçbir Türk Anası<br />

itibar etmez. Haremine el değdirmez. Evladını ak<br />

sütü ile emzirdiği memesine değil el değdirmek<br />

“aziz” modelini kilimine, halısına bastırmaz.<br />

Şafak’tan önce toplum olarak öncelikle tasavvuf<br />

klasiklerini okumalıyız. Muhyiddin ibn Arabi “İlahi<br />

Aşk” isimli klasiğinde “kadın” mürşidlerinden bahsederken<br />

nasıl bir edep sergiliyordu. Aşk şerefli bir<br />

makamdır varoluşun aslıdır derken tepeden tırnağa<br />

zahirden batına evvelden ahire aşk’la doluyordu.<br />

Mevlanaları, Şemsleri Yunusları, Niyazi Mısri’leri<br />

Rabiaları ve daha nice Allah dostunu destanlaştırmış<br />

romanlaştırmış nice yazarlar yazarlarımız mevcut.<br />

“Samiha Ayverdi” “Nezihe Araz” “Emine Işınsu”<br />

ve “Annemarie Schimmel” gibi kaleminin ve birikiminin<br />

hakkını veren fikir ve edebiyat insanları bunlardan<br />

birkaç bayan kalemlerimiz. Bu gönül insanları<br />

Tasavvufi şahsiyetleri kaleme aldılar. Hiç birini<br />

“şafak”kadar gazeteler, yazarlar tavsiye etmedi, takdir<br />

etmedi. Kiminin intisaplı olduğu tasavvuf yolunu<br />

eleştirdiler kiminin katılmadıkları veya eleştirdikleri<br />

satırlarına takıldılar kaldılar. Samiha Ayverdi’nin<br />

eserlerinden bazıları yetmişli yıllarda Kültür<br />

Bakanlığınca basıldığında “Akşemseddin’den”<br />

“Mevlana” dan hiçbir şey anlamadıklarını sözleri<br />

ile isbat eden sözde aydınlar politikacılar çıkmıştı.<br />

Samiha hanım Allah Aşığı, Türk aşığı, Türkçe aşığı<br />

idi.Tabii Samiha Hanımın “Türkiye’nin Ermeni<br />

Meselesi” ve “Misyonerlik karşısında Türkiye”<br />

isimli dev gibi eserleri de vardı.<br />

Elif şafak’ın ise “Baba ve P…” isimli romanı vardı.<br />

Türk milletine hakaret dolu satırlarını bir gecede sabaha<br />

kadar okurken yüreğim ve ciğerlerim yırtılacak<br />

sanmıştım. şafak’ın “Baba ve P…”romanındaki<br />

ithamların bu kadarını dürüst hak sahibi ermeni<br />

bir insan yapmazdı. Okuyan düşünen bir ermeni,<br />

komitacıların hayalleri ve haçlıların aldatması ile<br />

Türk Milleti’ne en zor günlerinde neler çektirildiğini<br />

bilirdi. şafak, Türk Milletinin vicdanında halen beraat<br />

etmedi, edemiyecek.<br />

Tekrar konumuza dönersek yakınlarda Hakk’a<br />

yürüyen Nezihe Araz’ın “Dertli dolap” eserini gençlik<br />

yıllarımda kaç arkadaşıma tavsiye ettiğimi unuttum.<br />

“Aşk Peygamberi Mevlana’nın hayatı” isimli<br />

eseri de Türk klasiği olmayı hak etmişti. Nezihe<br />

Araz’ın para psikolojik, spirtualist eserleri tartışmaya<br />

açıksa da tasavvufi eserleri takdire şayandır.<br />

Allah uzun ömürler versin Emine Işınsu’nun<br />

Tasavvufi romanlarını kaç insan okudu. Kaç insana<br />

hediye ettik, tavsiye ettik. Annemarie Schimmel,<br />

Mevlana ve Muhammed ikbal uzmanı idi. İkbal ile<br />

ilgili eserleri ve Mevlana’nın hayatını anlatan “Ben<br />

Rüzgarım Sen Ateş” eseri Türk okurunun dikkatinden<br />

uzak kaldı. O’nun daha ziyade sayıların gizemi<br />

ve benzeri popüler olabilecek eserleri tanındı,<br />

tanıtıldı.<br />

89


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Aziz dostum, tıbbiyeden arkadaşım “Dr. Hayati<br />

Bice”’nin “Global Planlarda Tasavvuf” (http://www.<br />

haber10.com/makale/16375) isimli makalesini okuyunca<br />

ifadelerimin stratejik açılımını da bulacağınızı<br />

düşünüyorum.<br />

Çoğu kez olduğu gibi sahteler meydanları<br />

doldurmuş durumda. Onların isminin elif olması şafak<br />

olması bizleri aldatmasın. Unutmayalım Kainatlarda,<br />

Alemlerde ve insanda daima hakikatle sahtelerin mücadelesi<br />

vardır.<br />

Özü (müsemması) Elif olanları şafak olanları<br />

bulmamız duasıyla.<br />

Tanrı Türk Milletinin Yar ve Yardımcısı olsun. O’nu<br />

Hz.Muhammed Mustafa s.a.v. yüzü suyu hürmetine,<br />

Peygamberler hürmetine, Ashab-ı Güzin hürmetine,<br />

Ehl-i Beyt hürmetine ,alimler hürmetine, şehidler<br />

hürmetine, masumlar hürmetine, veliler hürmetine<br />

Kainatlara hediye olacak kıvama kavuştursun.<br />

Sözlerimi medeniyetimizin geleneği olan şu cümle ile<br />

bitirmek istiyorum: “Her şeyin doğrusunu Hz. Allah<br />

(CC) bilir.”<br />

Yanılgılarımdan O’na sığınırım.<br />

Sevgi, selam, dostlukla<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

90


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

KUTLU DAĞLAR ÜÇLEMESİ 1:<br />

ELBRUZ<br />

•<br />

Muhammed Bahadırhan DİNÇASLAN<br />

Ufkumun üç kutlu dağı: Erciyes, Elbruz, Han Tengri...<br />

Ve üçlemenin ilk parçası; bir kısım insanların Elbruz, Adigeler’in Oşamafe, Kafkas Türkleri’nin Mingitav<br />

(Bengü Dağ, Ebedi Dağ) dediği kutlu dağın, annemin gözlerinde gördüğüm asil dağın kikayesi.<br />

Elbruz annemin, Han Tengri babamın, Erciyes benim...<br />

Elbruz’un Kızı<br />

“Değil çeşm-i kebûd ol ebruvânın zîr-i tâkında<br />

Bir çift avâre kumrudur gelmiş aşiyân tutmuş...”<br />

Nedim<br />

Anayurdum... Ağlıyorum dinledikçe yankını<br />

Bir zaman bu mor dağlarda Tanrı’nın sesi vardı...<br />

Ah! Yurtların en yücesi, Tanrı’ya en yakını!<br />

Bir tanrıça doğacaksa Kafkasya’da doğardı...<br />

Kırk memesi bereketli hayat bahşeden dişi;<br />

Bir kadındır Oşamafe: Bin çocuklu bakire!<br />

Ah! Sırçadan sarayında hüzünle iç çekişi<br />

Yele sızar buse buse eser dağdakilere...<br />

91


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Dağlılar... Ki yağmur içer, bulut topağı yerler,<br />

Efsanelerle yoğrulan bir özün çocukları...<br />

Toprağın göğe değdiği yerde hayat sürerler,<br />

Gözlerinde gökyüzünün mavi tomurcukları...<br />

Bu dağlar ki gözü açık gidenlerin durağı,<br />

Bu dünyada “gülmeyen” yüzlerin son ümidi.<br />

Elinde -doruğa doğru- her birinin çerağı;<br />

Yıldız yıldız gökyüzünde ruhlar resmi geçidi...<br />

...<br />

Ve bu gece Kafkasya bir kız cismine büründü<br />

Dağların asil ve vahşi kızı kutlu Setenay*<br />

Omuzlarında gökyüzü, gözlerime göründü<br />

Yeşil mavi libaslara sarılmış bir dolunay...<br />

Hangi günahın kızılı saçında tel tel yalaz<br />

Her birini bin bir kurban boyamış öz kanıyla!<br />

Tenin Elbruz doruğunda karlardan daha beyaz<br />

Hangi denizdir didişen gözünde limanıyla<br />

Yazık! Yazık! Sen bir düşsün bense fazla gerçeğim...<br />

Fanilere yasaksın sen ey ebedî beyazlık!<br />

Bekle beni... Vuslatına ölünce ereceğim,<br />

Yazık! Sen bir düşsün bense henüz gerçeğim, yazık!<br />

*Setenay ya da Setenay Guaşe, Çerkez folklorunda yeri çok büyük olan tanrıça figürü.<br />

92


Vefatının onbeşinci yılında:<br />

FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

GALİP ERDEM ve ARKADAŞLARININ<br />

GENÇLİK YILLARINDAKİ FAALİYETLERİ<br />

•<br />

İbrahim METİN<br />

Bizim neslimizden itibaren en az üç nesle ağabeylik yapan ve birçoğumuz gibi benim de fikrî olgunlaşmamda<br />

büyük payı olan Galip Erdem, Hakk’ın rahmetine kavuşalı on beş yıl oldu. O’nun ile ilgili hatıraların bir<br />

kısmını, ölümünü takiben çıkan Türk Yurdu’nda “Türkeş’li ve “Erdem”li Yıllar” başlığı altında dört sayı devam<br />

eden bir seri halinde yazmıştım. Onbeşinci yıldönümü dolayısı ile de Galip Erdem’i ve O’nun ile birlikte<br />

yaşadıklarımızı gelecek nesile aktarmanın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Aşağıda vereceğim kısım,<br />

kendisinden ve seksenbeş yıllık hayatında milliyetçilik mücadelesinin muhtelif safhalarında bulunmuş olan<br />

Türkeş, Erbakan ve Demirel ile olan arkadaşlıkları sebebiyle Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulmasında<br />

ve Başbakanlık Müşaviri sıfatı ile de 12 Eylül Anayasa’sının başlangıç maddelerinin yazılmasında etkili olan<br />

Sayın Kemal Cabıoğlu’ndan dinlediklerimdendir:<br />

Galip Erdem, Erzurum’da liseyi bitirdikten sonra<br />

İstanbul’a gelip, Hukuk Fakültesi’ne kayıt olur. Mali<br />

yönden sıkıntı içinde olan diğer arkadaşları gibi<br />

Fatih Camii Medresesi’nin bir odasında kalmaktadır.<br />

Oradaki arkadaşlarından bazıları: Mehmet Aydın<br />

(Adalet Partisi’nde Samsun Senatörü ve Sağlık<br />

Bakanı), Ferruh Bozbeyli (Süleyman Demirel’in<br />

kurduğu hükümette partisinin milliyetçi kanadına yer<br />

vermemesi üzerine ayrılanların kurduğu Demokratik<br />

Parti’nin Genel Başkanı ve T.B.M.M Başkanı),<br />

Şadi Pehlivanoğlu, (AP’den Rize Milletvekili)<br />

İrfan Atagün (Gazeteci, Yazar), Ömer Naci Bozkurt<br />

(Burdur’da yaptırdığı Ergenekon Parkı ile ünlü vali)<br />

Necati Tanrıkulu (57. Hükümetin Ticaret Bakanı Ahmet<br />

Kenan Tanrıkulu’nun Babası) Bekir Berk (Sonradan<br />

nurcu olup Türk milliyetçilerine savaş açan<br />

avukat), Mehmet Özsoy (Namı diğer Proloter Mehmet,<br />

“Das Dâvâ” öğretisinin mucidi (!)), Mehmet<br />

Erdoğmuş, Ahmet Canseven, Cahit Çakmak’dır…<br />

Kızılay İstanbul’da, fakir öğrenciler için yemek<br />

çıkartmakta ve öğlen saatlerine doğru bir at<br />

arabasıyla dağıtmaktadır. Bizim fakir öğrenciler<br />

sabahtan beri içerisine bir şey girmeyen midelerinde<br />

meydana gelen gurultunun da etkisiyle gözleri<br />

yolda beklerlerken, arkadaşlarından Ülgen “Saltanat<br />

arabası geliyor” diye bağırarak müjdeyi verir.<br />

At arabasında iki kazan, birisinde yemek, diğerinde<br />

de yemeğin suyu bulunmaktadır. Öğrenciler,<br />

yeterli olmayan bu beslenmeyle karın doyurabilmek<br />

ve suyuna ekmek banabilmek için de dağıtıcıya<br />

“Suyundan çok koy;” ricasında bulunmaktadırlar.<br />

Anadolu’nun muhtelif illerinden gelen bu gençler,<br />

okudukları kitaplarla birbirlerine öğünmektedirler.<br />

Galip ağabey de “Tekin Alp isimli büyük Türkçü, milliyetçi<br />

yazarı tanıyor musunuz O’nun kitabını okudunuz<br />

mu” diyerek aynı işi yapar. Karşısındakiler<br />

gülmeye başlar. Onun Yahudi asıllı ve esas isminin<br />

Moiz olduğunu belirterek, yazdığı kitapta, Türklerin<br />

kahraman ve savaşçı bir millet olduklarını;<br />

ticaret gibi adi mesleklerle uğraşmadıklarını telkin<br />

ettiğini; böylece o yıllarda Türk Dış Ticareti’ne<br />

hâkim olan Musevilere meydanı boş bırakmak gayesi<br />

ile kitabını yazdığını söyleyince, Galip Erdem<br />

şaşırır ve bunu keşfedememiş olmanın ve boşuna<br />

bilgiç davranmış olmanın sıkıntısı ile mahcup olur…<br />

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yayılmacılığı devam<br />

eden ve Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı isteyip,<br />

Boğazlarda hak iddia eden Rusya, Komünizm<br />

ideolojisini kullanarak ülkeyi içerden fethetmeyi<br />

denedi. O tarihlerde, günümüzde de sık sık pişirilip<br />

önümüze sunulan Nazım Hikmet’in, affı için kampanyalar<br />

düzenleniyordu. Milliyetçilerle Marksistler<br />

takışma halindeydiler. Galip Erdem, Marksizm’i çok<br />

iyi incelemişti; avukatlarla konuşarak, 6 ay hapiste<br />

yatabilecek suçun, hangisi olduğunu öğrendi. El<br />

yazısıyla hazırladığı komünizmi öven afişleri duvarlara<br />

yapıştırırken, polis tarafından yakalanıp, hapse<br />

atıldı ve ceza evinde komünistlerle aynı koğuşa kondu.<br />

Hapisten çıktıktan sonra da milliyetçilerin çaşıtı<br />

(casusu) olarak onların içerisinde hizmet yaptı. O<br />

sıralarda Nazım Hikmet’in affı için Çiçek Palas’da<br />

yapılacak bir toplantıyı arkadaşlarına haber verince:<br />

Mehmet Aydın, Kemal Cabıoğlu ve Necati<br />

Tanrıkulu bu toplantıyı basmaya giderler. Kürsüdeki<br />

konuşmacıların Nazım Hikmeti övdükleri bir<br />

sırada kürsüye fırlar ve gür bir sesle İstiklal Marşı’nı<br />

93


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

söylemeye başlarlar. Bunun üzerine ortalık karışır ve<br />

polis toplantıya müdahale eder. Elebaşlarını toplayıp<br />

arabalara doldururlar. Durumu gören halk, arabadakilere<br />

tükürmeye başlarlar. Toplantı böylece dağıtılır.<br />

Medrese hayatı, sefaletine rağmen renklidir de…<br />

Oda arkadaşlarından Mehmet Erdoğmuş sabah<br />

uyandığında Edvard Allen Poe’nin bir zamanların<br />

en sevilenlerinden olan, “Anabelli” şiirini okurken,<br />

diğer sol temayüllü arkadaşları Ahmet Canseven:<br />

“Bir mavi çaydanlık bahçemin içi,<br />

Turuncu düşünceler dolu havuzum<br />

Oğlaklar gibi tertemiz ….”<br />

Mısraları ile ona cevap vermektedir. Üç kişinin<br />

zor sığdığı odaya, Muzaffer Maden’i de 4.olarak<br />

sıkıştırırlar.<br />

O tarihte komünistler güzel kızları, gençler içinde<br />

taraftar toplamanın aracı olarak kullanmaktadırlar.<br />

Bunu örnek alan bizimkiler de belirledikleri bir güzeli<br />

tavlama görevini, Mehmet Erdoğmuş’a vermek<br />

isterler ama Kemal Cabıoğlu, Erdoğmuş’a bu konuda<br />

fazla güvenmediği için Galip Erdem’i vazifelendirmek<br />

ister; ama fiziki görünümü buna müsait<br />

olmadığından vazgeçer.<br />

Bu şartlar altında bile vatan kurtarıcılığı elden<br />

bırakmamaktadırlar. İrfan Atagün, Necati Tanrıkulu,<br />

Kemal Cabıoğlu ve Cahit Çakmak kendilerine atılan<br />

çengele takılmış gözükerek iş bulmak üzere Marksist<br />

bir kuruluş olan: Vatan Partisi’nin Genel Başkanı<br />

Hikmet Kıvılcımlı’ya giderler. Görüşmelerinde<br />

Kıvılcımlı, “Halkların özgürlüğünü sağlayacak”<br />

bir dergi çıkartmaktan bahseder ve o dergide<br />

bunları görevlendirmek ister. Bunlar da tabanı delik<br />

ayakkabılarına, kaldıkları Medrese hayatının<br />

sefaletine ve Kızılay yemeğinden bıkan midelerine<br />

aldırmadan; bulacakları işi unutup; iç yüzlerini açığa<br />

vururlar. Cahit Çakmak “Biz Arnavutluk’tan geldik.<br />

Orada bizi Türk diye horlarlardı. Burada ise Arnavut<br />

diyorlar. Biz böyle bir bölücülüğe alet olmayız” der<br />

ve atılan diğer milliyetçi nutuklardan sonra buradan<br />

ayrılırlar. (Söz, Hikmet Kıvılcımlı’dan açılmışken<br />

şunu da zikretmekte yarar var: Bir tarihte, Ankara<br />

Tandoğan’daki otelin salonunda Muzaffer Özdağ’ın<br />

hatırasına düzenlenen “Türk Birliği” konulu panelde<br />

konuşmacılar arasında Prof. Şener Üşümezsoy<br />

da vardı. Dinleyicilerden birçoğu da benim gibi<br />

“Bu deprem profesörünün bu konudaki bir panelle<br />

ne ilişkisi var” diye düşünüyorken; bu merakı, Ümit<br />

Özdağ giderdi. Üşümezsoy, kendisine gelip Türkçü<br />

düşüncelerini açıkladığında: “Siz Atsız Bey’in talebesi<br />

misiniz” Sorusuna “Hayır Hikmet Kıvılcımlı’nın<br />

talebesiyim. O ‘Dünya İşçileri Birleşiniz’ dedi. Ben<br />

onu ‘Dünya Türklüğü Birleşiniz’ olarak algıladım.”<br />

Cevabını vermiş.)<br />

Ayrılırlar ama bu temas, onları kamçılar ve mücadelelerini<br />

yapmak üzere bir dernek kurmaya<br />

karar verirler. Daha sonra “Büyük Başkan” diye<br />

çağıracakları Şadi Pehlivanoğlu’nun başkanlığında<br />

İrfan Atagün, Mehmet Aydın, Necati Tanrıkulu, Kemal<br />

Cabıoğlu ve Cahit Çakmak ile birlikte Türk Gençlik<br />

Teşkilatı’nı kurarlar. Sonraları yine İstanbul’da<br />

Nurettin Topçu’nun kurmuş olduğu “Kültür Ocağı”<br />

ve Ankara’daki dernekle üçü birleşip Milliyetçiler<br />

Derneği’ni kurarlar. Bu dernek 82 şube ile Türkiye<br />

çapında teşkilatlanınca 1950 Seçimleri ile iktidara<br />

gelen Demokrat Parti’nin hışmına uğrar ve mahkeme<br />

kararı ile kapatılır.<br />

Arkadaşlar arasında görüş ayrılıkları olsa da aynı<br />

medresede, aynı odada dostça kalabilmekte ve<br />

yaşayabilmekteydiler. Mesela inançsız olan Canseven,<br />

namaz kılan Cabıoğlu’nu kınıyor, tenkit<br />

ediyor; ama birbirlerine karşı kin duymuyorlardı.<br />

Aralarından Cahit Çakmak sonradan İtalya’ya<br />

gitti. Musolloni’nin partisine katıldı. Oradan da<br />

İspanya’ya geçerek Franco saflarındaki çatışmalara<br />

katıldı. Mehmet Özsoy nam-ı diğer “Mao Mehmet”,<br />

Kemal dememek için Cabıoğlu’na Mustafa diyen bir<br />

bağnazlık içerisinde-dir. Teori (!) sahibi olmasına<br />

rağmen son derece tembeldir. Sabah uyanırken oda<br />

arkadaşlarına ‘Hava bulutlu mu’ diye sorar, bulutlu<br />

ise gün boyu yataktan çıkmaz. Son derece tembeldir<br />

ama imtihanlara bir ay kala başladığı çalışmasıyla<br />

sınıfını geçer. Öğrenciye verilen Kızılay yemeğinden<br />

ve medrese yatakhanesinden vazgeçmemek için<br />

İktisat Fakültesi son sınıfında takıntı ders bırakarak<br />

mezun olmak istemez. Kemal Cabıoğlu’nun kendisine<br />

iş bulacağını ısrarla belirtmesi üzerine okuldan<br />

mezun olur; fakat Türkiye’den ümidini kestiği için<br />

Anadolu’ya gitmek istemez. İstanbul Belediyesi’nde<br />

müfettiş olur. Daha sonraları Afrikalıları emperyalistlere<br />

karşı ayaklandırabilmekiçin Nihat<br />

Yazar’ın(*) sağladığı irtibat ile Fas’a gider.<br />

Bu “Das Mehmet”in taraftarları, Nuri Gürgür ile<br />

birlikte 27 Mayıs 1960 Sonrasında Fakültelerimizin<br />

Öğrenci Dernekleri’nin Başkanı olarak<br />

İstanbul’daki Millî Türk Talebe Birliği Kongresi’ne<br />

katıldığımızda, bize de “Çengel atma”ya çalışmış ve<br />

sabahlara kadar süren ikna toplantıları yapmışlardı.<br />

(*) Nihat Yazar, İslamcı bir görüşe sahip olan Volkan dergisini<br />

çıkartmaktaydı. Yazıları sebebiyle yurtdışına çıkmak mecburiyetinde<br />

kaldı. Mısır’a gitti. El Ezher Üniversitesi’nde tahsil<br />

gördü. Sonraları Türkiye’ye döndü. Birlikte MHP Genel İdare<br />

Kurulu üyeliği yaptık. Memleketi olan Osmaniye’den Belediye<br />

Başkanı adayımız idi.<br />

94


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Desen. Kenan EROĞLU<br />

UYGUR GÜZELİ<br />

AY-BİLGE DESTANI<br />

•<br />

Mustafa EFEOĞLU<br />

Gözler gök mavisi ışıklıdır bakışlar<br />

Libasın üzerinde ilmek ilmek nakışlar.<br />

Örülmüş saçları geceden daha kara<br />

Gün rengi yüzüyle benziyor dolunaya.<br />

Aybilge derlermiş Türkistan güzeline<br />

Asice bakarmış gönlünden geçirene.<br />

Sayısız Çinliyi canından vazgeçirmiş<br />

Onu gören âşıklar uslarını yitirmiş.<br />

Bir gün Çinli subay Aybilge’ye vurulmuş<br />

Hemen elçi gönderip Türkiline duyurmuş.<br />

Kurultay toplanıp Ak-sakallar çağrılmış<br />

Kısa bir sürede karara da varılmış.<br />

Yasa belli töre kesin her şey apaçıkmış<br />

Çinliye kız vermek de kız almak da yasakmış<br />

Çinli plan kurup karıştırıp ırkları<br />

Asimile edermiş asil soylu Türkleri<br />

O gün Türk kızını bir düşüncedir almış<br />

Sıyrılıp çelişkiden kutlu karara varmış.<br />

Çinliye evdeş olmam ağu içer ölürüm<br />

Alnım açık başım dik öç gününe yürürüm.<br />

Ağu katıp kımıza üç çamçak kımız içmiş<br />

Kutsal bir ülkü için, koşup uçmağa göçmüş<br />

Bu destan ibret olsun Türk kızına oğluna<br />

Ölüm ne de güzeldir Türk soyunun uğruna..<br />

95


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Desen: Svetlana İNAÇ<br />

NEVAİ-KUMRU<br />

(Tarihi Öykü)<br />

•<br />

Vagıf SULTANLI*<br />

Miranşah babası Emir Timur’un büyük değer<br />

vеrdiği, şöhreti bütün Şarka yayılmış meşhur bestekar<br />

Abdülkadir Marağayi’nin yеni eserini dinlemek için<br />

muhteşem bir şenlik düzenlemişti. Bestekar bir ay<br />

önce yazdığı eserin el-yazmasını ona takdim еderek<br />

çekine çekine böyle bir şenliğin düzenlenmesi arzusunda<br />

olduğunu söylediğinde hükümdar memnuniyetli<br />

bir şekilde bu dileğinin kabul olduğunu belirtince,<br />

sarayın bahçesinde o zamana kadar görülmemiş<br />

olan bir hazırlık başlatılmıştı. Tebriz’in en mahir<br />

ustaları devet edilerek sarayın bahçesinin yeniden<br />

dizayn edilmesi istenmişti. İki aydan fazla devam<br />

еden çalışmalar sonucunda sarayın bahçesi tanınmaz<br />

bir hale getirilmişti. Şimdi bahçeyi çevreleyen rengarenk<br />

süs ağaçları göz okşuyor, çiçeklerin biri birine<br />

karışmış esrarengiz kokusu insanın başını döndürüyordu.<br />

Gül çiçeklerinin arasından uzayıp giden yol<br />

boyunca sıralanmış nakışlı ağaç direklere asılmış<br />

olan fenerler karanlık geceyi aydınlatıyordu. Yola<br />

serilmiş olan nakışlı Tebriz halıları bahçeye ayak<br />

basanları hayal dünyasına çekip götürüyordu. Az<br />

sonra başlayacak şenliğin habercisi olan hafif musiki<br />

sesleri bahçede sihirli bir hava estiriyordu.<br />

Aslında eğlence şenlikleri sıkça yapılıyor olsa da ilk<br />

defa saray bu denli gösterişli ve zevkle süslenmişti.<br />

Bunun nedeniyse herkesce biliniyordu: bestekarın<br />

yеni eseri Emir Timur’un torunu, Miranşah’ın oğlu<br />

Sultan Halil’e ithaf edilmişti.<br />

*Azerbaycan<br />

96


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Miranşah gençlik çağına gelmiş oğlunu gecen<br />

yaz Maveraünnehir’e, Emir Timur’un huzuruna<br />

göndermişti. Amacı oğlunun gözlerinin açılmasını<br />

sağlamak, babasının yanında cihangirliğin ve<br />

saltanatı korumanın sırlarını öğrenmesine yardımcı<br />

olmaktı. Ancak çok gеçmeden babası Sultan Halil’in<br />

saraydaki cariyelerden Şadimülk’e vurularak saltanat<br />

işleriyle artık ilgilenmediğini Miranşah’a bildirmiş,<br />

bir süre onu Tebriz’e, kendi yanına almayı uygun<br />

görmüştü.<br />

Miranşah da öyle yaptı. Artık iki aydan fazlaydı<br />

ki, Sultan Halil Tebriz’de idi. O her gün ısrarla<br />

Semerkant’a dönmek istediğini bildirse de, Miranşah<br />

bir bahane ile oğlunu bu düşüncesinden vazgeçirmeye<br />

çalışır, zamanla her şеyin düzeleceğini düşünürdü.<br />

Sarayda düzenlenen bu musiki şenliği de Sultan<br />

Halil’in bir şekilde başını karıştırarak, cariyeye olan<br />

sеvdasından vazgeçmesi için düşünülmüştü.<br />

Bir kaç günden beri Abdülkadir bitmek tükenmek<br />

bilmeyen bir huzursuzluk içerisinde çalışıyor,<br />

yazdığı musikinin güzelliğine hayranlığını saklamayan<br />

çalgıcılarla eseri tekrar tekrar seslendirirdi. Her<br />

defasında da o, şarkıyı belli bir yеrinde keserek yеni<br />

düzeltmeler ve ilaveler yaparak bestenin kusursuz bir<br />

sanat eseri olması için elinden geleni esirgemiyordu.<br />

Ancak içini bir sarmaşık gibi bürüyen huzursuzluk<br />

onu terk еtmiyor, aksine heyecanını artırıyor,<br />

ne yapsa da kendisini toparlayamıyordu: “Acaba<br />

müzisyenler eseri onun istediği gibi seslendirebilecekler<br />

miydi Asıl mesele ise bunca hazırlıkların<br />

karşılığında hükümdar musikiyi beğenecek miydi”<br />

Kendisine sorduğu bu soruların cevabı biraz sonra<br />

belli olaçaktı.<br />

Musiki canından çok sеvdiği oğluna yazıldığı<br />

için Miranşah saray ayanıyla birlikte şenliğe<br />

teşrif etmiş, bahçenin yukarı tarafına konulmuş<br />

tahtına oturmadan önce hatırlarını sormak için<br />

müzisyenlere yaklaştığında hükümdarın gelişini<br />

uzaktan izleyen mavi elbiseli, başlarında altın yıldızlı<br />

fes olan müzisyenler ayağa kalkarak onu saygıyla<br />

beklemeye başlamışlardı. Miranşah aynı kiyafetteki<br />

saray musikicilerinin her birini şahsen tanıyordu,<br />

sadece oğlu için bestelenmiş şarkıyı söyleyecek<br />

olan şarkıcıyı tanımıyordu. Aslında hükümdarın<br />

tahta oturmadan önce musikicilerle özel olarak<br />

görüşmesinin nedenini şarkıcı ile tanışmaktı.<br />

Genç, zayıf cüsseli, esmer denli şarkıcı Miranşah’la<br />

yüz yüze gelmekten çok heyecanlandığından<br />

hükümdarın karşısında diz çökerek başını göğsüne<br />

doğru çekerek oturmuştu. Miranşah onun kalkmasını<br />

istedi ve ardından;<br />

– Oğlum, Azerbaycan’ın neresindensin – diye<br />

sordu.<br />

Hanende başını kaldırmadan garip bir sesle:<br />

– Marağadan’ım, - dеdi.<br />

– Sende mi Marağadansın<br />

Abdülkadir öne doğru yürüdü:<br />

– Hükümdar, Marağa’da doğan herkesin sesi<br />

böyle güzel olur... – bestekar ifadesini tamamlamak<br />

için bir şeyler söylemek istese de uygun bir söz<br />

bulamadığından sustu.<br />

Miranşah şarkıcıyı serbest bırakıp, Abdülkadir’in<br />

koluna girerek korumaların kontrolünde hükümdarın<br />

tahtına doğru gittti. Hükümdar tahtına oturduktan<br />

sonra musikiciler onunla karşı karşıya olacak şekilde<br />

serili halının üzerindeki yerlerini aldılar.<br />

Hükümdarın sağında oğlu Sultan Halil oturmuştu.<br />

Sol tarafta tahtın yanısıra yerleştirilmiş kürsüde durmakta<br />

olan kürsüde oturmakta olan Abdülkadir’in<br />

bütün dikkati müzisyenlerdeydi; onlar yavaş yavaş<br />

aletlerini kontrol ediyor ve çalmağa başlamak için<br />

bestekardan işaret bekliyorlardı.<br />

Ziyafete gelenler üst üste bahceye serilmiş olan<br />

halıların üzerinde oturmuşlardı. Tertemiz giyinmiş<br />

hizmetçiler ellerinde gümüş ibrikler misafirlere<br />

kokulu şerbet, kırmızı şarap dağıtıyor, baharatlı, zencefil<br />

kokan değişik tatlılar ikram ediyorlardı.<br />

Bestekar hükümdardan izin alarak başlamak için<br />

müzisyenlere işaret etti ve zarif musiki sedası gеcenin<br />

sessizliğini bozdu.<br />

Saray şenlikleri ananesine uygun olarak önce Emir<br />

Timur’un, sonra Miranşah’ın şerefine musiki seslendirildi,<br />

daha sonra rakkaseler sahne aldılar.<br />

Kısa bir fasıladan sonra ise herkesin sabırsızlık<br />

içerisinde beklediği Sultan Halil’in şerefine “Nevai-<br />

Kumru”nun ifa edileceği ilan еdildi; bir anda bahçeye<br />

derin bir sessizlik çöktü. Musikicilerin eşlik ettiği<br />

şarkıcının bir anda sesi duyulunca orada bulunanlar<br />

sesin büyüsüne kapılarak tamamen kendilerini<br />

kaybetmişlerdi.<br />

Udun sesi yerin dibinden geliyormuşçasına boğuk<br />

bir feryatla inliyor, senturun feryadı kanunun perdeli<br />

nidasına karışarak enteresan bir ahenk yaratıyordu.<br />

Şarkıcı öylesine içten okuyordu ki, sesi dinleyenlerin<br />

kalplerine işliyor, kendilerini bu dünyadan başka<br />

bir âleme çekip götürüyordu.<br />

Saray bahçesinin göz okşayan yeşilliği içeri-sinde<br />

her şеy musikinin ahengine, armonisine odaklanmıştı.<br />

Şenliktekiler bu ahengin büyüsüne kapıldıklarından<br />

hiçbir şeyi görmüyor, işitmiyorlardı. Sazların tellerinden<br />

dökülen nağmeler damla-damla karanlığın<br />

bağrına çöküp, gecenin ruhuna işliyordu.<br />

***<br />

97


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Bu, Abdülkadir’in şimdiye kadar yarattığı sanat<br />

eserlerinin en büyüklerinden birisiydi. Mahnının<br />

sıra dışı ifası herkes gibi onu da kendinden geçiriyor,<br />

keşfedemediği sihirli bir dünyada gezmesini<br />

sağlıyordu.<br />

Aslında Abdülkadir bu mahnıyı Sultan Halile ithaf<br />

etmiş olsa da, musikinin ritmi, sedaları içerisine<br />

katlanılmaz azaplara mahkûm olan halkının acı talihini<br />

getirmişti. Ancak sözler sıradandı, duygularını sözlerle<br />

ifade etmek tehlikeliydi. Bu derdin açık şekilde<br />

söylenmesi hayatı bahasına ona pahalıya oturabilirdi.<br />

Ona göre de her ne söylemek istemiş ise bunu musikinin<br />

ritmine, sedalarına aktarmıştı.<br />

Abdülkadir Kumru’nun sevgisini ömrünün genç<br />

çağlarında gafilden esen rüzgâr gibi duymuş, ancak<br />

facia ile biten bu sevdanın keder kokan hayallerini her<br />

zaman kendisinden uzaklaştırmaya çalışmıştı. Hiçbir<br />

zaman adıyla çağırmadığı o güzelim Kumru’ya, zarif<br />

kuşcağıza nasıl da bir benzeyişi vardı...<br />

Abdülkadir bir an önce o ilahi sevgisine kavuşmak,<br />

Kumru’yu hatırlamak istememişti. Bu sevgiden, bu<br />

sevginin getirdiği heyecandan korkmuştu. O, kızın<br />

muhabbetine layık olmadığını, ona cevap veremediği<br />

ya da cevap vermek iktidarında olmadığını düşünerek<br />

bu sevgiden kaçmış, unutmaya çalışmıştı. Böyle<br />

bir sevginin olamayacağını düşünmekle kendisini,<br />

geleceğini aldatmaya çalışmıştı...<br />

Ancak sonra, çok çok sonra bunun mümkün<br />

olmadığını anlamıştı. Semerkant’ta yaşadığı yıllarda<br />

Kumru’nun aşkı daima onun uykularını kaçırıyordu;<br />

vatanının, sevdiklerinin hasreti o kızın renginde, kokusunda,<br />

kıyafetinde gelir, onu özletir, heyecanlandırır,<br />

kederlendirirdi.<br />

El еl, oba oba Kumru’yu aramaya başladı. Görenlerden,<br />

tanıyıp bilenlerden haber aldı. Kızın esir<br />

alındığı, dağılmış harap edilmiş, ocağı söndürülmüş<br />

yurt yerlerini günlerce gezip durdu. O’nu bulmak<br />

ümidiyle kervanlara katılarak Semerkant’tan<br />

Bağdat’a, Erbil’e kadar gezip dolaştı, ancak<br />

aradığını bulamadı. Sanki kız doğmamış, bu dünyaya<br />

gelmemişti...<br />

Böylece, Emir Timur’un torununa ithaf ettiği bu<br />

eser kendisi de fark etmeden “Nevai-Kumru”ya<br />

dönüşmüştü.<br />

Abdülkadir bu mahnıyı bir yere yazmamıştı. Bu<br />

musiki ruhundan, kalbinden süzülüp gelmiş, İlahi’nin<br />

sihri, mucizesi gibi ortaya çıkmıştı. O sadece hislerini,<br />

duygularını varlığından sıyırıp, sese, ritme, ahenge<br />

çevirmişti. Bu mahnı değil, musiki değildi, buna kulak<br />

asmak olmuyordu, dinleyenin ruhunu, varlığını<br />

titredir, insan olduğunu, dert için doğduğunu, ölene<br />

kadar da dert içerisinde kavrulacağını ona hatırlatırdı.<br />

Şimdi musikiyi dinleyen herkes onun sesi, ritmi,<br />

ahengi içerisinde gizlenen ilahi sevgiyi duyuyor, bu<br />

sevginin büyüklüğüne, azametine, kudretine hayranlığını<br />

gizleyemiyordu.<br />

Abdülkadir saray bahçesinin yakınlarındaki heremhanede,<br />

karanlık odanın kalın perdeli penceresinin<br />

dibine çökerek musikiyi dert gibi ruhuna çeken<br />

güzel Kumru’nun varlığından habersizdi. Yıllardır<br />

aradığı sevgilisinin bir ses yakınlığında olduğunu<br />

bilmiyordu. Bilmediği bir başka şey ise sesin<br />

heyecanlandırdığı kız musikinin kendisine yazıldığı<br />

kuruntusuna kapılarak gizli bir heyecan pençesinden<br />

koparak o sese kavuşmak, hasretini, mutsuzluğunu o<br />

sesin ahenginde eritmek istiyor. O bunları bilmiyordu<br />

ve bilmeyecekti de...<br />

***<br />

Bu ilahi musikinin kudretine teslim olmuş<br />

Miranşah’ın yıllar boyu sıfatını örtmüş acımasızlığı,<br />

zalimliği bir anda çekilip gitmiş, yerini yumuşak,<br />

mülayim çizgiler bürümüştü. Musiki Miranşah’ın<br />

ruhuna, varlığına öylesine işlemişti ki, hiçbir şey<br />

görmüyor, işitmiyormuş gibi gözlerinin dikildiği<br />

uzak meçhulleri seyrediyordu.<br />

“– Acaba talihimiz nasıl olacak”, Miranşah’ın<br />

dudaklarından kopan bu ifade Abdülkadir’i şaşırttı.<br />

– “Hükümdar ondan mı yardım bekliyordu! Felek,<br />

bu nasıl sözdür böyle”.<br />

... Birden Miranşah’ın oturduğu tahtından sinirli<br />

şekilde ayağa kalkmasıyla birlikte musiki yarım<br />

kaldı. Hele musikinin cazibesinden kurtulmamış,<br />

ne olup bittiğini anlamayan meclistekilerin gözleri<br />

hükümdara dikildi.<br />

Miranşah kendinde değildi, az önce musiki icra<br />

edilirken girdiği ruh halinden henüz çıkamamıştı.<br />

Söylenen şarkı ruhuna, varlığına, kalbinin, iç<br />

dünyasının en mahrem noktalarına nüfuz etmiş,<br />

geçmişini, geleceğini biri birine katmıştı.<br />

Musikinin kesilmesiyle meclise ölü sessizliği<br />

hakim oldu. Miranşah yanıbaşındaki bestekara doğru<br />

döndü:<br />

– Bu şarkıyı kime yazdın, Abdülkadir<br />

Bestekar beklemediği bu soru karşısında tamamen<br />

kendisini kaybetti. Aslında çoktan beri Miranşah’ın<br />

yüz hatlarının değişiminden onun başka bir dünyaya<br />

yöneldiğini fark etmişti. “Padişah acaba neden bu<br />

beklenmedik soruyu sordu Sanki o şarkının kime<br />

ithaf edildiğini bilmiyor mu Bir ay once mahnının<br />

Sultan Halil’in şerefine yazıldığını söylememiş miydim<br />

Eğer bilmiyorsa, o zaman bu gösterişli ziyafet<br />

şenliğini neden düzenlenmişti Yok, bu sıradan bir<br />

soruya benzemiyordu”.<br />

Miranşah’ın sorusunun zamansızlığı onu ürkütmüş<br />

98


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

olsa da kendini toparlayarak:<br />

– Sultan Halil’in şerefine yazmışım, elahezret! –<br />

dеdi.<br />

Miranşah’ın siması aniden değişti:<br />

– Hangi cesaretle bana yalan söylüyorsun!<br />

Abdülkadir aklına bile getirmediği bu suçlama<br />

karşısında şaşıp kaldı, yüzünün rengi soldu, ne cevap<br />

vereceğini bilemediğinden susmayı tercih etti.<br />

– Bu şarkıyı Sultan Halil için düşünüp,<br />

yazmamışsın!..<br />

– ...<br />

– Bu bir sеvgi eseridir!<br />

Meclise soğuk bir taş sessizliği çökmüştü. Herkes<br />

nefesini tutarak bu sohbetin sonunun nеreye varacağını<br />

bekliyordu. Adamlar büyük musiki ustasının<br />

Miranşah’ın gazabına uğrayacağını, böyle kudretli<br />

sanatkârın susturulacağının yarattığı heyecanın içerisindeydi.<br />

Miranşah sorusuna cevap alamadan tekrar tahtına<br />

oturdu.<br />

– Lanet Şeytana, - dеdi ve Abdülkadir’e doğru dönerek<br />

şarkıyı bir daha dinlemek istediğini bildirdi.<br />

Aniden yеni bir ahenkle yükselmeye başlayan musiki<br />

sesleri ortaya çıkan gerginliği bir sure sonra ortadan<br />

kaldırır gibi oldu ve hükümdarın sakinleşmesinden<br />

cesaretlenen bestekârın yüzünün rengi eski halini aldı<br />

***<br />

Şerefine bestelenen musiki genç Sultan Halil’i<br />

kendisinden geçirmiş, babasının nasihatleriyle biraz<br />

sönmüş olan hasretini yeniden uyandırmıştı.<br />

Semerkant’ta bırakıp geldiği Şadmeleğin derdi içini<br />

alevlendirmeye başlamıştı. Bütün gün kızı hayalinden<br />

çıkaramıyor, geceleri sabaha kadar onun aşkıyla<br />

yazdığı şiirlerle teselli bulmaya çalışıyordu. “Abdülkadir<br />

onun yaşadıklarını nasıl duymuş, kalbinin derinliklerine<br />

varabilmişti Sanki birileri olup bitenleri<br />

bestekâra anlatmıştı. Keşke bu musikiyi Şadmelek de<br />

dinlemiş olsaydı”.<br />

Genç, içerisini tırmalayan soruların azaplarıyla<br />

çırpınır, bu ayrılığa daha katlanamayacağını anlayarak<br />

bundan çıkış yolları arıyordu. “Acaba şimdi Şadmelek<br />

bensiz ne yapıyor Babası onu öldürtmek istiyordu,<br />

bir şekilde sevgilisini ölümün cenginden kurtarabildi.<br />

Peki, onu kime emanet edip geldi Bu şekilde davranmak<br />

ona yakışıyor muydu Yok, yok, bunu Şadmelek<br />

hiçbir zaman ona bağışlamayacak. Hiçbir zaman kendi<br />

kendisini de bağışlamayacak”.<br />

Sultan Halil ayağa kalkarak çaktırmadan meclisi<br />

terk еtti. Musiki kalbini büyülemiş, gücünü, kudretini<br />

çoşturmuştu. Şimdi karşısını hiç bir engel kesip,<br />

mutluluğa gidecek yolu kapatamazdı.<br />

O, gizli yollarla saraydan çıkıp, atına bindi. Dörtnala<br />

şehirden çıkıp onu büyü gibi kendine çeken Semerkant<br />

yolunu tuttu.<br />

..Musiki bittikten sonra Miranşah eserle ilgili olarak<br />

Sultan Halil’in fikrini öğrenmek için başını sağına<br />

çevirdiğinde oğlunun yerinde olmadığını gördü. Birden<br />

yüreğine tuhaf duygular hâkim olduğundan derhal<br />

hafiye başına seslenerek oğlunun nerede olduğunu<br />

sordu.<br />

Göz kırpışında uzaklaştıktan sonra dönen hafiye<br />

başı Sultan Halil’in atına binerek sarayı terk<br />

ettiğini bildirdiğinde hükümdar meseleyi anladı ve<br />

muhafızlarından şehirden çıkan bütün yolları kesmelerini,<br />

oğlunu bulup geri getirmelerini emretti.<br />

Ancak bütün bunlar abesti; Sultan Halil’in atı çoktan<br />

kanatlanmıştı.<br />

(Aktaran: Dr. Enver Uzun)<br />

Kenan EROĞLU<br />

99


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

NEVRUZ<br />

TÜRK DÜNYASI DUY BENİ<br />

•<br />

Halil GÜLEL<br />

Ay gülümser mehtapta altındır ay suda;<br />

Maveradır Kaf Dağı, derin bir uykuda,<br />

Kimlerle beraberim bu güzel duyguda<br />

“Türk” denir milletime, türkü söyler canım,<br />

Sazım, kavalım, kilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Ol endam, ol cazibe nefis bir zerafet,<br />

İhtişamım hürriyet – mazluma adalet,<br />

Demir dağlar delerek kurulan bir devlet<br />

Üç kıta yedi iklim yurt olan vatanım,<br />

Hür yaşamış, hür ilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Bir zamanlar gaflette kalınca milletim,<br />

Parçalandı otağım, çalındı servetim,<br />

Çıktık Ergenekon’dan dirildi kuvvetim<br />

Diz çöktürdüm dizliye, öz yurdum Turanım,<br />

Birlikten geçer yolum Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Oğuzhan önde yürür Doğu, Batı, Kuzey,<br />

Altaylardan Pamir’e yol açmıştır Güney,<br />

<strong>Hakan</strong> – hatun aynıdır aksakal – ata bey,<br />

Kızım, oğlum, torunum, gülüm, gülistanım,<br />

Ballar balıdır balım Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Börteçine, Mete Han, altındır – gümüştür,<br />

“Vatandan bir taş bile verilmez!” demiştir,<br />

Attila bir kırbaçtır mazlumlar gülmüştür<br />

Asya’dan Avrupa’ya uzanan cihanım,<br />

Her yanda mevcut dalım Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Türkistanım, Türkiyem bu gün halim hassas,<br />

Feryat gelir Kaşgar’dan – Karabağ’da bir yas,<br />

Parça parça eyledi kişisel ihtiras<br />

Türk Birliği kurulsun birdir tenim, kanım,<br />

Türkçe yazılsın bilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Kara bulutlar çökmüş ayak başı geçmiş,<br />

Türkçe yazacak üstat yabancı dil seçmiş,<br />

Bizim iller hazindir başka bayrak açmış<br />

Ak olsun bahtım huzur dağıtsın irfanım,<br />

Yükselsin aklı selim Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Türk Dünyası duy beni, işde, dilde, birlik,<br />

Aynı alfabe bir ses dilde doğar dirlik,<br />

Kazak, Kırgız, Azeri, Özbek, Uygur, Kerkük<br />

Ağlamasın – sevinsin, mutlu olsun günüm,<br />

Açsın her renkte gülüm Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Petrol sende gaz sende karanfil gül sende,<br />

İşte dilde fikirde gönülde bal sende,<br />

Dünyaya huzur veren bahtiyar yol sende<br />

Ne durursun oyunda Çalış! Çalışkanım,<br />

Yeşilim, mavim, alım Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Uzak yakın kardeşler; dilde bir olalım,<br />

Hür devletler şeklinde doğru yol bulalım,<br />

Kaşgar’dan İstanbul’a bir birlik kılalım<br />

Türk Birliği amacım; Türkçe yaz ozanım,<br />

Güzel Türkçedir dilim Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Orhun’da bengü taşı, Ötüken’de toy var,<br />

Dokuz Oğuz - Otuz Tatar daha nice boy var,<br />

Bilge Kağan, Kül Tiğin Türkmen atı tay var<br />

Türk hilali merkezim birlikte her yanım,<br />

Görkemli sağım - solum Mehlikâ Sultan’ım.<br />

Düsseldorf / 23.11.2011<br />

(Bir Kızıl Elmadır Mehlika Sultan)<br />

100


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

SADRİ MAKSUDİ ARSAL’IN “IRK MESELESİ”<br />

•<br />

Halil İbrahim KOÇ<br />

Türkçülüğün mihenk taşı sayabileceğimiz mütefekkirler<br />

arasında ilk sıralarda yer alan Ord. Prof. Dr.<br />

Sadri Maksudi Arsal, Cumhuriyet’in ilk yıllarında<br />

Türk Tarih Kurumu (TTK) ile Türk Dil Kurumu’nun<br />

(TDK) kurulması için önemli gayretlerde bulunmuş<br />

ve bu gayretleri neticesinde kültürümüzün temel<br />

dayanağı olan ve hala hizmetlerine devam eden bu<br />

iki kurum günümüze kadar gelmiştir. Fransızların<br />

ünlü Da Gaulle Doktrininin (1) de fikir babası olan<br />

Arsal, hep yazmayı planladığı “Milliyet Duygusunun<br />

Sosyolojik Esasları” adlı eseri-ni istical ile<br />

yazar ve bu eserde “Millet” ve “Milliyet” hususlarını<br />

sosyolojik ve psikolojik bakımdan tetkik eder.<br />

Eserde Türk milliyetçileri açısından önem teşkil eden<br />

“Irk Meselesi”hususuna da değinen Arsal, bu husustaki<br />

kafa karışıklıklarını sarih bir şekilde gidermiştir.<br />

Yazımızın ana konusunu oluşturan “Irk Meselesi”ni<br />

genel hatlarıyla aşağıda şöyle bahşedebiliriz.<br />

1. Antropolojik Manada Irk<br />

Milliyetçiliğin mahiyeti hakkında doğru bir fikir<br />

sahibi olabilmek için, ‘ırk’ ve ‘millet’ mefhumları<br />

arasındaki münasebet ve farkı sarih bir surette kavramış<br />

olmak şarttır.<br />

Sadri Maksudi, mezkûr eserin bu bölümünde “ırk”<br />

kelimesini, Avrupa dillerindeki “race” manasında;<br />

“millet”i ise “nationalite” manasında ele alıyor ve ilgili<br />

bölümde “ırk” mefhumunu şu şekilde tanımlıyor:<br />

“Hayvanlardan bahsolunduğu zaman batı dillerinde<br />

“ırk” kelimesi muayyen bir hayvanın bazı bünyevî<br />

hususiyetleri bakımından diğer hayvanlardan farklı<br />

oluşunu ifade eder. Türkçede hayvanlar için “ırk” kelimesi<br />

yerine daha ziyade “cins” tabirini kullanırız. Deriz<br />

ki, atların türlü cinsleri vardır: Arap atı, İngiliz atı. Keza<br />

köpeklerin de birçok cinsleri vardır: Tazı, buldok vs.”<br />

“Irk” mefhumunu bu şekilde tanımlayan münevverimiz,<br />

tabii olarak “İnsanlar arasında da köpekler<br />

arasındaki ırk farklılığı gibi farklar var mıdır” diye<br />

soruyor ve cevabını kendisi şu şekilde veriyor: “Hiçbir<br />

devirde, hiçbir ırk, diğer ırklarla münasebet kurmadan<br />

yaşamamıştır. Onun için bugün bütün ırklar içinde,<br />

diğer ırklara mahsus somatik hususiyetlere malik<br />

fertler müşahede edilecektir. Beyaz tenli, sarı saçlı,<br />

mavi gözlü ırktan olan milletler içinde esmer fertlere;<br />

esmer zümreden sayılan milletler içinde de mavi gözlü,<br />

sarışın fertlere rastlanmaktadır.” Mamafih bu cevaba<br />

mukabil yine de çoğunluğunun diğer milletlerdeki<br />

fertlerden -somatik olarak- farklı olduğu zümrelerin,<br />

yani ırkların varlığını da bir realite olarak kabul ediyor.<br />

Sadri Maksudi, kendi sorusuna verdiği cevap neticesinde<br />

ilk antropologların farklı ırkları tasnif için kıstas<br />

olarak ele aldıkları cilt renginin(2) de esaslı ve kâfî bir<br />

kıstas olmadığını izhar ediyor.<br />

İlgili bölümde ırkları tasnif için kafatası şeklini kıstas<br />

olarak ele alan antropologlara da değinen Sadri Maksudi,<br />

bu antropologların bu tür temayülleri sonucu<br />

Avrupa’nın kuzeyinde -ilmî esaslardan uzak- “uzun<br />

kafataslı insanların üstün meziyet ve kabiliyetlere<br />

sahip olduğu” telâkkisinin zuhur ettiğini izhar ediyor<br />

ve Afrika’daki ırklarda da uzun kafatası şeklinin<br />

müşahede edilebileceğini ifade ederek bu telâkkinin<br />

gerçeğe aykırı olduğunu vurguluyor.<br />

Irkları tasnifte ele alınan cilt rengi ve kafatası şekli<br />

gibi kıstasların, bu iş’te kifayetsiz kaldığını –yukarıdabu<br />

şekilde tavsif eden Sadri Maksudi; ırk tasnifini, cilt<br />

rengi ve kafatası şekli gibi kıstasları da zammederek<br />

somatik hususiyetlerle milletleri 29 zümreye tefrik<br />

eden Fransız Jean Deniker’den bahsediyor ve bu tasniflendirme<br />

yöntemini mevsuk buluyor. Saç ve göz<br />

rengi; göz, burun, elmacık kemiği şekli; boy uzunluğu<br />

ve kısalığı gibi somatik hususiyetleri de dikkate alan<br />

Deniker’in bu hususiyetlerin tamamını ya da müteaddidini<br />

kendilerinde toplayan fertlerin, o milletin<br />

-mensubu bulunduğu ırkın- karışmamış tipik örnekleri<br />

saydığını izhar ediyor.<br />

Mezkûr âlimin bu telâkkisini yerinde ve esaslı bulan<br />

Sadri Maksudi, Türk lisanını konuşan, Türklük şuuru<br />

taşıyan bütün fertlerin Türk etnik zümresine özgü<br />

sayılan hususiyetlere sahip olmadığını öne sürüyor ve<br />

-Deniker’in tespitiyle müyesser olan- Türk ırkına mahsus<br />

olan somatik hususiyetleri şu şekilde sıralıyor (3):<br />

• Cilt beyaz (Hafifçe sarıya mütemayil)<br />

• Boy ortadan yüksek<br />

• Kafatası kısa<br />

• Saç siyah<br />

• Gözler siyah; fakat Moğol gözü gibi çekik değil<br />

• Burun normal (Basık değil)<br />

• Göğüs orta<br />

• Yüz uzunca (Oval şekilde)<br />

• Elmacık kemikleri hafifçe çıkık<br />

• Dudaklar kalın<br />

• Boyun kısa<br />

2. Etnolojik Manada Irk<br />

Irk mefhumunun antropolojik manasından maada, bir<br />

de etnolojik manası vardır. Etnolojik(4) manada ırk, çok<br />

101


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

eski/uzak tarihlerde bir devlet içinde yaşamış, aralarında<br />

lisan, örf, âdet, ve inanışlar açısından benzerlik gösteren<br />

ve hala aralarında taalluk bulunan milletler(5)<br />

topluluğudur. Sadri Maksudi, ilgili bölümde etnolojik<br />

manada ırk tabirini şöyle izah eder: “Etnolojik manada<br />

ırk, yekdiğerine yakın dilleri konuşan ve müşterek ruhî<br />

temayülleri bulunan milletlerin bütünüdür.”<br />

Etnolojik manada ırkın içinde, antropolojik olarak<br />

o ırktan olmayan fertlerin bulunabileceğini zammeden<br />

Sadri Maksudi, kafatası şeklinin nezdinde somatik<br />

hususiyetlere de istinat eden antropolojik manada ırkı;<br />

müşterek kültür(6) kesafetini ihdas eden ve karşılayan<br />

etnolojik manada ırk tabirinden tefrik eder. Bilahare<br />

“Biz, millet ve milliyeti sosyolojik ve psikolojik<br />

bakımdan tetkiki hedef tutarak bu eserde ırk tabirini<br />

daha ziyade etnolojik manada kullanacağız” der ve<br />

Türk milliyetçiliği şümulündeki ırkçılığı(7) , etnolojik<br />

manadaki ırkçılıktan mütevellit sayar.<br />

3. Irkların Menşei<br />

“Millet” mefhumunu, aynı lisanı konuşan, aynı millî<br />

seciyeye, müşterek tarihe ve millî emellere malik olan<br />

bir kütle şeklinde tarif eden Sadri Maksudi, bu tanım<br />

ve tarife mukabil “Etnolojik manada ırk, millet mefhumundan<br />

daha geniş bir mefhumdur” diyerek, “millet”<br />

ile “etnolojik manada ırk” tabirlerinin “genişlik/şümul”<br />

açısından farkını ortaya koymuştur. Binaenaleyh bu<br />

genişliğe örnek olarak farklı lehçelerde konuşan<br />

Türk topluluklarının/halklarının olmasına rağmen, bu<br />

toplulukların Türk ırkından olması durumunu vermiştir.<br />

Sadri Maksudi, bu ayrımı yaparken aynı zamanda –<br />

etnolojik manada- ırk meselesinin katî ve ilmî surette<br />

cevaplandırılamamış sualler zuhur ettiğini izhar etmiş<br />

ve bu suallerden en mühimlerini “Bütün insan zümreleri-nin<br />

menşei bir midir”, “Bütün insanlar/kavimler<br />

aynı atanın torunları mı; yoksa yekdiğerinden farklı<br />

ataların torunları mı” gibi suallerin teşkil ettiğini öne<br />

sürmüştür.<br />

Bu suallere cevaben tek selef (Monogenisme) müteaddit<br />

menşe (Polygenisme) nazariyeleri ile büyük dinlerin<br />

öne sürdüğü menşe birliği telakkisini sıralamıştır.<br />

Bilahare Sadri Maksudi, tek selef (monogenisme) nazariyesinin<br />

ilim adamları arasında kuvvetlendiğini belirterek<br />

bu nazariyeyi terviç etmiştir.<br />

4. Üstün Irk Nazariyesi<br />

Irk meselesi ile ilgili ihtilâflı meselelerden birisini de<br />

ırkların müsaviliği meselesi teşkil eder. Bu müsavilikten<br />

kastedilenin elbette fıtrî ve kabiliyetlerin yekdiğerine<br />

müsavi ve muvaziliği istidlâl edilecektir.<br />

Avrupalı birçok âlim ve müelliflerin bu konudaki<br />

mülâhazaları, menşe/ırk itibariyle -Avrupalı milletlerin<br />

atalarının adını ifade eden-Aryan’dan(!) olanların<br />

diğer ırklara üstünlüğünü ihtiva eder. Bu mülâhazalara<br />

isnat ile zuhur eden Aryanizm (Aryanisme) tefekkürü<br />

ise Avrupa’da siyasi tarihe müteaddit menfî tesirler<br />

icra etmiştir. Fakat Aryen isimli bir ırk, ilim dünyası<br />

cihetinden tespit edilememiş; bu durum üstün ırk nazariyesinin<br />

de ilmî bir esasa dayanmadığını sarahatle<br />

göstermiştir.<br />

Sadri Maksudi, bu nazariyenin ilmî ve tarihi bakımdan<br />

yanlış olmasına mukabil, milletlerin bu nazariyeye isnat<br />

ile tekvin ve tebdil ettikleri siyasi tutumunu mevsuk<br />

bulmamış; bu siyasi tutumu gösteren milletlere karşı<br />

da tüm dünya milletlerinin mukavemet etmesini iktiza<br />

görmüştür.<br />

Bu nazariyenin ilmî ve tarihi bakımdan mevsuk ve<br />

esaslı olmamasının batılılarca kabul görmesine rağmen<br />

yine de batılı bazı müelliflerin, medeniyet bakımından<br />

Asya ve Afrika milletlerine göre üstünlük iddiasında<br />

yekdil olmaları müşahede edilmiştir. Sadri Maksudi, bu<br />

telakki ve mülâhazalara mukabil “Medeniyeti muayyen<br />

bir kıtanın veya muayyen bir milletin ebedî inhisarı<br />

saymak ilmî bir görüş değildir. Yüksek medeniyetten<br />

mahrum milletler yükselebildikleri gibi, çok medenî<br />

milletlerin de medeniyetlerini kaybetmeleri mümkündür”<br />

minvalinde sözler ile karşı çıkmıştır.<br />

(1)1946 yılında kurulan Demokrat Parti, bir dönem mezkûr<br />

ilim adamı için bir umut kaynağı olur ve 1950 yılında Ankara’dan<br />

milletvekili seçilir. Avrupa Konseyi’nin kurulmasının ardından<br />

Heyet Başkanı olarak Parlâmentolar arası toplantılara<br />

katılır ve siyasi Avrupa birliğinin veya federasyonun inkişafı<br />

halinde, milli hükümranlıkların devam etmesi gerektiğini<br />

ileri süren ilk devlet adamı olur. Sonradan Fransızların<br />

benimseyeceği bu görüş, “Da Gaulle Doktrini” adını almıştır.<br />

(2)Burada ünlü antropolog Linne’nin (1707 – 1784) cilt rengi<br />

kıstası ile ırkları 4 zümreye taksim etmesi bahsolunmuştur:<br />

• Beyaz ırk (Avrupa)<br />

• Sarı ırk (Asya)<br />

• Siyah ırk (Afrika)<br />

• Kırmızı ırk (Yerli Amerikalılar)<br />

(3)A.g.e., s. 34<br />

(4)Yunan lisanından gelen “ethnos” kavim, halk demektir.<br />

“Ethnologie” ise kavimleri, örf ve âdetleri ve lisanları<br />

bakımından tetkik eden ilimdir.<br />

(5)Etnolojik manada ırk, milletten daha geniş bir mefhumdur.<br />

(6)Bu mefhum lisan, örf, âdet, gelenek ve görenek olgularını<br />

şamil eden anlamda kullanılmıştır.<br />

(7)Bu minvalde bir ırkçılığı, Türk milliyetçiliği şümulüne Hüseyin<br />

Nihal Atsız dâhil etmiştir. 1944’teki ırkçılık – Turancılık<br />

davasında “Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve<br />

Turancılık da bunun şümulüne dahildir” sözü, savunmasında<br />

yer almıştır.<br />

(8)“Yahudi, hristiyan ve İslam din âlimlerine göre insanlar<br />

Adem aleyhisselamın zürriyetindendir, onun torunlarıdır.” S.M.A.<br />

102


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

TÖRE’YE<br />

•<br />

H. Alperen BURAK<br />

Tarih sahnesinde güzellikleri<br />

Bize sunan eldir Töre Dergisi<br />

Türk’e özgü bütün özellikleri<br />

Haykıran bir dildir Töre Dergisi<br />

Emsalsiz bilgiyle bulunmaz eşi<br />

Yaktığı çıranın sönmez ateşi<br />

Töreyle doğacak Türk’ün güneşi<br />

Semaya badaldır Töre Dergisi<br />

Türk’e sevdalıdır, Türkçeye yar’dır<br />

Aydın’da zeybektir, Artvin’de bardır<br />

Batıda lodostur, doğuda kar’dır<br />

Yurdu saran koldur Töre Dergisi<br />

İman elde çekiç, nefsim örs Onda<br />

Nefsi örselemek bitmez hırs Onda<br />

İlim Onda, irfan Onda, hars Onda<br />

Yunusça gönüldür Töre Dergisi<br />

Leyla, Şirin, Aslı hepsi yar Onda<br />

Dedem Korkut, Hacı Bektaş bir Onda<br />

Gönül bağban olur, gonca var onda<br />

Deste deste güldür Töre Dergisi<br />

Can fedadır, candan aziz ülkeye<br />

Ruhunu adamış büyük ülküye<br />

Tek kavgası Milliyetçi Türkiye<br />

Çile dolu yoldur Töre Dergisi<br />

Yunus’un Taptuk’a varan özüdür<br />

Mevlana’nın Şems’e bakan yüzüdür<br />

Veysel’in aşkıdır, gönül gözüdür<br />

Bağlamada teldir Töre Dergisi<br />

Kırım’ın Kerkük’ün iç yakışıdır<br />

Atsız’ın gönlünde kurt bakışıdır<br />

Elif Dergâhının has nakışıdır<br />

Secdegahta kuldur Töre Dergisi<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

103


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

HAVVA’NIN YAĞMURLARI<br />

•<br />

Yağmur ŞENGÖK<br />

Desen: Hüseyin TÜRKMEN<br />

İçimde karşısına çıkan her şeyi önüne katıp sürüyecek bir nehir buluyorum ansızın:korkusuz, çekincesiz,<br />

yedi denizden bir katre nehir... İmkansıza inanmayan, yeryüzünün mucizelerini ardına düşürüp sularını arşa<br />

akıtan asi nehir... Kabına sığmayan, yatağında kanayan nehir... Nice denizlere gebe, bir yatağa tutsak nehir;<br />

kendine yasak nehir...<br />

***<br />

Dışımda, gecenin bir vakti gökyüzünden sürgün olmuş yağmurlar... Kimbilir hangi günahtan ötürü kovuldular<br />

cennetteki yataklarından... Yağmur, çılgın gibi döküldükçe, adem baba ile havva anamı düşünüyorum.<br />

Anamızı kandıran şeytan,az önce yağmurları da kandırmış olmalıydı ki, ondan böyle hoyrat çarpıyorlar<br />

kendilerini yeryüzüne. Bir günahın hesabını görür gibi arştan kayışları; camımıza, duvarımıza, yüzümüze,<br />

gözümüze vuruşları... Her vuruşta kanatır gibi, hem yaşatır hem boğar gibi; hem var hem yok gibi; ben gibi...<br />

Gitgide bana benzedi yağmurlar; hiddetini döktükçe üzerime, cennetten sürgün Havva’ya benzedim ...<br />

***<br />

Yağmur suretinde çarparken yüzüme göğün ezeli sırrı, içimde yatağını arayan nehri özledim. Kudretine<br />

sığınıp dışımdaki tufanın, Tanrıda gizli sırlarımın, tanrıdan vahyini diledim. Çok istedim, konuşmadı benimle;<br />

içimdeki Nuh’la dertleştim.<br />

***<br />

104


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Nehir olup buldu yatağını, cennetten sürgün yağmurlarım. Onlar aktı gitti; ben öksüz kaldım... İçimdeki<br />

Nuh bir kağıttan gemicik uzattı bana, girdim içine, içimdeki kayıp nehri düşledim. Taştı sularım dalga<br />

dalga içimden, katre oldum sığmadım denizlerime, okyanusa vardım, Hint’e ülke oldum, Brahmana’da<br />

yazıldım. Rum’un ışığını doğuran bağrımda batırdım Galler’in güneşini, küsmedim ne Sodom’a ne<br />

Gomore’ye, Hallaç’ın ağacında asıldım. Yetmedi vardım Çin ülkesine, Maçin’de Edna’ya ağladım. Aşk<br />

dedi ansızın Nuh Peygamber, Vaile koktu Çin diyarı, kırıldı kolum kanadım. ‘Aşk’ dedi içimde aşka vasıl<br />

her hücre, su oldu aktı, nehir oldu aktı, deniz oldu aktı insan yanım, eksik yanım...<br />

***<br />

Yağmur yağdı şehrime, katre oldum, denizimden taştım. Kavuştum içimdeki kayıp nehre; yatağını terk<br />

eyleyen asi nehre; arşa tutsak, kendine yasak nehre... Okşadım dünyayı dûn’u kim bilir hangi asırda hangi<br />

aşık eliyle... Güneşe dokundum bir damlacık yürekle, aştım haddimi, gök oldum, dolandım bulutumun<br />

peşinde. Buldum nihayetinde, yaş’lı başımı dayayacak göğsünü bulutun, sığındım. Küçüktüm, küçücük<br />

kalmıştım, büyüdüm beslendim nefesiyle arşın. Biriktirdim nice günahı genişleyen göğsümde, sakladım.<br />

Günahı büyüktü dünyanın, yeryüzüne tertemiz gönderilip karayele dönüşen rüzgarımı topladım. Örtmedim<br />

üzerini suçumun, Nuh’un canını yakan tufanın canına sızdım. Bir günahı tükürür gibi döktü beni içinden<br />

sığınağım. Yurt arayan yersize döndüm; hiç görmemiştim daha önce,hiç bilmemiş tanımamıştım, yabancı<br />

bir yüzün yanağına çarptım. Utandıran günah kesildim sanki, suça benzedim; Davud’î sesi olup Zahiri ‘nin,<br />

çınladım arsızlıktan sağır kulaklarda, ıslak gövdemden Mansur’un başını döktüm. Kimin yanağına dokunduysa<br />

ellerim, Sodom’un günahkarı bitti. Artık Gomore’den geçmemeli yollarım.<br />

***<br />

Bir Sodomlu’nun kaskatı teninden süzüldü, karıştı toprağa katreden varlığım. Kimbilir dedim, belki<br />

yatağındayımdır kayıp nehrimin ya da çoğalıp okyanus olmaya ada’yım. Ansızın okşadı saçımı bir<br />

el; anladım ki karılmaya, ayrılmaya muhtacım. Bir avucun üzerinde yükseldim, göğsünden irin gibi<br />

söküldüğüm bulutumun yarasını öptüm. Su oldum yeniden; can verirken can buldum. Hiç tanımamıştım<br />

daha önce, hiç görmemiş bilmemiştim, yabancı bir tenden ten oldum. Hiç duymamıştım evvelinde ismimi ;<br />

Havva dediler, şâd oldum.<br />

***<br />

Bir renk verdiler, üzerime giyindim. En beyazdım, en masaldım. Masalımı yatırdım şeytanımın dizlerine,<br />

elbisemin beyazını geceye astım, kuruttum. Hak verdim ilk kez ateşe koşan pervaneye; ten’e büründüm,<br />

candan oldum. Ateşi ağırladım cennetimin bahçesinde; ateşimin üzerine yürüyecek tufanı koynumda<br />

büyüttüm. Koca bir yüreği sakladım kısacık ismimin içinde; küçücük kaldım, bir katreye sığındım. Sürgün<br />

oldum tufanımın göğsünden, yeryüzünde üşümeye düçar ateş oldum.<br />

***<br />

Rüzgarın şiddeti ile aniden açılan pencere miydi böyle üşümeme sebep, yoksa ana yadigarı ateş bir şeyleri<br />

mi tutuşturmuştu içimde... Bu nasıl yangına davetti, nasıl alev alev yanmaktı bu... Dışım kavruldu ama, buz<br />

tutuyordu içim. Ateş denizine dönüştürmüştü beni Havva annem... Tıpkı kendi gibi hak vermemi istiyordu<br />

ateşe değen pervaneye... Pervane eğilmeliydi asıl önümde ihtiram ile, dokunmuyordum ateşe, ateşi içimde<br />

besliyordum işte. Baştan ayağa ateştim ben, arşın pervanelerine davet kesilen. Bu nasıl yangındı anne<br />

dedim içimden, sen de böyle bir ateş ile mi tamamladın günahını Yanmadan yakmanın ızdırabı mıydı<br />

ismine ateşini veren Bu nasıl yangındır Tanrım dedim, dışımdan...<br />

‘’Efendim’’, diye merakla dönüp baktı annem, ‘’Geç oldu artık uyusan’’<br />

Uyuyacağım anne, bu gece üzerimi sen ört olur mu, daha fazla üşümeden<br />

105


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

BADEM GÖZLÜ KIZLAR<br />

•<br />

Selim TUNÇBİLEK<br />

Badem gözlü kızlar siz,<br />

Hercai menekşe gibi bakardınız<br />

Solgun perdelerin arkasından<br />

Renk renk kilimlerle bulutlara<br />

Ara sıra<br />

Sime sime<br />

İnerdi içime<br />

Yaz yağmuru göz yaşlarınız.<br />

Baden gözlü kızlar siz,<br />

Taklamakan çöllerinden göçerek<br />

Geldiniz…<br />

Belli ki gönlümün bahçelerine<br />

Turfan’da lezzeti haliniz<br />

Çiçek çiçek gülmeleriniz<br />

İçine bir türkü gibi<br />

İnler kalbiniz<br />

Ve nar gibi yanarak sevmeleriniz<br />

Anlatılır Orhun nehri kıyılarında<br />

Adınız Selenge,<br />

Yahut abide gibi Elif’tir.<br />

Badem gözlü kızlar,<br />

Susukunluğunuz bile içtendir.<br />

Badem gözlü kızlar siz,<br />

Tanrı dağlarından aşarak geldiniz<br />

Kekikti bedeniniz<br />

Nil kıyısında nilüfer,<br />

Sınırda örgü örgü beliktiniz<br />

Badem gözlü kızlar siz,<br />

Hep sevmelisiniz.<br />

Ve sinerdi topağıma sesiniz.<br />

Mavi mavi<br />

Aşktı diliniz.<br />

Badem gözlü kızlar siz,<br />

TÜRKÇE’siniz.<br />

Desen: Ramazan TÜRKMEN<br />

106


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

HASRET DEDİĞİN...<br />

•<br />

Zehra ULUCAK<br />

Hasret dediğin sevdanın kanayan sen tarafı, o da üç beş damla gözyaşı...<br />

Uzandım ama erişemedim hayaline…<br />

Buralarda küskün eser oldu poyraz. Kuşlar bile ağlayarak göç etti bu sene.<br />

Şarkıların da eski tadı kalmadı… Hüzün onların da sesini kıstı.<br />

Hep soğuk, hep karanlık geçti bu kış…<br />

Sensizlik miydi beni üşüten yoksa bu sene kış zor mu geçti Ankara’da<br />

Ben ışığımı sende unutmuş olmalıyım ki yönümü bulamadım aklıma giden yolların karanlığında.<br />

Hezeyanlarımın üstünü anılarınla örtmeğe çalışsam da yastıkaltı ettiğim rüyalarım mani oldu hep sensizliği<br />

görmezden gelmeme… Ellerim hiç ısınmadı bu kış, tuzlu gözyaşımın alevinden arta kalan külle… Kışın<br />

ayazı alnımdaki yazıyı kesti ve ruhum uyuştu soğukta bırakıp gittiğin sözcüklerinle.<br />

Senden kalan ne varsa hepsi buğulu bir hatıranın ardında saklı kaldı ve teselli olmadı kâbus dolu gecelerin<br />

açtığı derin yaralara. İnce sızıların oyduğu sen boşluklarını, pişmanlığın tortuları bürüdü sen gittikten sonra.<br />

Ben sensizliğe doğru başım dimdik dursam da yokluğunda, harflerim teker teker silinir oldu yalnızlığımın<br />

karanlığında.<br />

Cümlelerim seninle bitmeden yarıda kesiliyor ve ben tamamlayacak harfleri bulamıyorum artık satır<br />

aralarında.<br />

Karlarla beraber eriyen yüreğim, gözlerimden yaş diye aktı. En ağır yüklerin altında kırdığın kalbimin<br />

uhusu sende emanet kaldı.<br />

Usandı kırık dökük kalbim, hatıraların arasında sıkışıp kalan sesinin içimdeki yankısıyla her gün<br />

ağlamaktan…<br />

Sensizliği de yanına al gittiğin yerden ama savrulduğun yıllarımı geri ver bana…<br />

Avuçlarıma bırakıp gittiğin hüznünden başka avunulacak hiçbir anın kalmadı ki buralarda!<br />

İnzivaya çekildi ruhuma hatıra diye bıraktığın sahte sözlerin. Ne kadar çabalasam da silmek için, yüzün<br />

hala geçmişten kalan bir iz sayfamda.<br />

Beklenmeye değer neyin kaldıysa geriye yok oldu her geçen gün belli belirsizce. Seni beklerken tükendi<br />

bütün ümitlerim. Sonu hep hüsran, sensiz geçen günlerde kurduğum düşlerin.<br />

Bir yudum teselliye susamış kalbim, yokluğunu ‘ölüm’ diyerek gömdü yüreğime. Açtığın yaralara tuz basmak<br />

yerine ölümünle avunuyorum şimdi sessizce. Ölümünün yası, gidişinle öldürdüğün yanımın sensizlikte<br />

büründüğü karalar kadar acı vermiyor bana.<br />

Acıyan yanlarıma senden kalan hatıraları toprak diye atıyor, üzerini akan gözyaşlarımla suluyorum şimdi.<br />

Hasret dediğin sevdanın kanayan sen tarafı, o da üç beş damla gözyaşı…<br />

Bir yerlerden ağıtlar yükseliyor ölümünün ardı sıra… Duymak istemiyorum!<br />

107


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Şehr/i Yâr<br />

•<br />

Nuray ALPER<br />

-Nuh’a yeminle-<br />

Şehri/yar!<br />

Söz değmemiş, el değmemiş, göz değmemiş sevidir<br />

ufkuma doğan zaman<br />

Bilmem kaç bela asr’a uzanır<br />

Saçları dalga dalga<br />

Her telinde bin gece<br />

Zifirisi elem gözlerime vuran şavkı<br />

Saçları törelerim karası<br />

Saçları;<br />

Ateş ve isyan!<br />

Geceden elmas toplayan yanlarımsın<br />

Kuyudan arta kalan yarınlarım<br />

Yâkub’a benzer yaralarımsın<br />

Hüzne alabildiğince bahtiyar.<br />

Bir hatayı doğurur mu lahzamda<br />

Akla ziyan dudakların...<br />

Hercai hıçkırıklarda yelkovan<br />

Parmaklarımda sıralanan vagonlar<br />

Göğe astığım şehadet<br />

Melal yüklü ihtilal<br />

S/usumda rakkas sevda<br />

Namlumda öncesi olmayan veda<br />

Mürekkep zehri infazımla/<br />

Siliyorum sarsılan vehimleri<br />

Yağmurların küstüğü yerde yazılı ahım<br />

Sarıldığın günahım<br />

Bilmediğin eyvahımla<br />

Cezayım; yıllarının hülyasına...<br />

(yok et yüzüne göz koyan kadınları)<br />

Senden beri<br />

Tuvallerde inler gökkuşağı<br />

Kokusuna darılan güllerden çalarım acımı<br />

Bir Meryem’i öldüren bin Meryem’e ağlarım<br />

Harına vurulur Harran<br />

Sus’ar dillere asılan aşk masalı<br />

Özde inanç yaşar...<br />

Yavuz’un ölmeyen çehresi olur gölgen<br />

Saklında tarihi meçhul güz coşar...<br />

Boyun büken pervaneyim yalnızlığına<br />

Yalımın kırmızısında hapis<br />

Seni anlatmak tarih yazmaktır kanıma<br />

Seni ağlamak beni tutmak aynalarda<br />

Şefkat beyazı alnında incinmesin merhamet<br />

Bir yanlış kelam et de huzur bulsun cinayet<br />

Sevda emanet bıraksın mahremiyetini<br />

............................................. uykularına...<br />

(*) Şiir Vedat Örfî’nin çevirmenliğini yaptığı Doğu<br />

klasiklerinin “Binbir Gece” isimli kitabından esinti ile<br />

kaleme alınmıştır...<br />

108


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

ÖĞRETMEN<br />

•<br />

Çelebi ÖZTÜRK<br />

Kendisini boşluğa bırakmaya hazırlanan biri gibi<br />

hissediyordu.<br />

Gözlerini açmaya çalıştı, yapamadı. Neredeyim,<br />

ne oluyor diye düşündü. Ayağa kalkarak oda da<br />

gezindiğini hissetti. Kollarını oynatmaya çalıştı,<br />

başarılı olamadı. Gerçekle düş arası, gözünün<br />

önünden gidip gelen karartılar vardı. Sanki odanın<br />

içinde biri yürüyormuş gibi geldi. Ses var mı, yok mu<br />

diye kulak kabarttı. Aslında olmayan bir şeyi hissediyordu.<br />

Ona birisi kötülük yapmaya çalışıyordu, ama<br />

nedenini bilemiyordu. Anlayamadığı bir girdabın<br />

içinde dönüp duruyordu. Biri, ona ya şaka yapıyordu<br />

ya da elini kolunu bağlamış kendisinden intikam<br />

almaya çalışıyordu. Onun kimseye bir kötülüğü<br />

dokunmamıştı ki. Bunu neden yapsınlar diye<br />

düşündü. Hayır. Başka bir şey vardı! Ne olduğunu<br />

anlamaya çalıştı. Hafızasını yokladı. Hiç bir şey<br />

düşünecek durumda değildi. Hafızasında bulanıklık<br />

hissediyordu.<br />

- Baba! diye bir ses işitti. Bu ses Gülnihal’ın sesinden<br />

başkası değildi.<br />

- Kızım! dedi. Hayır. Aslında ağzını açamadı.<br />

Dudaklarını oynatmaya çalıştı, nafile. Kızı da yanında<br />

değildi. Halüsinasyon görüyordu. Gülnihal annesinin<br />

yanındaydı. Kim bilir dedesi ve ebesiyle birlikte<br />

neler yapıyordu şimdi ”Ölüyorum galiba!” diye<br />

düşündü. “Canım kızıma doyamadan gideceğim!”<br />

Neler düşünüyordu öyle. Ölüm de nereden çıkmıştı<br />

şimdi. Bunları düşünmemeliydi. Hem niye ölsün ki<br />

durup dururken. Bunun için bir neden var mı Ruhunu<br />

sarsan bu düşüncelerden kurtulmalıydı. Hiçbir<br />

şey düşünmemeliydi. Göz kapaklarını sıktı. Açarsa,<br />

sanki aynı düşüncelerle yüz yüze gelecek ve çıkmaz<br />

bir sokakta yolunu şaşıracakmış gibi ürperdi.<br />

Öğretmen olarak göreve atandığı ilk günü<br />

hatırlamaya çalıştı. Hem çok heyecanlı, hem<br />

de korkuyordu. Akdağmadeni ilçesinde bir köy<br />

ilköğretim okuluna tayini çıkmıştı. Yozgat’a bağlı<br />

küçük ve şirin bir ilçe olduğunu söylüyorlardı,<br />

ama endişeliydi. Arkadaşlarından bilgi almaya<br />

çalışıp durmuştu. On beş gün içinde gidip görevine<br />

başlaması gerekiyordu.<br />

Akdağmadeni ilçesine yaptığı ilk yolculuğu<br />

bulanık zihninde gidip geliyordu. Yol boyu, “Ne kadar<br />

uzakmış. Git git bitmiyor!” diye düşünmekten<br />

kendini alamamıştı. Durmadan çevreyi izlemişti:<br />

Karın beyaz örtüsü altındaki yeşil çam ağaçlarını,<br />

ormanı, bakir tarlaları, dağları, tepeleri… Dağ da<br />

tek kalmış ağaç gibi kendisini yalnız hissediyordu!<br />

Yolculuğu sıradan bir yolculuk değildi. İdealist bir<br />

genç olarak Anadolu’nun ücra bir köşesinde göreve<br />

başlayacak olmanın heyecanını yaşıyor olsa da, biraz<br />

ürkekti. Yol bitmek bilmiyordu, uzadıkça uzuyordu.<br />

Otobüs bir benzinlikte mola vermişti.<br />

-Ağabey servis gelip alacak. Burada bekleyin,<br />

demişti muavin.<br />

On beş dakika kadar bekledikten sonra gelen<br />

bir minibüsle bu küçük ilçeye doğru yola çıktığını<br />

bugünkü gibi hatırlıyordu. Bundan böyle hayatını<br />

geçireceği ilçeye doğru yavaş yavaş yol alıyordu.<br />

Nasıl bir yerdi İnsanları nasıldı Onu nasıl bir<br />

109


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

yaşantı bekliyordu Açıkçası çok endişeliydi.<br />

Kusmak istedi, yapamadı. Odanın içerisi karanlık<br />

gibiydi. Işığı açtığını çok iyi hatırlıyordu. Ayağa<br />

kalkmalıydı. Mutfağa geçmeli ve dünden kalan<br />

pilavı yiyerek açlığını bastırmalıydı. Sonra<br />

dersine çalışacaktı. Öğrencileri onu bekliyordu.<br />

Öğrencilerinin öğrenme arzusunu gözlerinden okuyordu.<br />

Çocuklar okumak ve öğrenmek istiyorlardı,<br />

ama ne aileleri, ne de açıkçası diğer öğretmenlerin<br />

pek umurunda değildi. Öğrencilerini seviyordu.<br />

Hayatın ne kadar zor ve acımasız olduğunu, bu<br />

acımasız ve gaddar hayatın içinde bir yerlere tutunabilmek<br />

için iyi bir eğitim almak gerektiğini<br />

öğrencilerine anlatıyordu.<br />

Göreve başlayalı bir ay olmuştu. Annesi, babası,<br />

çok sevdiği karısı ve kızı Gülnihal memlekette<br />

kalmışlardı. İnsanları tanıyacak, çevre edinecek,<br />

eğer burayı severse evini getirecekti. Şimdilik iki<br />

odalı küçük bir ev tutmuştu. Ev bakımsız olmasına<br />

rağmen iyi ısınıyordu. Sobayı evin küçük odasına<br />

kurmuştu. Kendisine yetiyordu. Burada yatıyor,<br />

yemeğini ve banyosunu da burada yapıyordu. Çünkü<br />

evin ne mutfağı, ne de banyosu yoktu. Odanın bir<br />

köşesinde eski köy evlerinden kalma banyoluk<br />

vardı.<br />

Köy fakirdi. Zengin sayılan birkaç ailenin birer traktörü,<br />

sekiz on davarı, birkaç ineğinden başka şeyleri<br />

yoktu. Muhtar, eskiden köylerinin zengin olduğunu<br />

söylemişti. Hükümetlerin tarım politikaları yüzünden<br />

çiftçilik yapamayacak duruma düştüklerini, tohum,<br />

gübre, ilaç ve mazot gibi tarım girdilerindeki fiyatlar<br />

artınca zarar ettiklerini ve tarlalarını ekemedikleri<br />

için geçinemediklerini yana yakıla anlatmıştı. Özellikle<br />

kalabalık aileler çok perişan olmuş. Devlete<br />

olan borçlarını ödeyememişler. Faizler katlanıp<br />

borçları artınca tarlalarını satıp büyük kentlere göç<br />

etmişler. Bu yüzden köyün nüfusu çok azdı.<br />

Bir gün internette gezinirken ilginç bir yazı dikkatini<br />

çekmişti. Yazı da; fakir köy okullarına yardım<br />

etmek isteyen zengin bir işadamından söz ediliyordu.<br />

Adresi ve telefon numarasını da vermişlerdi.<br />

Heyecanla işadamını aramış ve görev yaptığı köydeki<br />

okulun durumunu anlatarak yardım istemişti.<br />

Görüştüğü kişi işadamının sekreteriydi. Konuyu<br />

inceleyecekleri-ni ve kendisine döneceklerini<br />

söylemişti. Açıkçası umutsuzdu. Ancak bir hafta<br />

sonra hiç beklemediği bir anda telefon geldi: Okula<br />

yardım etme kararı alınmıştı. Sekreter, okulun adresini<br />

alarak birkaç gün içinde yardımı göndereceklerini<br />

söylemişti.<br />

Yardım arabasının başında Gülden isimli genç<br />

bir bayan vardı. Gelen kolileri sınıfa heyecanla<br />

taşımışlardı. Gülden Hanım, eli yüzü kirli,<br />

sümüklü çocukları hiç tiksinmeden öperek, saçlarını<br />

okşayarak, kendi elleriyle giyindirmiş, defter, kitap,<br />

silgi vermişti. Buna hem çok şaşırmış, hem de<br />

sevinmişti.<br />

Okul Müdüründen habersiz yapılan yardım, onu<br />

çok kızdırmıştı. Aslında buna bir anlam verememişti.<br />

Nihayet okula yardım yapılmasını sağlamıştı. Müdür<br />

Bey’in sevinmesi ve kendisine teşekkür etmesi gerekiyordu,<br />

ama beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştı.<br />

Bu okula yıllardır böyle bir yardım yapılmamıştı.<br />

Hiçbir öğretmen böyle bir düşünce içinde olmamıştı.<br />

Okulun kütüphanesi yoktu. Bu da öğretmenlerin umurunda<br />

bile değildi. Zaten okula başladığının ilk günü<br />

öğretmenlerin ne kadar boş olduğunu hayretler içinde<br />

görmüştü. Bunların öğrencilerine verebilecekleri bir<br />

şey yoktu. Buna çok üzülmüştü. Çocukların defter,<br />

kitap ve giyim ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, ilk<br />

işi kütüphane kurulması için çalışmak olacaktı. Hatta<br />

bunun için görüşmeler yapmış, sözünü almıştı.<br />

Ayağa kalkmalıyım, diye düşündü. Başında müthiş<br />

bir ağrı vardı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Hasta<br />

mıydı Bacaklarını oynatmaya çalıştı. İstediği<br />

olmuştu. Bacağını somyadan aşağı sarkıttı. Sonra<br />

kendini yavaşça kaydırdı ve tutunarak ayağa kalktı.<br />

İşte başarmıştı. Hiç bir şeyi yoktu. Ne olabilirdi<br />

ki Üşütmüş olmalıydı. Vücudundaki kırgınlık<br />

ve kas ağrıları bu yüzden olabilirdi. Başının böyle<br />

döndüğünü hiç hatırlamıyordu. Dünya etrafında<br />

dönüyor gibiydi Dağların arasından kıvrıla<br />

kıvrıla aşağıya doğru iniyordu yol… Doğu’ya hiç<br />

gitmemişti. Coğrafyasını hiç görmemişti. Sivas’a<br />

yakın olduğunu söylemişlerdi. Doğu’ya doğru gidildikçe<br />

coğrafyanın sarp, engebeli ve kayalıklı bu<br />

görüntüsü karşısında ürpermişti. Bu dağlık, tepelik,<br />

sarp coğrafyanın arasından kıvrılan yol, yeşil çam<br />

ormanının insan ruhunu rahatlatan şûh güzelliğiyle<br />

bütünleşiyordu.<br />

Egzotik, büyüleyici bir yapısı vardı manzaranın.<br />

Hikâyesi Anadolu’da geçen Türk filmlerinin kurgusunu<br />

düşündü. Kim bilir bu vahşi dağlarda ne olaylar<br />

yaşanmıştı.<br />

Minibüs yavaşlayıp sağa dönerek, “Hoş geldiniz”<br />

yazılı bir kemerin altından geçip taşlı yolda ilerlemeye<br />

başlamıştı. Karşıdan görünen dağların, sarı, yeşil<br />

büyüleyici görüntüsü, egzotik havasını, bu kente<br />

yabancı olan herkese hissettiriyordu. İlçenin dört<br />

yanı dağlarla çevriliydi.<br />

Eski Anadolu kasabalarında yaşanan sürgün hadiselerini<br />

düşündü.<br />

Birden iç dünyasında bir rahatlama hissetti ve<br />

gevşedi. Düşünce yoluyla da olsa güzel manzaranın<br />

insanı rahatlatan büyülü atmosferine kapılarak<br />

hülyalara daldı! O anı yeniden yaşıyor gibiydi..<br />

110


FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

Kolunu kaldırmak istedi başarılı olamadı. Sendeledi<br />

ve yüz üstü yere düştü. Burnu kırılmış olmalıydı.<br />

Öyle şiddetli bir kanama vardı ki. Çarpmanın<br />

şiddetiyle alnı yarılmış kan akmaya başlamıştı.<br />

Dişinin kırıldığını hissedemeyecek kadar kötü<br />

durumdaydı. Başı ağrıyordu. Kalkıp bir ağrı kesici<br />

almalı ve yemeğini yemeden yatmalıydı. Sabaha kadar<br />

iyileşmesi gerekiyordu. Tam olarak iyileşemese<br />

bile en azından öğrencilerine dersini anlatacak durumda<br />

olmalıydı.<br />

Gülnihal’ın sesini işitir gibi oldu yeniden.<br />

- Babacığım ben de öğretmen olmak istiyorum.<br />

Tebessüm etti. Aslında yüzü gerilmişti. Parmaklarını<br />

oynatmaya çalıştı. Ancak bu gücü kendisinde<br />

bulamadı. Sınava girdiği günü hatırladı. Böyle soğuk<br />

bir kış günüydü. Sınavdan iyi bir puan almıştı. Ancak<br />

hemen atanamamıştı. Bunun için neden beş yıl beklemek<br />

zorunda kaldığını anlayabilmiş değildi. Her<br />

atama döneminde kuraların çekileceği salona heyecanla<br />

gidiyor ve her seferinde hüzünlü bir şekilde<br />

eve dönüyordu. Annesi, babası, karısı ona hep destek<br />

olmuşlardı. İyi bir aileye sahip olduğu için şanslıydı.<br />

Beş yıl boyunca ayakkabı boyacılığından tutta,<br />

hamallıktan, inşaat ve temizlik işçiliğine, pazarlarda<br />

limon ve maydanoz satmaya kadar yapmadığı iş,<br />

çalmadığı kapı kalmamıştı. Bir seferinde kendisi gibi<br />

atanmayı bekleyen bir arkadaşı şöyle demişti; “Parayla<br />

atama yapıldığını duydum.” Yok, daha neler!<br />

Devlet böyle bir şey yapar mı Devlet, vatandaşları<br />

arasında dil, din, mezhep, siyasi düşünce ayrımı yapar<br />

mı Ben inanmıyorum. Devlet böyle bir şey yapmaz,<br />

demişti. Ancak neden yurt açılmadığına da akıl erdiremiyordu.<br />

Öğretmenlerin kalabileceği ucuz ve temiz<br />

yurtlar yapılsa iyi olmaz mı Böylece öğretmenler<br />

rahat eder. Kafaları dinç olur. Sağlıklı düşünen insan<br />

verimli olur. Devletin işine akıl sır ermiyordu<br />

doğrusu!<br />

Sarhoş gibiydi. Aşırı derecede yorgunluk hissi ve<br />

kulak çınlaması vardı. Kulak çınlamasının nedenini<br />

anlayamadı. Düşünceleri sağlıklı değildi. Şiddetli bir<br />

göğüs ağrısı vardı ve kalbinde çarpıntı hissediyordu.<br />

Ayrıca vücudunda uyuşma hissi vardı. Galiba kalp<br />

krizi geçiriyorum, diye düşündü. Göz kapaklarını<br />

aralamaya çalıştı; gördüğü her şey bulanıktı.<br />

Dışarıda şiddetli lodosun sesini işitebiliyordu.<br />

Ürkütücü bir ses vardı. Lodosun etkisiyle birbirine<br />

çarpan dalların çıkardığı ses onu korkutmuştu.<br />

Çocukken de korkardı.<br />

Okul Müdürünün yaptığı kabalık aklına gelince canı<br />

sıkıldı. Çok kaba, terbiyesiz bir adam, diye düşündü.<br />

Kendisine nasıl hitap etmişti öyle; “Lan burası benim<br />

okulum. Benden habersiz tuvalete bile gidemezsin!”<br />

Bu kabalığının hesabını bir gün soracaktı. Niye<br />

böyle davrandığını daha sonra anlamıştı tabii. Köy<br />

Muhtarı, ilçe Kaymakamı’na giderek okula yapılan<br />

yardım hakkında bilgi vermiş, kendisini de abartılı<br />

bir şekilde övmüştü. İlçenin ilköğretim okuluna böyle<br />

bir yardım ilk kez yapılıyordu. Üstelik yeni atanan<br />

bir öğretmenin duyarlılığı sayesinde gerçekleşen bu<br />

yardıma Kaymakam duyarsız kalmamış ve okula<br />

kadar gelerek öğretmenler odasında kendisinden<br />

övgüyle söz etmiş ve takdirname vermişti. Diğer<br />

öğretmenlerin hiçbiri bundan hoşnut olmamışlardı.<br />

Tabii başta okul Müdürü bu olaya çok sinirlenmiş ve<br />

kızgınlığını da açıkça belli etmekten çekinmemişti.<br />

Okulda istenmeyen öğretmen ilan edilmişti!<br />

Karnındaki ağrı şiddetini gittikçe artıyordu.<br />

Dayanılacak gibi değildi. Eve gelene kadar gayet<br />

iyiydi. Hatta sobayı yakıp yatana kadar bir şeyi<br />

yoktu. Bir saat dinlendikten sonra kalkıp yemeğimi<br />

yer, sonra dersime çalışırım, diye düşünüyordu. Ama<br />

vücudunda aniden gelişen bu ağrılar bütün planını alt<br />

üst etmiş, hatta ne olduğunu anlayamadan kendini bir<br />

girdabın ortasında dönerken bulmuştu.<br />

Dersime çalışmalıyım. Öğrencilerime söz verdim;<br />

yarın Atatürk’ü anlatacağım, diye mırıldandı. Aslında<br />

mırıldandığını zannediyordu. Düşünceden başka bir<br />

şey değildi bu.<br />

Düştüğü yerde, sessiz ve hareketsiz aynı pozisyonda<br />

yatıyordu. Güçlükle nefes alıyordu Kan dolaşımı<br />

zayıflamıştı. Şiddetini artıran lodosun sesine karşı<br />

duyarsızdı.<br />

Kapının altından giren lağım faresi yanına kadar<br />

gelip durdu: Dikkatli bir şekilde baktı. En küçük bir<br />

harekette fırlayıp kaçacaktı, ama hiçbir hareket yoktu.<br />

Elinin üzerine çıktı. Kolundan sırtına kadar geldi,<br />

sonra kafasına doğru yürüdü. Orada bir müddet kaldı.<br />

Geri döndü, kolundan inerek parmaklarının ucunda<br />

birkaç saniye bekledi. Usul usul parmağını ısırmaya<br />

başladı. Tepki yoktu. Sonra hızla geldiği gibi kapının<br />

altından çıkıp gitti. Herhalde diğer fareleri çağırmaya<br />

gitmiş olmalıydı! Hâlbuki o, fareden çok tiksinir ve<br />

hiç sevmezdi. Fareye tepki göstermesi gerekirken<br />

bunu yapamadı. Vücudundaki tüm sistemlerin yavaş<br />

yavaş bozulmaya başladığının farkında değildi.<br />

Parmaklarını oynatır gibi oldu, sonra o harekette kayboldu.<br />

Artık hiçbir şey göremiyor ve işitemiyordu.<br />

Göz kapakları yavaş yavaş kapanırken, gözünden<br />

akan bir damla yaş kilimin üzerine düştü. Nabız<br />

çok zayıf ve kalp atışları da duyulamayacak kadar<br />

zayıflamıştı.<br />

Lodosun etkisiyle sobanın altından ve üstünden puflayarak<br />

çıkan duman ampulün aydınlığını tamamen<br />

kapatmıştı.<br />

111


YURT İÇİ TEMSİLCİLİKLERİ<br />

ADANA<br />

Pervin TÜRKOĞLU YÜCE 0.533.608 51 97<br />

Abdullah BEYCEOĞLU 0.544.504 24 04<br />

AFYON<br />

Ercan KAYAYERLİ 0.506.300 48 27<br />

AMASYA<br />

Sebahattin GÜNAYDIN 0.545.809 92 87<br />

ANTALYA<br />

Hamdi KUTLUAY 0.532.377 11 95<br />

BALIKESİR<br />

Tarık İYİ 0.501.910 01 58<br />

BATMAN<br />

Aykan SAĞIRKAYA 0.505.507 55 75<br />

Yasin YILDIZ 0.506.521 41 88<br />

BİNGÖL<br />

Murat VERGİ 0.532.483 28 69<br />

Kadir BAŞBUĞ 0.554.804. 65 78<br />

BURSA<br />

Orhan GÜRSOY 0.535.858 04 01<br />

Bedriye KARACA 0.539.779 69 37<br />

ÇORUM<br />

Sümeyra ÇAĞDAŞ 0.532.717 60 18<br />

DENİZLİ<br />

Sabri ÖZEN 0.507.486 58 82<br />

EDİRNE (TRAKYA BÖLGE TEMSİLCİSİ)<br />

Cengiz GÜLTEKİN 0.544.801 01 77<br />

ERZURUM<br />

Yunus Buğra YILMAZ 0.442.234 58 35<br />

ESKİŞEHİR<br />

Mehmet Ali KALKAN 0.555.966 57 52<br />

GAZİANTEP<br />

Hüseyin KIZILIRMAK 0.544.466 51 73<br />

HATAY (İskenderun)<br />

Burhanettin UÇANER<br />

İSTANBUL<br />

Engin PINAR 0.533.559 47 25<br />

Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22<br />

Oğuzhan Murat ÖZTÜRK 0.505.388 46 27<br />

İZMİR<br />

Berat ASA 0.507.704 16 38<br />

İZMİR-KEMALPAŞA<br />

Tuncay DEMİRBAŞ 0.535.454 09 54<br />

KAHRAMANMARAŞ<br />

Osman TOPAL 0.542.675 64 10<br />

KARS<br />

Nizamettin TOKİŞ<br />

KAYSERİ<br />

Şahin ŞİMŞEK 0.531.889 96 17<br />

KIRKLARELİ<br />

Ahu ALTAN 0.554.594 49 97<br />

MALATYA<br />

Osman Mete KUTLU 0.507.309 62 30<br />

MARDİN<br />

Bahattin BİÇER 0.505.537 65 05<br />

ORDU<br />

Ünsal ERKAN 0.532.466 53 61<br />

OSMANİYE<br />

Mustafa Ş. ÖZDARENDELİ 0.505.625 56 53<br />

RİZE<br />

Yücel TANAY 0.531.229 70 12<br />

SAMSUN<br />

Ahmet GÜVEN 0.505.832 49 63<br />

TRABZON<br />

H. Nurcan YAZICI 0.532.645 97 49<br />

YALOVA<br />

Hacer KARAKAYA 0.555.608 03 18<br />

FİKİR SANAT VE EDEBİYATTA TÖRE<br />

TEMSİLCİLİKLERİMİZ<br />

ÜNİVERSİTE TEMSİLCİLİKLERİ<br />

*AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ<br />

Erhan SOLMAZ 0.507.237 86 13<br />

*ANKARA ÜN. HUKUK FAKÜLTESİ<br />

Samet KARPUZ 0.555.838 51 98<br />

*A.Ü. SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ<br />

Tuğrul EROĞLU 0.554.352 92 59<br />

*HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ<br />

Dr. Hüseyin YENİÇERİ 0.532.503 94 01<br />

Ferhat VERGİ 0.507.755 12 69<br />

*GAZİ ÜNİVERSİTESİ<br />

Tolga AKISKA 0.533.543 37 73<br />

*BARTIN ÜNİVERSİTESİ<br />

Kader TÜZEL 0.506.979 58 28<br />

*BURDUR MAKÜ ÜNİVERSİTESİ<br />

Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN<br />

*DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ<br />

Kübra ÖZÇELİK 0.535.076 17 06<br />

*EGE ÜNİVERSİTESİ<br />

Hasan Kağan YAYLA 0.505.378 04 04<br />

*ESKİŞEHİR OSMAN GAZİ ÜNİV.<br />

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN<br />

*GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ<br />

Hüseyin KIZILIRMAK 0.544.466 51 73<br />

*İSTANBUL KÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ<br />

Yağmur ŞENGÖK 0.534.846 57 22<br />

*İSTANBUL YILDIZ TEKNİK ÜNİV.<br />

M.Fatih ŞENGÜLLENDİ 0.533.461 79 34<br />

Çağrı Aydın GÜRÜNLÜ 0.539.456 65 28<br />

*KONYA SELÇUK ÜNİVERSİTESİ<br />

Alparslan GÖRÜCÜ 0.506.889 23 73<br />

Halil İbrahim KOÇ 0.532.497 87 41<br />

*KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ<br />

Alperen KARAMAN 0.541.735 72 65<br />

*CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ<br />

Meltem DEMİRBAŞ 0.543.363 23 38<br />

YURT DIŞI TEMSİLCİLİKLERİ<br />

*ALMANYA - (BRAUNSCHWEİG)<br />

Shafaq AZERİ 0049(0)175201853<br />

*ALMANYA - (KÖLN)<br />

Abdullah YÜCESAN 00491778813427<br />

*ALMANYA - (MANNHEİM)<br />

Suna Emre GÜLEÇ 00496216685854<br />

*ALMANYA - (NEUSS)<br />

Hasan KAYIHAN 00491634018049<br />

*AZERBAYCAN<br />

Rebiyye ZERDABİ 00994 552 910 212<br />

Zaur GARİBOĞLU 00994 503 223 123<br />

*BULGARİSTAN<br />

Harun MARAL 0035984662447<br />

*DANİMARKA<br />

Servet ŞAHİN 004560667576<br />

*KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ<br />

Emete Gözügüzelli CİVAN 0.533.865 04 57<br />

112<br />

DERGİ SATIŞ NOKTALARI<br />

*ADANA<br />

ŞAFAK KİTAP-DAĞITIM<br />

1.Şube: Çakmak Plaza 0.322.363 49 68<br />

2.Şube: T.Özal Bul. 0.322.233 01 33<br />

3.Şube: B. Yolu 7. Durak 0.322.227 71 71<br />

T.DİYANET VAKFI ADANA YAYINEVİ<br />

0.322.352 51 57<br />

*AFYON<br />

SAĞLAM KIRTASİYE 0.272.212 41 81<br />

*AMASYA<br />

DAMLA KIRTASİYE 0.532.741 80 75<br />

*ANKARA<br />

GAZİ KİTABEVİ 0.312.223 77 73<br />

AKÇAĞ YAYINEVİ 0.312.432 17 98<br />

MEFKÛRE SAHAF 0.312.433 10 80<br />

HASRET KİTABEVİ 0.312.311 70 62<br />

T.DV SIHHİYE YAYINEVİ 0.312.229 73 36<br />

DOST KİTABEVİ<br />

ASENA KİTAP KIRTASİYE - SİNCAN<br />

*ANTALYA<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.242.242 15 24<br />

*AYDIN<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.256.213 50 49<br />

*BALIKESİR<br />

AR KİTABEVİ 0.266. 243 89 62<br />

AYTAŞI BÜFE 0.266.241 46 72<br />

*BURSA<br />

GENÇ KİTABEVİ 0.507.940 96 56<br />

BURÇAK LTD. 0.532.441 46 52<br />

*ÇORUM<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.364.213 37 26<br />

*DENİZLİ<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.258.263 60 78<br />

*DİYARBAKIR<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.412.224 40 91<br />

*ELAZIĞ<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.424.236 96 70<br />

*ERZURUM<br />

DOĞUŞ KİTABEVİ Tlf:0.442.234 58 35<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.442.235 20 98<br />

*İSTANBUL<br />

TDV CAĞAOLOĞLU YAYINEVİ<br />

0.212.511 44 32<br />

T.DİYANET VAKFI I.ŞUBE YAYINEVİ<br />

0.212.518 83 07<br />

YAKAZA KİTABEVİ-ÜSKÜDAR<br />

SAHAFLAR KİTAP SARAYI-BEYAZID<br />

KUBBEALTI FOTOKOPİ 0.212.513 33 98<br />

ALİOĞLU YAYINEVİ 0.212.511 29 23<br />

KİTABEVİ 0.212.512 43 28<br />

BİLGEOĞUZ YAYINEVİ 0.212.527 33 65<br />

*İZMİR<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.232.482 18 36<br />

*KAYSERİ<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.352.222 51 95<br />

KIVILCIM KİTABEVİ (1) 0.352.222 74 12<br />

KIVILCIM KİTABEVİ (2) 0.352.231 40 66<br />

*KONYA<br />

BUĞRA KİTABEVİ 0.332.351 05 15<br />

VATAN KIRTASİYE<br />

T.DİYANET VAKFI HACIVEİSZADE YAY.<br />

0.332.350 97 66<br />

*ORDU<br />

DUYAR KIRTASİYE 0.452.223 40 29<br />

*SAKARYA<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.264.278 20 75<br />

*SAMSUN<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.362432 87 62<br />

*SİVAS<br />

VOLKAN KİTABEVİ 0.346.221 74<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.346.221 30 00<br />

*TRABZON<br />

AKSAKAL KİTABEVİ 0.462.326 20 34<br />

T.DİYANET VAKFI YAYINEVİ 0.462.326 17 47

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!