05.02.2015 Views

edebiyat

edebiyat

edebiyat

SHOW MORE
SHOW LESS

PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!

SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.

Sayı: 19 • Ekim -1983<br />

.-•<br />

<strong>edebiyat</strong>


<strong>edebiyat</strong><br />

AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ<br />

YENİ DİZİ: 19. - Ekim 1983<br />

ŞİMDİ ÜÇ CİLT OLARAK BÜTÜN KİTAPÇILARDA<br />

Ödemeli sipariş adresi: P.K. 329 Kızılay/ANKARA<br />

Sahibi ve Sorumlu<br />

Yazı İşleri Müdürü:<br />

Tayyar AKSOY<br />

Haberleşme Adresi:<br />

P.K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

İdare Yeri:<br />

Talatpaşa Bulvarı 148/15<br />

Cebeci - Dörtyol/ANKARA<br />

Basıldığı Yer:<br />

Aslımlar Matbaası - ANKARA<br />

ABONE ŞARTLARI:<br />

6 Ay : 600 TL.<br />

Yıllık :1200 TL.<br />

YURTDIŞI YILLIK: 50 DM.<br />

(Veya buna eşit miktar döviz.)<br />

* -<br />

Abone bedellerini yalnız "DOĞUŞ<br />

Edebiyat Dergisi 12 85 89"<br />

No'lu Posta Çeki Hesabımıza<br />

yatırınız.<br />

İLAN TARİFESİ:<br />

Arka kapak, 4 renk<br />

Kapak içleri<br />

Tam sayfa<br />

Yarım sayfa<br />

75.000 TL.<br />

50.000 TL,<br />

30.000 TL.<br />

Kapak<br />

Özcan TEKİN


DERGİLERİMİZ<br />

ve<br />

GENÇLERİMİZ<br />

Alper AKSQY<br />

Son aylarda dergilerimizde tartışılan<br />

önemli bir konu; «Dergilerimiz gençleri ihmal<br />

ediyor» meselesi. Ne zamandan beri<br />

bu konu etrafında yazmak istiyordum.<br />

Çünkü her geçen gün görüyordum ki mesele<br />

yanlış istikametlere kaydırılmakta.<br />

Hatta son günlerde iş o reddeye getirildi<br />

ki «Üstadlar sultasına son! Ağabeyler cuntasına<br />

hayır!..» gibi sloganlar bile duyulmakta.<br />

Hangi iş vardır ki slogana döküldüğünde<br />

tavsamasın.. Galiba bu iş de rayından<br />

çıktı gibi.<br />

Bu tartışmalar dergilerimizde ne zaman<br />

başladı.. Bu konuda benim hatırladığım<br />

ilk yazı 1982 başlarında Töre'de çıktı.<br />

Kadim dostum Hasan Kallimci o yazısında<br />

meseleye oldukça sathi bir yaklaşımda<br />

bulunarak dergiler gençlere sahifelerini<br />

açsınlar diyordu. Ama aynı aylarda<br />

gerek Töre'de ve gerekse Türk Edebiyatı,<br />

Kültür ve Sanat, Millî Eğitim ve<br />

Kültür ve Erciyes'te tanınmış, yaşlı başlı<br />

imzaların yanıbaşmda yüzlerce genç kabiliyetin<br />

şiirleri, hikâyeleri, yazıları çıkıyordu.<br />

Hatta fazla kabiliyet pırıltısı göstermediği<br />

hâlde yazısı, şiiri yayınlanmış isimler<br />

bile vardı.<br />

Daha o zamanlarda dostum Kallimci'-<br />

nin ateşle oynadığı hükmüne varmıştım.<br />

Aradan çok geçmedi Erciyes Dergisi'nde<br />

İhsan Kurt, «Kallimci'nin söyledikleri ele<br />

alınmalı, dergiler gençlere açılmalıdır»<br />

gibisinden sözler sarf ediyor ve Erciyes'in o<br />

sayısmda bunun yapıldığı beyan ediliyordu...<br />

O ay Erciyes'te çıkan şiirlere dikkat<br />

ettim bizim gençliğimizin şiir seviyesi o<br />

ise üzülmemek elde değildi. Aynı aylarda<br />

Kültür ve Sanat'ta Muhsin İlyas Subaşı<br />

«Bazı amatörleri dergiye bağlamak için<br />

seviyelerine bakmadan şiirlerini yayınlamak<br />

dergilerimizin kalitesini düşürür, bu<br />

işin de bir asgari seviyesi vardır «diyordu.<br />

Bu konuda Sübaşı'na sonuna kadar katılıyordum<br />

ve o yazıdan sonra bu konudaki<br />

yazımı bir müddet erteledim.<br />

Dergi editörlerinin veya yazı heyetlerinin<br />

dergiyi bağlarken karşılaştıkları en<br />

büyük güçlük şudur: Bir döneminde herkes<br />

şair olduğu ve edebî türler içerisinde<br />

kültür birikimi gerektirmeden üstesinden<br />

gelinebilecek tür şiir sanıldığı için herkes<br />

önce şiire yönelir. Sanılır ki şiir sadece<br />

duygu işidir, işçilik gerektirmez, fazla o-<br />

kuma, öğrenme, tecrübe gerektirmez, ilham<br />

perisi başınıza konuverdi mi bülbül<br />

kesilirsiniz... Değil halbu ki... O bakımdan,<br />

her dergiye, her ay yüzlerce şiir gelir.<br />

Çoğunda da aynı ifadeler kullanılır:<br />

«Falan dergiye şiir gönderdim, şiirimi değil<br />

bana nasihat yayınladılar. Siz de bana<br />

nasihat mektubu yazmayın, şiirimi yayın-


layın; şiirlerim yayınlana yayınlana ustalaşacağıma<br />

inanıyorum.»<br />

İşte size dergiciliğin en klâsik problemi.<br />

Okuyucunuzun size olan sevgisi, hürmeti,<br />

o derece sıcak ki gönlünüz posta kutunuza<br />

gelen bütün şiirlerin yayınlanmasını<br />

arzu eder... Ama diğer taraftan binlerce<br />

okuyucumuzun bediî zevkini hem<br />

tatmin etmek, hem de yükseltmek mesuliyeti<br />

editörün veya heyetin omuzlarmdadır.<br />

DOĞUŞ, yazıhanesine uğrayanlar<br />

(posta kutusundan gelen o dost ifadelerle<br />

her gün ben haşır neşir olduğum için)<br />

Ali Akbaş'a birçok şiiri ne kadar ısrarla<br />

yayınlatmaya çalıştığımı onunsa «Okuyucuya<br />

en güzel saygı ifadesi en güzel şiirleri,<br />

hikâyeleri yayınlamaktır, hep en iyiye<br />

oynayalım» sözlerini her zaman ısrarla<br />

tekrarladığına şahit olmuşlardır. Ve tabi<br />

arada bir yaptığımız kaçamaklar dosyalarımızın<br />

kabarmasını önleyemez.<br />

Şimdi gelelim yine dergilerimizin<br />

gençlere açılması konusuna. Aslında meseleyi<br />

bu şekilde va'zetmek doğru değil...<br />

Her heveskânn şiirinin yayınlanması söz<br />

konusu olsa asgari beşyüz sahifelik bir<br />

hacim gerekir ki buna imkân bulunamaz.<br />

Kallimci ve İhsan Kurt'a HERGÜN gazetesinin<br />

her gün bir tam sahif esini «Ülkücü<br />

Şairler» adıyla tahsis etmesine rağmen izdihamı<br />

önleyemediğini söylersem acaba<br />

inanırlar mı.. Hepsi yaymlanamadığma<br />

göre dergi editörü veya heyeti tercihini<br />

kullanacaktır. Bu defa seviye meselesi<br />

söz konusu olacaktır elbette. Bunu yaparken<br />

de gençtir, ihtiyardır kıstası değil<br />

derginin edebî kıstasları kullanılacaktır.<br />

DOĞUŞ Edebiyat'da şiirleri yayınlanan<br />

Ahmet Çiğdem, Cengizhan Orakçı,<br />

Sadi Kocabaş, Cemal Sayan, Sedat Polat,<br />

S. Ağa Baydili, Coşkun Çokyiğit, hikâyeleri<br />

yayınlanan Halime Toros, Nuri Tatlıeşme,<br />

Ethem Baran, Ayşe İnce Y. Asım O-<br />

ğuztöreli kır saçlı ihtiyarlar değil birçoğu<br />

gerçekten de yirmisine henüz basmış veya<br />

yirmi yaşın altında, gencecik fidanlardır..<br />

Bu listeyi beş, on misli kabartabiliriz de...<br />

Bu arkadaşlarımız seviye meselesinin<br />

üstesinden geldiklerine göre diğer yüzlerce<br />

genç arkadaşımız da aynı barajı neden<br />

geçmesinler..<br />

«Dergilerimiz ve gençler» meselesi<br />

aylardan bu yana tartışılırken hiçbir kalem<br />

erbabı çıkıp da «Mesele yanlış va'zediliyor-<br />

Söz konusu olan gençlerin şiirlerini,<br />

yazılarını yayınlamak değil onlara<br />

iyi şiirler, iyi hikâyeler, iyi denemeler<br />

yazdıracak bediî zevki kazandırmaktır»<br />

dememiştir.<br />

İşin aksine dergilerimiz giderek Hergün<br />

Gazetesi'nin şairler sayfası seviyesine<br />

doğru iniş kaydetmektedir.<br />

Bütün bunlardan bahsederken ne kadar<br />

hassas bir zeminde kalem oynattığımın<br />

da farkındayım. Muzip bir kalem çıksa<br />

da «Bak işte, Alper Aksoy gençleri ihmalden<br />

yana» dese bu sözlerini de Bektaşi'nin<br />

«Namaza yaklaşmayın» mantıklı iktibaslar»^<br />

ve desteklese inandırıcı olabilir.<br />

Ama ben samimiyet ve düşünce erbabına<br />

hitab ediyorum.<br />

Peki, yukarıda açıklamaya gayret ettiğim<br />

gerçekler ortadayken «Gençlerimizin<br />

ihmali, dergilerin gençlere açılması»<br />

sözleri ne demek oluyor Son aylarda genç<br />

arkadaşlarımız «Biz hep ihmâl edildik,<br />

biz ağabeylerimizi geçtiğimiz için onlar<br />

yerlerinden korkuyor ve bizlere kapıları<br />

kapatıyorlar, üstadlara hayır, ağabeyler<br />

sultasına son» sözleri ne demek oluyor..<br />

Eğri oturalım, doğru konuşalım... Son<br />

üç yılda olduğu gibi hiçbir zaman gençler<br />

dergilerde, gazetelerde bu derece fazla yeı<br />

almamışlardır. Bu durumu sadece «Ağabeylerin<br />

yer açma» sebebine değil gençliğimizin<br />

gerçekten de kendini yetiştirme,<br />

okuma düşünme, yazma cehdine bağlayanlardanım.<br />

Meşhur sosyoloji kanunudur:<br />

«Bir cemiyette sosyal çalkantılar gelir seviyesinin<br />

düşük olduğu zamanlarda değil<br />

sosyal refahın artmaya başladığı zamanlarda<br />

zuhur eder. Fransız İhtilali'nde olduğu<br />

gibi.»<br />

Anlaşılan o ki kendini yetiştirmiş kabiliyetlerin<br />

yanısıra daha birçok arkada-


şımız da «Bize de yer açm, biz de genciz»<br />

demektedirler. Bana öyle geliyor ki 12 Eylül<br />

öncesinin anarşisi şimdi de kültür hareketlerine<br />

sıçrama temayülündedir. Bu<br />

konuda bütün dergilerimiz okuyucuya o-<br />

lan mesuliyetlerini, idrak edip Bahattin<br />

Karakoç'un tabiri ile «Bir tarafı ihtiyarlar<br />

mezarlığı, bir tarafı, sübyanlar mezarlığı»<br />

durumuna düşmemelidir.<br />

Okuyucu dergilerde yayınlanan her<br />

cümleyi ince elenmiş, sık dokunmuş ön<br />

kabulüyle okuduğu için dergilerin tutturacağı<br />

seviye onların seviyesi olacaktır bir<br />

bakıma. Her konuda olduğu gibi bu konudaki<br />

istisnalar da kaideyi bozmaz. Kitle<br />

olarak kültür hareketimiz Yeni Çağ'ını<br />

yaşarken «Okuyucu böyle istiyor, okuyucunun<br />

istediğini yapacağız» diyerek Orta<br />

Çağ'a gitmek akıl kârı değildir. Buna<br />

prim verenler ne derece büyük bir hatâ işlediklerini<br />

zaman içerisinde anlıyacaklardır.<br />

Ayrıca «Okuyucu böyle istiyor» ifadeleri<br />

de tutarsızdır. Hiç kimse kendi seviyesini<br />

kitleye genellememelidir... Akbaş'ın<br />

ifadesiyle «Okuyucuya en güzel saygı her<br />

şeyin en güzeline oynamaktır.»<br />

Bu sözlerimiz boyunca kendimizi bir<br />

an için «gençler» arasından çıkardığımızın<br />

da farkındayız. Halbu ki bu sözlerin<br />

yazarı daha yolun yarışma, yani daha<br />

otuzbeşine bile gelmemiştir. Söz buraya<br />

gelmişken kendilerine «genciz» diyen arkadaşlarımla<br />

şu «gençlik» kavramı üzerinde<br />

biraz halleşmek istiyorum.<br />

Sahi, «genç» dediğimizde kimi anlıyoruz..<br />

Veya bir kişinin gençliğini, ihtiyarlığını<br />

nasıl ayırdediyoruz.. Şayet «Doğum<br />

tarihiyle ayırdediyoruz» derseniz<br />

nüfus cüzdanına bakılarak gençlik tayininin<br />

ancak askerlik şubelerinde yapıldığım<br />

söylersem ne dersiniz.. Dergiler bir düşünce<br />

talimgahıdır, buralarda gençlik düşüncenin<br />

diriliği, dinamizmi ve derinliğiyle<br />

tayin edilmelidir. Kim Galip Erdem'e<br />

Taha Akyol'a, Cemil Meric'e, "genç değilsiniz"<br />

diyebilir.. Bahattin Karakoç'la hem<br />

kemiyet, hem keyfiyet bakımından şiir<br />

yarıştıracak olanınız varsa beri gelsin..<br />

Taha Akyol gibi, Millet Gazetesi'nde, üç<br />

ayrı sütunda değişik imzalarla ve seviyeyi<br />

hiç düşünmeden her gün üç yazı yetiştireniniz<br />

varsa beri gelsin.. Galip Erdem gibi<br />

hem fıkra yazarlığını, hem avukatlığı,<br />

hem periyodik Mamak ziyaretlerini ve<br />

daha nice sıkıntıları göğüsleyebilecek<br />

zindeliği olan varsa beri gelsin..<br />

Zamanın yüzelli yıl gerisinde kalmış<br />

bazı ellilikler tesbitiniz doğru. Ama öyle<br />

yirmilikler de var ki zamanın ikibinyirmi<br />

yıl gerisinde... Demek gençlik tesbitinde<br />

esas olan fikrin zindeliğidir...<br />

Sizi yaramazlar sizi!.. Kısa bir zamanda<br />

şöhret hevesine düşenleriniz de yek<br />

değil sanki.. Daha üç şür yayınlamadan<br />

koca koca laflar, bir yarısı ordan burdan<br />

aşırma, bir yarısı yalan yanlış cümleler...<br />

Madem ki bu sohbetin kapısını a-<br />

raladık önümüzdeki sayılarda daha farkında<br />

olmadığımız yanlışlarınıza temas<br />

edelim isterseniz. Darılmaca yok tabiî.<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

BEYLER AMAN<br />

HASAN KSYIHflN<br />

«Tek Şef» döneminde bürokrasi<br />

halk münasebetlerinin<br />

romanı.<br />

YAKINDA ÇIKIYOR!..<br />

3


SANATA<br />

DÖNÜŞ<br />

Alâaddin KORKMAZ<br />

İnsanlar için vazgeçilmez sayılan alâka<br />

noktaları vardır: Siyâset, sanat, spor<br />

gibi. Her ne kadar, bu mevzularda temel<br />

tercihler şahsî ise de, cemiyet, bütün<br />

şartlarıyla ferdi kuşattığı için, alâka noktalarının<br />

sıralanmasında kâh biri, kâh diğeri<br />

öne geçer. Varlık sebeplerini -ister<br />

basit, alelade; ister çok yüksek- birtakım<br />

«misyonlara bağlayan insan, meşgalenin<br />

en basitinden en karmaşık felsefî mes'elelere<br />

kadar, bu tercih'inde hayatiyet bulur;<br />

yaşar. Şahsiyetin çerçevelediği âlemin tamamen<br />

yok olması -veya yok olma ihtimâli-<br />

halinde, çeşitli marazı sapmalar; yahut<br />

«hayâta bağlayan nokta»nın koptuğu görülür.<br />

Toprağa ve tabiatte serazat yaşamağa<br />

alışkın bir köylüyü, mâkul bir müddet<br />

hâricinde «büyük şehir» de tutam azsınız.<br />

İlmi hasbiyyet hâline getirmiş bir âlime<br />

siyaset; siyâseti bir Tobasso'lu «Dülsine» o-<br />

larak gören birine profesörlük; meczûbâne<br />

bk* iştiyakla resim yapan birine «Keman<br />

çalmak resimden güzeldir; sen onu<br />

bırak bunu öğren» diyemezsiniz. Deseniz<br />

de dinletemezsiniz.<br />

Bu böyledir; ama, insan oldukça «aç<br />

gözlü» bir mahlûktur. Bu itibarla, birkaç<br />

saha ile aynı anda meşgul olabilenler bulunabildiği<br />

(Hani şu, «on parmağında on<br />

marifet» var» denilenler) gibi; birini «yedek»<br />

leyerek cemiyetin şartlarına göre tercihini<br />

değiştirenler de vardır. İtiraf etmek<br />

lâzımdır ki, bunların arasında, siyâset,<br />

dâima başta gelir. Esâsında, meselâ sanat,<br />

sâdece «estetik»ten ibaret olmadığı için,<br />

«fikir»le; onun da siyâsetle muayyen bir<br />

rabıtası vardır ki, siyâsî kısıtlamaların olduğu<br />

devrelerde, sanat hareketlerinde bir<br />

canlanma, sanat eserlerinde çoğalma dikkati<br />

çeker. Bu durum, akla hemen bir soru<br />

getirir: Sanat, bir kaçış mıdır İlk bakışta,<br />

«Olur mu öyle şey» demek mümkündür;<br />

lâkin, gerçekten de sanat bir «kaçış» tır.<br />

Mücerret mânâsı ile..<br />

Bu fikri biraz açmak icâbediyor. Evvelâ,<br />

bir sanat eserinin, sanatkârın mücerret<br />

ruh ufuklarından ve kendinin de ihtiyarında<br />

olmayan birtakım ilhamlarla<br />

doğduğunu düşünmek gerekir. Birinci hareket<br />

noktası değilse bile, psikanaliz metodlarının<br />

ebedî eserlerin (ve diğer sanat<br />

eserlerinin) değerlendirilmesinde mühim<br />

bir yeri olduğu artık kabul ediliyor. Şuuraltı,<br />

bir «kaçış» değil midir İkinci olarak,<br />

sanat eserinin birtakım mecazlar, rumuzlar,<br />

semboller, abstre şekiller, çizgilerle.,<br />

duygu ve düşünceleri ifâde etme vasıtası<br />

olarak umumiyetle ilk bakışta anlaşılamayan,<br />

daha doğrusu düz ve avâmî ifâde e-<br />

dilmeyen; ardında gizlenilmesi mümkün<br />

olan hâsılalar olduğu düşünülmelidir. Bilhassa<br />

fikrî istiklâl olmayan memleketlerde<br />

şâirin, romancının, hattâ ressamın,<br />

bestekârın, düşüncelerini sembolize etmeğe<br />

çalışmasının ardında bir «kaçış» yok<br />

mudur Ve nihayet sanat eseri, mükemmel<br />

mânâda sanat eseri, dehâ ister. Hangi<br />

dahî, avamm-havasm irfaanı ve lisânı<br />

ile iktifa edebilir<br />

Şüphesiz, bu noktayı nazardan bakıldığında<br />

bütün diğer alâka sahalarında da<br />

aynı «kaçış» ı bulmak mümkündür. Kendisine<br />

biçtiği «misyon» u ifâ edemeyen bir<br />

rûh indifa eder. Tıpkı vasatını bulanın<br />

indifaı gibi.<br />

4


1980 öncesinde «politize olmuş» bir<br />

cemiyet olduğumuz doğrudur. Siyâset,<br />

her yaştan insanımız için adetâ vazgeçilmez,<br />

alelade bir ihtiyaç hâline gelmiş, ilmin,<br />

fikrin ve sanatın müntesip ve meraklısı<br />

«yok» denilecek kadar azalmıştı. Gerçi,<br />

yine şiirler, romanlar, hikayeler yazılıyordu,<br />

yine resimler, besteler yapılıyor,<br />

tiyatrolar oynuyordu, ama, en kaba, en<br />

hantal şekli ile «ideoloji» bezirganlığı yaparak..<br />

Üç-beş istisnası ile, 1970/80 devresinden,<br />

gelecek nesillere kalacak hiçbir<br />

şey yoktur. Olanlar da zâten çok daha evvelki<br />

nesillerin damgasını taşımaktadır.<br />

Şimdi, sanat - <strong>edebiyat</strong> faaliyetlerinde<br />

tedrici olarak görülen canlanmanın artması,<br />

yaygınlaşması, öteden beri şikâyet<br />

edilen «okuyucu» azlığının giderilmesi<br />

mümkün görülmektedir. Üstâd'ı ve mübtedîsi<br />

ile birçok simanın, önümüzdeki yıllarda<br />

yeni yeni güzel eserler vermeleri temennimizdir.<br />

Bilhassa, tozdan dumandan<br />

ferman okunmadığı için, sanatın kıymeti<br />

bilinmediği için, sloganlar her güzelliği<br />

boğduğu için bir kenara çekilmiş olan yazarlar,<br />

şâirlerden ruhları doyurucu eserler<br />

bekliyoruz.<br />

Sanata dönüş. meraklı, kaabiliyetli<br />

genç arakdaşlar için çok yerinde bir karar<br />

olacaktır. Sanat, «iç»ine bakmak demektir.<br />

Bu neslin, bir kere olsun, durup da<br />

kendi iç derinliklerini yokladıklarını sanmıyorum.<br />

Siyâset, «cemaat»i, gittikçe «güruh»<br />

hâline getirme istidadında bir iş olduğu<br />

ve temeli her ne kadar «fikir» olsa<br />

bile, milliyetçi gençlerimiz de ucundan kenarından<br />

«siyâset»le meşgul oldukları için;<br />

onların «özet fikir»lerle, sloganlarla, pratik<br />

gerçeklerle yetişmiş olmaları normal karşılanmalıdır.<br />

«Cephede, vatan müdâfaasında<br />

bulunan bir insandan, filân mısraın<br />

güzelliğini idrâk etmek» tabiî beklenemezdi.<br />

Bu nesil, vatan müdâfaasının kaleleri<br />

idi. Yaşadıkları destanlık çaptaki hâdiselerin<br />

şiiri, hikâyesi, romanı olamaz mı Her<br />

yaz-arm gönlünde «devrinin vicdanı» olmak<br />

yatar. Bunu başarabilmiş olanlar ise<br />

parmakla gösterilecek kadar azdır. Eli kalem<br />

tutan herkesin hedefi bu olmalı ve<br />

bunun gerektirdiği cehdi göstermelidir.<br />

Evet, sanat bir «kaçış»tır; lâkin sanat<br />

eseri, bediî heyecanlarla örülmüş bir tebliğdir.<br />

Mekân ve zamanı aşar; ruhları dalgalandırır;<br />

insanları birbirine bağlar. Şimdi<br />

beklenen, milliyetçi sanatın nazarî meseleleri<br />

üzerine düşünceleri derinleştirmek,<br />

müşterek çıkış noktalarını tesbit etmek;<br />

pişip olgunlaşıp eserler vermektir.<br />

SÜKUTU<br />

BULMAK<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Hüzün davetsiz geldi yine<br />

Gözlerimde zerre kadar uyku yok<br />

Soylu bir aşkın bitişi var önümde<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Yağmur sessizce geldi yine<br />

Uzaklara kaçışın bir faydası yok<br />

Esrarı bilinmeyen şarkılar dilimde<br />

Sükûtu bulmak ne mümkün bu saatte<br />

Mısralar bölük pörçük<br />

Gücüm yetmez şiire<br />

Vakit gece<br />

Ve yıldızlar yine yok<br />

Cemal SAYAN


İnsanın en büyük ve manidar<br />

tekâmülü, çevresini saran<br />

milyarlarca nesnelerden ayrı o-<br />

lan varlığının şuuruyla, hayatı<br />

anlama konusundaki muvaffakiyetiyle<br />

kaim. Ve insan, ilişkide<br />

olduğu cemiyetin hiyerarşik örgülerinden,<br />

esas olan kökleri a-<br />

la ala entellektüel olmanın basamaklarına<br />

erişir. İdeal insan,<br />

millî olan varlık köküyle, cihan<br />

-şümul olan tefekkür dünyasının<br />

cem'inden oluşan «eşref-i<br />

mahlûk»tur.<br />

Genel olarak tatmin olmayan<br />

yaratıklar olduğumuz malum.<br />

Fakat tatmin olmadığımız<br />

şeylerin hüviyetine göre, ya<br />

geçici olanlara sahip olmanın<br />

verdiği hırs içinde birer açgözlü;<br />

ya da öz ve hakikat kabul<br />

ettiğimiz fazilet öğelerine<br />

erişmek İçin çalışıyor isek «mükemmel»<br />

olmamız mümkün.<br />

Kendini aşan, kişiliğini bulmuş<br />

ve şahsiyetleşmenin fevkinde<br />

olanlar ise: —bilgi— mevzuûnun<br />

tatmin olmaz arayıcılarıdır.<br />

Eğer bilgi yolunda, hiç bir<br />

bilginin altında kalmamış, yani<br />

materyallerin analizini hakkıyla<br />

yapıp yeni bilgilere erişen<br />

insanlar da, elbet ki «mutlak<br />

huzur» m için bir karar noktası<br />

arayacaklardır. Eğer bir arayış<br />

seyrinde mücadelesini vermiş,<br />

ilmî platformlarda da çile<br />

çekerek karar noktasına gelmiş<br />

biri varsa; işte o, büyük<br />

insan olmaya hak kazanmış demektir.<br />

Çağımızda haberleşme o-<br />

raçlarmın hızla gelişmiş olması,<br />

bizleri çeşitli gelişmelerin haberdarı<br />

kılmıştır. Artık ilk çağların<br />

yarı tabiî, yarı beşerî desbotizmi<br />

içinde yeralan monolog<br />

hayat geride kalmıştır; Orta<br />

çağların ferde teminat ve itimat<br />

telkin eden çemberleri kuran<br />

klasik müesseseleri de pek yok.<br />

Yaşadığımız zaman: sığ ilişkilerin,<br />

girift müesseselerin ve dikkat<br />

edilmediği takdirde insan<br />

haysiyetini si I i ki eşti ren iktisadî<br />

münasebetleri sergilemektedir.<br />

Ayrıca çağımız, fikrî etüdünü<br />

yapma fırsatını vermeyen,<br />

ideolojik kalıplara girerek doğ-<br />

6<br />

YÜCELİŞİN<br />

BASAMAKLARI<br />

T. Erdoğan ŞAHİN<br />

matik vasıflar kazandırılmış<br />

sistem çeşitleriyle bürülü. Hızlı<br />

bir hayat yaşamaktayız. Düşünen<br />

insan, bu hızla en azından<br />

atbaşı gitmek ve hatta onu<br />

aşmak için olağanüstü bir mücadele<br />

vermek zorunda kalmıştır.<br />

Günümüze kadar tek erdemli<br />

şeymiş gibi söylene söylene<br />

bıkkınlık veren «çağdaşlaşmak»<br />

bile, düşünce dünyalarımızın<br />

pek malay anî dedi-kodusu<br />

oldu. Hele ki, çağın genel<br />

niteliğinde faziletli hususlara<br />

pek raslanmıyorsa; ve çağ, ya-<br />

)ş)ad t ığı faamanm gereğin foife<br />

kavramaktan habersiz bir pintiliğin<br />

içindeyle; niçin •—çpğ-,<br />

daşlık— Eğer bazı zaman kesitlerini<br />

yüceltip, gelecek yüceliğine<br />

siper teşkil ediyorsa;<br />

niçin çağdaş olmak için çırptnalım<br />

Kaldı ki, çağı anlamak<br />

için de onun üstünde durmamız<br />

iktiza eder. O halde hayatımıza<br />

anlam vermek için uğraştığımız<br />

yeni tefekkür sistemlerimizin<br />

bir boyutu da «çağlar<br />

üstü» olmakla sıfatlandırılacak<br />

(2).<br />

Kişinin kararlı bir sisteme,<br />

kararlı bir dünya görüşüne gelişi,<br />

öyle havadan düşer gibi<br />

olmaz. Eğer hasbel - kader bu<br />

vuk'û bulmuşsa bile, değeri<br />

birinci sınıf olmaktan çok geridir.<br />

Her doğru (her hakikat),<br />

kendinden önceki aşılan gerçeklerin<br />

bir neticesidir. Varoluşun<br />

mihenk taşı da, geçmiş<br />

silsife-i hakikat manzumelerinin<br />

bir nüvesi olarak tezahür<br />

eder. Ve insan öyle noktalara<br />

varır ki, bize yeryüzü ebediyeti<br />

kazandırmayan, bir başka —öte<br />

dünya— için anlam ifade ettiremeyen<br />

teferruatlardan arınıp;<br />

saf bilginin mertebesi elde<br />

edilir. Bu mertebede kazanılan<br />

bilgi ise, «gönül adamı»<br />

olmanın temel kilometre taşlarıdır.<br />

Zira bilgiyi bu anlamda o-<br />

şan insanlar da mevcut. Bilhassa<br />

Türk Tefekkür Tarihinde<br />

bu simalar beliğ olarak<br />

kenditerini kabul ettirmişlerdir.<br />

Hülâsa; kişinin kararlı dünya<br />

görüşüne varması için pek<br />

çok sistemleri analiz etmesinin<br />

gerektiğine, bunu yapanların<br />

takdire şayan insanlar olduğuna<br />

değindik. Rcger Garaudy'de<br />

bunlardan biri. Yakın senelerin<br />

ünlü Marksisti. Hatta Türkiye'­<br />

de ilk çevirileri yapılan komünist<br />

literatürdeki eserler içinde<br />

onunkiler de var. Müslüman<br />

olduğunu duyduğumuzda, aklıma<br />

gelen bir mevzuu için, önce<br />

ki yıllarında yazdığı «Sosyalizm<br />

ve Ahlâk» (3) adlı eserine<br />

tekrar baktım. Eserde gözüme<br />

ilişen bir paragraf şuydu:<br />

—«Bilimlerin bize öğrettiklerinden,<br />

daha ilk adımda ve<br />

keyfî bir şekilde soyutlamalar<br />

yapmaya kalkışmazsak, ken-


Ği varlığımızın içinde evrenin<br />

tüm jb/V 1 görüntüsünü buluru.<br />

İnsanoğlu öz varlığının kaynaklarını<br />

bütünsel (total) dünyada<br />

aramak zorundadır.<br />

«... İnsanoğlu, daha doğuşundan<br />

beri, bütün varlıkları i-<br />

cinde taşımaktadır; bu varlıklara<br />

binlerce görünen ve görünmeyen,<br />

dolaylı ve dolaysız<br />

ilintilerle bağlıdır. Ama bu ilintiler<br />

her zaman birer canlı ilinti<br />

olarak kalmışlardır» (4).<br />

Yukarıdaki paragrafın yanına,<br />

şahsî kılışfcanJığımız olduğu<br />

için, «Bütün veçheleri<br />

felâm'cfa baliğ olarak ortaya<br />

konan Vahdet-i vücûd- hadisesine<br />

yaklaşmıştık...» meyanında<br />

bir not iliştirmişiz. Tabii bu,<br />

o yıllardaki düşünce seviyemizin<br />

bir ürünü ve yapılan benzetmenin<br />

doğruluk derecesi tartışılabilir.<br />

Yalnız, şuna bir daha e-<br />

min oldum ki: kişi, mutlak karar<br />

sistemine doğru gidecek bir yetenekte<br />

ve bu uğurda fikrî gelişme<br />

gösterebiliyorsa; henüz<br />

müşerref olmadığı sistemlerin<br />

bazı noktalarına evvelden de<br />

mâlik olabilir. Ve benim —dünkü—<br />

Garaudy'e de olan saygım<br />

bu hususlardan ileri gelmektedir.<br />

Garaudy dışında yine pek<br />

çok düşünürle hemfikir olduğumuz<br />

yığınlarca noktalar var.<br />

Hatta bizzat kıyasıya mücadele<br />

ettiğimiz ideolojik akımların fikrî<br />

öncülerinin dahi takdir edildikleri<br />

yönleri mevcut. Bu, yeryüzünde<br />

ilgilendiğimiz hadiseleri<br />

analiz ederken; zamanın akışına<br />

kapılmaksızın, mevzuları<br />

bütün cepheleriyle tartmakla<br />

elde edilebilmektedir. Saygıdeğer<br />

merhum Erol Güngör hoca-<br />

Imızın da hulasaten dedikleri<br />

gibi: «İnsanın, insan olarak sahip<br />

olduğu ortak özelliklerinin<br />

sebebiyle, çeşitli zaman ve çeşitli<br />

yerlerde aynı doğrulara<br />

varması mümkündür.» (5). Ve<br />

her halükârda kişinin kendini<br />

bilmesi, varlığının şuurunda olması<br />

yegâne esastır ki, bunu<br />

Yunus Emre asırlar evvelinden<br />

en güzel bir biçimde ifade etmiştir.<br />

ANSIZIN<br />

iBirgün ansızın sönebilir yıldızlar 'Gemiler dönmeyebilir<br />

limanlara. Çocuk oyuncakları en güzel<br />

yerlerinden kırılabilir. Gözlerimiz görmeden gerçeği<br />

tüm kapılar ansızın kitlenir. Yazık.<br />

Boşuna değil bu ırmakların böyle akması,<br />

Bu taşlar boşuna yosun tutmamış.<br />

Uzat ellerini ve düşün,<br />

İstersen en alımlı aynalara bak,<br />

Aynadaki sen sen misin<br />

Nedir gecelerin getirdiği yağmurlu akşamlarda<br />

Duyuyor musun arıların kanat sesini<br />

Uzat ellerini - yüreğini sevgi doldur,<br />

En güzel geleceğe beze içini<br />

Ansızın çökebilir dayandığın duvar.<br />

Birgün ansızın yeryüzü susabilir .Azığın tezden<br />

hazırlansın. En soylu göçlere katıl. Çiçekler açmayabilir.<br />

Ortada yalnız kalırsın. Yunus'un, Mevlâna'nın<br />

çorbasından tad. Yoksa yazık olur. Yüreğine<br />

küskün bakar ellerin. Yazık.<br />

Kıvrım kıvrım su gibi akmak gerçeğe doğru,<br />

Süzülmek kartal gibi, bilmek anlamak üzre...<br />

Bu handa tek değilsin, tek sen değilsin yolcu,<br />

İstersen taşa eğil - istersen buluta gül,<br />

Bir acılı kervan ki gider de dönüşü yok,<br />

Kapanan kapılan sayamazsın kaçıncı...<br />

Çık en yüce dağlara - orada en cücesin,<br />

Buluttaki sır nedir - gülde şafak kokusu<br />

Suda yüzen ay mıdır, yoksa çocuk gülüşü,<br />

Nedendir tırmanışı karıncanın çınara<br />

Uzan ki sonsuzluğa orda var, orda yoksun...<br />

Ertuğrul Karakoç


ESKIHIŞ<br />

MOBİLYALAR<br />

Dr. Necdet BİNGÖL<br />

Eskimiş mobilyalar bana neden hüzün<br />

verir bilmem Bir kenara atılmış, pamukları,<br />

yayları çıkmış, kirlenmiş, şurasından<br />

burasından yırtılmış, yıllarca bize hizmet<br />

etmiş yaşlı koltuklar, kanapeler bana hep,<br />

bakacak kimsesi olmayan, kendi hallerine<br />

terk edilmiş, muhtaç yaşlıları hatırlatır,<br />

onlar gibi hüzün verir bana, onlar gibi<br />

içimi acıyla doldurur. Belki de daha düne<br />

kadar baş köşede bir yer işgal ediyorlardı.<br />

Kim bilir o koltuğa keyifle yerleşip,<br />

başınızı arkalığına yaslayıp hayal âlemlerine<br />

ne zevkli, ne uzun yolculuklar yapmışsınızdır<br />

Belki de işinizden eve yorgun,<br />

bezgin döndüğünüz zamanlarda sizi<br />

rahata, sükûna ve huzura kavuşturan bu<br />

mobilyalardı. Sizi şefkatle saran, kucaklayan,<br />

sizi samimiyeti içine alan o koltuk,<br />

bilir miydi ki bir gün gözden düşmüş ve<br />

tükenmiş bir kenara atılıverecektir Halbuki<br />

onlar, bu dost mobilyalar, vaktiyle<br />

\ hayatımızda mühim bir yer almışlardı, a-<br />

cı, tatlı hâtıraları onlarla beraber yaşamıştık.<br />

Onlar da tıpkı kitaplar gibi bizim<br />

yakın, samimi, konuşmadan dinleyen,<br />

dertlerimize çare arayıp bulan, şikâyetlerimize<br />

sessiz bir anlayışla ortak olan, bizimle<br />

beraber yaşlanıp ihtiyarlayan dostlarımızdı.<br />

Şimdi yer yer kumaşları yıpranmış,<br />

hattâ yırtılmış, parçalanmış, renkleri soluk<br />

bu eski dostlar üzgün, bıkkın, sanki<br />

hayata küsmüş, bir köşeciğe sığınmışlar,<br />

akıbetlerinin ne olacağını kesdiremeden,<br />

kararsız, tedirgin. Artık işe yaramadıkları<br />

için yahut yerlerine yenileri geldiği için<br />

bir yerlere atılıp, olmazsa elden, daha fenası<br />

gönülden çıkarılarak acıklı sonlarına<br />

terk edileceklerdir. İnsanlar neden bu derece<br />

vefasız Kaldı ki insan hayatı ile bu<br />

eskimiş mobilyalar arasında tam bir benzerlik<br />

ve yakınlık vardır. Bu mobilyaların<br />

yeni alındıkları zamanı bir düşünün! Tıpkı<br />

dünyaya ilk adımını atan bir çocuk gibi<br />

bizim sevgimizle, alâkamızla, ihtimamlarımızla<br />

bakılmışlardır, âdeta üzerlerine titremişizdir.<br />

Her an onlarla birlikte olmayı<br />

en önde gelen vazifelerimizden bilimsizdir.<br />

Aradan aylar, yıllar geçince, yavaş<br />

yavaş onlara daha fazla alışmış, onlardan<br />

ayrı yaşayamaz olmuşuzdur. Ne yazık ki<br />

sonunda zaman hükmünü icra etmiş, sevgimiz,<br />

yakınlığımız, ne hazindir, başka<br />

yönlere çevrilmiş, onlar bizden, daha da<br />

acıklısı biz onlardan, farkında olmasak<br />

da, bir gün bakmışız ki uzaklaşmaya başlamışız<br />

bile. Onlar gündelik hayatımızın,<br />

artık üzerinde durup düşünmediğimiz, ilgilenmediğimiz<br />

birer parçası olmuşlardır;<br />

bu da bize o kadar tabii gelmiştir. Demek<br />

ki insan ömrü gibi mobilyaların da bir<br />

8


ömrü var; acımasız kader onları da dilediği<br />

gibi, dilediği şekle sokacak. Theophile<br />

Gautier'nin «Romantizm'in Tarihi» adlı<br />

kitabının «Victor Hugo'nun Mobilyalarının<br />

Satılışı» başlıklı kısmında: «. .Bütün<br />

bu evi ev eden, görmeye alıştığımız küçük<br />

şeyler, bir arada bulunuşun kendilerine<br />

verdiği anlamdan uzak, rüzgârda savrulan<br />

yaprak misâli her biri bir tarafa gidecek<br />

ve bundan sonra da silinmiş hâtıralar,<br />

ne ifade ettiği anlaşılmayacak yazılar<br />

halinde başka bir hayata başlayacak.<br />

Şüphesiz ki bu, hüzünlü hâtıralar ve acı<br />

düşüncelerle dolu, insanı üzen bir manzara!»<br />

sözleriyle bu duygumuz ne güzel an-<br />

latılıyor-<br />

Biz insanlar durmadan değişen, ama<br />

etrafındaki şeylerin de durmadan değişmesinden<br />

yakman yaratıklar olarak kendi<br />

bencilliğimiz içinde her şeyi unutuveriyoruz.<br />

J.J. Rousseau'nun söyleyişiyle: «Yer<br />

yüzünde her şey devamlı bir akış halindedir.<br />

Hiç bir şey kararlı ve kesin bir seki i<br />

muhafaza edemiyor ve dışımızdaki şeylere<br />

karşı duyduğumuz sevgiler de, ister istemez,<br />

onlar gibi gelip geçiyor, değişiyor.»<br />

Biz insanlar da, böylece, bize benzeyen,<br />

sevdiğimiz, alıştığımız bu mobilyalardan<br />

yüz çeviriyor ve «unutmak güzel şeydir ><br />

diyerek aklımızdan, kalbimizden siliveriyoruz,<br />

hem de kolayca. Mobilyalara karşı<br />

böyle davranırız da, bir birimize karşı tutumlarımız<br />

sanki farklı mı Uğruna «ebedilik»<br />

yeminleri edilmiş nice sevgiler ve<br />

sevgililer vardır da kısa bir müddet içinde<br />

arkasında bir ümit ışığı hattâ titrek bir parıltı<br />

bile bırakmadan sönüp tükenmiştir.<br />

Dünya şiirinde, romanında vefasızların<br />

geçit resmini seyretmek her zaman mümkündür.<br />

Dünya <strong>edebiyat</strong>ları insanı ve ce<br />

miyeti tasvir ve tahlil eden, soran, araştıran,<br />

çare arayan, hassas, menfaatten a-<br />

rmmış, iyi kalbli görünüşlerine rağmen bir<br />

mânâda «vefasızlık» repertuvarlarıdır. A-<br />

ma ne kadar çabuk unutursak unutalım,<br />

ne kadar vefasız olursak olalım, gene de<br />

Fransız romancı Claude Aveline'in dediği<br />

gibi: «Sevdiğimiz kimsenin yokluğu, arkasında<br />

unutma dediğimiz yavaş yavaş tesir<br />

eden bir zehir bırakır.»<br />

Bilmem fikrime katılır mısınız Galiba<br />

yaşlandıkça kendimize güvenimiz azalıyor,<br />

kendimizi değersiz buluyor, kendimizi<br />

bile unutmak istiyoruz; bizimle beraber<br />

sevdiğimiz şeyler de bu acıklı sondan<br />

kurtulamıyor. O eski biz ve o eski mobilyalar<br />

hafızamızda artık birer silik gölge,<br />

birer hayal! Biliyoruz ki mobilyalar gibi<br />

bizler de, gün gelecek, bir kenara atılıp<br />

unutulacağız, öyle yorgun, öyle bitkin ve<br />

harap! Ne yaparsınız, her güzelliğin yok<br />

oluşu, evet, her şeyin bir sabahı, bir de<br />

akşamı var. Bursalı şâir Cenani'niıı söyleyişiyle:<br />

«Dehr içinde hangi gün gördük<br />

ki akşam olmaya.» Aslında akşamın olacağını,<br />

o kaçınılmaz son saatin geleceğini<br />

hepimiz biliriz. Ama gene de gelip geçici<br />

şeylerle avunuruz, kendi kendimizi aldatıp<br />

zihnimizi başka şeylerle meşgul etmeye<br />

çalışırız. İsterseniz buna herkese ve<br />

her şeye rağmen yaşamada direnmek iradesi<br />

diyelim. Bizim de sözlerimiz, insan ile<br />

eşya arasındaki samimi yakınlığı kalbe<br />

işleyen bir hüzünle dile getiren Ahmet<br />

Kutsi Tecer'in mısrâlarryle son bulsun!<br />

Kapımı bir kaç gün için açık tut,<br />

Eşyam baka kalsın diye arkamdan.<br />

Sen de eller gibi adımı unut.<br />

Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut,<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

Dilâver Cebeci<br />

(Mensûreler)<br />

YAKINDA ÇIKIYOR<br />

9


ROMAN TAHLİLLERİ : 1<br />

NUR BABA ROMANI ÜZERİNE<br />

Doç. Dr. Şerif AKTAŞ<br />

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ikinci romanı<br />

olan Nur Baba 1921 yılında Akşam Gazetesinde<br />

tefrika edilir, 1922 de de kitap hâlinde yayınlanır.<br />

Dokuz bölüm ve üç bölümlük bir zeylden<br />

müteşekkil eserde aşk teması işlenmektedir. Türk<br />

ve dünya <strong>edebiyat</strong>ında üzerinde çok durulan bu<br />

temanın eser boyunca okuyucunun dikkatini cıyakta<br />

tutması, merakını tahrik etmesi, temanın<br />

kendisinden ziyâde, şahıs kadrosunu teşkil eden<br />

fertlerin hususiyetlerinden ve onların temsil ettikleri<br />

içtimaî muhitlerden kaynaklanmaktadır.<br />

Romanda merkezî mekân olarak karşımıza<br />

çrkan Bektaşi tekkesi, esere içtimaî bir hüviyet<br />

kazandırdığı gibi hiç bir sınır tanımayan cinsten<br />

bir aşkın tezahürü için zemin de hazırlar. Tekkeleri,<br />

aşkın kendisine has sarhoşluğu ile vücut<br />

verdiği rûh hâli içinde kalp yoluyla hakikate<br />

varmak isteyen insanların devam ettiği yerler o-<br />

larak düşündüğümüzde; Nur Baba Romanı, dünya<br />

<strong>edebiyat</strong>ında aşk temasını ele alan eserler a-<br />

rasında, mahallî bir hüviyet kaza mır. Tekkelerde<br />

sürdürülen hayat tarzı ne kadar bozulursa bozulsun,<br />

aslından ne kadar ayrılırsa ayrılsın, duyuş<br />

tarzında bîr ananeyi devam ettirmektedir. Alâka<br />

duyulan obje-varlıkta, ferdiyetin eridiği yerlerdir.<br />

Bu bakımdan Nur Baba romanında konu edilen<br />

cinsten bir aşkın, tekke çevresinde insanları birleştirmesi<br />

manidardır. Adı geçen eserle alâkalı<br />

bir !çok yazı, Yakup Kadri'nin bu romanında sosyal<br />

hiciv izleri aramaktadır. Ancak unutmamak<br />

gerekir ki bu eser, bir sosyoloji kitabı değil bir<br />

romandır. Nur Baba da kendisine layık bir takım<br />

insanları cezbederek çevresinde toplayan<br />

bir şeyhtir. Belki hakiki manada bir tekkede mürşit<br />

etrafındaki insanlara yüce bir aşkın maddî<br />

varlığı eriten hazzını tattırır. Nur Baba tekkesinde<br />

bu üstün his hâli, yerini beşerî bir duyguya<br />

bırakır. Bu farklılık dikkate alınarak cemiyetimizdeki<br />

değişme üzerinde durulabilir. Ancak bu, e-<br />

debiyattan ziyâde sosyolojinin teferruatlı olarak<br />

ele alacağı, yorumlayabileceği bir meseledir. Romanın<br />

böyle üir sosyal muhteva üzerine kurulması,<br />

okuyucuda gerçeklik duygusu uyandırması<br />

bakımından ehemmiyetlidir. Türk insanının idrâk<br />

ettiği değişmeyi dikkatlere sunmak isteyen araştırıcı<br />

da, ilâhî olandan beşerîye geçişi dikkate<br />

almak zorundadır. Bu noktada roman, değişen<br />

bir nizâmın cüzzünü ifade eden eser olarak ele<br />

alınmalıdır. Değişen tekke değil bir cemiyettir,<br />

aşk gökten yere inmiştir, beşerileşmiştir. Bu<br />

konuda iyi-kötü, güzel-çirkin diye hüküm vermek<br />

önceden yapılmış tercihlere bağlıdır .Zaman hükmünü<br />

icra etmiştir. Öyleyse muhteva itibariyle<br />

Nur Baba adlin roman, bizde var olan bir duyuş<br />

tarzını değişen şartlar içerisinde yeniden ele alan<br />

bir eserdir. Yalnız TürkJİslâm kültürünün değil<br />

Erenlerin Bağı yazarının gençlik yıllarında yokladığı<br />

Akdeniz medeniyetine ait bazı unsurların da<br />

zamanın örsünde yeniden şekil kazandığı, beşerî<br />

bir hüviyete büründüğü bir kitap olarak okunmalıdır.<br />

Adı geçen esere muhteva bakımcından<br />

yaklaşmak isteyenler, bu hususları gözden uzak<br />

tutamazlar. Onda belirü bir devre ait sosyal tenkit<br />

arayanlar, eserin tahlilini değil bir devre ait şahsî<br />

fikirlerini yazmak zorunda kalırlar.<br />

Biz bu yazıda, Nur Baba romanına daha değişik<br />

tarzda bakmak istiyoruz.<br />

Bu roman belirli bir devirde istanbul'da bulunan<br />

ikisi asıl biri yardımcı olmak üzere üç mekânın<br />

çatışmasını nakleden bir eserdir. Şahıs<br />

kadrosunu teşkil eden fertlerde, bu mahaller esas<br />

alınarak gruplandırılabilir. Önce söz konuşu mahallerden<br />

ilki ve en ehemmiyetlisi üzerinde duralım<br />

:<br />

10


Bu, romanın başında «synchronique» (eş -<br />

zamanlı) biı tablo hâlinde şu cümlelerle tanıtılan<br />

Nur Baba tekkesidir.<br />

«— Dem bitti mi Dem bitti mi<br />

— Erenler başı için bize dem verin, dem<br />

verin!..<br />

— Kerbelâda susuz kalanlar aşkı için...<br />

— Soframız çöî gibi kuruyup kaldı, bir katresi<br />

cana can katacak...<br />

— Yanlış söyledin, cananı cana bağlayacak.<br />

— İkisi birden... Zaten can demek canan demektir...<br />

— Seni afacan seni!...<br />

— Hah, hah, hah...<br />

— Saki ocağına düştük ne yaparsan yap, imdada<br />

gel...<br />

— Kendisi muhtacı himmet bir dede...<br />

— Peki... Öyle ise emrediyorum sana: Dem<br />

ol!<br />

— Oldum...<br />

— Şişeye gir...<br />

— Yok, bak onu yapamam, başka yere girmek<br />

dilerim.<br />

— Ağzıma gir...<br />

— İstemem, ezerler...<br />

— Kalbime gir...<br />

— Ne mazhariyet, Allah verince böyle verir.»<br />

(31-32)<br />

Bu ses manzarası tavır, haraket ve kıyafetle<br />

zenginleştirildiğinde, Nur Baba dergâhının hususiyetlerini<br />

aksettiren bir tablo olarak düşünülebilir.<br />

Ancak bu tabloyu tamamlamak için romandan<br />

birkaç sahife daha okumak gerekir: iBu «meclisin<br />

intizamsızlığından mütehassıi küskün bir<br />

hiddet idinde sâkit duran Celi I© Bacı ağır bir tavırla<br />

herkesi sükûta davet etmek lüzumunu, hissetti.<br />

— Çocuklar, dedi, vallahi ne dediğinizi, ne<br />

yaptığınızı bilmiyorsunuz. Bu kadar demlilik elverir;<br />

sekiz saattir mütemadiyen içtik. Nerede<br />

ise şafak sökecek. Bakınız camlar ağarmağa başladı.»<br />

(33)<br />

Herkesin muhabbete devam etmek istediği<br />

bu meclisin en nüfuzlu adamı «Yarı öfkeli,<br />

yarı sarhoş bir tebessümle» konuşmakta olduğu<br />

bu hanım ile «kozu»nu paylaşamadığını ifâde<br />

ederek bu meclisin devamını ister. Bu mecliste<br />

aklın temsilcisi durumunda olan Celile Hanım'ın<br />

şu cümleleri dergâhın hâlini açıkça ifâde eder.<br />

«Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhabbet<br />

nerede gördünüz Baba kendinden geçmiş evlâtlar<br />

her istediğini yapar, Rapt yok, zapt yok,<br />

lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye<br />

varır böyle» (35)<br />

Böylece tanıtılan dergâhda, düzensizliğin<br />

hâkim olduğu, daha yerinde bir ifâdeyle, düzenin<br />

insiyakların emrine terkedildiği ve her şeyin sonuna<br />

kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu mahallin<br />

bariz vasfı ölçüsüzlüktür. Söz konusu ölçüsüzlük,<br />

tekke müdavimlerine insiyaklar fistikametinde<br />

haraket etme imkânı sağlamasıyla onları<br />

bir arada tutan hususların başında gelir.<br />

Bu noktada, belirtmek gerekir ki, ümmet<br />

devrinde tekkelerin kendisin© göre bir nizâmı<br />

vardır. Ferdî temayüllere hürriyet hakkıı tanıyan<br />

hoşgörü, Nur Baba tekkesinde ölçüsüzlük hâline<br />

dönüşmüştür. Olması icâb eden ile mevcut olan<br />

arasındaki farklılık, ayrı bir inceleme konusudur.<br />

Ancak bu farklılığın esere şekil kazandıran<br />

bir unsur olduğunu belirtmek zarureti vardır.<br />

Nur Babc; adlı eserde —zamanın sınırları içinde<br />

kalarak— olması icâbeden ile mevcut olan<br />

arasında bir çatışmanın varlığından söz edilebilir.<br />

Tekkeler, gönlün ikliminde ferdin terbiye edildiği<br />

yerlerdir.<br />

Kendilerine göre has adâb ve erkân vardır.<br />

Bu adâb ve erkân zaman İçinde husûsî bir dile<br />

de sahip olmuştur. Nur Baba tekkesinde hoş görü,<br />

değişik bir yorumla, ölçüsüzlüğe dönüşmüş,<br />

adâb ve erkândan da artık gerçek karşılığı mevcut<br />

olmayan dil kalmıştır. Böylece tekke dili, ölçüsüzlüğü<br />

örten bir hüviyet kazanmıştır.<br />

Böyle bir izahtan sonra, mekân olarak Nur<br />

Baba tekkesine ait hususiyetleri şöylece şemalaştırmak<br />

mümkündür.<br />

Gerçek tekke<br />

(Olması gereken)<br />

— Hoş görü<br />

— Duygularını<br />

ilâhi bir kavrama<br />

yönelerek asilleştiren<br />

insanlar<br />

— Çile yeri<br />

—- Feragat ve fedâkârlık<br />

— Tekke adat ve erkânı<br />

II<br />

Nur Baba tekkesi<br />

(Mevcut olan)<br />

— Ölçüsüzlük<br />

— İhtiraslarını dünya<br />

nimetleri ile tatmine<br />

çalışan insanlar<br />

— Eğlence yeri<br />

— Şahsi menfaat<br />

— Tekke adap ve erkânına<br />

ait lügat.<br />

Roman okuyucusu, I. sütunda bulunan hususları<br />

bilen bir insan olarak Nur Baba adlı kitabı<br />

okumakta, normdan ayrılan yerlerde, eserden<br />

hareketle muhayyilesinde yeni bir tekke yaratmaktadır.<br />

Bu durum, okuyucunun, eserde anlatılanları<br />

sosyal muhteva üzerine yerleştirmesine<br />

imkân vererek hikâyelerin takip edilmesine<br />

yardım eder.<br />

Romandaki haliyle Nur Baba tekkesi, ölçüsüzlüğün,<br />

dünyevî unsurlara bağlılığı, şahsî menfaat<br />

endişelerinin tekke adap ve erkânına ait<br />

lügat altında gizlendiği yerdir. Yakup Kadri'nin<br />

eserinde, Nur Baba tekkesi ile ilgili satırlar,<br />

farklı şekillerde de olsa, bu mahallîn saydrğımız<br />

hususiyetlerini ifâdeyle vazifelidirler.<br />

Bu romanda üzerinde durulacak ikinci mekân<br />

Madrit sefiri Eşref Paşa'nın, Nişantaşında<br />

bulunan «bir sefarethaneden daha resmî ve da-


ha muntazam konağı»dır (178). «Burada yaşayanların<br />

sözleri biçilmiş, sesleri ölçülmüş, vaziyetleri<br />

tavırları aynalar karşısında son kararını<br />

almıştır, kımıldanışları dakika ve saatlerin yürüyüşüne<br />

bağlıdır. (178) Romanda; bu nokta, hangi<br />

saatte nasıl bir kıyafete girmek lazım geldiği,<br />

hangi söze nasıl bir tavırla cevap vermek icâp<br />

ettiği, sokağa belirli vakitlerde çıkılıp belirli vakitlerde<br />

eve dönüldüğü ve benzeri hususlarda<br />

karşı konulması güç bir ananenin hüküm sürdüğü<br />

belirtilmektedir.<br />

Görülüyor ki romamın kadın kahramanı Nigâr'ın<br />

içinde yaşamak zorunda kaldıığı çevrede,<br />

düzen ve ölçü fikrinin sistemleştirdiği hayat ihtirasları,<br />

insiyakları sınırlar. Ölçüsüzlüğün mekânı<br />

tekke ile bu konak arasında sürdürülen hayat<br />

tarzı bakımından tam bir zıddiyet vardır. Romandaki<br />

haliyle tekkeyi insiyakların emrinde hara<br />

ket edilen ölçüsüzlüğün mekânı olarak ikaaûl<br />

edersek bu konağı cemiyet hayatının koyduğu<br />

nizamların hüküm sürdüğü bir yer olarak ele almak<br />

gerekir. Bunlardan 'birincisinde his, ikincisinde<br />

de akıl hâkirn unsurdur Öyleyse 'komak-tekke<br />

karşılaşmasını şöylece şemalaştırmak mümkündür.<br />

Tekke<br />

Konak<br />

— Ölçüsüzlük — Ölçü<br />

— Ferdi ihtisas (Fer— Sistemieşmiş<br />

di) ve insiyak {Beşeri)<br />

cemiyet hayatı<br />

— his — akıl<br />

Yukarıdaki şemadan haraketle Nur Baba romanı,<br />

ölçüsüzlük ile ölçünün, ferdî olanla beşeri<br />

olanın, his ile aklın 'çatışması ele alan bir e-<br />

serdir. (Bu kanaatimizi Macid'im Nigârâ karşı<br />

duyduğu, alâka ile ilgili satırlar daha da kuvvetlendirmektedir.)<br />

Ancak böyle bir çatışmamın zumum, için birinci<br />

ve ikinci grupta bulunan unsurların karşı<br />

karşıya gelmeleri gerekir. İşte üzerinde duracağımız<br />

üçüncü mekân bu vazifeyi yüklenmiştir.<br />

Nur Baba romanında burası, şu cümlelerle tanıtılıyor:<br />

«Bugün, altmışını geçmiş İstanbullularca<br />

müteveffanın ismine izafeten Safa Âbad tesmiye<br />

edilen Kanlıca koyundaki büyük ve sermişini!<br />

yalı bir zamaniar Boğaziçi'nin en dilfirip<br />

bir cazibe merkeziydi. Bu muhteşem, yalının bütün<br />

yaz mevsimi her gece sabahlara kadar açık<br />

ve aydınlık duran pencerelerinden tâ karşı sahillere<br />

kadar bitmez tükenmez kahkahalar, bitmez<br />

tükenmez saz sesleri, revmâki hiç sönmeyen uzun<br />

«hey hey» sodaları dökülürdü. Hele koy bir şehrâyinde<br />

gibi kamilen nur ve ahenkle mümteli kalırdı.»<br />

(53-54) Romanda, Abdülaziz devrinde Safa<br />

Efendi'nin yalısının «herkese bilhassa güzel<br />

seslilere, güzel sözlülere daima oçık» olduğu belirtiliyor,<br />

Kanlıca koyundaki «Safa Âbad'in, (Boğaziçi'nde<br />

bir cazibe merkezi durumunda bulunduğu<br />

ifâde ediliyor. Bu yalı, çevresinde söz, ses<br />

ve latif manzaralar, incelmiş bir zevkin hazırladığı<br />

muhit İçinde kaynağını gönülden alan çeşitli<br />

hayat tezahürlerine sahne oluyor. Safa Efendi<br />

ve onu takiben kızı Ziba Hanlım bu yalıyı sözü<br />

edilen hayat tezahürlerinin merkezi, daha değişik<br />

bir ifâdeyle kaynağını gönülden alan ve incelmiş<br />

bir zevkle süslenmiş davranışların mekânı<br />

hâline getiriyor. Ktsacae» bu yalıda akıl değil gönül<br />

hâkimdir. Aklın koyduğu kaideler değil güzel<br />

olan her unsuru etrafımda görmekten zevk alan<br />

gönlün coşkunlukları bu yalı ve çevresini idare<br />

eder.<br />

Böyle bir izahtan sonra, üç mekâna ait vasıfları<br />

semâ halinde birli'kte görelim :<br />

Tekke Yalı Konak<br />

— Ölçüsüzlük — Coşkunluk — Ölçü<br />

— Ferdi ihtisas — Güzel olanı — Sistemleşve<br />

sevme miş Cemiyet<br />

insiyak<br />

(Beşeri) ha-<br />

(ferdi) — Zevk ve yat*<br />

— his gönül — Akıl<br />

Denilebilir ki Nur Baba'da, zevk ve gönlün<br />

mekânu yalımın hazırladığı şartlar içerisinde, incelmiş<br />

zevkin kontrolünden çıkmış hissin mekânı<br />

tekke ile aklın mekânı olan konağın mücadelesi<br />

nakledilmektedir. Kısacası bu roman, zevkte sonsuzluk<br />

isteyen gönlün tahriki neticesi tabiatındaki<br />

ölçüsüzlükle aklı bir ahtapot gibi saran ve<br />

perişan eden, coşkum daigalanışları arasımda onu<br />

güçsüz düşüren, kendisinden geçiren his ile aklın<br />

mücâdelesini hikâye eder. Yukarıdaki semâdan<br />

haraketle, Nur Baba romanını, ölçü ile ölçüsüzlüğün<br />

karşı karşıya geldiği bir eser olarak<br />

ele almak da mümkündür. Ancak aklın hâkim<br />

olduğu konak çevresinde, hayat tezahürlerinin<br />

cemiyete ait normlarla tanzim edildiği; tekkede<br />

ise ferdî hislerin herşeye hâkim olduğunu dikkate<br />

alarak Nur Bafra'nın ferdî olanla, onları<br />

kontrol altımda tutan cemi yete ait nazımların<br />

çatışmasını konu alan tir roman olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Eserde, anlatma problemi çevresinde ele<br />

alınabilecek hususlar dışında kalan mekân, şahıs<br />

kadrosu ve zamanla ilgili herşey bu çatışmaya<br />

hizmet eder; onların varlık sebebi ölçü-ölçüsüzlük,<br />

beşerî-ferdi merhalelerinden geçerek akıl-his<br />

mücâdelesini dikkatlere sunmakta dır.<br />

Mekân tasvirleri, psikolojik tahliller, esere<br />

vücut veren olay zincirleri yalnız başlarına alındıklarında<br />

elbette bir manaları vardır. Ancak bütün<br />

bunlar, akıl-his ikilisinin belirli muhitlerde<br />

bazı mizaçlar aracılığıyla tezahürüne hizmet eden<br />

veya onları ifâde eden işaret ve söz yığınımdan<br />

başka bir şey değildir.<br />

Bu romanı, şahıs kadrosunu esas alarak<br />

tahlile gayret sarfettiğimizde aynı neticeyi elde<br />

ederiz: Nur Baba ve tekke müdavimleri ölçüsüz-


lüğü, Madrid Sefiri Eşref Paşa'ran bir nevi temsilcisi<br />

olan Macit ölçüyü, Ziba Hanım gönül coşkunluğunu<br />

temsil ederler. Aklın hakimiyetindeki<br />

öfçü eline düşmüş Nigar, Ziba Hanım aracılığıyla<br />

Macid dairesinden Nur (Baba çevresine geçer.<br />

Yukarıdaki dikkatlerimizi şahıs kadrosunu<br />

esas alarak tekrar etmek istemiyoruz.<br />

Eşref Paşa'nın Madrid'de bulunduğu, yani<br />

Nigâr üzerinde aklın kontrolünün son derece<br />

azaldığı zamanda, genç kadının hissin hücumuna<br />

maruz 'kaldığmı; onun bu, yıllor Kani icada'ki<br />

yalıda oturduğunu hatırlatalım.<br />

Bu hâdise, Ni'gârtn dedesi Safa Efendi'den<br />

tevarüs ettiği zevke düşkünlüğü hatırlattığı gibi<br />

sözü edilen yalının, tekkenin hücumlarına aklın<br />

hâkimiyeti altındaki konaktan daha ziyâde müsait<br />

olduğunu da düşündürür.<br />

Nur (Baba adlı romanda varlığını dikkatlere<br />

sunmaya çalıştığımız mücâdele alegorik olarak<br />

his-akıi adlı iki kahraman arasında cereyan etseydi<br />

acaba eser değerinden ne kaybederdi.<br />

Kahramanların ve mekânın aktüel hayatta karşılaştığımız<br />

cinsten oluşları esere gerçeklik duygusu<br />

kazandırma endişesinden mi kaynaklanıyor.<br />

Bu suallere cevap vermek istemiyoruz. Sözü<br />

edilen mücâdelenin yalnız Nur ıBaba'ya has<br />

bir yapı ve anlatma tarzı içinde dikkatlere sunulduğunu<br />

anlatma tarzım incelemenin de ayrı<br />

bir iş olduğunu belirterek bu yazıyı bitireceğiz.<br />

KENDİNİ BIRAK<br />

Gecelerin moru demlendi yine<br />

Yine beni çağırıyor ishaklar<br />

Havada yol kokusu var,<br />

unutmak yasak.<br />

Şimdi her kuytu bir sitem küpüdür<br />

Şimdi gölgelerin dili çözülür<br />

Öyle bir masal ki,<br />

keşke duymasak.<br />

Kabule ne kadar yakın dualar<br />

Tutar evlerinin yolunu dağlar<br />

Başları önünde,<br />

ağır ve aksak.<br />

Bir vehmin yalana çıkar yolları<br />

Ben seni beklerken şiirin gelir<br />

Yutkunur, konuşamaz<br />

gözleri ıslak.<br />

Şükrü KARACA<br />

İçimde kuyular açılır birden<br />

İçin için kaynayan bu kabirden<br />

Ölüler seslenir sanki;<br />

— kendini bırak!<br />

13


OKUDUKÇA<br />

Bazıları arabeskten hoşlanır,<br />

bir çokları da modanın peşinde<br />

koşar, sallan - yuvarlan<br />

uğraşır, ayerobik yapar. Benim<br />

de tiryakiliğim bir tuhaf: Okumak.<br />

Kimi Neyi Niçin demeden,<br />

durmadan, bıkıp usanmadan<br />

okumak. Çünkü; okudukça<br />

açılır, ufkumun genişlediğini<br />

görürüm. Hem dinlenir, hem öğrenirim.<br />

Bir yandan da eğlenirim.<br />

Nasıl mı, diyorsunuz<br />

Bakın, anlatayım.<br />

DİLLE KARIŞIK<br />

8.8.1983<br />

Bugün, kapağıyla çikolata<br />

çocuklarına önem verdiği anlaşılan<br />

Hürriyet •, Gösteri'yi aldım.<br />

Kiloca, ağırlığı olan bir dergi.<br />

«Hürriyet»i küçük, «GÖSTERİ»-<br />

si büyük dergi. A'dan Z'ye, «tu.<br />

feyli sol »un arpalığı olmuş. Tekniğin<br />

verdiği imkândan olacak,<br />

baskısına diyeceğim yok. Fakat<br />

anlıyamıyorum; nasıl oluyor da<br />

«Hürriyet», «Gösteri»nin ardasına<br />

sığmıyor<br />

Hemen, ilkten sona okuma<br />

ya başladım. Okudukça, not<br />

aldım. Herhalde, «önnot» olmalı,<br />

başta bir yazı var: «Günümüzde<br />

Gençler Sanatı Nasıl Görüyor»<br />

Bu «önnot», «Ayın Dosyası»na<br />

bir giriş. Ne var ki, yazanın<br />

paragraf bilgisi eksik. Hele<br />

hele dil yönünden, bir garip<br />

hali var. Konu cümlesinde, nesil<br />

yerine, «genç kesim» denirken,<br />

aşağılarda «Kuşak» gence sarılmış.<br />

Türkçe'si «köklü çözüm-<br />

0. Hasan BILDIRKİ<br />

ler», «köke! çözümler »e dönerek,<br />

özleşmiş. Sanki «kavrayış»<br />

m suyu çıkmış, «algılayış» olmu.<br />

Öztürkçe vurgunlarının bu<br />

yanlarına, yalanım varsa kör o-<br />

layım, bayıldım, bittim.<br />

Bu hava içinde, İsmail U-<br />

yaroğlu'yla yapılan konuşmayı<br />

soluksuz okudum.<br />

Konuşmacı uyanık, üstelik<br />

dil sevdalısı da olunca, kestirmeden<br />

soruyor: «Ben önce, neden<br />

böyle doğaçtan bir konuşmayı<br />

istediğinizi sofacağım.»<br />

Şair de uyanık 1 . Tabii konuşma,<br />

daha Türkçe'si doğrudan<br />

konuşma diyeceğine, «doğaç»tan<br />

kelimesiyle sözüne<br />

başlıyor. Bakalım, yer yer, neler<br />

diyor, bu vadide ne diller<br />

döküyor<br />

Nedense onun dilinde yaşam,<br />

«hayat» olmuş. Kural, «ilkelleşmiş.<br />

Önceleri «dürtü» diye<br />

ak kâğıtlarda kararan ilham,<br />

«iti» olarak ortalığa düşmüş.<br />

Hüznünü, önce kendisine karşı<br />

«legalize» etmiş. Doğaçtan konuşmadan<br />

olacak, bu defa da<br />

«yönlendirdim» diyememiş. Hay,<br />

di neyse, deyip, geçecektim.<br />

«Süreç» ile «zaman»/, aynı cümle<br />

İçinde görünce, farkında olmayarak<br />

eski bir türküyü mırıldanmaya<br />

başladım: «İki gemi<br />

yanyana: Haydayabilir misin»<br />

Elbettel<br />

Nazım Hikmet'i, Cemal Süreyya'yı,<br />

Ülkü Tamer'i sevdiği<br />

şairlerin başında sayan Uyaroğlu,<br />

acaba birilerine kaş-göz<br />

mü oynatıyor Şövalye şiirleri<br />

yazmaya devam ediyormuş. A-<br />

man, ne iyi.<br />

Yalnız bu şiirleri; kitabı<br />

kendi içinde bir bütünlük oluştursun<br />

diye bir kitaba almıyor.<br />

Ve kaş yaparken, göz çıkarırcasına<br />

ekliyor: «Bir bunun için<br />

almıyorum, bir de kitabı tehlikeye<br />

atabilirler diye almıyorum.<br />

İlerde kitaplaştıracağım, onları.»<br />

Niçin «ilerde»<br />

Cevap yok. Ama; siz anlıyorsunuz<br />

değil mi Nedense<br />

«hürriyetsin bütün nimetlerinden<br />

faydalananlar, sevdikleri<br />

şairleri sayıp, hizaya gelenle:;<br />

gönül ve kafalarındaki «san.<br />

sür» korkusunu kırıp, yıkamıyorlar.<br />

Ne dersin, yanılıyor mu-><br />

yum, İsmail<br />

Şimdi, yukarıdaki -önnotsoruya<br />

dönüyorum. Gençler, sanatı<br />

nasıl görürse görsün, bundan<br />

neçıkar Nasıl olsa, yanlış<br />

ataoynayanlarm sayesinde,<br />

su, aka aka yolunu bulur.<br />

Siz, üzülmeyin yeteri<br />

«Sıralı kelimeler»le konuşan<br />

Uyaroğlu bile, ne güzel<br />

yol gösteriyor:


VAPURDA<br />

Öyle güzelsiniz ki<br />

Keşke evli olmasaydınız bayan<br />

Verirdim bu şiiri size<br />

Koynunuza kordunuz onu<br />

Sürtünürdü memelerinize<br />

Ayıp mı... daha ne ayıp<br />

şeyler düşündüm<br />

Seyrederken, sizi, ilişkin i-<br />

kimize<br />

(Hürriyet - Gösteri, Ağustos<br />

1983)<br />

Gerçekten güzel bir hikâyeyi,<br />

«Yağmuru yağdırana tepeden<br />

tırnağa» söven İbrahim'le<br />

kirleten, Hz. İbrahim ve oğlu<br />

Hz. İsmail'le, İbrahim ve İsmail<br />

arasında kurban konusunda<br />

bir yaklaşma bulan, ikinci ibrahim'e,<br />

kardeşi İsmail'i kurban<br />

ettiren, nedense Hz. İbrahim'in<br />

umudunu gözardı eden Necati<br />

Güngör, sen de söyle canım,<br />

sana; basamak yerine «ayakçak»,<br />

korku yerine «ürküntü»,<br />

korkunç yerine de «ürkünç» demek<br />

cesaretini kim veriyor<br />

VEBAL MESELESİ<br />

9.8,1983<br />

Bugün yine Hürriyet-Göste.<br />

ri'yi okuyorum. «Nesnel eleştirmen»<br />

Asım Bezirci, kendisiyle<br />

yapılan bir «öznel» konuşmada,<br />

«Eleştirmenler arasında bazı<br />

kontlarda korkunç bir dayanışma<br />

var.» diyen Cengiz Gündoğdu'ya<br />

verdiği cevapta hayıflanıyor,<br />

«Keşke gerçek, söylediğiniz<br />

gibi olsaydı 1 . Yazık ki<br />

değil. Hatta tam tersi bir durum<br />

var.» diyor.<br />

Beriki biraz aşağıda yapıştırıyor:<br />

«Size katılmıyorum...<br />

'Seçme Hikâyeler'de öykücülerin<br />

seçiminde 'nesnel ve demokrat'<br />

davrandığınızı söylüyorsunuz.<br />

Peki ama bu seçkide<br />

Mustafa Kutlu, Şevket Bulut<br />

gibi öykücüler neden yok»<br />

Neden olacak<br />

«Kendi dünya görüşümüze<br />

ve sanat anlayışımıza uymayan<br />

yazarlara da kitabımızda<br />

yer verdik.» diyen Bezirci,<br />

«kendi dünya görüşümüz ve<br />

sanat anlayışımız» formülünden<br />

yola çıkarak, nesnellfcte<br />

yüceleşiyor, dayanışmanın harikasını<br />

göstererek devam ediyor.<br />

Dinleyelim: «Adını andığınız<br />

yazarları da aynı demokratik<br />

tutumla inceledik, fakat o-<br />

ivdiğimiz nitelikleri eserlerinde<br />

yeterince bulamadığımız için<br />

kitabımıza almadık.»<br />

Sevsinler, böylesine nesnel<br />

eleştirmemi<br />

«Demokratik tutu m »a da<br />

maşallahl<br />

Dayanışma<br />

Yok, yokl Böyle bir şey, asla<br />

yok<br />

Saflığın bu derecesine, ancak,<br />

gülünür.<br />

> Ve arkasından ekliyor: «Ayrıca,<br />

şunu da belirteyim sözü<br />

edilen hikayecilere...» Ne Tahir<br />

Alangu, ne Mustafa Baydar,<br />

ne Yaşar Nabi ile Konur Ertop<br />

ne Füsun Akatlı, ne Memet Fuat,<br />

bu konudaki eserlerinde yer<br />

vermiş.<br />

Deveye sormuşlar: Boynun<br />

neden eğri Cevaplamış: Nerem<br />

doğru ki..<br />

O hesapl<br />

VAKİT BANA GELİNCE<br />

Kuşlarla gideceğim bir sabah<br />

Hasretimi ninnileyen diyara<br />

İçimin arzu yüklü türkülerini<br />

Salıvereceğim esen rüzgâra<br />

Bir demet solgun şiir bırakacağım<br />

Eşe, dosta, ağyara<br />

Serçeler her akşam haber taşıyacaklar<br />

Gözleriyle gönlümü avutan yara<br />

Işıklar unuttuğum düşleri anlatacak<br />

Sırtımı dayadığım beton duvara<br />

Toprağımın çiçekleri avuç açacak<br />

İkindi sonraları yağan yağmura<br />

Vakit bana gelince kuşlarla gideceğim<br />

Hasretimi ninnileyen diyara<br />

Sedat POLAT


Farkında mısınız<br />

Bundan güzel dayanışma<br />

olur mu t hiç<br />

Sevdiğim hikayecilerin başında<br />

gelen KUTLU ve BULUT<br />

sakın gücenmesinler.<br />

Çünkü Atillâ İlhan, aynı<br />

dergide ne güzel anlatıyor. Anlattıkça,<br />

tesadüf müdür, nedir,<br />

A. Bezirci'yi (SANKİ) yerden<br />

yere bir güzel vuruyot: «Osmanlı<br />

nınson dönem aydınlarında<br />

olduğu gibi, Cumhuriyetin<br />

ilk dönem aydınlarında da<br />

NİNEMİN DAĞ<br />

inanç önemlidir 'İlerici' mi olunacak,<br />

şu, şu, şu, bir de şu kesinlemelere<br />

gözü kapalı inanılacak;<br />

bu İnanılanlar, inanmayanlara<br />

karşı, kılıç elde savunulacaktır.»<br />

Henüz yolun başındayız.<br />

Anlıyor musunuz<br />

A. İlhan duıimuyof,, yukarıda<br />

sözü edilen Kutlu ve Bulut<br />

olayının perde arkasını<br />

-sanki- aralıyor, günışığma çıkarıyor:<br />

«Adları ilerici ya, kulak<br />

asma, tutumları, davranış.<br />

Dağların türküsünü söylerdi ninem.<br />

Yüreğim bir şahin olur uçardı o dağa,<br />

Ve her gece rüyalarıma süzülürdü;<br />

Birden yiğitleşip at üstünde.<br />

Koşardım dağlarda beni bekleyen güzele.<br />

Sonraları dağlar girmez oldu düşüme,<br />

Artık ninemde yoktu ki tekrar söyleye,<br />

Ve hayallerimi bezeye çiçek çiçek...<br />

Lakin kalbimde bir sızılı yaradır<br />

Ninemin Dağı...<br />

Bir gün ama bir gün kararlıyım,<br />

Küıcımı kuşanıp atıma bineceğim.<br />

Düşlerimi süsleyen ninemin dağına,<br />

Güneşle birlikte yürüyeceğim;<br />

Dağların güzeliyle hasretim bitecek.<br />

Ve o zaman ninemin ruhu üstümde,<br />

Şükran duaları edecek;<br />

Verdiğim yemini tutacağım...<br />

Zaferimden mest olup,<br />

Nineme bir fatiha okuyacağım.<br />

Cengizhan ORAKÇI<br />

lan tipique ümmetçi aydın davranışı:<br />

na's}ari\ var, i\işilemez,<br />

tartışılamaz, günahtır; ilişeni,<br />

tartışanı, 'afaroz' ederler; işin<br />

en acıklı yanı da, tabii bunu,<br />

'ilericilik' adına yaparlar.»<br />

Doğruya, ne denir<br />

Nesnel eleştirmen A. Bezirci<br />

cevap versin, değil mi<br />

Yoksa, aynı dergideki Münif<br />

Fehim'in, «demokratik tutum»a<br />

«cuk» oturan şu sözünü<br />

kulağına küpe etsin:<br />

— Uyuza «kaşınma» denir<br />

mi Onun (kendisi) vebalini<br />

çekmek zorundadır.<br />

han­<br />

OZAN'ın ŞİİRLERİ<br />

10.8.1983<br />

İnsem gök kubbeden;<br />

çer hançer yeri<br />

Çıksam gök kubbeye; kan­<br />

bulutları<br />

Bir el hançerlemiş garip<br />

lı<br />

dünyamı;<br />

Sevincimi çalmış gaddar<br />

haydutlar 1 ..,<br />

(Doğuş, Ocak 1983)<br />

«Bahçenizin en güzel göründüğü<br />

yerlere su kanalları a-<br />

çarsiniz, bir güzel kayık bulursunuz;<br />

küreği siz çekersiniz, misafirinizi<br />

ağırlar, gezdirirsiniz;<br />

misafir hiç yorulmadan seyehatin<br />

sonunda hayâlleri, gördüğü<br />

güzelliklerin lezzeti ile baş başa<br />

kalır.<br />

Gerçek şiir bu...<br />

Bu bahçenin su kanalı, kayığı,<br />

ve hususen kürek çekmeniz;<br />

şiirdeki ahenk, vezin, belki<br />

ince mûsikîdir.<br />

ideolojilerin emrine verilmiş<br />

şiir, bu bahçede insanı kırbaçlarla<br />

gezdirmeye benziyor.<br />

Ne vezin, ne kâfiye, ne mûsikî,<br />

ne ahenk...»<br />

Yukarıya bir kıtasını aldığımız<br />

Ahmet Tevfik Ozan, aynı<br />

dergide «Şiir ne..» sorusunu<br />

cevaplarken böyle diyor.<br />

Kendisi, disiplinli bir şair oluşuyla,<br />

öteden beri dikkatimi çekiyor.<br />

Bugün, kendi sözlerinden<br />

hareketle onun şiir dünyasına<br />

girmek istiyorum. Bakalım, neler<br />

göreceğiz<br />

Bir Dosta Mektup, (Millî<br />

Eğitim ve Kültür, Ekim 1981)<br />

bir bakıma, Ozan'ın şiir dün-


yasının anahtarıdır. Şiir boyunca<br />

hem musiki, hem ölçü, hem<br />

ahenk, hem kafiye kendilerini<br />

ele vermeden, sizi, anılan şiire<br />

çeker, şairin bahçesine sokar.<br />

On üç kıt'ad an oluşan, hecenin<br />

on bir'li ölçüsüyle yazılan<br />

şiir, onca uzunluğuna ve tema'<br />

sının zorluğuna rağmen, «akıl,<br />

sebep, şüphe, sonuç» gibi ruhî<br />

hayatımızın birer parçası olan,<br />

biraz da tasavvufa ulaşan konularını,<br />

öğretici olmaktan ziyade,<br />

lirik bir havada önünüze<br />

çıkarır. Ona göre dünya, a-<br />

levden dostluklarla, yalanlarla,<br />

aldanmalarla, arayışlarla, sonsuzluğa<br />

duy\utyn hasretleri^,<br />

ilâhi yalnızlıklarla bizi her yanımızdan<br />

kuşatmıştır.<br />

Bütün şiir boyunca, damağınızda<br />

bir lezzet, gönlünüzde<br />

şaire karşı bir sevgi duyuyorsunuz.<br />

Şu kıt'a, dediklerimizin<br />

mihenk taşıdır. Okuyun,<br />

görecek, bana hak vereceksiniz.<br />

O neşe selvlnin, aksinde<br />

midir<br />

Yoksa toprak kokan<br />

dallarında mı<br />

Kapatsam gözümü şimdi 1 ,<br />

ansızın:<br />

O serin letafet dalda<br />

kalır mı<br />

Selviyle serinlik, toprak<br />

kokan dallarla ansızın kapanan<br />

gözler, «ölüm» denilen hadiseyi,<br />

bir çırpıda, ustalıkla ortaya<br />

koymuyor mu<br />

Türk Edebiyatı'nm 1983 A-<br />

ğustos sayısında, şairin «Bir<br />

Erimiş $aray»ı çıktı. Bu şiirde;<br />

«Kar beyaz ümide konan şey<br />

ne», «Nurdan kadınların tülbentlerinde<br />

- İffet, çiçek çiçek<br />

yüzüme bakar...» gibi yeni, kendine<br />

has, oripnal imajların şairi<br />

Ahmet Tevfik değil de, sanki<br />

Ahmet Haşim, yeniden aramıza<br />

katılarak, heceyle ve temiz bir<br />

Türkçe'yle konuşuyor. Ozan,<br />

bu yönüyle, Haşim'i aşan bir<br />

çizgide ilerliyor.<br />

Yeri gelmişken söyliyeyim:<br />

Şair, hemen bütün şiirlerinin<br />

en can aliıcı yerinde, pazan<br />

başta, daha çok ortalarda, bazan<br />

da sonlarda, tırnak açarak,<br />

okuyucusuna düşündüren öğütler<br />

veriyor, aklı harekete geçiren<br />

sorular soruyor.<br />

«... Evet, ağlasa insan;<br />

gözyaşı damla damla<br />

Sıcak inciler gibi, yanaklardan<br />

süzülür.<br />

Aksa, dursa yıllarca; semaya<br />

mı dökülür..»<br />

(Son Kuşlar, Doğuş,<br />

Temmuz 1983)<br />

Onun dünyasında bulutlar<br />

güvercin kanallıdır. Feza, derinlerde<br />

bir nokta halindedir<br />

(Dört Güvercin Beş Sevinç).<br />

Ceylan gözlü kızlar; tuzu nur,<br />

ekmeği nur olan veliler sofraları,<br />

ateş kaftanlar, nuranî hayaller<br />

(Taş ve Demir Gurbeti),<br />

tahayyül ufukları, kıyısında yıkanılan<br />

hayal denizleri, melekler,<br />

kör devler, ağlayan tabiat<br />

(Hayal ve Hüzün), taş değirmenler<br />

arasında kanayan fakat<br />

ümidini kaybetmeyen bir yürek,<br />

kor ateşler, akrepler (Erciyes<br />

ve Ben), kartallar, garip gönüller,<br />

dergâh-ı ilâhî'de çekilen<br />

teşbihler (Ne Söylesem), bu<br />

dünyayı ören, kuran, şairini,<br />

son dönem şiirimizin doruğuna<br />

tırmandıran ip uçlarıdır.<br />

Bizim <strong>edebiyat</strong>ımızda, bilmem,<br />

sevdayı bu kadar güzel<br />

anlatabilen, başka bir beyit var<br />

mı<br />

«Sevda» desen: bir aşınmaz<br />

taş, oğull<br />

Coşar, candan; çizer çizer<br />

kan alırl<br />

(Ne Söylesem, M. Eğitim<br />

ve Kültür, Ağs. «981)<br />

Şimdilik, konuyu burada<br />

noktalayacağım. Fakat, şu güzelliğin<br />

farkına varmanızı istiyorum.<br />

Ahmet Tevfik Ozan'-<br />

dan, şu kıtayı da birlikte okuyalım,<br />

olmaz mı<br />

«Eıpiyes'te kar diyorum, bu<br />

akşam;<br />

Benim kadar terkedilmiş<br />

değildir.<br />

Karanlığa yar diyerek sarılmış;<br />

Ümitleri benimkinden yeşildir...<br />

(Erciyes ve Ben, Türk Edebiyatı,<br />

Aralık 1982)<br />

Devam, Ozanl<br />

Bize, gerçekten «şiir» lâzım.<br />

Bu vadide yolun açık olsun.<br />

Haydil<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

TARİHTEN GELECEĞE<br />

Taha Akyol<br />

YAKINDA ÇIKIYOR


BİR GARİP<br />

YALNIZLIK<br />

*&*&$<br />

Fatma KOCABIYIK<br />

«Yalnızlık kimimizin barınağı, kimimizin<br />

tuzağıdır».<br />

Ben yalnızlıkların kurbanı bir garip.<br />

Aklımda kalan üç-beş kırık mısrada dinlendiririm<br />

de bu garip gönlümü, sevinir<br />

biçare. Şimdi sadece mısralar benden yana.<br />

Yalnız mısralar bana dost. Şiirler değil<br />

de mısralar... Bütün şiirler dolu. Oysa<br />

benim yalnızlığım param parça. Benim<br />

yalnızlığım öldüresiye boşluk.<br />

Sevdiğim saydığım dost çehreleri yalnızlıklara<br />

bıraktım acımasızca. Onlar da<br />

bana acımamışlardı. Bir arada harcarız<br />

diye birbirimizi yalnızlıklara terk ettik.<br />

Şimdi ben güzel insan yüzlerini, yüzlerini<br />

aydınlatan ışü-ışıl gözlerini unuttum.<br />

Biliyorum dışarda yine berrak sesler,<br />

insanın yüreğini dolduran şefkatli sesler<br />

vardır. Sesleri de unuttum gayri. Dostluk,<br />

arkadaşlık nedir Açıp bakacak bir<br />

sözlüğüm yok ki. Gönlümdekiler anlatmak<br />

istedim ah! Kelimelerim çekip gitmiş<br />

başımdan anlatamıyorum ki. Şimdi yine<br />

sokaklarda insanlar vardır.. Birbirine yaban<br />

insanlar. Hiç bitmeyecek bir dövüşün<br />

taraftarları. Karanlık yine aydınlığa<br />

yenik düşüyor dışarda. Biliyorum bunun<br />

için hırslıdır. Yalnız kendi varlığını hissettireyim<br />

diye herşeyi karartıyordun<br />

Ben yalnızlığımı kaybetmekten korkuyorum.<br />

Yalnızlığımı kaybetme korkumu<br />

belki de ölümü kaybetme korkusuna<br />

benzeteceksiniz. Oysa ölüm denen korku<br />

yalmz yaşayanlar içindir. Güneşin doğmadığı<br />

bir yerde sun'i aydınlıkların ne<br />

anlamı var.<br />

Beni anlamayan bütün gönüller kötümser<br />

bulacaklar beni. İçindeki bütün<br />

köşkleri yıkılmış bir insanın, düşünebildiği<br />

bir değer bile yoktur. Ama ben o kırık<br />

köşkün camlarının yüreğimi kanatmasına<br />

aldırmadan hayaller kuruyorum. Hiç<br />

bitmemiş ahlak kavramları yalnızlığımı<br />

dost yapıyor bana. Dışarda iyi insanlar<br />

var, saygı, sevgi dolu, bencillikten uzak,<br />

birbirini düşünen insanlar uzaktan mum<br />

tutuyorlar. Yalnızlığıma rağmen yenik<br />

düştün SCHOPENHAUER. Bu dünya yalnız<br />

iyilikler için. Yalnızlığıma rağmen gönlüme<br />

yerleştirilmiş borçluluk duygusu beni<br />

hayata bağlıyor. Ödenecek borçlarım<br />

var. Saksıdaki çiçekten sokaktaki insana<br />

kadar. Ve YARADANA. Şükran borcum<br />

her dakika her saniye büyüyor. Sana şükürler<br />

olsun ALLAH'ım bu yalnızlık içinde<br />

bile kendine yol bulabilen bir aklı verdiğin<br />

için. Sana şükürler olsun bütün yalnızlıkları<br />

elinin tersiyle itiverecek dolu,<br />

dopdolu bir gönül verdiğin için.


fiLMUNYI'BIN<br />

Gurbet<br />

Derdim söyleyimde katip yaz hele<br />

Başıma bin bela getirdi gurbet<br />

Geri kalanını kendin çöz hele<br />

Tüketti ömrümü bitirdi gurbet<br />

Başım Ağrı gibi boran karidi<br />

Sulaklarım ceylanlarım varidi<br />

Kahır çeke çeke ömrüm çürüdü<br />

Bağrıma taş gibi oturdu gurbet<br />

Ne cevap vereyim halimi sorana<br />

Nem var ne harcedem işim görene<br />

Duydum bağım bahçem olmuş virane<br />

Evimi barkımı batırdı gurbet<br />

Darendeli Fedai ÜSTÜN<br />

FEDAİ şu gönlüm almaz öğüdü<br />

Gurbet yiyor kendin bilmez yiğidi<br />

Güvendiğim anam babam sağidî<br />

Birin göstermedi götürdü gurbet...<br />

Salmadı<br />

Bocim yadellerde boynum büküldü<br />

Eskiden gördüğün haller kalmadı<br />

Ağardı saçlarım dişim döküldü<br />

Kavi bilek kavi kollar kalmadı<br />

Azrail tırpanı vurdu vuracak<br />

Kimsem yoktur baş ucumda duracak<br />

Dost bulunmaz yaralarım saracak<br />

Göçtü mürüvetli kullar kalmadı<br />

Neye heveslendim dünyaya indim<br />

Düşmüşüm odlara bilemem kendim<br />

Avcılar peşinde ceylana döndüm<br />

Kaçıp saklanacak çöller kalmadı<br />

Ömür bir sınama sonunu göreni<br />

Sahneler acıklı göz yaşı dram<br />

Ben kendi sılama iltica varam<br />

Gezmediğim gurbet eller kalmadı<br />

Ruhum gibi tende gizli sır olsam<br />

Deli olsam donelerden hür olsam<br />

FEDA) bir güle sitem kar olsam<br />

Şeyda bülbül gibi diller kalmadı<br />

Üstün<br />

Ne atom ne füze ne top ne gülle<br />

İşlemez beyin'e kelamdan üstün<br />

Satır bilek keser kılıçta kelle<br />

Keskin ustura yok kalemden üstün<br />

İyilik beslemez fitne özünde<br />

Arzusu emeli kalır gözünde<br />

Gizli pazarlıklar hep su yüzünde<br />

Pilan var alemde puandan üstün<br />

Katılaşmış kalbin kandili kördür<br />

Tüm organlar mahkûm tek nefsi hürdür<br />

Zulme eyiimeyen er oğlu erdir<br />

Alnı açık gezer alemden üstün<br />

İlahi kitaplar ilahi dinler<br />

Bsrgün unutulsun çöker zeminler<br />

Yaşamalı insan Ölmeli kinler<br />

Olsada falanca filandan üstün<br />

FEDAİ kalplerde sevgi tütmen<br />

Diller bal olmalı alıp tatmalt<br />

İlim öğrenmeli kalem tutmalı<br />

Olur mu bilmeyen bilenden üstün


BEŞ VAKİT<br />

BEŞ ŞARKI<br />

O sarışın, dinç, sevinçli,<br />

güler yüzlü sabah güneşi,<br />

ufuktan başını kaldırdığında<br />

ben de eski bir<br />

şarkıyı dinlemeğe başlarım.<br />

Bir saz imalâthanesinde<br />

ustasının elinden yeni<br />

çıkmış, müşterisini bekleyen<br />

sabırsız kemandan, sahibini<br />

kaybetmiş, bir duvarda<br />

asılı duran öksüz<br />

ud'a kadar bütün sazlar<br />

aynı şarkıyı çalarlar: «Kıratıma<br />

bineyim, yâr yoluna<br />

gideyim.» Şarkının gücü<br />

gibi güç var mı dünyada<br />

Nasıl olur, nerden gelir<br />

bilemem. Sağımdan, solumdan,<br />

önünden, arkamdan<br />

hattâ tepemden gözle<br />

görülmeyecek kadar ince,<br />

fakat o derecede muhkem,<br />

milyonlarca, milyarlarca<br />

kement bir anda sarar vücudumu<br />

ve çekip götürür<br />

beni. Yaşadığım, fakat farkında<br />

olmadan terk ettiğim<br />

bir günün ortasında<br />

20<br />

Dilâver CEBECİ<br />

bulurum kendimi. Çaresizliği<br />

bir-göze suyu gibi yudumladığım<br />

o yayladan, o<br />

yüksek tepeden yine sâdece<br />

evlerinin kırmızı renkli<br />

çatıları seçilebilen bir<br />

kasabaya bakarım. «Kıratıma<br />

bineyim, yâr yoluna<br />

gideyim.» Ne kıratım<br />

vardı, ne pusatım. Ben bu<br />

yaylada, hasreti solur çaresizliği<br />

içerdim.<br />

Sonra güneş gelip kısa<br />

bir zaman zevalde karar<br />

kılınca, o şarkı biter, bir<br />

yenisine başlar bütün sazlar:<br />

«Bakmıyor çeşm-i siyah<br />

feryâde» Bu sefer, evlerinin<br />

kırmızı renkli çatılarına<br />

uzaktan hasretle<br />

baktığım kasabanın merkezindeki<br />

meydana inerim.<br />

İnerim de, bir dahi rastlayamayacağım<br />

bir huzuru<br />

yaşarım. Huzur burada beş<br />

duyu ile idrak edilebilecek<br />

müşahhas bir şeydir. Rengi,<br />

gölgesi, sesi ve harareti<br />

vardır. Dokunurum, gölgesinde<br />

dinlenirim, sesini<br />

işitirim: «Bakmıyor çeşm-i<br />

siyah feryâde — Yetiş ey<br />

gamze yetiş imdâde» Bu<br />

ses, «Mâviköşe» deki bir<br />

plâktan dağılırdı huzurun<br />

semâlârma. Çeşm-i siyah<br />

nedir Gamze nedir Bilmezdim<br />

bunları. Sadece ablam<br />

gelirdi aklıma. Adı<br />

Çeşminaz'dı onun.<br />

İkindi vakti, geniş bahçesinden<br />

bir çok güllerin<br />

ve çiçeklerin hiç eksik olmadığı<br />

evin önünden geçerdim.<br />

Bu evin bahçesi diğerleri<br />

gibi yüksek duvarlarla<br />

çevrilmiş, esrarlı bir


yer değildi benim için. A-<br />

ra-sıra oraya girme bahtiyarlığına<br />

ererdim. Arkadaşım<br />

Yurdaer'in eviydi<br />

burası. Yüzünü çoktan u-<br />

nuttuğum bir ablası vardı.<br />

Hep yeni şarkıları mırıldanırdı:<br />

«Koklamaya kıyamam<br />

benim güzel Manolyam.»<br />

O bahçede Manolya<br />

var mıydı Bümiyorum. O<br />

bahçenin yerinde şimdi kocaman<br />

bir apartman dikiliyor.<br />

Akşamlar hep sızılı o-<br />

lurdu. Neden böyle olurdu<br />

Semâdan indirilip hemen<br />

üstümüze gerilmiş bir<br />

tül zannederdim akşamları.<br />

İnce, nazlı, biraz hasta, esmer<br />

Arap kızlarıydı akşamlar.<br />

Sevdam biraz daha<br />

yakardı yüreğimi... Açık<br />

hava sinemaları hazırlığa<br />

başlardılar. Plâklar benim<br />

sızılı akşamlarıma yoldaş<br />

olurlardı: «Güller arasında<br />

seni bensiz gören olmuş»<br />

Yıldızlar bu şarkıyı dinlemeğe<br />

doğardı. Gündüzden<br />

çok farklı bir hayata başlardık<br />

yıldızlarla...<br />

Ve alaca karanlık nasıl<br />

yoğunlaşıp geceye dönüşürse,<br />

sızılar da hüzne<br />

tebdil olurdu. Hüzün gelip<br />

«Sefâ'mn Bahçesi» nde mekân<br />

tutardı. Gecenin tam<br />

ortasında bir şarkı dolaşırdı<br />

masaları. Saki gibi dolaşırdı<br />

bütün masaları:<br />

«Doktor her gün gelir gider,<br />

görenler hep merak<br />

eder.» Serhoşlarm başlan<br />

biraz daha döner, gözleri<br />

biraz daha nemlenirdi. Ve<br />

derlerdi ki, «Sefa bu plâğı<br />

gece yarısından sonra sadece<br />

kendisi için çalarmış.»<br />

KASAPLAR ÇARŞISINDA<br />

BİR YILDIZ ÇOBANI<br />

Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı<br />

Ezgiler sektiren sabaha kadar<br />

Hatırlamıyorum erdem yaylasından kaçtığımı<br />

Uyandım ki tüm sürümü çalmışlar<br />

Kavalım çatlamış, soluğum yetmiyor<br />

Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kanı<br />

Taş gibi donmuş yüreği Puhu kuşlarının<br />

Tam ışık haşatı zamanı.<br />

Tedirgin girdim bir kentin «enikli kapı»sından<br />

Her adımda karşıma bir kasap çıktı;<br />

Belli yıldızlarımı yüzüp yüzüp aşmışlar çangallara<br />

Bütün dükkanlar açıktı.<br />

«Ben özgürlük kasabıyım» dedi birisi,<br />

Pala bıyıkları kama kama...<br />

Birisi «namus kasabı»ymış, öteki «fikir»,<br />

Çok baktım, benzetemedim adama.<br />

Birisi dedi ki: «Ben doğruluk kasabıyım;<br />

Doğruyu keserim de doğruyu satmam».<br />

«İnsan kasabıyım» diye övündü başka birisi<br />

Babası kadar kekre, ham.<br />

«Barış kasabı» vahşi bir yaban kedisi;<br />

Kıyıcı bakışlarında şehvet konuşuyordu.<br />

Pençeleriyle tırmanmış insanların sırtına,<br />

Kin kusuyordu.<br />

«Ucuzluk kasabı» nın elinde satır,<br />

Her şeyi sadistçe kesiyordu...<br />

Obur kediler sıçrıyordu damdan dama,<br />

Bağırsak kokulu bir yel esiyordu.<br />

Bana bakıp höykürüyordu kasapbaşi;<br />

«Sen nereden düştün aramıza, kimsin, necisin<br />

Bir kırık kavalın var, bir sevecen yüreğin,<br />

Belli ki bezirgan değilsin».<br />

Bıçaklar bileğleniyordu, eğdim başımı;<br />

«Garibanım, ben kentten değilim» dedim.<br />

«Bulursam bu kör çarşının çıkış kapısını,<br />

Hemen gideceğim.»<br />

Ben sevgi dağlarının yıldız çobanı;<br />

Ezgiler sektiren ozan usta...<br />

Üstüme damlıyor Zühre yıldızının kam,<br />

Kasaplar çarşısında çağ hasta.<br />

Bahattin KARAKOÇ<br />

21


NECİP FAZIL<br />

Necdet ÖZKAYA<br />

Teşbih ifâdeye canlılık, güzellik verir. Yerinde<br />

yapılan bir teşbihte, sayfalarca anlatılamayacak<br />

mânâlar bulunur. Bakıyorum, günlerdir N.<br />

Fâzıl'ın ardından, onu anlayabilmek .anlatabilmek<br />

' : çin ne güzel teşbihler yapılıyor, semboller<br />

bulunuyor. Kimileri, «Bir Yııldte Daha Kaydı»,<br />

«Ulu Bir Çınarın Koca Bir Dair Daha Düştü»,<br />

«Bir Dağ Daha Göçtü.» gibi müşahhas mecaziarla<br />

üstadın ölümünden duyulan acıları dile getirirken,<br />

bir kısmı da «Aksiyon Adamı», «Dâhi Bir<br />

Şâir», «Sultanü-ş-Şuara», «Çile'nin Büyük Şâiri»<br />

ve benzeri tamlamalarla, Üstâd'm sevdiği<br />

mücerred ifâdelerle onun kıymetini anlatmaya<br />

çalışıyorlar. Şüphesiz ki Necip Fâzıl'ı tarife bu<br />

ifâdelerin gücü yetmez. O, bana kalırsa «Bir a-<br />

dam»dı. isimda tarifi yapılan mükemmel insan<br />

örneğine ulaşmak isteyen, ona benzemeye çalışan<br />

bir adamdı. Hafakanlarının, azaplarının, çilelerinin<br />

gerçek sebebi buydu. O eşsiz insan örneğine<br />

varmak.. Üstâd kendisindeki hâlis kumaşın<br />

farkına vardığı zaman, nice bir hevâ ü heves<br />

İçinde idi, bunu kendisi muhtelif yazılarında, konuşmalarında<br />

anlatıyordu. Necip Fâzıl çapında<br />

bir zekânın, ele avuca sığmaz bir mizacın günün<br />

birinde, yaşadığı renkli hayâta, «prensliğe» anîden<br />

veda etmesi ne büyük bir karar, katlanılması<br />

ne kadar zor bir azaptır. Necip Fâzıl bu şanlı<br />

azabı, ateşi içer gibi içmiştir.<br />

Necip Fâzıl gibi bir zekâyı, bir müstesna<br />

kıymet: kim keşfetmiş, nasıl keşfetmiş, onu hangi<br />

keskin bakışlar içinin en derin yerinden yakalamış,<br />

yola hizâye sokmuş Bunları bilenler biliyor.<br />

Zira, rahmetli 'kendisi yazmış, anlatmıştır<br />

bu büyük dönüşün hikâyesini Necip Fâzıl'ın<br />

çapına ölçü biçmeye kalkarken, onu kıskıvrak<br />

bağlayıp İslâm'ın hizmetine sokan insanın iktidarını<br />

görmezlikten gelmiyeiim. Necip Fâzıl, E-<br />

fendi'sini hiç unutmadı, her fırsatta O'nu anmayı<br />

vazife bildi. O'na bağlılığı tam ve kafiydi.<br />

Hep düşünmüşüm: «Başkalarının en ufak<br />

bir imâsına, tarizine tahammülü olmayan, doğum<br />

tarihinde bile yanlışlık yapan birini azarlamaktan<br />

çekinmeyen Necip Fâzıl'a, nefsini «üç<br />

ayakla seken, topal köpek» derekesine indirten<br />

avcı ne büyük, ne usta bir nişancı imiş ki, okunu<br />

avının tam kalbine, şahdamanna isabet ettirmiş.<br />

ıBir yumak ak-kor'u (nâr-ı beyzâ) avının<br />

eline tutuşturmuştur. O ateşten küre kırk - elli<br />

yıla yakın Necip Fâzıl'ı yaktı durdu. O, yanmadan<br />

ne büyük rahmetler saçıldığını hep birlikte<br />

gördük. Necip Fâzıl kararan veya karartılmaya<br />

çalışılan mukaddes ocağı, ciğerlerindeki nefesin<br />

bütünü ile ve sonuna kadar üfledi, üfledi, üfledi...<br />

Nice bin gönülde o ocaktan sıçramış bir<br />

altın kor var.<br />

Necip Fâzıl, yeni bir Necip Fâzıl bulabildi<br />

mi Sanmıyorum. Zaten böyle birini de aramıyordu.<br />

Araması herhalde ham bir hayâl olurdu.<br />

Dâvayı, meseleyi, kendisine emânet edilen<br />

sırrı, kime anlatacak, kime açıklayacaktı Her<br />

«ideolocya« sahibinin yaptığı gibi, ateş genç gönüllerde<br />

yakılacaktı. Hedef ve hitap «genç a-<br />

dam»aydı. Üstâd keskin zekâ ve sezgisiyle, târih<br />

muhâsebesindeki gücüyle «gen'ç adam»m<br />

kaynağını da keşfetmişti: Oğuz'un Altın Nesli!<br />

Bu kol, bu damar çok önemliydi. Türk tarihi içinde<br />

Oğuzlar'ın oynadığı rolü bilmek ve meseleyi<br />

öylece ele almak, dâvanın mihrak'ında onu görmek,<br />

sırrı ve hakikati olanca çıplaklığı ile herkese,<br />

özellikle ona anlatmak çok isabetli ve manâlıdır.<br />

Önce Oğuz'un altın neslini uyandırmak lâzımdı.<br />

Mânâ ve maddede küçülüşün sebebini önce<br />

o anlamalıydı. Çünkü kızılca kıyamet onun<br />

üstünde kopmuştu. Öz yurdunda sefil ve parya<br />

edilerek şaşkına döndürülen o idi. Türk'ün bu<br />

hâlis kaynağına inilebilir, bmbir maniaya rağmen<br />

su incecik serçe parmağı kalınlığında bir<br />

arktan akıtılabilirse, gerisi kolay değildi ama, Allah<br />

kerimdi...<br />

O genç adama hâlimizin, mazimizin muhasebesini,<br />

mukayesesini yaptıracaktı. Kehkeşahlara<br />

kaçmış güneşleri arattıracak, sınırların çok<br />

ötesinde kalan Tuna'nın, NH'in yasını tutturacaktı.<br />

Med ve cezrimizi nefes nefes, safha safha<br />

yaşattıracaktı. İnsanların hayâtında, psikolojisinde<br />

sevinçler, iftiharlar kadar elemlerin, teessürlerin<br />

de ehemmiyeti vardır. «Çaremiz» burada,<br />

bu noktada aranıyor, yas ile sevincin güreştiği<br />

yerde, «Ne olacak hâlimiz» suali çıkıyor<br />

22


ortaya Duygu ve düşüncelerin en gerginleştiği<br />

zaman, Necip Fâzıl'dan «Çâremizi» dinlemek ne<br />

güzeldi. Şimdi oturup okumok da herfıâlde ondan<br />

daha güzel, manâlı ve faydalı olur. «Giden şanlı<br />

akınoı'nın yurduna dönüşünü» büyük bir hasretle,<br />

ümitle beklemek ne büyüleyici hayâldir. Nice hayâllerin<br />

gerçekleştiği bir ilhanda, akıncının bir<br />

gün yeniden zuhur etmeyeceğini, akıncılık ruhunun<br />

dirilmeyeceğini kim iddia edebilir Bizzat<br />

şâirin kendisi bu ruhun bir başka tarzdaki, kılıktaki<br />

temsilcisi değil midir ! Bu düşüncemin tesiriyle<br />

olacak ki, Necip Fâzıl denilince gözümde<br />

hem bir akıncı hayâli canlanmıştır. Akıncılık, a-<br />

kıncıılar, akıncı üzerine yazılmış çok şiir, hikâye<br />

okumuşumdur, lâkin hiçbirinde yazılanları yazanları<br />

ile birlikte tam olarak hayâl edememişimdir.<br />

Yahya Kemâl'in şiirlerinde az-çok bu havayı bulduklarım<br />

olmuştur. Fakat onu, o büyük şâiri, u-<br />

çar gibi giden atlar üzerinde tasavvur edememişimdir.<br />

Veya bir sur'a tırmanan, o yükseklikte<br />

vurularak kartallar gibi düşen «Yeniçeri» hayâlini<br />

de yine Yahya Kemâl tipinde canlandıramamışımdır.<br />

Belki böyle düşünmemde Yahya Kemâl'in<br />

yaşadığı âsûde hayâtın rolü vardır. Rintçe<br />

duyguları ve tavırlarımın bende böyle intibalar<br />

doğurması tabiîdir.<br />

Necip Fâzıl'ı küffâr üzre hep kılıç sallarken,<br />

ok uçururken, kâfir kalelerine saldırırken düşünmek<br />

zihnime uygun geliyor.<br />

«Diyâr-ı küfr neresidir» diye suâl ederseniz,<br />

İslâm'ın ulaşamadığı, ulaştığı halde bayrak dikemediği<br />

her yer. «Diyâr-ı küfr»ün mânâsı, mahiyeti,<br />

yeri ve yönü tıpkı «Krzılelma» gibi zaman<br />

şartlarına bağlı olarak değişmiştir. Ama, uzun<br />

bir zaman, fethedilinceye kadar, Türk orduları,<br />

Arap askerleri, hükümdarlar, âlimler sanatkârlar<br />

vs. küfrün temsilcisi olarak hep Bizans'ı o-<br />

nun remzi olan Konsîantiniyye'yi görüyorlardı.<br />

Bu şehir aynı zamanda İs I âmin ve Türk'ün Kızılelması<br />

ve rüyasıydı.<br />

Küfür, hîle, desise denilince aklımıza hep Bizans<br />

gelmiştir. Bununla ilgili deyimler yapmışız.<br />

Bizans entrikası gibi... Türklüğün yeni bir hamle<br />

gücü kazanması için Bizans'ın düşmesi, Konstantiniyye'nin<br />

Türk olması gerekirdi. Rûm'un çelengi<br />

düşecek, Frenk'ın başı 'İslâm îmânı karşısında<br />

eğilecekti. Küfür Kal'asını çevreleyen surlarda<br />

fetihten çok önce gedikler açılmıştı. Açılan<br />

gedikleri birleştirmek, diyâr-ı küfrün üstüne hilâl'i<br />

kazımak Fâtih'e kısmet oldu.<br />

iBizans, fetih, Fâtih ve bütün bunları düşününce<br />

Necip Fâzıl'ı karşımda Ulubatlı Hasan<br />

gibi görüyorum. Surlarda kelime-i tevhidli, hilâi'li<br />

bayrağı dalgalandıran, fakat son hücumda şehid<br />

düşüp İstanbul'u görıemiyen Yeniçeri hayâli gözümde<br />

canlanıyor. Tuna'yı her sefer ayında aşıp<br />

Avrupa içlerine yönelen akıncılar vardı ya, bunlar<br />

serden, anadan, yardan vazgeçmiş gaza erleriydi.<br />

Maksatları Ailah'ın yüce, güzel ve mübarek<br />

isimlerini yükseltmek, nice dil bilmez, yol bilmez<br />

insanı müslüman etmek, nice kara donlu<br />

zorlu kâfirlere baş eğdirmek, diz çöktürmek, onları<br />

îmâna getirmekti. İşte Necip Fazıl bu akıncı,<br />

serdengeçti erlerinden biriydi, siz isterseniz<br />

«Beyleri ndendi» deyiniz.<br />

Evet, Necip Fâzıl surda gedik açanlardan<br />

biridir. Cenk meydânında şehid düşmedi, fakat<br />

gaza okları alaraik, gâzîlik berâatini kazandı.<br />

Küfür kalesinde büyük kayıplara rağmen gedikler<br />

açılmıştır, karşı tarafın bütün gayretine rağmen<br />

surlarda açılan boşluklar kapatılamamıştır.<br />

Bu deliklerden iman orduları geçip Bzians'a dâhil<br />

olacaktır. Bizans'ın Hakk'a, îmâna, nura kısaca<br />

topyekûn İslâm'a teslimi mukadderdir. Ama ne<br />

zaman Seksiz şüphesiz deyiniz: Allah'ın takdir<br />

ettiği zaman!<br />

Necip Fâzıl'a, karşı cephedeki adamlar takılmışlardır.<br />

(Kalem mücâdelesinde yenemedikleri<br />

için ona karşı ne akıl almaz dolaplar çevirmişlerdir.<br />

İftira etmiş, alaya alarak küçük düşürmeye<br />

çalışmışlardır. Buldukları isimlerden biri: Süper<br />

Mürşid'îiktir. Onlar ne derse desin şüphesiz<br />

ki, Necip Fâzıl irşâd edici bir büyük san'atkârdır.<br />

Söz bu, noktaya gelince bir mukayeseyi gayet<br />

temkinli ve itinayla yapmak istiyorum. Necip<br />

Fâzıl'ı diğer tarîkat mensuplarından ayıran<br />

birçok tarafları var • Zamanımızda veya geçmiş<br />

asırlardaki irşâd edicilerin çoğu kapalı bir muhitte<br />

çalışır, gözlerini, kulaklarını nice kötü ve<br />

çirkin şeylere kapar ve tıkarlar. Uzak durdukları<br />

konuların başında siyâset ve devlet güdücülüğü<br />

gelir. Evlerinde, tekke veya zaviyelerinde kendilerine<br />

bağlıı insanları irşâd ederler. Tâbir caizse<br />

düşman sahasına girmeden faaliyet gösterirler.<br />

Halbuki Necip Fâzıl meydânlarda en güçlü cihazlarla<br />

dâvayı ilân etmiştir: Allah ve Resule<br />

bağlılık! Allah nizâmı dışındaki bütün nizâmlara<br />

hayır. Necip Fâzıl caddelerde, sokaklarda kalabalıkların<br />

içindedir. Çıkmaz sokakları işaretlemektedir.<br />

Devlete, devlet idaresine taliptir. Tasavvuf<br />

ehlinde görülen soğukkanlılığı Necip Fâzıl'da<br />

her zaman görmek mümkün değildir. Ayranı<br />

sık sık kabarır, umumiyetle şahsının dışında<br />

kalan sebeplere bağlı bir öfke. Allah adına<br />

öfkelenmek... Her yiğidin göze alamayacağı bir<br />

davranış.<br />

Necip Fâzıl'ın kahramanları da değişik; gönlünün<br />

bir tarafında Yunus Emre, diğer köşesinde<br />

Köroğlu. Birbirine zıt İki tip. Halbuki bizim tarikat<br />

geleneğimizde ideal şahsiyet Yunus'tur. Necip<br />

Fâzıl'ın benzerini ilk islâm mücâhidleri veya<br />

Anadolu'nun Türkleşmesinde —İslâmlaşmasında<br />

rol almış derviş— gaziler arasında görmek mümkündür.<br />

Cihâd ve gaza için neye ihtiyaç var<br />

Düşmana. Necip Fâzıl enterasan bir şahsiyet.<br />

Allah ve Resul'ün aşkıyla yanıp tutuşurken bir<br />

yandan da düşmanına muhtaç olduğunu açık a-


çık beyan edebiliyordu. Kâinatın yaraddışındaki<br />

ahenkli tezat, Necip Fâzıl'ın şahsiyetinde, eserlerinde<br />

ve fikriyatında yerine oturmuştur. Üstâdla<br />

ilgili yapılacak ilmî incelemelerde bu hususlar<br />

herhalde teferruatıyla işlenecektir.<br />

Necip Fâzıl'ın fikir kavgaları, basın münâkaşaları<br />

var. Takip etme imkân ve fırsatına sahip<br />

olanlar için bunlar bir ömür boyu zevki e hatırlanacaktır.<br />

Zekâ, mantık, nükte, ebedî küfür ve<br />

kalem kavgasının diğer unsurlarını öğrenmek isteyenler<br />

veya bu karakterdeki yazılardan hoşlananlar<br />

onları bulup okumalılar. Hasmın nasıl tuşla<br />

yenildiği o yazılarda görülür. Allah'ın bir lütfudur<br />

Necip Fâzıl. Niye mi İslâm'ın, müslümanların<br />

küfür karşısında gerilediği, büyük şehirlerden<br />

kasabalara, ana caddelerden arka sokaklara<br />

kaçtığı, gizlendiği bir sırada, eski imparatorluk<br />

merkezinde, hem de basın-yayın yolu ile zuhur<br />

ettiğindendir. Hasmın suratında bir kırbaç' şiddetiyle<br />

patlayan bu kalem, karşı cephede olsa idi<br />

müslüman kalemler herhalde çok zor duruma<br />

düşerdi diye düşünüyor ve bu noktada da Necip<br />

Fâzıl'ın vazifesinin ne olduğunu tam olarak kavrıyorum,<br />

islâm dâvasının büyük bir neferidir veya<br />

'kendi tabiriyle «mukaddes yükü taşımaya<br />

memur bir hamGİdır.« Bu hamallığa, ne acılara,<br />

ne çilelere mai olacağının şuuru ve hesabı içinde<br />

talip olmak divanelik veya kahramanlık olarak<br />

vasıflandırılabilinir. Her ikisi bir arada veya<br />

ayrı ayrı Necip Fâzıl'ın macerasını ifâde etmede<br />

kullan ı labilinir.<br />

Üstâd, islâm'ı yalnız hasımlarımıza karşı değil,<br />

müslüman kılıklılara karşı da müdâfaa etmek<br />

zorunda kalmıştır. Onun en çok kızdığı ve bir<br />

ömür boyu yola getirmek için didindiği «ham<br />

yobaz-kaba softa» yaftası ile teşhir ettiği tiplerdi,<br />

Devrimbaz, komünist, mason ve daha bilmem<br />

kimler ona karşı tam ittifak içindeydiler. Yanlarına<br />

nice gizli açık müessir güçleri de alarak,<br />

varsa yoksa Necip Fâzıl deyip başına üşüştükleri<br />

günleri hatırlıyorum. Aslında hırpalamak, horlamak,<br />

sâf dışı etmek istedikleri Necip Fâzıl değildi.<br />

Temsil ettiği dâva idi. Fakat Allah'ın yardımı<br />

ile nice ve zahmetli darlıklardan geçilmiş<br />

ve bir gün Necip Fâzıl büyük şehirlerimizin en<br />

büyük salonlarında «İmân ve Aksiyon»u ile vatanın<br />

helâl süt emmiş evlâtları ile yüz yüze gelmiştir.<br />

Bir işaretin, bir mimiğin, 'bir ufak nüktenin<br />

hangi büyük mânâlarla yüklü olduğu, anlatanın<br />

ustalığı, dinleyenlerin arifliği bu salonlarda<br />

çok görülmüştür. Hâtıralar denizine dalmadan<br />

şunu söylemeliyim ki, Necip Fâzıl bir başkasıyla<br />

mukayese edilmeyecek konuşma ve hitabet üslûbuna<br />

sahipti.<br />

Büyük Doğu, Necip Fâzıl'ın fikir-sanat, aşk,<br />

vecd, kavga ve çilesini sîmlendiren bir marka...<br />

Ayrıca karargâhının hususî bir remzi. İdeolocya<br />

örgüsüne verdiği en hâs isimlerden biri.<br />

Büyük Doğu bir mekteptir. Kaç nesil bu mektepte<br />

ilim, irfan, san'at, hikmet ve <strong>edebiyat</strong> talîm<br />

etti. Kaç neslin gözünde ıBüyük Doğu mukaddes<br />

İslâm dâvasının şekillendiği, planlandığı bir<br />

azîz ocak olarak görüldü. Bu ocakta yakılan a-<br />

teşten, bu ateşin yakıcı duygu ve düşüncesinde<br />

yeni nesiller Kavrulmalı, pişmeli, hamlıkları atılmalıdır.<br />

Necip Fâzıl, meselesi olan şâirdir. Gaipler,<br />

öteler, varlık-yokluk onu dâîmâ meşgul etmiştir.<br />

Kâinatin sunduğu nice bilmeceyi çözmek için<br />

uğraşmıştır. İfritten suâller, 'beyin zarına batan<br />

kıymıklar, şü'pheletf, korkular, vehimler... Gerçek,<br />

hâlis bir şâir'in haysiyetli fikir çilesi ve<br />

muhteşem azabı. Ve sonra büyük bir tecelli.<br />

«İrşâd edicim ve kurtarıcım» diye sıfatlandırdığı<br />

Esseyid Abdülhâkîm Efendi Hazretleriyle karşılaşma.<br />

Eskiyle kendi kıymetlendirdiği hudutlar<br />

içinde alâkası kalan, yeni, yepyeni bir Necip Fâzıl'ın<br />

doğuşunu görüyoruz.<br />

Şâir'in içindeki iniş-çıkışlar .fırtınalar yavaş<br />

yavaş bitmekte. 'Sular durulmaktadır. Yeni meddin<br />

hazırlığı var. Büyük «Çile» asıl şimdi başlıyor.<br />

Nice ifritten suâllerin cevaplan tek tek verilmiş.<br />

Vehim ve gölgelerin yerini «hakikat» almıştır.Sır<br />

yüklü yumaklar birer birer çözülüyor, her<br />

açılan kapı, her kalkan perde şâirimizin önüne<br />

yeni ufuklar, yeni âlemler çıkarıyor. Gördükleri<br />

karşısında şaşkın ve hayran...<br />

Ötelerden gelen sesleri çok net alacak cihaza<br />

sahip olmuştu. Oralardan gelen mesajları şimdi<br />

daha iyi anlıyor, yorumluyor ve ifâde edebiliyordu.<br />

Ezel fikri, ebed duygusu şâir'in bin bir<br />

hafakan'dan kurtulmasını sağlıyordu. Bundan<br />

sonraki devir aşk, vecd, tefekkür, imân kısaca<br />

şâir'in İslâm'ı yaşama ve yaşatma devridir. Bu<br />

vazife ve ona bağlı olarak hizmet son nefese kadar<br />

devam etmiştir. «Sonsuza varmak, Hak'ta<br />

dirilmek.» Ümit ediyorum, üstâd bu dileğine kavuşmuştur.<br />

Kalem, artık onun elinde Allah ve Resul'ün<br />

aşkını işlemektedir. Şairlik cücelere mahsûs; o-<br />

nun gayesi büyük sanatkâr olmaktır. Gayesine<br />

ulaşmış, muradına ermiştir. Necip Fâzıl, hazâ<br />

büyük sanatkârdır. Eşine belki birkaç asırda ancak<br />

rastlanan bir mütefekkir-şâirdir.<br />

Üstadın cüce olarak tavsif ettiği şâirlerden<br />

biri hazırladığı biyografi cinsi bir «Sözlük»te Necip<br />

Fâzıl için: «1943'ten sonra din ve siyâset a-<br />

lanlarındc tuttuğu ters yol, onu sanatını ve değerini<br />

harcamaya götürdü.» diyor. Değerlendirmenin<br />

bize göre abes olduğu açıktır. Bu kanaati<br />

beyân eden zât ne yazık ki üstâdtan çok önce<br />

öldü. Sağ olup da Necip Fazîl'ın tabutu arkasında<br />

giden mahşerî kalabalığı görseydi acaba bu<br />

düşüncesinden vazgeçer miydi, diye düşünüyorum.<br />

Kim bilir Her şey nasib meselesi. .<br />

Ramazanın ve cumanın mübarek şafağında,<br />

Allah (c.c.) üstada ve cümle geçmişlerimize rahmet<br />

etsin. Nûr içinde yatsınlar. Amin!


DİVAN ŞİİRİMİZE DÂİR<br />

Halil AÇIKGÖZ<br />

Dîvân şiiri dendiğinde, etrafta pek çok ekşimiş<br />

yüzler görürsünüz. Halbuki, yediden yetmişe<br />

en az bir lise tahsilinden gecenler, Bakî,<br />

Nedim, Fuzûlî v.s. isimlerle hiç olmazsa hayatta<br />

bir kaç defa karşılaşmıştır.<br />

Dîvân şiirine dargınlığın, küskünlüğün, hattâ<br />

hor ve hakîr görmenin sebebini 'kendimce fc-ir<br />

türlü çöze m emişime! ir. Lehte ve aleyhte yazanlar<br />

ya övgü döşeniyorlar veya birer sövgü. Hemen<br />

hemen bir asrı aşkındır söylenenler hep<br />

aynı. Yalnız devirler ve isimler muhtelif. İnsan bu<br />

kendini inkâr veya tanımayış, hattâ tanımak,<br />

bilmek istemeyiş karşısında ister istemez üzülüyor.<br />

Dîvân şiirine karşı ilk aksu I âmel Nâmık Kemâl<br />

ve Ziya Paşa ile başlamıştır. Gerçi, o devirde<br />

mevcut siyâsî ve edebî değerlere muhtevada<br />

ve üslûbda gösterilen karşı tavır Şinâsî'-<br />

den gelmektedir ama, onunki sâdece «tavır»<br />

plânında kalmıştır. Fakat Ziya Paşa ve bilhassa<br />

Nâmıık Kemâl, Şinasî'nin etrafındakilere söyleyip<br />

de yazamadıklarını adetâ hoparlörle haykırdılar.<br />

"Ltsân-ı Osmonî'nin Edebiyatı Hakkkmda<br />

Bâzı Mülâhazatı Şâmildir" (Tasvîr Efkâr, Nr.<br />

416—417, 16—17 Rebiülâhır 1283/29 Ağustos<br />

— 1 Eylül 1866, İstanbul!) makâlesiyle Nâmık<br />

Kemâl, dilimiz ve <strong>edebiyat</strong>ımızla alâkalı, hayatının<br />

sonuna kadar bir daha vazgeçmiyeceği;<br />

dâima geliştireceği ve derinleştireceği bir takım<br />

prensipler ortaya koydu. Halbuki, bu "âteşin"<br />

mizaçlı şâir, daha yirmi yaşındayken koca bir<br />

dîvân teşkil edecek kadar eski şiirin hazlar âlemine<br />

dalmıştı. Şinasî'nin halkasına dâhil olduktan<br />

sonra, artık Nâmık Kemâl'in gönlü kendisinin,<br />

kafası Avrupa'nındır. Yeni Osmanlılar <strong>edebiyat</strong>a<br />

siyâset soktular ve politik fikirlerini yaymak<br />

için sanatı bir enjektör olarak kullandılar.<br />

Tavırları ve davranıştan doğrudan doğruya siyâsî<br />

idi.<br />

Eskiden beri, <strong>edebiyat</strong> denilince akla ilk<br />

gelen şiirdi. Yedisinden yetmişine, çobanından<br />

pâdişâhına kadar şâir bir millettik. Şiir, her zaman<br />

el üstünde tutuJmuştu. Dîvân Şiiri de, her<br />

vakit birinci plânda geliyordu. Nâmık Kemâl<br />

için hedef belliydi. Victor Hugo, romantizmi "Edebiyatta<br />

liberalizm" diye tarif ediyordu. Bu<br />

prensip ile klâsisizmin yerine romantizmi ikâme<br />

etmek, Avrupa'da nasıl mümkün olduysa, Osmanlı<br />

ülkesinde de eskiden beri <strong>edebiyat</strong>ın sâhib<br />

olduğu bütün değerleri değiştirmek, yerine yeni<br />

bir <strong>edebiyat</strong> anlayışı yerleştirmek lâzımdı. Daha<br />

doğmadığı halde Nâmık Kemâl'in kafasında<br />

nazarî plânda teşekkül eden <strong>edebiyat</strong>ın ismi,<br />

"edebiyât-ı sah!haî"dw; eskîı <strong>edebiyat</strong> ise hayalî<br />

ve taklîdî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Celâl Mukaddimesi'nde<br />

şöyle diyor: "Dîvânlarımızdan biri mütâlâa<br />

olunurken insan, muhtevi olduğu hayâlâtı<br />

zihninde tecessüm ettirse, etrafını mâden elli.<br />

deniz gönüllü, ayağını Zühal'in tepesine basmış,<br />

hançerini iMirrih'in göğsüne saplamış memdûhlar;<br />

feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne<br />

koymuş, cehennemi alevlendirmiş de dağ<br />

diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça: arş-ı âlâ<br />

sarsılır, ağladıkça dünya kan tufanlarına gark<br />

olur âşıklar; boyu serviden uzun, beli kıldan ince,<br />

ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli,<br />

geyik gözlü, yılan saçlı maşukalarla mâlâmâl<br />

göreceğinden kendini devler, gulyabânîler âleminde<br />

zanneder." (1)<br />

Ziya Paşa, otuz yaşına kadar aldığı dîvân<br />

terbiyesine rağmen, bilhassa eski şiire karşı ilk<br />

cür'etli çıkışı yapar. "Şiir ve İnşa" (Hürriyet, Nr.


11, 20 Cemâziyelevvel 1285/7 Eylül 1868 Londra)<br />

bir redd-i mirastır. Millî şiirimiz adına Ziya<br />

Paşa da şunları söylüyor: "Rûy-i arza ne kadar<br />

milel ve akvam gelmişse cümlesinin kendilerine<br />

mahsûs şiirleri vardır. Osmanlılar'ın şiiri acaba<br />

nedir Necatı ve Bakî ve Nef'î dîvânlarında gördüğümüz<br />

bahr-ı remel ve ihezecden mahbûn ve<br />

muhbis kasâid ve gazeiiyat ve kıt'aât ve mesneviyât<br />

mıdır Yoksa Hâce ve Itrî gibi mûsikîsi<br />

nâsân in rabt-ı makâmât ettikleri Nedim ve<br />

Vâsıf şarkıları mıdır Hayır bunların hiç birisi<br />

Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki, bu nazımlarda<br />

Osmanlı şâirleri şuarâ-yı İran'a ve şuarâ-yı<br />

İran dahî Arapiara taklîd ile melez bir<br />

şey yapılmıştır. Ve bu taklîd üslûb-ı nazımda<br />

değil ve belki efkâr ve ma'ânîye bile sirayet<br />

edip, bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazmu ifâdede<br />

ve hayâlât ve ma'anîde Arap ve Acem'e mümkün<br />

mertebe taklide sa'y etmeyi maâriften addetmişler<br />

ve acaba bizim mensûb olduğumuz<br />

milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh<br />

kâ'bil midir, asla burasını mülâhaza etmemişlerdir."<br />

Görüldüğü gibi, Necâtî, iBâkî, Nef'î, Nedim,<br />

Vâsıf v.s. bilumum divan şâirleri, bir kalemde<br />

millî şiir dâiresinden çıkarılıverilmiştir. Gerçi<br />

Ziya Paşa "Hârâbat 'Mukaddimesi" ile âdeta<br />

günâh çıkarmıştır ama, Nâmık Kemâl'in tenkidlerı<br />

ve mektupları, bütün eski <strong>edebiyat</strong> müdâfîlerine<br />

karşı, "edebiyât-ı cedîde" adına dîvân<br />

şiiri aleyhindeki görüşleri, kafalarda kök salmaya<br />

başlamıştır.<br />

İşte o zamanlardan beri Türk <strong>edebiyat</strong>ı divân<br />

şiirinden adım adrm uzaklaştı. Bu ayrılmanın<br />

pek çok sebebi var. Esasen pekçok araştırmaya<br />

gerektiren bu mevzu bizim şu andaki<br />

meselemiz olmadığı için şimdilik işaretle iktifa<br />

ediyoruz. (2)<br />

Yer yüzünde, kendi <strong>edebiyat</strong>ına düşman kesilmiş<br />

bir millet göstermek mümkün değildir.<br />

Ama biz, bin senelik edebî faaliyetimizin büyük<br />

bir yığınını görmezlikten geliyor ve hattâ inkâra<br />

kalkışıyoruz.<br />

Günümüzde bâzıları, hâlâ "illâ dîvân şiiri"<br />

diye tutturanlar varmış gibi, bir takım isimleri<br />

aşağılamak için, dîvân şiirine; dünyâsına ve<br />

estetiğine hücum ile meşgul. Cervantes'in Don<br />

Kİşot'ları her nedense, <strong>edebiyat</strong>ımızda pek çok.<br />

Halbuki Türk kültürünün ve <strong>edebiyat</strong>ının mazisinde<br />

kalan mes'elelerini, ilmî usûller ile didik<br />

didik edip araştıran, tanıtan eserleri gönül ne<br />

kadar istiyor!..<br />

BİR HAKKI TESLİM:<br />

Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu'nun neşredilen<br />

son eserini, içimi kemiren bu duygular ile<br />

okudum.<br />

Yahya Bey ve Dîvânından Örnekler (Kültür<br />

ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser<br />

Dizisi: 100, Haziran 1383, ANKARA) her şeyden<br />

önce bir yardımcı kitap olarak hazırlanmış. E-<br />

serin "Sunuş" 'unda da söylendiği gibi: "Bu eserin<br />

dîvân <strong>edebiyat</strong>ını tanımak isteyecekler tarafından<br />

okunabileceğini, okullarımızda yardımcı<br />

kitap olarak tavsiye edilebileceğini düşünerek,<br />

dîvân <strong>edebiyat</strong>ında kullanılan nazım şekillerinden,<br />

kaside, terkîb-i bend, muaşşer, muhammes<br />

gibi örnekleri, bunlar hakkında sağlamı bir fikir<br />

vermek için kısaltmadan, olduğu gibi aldım.<br />

Açıklamalarda ise, bugünün okuyucusuna yabancı<br />

kavramları, beytin anlaşılması için gerekli<br />

fakat herhangi bir sözlükte bulunması güç dînî-efsânevî<br />

unsurları ve deyimleri göstermekle<br />

yetindim." (Sh: 6) esere metinlerden örnekler<br />

alınmıştır. Bu seçme, sâdece metinden ibaret<br />

bir derleme olarak kalmıyor, beyitlerin bugünkü<br />

Türkçe'ye nakli ile beraber yer yer metin şerhlerini<br />

de ihtiva ediyor.<br />

Eser; araştırıcılar ve <strong>edebiyat</strong> düşkünleri<br />

için de bir el kitabı olmak itibariyle, dîvân şiirini<br />

değerlendirmede yeni ufuklar açmaktadır:<br />

"Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, hele dîvân şiiri, son elli<br />

yılda bir sınıf <strong>edebiyat</strong>ı olarak tanıtılmış, biraz<br />

insafı olanlar tarafından anlaşılması ve istifâde<br />

edilmesi herkesin harcı olmayan bir gizli ilim<br />

gibi gösterilmiştir... Önce bu <strong>edebiyat</strong> Türkler'in<br />

ve Türkçe konuşanların meydana getirdikleri bir<br />

<strong>edebiyat</strong>tır, sonra da bir imparatorluk <strong>edebiyat</strong>ıdır...<br />

Dîvân <strong>edebiyat</strong>ı, Osmanlı dediğimiz klasik<br />

kültürümüzün bütün dalları gibi, imparatorluğu<br />

teşkil eden kavimlerin Türk üslûbunda kî ortak<br />

mahsûlüdür. Onları birleştiren iki şey vardı. Dil<br />

ve İslâm dîni, İmparatorluğun dili Türkçe olduğu<br />

için bu <strong>edebiyat</strong> bir Türk <strong>edebiyat</strong>ı, dîni de İslâm<br />

dîni olduğu için İslâmî bir <strong>edebiyat</strong>tır. Fakat bu<br />

<strong>edebiyat</strong>ın bir özelliği daha var ki, o da belli<br />

estetik kurallara dayanmasıdır... Târihimizi ve<br />

kültürümüzü öğrenirken dîvân şiirini, millî zevkimizin<br />

bu çok değerli mahsûlünü bir yanda bırakmamız<br />

söz konusu olamaz." (sh: 5).<br />

Müellifin, dîvân şiirimiz hakkındaki bu umûmî<br />

hükümlerinin yanında en az onlar kadar değerli<br />

bir başka teşhîsi de şudur: "Yahya Bey'in<br />

dîvânından seçmeler yaparken, kendi zevkimi<br />

değil, Ziya Paşa'nın Hârâbatına kadar gelmiş<br />

geçmiş bütün antolojilerin, kütüphanelerimizi<br />

dolduran yazma mecmuaların ve nazîre mecmualarının,<br />

yani o mecmuaları düzenleyenlerin zevklerini<br />

ölçü olarak almak isterdim. Bütün modern<br />

antolojilerde ve seçmelerde böyle bir yol tutulmasının<br />

gereğine inanıyorum; çünkü, bu yol bize<br />

atalarımızın nelerden hoşlandığını göstermek yanında,<br />

millî zevkimizin târih boyunca uzayan gelişme<br />

çizgisini de takip etmek bakımından yardımcı<br />

olacaktır. Bugün için böyle bir sonucu<br />

elde etmeye ciddî olarak ihtiyacımız vardır."<br />

(sh: 5-6). Fakat bu görüşüne rağmen Çavuşoğlu,<br />

26


şahsî tercihlerin! de örnekler arasına almıştır.<br />

'Bu tercihlerinde Yahya tBey'in gâzî-şâir cephesinin<br />

de okuyucular tarafından teşhis edilmesini<br />

istediği görülmektedir. Esere ayrıca Yahya Bey'in<br />

hayâtının, şahsiyet ve san'atının, eserlerinin tanıtıldığı<br />

15 sahıfelik bir bölüm de eklenmiştir.<br />

Dîvân şiirinin ve eski <strong>edebiyat</strong>ımızın mefhumlar<br />

ve mazmunlarla yüklü dünyâsına bir adım<br />

atmak için anahtar kitap olarak Yahya Bey Dîvânından<br />

Ömekler'i tavsiyeyi bir borç biliriz.<br />

Belki bundan sonra, eski <strong>edebiyat</strong>ımıza övgü-sbvgü<br />

yerine, tanumak ve araştırmak kâim<br />

olur, kim bilir-...<br />

(l) : Celâleddin Harzemşah Mukaddimesi; ilk<br />

neşri, ayrı makale hâlinde «Midilli Mutasarrıfı<br />

Kemâl Bey Hazretleri'nin Bir Makaleleridir»; Şark<br />

Mecmuası, Nr : 1—3, 1298 İstanbul.<br />

(2) : Bu mevzuda Dr. Kâzım Yetiş tarafından<br />

hazırlanmış bir doktora tezi var. Bilhassa eski<br />

karşısmda yeni <strong>edebiyat</strong>m kökleşmesinde mühim<br />

bir payı bulunan Recâîzâde M. Ekrem'in Tâlim-i<br />

Edebiyat'ı, belagat mes'eleleri, bu kitabın devrinde<br />

uyandırdığı akisler ve te'sirleri.. İki cilt hâlinde<br />

ve 892 sayfada değerlendirilmiştir. Yapılan<br />

çalışmayı tebrik eder, eserin varlığını haber<br />

vermek suretiyle de bahtiyarlığımızı dile getiririz.<br />

«Talim-i Edebiyat'm Rhetorigue ve Edebiyat<br />

Nazariyatı Sahasında Gelirdiği Yenilikler,<br />

Doktora Tezi, 2 Cild, 1981 İSTANBUL, Türkiyat<br />

Enstitüsü, doktora tezleri kısmı.»<br />

Çağrışım Bir Tanrıçadır<br />

Çağrışım bir tanrıçadır<br />

Uzayıp gider boşlukta<br />

Âşk ağrısı ağırcadır<br />

Soğuk ve titrek loşlukta<br />

Başka ağrıyı unuttum<br />

Sukut alevlerde titrer<br />

Bıçaklar büyür korkulu<br />

Anahtar kilidi kilitler<br />

Bakışlar kalır sorgulu<br />

Verdiğim her sözü tuttum<br />

Tökezledi küheylanım<br />

Pembe ışıklar morlaştı<br />

Çölümden kaçtı ceylamm<br />

Elimde kalem korlaştı<br />

Upuzun toprağa yattım<br />

Mor rengin ötesi akşam<br />

Işık çığlık çığlık kaçtı<br />

Sağıldı bağrımda yaram<br />

Kuru dallar çiçek açtı<br />

Yeniden sevdayı tattım<br />

Nihat YÜCEL<br />

Bütün denizler yanıyor<br />

Gökyüzünde büyürken ay<br />

Gördüm maviler kanıyor<br />

Güneşimi vurmuşlar vay<br />

Kendimi bir yardan attım<br />

27


PARİS<br />

MEKTUPLARI<br />

Murat Taşkıran<br />

Burası Paris.<br />

Yağmurun hiç göz açtırmadığı<br />

bu şehirde üçüncü ayımı<br />

doldurmak üzereyim. Lisans<br />

üstü çalışması için Sorbonne'a<br />

kaydımı yaptıralı henüz bir ay<br />

oluyor. Üniversite yurduna yerleşmek,<br />

eşe dosta yerimi' bildirmek<br />

epey zamanımı aldı.<br />

Bundan sonra biraz rahatlayacağım<br />

galiba. Böylece de Fran^<br />

sızcamı ilerletme imkânı bulabileceğim.<br />

Pek fazla bir çevre<br />

edinemedim henüz. Sadece Pierre'i<br />

tanıyorum). Sıcak, sempatik<br />

ve konuşkan bir Fransız.<br />

Aynı okuldayız. Yeni yeni birbirimizi<br />

tanımaya başladık.<br />

Pierre beni evlerine akşam<br />

yemeğine davet etti bugün...<br />

Henüz Paris'i tanıyamadığım i-<br />

çin uzunca ve birkaç kez tarif<br />

etti evlerinin yerini. Hepsini anlayamadım<br />

ama 85 numaralı o-<br />

tobüse binerek Bourseul durağında<br />

ineceğimi anladım ve<br />

bunları unutmamak için yazdım.<br />

Rue Alleray'da -4 numaralı<br />

ev. İlk defa bir Fransız ailesiyle<br />

uzun zaman beraber olacağım.<br />

Doğrusu biraz heyecanlıyım.<br />

Zira Fransızcam o kadar<br />

iyi değil ve ilk" defa uzun süre<br />

konuşmak (ya da dinlemek)<br />

mecburiyetinde kalacağım...<br />

Hayırlısı bakalım... Peki ama<br />

ne götürmeliyim onlara Türkiye'den<br />

geldiğimi biliyorlar. O<br />

halde bende bizden bir şeyler<br />

götürmeliyim. Ne bileyim, meselâ<br />

bir bakir tabak veya bir<br />

havluyu ya da Türk motifi taşıyan<br />

bir seccade veya buna<br />

benzer şeyler.. İyi ki bakır tabaklardan<br />

çok getirmişim. Motifi<br />

güzel olanlardan büyükçe<br />

birini aldım yanıma. Hedef Alleray<br />

sokağı. Erken çıktım yurttan.<br />

Biraz yürümek istiyorum.<br />

Paris biraz karışık bir yer.<br />

Hem karışık hem aceleci. Herşeyi<br />

oldu-bittiye getirmek ister<br />

gibi. Hele Fransızlar.. Ne kadar<br />

aceleciler yarabbi-.. Sanırsınız<br />

bir koşuşturma yarışındalar..<br />

Hattâ bu acelecilik konuşmalarında<br />

bile var.. Büyük bir gayret<br />

sarfediyorum konuştuklarını<br />

anlamak için. Hele radyo ve<br />

televizyonl. Alışamamaktan<br />

herhalde. Ve durak. Buradan<br />

binmek istiyorum. İşte 85 de<br />

geldi...<br />

Pierr'in ailesi kalabalık değil.<br />

Fransız aileleri genellikle<br />

böyle galiba. Pierre'in babası<br />

tamirci. Annesi ise kuaförlük<br />

yapıyor. Ablası Sorbonne'un<br />

sosyoloji bölümünü bitirmiş,<br />

bir üniversiteye girmek üzere.<br />

İşte Pierre'in ailesi..<br />

Yemekde biraz şaşırdığımı<br />

itiraf etmeliyim. Biraz daha ö-<br />

zel yemek bulacağımı sandım.<br />

Oysa onlanp yemeğfnte ortak<br />

oldum, hepsi bu. Neyse ki yemek<br />

pek resmi geçmedi. Sağolsun<br />

Pierre.. Hakkımda bildiklerini<br />

söyledi durdu yemek boyunca.<br />

Bana da sadece «even<br />

demek düştü.<br />

Yemekten sonra salonda o-<br />

turuyoruz. Televizyon açılmadı.<br />

Anlıyorum ki sohbet başlaya,<br />

cak. Pierre'in ablası Helene a-<br />

çıyor sohbeti:<br />

— Bize biraz Türkiye'yi<br />

anlatır mısınız..<br />

— Şey, Tabii.. Biliyorsunuz<br />

Türkiye büyük bir geçmişe<br />

ve büyük bir kültüre sahip.<br />

Cumhuriyetten sonra batı ile<br />

temasları gelişti ve batılı...<br />

— Yani daha önce doğulu<br />

muydu<br />

— Elbette. Kültür bakımından<br />

halâ doğulu. Zira doğu<br />

ile küftür, din bağları var.<br />

— Nüfusu ne kadar<br />

— 50 milyona yakın.<br />

— Uçak, tren gibi vasıtalar<br />

çok mu<br />

— Nasıl.. Anlamadım e-<br />

f endi m..<br />

— Yani uçakla şehirler o-<br />

rası yolculuk yapılıyor mu<br />

— Şey.. Efendim özür dilimim<br />

oma Türkiye hakkında<br />

bu kadar az ve yanlış bilgiye<br />

sahip olmanıza şaşırdım doğrusu..<br />

. — Ne yani Türkiye gibi bir<br />

ülkeyi bilmek mecburiyetinde<br />

miyiz<br />

— Bu bir mecburiyet meselesi<br />

değil efendim. Bu bir ilgi<br />

ve bilgi meselesi.<br />

— Püfff.. İlgi ciddi şeylere,


üyük şeylere olur.. Bilgiye gelince,<br />

sanıyorum siz bunun i-<br />

çin hurdasınız..<br />

— Şey, kusura bakmayınız,<br />

ben tartışmak istemiyorum.<br />

Ama ciddi ve büyük mefhumlar<br />

izafidir, bilginin de vatanı<br />

olmasa gerektir.<br />

Sohbet tartışmaya dönmüştü.<br />

Hem de hiç istemeden.<br />

Allah Allah.. Ne yapmalı da işi<br />

tatlıya baglamalı.. Misafir olduğumuz<br />

yerde yaptığımız işe<br />

bakınız. Peki ama bunlara da<br />

ne oluyor Niçin böyle saldırgan<br />

oluyorlar Haaaal Tamam.<br />

Ne demişlerdi bize Konsolosluktan<br />

Evet, kelimesi kelimesine<br />

şöyle demişti Fransız konsolosluğunda<br />

ki kültür ataşesi<br />

hanım: Fransızlar eleştirilmeyi<br />

pek sevmezler. Eleştiri daima<br />

kendilerinden gelsin isterler.<br />

Başkalarından gelen eleştirilere<br />

de tahammül etmezler.»<br />

Evet, evet şimdi anlıyorum Pierre<br />

Boule'un ailesinin tavırlarını.<br />

Farkında olmadan hassas<br />

oldukları konuya temas ettik<br />

galiba. Neyse, kesmeli artık.<br />

— Biz Türkler Fransa ve<br />

Fransızlar hakkında çok şeyler<br />

biliriz. Fransa ile olan tarihi<br />

münasebetlerimiz bile sizleri tanımamıza<br />

yeter. Biliyorsunuz<br />

ilk kapitülasyonları Osmanlı<br />

devleti Fransızlara verdi. Hattâ<br />

1. François...<br />

— Normal bu, son derece<br />

normal. Fransa'yı herkes tanır.<br />

Zira büyüktür, ileridir.<br />

Boğazıma bir şeyler düğümleniyor.<br />

Çok şey söylemek<br />

istiyorum. Ama ben misafirim<br />

burada.<br />

— Tabii, tabih. Fransa'yı<br />

herkes tanıyabilir., ileridir de.<br />

— İleridir ve de büyüktür,<br />

büyük.. Oysa Türkiye halâ barbarlığın<br />

cezasını çekiyor.. Diplomatlarınızı<br />

biliyorsunuz...<br />

— Sahi, Ermenileri öldürdünüz<br />

mü<br />

— Sizden ne istiyor onlar<br />

Susmaya karar verdim a-<br />

ma böyle bir durumda da susulmaz<br />

ki..<br />

— Efendim Ermenilerin bizimle<br />

bir meselesi yok. Bunlar<br />

belli bir yerden kışkırtılan<br />

teröristler. Oyuna geliyorlar.<br />

— Yani siz onları öldürmediniz<br />

mi<br />

— Sebepsiz bir hareket asla<br />

söz kinusu değil. Bir ihanetin<br />

cezalandırılması denilebilir.<br />

— Şimdi de onlar sizi cezalandırıyor<br />

o halde.<br />

— Efendim takdir edersiniz<br />

ki Türk devletini cezalandırmak<br />

bir kaç çabulcuya düşmez.<br />

Bunlar tahriklere kapılarak...<br />

— Peki sizlere ne demeli<br />

Almanya'yı, Fransa'yı rezil ettiniz.<br />

Pisliğinizi avrupamıza<br />

taşıdınız. Defetmek istiyoruz,<br />

gitmiyorsunuz.<br />

Kan beynime sıçradı. Çok<br />

oluyordu bu Helene zıpırı... Peki<br />

Pierre Nerede o O da mı<br />

böyle düşünüyor yoksa Seslenmediğine<br />

göre...<br />

ÇARE ÇOCUK<br />

Ah Yavrucak<br />

Yarın oldukça büyük olacak.<br />

Büyüdükçe yarm, emin olacak.<br />

Hey bahçıvan<br />

— Şey doğrusu ben sohbet<br />

edeceğimizi sanıyordum. Ama<br />

konuşma bu mecraya döküldü..<br />

İşçilerimizi kast ediyorsunuz<br />

herhalde. Unutmamalı ki onları<br />

sizler, yani avrupalılar davet<br />

ettiniz. «İhtiyacımız var»<br />

dediniz. Onlar da anlaşmalarla<br />

geldiler. Tahsil ve sosyal durumları<br />

tartışılabilir.. Pislik meselesi<br />

sizin söylediğiniz gibi<br />

değil bence. Ben Onların buralarda<br />

biraz pisliğe bulaştıklarını<br />

söyleyeceğim,.<br />

— Kimse onları zorla tutmuyor.<br />

— Orası da ayrı bir mesele.<br />

Gerçekten gitmeleri istenirse,<br />

özellikle Fransa'nın onları<br />

bir saat bile tutacağı kanaatinde<br />

değilim.<br />

— Biz sizin Ermenilere<br />

yaptığınızı yapamayız.<br />

Çınardan da ulu olmalı bu fidan,<br />

Gölgesinde nice nebat barınacak.<br />

Dadı duysun<br />

İyi bakın tez büyüsün dev olsun<br />

Kafdağını sırtlayacak.<br />

Ne olur felek<br />

Etme kaza, bu son dilek.<br />

Bir maşerî vicdanı kurtaracak.<br />

Muhammet ŞAHİN<br />

29


— Kusura bakmayınız. Fakat<br />

sizin mesnetsiz ve kulaktan<br />

dolma fikirlerle konuştuğunuzu<br />

söylemek mecburiyetindeyim.<br />

Bizim Ermenilere ne<br />

yaptığımızı nasıl öğrendiniz a-<br />

caba Tarih kitapları mı okudunuz<br />

— Hayır, Fransa'da broşürlerde<br />

hepsi yazılı,<br />

— Yazılıdır, yazılıdır.. Ama<br />

onları yazanlar Ermeniler. Siz<br />

onların Türklere yaptıklarını biliyor<br />

musunuz Bilmiyorsunuz..<br />

Ama bilmediğiniz bir konuda<br />

ahkâm kesmeyi iyi biliyorsunuz.<br />

Bunu dürüstlükle bağdaştırmak<br />

mümkün değil. Tartışma<br />

mı Konuşma mı neyse daha<br />

da sertleşecek diye düşünürken<br />

televizyon (TF 1) devreye<br />

girdi. Fransa Devlet Başkanı<br />

François Mitterand'ın bir konuşması<br />

vardı televizyonda. Ev<br />

halkı pür dikkat O'nu dinlemeye<br />

koyuldu. Bense adamın<br />

sesini dahi duymuyorum. Kafam<br />

karma karışık. «Büyük<br />

Fransa, Pislik, Öldürme, İlgi,<br />

Bilgi» gibi değişik konular gelip<br />

geçiyor kafamdan. Boğazımda<br />

ise gittikçe büyüyen acı<br />

bir sertlik.<br />

Müsaade isteyerek çıktım<br />

evlerinden. Pierre benimle gelmek<br />

istedi. Gerekmediğini söyledim.<br />

Maksadım yalnız kalmaktı.,.<br />

Evet Paris.. Ve Paris'te yediğim<br />

ilk davet yemeği.. Ne<br />

yemek yal... Bir taraftan da<br />

şu yağmur.. Arabalar, ışıklar..<br />

Ne aceleci şehir şu Paris. Hele<br />

şu Fransızlar.. Hep oldu-bitti<br />

meraklısı galiba... Peki ama<br />

ben neredeyim şu anda Tar.<br />

mam, Michelet lisesinin önü.<br />

Otobüse binmefiyim artık. İyi<br />

de kim veriyor Fransızlara<br />

böyle konuşma fırsatını Kim<br />

veriyor Kim Kim... Boğazımdaki<br />

düğüm de büyüdü. Nerdeyse...<br />

Evet, burası Paris... Bakalım<br />

daha neler göreceğiz...<br />

"Aman vergil medhedeyim,<br />

Bu yerlerin Han'ı Ulgar.<br />

Sılaya yol ver gideyim<br />

Dağların cıvanı Ulgar.<br />

Posoflu FAKÎRÎ<br />

Dağları kızakla aştığımız zamandı,<br />

Beyaz yakalı talebeydim uzaklarda.<br />

Tatil dediler birgün, düştük yollara<br />

Kucağına atılmak için annemizin...<br />

Kızaklar da sökmedi bir yerde,<br />

Çocukluğumu vurdum dağlara;<br />

Tipiye, boraya, fırtınaya<br />

Yaya...<br />

Kim bilir güneş nerde, ay nerde,<br />

Onu arayan kim, yolu göster!<br />

Ardahan'dan nasıl aşmalı Posof'a...<br />

Ulgar bellerinde yol yok, iz yok.<br />

Ufak ayaklarım az gider, uz gider<br />

Açık olsa ne, bir çift kapalı göz gider...<br />

Yazın ilahî okuyan bu dağların sesi,<br />

Şimdi olmuş ejderhanın nefesi.<br />

Tepeden tırnağa buzlara bürünmüş,<br />

Alıp vursan bıçağı bir yerinden<br />

Dağlar duyacak acısını her yerinden.<br />

Ümit denen güzel kız tuttu elimden<br />

Aştım en umulmaz tepelerinden.<br />

Geçmem için buz bağladı dereler,<br />

Yemin ettim bir daha çıkmam yola,<br />

Meğer ki ipe göndereler....<br />

Gitgide karardı ejderin nefesi,<br />

Anladım ki gece başlıyor...<br />

Bir de ne göreyim, şu yamaçlar<br />

Benim kuzu yaydığım yerler,<br />

Güneş doğdu içime, yol yavaşlıyor.<br />

Kafdağı'nın koynunda uyandırdım köyü,<br />

Al kınayı al ketenden süzdüler;<br />

Buzlu suda buzlarımı çözdüler.<br />

Yunus ZEYREK


HİKAYE<br />

YÂR<br />

O<br />

BANA<br />

Yaşar ASIM<br />

OÖUZTÜRELİ<br />

**,.J~J&*.kfâ»* 3 >* l ~'<br />

****£$*<br />

Daha bir haftayı geçmeden, ne de çabuk<br />

usandım şu Ankara'dan-. Oysa, bir an evvel yola<br />

çıkabilmek için acele eden bendim.. İlk emeklilik<br />

maaşımı alışım kadar heyecanlıydı yol hazırlığım.<br />

Torunlarıma neler alacağımı* düşünmekten<br />

gecelen uyuyamıyordum. Hele şükür,<br />

aybaşı tezce geldi de, bu heyecan faslını atlattım.<br />

Ama bu sefer de, aldığım hediyeleri beğenip<br />

beğenmeyecekleri merakı uyutmadı beni..<br />

Hoş, çocuklar beğenirlerdi beğenmesine, dedem<br />

getirmiş diye.. Ama anneleri ne derdi acaba..<br />

Sık sık surat ederek, niye bu kadar masraf ettiğimi,<br />

zâten buniardan kaç tane de kendisinin<br />

aldığım, böyle yapmakla çocukları şımartacağımı.,<br />

falan sayarak, memnun olmaz mıydı,,. O-<br />

yuncaklarını birbirinden 'kıskandıkça çocukları<br />

azarlıyarak, kalbimi kı


undan sonra.. Ne kadar mânâsız bilgiler vardır<br />

onlarda, Allah bilir. Değişti herşey.. Birdenbire..<br />

İnaniır misimiz, ilk bir hafta, sabahları her<br />

günkü vakitte yataktan kalktım ve sanki okulaV.<br />

gideceğim heyecan lyle, kahvaltı bile yaptım..<br />

Câvidon'un o arsız ve alaycı gülüşleriyie kendi-;<br />

me geldiğimde, sanki içimden, yüreğimin tâ de-t<br />

rinJiklerinden, öğrencilerimin şekillendirdiği bir )<br />

dünya kopu yordu, kanayarak!. iBumtı bir türlü<br />

anlatamadım Câvidân'a.. Anlayışlı olmasını, beni<br />

hoş karşılamasını istedim kendisinden.. Ama<br />

ne gezer..<br />

— Bunadın daha bu yaşta bey!. Uyurgezerliğe<br />

başlıyacaksım yakında korkarım,. Komşular<br />

da duyarsa, rezil olduğumuzun resmidir iste!.<br />

Ah, niye anlayışsızdır bu kadınlar, Tanrım!,<br />

Niye, İnsanın zayıf noktasını bulunca, bütün<br />

kadınlıklarını ortaya dökü verirler ki..<br />

Ha.. Komşular, dedim az önce herhalde..<br />

Çoğu Câvidân'dan farklı değil ki.. Daha ikinci<br />

emeklilik akşamımda, bir gürültü, bir kıyamet,<br />

doluverdiler eve.. Kimisi mutluluktan uçmam gerektiğini,<br />

kimisi Câvidân'm ağzıyla, bundan sonra<br />

ne yapacağımı, kimisi bilmem ne bankası, e-<br />

meklilik ikramiyemi yatırırsam, bilmem ne kadar<br />

faiz verdiğini, artık ev alabileceğimi., konuşup<br />

durdular.. En akıllıları, öğrencilerimden ayrı yaşamamın<br />

zor olacağını ve bunun için de, emeklilik<br />

maaşımı tüketmeden, bankere man kere kaptırmadan,<br />

bir dersane açmamı öğütlediler.. Hepsini<br />

dinledim.. Ama, hiçbirisi beni anlamadığı, anhyamıyaeağı<br />

için, tek kelâm etmedim.. Çeneleri<br />

yorulunca, ağızlarını televizyona verdiler, program<br />

bitince de kalkıp gittiler.. Bir daha da h'içbirisiyle<br />

görüşmedim,.<br />

Evden çıkmıyordu m genellikle.. Çıkınca da,<br />

okulumun bahçesini seyretmeğe gidiyordum u-<br />

zaktan.. Öğrencilerimi görüyordum.. Mümkün olduğu<br />

kadar görünmemeğe çalışıyor, uzaktan<br />

seslerini dinliyordum onların. Aman Tanrım!. Ne<br />

kadar çok severmişim ben bunları.. En haylazından,<br />

en tembeline kadar, derslerde beni çıldırtanından,<br />

ağlama noktasına getirenine kadar,<br />

hepsini, ama hepsini ne kadar seviyormuşum<br />

meğer.. Ağlamak korkusuyla hiçbirine haber<br />

vermeden, hiçbirinin gözlerini öpmeden ayrıldığıma<br />

şimdi pek pişmanım.. Keşke veda etseydim!.<br />

Keşke habersiz aynlmasaydım onlardan!. Şimdi<br />

öğrencilerim gözümde buram buram tütüyor..<br />

Hepsi tatile çıkmıştır. İyiki, hiçbirine zayıf vermedim.<br />

Sövmesinler bana diye.<br />

Okullar tatil olunca, Câvidân'm çenesinden<br />

kaçpp sığınabileceğim: bir yer de kalmadı.. Zâten<br />

oğlum son mektupta, annesini de alarak Ankara'ya<br />

gelmemizi yazıyordu ısrarla.. Kızım Antalya'dan<br />

istiyordu.. Câvidân'ı çekip anlaştım:<br />

— Bak hanım, ben, dünyada seninle ne Ankara'ya,<br />

ne Antalya'ya giderim. Seç birini, sen<br />

oraya git, ben de öbürüne gideyim. Durur mu..<br />

Yalancıktan iki damla gözyaşı, ah, benden ayrılamazmış<br />

ta, bensiz ne yaparmış ta, bilmem daha<br />

neler!. Ben, kesinlikle razı olamam dedim<br />

ve ayrıldık.. O Antalya'yı seçti tabii. Hem kendine<br />

benzeyen kızı, hem de Antalya efendim.<br />

An-tal-ya!. Kendi gibi geveze komşumuz Hüsniye<br />

hanımlar da Antalya'ya yaz tatiline gidiyorlarmış..<br />

Onlora katılıp gitti.. Otobüs hareket etliğinde<br />

içimi kaplayan burukluğa bir mânâ verememiştim..<br />

Ama şimdi çok iyi anlıyorum o bu»<br />

'/ukluğu,. Ve çok derin mânâlar verebiliyorum..<br />

Otobüse gece binmiştim.. Sabah Ankara'­<br />

ya indim erkenden.. Bir taksi tuttum. ıBeni çok<br />

iyi karşıladılar, A Hah var.. Onlar da yeni kalkmışlar,<br />

daireye gitmek için hazırlık yapıyorlardı. Benim<br />

suratsız bildiğim Ayşe gelinim, bir başka<br />

oluvermiş. Şen, şakrak, öz kızım Arife'den bin<br />

kat daha cana yakım., Serpil'in doğumundan<br />

sonra ilk görüşüm bu. Aman ne kıvrak bir hanım<br />

olmuş öyle.. Oğlumda kendimi seyrettim..<br />

Sık sık kucaklıyor, ağlamak istiyordum boynuna<br />

düşüp.. Cahit 'bu hâlimi anlamış olacak ki,<br />

torunlarımı uyandırmağa kalktı. Ben itiraz ettim;<br />

rahatsız olmasınlar, uyusunlar diye.. Nasıl olsa,<br />

daha bol bol görürdüm.. Oğlumu seyretmek istiyordum<br />

ben,. Oğlumda kendimi bilhassa..<br />

Ayşe hemen banyoyu hazırladı ve ılık bir<br />

duş aldım. Epeydir uzun yolculuğa çıkmadığım<br />

için, otobüs beni bayağı hırpalamıştı. Duş iyi<br />

geldi. Kahvaltıya çocukları da kaldırdı Ayşe. Sabahın<br />

bu saatinde kahvaltıyı ne yapacaklar dedimse<br />

de, alışkın olduklarını söylediler. Kendileri<br />

işe gidince, bakacak kimseleri olmadığı için,<br />

mecburen kreşe götürüyorlarmış. Ben varım bugün;<br />

gidinceye kadar da evde kalabilirler dedim..<br />

İtiraz ettiler, ben de üstelemedim.. Dört ve<br />

beş yaşındaki bu yavrular, daha bu çağda, anne<br />

ve babasından ayrı, kim olduğunu bilmediklerinin<br />

terbiyesinde ve kreş kültürünü alarak büyüyorlardı<br />

demek..<br />

Murat yüzünü yıkayıp gelince, hiç yadırgamadan<br />

boynuma sarıldı, yanaklarımı yalarcasına<br />

öptü. Serpil, daha dedeyi falan tanıyacak durumda<br />

değildi anlaşılan,. Garip garip bakıyor, içini<br />

çekip duruyordu.. Murat kucaklayıp getirdi bana..<br />

Dizlerime oturtarak, senelerdir hasretini çektiğim<br />

hale kavuştum şükür.. Anlatamam o anki<br />

duygularımı. Getirdiğim hediye oyuncakları çıkardım.<br />

Aman ne sevindiler, görmeliydiniz.. Ya<br />

ben..<br />

Kar, koca işlerine, 'çocuklar da kreşe gidince,<br />

yalnız kaldım evde.. Yorgundum ve uyumam<br />

gerekti.. Tek tek odaları gezdim. Çok güzel<br />

bir ev dizmişler maşaallah.. Ayşe'nin benim<br />

•çin hazırladığı yatakta epey, sağa sola döndükten<br />

sonra öğleye kadar uyumuşum. Akşamı zor<br />

ettim o gün.. Eve döndüklerinde, ömrümün yep-


yeni bir safhasını yaşamağa başladığımı farkettim:<br />

emekli bir memurdum artık. Ve ömrümün<br />

bundan sonrasını böyle geçirecektim anlaşılan..<br />

Ne zormuş meğer, bu hakikati kabullenebilmek..<br />

Ne zormuş, şu yaşta dünyaya yeniden<br />

doğmak.. Kim acaba beni yeniden doğuran annem..<br />

Zaman mı, yoksa ne.. Bilmiyorum, bilemiyorum<br />

işte..<br />

Gecelerini torunlarımla oynayarak, oğlum ve<br />

gelinimle eski günleri yâdederek; gündüzleri de<br />

Ankara'yı gezerek geçirdiğ'im şu beş altı günün<br />

ne anlamı vardı benim için, otuz senelik <strong>edebiyat</strong><br />

öğretmeni Münif Bey, demek bu derece<br />

şaşıracaktı ha.. Hayret!. Oysa, herkesin aptallaştığı<br />

bir yığın vakıa karşısında binlerce kelimelik<br />

ifâde gücüne sahip değil miydim ben..<br />

Bir tarafmda Cahit'in, öbür tarafmda Arife'nin<br />

bulunduğu İki mekân arasında çırpınan bir saat<br />

sarkacı gibi sarhoş, gidip gelmekten 'başkaca<br />

yapabileceğim çok şey olmalı benim. Şu, evliliğe<br />

adım atmamış bir hürriyet tutsağı genç hâlini<br />

andıran yeni hayatımda kimler benimle birlikte<br />

bulunaeaksa, hepsine yeni vazifelerini bildirmeliyim<br />

diyorum.. Ama evvelâ kendime gelmeliyim,<br />

değil mi.. Kendime gelmenin ölçülerini, şeklini<br />

tâyin edebilmeliyim bir an önce.. Bana şimdiye<br />

kadar geçirdiğim ömrümün en kesin çizgilerle<br />

ifâde edilebilecek bölümünü mânâlandıran Câvidân'la<br />

birlikte olmalıyım yine.. Halbuki, emeklilik<br />

hayatıma başladığım 'ilk günde kavgaya tutuştum<br />

onunla. Yanlış işti bu, şimdi daha iyi<br />

anlıyorum. O'nunla başladığımız hayatta, henüz<br />

ne Cahit vardı, ne Arife.. Torunlarımız bile yoktu,<br />

değil mi.. Bir o vardı, bir de ben.. Hem, her<br />

yeni karşılaştığım hâdiseyi, eşyayı, zamanı, ben<br />

Câvidân'la tanımadım mı sanki.. O hâdiseler,<br />

eşyalar, zamanlar, en güzel mânâlarını, Câvidân'la<br />

yorumlayışlarımızda bulmadı mı.. Emekfiiik<br />

hayatı da yepyeni bir dönem, yepyeni bir<br />

hâdise ve zaman benim için.. Câvidân'la birlikte<br />

manâiandırmalıyım bunu da,. Razı olmalıyım<br />

vereceğimiz her mânâya ve şekle..<br />

İşte, bunlariı düşünüyorum, ömrümün büyük<br />

bir bölümünde hizmet ettiğim müessesenin bakanlığı<br />

önünde gezerken., 'İçimi kekremsi bir burukluk<br />

'halinde saran hasret, burnumun ucunu<br />

sızlatan hakikatlare bürünmüş sanki.. Oğlumda,<br />

gel'inimde, torunlarımda bana ait birçok tacili şeyler<br />

buldum.. Beni mutluluktan uçuracak kadar<br />

şirin şeylerdi bunlar.. Arife'ye gitsem, onda da,<br />

kocasında ve çocuklarında da benzer şeyler bulabilirdim<br />

elbet.. Ama, söyleyin bana lütfen,<br />

bunların hiçbirisi, Câvidân'ın demlediği çayın<br />

sıcaklığında erittiği sevgiye denk olabilir mi..<br />

Gördüm işte; çocuklar ve gelinler, babanın derdini,<br />

baba söylemedikçe anlıyornıyorlar.. Ama,<br />

ömrünün belirli bir ânını bir yastıkta geçirenler,<br />

herşeylerini, ama herşeylerini anlarlar.. Câvidân<br />

olsa, onlardı işte şimdi neler düşündüğümü •<br />

— Yine neler düşünüyorsun ba'kiym.. Mektup<br />

göndermiyor diye Arife'ye kızıyorsun, değil<br />

mi.. Eloğlu işte, ne yaparsın.. Asıl sen Cahit'e<br />

baksana,. İki senedir bayramlara da gelmiyor..<br />

Üzme kendini, biz bize yeteriz cancağızım,<br />

yeteriz biz bize..<br />

Sonra yanıma gelip oturur, bir çocuk gibi<br />

avuturdu beni.. Yeterdik gerçekten biz bize.. Çocuklar<br />

fazla gelirdi, torunlar artardı.. En sevdiği<br />

şiiri okurdum ona; şarkılar söylerdim., Çocuklaşır<br />

dizine yatardım kimi zaman. Seyrek saçlarım<br />

arasında gerdirdiği parmaklan, bir nazlı kuş kanadı<br />

gibi çarpardı dGHarıma.. Hayat nasıl taze,<br />

nasıl güzel ve nasıl da yaşanmağa değerdi o<br />

demler!.<br />

Emekli olur olmaz farkettiğimi söylediğim<br />

değişiklikler, Câvidân'da olamazdı.. Evet, şimdi<br />

daha iyi anılıyorum. O'nunher zamanki hâliydi<br />

onlar.. Ve değişiklik bendeydi.. Bana karşı tavırlarını,<br />

değişmeyle birlikte, elbette değişik karşılayacaktım..<br />

Önceleri söylemez miydi sanki aynı<br />

şeyleri.. Kızmaz, bağırıp çağırmaz mıydı.. Hiç<br />

kavga etmez miydik sanki..<br />

Evet.. Ankara'dan usandım işte.. En kısa<br />

zamanda gidip CâVidân'ı almalıyım.. O'ndan u-<br />

sanamam, kopamam.. Yâr o bana..<br />

MAYAŞ YAYINLARI<br />

SUNAR<br />

Fiyatı * 300 TL.<br />

İsteme Adresi « MAYAŞ<br />

Necatibey Oad. 18/12<br />

10 adetten, fazla siparişlere<br />

% 25 indirim yapılır.


KUTLU TÖRE<br />

ÜSTÜNE<br />

İlk baskısından beri gör-"<br />

düğüm ve zaman zaman karıştırdığım<br />

Kutlu Töre'yi. ne yazık<br />

ki, ancak ikinci baskısı yapıldıktan<br />

sonra okuyabildim. Alper<br />

Aksoy'un Kutlu Töre'sini o-<br />

kurken niçin bu zamana kadar<br />

okuyamadığıma teessüf ettim.<br />

Milletimize âit ne varsa hepsiyle<br />

ilgilenen insan için Kutlu Töre'<br />

de çok şey vardır.<br />

Kutlu Töre'yi, bir roman o-<br />

kuyorum diye okuyup geçmedim;<br />

daha doğrusu geçemedim.<br />

O, şimdiye kadar okuduğumuz<br />

romanların çoğundan farklı ve<br />

kendine has bir muhtevaya sahiptir.<br />

Kutlu Töre'yi okurken<br />

Rus, Çin, Acem, Arap, Bulgar,<br />

Yunan gibi milletlerin esareti<br />

altında kalmış ve her türlü hakları<br />

elinden ahiamıjşV hürriyetten<br />

mahrum, kendi vatanında<br />

öksüz, kimsesiz ama şuurlu, u-<br />

yanık soydaşlarımızın hâlini düşündüm<br />

ve esef etmeden duramadım.<br />

Esef ettim; zîrâ, onlarda<br />

bulunan şuurun, uyanıklığm i-<br />

nanç ve ülkünün birazı bizde olsaydı,<br />

Türklük dünyasının bugünkü<br />

durumu —şüphesiz— daha<br />

farklı olacaktı. Kendi kendimizle<br />

savaş hâlinde olmamız yüzünden,<br />

kendi düzenimizi, kendi<br />

emniyetimizi sağlayamadık<br />

ki onlara da faydamız dokunsun!<br />

Kutlu Töre, bir mâcerâ romanı<br />

değildir; bir ferdin veya<br />

topluluğun psikolojik tahlili hiç<br />

değildir. Tarihî bir roman da de-<br />

Fahri UNAN<br />

ğildir. Kutlu Töre, vatanı gasp<br />

edilmiş, istiklâline boyunduruk<br />

vurulmuş, her türlü imkândan<br />

mahrum, dış dünyaya pencereleri<br />

sıkı sıkıya kapatılmış bir<br />

avuç Türk'ün ölüm-kalım savaşının<br />

romanıdır.<br />

Romanın özetini vermek istemiyorum.<br />

Zîrâ buna bu küçük<br />

makalenin hacmi müsait değildir.<br />

Onun bezi yönlerini ve üslûbunu<br />

biraz kurcalamak istedim.<br />

Roman, Kaşkay aşiretinin,<br />

İran hükümeti ve onların arkasındaki<br />

İngilizlerle mücâdelesini<br />

anlatı ve bir milleti ayakta tutan<br />

sırrı ortaya kor. Bu sır «töre»<br />

mefhûmunda gizlidir. Töre,<br />

târihin derinliklerinden süzülüp<br />

gelen kamu vicdanının<br />

koyduğu kaidelerdir. Yazılı bir<br />

hukuk kaidesi değildir ama,<br />

belki ondan daha keskin ve daha<br />

bağlayıcıdır. Töreye asla karşı<br />

gelinmez, asla bozulamaz,<br />

tahrip edilemez. Milletin sosyal<br />

hayâtı onların varlığı ile düzenini<br />

bulur. Kuvvetli törelere sahip<br />

olan milletler bizzat kendileri<br />

de kuvvetli olur. Romanda<br />

bilhassa Kaşkaylar için töre herşeydir<br />

ve tarifini Gökçe Ana'nm<br />

sahamda bulur. Onun eliyle eğriler<br />

düzeltilir, sapmışlar yola<br />

getirilir^ aksaklıklar giderilir.<br />

Gökçe Ana, törenin tâ kendisidir.<br />

Törelere yapılan müdâhalelere<br />

şiddetle karşı konur. Kaşkaylarm,<br />

İran hükümeti ile kavgaları<br />

da bu yüzdendir ve İran<br />

hükümetinin isteği, töreyi ortadan<br />

kaldırmak olarak görülür;<br />

bunun için ölüm göze alınır. Aslında<br />

korunmak istenen töre<br />

değildir; onlarla kâim olan milleti<br />

korumak, milletin aslî benliğinden<br />

uzaklaşmasına müsâ<br />

de etmemektir. Çünkü töre varsa<br />

millet de vardır. O ortadan<br />

kalkarsa milletin yok olması,<br />

Acemleşmesi kaçınılmaz bir neticedir.<br />

Kutlu Töre, sâdece Kaşkay<br />

ve İran kavgasını anlatmaz.<br />

Bir aşiret hayâtı içerisinde ne<br />

varsa hepsi gözlerimizin önüne<br />

serilir. Kaşkaylann yaz ve kış<br />

yaşayışları, eğlenceleri, göçleri,<br />

yaylakları, kendi aralarındaki<br />

münâsebetleri; el ve ev işlerindeki<br />

maharetleri; kadın ve<br />

erkeğin aşiret içindeki yerleri;<br />

iyi ve kötü, güzel ve çirkin telâkkileri;<br />

yaşama, var olma ve<br />

bu varlığı sürdürme gayretleri,<br />

hepsi hepsi canlı bir şekilde ortaya<br />

konur. Gidip görmediğimiz<br />

hâlde apaçık Kaşkayları<br />

gözümüzün önüne getirebiliriz.<br />

Bu bakımdan, gözlem olmadığı<br />

halde, sanki gözlem neticesinde<br />

her şey ortaya konmuş gibidir.<br />

Yazarın, Kaşkaylarla yıllarca<br />

içice yaşadığını, onlardan biri<br />

olduğunu sanırız. Belki de Kutlu<br />

Töre'yi çekici yapan budur.<br />

Romandaki insan kadrosu-


nin da Kaşkaylarla kuvvetli bir<br />

ahenk sağladığı dikkati çeker.<br />

Kaşkaylara ait bütün isimler,<br />

kapalı bir cemiyet hayâtı yaşayan<br />

aşiretle uyumlu ve o derece<br />

millî, o derece Türkçedir.<br />

Bütün fertler birbiriyle kaynaşmış<br />

şekilde ve iç içedir. Ne sivrilikler,<br />

ne de silik karekterler<br />

vardır. Herkes aşiretin varlığının<br />

devamından başka bir şeyi<br />

düşünmez. Herkesin ortak gayesi<br />

milleti ilelebet yaşatmaktır. Yalnız<br />

bir şey dikkati çeker Yazar,<br />

Kaşkaylara âit olan karekterlerini<br />

—taraf tutar şekilde—<br />

her türlü kötülükten ve art düşünceden<br />

uzak tutar. Her halleriyle<br />

mâsundurlar. Buna karşılık<br />

gerek İranlılar, gerek İngilizler<br />

hep yalancı, sahte, dalavereci<br />

ve ikiyüzlüdür. Bu durum yazarın<br />

lehine mi, aleyhine mi<br />

bilmiyorum.<br />

Aksoy'un, bilhassa üslûbu<br />

dikkat çekicidir. Kendine has bir<br />

üslûp ortaya koymuştur. Cümleler<br />

kısa, etkileyici, destânî bir<br />

havadadır. Hele bu kısa cümlelerin<br />

birbirini takip etmesi oldukça<br />

ahenkli bir durum oluşturmuştur.<br />

Bir cümlenin son kelimesiyle,<br />

ikinci cümlenin ilk<br />

kelimesinin aynı olduğu hâller,<br />

ifâdeye şiiri bir karekter vermektedir.<br />

Bu cümleden olmak<br />

üzere, bölüm başlarındaki Dede<br />

Korkutvarî söyleyişler romana o-<br />

rijinal bir hava vermektedir. Bu<br />

üslûp içinde tasvirlerin çok mühim<br />

bir yeri vardır. Kişi tasvirleri<br />

yok denecek kadar azdır.<br />

Ancak buna mukabil tabiat ve<br />

zaman tasvirleri çok canlıdır.<br />

Gidip görülmüş ve ondan sonra<br />

yazılmış intibaını verir. Karşımıza<br />

bir resim veya tablo çıkar<br />

ve olanca parlaklığı, olanca<br />

renkliliği ile bize —adetâ— gülümser.<br />

Yalnız kelime seçiminde -istenerek<br />

mi bilmiyorum- edebî<br />

dilin dışına çıkılmış ve yer yer<br />

mahallî söyleyişler, mahallî kelimeler<br />

kullanılmıştır. Kanaatimce<br />

bu hususa biraz dikkat e-<br />

dilse çok daha güzel olurdu.<br />

Romanda vak'anın kuruluşu<br />

ve gelişmesi normal seyrini takip<br />

etmiştir. Geriye dönüşler<br />

hemen hemen hiç yoktur. Yazar,<br />

baş taraflarda Hüsrevi'n çevresinde<br />

bir aşk motifi oluşturmuşsa<br />

da, buna takılıp kalmamış,<br />

okuyucuyu, aşkın sonu ne<br />

olacak gibi bir merakta bırakmamıştır.<br />

Hattâ bu aşk. o derece<br />

ehemmiyetsizdir ki, sonunun ne<br />

olduğunu, Hüsrev'le Elvan'm<br />

neye karar verdiklerini bile bilmiyoruz.<br />

Aşk motifi, İngiliz entrikasını<br />

bir temele oturtmak i-<br />

çin ele alınmış intibaı vermektedir.<br />

Burada şu hususa da dikkati<br />

çekmek isterim: Romanda iki<br />

üslûp göze çarpmaktadır, öyle<br />

ki, bu iki üslûp birbirinden<br />

tamamen farklıdır. Biri yazarın<br />

bizzat kendi üslûbu, ikincisi ise<br />

Cemâl Hüsnü Taray ve Naci O-<br />

kay'm anıları şeklinde verilen<br />

üslûptur. İlk bakışta ikincisi yama<br />

gibi görünüyorsa da, bir anının<br />

roman üslubuyla verileme<br />

yeceği göz önüne alınınca normal,<br />

hattâ elzem görülür. Hattâ<br />

diyebilirim ki, ikinci üslûp<br />

anlatıma biraz daha hareketlilik<br />

getirmiştir.<br />

Kutlu Töre nedir Yukarıda<br />

da söylediğim gibi ne mavera<br />

romanı, ne tarihî bir roman, ne<br />

de tiplerin romanıdır. Hattâ, o<br />

kadar ağır basmasına rağmen<br />

«Töre romanı» da değildir. Macera<br />

anlatmak gibi bir kaygı a-<br />

rayamayız-, târihî olacak hiç bir<br />

yönü yoktur. Tipıerin romanı o-<br />

labilecek bir karektere de sahip<br />

değildir. O kadar sivrilmiş gibi<br />

görünmesine rağmen Gökçe A-<br />

na'ya bile tip diyemeyiz. Her<br />

haliyle içinde bulunduğu topluluğun<br />

bir parçasıdır ve onlarla<br />

açıklık kazanır. Tip olabilmesi<br />

için etrafından tamamen soyutlanmış,<br />

nev'i şahsına münhasır<br />

hiç bir tarafı yoktur. Töre<br />

romanı da olamaz. Çünkü,<br />

yazar bize törelerin ne olduğunu<br />

öğretmeye kalkışmadığı gibi,<br />

törelerin müdâfaasını da yapmaz.<br />

Esasen töre, milletin dayanağı,<br />

sosyal hayâtın tanziminde<br />

faydalanılan bir kaynak olarak<br />

ehemmiyet kazanır. Milletin hayatı<br />

onun varlığı ile var olduğu<br />

için uğrunda ölüm göze alınır.<br />

Kutlu Töre, bir millî şuur<br />

ve ülkü romanıdır. Dumura uğramış<br />

dimağları uyarmaya, bizi<br />

biz yapan kıymetleri hatırlatmaya<br />

çalışan bir romandır. Belki<br />

de dünümüzü hatırlatarak<br />

bugünümüze yön vermeye çalışan<br />

bir romandır. Çünkü, aynı<br />

yollardan biz de, Anadolu<br />

Türklüğü de geçmiştir. Kökünden<br />

kopan ağaç kurumaya, dalından<br />

kopan yaprak çürümeye<br />

mahkûmdur. Çürümemizin önlenmesi<br />

de köke ve dala bağlı<br />

kalmakla mümkündür. Ona ayrıca,<br />

Türk milliyetçiliğinin sınırlarının<br />

nerelere uzandığını<br />

gösteren bir roman gözüyle de<br />

bakabiliriz.<br />

ÇAĞRI KİTABEVİ KONYA'DA<br />

ZENGİN ÇEŞİTLEYLE<br />

HİZMETE GİRDİ<br />

Adres: Mevlâna Cad. Şairhasarı<br />

Rüştü Sok. No. 23/D<br />

KONYA<br />

35


HİKÂYE<br />

-Httfflt<br />

J| ~ş-4<br />

SOKAĞI SİYAHA BOYUYORLARDI<br />

Halime TOROS<br />

İki beyaz el biten ayın takvim yaprağını<br />

itina ile kopardı. Uçuk pembe bir<br />

fonda, elele tutuşarak mavi dalgalara<br />

doğru koşan sarışın kız ve sevgilisi ona<br />

gülümsüyordu. Mavinin en güzeliyle ö-<br />

rülmüş mutluluğa doğru ilerliyorlardı.<br />

Çiğdem hayran hayran seyrediyordu<br />

çifti. Bir an sarışın kızın yerine geçmek<br />

ve delikanlının elinden kendisi tutmak<br />

istedi. Ama dünyaya semadan bakan,<br />

hep pembe—mavi olayların düşünü kuran,<br />

arebesk bir şarkıyla gözleri dolup,<br />

romantik aşk hikâyeleri ile duygulanan<br />

genç kızlığını çok gerilerde bıraktığını;<br />

tek tük beyazlanmaya başlayan zeytin<br />

karası saçlarında ve göz altlarındaki kırışıklarda<br />

görerek vazgeçti bundan.<br />

O yıllar reyhanlarla sarmaş—dolaş<br />

olmuş penceresinin altından geçen Ctemiz<br />

gömlekli, ütülü pantolonlu, itina ile saçları<br />

taranmış, dudaklarında sevdalı bir<br />

türkü) delikanlıların yüreğini hoplattığı,<br />

beğenilmenin hazzını tattığı taze yıllardı<br />

Hiç bitmeyeceği sanılan aldatıcı yıllar...<br />

Elmde takvim yaprağı dalgın gözlerle<br />

sokağı seyrederken karşı komşunun<br />

kızı Nurten'i gördü balkonda. Balkonun<br />

demirlerini çepeçevre saran sarmaşığın<br />

tozlarını temizliyordu. Bunu yaparken<br />

dahi elindeki alyansı göstermeyi ihmal<br />

etmiyordu. Yirmiiki ayar altının üstüne<br />

düşen sarı ışık demetleri Çiğdem'in gözünü<br />

kamaştırmıştı. Neden yapardı bunu<br />

Sonra nişanlısına gösterip alaylı, a-<br />

laylı niye gülerdi<br />

Akşamın serinliği çökmeye, gölgeler<br />

koyulaşmaya başladığı sıralar, sıska, gözleri<br />

ileri derecede miyop nişanlısı gelirdi<br />

Nurten'in. Yıkanmış balkonda içilen<br />

çaylardan sonra sahile inerlerdi. Yalnız<br />

kendi beraberliklerinin tadını çıkartmaları<br />

gerektiği halde "maviliklere koşan sarışın<br />

kız ve sevgilisi" gibi Çiğdem'in penceresine<br />

bakmayı ihmal etmezlerdi. Nur-


ten "ak gemiyi" yakalamış olmanın gururu<br />

ve mutluluğuyla nişanlısına, "Evde<br />

kaldı O. Zavallı kızcağız" derdi. Onlar<br />

akşamın karanlığı arasında kaybolurken<br />

Çiğdem kendi karanlığına dalardı.<br />

Çiğdem pencereyi kapattı, perdeleri<br />

sıkı sıkıya örttü. Annesi Ay ten hanım<br />

kızının huzursuzluğunu, akşam gelecek<br />

olan iki çocuklu adama, yorarak öğüt<br />

vermek istedi, "kılı kırk yarıyorsun kızım"<br />

dedi, bir eli belinde. "Senin yaşmdakilerin<br />

boyu beraber çocukları yar."<br />

Çiğdem kızamıyordu annesine. Hakda<br />

veremiyordu. Neden bu denli sabırsız,<br />

hoşgörüsüzdü İçine düştüğü yalnızlıktan,<br />

Çiğdem de, kurtulmak istiyordu.<br />

Korkusu: bir yalnızlıktan kurtulayım derken<br />

daha karanlık, ıstırab verici bir yalnızlığa<br />

düşme ihtimaliydi. Sevememişti,<br />

istemeye gelenleri- Yüreği kabul etmemişti!<br />

Sonra bir gün aynaya baktığında<br />

aynada ki hayalinden korkmuştu. Bu<br />

kendisi miydi Bu gözler, bu gamzeleri<br />

daha da çukurlaşmış yanaklar onun muydu<br />

"Bunlara rağmen bu kadar bekledikten<br />

sonra biraz daha bekleyebilirim"<br />

demişti. Mutlaka bulacak bütünleşecekti,<br />

istediği erkekle...<br />

Yoksa annesinin sitemkâr sözlerinden,<br />

Nurten'in alaylı bakışlarından yılıp<br />

önüne çıkan her hangi biriyle evlense<br />

miydi "Sonra çocuklar" dedi, Çiğdem.<br />

Ve o masum çehrelerin hatırına çekilebilecek<br />

yavan bir hayat! Eğer masum<br />

yüzlerde o beraberliği yaşanır kılamıyorsa,<br />

göz yaşları içerisinde baba evine dönüş!<br />

Bugün "kızım artık zamanın geldi<br />

de geçiyor" diyen annem yanında dul bir<br />

anneyi nasıl koruyabilecek "Bunlar için<br />

mi evleneceğim, sevmediğim bir insanla"<br />

diye düşündü Çiğdem. Kendi karanlığında<br />

yalnız olduğundan emin biraz yüksek<br />

sesle konuşmuştu. Ayten hanım örgüsünden<br />

başmı kaldırmış şaşkın, meraklı kızma<br />

bakıyordu. Çiğdem suç üstü yakalanmış<br />

olmaktan mahcup, sıkı sıkıya kapattığı<br />

perdeleri ve pencereleri açtı. Akşam<br />

olmak üzereydi. Bir kaç saat sonra;<br />

belki de arayışlarının, yalnızlığının bittiği<br />

saat olacaktı. Komşularının imalı sözlerinden<br />

kurtulacağı saat. Sevecekti gelecek<br />

olan adamı... Bütün ömrünü O'na a-<br />

dayacaktı...<br />

Zaman ilerledikçe genç kızlık günlerinin<br />

heyecanı, şımarıklığı geldi üzerine.<br />

Sabırsızdı! Sevmek, sevilmek, ilgi<br />

görmek için sabırsızlanıyordu. Dost gözlere<br />

daha dost bakmak için...<br />

Üstelik ne giyeceğine de bir türlü karar<br />

verememişti. Elbiselerinin kimini çocuksu,<br />

havai, kimini çok ciddi buluyordu.<br />

Büyük tereddütden sonra uçuk pembe<br />

yakası fistodan çiçeklerle süslenmiş<br />

elbisesini giydi. Merak ve heyecanla, yüreği<br />

dopdolu zamanın geçmesini ve bir<br />

an önce o bilinmeyen, tanınmayan elin<br />

zile basmasını bekledi...<br />

O meçhul elin ısrarla, aceleci zile<br />

basışlarıyla, bekleyişi son buldu. Çiğdem'-<br />

in güzel yüzüne apansız bir hüzün yayıldı,<br />

dalga—dalga... Öyle bir zil çalıştıki<br />

bu, sanki mağazadan alınan alelade<br />

bir gömleği hemen satın alıp giymenin<br />

aceleciliği vardı. Yine de kırılmadı Çiğdem'in<br />

ümitleri. Kapıyı açıp "damat a-<br />

dayını" görüncede hâlâ o ümit, karamsarlığa<br />

mağlûp olmamıştı. Orta boylu,<br />

kırk—kırkbeş yaşlarında, saçları, dökülmeye<br />

başlamış birisi idi. Kayıtsız, müşkülpesent<br />

olmayan ve istediğini ilk girdiği<br />

mağazadan almak istemenin kesinliği,<br />

rahatlığı vardı yüzünde.<br />

Çiğdem gözleriyle, yüreğiyle yalvarıyordu<br />

adama: Ne olur öyle bakma bana.<br />

Beni ara. Gir ruhuma. Öyle hazırım<br />

ki, tüm gizlerimi sana açmaya. Ama adam<br />

elindeki kırmızı gülleri Çiğdem'in eline<br />

tutuşturup koltuğa gömülmüştü, bile Çiğdem'in<br />

yalvaran, ağlayan gözlerini görmüyordu.<br />

Ayten hanımla konuşuyorlardı.<br />

Bir iş adamı pozuyla kısa bir hal—hatır<br />

sorma faslından sonra hemen mevzuya<br />

girmişti. Çiğdem utanarak çıktı o-<br />

dadan. Ama hâlâ yenilmemişti. Sevebilirdi<br />

bu adamı zamanla... Sevdirebilirdi<br />

kendisini... Uzun yılları yitirmişse de yine<br />

yaşanacak yılları vardı. Hatta elele<br />

sahilde dolaşabÜecekleri mavilikler var-


di. Yok olan birşey yoktu, Çiğdem'in dünyasında!<br />

Yüreğine çitlerle çevrili küçücük<br />

bir bahçe yapmıştı. Bu bahçenin yağmurları<br />

vardı: mutsuzluğu yıllayan. Siyahı<br />

boyayan beyazı vardı... Hoş kokan<br />

binbir renkte gülleri, azim, sabır, mücadele<br />

sinmiş şiirleri vardı... Yitirmişti bu<br />

bahçeyi! Bunun için savaşmıştı, yıllar boyu!<br />

Yoksa evlenmezmiydi bunca senedir<br />

Elleri titreyerek, ayakları dolaşarak<br />

elindeki gümüş tepsiyle odaya girdiğinde,<br />

havaya mevzunun hallolmuş olmasının<br />

huzuru sinmişti. Anne mutlu gülümsüyordu.<br />

Adamsa işini bitirmiş olmanın<br />

rahatlığı ile "malın ambalajlanmasını'*<br />

ve kendisine sunulmasını bekliyordu.<br />

Kahveleri ikram edip oturduğunda adamın<br />

küçük, sararmış gözleri şeytani, sevgisiz<br />

bir bakışla parladı. İki meraklı göz,<br />

Çiğdem'in bakışlardan utanan, titreyen<br />

vücudunu saran pembe elbiseden içeri<br />

girdi. Çiğdem silkelemek, temizlemek istedi<br />

bakışları. Yanakları elbisenin rengine<br />

zıt bir kırmızılıkla alev alev yanıyordu.<br />

Kırmızı yanakları ve zeytin karası<br />

saçlarıyla, hafif esintiyle yaprakları titreşen,<br />

üşüyen, örselenmeye gelmeyen bir<br />

laleye benziyordu. Ayten hanım ve bakışların<br />

sahibi ne olduğunu anlamadan,<br />

Çiğdem sessizce akıtarak göz yaşlarım<br />

yorgun adımlarla salondan çıktı. Odasının<br />

kapışım kilitleyip anahtar deliğini<br />

ceketiyle örttü. Öylesine ürkmüştü ki o<br />

bakışları hâlâ üzerinde hissediyordu. Yüreğini<br />

değil de vücudunu tanımaya çalışan<br />

bakışları!..<br />

Çiğdem annesinin tüm ısrarlarına<br />

rağmen odadan çıkmayınca, adam gitmişti.<br />

Amıe kırgındı, kızgındı. Elindeki<br />

örgüsünden başını kaldırmadan hıncını<br />

ondan almak istercesine örüyordu. Çiğdem<br />

annesine sarılıp ağlamak istedi. O-<br />

nun, saçlarım usul usul okşayıp, yanağını<br />

elleriyle kurulamasını bekledi. "Boş<br />

ver yavrum sana layık değildi" demesini<br />

bekledi. Ama dememişti annenin dilleri.<br />

Gözlerini hiç kaldırmadan örgüsüne devam<br />

etmişti. Çiğdem yapayalnız, yorgun,<br />

ne yapacağını bilmez bir halde salonun<br />

ortasında kala kalmıştı...<br />

Sonra adamın getirdiği gülleri tek tek<br />

yolup pencereden dışarıya savurdu. Karanlığın<br />

ortasında ateş böcekleri misali<br />

uçup, caddeye döküldü; kırmızı gül yaprakları...<br />

Takvimin tek tek düşen ve bir<br />

daha yaşanamıyacak yıllan gecenin soğuk<br />

esintisiyle dört bir yana savruluyordu.<br />

Bahçesindeki çiçekler soluyor, kuşlar<br />

dört bir yana kaçışıyor, çitler devriliyordu...<br />

Yok oluyordu bahçesi! Çiğdem'in<br />

renkleri birbirine girmişti...<br />

Tek çare toplamak, gül yapraklarım"<br />

dedi Çiğdem. "Yenildim kaybettim bu<br />

savaşta. "Lâkin sokak lambaları da sönmek<br />

üzereydi. Sıra ile sarı ışıklarım kesip<br />

sokağı siyaha boyuyorlardı. Çiğdem<br />

pencereden başım uzatıp, "Artık çok geç"<br />

dedi, kırmızı gül yapraklarına. Sokağı siyaha<br />

boyuyorlar...<br />

OCAK YAYINLARI SUNAR<br />

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ:<br />

SULARI ISLATAMADIM<br />

Abdurrahim KARAKOÇ<br />

250 TL.<br />

KAK ^ÜıîSfi<br />

Bahattin KARAKOÇ<br />

250 TL<br />

Ümraniye İçinde Vurdular Bizi<br />

Alper AKSOY<br />

250 TL.<br />

Ödemeli Sipariş Adresi :<br />

P. K. 329 Kızılay - ANKARA<br />

38


dAPffîlftl*<br />

S. Ağa BAYDİLİ<br />

Beşinci yayın yılını doldurmak<br />

üzere olan araştırma ve<br />

inceleme dergimiz Milli Eğitim<br />

ve Kültür, ciddi, ilmi ve tavrıyla<br />

yerini bulmuş, yerini ispatlamış<br />

dergi olma özelliğini bu<br />

sayıda da sürdürüyor.<br />

İhsan Kurt'un «Türk—İslâm<br />

Alimlerimin Astronomiye Hizmetleri<br />

ve Sahip Çıkılan Eserleri»,<br />

ismail Orhan Türköz'ün<br />

«Ekonomik Büyümenin Sınırlarıyla<br />

İlgili Araştırma ve Müşâhadeler»<br />

başlıklı araştırmaları<br />

yöneldikleri konuyu öz olarak<br />

ve kendi sistematiği içinde verici<br />

nitelikte yazılar.<br />

Prof. Dr, ismail Kayabalı ve<br />

Cemender Arslanoğlu «Batı Kaynaklarının<br />

Işığında Yuman Uygarlığı<br />

Üzerine Düşünceler» başlıklı<br />

yazıda Yunan medeniyetinin<br />

zannedildiği gibi medeniyetlerin<br />

çıkış noktası olmadığını<br />

tarihi seyri içinde vermeye çalışıyorlar.<br />

Özet bölümünden birkaç<br />

cümle okuyoruz: «M. Ö.<br />

2500—1400 arasında antik Minos<br />

uygarlığı ve onun bir devamı<br />

olan Yunan uygarlığının Anadolu<br />

orijinli olduğu bir gerçektir.<br />

Yunanlılar o kadar çok öğündükleri<br />

uygarlıklarını Anadoluya<br />

borçludurlar.<br />

«Helenistik kültür asimda<br />

Atina'nın dejenere hayatıdır. İsparta<br />

ilk komünist devletti. İskender<br />

ise psikiatrik bakımdan<br />

çok yönlü ve çılgın bir despottu,<br />

fakat çağdaş kültür savaşını<br />

ilk olarak Q başlatmıştır.»<br />

Bitiminde Türkçe ve Fransızca<br />

olarak özeti de sunulan<br />

yazı dikkatle okunması gereken<br />

ve üzerinde hassasiyetle durulması<br />

lazım gelen bir araştırma<br />

niteliğinde. Kronolojik hadiseler<br />

sosyo—psişik tahlillerle ve<br />

delillendirilerek verilmiş, Yazının<br />

—Literatür'ü— konuyu tahlil<br />

edeceklere «anahtar eserleri»<br />

sıralıyor. Sanıyoruz araştırmacılarımızı,<br />

bundan sonra, konuyu<br />

daha geniş etüt ve tahlillerle<br />

kitaplaştırmak görevi düşüyor.<br />

Bekliyoruz.<br />

Dergide; ayrıca, değişik i-<br />

simlerden çeşitli konularda yazı<br />

ve makaleler yeralıyor. Altıncı<br />

yayın yılma yeniliklerle<br />

gireceğim öğrendiğimiz dergimize<br />

basanlar diliyoruz.<br />

Töre'de ayın konusu «Atatürk<br />

Kültür Dil ve Tarih Yüksek<br />

Kurumu». «Ne Dediler» yazar,<br />

şair ve ilim adamlarımızın<br />

konuyla ilgili görüşlerini belirttikleri<br />

bölümün adı. Olay<br />

değişik yönlerden ele alınmış<br />

olmakla birlikte; ortaya, netleşmiş,<br />

hülasa edilmiş ve üzerinde<br />

birleşilmiş bazı dikkat<br />

noktaları çıkıyor. Özetlersek:<br />

«T.D.K. ve T.T.K. nun kapatılışı<br />

yerinde bir karardır. Ancak<br />

yeni kurumun başarılı olabilmesi<br />

kuruma seçilecek kişilerin<br />

liyakatini ve milliyetperverliğine<br />

bağlıdır. Ayrıca kurum,<br />

yalnız bırakıldığı, diğer müesseselerce<br />

desteklenmediği ve takip<br />

edilecek dil politikası devletçe<br />

benimsenmediği müddetçe<br />

görevini yerine getiremeyecektir.<br />

Önemli ve gerekli olan, kurumların<br />

şeklî ve hukukî varlıkları<br />

değil, Türk Dili'ne sahip<br />

çıkanların kültür hayatımızı<br />

yönlendirecek güçte olmaları,<br />

meseleye «iman» derecesinde sahip<br />

çıkmalarıdır. Kabuk değişikliği<br />

özü değiştirmeğe yetmez.<br />

Değişmesi ve tasfiyesi gereken<br />

topyekûn bir zihniyettir.»<br />

Katılıyor ve kurumun hayırlı<br />

olmasını diliyoruz.<br />

Yağmur Tunalı'mn Cinuçen<br />

Tanrıkorur'la, musikîmizi dünü<br />

ve bugününde batıyla etkileşimi,<br />

üstün yanları, meseleleri,<br />

çözüm yolları ve ana hatlarıyla<br />

özetleyen sohbeti, millî hassasiyet<br />

sahibi herkesin okuması<br />

gereken bir yazı olarak oldukça<br />

ilginç tesbitlerle dolu. «Sanat<br />

Elçimiz» Sn. Tanrıkorur konuyu,<br />

ıstılahlarına sadık kalarak<br />

ama kendi mütevazi üslubuyla<br />

ve her seviyeden okuyucunun<br />

anlayacağı bir dille tahlil ediyor.<br />

Musikîmize matuf tahrip<br />

faaliyetleri ve kültür bütünlüğümüze<br />

yansıyışları misalleri© ve<br />

Türk kalınarak tahlil edilmiş:<br />

«Öğ-re-ne-ce-ğiz. O kadar.<br />

Unutmak için dahi, terketmek<br />

için dahi, beğenmemek, hakir<br />

görmek, «ne berbatmış» demek<br />

için dahi ÖĞRENECEĞİZ.»<br />

Dergide Coşkun Ertepmar'm<br />

«Zaman ve Umut Kanatlı Kuşlar».<br />

Erdoğan Çakır'm «Sitem»<br />

şiirleri okunmaya değer.<br />

Veli Altınkaya «Yunus Emre'nin<br />

Şiirlerinde Mistik Düşünce»<br />

yazısında tasavvufî bir olaya<br />

batılı kavramlarla yaklaşıyor<br />

olmanın neticesi spekülatif<br />

bazı izahlara girişiyor. Olaya<br />

kendi mantığı ve literatürüyle<br />

yaklaşılmış olsa hem yapılan<br />

izah netleşir, hem de tehlikeli<br />

alanlarda tehliketi kavramlar<br />

kullanmak zorunda kalınmazdı<br />

sanıyoruz. Batı mistisizminin i-<br />

KONEVİ<br />

GENÇ DERGİ<br />

OKUYUNUZ<br />

OKUTUNUZ<br />

P. K. 385<br />

KONYA


zan kalıplarıyla tasavvuf! düşünceye<br />

yaklaşmak bizi, «hadler<br />

silsilesini» ihmal edici tesbitlere<br />

götürür. Yazının, her seviyeden<br />

okuyucuya hitabedeceği düşüncesinden<br />

hareketle, bu tür konularda<br />

daha bir temkin ve<br />

insaf sahibi olunması gerekliğine<br />

inanıyoruz.<br />

Kayseri'de çıkan dergilerimizden<br />

Kültür ve San&t Temmuz—Ağustos<br />

birleşik sayısını<br />

«Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı»<br />

olarak düzenlemiş. Önsöz<br />

olarak Üstad'ın vasiy etiyle başlayan<br />

dergi 64 sayfa ve 40 imzayla,<br />

dar imkanların güzele<br />

nasıl tevil edilebileceğini ispatlıyor.<br />

Tebrik ediyoruz.<br />

Üstad'la ilgili hatıraların ve<br />

«Büyük Kayba» duyulan teessürün<br />

anlatıldığı yazılar çoğu oluşturmakla<br />

birlikte, Üstad'ı ve<br />

kaybm büyüklüğünü yeniden<br />

hissediyoruz. O'nu daha titiz ve<br />

daha şümullü anlamak gerektiğini<br />

de.<br />

Doç. Dr. Orhan Okay, Üstad'ın<br />

dergicilik yönünü ele almış.,<br />

Doğuşu, çıkışı, yaymlanışı<br />

ve ara verişleriyle Ağaç'm anlatıldığı<br />

yazı Üstadın bu alandaki<br />

büyüklüğünü de sergileyici<br />

nitelikte.<br />

Mustafa Miyasoğlu'nun «Beklenen<br />

Sanatkâr», Mahmut Fida.<br />

nil'in «Necip Fazıl'm Tiyatro<br />

Anlayışı ve Piyesleri Üzerine»<br />

yazılarıyla yine Mahmut Fidanil'in<br />

Necip Fazıl Üzerine Abdurrahim<br />

Karakoç'la sohbeti dikkate<br />

değer yazılar olarak göze<br />

çarpıyor. «Dehanın Ardmdan Ne<br />

Dediler. (Latif Akman), «Necip<br />

Fazıl Kısakürek İçin Kronolojik<br />

Biyografi Denemesi (Mahmut<br />

Çağlıgöncü), «Üstad Necip Fazıl<br />

Kısakürek'in Vefatından Sonra<br />

Basında Çıkan Yazıların Bibliyografyası»<br />

(Ahmet Sönmez)<br />

denemeleri özel sayı'nm dikkate<br />

ve takdire şayan bir başka yönünü<br />

oluşturuyor. Araştıranlarını<br />

kutluyor ve denemeleri<br />

kaynak nitelikte gördüğümüzü<br />

belirtmek istiyoruz.<br />

Dergiye başarılar.<br />

lJvJvjrlJıS<br />

EDEBİYAT<br />

SUNAR<br />

ANADOLU'DA İLK DEFA<br />

İMZA GÜNLERİ<br />

Bahaftiıt Karakoç<br />

ibdurrahim Karakoç<br />

llper flksoy<br />

KAHRAMANMARAŞ<br />

ELAZIĞ<br />

ERZİNCAN<br />

ERZURUM<br />

TRABZON<br />

SAMSUN<br />

ÇORUM<br />

YOZGAT<br />

KAYSERİ<br />

KONYA<br />

12 Ekim<br />

13 "<br />

14 "<br />

15 "<br />

17 "<br />

18 "<br />

19<br />

20<br />

21<br />

22 Ekim


Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL'<br />

in eseri. İlk baskısı "1000<br />

Temel Eser" serisinde iki cilt<br />

halinde yayınlandı. Genişletilmiş<br />

ikinci baskısında iki cilt<br />

bir arada.<br />

> Çağlar içinde Türk devletleri<br />

ve devlet düzenleri. Türk<br />

milletinin oluşu ve gelişmesinde<br />

Türk büyüklerinin rolleri<br />

ve tesirleri. Türlerde milliyet<br />

şuurunun doğuşu ve<br />

gelişmesi. Türk toplum düzeni<br />

ve gelişmesi gibi temel<br />

konuları vukufla ele alan<br />

kaynak bir eser!...<br />

320 sh. 350.-TL<br />

BUGÜNKÜ<br />

DÜNYAYA<br />

BAKIŞ<br />

gOÖTI.<br />

VAHDI<br />

HATAV<br />

VE DİĞER<br />

DENEMELER<br />

• Fransız <strong>edebiyat</strong>ının büyük<br />

şair ve deneme yazan Paul<br />

Valery' nin fikri ve edebi<br />

denemeleri. Yalnız <strong>edebiyat</strong><br />

meraklılarının değil okuyan<br />

düşünen herkesin severek<br />

okuyacağı bir eser...<br />

• KİTAPTA İŞLENEN BAZI<br />

KONULAR<br />

— Avrupanın gelişmesi üzerine<br />

notlar<br />

— İlerleme üzerine sohbet<br />

— Çağımız ve diktatörlük fikri<br />

— Doğu ve Batı kavramları<br />

— Bunalımlarımız ve <strong>edebiyat</strong><br />

— Düşüncenin savaş ekonomisi<br />

— Fransız <strong>edebiyat</strong>ına bakış<br />

156 sh. 200.-TL.<br />

c4yn fRond<br />

Çeviren: Emine GEDİK<br />

• Ferdiyetçiliğin modern filozofu<br />

ve objektivizmin kurucusu<br />

Ayn RAND'ın eseri. Bugünkü<br />

sosyal cereyanlar istikbalde<br />

katileşirse insanoğlu'<br />

nun başına gelecek felâketleri<br />

işleyen düşündürücü bir<br />

roman.<br />

• "BEN" kafasız bir insan güruhundan<br />

ayrılarak sessiz bir<br />

dünyada beğendiği kadını sevmek<br />

cüretini gösteren bir<br />

kahramanın macerası... BEN<br />

totaliter komünizme karşı cesaret<br />

ve isyanın unutulmaz<br />

hikayesi.<br />

• Ünlü siyaset sosyologu Maurice<br />

Duverger'in eseri. Batı'<br />

nın geçirdiği merhaleleri ve<br />

şimdiki çöküşünü inceleyen<br />

önemli bir kitap.<br />

• KİTAPTA İŞLENEN<br />

KONULAR:<br />

BAZI<br />

— Batı sisteminin meydana gelişi<br />

— Liberal ideolojinin gelişimi<br />

— Yeni oligarşi ve yapısı<br />

— Sosyalizm ve Batı<br />

— Batı sisteminin geleceği<br />

BÜYÜK BOY 228 sh. 350.-TL.<br />

• Yaratılış ve Türeyiş Destanımızın<br />

usta yazar Mustafa Necati<br />

Sepetcioğlu tarafından<br />

edebi bir üslubla yazılışı...<br />

• Bu bir Türk destanıdır. Bugün<br />

ileri bir dünyada yeni ve<br />

hergün devleşen bir çarkın<br />

dişlilerinden biri olma yolunda<br />

didinen bir milletin<br />

temeli ve kökleri bu destanlardadır...<br />

• Okuyunuz, okutunuz!...<br />

208 sh. 250.-TL.<br />

v^<br />

FELSEFENİN<br />

İLKELERİ<br />

__A.<br />

320<br />

• Doğu Türkistan'ın komünist<br />

Çin istilasından sonraki durumu<br />

hakkında bilgi veren<br />

—şimdilik— tek eser...<br />

• Kazak Türk'ü lehçesinden<br />

Türkiye lehçesine çevrilerek<br />

yayınlanan dokümanter bir<br />

ROMAN...<br />

• Kendi milleti ve memleketinin<br />

başına aynı felaketin<br />

gelmemesi için her vatanseverin<br />

okuması gereken bir<br />

sh. 200.-TL.<br />

FİLOZOFLARIN.<br />

ÖZELLİKLERİ<br />

• "Milli sanat, milli tefekkür"<br />

endişesini duyanlann okuması<br />

gereken bir eser.<br />

• S.Ahmet ARVASİ'nin bu<br />

önemli eseri iki ana bölümden<br />

müteşekkil. Birincisinde<br />

"Diyalektiğimiz" mevzuları<br />

ele almıyor.<br />

• Estetiğimiz bölümünde ise<br />

"Sanat ve psikoloji", "Sanat<br />

ve din", "Milli kültür, milli<br />

zevk" vb. gibi konular ele<br />

alınıyor.<br />

200 sh. 250.-TL.<br />

hi!***'^<br />

S os YO F..U.I i K AÇİ DAN<br />

Tosauuuf v« Lsitrilc<br />

• Prof. Dr. Orhan Türkdoğan'ın<br />

eseri...<br />

• Bu araştırmada Ziya Gökalp<br />

sosyolojisinin evrim, kültür ve<br />

uygarlık, seçkinler, batılılaşma,<br />

yabancılaşma gibi meseleler<br />

ele alınarak enine boyuna<br />

incelenmektedir.<br />

• Ziya Gökalp ve sosyolojisini<br />

daha yakından tanımak, hakkında<br />

fikir sahibi olmak için<br />

okunması gereken bir eser.<br />

168 sh. 150.-TL.<br />

De Bayata Bayraklı<br />

FÂRÂBÎ'DE<br />

DEVLET FELSEF<br />

»5011.<br />

• Milli bir felsefe anlayışı kazanmamıza<br />

yardımcı, sahasında<br />

en güvenilir eser...<br />

• Kitapta felsefe tarihi gözden<br />

geçirilip Türk-İslam filozoflarının<br />

felsefe tarihindeki yeri<br />

ve Avrupa felsefesine etkileri<br />

gösterilmekte<br />

• İkinci bölümdeyse bilgi problemi,<br />

mantık, ahlâk, estetik,<br />

politika, metafizik konularında<br />

ilkeler açıklanmaktadır.<br />

272 sh. 350.-TL.<br />

• Tarih boyunca yetişmiş olan<br />

bazı ünlü filozofların, gerek<br />

şahsiyet ve gerekse toplum<br />

açısından sahip oldukları (veya<br />

olmaları gerektiği) özellikleri<br />

gösteren eser...<br />

• Beş ciltte tamamlanacak olan<br />

bu eserler milli benliğimizi<br />

bulmamıza yardımcı önemli<br />

bir külliyattır.<br />

240 sh. 350.-TL.<br />

• Türk-İslâm Kültüründe tasavvuf<br />

anlayışı.<br />

• Tasavvuf terbiyesinin sağlayabileceği<br />

sosyal faydalar<br />

• Sosyolojik bakımdan lâiklik<br />

ve İslâm.<br />

• İslâmi öz'ün resmi hukuka temel<br />

olabileceğine dair sosyolojik<br />

ve tarihi deliller.<br />

• Tasavvufun işlediği dini akideler<br />

ile sosyal ilimlerdeki bazı<br />

kavramların münasebetinin<br />

anlaşılması<br />

h. 200.-TL.<br />

• İslam felsefesinin büyük filozofu<br />

Farabî'nin devlet felsefesini<br />

ve bu çerçevede İslâm<br />

devlet yapısını, müesseselerini<br />

inceleyen eser...<br />

• KİTAPTA İŞLENEN KONU/<br />

LAR: <<br />

\<br />

- Devletin Menşei J<br />

Toplum ve devletlerin tasnifi!<br />

• Fadıl devlet ve müesseseleri ,<br />

BÜYÜK BOY 180 sh 400 -TL.


OKUYUCULARIMIZA İNDİRİMLİ KIT<br />

TÜRK İSLAM<br />

ÜLKÜSÜ<br />

SI AHMET AKVASI i'<br />

11<br />

. iHskiS<br />

TÜRKİSLÂM<br />

ÜLKÜSÜ ,<br />

aAHMETARVASt<br />

[D<br />

EEgHg<br />

TÜRKİSLÂM<br />

ÜLKÜSÜ €<br />

} • nn<br />

^şSÖ** r .<br />

FELSEFENİN<br />

İLKELERİ<br />

FİLOZOFLARIN<br />

Felsefeye Giriş<br />

SOSYOLOJİK AÇIDAN<br />

Tasauuuf v E Laiklik<br />

P^J<br />

De Niluı» JV-Mık<br />

350 TL<br />

S^.-t I> Nitel K. Ktık<br />

350 TL<br />

Prof, Ot.<br />

ÂMİRAN K.URTKAN<br />

200 TL<br />

BÜYÜK BOY<br />

M. üuverger<br />

batrnın<br />

iki yüzü<br />

BÜYÜK BOY<br />

DE;,<br />

Dr. Bayraktar Bayraklı<br />

RA.B11<br />

SEF<br />

400 TL<br />

••*TaKatmm\x.<br />

Ziya Gökaip<br />

Sosyolojisinde<br />

Bazı kavramların<br />

Değerlendirilmesi<br />

ül.mmmmmi<br />

KUTLU TÖRE I GÖÇTEN SONRA<br />

• ALPER<br />

AKSOY<br />

o4$n £Rmd<br />

/kV^JI JUr»Mm SAATLER<br />

VE<br />

ÇEHRELER<br />

Yahya fflkengn<br />

ALİ AKBAŞ

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!