07.02.2015 Views

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Muhterem Okurlar,<br />

Bu sayımızın belirlenmiş <strong>bir</strong> konusu yok. İstedik ki yazarlarımız,<br />

şairlerimiz; köyü<strong>nde</strong>, yaylasında, sahil kenarlarında tatlı esintilerle<br />

baş başa kalsınlar. Onları herhangi <strong>bir</strong> konuya yönlendirip can<br />

sıkıntısı peydahlamayalım. Biz de merceğimizi artık <strong>bir</strong>çok ilimizde<br />

gerçekleştirilen şiir şölenlerine tutalım. Türkçe şenliği olarak<br />

algıladığımız Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları’na, Sakarya’da Sapanca<br />

Şiir Akşamları’na, Bayburt’ta Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne<br />

bu niyetle katıldık. Oralarda gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazdık..<br />

Şiir Akşamları olacak da “Miskin kul Hoca Ahmet, yedi atana<br />

rahmet,/ Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi” diyen inancımızın<br />

ve Türkçemizin kıymetlisi Hoca Ahmet Yesevi, hatırlanmayacak! Olur<br />

mu Dört yazarımız –Alimbay Botakaraev, Necdet Tosun, Hayati Bice,<br />

Necati Kanter- Yesevi’yi ve Yesevi’nin hoşgörüsünü anlattılar.<br />

Şiirimizin ve zihin dünyamızın mihenk taşlarından Hilmi Yavuz ile<br />

“Edebiyat”, Alman Prof. Dr. Armin Burckhardt ile “<strong>Dil</strong>” üzerine, küçük<br />

<strong>bir</strong> söyleşi yaptık.<br />

Evet, bu sayımızda belirlenmiş <strong>bir</strong> konu yok, ama konularımız<br />

arasında kopukluk da yok. İnancımızın, kültürümüzün mevzularını<br />

ince <strong>bir</strong> damarla elden ele, dilden dile aktarmaya çalıştık. Bütünlük<br />

kendiliği<strong>nde</strong>n oluştu: Nazım Payam; Ses ve Yaz, Fırat Kızıltuğ;<br />

Kopuz Coğrafyası ve Musikimiz, Mustafa Miyasoğlu; Mimar Sinan’ın<br />

Dünyası, Mahir Adıbeş; Ayakları Mühürlü Atlar, Ünal Taşkın; Argamak,<br />

İhsan Yaşa; Türkülerde Sağlık Temaları, Ömer Kemiksiz; Ramazanda<br />

Çocuk Olmak üzerine düşüncelerini belirttiler.<br />

Ayrıca yazarlarımızın, şairlerimizin yeni çıkan kitaplarına dair<br />

okuma notları, incelemeler…<br />

Hikâyesiz, şiirsiz edebiyat dergisi olur mu Ümit Fehmi Sorgunlu ve<br />

İmdat Avşar’ın hikâyelerini, Nurettin Durman, Abdullah Satoğlu, Yusuf<br />

Dursun, Süleyman Daşdağ, Gökşad Özkaynar ve Ömer Demirbağ’ın<br />

şiirlerini zevkle okuyacağınıza inanıyoruz.<br />

Gelecek sayımızın dosya konusu: Edebiyat ve felsefe ilişkisi<br />

Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle hoşça kalınız.<br />

Bizim Külliye


NAZIM PAYAM<br />

Ses ve zaman<br />

arasındaki sarsıcı<br />

<strong>bir</strong>likteliği sanırım<br />

çokları düşünmüş,<br />

düşündüklerini<br />

bilimlik çerçeveye<br />

yerleştirmişlerdir.<br />

Ama Yahya<br />

Kemal kadar,<br />

Tanpınar kadar<br />

öylesine berrak<br />

sesten tablolar<br />

çıkarabilmişler mi,<br />

bilmem.<br />

Önceleri tasarladığım yazı<br />

yaşayamamış isem güneşin<br />

sıcağı yük olmuştur bana.<br />

Karabasanlar çöker üstüme. Sıkıntıdan<br />

terlerim. “Bir yaz daha<br />

geçti” hayıflanmasıyla meşgul<br />

dimağım, sonbaharın eşiği<strong>nde</strong><br />

bütün <strong>bir</strong> ömürle hesaplaşır. Eğer yaz, yazlığını<br />

yapmış, sesi<strong>nde</strong>, gölgesi<strong>nde</strong> barındırmışsa<br />

beni Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ını mırıldanadururum.<br />

“Rü’yâ gibi <strong>bir</strong> yazdı. Yarattın hevesinle,<br />

Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.<br />

Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!<br />

Bir gün, <strong>bir</strong> uzak hâtıra özlersen o yazdan”<br />

Huzurlu yaz, sesi çoğaltır. Böcek, kuş,<br />

çocuk, sünnet, düğün en tatlı sesleriyle eşlik<br />

3<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ederler yaza. Yaz mevsimini <strong>bir</strong>az da, belki daha<br />

fazla hatırlattığı seslerden dolayı severim. Sevdiğimiz<br />

seslerle doludur yaz. Bizim yazlarımız<br />

artık kurutulacak meyvelerin, sebzelerin yazı<br />

değil. Kendi sesinin yazı…<br />

Öyle ya; yaz yazlığını yapmayınca kış neler<br />

yapmaz ki insana.<br />

Bu yaz tabiatın, çocukların sesine şairlerin<br />

sesi de karıştı. Hazar Şiir Akşamları tertip<br />

komitesi<strong>nde</strong> görevliydim. Sapanca ve<br />

Bayburt şiir akşamlarına katıldım. Elazığ’da,<br />

Sapanca’da, Bayburt’ta yapılan şiir şölenleri<br />

Türkçenin yaz şenliğine dönüştü. Tanığıyım<br />

bu şenliklerin.<br />

Sapanca’ya Nurettin Durman da geldi. İlk<br />

karşılaşmamızdı bu. Durman’la yıllardır telefonla<br />

görüşürüz. Bir<strong>bir</strong>imizin sesine aşinaydık.<br />

O, Sapanca’da durmadı. Sapanca’ya akşamüzeri<br />

gelen Yavuz Bülent Bâkiler’le gece<br />

yarısı İstanbul’a döndü.<br />

Yavuz Bülent Bâkiler, Sapanca’da olduğumu<br />

öğrenince, bana ve Vakıf Başkanımız Nihat<br />

Eriş’e daha hamuru kurumamış “1944- 1945<br />

Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar”<br />

getirdi. Allah sağlığını artırsın. Böylece<br />

Bâkiler’in bütün eserlerine sahibim.<br />

Sapanca’da, göl kıyısında sesin ve zamanın<br />

toleransını yaşadım.<br />

Hazar Şiir Akşamlarına katılan Yahya<br />

Akengin’e verdiğim sözü tuttum. 15 Temmuzda<br />

Mahmut Bahar ile Bayburt’taydık.<br />

Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />

Şöleni’ne Meksika, Polonya, Gürcistan, Kazakistan,<br />

Azerbaycan, Pakistan ve Elazığ halk<br />

oyunları ekipleri de katılmıştı. Ekipler ilkin<br />

Dede Korkut otağı önü<strong>nde</strong> oyunlarını sergilediler,<br />

sonra Bayburt’un ilçelerini, köylerini dolaşadurdular.<br />

Bayburtlular, Elazığlılar aynı şehrin çocukları<br />

gibi. Aynı yerelliği taşıyorlar. Yurt içi<strong>nde</strong> yalnızca<br />

Elazığ halk oyunları ekibinin bulunması<br />

da Elazığlılara muhabbetten… Bir hafta boyunca<br />

her akşam <strong>bir</strong> ses sanatçısını da ağırladı Bayburtlular.<br />

Kahkahalar… Islıklar… Alkışlar…<br />

Alkışlar… Çoruh Nehri bu alkışlarla akıyordu.<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman”<br />

şiiri<strong>nde</strong> zamanı “su sesi ve kanat şakırtısından<br />

billur <strong>bir</strong> avizeye” benzetir. Tanpınar’ın benzetişi<strong>nde</strong><br />

yalnızca “ses” vardır aslında. Zamanın<br />

gerçek tanımlayıcısı ses… Su, kanat ve billur<br />

avize “ses”i, yani “zaman”ı hoşlandığımız esintide<br />

duyurur. “Bursa’da Zaman”, sesin zevk ve<br />

heyecanıyla türbelerin, camilerin, eski bahçelerin,<br />

şanlı erlerin hikâyelerini dinletir bize. Sonra<br />

‘<strong>bir</strong> zafer müjdesi’yle dikkatlerimizi yeşile, çinilere<br />

sinmiş anın saf neşesine çeker.<br />

“Yeşil türbesini gezdik dün akşam<br />

Duyduk <strong>bir</strong> musiki gibi zamandan<br />

Çinilere sinmiş Kur’an sesini<br />

Fetih günlerinin saf neşesini”<br />

Ses ve zaman arasındaki sarsıcı <strong>bir</strong>likteliği<br />

sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik<br />

çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal<br />

kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten<br />

tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem. Şimdiye<br />

dek ses ve zaman üzerine herhangi <strong>bir</strong> bilimlik<br />

esere baktığımı sanmıyorum. Ben, sanat eserleri<strong>nde</strong>ki<br />

sesin anlattığı zamandan; zamanın<br />

sakladığı sesten etkilenmişimdir hep.<br />

Sanatçının eseri<strong>nde</strong> kullandığı dil, konu,<br />

mekân ve şahıslar onun bilinci<strong>nde</strong> durmaksızın<br />

işleyen <strong>bir</strong>er his ve fikir şubeleridir. Sanatçıya<br />

ait olanı temsil ederler. Oysa eseri kuşatan<br />

zamanda herhangi <strong>bir</strong> nesneye aidiyetlik<br />

yoktur; zaman, sonsuzluğun temsilcisidir. Zaman<br />

dilimleri sanatçıya ancak ödünç olarak verilir.<br />

Ödünçlüğün süresini belirleyen sanatçıdır.<br />

Sesini zamanla eşleştirebilen iade edeceği<strong>nde</strong>n<br />

arınır.<br />

Her şairin her mevsimin <strong>bir</strong> tonu var. Fakat<br />

başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı<br />

sessizlik bile” <strong>bir</strong> başka ahenk çınlatır.■<br />

4<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


VAY BAŞIMA BİR BENİ<br />

Meğer benim böyle <strong>bir</strong> işim varmış burada<br />

Can sıkıntısı, salkım söğüt, Türkî esintiler<br />

Bilmiyor kimse peşi<strong>nde</strong>n gelecek olan nedir<br />

Kaygısız başım ağusuz aşım zehir olsun mu<br />

İşte akıp gidiyor nasıl olsa toprağın iniltisi<br />

Volkanın lavı, güneşin ışınları, korna sesleri<br />

Hepsi <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er sıra sıra sanki <strong>bir</strong> yıldız<br />

Kaymasıdır dünyanın öğüten değirmeni<strong>nde</strong><br />

Bakındım durdum bu ben miyim uçurum<br />

Bu yükü kim kaldıracak omuzlarımdan<br />

Çiçeklerden nilüfer dedim gölde kamışlar<br />

Beni bilen olmadı bilenin ışıldayan sesi<br />

Doğudan nefes alıp batıya savurduğunda<br />

İşte bu muhtemelen kalacak olan bu<br />

İnsanın insana armağanı böyle olmalı ki<br />

Eliyle mahareti diliyle muhabbeti taşısın<br />

Demek böyleymiş dedim oturup çay içtim<br />

Seyrettim gelip geçenleri yolcu otobüslerini<br />

Söylendim durdum hiç yokken mazeretim<br />

Böylece tuhaf kaçmazdı belki konakların<br />

Varisleri tarafından öldürülüyor olması<br />

Sahibül hayrat ve hasenat el hac falan filan<br />

Doğu ile batı ikiz kardeşi değil mi dünyanın<br />

Bir zafer işareti olarak kapısında asılı duran<br />

Demek <strong>bir</strong> şey için değil çok <strong>bir</strong> şey için<br />

Bırakıp şehri göl kıyısına varmışım.<br />

NURETTİN DURMAN<br />

5<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


HİLMİ YAVUZ<br />

ile edebiyat üzerine<br />

Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e<br />

dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların<br />

beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların<br />

silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da,<br />

düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />

da, başta roman ve şiir olmak üzere,<br />

sıradanlaşıyor. Mesele, budur…<br />

TANER NAMLI<br />

İlhan Berk’i ve Dağlarca’yı kaybettik geçen yıl.<br />

Şiirin kaleleri düşüyor hissine kapılıyor insan bazen.<br />

Artık büyük şairler gelmeyecek, büyük şiirler<br />

yazılmayacak diye korkabilir miyiz<br />

‘Büyük şair’ sıfatı, öyle kolay kolay edinilemiyor.<br />

‘Büyük şair’lik için objektif kıstaslar getirmek<br />

gerek. Aksi hâlde, herkes, <strong>bir</strong>ilerine, bazı gerekçelerle<br />

de olsa, sübjektif yanı ağır basan <strong>bir</strong> yaklaşımla,<br />

‘büyük şair’ sıfatını yakıştırabilir. Benim <strong>bir</strong> objektif<br />

kıstasım yok. Bir olasılık, klasik olmak, şiiriyle<br />

zamana karşı koyabilmek, denebilir. Mesela, Shakespeare,<br />

büyük <strong>bir</strong> şairdir; niçin Çünkü soneleri<br />

aradan dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün<br />

büyük <strong>bir</strong> hazla okunabiliyor da ondan! Onun için<br />

kaygılanmaya ya da korkmaya gerek yok. Kimin<br />

büyük şair olduğunu bugü<strong>nde</strong>n kestirmek mümkün<br />

değil çünkü…<br />

Bir gazete yazınızda, Camus’nün “şiir elleri kirli<br />

olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye<br />

başladı artık…” sözünü kullanarak Türk<br />

şiir geleneğini, dünya şiiri ile <strong>bir</strong>likte tehlike içi<strong>nde</strong><br />

gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Geçen sayımızda<br />

yaptığım <strong>bir</strong> röportajda Ataol Behramoğlu’na bu<br />

yargınızı hatırlatmıştım. Kendisi de: “Şiir hiç<strong>bir</strong><br />

zaman yaşlı <strong>bir</strong> amca olmadı, olamaz, doğasına<br />

aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda<br />

<strong>bir</strong> talebi vardır…” gibi <strong>bir</strong> yorum getirmişti.<br />

İki şairin aynı konuya getirdiği bu farklı yorumu<br />

nasıl okuyabiliriz<br />

Benim, Camus’den <strong>bir</strong> mecaz olarak alıntıladığım<br />

sözü, o arkadaş, gerçeklik zannetmiş. Maalesef,<br />

böyle şeyler oluyor: Biz, gençken, böyle oyunları<br />

şakacıktan oynar, mesela, ‘bardaktan boşanırcasına<br />

yağmur yağıyor’ deyimini, <strong>bir</strong> arkadaşımızın başından<br />

aşağı <strong>bir</strong> bardak su dökerek, gerçekleştirirdik.<br />

Zekâ, incelikleri anlamaktır.<br />

Şairin ‘yaşlı amca’ olmadığını söyleyen o arkadaşa<br />

hatırlatayım: Şiiri, şimdiden çoktaaan ‘yaşlı<br />

amca’ olan şairler var…<br />

“Günümüz toplumunun şiirle olan ilişkisi” ve<br />

“yazılan şiirin günümüz toplumuyla ilişkisi” üzerine<br />

fikirlerinizi öğrenmek istiyorum. Aralarındaki<br />

uzaklık ve yakınlıkları nasıl ölçebiliriz Başka <strong>bir</strong><br />

açıdan da nasıl <strong>bir</strong> şair figürü ile karşı karşıyayız<br />

Şiire, toplum tarafından eskisi kadar rağbet edilmediği<br />

<strong>bir</strong> gerçek. Edebiyat metalaşıyor: Edebiyat<br />

yapıtı, ürün olmaktan çıkıp ticari mala dönüşüyor.<br />

İyi şiir, bugünün Türkiye’si<strong>nde</strong> ‘müşterisiz meta’dır.<br />

Kötü şiire gelince, o da ancak gitar eşliği<strong>nde</strong> müşteri<br />

buluyor. Bugünün edebiyatı, şüphesiz, roman<br />

türünün öne çıktığı <strong>bir</strong> edebiyattır. Octavio Paz’ın<br />

sözünü her zaman tekrarlarım: “Çok satan kitap-<br />

6<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lar, edebiyat ederi değil, ticari mallardır. Edebiyatın<br />

mantığı, piyasanın mantığı ile örtüşmez.”<br />

Şiir-gerçeklik ilişkisi üzerine fikrinizi öğrenmek<br />

istiyorum. Bu meseleyi Türkiye’nin bugünkü meselelerini<br />

gözönü<strong>nde</strong> bulundurarak nasıl ele alabiliriz<br />

Şiirin, gerçeklikle olan ilişkisi, problematiktir:<br />

Gerçekliği, herhangi <strong>bir</strong> değiştirime uğratmaksızın<br />

dile getirdiği<strong>nde</strong> şiir olmaz; gerçekliği, değiştirime<br />

uğratarak dile getirdiği<strong>nde</strong> ise, gerçeklik, gerçeklik<br />

olmaktan çıkar.<br />

Bu problematik ilişkinin çözümü, şiir dilini, gü<strong>nde</strong>lik<br />

konuşma dili<strong>nde</strong>n ayırmak; şiir dilini ‘sembolik<br />

dil’; gerçekliğin dilini de ‘gü<strong>nde</strong>lik konuşma dili’<br />

olarak belirlemektir. Böylece gerçeklik, dünyaya<br />

ait <strong>bir</strong> gerçeklikten, şiire ait <strong>bir</strong> gerçekliğe dönüşür:<br />

Dünyaya ya da doğaya ilişkin gerçeklikle, sanata,<br />

dolayısıyla da şiire ait gerçeklik ayrımı ortaya çıkar.<br />

Gü<strong>nde</strong>lik dilin işaret ettiği gerçeklik, empirik olarak<br />

doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir önermelerle<br />

dile gelir. Mesela, ben şimdi ‘Dışarıda lapa lapa kar<br />

yağıyor’ desem, bu hemen pencereden dışarı bakılarak<br />

yanlışlanabilir. Oysa örneğin, Paul Eluard’ın:<br />

“Dünya mavi <strong>bir</strong> portakaldır”<br />

dizesi, yanlışlama ya da doğrulama eyleminin ötesi<strong>nde</strong>dir;<br />

bugüne kadar hiç kimse, dünyanın mavi<br />

<strong>bir</strong> portakal olmadığını kanıtlamak, dolayısıyla da<br />

Eluard’ın bu dizesini yanlışlamak gereğini duymamıştır.<br />

Gazete yazılarınızda “Türkiye’de her şeyin sıradanlaştığından”<br />

bahsediyorsunuz. Eleştiri yazılarınızın<br />

çoğunun karşılığı bu yargıya çıkıyor. Bu<br />

süreci doğuran sebepler nelerdir<br />

Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir.<br />

Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki<br />

ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye<br />

(ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />

da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor.<br />

Mesele, budur…<br />

Böyle <strong>bir</strong> sosyal ortamda nasıl <strong>bir</strong> entelektüel<br />

figürü ile karşı karşıyayız<br />

İki olasılık var: Ya, kitchleşen edebiyata ayak uydurmak,<br />

ya da kitchleşmeye direnmek…<br />

Çağdaş Türk şiirinin bugünkü yönelimleri hakkında<br />

ne düşünüyorsunuz<br />

Çağdaş Türk şiiri<strong>nde</strong> bana göre, en anlamlı ve<br />

en değerli yönelim, ‘sahih şiir’ yönelimidir. Öteden<br />

beri tekrarladığım gibi, ‘sahih şiir’, şiirin entelektüel<br />

tarihle <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong> <strong>bir</strong> mütekabiliyet içi<strong>nde</strong> olmasıdır.<br />

Hem doğunun hem de batının poetik müktesebatını<br />

temellük etmek! Deleuze’nin kavramsallaştırmasıyla<br />

söylersem, ‘ya o, ya öteki! (ya doğu ya batı!) yerine,<br />

köksap modelini ikame etmek: Hem o hem öteki<br />

(‘Hem doğu hem batı). Somut şiire, şiirde görselliğe<br />

yönelimin ne <strong>bir</strong> yeniliği vardır ne de entelektüel<br />

arka planı… Genç arkadaşlar ‘heves’ ediyorlar işte!<br />

Hocalığınız üzerine konuşabilir miyiz Üniversitelerde<br />

hocalık yaptınız ve kesinlikle de <strong>bir</strong> şiir<br />

mektebisiniz…Takipçileriniz var. Bir Hilmi Yavuz<br />

ekolü<strong>nde</strong>n bahsetmek mümkün. Bu sevgi ve hayranlık<br />

hâlesini nasıl yorumluyorsunuz<br />

Şöyle yorumluyorum: ‘Marifet, iltifata tâbidir.’<br />

Sohbetiniz için teşekkür ediyoruz efendim.■<br />

7<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ARMIN BURKHARDT*<br />

ile dil üzerine<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin<br />

etkisi, Almanya’da hala devam ediyor.<br />

Almanya’da, Almancanın yabancı<br />

kelimelerden kurtarılmasına yönelik<br />

<strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar.<br />

TANER NAMLI-A.FARUK GÜLER<br />

çev. MUSTAFA YAĞBASAN**<br />

Öncelikle sizi tanımak istiyoruz Efendim.<br />

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz<br />

Almanya’da, Magdeburg Üniversitesi Germanistik<br />

Bölümü’<strong>nde</strong> Almanca (Germanistik)<br />

profesörü olarak çalışmaktayım. Politika Derneği<br />

ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesiyim. Bir Erasmus<br />

programı kapsamında Türkiye’de bulunmaktayım.<br />

Fırat Üniversitesi Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı<br />

Bölümü ile <strong>bir</strong> anlaşmamız vardı. Bu anlaşma<br />

kapsamında bölümün hoca ve öğrencileri bizleri<br />

ziyaret etmişlerdi. Bizler de iade-i ziyarette bulunduk<br />

ve ben de Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı Bölümü<br />

öğrencilerine ders vermek amacıyla buraya<br />

geldim.<br />

* Prof. Dr., Magdeburg Üniv. Öğretim üyesi<br />

ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesi<br />

** Doç. Dr., Fırat Üniv. İletişim Fak.<br />

Hocam, öncelikle Alman dili hakkında görüşlerinizi<br />

alarak başlamak istiyoruz sohbetimize.<br />

Bizim dilimiz, tarih boyunca <strong>bir</strong>çok dillerin<br />

etkisi altında kaldı. Din değişimi ve kültürel<br />

değişmelerle <strong>bir</strong>likte dilimiz de bu sosyal olaylardan<br />

etkilendi ve değişimlere uğradı. Almanca<br />

bizim dilimize benzer serüvenler yaşadı mı<br />

Yaşadığı koşullar ve değişimler Almancayı nasıl<br />

etkiledi<br />

Bunu fark etmek zordur, ama yıllar geçtikçe<br />

dilin <strong>bir</strong> değişim içerisine girdiğini gözlemlemek<br />

mümkündür. Bu diğer dillere de bağlı. Tarihsel<br />

süreç içerisi<strong>nde</strong> insanlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle ilişki içerisi<strong>nde</strong><br />

bulunurlar. Diğer yandan komşu diller ve<br />

komşu ülkelerin etkisi de söz konusu. Dolayısıyla<br />

dillerin <strong>bir</strong> etkileşim içerisi<strong>nde</strong> olmasını doğal<br />

karşılamak gerek. Almanca, tarihin ilk dönemle-<br />

8<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />

Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />

Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />

yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar.<br />

ri<strong>nde</strong> Latin dili<strong>nde</strong>n ve Yunancadan çok etkilendi.<br />

Roma dili<strong>nde</strong>n de epeyce şeyler aldı. Şu anda<br />

<strong>bir</strong> Alman, bazı Almanca sözcüklerin Almancaya<br />

Roma dili<strong>nde</strong>n girdiğini bilmeyebilir, ama biz<br />

dilbilimciler olarak biliyoruz. Tabii Hıristiyanlaşma<br />

süreci içerisi<strong>nde</strong> teolojik kavramlardan da<br />

dilimize ister istemez kelimeler girdi. Latince,<br />

bütün Avrupa’da <strong>bir</strong> bilim dili olarak kabul ediliyordu<br />

o zamanlar. Örneğin benim uğraştığım<br />

bilim dalının adı Linguistik. Linguistik de Latinceden<br />

gelen <strong>bir</strong> sözcük ve bu savımın <strong>bir</strong> örneği.<br />

Alman dili, 16. ve 17. yüzyıllarda Fransızca’dan<br />

da çok etkilendi. Özellikle iletişim ve posta terimlerinin<br />

Fransızca’dan dilimize geçtiğini söylememiz<br />

mümkün. Ancak daha sonra İngilizce’den<br />

de etkilenmeye başladık. Bazı dillerde, çeşitli<br />

dönemlerde dilleri etki etmenin kabul edilir <strong>bir</strong><br />

tarafı var ama burada dikkat edilmesi gereken<br />

temel nokta gerekli olanları almak, olmayanları<br />

bertaraf etmektir.<br />

Diğer dillerin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi devam<br />

ediyor mu<br />

Elbette ki devam ediyor. Özellikle İngilizcenin<br />

büyük <strong>bir</strong> etkisi var. Bunun küreselleşme<br />

ile doğrudan ilgisi var. Bütün iletişim terimleri,<br />

özellikle bilgisayar terminolojisinin İngilizce olduğunu<br />

sizler de biliyorsunuz. Fransızcadan aldığımız<br />

bazı kelimelerin de şu anda İngilizce’nin<br />

tehdidi<strong>nde</strong> olduğunu söylememiz mümkün.<br />

Bunu <strong>bir</strong> tehlike olarak görüyor musunuz<br />

Tehlike olarak görmek abartılı olur, ama kendiliği<strong>nde</strong>n<br />

gelen <strong>bir</strong> etki bu, doğal karşılamak<br />

lazım. Şunu söyleyebiliriz, Amerika’nın, dolayısıyla<br />

İngilizce’nin etkisi çok fazla. Ve bu küreselleşme<br />

süreci<strong>nde</strong> elbette etkilenmeler olacaktır.<br />

Bizim İngilizce’den aldığımız <strong>bir</strong>çok kelime<br />

var. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dilin<br />

temel yapısının, gramatik yapısının değişmesini<br />

engellemek. Bu konuda gerekli ted<strong>bir</strong>lerin<br />

alınması lazım. Bunun önüne geçmek de mümkün<br />

değil. Global <strong>bir</strong> dünyada İngilizce’nin etkisi<br />

elbette olacaktır, çünkü şu anda dünya dili<br />

olarak görülüyor. Maalesef bu Almancada da<br />

böyle. Fakat <strong>bir</strong> dilin temel yapısını etkileyecek<br />

etkilerden, dillerden korumak lazım. Bu açıdan<br />

önemli. Türkiye’de de gördüm. Burada da aynı<br />

durum söz konusu. Birçok kelime Fransızcadan<br />

girmiş. Ama Türkçe bunu kendi morfem yapısına<br />

uydurarak morfolojisine uyarlamış ve kendi ses<br />

uyumuna da uydurarak <strong>bir</strong> noktada bu kelimeleri<br />

Fransızcadan almasına rağmen Türkçeleştirmiştir.<br />

Bizdeki Türk <strong>Dil</strong> Kurumu’nun görevleri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong>i de, Türkçeye giren yabancı sözcük ve<br />

terimlere karşılıklar bulabilmek. Alman <strong>Dil</strong><br />

Kurumu’nun bu yö<strong>nde</strong> çalışmaları var mı<br />

Almancada, Fransızcadan aldığımız <strong>bir</strong>çok<br />

kelime var. Bu durum, milliyetçilik akımının<br />

yoğun olduğu dönemlerde, özellikle Nazi dönemi<strong>nde</strong>,<br />

dilin temizlenmesi adına önemli girişimler<br />

oldu. <strong>Dil</strong>in temizlenmesine yönelik, altını<br />

9<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


çizerek söylüyorum yabancı kelimelerin temizlenmesine<br />

yönelik çalışmalar gerçekleştirildi.<br />

Örneğin Almancada olup da diğer Batı dilleri<strong>nde</strong><br />

olmayan bizim bulduğumuz karşılıklar var. Buna<br />

karşı direndik, yeni sözcükler bulduk. Örneğin<br />

futbol dili<strong>nde</strong> kullanılan terminolojinin büyük<br />

<strong>bir</strong> çoğunluğu da Almancadır. Alman futbol terminolojisi<br />

genelde İngilizceden alınmaydı önceden.<br />

Korner gibi <strong>bir</strong>çok kelimeler, İngilizceden<br />

gelmiş, ancak bizim Nazi dönemi<strong>nde</strong> yaptığımız<br />

temizlikten dolayı Almanca karşılıklar bulunmuştur.<br />

Şu anda futbol terimleri, yüzde yüz olmasa<br />

da kendi bulduğumuz kelimelerdir. İkinci<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />

Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />

Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />

yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar. Şu anda bulunduğum kurum gibi. Biz<br />

Alman <strong>Dil</strong> Kurumu olarak ciddi <strong>bir</strong> mücadeleyi<br />

de uygun bulmuyoruz. <strong>Dil</strong>, hiç<strong>bir</strong> zaman <strong>bir</strong><br />

devlete <strong>bir</strong> kuruma ait değildir. <strong>Dil</strong> halkındır, dil<br />

nasıl konuşuluyorsa öyle kullanmak gerekir. Bu<br />

konuda <strong>bir</strong> baskı gereksizdir, çünkü dil herkese<br />

aittir. Aslında bunu dili kullananlara bırakmak<br />

gerekir. Yani Arapçadan veya farklı dillerden <strong>bir</strong><br />

dile kelime transferi yapılıyorsa, bunun da çok<br />

karşısında olmamak gerekir. Burada belirleyici<br />

olan devletler olmamalı, bunu halka bırakmalıdır.<br />

Bu konuda Alman aydınları arasında farklı<br />

görüşler var mı<br />

Biraz önce söylediğim gibi kurulmuş dernekler<br />

var, kurumlar var, karşı tarafta da bunu kabullenmiş<br />

insanlar var. Her iki taraftan da görüşler<br />

var. Çoğunlukla büyük Alman dilbilimcileri yabancı<br />

kelimelere karşılar.<br />

Dünyada iki milliyetçilik akımının etkili olduğunu<br />

söyleyebiliriz. Bunlar Fransız Milliyetçiliği<br />

ve Alman Folk Milliyetçiliği. Alman Milliyetçilik<br />

akımı, dille milliyetçilik ilişkisi kuruyor<br />

mu Mesela aydınlar, milli düşüncelerinin dilin<br />

<strong>bir</strong> uzantısı olarak değerlendiriyorlar mı<br />

Yani <strong>bir</strong>çok milliyetçi ve marjinal akım var.<br />

Ama katı ve radikal <strong>bir</strong> dil milliyetçiliğinin olduğunu<br />

söylemek <strong>bir</strong>az zor.<br />

Türkiye’de iki yüz yıl önce yazılan <strong>bir</strong> metni,<br />

günümüz Türk gençleri anlayamıyor. Harf<br />

devrimi ve dil devrimi neticesi<strong>nde</strong> Almanya’da<br />

<strong>bir</strong> genç iki yüz yıl önce yazılmış <strong>bir</strong> Almanca<br />

metni anlayabiliyor mu<br />

Bu problemi bizde yaşıyoruz açıkçası.<br />

Latince’nin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi iki yüz yıl<br />

öncesi<strong>nde</strong>, üç yüz yıl öncesi<strong>nde</strong> daha fazlaydı. Bu<br />

etkinin çok derin olduğunu söylememiz mümkün.<br />

O dönem Almancasının anlaşılamıyor olmasının<br />

temel nedenleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i Latince’nin çok etkin<br />

<strong>bir</strong> şekilde Almanca’ya girmiş olmasıdır. Bu<br />

<strong>bir</strong>inci problem. Ama şimdi böyle <strong>bir</strong> problem<br />

yok. Almanca’da günümüzde de dramatik açıdan<br />

çok değişimler oldu. Dolayısıyla iki yüzyıl önce<br />

yazılmış <strong>bir</strong> metnin anlaşılması sorunu <strong>bir</strong> yana,<br />

gramatik açıdan da yanlış anlamalara neden olabiliyor.<br />

Böyle sorunları bizde yaşıyoruz. Bu arada<br />

noktalama işaretleri<strong>nde</strong> de değişiklikler oldu.<br />

Bu da <strong>bir</strong> diğer problemdir. İkinci Dünya Savaşı<br />

öncesi<strong>nde</strong> de basım teknikleri açısından bazı sıkıntılarımız<br />

vardı. O tarihlerde basılan eserlerin<br />

<strong>bir</strong>çoğu eski olduğu için yeniden anlaşılmasının<br />

zorluk yarattığını söyleyebiliriz. Yeni metinler<br />

için çok da marjinal şeyler söylemek doğru değil.<br />

Özellikle eski Latince yazılmış eserlerde, sizi<strong>nde</strong><br />

yaşamış olduğunuz problemleri, bizim de<br />

yaşadığımızı söyleyebiliriz.<br />

Devlet politikası olarak özellikle eğitim sistemi<br />

içerisi<strong>nde</strong>, çocuklara dil bilinci aşılama<br />

konusunda Almanya’nın nasıl <strong>bir</strong> programı<br />

mevcut<br />

Almanca dil eğitiminin etkin biçimde ve-<br />

10<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bu dil kullanımı problemleri kültürel dejenerasyona<br />

neden oluyor mu Alman devletinin<br />

bu dejenerasyonu önleme politikası var mı<br />

Elbette böyle <strong>bir</strong> durum söz konusudur. Hükümetlerin<br />

devletlerin dile müdahale etmesini<br />

de doğru bulmuyorum. <strong>Dil</strong> sadece konuşanlara<br />

aittir. Devlete değil halka aittir. Buna karşı ne<br />

yapılabilir Bu eğitim sistemi içerisi<strong>nde</strong> gayret<br />

gösterilerek halledilebilir. Bunun devlet eliyle<br />

yapılmasını, <strong>bir</strong> baskı unsuru olarak devletin<br />

ağırlığını koymasını doğru bulmuyorum. Burada<br />

şunun altını çizmek gerekir. <strong>Dil</strong>ler, çeşitli<br />

kurumlar tarafından baskı altına alınmamalıdır.<br />

Bu kültürlerarası iletişim açından da çok önemlidir.<br />

Diğer dillerin tanınması, yaşaması ve dil<br />

öğrenimi bu açıdan önem arz ediyor. Bu nedenle<br />

İngilizce’nin tüm Avrupa’da kullanılmasına da<br />

çok karşı durmamak gerekir. Çünkü dünya dili<br />

olarak kabul ediliyor.<br />

Amerika ve İngiltere kültürünü de dil üzeri<strong>nde</strong>n<br />

aşılıyor ama<br />

Elbette ki İngilizce’nin bu etkisine ve tahribatına<br />

karşı durmamak mümkün değil. Ama şunu da<br />

göz ardı etmemek gerekir. Farklı toplumların ve<br />

farklı kültürlerin iletişim kurmasında <strong>bir</strong> dünya<br />

dili etkilidir ve bu dil de maalesef İngilizce’dir.<br />

İnsanların <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini anlamasında önemli katkıları<br />

vardır. Ama İngilizceyi devletin değil, halkın<br />

reddetmesi gerektiğini düşünüyorum.<br />

rilmesine çalışılıyor Almanya’da. Eskiden<br />

Almanca’ya Alman dil kurallarına uyma gayreti<br />

daha yaygındı, ancak bugün dilin yapısına ve<br />

gramerine uyulduğunu söyleyemeyiz. Özellikle<br />

Almanca dersleri<strong>nde</strong>, Almanca’nın Alman öğrencilere<br />

stilistik ve dilbilimsel açıdan iyi öğretilmesi<br />

gerekmektedir.<br />

İngiltere dil politikası gütmesine rağmen Almanya<br />

bunu yapmıyor, dilini pompalama gayreti<br />

gütmüyor<br />

Alman devletinin böyle <strong>bir</strong> çabası hemen hemen<br />

yoktur. Goethe Enstitüsü ve DAD adı verilen<br />

kurumların bu anlamda Alman dilini farklı<br />

ülkelerde de öğretmeye yönelik faaliyetleri var.<br />

Örneğin Çin’de bulunduğum dönemlerde Fransızca<br />

ve İngilizcenin daha etkili şekilde götürülmeye<br />

çalışıldığını görüyorum. Ama Almanca’nın<br />

böyle <strong>bir</strong> çabası olmamıştır, en azından onlar<br />

kadar. Bizim öyle Amerika gibi çok agresif ve<br />

katı <strong>bir</strong> dil yayma siyasetimizin olmadığını düşünüyorum.<br />

Ben de Amerika’nın bu politikasına<br />

11<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


elbette karşıyım. Fakat burada şunu göz ardı etmemek<br />

lazım. Amerika’nın teknik <strong>bir</strong> ülke olması<br />

ve güçlü olması, beraberi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok kelimelerin<br />

başka dillere girmesine neden olmaktadır.<br />

Amerika’nın bu duruma yönelik <strong>bir</strong> programı<br />

da olmayabilir. Fakat teknolojik kelimelerin çok<br />

açık biçimde başka dillere girmesi kaçınılmaz<br />

olmaktadır.<br />

Göçmenlik meselesine de değinmek istiyorum.<br />

Almanya’da yoğun olarak Türkler yaşıyor.<br />

Onların dil uyumu meselesi var, karşılıklı dilsel<br />

etkilenmeler kaçınılmaz oluyor. Türkçenin Almancaya<br />

etkisi var mıdır<br />

Amerika’ya giden <strong>bir</strong> İtalya’nın İngilizce öğrenmesi<br />

gerekir. Almanya’daki Türkler yaygın<br />

olarak Almancayı kullanıyor. Bu nedenle çok<br />

yaygın olarak etkilendiğimiz söylenemez. Fakat<br />

özellikle yemek kültürüne bağlı olarak çeşitli yemek<br />

isimleri transfer ettik. Bu nedenle Türkiye’de<br />

yemek yerken mönülerdeki yemekleri seçerken<br />

çok zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Döner,<br />

lahmacun ve köfte gibi… Türklerin bu anlamda<br />

Almancaya etkileri söz konusu zannederim.<br />

Almanya’da <strong>bir</strong> göçmen edebiyatı da oluştu.<br />

Siz Almanca ürün veren Türk yazarlarını nasıl<br />

buluyorsunuz<br />

İkinci ve üçüncü jenerasyonda hemen hemen<br />

Almancayı kendi anadilleri gibi konuşan Türkler<br />

çoğunlukta. Onlar, o ülkeye elbette Türk gözüyle<br />

bakıyorlar, değerlendiriyorlar. Açık söylemek gerekirse<br />

çok takip edemedim Almanca yazan Türk<br />

yazarlarını. Kabare yazan <strong>bir</strong> Türk yazarı olan<br />

Serdar Sabuncu ile tanışmıştım. Almanya’daki<br />

tecrübelerini anlatan <strong>bir</strong>kaç kitap yazmıştı. Sahneye<br />

koyduğu eserleri de çok ses getirdi. Kendi<br />

bakış açısıyla bizi sunumu, kendimizi farklı<br />

<strong>bir</strong> gözle görmemizi sağlıyor. Biz Almanlar için<br />

bazı acı tecrübelerin olduğu metinleri okumaktan<br />

kaçmamıza rağmen, bazı Türk yazarların değerlendirmeleri<br />

bizim için önemli.<br />

Bir Almanın, Türk edebiyatı söz konusu olduğunda<br />

aklına ilk hangi şair ve yazar gelir<br />

Orada yeterince Türk edebiyatı tanınıyor mu<br />

Ben çok okuma imkânı bulamama rağmen<br />

Orhan Pamuk’u biliyorum. Elbette ki <strong>bir</strong>çok yazarın<br />

da Almancaya girmesi ve tercüme edilmesi<br />

gerekir. Biz Türklerle yaşıyoruz ama Türkiye’yi<br />

tanımıyoruz. Sadece Orhan Pamuk’la kalmamalı.<br />

Türkiye bu konuda gayret göstermeli, Türk yazarlarını<br />

orada tanıtmalıdır. Edebiyat <strong>bir</strong> noktada<br />

da farklı kültürleri tanımak demektir.<br />

Almanya’da etnik gruplar var mıdır ve devlet<br />

onların kendi dillerini kullanımlarına nasıl<br />

bakıyor<br />

Almanya’da <strong>bir</strong>çok diyalekt de var, dil de<br />

var. Bunlardan <strong>bir</strong> tanesi Zorbiş denen <strong>bir</strong> dildir.<br />

Bunlar Alman kimliğine mensuptur ve Sırp kökenlidirler.<br />

Lehçe ve Çekçeyi andıran <strong>bir</strong> dildir.<br />

Sakson eyaleti<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bölgede yaşamaktadırlar.<br />

Danimarka kökenli <strong>bir</strong> grup da var Almanya’da<br />

yaşayan. Bunlar Danimarkaca’ya yakın <strong>bir</strong> dil<br />

kullanırlar. Daha buna pek çok örnek verebiliriz.<br />

Kendi dilleri<strong>nde</strong> eğitim görebiliyorlar mı<br />

Böyle talepleri var mı<br />

Bunlar kendi bölgeleri<strong>nde</strong> kendi dillerini rahatça<br />

konuşabilirler, ama okullarda Almanca ile<br />

eğitim görmek zorundadırlar. Devlet okullarında<br />

ancak kendi dilleri ile ilgili kurslar alabilirler.<br />

Eğer Almanya’da yaşıyorsanız, Almanca ile<br />

eğitim görmek zorundasınızdır. Çünkü bu kendi<br />

hayatınızı kolaylaştıracaktır. Bu etnik grupların<br />

kendi yararına olmaktadır.<br />

Hocam sohbetiniz için teşekkür ederiz.<br />

İlginiz için ben teşekkür ediyorum. ■<br />

12<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Türk<br />

musikisi,<br />

en doğru<br />

ve eksiksiz<br />

hâliyle Türk<br />

dünyasında<br />

haşmetini<br />

sürdürür.<br />

Bundan kimsenin<br />

şüphesi olmasın.<br />

Makamlarımız,<br />

usullerimiz, en<br />

kolayından en<br />

karmaşık klasik<br />

örneklere kadar,<br />

her duyguyu, her<br />

düşünceyi, her<br />

olayı güçlü musiki<br />

lisanıyla anlatacak<br />

imkânlara sahiptir.<br />

FIRAT KIZILTUĞ<br />

Kopuz coğrafyasında epeyce farklı diller konuşulur. Hâkim<br />

dil Türkçemizdir. Ama bu coğrafyada <strong>bir</strong> dil daha vardır ki,<br />

herkes bu dilden konuşmak zorundadır. Bizim ısrarla vurguladığımız<br />

ve ikinci dilimiz diye tarif ettiğimiz Türk musikisi!<br />

Bizim musikimiz, batıya doğru uzaklaştıkça değişir. Zevksizleşir,<br />

yabancılaşır. Orta Avrupa’da tamamen yabancı kılığa<br />

bürünür. Güneye inildikçe, tesiri devam eder fakat basitleşir.<br />

Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında<br />

haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.<br />

Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en<br />

karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her<br />

düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak<br />

imkânlara sahiptir.<br />

Günümüzde bu imkânları tam anlamıyla<br />

kullanamadığımız doğrudur. Tıpkı <strong>bir</strong> okyanustan<br />

sadece <strong>bir</strong> bardak su alıp onunla iktifa<br />

etmek gafleti içi<strong>nde</strong> olduğumuz gibi<br />

doğrudur. Çoğunlukta olan <strong>bir</strong>eylerimizin<br />

sanatımızı tanımadığı, tanıdığını<br />

iddia edenlerin çoğunun<br />

ilkel duyarlıkla algıladığı da<br />

doğrudur.<br />

Ama bu doğruların<br />

karşısında, yerçekimi<br />

kadar gerçek, manyetik<br />

çekim kadar hakiki ve<br />

tabiatın gerçek seslerine<br />

dayalı <strong>bir</strong> sanat, şan ve<br />

13<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


şerefiyle hayatiyetini sürdürmektedir.<br />

Türk ırkından gelen her <strong>bir</strong>eyin, genetik kodlarında<br />

yaşayan <strong>bir</strong> sanat türüdür Türk musikisi!<br />

Başka milletlere mensup olanlar, asla ve kat’a beceremezler;<br />

çalamazlar, söyleyemezler. Bu sanatı<br />

icra edebilmenin <strong>bir</strong> tek yolu vardır: Türk ırkından<br />

gelmek! Türk gibi hissetmek, duymak ve yaşamak<br />

şartı en öncelikli olaydır.<br />

Kopuz coğrafyasının dağları, ırmakları, gölleri,<br />

sözlü ve yazılı edebiyatımızın en önemli membaıdır.<br />

Dolayısıyla bu edebî yaratıcılık, Türk musiki<br />

sanatına da kaynak görevi yapar.<br />

Düşüncemizi şöyle örnekleyelim: Türk dünyasında<br />

iki nehir vardır - ki gerek edebî gerek musiki<br />

ürünleri<strong>nde</strong>, çok fazla yer alır- Aras ve Tuna!<br />

Azeri kültür sahasında, Aras’ın anılmadığı şiir,<br />

mahnı, marş, hatta senfonik eser yok gibidir. Türkiye<br />

kültür sahasında da Tuna Nehri, şiirlerin, şarkıların,<br />

baş tacıdır.<br />

Hatta Türkiye kültür dairesi<strong>nde</strong>n de Aras’a seslenen<br />

özlem pervaneleri kanat çırpmıştır.<br />

Aman Aras, han Aras,<br />

Bingöl’den kalkan Aras,<br />

Al başımdan sevdayı;<br />

Hazar’da çalkan Aras!<br />

Yüzyıldan fazla zamandır, elimizden çıkan Rumeli<br />

vatanı için seçtiğimiz özlem abidesi, Tuna<br />

Nehri’dir.<br />

Akma Tuna akma ben <strong>bir</strong> dertliyim<br />

Yâr peşi<strong>nde</strong> koşar kara bahtlıyım.<br />

Şunu vurgulamak istiyoruz: Bizim gibi hissetmek<br />

için, coğrafyanızı Türk gibi yaşamak mecburiyeti<br />

vardır. Başka köke<strong>nde</strong>n olanlar, mutlaka yüzüne<br />

gözüne bulaştırır. İçimizde doğmuş olsalar bile…<br />

Musiki ile uğraşmış olsa bile, Hüseynî makamını<br />

idrak edemeyenin Türklüğü<strong>nde</strong>n şüphe ederiz.<br />

Yabancı müziklere kul köle olup sanatımızı küçümseyenler<br />

vardır. Bunların mutlaka kanları bozuktur,<br />

karışıktır. Büyük Türk denizi<strong>nde</strong> eriyip yok olmaları<br />

kaçınılmazdır.<br />

Türk sanatı son günlerde, bütün kültür değerlerimize<br />

karşı uygulanan, hem içten hem de dıştan<br />

hıyanete uğramaktadır. Bütün bunlar geçicidir. Türk<br />

sanatı, çok güçlüdür. Bin yıllara direnerek günümüze<br />

ulaşmıştır. Yarınlar daha görkemli olacaktır. Türk<br />

dünyası, ortak paydada buluşacak, sanatına, kültürüne<br />

sahip çıkacaktır. “Yarından daha yakın”da…■<br />

MEVLÂNÂ’YIM<br />

AŞKTANDIR SESİM<br />

Ben ki Mevlânâ’yım aşktandır sesim,<br />

Bir ölümsüz canda aşktır adresim.<br />

Dinle be<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> hikâyem var sana,<br />

Âşık olsan cümle âlem yâr sana.<br />

Hak’tan aldık halka sunduk aşkı biz,<br />

Âşıkın gönlü<strong>nde</strong> bulduk köşkü biz.<br />

Aşkı gönlün bahçesi<strong>nde</strong>n seyre dal,<br />

Gördüğün her sahneden <strong>bir</strong> ibret al.<br />

Bil ki yavrum bahçe sensin, gül de sen;<br />

Gül yüzü<strong>nde</strong>n inleyen bülbül de sen.<br />

Yine gel, tövbeni bozsan yine gel;<br />

Rahmetin yağdığı en son dine gel.<br />

Aşk içi<strong>nde</strong>n nûru seyret aşka dön,<br />

Nûr içi<strong>nde</strong>n aşkı seyret Hakk’a dön.<br />

YUSUF DURSUN<br />

14<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ALİMBAY BOTAKARAEV<br />

Aşk insana doğru<br />

yönü gösteren,<br />

ruhunu arıtan ve<br />

eğiten güçtür, yani<br />

insanın manevi<br />

olgunlaşması<br />

ve toplumun<br />

gelişmesi<strong>nde</strong><br />

çok önemli <strong>bir</strong><br />

değerdir. Yesevî<br />

düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />

insanın insani<br />

varlığını muhafaza<br />

eden, onu nefis ve<br />

gafletten alıkoyan da<br />

aşktır:<br />

“Aşksızların hem canı yok hem imanı”<br />

Ahmet Yesevî<br />

Hoca Ahmet Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />

aşk vardır. Bu sıradan <strong>bir</strong> muhabbet değildir,<br />

ilahî aşktır. İlahî aşk, Allah’ı, insanı tüm yaratılmış<br />

varlıkları sadece Allah için sevmektir. Ancak böyle<br />

<strong>bir</strong> aşk, insanı, insanî zihniyete, insan denen şerefli<br />

ada layık olmaya yönlendirmeye muktedirdir. İnsanın<br />

insanlığı da kendini işte bu aşka yönlendiren ana<br />

ilke ve ideleri, duygu ve düşüncede, gönül ve dilde,<br />

akıl ve davranışlarda, ibadet ve inançta insani ve toplumsal<br />

ölçüleri ilahî ölçülerle uzlaştırabilmede, kendini<br />

gösterir. Yani, insanı Allah’a yaklaştıran her şeyi,<br />

Allah’tan gelmiş gibi kutsal bilmek gerekmektedir.<br />

Çünkü her şey Allah’ın işi, onun sanatı ve kudretinin<br />

eseri olduğundan sevilmesi ve sayılması gerekir.<br />

Allah’a giden yol sadece insan ve toplumdan geçer.<br />

Bu Allah’a giden en doğru ve en kısa yoldur. Öyleyse,<br />

her yerde, her şeyde Allah’ı görebilmek, Yesevî düşüncesinin<br />

temel ilkesidir.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong> ilahî aşk, “işk” kavramıyla<br />

irdelenir. Divan-ı Hikmet’te, “pak aşk”, “aşk ateşi”,<br />

“aşk bahçesi”, “işk babı”, “işk camı”, “işk dükkânı”,<br />

15<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“işk yolu”, “işk makamı”, “işk defteri”, “işk<br />

derdi”, “işk bazarı”, “işk deryası”, “işk şarabı”,<br />

“işk cevheri”, “hum-i aşk” vs. gibi,<br />

aşkla ilgili tanım ve sembolik kategoriler<br />

çoktur.<br />

Tasavvuf felsefesi<strong>nde</strong> Hak,<br />

Aşk’tır. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, aşk,<br />

“mey [1] ”, “padişah [2] ”, “vahdet [3] ”,<br />

yani, öz, cevher, ruh, <strong>bir</strong>lik mertebeleri<br />

anlamındadır. Burada Yesevî,<br />

aşkı, “hakikat”, “Muhammet deryası”,<br />

“didar”, “varlığın <strong>bir</strong>liği”, “öz” ve “ruh”<br />

olarak algıladığı için, “bütün işten aşkı yüce<br />

buldum” demektedir. Böylece Yesevî, ilm-i<br />

hâlin mânâsını, insanın aşk ile varlığa sahip<br />

olabileceğini net <strong>bir</strong> şekilde göstermiştir.<br />

Yesevî için aşk, marifetullaha ulaşmanın<br />

yoludur. Tasavvufta, Allah, evrene sığmayabilir,<br />

ama insanın kalbine pekâlâ<br />

sığabilir. Sebebi, insan ruhu hem<br />

Allah’tan verilmiş <strong>bir</strong> cevher hem de<br />

onu tanımanın ana objesidir.<br />

Yesevî için, aşk, Hak ile insanı<br />

uzlaştırıcı güçtür: “Aşk olmadan<br />

bulmak zordur, Mevlâm Seni [4] ”. Burada<br />

insanın en büyük amacı Hakk’ı<br />

bilmek için, ilk önce, Allah’a âşık olmak<br />

ve onun emirlerine teslim olmak<br />

gerekir. Allah’ı bilmek her zaman aşkı<br />

doğurur. Aşk da Allah’ın tanınmasına<br />

götürecektir. İnsan Hakk’ı arayıp, onun<br />

didarını talep ederek, sabırla ve büyük<br />

özlemle onu beklemektedir. Bu büyük<br />

<strong>bir</strong> derdi doğurmaktadır. Ancak, bu<br />

derdi insan kendi hür iradesiyle seçmektedir.<br />

Yesevî’nin, “İşk derdini talep<br />

ettim, dermanı yok [5] ”, dediği dert,<br />

1. Divan-ı Hikmet, H-8.<br />

2. Divan-ı Hikmet, H-17.<br />

3. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

4. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />

5. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />

“didar talep” derdidir. Bu dert, Dede Korkut<br />

dünya görüşü<strong>nde</strong>ki dertten farklıdır. Hakk’ın<br />

cemaline olan aşktan doğan derttir. Aşk derdi<br />

ise, Hak cemaline olan özlemden gelmektedir.<br />

Cemal ise, Hak sıfatlarından <strong>bir</strong><br />

tanesidir. Hak cemali insanı marifete<br />

götürecektir. Burada, Hak ve cemal<br />

eşit ölçü ve esas amaçtır [6] . Allah, hem<br />

âşıktır hem maşuktur hem de aşktır:<br />

“Hem âşıkım ve hem maşukum, özüm canan<br />

[7] ”. Burada, gerçek aşkın, insanın tüm kişilik<br />

kabiliyetlerini düzenleyip varlığın <strong>bir</strong>liğine<br />

kavuşturacağını görmek mümkündür [8] .<br />

Yesevî, Hakikat yolunda canını satarak, Allah<br />

aşkını satın almaya davet etmektedir. Bu kendini feda<br />

etmek veya Allah yolunda kendisini kurban etmektir.<br />

Fedakârlık, ahlaki değerlerin en yüksek derecesidir.<br />

Burada, Allah’a âşık olmak, Allah yolunda diğer tüm<br />

değerleri feda etmek demektir.<br />

Yesevî, aşkla ilgili hikmetleri<strong>nde</strong> şöyle demektedir:<br />

“Hak önü<strong>nde</strong>, akl-i kâmil, dura almaz,<br />

Aşk gücü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> an (dem) bile dura almaz [9] ”.<br />

Burada Yesevî’nin, akıl ile aşkı karşılaştırarak,<br />

aşkı yok saymak gibi <strong>bir</strong> niyeti yoktur. Aksine,<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, akıl, insanın<br />

hür iradesiyle, kendisini aşk yoluna<br />

adamasına sebep olan güçtür. Buradan<br />

da, aklın aşka zıt <strong>bir</strong> şey olmadığı,<br />

bilakis, aşkın destekleyici<br />

olduğunu görmek mümkündür.<br />

İnsanın davranışlarında akıl ve<br />

aşk <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini muhasebe ederler.<br />

Aşksız akıl, insanı nefsani<br />

işlere götürecektir. Aklı böyle<br />

işlerden alıkoyabilecek ve kurtarabilecek<br />

tek güç de aşktır. Bunun<br />

gibi, akılsız aşk da insanı doğru yolundan şaşırtır ve<br />

6. Divan-ı Hikmet, H-41.<br />

7. Divan-ı Hikmet, H-54.<br />

8. Burckhardt T., İslam Tasavvufı Doktrinine Giriş. s.41.<br />

9. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

16<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


atıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla, aşk ile aklın<br />

arasında uyum olması gerekmektedir [10] .<br />

Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan<br />

ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması<br />

ve toplumun gelişmesi<strong>nde</strong> çok önemli <strong>bir</strong> değerdir.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanın insani varlığını muhafaza<br />

eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır:<br />

“İşk değse, viran eyler, ma ü meni,<br />

İşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin [11] .”<br />

Görüldüğü gibi, insan hayatının anlamı aşktır. Bu<br />

yüzden, Yesevî, “Aşksızların hem canı yok hem imanı<br />

[12] ”, demektedir. Gerçekte, Yesevî’nin Allah’ın aşkını<br />

istemesi<strong>nde</strong>ki amacı, toplumun huzuru ve saadeti<br />

içindir. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, Hak didarını görmek<br />

bu dünyada, yani, toplumda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla,<br />

bu yolda, Yesevî toplumunun Hızırı, halkın<br />

Hakk’a giden yolunda üzeri<strong>nde</strong>n geçeceği toprak ve<br />

köprü olmak amacıyla aşka sarılmaktadır. İnsanları<br />

aşkla <strong>bir</strong>lik ve beraberliğe, toplumsal dayanışmaya davet<br />

ederek, Allah aşkının insan ve toplumu sevmekten<br />

geçeceğini ilk hikmetleri<strong>nde</strong>n itibaren dile getirmiştir.<br />

Bu yüzden Yesevî, ahlak, aşk ve toplum arasındaki<br />

ilişkilerin önemini devamlı vurgulamaktadır.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanların, Allah’ın yarattığı<br />

tüm varlıkların dili, dini, rengi ve ırkına bakmaksızın,<br />

manevi kardeşliği, toplumsal dayanışma ve <strong>bir</strong>liği bu<br />

dünyada gerçekleştirmek için çabalamaları gerekmektedir.<br />

Her <strong>bir</strong> insan, diğer insanları kendi yerine<br />

koyarak ve Allah’ın yarattığı kulu olarak bakıp onları<br />

“be<strong>nde</strong>n” diyebilmesi gerekmektedir [13] . Ruhani kardeşlik,<br />

Allah’a ve insana olan aşkın ve saygının kaynağıdır.<br />

Sebebi ise, Yesevî düşüncesi, öz bakımından<br />

insanı, onun milliyeti, jeografik sınırı, inancı ve diline<br />

bakmaksızın, tüm insanlığı, “ben” ve “<strong>bir</strong>” olarak görmektedir.<br />

Yesevî’nin meclisi<strong>nde</strong> Müslüman da puta<br />

tapan da, ateşe tapan da kâfir de <strong>bir</strong>dir. Bu yüzden, o,<br />

10. Bayraktar M., Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, s.67.<br />

11. Divan-ı Hikmet, H-54, s.74.<br />

12. Divan-ı Hikmet, H-140, s.179.<br />

13. Bayraktar M., age., s.89.<br />

gerçek sufi olarak, yanında oturan insanın hangi din<br />

ve milletten olduğuna önem vermeyen insandır.<br />

İlahî aşk ile donanmış gerçek dindarlık insanı ruhani<br />

hoşgörüye götürecektir. Hoşgörü ise, insanları,<br />

dinî inancına ve politik mensubiyetine göre değerlendirmemektir.<br />

Dolayısıyla, Yesevî’nin hoşgörü anlayışı,<br />

sadece, din içi değil, dinlerarası, hatta dinlerüstü <strong>bir</strong><br />

ilahî hakikati esas almaktadır. Hoşgörü olmazsa, insanlar<br />

arasında aşk da sevgi de, eşit sohbet de barış da<br />

olmayacaktır. İlahî yaratılışın amacına göre, insanlar,<br />

<strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini tamamlayan ve <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine ayna olan ilahî<br />

hakikatin tecellisi olduklarına inanmaktadırlar.<br />

Yesevî, aşka ulaşmanın yollarını şu aşamalarla ortaya<br />

koymaktadır: Birinci olarak, tarikatta, ilm-i hâli<br />

vakfetmek (İşk bahçesini dolaşmayan âşık olmaz [14] );<br />

ikinci olarak, riyazet ile ruhu eğitmek (Cürm ve cefa<br />

çekmeden nefsin ölmez [15] ); üçüncü olarak, Allah’a,<br />

dünya ve ahiretteki nimetleri ve mükâfatları için değil,<br />

onun zatı ve özüne âşık olmak (İki âlem işretlerini<br />

Mey’e sattım, Hakk’ı sevdim [16] ); dördüncü olarak,<br />

Hakk’a zikir, vecd, sohbet gibi yöntemlerle ulaşmaktır<br />

(Zakir olup, şakir olup Hakk’ı buldum [17] ).<br />

Gördüğümüz gibi, Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />

sohbet, hoşgörü ve aşk vardır. Düşünce ve düşünce<br />

özgürlüğü vardır. Bu ise, iş ve davranışın özgürlüğü<br />

demektir. Zikir, sohbet, vecd gibi psikoteknik yöntemler,<br />

hastalıklara maruz kalan kalbi tedavi ederek kalbi<br />

Allah’ı sevebilecek duruma ve dereceye getirmeye<br />

yarayan araçlardır. Bu araçlar ise, Yesevî için hiç<strong>bir</strong><br />

zaman amaç olmamıştır. Sonuç itibariyle, Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />

aşk, hayatın gerçek anlamı, aynı zamanda<br />

insani varlığa ve insani zihniyete ulaşmanın temel<br />

şartıdır.■<br />

14. Divan-ı Hikmet, H-102.<br />

15. Divan-ı Hikmet, H-77.<br />

16. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

17. Divan-ı Hikmet, H-13.<br />

17<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed<br />

Yesevî’nin “Aşk” Söylemi<br />

HAYATİ BİCE*<br />

1993 yılında Pîr-i Türkistan Hazret Sultan<br />

Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet eserini<br />

ilk baskısına hazırlarken doğrudan doğruya “aşk”<br />

kelimesinin ve “aşk” kavramı ile ilgili “âşık”, “maşuk”,<br />

“muhabbet” sözcüklerinin çok sık kullanılmış<br />

olduğu dikkatimi çekti. Şunu hemen belirtmek<br />

isterim ki, Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> ‘soyut’<br />

kavram, bu yoğunlukla kullanılmamıştır.<br />

Büyüsü ‘taammüden’ bozulan <strong>bir</strong><br />

kavram: Aşk<br />

Türk <strong>Dil</strong> Kurumunun Türkçe Sözlük’ü<strong>nde</strong> aşk,<br />

“aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi” olarak tanımlanıp<br />

aslına uygun <strong>bir</strong> şekilde, Yunus Emre’den “<br />

Gel gör beni aşk neyledi” mısraı ile örneklendiriliyor.(1)<br />

Fakat son yıllarda güncel Türk kültürünü belirleyen<br />

kodların dejenerasyonu ile bozulan, yoz-<br />

* Dr., Araştırmacı-Yazar<br />

laştırılan Türkçenin en nadide sözleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>isi<br />

de “aşk” oldu. Önce, tercüme edilen Hollywood<br />

filmleri artistlerinin diline uydurulmağa çalışılarak<br />

formatı değiştirilen bu “nazenin” kelime -bugün<br />

hormonların tesiri<strong>nde</strong>ki gövdelerin köpüklü ağızlarında-<br />

en yaban güdüleri tanımlama derekesine<br />

indirildiği de acı <strong>bir</strong> gerçek.<br />

Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala’nın şiir gibi sözleriyle<br />

“aşk ilahîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde<br />

doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar,<br />

başını verir. Aşk, Allah’ın “Bilinmeyi istedim;<br />

kâinatı yarattım.” buyurduğu noktada başlar. Varlığımızı<br />

sürdürdüğümüz medeniyet <strong>bir</strong>ikiminin içi<strong>nde</strong><br />

aşkın bütün çeşitleri mevcut… Divan edebiyatı<br />

ve tasavvuf itibariyle beşeri aşkın (mecazi aşkın)<br />

ilahî aşka dönüşmesi tabii <strong>bir</strong> seyir. Pek çok mutasavvıf<br />

ilahî aşk için beşerî aşkı ilk basamak olarak<br />

görür… Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi<br />

sağlayacak en önemli vasıtalardan <strong>bir</strong>isidir<br />

aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur… İlahî aş-<br />

18<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kın içerisi<strong>nde</strong> beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur.<br />

İlahî aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini<br />

sağlamlaştırır. Denizin içi<strong>nde</strong> damla vardır;<br />

ama deniz damladan ibaret değildir… Türk coğrafyasının<br />

en bereketli olduğu husus aşktır.” (2)<br />

“Divan-ı Hikmet” <strong>bir</strong> “Divan-ı Aşk”<br />

imiş meğer!<br />

Hazret Sultan Yesevî’nin 144 adet ‘Hikmet’ adı<br />

verilen şiirini içeren Divan-ı Hikmet’i<strong>nde</strong> “aşk” kelimesi<br />

tam tamına 55 şiirde kullanılmıştır. Oran olarak<br />

bakıldığında bu % 38’lik <strong>bir</strong> yaygınlığa işaret eder.<br />

(Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> kavram -sanıyorumbu<br />

yoğunlukla kullanılmamıştır.) İnceleme <strong>bir</strong> de aşk<br />

ile doğrudan ilişkili “âşık, maşuk, muhabbet” kelimelerini<br />

kapsama alanına alarak genişletildiği<strong>nde</strong> çok<br />

daha büyük <strong>bir</strong> oran ortaya çıkacağı kesindir.<br />

Divan-ı Hikmet’te aşk kavramı tek başına <strong>bir</strong><br />

duygu durumunu anlatmak için kullanıldığı gibi “aşk<br />

ateşi” gibi bazı tanımlamaların bileşeni şekli<strong>nde</strong> de<br />

kullanılmaktadır. Aşk kelimesinin Divan-ı Hikmet’te<br />

çeşitli formlarda 173 (yüz yetmiş üç) kez kullanıldığını<br />

görüyoruz. Aşk kelimesinin sıklıkla kullanıldığı<br />

tamlamalar olarak “aşk yolu”, “aşk derdi”, “aşk<br />

ateşi”, “aşk sırrı”, “aşk sevdası”, “aşk kapısı”, “aşk<br />

ehli”, aşk pazarı” ve daha pek çok deyiş dikkati<br />

çekmektedir. Bu incelememizde bu deyişlerin yer<br />

aldığı hikmetler sırası ile verilecektir. (3)<br />

“Aşk Yolu”<br />

Hazret Sultan Yesevî’nin yolunun <strong>bir</strong> sevgi ve<br />

muhabbet yolu olduğunun en kesin kanıtı aşk kelimesinin<br />

en sık kullanıldığı kavram “aşk yolu”dur.<br />

Yesevî’de tasavvuftaki kemal makamlarına ulaşmanın<br />

yolu olarak tarif edilen “aşk yolu” kavramı<br />

on dokuz yerde kullanılmıştır.<br />

12<br />

Tarikatın yollarıdır çetin azap<br />

Bu yollarda nice âşık oldu toprak<br />

Aşk yoluna her kim girse hâli harap<br />

Erenlerden yolu sorup yürüdüm ben işte<br />

77<br />

Âşık olsan aşk yoluna koy adımı<br />

Dünya kaygısını boşayıp koy Edhem gibi<br />

Akıllı isen dünya için yeme gam<br />

Kıyamet günü cezalarını verir dostlar<br />

81<br />

İşbu aşkın yolu dilim olmaktır<br />

Burada ağlayıp ahirette gülmektir.<br />

Gül renkleri zeferan gibi solmaktır.<br />

Böyle olmadan, âşıkım, deyip söylemeyin dostlar.<br />

Sırdan anlam duymayanlar yabancıdır<br />

O âşıkın mekânları viranedir<br />

Aşk yolunda can verenler sevgilidir<br />

Candan geçmeden candan haber bilmeyin dostlar.<br />

4<br />

Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harab<br />

Aşk yolunda olamadım misali toprak<br />

Hâlim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş<br />

O sebepten Hakk’â sığınıp geldim ben işte.<br />

11<br />

Aşk yolunda âşık olup Mansur geçti<br />

Belini bağlayıp Hakk işini sıkı tuttu<br />

Melâmetler ihanetler çok işitti<br />

Ey müminler hem Mansur oldum ben işte<br />

29<br />

Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm,<br />

Arslan Baba’ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed.<br />

33<br />

Aşk yolunda yok olayım Hakk Bir ve Var<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

Elimi açıp dua kılayım, Azim Cebbar<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />

Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />

Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Aşk pazarı ulu pazar, sevda haram;<br />

Âşıklara se<strong>nde</strong>n başka kavga haram;<br />

Aşk yoluna girenlere dünya haram;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

51<br />

Aşk yolunda damla damla kanlar yutarım<br />

Rahman adı rahmeti<strong>nde</strong>n ümit tutayım<br />

Şarap kadehini doyası versen candan geçeyim<br />

Hasreti<strong>nde</strong> iki gözümü yaşlasam ben<br />

96<br />

Dinmeden âşıklar Hű derler Allah’ına yalvarıp;<br />

Yürür O’nun aşkında, gece gündüz sararıp.<br />

19<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Çok ağlatıp âşıkı aşk eli<strong>nde</strong> Allah’ım<br />

Aşk yolunda melâmeti ona görür münasip.<br />

“Aşk Ateşi” Kimi Yakar<br />

Hazret Sultan Yesevî aşk yoluna düşen aşığın<br />

“aşk ateşi” ile yanmağa başlayacağını bildirir. Aşk<br />

ateşi Divan-ı Hikmet’te en sık kullanılan kavramlardan<br />

<strong>bir</strong>isi olarak hikmetlerin dokuz yeri<strong>nde</strong> yanar.<br />

Yesevî, tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın <strong>bir</strong><br />

metodu olarak kişinin bilerek ve bilmeyerek aşk<br />

ateşine düşmesini gösterir. Aşk ateşi aşığı yaktıkça<br />

benliğinin negatif unsurları yok olarak batınındaki<br />

kemal mertebeleri açığa çıkacaktır.<br />

139<br />

Şevki, zevki muhabbetten ayan eyle<br />

Âşıklara aşk ateşi<strong>nde</strong>n beyan eyle<br />

Hor görülme-ağlama, meşakkati nişan eyle<br />

Gerçek âşıklar ateşten ne diye çekinsin<br />

61<br />

Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,<br />

Canı yakıp, yürek bağrımı kebap etti.<br />

Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,<br />

Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.<br />

118<br />

Her kim yanar cana alır aşkın ateşini<br />

Canı yansa uzuvlarından çıkar duman<br />

Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün<br />

Halka zahiren görünüp duran yarası yok<br />

12<br />

Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar<br />

Ahirete doğru çekip alıp burada geçer<br />

Burada olan düğümlerini orada açar<br />

Rasul dünya leştir dedi bıraktım ben işte<br />

85<br />

Kulum diyen daima dinmeden zikrini söyler<br />

Aşk ateşine bağrı yanıp feryad eder<br />

Habersizler bağrı ömrünü bilmeden yele satar<br />

Gaflet ile cehenneme gider dostlar<br />

93<br />

Seher vakti kalkanlar, canı feda eyleyenler,<br />

Aşk ateşi<strong>nde</strong> yananlar seher vakti olanda.<br />

94<br />

Halka içi<strong>nde</strong> “ Hû “ deyiniz, aşk ateşine yanınız,<br />

Beden-can ile tâlipler, tek<strong>bir</strong> başlayıp deyiniz.<br />

126<br />

Gece kalkıp yürümeden, durmadan ağlayanlar<br />

Aşk ateşine yürek-bağrını dağlayanlar<br />

Rüsva olup sırdan mânâ anlayanlar<br />

Halk içi<strong>nde</strong> rüsva olup yürüse olmaz<br />

120<br />

Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği<br />

Kabul eyledi aşk ateşi<strong>nde</strong> yanmaklığı<br />

Canını verip satın aldı yanmaklığı<br />

Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok<br />

“Aşk Derdi”nin dermanı<br />

Aşk yolunda ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa<br />

başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını aramağa<br />

başlar. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar<br />

arayanlardandır” sırrına erince anlar ki aradığı<br />

zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Hazret<br />

Sultan Yesevî “aşk derdi”ne ve dermanına Divan-ı<br />

Hikmet’in on yedi yeri<strong>nde</strong> değinmektedir:<br />

17<br />

Ey arkadaşlar, aşk derdine deva olmaz;<br />

Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz<br />

Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz<br />

Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.<br />

18<br />

Riya tesbihi eli<strong>nde</strong>, zünnar iyi bilseniz;<br />

Hak rızası budur aşk derdini eyleseniz<br />

Aşkını alıp mahşerde rezil olup dursanız;<br />

Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.<br />

33<br />

Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />

Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />

Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Kul Hoca Ahmed aşktan ağır belâ olmaz;<br />

Merhem sürme, aşk derdine deva olmaz;<br />

Gözyaşından başka <strong>bir</strong> şey tanık olmaz;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

102<br />

Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok<br />

Deva sormayın aşk derdinin devası yok<br />

Bu yollarda âşık olsa dönüşü yok<br />

20<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Canı bede<strong>nde</strong>n ayrı eyleyip yürür olmalı<br />

118<br />

Gerekli değil aşk derdine deva sormak<br />

Viran edip gider imiş devası yok<br />

Canını incitip yaşın akıp aklın gidip<br />

Aşk derdi<strong>nde</strong>n dostlar acı belası yok<br />

…<br />

Kul Hoca Ahmed söyledi dostlar işitin bunu<br />

Kafdağı gibi taşlar değse çıkmaz sesi<br />

Kime söyleyip kime ağlayıp aşk derdini<br />

Vallahi-billahi aşk derdinin devası yok<br />

123<br />

Muhabbetin deryasına batmayınca<br />

Ey dostlarım aşk mücevherini alsa olmaz<br />

Tan atana kadar feryad edip ağlayıp inlemedikçe<br />

Sarraf olup aşk derdini bilse olmaz<br />

Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur<br />

Erenlerin izin alıp dinmeden öper<br />

Muhabbetin şevki ile yaşını döker<br />

Yaşı akmadıkça riyazette solsa olmaz<br />

133<br />

Aşk derdine deva soran hazır tilbe<br />

Zâhirde yok batın içi<strong>nde</strong> eyler cilve<br />

Mazı sarın hepsinin içi<strong>nde</strong> eyler galip<br />

Aşk derdine deva eylese Rahman eyler<br />

140<br />

Aşk derdini dertsizlere söyleyip olmaz;<br />

Bu yolların engeli çok, geçip olmaz;<br />

Aşk cevherini her nâmerde satıp olmaz;<br />

Habersizlerin aşk kadrini bildiği yok<br />

Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün;<br />

Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun;<br />

Derde doldun, gama soldun, tilbe oldun;<br />

Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok.<br />

Ey habersiz, aşk ehli<strong>nde</strong>n beyan sorma<br />

Dert iste, aşk derdine derman sorma<br />

Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma<br />

Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.<br />

“Aşk Sırrı”na Ermek<br />

Hazret Sultan Yesevî, Divan-ı Hikmet’te dört<br />

yerde “aşk sırrı”ndan söz eder. Aşk sırrına erme<br />

yolunu da gösteren Yesevî; aşk sırrına ermek için<br />

yakin derecesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> iman; takva derecesi<strong>nde</strong><br />

<strong>bir</strong> kulluk ve başa gelecek “yüz bin bela”ya sabır<br />

gerektiğini ve bu yolla Hakk cemaline vuslatın<br />

mümkün olacağını bildirir. Ancak dikkat edilmesi<br />

gereken incelikli nokta aşk sırrının ancak âşıklara<br />

beyan edilebileceği ve aşk sırrını herkese söylemenin<br />

caiz olmadığıdır.<br />

61<br />

Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz;<br />

Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz;<br />

Yolunu bulan merdleri bilse olmaz;<br />

Ağlaya ağlaya gözyaşını habap etti.<br />

86<br />

Aşk sırrını beyan eylesem âşıklara,<br />

Tâkat eylemeyip, başını alıp gider dostlar.<br />

Dağa, taşa başını vurup, şuursuz olup<br />

Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar.<br />

82<br />

Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibadet eyle<br />

İbadet eyleyen Hakk cemalini görür dostlar.<br />

Yüz bin belâ başa düşse, inleme<br />

Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar.<br />

137<br />

Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz;<br />

Maldan geçmeden ben benliği koysa olmaz;<br />

Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz;<br />

Öyle âşık halk gözü<strong>nde</strong>n gizli olur.<br />

Yesevî’nin Tarifiyle : “Aşksız Kişi”<br />

“Aşk ehli” ta<strong>bir</strong>ini Divan-ı Hikmet’teki sadece<br />

<strong>bir</strong> mısrada kullanan Hazret Sultan Yesevî’nin,<br />

“aşk” üzerine söyledikleri kadar dikkat çeken <strong>bir</strong><br />

husus da “aşksız” insanları ayrıntılı olarak tarif<br />

etmesidir. Yesevî “Allah’a erme yolunda “aşksız”<br />

ilerlemenin çok zor olduğuna işaret eder. “Aşksız”<br />

olma üzeri<strong>nde</strong> Hazret Sultan Yesevî’nin gösterdiği<br />

hassasiyet bu tarifin hikmetlerde tam on üç yerde<br />

işlenmesi ile ortaya çıkmaktadır.<br />

59<br />

Aşksız kişi insan değildir anlasanız<br />

Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz<br />

Aşktan başka sözü eğer söyleseniz<br />

Elinizden iman-İslam gitti olmalı<br />

54<br />

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın<br />

21<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin<br />

Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın<br />

Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.<br />

82<br />

Arif âşık öz canını ateşe yakmaz<br />

Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz<br />

Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz<br />

Aşksız kişi hayvandan beter dostlar<br />

104<br />

Allah der eğer ki kulum neylerse eylesin<br />

Her ne eylese melekler ikram eylesin<br />

Aşksız adam aşk makamını görüp yürüsün<br />

Hakk kudretini ifşa eyleyip yürür olmalı<br />

123<br />

Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür<br />

Müminim deyip imanları viran yürür<br />

Mahşer günü cemal görmeden sersem yürür<br />

Pir-i kâmil nazar eylemeden görse olmaz<br />

115<br />

Melekleri<strong>nde</strong>n aşığı çok ey habersiz<br />

Bir “ahh” eylese âlem olur altın ve mücevher<br />

Zâhid, âbid, sâliklerin aşkı beter<br />

Aşksız âdem vallahi yolda kalır imiş<br />

3<br />

Her sabah vakti ses geldi kulağıma<br />

“Zikr söyle!” dedi, zikrini söyleyip yürüdüm<br />

ben işte.<br />

Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;<br />

O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte.<br />

20<br />

Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü<br />

Sabaha varsa, Hakk göstermez ona cemal<br />

Arş ve Kürsű, Levh ve Kalem hepsi bizar;<br />

Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar.<br />

102<br />

Gerçek dertliler dertsizliği göze almaz<br />

Zâhid-âbid mesleklerini dile almaz<br />

Fayda görse aşksızlara bakış iliştirmez<br />

Gerçek dertliye deva eyleyip yürür olmalı<br />

108<br />

Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;<br />

Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş.<br />

Aşksızların imanı yok ey arkadaşlar;<br />

Cehennem içi<strong>nde</strong> dinmeden devamlı yanar imiş.<br />

86<br />

Aşksızların hem canı yok hem imanı;<br />

Rasűlullah sözünü dedim, mânâ hani<br />

Nice desem, işitici, bilen hani<br />

Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.<br />

140<br />

Zâhid olma, âbid olma, âşık ol<br />

Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol<br />

Nefsi tepip dergâhına lâyık ol<br />

Aşksızların hem canı yok imanı yok.<br />

Divan-ı Hikmet’teki diğer “aşk”<br />

kullanımları<br />

Divan-ı Hikmet’te yukarıda verdiğimiz sık<br />

kullanımlar yanında “aşk” kelimesi ile <strong>bir</strong>likte<br />

kullanılan bazı deyimleri de -sadece ismen bile<br />

olsa- vermek isterim.<br />

Divan-ı Hikmet’te “aşk kapısı” ise beş kez ;<br />

“aşk bağı”, “aşk sevdası” dörder kez; “aşk dâvası”,<br />

“aşk pazarı”, “aşk şarabı”,”aşk şiddeti” üçer<br />

kez; “Hakk aşkı”, “aşk ehli”, “aşk makamı”, “aşk<br />

cevheri”, “aşk dükkânı”, “aşk defteri”, “aşk küpü”<br />

ikişer kez ‘aşk bağlamı’nda kullanılmış olan deyimler<br />

olarak görülmektedir.<br />

Divan-ı Hikmet’te “aşk ışığı” , “aşk incisi”, “aşk<br />

dalgıçı”, “aşk rüzgârı”, “aşk hançeri”, “aşk yâdı”,<br />

“aşk belâsı”, “aşk darağacı”, “aşk yakarışı” deyimleri<br />

sadece <strong>bir</strong>er kez kullanılmış ilginç deyişlerdir.<br />

“Aşk olsun” Ya Hû…■<br />

DİPNOTLAR:<br />

1. TDK Güncel Türkçe Sözlük: http://tdk.org.tr/TDKSOZLUK/<br />

SOZBUL.ASP<br />

2. Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala ile ( M. Mehmet Gü<strong>nde</strong>m ) : “Aşk<br />

imiş her ne var âlemde!..” ; ZAMAN Gazetesi, 13.02.2000.<br />

3. Kıta başlarındaki rakamlar, bu makalenin yazarı Dr. Hayati<br />

Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları<br />

arasında yayınlanan Divan-ı Hikmet neşri<strong>nde</strong>ki “aşk” kelimesinin<br />

geçtiği hikmetlerin sıra numarasını göstermektedir. (Ahmed Yesevî,<br />

Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice; T.Diyanet<br />

Vakfı yayınları, 4. Baskı, 2005- Ankara)<br />

22<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NECDET TOSUN*<br />

İslamiyeti basit <strong>bir</strong> şekilde ve tasavvufî motiflerle<br />

halka sunan Hoca Ahmed Yesevî (ö.<br />

562/1166), Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda<br />

önemli <strong>bir</strong> rol oynamıştır. Pîr-i Türkistân lakabıyla<br />

anılan Yesevî, gerçek hayatından ve tarihî<br />

kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbeleri ve fikirleri ile tanınmıştır.<br />

Onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />

ve günümüz insanına ışık tutan fikirleri<strong>nde</strong>n en<br />

önemlileri, sevgi ve hoşgörü hakkındaki görüşleridir.<br />

Burada gerek Hoca Ahmed Yesevî’nin ve gerekse<br />

diğer bazı mutasavvıfların “sevgi ve hoşgörü”<br />

konusundaki düşüncelerine temas edilecektir.<br />

1) Hoca Ahmed Yesevî’de Sevgi<br />

a) Ahmed Yesevî ve takipçileri<strong>nde</strong><br />

Allah ve Peygamber sevgisi<br />

Hoca Ahmed Yesevî, Allah sevgisini şiirleri<strong>nde</strong><br />

sıklıkla dile getirmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />

“Aşkıng kıldı şeydâ meni, cümle âlem bildi<br />

meni,<br />

Kaygu sensin tüni küni, menge sen ok kereksen…<br />

Âlimlerge kitâb kerek, sûfîlerge mescid kerek,<br />

Mecnûnlarga Leylâ kerek, menge sen ok<br />

kereksen” [1] .<br />

Yani: Aşkın beni çılgına çevirdi, herkes beni<br />

bildi, gece gündüz düşüncem sensin, bana sadece<br />

sen lazımsın ey Allah’ım! Âlimlere kitap gerekir,<br />

sûfîlere mescit. Mecnûnlara Leylâ lâzım, bana ise<br />

sen lâzımsın Allah’ım!<br />

Ahmed Yesevî’nin talebesi Hakîm Süleyman<br />

Ata da Allah aşkı konusunda şöyle der:<br />

“Âşıkdın sormangız dünyâ ve ukbâ,<br />

Âşık maşûk içün her dem öledür” [2] .<br />

Yani: Âşığa dünya ve ahreti sormayın; âşık, sevdiği<br />

için her an ölmektedir.<br />

Hakîm Süleyman Ata başka <strong>bir</strong> hikmeti<strong>nde</strong> de<br />

şöyle der:<br />

“Ming yıl ibâdet kılsang, tâat içi<strong>nde</strong> kalsang,<br />

Muhâldur Hak’nı bilseng, arada aşk bolmasa.<br />

Tesbîhin zünnâr bolur, seccâdeng murdâr bolur,<br />

Barçası agyâr bolur, arada aşk bolmasa” [3] .<br />

* Doç. Dr., Marmara Ü. İlahiyat Fak. İstanbul.<br />

1. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (nşr.<br />

Kuanışbek Kârî, Galiya Kambarbekova, Rasûl İsmailzâde),<br />

Tahran: el-Hüdâ, 2000, s. 1 (Arap harfli bölüm), s. 186-<br />

187.<br />

2. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, Kazan<br />

1884, s. 22.<br />

3. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 39.<br />

23<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yani: Bin yıl ibadet etsen, ibadet içi<strong>nde</strong> kalsan<br />

bile içi<strong>nde</strong> Allah aşkı olmadıkça onu tanıyamazsın.<br />

Tespihin papaz kuşağı olur, seccaden murdar olur,<br />

herkes sana yabancı olur, eğer Allah ile aranda aşk<br />

yoksa.<br />

Ahmed Yesevî’nin takipçileri<strong>nde</strong>n Hoca İshak<br />

b. İsmail Ata, insanın gönlü<strong>nde</strong> Allah sevgisinin<br />

oluşup gelişebilmesi için, o gönülden dünya sevgisinin<br />

gitmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Pes,<br />

bilgil, kul <strong>bir</strong>le Mevlâ azze ve cellening arasında<br />

muhabbet-i dünyâ ve nefs hicâb turur. Her kim<br />

muhabbet-i dünyânı köngül közgüsidin kiterse hicâb<br />

aradın kiter. Andın keyin bu be<strong>nde</strong> perverdigârnı<br />

körer, inşâallâhü teâlâ” [4] .<br />

Yesevî yolunun temsilcileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />

Özgendî [5] de Allah aşkını şöyle dile getirmiştir:<br />

“Yâ Rab özüng bilür-sen, sendin özge kimim<br />

bar,<br />

4. Hoca İshak b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn,<br />

Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü<br />

Ktp., nr. 11838, vr. 29b.<br />

5. Silsilesi şöyledir: Ahmed Yesevî, Hakîm Ata,<br />

Zengi Ata, Sadr Ata, Elemîn Ata, Şeyh Ali Şeyh, Mevdûd<br />

Şeyh, Kemâl Şeyh Îkânî, Seyyid Ahmed Velî (Şeyh<br />

Aliâbâdî), Şemseddin Özgendî.<br />

Bir ü barım irür-sen, sendin özge kimim bar…<br />

Közüm seni közleyür, tilim seni sözleyür,<br />

Könglüm seni isteyür, sendin özge kimim<br />

bar” [6] .<br />

Ahmed Yesevî’de Peygamber sevgisi de ön<br />

plandadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği<br />

için, 63 yaşına gelen Ahmed Yesevî, peygambere<br />

olan sevgisi<strong>nde</strong>n dolayı artık toprağın üzeri<strong>nde</strong> yaşamak<br />

istememiş ve yer altında <strong>bir</strong> ibadet yeri kazıp<br />

kalan ömrünü onun içi<strong>nde</strong> geçirmiştir. Yesevî, peygamber<br />

sevgisiyle söylediği şiirlerde şöyle diyor:<br />

“Başımga tüşüp na‘ra-i sevdâ-yı Muhammed,<br />

Men anı üçün kuyıda şeydâ-yı Muhammed” [7] .<br />

“On sekiz ming âlemge server bolgan Muhammed,<br />

Otuz üç ming ashâbga rehber bolgan<br />

Muhammed” [8] .<br />

Allah ve Resulüne karşı gönlü<strong>nde</strong> derin <strong>bir</strong> sevgi<br />

besleyen Hoca Ahmed Yesevî, Allah’ın kelâmı<br />

olan Kur’an-ı Kerim’e son derece saygılı idi. Bir<br />

6. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, s. 74.<br />

7. Yesevî, age. s. 53.<br />

8. Yesevî, age. s. 55.<br />

24<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


defasında Kur’ân öğrenmek için camiye giden çocukların<br />

mushaflarını boyunlarına asıp aşağı sarkıttıklarını,<br />

içleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> tanesinin ise sevgi ve<br />

saygısından dolayı Kur’an’ı başının üzeri<strong>nde</strong> taşıdığını<br />

görmüş, bu manzaradan çok memnun olup<br />

bu çocuğun zahiri ve bâtıni eğitimini üstlenmişti.<br />

Bu çocuk zamanla hem din ilimlerini hem de tasavvuf<br />

ve ahlâk konularını hakkıyla öğrenip Hoca<br />

Ahmed Yesevî’nin ö<strong>nde</strong> gelen talebeleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />

olan Hakîm Ata lakaplı Süleyman Bakırgânî’den<br />

başkası değildir [9] .<br />

Yesevî şeyhleri<strong>nde</strong>n Süksük Ata <strong>bir</strong> miktar çamaşır<br />

alıp çamaşır yıkayıcısına gitmişti. Yıkayıcı:<br />

“Adınız nedir, yazayım da diğer çamaşırlarla karışmasın.”<br />

dedi. Süksük Ata: “Adım Firavun’dur.”<br />

diye cevap verdi. Çamaşırcı: “Başka isim bulamadınız<br />

mı da böyle isim koydunuz.” diye sorunca,<br />

Süksük Ata: “Adım Muhammed’dir. Ama Allah<br />

Resulü’nün adı olan bu ismi yazıp kazana çer çöp<br />

ile <strong>bir</strong>likte atarsan bu isme hakaret olur diye düşündüm.”<br />

diye karşılık verdi. O gece Süksük Ata rüyasında<br />

Hz. Peygamber’i gördü. Hz. Peygamber ona:<br />

“Ey Süksük Hoca! Sen mademki benim ismine hürmet<br />

ettin, ben de sana, senin evladına ve sana tâbi<br />

olanlara ahrette şefaat edeceğim.” buyurdu [10] .<br />

Bu rivayetlerden, Ahmed Yesevî ve takipçilerinin<br />

duygu dünyasında Allah ve peygamber sevgisinin<br />

önemli <strong>bir</strong> yer tuttuğu anlaşılmaktadır.<br />

b) Mahlukata karşı sevgi ve<br />

merhamet<br />

Ahmed Yesevî, şiirleri<strong>nde</strong> mahlukata merhamet,<br />

fakir ve yetimlere yardımcı olmak gibi konulara sıkça<br />

temas etmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />

Kayda körseng köngli sınuk merhem bolgıl<br />

Andag mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl<br />

Ruz-i mahşer dergahıga mahrem bolgıl<br />

Mâ vü menlik halayıkdın kaçtım mena.<br />

Garib, fakir, yetimlerni Resûl sordı<br />

Uşal tüni mi’râc çıkıp dîdâr kördi<br />

Kaytıp tüşüp fakirlerni halin sordı<br />

Gariblerni izin izlep tüştüm mena. [11]<br />

Yani:<br />

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol<br />

Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaş ol<br />

Mahşer günü dergâhına yakın ol<br />

Ben-benlik güden (ki<strong>bir</strong>li) kişilerden kaçtım<br />

ben işte.<br />

Garip, fakir, yetimleri Resul sordu<br />

O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü<br />

Geri gelip indiği<strong>nde</strong> fakirlerin hâlini sordu<br />

Gariplerin izini arayıp indim ben işte.<br />

Muhammed aydılar her kim yetîmdür<br />

Bilingiz ol meni hâs ümmetimdür<br />

Yetîmni körsengiz agrıtmangızlar<br />

Garibni körsengiz dag etmengizler. [12]<br />

Yani:<br />

Muhammed (a.s) dediler: “Her kim yetimdir,<br />

Biliniz, o benim has ümmetimdir.”<br />

Yetimi görseniz, incitmeyiniz;<br />

Garibi görseniz, dağ etmeyiniz (incitmeyiniz).<br />

Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunu devam ettirenlerden<br />

İsmail Ata şöyle derdi: “Güneşli gü<strong>nde</strong> insanlara<br />

gölge ol, soğukta elbise ol, açlık zamanında<br />

ekmek ol!” [13] .<br />

Yesevî yolunun takipçileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />

Özgendî de yetimlere karşı sevgi ve merhamet konusunda<br />

şöyle der:<br />

“Bolsang Resûl’ga ümmet, kılıng yetîmge şefkat,<br />

Bolgay sanga köp rahmet, Rasûl andag tidi<br />

ya” [14] .<br />

Yani: Eğer Hz. Muhammed’e ümmet isen, yetime<br />

şefkat göster. Bu sayede sana çok rahmet olacaktır,<br />

peygamber böyle söyledi ya.<br />

9. Anonim olan Hakîm Ata Kitabı’ndan naklen bk.<br />

Karl G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata<br />

Risâlesi”, Bulletin de l’Académie Impériale des Sciences de<br />

St. Pétersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk),<br />

cilt: IX, sayı: 2, (Septembre 1898), s. 107-108.<br />

10. Hoca İshak, age. s. 74a.<br />

11. Yesevî, age. s. 17.<br />

12. Yesevî, age. s. 99.<br />

13. Muhammed Şerîf Buhârî, Huccetü’z-zâkirîn lireddi’l-münkirîn,<br />

Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372,<br />

vr. 100a.<br />

14. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 127.<br />

25<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


2) Hoca Ahmed Yesevî’de ve tasavvuf<br />

kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü<br />

Hat sanatımızın en anlamlı ürünleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />

“Hoş gör yâ hû” levhalarıdır. Bu levha tekkelerde<br />

sadece <strong>bir</strong> duvar süsü olarak kalmaz, aynı zamanda<br />

tekke ve tasavvuf ehli için <strong>bir</strong> hayat düsturu olurdu.<br />

Eskilerin müsamaha, yenilerin tolerans dediği “hoşgörü”<br />

toplumun ve fertlerin huzuru için anahtar <strong>bir</strong><br />

kavramdır. “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü”<br />

diyebilmek engin <strong>bir</strong> gönül ister. Bu gönle sahip<br />

insanların hoşgörü örneklerine tasavvuf tarihi<strong>nde</strong><br />

sıkça rastlanır. Tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />

Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında ve şiirleri<strong>nde</strong> de<br />

hoşgörü ile alâkalı örnekler bulunmaktadır. Bunlara<br />

kısaca temas edildikten sonra, konunun daha iyi<br />

anlaşılması için tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü hakkında<br />

başka rivayetlere de yer verilecektir.<br />

Hoca Ahmed Yesevî Müslüman olmayan kişilere<br />

karşı da hoşgörülü olmak gerektiğini ifade etmek<br />

için şöyle demiştir:<br />

“Sünnet irmiş kâfir bolsa berme azar<br />

Könglü kattıg dil-âzârdın Hudâ bîzâr” [15] ,<br />

Yani: Karşındaki insan kâfir bile olsa onu incitme,<br />

bu Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti ve yolu<br />

imiş. Kalbi katı, gönül incitici kişileri Allah Teâlâ<br />

sevmez.<br />

Rivayete göre, Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti<br />

her tarafa yayılıp talebelerinin sayısı artınca<br />

kendisini çekemeyenler dedikodu yapmaya başladılar.<br />

“Sohbet ve zikir meclislerine kadınlar geliyor,<br />

erkeklerle <strong>bir</strong>likte oturup zikrediyorlar.” diye eleştiren<br />

medrese hocaları çıktı. Hoca Ahmed Yesevî<br />

kendisini teftiş için gö<strong>nde</strong>rilen âlimlere, “Bizim<br />

meclisimizde kadın ve erkeklerin beraber bulunması,<br />

onların gönlüne zarar vermez.” mesajını vermek<br />

için, gelen heyetin huzurunda <strong>bir</strong> kutunun içine <strong>bir</strong><br />

parça pamuk ve ateş koru koydu. Sonra kutuyu onlara<br />

verdi. Heyet kendi memleketine dönüp kutuyu<br />

açtığında ateşin pamuğu yakmadığı gördüler [16] .<br />

15. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 20.<br />

16. Hüsâmeddin Sığnâkî, Menâkıb-ı Hoca Ahmed<br />

Yesevî, Özbekistan Fenler Akademisi Birunî Şarkiyat<br />

Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 12b; Muhammed Âlim Sıddîkî,<br />

Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. M.Nezîr Rânchâ),<br />

İslamabad 1986, s. 47; Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin<br />

Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1 (1998), s.<br />

76, 79.<br />

Eski Türk gelenekleri<strong>nde</strong> ve özellikle tarımla<br />

uğraşan küçük yerleşim bölgeleri<strong>nde</strong> kadınların<br />

erkeklerle <strong>bir</strong>likte toplumsal hayatın içi<strong>nde</strong> olduğu<br />

bilindiğine göre, o dönemde tekkede insanların <strong>bir</strong>likte<br />

bulunmuş olması mümkündür. Hoca Ahmed<br />

Yesevî kendi dönemi<strong>nde</strong>ki bazı din adamlarının<br />

eleştirisine göğüs germiş ve kadınların da aynı çatı<br />

altında tasavvufî sohbetlere ve zikre iştirak etmesine<br />

izin vermiş, bunu hoşgörü ile karşılamıştır. Bu<br />

rivayette Yesevî’nin hem zikre katılmak isteyen<br />

kadınlara, hem de kendisini eleştiren kişilere karşı<br />

hoşgörü sahibi olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Rivayete göre bazı kendini bilmez kişiler Hoca<br />

Ahmed Yesevî’nin oğlunu öldürmüş ve başını <strong>bir</strong><br />

beze sarıp Yesevî’ye gö<strong>nde</strong>rmişlerdi. Oğlunun başını<br />

gören Hoca, sabır ve metanet göstermiş, sadece,<br />

“Kavunu olgunlaşmadan koparmışlar.” demekle<br />

yetinmiştir [17] .<br />

Ahmed Yesevî’nin bağlı bulunduğu tasavvuf<br />

kültürü<strong>nde</strong> hoşgörünün yeri ve önemi konusunda<br />

aşağıda verilecek olan örnekler konunun daha iyi<br />

anlaşılmasına yardımcı olacaktır.<br />

Müslümanlar içi<strong>nde</strong> ibadette veya günlük işlerde<br />

hatalı olan kimseler bulunabilir. Bunlara hoşgörü<br />

ile yaklaşmak konusunda tasavvufî eserlerde <strong>bir</strong>çok<br />

rivayet bulunmaktadır. Bu örneklerden bazıları<br />

şunlardır:<br />

a) İbadetlerdeki kusurlara karşı<br />

hoşgörü<br />

Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si<strong>nde</strong> anlattığı <strong>bir</strong> rivayete<br />

göre Peygamber Efendimiz’in (a.s) müezzini<br />

Bilâl-i Habeşî ezan okurken dili tam dönmediği<br />

için “hayye ale’s-salâh” yerine yanlışlıkla “heyye<br />

ale’s-salâh” dermiş. Peygamberimizin arkadaşlarından<br />

bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Bilâl <strong>bir</strong> harfi<br />

yanlış okuyor, ezanı başka <strong>bir</strong>isi okusa daha iyi<br />

olmaz mı” diye sormuşlar, ancak Hz. Peygamber<br />

(a.s) samimiyetle okuduğu için ezanı Bilâl’in okumaya<br />

devam etmesini uygun bulmuştur [18] . Başka<br />

<strong>bir</strong> rivayete göre Bilâl “Eşhedü” yerine yanlışlıkla<br />

“Eshedü” dermiş. Şikâyet olunca Hz. Peygamber:<br />

“Bilâl’in s harfi, Allah katında ş harfidir”, diyerek<br />

onu hoş görmüştür.<br />

Mesnevî’deki <strong>bir</strong> başka hikâyeye göre, Hz. Musa<br />

yolda giderken kenarda oturup dua eden <strong>bir</strong> çoban<br />

17. Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât, s. 46.<br />

18. Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 172-177.<br />

26<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


görmüştü. Çoban: “Yâ Rabbi! Bana misafir olsan,<br />

sana en güzel yemeklerden ikram etsem, ayağına<br />

çarık (ayakkabı) yapsam, saçlarını yıkasam, saçındaki<br />

bitleri kırsam.” diye dua ediyordu. Hz. Musa<br />

bunu duyunca çobana: “Ey çoban! Allah Teâlâ’ya<br />

böyle dua edilmez, onun yemeye içmeye ihtiyacı<br />

yoktur, insana benzemez.” dedi. Bunun üzerine çoban:<br />

“Ey Musa! Ben cahil <strong>bir</strong> çobanım, bana nasıl<br />

dua edeceğimi öğret de öyle dua edeyim.” diye<br />

karşılık verdi. Hz. Musa ona Allah’ın şanına yakışır<br />

bazı dualar öğretti, sonra yoluna devam etmek<br />

için yürümeye başladı. O esnada Allah Teâlâ’dan<br />

kendisine şöyle <strong>bir</strong> hitap geldi: “Ey Musa! Ben o<br />

kulumun duasından mutlu oluyordum, çünkü samimi<br />

idi. Niçin onun duasını değiştirdin” Bu hitap<br />

üzerine Hz. Musa tekrar çobanın yanına döndü ve:<br />

“Sen nasıl istiyorsan öyle dua et.” dedi ve yoluna<br />

devam etti [19] .<br />

Bu hikâyelerde verilmek istenen mesaj, insanın<br />

ibadetleri<strong>nde</strong> samimi olmasının çok önemli olduğu,<br />

ihlas ve samimiyetle yapılan ibadetlerde bazı şeklî<br />

hatalar olsa bile Allah Teâlâ ve resulü tarafından<br />

hoş görüldüğüdür.<br />

b) Günlük işlerdeki hatalara karşı<br />

hoşgörü<br />

Bazı insanlar Müslüman olmalarına rağmen<br />

nefsinin isteklerine uyarak Müslümanlıkla bağdaşmayan<br />

işler yapabilirler. Onların yaptığı yanlış işlere<br />

kızmak ile o insanlara kızmayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmamak<br />

gerekir. O insanlara acımak ve merhametle<br />

doğru yola çağırmak en doğrusudur. Tasavvufî eserlerde<br />

sufîlerin bu konudaki bazı söz ve hikâyeleri<br />

bulunmaktadır.<br />

Hamdûn-i Kassâr şöyle demiştir: “Bir sarhoşla<br />

karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü o<br />

duruma sen de düşebilirsin.”<br />

İbrahim b. Edhem <strong>bir</strong> gün <strong>bir</strong> sarhoşun yanından<br />

geçiyordu. Onu ağzı bulaşmış, yerde yatar vaziyette<br />

gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve “Allah Teâlâ’nın<br />

isminin anıldığı <strong>bir</strong> ağzı böyle kir bulaşmış <strong>bir</strong> hâlde<br />

bırakmak hürmetsizlik olur.” dedi. Sarhoş kendine<br />

gelince İbrâhim b. Edhem hazretlerinin yaptığı şeyi<br />

ve söylediği sözü kendisine bildirdiler. O sarhoş<br />

tövbe etti ve salih insanlardan oldu. Sonra İbrâhim<br />

b. Edhem’e rüyasında: “Sen bizim için onun ağzını<br />

19. Mevlânâ, Mesnevî, c. II, beyit: 1720-1786.<br />

yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.”<br />

buyurdular [20] .<br />

İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin komşusu <strong>bir</strong> genç<br />

vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır<br />

çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp<br />

hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam: “Komşumuzun<br />

sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince,<br />

<strong>bir</strong> talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun<br />

üzerine İmâm-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce<br />

ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin<br />

sebebi nedir” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, Vali:<br />

“Böyle önemsiz <strong>bir</strong> iş için zât-ı âliniz buraya kadar<br />

niçin zahmet ettiniz, <strong>bir</strong> haber gö<strong>nde</strong>rseydiniz kâfi<br />

idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam<br />

o gence; “Bak, seni unuttuk mu” diye sordu. Genç:<br />

“Hayır…” dedi, yaptığı kötü işlerden tövbe edip,<br />

İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı<br />

ve fıkıh ilmi<strong>nde</strong> âlim olarak yetişti [21] .<br />

Sa‘dî Şîrâzî Gülistân isimli eseri<strong>nde</strong> anlattığına<br />

göre <strong>bir</strong> zahidin evine hırsız girmiş, ancak çalacak<br />

<strong>bir</strong> şey bulamamış. Üzüntüyle evden çıkarken durumdan<br />

haberdar olan zahit sarınıp içi<strong>nde</strong> uyuduğu<br />

kilimi hırsızın yoluna atmış ki alsın da eli boş ve<br />

mahzun gitmesin [22] .<br />

Benzer <strong>bir</strong> hikâye de Ahmed er-Rifâî hakkında<br />

anlatılır. O, evine gelen hırsıza <strong>bir</strong> miktar kaliteli un<br />

ikram etmiş ve helâllik isteyip yolcu etmiştir. Onun<br />

bu şefkati<strong>nde</strong>n etkilenen hırsızın tövbe edip doğru<br />

yola geldiği nakledilir [23] .<br />

c) Gayrimüslimlere karşı hoşgörü:<br />

Bir toplumda her di<strong>nde</strong>n insan bulunabilir. Toplumların<br />

asayiş ve huzur içi<strong>nde</strong> yaşayabilmesi için<br />

farklı din mensuplarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine hoşgörü işe bakması<br />

çok önemlidir. İslam hukukuna göre Müslüman<br />

ülkelerde yaşayan gayrimüslimlere “zimmî”<br />

denir ve devlet onların güvenliğini sağlamakla gö-<br />

20. Ferîdeddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr.<br />

Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374/1995, s. 125.<br />

21. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî,<br />

Ukûdü’l-cümân fî menâkıbi’l-İmâmi’l-a‘zam Ebî<br />

Hanîfeti’n-Nu‘mân (nşr. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarabad<br />

(Hindistan): Lecnetü ihyâi’l-ma‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, 1974,<br />

s. 289-290.<br />

22. Sa‘dî Şîrâzî, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn Yûsufî),<br />

Tahran 1384 hş., s. 87.<br />

23. Ken‘an er-Rifâî, Ebu’l-Alemeyn Seyyid Ahmed<br />

er-Rifâî (hzr. Mustafa Tahralı- Müjgan Cunbur), İstanbul<br />

2008, s. 24-25.<br />

27<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


evlidir. Tasavvuf tarihi<strong>nde</strong> sufîlerin Müslüman olmayanlara<br />

karşı hoşgörü ile muamele ettiğine dair<br />

<strong>bir</strong>çok örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları<br />

şunlardır:<br />

Bayezid-i Bistami’nin Mecusi olan (ateşe tapan,<br />

zerdüşt) <strong>bir</strong> komşusu ve bu komşunun süt emme çağında<br />

<strong>bir</strong> de çocuğu vardı. Bu Mecusi <strong>bir</strong> gün yolculuğa<br />

çıktı. Evlerini aydınlatacak <strong>bir</strong> şeyi bulunmadığı<br />

için çocuk ağlıyordu. Bayezid-i Bistami her<br />

gün <strong>bir</strong> çıra alıp komşusunun evine götürdü. Mecusi<br />

yolculuktan dönünce durumu haber alıp kendisi<strong>nde</strong><br />

değişiklikler hissetti. Bayezid’e karşı kalbi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><br />

sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi,<br />

bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun<br />

değildir.” deyip Bayezid-i Bistami’nin huzuruna<br />

gitti ve Müslüman oldu [24] .<br />

Hz. Mevlânâ’ya da nispet edilen fakat ondan<br />

daha önce yaşamış olan Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın<br />

şiirleri arasında yer alan şu rubai meşhurdur:<br />

Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel,<br />

Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel,<br />

Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,<br />

Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel. [25]<br />

Anadolu sûfîleri<strong>nde</strong>n Yunus Emre:<br />

Yetmiş iki millete <strong>bir</strong>lig ile bakmayan<br />

Şer‘ ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.<br />

diyerek bütün insanlara (72 millete) aynı gözle bakmak<br />

gerektiğini ifade etmiş, böyle bakamayanların<br />

görünüşte evliya gibi olsalar bile aslında asi ve<br />

günahkâr olduklarını kaydetmiştir.<br />

İlk dönem sufîleri<strong>nde</strong>n Mâlik b. Dinar’ın komşusu<br />

Yahudi idi. Bu kişi Mâlik b. Dinar’ın evinin<br />

duvarını tuvalet olarak kullanır ve bahçesini kirletirdi.<br />

Mâlik de her gün duvarını ve bahçesini temizlerdi.<br />

Bir gün komşusu Mâlik’e: “Bu necasetten rahatsız<br />

olmuyor musun” diye sordu. Mâlik: “Evet,<br />

rahatsız oluyorum ama temizliyorum.” dedi. Komşusu:<br />

“Bu sıkıntıyı niçin ve kim için çekiyorsun”<br />

diye sorunca, Mâlik: “Allah rızası için, çünkü Allah<br />

24. Ferîdeddin Attâr, age. s. 176.<br />

25. Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i<br />

Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr (nşr. Sa‘îd Nefîsî), Tahran 1334<br />

hş./1955, s. 4 (rubâî no: 21). Rubâî’nin metni şöyledir: Bâz<br />

â bâz â her ânçi hestî bâz â/ Ger kâfir u gebr u but-perestî<br />

bâz â/ În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst/ Sad bâr eger<br />

tevbe şikestî bâz â.<br />

öfkesini yutup insanları affedenleri muttakilerden<br />

saymaktadır. [26] ” diye cevap verdi. Bunun üzerine<br />

Yahudi komşusu: “Ne güzel <strong>bir</strong> din! Allah dostu,<br />

Allah düşmanının sıkıntısına katlanıyor ve sabır<br />

ediyor.” dedi, Müslüman oldu [27] . Bu hikâyenin <strong>bir</strong><br />

benzeri de İmam-ı A‘zam Ebu Hanife için anlatılır<br />

[28] .<br />

Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve dostları sema<br />

ederlerken meclise <strong>bir</strong> sarhoş daldı ve sağa sola çarpıp<br />

meclistekileri rahatsız etmeye başladı. Oradaki<br />

müritler o sarhoşu azarlayınca Mevlânâ müritlerine<br />

mâni oldu ve: “Şarabı o içmiş ama sarhoş siz olmuşsunuz.”<br />

dedi. Müritler: “Bu adam Hristiyan’dır.”<br />

dediler. Mevlânâ: “Siz niye Allah’tan korkmuyorsunuz.”<br />

diye cevap verdi [29] .<br />

Bu menkıbelerden anlaşılmaktadır ki, gayrimüslimlere<br />

karşı hoşgörü ile yaklaşmak sufîlerin hayat<br />

felsefesi olmuştur. Ve bu hoşgörü, <strong>bir</strong>çok gayrimüslimin<br />

İslamiyete girmesine de vesile olmuştur.<br />

Hoşgörünün bulunduğu yerde muhabbet ve ülfet<br />

olur. Gayrimüslimlerin İslama ısınması ve hidayete<br />

ermesi<strong>nde</strong> en önemli unsurlardan <strong>bir</strong>i de hoşgörü<br />

olmuştur. Hoşgörünün zıddı olan kabalık ve sertlik<br />

ise insanları küstürmek ve uzaklaştırmaktan başka<br />

işe yaramaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle<br />

buyrulur: “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç<br />

şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân,<br />

3/159). Güzel söz, hoşgörü ve fedakârca davranışlar<br />

tarihte olduğu gibi bugün de insanların İslama<br />

yönelmesine sebep olmaktadır.<br />

Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî’de ve onun<br />

bağlı bulunduğu tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> “sevgi ve<br />

hoşgörü” en temel kavramlardır. Bu iki kavramı<br />

yitiren toplumlar huzursuzluğa ve kargaşaya<br />

mahkûmdurlar. Diğer taraftan toplumda sevgi ve<br />

hoşgörüyü özümsemiş insanlar çoğaldıkça, huzur<br />

ve asayiş de artacaktır. Bu sebeple bütün felsefelerin<br />

eskiyip modasının geçebildiği dünyamızda, Hoca<br />

Ahmed Yesevî ve Mevlânâ gibi büyük mütefekkir<br />

sufîlerin hayat felsefesi ve ilkeleri eskimeden, hatta<br />

her zamanki<strong>nde</strong>n daha fazla önemi anlaşılarak devam<br />

etmekte ve insanlığa ışık tutmaktadır.■<br />

26. Âl-i İmrân, 3/134.<br />

27. Ferîdeddin Attâr, age. s. 52.<br />

28. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ,<br />

Kâhire 1374/1954, I, 54.<br />

29. Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn (Frs. nşr. Tahsin<br />

Yazıcı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, I,<br />

356.<br />

28<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NECATİ KANTER<br />

Allah’ı bilerek<br />

anma, önce ilahî<br />

lezzetlenmeğe<br />

neden olur; sonra<br />

bu lezzet ilahî<br />

muhabbete çevrilir<br />

ki bu da manevi<br />

mutluluğun elde<br />

edilmiş olduğunun<br />

alametidir. Hikmet<br />

kuşağını sıkı sıkı<br />

beline sarmayan<br />

insan, dünyaya meyil<br />

ve muhabbetten<br />

kurtulamaz.<br />

Sayram’da Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi<br />

nesli<strong>nde</strong>n gelenlere “Hace”, bu silsileye<br />

bağlı olanlara da “Hacegan” denilmekteydi. Ahmet<br />

Yesevi de Hacegan silsilesine bağlı olduğu için “Pir-i<br />

Türkistan Hace Ahmed-i Yesevi” namı ile anılmıştır.<br />

Batı Türkistan’daki Çimkent Şehrinin doğusunda<br />

bulunan Tarım Irmağına dökülen Şehriyar Nehrinin<br />

küçük <strong>bir</strong> kolu olan Sayram Kasabasında doğdu. Adı,<br />

Ahmet bin İbrahim bin İlyas olup, Pir-i Türkistan,<br />

Hazreti Türkistan, Hace Ahmet, Kul Hace Ahmet olarak<br />

anılır. Babası Hacı İbrahim’in nesebi Hz. Ali’nin<br />

oğlu Muhammet bin Hanefi’ye ulaşır. Soyu Hz. Fatma<br />

validemize dayanmadığı için Seyyid değil, Hace’dir.<br />

Annesi evliyadan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kızıdır.<br />

Bazı kaynaklarda onun Yesi’de bugünkü adıyla<br />

Türkmenistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum<br />

yılı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yusuf<br />

el-Hamdemi’ye intisabı ve onun halifeleri<strong>nde</strong>n oluşu<br />

XI. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini gösterir.<br />

Kerametleri ve menkıbeleriyle tanınmış evliya<br />

<strong>bir</strong> zat olan babası Şeyh İbrahim’in, Gevher Şehnaz<br />

adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen<br />

Ahmet Yesevi, önce annesini ardından da babasını<br />

kaybetti.<br />

29<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yesevi’nin İbrahim adlı <strong>bir</strong> oğlu olur, daha küçük<br />

yaşta iken vefat eder. Gevher Hoşnaz, Gevher<br />

Gülnaz adlarında iki kızı dünyaya gelir. Soyu<br />

Gevher Gülnaz adlı kızından devam eder. Türkistan<br />

ve Maveraünnehir bölgeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi<br />

Anadolu’da da kendilerini Yesevi soyundan kabul<br />

eden pek çok müellif bulunmaktadır. Bunlar arasında<br />

şair Ata ve Evliya Çelebi zikredilmektedir.<br />

Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıra<br />

Türkistan’da Su havalisi<strong>nde</strong> İslamlaşma cereyanı<br />

yanında İslam ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf<br />

cereyanı da sürmekteydi. Bu uygun şartlar<br />

altında Ahmet Yesevi, Taşkent ve Sirderya havalisi<strong>nde</strong>,<br />

Seyhun’un ötesi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda yaşayan<br />

göçebe Türkler arasında kuvvetli <strong>bir</strong> nüfuz sahibi<br />

olmuştu. Etrafında İslamiyete bütün benliği ile<br />

bağlanan yerli halk ile göçebe köylüler toplanıyordu.<br />

Bu yüzden Ahmet Yesevi etrafında toplananlara<br />

İslamın esaslarını, şeriat ahkâmını, tarikatın<br />

adap ve erkânını öğretmek gayesi ile sade <strong>bir</strong> dille<br />

halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezni<strong>nde</strong><br />

manzumeler söylüyordu. Diğer manzumelerden<br />

ayırt etmek için “ Hikmet” adı verilen bu manzumeler<br />

dervişleri vasıtası ile en uzak Türk topluluklarına<br />

kadar ulaştırılabiliyordu. Hikmet’ler, bilhassa<br />

Türkler arasında <strong>bir</strong> inanç ve düşünce <strong>bir</strong>liğinin<br />

teşekkülüne hizmet etmesi bakımından oldukça<br />

önemlidir.<br />

Yesevi’nin şöhreti Türk ülkelerine yayıldıkça,<br />

Yesevilik de buna bağlı olarak gittikçe büyüyen<br />

ve yaygınlaşan <strong>bir</strong> tarikat hâlini alıyordu. Özellikle<br />

Sirderya (Seyhun) ve Taşkent yöresi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda<br />

İslam inancının gelişmesi<strong>nde</strong> etkili olan<br />

Ahmet Yesevi, çeşitli bölgelere halifeler gö<strong>nde</strong>rerek<br />

tarikatını kolaylıkla yaymayı başardı. Göçebe<br />

Türkler arasında eski Türk âdet ve törelerini içeren<br />

<strong>bir</strong> öğreti olarak yerleşti. Etkisi sonraları Türkistan<br />

sınırlarını aşarak Horasan ve Hazar’ın doğu<br />

ve kuzey kıyılarına XII. Yüzyılda da Azerbaycan<br />

yoluyla Anadolu’ya yayıldı. Öyle ki zamanla Türkler<br />

arasında Babailik ve Bektaşilik gibi tarikatların<br />

kurulmasına yol açtı.<br />

Menkıbeye göre yedi yaşında Hızır’ın delaletine<br />

nail olan Ahmet Yesevi, Yesi’de Aslan Baba’ya<br />

intisap ederek ondan faydalanmaya başladı. Ashaptan<br />

olan Aslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmet<br />

Yesevi’yi bulması ve Hz Peygamberin kendisine<br />

teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul<br />

olup onu irşat etmesi Hz. Peygamberin <strong>bir</strong> manevi<br />

işaretine rivayet olunur.<br />

Çok sevdiği ve ziyadesiyle bağlı bulunduğu<br />

şeyhi<strong>nde</strong>n ayrı düşünce Aslan Baba’dan söz eden<br />

şiirler yazdı:<br />

Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler<br />

Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar<br />

Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler<br />

Aslan Baba’m sözlerini dinleyiniz teberrük<br />

Aslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya<br />

gider, devrin ö<strong>nde</strong> gelen âlim ve mutasavvıflarından<br />

Şeyh Yusuf Hamdani’nin vefatı üzerine, önce<br />

Abdullah-ı Berki, onun vefatı ile Şeyh Hasan-ı<br />

Endaki, onun vefatından sonra da Ahmet Yesevi<br />

irşat postuna oturur. Bir müddet sonra da makamını<br />

Abdulmelik-i Gücüduvani’ye bırakarak Yesi’ye<br />

döner. Vefatına kadar burada irşadına devam ederek<br />

Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya<br />

başlar. Talebeleri gü<strong>nde</strong>n güne çoğalır. Büyüklüğü<br />

ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir,<br />

Horasan ve Harzem’e yayılır. Zamanında bulunan<br />

âlim ve evliyanın en büyükleri<strong>nde</strong>n, en üstünleri<strong>nde</strong>n<br />

olur. Yetiştirdiği talebelerden her <strong>bir</strong>i <strong>bir</strong>er<br />

ülkeye gider, İslamiyeti en doğru şekliyle öğreterek<br />

yayarlar.<br />

Yesevi Dergâhı, fakir, yetim ve çaresizler için<br />

sığınak yeri idi. Kerametlerinin görülmesi, onun<br />

ününü daha da artırdı. Onun zamanında bölgeye<br />

ilk Türk-İslam devletleri<strong>nde</strong>n Karahanlıların<br />

hâkimiyeti, Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe<br />

olan Kazak ve Kırgızlar arasında İslam dininin ve<br />

Yesevilik tarikatının daha kolay yayılmasına neden<br />

oldu. Sade <strong>bir</strong> Türkçeyle söyleyip yazdığı derin<br />

manalı “ Hikmet” denen sözleriyle tekke edebiyatının<br />

ilk temsilcileri<strong>nde</strong>n oldu.<br />

Ahmet Yesevi, İslamda şeriat-tarikat ayrılığı bırakmamış,<br />

İslam şeriatını en az tarikat erkânı ölçüsü<strong>nde</strong><br />

tanıtarak din ve tasavvufu sade söyleyişlerle<br />

<strong>bir</strong>leştirmiştir. Ona göre Allah’ı çok zikretmek, çok<br />

anmak, kemale ulaşmanın şartıdır. Allah’a yaklaşabilmek<br />

ise ibadet etmek ve onun adını anmakla<br />

mümkündür. Peygamberimiz de: “Bir şeyi çok<br />

anmak muhabbete, muhabbet de yakınlığa neden<br />

olur.” buyurmuştur. Muhabbet ve yakınlık ise aşka<br />

atılan adımdır. Allah’a ulaşmak için onu anmadan<br />

başka çare yoktur. Nitekim Kur’anda: “Allah’ı çok<br />

30<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


zikrediniz.” ayetiyle kullarına anmayı öğretmiş ve<br />

bununla da onlara merhamet ve şefkatini açıklamıştır.<br />

Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe<br />

neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir<br />

ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun<br />

alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline<br />

sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten<br />

kurtulamaz. Günahlar nedeniyle paslanan gönüllerin<br />

kurtuluşu Allah’ı düşünmek, onu çokça anmak,<br />

onun razı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiç<strong>bir</strong><br />

zaman ondan gafil olmamakla mümkündür.<br />

Yesevi’ye göre hayat, uzun <strong>bir</strong> ibadet yoludur<br />

ki, Hak âşıkları için bu yol ne kadar uzun olursa<br />

yine de kısa sayılır. Bu hayat aşkın Allah’a olan<br />

kulluğunu tamamlaması için yeterli değildir. Bu<br />

nedenle ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle<br />

dolu ve uyanık <strong>bir</strong> ibadet anı bilmek, öyle yaşamak<br />

gerekir. Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek,<br />

ancak aşk yoluyla mümkündür. Aşk yolu ise çok<br />

zorlu <strong>bir</strong> yoldur. Aşk, çaresi güç, sabrı güç <strong>bir</strong> hâl<br />

olmakla beraber gerçek âşık bütün bela ve felaketlere<br />

göğüs gererek en sonunda kemale erip Allah’a<br />

ulaşır. Âşık olmak için nefsi ıslah etmek, kendi<br />

benliği<strong>nde</strong>n uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir.<br />

Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran,<br />

gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak bu<br />

da çilelerin ve yenilen zorlukların sonunda olur.<br />

Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi, vakitlerini<br />

üçe ayırırdı. Günün büyük bölümü<strong>nde</strong> ibadetle<br />

meşgul olur, ikinci bölümü<strong>nde</strong> öğrencilerine zahiri<br />

ve bâtıni ilimleri öğretir, üçüncü ve en kısa bölümde<br />

ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta<br />

kaşık ve kepçe yaparak geçimini sağlardı. Hz Peygamberin<br />

sünnetine aşırı bağlılığı nedeniyle 63 yaşına<br />

vardığında tekke’sinin avlusunda müritlerine<br />

<strong>bir</strong>“ Çilehane” kazdırarak ancak <strong>bir</strong> insanın sığabileceği<br />

büyüklükte <strong>bir</strong> hücre hazırlattır.<br />

Altmış üçe yaşım yetti <strong>bir</strong> künce yok<br />

Vadiriğa Hakkını tapmay gönglüm sunuk<br />

Yir istide “ Sultan men” tip boldum buluğ<br />

Pur-gam bolup yir astığa kirdim mına<br />

Bugünkü Türkçesi:<br />

Yaşım altmış üçe vardı bana <strong>bir</strong> gü<strong>nde</strong>n az geldi<br />

Eyvah! Yazık! Tanrı nerede gönlüm kırık<br />

Yer üstü<strong>nde</strong> “Sultan benim” diyerek ululandım<br />

Gamla dolup yer altına girdim işte<br />

Çilehanesine girerken kısa ve özlü <strong>bir</strong> konuşma<br />

yapar.<br />

“Ey gönül dostları! Yüce Allah’ın sevgili kulu<br />

olan peygamberimiz Muhammet Mustafa 63 yaşında<br />

bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım.<br />

Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek,<br />

ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.”<br />

buyurdu.<br />

Müritlerin gözleri yaşlı:<br />

“Ey sultanımız, sensiz bizim hâlimiz nice<br />

olur!”<br />

“Sizi Allaha emanet ediyorum!” dedi, sonra<br />

merdivenle çilehaneye indi. Mezar misali olan<br />

o yerde vefat edinceye kadar devamlı ibadet ve<br />

Rabb’ini düşünmekle meşgul oldu.<br />

Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği öğrencilerin<br />

her <strong>bir</strong>ini <strong>bir</strong> ülkeye gö<strong>nde</strong>rmek suretiyle İslamiyetin<br />

doğru <strong>bir</strong> şekilde öğretilip yayılmasını sağladı.<br />

Onun bu şekilde gö<strong>nde</strong>rdiği Alperenlerden bazıları,<br />

Moğolların katliamından kaçıp Anadolu’ya<br />

geldiler. Bu suretle onun yolu Anadolu’da yayılıp<br />

tanındı.<br />

Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması<br />

<strong>bir</strong> bakıma Pir-i Türkistan’ın manevi işaretleriyle<br />

hazırlandı. Daha çok didaktik şiirler yazan Ahmet<br />

Yesevi, kurduğu tarikatla <strong>bir</strong>çok mürit yetiştirdi.<br />

“Horasan Erleri” diye şöhret bulan bu müritler<br />

XIII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılan Türk<br />

halkının İslam dinini öğrenmeleri<strong>nde</strong> etken rol oynamış,<br />

eski İran kültürünün hüküm sürdüğü bölgede<br />

faaliyet göstermelerine rağmen hiç<strong>bir</strong> zaman<br />

Acem mutasavvıflarının etkisi<strong>nde</strong> kalmamışlardır.<br />

Tasavvufi Türk şiirinin de öncüsü olan Ahmet<br />

Yesevi hece vezni ve yalın <strong>bir</strong> Türkçe ile yazdı.<br />

Hikmet adı verilen bu şiirlerin iki belirgin özelliği,<br />

öz açısından tasavvufa, biçim açısından Türk halk<br />

edebiyatına dayanmaktadır. Sanat kaygısıyla değil,<br />

düşüncelerini anlatmak amacıyla yapılan bu tasavvufi<br />

şiirler, “Divan-ı Hikmet”te (1882) derlenmiştir.<br />

Yapıtta Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerinin yanı<br />

sıra başka Yesevi dervişlerinin Hikmet’lerine de<br />

yer verilmiştir. Hikmet söyleyen Yesevi dervişleri,<br />

şeyhlerine duydukları saygıdan dolayı kendi adlarını<br />

anmamışlardır. Böylece anonim <strong>bir</strong> Hikmetler<br />

kitabı ortaya çıkmıştır. “Divan-ı Hikmet”in eldeki<br />

en eski yazma nüshası, XVII. Yüzyıldan kalmıştır.<br />

Ahmet Yesevi, Türkistan’ın geniş bozkırlarında<br />

31<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


yaşayan göçebe halk kitlelerine hem İslamı hem<br />

tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış <strong>bir</strong> mürşit<br />

sıfatıyla, sözlerini dönem Türklerinin çok iyi<br />

anlayacakları sade <strong>bir</strong> dille söylemiş, halka çabuk<br />

öğrenip hemen terennüm edeceği <strong>bir</strong> vezin ve şekille<br />

söyleyerek Orta Asya’da tasavvufi <strong>bir</strong> halk<br />

edebiyatı oluşturmuştur. Onun gerek Türk tekke<br />

edebiyatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk tasavvuf<br />

edebiyatı üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi bu yüzden geniş<br />

ve devamlı olmuştur.<br />

Ahmet Yesevi’nin şiirleri öğretici mahiyette ve<br />

yüksek sanat seviyesi<strong>nde</strong>n uzak söyleyişlerdir. Bu<br />

manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretini, yazarının<br />

insani ve söyleyişleri<strong>nde</strong>ki samimiliği<strong>nde</strong>n<br />

almıştır. Bu nedenle içi<strong>nde</strong> saf, samimi ve bazen<br />

deruni <strong>bir</strong> lirizm ile rüzgârlanmış manzumeler de<br />

vardır. Bu manzumelere “Hikmet” adı verilmiştir.<br />

Bu isim <strong>bir</strong> tasavvuf terimi olarak manalıdır.<br />

Hikmet’leri<strong>nde</strong> kullanılan kafiyeler de halk şiirinin<br />

karakteristik yarım kafiyeleridir ve pek çok kere rediflidir.<br />

Şiirlerin iç âlemi<strong>nde</strong> daha sonraki tasavvufi<br />

şiirleri<strong>nde</strong> görülen taşkınlıklar ve cezbe anında söylenmiş,<br />

anlaşılması zor ifadeler kullanılmaz. Ahmet<br />

Yesevi, yeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> düşünüşle bu hikmet’leri daima<br />

çevresinin hazmedebileceği ölçüde, tartılı sözler<br />

hâli<strong>nde</strong> söylemiş, çok kere, dinî, ahlaki öğütler veren<br />

<strong>bir</strong> Müslüman hüviyeti<strong>nde</strong>n uzaklaşmamıştır.<br />

Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerini içine alan mecmuanın<br />

adı “Divan-ı Hikmet”tir. Hikmet adı altında<br />

ve sade <strong>bir</strong> halk diliyle yazılan şiirleri<strong>nde</strong>n müteşekkil<br />

olan bu divan, çeşitli tarihlerde İstanbul,<br />

Taşkent ve Kazan’da bastırılmıştır. Zaman zaman<br />

aruz vezni de kullanan Yesevi Hikmet’leri<strong>nde</strong> hece<br />

veznini tercih etmiştir.<br />

Yesevi’nin dili yaşadığı bölge göz önüne alınırsa<br />

doğu Türkçesi özellikleri taşıyordu. Nitekim<br />

Kazan baskısında yer alan Kazan Tatarcası, Taşkent<br />

yazma ve basma nüshalarında Özbekçe, hatta<br />

Türkmence özellikleri görülmektedir.<br />

Hikmet’lerin büyük <strong>bir</strong> kısmı dörtlükler şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

Bu dörtlüklerde hece vezninin 12’ li ölçüsü<br />

kullanılmıştır. Bir kısım Hikmetler ise gazel tarzında<br />

olup aruz vezni ile yazılmıştır. Bu Hikmet’lerin<br />

samimi ve coşkun söylenip, dinî tasavvufi halk edebiyatının<br />

en güzel örneklerini teşkil ettiğini kabul<br />

etmemiz gerekmektedir. Onun için şiir amaç değil,<br />

araçtır. Ahmet Yesevi, edebî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade<br />

fikri kişiliğiyle tanınır.<br />

Divan-ı Hikmet’te Ahmet Yesevi’nin derin<br />

aşkla sevdiği Hz. Muhammet için şiirler, tanınmış<br />

İslam sofilerine ait manzum menkıbeler vardır.<br />

Dervişliğin güçlüğü anlatılır. Allah aşkına ibadete,<br />

cennet ve cehenneme, kıyamet gününe, dünyanın<br />

geçici oluşu nedeniyle dünyaya duyulan sevginin<br />

gönülden çıkarılması lüzumuna dair manzumeler<br />

sıralanması; Muhammet ümmeti<strong>nde</strong>n olmanın saadetine<br />

dair şükürler belirtmiştir. Yesevi’nin şiirleri<strong>nde</strong>ki<br />

lehçe XIII. Asırda Orta Asya edebiyatının<br />

hâkim lehçesi olan Kaşkar-Hakaniye lehçesidir. Bu<br />

lehçe Karluk Türkçesinin edebî Uygur lehçesinin<br />

hâkimiyeti altında gelişmesiyle meydana gelmiş <strong>bir</strong><br />

dildir ki, İslam Türk Edebiyatının Orta Asya’daki<br />

ilk eseri, o çağlarda Orta Asya’nın ortak edebiyat<br />

dili hâline gelen bu lehçe ile yazılmıştır.<br />

Evliya Çelebi Anadolu’da gezdiği yerlerdeki<br />

Ahmet Yeseviye mensup Alperen evliyanın türbelerini<br />

<strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er anlatır.<br />

Avşar Baba, Sarı Saltuk, Merzifon’da tekkeleri<br />

bulunan Pir Dede, Karadeniz kıyılarında<br />

Batova’da tekkesi bulunan Akyazılı, Filibe yolu<br />

üzeri<strong>nde</strong> Gazi Antep’te metfun olan Kıdemli Baba<br />

Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Unkpan’ında metfun<br />

Hoca Dede, Bozok sancağı diyarında tekke<br />

yaptıran Emir Çin Osman, Zile sahrasındaki Şeyh<br />

Nusret, Tokattaki Gaj gaj Dede. Ahmet Yesevi’nin<br />

Yesi’deki ocağında pişerek Rum diyarına gö<strong>nde</strong>rilen<br />

ve Alp-Eren denilen Gaza dervişlerini yetiştiren<br />

halifelerdir bunlar. Hatta Hacı Bektaş Veli gibi<br />

Anadolu’da büyük etki bırakmış <strong>bir</strong> sofinin Ahmet<br />

Yesevi’nin müridi kabul edilmesi, Anadolu Türklüğünün<br />

Ahmet Ysevi’den ne kadar etkilendiğini<br />

göstermesi açısından önemlidir. Yine Anadolu’da<br />

büyük <strong>bir</strong> menkibevi ün kazanan Sarı Saltuk’un<br />

da( Muhammet Buhari) Horasan erleri<strong>nde</strong>n 700<br />

kişi ile <strong>bir</strong>likte Ahmet Yesevi tarafından Anadolu<br />

ve Rumeli’ye gö<strong>nde</strong>rildiği rivayet edilir.<br />

Ahmet Yesevi’nin efsanevi <strong>bir</strong> kimliğe bürünmüş<br />

olan Anadolu’daki halifeleri<strong>nde</strong>n söz açmışken<br />

onun yerine geçen halifelerini sıralamak yeri<strong>nde</strong><br />

olacaktır.<br />

Yesevi vefat edince yerine Aslan Baba’nın oğlu<br />

Mansur Ata geçti. Onun 1797 Miladi yılında vefatı<br />

üzerine oğlu Abdulmelik Ata halife oldu. O vefat<br />

edince oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi<br />

Ata irşat mevkiine getirildiler.<br />

Tarikatlar tarihi<strong>nde</strong> önemli <strong>bir</strong> yeri olan Nakşiben-<br />

32<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


diye ve Bektaşilik tarikatları Yesevi tarikatlarından<br />

doğmuş olan kollardır. Muhammed Bahauddin<br />

Nakşibend hem Yesevi şeyhleri<strong>nde</strong>n Kasım Şeyh<br />

ve Halil Ata’dan feyiz almış hem de asıl müridi<br />

olan Abdulmelik Gücüdüvani vasıtasıyla tarikat<br />

silsilesi Ahmet Yesevi’nin şeyhi Yusuf Hemdani’de<br />

<strong>bir</strong>leşmiştir.<br />

Hoca Ahmet Yesevi’nin kerametleri vefatından<br />

sonra da devam etmiştir.<br />

Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Timur (Miladi<br />

1336- 1405)’un rüyasına girer ve zafer müjdesi<strong>nde</strong> bulunur.<br />

Timur zaferler peşi<strong>nde</strong> koşarken Seyhun Nehrini<br />

gerçek Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve<br />

nüfuzu iyice yayılmış bulunan Ahmet Yesevi’nin kabrini<br />

ziyaret için Yesi’ye gelir.(M.1396) Ziyaret ettikten<br />

sonra kabrinin üstüne o devrin mimari şaheserleri<strong>nde</strong>n<br />

olan <strong>bir</strong> türbe, cami ve dergâh ile <strong>bir</strong> külliye yaptırmasını<br />

buyurur. Özbek Hanı Abdullah Han, daha sonra<br />

da Nakşibendî tarikatı mensubu olan Şeybani Han’ın<br />

Hace Ahmet’in türbesini onarması Yesevi’ye karşı duyulan<br />

aşırı hürmeti gösterdiği gibi, nüfuzunun Özbekler<br />

arasında da yayılmış olduğunu gösterir.<br />

İngiliz Müsteşrik Eugane Schuyler, “Türkistan<br />

Seyahatnamesi” adlı eseri<strong>nde</strong> Ahmet Yesevi Camii ve<br />

Timur tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem<br />

türbesi hakkında şöyle der:<br />

“Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci<br />

<strong>bir</strong> mescit daha ilave edilmiş olup, caminin dış avlu<br />

kapısı fevkalade büyük ve kemerlidir. Kapının yanında<br />

penceresiz, üstü çentikli iki yuvarlak kubbe yükselir.<br />

Kapının büyük <strong>bir</strong> sanat eseri olarak işlenmiş iki<br />

kanatlı tahta kapısı üzeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> pencere vardır. Duvarlar<br />

işlenirken iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır.<br />

Kufi yazılarla süslenmiş kubbe, binayı daha da<br />

güzelleştirmiştir.<br />

Caminin avlusunda çok güzel <strong>bir</strong> medrese ile arkasında<br />

<strong>bir</strong> kubbe içi<strong>nde</strong> Aslan Baba’nın, Ahmet<br />

Yesevi’nin ve ailesinin yer aldığı <strong>bir</strong>er türbe vardır.”<br />

Maverünnehir halkı ve Bozkır göçebeleri için<br />

<strong>bir</strong> ziyeretgâhtır Yesevi Türbesi. Her yılın belli <strong>bir</strong><br />

ayında Yesi’de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek,<br />

Kazak, Kırgız Türkü <strong>bir</strong> hafta süreyle burada<br />

ibadet ve ayin yaparlar. Bilhassa Bozkır göçebelerinin<br />

yakınları ölünce Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına<br />

gömülmesi ayrı <strong>bir</strong> değer taşır. Bu nedenle<br />

daha hayatta iken toprak satın alarak ka<strong>bir</strong>lerini<br />

hazırlatırlar.■<br />

(YESİ’DE) HALVET<br />

Hâlî<br />

Ben geldim.<br />

Birikmiş bin yıllık gözyaşım var,<br />

Ve dahi günahlarım.<br />

Günahlarım boşluk kadar!<br />

Leyl<br />

Seherde saf saf sekiz tek<strong>bir</strong>,<br />

Gecede karadarı çorbası.<br />

Boşlukta yıldızlar tek tektir,<br />

Günahları toplar gecenin torbası.<br />

Vuslat<br />

Aklımı iplik iplik yol etsem.<br />

Yoktan vara hangi yol ulaşır<br />

Kim be<strong>nde</strong> secde eden kendine,<br />

Kim kendi etrafında dolaşır<br />

Hidayet<br />

Ve O, Mudil ve Hâdî.<br />

Duamızı işiten her sabah.<br />

Biz ki yalnız kulluk ederiz,<br />

El hidayet’ül lillah.<br />

GÖKŞAD ÖZKAYNAR<br />

33<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


MUSTAFA MİYASOĞLU<br />

Büyük devlet olmakla<br />

büyük kubbeli<br />

mabet yapmak<br />

arasında her zaman<br />

vazgeçilmez <strong>bir</strong><br />

alâka kurulmuştur.<br />

Sözlü rivayetlerden<br />

efsanelere kadar<br />

üzeri<strong>nde</strong> durulan<br />

bu husus, devlet<br />

gücünün temsili<br />

gibi algılanmakta,<br />

tarihçiler bile bu<br />

türden rivayetleri<br />

çalışmalarında<br />

dikkate<br />

almaktadırlar.<br />

Mimar Sinan’ın büyüklüğü konusunda yerli<br />

yabancı hemen herkes söz <strong>bir</strong>liği hâli<strong>nde</strong>dir.<br />

Fakat onu anlatma konusunda o kadar belirgin <strong>bir</strong> yetersizlik<br />

var ki, bu dünya çapındaki mimarımız hakkında<br />

ne devlet destekli ne de özel kitapçılarda onunla ilgili<br />

herkesin okuyup anlayabileceği iki kitabı kitapçılarda<br />

göremezsiniz. Aynı şeyi Bâkî, Kanûni ve benzeri <strong>bir</strong> Osmanlı<br />

için de söyleyebiliriz.<br />

Buna rağmen, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle<br />

ilgili o kadar çok şey yazılıp çizilerek yayınlandı ki,<br />

bunların <strong>bir</strong> araya getirilmesi<strong>nde</strong>n büyük <strong>bir</strong> kütüphane<br />

ortaya çıkması mümkündür. Pek çoğu sanat tarihçisi<br />

veya tarihçi tarafından yazılan bu kitaplar genellikle<br />

teknik nitelikte olduğu için herkes okuyamaz. Bunların<br />

okunmasıyla bile tam <strong>bir</strong> Sinan portresi ortaya çıkarmanın<br />

mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bu kitapların<br />

büyük çoğunluğu ya mimarlık bilgisi yahut da tarihî<br />

kaynakları ortaya koymak kaygısıyla yazılmıştır. Bazıları<br />

da onun devşirmeliği veya Türklüğü gibi konulara<br />

ağırlık vermiş, Sinan’ı ortaya çıkaran ruhu ve klasik Osmanlı<br />

toplumunu dikkate almamıştır. Hâlbuki <strong>bir</strong> insanı<br />

yetiştiren şartları, bulunduğu çevreyi ve yaşadığı dönemin<br />

temel düşüncelerini dikkate almadan onun ortaya<br />

çıkışını anlatabilmeniz mümkün değildir. Bütün bu unsurlarla<br />

<strong>bir</strong> insanı anlatmak da mimarlarla tarihçilerden<br />

çok edebiyat adamlarıyla sanatçıların meselesi…<br />

Bilindiği gibi, ABD ve Batı Avrupa’da yalnız batılı<br />

34<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


devlet adamlarıyla ilgili biyografik kitaplar yazılmıyor;<br />

mimarlar ve müzisyenlerle de ilgili çok zengin<br />

<strong>bir</strong> kütüphane var. Millî kültür, ana edebiyat türleri<br />

sayılan şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri kadar,<br />

yardımcı türler sayılan biyografi, seyahatnâme ve<br />

portre kitaplarıyla da zenginleşir. Edebî eserlerin<br />

ortaya çıkışı <strong>bir</strong>az da sanatçının mizacı ve temel<br />

tercihlerine bağlı olduğu için, yan türlerde eser verilmesi<br />

daha çok toplumla yöneticilerin alâkasına<br />

bağlı. Pek çok tarihî romanla biyografik eserin yazımında,<br />

kültür çevreleri kadar millî kültüre önem<br />

veren kamu görevlileriyle devlet yöneticilerinin de<br />

etkisi vardır. Çünkü bunların ortaya çıkışı kadar<br />

etkili olması da tamamen marifet-iltifat hususuyla<br />

ilgilidir.<br />

Bugün Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili kitapların<br />

hemen hepsini <strong>bir</strong> araya toplasanız iki elin<br />

parmaklarını aşmaz. Bunlar çoğu da onun Mustafa<br />

Sâi Çelebi’ye not ettirdiği kitapların tıpkıbasımıyla<br />

sadeleştirmeleri<strong>nde</strong>n ibaret. Sinan’ı anlatan edebî<br />

eserlerin sayısı üçü beşi geçmez. Çoğu da yetersiz…<br />

Sinan'ın kubbeleri<br />

Osmanlı dili ve kültürü gibi, Osmanlı mimarlığının<br />

da devletin gelişimine paralel <strong>bir</strong> gelişim<br />

içi<strong>nde</strong> olduğunu görüyoruz. Özellikle çok kubbeli<br />

yapıdan tek kubbeli yapıya doğru gelişen cami<br />

mimarisi<strong>nde</strong>, Osmanlının Anadolu <strong>bir</strong>liği yanında<br />

İslam <strong>bir</strong>liğini de sağlamayı başaran ve “imparatorluk<br />

gücü”ne ulaşan iradenin eserlerini ortaya<br />

koyduğu görülebilir. Bu iradenin sözcüleri olan Fatih,<br />

Yavuz ve Kanunî gibi büyük şahsiyetlerin iddialarını<br />

somut mimarî yapılara kavuşturan Mimar<br />

Sinan’ın dünya çapındaki eserleri klasik Osmanlı<br />

çağının bütün özelliklerini çarpıcı <strong>bir</strong> tarzda temsil<br />

etmektedir.<br />

Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet<br />

yapmak arasında her zaman vazgeçilmez <strong>bir</strong> alâka<br />

kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar<br />

üzeri<strong>nde</strong> durulan bu husus, devlet gücünün temsili<br />

gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri<br />

çalışmalarında dikkate almaktadırlar. O yüzden,<br />

Süleyman Peygamberi sadece devlet adamı<br />

gibi gören Yahudi geleneğine itibar eden Yunanlı<br />

tarihçi Stefanos Yerasimos, Süleymaniye adlı kitabının<br />

ön sözü<strong>nde</strong> şöyle <strong>bir</strong> yorum yapar:<br />

“İmparator İustinianus’un, Süleyman’ı ve<br />

onun Kudüs Tapınağı’nı alt ettiğini açıkladığı 27<br />

Aralık 537 günü ile Süleyman’ın, adaşı Muhteşem<br />

Süleyman aracılığıyla öcünü aldığı 15 Ekim<br />

1557 günü arasında kalan bin yıllık iktidar düşleri,<br />

Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin minarelerini<br />

ayıran zaman-mekân içi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><strong>bir</strong>i ardınca<br />

tespih taneleri gibi sıralanırlar.”<br />

Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii<br />

ve külliyesini Sinan’a yaptırırken Stefanos<br />

Yerasimos’un sözünü ettiği türden <strong>bir</strong> öç alma<br />

duygusunu taşımadığını elbette biliyoruz. Fakat<br />

İmparator Justinianus’un Roma İmparatorluğunu<br />

yeniden kurmaya çalışmasıyla Osmanlının dünya<br />

hâkimiyetine yürüyüşü arasında paralellik kuran<br />

ve “Ayasofya’nın ilk rakibi: Fatih Sultan Mehmed<br />

Camisi” diyen Yunanlı tarihçi, mimarî eserleri siyasi<br />

bakış açısıyla değerlendirirken önemli <strong>bir</strong> tavır<br />

ortaya koyuyor. Konstantinopolis’i yeni Roma’nın<br />

merkezi yapmaya çalışan imparatorunkiyle ondan<br />

dokuz yüzyıl sonra İstanbul’u fetheden Fatih’in<br />

hedefini karşılaştırırken, Süleymaniye’yi yaptıran<br />

Kanunî’nin bunu her alanda gerçekleştirdiğini de<br />

vurgulayarak, Ayasofya gibi Süleymaniye’yi de<br />

dinî olduğu kadar siyasi <strong>bir</strong> eser olarak nitelendirir:<br />

“Böylece Süleymaniye, imparatorluk başkentinin<br />

göğü<strong>nde</strong> ikinci kez, hem <strong>bir</strong> saygı duruşu hem<br />

de <strong>bir</strong> meydan okuma gibi yükselen kubbesinin<br />

kusursuz biçimiyle, tarihte yaşanan değişikliklerin<br />

ötesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir.”<br />

Burada, Süleymaniye için kullanılan, “kubbesinin<br />

kusursuz biçimi” ile “<strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine<br />

düşmüş gibidir” ifadelerine dikkat çekmek istiyorum.<br />

Doğrusu Sinan’ın kubbeleri için söylenen<br />

takdir ifadeleri arasında bu kadar net <strong>bir</strong> sonsuzluk<br />

iştiyakı tespitine az rastlandığını belirtmek zorundayız.<br />

Yakın zamana kadar pek çok sanat tarihçisiyle<br />

mimarın, Sinan’ın büyüklüğünü anlamak ve<br />

anlatmakta yetersiz olduğu ve kof övgülerle <strong>bir</strong><br />

dehayı anlamaktan uzak kaldığı ortadadır. Hâlbuki<br />

büyük eser ancak ona benzer <strong>bir</strong> eserle anlaşılıp anlatılabilir.<br />

Sakarya Türküsü’<strong>nde</strong>, “Hani ardına çil çil kubbeler<br />

serpen ordu” diyen ve Osmanlı kubbelerinin<br />

her <strong>bir</strong>ini çil çil altınlara benzeten Necip Fazıl,<br />

“Mermerlerin nabzında çarpar mı hâlâ tek<strong>bir</strong>”<br />

mısraıyla camilerin manasını vurgularken yapılış<br />

amacını da belirtmiş olur. Büyük şairimizi Yunan-<br />

35<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lı tarihçi haklı çıkarır: Kubbeler gücün ve inancın<br />

semboldür...<br />

Evet, Sinan’dan önceki Osmanlı ve İslam mimarisi,<br />

Arap ve İran mimarî eserleriyle sanki onu<br />

hazırlamaya memur edilmişlerdir. O yüzden Mimar<br />

Sinan, kendi<strong>nde</strong>n önceki bu İslam eserleri yanında,<br />

pek çok mimarî eserle Ayasofya gibi büyük<br />

<strong>bir</strong> Bizans eseri<strong>nde</strong>n de faydalanarak Osmanlı kubbelerini<br />

muhteşem <strong>bir</strong> âbide hâli<strong>nde</strong> İstanbul’un<br />

pek çok tepesiyle devletin dört bucağına dikmesini<br />

bilmiştir. Bunlar arasında dünyanın incisi bilinen<br />

İstanbul’daki Süleymaniye ile külliyesinin kubbeleri<br />

gerçekten çok önemlidir, farklı <strong>bir</strong> yeri vardır.<br />

Ayasofya’ya yaptığı desteklerle kubbesini korumuştur.<br />

Cami kubbesinin Müslümanları gök kubbeye<br />

benzer <strong>bir</strong> çatı altında topladığı ve toplanan cemaatın<br />

aynı mekânda İslamın ruhuyla bütünleştiği<br />

görülüyor. Bunlar ne kadar büyük ve çok sayıda<br />

olursa o kadar güç ve güven vereceği ortadadır. O<br />

yüzden, yüzlerce cami kubbesi yapan ve cami mimarisi<strong>nde</strong><br />

hâlâ aşılamamış <strong>bir</strong> üslup formu oluşturan<br />

Sinan’ı iyi değerlendirmek zorundayız. Batılılara<br />

göre de Sinan, hâlâ gelmiş geçmiş mimarların<br />

en büyüğüdür.<br />

Sinan'ın öteki mimarlardan farkı<br />

Bugüne kadar Sinan hakkında yazılan kitapların<br />

pek çoğu, ya ona sahip çıkma hevesine kapılanlara<br />

karşı çıkmak ya eserleri üzeri<strong>nde</strong> ilmî çalışma yapmak<br />

ya da 500. ölüm yıldönümü vesilesiyle yapılan<br />

sempozyumdan sonra oluşan bilimsel kamuoyunun<br />

beklentilerine cevap vermek maksadıyla yazılmıştır.<br />

Pek çoğunun takdire değer <strong>bir</strong> çaba eseri olduğu<br />

muhakkaktır. Bu arada, iki tiyatro eseri<strong>nde</strong>n sonra<br />

yayınlanan edebiyat iddialı kitaplar da maalesef<br />

son derece yetersiz. O yüzden bu kitaplar itibarlı<br />

yayınevleri<strong>nde</strong> yayınlanmasına rağmen genel kabul<br />

görmemiş, tarih bilgisi<strong>nde</strong>n mahrum olarak<br />

yazıldıkları için de Sinan’la ilgilenenlerin dikkatini<br />

çekmemiştir.<br />

Hâlbuki bilindiği kadarıyla eski dünya mimarları<br />

arasında Sinan kadar kendini ve eserlerini anlatma,<br />

yaptıklarının listesini yazdırarak unutulmasını<br />

ve karıştırılmasını önlemek maksadıyla çaba<br />

gösteren yoktur. Çağımıza kadar pek çok mimar,<br />

ya meslek sırlarını saklama çabası yahut da eser<br />

üzerine koyduğu kitâbedeki tarihi yeterli görme<br />

kaygısı yüzü<strong>nde</strong>n yazılı belge bırakmamıştır. Bunun<br />

sonucu olarak da pek çok bilgi ve tecrübe yok<br />

olup gitmiştir. Mimar Sinan, kendi çağının bütün<br />

önemli sanatçılarından pek çok bakımdan farklı <strong>bir</strong><br />

tavır sahibidir. Eserleri<strong>nde</strong>ki üslup <strong>bir</strong>liği<strong>nde</strong> olduğu<br />

kadar hayır dualarla anılmak isteği<strong>nde</strong> de farklıdır.<br />

Ondan sonra Osmanlı mimarisi<strong>nde</strong> damgası<br />

vardır.<br />

Ölümü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> süre önce Mimar Sinan, genç<br />

şair ve nakkaş dostu Mustafa Sâi Çelebi’ye kendini<br />

ve eserlerini tek tek ifadeye, Süleymaniye ve<br />

Büyükçekmece Köprüsü gibi önemli eserlerinin de<br />

yapılış serüvenlerini anlatıp yazdırmaya çalışmıştır.<br />

Mimar Sinan’ın eserleriyle ilgili yazmalardan,<br />

Mustafa Sâi Çelebi’nin yazdığı Tezkiretü’l Bünyan<br />

ve Tezkiretü’l Ebniye adlı risalelerden başka,<br />

onun eserlerine dair pek çok yazmanın bulunduğunu<br />

biliyoruz. Bunlardan yazarı bilinmeyen Adsız<br />

Risale’nin daha büyük <strong>bir</strong> eserin <strong>bir</strong> bölümü olduğu<br />

sanılırken, 18. yüzyılda Dayezâde Mustafa Efendi<br />

tarafından yazılan Selimiye Risalesi sadece <strong>bir</strong> eserini<br />

konu edinmektedir. Mühimme Defterleri ile<br />

Süleymaniye Vakfiyesi ve caminin yapımı sırasındaki<br />

muhasebe kayıtlarından çıkarılan bilgilerin de<br />

Sinan’ın mimarî tavrıyla ilgili farkları vurguladığı<br />

açıktır.<br />

Sonraki dönemlerde yabancı seyyahlarla Osmanlı<br />

tarihçilerinin, bu arada Evliya Çelebi’nin<br />

Sinan’ın eserleriyle ilgili verdikleri bilgilerin ne<br />

kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Bütün<br />

bunların Ahmet Refik’in yayınladığı dokümanlarla<br />

<strong>bir</strong>likte yerli yabancı araştırmacılara cesaret<br />

verdiği söylenebilir. Bugün bu türden çalışmaların<br />

sayısının bini geçtiği görülüyor, fakat bunların<br />

çokluğu sanat ve edebiyat adamlarımızı nedense<br />

harekete geçirmekte yetersiz kalıyor. Hâlbuki eserleri<br />

arasında çok da önemli <strong>bir</strong> yeri olmayan Drina<br />

Köprüsü bile İvo Andriç gibi <strong>bir</strong> yazarın romanına<br />

konu oluyor.<br />

Ortada bulunan eserler, belki sanat tarihi ve mimarlık<br />

bakımından önemli <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturuyor,<br />

ama <strong>bir</strong> dünya devleti<strong>nde</strong> 50 yıl Başmimarlık yapan<br />

ve üç kıtaya Osmanlı mührünü vuran Mimar<br />

Sinan’ı ve onun dünyasını anlatmaya yetmiyor. Bunun<br />

sorumluğu elbette hepimize ait...<br />

Ben bu sorumluluğu Mimar Sinan Üniversitesi<strong>nde</strong><br />

düzenlenen sempozyumda hissettim de<br />

romanını yazmaya o yıllarda karar verdim. Bu ko-<br />

36<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


nuda, Mimar Sinan’la ilgili çalışmalarıyla dikkati<br />

çeken araştırmacılardan başta Suphi Saatçi ile Zeki<br />

Sönmez olmak üzere, pek çok dostun teşviklerini<br />

ve yardımlarını gördüm, epeyce <strong>bir</strong> zaman okuyup<br />

hazırlandım. Eserlerini uzunca <strong>bir</strong> zaman tasarladıktan<br />

sonra ortaya koyan <strong>bir</strong> sanatçının dünyasını<br />

anlatmak da galiba onun tarzında uzun soluklu <strong>bir</strong><br />

çalışmayı gerektiriyor. Çünkü Sinan, <strong>bir</strong> bakıma<br />

tek başına Osmanlıyı temsil eden nâdir sanatçılardan...<br />

Mimar Sinan’la ilgili yaptığım okuma çalışmalarında,<br />

onun Osmanlı mührünü 16. yüzyıl dünyasına<br />

nasıl vukuflu ve şuurlu <strong>bir</strong> tarzda vurduğunu<br />

fark ettim. Onsuz Osmanlı kimliğini anlamanın<br />

imkânı olmadığı gibi, Osmanlının ruhunu anlamadan<br />

da onu ve eserlerini tam olarak değerlendirmenin<br />

mümkün olmadığı ortada. Bu hususları sanat<br />

tarihçisi Selçuk Mülayim ile tarihçi İlber Ortaylı<br />

kadar mimarlık felsefesi geliştiren Turgut Cansever<br />

ve Suphi Saatçi de eserleri<strong>nde</strong> bütün boyutlarıyla<br />

ortaya koymuşlardır. Bunlar kadar o ruha âşina sanat<br />

ve edebiyat adamları için yeterli malzeme oluştu<br />

bence.<br />

Mimar Sinan'ın romanı<br />

Değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, Ters<br />

Lâle adlı Osmanlı Mimarisi<strong>nde</strong> Sinan Çağı ve<br />

Süleymaniye’yi konu edinen eseri<strong>nde</strong>, öteki sanat<br />

eserleri yanında “büyük sanatlar” grubunda mütalaa<br />

ettiği mimari eserlerini, “<strong>bir</strong> yandan teknik olarak<br />

mühendisliğin, <strong>bir</strong> başka yö<strong>nde</strong>n de sanatın”<br />

konusu olarak ele alır. Kazancakis için antik çağın<br />

Partenon Tapınağı şudur: “Bana aklın, rakam ve<br />

geometrinin eseriymiş gibi göründü. (...) İnsanın<br />

yüreğine dokunmuyor.” V. Loon’ göre de Mısır<br />

piramitleri “Mimarlıktan çok mühendislik işidir.<br />

Onlar güzellik tutkusundan doğmamıştır;” sadece<br />

firavunların cesetleri için “banka gibi düşünülmüştür”...<br />

Bunlar elbette Hristiyan aydınların pagan dönemi<br />

yapılarına kendi bakışlarını ortaya koyuyor.<br />

Osmanlı sanat anlayışı çevresi<strong>nde</strong> konuya yaklaşan<br />

Selçuk Mülayim, Rönesans sonrası Avrupa<br />

mimari anlayışıyla bazı yönlerden paralellik gösteren<br />

ve özgün <strong>bir</strong> şehircilik anlayışı sergileyen<br />

Osmanlı mimarisinin evrensel yönleri üzeri<strong>nde</strong> dururken,<br />

Sinan çağının ortak özelliklerini de vurgular.<br />

Kitabını da “Sinan’ın mimarlık tavrı etrafında<br />

dönemin toplumsal tarihini ele alan <strong>bir</strong> deneme”<br />

olarak sunar. Bu arada konusuyla ilgili olarak şöyle<br />

<strong>bir</strong> tespit yapar:<br />

“Mimari bütün yerleşik toplumlar için, kent<br />

kültürü<strong>nde</strong>ki standardı anlatan başlıca övünç<br />

kaynağıdır, uygarlığın göstergesidir. Paris, Atina,<br />

Persopolis’in çekiciliği buradan gelir. Edebiyat<br />

için aynı şeyleri söyleyemiyoruz.”<br />

Gerçekten edebiyattan çok mimari somut <strong>bir</strong><br />

biçimde “uygarlığın göstergesi” sayılabilir. Çünkü<br />

gözle görülebilen eserlerle Eski Yunan ve Roma<br />

medeniyetlerini tanımak ve tanıtmak, edebî eserlerle<br />

tanıtmaktan kolaydır. Fakat onları yapanlardaki<br />

ruhu anlayabilmek o kadar kolay olmuyor.<br />

Olabilseydi, Partenon Tapınağı’nı oluşturan ruhu<br />

en kolay kavrayabilecek insan, o çevrede yaşayan<br />

Kazancakis olurdu. Demek ki taşların oluşturduğu<br />

yapıyı anlayabilmek için de ortak <strong>bir</strong> ruh gerekir. O<br />

yüzden olsa gerek, Selçuk Mülayim eserinin başında<br />

şöyle der: “Bu kitabı noktaladığım anda, Yahya<br />

Kemal Beyatlı’nın “Süleymamiye’de Bayram<br />

Sabahı” adlı şiirinin <strong>bir</strong> tek mısrasına bile ulaşamayacağımı<br />

anladım. Bir mimarlık kompozitörünü<br />

kavramak yeni <strong>bir</strong> yaratıcılık gerektiriyor.”<br />

Bunlar, haddini bilen <strong>bir</strong> bilim adamının tespitleri<br />

olarak son derece önemlidir.<br />

Gerçekten de Yahya Kemal’in mısraları bu değerli<br />

sanat tarihçisine hak verdiriyor:<br />

“En güzel mâbedi olsun diye en son dînin<br />

Budur öz şekli hayâl ettiği mîmarînin.”<br />

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,<br />

Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;<br />

Taşımış harcını gâzîleri, serdarıyle,<br />

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmarıyle.”<br />

Mimar Sinan’ın romanını, konuya ancak bu<br />

çerçevede yaklaşmakla yazabileceğimizi düşünüyorum.<br />

Çünkü Sinan 50 yıldan fazla süren Başmimarlığı<br />

ile görevde en uzun süre kalan Osmanlı<br />

sanat ve devlet adamıdır. En önemli yanı ise, her<br />

bakımdan ruhumuzu temsil eden bizden <strong>bir</strong> sanatçı<br />

oluşudur.<br />

Bizi biz yapan değerleri bütün dünyaya anlatmakta<br />

Mimar Sinan ve eserlerinin eşine e<strong>nde</strong>r rastlanacak<br />

nitelikte zengin <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturduğu<br />

hususuna sanatçılarımızın dikkatini çekmek istiyorum.■<br />

37<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


BU ŞEHİR<br />

Bu şehir <strong>bir</strong> evliyalar şehridir<br />

Metfundur <strong>bir</strong> nice pîr bu şehirde<br />

Zamanlı <strong>bir</strong> sevgi <strong>bir</strong> aşk nehridir<br />

Görülmez kimse hakir bu şehirde<br />

Kızıl ırmak coşup coşup durulmuş<br />

Erciyes <strong>bir</strong> şahtır ufka kurulmuş<br />

Hamuru nur mayasıyla yoğrulmuş<br />

Olmaz meleke ne kir bu şehirde<br />

Nice müftü, âlim, şair, üdeba<br />

Bir nice seziş ki sığmaz kitaba<br />

Davut-ı Kayseri, Somuncu Baba<br />

Bir o şehirdedir, <strong>bir</strong> bu şehirde<br />

Surlarda izi var, Sultan Mesut’un<br />

Sinan’dır şu minare, bu sütun<br />

Gevher Nesibe’yle Mahberi Hatun<br />

Eser bırakmış <strong>bir</strong> <strong>bir</strong> bu şehirde<br />

İnler at sesiyle meşhet ovası<br />

Keykubat’ın otağ yeri burası<br />

Titretir dağları yiğit narası<br />

Yatmada kaç cihangir, bu şehirde<br />

Işık ışık kubbe kubbe mazimiz<br />

Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz<br />

Biz kaptan-ı Derya, şehit Nazım’ız<br />

Ondan kan rengi nehir bu şehirde<br />

Kabe yollarında Karani’yiz biz<br />

Muhabbet teli<strong>nde</strong> Seyrani’yiz biz<br />

İbrahim Tennuri hayranıyız biz<br />

Duygu, düşünce, fikir bu şehirde<br />

Osmanlıdan kalma şu mangal, sedir<br />

Bünyan halısı <strong>bir</strong> çini kâsedir.<br />

Doğan gün, Seyyit’den nur nur busedir<br />

Gönül dergâhına gir bu şehirde<br />

Bir İrem bağıdır Erkilet, Gesi<br />

Uzanır sularda mabet gölgesi<br />

Dört mevsim Hisarcık, Talas yöresi<br />

Zümrütten <strong>bir</strong> ziynettir bu şehirde<br />

Altın çağı seyret, gözünü kapa<br />

Gümüş gümüş sebil, bakır maşrapa<br />

Gereme’den tut da Kaniş-Kültepe<br />

Kurulmuş nice şehir bu şehirde<br />

ABDULLAH SATOĞLU<br />

38<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Soğuk şeker<br />

EYVAZ ZEYNALOV*<br />

çev. İMDAT AVŞAR<br />

Kadın, uzun zamandan beri hastaydı. Kaç gündür yataktan kalkamıyordu. Dü<strong>nde</strong>n beri<br />

ağzına ne <strong>bir</strong> lokma ekmek ne de <strong>bir</strong> yudum su koymuştu. Sık sık dalıp gidiyor, neden<br />

sonra kendine geldiği<strong>nde</strong> ise inleyerek, <strong>bir</strong>inin ismini sayıklıyordu. Evde yapayalnızdı, feryadını<br />

duyan, yardımına gelen hiç kimse yok... Gelinini ve iki torununu, her ihtimale karşı, komşu<br />

köye, gelininin babası evine gö<strong>nde</strong>rmişti. Ermeniler köyü dört <strong>bir</strong> yandan kuşatmışlardı.<br />

Oğlu ise cephedeydi, düşmanla çarpışıyordu. Her taraf düşman askerleriyle doluydu. Yurdunu<br />

yuvasını terk etmek istemeyen insanlar, evlerine kapanıp korku ile bekliyorlar, başka yerlere<br />

gitmeye de çekiniyorlardı. Çünkü her an düşmanla yüz yüze gelme tehlikesi vardı...<br />

Kadın <strong>bir</strong>den garip sesler duymaya başladı. Sağdan soldan kadın sesleri ve çocuk bağırtıları<br />

geliyordu. Feryatlar, figanlar, ağıtlar... arşa yükseliyordu. Köpek ulumaları ve ara ara duyulan,<br />

anlaşılmaz, vahşi bağırtılar, bu kadın ve çocuk seslerini karın altına gömüyordu. Sesler gâh<br />

yakınlaşıyor gâh uzaklaşıyor, sonra tüm sesler alacakaranlıkta eriyip kayboluyordu. Kadın,<br />

neler olduğunu <strong>bir</strong> türlü anlayamadı. Neydi bu sesler Kıyamet mi kopmuştu Dünyanın sonu<br />

muydu Öbür dünyadan mı çağırıyorlardı Nefesi tıkanıyor, göğsü daralıyor, kalbi sıkışıyordu.<br />

Yorganı üstü<strong>nde</strong>n atmak, ayağa kalkmak istedi. İçi<strong>nde</strong>n garip <strong>bir</strong> ses, ona ‘kalk’ dese de bu<br />

sese uymakta zorlanıyordu.<br />

Ansızın kapıya vurulan tekmeler ve dipçik darbelerinin şiddetiyle derme çatma kulübe<br />

sallandı, titredi. Az önceki köpek ulumaları, meçhul, anlaşılmaz sesler, <strong>bir</strong> de askerlerin karda<br />

yürüdükçe çıkardığı karç kurç sesleri duyuluyordu. Sesler kulağının dibi<strong>nde</strong>ydi artık. Sonra,<br />

kapı şiddetle sarsıldı. Bu darbenin içerden mi, dışarıdan mı olduğunu anlayamadı. Biraz sonra<br />

* Azerbaycan’ın Karabağ bölgesi<strong>nde</strong>, Ağdam şehri<strong>nde</strong> doğan, Ermeni işgali<br />

ile yurdunu kaybeden Azerbaycanlı yazar.<br />

39<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kapı gıcırdayarak açıldı. Ayaklar altında ezilen karın sesini duydu yeniden. Sesler hemen<br />

uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşan ayak seslerine, az önceki köpeklerin havlamaları eşlik ediyordu.<br />

Sonra otomatik tüfek sesleri geldi ve köpek sesleri aniden kesildi...<br />

Rüzgâr estikçe, menteşeleri yağsız olan eski kapı, sinir bozucu <strong>bir</strong> şekilde gıcırdıyordu.<br />

Kadın üşümeye başladı. Ayaz, onun damarlarındaki kana hücum ediyor, onu âdeta donduruyordu.<br />

Kapıyı örtmeyi düşündü. Ama nasıl Bir şekilde kapıyı kapatmak lazımdı. Kadın <strong>bir</strong>den<br />

duman kokusu hissetti, ardından yanan <strong>bir</strong> şeylerin kokusu... Yoksa komşusu gelip sobayı<br />

mı yakmıştı Hani söz vermişti, <strong>bir</strong> yerlerden odun bulup getirecekti; ama neden nefes almak<br />

gittikçe zorlaşıyordu Duman genzini yakıyor, gözlerini acıtıyordu. Göz kapaklarını iyice açtı.<br />

Odadaki dumanlar, eğilip kıvrılıyor, bin<strong>bir</strong> şekle giriyordu. Odaya <strong>bir</strong> sis perdesi inmişti sanki.<br />

Duman git gide daha da kesifleşiyor, <strong>bir</strong> şeyler çıtırdayarak yanıyordu. Tavandan aşağı uzanan<br />

kızıl alevler, yüzünü gözünü yalamaya başladı. Bağırmak istiyordu; ama öksürükten fırsat<br />

bulamıyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çırpınıyor, çabalıyor, sudan çıkmış balık gibi ağzını<br />

<strong>bir</strong> açıp <strong>bir</strong> kapatıyordu. Gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Gözleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dehşet kıvılcımı<br />

yandı. Olanca gücünü toplayıp, âdeta yataktan aşağı yuvarlandı. Yüzüne çarpan soğuk<br />

rüzgârın geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladı...<br />

Rüzgâr, açık olan kapıdan esiyordu. Sürüne sürüne dışarıya çıktı. Temiz, buz gibi soğuk<br />

havayı büyük <strong>bir</strong> istekle ciğerlerine çekti. O anda titredi, takati kesildi ve kendi<strong>nde</strong>n geçmiş<br />

hâlde karların üzerine serildi. Kapıya kadar gelen ve yüzünü yalayan alevin sıcak nefesiyle<br />

kendine gelir gibi oldu. Yarı baygın <strong>bir</strong> hâlde, çevresine bakıyor, başına gelenleri hatırlamaya,<br />

olanları anlamaya çalışıyordu. ..<br />

Alevler <strong>bir</strong> anda tahta kulübeyi yuttu, kulübe yanarak yan tarafa doğru çöktü. O, mucize<br />

eseri sağ kurtulmuştu. Biraz gecikse, alevler amansız <strong>bir</strong> şekilde, yüzünü, gözünü, bütün vücudunu<br />

yakıp kavuracaktı. Ölüm korkusu, bü tün bedenini titretti. O an, bedenine <strong>bir</strong> kudret eli<br />

değmişti sanki. Dehşetle bağırarak <strong>bir</strong>kaç adım öteye sıçradı. Bunu nasıl, ne zaman yaptığını<br />

kendisi de anlayamadı...<br />

Az ötede toparlanıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı; lakin ilk denemesi<strong>nde</strong> başaramadı.<br />

Mecali kalmamıştı. Susuzluktan dudakları kuruyor, içi yanıyordu. Yerden <strong>bir</strong>az kar avuçlayarak<br />

ağzına götürdü. Avcunda hissetmediği soğukluğu, ağzında duydu o an. Kar, diline ya pıştı<br />

önce, erimedi, öylece kaldı. Sonra ağzında eriyen kar, boğazını ıslatsa da su tadı hissetmedi;<br />

ama gözlerine <strong>bir</strong> hayat ışıltısı geldi, ölgün gözleri hafiften parladı. Ellerini yere dayayarak<br />

güç bela yerden kalktı, etrafa şöyle <strong>bir</strong> göz gezdirdi. Her taraf alevler içi<strong>nde</strong>ydi, dört <strong>bir</strong> taraf<br />

yanıyordu. Yürümeye çalıştı, <strong>bir</strong>kaç adım attı. Birilerini bulmak ve ne olduğunu öğrenmek<br />

istiyordu; lakin ortalıkta in cin top oynuyordu. Ermeniler, sanki köyün ahalisiyle <strong>bir</strong>likte,<br />

inekleri, koyunları, kedileri, köpekleri de <strong>bir</strong> yerlere doldurup yakmışlardı...<br />

Ayakta çok duramadı. Başı dönüyor, titriyor, gözle ri kararıyordu. Sanki derin, zifiri karanlık<br />

<strong>bir</strong> kuyunun dibine yuvarlanıyordu. Yüzüstü düşmemek için, boşluğa asılıyormuş gibi<br />

ellerini ileriye uzattı. Ama direnemedi, dizlerini yere koyamadan dirseğine kadar kara battı.<br />

Par mak ları, karın altında <strong>bir</strong> şeye temas etti. Beyni<strong>nde</strong> aniden <strong>bir</strong> yıldırım çaktı, <strong>bir</strong> ümit ışığı<br />

peyda oldu. Belki ellerine değen <strong>bir</strong> parça ekmekti Eline değen o şeyi tutup çıkarttı. Elini<br />

gözle rinin ta önüne getirerek baktı. İlahi! Bu <strong>bir</strong> şekerdi! Nereden, nasıl düşmüştü En son ne<br />

zaman şeker yediğini hatırlamaya çalıştı. Şekerin karını, buzunu ağaç gibi olmuş parmakla-<br />

40<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ıyla temizledi ve dışındaki kâğıdı koparttı. Eli<strong>nde</strong>kinin şekere benzer <strong>bir</strong> yanı kalmamıştı, <strong>bir</strong><br />

buz parçasıydı...<br />

Çocuk gibi şekeri sağa sola çevirmesi tuhaf geldi ona. Karnı açtı. İçi geçiyor, gözleri<br />

süzülüyordu. Şekeri yemek istedi. Çocukken, şekeri önce emer, ağzına <strong>bir</strong>iken tatlı sıvıyı büyük<br />

<strong>bir</strong> zevkle yutardı. Şekeri ağzına götürdü ama çenesi ar tık kıpırdamıyor, şeker dudaklarına<br />

yapışıyor, ağzına girmiyordu. Dudaklarında şekerin karını buzunu ısıtıp eritecek sıcaklık da<br />

yoktu. <strong>Dil</strong>i damağı kurumuştu. Öfkeyle dudaklarına yapışan şekeri geri çekti, dudakları acıyla<br />

yandı. Sanki dudaklarına milyonlarca iğne batırmışlardı. Bir çare bulmalıydı. Çenesini iyice<br />

açmak, şekeri ağzına atmak istiyor, atamıyordu. Allah Allah! Ne kadar garip <strong>bir</strong> durumdaydı.<br />

Öfkelenmenin zamanı değildi. Sadece ihtiyatlı davranmalı, özel <strong>bir</strong> gayret ve maharet gös terme<br />

liy di! Şeker eli<strong>nde</strong>n kayarak düşebilir, yeniden karların arasında kaybolabilirdi. En kötüsü<br />

de buydu!..Çenesini deminki<strong>nde</strong>n daha da fazla açtı. Ona öyle gel di ki, ağzını hiç<strong>bir</strong> zaman,<br />

bu kadar geniş aç ma mıştı ve <strong>bir</strong> daha da açamayacaktı. Şekeri ağzına atmak istediği<strong>nde</strong> yan<br />

tarafından <strong>bir</strong> ses geldi. Korktu, yüreği yeri<strong>nde</strong>n fırlayacak gibi çarptı. Şekeri gayrıihtiyari,<br />

<strong>bir</strong> çocuk gibi avucunda sakladı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, kendi de şaşırdı. Hâlbuki demin parmaklarına<br />

söz geçiremiyordu. Korkuyla ayak sesinin geldiği tarafa döndü. Üstü başı yanmış,<br />

yüzü gözü kapkara olmuş, sadece dişl eri parlayan, başı açık, ayağı yalın <strong>bir</strong> kız çocuğuydu!<br />

Karın içi<strong>nde</strong>, <strong>bir</strong> kuş gibiydi. Yalın ayaklarının <strong>bir</strong>ini kaldırıp tek ayak üzeri<strong>nde</strong> duruyor, sonra<br />

onu kaldırıp diğer ayağının üzeride duruyordu. Bir çift köz gibi parlayan gözlerini, kadının<br />

şekeri gizlediği avcuna dik mişti. Kızın ağzı açıktı ve dişleri parlıyordu. Kızcağızın kadına<br />

bakan gözlerdeki ifadeyi tarif etmek müm kün değildi. Koskoca kadın, kendini kaybetmişti;<br />

ne yapacağını kestiremiyordu. Kızcağızın da kendisi gibi aç olduğu belliydi. O da ümi dini,<br />

şekerlikten çıkmış, bu buz parçasına bağ la mıştı.<br />

Kız, neler olup bittiğini bilmiyordu, hâlâ olanlardan habersizdi ancak kadının ağzına götürdüğü<br />

şeyin yiyecek olduğunu anlamıştı. Bu buz parçası, onlardan <strong>bir</strong>ine ha yat bağışlacaktı<br />

sanki. Kadının hiç mecali kalmamıştı. Kızca ğı zın durumu da hiç iyi değildi. Belki şekeri ikiye<br />

bölmeliydi. Ka rarı verecek olan kadındı. İstese, kıza şekerden vermeyebilirdi. Şeker onun avcundaydı.<br />

O bulmuştu. Onun kıs me tiy di. Acaba Belki de tam tersi idi. Onun eli<strong>nde</strong>ki şeker, o<br />

kızın nasibiydi. Öyle olmasaydı, kız <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e ortaya çıkar mıydı Kızın yüzüne baktı. Kızın<br />

ağzı hâlâ açıktı. Göz le ri ni aç, vahşi hayvan yavrusu gibi onun yumulu eli<strong>nde</strong>n ayırmıyordu.<br />

Sanki o an üstüne atılacaktı. Kadın, kendi torununu hatırladı. Sevimli, şirin, şeytan torununu...<br />

Bir yanı tıpkı bu kız cağızaca benziyordu.<br />

Kadın ileri doğru süründü. Avcundaki şekeri, torununa benzeyen kızın ağzına koydu. O<br />

da şekeri alır almaz ağzını kapadı. Şeker kızın ağzında erimeye başladı. Kızın dudaklarının<br />

kenarında <strong>bir</strong> ıslaklık belirdi. Kız ağzına <strong>bir</strong>iken şekerli sıvıyı yuttu. Kadın da yutkundu. O an<br />

da göz leri tuhaf oldu kadının. Boş bakmaya başladı. Önce ağzında, daha sonra boğazında garip<br />

<strong>bir</strong> tat hissetti. Gözle ri<strong>nde</strong>ki hafif pırıltı <strong>bir</strong> yıldız gibi akıp gitti. Dizleri büküldü. Yüzüstü<br />

karın içine, kızın ayaklarının dibine devrildi.<br />

Alacakaranlıktı. Etrafta sessizlik vardı. Gümüş renkli karın üze ri ne, ayın donuk ışıkları<br />

vuruyordu. Hâlâ için için yanan kulübelerden, gökyüzüne doğru koyu <strong>bir</strong> duman yükseliyordu...■<br />

41<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Dağlar var ara yerde<br />

ÜMİT FEHMİ SORGUNLU*<br />

Değerli hikâyecimiz Ümit<br />

Fehmi Sorgunlu 26 Haziran<br />

Cumartesi günü vefat<br />

etmiştir. Kendisine Allah’tan<br />

rahmet, yakınlarına,<br />

Berceste ailesine, okurlarına<br />

başsağlığı ve sabırlar<br />

diliyoruz.<br />

Bizim Külliye dergisi.<br />

Arabanın içi<strong>nde</strong> üç kişiydiler. Üçü de yorgun ve<br />

hâlsizdi. Dokuz saattir yol almanın ezikliği çökmüştü<br />

üzerlerine. Buna rağmen <strong>bir</strong>az olsun uyumamış, <strong>bir</strong> yerde<br />

durup dinlenmeyi dahi düşünmemişlerdi. Beş yılın getirdiği<br />

hasret, yüreklerini <strong>bir</strong> kor gibi yakıyor, en ufak <strong>bir</strong> zaman kaybına<br />

dahi tahammül edemiyorlardı. Gözleri hiç bitmeyecek<br />

gibi uzayıp giden asfaltın, ufukta kaybolan çizgilerine bakıyordu.<br />

Tek kelime dahi konuşmadan, her <strong>bir</strong>i kendi hayalleriyle<br />

yaşıyor, çocuklarını, karılarını, ağzı dualı analarını ve<br />

içlerine burgu burgu işleyen vatanlarını düşünüyorlardı.<br />

Direksiyondaki orta boylu, ince yapılı <strong>bir</strong>iydi. Kalın siyah<br />

kaşların çevrelediği gözleri kısılmış, bütün dikkatini yola<br />

vermişti. Çok hızlı ve delicesine araba kullandığı için, arkadaşları<br />

süratli gitmesini önlemek amacıyla ona “Tekbas Nuri”<br />

lakabını takmışlardı.<br />

Şoförün yanında oturan Kara Mehmet sabırsızlıkla eli<strong>nde</strong><br />

oynadığı iri taneli, püsküllü tespihini cebine koyup gözlerini<br />

yoldan ayırdı. Saatine baktı. “Tam dokuz saat!” diye düşündü.<br />

Dokuz saattir yüreğinin ta içine oturan vatan hasreti son haddini<br />

bulmuştu. “Oğlumuz beş yaşına bastı.” diyordu mektubunda<br />

Zehra. “Gel gayrı Mehmet’im. Buralarda herkes başka<br />

şeyler söylüyor. Kimi gâvur kızına tutuldu, seni unuttu kimi<br />

de üstüne evlendi diyorlar. Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim.<br />

Babasına ve <strong>bir</strong> koruyucu erkeğe hasret kaldığından...”<br />

içini çekti. Beş yıldır görmediği oğlunu ve karısını hatırlamak<br />

yüreğinin içi<strong>nde</strong>ki özlem ateşini alevlendirdi. “Gâvur kızı<br />

ha!” diye söylendi belli belirsiz. Gözlerinin önüne <strong>bir</strong> süre gönül<br />

eğlendirdiği Monika geldi. Acı acı güldü. Onların hiç<strong>bir</strong>i<br />

de buram buram toprak kokan, elleri nasırlı, başı yaşmaklı<br />

42<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Zehra’sına denk olabilir miydi Derin <strong>bir</strong> nefes aldı. Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra gözlerini arabanın camından<br />

dışarı kaydırıp amaçsız seyretti, dağları, ovaları. Neredeyse hava kararmak üzereydi.<br />

Arka koltuktaki şişman, iri yapılı Selami, yuvarlak, kıllı elleriyle karnını ovuşturarak:<br />

- Acıktım, dedi. Bir yerde durup <strong>bir</strong> şeyler yesek mi...<br />

Tekbas Nuri söyleneni duymadı bile. Gözleri dağların arasında kara <strong>bir</strong> yılan gibi gittikçe uzayan yoldaydı.<br />

Anasının mektubu aklından hiç çıkmıyor, sağ ayağı gaz pedalına daha <strong>bir</strong> gömülüyordu. “Oğlum, karın<br />

sık sık annemlere gidiyorum diye evden çıkıyor. Lâf anlatamıyorum. Söylentilere bakılırsa Tilki Selim’le kırıştırıyormuş.<br />

Gel ne yapacaksan yap ...” Nuri hırsından dişleriyle dudaklarını ısırıyor, karısının böyle <strong>bir</strong> şey<br />

yapabileceğine akıl erdiremiyordu. Bir an için söylentilerin asılsız olabileceğini düşündü. Karısını çekemeyenlerin<br />

ya da onda gözü olanların uydurduğu sözler olabilirdi. Fakat “Ateş olmayan yerde duman tütmez.”<br />

derler.<br />

- Allah kahretsin!<br />

Belli belirsiz hırsla söylenmişti. Göz ucuyla, duyup duymadığını anlamak için Kara Mehmet’e baktı. Kendi<br />

havasında, dışarıyı seyrediyordu. Nereden çıkmıştı sanki yurt dışında çalışmak! Köyünü, evini terk edip, el<br />

içi<strong>nde</strong> çile çekmeye değer miydi! Çok para kazanmak hırsıyla geldiği Almanya’da, kendisi eğlenceye dalıp<br />

benliğini unutmuş, karısı hakkında da pis dedikodular çıkmıştı. Altındaki araba bütün bunlara değer miydi!<br />

Üstelik de her geçen gün artan, Türk işçisinin horlanmasına rağmen.<br />

Selami cevap alamayınca teklifini üstüne basa basa tekrarladı. Kara Mehmet can sıkıntısıyla Selami’ye<br />

çıkıştı.<br />

- Daha çok yolumuz var. Acıktıysan arabada sandviç olacak, <strong>bir</strong> iki atıştır.<br />

Gözleri yeniden pencereden dışarı kaydı. Ağaçlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>iyle yarış edercesine önleri<strong>nde</strong>n hızla geçiyordu.<br />

Selami arkasına yaslandı. Uyur gibi yaptı. Aslında uyumuyor, babasının hastalığını ve köyünü düşünüyordu.<br />

Anasının “...Baban hasta, ölmeden seni görmek istiyor. Gurbete kök salmadıysan kalk da gel gayrı...”<br />

diye yazdırdığı mektup, memleket hasretinin üstüne eklenmiş, içi<strong>nde</strong>ki vatan özlemini kat kat artırmıştı. Bir<br />

an önce köyünün ağaçlarıyla, toprağıyla kucaklaşmayı o da istiyordu.<br />

Tekbas Nuri sağ eliyle konsüldeki kasetleri karıştırdı. Sonra rastgele <strong>bir</strong>ini alıp arabanın teybine sürdü.<br />

Yanık <strong>bir</strong> ses hoparlörden çıkıp üç gurbetçiyle kucaklaştı. Sonr a içleri<strong>nde</strong>ki yurt özlemiyle <strong>bir</strong>leşip otomobilin<br />

kelebek camlarından dışarı taştı ve rüzgârla <strong>bir</strong>likte bilinmeyen istikametlere doğru uçup gitti. “Yol uzun<br />

gurbet acı/ Dağlar var ara yerde/ Yol verin geçeyim dumanlı dağlar./ Dağların ardında nazlı yar ağlar.” diye<br />

boşa yakarıp durdu. Bitmez tükenmez <strong>bir</strong> dağ yığını, sanki masal kaçkını devler gibi önlerine dikiliyor, yol<br />

vermiyordu.<br />

Nuri, sinirle farları yaktı. Ön lâmbalardan çıkan kuvvetli ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan karayolunun pürüzlü<br />

sırtını yalayıp bilinmeyen karanlıklarda eridi. Taksinin ışığında buluşan kelebekler ön cama çarpıp kayboluyordu.<br />

Kara Mehmet’in esmer yüzü buruştu. Şarkının sözleriyle <strong>bir</strong>likte, karısının hayali gözlerinin önü<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> kez daha geçti. Beyni<strong>nde</strong> ses olup yankılandı. “...Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına hasret<br />

kaldığı için ..” Elleri gayri ihtiyarî cebi<strong>nde</strong>ki tespihine gitti. Can sıkıntısıyla mırıldandı. “Geliyorum Hasret,<br />

az kaldı sabret.” Sonra Nuri’ye döndü:.<br />

- Topuklayıver Nuri... Tek basma, artık çift bas...<br />

Tekbas Nuri sanki böyle <strong>bir</strong> teklif bekliyormuş gibi, gaz pedalına daha sıkı bastı. Sürat ibresi yukarılara<br />

doğru tırmandı. Bir an önce memleketine ulaşmayı istiyordu. Gittikçe uzayan asfaltın üstü<strong>nde</strong> karısının hayalini<br />

görüyor, hırslanıyordu. Yüz hatları gerilmiş, hiç konuşmadan yolu takip ediyor, karısının hayalini ezmeye<br />

çalışıyordu. Araba ileri atıldıkça karısı kaçıyor, Nuri pedala daha <strong>bir</strong> yükleniyordu. Yurt dışına gittiği zaman,<br />

evini ihmal edip para <strong>bir</strong>iktirerek aldığı son model araba rüzgârla yarış edercesine uçar gibi gidiyordu.<br />

Akşam karanlığında karşılarından gelen arabalar <strong>bir</strong> sinek vızıltısı gibi geçiyordu yanlarından. Bir an asfaltın<br />

altlarından kaybolduğunu ve yıldızlara kavuşurcasına uçtuklarını gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu.<br />

“…Dağlar var ara yerde...”■<br />

43<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


GAZEL<br />

Budur se<strong>nde</strong>n niyâzım hâcetim yâ Rab budur se<strong>nde</strong>n<br />

Yönüm döndürmesin artık hevâ gaflet gurur se<strong>nde</strong>n<br />

Bu kalp <strong>bir</strong> levhadır müthiş yazıp bozmak senin her iş<br />

İçim iklîmi se<strong>nde</strong>nmiş keder se<strong>nde</strong>n sürûr se<strong>nde</strong>n<br />

Muhît’sin çevrelersin hep kulun kendin sokan akrep<br />

Gazab etsen amân yâ Rab kimi kimdir korur se<strong>nde</strong>n<br />

Her ân var yok bütün eşyâ ne olmaz sen dilersin ya<br />

Eğer sahrâ eğer deryâ taşar se<strong>nde</strong>n kurur se<strong>nde</strong>n<br />

Kulun kul olsa kimdendir esenlik bulsa kimdendir<br />

Yanıp kavrulsa kimdendir bütün “zıll u harûr” se<strong>nde</strong>n<br />

Kerem se<strong>nde</strong>n Kerîm’sin sen ve Rahmân’sın Rahîm’sin sen<br />

Celîl’sin sen Azîm’sin sen cihânlar dem vurur se<strong>nde</strong>n<br />

Bu kul bîçâredir her dem yarım asroldu ömrüm hem<br />

Kerem yâ Ekreme’l-Ekrem doyur nûrunla nûr se<strong>nde</strong>n<br />

ÖMER DEMİRBAĞ<br />

44<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


MAHİR ADIBEŞ<br />

Türkler, attan<br />

cesaret, attan<br />

kuvvet, attan<br />

can almıştır!<br />

Yeryüzü<strong>nde</strong><br />

at sütünü içen<br />

Türklerden başka<br />

<strong>bir</strong> millete daha<br />

rastlayamazsınız.<br />

Bu <strong>bir</strong> akrabalık<br />

gibi kabul<br />

edilebilir.<br />

“Bir çivi <strong>bir</strong> nalı,<br />

Bir nal <strong>bir</strong> tırnağı,<br />

Bir tırnak <strong>bir</strong> ayağı,<br />

Bir ayak <strong>bir</strong> atı,<br />

Bir at <strong>bir</strong> kumandanı,<br />

Bir kumandan <strong>bir</strong> vatanı kurtarabilir.”<br />

Cengiz Han<br />

Roman yazmak, tarih yazmak anlamına gelmez.<br />

Ama roman da yaşanarak yazılır; tarihe not düşer,<br />

tarihten <strong>bir</strong> sayfadır. Eğer şu yeryüzü<strong>nde</strong> “at” üzerine<br />

roman yazılacaksa bunu da Türkler yazmalı, diye<br />

aklımdan geçerdi. Yaşanmış <strong>bir</strong> at medeniyeti, oluşmuş<br />

<strong>bir</strong> at kültürü varsa o da Türklerde mevcuttur. Türk tarihi<strong>nde</strong><br />

atın yerini görmezlikten gelmek <strong>bir</strong> kültürün büyük<br />

<strong>bir</strong> bölümünü yok saymaktır ki bu da nesiller arası<br />

kopukluklara sebep olacaktır. Cengiz Han’ın yukarıdaki<br />

sözü söylediği gü<strong>nde</strong>n bu yana at ile bilinen <strong>bir</strong> tarihî<br />

geçmişe sahibiz. Türklerdeki at uygarlığını şehirleşmenin<br />

dışında düşünmek gerekir. Her ne kadar bu me-<br />

45<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


deniyet Taşkent, Semerkant, Buhara gibi şehir<br />

medeniyetleri meydana getirmiş olsa da sürekli<br />

olarak taşradaki insanın gönlü<strong>nde</strong>ki sıcaklığını<br />

korumuştur.<br />

Türk tarihi ve toplumu hakkındaki asıl<br />

ve sağlam görüşlerden hareket edilerek<br />

hem mahallî ağızları hem de Türkçenin<br />

küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini<br />

yeni gelişmelerle kaynaştırarak kullanmak<br />

gerekir. Yazılmayan/konuşulmayan<br />

kültür zamanla hafızalardan silinir. Önce<br />

konuyla ilgili terminoloji bilinmelidir.<br />

Eğer Türklere koyun ile at arasında<br />

<strong>bir</strong> tercih yapma hakkı sunulsaydı, belki<br />

çok düşünülebilir. Koyun ve at kültürü<br />

çok eskilere dayanır. Hayatını sürdürmek<br />

ve geçim için koyun kaçınılmaz ve çok tercih<br />

edilmesine rağmen bu göçebe millet sanırım<br />

atı seçerdi. Yalnız hayatta kalmak, yeni<br />

otlaklar elde edebilmek, yurt kurabilmek, millet<br />

olmak, bağımsız kalabilmek için, sözün kısası<br />

Kafdağı’nın ötesi<strong>nde</strong>ki hedeflere (Kızılelma’ya)<br />

varabilmek için ata ihtiyaç vardı. Kızılelma ülküsü,<br />

elbette atın kısa zamanda ulaşacağı <strong>bir</strong> yer<br />

değildi ama başını dikip keskin gözlerle en iddialı<br />

bakış ondaydı. Bakışlarıyla uzak hedefleri<br />

en iyi gözüne kestiren ve hayalini kuran sanırım<br />

ki atlardır. Bir tepenin üzerine çıkıp sonsuzluğa<br />

gözlerini dikerek dakikalarca kıpırdamadan bakabilir.<br />

Onsuz da o hedeflere ulaşmak mümkün<br />

görünmüyordu.<br />

Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan<br />

can almıştır! Yeryüzü<strong>nde</strong> at sütünü içen<br />

Türklerden başka <strong>bir</strong> millete daha rastlayamazsınız.<br />

Bu <strong>bir</strong> akrabalık gibi kabul edilebilir.<br />

Kımız olarak kullanılmanın yanı sıra,<br />

annesi ölen ya da annesinin sütü olmayan bebeklere<br />

at sütü çoğu zaman atın memesi<strong>nde</strong>n<br />

emzirilmiştir, sütanne olmuştur, taylara kardeş<br />

olmuştur. “Yiğit yiğidin yoldaşı / At yiğidin<br />

öz kardaşı...” derken Karacaoğlan bunu kastetmiş<br />

olmalı. At sütünün bebekler için şifalı olduğu<br />

düşünülmektedir.<br />

Anam; “Allah, atların ayaklarını mühürlemiştir.”<br />

derdi. Yıllarca bu kafama takıldı. Halk arasında<br />

da, “Atların ayakları mühürlüdür ya da atın<br />

girdiği yerde bereket vardır.” sözlerini duyardım.<br />

Mutlaka bu sözlerin <strong>bir</strong> dayanağı olmalıydı…<br />

Uzun yıllar aradım durdum. Ta dört bacağında o<br />

işareti bulana kadar. Hz Süleyman’ın atların bacaklarını<br />

sıvazlamasını, düşünüyorum,<br />

ayette öyle geçiyordu<br />

(Sâd<br />

suresi 33).<br />

Mührü yıllarca<br />

ben atların tırnaklarında aramışım meğer. Annemin<br />

mühür dediği bu olsa gerek!... Ön bacaklarının<br />

iç tarafında, dirsek eklemi<strong>nde</strong>n dört/beş<br />

parmak üste ortanın <strong>bir</strong>az gerisine düşecek şekilde,<br />

elips <strong>bir</strong> oluşum durur. Orada tüy olmazdı.<br />

Neden şimdiye kadar gözümden kaçtı, ona hayıflandım.<br />

Aynı şeklin benzeri ama daha küçük,<br />

arka ayakların diz eklemlerinin <strong>bir</strong>/iki parmak<br />

aşağısında, iç kısımda oldukça geriye doğru yer<br />

almaktadır. Bu oluşum diğer hayvanlarda bulunmaz,<br />

yalnız atlara mahsus <strong>bir</strong> oluşumdur. Bu<br />

oluşumdan dolayı halk arasında, “ayakları mühürlü<br />

atlar” denmiş olmalı. Doğrusu bu mührün<br />

hikmeti henüz çözülememiştir.<br />

1894’te Tolu Biğ (Dolu Bey) adında <strong>bir</strong> Türk<br />

beyinin emriyle yazılmış olan (Kitab’ı Riyazat’ı<br />

Hayil) isimli <strong>bir</strong> risalede “El hayru makûdun<br />

bi-nevasıyıl hayl ilâ yevm’ilkıyame” hadis’i şerifi<br />

Türkçeye nakledilerek şöyle denilmektedir:<br />

“Eş’şumu Yani Nebi eydür kim ercellik üç nesnede<br />

türür. Biri apcıda ve <strong>bir</strong>i atta ve <strong>bir</strong>i evde<br />

(Uğur ya da uğursuzluk üç şeydedir: Kadın, ev<br />

ve at.)” İşte dinî cevaz hâli<strong>nde</strong> kendileri<strong>nde</strong>n<br />

uğur beklenmesi gereken üç şeyin içi<strong>nde</strong> at... Bu<br />

peygamberin sözü... Sanırım Türklerdeki, kadın,<br />

at ve silah kutsallığı buradan gelmektedir ve<br />

kimseye emanet edilmez. <strong>Dil</strong>imizde bu olay; “at,<br />

46<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


avrat, silah” darbımesel<br />

hâlini almıştır.<br />

İnsanlığın ufku,<br />

kâinatın efendisi ve<br />

Allah’ın sevgilisi peygamberimizi<br />

Miraç<br />

gecesi<strong>nde</strong> ilahî visal<br />

âlemine uçuran ışıktan<br />

hızlı vasıtanın “Burak”<br />

isimli kanatlı at şekli<strong>nde</strong><br />

yaratılışındaki hikmet,<br />

Allah tarafından<br />

atın manasına bağışlanmış<br />

ne büyük şereftir.<br />

Kâinatın efendisine<br />

ait her kelime,<br />

her hareket, her eda <strong>bir</strong><br />

hadis olduğu- na göre, Allah’ın sevgilisi,<br />

Allah’ın ve kendisinin sevdiği ata dair, söz, hareket,<br />

iş ve eda hâli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok hadis vermişlerdir:<br />

“Hayır, atların alınlarına nakşedilmiştir.”<br />

ya da “Dünya saadeti atların sırtındadır.” Ata<br />

dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin kavrayışı<br />

içi<strong>nde</strong> atı çepeçevre kuşatamaz. Son derece<br />

sade <strong>bir</strong> ifade içi<strong>nde</strong> öyle girift ve derin <strong>bir</strong> mana<br />

kuyusu ki, ancak, peygamber sözü olabilir.<br />

Allah, Kur’an’da, bazı mahluklar üzerine yemin<br />

eder. Bunlardan <strong>bir</strong>i de at. Allah’a mahsus<br />

sır... Kur’an’ın “El’âdiyât” suresi<strong>nde</strong>n, (âdiyât,<br />

koşan atlar demektir) dört ayet meali: “Kasem<br />

olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla<br />

taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine...<br />

Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana<br />

boğanlar üzerine... Peşi<strong>nde</strong>n doğruca düşman<br />

saflarının içine dalanlar üzerine...” Dış perdeden<br />

bakıldığında muazzam <strong>bir</strong> nur cümbüşü<br />

içerisi<strong>nde</strong> atı seyrediyoruz. İşte asil atın koşu ve<br />

yarış tablosu... Sâd suresinin 31, 32 ve 33. ayetleri<strong>nde</strong>;<br />

“Akşama doğru kendisine, üç ayağının<br />

üzerine durup <strong>bir</strong> ayağını tırnağının üzerine diken<br />

çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştur.<br />

Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi<br />

anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı.<br />

(O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin,<br />

dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya<br />

başladı.”<br />

Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirinin;<br />

“Her seher <strong>bir</strong> gül açar, her gece <strong>bir</strong> bülbül<br />

öter.” mısrasında olduğu gibi Türk edebiyatında<br />

gül ve bülbül mazmunları çok fazla kullanılmaktadır.<br />

Bülbülün sesi, gülün rengi ve kokusu Türk<br />

edebiyatının içine oldukça fazla sinmiştir. Çoğu<br />

yerde gül ve bülbül beraber zikredilmektedir. Bu<br />

<strong>bir</strong>liktelik Türk edebiyatında <strong>bir</strong> aşk hikâyesine<br />

dönüşmüştür. Bülbül ve gül anlatımı daha çok<br />

<strong>bir</strong> şehirli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan<br />

fazla <strong>bir</strong>likte olduğumuz, iç içe yaşadığımız<br />

“at” ise taşralı <strong>bir</strong> bakış açısı ile ele alınmıştır!<br />

Yazmaktan çok sözlü edebiyatımızda rastlanmaktadır.<br />

Neredeyse Köroğlu hikâyeleri olmasa<br />

edebiyatımızda atlara rastlayamayacağız.<br />

Hâlbuki dünyada en çok ata yakın olan, seven,<br />

sırdaş olan daha ileri gidersek kardeş (karındaş)<br />

olan Türklerdir.<br />

Türkler atı <strong>bir</strong> hayvan, <strong>bir</strong> ticari mal, ya da iş<br />

gücü<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> araç olarak düşünmemişlerdir.<br />

Onu <strong>bir</strong> dost, kardeş, aileden <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ey<br />

olarak görmüşlerdir. Türkler atı kendileri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> parça olarak bilmiştir. “Aynı dili değil aynı<br />

duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” diyor Mevlana,<br />

yoksa rüzgârlarla yarışan atlarla insan nasıl<br />

bu kadar iyi anlaşırdı...<br />

Canlılar arasında erkek ile dişi kıyaslandığında;<br />

erkeği kadar gösterişli, albenili, hızlı ve cesur<br />

sanırım yalnız atlarda çıkar. Şu yeryüzü<strong>nde</strong><br />

erkeğine meydan okuyan canlı, <strong>bir</strong> kadın <strong>bir</strong> de<br />

at. Başarıda erkeği<strong>nde</strong>n geri kalmazlar… Dede<br />

Korkut’ta; kız ve delikanlı yarışlarına çok zaman<br />

şahit oluruz. Atla olan bağlılığımız, cesaret<br />

ve hayat tarzı olarak olmasının yanında duygusal<br />

<strong>bir</strong> yaklaşımdır. Bu sebeple eski Türklerde at ile<br />

insan aynı çadırda kaldıklarına şahit oluyoruz.<br />

İnsanlarla atlar arasında ilginç <strong>bir</strong> benzerlik<br />

daha vardır. “Kısrağı döversen huysuz olur,<br />

aygırı döversen sessiz (pısırık) olur” sözü incelendiği<br />

zaman ortaya benzerlikler çıkmaktadır.<br />

Mesela, kadını dövmekle sövmekle sindiremezsin,<br />

itaat ettiremezsin; severek, yüzüne gülerek,<br />

okşayarak onu yola getireceksin. Kısraklara da<br />

vurursan azar, huysuzlanır ve itaat etmez. Kısrağı<br />

döverek emir altına alamazsın. Erkekler ise<br />

dövülmeyi onurlarına sığdıramazlar; onlar için<br />

küçümsenmek, küçük düşmek, hakaret sayılır.<br />

Yani atlar korkuyu bilir. Aygırlara vurmaya kal-<br />

47<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kışırsan siner. Yarışlarda kamçılarsan ya hedefi<br />

göğüsler ya da koşarken ölür (çatlar). Bu karakterlerin<br />

iz düşümleri insanlarla çakışmaktadır.<br />

Baş eğmeyen, yükseklere bakan/yüksekten<br />

bakan at, beraber olduğu insanla yan yana, omuz<br />

omuza yürürken ortak <strong>bir</strong> benzerlik bulmuştur.<br />

Asildir, onurludur, dik başlıdır diye <strong>bir</strong>çok meziyetini<br />

saysak da her şeye rağmen atlar yarı<br />

yabani hayvanlardır. Göçmen toplumlarda şehirli<br />

dışında meziyetlere sahiptir. Mesela, ikisi<br />

de dağları, hür yaşamayı sever. Yılkı atlarında<br />

görüldüğü gibi serbest kaldıkları an dağların en<br />

yüksek tepelerini, yaylaları tercih ederler. Kar<br />

düştükçe ovalara doğru inerler. Bu <strong>bir</strong> Yörük yaşantısıdır.<br />

Bu <strong>bir</strong>liktelikte elbette karşılıklı çıkar ilişkileri<br />

olduğu gibi çok daha ayrı sebepler bulabiliriz.<br />

Şirazlı Sadi’nin dediği gibi; “Önemli<br />

olan olaylara kuş bakışı bakmaktır kuş gibi<br />

değil.” Kısacası bu <strong>bir</strong> ailenin <strong>bir</strong>likte yaşaması<br />

gibidir. Aslında bu iş; <strong>bir</strong> sevda <strong>bir</strong> aşktır. Hâlâ<br />

Anadolu’nun köyleri<strong>nde</strong> atın yeri özel yapılır<br />

ve altı tahtayla kaplanır. Atın kaşağısı, gübresi,<br />

toz bezi, ter bezi vardır. Atın soğuk ve yağmurlu<br />

günler için sırtına atılacak mi<strong>nde</strong>ri vardır. Atın<br />

nafakası ayrı hazırlanır, yatsıdan sonra yem verilir.<br />

Son dört bin yıllık verilere baktığımızda<br />

şunu söyleyebiliriz: Galiba bu millet ata âşık...<br />

Her şeye rağmen Türk edebiyatında at hak<br />

ettiği yeri alamamıştır, yani bülbül kadar hatta<br />

mizahlarda önemli yer tutan eşek kadar bile<br />

boy gösterememiştir. Benim anladığım manada,<br />

Türk edebiyatında at istendiği gibi şahlanamamıştır.<br />

Bunun da sebepleri vardır. At kültürünün<br />

çok eski olmasına rağmen yazılmamasında<br />

önemli <strong>bir</strong> sebep, yazarların atın çok uzağında<br />

olması, at terminolojisini bilmemeleri veya ata<br />

yakın olanların yazmaya meyilli olmamasıdır.<br />

At, Türklerde hiç<strong>bir</strong> zaman şehirli olamamıştır,<br />

taşrada kalmıştır. Mevlana diyor ki: “Yeryüzü<strong>nde</strong><br />

söylenmedik söz yok ancak bunu söyleme şekli<br />

var.” Hâlbuki at konusunda daha söylenmedik<br />

çok söz var. Eğer edebiyatta konuşulmaya/yazılmaya<br />

başlanırsa karşımıza çok zengin <strong>bir</strong> arşiv<br />

çıkacağından eminim.<br />

Kaşgarlı Mahmut, “At Türk’ün kanadıdır”<br />

sözünü, günü<strong>nde</strong> düşünürsek ufuk ötesi geçişleri<br />

görmek mümkündür. Zaman zaman kanat, en sadık<br />

dost, iş arkadaşı, yoldaş, kara gün dostu olmuştur.<br />

Türkler at ile o kadar içli dışlı olmuş ki<br />

kendi<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> parça görmüş, yazmaya gerek bile<br />

görmemiştir. Bu samimiyeti normal <strong>bir</strong> yaşantı<br />

olarak kabul etmiştir.<br />

Zaman içerisi<strong>nde</strong> de bazı yazarlar heveslenip<br />

<strong>bir</strong> şekilde ata yaklaşmışlar. Ama bu da tam olarak<br />

anlaşma değil, uzak <strong>bir</strong> akrabalık gibi olmuş.<br />

Atı tanımaya yetmemiştir. Her dönem, atın cazibesi,<br />

albenisi insanları etkilemiştir. Bu şekilde<br />

yazılan yazılar öze dönük değil ufki/geriden<br />

bakış şekli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> çalışma olmuştur. Uzak, at<br />

tarifi<strong>nde</strong>n öteye geçilemediğine rastlıyoruz. Bu<br />

bakış açısı fotoğraf çekme/resim yapma anlayışıdır.<br />

Atlar özenilerek yaratılmış, kibar, estetik,<br />

sevimli, gösterişli oluşlarıyla insanların dikkatini<br />

çeken tablo yaratıklardır. Genç ve yakışıklı<br />

<strong>bir</strong> kız/delikanlı kadar düzgün olan vücut, onunla<br />

uyumlu insanın aklını başından alan parlak tüyler,<br />

dalga dalga yeleler, kâkül, uzun <strong>bir</strong> kuyruk<br />

ve mükemmel <strong>bir</strong> duruş. Hâlbuki bunun <strong>bir</strong> de<br />

duygu, ruh ve görülmeyen yanları vardır. Hırslı,<br />

sevimli, sevilen/sevmeyi bilen, korkusuz, duygu<br />

tarafı da vardır.<br />

Türk edebiyatında öyle efsanevi atlara rastlanmaz.<br />

Yani uçan, olağanüstü koşan, acayip<br />

şekillere giren, boynuzlu atlar olmaz. At olduğu<br />

gibi kabul edilmiştir. Yeterince özenerek yaratıldığı<br />

için ona başka <strong>bir</strong> sıfat vermek yakışık<br />

almazdı. Türkler, hayatındaki güzellikleri, zorlukları,<br />

çileleri atıyla paylaşmış; sırrını ona anlatmıştır.<br />

Çoğu zaman ölüme beraber gittiklerine<br />

rastlıyoruz. Bu sebeple at <strong>bir</strong> şekil değil <strong>bir</strong><br />

“tür” aslında <strong>bir</strong> “boy/soy” olarak anlatılmıştır.<br />

Türkülerde, şiirlerde, yazılarda atı kendimiz gibi<br />

bilerek yer vermemişiz. Hâlbuki onun Türk tarihi<strong>nde</strong><br />

çok özel <strong>bir</strong> yeri var. Fatih Sultan Mehmed<br />

Hanın, İstanbul surlarının önü<strong>nde</strong> Venedik gemilerini<br />

durduramadığı için Çandarlı Halil Paşa’ya<br />

kızarak denize sürdüğü kırata bakın!... Kıratın<br />

azametini ve binicisinin zapt edilmez hâlini göreceksiniz.<br />

Bu tablo, atla insanın en iyi <strong>bir</strong>likteliğini,<br />

kararlılığını, uyumunu gösteren tablodur.<br />

Denize dalan kırat ile sultanın kararlığı aynı. Bu<br />

<strong>bir</strong> düğün değil, bayram değil, tören değil, neden<br />

sultan kıratın üzeri<strong>nde</strong>...■<br />

48<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ÜNAL TAŞKIN<br />

İlginç rivayetlerden<br />

<strong>bir</strong>i de atlara fecr<br />

vakti<strong>nde</strong> İnsanoğlunun duaya<br />

izin düşünüş verildiğinin tarzını<br />

söylenmesidir.<br />

deri<strong>nde</strong>n etkileyen<br />

Bu evcil rivayete at, kendi göre<br />

atların coğrafyasını duası terk<br />

Yarabbi eden muzaffer beni<br />

insanlardan<br />

savaşçıları taşıyarak<br />

her belli kime <strong>bir</strong> düzen ihsan ve<br />

edersen, hukuka sahip onun büyük<br />

ehl-i imparatorlukların<br />

malının<br />

ziyade oluşmasına sevgilisi zemin kıl<br />

şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

hazırlamıştır.<br />

Bozkır kültürü at üstü<strong>nde</strong> doğmuş, attan beslenmiş<br />

ve atla yayılmıştır. Türklerin yaşamında<br />

çok önemli ve özel <strong>bir</strong> yeri olan at, özel adlarla<br />

nitelendirilmiştir. Törenle gömülen atlar, zekâ sahibi<br />

olan kutsal hayvanlar olarak kabul edilmişlerdir. At,<br />

Türk destanlarının en önemli motifleri<strong>nde</strong>ndir. Birçok<br />

destanda, destan kahramanının hem bu dünyada silah<br />

arkadaşı olduğu için hem de öldükten sonra yoldaşı<br />

olacağı için, ayrı ve eşsiz <strong>bir</strong> değer taşır.<br />

Atın evcilleştirilmesi ile ilgili tartışmalar sürmekte<br />

olup genel kanaat Türkler tarafından evcilleştirildiği<br />

yönü<strong>nde</strong>dir. Atın evcilleştirilerek insanın hizmetine<br />

sunulması tarihte büyük <strong>bir</strong> hamle sayılır. Evcilleştirme<br />

insanoğlunun hayvan türleri üzeri<strong>nde</strong> hâkimiyet<br />

kurmasını ve “çoban kültürü” olarak adlandırılan<br />

kültürel aşamanın gerçekleşmesini sağlamıştır. Atın<br />

evcilleştirilmesi, insan topluluklarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle<br />

ilişki kurmasına vesile olmuş ve medeniyetlerin gelişmesi<strong>nde</strong><br />

etkili olmuştur. İnsanoğlunun düşünüş tarzını<br />

deri<strong>nde</strong>n etkileyen evcil at, kendi coğrafyasını terk<br />

eden muzaffer savaşçıları taşıyarak belli <strong>bir</strong> düzen ve<br />

hukuka sahip büyük imparatorlukların oluşmasına ze-<br />

49<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


min hazırlamıştır.<br />

Asya bozkırlarının iklimine uygun <strong>bir</strong> şekilde hayatlarını<br />

sürdürmek zorunda olan Türkler, güttükleri<br />

hayvanları için yeni otlaklara göç etmek ve su kaynaklarına<br />

yakın yerlere gitmek zorunda kalmışlar ve<br />

hayvanları uygun mevsimde bu yerlere sevk etmek<br />

için hızlı ve dayanıklı araçlara ihtiyaç duymuşlardır.<br />

Atın insanlığın hizmetine kazandırılması süreci bu ihtiyaçlardan<br />

hareketle başlatılmıştır.<br />

Bu aşamadan sonra at Türk insanın ayrılmaz <strong>bir</strong><br />

parçası olmuştur. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n, derisi<strong>nde</strong>n<br />

faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında gerektiği<strong>nde</strong><br />

sahibiyle konuşabilen, düşmanın kokusunu<br />

alıp sahibini uyarabilen, kahramanın anası, babası,<br />

kardeşi, yoldaşı olan, sahibini tenkit eden, ona hatırlatmalarda<br />

bulunan, kahramana yardım eden ve hatta<br />

onunla ağlayan <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür. Bazen atlar,<br />

Dede Korkut Hikâyeleri’<strong>nde</strong> olduğu gibi, kahramanlarıyla<br />

<strong>bir</strong>likte zikredilmiş; bazen de Bey Böyrek ve<br />

Şah İsmail hikâyeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi mucizevî <strong>bir</strong><br />

şekilde sahipleriyle <strong>bir</strong>likte dünyaya gelmişlerdir.<br />

Dünyadaki bütün toplumlar içi<strong>nde</strong> özel <strong>bir</strong> yere sahip<br />

olan atın, Türk mitolojisi<strong>nde</strong> kendine has özellikleri<br />

olduğu görülür.<br />

Türkler atların sudan, dağdan, gökten, rüzgârdan,<br />

mağaradan zuhur eden kutsal aygırlardan türediğine<br />

inanmışlardır. Buradan hareketle günümüz Türk<br />

edebiyatında atlara ilişkin efsaneler, gök, rüzgâr,<br />

mağara-toprak ve su menşeli atların bulunduğu efsaneler<br />

olmak üzere dört başlık altında toplanmaktadır.<br />

Bu türden <strong>bir</strong> ayırım, ilkçağlardan beri evrenin özünü<br />

oluşturduğuna inanılan dört unsur (anasır-ı erbaa) görüşünü<br />

akla getirmektedir.<br />

Eski Türkler tarafından atın gök ve su bağlantılı<br />

olduğu, daha fazla kabul görmüş <strong>bir</strong> anlayıştır. Bu<br />

inanışın izlerini destan, masal ve hikâyelerde görmek<br />

mümkündür. Mesela Akhan ve Atın Taycı adlı Altay<br />

masalında, kahramana atı ve elbisesi tanrı tarafından<br />

gö<strong>nde</strong>rilmiştir. Yakut destanında kahramanların atları,<br />

at sürüsü ilahesi tarafından güneş memleketi<strong>nde</strong>n<br />

gö<strong>nde</strong>rilir. Bir Teleut efsanesine göre ise, tanrı atına<br />

binerek yeryüzüne iner. Manas’ın Kula Tay’ının görünmez<br />

kanatları ve olağan üstü güçleri vardır. Yine<br />

Başkurtlar, “tulgar” adını verdikleri kanatlı atın, kendilerine<br />

yukarı âlemden haber getirdiklerine inanırlar.<br />

Atın yukarı âlemle aşağı âlem arasında <strong>bir</strong>leştirici<br />

işlevi olduğu Anadolu Türkmen gelenekleri<strong>nde</strong> de<br />

görülür. Mesela Baba İlyas, Amasya Savaşı’nda ölmemiş,<br />

atına binerek gökyüzüne çıkmıştır.<br />

Atın kanatlı olması ve uçabilmesi, su menşeli atların<br />

<strong>bir</strong> özelliğidir. Abdal söylencelerine göre, Kaf<br />

Dağı’nın ardındaki süt gölü<strong>nde</strong> yakalanamayan atlar<br />

yaşarmış. Hızır, ölüme çare ararken bunları görmüş<br />

ve yakalayamamış. Bir gün göle şarap dökerek atları<br />

sarhoş etmiş. Atlardan <strong>bir</strong> çiftini alarak kanatlarını<br />

koparmış ve bunları çiftleştirmiş. İlk at böylece<br />

zuhur etmiş. Yine Avşar söylencelerine göre Âdem<br />

Ata, Allah tarafından ata bindirilerek cennetten çıkarılmış.<br />

At o zamanlar kanatlıymış. Âdem Ata, at tekrar<br />

cennete dönmesin diye onun kanatlarını yolmuş.<br />

Kanatları yolunan atın kanat gücü ayaklarına geçmiş.<br />

Atın Burak soyu ise hala cennette yaşamaktaymış. Bu<br />

inanış kimi baytarnamelerde işlenmiştir. Mesela, Hz.<br />

Peygamber’e sorulan Cennette at var mıdır sorusuna;<br />

Cennete girdiği<strong>nde</strong> yakuttan iki kanatlı <strong>bir</strong> at sana<br />

yanaştırılacak ve cennet içi<strong>nde</strong> istediğin yere uçacaksın<br />

cevabı verilmiştir. İlginç rivayetlerden <strong>bir</strong>i de atlara<br />

fecr vakti<strong>nde</strong> duaya izin verildiğinin söylenmesidir.<br />

Bu rivayete göre atların duası Yarabbi beni insanlardan<br />

her kime ihsan edersen, onun ehl-i malının ziyade<br />

sevgilisi kıl şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

Gök ve su menşeli at efsaneleri Türklerin en<br />

meşhur atı olan Argamak’ın hayat hikâyesine köken<br />

oluşturmaktadır. Asya bozkırlarında, Fergana’da “kanatlı<br />

atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atların<br />

(argamak) [1] ” yaşadığı söylentisi yaygındı. Divan-ı<br />

Lügati’t-Türk’te tanımlanan, yaban aygırıyla evcil<br />

kısrağın çiftleşmesi<strong>nde</strong>n doğan ve “arkun” denilen<br />

atlar muhtemelen argamaklar olmalıdır. Atın Türkler<br />

tarafından hafif teçhizatlı süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması,<br />

dünya savaş tarihi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dönüm noktasıdır. Bu<br />

sayede kolay hareket edebilen, uzun mesafeleri kısa<br />

zamanda kat edebilen, manevra yeteneği fazla ve oldukça<br />

etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle<br />

Çinliler, Türklerin hâkimiyet sırrının, onların atlarından<br />

kaynaklandığına inanıyorlardı. Diğer yandan denizden<br />

veya dağdan çıkan ilahi aygırlardan türeyen,<br />

hızda rakipsiz atların, Allah tarafından Türklere bahşedilmesi,<br />

Türklerin diğer milletlere üstün oldukları<br />

inancını beraberi<strong>nde</strong> getirmişti. Türk usulünü örnek<br />

alarak ordularını ıslaha girişen Çinliler, Hun atlarının<br />

en iyi yetiştirildiği bölge olan Fergana’dan yetişip<br />

1. Bu atların omuzlarında, parafiliaria multipapilosa’nın<br />

neden olduğu <strong>bir</strong> cilt hastalığı nedeniyle, hafif kanamalar<br />

olup, terlerine hafif <strong>bir</strong> kızarıklık vermesi<strong>nde</strong>n dolayı, atlar<br />

kan terleyen adıyla meşhur olmuşlardır.<br />

50<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“kan terleyen atlar” ya da<br />

“Gök Tanrı atı” diye adlandırdıkları<br />

bu atları temin<br />

etmek için büyük gayretler<br />

göstermişlerdir. Zira o dönem<br />

itibariyle Asya’nın en<br />

cins ve en uzun koşan atlarını<br />

Hunlar yetiştiriyorlardı.<br />

Argamak<br />

İmparator Wu-ti (M.Ö.<br />

140–87) dönemi<strong>nde</strong> Çin, batıya<br />

doğru yönelmiş, büyük<br />

kaynaklar aktararak zaferler<br />

kazanan <strong>bir</strong> ordu kurmuştu.<br />

Ancak Hun Devleti’ni <strong>bir</strong><br />

türlü bastıramamış ve yok<br />

edememişti. Kurulan süvari<br />

<strong>bir</strong>likleri Hun atlılarıyla boy ölçüşemiyordu. Çinliler<br />

buradaki başarısızlığı süvarilerinin kullandıkları atların<br />

kalitesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu sırada İmparator<br />

Wu-ti’ye Fergana’daki “kanatlı atlardan türemiş<br />

olan ve kan terleyen asil atlardan (argamak)”<br />

söz edildi. Bunun üzerine İmparator Wu-ti kan<br />

terleyen atları elde etmek için hareket geçti. Kan<br />

terleyen atlara ilişkin Argamak hikâyesinin devamı<br />

ise şu şekildedir:<br />

“Fergana’daki yüksek dağlarda asla yakalanamayan<br />

atlar yaşardı. Bu atlar, seçilerek dağ eteklerine<br />

salınan benekli kısraklarla çiftleşirler ve bu<br />

kısraklardan kan terleyen taylar doğardı. Wu-ti<br />

bu hikayeyi duyunca ne pahasına olursa olsun<br />

argamakların ele geçirilmesini istedi. Fergana<br />

üzerine iki sefer düzenleyen Wu-ti, ilki<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong><br />

şey elde edemedi. Fakat ikinci sefer oldukça<br />

etkili oldu ve yapılan savaşta Fergana ileri gelenleri<br />

ya esir edildi ya da öldürüldü. Geride kalanlar<br />

kaleye çekilerek, müzakerelere başlandı. Ferganalılar,<br />

Çinlilerin geri çekilmesine karşılık olarak<br />

argamakları vereceklerini; aksi halde onları öldüreceklerini<br />

söylediler. İçi<strong>nde</strong> bulunulan durumu<br />

değerlendiren Çinliler, şartları kabul ederek <strong>bir</strong><br />

miktar argamakla 300 adet kısrak alarak geri döndüler.<br />

Ancak Fergana seferleri Çin’e çok pahalıya<br />

mal oldu. Savaş için yönetimin yaptığı hesapsız harcamalara<br />

karşı, savaş sonunda elde edilen başarı son<br />

derece mütevazı gibi görünüyordu. Bu durum Çin’de<br />

hanedanın geleceğini tehlikeye<br />

sokmuştu”.<br />

Hikâyeden de anlaşılacağı<br />

üzere Türk atı çok değerliydi<br />

ve onu elde etmek her şey demekti.<br />

Ama bu tutku sadece<br />

Çinlilere has <strong>bir</strong> şey değildi.<br />

Bu atların hızına ve güzelliğine<br />

Büyük İske<strong>nde</strong>r de hayran kalmıştı.<br />

Abbasi Devleti’nin ordularında<br />

Türk nüfuzunun görüldüğü<br />

yıllarda, Türkler, göl<br />

aygırının nesli<strong>nde</strong>n türediğine<br />

inandıkları bu atları halifeler<br />

için yetiştiriyorlardı. Orta<br />

Asya’dan Anadolu’ya gelen<br />

Türklerin yetiştirdiği atların<br />

Türkistan nesli<strong>nde</strong>n olduğu ifade edilmektedir. Bu<br />

dönemde, en değerli atların Kastamonu-Sinop bölgesi<strong>nde</strong><br />

yetiştirilen atlar olduğu söylenmektedir.<br />

Yine aynı dönemde Doğu Anadolu ve Urmiye civarındaki<br />

Türkmenlerin yetiştirdikleri atlara da itibar<br />

edilmiştir. Karakoyunluların yetiştirdikleri güzel<br />

argamaklar, XV. yüzyılda Timurlular vasıtasıyla<br />

Çin’de tekrar gü<strong>nde</strong>me gelmiş ve Çin imparatoru<br />

tarafından talep edilmiştir.<br />

Türk toplumunun belleği<strong>nde</strong> ayrı <strong>bir</strong> yeri olan<br />

at, efsane, destan, masal ve halk hikâyeleri<strong>nde</strong> ayrı<br />

ayrı rollere bürünmüştür. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n,<br />

derisi<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında,<br />

gerektiği<strong>nde</strong> sahibiyle konuşabilen, onun kardeşi,<br />

yoldaşı olan, kahramana yardım eden <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür.<br />

En eski çağlardan beri Türklerin siyasal,<br />

dinsel ve toplumsal yaşamında at önemli <strong>bir</strong> yere<br />

sahiptir. Folklorik ve dinsel değerinin yanı sıra,<br />

binit ve savaş aracı olarak kullanılması, atı sosyal<br />

ve siyasal hayatın vazgeçilmez <strong>bir</strong> parçası haline<br />

getirmiştir. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı<br />

süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması, kolay hareket<br />

edebilen ve oldukça etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkarmış<br />

ve bu <strong>bir</strong>çok topluma örnek teşkil etmiştir. Siyasi<br />

olaylara neden olabilecek kadar değerli olan Türk atı,<br />

her devirde istenilen ve aranılan <strong>bir</strong> varlık olmuştur.<br />

Türklerin değişik sebeplerle, eski dünyaya yayılmaları,<br />

beraberleri<strong>nde</strong> oldukları atlarının geniş <strong>bir</strong> alanda<br />

tanınmasını sağlamış ve Türk atı, insanlık tarihi<strong>nde</strong>ki<br />

en önemli at ırklarından <strong>bir</strong>i haline gelmiştir.■<br />

51<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


İHSAN YAŞA<br />

Türkülerin analizini<br />

yapanlar, aynı<br />

zamanda halk<br />

kültürünün de<br />

analizini yapmış<br />

oluyorlar. Dolayısıyla<br />

kültürümüzün çeşitli<br />

konulardaki tespit<br />

ve telkinlerini gün<br />

ışığına çıkarmış,<br />

böylece milletimizin<br />

yaratıcı ve üretken<br />

<strong>bir</strong> zekâya, geniş <strong>bir</strong><br />

zihin yelpazesine<br />

sahip bulunduğunu<br />

kanıtlamış oluyorlar.<br />

Şüphesiz türküler yalnızca gönül tellerimizi<br />

titreterek ruhumuzu dinlendiren <strong>bir</strong>er sanat<br />

eseri değildir. Onlar aynı zamanda ortaya çıktığı<br />

dönemlerin acı, hüzün veya sevinçlerini, darlık<br />

veya ferahlık gibi ekonomik gelgitlerini, toplumsal<br />

huzursuzluk veya gerginlik gibi sosyal dalgalanmalarını<br />

da aksettiren sözlü verimleridir.<br />

Büyük oğlan esker, öteki çırak<br />

Han için param yok, oteli bırak<br />

Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli uzak<br />

Bir değil, beş değil yara dohdur beg<br />

Keza türküler, halkımızın sağlık, gençlik ve<br />

aşk ile ilgili düşüncelerini de yansıtır; bazı bedenî<br />

ve ruhî hastalıkların sebepleri ve çareleri ile ilgili<br />

olarak da <strong>bir</strong> şeyler söyler. Kısacası Türkülerimizde<br />

milletimizin çeşitli konulardaki temel görüşleri,<br />

hayata bakışı, dünya ve ahret anlayışı, insanlar arası<br />

ilişkileri vardır. Farzımuhal gurbet hasretliğinin<br />

kimi insanı hasta edebileceğini, bunun çaresinin<br />

ise sılaya gitmek olduğunu <strong>bir</strong>çok türküde görmek<br />

mümkündür. Şu mısralar gurbette hasta olup hekime<br />

giden vatandaşın hâlini gösteriyor:<br />

52<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Valla doktor bana dedi<br />

Dön artık çaren yoktur<br />

(Çukurova türküsü)<br />

Bilhassa yâre kavuşamamak yüzü<strong>nde</strong>n pek çok<br />

insanın hasta olduğunu anlatan türküler çoktur.<br />

Mesela aşağıdaki Şanlıurfa türküsü<strong>nde</strong> vuslatın<br />

gerçekleşmemesinin sebep olduğu rahatsızlık belirtiliyor<br />

ve buna ciğer hastalığı deniliyor. Burada ve<br />

daha pek çok başka türküde geçen ciğer ta<strong>bir</strong>i bildiğimiz<br />

karaciğer veya akciğer değil, gönül yorgunluğundan<br />

kaynaklanan genel <strong>bir</strong> düşünlük veya çökkünlük<br />

(depresyon) hâlidir. Türkülerde sık geçen<br />

ve ‘gönül yarası’ olarak da ifade edilen, yâr’dan<br />

başka dermanının bulunmadığı iddia edilen durum<br />

da budur. (Hemen hatırlatalım ki günümüzde artık<br />

bu tip rahatsızlıkların da çaresi vardır.)<br />

Kara giydim yastayım ben<br />

Yâr yüzü<strong>nde</strong>n hastayım ben<br />

Derman kâr eylemez bana<br />

Ciğerimden hastayım ben<br />

Türkülerde hekimlerin yapması ve yapmaması<br />

gereken davranışları veya halkın tabiplerden ne<br />

beklediğinin ipuçlarını bulmak da mümkündür.<br />

Mesela hastalar herkesin yanında, kalabalık <strong>bir</strong><br />

ortamda doktora bütün şikâyetlerini söylemezler.<br />

Çünkü bunun <strong>bir</strong> sır olduğunu düşünüp hekimin de<br />

bu sırra riayet etmesini ve hasta ile yalnız olarak<br />

konuşmasını beklerler. Hastane polikliniği<strong>nde</strong> başı<br />

çok kalabalık olan hekime şikâyetini söyleyemeyen<br />

vatandaş yaşadığı hayal kırıklığını ve hekime<br />

serzenişini –onu incitmeden- bakın ne de güzel dile<br />

getiriyor:<br />

Diyeceğim çok ama<br />

Pek kalabalık yerdesin<br />

(Kırşehir türküsü)<br />

Vatandaşın hekimden <strong>bir</strong> başka beklentisi de<br />

onun bacı kardeş gibi olmasıdır:<br />

Üreklerin tacı olan<br />

Bize kardaş bacı olan<br />

Dermanları acı olan<br />

Ağ halatlı doktorlar<br />

Türkülerde hastayı anlayan müşfik hemşireler<br />

de unutulmamış:<br />

Benim güzel hemşirem<br />

İğne düşmez eli<strong>nde</strong>n<br />

Hastalarını çok sever<br />

Bal akıyor dili<strong>nde</strong>n<br />

Bu arada hemşireye gönlünü kaptıran hastalar<br />

da oluyor. İnsanlık var olduğundan beri hep yaşanmış<br />

ve yaşanacak olan zaafları da türküleri<strong>nde</strong><br />

dillendiriyor halkımız. Bazen aşk bazen de nefis ile<br />

karşımıza çıkan bu ezeli duygu da elbette türkülerde<br />

yer alacaktı:<br />

Giymiş beyaz önlüğü<br />

Başına takmış tacı<br />

Senin gibi güzele<br />

Diyemiyorum bacı<br />

Bilindiği gibi sağlık denilince akla sadece ‘beden<br />

sağlığı’ ya da ‘ruh sağlığı’ gelmez, bunlarla<br />

<strong>bir</strong>likte ‘fikren sağlıklı olmak’ hâli de gelir. ‘Sağlıklı<br />

düşünebilmek’ kabiliyeti veya keyfiyeti <strong>bir</strong>az<br />

sübjektif <strong>bir</strong> hüküm olmakla beraber farzımuhal<br />

“Pire için yorgan yakan” veya “nefsanî arzuları<br />

için bütün varını yoğunu tüketen” <strong>bir</strong> kişinin sağlıklı<br />

<strong>bir</strong> düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek<br />

de mümkün değildir. Hakeza ertesi gün okulda<br />

imtihanı olduğu hâlde akşama kadar sokakta oyun<br />

oynayıp hiç ders çalışmayan <strong>bir</strong> öğrenciyi -yanaklarından<br />

kan damlasa da- tam olarak sağlıklı kabul<br />

etmek doğru değildir. Aynı şekilde gece gündüz<br />

yârini düşünerek Mecnun’a dönmüş, böylece zihin<br />

ve ruh sağlığını kaybetmiş <strong>bir</strong> kişiye de normal<br />

denilemez. Yani vücudunda herhangi <strong>bir</strong> hastalık<br />

belirtisi olmayan, bedenen sağlam gibi duran nice<br />

insan vardır ki aslında ruhen ve fikren maluldür.<br />

Türkülerimizde (ve onun gibi anonim atasözlerimizde)<br />

bunlara ait değerlendirmeler de var.<br />

Mesela ‘Duvarı nem, yiğidi gam bitirir’ deyişi<br />

bunu gösteriyor. Aslında halkımız uzun süren derin<br />

üzüntü ve düşüncenin ne kadar zararlı olduğunu bilir;<br />

lakin gene de sosyal tarihimizde bu tip vakalar<br />

az değildir. Üzüntü ve karasevdadan dolayı hasta<br />

olanlar, maalesef türkülerimizin çoğunun konusunu<br />

teşkil etmiştir:<br />

Sevda çekenlerden gülen olmamış<br />

53<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Ağlamış gözyaşın silen olmamış<br />

Veya aşağıdaki türküde gördüğümüz gibi yârden<br />

ayrılmaya ölüm yeğ tutulmuştur:<br />

Karadır kaşların benzer kömüre<br />

Yârdan ayrılması zarar ömre<br />

Kollarımdan bağlasalar demire<br />

Kırarım demiri koşarım yâre<br />

İnsanımızın gönül yarasına çok çabuk kapılmış<br />

olmasının sebeplerini anlamak ayrı <strong>bir</strong> konudur<br />

ama bu hususta da <strong>bir</strong>kaç şey söylemekte yarar var<br />

sanırım. Bizce sebeplerin en önemlisi türkü, hikâye<br />

ve masallardaki bu yö<strong>nde</strong>ki telkinlerdir. Yani böylesi<br />

söz ve deyişler karasevdanın sebebini teşkil ettiği<br />

gibi sonucunu da etkilemiştir. Bir bakıma <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini<br />

etkileyerek artıran karşılıklı tesirler söz konusudur.<br />

İnsanlar bu telkinleri yapan türkü, hikâye ve<br />

masalları dinleye dinleye hassas, nazlı ve karamsar<br />

<strong>bir</strong> kişilik ve zihniyet yapısını bürünmüş oluyorlar.<br />

Tersi de varittir. Yani fazla duygusal ve hassas <strong>bir</strong><br />

şahsiyet yapısına sahip bulunanlar bu tip söz ve deyişleri<br />

yaratmaya daha yatkın oluyorlar.<br />

Türkülerdeki psikolojik ve sosyal<br />

tespitler<br />

İnsan ne kadar iradeli ve erdemli olursa olsun<br />

gene de nefsinin etkisi ile sonradan pişman olacağı<br />

yanlışlıklar yapabilir. Hem toplumumuzda hem<br />

de insanlık tarihi<strong>nde</strong> bu hakikatin sayısız örnekleri<br />

vardır. İşte bu gerçeği de türkülerimizde görmek<br />

mümkündür. Bir türkünün şu güftesi hem bu ezeli<br />

gerçeği ifade ediyor hem de kişinin kendini tanıması<br />

gerektiğini hatırlatıyor:<br />

Suda balık yan gider<br />

Açma yaram kan gider<br />

Açma güzel sineni<br />

Cahilim aklım gider<br />

Aslında insanımız <strong>bir</strong> taraftan yâri her şeyin dermanı<br />

olarak görürken diğer taraftan onun da zalim<br />

<strong>bir</strong> tarafının bulunduğunu söylemekte ama gene de<br />

ondan vazgeçmemektedir:<br />

İki dağın arası var<br />

Bu gönlümün yarası var<br />

Doktorlarda bulamadım<br />

Zalim yârda çaresi var<br />

Bazı âşıklar ise hem sevdiğini yücelterek yere<br />

göğe sığdıramaz hem de onun da el olduğu için tam<br />

<strong>bir</strong> bağlılık içi<strong>nde</strong> bulunmadığından yakınır. İnsanın<br />

kafasının zaman zaman karışık ve çelişkilerle<br />

dolu olduğuna <strong>bir</strong> örnek teşkil etmesi bakımından<br />

şu Kırıkkale türküsü çok manidardır:<br />

Altın yüzük ulanmaz<br />

Suya atsan bulanmaz<br />

Elkızı değil mi ki<br />

Kurban olsan inanmaz<br />

Bu farklı iki türkü de gösteriyor ki âşıkların, uğruna<br />

her şeyini feda ettikleri güzel yârin de kusurları<br />

var. Bu kusur yalnızca ‘her beşerde kusur bulunur’<br />

vecizesi ile açıklanacak <strong>bir</strong> durum değil, daha<br />

karmaşık duyguların hâkim olduğu <strong>bir</strong> şaşkınlık ve<br />

tutarsızlık hâlidir. İnsanların zaman zaman hata yapabilmesi<br />

başka <strong>bir</strong> şey, güvenmeme ve inanmama<br />

hissiyatı daha başka <strong>bir</strong> şeydir. Hata yapan kişi kusurunu<br />

fark ederek düzeltir, izahını yapar, mesele<br />

tatlıya bağlanır. Fakat inanmamak ve güvenmemek<br />

daha yaralayıcı ve etkileyici <strong>bir</strong> olumsuzluktur. Bu<br />

zaafın yârde bulunması az <strong>bir</strong> uyumsuzluk değil.<br />

Buna rağmen âşıklar bunu da tam olarak değerlendiremezler.<br />

Sanıldığının aksine halkımız çok eşliliği tasvip<br />

etmez. Birkaç karısı olan kişilere bazı bölgelerde<br />

e<strong>nde</strong>r olarak rastlansa da çoğunluk bunu doğru bulmaz<br />

ve yadırgar. İşte <strong>bir</strong> Orta Anadolu türküsü:<br />

Bir yiğide <strong>bir</strong> gelin yeter<br />

İki alanın derdi artar<br />

Hayat felsefesine ait önemli tespit ve tavsiyeler<br />

de vardır türkülerde. Her şeyin zamanında yapılması<br />

gerektiğini telkin eden, yaşlanma olmadan<br />

gençliğin değerinin bilinmesini öğütleyen şu Elâzığ<br />

türküsüne kulak verelim:<br />

Yüce dağ başını aştıktan sonra<br />

Olmamış yaramı deştikten sonra<br />

İster ölüm olsun ister ayrılık<br />

Neden bu genç ömrüm geçtikten sonra<br />

54<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Başkalarına özenip onları taklit etmenin insana,<br />

dolayısıyla topluma zarar verdiğini telkin eden türkülere<br />

de rastlıyoruz. Ama gene de toplumumuzda,<br />

bilhassa aydınlarımızda başkalarına benzeme meyli<br />

var. Hatta bu durum bazen o derece ileri gitmiş ki<br />

yabancı kültürleri üstün tutma noktasına kadar varmıştır.<br />

‘Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür’<br />

misali, milletimizin yöneticileri ve zenginleri Orta<br />

Asya’da iken Çinlilere benzemeye çalışıyorlardı,<br />

günümüzde ise Avrupalıların yaşantısına özenti var.<br />

İşte heveslenme ile ilgili <strong>bir</strong> Gaziantep türküsü:<br />

Yağmur yağdı ben ıslandım<br />

Geldim kapına yaslandım<br />

Eller de yârim dedikçe<br />

Ben ellere heveslendim<br />

Hayatta hiç<strong>bir</strong> suçun cezasız kalmayacağını,<br />

bu dünyada olmasa bile öbür dünyada herkesin<br />

ettiğinin karşılığını bulacağını telkin ederek insanları<br />

dürüstlüğe ve fazilete teşvik eden türküler de<br />

çoktur. Bu deyişler toplumsal dokumuzun sağlam<br />

kalmasına yardım ettiği gibi dürüstlükten ayrılmayanlara<br />

moral ve destek vererek onların kendine<br />

olan güvenini artırmakta, böylece insanların doğru<br />

yolda yürüme kararlılığını diri tutmaktadır:<br />

Ağlama sen garip anam bu işler olur<br />

Beni vuran zalim Allah’tan bulur<br />

Malum, hastanelerdeki hasta ziyaretlerinin gerekli<br />

olup olmadığı, hastaların bundan rahatsızlık<br />

duyup duymadığı hususu zaman zaman tartışılmaktadır.<br />

Ancak türkülerden öğreniyoruz ki, hastalar<br />

dostlarının ziyareti<strong>nde</strong>n memnun olmaktadır.<br />

İşte <strong>bir</strong> Şebinkarahisar türküsü:<br />

Geçen yıl bu zaman sapa sağlamdım<br />

Serum şişesine bağlandım kaldım<br />

Yatmadan dostlarım var idi sandım<br />

Kimseler gelmiyor yanıma benim<br />

Günümüzde gelişmiş tıbbın önerileri varken,<br />

psikoloji ve sosyoloji gibi modern bilimlerin verileri<br />

ortada iken eski insanlarımızın bu mevzulardaki<br />

tespit ve tavsiyelerine değer vermeye ne gerek<br />

var’ diye düşünenler olabilir. Bunun açıklamasını<br />

yapmadan önce <strong>bir</strong> hususu belirtelim: Türkü ve<br />

atasözleri<strong>nde</strong>ki bazı bilgi ve tavsiyeleri günümüzdeki<br />

modern hekimliğin alternatifi ve zıddı olarak<br />

görmemek lazım. Zaten dikkat edilirse bu bilgilerin<br />

çoğu çağımızın verileriyle <strong>bir</strong> tezat teşkil etmiyor,<br />

bilakis uyuşuyor. Dolayısıyla bunları <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerinin<br />

karşıtı gibi değil, tamamlayıcısı olarak kabul etmek<br />

daha doğru olur. Zira herkesçe malum olduğu üzere<br />

herhangi <strong>bir</strong>imiz -Allah korusun- amansız <strong>bir</strong> hastalığa<br />

yakalandığımızda bugünkü tıbbın tedavisinin<br />

yanında manevi telkin ve dualardan da medet umuyoruz.<br />

Biri maneviyatımızı yükselterek hastalıklara<br />

karşı direncimizi kuvvetlendirirken, diğeri bede<strong>nde</strong>ki<br />

hastalığı yok ediyor. İkisi <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini desteklemiş<br />

ve tamamlamış oluyor.<br />

Çağımızın sosyal bilimleri ve tıp teknolojisi<br />

fevkalade gelişmiş, <strong>bir</strong>çok hastalığa çare bulunmuş<br />

ama mutluluk ve huzurun reçetesi maalesef henüz<br />

tam olarak bulunamamıştır. Dolayısıyla çağımızın<br />

insanı tedirgin ve mutsuzdur. İnsanlar, yaşadıkları<br />

endişe ve sıkıntılardan kurtulmak için eski metotlara<br />

başvuruyorlarsa demek ki yeterince rahat ve<br />

huzurlu değiller.(Allaha sığınıp ondan yardım dilemenin<br />

anlamı da budur.)<br />

Türkülerimizde ve atasözlerimizde de bunlara<br />

ait tavsiyeler var. Şu veciz ifade ne kadar etkileyicidir:<br />

‘Ayağını sıcak tut, başını serin; düşünme derin<br />

derin.’ Bu deyiş hem bedenî hem de psikolojik<br />

sağlığı korumayı amaçlayan önemli <strong>bir</strong> düsturdur.<br />

Eskilerin kafası şimdikilerden daha rahat ve<br />

huzurlu olduğuna göre demek ki onlar kendilerini<br />

rahatlatmak ve mutlu olmak için daha tesirli yollar<br />

bulmuşlardı. O yolları şimdi bizim de bilmemizde<br />

fayda var diye düşünüyorum. ‘Damdan düşenin<br />

hâlini en iyi gene damdan düşen anlar’ deyişi<br />

hikâye ve masallarda olduğu gibi türkülerde de<br />

var:<br />

Hastanın hâli<strong>nde</strong>n ne bilir sağlar oy<br />

Döşek melûl mahzun yastık kan ağlar oy<br />

Yâr’dan çok şey beklemek<br />

Türkülerimizde en fazla konu edilen hususlardan<br />

<strong>bir</strong>i de yukarıda <strong>bir</strong> iki örneğini verdiğimiz ‘sevda’<br />

hissiyatıdır. Türkülere bakılırsa kişi her sıkıntıyı yâr<br />

ile aşar. Uykusuz geceleri hep yârden bilir. İştahsız,<br />

yorgun ve işlerine karşı isteksiz olmasının sebebi<br />

de yârdir. Hatta bedensel hastalıkların kaynağında<br />

da yâr hasreti vardır. Yani yâr varsa her şey güzel,<br />

55<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


o yoksa her şey kötüdür. Bu tespitler günümüzün<br />

tıp anlayışına tam olarak uymasa da tespitlerde kısmen<br />

gerçeklik payı var. Çünkü her şeyin başında<br />

moralin geldiğini tıp camiası da kabul ediyor. Hatta<br />

amansız hastalıkların sebepleri arasında, büyük ve<br />

uzun süren üzüntü ve streslerin bulunduğunu iddia<br />

eden hekimler de var.<br />

Ancak yâre kavuşmanın her şeye deva olması,<br />

yokluğunun ise neredeyse her hastalığa davetiye<br />

çıkarması gibi telkin ve düşünceler bizce doğru<br />

değil. Çünkü bu görüş hem gerçeklerle tam olarak<br />

bağdaşmıyor hem de terbiye sistemi bakımından,<br />

çocukları ve gençleri tutarlı yetiştirme açısından<br />

isabetli değil.<br />

Yâre bu kadar çok şey yüklemenin ve ondan<br />

çok şey beklemenin sebebi nedir acaba<br />

Evvela, türkülerde bu konuda <strong>bir</strong> abartı olduğunu<br />

söyleyelim. Çünkü toplumda yaygın olan <strong>bir</strong> durum<br />

değil bu. Vuku bulan böylesi tek tük hâdiseler<br />

türkülere ve hikâyelere konu olup defalarca dinlenince<br />

karamsarlık ve bedbinlik meydana geliyor.<br />

‘Bir insana kırk kere deli denirse o da kendisini deli<br />

zanneder’ misali insanlar uzun süre bu tip sözlere maruz<br />

kaldığında olumsuz etkileniyor.<br />

İkinci sebep türküleri ortaya çıkaran insanların kişilikleriyle<br />

alakalıdır. İnsanımız <strong>bir</strong> şeye bağlanırken<br />

de <strong>bir</strong> şeyden uzaklaşırken de maalesef bazen aşırıya<br />

gidiyor. Yani övgüleri<strong>nde</strong> de, yergileri<strong>nde</strong> de ölçüyü<br />

kaçırıyor. Bu mizaç yapısı böylesi karasevdayı ortaya<br />

faktörlerden <strong>bir</strong>idir.<br />

Üçüncü olarak, insanlar eskiden <strong>bir</strong>çok şeyi aileleri<br />

ve yakınlarıyla paylaşmıyorlardı. Çekingenlik ve aile<br />

içi<strong>nde</strong>ki yetersiz diyalog yüzü<strong>nde</strong>n şahsi duygular ve<br />

düşünceler kâfi derecede konuşulmuyordu. Dolayısıyla<br />

gençler her şeyini paylaşan <strong>bir</strong> evdeşin hayalini<br />

kuruyorlardı. Hatta gerçekte onda olmayan özellikleri<br />

de varmış gibi düşünüyorlardı. Aşk böyle başlıyordu.<br />

Âşıklara göre yâr, hem sırdaş hem eş hem de önemli<br />

<strong>bir</strong> güç kaynağı idi. O, kusursuz, her bakımdan<br />

mükemmel <strong>bir</strong> insan, her derde deva <strong>bir</strong> varlık idi.<br />

(Malum, âşıklar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leri<strong>nde</strong> kusur göremezler). O<br />

varsa dünya var, yoksa dünya anlamsızdır.<br />

Başka nedenler de sayılabilir ama netice itibariyle<br />

genel kültürümüzde ve özel olarak türkülerimizde<br />

rastladığımız yârle ilgili telakkiler bize göre<br />

gerçekçi <strong>bir</strong> bakış değil. Yâr gerçekten önemli ve<br />

insanı hayata bağlayan unsurlardan <strong>bir</strong>idir elbette<br />

ama her şey değildir. O duyguyu ne gereği<strong>nde</strong>n<br />

fazla büyütmek ne de önemsiz <strong>bir</strong> duyguymuş gibi<br />

görmezlikten gelmek doğru olmaz. Bazı kimselerin<br />

amiyane ta<strong>bir</strong>le söyledikleri ‘dünya karşı cins üzerine<br />

kurulmuştur’ sözü isabetli ve doğru değildir.<br />

Kişiler yârini kaybettiği zaman her şeyini yitirmiş<br />

gibi <strong>bir</strong> duyguya kapılmamalı veya derin <strong>bir</strong> yeise<br />

düşmemeli ya da vuslat olmadan da ayakları üzeri<strong>nde</strong><br />

durmasını becerebilmelidir. Bu şekildeki telkinlere<br />

daha fazla ihtiyaç var.<br />

Tıp uzmanı Dr. Sait Eğilmez, ses sanatçısı<br />

ve araştırmacı Salih Turhan ve yazar Osman<br />

Güzelgöz’ün <strong>bir</strong>likte hazırladıkları ‘Türkülerde<br />

Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türküler” isimli kitabı<br />

okurken bunları aklımdan geçirdim. Sağlık Bakanlığı<br />

yayınları arasında yeni çıkan bu önemli kitap<br />

kanaatimce <strong>bir</strong> boşluğu doldurmuştur.<br />

Göz hastalıkları doçenti S. Eğilmez’in, Âşık<br />

Veysel’e atfen yazdığı ve halk müziği sanatçısı Salih<br />

Turhan’ın notaladığı şiir de çok manidar:<br />

Sesin duydum Veysel, dengin aradım<br />

Sözünün üstüne söz bulamadım<br />

Görmenin ilmine ömrüm adadım<br />

Veysel’ce gören <strong>bir</strong> göz bulamadım<br />

Bu çerçevede ‘kansere sitem’ diyebileceğimiz<br />

şiirin sahibi değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakileri<br />

de hatırlayalım:<br />

Sanma ki ben se<strong>nde</strong>n korkan <strong>bir</strong>iyim<br />

Ha bugün ha yarın, ölüm mukadder.<br />

Bir kız torunum var; dünya güzeli<br />

Ki şimdi burada ne söylesem az<br />

Sabah akşam <strong>bir</strong> gül gibi elimde eli<br />

Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz<br />

Sonuç olarak, Türkülerin analizini yapanlar,<br />

aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış<br />

oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki<br />

tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış,<br />

böylece milletimizin yaratıcı ve üretken <strong>bir</strong> zekâya,<br />

geniş <strong>bir</strong> zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış<br />

oluyorlar. Ayrıca Türk Kültürünün çok<br />

köklü ve engin <strong>bir</strong> yapısının bulunduğunu da göstermiş<br />

oluyorlar. Politikacıların, <strong>bir</strong> kısım aydınların<br />

ve bazı sosyal bilimcilerin ‘halkın engin sağduyusu’<br />

ya da ‘halkın şaşmaz feraseti’ dedikleri şey<br />

bu olsa gerek.■<br />

56<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ÖMER KEMİKSİZ<br />

Ne vakit sahura kalksam,<br />

<strong>bir</strong> iftar sofrasında<br />

ezanı beklesem, teravih<br />

namazı için evden<br />

çıksam, bayram sabahı<br />

kapımı çalan çocuklarla<br />

göz göze gelsem,<br />

bayram ziyaretleri<strong>nde</strong><br />

büyüklerimin elini<br />

öpmek için davransam<br />

aklıma hep o çocukluk<br />

günlerimin ramazanları<br />

gelir ve şimdilerde sıkça<br />

duyduğumuz “Nerede<br />

o eski ramazanlar”<br />

sözü<strong>nde</strong>ki özlenen<br />

eski ramazanların o<br />

ramazanlar olduğunu<br />

düşünürüm.<br />

Ramazana günler kala evimizde tatlı <strong>bir</strong><br />

telaş başlardı. Her taraf baştan aşağı temizlenir,<br />

bu esnada ayakaltında dolaşmamızı istemeyen<br />

büyüklerimiz, bizleri evin dışına gö<strong>nde</strong>rmenin<br />

planlarını yaparlardı. Açılan yufkalar, biz<br />

çocukların ulaşamayacakları yerde saklanırdı. Ne<br />

olduğunu o zamanlar pek anlamasak da bu koşuşturmaca<br />

hoşumuza giderdi, eğlenirdik. Ramazan<br />

geliyor derlerdi bize. Biz, çocuk aklımızla gelenin<br />

<strong>bir</strong> misafir olduğunu düşünür, nasıl <strong>bir</strong>i olduğunu<br />

merak eder dururduk. Oruç tutmanın anlamını<br />

bilmezdik. Tutmak deyince somut olarak elle<br />

kavramayı gözümüzde canlandırdığımız <strong>bir</strong> dönemdeydik.<br />

Büyüklerden dinlediğimiz kadarıyla<br />

oruca <strong>bir</strong> “mana” yüklemeye çalışıyorduk.<br />

Çocukluğumuzun ramazanları hep kış günlerine<br />

rastlardı. Soğuk kış geceleri<strong>nde</strong> sahura kalkmak<br />

bize hep zor gelirdi. Akşam yatmadan önce<br />

kahramanlık gösterip sabahleyin kesin uyanacağımızı<br />

ve ertesi gün oruç tutacağımızı söylesek de<br />

o vakit geldiği<strong>nde</strong> yan çizmeye başlardık. Kar yağınca<br />

köyümüzün elektrikleri –özellikle gecelerisık<br />

sık kesilirdi. Gaz lambasının ışığı ve kokusu<br />

altında kalktığımız sahurlarda uyku sersemliğiyle<br />

kardeşler arası çarpışmalar sıkça yaşanan kazalardandı.<br />

Her ne kadar soğuk suyla yüzümüzü<br />

yıkasak da sofraya oturduğumuzda gözlerimizden<br />

uykunun aktığı hemen belli olurdu. Sabah ezanını<br />

duyar duymaz bütün lokmalar olduğu gibi sofraya<br />

bırakılır, oruç başlardı. Ezana yakalanmadan su<br />

içmek ve oruca niyet etmek için acele ediyorduk.<br />

57<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bazı sabahlar uykumuz kaçmış ve elektrikler de bizi<br />

terk etmemiş olursa sahur programlarını takip ediyorduk.<br />

O günlerde televizyonlarda yüzlerce kanal<br />

ve sahur programı adı altında magazin türü etkinlik<br />

yapanlar yoktu henüz. Ailenin bütün üyelerinin <strong>bir</strong><br />

arada aynı sofra etrafında buluştukları ramazan günleriydi<br />

o günler. Sonra sırası gelen ayrıldı o sofradan.<br />

Evlenenler, okumaya gidenler derken büyüdükçe<br />

koptuk sahur sofralarından.<br />

Okula gittiğimiz hafta içi günleri<strong>nde</strong> oruç tutmamızı<br />

istemezdi anne babamız. Herhalde açlığa dayanamayacağımızı<br />

düşünürlerdi. Biz de hafta sonları<br />

için onlardan söz alırdık. Ama bazen kendi sözümüzü<br />

bile tutamazdık. Kışın günler ne kadar kısa olsa<br />

da belli <strong>bir</strong> saatten sonra midemiz hareket geçmeye<br />

başlardı. O zaman devreye giren büyükler öğleye<br />

kadar tutulan orucun da kabul olacağını söylerler,<br />

bizi rahatlatırlardı. Hatta ara sıra “Yarın da öğleden<br />

akşama kadar tutar, ikisini tam gün yaparsınız.”<br />

şekli<strong>nde</strong> de takılırlardı bize. Orucu bozup karnımızı<br />

<strong>bir</strong> güzel doyurduktan sonra pişman olurduk. Keşke<br />

<strong>bir</strong>az daha dayanıp akşama kadar sabredebilseydik<br />

diye düşünürdük. İnsanın karnı aç olunca düşünemiyor<br />

işte böyle şeyleri. Her zaman böyle olmazdı tabi.<br />

Yıllar ilerledikçe oruç tuttuğumuz gün sayısında da<br />

artış olurdu elbet. Evde kardeşler, okulda arkadaşlar<br />

arasında kaç gün oruç tuttuğumuzun yarışını yapardık.<br />

Bu rekabet hem bize oyun gibi gelirdi, hem de<br />

ramazanları ve orucu daha çok sevmeye başlardık.<br />

Oruçlu olduğumuz günlerde iftar sofralarına zafer<br />

kazanmış <strong>bir</strong> edayla oturur, bu iftarı fazlasıyla hak<br />

ettiğimizi düşünürdük. Ailemizden aldığımız övgü<br />

dolu sözler de işin <strong>bir</strong> başka güzelliğiydi.<br />

İftar sofralarının hazırlanması ne çok sevindirirdi<br />

bizleri. İkindi vakitleri<strong>nde</strong> evdeki kadınlar arasında<br />

yapılan iş bölümü sonrası yemek hazırlıkları başlardı.<br />

Tencerelerden taşan yemek kokuları akşama doğru<br />

dayanılmaz <strong>bir</strong> hâl alsa da o vakte kadar açlığa<br />

dayanmış olan biz çocuklar, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi<br />

gösterirdik onlara. Dışarıda yağmur,<br />

kar varken bahçeye çıkıp oyun oynayarak vakit geçiremeyeceğimize<br />

göre çaresiz dayanmak zorundaydık<br />

o kokulara. Çorbası, salatası, kadayıfı… Şu ezan<br />

<strong>bir</strong> okunsun hepsi<strong>nde</strong>n fazla fazla yiyeceğiz derdik<br />

de iş yemeye gelince <strong>bir</strong> anda kesilir, doyardık. Ramazanın<br />

bereketi derlerdi bu duruma.<br />

Tek kanalda iftar programı başladığında ekranın<br />

herhangi <strong>bir</strong> köşesi<strong>nde</strong> hangi ilin iftar saati olduğu<br />

yazardı. Şehirlerin adını okuduğumuzda oradakileri<br />

içten içe kıskanırdık. Şimdi iftar sofrasında doya<br />

doya yemek yiyorlar diye hayal ederdik. Gözümüz<br />

<strong>bir</strong> ekranda, <strong>bir</strong> duvardaki imsakiyede, <strong>bir</strong> de saatte;<br />

kulağımız ise ezanda olurdu. İftar yaklaştıkça zaman<br />

sanki durur, vakit geçmezdi. Köyde olduğumuz için<br />

daha sonra şehirlerde duyacak olduğumuz top sesini<br />

de bilmezdik. Hele elektrikler de kesikse evde çıt<br />

çıkmazdı. Televizyonda da iftar saatini takip edemeyeceğimize<br />

göre okunacak ezanı duyabilme gayesiyle<br />

susardık. İmamın “Allahu Ekber” nidası ne büyük<br />

<strong>bir</strong> mutluluk ve huzurdu bizim için! Hem günü<br />

oruçlu geçirmiş hem de yer soframızdaki yemeklere<br />

rahatça dokunabileceğimiz anı yakalamıştık. Önce<br />

dualar edilir, ardından sular içilirdi. Sonra derin <strong>bir</strong><br />

sessizlik… Herkes karnını doyurmakla meşgul olurdu.<br />

Yemeğin akabi<strong>nde</strong> imsakiyeden o günün üzerini<br />

çizme görevi bana verilmişti. İlk günler bitmeyecekmiş<br />

gibi görünen ramazan günleri sona doğru sanki<br />

çifter çifter azalırdı. Sayılı günler çabuk geçermiş.<br />

Öyle derlerdi.<br />

Teravih namazı hazırlığı mutluluğun zirveye<br />

çıktığı anlardı. İbrikten alınan abdest, ellerimize<br />

sürdüğümüz esans, giyilen temiz elbiseler teravih<br />

hazırlıklarından yalnızca <strong>bir</strong>kaçıydı. Yollar çamur<br />

içi<strong>nde</strong> olduğundan paçalarımızı çoraplarımızın içine<br />

sokar, o şekilde giderdik camiye. Namaz esnasında<br />

çocukların yeri hep en arkalardı. Ön saflar yaşlılara<br />

ayrılmıştı. İnsanlar saflarda ilerledikçe yaşlanıyorlardı<br />

ya da yaşlandıkça saflarda ilerliyorlardı. Saflara<br />

veda edenlerin yerini başkası alıyordu. Namazın<br />

uzun olmasından mı nedir camideki çocuklar <strong>bir</strong><br />

süre sonra sıkılmaya, kendi aralarında gülüşmeye<br />

hatta son cemaat yeri<strong>nde</strong> koşuşturmaya başlarlardı.<br />

Bu yaramazlıkların büyüklerin tepkisine neden olduğunu<br />

hatırlamıyorum hiç. Ne onlara kızmak ne de<br />

onlardan orayı terk etmelerini istemek… Hiç<strong>bir</strong>ine<br />

başvurmuyorlardı. Yaşlıların çocuklara olan sevgi ve<br />

tahammülü o dönemde daha fazlaydı.<br />

Ramazanda soframıza katılan misafirlerin içi<strong>nde</strong><br />

en çok pideyi severdik. Babamın pazardan getirdiği<br />

pidelerin evimize girdiği günlerin oruçları daha <strong>bir</strong><br />

güzel gelirdi bize. O gelene kadar sofrada saltanat<br />

süren mısır ekmeği onun karşısında ikinci plana atılmış<br />

gibi olurdu. Evimize pidenin girmesi gerçekten<br />

olağanüstü <strong>bir</strong> şeydi. Sanki farklı <strong>bir</strong> dünyadan gelmiş<br />

gözüyle bakardık ona.<br />

Önce teravih namazları ayrılırdı bizden. Sonra<br />

son sahur… Arife günleri bayram coşkusunun arttığı<br />

günlerdi. Yine temizlik başlardı evde. Tatlıların<br />

kokusu buram buram yayılırdı etrafa. Arife hangi<br />

güne denk gelirse gelsin o gün ilçede pazar kuru-<br />

58<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lurdu. Babam alışveriş yapmak için çarşıya inerdi.<br />

Biz sabırsızlıkla onun getireceği şekerleri beklerdik.<br />

Elbet ayakkabı, elbise de getirirdi fakat biz yine de<br />

şekeri yeğlerdik. Bizim oralarda arife gününe “Ekmek<br />

günü” derlerdi. Niye öyle dendiğini bilmezdik,<br />

merak da etmezdik. Bizim için o günün tek anlamı<br />

bayramın habercisi olmasıydı. Elimize pirinç ve su<br />

tutuşturan büyüklerimizin emriyle mezarlığın yolunu<br />

tutardık. Kuşlar istifade etsin diye suyu ve pirinci<br />

mezarların üzerine bırakır, öğrendiğimiz duaları<br />

okur, gerisin geri eve dönerdik.<br />

Teravih ve sahurun ardından bizi terk etme sırası<br />

iftara gelirdi. Son iftarlar hep buruk geçerdi. Önümüzdeki<br />

seneye kimin çıkıp kimin çıkmayacağı bilinmediği<strong>nde</strong>n<br />

bu iftarın belki de bu fani dünyadaki<br />

son iftar olma ihtimali düşündürürdü büyükleri.<br />

Hepsinin dili<strong>nde</strong> daha nice ramazanlara ulaştırması<br />

için yaratıcıya gö<strong>nde</strong>rilen dua olurdu. Biz susardık.<br />

Ölüm düşüncesi çok uzaktı henüz bizlere. Tek düşüncemiz<br />

<strong>bir</strong> an önce sabahın olması ve bayramın<br />

başlamasıydı. Sofradan kalkınca babamın pazardan<br />

getirdiği torbalar ortaya dökülür, herkese bayram<br />

hediyeleri takdim edilirdi. Bayram şekerleri gizli <strong>bir</strong><br />

yere konur, bizden sabaha kadar onlara dokunmamamız<br />

istenirdi. Ama annem, annelik içgüdüsü<strong>nde</strong>n<br />

kaynaklanan <strong>bir</strong> şefkatle gizlice verirdi o şekerlerden<br />

bize. Şimdi düşünüyorum da galiba bayramlarda en<br />

çok lezzet aldığımız şekerler, gizlice yediğimiz o şekerlerdi.<br />

Çocuklar bayram sabahlarının en erken uyanan<br />

<strong>bir</strong>eyleridir belki. Zaten çoğu geceleyin doğru dürüst<br />

uyuyamamış, sabahı iple çekmiştir. Sahuru olmayan<br />

<strong>bir</strong> sabaha uyanmak <strong>bir</strong>az garip gelirdi bize.<br />

Bayram namazlarını mezarlık içi<strong>nde</strong>ki eski camide<br />

kıldığımızdan yola erken çıkmak icap ederdi. Ayrıca<br />

bayram için köye gelenlerin fazla olması sebebiyle<br />

camide yer bulmak da başka <strong>bir</strong> sıkıntıydı fakat kalabalık<br />

<strong>bir</strong> ortamda bayram namazını eda etmenin de<br />

tarifi imkânsız <strong>bir</strong> iç huzuru vardı.<br />

Namaz sonrası cami avlusunda gerçekleştirilen<br />

bayramlaşma, ardından mezarların ziyaret edilmesi,<br />

arabayla veya yaya olarak evlerine dönen insanların<br />

yollardaki görüntüsü, eve girişlerde önümüzde<br />

hazır bulduğumuz kahvaltı sofraları, el öpmek ve<br />

şeker toplamak için kapıyı çalan çocukluk arkadaşlarımızın<br />

sesi… Hepsi bayramın güzelliklerini tamamlayan<br />

unsurlardı. Ramazanları kış günleri<strong>nde</strong><br />

yaşayan çocuklara sanki Allah’ın <strong>bir</strong> lütfüydü bayram<br />

günleri<strong>nde</strong> havanın güneşli oluşu. Kahvaltıdan<br />

sonra evdekiler arasında gerçekleştirilen mini bayramlaşmadan<br />

sonra dışarı çıkma sırası bize gelirdi.<br />

Arkadaşlarla toplaşır, köyün en ucundan başlardık<br />

bayramlaşmaya. Hiç<strong>bir</strong> evi atlamadan dört dönerdik<br />

köy içi<strong>nde</strong>. Ziyaret ettiğimiz evlerde önümüze<br />

uzatılan şeker tabaklarından <strong>bir</strong>az da utanarak şekerlerimizi<br />

alır, atardık torbalara. Torbamızdaki şeker<br />

sayısı arttıkça artardı mutluluğumuz. Çikolatalar o<br />

dönem için oldukça “lüks”tü. Bunun için yalnızca<br />

<strong>bir</strong>kaç evden alabildiğimiz çikolataları cebimize<br />

bırakır, onları torbadaki şekerlerin arasına karıştırmazdık.<br />

Bayramlaşma bitip de eve döndüğümüzde<br />

de önce şekerlerden başlardık yemeye. Çikolataları<br />

en sona saklar, yemeye kıyamazdık onları.<br />

Şimdi büyüdük…<br />

Ne ramazanlarımız ne bayramlarımız eski güzelliğini<br />

taşıyor. Dört gözle beklenen günler değil artık<br />

o günler. Bir ramazana daha afiyetle eriştiğine şükretmek<br />

<strong>bir</strong> yana yaz sıcağında ramazanı yaşamaktan<br />

şikâyet eder olmuş bazıları.<br />

Sahur ve iftar sofralarımızın etrafı çekirdek ailelerle<br />

çevrelendi. Sofralarımız çekirdek misali küçüldü.<br />

Özlemle evimize girmesini beklediğimiz pide<br />

ve hurma ramazan harici<strong>nde</strong> de evlerimizde bulunabiliyor<br />

ama hiç<strong>bir</strong>i eski tadı vermiyor. Bir zamanlar<br />

büyüklerimizden beklediğimiz bayram hediyelerini<br />

şimdi bizim çocuklarımız bizden bekliyorlar. Teravih<br />

namazlarında son saflardan ortalara doğru ilerledik.<br />

Arife ve bayram günleri ziyaret ettiğimiz kabristanlıklardaki<br />

mezarların sayısı arttı. Nice sevdiğimiz<br />

ramazanlara veda edip göç etti bâki âleme. Bayram<br />

sabahları elleri<strong>nde</strong> torbalarla kapımızı çalan küçükler<br />

tıpkı bizim gibi mahcubiyetten dolayı kızaran<br />

<strong>bir</strong> yüzle elimizi öpmek için davranıyorlar ve kendilerine<br />

verilecek <strong>bir</strong> şeker bekliyorlar. Bayramlar<br />

tatil amaçlı eğlencelere döndü. Yaşlılar, çocuklarını<br />

gözleri yollarda boş yere bekliyorlar. Bavulunu arabasına<br />

atan soluğu tatil köyleri<strong>nde</strong>, otellerde alıyor.<br />

Bizim, bayramlarda giymek için can attığımız ayakkabı<br />

ve elbiselere şimdiler modası geçmiş gözüyle<br />

bakıyorlar. Bayram kutlamaları adı altında ekranlardan<br />

türlü rezaletten fışkırıyor.<br />

Ne vakit sahura kalksam, <strong>bir</strong> iftar sofrasında ezanı<br />

beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram<br />

sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem,<br />

bayram ziyaretleri<strong>nde</strong> büyüklerimin elini öpmek<br />

için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin<br />

ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz<br />

“Nerede o eski ramazanlar” sözü<strong>nde</strong>ki özlenen eski<br />

ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. ■<br />

59<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Leylâk kokulu bahçemiz<br />

İBRAHİM ÇAPAN<br />

Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr.<br />

Götürdü <strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü<br />

ayak izlerini de.<br />

Çocukluğumun geçtiği, Ruslardan kalma, toprak<br />

damlı bahçe içerisi<strong>nde</strong> yedi hanelik <strong>bir</strong> evdi. Bahçenin<br />

girişi, taş kemerli Kars’ta nadiren bulunan mimarî <strong>bir</strong><br />

özelliğe sahipti. Tahtadandı, evimizin kapısı ve pencere<br />

çerçeveleri. Başlardı damlamaya evimizin damı;<br />

karlar erimeye başladığında. Davetsiz misafirimizdi<br />

Nisan yağmurları. Annem, evin damlayan her <strong>bir</strong> köşesine<br />

bez yaydığı plastik leğenler ve kovalar koyar;<br />

yetmediği<strong>nde</strong> nenemin (babaannem) değer biçemediği<br />

bakır taslarını çağırırdı imdada. Vardı huzur “hayat<br />

bahçesi” dediğimiz yedi farklı renk mozaiği taşıyan<br />

bahçemizde. Akraba ilişkisi tazeliği<strong>nde</strong>ydi, komşuluk<br />

bağlarımız.<br />

Malakan idi ev sahibimiz. Etmedik hiç<strong>bir</strong> zaman<br />

merak Rusça ismini. Vermemiştik izin meraka. Aslan<br />

ve Şükrü isimli oğulları vardı. Hatta annem, Şükrü<br />

abinin askerliğini Asteğmen olarak yaptığını anlatırdı,<br />

uzun kış günleri<strong>nde</strong> masal yerine.<br />

Lâle Teyze; uzun boylu, deniz mavisi gözleri ve<br />

buğday sarısı kıvırcık saçlarıyla barbi bebek güzelliği<strong>nde</strong>ydi.<br />

Kırmızıya gönlünü kaptırmış gibiydi Lâle<br />

Teyze. Eksik olmazdı dudaklarından kırmızı ruju, tırnaklarından<br />

da kırmızı ojesi. Vardı incecik parmakları.<br />

Bakımlıydı uzunca tırnakları. Benzemiyordu hiç annemin,<br />

nenemin, diğer komşu kadınların tırnaklarına.<br />

“ Ağlama<br />

dillerim dolaşmadan<br />

yumruğum çözülmeden gecenin karşısında<br />

şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı<br />

üzerime yüreğimden başka muska takmadan<br />

konuşmak istiyorum.”<br />

İsmet Özel<br />

Benziyordu burnu “ Tatlı Cadı” televizyon dizisi<strong>nde</strong>ki<br />

Sementa’nın burnuna. Merak etmişimdir hep, oynattığında<br />

burnunu neler yapabileceğini. Güzelliğine güzellik<br />

katardı yuvarlık altın sarısı gözlüğü. Mümkün<br />

değildi unutmak beyaz çoraplarını ve kot pantolonlarını.<br />

Hatasız konuşurdu Türkçeyi. Tek tek dökülürdü<br />

ağzından Türkçe kelimeler. Benzemezdi konuşması<br />

bizim konuşmalarımıza. Hele anneme “ Meloş ” demesi<br />

giderdi çok hoşuma. Azdı anneme ismiyle hitap<br />

edenlerin sayısı. Ya “ yenge ”, ya “ gelin ” ya da “ g(k)<br />

ız ”dı adı annemin. Duymamıştım babamdan da adını<br />

annemin. Benim için de “anne” idi. Güzelleşirdi Lâle<br />

Teyzenin, o güzel Türkçesiyle annemin adı.<br />

Lâle Teyze, kışın yaşardı İstanbul’da. Nevruz bayramını<br />

kutlamak için gelir, kar yağıncaya kadar çıkarırdı<br />

Kars’ın tadını. Bahar tazeliğiyle gelirdi “hayat<br />

bahçemize” Lâle Teyze. Yan yanaydı evlerimiz. Kapı<br />

<strong>bir</strong> komşuyduk. Gelişine, sadece biz değil; sevinirdi<br />

kendi elleriyle diktiği leylâk ağaçları da. Belirtirlerdi<br />

sevinçlerini dallarında göstererek tomurcuklarını.<br />

Leylâk ağaçlarının annesi Lâle Teyze, sulardı ağaçlarını<br />

bûselik makamıyla. Özellikle sabahları, farklı <strong>bir</strong><br />

kokuyla karşılardı güneşi, musikişinas ağaçlar.<br />

Sadeydi evi Lâle Teyzenin. Evin tek süsü, Hz.<br />

Îsa’nın çarmıha gerilişini kompoze eden altın kaplama<br />

ikonaydı. Sayısız plâk… Soba borusuna benzeyen;<br />

ama soba borusu olmayan, sonraları öğrendim ismini,<br />

gramofon… Öğrenebilmiştim, iki şarkının tamamını<br />

60<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


u gramofonda çalan plâklardan. Taş plâktan çıkan<br />

ses ederdim vokalistlik bile zaman zaman. Değildi o<br />

zamanlar da sesim güzel. Dinledik akşam ezanından<br />

sonra defalarca hayran olduğum Müzeyyen Senar<br />

ve Kamuran Akkor’u. Verirdi önceliği Müzeyyen<br />

Senar’a. Çevirdikten sonra gramofonun kolunu sese<br />

gelirdi taş plâk:<br />

“ Benzemez kimse sana<br />

Tavrına hayran olayım<br />

Bakışından süzülen<br />

İşvene hayran olayım.”<br />

Devreye girerdi sırasını sabırsızlıkla bekleyen Kamuran<br />

Akkor:<br />

“Talihin eli<strong>nde</strong> oyuncak oldum.<br />

Kader böyle imiş buymuş alın yazım<br />

Zalim eli<strong>nde</strong>n sarardım soldum<br />

Şimdi gönlü kırık yaralı kuşum.”<br />

Kendini arıyordu şarkılarda Lâle Teyze sanki. Gramofondan<br />

yayılan bu sesle <strong>bir</strong>leşince leylâk kokusu;<br />

ayaklarını yerden kesiyor insanın; “ gökyüzü<strong>nde</strong> yalnız<br />

gezen yıldızlara ” yolculuğa davetiye çıkartıyordu.<br />

Tercih ederdi erken kalkmayı sabahları Lâle Teyze.<br />

Ederdi sohbet, sevgi dolu sözleriyle leylâk ağaçlarıyla.<br />

Dinlerlerdi manevî annelerini, sakin sakin ve sessizce<br />

leylâk ağaçları. Ağzından çıkan her <strong>bir</strong> kelimeyi<br />

anlarcasına kulak kesilirlerdi leylâk ağaçları, Leyla<br />

Teyze’ye. Denedim <strong>bir</strong>kaç kez ben de; ama ciddiye<br />

almadılar beni, mis kokulu leylâklar.<br />

Yerleştirmişti, duvarın dibine pirinç semaverini.<br />

Bakır leğeni ve bakır maşası altındaydı pirinç semaverin.<br />

Vardı horozlu kurnası pirinç semaverin.<br />

Kaynardı, Lâle Teyzenin çam kokulu külfet masasının<br />

yanı başında mütevazı dost sohbetleri pirinç<br />

semaverde. Yankılanır hâlâ “ Meloş! Gel Müslüman<br />

işi sabah çayı iç ” deyişi iç kulağımda.<br />

Yalnızdı Lâle Teyze. Uğraşırdı örtmeye gecenin<br />

astarsız laciverti ile yalnızlığını. Dökülürdü, ele avuca<br />

sığmayan; yalnızlık, ıstırap, korku ve sıkıntı deniz<br />

mavisi gözleri<strong>nde</strong>n. Saklardı, koynunda ve udunda<br />

hüzünlerini Lâle Teyze. Talipti paylaşılmayacak yalnızlığa<br />

gecenin perisi. Çalışırdı, aydınlatmaya, gecenin<br />

karanlığında yüreğini. Kaldırırdı kadeh, yıldızların<br />

en karasının şerefine, Lâle Teyze. İçerdi kırmızı şarap.<br />

Gazabından korkmazdı şarabın. Dönüşürdü leylâk<br />

rengine kırmızı şarabı, tükenince parası Lâle Teyzenin.<br />

Terk etmemişti, göz bebeklerini korkunun rengi<br />

Lâle Teyzeyi.<br />

Vardır, <strong>bir</strong> ağıdı her yalnızlığın, duymamıştı ne<br />

başkaları ne de ben yalnızlık ağıdı Lâle Teyzeden. Ağlatıyordu,<br />

sessiz sessiz onun ağıtları kendi yüreğini.<br />

Giyindirirdi naftalin kokulu gömlekler, New York<br />

ve Köln’de yaşayan; oğullarının, gelinlerinin, torunlarının<br />

ilgisizlikleri karşısında ezikliğine. Etmezdi sitem<br />

kimseye. O, çakır keyf olunca, baş kaldırırdı gecenin<br />

ihtiraslarına ve yalnızlığına; uduna ( o müzik aletine<br />

şişman saz derdim ben); oğullarına, gelinlerine, torunlarına<br />

sarılır gibi sarılır; geceye, yalnızlığına, hüzünlerine,<br />

leylâk ağaçlarına ve komşularına Müzeyyen<br />

Senar ve Kamuran Akkor’u aratmayacak sesiyle, başlardı<br />

iki parçalık konserine Lâle Teyze.<br />

Suzînak <strong>bir</strong> şarkıydı yalnızlığı Lâle Teyzenin.<br />

Tiryakisiydi bütün içeceklerin. İçerdi, kare beyaz<br />

kutulu, üzerine kırmızı puntolarla “Bahar ” yazılı<br />

sigaradan gü<strong>nde</strong> üç paket. Sararmıştı sol elinin parmakları<br />

sigarayla buluşmaktan. Yakışmıyor değildi<br />

parmaklarına nikotin sarısı Lâle Teyze’nin.<br />

Ramazan ayına denk geldiği dönemlerde “ hayat<br />

bahçemizin” bahçıvanı; çay, kahve ve sigaranın dışındaki<br />

içeceklerine koyardı ipotek. Pişirmezdi öğlen<br />

yemeği, bayram sabahına kadar. Etmezdi kabul, tek<br />

ziyaretçisi olan Peder Vovo’yu bile.<br />

İlkokul beşinci sınıftaydım. Geçirdik; sönük, hüzünlü,<br />

neşesiz Nevruz Bayramı’nı Lâle Teyze’siz.<br />

Onsuz geçirdiğimiz ikinci Nevruz’dan sonra kurudu<br />

leylâk ağaçları. Yoktu artık bahçemizde leylâk<br />

kokusu. Takıldı peşine, suları yangınlarla ısıtmaya<br />

giden Lâle Teyze’ye, leylâk kokusu.<br />

Çok sesli <strong>bir</strong> orkestra yalnızlığı idi Lâle Teyze.<br />

Seviyorum seni çocuk kalbimin sıcaklığıyla;<br />

eserken kendi ruhunda fırtınalar, kendi içine gömdüğü<br />

yalnızlığında bana hayâl kurmayı öğreten Lâle<br />

Teyze.<br />

Geleceğim sana, kendi ellerinle yetiştirdiğin<br />

leylâkların torunlarıyla kabrinin yerini öğrendiğim<br />

zaman.<br />

Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü<br />

<strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de.<br />

Yalnızım şimdi ben de. “Gündüzler geceler boyu.”■<br />

61<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


BÜKREŞ’TE EYLÜL<br />

Yine ünlem yüzlü insanlarda<br />

Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.<br />

Sancılı <strong>bir</strong> doğumdu belli<br />

1990 Romanya’sının ilkbaharında.<br />

Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken,<br />

Yeniden <strong>bir</strong> devirim yaşanıyordu bu topraklarda.<br />

Ve <strong>bir</strong> toplantı erteleniyordu;<br />

Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da.<br />

Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e üç kafadar<br />

İnsanlar gördük <strong>bir</strong> yanları mahşer, gözleri<strong>nde</strong> yaş ve telaş<br />

Oymalar yapılmıştı mermi izleri<strong>nde</strong>n binalara<br />

Ve süsler kardeşkanından <strong>bir</strong> çağı dört duvar<br />

İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.<br />

Adanmış mum isleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> bulut<br />

Göbeği karaborsada <strong>bir</strong> dolar yirmi lei olan<br />

Her zamanki yeri<strong>nde</strong> yine cüzdan<br />

“Work, work, work no money” diyor taksici,<br />

Eski ve yeni zamanlardan bahseden <strong>bir</strong> eskici<br />

“İnsanoğlunun sahip olma duygusu”<br />

Engel tanımadan yine, her şeyi devrediyordu<br />

SÜLEYMAN TAŞDAĞ<br />

62<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Siyasetin, memleketi ‘medeniyetin bekleme odası’ndan çıkarıp AB’nin<br />

saadet halkasına dâhil etmek, batıdan dalga dalga gelen ekonomik krizin teğet<br />

geçmesi için gerekirse coğrafyamızın enlem ve boylam ayarlarıyla oynamak,<br />

gençlerimizi onların ruh ve beden sağlığını bozan her tür SSS sınavlarından<br />

kurtararak aş ve iş sahibi eylemek adına yapılan <strong>bir</strong> hizmet yarış ve nöbeti,<br />

içi<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong> hile ve desisenin barınamadığı <strong>bir</strong> temsil mücadelesi olduğunu<br />

biliyor, her seçimde sandık başına gitmeyi asla ve kat’a ihmal etmiyorsanız bu<br />

yazıyı ivedilikle okumalısınız.<br />

ŞİNASİ GÜLAÇTI<br />

Milletin<br />

mukadderatını<br />

etkileyecek<br />

olan bu tarihî 12<br />

Eylül günü<strong>nde</strong>(!)<br />

memleketimin<br />

insanları sandık<br />

kuyruğunda<br />

vicdanları tirtir<br />

titreken ben ne<br />

süt içeceğim ne<br />

de kahve.<br />

Şinasi Gülaçtı’yı hep dil, edebiyat, sanat ve kültür üzerine<br />

yazıp çizen <strong>bir</strong> kelam meraklısı sanmayın. Gülaçtı,<br />

aynı zamanda partilerüstü <strong>bir</strong> siyaset meraklısıdır da.<br />

Amma şimdiye kadar hangi partiye oy verdiğini hiç kimseye<br />

söylememiştir. Keşke “açık oy, gizli tasnif” sistemi yeniden<br />

devreye girse de memleketin bu münevver(!) evladının hangi<br />

zamanlarda, hangi partiye oy verdiğini <strong>bir</strong> görsek diye aklınızdan<br />

geçirmeyin sakın.<br />

“Evet” mi “hayır” mı tartışmasının memleket sathına yayıldığı<br />

şu günlerde onun kalemine elbette ihtiyaç vardır, hem<br />

de acilen. Çünkü memleketin en önemli meseleleri, evet ya da<br />

hayır’ın sayım dökümü neticesi<strong>nde</strong> yarı yarıya çözülmüş olacak.<br />

İster evet’te hayır vardır ister hayır’da hayır vardır yanlısı<br />

olun, ama mutlaka oyunuzu kullanın, renginizi belli edin…<br />

Şimdi size Alfred Adler’in “Psikolojik Aktivite” adlı eseri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> bölüm aktaralım.<br />

Örneğin anne, arsız çocuğuyla arasını düzeltmek ister ve<br />

ona ,”Sen seviyorsun diye portakal aldım.” der. Çocuk hemen<br />

bağırır:”Ben portakalı canım istediği zaman isterim, sen getirdiğin<br />

zaman değil.” Aynı anne <strong>bir</strong> keresi<strong>nde</strong>, “İstersen süt,<br />

istersen kahve iç.” dediği<strong>nde</strong>, çocuk şöyle cevap vermiştir:<br />

63<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“Sen süt iç dersen, kahve içerim; sen kahve iç dersen,<br />

süt içerim.”<br />

Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu<br />

tarihî 12 Eylül günü<strong>nde</strong>(!) memleketimin insanları<br />

sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne<br />

süt içeceğim ne de kahve. Televizyonun başına oturup<br />

keyifle sütlü kahve içeceğim. Çünkü tatildeyim.<br />

Hayatımda ilk kez oy vermezlik edeceğim. Ben ki<br />

12 Eylül öncesinin mükerrer seçmenleri<strong>nde</strong>nim...<br />

Tek seçimde, <strong>bir</strong>i Topkapı Suriçi’<strong>nde</strong>ki <strong>bir</strong> kilisede<br />

-zangoç odasının bitişiği<strong>nde</strong>- <strong>bir</strong>i cami avlusunda,<br />

<strong>bir</strong>i mektepte, diğerini hatırlamıyorum, olmak<br />

üzere dört oy kullanmış ideolojik seçim kahramanıyım.<br />

Hâşâ, suçlu ben değilim. Suç, memlekete<br />

Hindistan’dan boya, Yemen’den kahve, Çin’den<br />

ipek, İngiltere’den kumaş, Afganistan’dan haşhaş,<br />

Amerika’dan blucin getirmeyenlerde. Şimdi değiştim;<br />

adam olana tek oy yetiyor... Mükerrer oy<br />

kullanma suçunun ağır, vebalinin büyük olduğunu<br />

<strong>bir</strong>az geç anladık.<br />

12 Eylülde bana “Sen git, bağında bahçe<strong>nde</strong><br />

çalış, se<strong>nde</strong>n memur olmaz.” diyenler, şimdi “Paşa<br />

paşa gel, oyunu kullan.” diyor. Ölçek sağlam: “Her<br />

vatandaştan memur olmaz, ama her vatandaştan<br />

seçmen olur.” Ve bu sayfadan sesleneyim: Doğu<br />

vilayetlerimizin kırsal kesimleri<strong>nde</strong> hâlâ, “Bu annemin,<br />

bu yengemin, bu halamın, bu teyzemin, bu<br />

bacımın yerine...” diyerek başkalarının yerine ‘rey’<br />

kullanan çok oylu seçmenlerimiz; “Ağamızın köyü<strong>nde</strong>n<br />

bu partiye nasıl oy çıkar!” deyü, belki de<br />

sandık başkanının attığı tek oyu yakmaya kalkışan<br />

vatandaşımız var, desem kimse inanmaz.<br />

Niye siyasetten söz ediyoruz Bir esinlemeyle<br />

cevap verelim bu zor suale: Çünkü siyaset, siyasilere<br />

bırakılmayacak kadar ciddi <strong>bir</strong> iştir.<br />

Bu yazının maksad-ı âlisi nedir diye <strong>bir</strong> sual<br />

ile karşılaşacak olursak, “yazımızın maksadı yine<br />

kendisidir, yani yazıdır.” diyerek sıyrılırım işin<br />

içi<strong>nde</strong>n. Şerif Mardin’in Kemal Karpat’tan aktardığı<br />

“Türkiye’de siyasi düşünce ve yazılar inanılmayacak<br />

kadar gelişmiş <strong>bir</strong> tarihçeye sahiptir.” tespiti,<br />

beni hiç mi hiç ırgalamaz.<br />

Bu girişi okuyanlarımız, yukarıdaki iddiaların<br />

‘Güler Yüzlü Yazılar’ tefrikasının form ve mantığına<br />

uysun diye ‘siyaseten’ söylenmiş olduğunu<br />

bilirler.<br />

Şimdi sizlere Nizamü’l-mülk Hasan be<strong>nde</strong>lerinin<br />

1077-1080 yıllarında ‘tertib ettiği’ Siyâset-<br />

Nâme’ adlı eserden ilginç bulduğumuz hikâye,<br />

yorum ve hükme dair fasıllar aktaracağız ki onca<br />

sözümüz havada asılı kalmasın. Niye Nizamü’lmülk’ün<br />

‘Siyâset-Nâmesi’ derseniz, cevaben, okuyunca<br />

anlarsınız efendim, derim. Lakin kitabın<br />

muhtevası hakkında müellifin ettiği kelamı da vebal<br />

altında kalmayalım diye olduğu gibi aktaralım:<br />

“...bu kitapta hem nasihat, hem hikmet, hem<br />

atasözü, hem peygamberlerin hikâyeleri, hem<br />

velîlerin faaliyetleri, hem âdil padişahlarla ilgili<br />

hikâyeler vardır. Bütün uzunluğuna rağmen kısadır<br />

ve adil padişahın siyasetini söz konusu eder.”<br />

Eminim ki bu kitap Millî Maarifimizin anlı şanlı<br />

Tebliğler Dergisi’<strong>nde</strong> “Okunmasında <strong>bir</strong> sakınca<br />

yoktur” listesi dâhili<strong>nde</strong>dir.<br />

1.1.Arapça bilmeyenler de âlim olur<br />

SEKİZİNCİ FASIL – Din işlerinin nasıl olduğunun<br />

arayıp sorulmasına dair<br />

Hikmet: Lokman Hekim; “Dünyada bana ilimden<br />

daha iyi yardımcı yoktur. İlim hazineden (daha)<br />

iyidir. Çünkü, sen hazineyi korumak zorundasın;<br />

ilim ise seni korur.” diyor.<br />

Hasan Basri, “ Âlim Arapçayı daha çok konuşan<br />

ve bilen, Arap sözlerine ve diline hâkim olan<br />

değildir. Âlim bütün bilgiye vakıf olan kimsedir.<br />

Sahip olduğu her dil yeri<strong>nde</strong>dir. Eğer <strong>bir</strong> kimse<br />

Türk ve Fars ve Rum dili<strong>nde</strong> (yazılmış) bütün<br />

Kur’an ve şeriat ahkâmını ve tefsiri bilip de Arapça<br />

bilmezse âlim olur. Fakat Arap dilini bilirse daha<br />

iyi olur.”diyor.<br />

Hüküm : “...din ve padişahlık kardeş gibidirler:<br />

Memleketi<strong>nde</strong> her ne zaman <strong>bir</strong> karışıklık olsa,<br />

di<strong>nde</strong> de bozukluk olur; kötü din sahipleri ve müfsidler<br />

baş gösterirler. Her ne zaman ki din bozulur,<br />

memleket karışır; müfsidler, kuvvetlenirler; padişahı<br />

güçsüz kılarlar. Gönüllerde ıstırap husule gelir.”<br />

Yorum: Hasan Basri’nin sözlerini <strong>bir</strong> daha, <strong>bir</strong><br />

daha, olmadı <strong>bir</strong> daha okumak lazım gelir diye düşünüyorum.<br />

Zira ülkemizde ‘Cennet dili Arapçadır.’<br />

diyen onlarca din âlimi var... “Ben Arabım, dilim<br />

Arapça, cennet dili de Arapçadır.” hadisini –ki sahih<br />

olup olmadığı bilinmiyor- söylemek için fırsat<br />

kollayan, Divanü Lügati’-t-Türk’te geçen “Türk diliniz<br />

öğreniniz; zira bu millet için uzun <strong>bir</strong> saltanat<br />

mevcuttur.”hadisinin mevzu hadis olduğunda ısrar<br />

eden din adamlarımız, dünyanın bilmem hangi ülkesi<strong>nde</strong><br />

-Arap ülkeleri değil- üç beş aylık çocuğun<br />

64<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


çatır çatır Arapça konuştuğu asparagası var. Bütün<br />

bunları <strong>bir</strong> tarafa atın; “Türkçe bilim dili değildir;<br />

olacağa da benzemiyor.” diyen YÖK Başkanımız<br />

bile oldu çok şükür!<br />

1.2 Atı gemi ile götürmek<br />

ONUNCU FASIL - İstihbarat sahiplerine,<br />

memleket işleri için alınacak ted<strong>bir</strong>lere dair<br />

Hikâye: Sultan Mahmut, Irak’ı aldığı zaman<br />

<strong>bir</strong> kadın gelerek eşyalarını Deyr Keçin’den olduğu<br />

bilinen hırsızlar tarafından çalındığını söyler.<br />

Sultan’dan, “Kirman vilayeti mülkümün dışındadır.”<br />

karşılığını alan kadın, “Şu hâlde raiyyeti koruyamadığına<br />

göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın<br />

Ve ne biçim çobansın ki koyunları kurttan koruyamazsın<br />

Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin<br />

kabiliyetsizliğin.”dedi.<br />

Mahmut’un gözü<strong>nde</strong>n yaşlar aktı...<br />

Hüküm: “...eğer <strong>bir</strong> kimse, haksız yere <strong>bir</strong> tavuğu<br />

veya <strong>bir</strong> torba samanı almışsa 500 fersahlık<br />

mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu<br />

kimseyi cezalandırmıştır.”<br />

Yorum: Eloğlu minareyi çalmak için kılıf<br />

diktirir, deveyi hamutuyla, atı gemi ile götürür.<br />

1.3 Nedim, her şeye ‘iyi yaptın’ ve<br />

‘bravo’ demelidir<br />

ON YEDİNCİ FASIL- Padişahların nedimlerine<br />

dair<br />

Hikâye: Bir toplantıda konuşma yapan hatibin<br />

konuşmaları esnasında ağlayanların yanlarında<br />

mendilleri olmadığı için oturdukları mi<strong>nde</strong>rleri ve<br />

dahi yere serili Acem işi halıları, gözlerdeki sürmelerin<br />

ise akarak yüzlerdeki maskeleri tahriş ve<br />

tahrip ettiği görülmüştür.<br />

Hüküm : “Padişahın büyükler, vilayetler erkânı<br />

ve sipahsalarla çok oturması, padişahın kudret ve<br />

haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olur. Nedimler<br />

padişaha arkadaşlık eder. Padişahın ruhu nedim<br />

sayesi<strong>nde</strong> açılır. Padişah, rahat yaşamak, maskaralık<br />

ile şakayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmak, nedimlerin<br />

önü<strong>nde</strong> güldürücü ve nadir hikâyeler söylemek<br />

isterse haşmetine ve padişahlığına ziyan vermez.<br />

Nedim küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz,<br />

dinlenmez. Bir tehlike vuku bulursa, nedim,<br />

ceket ve kravatını çıkarıp vücudunu belaya siper<br />

etmekten korkmaz. Padişah her ne yapar ve söylerse,<br />

nedim ona ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir.<br />

Padişaha ‘bunu yap, onu yapma’ diye öğretmenlik<br />

yapmamalıdır. Sonra nefrete götürür.<br />

“Gazneyn sultanının 10’u ayakta, 10’u da<br />

oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni<br />

Sâmânilerden almışlardır.”<br />

Yorum: Nedimler, <strong>bir</strong> yandan kendileri eğlenirken<br />

<strong>bir</strong> yandan da padişahı eğlendirirler. Zaman<br />

zaman padişahın küfür ve hakaretlerine maruz<br />

kalsalar da padişah efendimizin deşarj olmalarını<br />

temin ettikleri<strong>nde</strong>n nedimler asla bu kabilden sözlere<br />

aldırmayarak içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi zevk ve dahi<br />

şevkle edaya devam ederler. İşbu sebeple yeni nedim<br />

kadrolarının ihdasına ihtiyaç vardır.<br />

1.4 “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />

geliyorum.”<br />

YİRMİ BİRİNCİ FASIL- Elçilerin ahvaline<br />

dair<br />

Hikâye: “...ben kendi çadırımda oturmuş satranç<br />

oynuyordum. Arkadaşlardan <strong>bir</strong>ini satrançta<br />

yenmiştim ve yüzüğünü rehin olarak almıştım. Sol<br />

parmağıma geniş geldiği için yüzüğü sağ parmağıma<br />

takmıştım.’Semerkant elçisi kapıdadır.’ dediler.<br />

‘İçeri getiriniz dedim.’ Elçi içeri girdiği zaman söyleyeceğini<br />

söylüyor; ben de sağ parmağımdaki yüzüğü<br />

dalgınlıkla çeviriyordum. Elçi parmağıma ve<br />

yüzüğüme bakıyordu. Şemsü’l-Mülk, Alp Aslan’ı<br />

nasıl bulduğunu sordu. Elçi, ‘Efendimizi, görünüş<br />

ve gösteriş, yiğitlik, siyaset ve heybet... bakımından<br />

hiç<strong>bir</strong> eksiği yoktur. Ancak vezirinin <strong>bir</strong> kusuru<br />

vardır. Onun sağ parmağına <strong>bir</strong> yüzük takmış olduğunu<br />

gördüm. Hem parmağında döndürüyor hem<br />

de benimle konuşuyordu.’dedi. Bu söz sultanın kulağına<br />

gitmesin diye otuz bin dinar sarf ettim.”<br />

Hüküm: “Elçiler daha fazla kusur arayıcıdırlar...<br />

söz söylemekte cesur olan, her ilimden nasibi<br />

olan, hafız ve ileriyi gören, boyu ve gösterişi iyi<br />

olan <strong>bir</strong> adam elçiliğe layıktır.”<br />

Yorum: Elçi, zeki ve uyanık olmalı; kapıda<br />

asla üç dakikadan fazla beklememeli; oturup kalktığı<br />

yeri iyi bilmeli; iskemle ya da mi<strong>nde</strong>r seviyesinin<br />

muhatap olduğu kimselerinki<strong>nde</strong>n alçak<br />

olması hâli<strong>nde</strong> ya oturmamalı ya da maiyeti<strong>nde</strong>kilere<br />

mi<strong>nde</strong>r getirmelerini emretmeli. İlle de Ömer<br />

Seyfettin’in ‘Pembe İncili Kaftan’ını okumuş ve<br />

hatmetmiş olmalı.<br />

Reşat Ekrem Koçu’dan:<br />

Yavuz Sultan Selim, 1515 yılında Dulkadiroğlu’nu<br />

65<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Turnadağı Savaşında mağlup ederek, bu ülkeyi sınırları<br />

içine katmıştı. Ancak Mısır Sultanı Gansu<br />

Gavri elçi gö<strong>nde</strong>rerek yapılan işgali protesto ediyordu.<br />

Türk hakanına, “Hutbelerde sultanımızın<br />

adı okunan memleketleri iade ediniz.” dediği<strong>nde</strong><br />

Yavuz da şöyle cevap verdi: “Sultanınıza söyleyin,<br />

hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz<br />

olan Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.”<br />

Elçi başını yere eğip: “Ben bunları sultanıma<br />

nasıl söylerim, siz <strong>bir</strong> elçi gö<strong>nde</strong>rin de o söylesin.”<br />

deyince Yavuz da, “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />

geliyorum.”dedi.<br />

1.5 Herkesin kendi sürahi ve<br />

sakisini getirmesi caiz değildir<br />

OTUZUNCU FASIL – İçki meclisi tertip edilmesine<br />

dair<br />

Hikâye: IV. Murat, içki yasağı getirmiş ama<br />

kendisi de hatırı sayılır <strong>bir</strong> içici olduğundan yasağı<br />

dinlememiş, yani kendi koyduğu yasayı – diğger<br />

büyüklerimizde görüldüğü gibi -ara sıra delmiştir.<br />

Mesela, şarapla dolu kadehi eline alıp mübarek dudaklarına<br />

götürüp <strong>bir</strong> iki yudumda boğazlarından<br />

midelerine yolcu eyleyip ağzını şapırdatıp kadehi<br />

masaya koyuncaya kadar geçen zaman zarfında<br />

içki yasağı kalkmıştır; bu asla hile-i şeriyeden sayılmaz.<br />

Hüküm: “Neşe ve eğlence olan <strong>bir</strong> hafta içi<strong>nde</strong><br />

1 gün veya 2 gün de umumi kabul vermek lazımdır<br />

ki, her kime âdet olmuş ise gelsin; kimseyi geri<br />

çevirmesinler. Onların huzura geliş günü olduğu<br />

kendilerine bildirilsin... Herkesin kendi sürahi ve<br />

sakisini getirmesi caiz değildir; asla âdet olmamıştır<br />

ve çok beğenilmemiştir. Çünkü, her devirde yiyecek,<br />

meze ve şarabı kendi evleri<strong>nde</strong>n meliklerin<br />

meclisine getirmezler; aksine, meliklerin ve padişahın<br />

sarayından kendi evlerine götürürlerdi. Çünkü,<br />

sultan cihanın aile reisi, cihandakiler de hep<br />

kendisinin çoluk çocuğudur.<br />

“Padişah şarabı sarhoş olmak için içmemeli; ne<br />

daima neşeli ne de <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e asık suratlı olmalı.”<br />

Yorum: Kethüdanın meclise Fransız ve İtalyan<br />

mamulü şaraplar yerine El-aziz, Şarköy, Ürgüp<br />

mamullerini getirmeleri memleketin istifadesi babındandır.<br />

Ancak haram olduğundan içmek istemeyenlerin<br />

elleri<strong>nde</strong> kadehleri ile dolaşıp <strong>bir</strong> yudumluk<br />

gargarayı en yakın çiçek ya da nebat saksısına<br />

adabı ilen püskürtmeleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> mahsur yoktur.<br />

1.6 Muaviye’den annesini istemek<br />

OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL- Yüksek makam<br />

sahiplerinin azarlanmalarına dair<br />

Hikâye: “Bir kabul resmi<strong>nde</strong> eski püskü elbiseli<br />

genç <strong>bir</strong> adam içeri girdi, selâm verdi. Muaviye’nin<br />

önü<strong>nde</strong> küstahça oturdu. ‘Muaviye, ben bugün mühim<br />

<strong>bir</strong> iş için huzuruna geldim. Eğer yerine getirirsen<br />

söyleyeyim; eğer yapmazsan bileyim.’ Muaviye,<br />

‘Mümkün olan her şeyi yerine getiririm.’dedi.<br />

Adam, ‘Bil ki ben yabancıyım; karım da yok. Senin<br />

<strong>bir</strong> annen vardır; kocası yoktur; onu bana ver ki, ben<br />

hanımlı o da kocalı olsun; sana bu işten sevap hâsıl<br />

olur.’dedi. Muaviye, ‘Sen genç <strong>bir</strong> adamsın; annem<br />

ise ihtiyar <strong>bir</strong> kadındır; ağzında <strong>bir</strong> tek dişi yoktur.<br />

Bu işe neden rağbet ediyorsun’dedi. Adam, ‘Onun<br />

sevgi konularında büyük hüneri olduğunu işittim;<br />

ben de bunun için istiyorum.’dedi. Muaviye cevap<br />

verdi, ‘Vallahi babam da onunla aynı sebepten evlenmişti<br />

ve kendisinin bundan başka <strong>bir</strong> hüneri de<br />

yoktu. Lakin bu sözü anneme de söyleyeyim; eğer<br />

o rağbet ederse, bu dellalığa be<strong>nde</strong>n daha uygun<br />

başka <strong>bir</strong> kimse yoktur.’dedi. Kızgınlık da göstermedi.<br />

Hüküm: “İnsanın mükemmelliği ve aklı, kızmamasındadır;<br />

sonra eğer kızarsa, kızgınlığının<br />

aklına değil, aklının kızgınlığına galip gelmesi lazımdır.<br />

Onlar <strong>bir</strong> yanlışlık ve hata yaptıkları zaman,<br />

açıktan açığa azarlanırsa haysiyet kırıcılık hâsıl<br />

olur. Bir kimse hata yapınca, ‘Şöyle şöyle yaptın,<br />

biz kendi yükselttiğmizi alçatmamak için seni affettik.<br />

Bundan sonra kendine dikkat et.’ demeleri<br />

daha uygun olur.<br />

Yorum: Hata küçükten af büyüktendir, velâkin<br />

kimi devlet büyükleri, azarlamak için fırsat kollar.<br />

Hz. Ali’nin kızdığı zaman kendisini tutan ve <strong>bir</strong> şey<br />

yapmayan kimseyi daha savaşçı olarak nitelendirmesi<br />

dünyadaki liderin kaçında görülür Muaviye,<br />

sabır ve tahammül göstermiş, neredeyse ‘al validemi<br />

götür!’ demeye getirmiş.<br />

1.7 Dünyanın iki büyüğü: ABD ve<br />

d’si’ düşmüş AB<br />

ELLİNCİ FASIL – Zulme uğrayanların işlerine<br />

cevap vermeye dair<br />

Hikâye: “Derler ki, Yezdgird Şehryâr, Müminlerin<br />

Emiri Ömer b. Hattab’ın katına şöyle<br />

<strong>bir</strong> mektup yazdı: ‘Bugün bütün dünyada bizim<br />

66<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


dergâhımızdan daha kalabalık <strong>bir</strong> dergâh, bizim<br />

hazinemizden daha mamur <strong>bir</strong> hazine, bizim ordumuzdan<br />

daha fazla <strong>bir</strong> ordu yoktur; bizim sahip olduğumuz<br />

alet ve teçhizata hiç kimse sahip değildir.’<br />

Müminlerin Emiri, cevap vererek, ‘Evet, sizin söylediğiniz<br />

gibidir. Dergâhınız zulme uğrayanlardan<br />

dolayı kalabalıktır; hazineniz, haram servetlerden<br />

dolayı mamurdur; askeriniz fazladır, lakin ferman<br />

dinlemezler. Talih (devlet)i sona eren <strong>bir</strong>inin alet<br />

ve teçhizatı olur, lakin devam etmez. Bütün bunlar<br />

sizin talihsiz (bîdevlet)liliğinizin, memleketinizin<br />

yıkılacağının delilidir.’dedi”<br />

Hüküm: “Bu dünya meliklerin ruznamesidir.<br />

Eğer iyi olurlarsa, onları iyilikle anarlar; eğer kötü<br />

olurlarsa, keza kötülükle anarlar. Unsuri’nin söylediği<br />

gibi. Tahtını gök yapmak istiyorsan meşhur<br />

olacaksın. Kemerini yıldızdan yapmak istiyorsan,<br />

tanımış olacaksın...”<br />

Yorum: Doğuda Çin ve Rusya, batıda AB ülkeleri,<br />

daha batıda ABD gibi güçler dünyadaki eşsiz<br />

demokrasinin, hürriyet, eşitlik ve adaletin kurucusu<br />

ve kollayıcısıdırlar. Özellikle ABD, nerede adalet,<br />

hürriyet, müsavat üçgeni eşkenar olmaktan çıkmışsa<br />

düzene koymak için oraya derhal apoletlerini yığar,<br />

aydınlatmak için de yıldızlarını gö<strong>nde</strong>rir. Akabi<strong>nde</strong><br />

de “d”si düşmüş AB’nin lojistiği yetişir. “Kemerini<br />

yıldızdan yapmak isteyenler”lerin, kemerlerini kendi<br />

kafa derileriyle süslemeye çalışanlara tahakkümünün<br />

neticesidir bu.<br />

1.8 Benin divitim ve sarığım ile senin<br />

tacın ve tahtın…<br />

Yazının bu kısmında soyca İranlı olan Nizamü’l-<br />

Mülk’le Alp Aslan’ın oğlu Melikşah arasındaki söz<br />

düellosunu kitabın ‘ÖNSÖZ’ü<strong>nde</strong>n naklediyoruz.<br />

Sultan Melikşah devlet dizginlerini ele alıp git gide<br />

İranlılaşmaya doğru yol alan devleti, her yönü ile <strong>bir</strong><br />

Türk Devleti yapmaya girişerek, ordusunun başında<br />

yer aldığı zaman, karşısında vezirini bulur. Melikşah<br />

vezirin büyük nüfuz kazandığını ortaya çıkaran <strong>bir</strong><br />

hâdise üzerine, kendisine “Başında bulunduğum devlete<br />

ortak mısın, ister misin ki önü<strong>nde</strong>ki divit ile başındaki<br />

sarığın alınmasını emredeyim Melikşah bu<br />

sözü ile, vezirliğin iki alametini geri almak suretiyle,<br />

Nizamü’l-Mülk’ü azledeceğini söylemek ister, ona ilk<br />

defa meydan okur. O zamana kadar ted<strong>bir</strong>li ve ihtiyatlı<br />

davranmayı elden bırakmayan ve böyle durumlarda<br />

genç Selçuklu sultanını yatıştırmanın yollarını bulan<br />

ihtiyar vezir, bu defa sultanın meydan okumasına, <strong>bir</strong><br />

meydan okuma ile karşılık verir. “Sen benim fikrim<br />

ve ted<strong>bir</strong>im sayesi<strong>nde</strong> bugünkü ikbâle ulaştın. Baban<br />

öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettiğimi, ayaklanmaları<br />

nasıl bastırdığımı hatırla ve unutma ki benim<br />

divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine<br />

sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor.<br />

Divitin ve sarığın ortadan kalkmasıyla tac ve taht da<br />

ortadan kalkar.<br />

Yorum: “Bu saydıklarımız Nizmü’l-Mülk’ün<br />

müsbet rolleridir. Onun burada açıklanması uzun sürecek<br />

olan menfi rolleri de vardır ki, bunda da suç,<br />

İranlıları devlet hayatına ortak eden, başta hükümdar<br />

olmak üzere, hâkim Türklerindir.”<br />

Hüküm: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”<br />

Demokrasimiz, ömrü, içi<strong>nde</strong>ki ‘a’ harfi<strong>nde</strong>n daha kısa<br />

partilerin, ayrık otu gibi her tarafa kök salmış partilerle<br />

aynı mekânda varlık mücadelesi verme gibi <strong>bir</strong><br />

çelişkiyi de barındırarak güçlenmektedir. İlk mektep<br />

mezunu ve askerliğini yapmış her vatandaşın, <strong>bir</strong> partinin<br />

kapısını çalarak üç nüshalık “Hizmet Yarış ve<br />

Nöbeti Formu” doldurmasıyla demokrasimiz daha da<br />

güçlenecektir.<br />

1.9Fasl-ı Şinasi- Şiir<br />

Bu bölüm, 51.Faslın sonunda yer alıyor.<br />

“Dünyanın hâlini âlim adamdan sordum;<br />

‘Ya uykudur ya rüzgârdır ya da efsane.’dedi.<br />

“Gönül rahatlığı hususunda ne nasihat verir,<br />

söyle.”dedim.<br />

‘Ya <strong>bir</strong> deli ya sarhoş ya da divane.’dedi.<br />

Şimdi ey kari! Yukarıdaki satırları ister ciddiye<br />

alın ister elinizin tersiyle itin. Çünkü his ve fikir atmosferinizi<br />

etkilemeyen bu sözler ya <strong>bir</strong> deli divaneye<br />

ya da <strong>bir</strong> sarhoşa ait olsa da Jung Psikolojisi<strong>nde</strong><br />

buyrulduğu üzere “Toplum, her <strong>bir</strong>eyin kendisine<br />

düşen rolü mümkün olduğunca kusursuz oynamasını<br />

bekler.” sözü<strong>nde</strong>n ilham alarak, siyasetten çok particiliği<br />

seven rahmetli pederimin aziz ruhunu üzmeden<br />

içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi yerine getirmiş olmanın verdiği<br />

gönül hoşluğu ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.■<br />

KAYNAKÇALAR<br />

1.Nizamü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, çev. M.Altay Köymen,<br />

1000 Temel Eser dizisi, Kültür Bakanlığı, İst. 1990.<br />

2. Alfred Adler, Psikolojik Aktivite, çev. Belkıs Çorakçı, Say<br />

Yay., İst. 1993.<br />

3. Frieda Fordham, Jung Psikolojisi, çev. Aslan Yalçıner,<br />

Say Yay., İst. 1994.<br />

67<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Orhan Koloğlu<br />

ve "Oklu Kirpi"leri<br />

M. NACİ ONUR<br />

Şair Koloğlu,<br />

görmüş geçirmiş,<br />

eskilerin deyimiyle<br />

umurdide <strong>bir</strong><br />

kişiliğe sahip, gönlü<br />

zengin, Arapça,<br />

Farsça ve Türkçeye<br />

hâkim, kelime<br />

hazinesi engin,<br />

hafızası kuvvetli,<br />

son derce mütevazı<br />

<strong>bir</strong> insandır.<br />

Sayın Orhan Koloğlu, okuduğum ve incelediğim “Harput”<br />

isimli eseriyle “Oklu Kirpi” serisinin 12. şiir kitabına<br />

imza atmış oluyor. Kendisi 1926 yılında Elazığ’da doğmuş,<br />

ortaokulda Türkçe öğretmeni Hasan Fehmi Erginol’dan, lisede<br />

Zeki Ömer Defne, Faruk Nafiz Çamlıbel’den feyz ve ders<br />

alarak edebiyata karşı sevgi hisleriyle dolmuş, üniversite tahsili<br />

sırasında da İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın edebiyat<br />

sohbetlerine katılmıştır.<br />

Orhan Koloğlu, ticaret ve ekonomi tahsili yapmasına ve bu<br />

alanda mesai sarf ederek uzman olmasına rağmen; edebiyata<br />

ve şiire de o derece zaman ayırmış, bu sahada da çalışmalarını<br />

başarılı <strong>bir</strong> şekilde sürdürmüş, Türk edebiyatı ve şiirini iyi<br />

derecede bilen, şiir alanında da 12. eserini yayınlayacak şekilde<br />

maharet sahibi olmuştur. Şiirlerle dolu <strong>bir</strong> ömür ve yine o<br />

şiirlerin yer aldığı <strong>bir</strong> düzine koca eser… Şair Koloğlu, görmüş<br />

geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide <strong>bir</strong> kişiliğe sahip, gönlü<br />

zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi<br />

engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı <strong>bir</strong> insandır.<br />

Benim yayınladığım kitapların son üç tanesine yayınlanış<br />

tarihlerini belirten ve ebced hesabıyla, yani Arap harflerinin her<br />

<strong>bir</strong>inin taşıdığı rakam değerlerine göre hesap edilerek düşürülmüş<br />

tarihleri ihtiva eden manzumeleri oldukça orijinaldir. Mesela<br />

2004 yılında “Harputlu Şair Hacı Hayri Bey”(İnceleme-Metin)<br />

ismiyle yayınladığım kitabın neşir zamanını hicri tarih olarak<br />

veren şiiri şöyle:<br />

“Unutmak işlemişdi<br />

Deri<strong>nde</strong>n içimize<br />

Onur lutfeylemişdir<br />

Sunup faidemize<br />

Yeniden hayat verdi<br />

Sağ olsun Hayri’mize<br />

Tarihimden eylesin<br />

O elem istifaze (H.1425/ M.2004)<br />

68<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yine 2007 yılında “Harputlu Şair Mustafa Sabri<br />

Efendi” adıyla yayınladığım eser için de ebced hesabıyla<br />

tarih manzumesi yazmıştır.<br />

“Doktor ONUR geç kalmadı bu işde<br />

Farkeylemek üstadı fark etmekde<br />

Çok şey zayi eyler tarihim O’nu<br />

Terkeylemek nisyana terk etmekte (M. 2007)<br />

2010 yılında çıkardığımız “Elazığlı Güftekarlar” isimli<br />

eserin çıkış tarihini işaret eden şiiri de şöyledir.<br />

“ Sn ONUR’a<br />

Tuğları Orhan tozutur kirletir<br />

Şahane kitap emek heder olur<br />

Seksen ikiden zibil çıkarılsa<br />

Güftekarlar şehri şahaser olur. (H.1470-39= 1431<br />

/M.2010)<br />

Oklu Kirpi serisinin son 12.si<strong>nde</strong>n önceki on <strong>bir</strong>incide<br />

yüzlerce şiir meydana getiren şairimiz, 12.si<strong>nde</strong> şiirlerinin<br />

çoğunu Harput ve Harputlulara ayırmıştır. Şiirlerinin <strong>bir</strong><br />

kısmı serbest vezinle <strong>bir</strong> kısmı hece, <strong>bir</strong> kısmı da aruz<br />

vezniyle ortaya konmuştur. Bir kısım şiirler de Ömer<br />

Hayyam’ın rubailerini andırır şekilde felsefi ve didaktik<br />

özelliklere sahiptir. Aşağıdaki şiir buna örnek olur diye<br />

düşünüyorum:<br />

“ ÖMÜR<br />

Haysiyetten bahse hakları yoktur<br />

Bir ömür boş gövde taşıyanların<br />

Geçmişi şanlarla doludur bence<br />

Toprağın altında yaşayanların”<br />

Yine on <strong>bir</strong>li hece vezniyle yazılmış “Yukarı Şeher”<br />

başlıklı şiir oldukça güzeldir:<br />

“Şarkın üzeri<strong>nde</strong> kuru yaşlanmış<br />

Kuytularda <strong>bir</strong> özerliktir Harput<br />

Göz görür ancak sevgiyle bakarsa<br />

Örselenmiş <strong>bir</strong> güzelliktir Harput”<br />

Aruzun ‘Failatün / Failatün / Failün’ kalıbına göre<br />

yazılan, Harput’a özlemini dile getiren şu şiiri de Fuzuli’ye<br />

nazire olmakla beraber, hisli ve duyguludur.<br />

“FUZULİ GİBİ<br />

Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yad eylerem<br />

Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem<br />

Harput’un ismi<strong>nde</strong> sihir her daim yad eylerem<br />

Azm ile nazm eyleyüp <strong>bir</strong> kutlu serhad eylerem<br />

Düşse dilimden n’ola zihi<strong>nde</strong>n zikre başlarım<br />

Gönlüme kazdım adını geçmişe ad eylerem<br />

Bir talakat hoş belağat nur semahat dağıdır<br />

Her gazelde dikkat eder lafza eb’ad eylerem<br />

Çekdim ucundan hayalin İzmir’e demirledim<br />

Bir Recai-zadeyim Harput’u Nijad eylerem<br />

Muhtac-ı himmettir Orhan yüz sürer toprağına<br />

Tab’ımın fevki<strong>nde</strong> eş’arımla imdad eylerem”<br />

“Oklu Kirpi 12”, Sayın Orhan Koloğlu tarafından 2010<br />

yılında bastırılmış. 108 sayfalık bu değerli şiir kitabının<br />

başlangıcında layık olmadığım halde benim de ismimin geçtiği<br />

şaire ait özlü <strong>bir</strong> ‘Önsöz’ ardından ‘Harput’ isimli Elazığ ve<br />

Harput’un kimliğini belirleyen <strong>bir</strong> manzume var. Bunu takiben<br />

eğitimci şair Nazım Payam’ın, “Koloğlu’nun Oklu Kirpisi”<br />

başlığıyla şairin şiirlerine ve şiir tekniğine dair yazısı ve daha<br />

sonra da eserde, şaire ait kendi şiirleri yer alıyor.<br />

Şiirlerinin <strong>bir</strong>çoğu çeşitli isimlere ithaf edilmiş; Kerim<br />

Sunguroğlu, Şükrü Kacar, Nurettin Ardıçoğlu, M.Naci Onur,<br />

Avni Anıl, Nihat Eriş, Nazım Payam, Cahit Kıraç, Fikret<br />

Memişoğlu, Celal Koloğlu, Zekeriya Bican bu isimler arasında<br />

yer alıyor.<br />

Nazım Payam’a ithaf edilen şiir şöyledir:<br />

“BUZLUK BAĞLARI<br />

Vakt eriyor gül sarardı, dalda durmaz ey gönül<br />

Gülzare yalnız inen bülbül eder naz ey gönül<br />

Kuytu serin <strong>bir</strong> yerin hayali be<strong>nde</strong>tti canı<br />

Vuslat ile mest olan diller kararmaz ey gönül”<br />

Bence, Orhan Koloğlu’nun yukarıda saydığımız vasıfları<br />

çerçevesi<strong>nde</strong> zihninin, yaşına göre dinç oluşu, “Oklu Kirpi<br />

12” yi vücuda getirmesi<strong>nde</strong> en önemli faktördür. Bu eserde<br />

Harput’un ön plana çıkışı, şairin doğup büyüdüğü beldeye<br />

vefa borcunu ödeme isteği<strong>nde</strong>n kaynaklanıyor. Çünkü “Oklu<br />

Kirpi”lerin diğerleri<strong>nde</strong>, ağırlıklı olarak sosyal içerikli, isimlere<br />

ithaf edilmiş ve İzmir’le ilgili şiirler bulunmaktaydı.<br />

Sayın Orhan Koloğlu ağabeyimiz ve üstadımızın daha<br />

nice yıllar sağlık içerisi<strong>nde</strong> o güzel tarzı, dili, üslubu ve<br />

hayalleri ile “Oklu Kirpi”lerini vücuda getirmesini temenni<br />

ediyoruz; zihnine, yüreğine, diline ve kalemine sağlık<br />

diyoruz.■<br />

69<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


"<strong>Dil</strong> gölgesi"<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> şair:<br />

Mehmet Aycı'nın şiir kitaplarının yeni<br />

basımları üzerine<br />

HAKAN ORHAN<br />

"...kullandığı dil,<br />

okuyucuyu çok yoran<br />

dil oyunlarından<br />

çok uzak. Sezdiren<br />

<strong>bir</strong> üslupla geniş<br />

ve zengin <strong>bir</strong> hayal<br />

dünyası sunuyor<br />

okuruna. Geleneğin<br />

ve İslam yaşayış<br />

hafızasının insana<br />

dokunan en ince<br />

bağlantı noktalarını<br />

keşfediyor ve<br />

kaydediyor. "<br />

Mehmet Aycı’nın; Mor Kitap, Aşk Bir Deniz<br />

Rüyası, Yakı, Derin, Bağ(d)at Kitabı, <strong>Dil</strong><br />

Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi ve<br />

Aramadığım Günler adlı 9 şiir kitabı, 4 Kitap Yayınları<br />

(Birleşik Dağıtım Kitabevi) tarafından yayınlandı.<br />

Daha önce başka yayınevleri<strong>nde</strong>n çıkmış olan şiir<br />

kitapları da, yeni kitaplarıyla <strong>bir</strong>likte böylece yeniden<br />

yayınlanmış oldu.<br />

Aycı, şiir tutkunlarının yakından tanıdığı modern<br />

Türk şiirinin genç ustalarından. Modern insanın yalnızlığını,<br />

aşkı algılayışını, acılarını, uyumsuzluğunu<br />

çağdaş şiir dilinin imkânlarını kullanarak işliyor. Halk<br />

şiirinin biçim ve içerik imkânlarından da nasıl ustalıkla<br />

faydalandığını; divan şiirinin imge dünyasından nasıl<br />

siluetler ve sesler taşıdığını Aycı’nın şiirleri<strong>nde</strong> görebiliyoruz.<br />

Divan şiirinin ve halk şiirinin inceliklerini<br />

keşfederek kendi şiirinin kaynaklarından <strong>bir</strong>i haline<br />

getirdiğini görüyoruz. Akıcı, kuşatıcı ve ilgi uyandırıcı<br />

sağlam <strong>bir</strong> dille şiirini kuruyor. “Açık Bir Deniz Rüyası”<br />

kitabındaki gazeller, koşmalar eski şiir geleneğimizle<br />

olan yakınlığını gösteriyor. Bağ(d)at Kitabı, şairin<br />

insanlığın acılarına ortak olduğunu sosyal meselelere<br />

de ilgisiz kalmadığının güzel <strong>bir</strong> örneği.<br />

70<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


<strong>Dil</strong> Gölgesi’<strong>nde</strong>ki “semah II” şiiri<strong>nde</strong>; insanın<br />

bu dünyadaki yalnızlığını anlatmaya çalışıyor.<br />

Hayatın anlamını sorgulayan <strong>bir</strong> zihin ve<br />

yürekle yola çıkıyor. İnsanın dünya macerasındaki<br />

yalnızlığını, gerçeğin aldatıcı görüntüler<br />

altında kayboluşunun uyandırdığı arayışlarını<br />

paylaşıyor ve anlatmaya çalışıyor.<br />

“herkes kendine döner, yalnızlık dediğimiz<br />

ne acıdan giysiler, ne bilinmeyen ada<br />

susayınca varlığın kıyısına ineriz<br />

adımız taş atımı <strong>bir</strong> anlık dalga suda”<br />

Yakı’daki “”bunlar yazmaz kitapta…” başlıklı<br />

şiiri<strong>nde</strong>; Aycı belki bütün hatırladıklarını,<br />

yaşadıklarını, şahit olduklarını imge imge<br />

şiirine yerleştiriyor. Fakat şunun hep farkında<br />

olarak; her şeyi anlatmaya kalemin<br />

gücü yetmiyor ve her şey kitaptan öğrenilemiyor,<br />

öğretilemiyor. Aycı için çocukluğun insan<br />

hafızasında bıraktığı anılar ve hayaller kadar<br />

zengin <strong>bir</strong> hayal sığınağı olamaz. Şair, hayatın<br />

en onulmaz çıkışlarına karşı çocukluğundan<br />

hep güç almaya çalışıyor.<br />

“tahta silahım vardı, ah ne güzel oyuncak,<br />

Bilmezdi kimsecikler ateşten ve baruttan<br />

Korktuğumu usulca/şeytandan korkar gibi<br />

Kömürlük cadılarından kuyu analarından<br />

Karanlıkta geçilen mezarlık kenarından<br />

Kırk haramiden ya da /<br />

-<strong>bir</strong>az da ondan sarıldım tahta oyuncağıma-<br />

Büyüdüm, işe yaradı silahım<br />

Namlusu toprak saksıda <strong>bir</strong> çocukluk anısı<br />

Sanki dünyayı sarıyor odamdaki sarmaşık<br />

o yeşermez ağacın minick kabzasında<br />

-bu yazmıyor kitapta!-<br />

rüya<br />

gün gider hüzün gider ben hep aynı yerdeyim<br />

ne camda arap kızı kafdağı’nda hüzün<br />

giden günle beraber eskir elbiselerim<br />

giden günle beraber yağmura çalar yüzüm<br />

bütün esrik kızların gül koydum avucuna<br />

sonra şiir söyledim <strong>bir</strong> güle yaslanarak<br />

ondan bağlıdır dilim bulutların ucuna<br />

ondan ayaklarımı aşina bulur toprak<br />

şair hep aynı yerde <strong>bir</strong> yangın avaresi<br />

ellerim ateş sunar çeşmelerin diline<br />

ben kimim çeşme nerde ellerim neyin nesi<br />

bilmeden süzülürüz ölümün kandiline!<br />

MEHMET AYCI<br />

Aycı’nın kullandığı dil, okuyucuyu çok<br />

yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren<br />

<strong>bir</strong> üslupla geniş ve zengin <strong>bir</strong> hayal dünyası<br />

sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış<br />

hafızasının insana dokunan en ince bağlantı<br />

noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. Aycı’nın,<br />

modern Türk şiirinin usta <strong>bir</strong> sesi olarak uzun<br />

yıllar ürün vermesini ve şiirlerini zevkle okumayı<br />

diliyoruz. ■<br />

71<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


"Gel gitme gençliğim<br />

ömür bildiğim."<br />

ÖMER KAZAZOĞLU<br />

Yahya Akengin<br />

denilince elbette<br />

Hisar Dergisi akla<br />

geliyor. O Hisar’ın<br />

şairidir. Yahya<br />

Akengin edebi<br />

üslûp sınavını<br />

Hisar dergisi<strong>nde</strong><br />

vermiştir. “Bir<br />

Semaverlik<br />

Muhabbet”in<br />

demlenmesi de o<br />

yıllarda başlamıştır.<br />

Anı türü edebiyatımızda teknik bakımdan<br />

yeni olmakla <strong>bir</strong>likte diğer türlere varlığını<br />

sindirmiş ve hep var ola gelmiştir. Eleştirmenler tarafından<br />

ciddiye alınmamış, zaman zaman ağır hücumlara<br />

da uğramıştır. Hatta anı türünü edebiyatın<br />

içerisi<strong>nde</strong> saymayanlar bile çıkmıştır. Bu tartışma<br />

ve eleştirilerin kaynağında anıyı meydana getiren<br />

dil, üslûp ve yaşanmışlık, okuyucu nezdi<strong>nde</strong> kadir<br />

kıymet bulması yazarın kamuoyundaki durumunun<br />

ilgi uyandırmasıdır.<br />

Anı türünün edebi yolculuğunda işinin hiç de<br />

kolay olmadığını edebi muhit içerisi<strong>nde</strong> görmek<br />

mümkündür. Anı türü<strong>nde</strong> yazarının en önemli çıkış<br />

sebebi yaşadıklarını yazma ihtiyacından, geçmişe<br />

sarılma mecburiyeti<strong>nde</strong>n değil, geçmişin alınyazısındaki<br />

çoğulculuğundan ve paylaşımdan kaynaklanmaktadır.<br />

Okuyucunun ilgi ve tarafgirliğini<br />

her edebi tür gibi anı da taşımak zorundadır. Anın<br />

işlevsel ve şiirsel dili, coşkulu anlatımı ve yaşanan<br />

olayların bölüşülmesi tarihe ve sosyolojiye de payanda<br />

olmaktadır. Anı <strong>bir</strong> noktada romanın alt yapı<br />

problemini ortandan kaldırmaktadır düşüncesi<strong>nde</strong>yim.<br />

72<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Nasıl ki güçlü roman toplumsal tabakaların<br />

yaşam alanlarından beslenmiş ise anı yazarlarının<br />

yaşadıklarını yazıya ve kitaba dönüştürmeleri<br />

de onların edebi türle beslenmeleridir. Halit Ziya<br />

Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ında olduğu gibi. Edebiyatımızda<br />

<strong>bir</strong>çok edebi ürü<strong>nde</strong> varlığını hissettiren anı<br />

türü başta sosyoloji, tarih ve psikoloji olmak üzere<br />

bunun gibi bilim dallarına da kaynaklık etmiş, rehber<br />

olmuştur.<br />

Hele anı yazarı edebiyatın içerisi<strong>nde</strong> ise yani<br />

şair, romancı, hatip, siyaset adamı kimliğini taşıyorsa<br />

yaşadıklarını tarihin tanıklığına geleceğin<br />

sorumluluğuna sunmuştur. Kimliğini Tanzimat’la<br />

onaylayan edebiyatın bu şanssız türü şiirin romanın<br />

ve hikâyenin karşısında tutunabilmek için dilin istisnasızlığına<br />

ihtiyacı vardır. Yazar bu bilinci unutmamalıdır.<br />

Yazar, mensup olduğu dilin vakarıyla<br />

gerçek <strong>bir</strong> edebi zevk içi<strong>nde</strong> yaşadıklarını realist<br />

yalın ve muhattabını ciddiye alan tutum içerisi<strong>nde</strong><br />

olmalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlükleri<strong>nde</strong><br />

olduğu gibi…<br />

Yukarıdaki satırları bana yazdıran son dönemde<br />

zevkle okuduğum Yahya Akengin’in “Bir Semaverlik<br />

Muhabbet” adlı anı kitabıdır. Üstadın anılarını<br />

okurken her şeyden evvel kullandığı dilin hakkını<br />

veren ve diline âşık <strong>bir</strong> yazarla karşılaşıyorsunuz.<br />

Kitabın tamamı bittiği<strong>nde</strong> dolu dolu yaşamış <strong>bir</strong><br />

şairin yaşadıklarını paylaşıyorsunuz.<br />

Yeri gelmişken şu satırı da eklemek durumundayım;<br />

anı salt yazarın yaşadıklarından ibaret değildir.<br />

Gü<strong>nde</strong>lik hayattan hiyerarşik çekişmeye,<br />

siyasetten ekonomiye hülasa yaşanmışlıklardaki<br />

bütün derin renkleri barındırır. Yine yaşanmışlıktan<br />

okuyucu payına düşen o soylu hisseyi çekinmeden<br />

helâli<strong>nde</strong>n alır ve dilin huzuruna varır.<br />

Yazarımız Yahya Akengin anılarına Bayburt<br />

ve Erzurum’dan başlıyor. Bu iki şehir onun için<br />

önemlidir.<br />

Erzurum Gar’ında <strong>bir</strong> tren,<br />

Sırtına sonbaharı yükleniyor<br />

Dalından düşmüş yapraklar gibi yolcular,<br />

Rüzgârlara boyun eğmiş, <strong>bir</strong> de ben..<br />

Doğduğu Bayburt’tan ayrılış heyecan ve burukluğu,<br />

ilk gençlik yılları <strong>bir</strong> şairin ayak izlerini<br />

belirliyor. Yazarın “Gençliğim Eyvah” demediği<br />

diyemediği buna zaman bulamadığı yıllar meslek<br />

hayatına en önemlisi de şiire başladığı yıllar…<br />

“Isparta’da askerlik”, “tabur çeşmesi”, “tekmil<br />

şiiri”…<br />

Bu anılar yolculuğunda Akengin’in önemli<br />

yönlerini keşfediyorsunuz: Milli manevi duyarlılık,<br />

mesleki duyarlılık, anadiline yaşadığı dile<br />

duyarlılık. Bir şairden daha ne beklenir ki. Ayrıca<br />

anılarda devlet kurumlarının sebepsiz çekişmelerle<br />

yıpratıldığı açıkça ortaya konulmuş.<br />

Bazı kurumları işgal eden yazarların sanıldığı<br />

kadar dil erbabı olmadıklarına tanık oluyorsunuz.<br />

Yazar, inandığı dünya görüşünü, inancından<br />

dolayı başına gelenleri bütün içtenliği ile okurla<br />

paylaşıyor. Milliyetçi duruşundan dolayı başına<br />

gelenler okuru hayretler içerisi<strong>nde</strong> bırakıyor.<br />

Milliyetçilerin entrikalarla nasıl dışlandığını görüyorsunuz.<br />

Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi<br />

akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin<br />

edebi üslûp sınavını Hisar dergisi<strong>nde</strong> vermiştir.<br />

“Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de<br />

o yıllarda başlamıştır.<br />

Bize ait değerlerin <strong>bir</strong> edebi türle var olması<br />

Türk yazarının dikkatle üzeri<strong>nde</strong> durması<br />

gereken <strong>bir</strong> konudur. Akengin, edebi akımlara<br />

kısmen mesafeli, fakat kendine has zevki ve<br />

derinliği eserlerine yansıtmayı bilmiştir.<br />

Yahya Akengin, Yazarlar Birliği’nin kuruluşu,<br />

çalışmaları kurduğu kurumda devre dışı<br />

bırakılması, İLESAM’ın kuruluşu, yaptığı<br />

hizmetler, son olarak TÜRKSEV’in kuruluşu<br />

Türk dünyası ile <strong>bir</strong>likte yapılan çalışmalar.<br />

Anlatılanlar kuru yaşanmışlıklardan ibaret değil<br />

kullanılan yalın dil okuyucuyu isteyerek<br />

o anılar dünyasına çekiyor. Hem yazarımızın<br />

başka yönlerini de açıyor.<br />

Yahya Akengin’de olan seçkinci <strong>bir</strong> duruş<br />

mertçe <strong>bir</strong> tavır tavizsiz <strong>bir</strong> dünya görüşü.<br />

Milli duyuş, düşünüş yaşayış… Çok yakın tanımakla<br />

bahtiyar olduğum Yahya Ağabeyin “Bir<br />

Semaverlik Muhabbet”e isim babalığı yapan<br />

“Erzurum” şiirinin ilk dörtlüğünü veriyorum.<br />

Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin<br />

Ve göz ufkunda <strong>bir</strong> kağnıdır göçer gider<br />

Palandöken yaylasında <strong>bir</strong> türküdür zaman<br />

Ötesi karlı <strong>bir</strong> düş uçar gider■<br />

73<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Kırım'ın ebedi sesi<br />

Cengiz Dağcı<br />

BEYHAN KANTER<br />

İsa Kocakaplan,<br />

Dağcı’yı anlatırken<br />

onu tek başına <strong>bir</strong><br />

fert olarak değil<br />

Kırım topraklarında<br />

güçlüklere,<br />

dayatmalara<br />

katlanan <strong>bir</strong>i<br />

olarak tanıtır. Bunu<br />

yaparken de onu<br />

yaşadığı çevreden<br />

ve ailesi<strong>nde</strong>n<br />

soyutlamak<br />

yerine onlarla<br />

bütünleyerek<br />

anlatır.<br />

Edebi eserler, kaderlerini yayınlandıktan<br />

sonra yaşarlar. Ancak edebi eserlerle ilgili<br />

yapılan çalışmalar da kimi zaman bu eserlerin<br />

kaderleri<strong>nde</strong> belirgin <strong>bir</strong> rol oynar. Zira<br />

yazarların ne söylediği kadar bu eserlerle ilgili<br />

söylenenler ve yapılan çalışmalar da edebiyat<br />

dünyası için <strong>bir</strong>er kazanım niteliği<strong>nde</strong>dir. Nitekim<br />

İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Güçlü Sesi<br />

Cengiz Dağcı” kitabı, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen<br />

yönlerinin ortaya çıkarılmasında ve onun<br />

yaşam algısının aktarılmasında <strong>bir</strong> aracı rolü<br />

üstlenmektedir. Kırım edebiyatının güçlü yazarı<br />

Cengiz Dağcı’nın yaşamının ve edebi yönünün<br />

samimi <strong>bir</strong> üslupla anlatıldığı kitap, <strong>bir</strong> devrin<br />

anatomisini yapması bakımından dikkat çekicidir.<br />

İsa Kocakaplan, önsöz, bibliyografya ve<br />

fotoğraflar hariç dört bölümden oluşan kitapta<br />

Cengiz Dağcı’nın bütün yönlerini detaylarıyla<br />

ve belgeler/kaynaklar ışığında ortaya çıkarır.<br />

Önsözde yazar, kitabın yazılma serüvenini yine<br />

samimi <strong>bir</strong> dille aktarırken Cengiz Dağcı’nın<br />

kendisine yazmış olduğu <strong>bir</strong> mektubu da ekleye-<br />

74<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ek okurun duygu dünyasını<br />

harekete geçirir. Bu mektup,<br />

<strong>bir</strong> yazarın kendisiyle ilgili<br />

yapılmış <strong>bir</strong> çalışma hakkında<br />

düşüncelerini, çalışmayı<br />

yapan araştırmacıyla <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong><br />

paylaşması açısından önemlidir.<br />

Sanıyoruz, bu da pek<br />

az araştırmacıya nasip olur.<br />

Kırım edebiyatından<br />

doğup tüm Türk Dünyası<br />

içi<strong>nde</strong> güçlü kalemiyle kendine<br />

<strong>bir</strong> yer edinen Cengiz<br />

Dağcı’nın romanlarının,<br />

hikâyelerinin ve mektuplarının<br />

tanıtıldığı ve tahlil<br />

edildiği kitaba yazar, öncelikle<br />

Kırım Hanlığının tarihsel<br />

geçmişi<strong>nde</strong>n bahsederek<br />

başlar. Zira <strong>bir</strong> edebiyatçıyı, <strong>bir</strong> yazarı anlamak<br />

için öncelikle onun yetiştiği sosyal çevreyi ve<br />

onun ruhuna işleyen tarihsel zemini bilmek gerekir.<br />

Birinci bölümde Kırım tarihi hakkında kısa<br />

bilgi veren İsa Kocakaplan, daha sonra ikinci<br />

bölümde Cengiz Dağcı’nın biyografisine değinir.<br />

Bir yazarın aile ortamı ve yetiştiği şartlar,<br />

onun sanatına olgunluk kazandıran ve sanatını<br />

tetikleyen unsurlardır. Bu bağlamda, <strong>bir</strong> yazarın<br />

eserlerini iyi anlamak için onun hayat öyküsünün<br />

ve yaşamındaki geçiş dönemlerinin de bilinmesi,<br />

gözden kaçırılmaması gereken <strong>bir</strong> husustur.<br />

Her eserin <strong>bir</strong> doğuş öyküsü vardır ve bu öykü<br />

genellikle yazarların yaşamlarıyla ilintilidir. İsa<br />

Kocakaplan da Cengiz Dağcı’nın biyografisini<br />

verirken onun yaşamındaki dönüm noktalarına<br />

değinmiş ve bu dönüm noktalarının yazar üzeri<strong>nde</strong>ki<br />

etkileri<strong>nde</strong>n bahsetmiştir. Bu bölümde<br />

kullandığı alt başlıklarda araştırmacının Cengiz<br />

Dağcı’nın yaşamındaki dönüm noktalarını ve<br />

onun kişiliğini ve ruh evrenini şekillendiren unsurları<br />

anekdotlarla açıklaması okuru farklı mecraların<br />

içine çeker.<br />

Kitabın ikinci bölümüne,<br />

yazarın biyografisini<br />

verdikten sonra “Kırımda<br />

Açan Kardelen” başlığıyla<br />

giriş yapan Kocakaplan, bu<br />

bölümde yazarın kişiliğini<br />

ve eserlerini/sanatını tahlil<br />

eder. Araştırmacının, öncelikle<br />

Dağcı’nın edebi yönünü<br />

geliştiren ve ortaya çıkaran<br />

ortamlardan bahsetmesi,<br />

eserlerde geçen mekânların<br />

ve olayların zemini<strong>nde</strong> yatan<br />

gerçekliklerin açığa çıkması<br />

bakımından önemlidir. Zira<br />

zor <strong>bir</strong> yaşam süren ve çeşitli<br />

dayatmalara maruz kalan<br />

Cengiz Dağcı’nın sanatında,<br />

yaşamsal süreçte karşılaştığı<br />

güçlüklerin yansımaları/izleri görülür. Edebiyat<br />

dünyasına şiirle giren Cengiz Dağcı, komünizme<br />

yönelen Sovyet insanını değil de şiirleri<strong>nde</strong>,<br />

dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları işlediği<br />

için eleştirilir. Çektiği maddi sıkıntılarla beraber<br />

baskıcı rejimin dayatmaları da Cengiz Dağcı’yı<br />

zor <strong>bir</strong> yaşam sınavının içine hapseder. İsa Kocakaplan,<br />

Cengiz Dağcı’nın sanatına etki eden<br />

bu unsurları yazarken onun çevresiyle olan ilişkilerine<br />

de vurgu yaparak etrafındaki insanların<br />

onun üzeri<strong>nde</strong> kurduğu baskının Dağcı’yı yıldırmadığını<br />

örneklerle gözler önüne serer. Cengiz<br />

Dağcı’nın şairliğe, yazarlığa giden serüvenini<br />

onun yaşamından kesitler/anekdotlar sunarak<br />

yansıtan İsa Kocakaplan, böylelikle kitabın sade<br />

<strong>bir</strong> biyografi çalışması olmasının da önüne geçer.<br />

Yazarın, Dağcı’nın kişiliğini anlatırken özellikle<br />

onun ailesi<strong>nde</strong>n ve sosyal çevresi<strong>nde</strong>n detaylı<br />

olarak bahsetmesi, onun edebiyat dünyasına girişi<strong>nde</strong><br />

bu unsurların önemini yansıtması bakımından<br />

dikkate değerdir. Kanaatimizce, özellikle<br />

Cengiz Dağcı gibi kendi yaşadığı çevreyi eserlerine<br />

konu alan <strong>bir</strong> yazar incelenirken onun sadece<br />

75<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kısa özgeçmişi<strong>nde</strong>n bahsetmek <strong>bir</strong> yazarın tam<br />

anlamıyla anlaşılması noktasında bazı eksiklikler<br />

kalmasına neden olabilir. Nitekim bu bilinçle<br />

yazılan kitapta İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken<br />

onu tek başına <strong>bir</strong> fert olarak değil Kırım topraklarında<br />

güçlüklere, dayatmalara katlanan <strong>bir</strong>i olarak<br />

tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve<br />

ailesi<strong>nde</strong>n soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek<br />

anlatır. Böyle <strong>bir</strong> anlatım/tanıtım hiç şüphesiz ki<br />

<strong>bir</strong> yazarın geçmişini, şimdisini okurlara sunarken<br />

eserlerinin yaşamıyla bağlantısını da gözler önüne<br />

serer. Yazar, Cengiz Dağcı’nın portresini de adeta<br />

romanlaştırarak anlatır.<br />

Cengiz Dağcı’yı ailesi, sosyal çevresi, bulunduğu<br />

ülkenin siyasi durumu ve yaşadığı mekânın<br />

özellikleri ile <strong>bir</strong>likte tanıtan araştırmacı, üçüncü<br />

bölümde öncelikle eserlerin kronolojik sırasını<br />

verir. Bir yazarın edebi değişim sürecini takip<br />

edebilmek için onun eserlerinin kronolojik sırasını<br />

bilmek elbette önemlidir. Bu sıralamadan sonra<br />

araştırmacı, Cengiz Dağcı’nın eserlerini özetleme<br />

tekniğiyle tahlil eder. Kırım halkının sadece<br />

sesi değil aynı zamanda çığlığı olan Dağcı’nın<br />

romanlarında savaşın izlerinin ve savaş yıllarının<br />

yer tutması yaşanılan ortamın kaotikliğiyle ilintilidir.<br />

Dağcı’nın romanları hakkında fikir verebilmesi<br />

açısından on yedi romanının özetini veren<br />

İsa Kocakaplan, aynı zamanda bu romanların<br />

doğum tarihleri<strong>nde</strong>n ve kaderleri<strong>nde</strong>n bahsederek<br />

okuru genel olarak bilgilendirmektedir. Cengiz<br />

Dağcı’nın hikâye ve mektuplarının toplandığı<br />

Haluk’un Defteri ve Londra Mektupları’nın<br />

tanıtıldığı bölümde araştırmacı, yine bu eserlerin<br />

içerikleri<strong>nde</strong>n bahseder. Özellikle mektuplar, tür<br />

olarak <strong>bir</strong>eyin yaşam içi<strong>nde</strong>ki konumlanışının<br />

ipuçlarını verir. Cengiz Dağcı’nın mektupları da<br />

onun sürekli sorguladığı yaşamının, eserlerinin<br />

ve kendisinin aynasıdır. Cengiz Dağcı’nın hatıralarının<br />

ve günlüklerinin olduğu bölümde ise<br />

onun günlük yaşantısı ve hayallerinin izlerini süren<br />

İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın özlemlerini<br />

ve onun şahsında Kırım Türklerinin acılarını<br />

ayrıntılarıyla yansıtır.<br />

Kitabın dördüncü bölümü<strong>nde</strong> İsa Kocakaplan,<br />

samimi <strong>bir</strong> üslupla Cengiz Dağcı’yla tanışmasını<br />

anlatır. Önce kitaplarıyla tanışıp hayran olduğu<br />

<strong>bir</strong> yazarla ilgili çalışma yapmanın hazzını yaşayan<br />

Kocakaplan, bu kitabın yazılış serüvenini de<br />

okurlarıyla paylaşır. Özellikle Cengiz Dağcı’yla<br />

tanışmasını, onunla ettiği sohbeti ve Dağcı’nın<br />

samimi söylemlerini aktarması, okurun bu kitabı<br />

doğuran şartları görmesi açısından önem arz<br />

eder. Cengiz Dağcı’yla yapılan söyleşi, <strong>bir</strong> yazarın<br />

dünya görüşünü kendi ağzından yansıtması<br />

bakımından önem taşımaktadır. Dağcı’nın içten<br />

<strong>bir</strong> şekilde kendini/geçmişini anlatması, kırgınlıklarından,<br />

mutluluklarından ve mutsuzluklarından<br />

bahsetmesi, ömrü boyunca hayata meydan<br />

okuyan <strong>bir</strong> yazarın belki de ömrünün sonbaharında<br />

yaptığı en samimi itiraflardır.<br />

İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz<br />

Dağcı” kitabı, içeriği ve samimi üslubu ile<br />

Türk kültürünün geniş <strong>bir</strong> coğrafyaya yayılan<br />

edebi mirasını tanıtması açısından <strong>bir</strong> eksikliği<br />

doldurduğu inancındayız.■<br />

76<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bir varmış <strong>bir</strong> yokmuş<br />

A. FARUK GÜLER<br />

Çocukluğumda masallar hep <strong>bir</strong> varmış, <strong>bir</strong><br />

yokmuş ile başlardı. Ama adı üstü<strong>nde</strong> masaldı<br />

onlar ve daima iyiler kazanır, kötüler cezasını bulurdu.<br />

Büyüdükçe masalların gerçek olmadığını anlıyor<br />

insan. Tekerlemelerin ise anlamsız olduğunu sanıyorsun.<br />

Oysa tekerlemeler çocukların dünyasında büyük<br />

anlamlar taşımasa da insan büyüdükçe fark ediyor tekerlemelerdeki<br />

gerçeği.<br />

Çevremizdeki insanları sevme nedenlerimizden<br />

<strong>bir</strong>isi ve belki en önemlisi kendi hayatımıza olan tanıklıkları.<br />

Bir anlamda onların sayesi<strong>nde</strong> kendi yaşamlarımızı<br />

somutlaştırıyor ve yaşadığımız gerçeğine<br />

şahit kılıyoruz. Tanıkların <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er bu dünyadan<br />

çekilip gitmeleri hem kendi yaşam gerçeğimize olan<br />

inancımızı azaltıyor; hem de bizleri yalnız kılıyor. Yalnızlaştıkça<br />

yalanların içerisi<strong>nde</strong> büyüdüğümüzü fark<br />

edip hayatın ne denli boş ve <strong>bir</strong> o kadar gelip geçici<br />

olduğunu kavrıyoruz. Masallar işte bu noktada devreye<br />

giriyor. Ve her masalın başlangıcında büyük <strong>bir</strong><br />

zevkle söylediğimiz “<strong>bir</strong> varmış; <strong>bir</strong> yokmuş” ifadesi<br />

kendisini gerçeğe <strong>bir</strong> adım daha yaklaştırıyor.<br />

Oysa insan inanmak istemiyor, gidenlerin ardından<br />

bakakalınca kabullenmek zor geliyor. Gitmek belki<br />

kolay olan, ya arkada bırakılanlar Arkada bakakalmak,<br />

hafızalarda yer alan onlarca hatıranın ağırlığının<br />

yanı sıra sırtımıza yüklenen onlarca sorumluluğu beraberi<strong>nde</strong><br />

getirmiyor mu Ta ki kendi yolculuğumuzun<br />

başlayacağı o ana kadar.<br />

Dünyaya gözünüzü açıp da aile içerisi<strong>nde</strong> yaşam<br />

kavgasına ortak olduğunuz kardeşinizin bu mücadeleden<br />

erken vazgeçmesine ne dersiniz Oysa ailenize<br />

dair tüm <strong>bir</strong>ikimlerin devamını sağlayacak olan iki<br />

kardeşten <strong>bir</strong>isinin erken vedası karşısında duyulan<br />

o şaşkın ve <strong>bir</strong> o kadar yalnız kalışa hangi merhem<br />

Ağabeyim Şükrü Güler’e<br />

derman olacaktır ki! Geleceğe dönük kurduğunuz tüm<br />

hayallerde yer verdiğiniz, varlığından güç aldığınız <strong>bir</strong>aderinizin<br />

hayatı boyunca yaptığı tek yanlış sizi yarı<br />

yolda bırakmak olsaydı hayata boş gözlerle bakmak<br />

dışında ne söyler, neler hissederdiniz<br />

“Güçlü ol” diyenlere küfredercesine baktıktan<br />

sonra onların sözleri<strong>nde</strong>ki içi boş ama çaresiz ifadeyi<br />

görünce cevaplar da anlamsız kalmıyor mu Susmak,<br />

belki de en güzeli. Sözcüklerin değerlerini yitirdiği <strong>bir</strong><br />

ortamda 14 ay süren <strong>bir</strong> mücadeleden yenik ayrılan<br />

tarafın imzaladığı <strong>bir</strong> sözleşmedir yazdığım cümleler.<br />

Kardeşim bıraktığı için kaybettim kendi savaşımı. Ve<br />

yeniden doğmak gerekiyor küllerin içi<strong>nde</strong>n. Kendim<br />

için değil elbet bu uyanış, geride kalanlara karşı; <strong>bir</strong>aderin<br />

bıraktığı tüm yarım kalmışları tamamlama<br />

gayesi. Ve <strong>bir</strong> dönüm noktası aynı zamanda. Kaknüs<br />

her zaman aynı şarkıyı söylemiyor maalesef. Artık neşeli<br />

değil tüm şarkılar. Her yeniden doğuş beraberi<strong>nde</strong><br />

yeni <strong>bir</strong> melodiyi mırıldanıyor. Bu bazen hüzzam oluyor<br />

bazen nihavent. Seçmek mümkün değil, seçileni<br />

söylemeye başlıyorsun. Nefesin tükenip de <strong>bir</strong> başkasına<br />

nefes verdiğin o ana değin.<br />

Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si limandan böyle<br />

ayrılmıyor muydu “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten<br />

elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”<br />

Bir siyah ufka bakarcasına fotoğraflara bakıyor insan.<br />

Zamanı dondurduğumuz o karelerde geçmişe dönük<br />

hatıraları yeniden yeniden yeniden yaşamaya çalışıyoruz.<br />

Ama hiç<strong>bir</strong>i o ânı <strong>bir</strong> daha yaşatmıyor ve asıl korkunuz<br />

baktıkça unutmaya başladığınızı fark ettiğiniz<br />

zaman çıkıyor ortaya.<br />

Masalları severim çocukluğumdan beri. Kocaman<br />

<strong>bir</strong> hayatın özetidir başlangıcındaki tekerlemeler. Bir<br />

varmış, <strong>bir</strong> yokmuş ile başlayan…■<br />

77<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


KEMAL BATMAZ<br />

Şairlerin asıl yürüyüşü<br />

yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />

gelen şiir sözleriyle anlamını<br />

buluyor gecede. Onlar<br />

sözün hızlı atlarıyla Hazar<br />

kıyılarından geçiyorlar ta<br />

Orta Asya’dan, Balkanlar’dan<br />

gelip doğudan ve batıdan,<br />

kuzeyden ve güneyden<br />

süzülüyorlar göğümüzde. Bize<br />

ise bu lezzeti idrak etmek<br />

görevi düşüyor.<br />

Şehrin şiirle buluşması<br />

Hazar’da şiir her sene yeniden çalışılır, şehir;<br />

kültür, sanat, edebiyat insanlarının toprağı<br />

sürer gibi sürmesiyle nefes alır. Havasını,<br />

suyunu, toprağını, güneşini sürer şiir yazan<br />

eller. O eller cümle hayali yazar, kaleme dokunmadan<br />

kelamı işletir. Hazar da hezar verir<br />

daim. Cömerttir…<br />

18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları 10-<br />

13 Haziran 2010’da 12 ülke ve Türkiye’den<br />

toplam 35 şairin katılımıyla gerçekleştirildi.<br />

Bu yılki Hazar Şiir Akşamları, Ahmet<br />

Yesevî anısına yapıldı. Sevgi ve hoşgörü başköşede<br />

yer aldı. Yesevî olur da “sevgi ve hoşgörü”<br />

olmaz mı Program çerçevesi<strong>nde</strong> Sevgi<br />

ve Hoşgörü konulu panelde katılaşan kalpler<br />

78<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


için ilham reçeteleri yer aldı. Biz de unutturulmaya<br />

çalışılan köklü tarihimizi hatırlayıp mirasımıza<br />

sahip çıkmak gerektiğini hatırladık, bağlarımızın<br />

kuvvetini fark ettik.<br />

Hazar Şiir Akşamları çerçevesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok etkinliğe<br />

imza atıldı. Bu etkinliklerin bazıları geçmiş<br />

yıllardan tekrar ede ede gelirken bazıları da<br />

18. Hazar Şiir Akşamları’nda ilk defa yerini aldı.<br />

Etkinlikler 10 Haziran Perşembe akşamı, Harput<br />

musikisinin sunulduğu Kürsübaşı tanışma<br />

toplantısı ile başladı. 11 Haziran Cuma günü saat<br />

11.15’te açılan sergiyi ilklerden saymak gerekir.<br />

Sergi, “Sevgi ve Hoşgörü” temalı afiş, illüstrasyon,<br />

fotoğraf ve kitap içerikli idi.<br />

Ancak asıl açılış 11 Haziran Cuma günü<br />

15.00’te şairlerin, ö<strong>nde</strong> Elazığ Belediyesi’nin<br />

mehter takımı olmak üzere Gazi Caddesi’<strong>nde</strong>ki<br />

eski belediye binasının önü<strong>nde</strong> toplanıp açılış<br />

töreninin yapılacağı öğretmenevine doğru yürümeleri<br />

ile başladı. Bu yürüyüş; şiir ile şehrin<br />

buluştuğu, şairin şehre sunulduğu, şehrin şairi<br />

damarlarına çektiği sembolik <strong>bir</strong> yürüyüştü. Bu,<br />

şiirin ayak seslerinin şehrin sesiyle buluştuğu şairler<br />

caddesi<strong>nde</strong> şairden başka, yazar, bürokrat,<br />

gazeteci, esnaf, memur, çocuk, kadın, yaşlı genç,<br />

yediden yetmişe herkesin hem yürüdüğü hem de<br />

kendini temaşa ettiği <strong>bir</strong> yürüyüştü. Öğretmenevi<strong>nde</strong><br />

tamamlanan yürüyüşü <strong>bir</strong>çok ajans izlerken<br />

TRT canlı yayınladı.<br />

Açılışta, Türkiye’den Yahya Akengin <strong>bir</strong> konuşma<br />

yaptı. Şiir Akşamlarıyla ilgili heyecanını<br />

dile getirdi. Sonra Dua Okuyucu Bekarys Shoıbekov,<br />

domra eşliği<strong>nde</strong> dua okudu. Dualarla başladı<br />

18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları. Açılış<br />

programı protokolün konuşmaları ile devam etti.<br />

Konuşmaların merkezi<strong>nde</strong>, şiir vasıtasıyla gü<strong>nde</strong>me<br />

gelen “sevgi ve hoşgörü” yer aldı, Elazığ’ın<br />

tarihî ve kültürel değerleri, insanlık tarihi<strong>nde</strong><br />

Yesevî’nin tesis ettiği sevgi ve hoşgörü, bu hoşgörü<br />

dilinin Türkçenin şiirini gü<strong>nde</strong>me taşımakta<br />

ve gü<strong>nde</strong>mde tutmadaki gücünün dile geldiği düşünceler<br />

vardı.<br />

Açılış programı Yesevî Sanat Topluluğu’nun<br />

yaptığı dans gösterileri ile tamamlandı.<br />

Cuma günü 17.00’de “Ahmet Yesevî ‘Sevgi<br />

ve Hoşgörü’ konulu panel gerçekleştirildi. Prof<br />

Dr. Osman Horata’nın yönettiği panelde Doç. Dr<br />

Necdet Tosun, Dr. Bahtiyar Aslan, Dr. Hayati Bice<br />

ve Alymbay Botakarayev konuşmacı olarak yer<br />

aldı. Konuşmacılar; Yesevî’nin “Orta Asya Türklerinin<br />

Müslüman oluşunda oynadığı rolü, Pîr-i<br />

Türkistân lakabıyla anılan Yesevî’nin, gerçek hayatından<br />

ve tarihî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbelerini<br />

ve fikirleri ile tanınmasını, onun tasavvuf<br />

kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına<br />

ışık tutan “sevgi ve hoşgörü” yaklaşımını, ayrıca<br />

Yesevî’nin hikmetlerinin nasıl ezberden okunduğunu,<br />

bu okumaların günümüz insanlarını nasıl<br />

79<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


deri<strong>nde</strong>n etkilediğini dile getirdiler. Böylelikle<br />

Hikmetler ve Yesevî’nin hayatından hareketle<br />

“Sevgi ve Hoşgörü” kavramı panelistlerin sözleri<strong>nde</strong><br />

can buldu.<br />

Cuma günkü program ‘Hoşgörü Senfonisi’ ile<br />

sona erdi. Programda, Yesevî bestelerine yer verildi.<br />

12 Haziran Cumartesi günü program iki koldan<br />

başladı.<br />

Şairlerin <strong>bir</strong> kısmı ilçelerdeki programlar için<br />

erke<strong>nde</strong>n yola çıktılar. Şiiri tüm şehre ve şehrin<br />

uzuvlarına taşımak için yaydan boşanır gibi dağıldılar<br />

dört <strong>bir</strong> yana. Yesevî dervişleri gibi elleri<strong>nde</strong><br />

ve gönülleri<strong>nde</strong> Yesevî hikmetleri<strong>nde</strong>n<br />

süzülmüş sevgi ve hoşgörü sözcükleri... Heybeleri<strong>nde</strong><br />

Türkistan mayası, gönülleri<strong>nde</strong> sözün gücü<strong>nde</strong>n<br />

başka <strong>bir</strong> şey yokken…<br />

Diğer program ise Hazar Şiir Akşamları’nın<br />

önemli etkinlikleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i olan Dergicilik Paneli<br />

idi. Şair Nazım Payam’ın yönettiği panelde,<br />

“Şiir Akşamlarının Kültürümüze Katkısı” üzeri<strong>nde</strong><br />

duruldu.<br />

Cumartesi günü saat 14.30’da Türk Dünyası<br />

Hizmet Ödülü için AKM’de <strong>bir</strong> tören düzenlendi.<br />

Geleneksel olarak verilen Türk Dünyası Hizmet<br />

Ödülü bu yıl TİKA’ya (Türk İş<strong>bir</strong>liği ve Kalkınma<br />

İdaresi Başkanlığı) verilecekti.<br />

TİKA’nın başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler<br />

ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere,<br />

gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı<br />

olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik,<br />

sosyal, kültürel, eğitim alanlarında iş<strong>bir</strong>liğini<br />

projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek<br />

gibi amaçları ve hizmetleri dolayısıyla verilen<br />

ödül, TİKA adına Eğitim, Kültür ve Sosyal İş<strong>bir</strong>liği<br />

Dairesi Başkanı Mehmet Yılmaz tarafından<br />

kabul edildi. Ödül, Milletvekilimiz Necati Çetinkaya<br />

tarafından verildi. Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra<br />

Mehmet Yılmaz teşekkür ederek ödülü öncelikle<br />

Türkmenistan ve Afganistan’da kaybettikleri görev<br />

şehitleri, çok fedakârca çalışan mesai arkadaşları<br />

ile kamu ve sivil toplumdan iş<strong>bir</strong>liği, çözüm<br />

ortakları adına aldığını, söyledi.<br />

Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra Yesevî Sanat<br />

Topluluğu’nun konseri vardı. Aslında bu sadece<br />

kulağımıza hitap eden <strong>bir</strong> konserden ziyade hislerimizi<br />

doyurmaya yönelik <strong>bir</strong> gösteri idi. Gösteri<br />

boyunca kâh en tatlı anılarıyla Asya topraklarını<br />

<strong>bir</strong> uçtan <strong>bir</strong> uca gezindik kâh Anadolu’da<br />

bağdaş kurduk. Kardeşlerimizin görsel ve işitsel<br />

gösterilerini sanatın dili<strong>nde</strong>n seyreyledik.<br />

Gösteri müzik eşliği<strong>nde</strong> Ahmet Yesevî Sanat<br />

80<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Topluluğu’nun sahneyi 18. Hazar<br />

Şiir Akşamları’na katılan<br />

ülkelerin bayraklarıyla doldurmasıyla<br />

son buldu. Tablonun<br />

oluştuğu anlar kendimizden<br />

geçtiğimiz anlardı.<br />

Damağımızda Ahmet<br />

Yesevî sanat topluluğunun<br />

yaptığı gösterinin tadıyla asıl<br />

program olan şairlerin şiirlerini<br />

okuyacağı geceye geldik. Şiirler<br />

Hazar Gölü kıyısında okunacak.<br />

Şairlerimiz sesini Hazar<br />

Gölü’nün suyuna Hazarbaba<br />

Dağının toprağına, doruklarına<br />

Hazar’ın güneşine duyuracak.<br />

Bu sene katılan ülkeleri ve şairlerden bazılarının<br />

adlarını anmak istiyorum.<br />

Azerbaycan: Naringül Babayeva, Faik Abas<br />

Sefer – Kazakistan: Muhtar Şahan, Yesdevlet Ulubeğ,<br />

Begari Şoyibeko, Alimbay Botakara – Türkmenistan:<br />

Ogulcennet Başhimova – Kırgızistan:<br />

Kozhogeldi Kulu, Ömer Sultan – Özbekistan: Babahan<br />

Şerif – Kırım: İsmail Kerim, İsmet Zato<br />

- Karaçay / Malkar: Yürüzlan Bolat – Makedonya:<br />

Fahri Ali-Kerkük: Metin Abdullah Kerküklü<br />

– Suriye: Muhammet Mevlüt Faki - Başkurdistan<br />

Cumhuriyeti: Kısmetullah Yoldaş - Kuzey Kıbrıs<br />

Türk Cumhuriyeti: Beste Sakallı.<br />

Türkiye: Bahaeddin Karakoç, Yasin Boztaş,<br />

Yahya Akengin, Cemal Safi, Bahtiyar Aslan,<br />

Ozan Taşdemir, Fazıl Ahmet Bahadır, İlter Yeşilay,<br />

Mehmet Nuri Parmaksız, Hikmet Yavuz,<br />

Hıdır Toraman<br />

Elazığ: Ömer Kazazoğlu, M. Faik Güngör,<br />

R.Mithat Yılmaz, İhsan Nazik, Mahmut Bahar.<br />

Akşam programında 18. Hazar Şiir Akşamları<br />

dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasının ödül töreni<br />

var en başta. Ödüle layık görülen eserler ve<br />

sahipleri arz-ı endam ediyor. Konuklar genç yüreklerden<br />

taşan sözleri dinliyor önce. Onların da<br />

ödüllerini Necati Çetinkaya takdim ediyor.<br />

Ve şairler çıkıyor kürsüye <strong>bir</strong> masalı yaşar gibi<br />

dalıp gidiyoruz tılsımlı sözlerin etkisiyle. Şairler<br />

okudukça etrafa <strong>bir</strong> sihir tozu serpiliyor. Her <strong>bir</strong>imiz<br />

<strong>bir</strong> sözün peşine takılıp gidiyoruz.<br />

Şairlerin asıl yürüyüşü yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />

gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede.<br />

Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından<br />

geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip<br />

doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar<br />

göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak<br />

etmek görevi düşüyor.<br />

Şiir Akşamları 13 Haziran Pazar günü misafirlerin<br />

sözlerini bıraktıkları coğrafyada gezdirilmesiyle<br />

tamamlanıyor. Gezide Sivrice, Harput ve<br />

Pertek yer alıyor.<br />

Uluslararası Hazar Şiir Akşamları, hummalı<br />

çalışmalarla ve büyük <strong>bir</strong> heyecanla hazırlanıyor<br />

her sene.<br />

Şiir çok çalışma ve çok emek yumağı. Bazen<br />

yıllarca tekrar gerektirir.<br />

Olunca akşam vakti olur, gün batarken…<br />

Bir de Hazar’da dağların ardınca göz kırpar da<br />

suya teğet durursa tamamdır.<br />

Adı Hazar olur,<br />

Hezar olur,<br />

Hem zâr olur,<br />

Akşam olur;<br />

Olunca da şiir olur.<br />

18’incisi gerçekleştirilen bu büyük organizasyonda<br />

emeği geçen herkese <strong>bir</strong> Elazığlı olarak<br />

şükranlarımı sunuyorum. ■<br />

81<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


16.Uluslararası Bayburt<br />

Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />

Şöleni<strong>nde</strong>n izlenimler<br />

MAHMUT BAHAR<br />

Şölen, Bayburt Valiliği, Bayburt Belediyesi ve sivil<br />

toplum örgütlerinin katkılarıyla 14-18 Temmuz 2010<br />

tarihleri<strong>nde</strong> gerçekleştirildi.<br />

13 Temmuz 2010 Salı<br />

Sabah 11.00, Elazığ’dan hareket saatimiz.<br />

Bingöl’deki yarım saatlik <strong>bir</strong> molanın ardından<br />

yola çıkıyoruz. Aslında tırmanışa geçiyoruz. Rakım<br />

yükseldikçe kulaklarımızın pıtpıtları artıyor.<br />

Karlıova’dan sonra otobüsümüz tam anlamıyla<br />

yol yapım çalışması kapsamına giriyor. Her taraf<br />

toz içi<strong>nde</strong>. Müteahhit harıl harıl çalışıyor. Uzaktan<br />

<strong>bir</strong> asfalt parçası parladığında kara görmüş denizci<br />

heyecanıyla ‘hah, tamam!’ dememizin üstü<strong>nde</strong><br />

on dakika geçmiyor ki <strong>bir</strong> başka yol çalışmasına<br />

dalıyoruz.<br />

Yol boyunca adı kendi<strong>nde</strong>n daha şırıltılı köy<br />

isimleri. Soğukçeşme... Çoba<strong>nde</strong>resi....<br />

Âdeta 2010 yılının ikinci baharını yaşıyoruz.<br />

Dağ taş yemyeşil, çayırlar yeni biçiliyor. Öbek<br />

öbek biçilmiş ot yığınları. Sarı ve mor çiçeklerin<br />

cıvıltısı... Bahar yeni gelmiş olmalı. Elazığ’da<br />

sığırkuyrukları çoktan oduna dönmüşken burada<br />

taptaze, çayır oğlanları gibi geçişimizi izliyor.<br />

Sağımızdan solumuzda su cılgaları. “Güzel memleketim,<br />

taşı toprağı güzel memleketim. Bir de<br />

dağların temiz olsa.” diyorum içimden. “Karlıova<br />

kırsal kesimi<strong>nde</strong>...”sözleriyle başlayan haberlerin<br />

etkisi olmalı bunları söyleten. Dağlarda hâlâ parçaları<br />

var. Kendilerini kuytulara gizlemeye çalışsalar<br />

da saf beyazları ele veriyor.<br />

Saat 17.30. Uzaktan Erzurum gözüküyor. Yaklaştıkça<br />

heyecanımız artıyor. Palandökenlerin <strong>bir</strong><br />

yanı yerden dağın tepelerine dökülen betonlar he-<br />

82<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Dede Korkut Türbesi<br />

men bize 2011 Kış Olimpiyatlarını hatırlatıyor. Bir<br />

geçidin yanında duruyor, tünel girişi<strong>nde</strong>ki yazıyı<br />

okuyoruz: Harput Kapısı... Gel de heyecanlanma.<br />

Bu güzel memleketin <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine açılan kapıları,<br />

Harput Kapısı, Kars Kapısı; Urfa Kapısı, Mardin<br />

Kapısı hiç kapanmasın.<br />

18.00’de Bayburt’a hareket edeceğiz. Hava püfür<br />

püfür. Malum terminal manzaraları. Bavullu,<br />

valizli, çanta ve poşetli insanlar, perona giren ya<br />

da perondan ayrılan otobüsler... Suluboya gözyaşı<br />

tabloları... Bizi <strong>bir</strong> fıskiye karşılamıştı yine aynı<br />

fıskiye uğurluyor. Anlaşılan şehre sırtımızı dönüyoruz.<br />

Kop Dağı’ndaki Abidenin ayakuçlarından<br />

geçiyoruz. “Ayağını turabı olmaya razıyım<br />

Mehmet’im.” diyorum. Aklıma hemen Arif Nihat<br />

Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri geliyor:<br />

Bir bayrak rüzgâr bekliyor<br />

Şehitler tepesi boş değil,<br />

Biri var bekliyor.<br />

Ve <strong>bir</strong> göğüs, nefes almak için;<br />

Rüzgâr bekliyor.<br />

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;<br />

Yattığı toprak belli,<br />

Tuttuğu bayrak belli,<br />

Kim demiş meçhul asker diye<br />

Ülkemin doruklarına ay yıldızlı al bayraktan<br />

başkasını kimse yakıştırmasın!... Sesim titriyor,<br />

gözlerim doluyor ancak Nihal Atsız’ın o mısrası<br />

ile irkiliyorum:<br />

“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz<br />

Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.”<br />

Hey koca Türk, se<strong>nde</strong>ki bu ‘yufka yürekliliği’<br />

tedavi ettirmediğin müddetçe, başına daha çok iş<br />

açılacak!<br />

Ve Çoruh bizi şehre götürüyor, Bayburt<br />

Kalesi’nin bütün kapıları açılıyor.<br />

Öğretmenevi’ne vardığımızda saat 20.00’ye<br />

geliyordu.<br />

İki kişilik 411 numaralı odamız herhâlde güneydoğuya<br />

bakıyor. Balkondan aşağıdaki üç katlı<br />

apartmanla Öğretmenevi arasının sol yanına tarh<br />

tarh lahana, sol yanında geniş <strong>bir</strong> çayırlık... Ve<br />

Anadolu’nun subaşlığını yapan kavak ile söğüt.<br />

Akşam kokteyl var.<br />

Arabalara binip kale surlarının dibine kadar<br />

yaklaşıyoruz. Kalabalık. Masalarda kokteyl geleneğine<br />

uygun yiyecek ve içecekler. Gömlekli kravatlı<br />

insanların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Be<strong>nde</strong><br />

<strong>bir</strong> tişört, Nazım Payam Hoca’da <strong>bir</strong> gömlek. Üşüyoruz<br />

da. Kale dibi<strong>nde</strong>ki daracık yamaca 16 meşale<br />

83<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


dikilmiş. Vali Bey’in tutuşturduğu meşaleyle Dede<br />

Korkut kıyafeti giymiş aksakallı <strong>bir</strong>i tarafından<br />

kalenin bucuna çıkarılarak şenlik ateşi yakılıyor.<br />

Harika <strong>bir</strong> sinevizyon gösterisi. “Soy soylamaya,<br />

boy boylamaya” devam edeceğiz Korkut Ata’m.<br />

Veteriner hekim olduğunu öğrendiğimiz Mesut<br />

Çavdar, Bayburt türküleriyle başlıyor programına.<br />

Söz konusu yamaçta yaşlı kadınlar oturmuş, sessiz<br />

ve sakin olup biteni izliyor, türküleri dinliyorlar.<br />

Kaleden şehre bakıldığında köprü ve ışıklarla yolu<br />

kesilen Çoruh Nehri, peş peşe sıralanan olimpik<br />

havuzlarını andırıyor. Evler, şehre sığmayınca yavaş<br />

yavaş tepelere tırmanmaya başlamış. Şehir, il<br />

sorumluluğunu yüklenince kendine yeni yerler aramaya<br />

koyulmuş olmalı.<br />

Şehrin yetiştirdiği bürokrat ve iş adamlarının<br />

Bayburt sevgisine şaşırıyoruz. Lakin Çoruh kıyısındaki<br />

küçük parkta <strong>bir</strong> tabela dikkatimizi çekiyor:<br />

“Bayburt’u sevmek <strong>bir</strong> iddiadır. İspatı yatırımdır.”<br />

Bizim yatırımsever iş adamlarımızın mekânı<br />

İstanbul-Kocaeli arasıdır.<br />

Bayburt Üniversitesinin önü<strong>nde</strong>n geçerken Mühendislik<br />

Fakültesini göreceksin. Sakın şaşırma.<br />

Orhan Veli’den esinlenen sözlerimiz sizi yanıltmasın.<br />

Çünkü yeni üniversitelerin çoğu, Meslek<br />

Yüksek Okulları üzerine inşa edilmiştir. İnşallah<br />

devamı gelir.<br />

14 Temmuz Çarşamba<br />

Kahvaltıdan sonra Masat Köyü’<strong>nde</strong>ki Dede<br />

Korkut türbesine gitmek üzere yola çıkıyoruz.<br />

Bayburt- Erzurum yolunun bilmem kaçıncı kilometresi<strong>nde</strong>n<br />

sola dönüyor, dere boyunca ilerliyoruz.<br />

Tezek kokuları arasında köyü çıkar çıkmaz<br />

türbe görünüyor. Kıl çadırdan iki otağ kurulmuş.<br />

Kalabalık. Civar köylerden gelenler de olmalı. Bu,<br />

köy kalabalığından çok öte. Türbede aşir okunuyor,<br />

dualar edilip fotoğraflar çekiliyor. İçeri geçiyor,<br />

Dede Korkut’un -haddim olmayarak- ak saçlarını<br />

sıvazlıyorum. Belediye tarafından dağıtılan beyaz<br />

şapkalardan <strong>bir</strong>ini zar zor kapıyorum. Mikrofonda<br />

Belediye Başkanı H.Ali Polat. Güzel şeylerin yanı<br />

sıra özel şeyler de söylüyor. Galiba Türk Cumhuriyetleri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong>i kendisine, “Siz güzel atlara binip<br />

Anadolu’ya geldiniz. Biz atları kesip yedik ve burada<br />

kaldık.” demiş. Anadolu’da kalma mücadele<br />

ve serüvenimiz devam ediyor.<br />

Çiğdem gibi sekiz kız. Edi Mau Halk Dansları<br />

Topluluğu. Bir şarkı eşliği<strong>nde</strong> oynuyorlar. “Parampa,<br />

parampa” nakaratına iştirak ediyoruz. Kırmızı<br />

elbise, sarı yelek, kuş tüyü sorguçlu başlıklar.<br />

Programdan sonra yanlarına yaklaşıp kıyafetlerin<br />

adlarını soruyorum. Not defterime kendi el yazısıyla<br />

şunları yazıyor esmer <strong>bir</strong> kız: Ükı, kamzol,<br />

köylek. Akabi<strong>nde</strong> Gürcistan İmedi Halk Topluluğu,<br />

Kafkas oyunlarını sergiliyor. On yaşında var yok<br />

<strong>bir</strong> Gürcü erkek çocuğu sıçrayıp sıçrayıp diz vuruyor.<br />

Sıra, bizim Bayburtlunun ata barında.<br />

Dede Korkut çeşmesi<strong>nde</strong> elimizi yüzümüzü yıkıyor,<br />

şifa niyetine su içiyoruz. Kanımız tazelensin.<br />

Hiç<strong>bir</strong> topluluk ya da millet Anadolu’yu bizim<br />

kadar hak etmedi…<br />

Dönüşte kitabesi<strong>nde</strong>n anlayabildiğim kadarıyla<br />

Anadolu’da kurulan ilk Türk Beyliği Saltukoğulları<br />

(1092-1202) komutanlarından Mengüç Gazi’nin<br />

kardeşi Osman’a ait kümbeti ziyaret ediyoruz. Halk<br />

arasında ‘Şehit Osman’ olarak biliniyor. Türküden<br />

<strong>bir</strong> bölümü, Bayburtlu kardeşimiz okuyor:<br />

“Şehit Osman, Duduzar, Bayburt Kal’ası<br />

Ne hoş olur yontma taştan binası”<br />

15 Temmuz 2010 Perşembe<br />

Sabahleyin erke<strong>nde</strong>n kalkıp tıraşlarımızı olduk.<br />

Şehir merkezine yürüyeceğiz. O sakin çağıltısıyla<br />

Çoruh bize eşlik ediyor. Pazar sabahını hatırlatan<br />

sokaklar. Mesai gününe dair iz yok. Ağaçların altında<br />

başımız salkım söğütlere değe değe ilerlerken<br />

karşı taraftan aksi yöne ilerlemekte olan <strong>bir</strong> zat,<br />

“Selâm aleyküm” diyor. Aramızda en az on metre<br />

var. Herhâlde selam bize değildir. İyi şiirler yazıyoruz<br />

ama şöhretimiz bu kadar yaygın değil, eş dostla<br />

sınırlı. Ağaçların altından yola çıkıp bakıyorum,<br />

kimsecikler yok. Selam, bize. “Aleykümselâm”<br />

diye bağırıyorum adamcağızın arkasından. Tepki<br />

göstermediğine göre ya ‘Bu adamlar Tanrı selamına<br />

değmez’ demiş ya da bize kırılmıştır. Ne bilelim…<br />

Selam artık yalnızca eşe dosta, cami dipleri<strong>nde</strong> na-<br />

84<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


maz vaktini bekleyen emekli ve tekaüde mahsus<br />

dinî <strong>bir</strong> ritüel olup çıktı. İnsanlar tanımadıklarına<br />

niye selam versin ki! “Selam verdim rüşvet degil<br />

deyu almadılar” Fuzuli ne kadar haklı. Yüzümüzde<br />

16. yüzyıl utancıyla yürüyoruz. Çoruh, bizden<br />

uzak dur…<br />

Bayburt, <strong>bir</strong> heykelin etrafına kümelenmiş iki<br />

üç katlı dükkân ve iş yerleri<strong>nde</strong>n oluşan küçük <strong>bir</strong><br />

şehir. Meydan Arnavut usulü kaldırım taşlarıyla<br />

kaplanmış. Bu küçük çarşı, köprülerle mahalle ve<br />

sokaklara bağlanıyor. İşimizi hallettikten sonra <strong>bir</strong><br />

çay ocağına oturuyor, günün ilk çayını yudumluyoruz.<br />

Saat 15.00<br />

Öğretmenevinin yanı başındaki binaya, İl Kültür<br />

Merkezi binasının çift girişli merdiveninin<br />

solundan sokuluyoruz. Yahya Akengin, baba tarafından<br />

Bayburtlu olan merhum Halil Soyuer’in<br />

Aziz Nesin sanılarak dövülmeye kalkışılmasından<br />

bahsediyor. Sanatsever yanımız bazen aksi şekillerde<br />

de tezahür ediyor. Müteveffa Aziz Nesin’in<br />

Türk milleti hakkındaki istatistikî değerlendirmesi(!)<br />

başına çorap ördü. Elime yapıştırdığım Bizim<br />

Külliye dergisinin arasındaki dosya kâğıtlarında<br />

beş şiir var. Hangisini okusam Ben <strong>bir</strong>az ters<br />

adamım, herkesin okuduğunun aksini ya da kel<br />

alakalı <strong>bir</strong> şiiri okumak gibi <strong>bir</strong> eksikliğim var. Atmosfere<br />

kendimi kolay kolay kaptırmam. Nazım<br />

Payam, be<strong>nde</strong>n daha heyecanlı. Sabahleyin beni<br />

“Tuz Tadında” şiirini okumam için yönlendirmeye<br />

çalıştı, ama yok. Kürsüye ilkin Yahya Akengin<br />

çıkıyor. Şiire geçmeden önce şairleri tanıtıcı <strong>bir</strong> iki<br />

kelam ediyor, tanıtılan şair oturduğu yerden ayağa<br />

kalkarak mütebessim <strong>bir</strong> eda şiir dostların<br />

selamlıyor. Diğerleri hakkında ne söylendi ama<br />

benim için “modern şiirler yazan şair” dediğini<br />

işitir gibi oldum. Ayağa kalkıp diğer şairleri taklit<br />

ettim. O da ne, Akengin ağabeyimiz Abdullah<br />

Satoğlu’nu unuttu. Hatırlatılması üzerine de lafı<br />

evirip çevirdi, “Unutur muyum, aslında <strong>bir</strong> sürpriz<br />

yapacaktım.”deyiverdi. Salonun yarısı inanmışsa,<br />

dönüp Aziz Nesin’in istatistikî verilerini <strong>bir</strong> daha<br />

değerlendirelim. Asıl suçlu olan hiç şüphesiz sahne<br />

heyecanı. Bazıları şiir okurken hiç heyecanlanmazlar,<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun <strong>bir</strong> yazısında<br />

belirttiği gibi araba süsleyen <strong>bir</strong> zanaat erbabı rahatlığı<br />

içi<strong>nde</strong> elleri<strong>nde</strong>ki fırçayı sabit tutup tekeri<br />

çevirdiği<strong>nde</strong> teker kendiliği<strong>nde</strong>n boyanmış olur ve<br />

zanaatkârımız ıslık çalmayı da ihmal etmez. Şair<br />

öyle mi! Çünkü sanat heyecandan doğar ve sanatın<br />

bizzat kendisi heyecandır. Yahya Akengin, “Annem”<br />

şiiri ile “Kimselere Anlatamadım”ı okuyor.<br />

Her iki Bayburtlu şairden sonra <strong>bir</strong> misafir şair çıkıyor.<br />

Bayburtlu şairler tek şiir okurken, misafirler<br />

iki şiir okuyor. Kural bu. Âşık geleneğini hatırlatan<br />

ölçülü, kafiyeli şiirler… “Haram ile helali süzmeye<br />

geldim” gibi içi<strong>nde</strong> yaşadığımız tezatlar âlemini<br />

çok şık <strong>bir</strong> biçimde ifade eden pırıltılı mısralar hemen<br />

dikkat çekiyor. Nazım Hoca, “Kırdım Söz<br />

Putlarını Kısık Sesimle” şiiri ile “Ateş Su, Toprak<br />

Hava” şiirini okuyor. Sanatçı heyecanı, hem<br />

ses tonunu hem çehresinin rengini değiştiriyor.<br />

Sıra bana geliyor. Bastırmaya çalışıyorum ama<br />

o heyecan, kurulu <strong>bir</strong> zemberek gibi beni dağıtmaya<br />

çalışıyor. Heyecanla cebelleşe cebelleşe<br />

ilk şiir bitiyor ve ben “Vera”yı okuyorum.<br />

Özbekli Hocamız Babahan Muhammet Şerif<br />

Bey, o güzel Türkiye Türkçesiyle şiirini seslendirirken<br />

eşi muhterem hanımefendi Nene<br />

Hatun’a yazdığı <strong>bir</strong> şiiri okuyor. Biz, hangi Özbek,<br />

hangi Tatar, hangi Kırım, hangi Kırgız, hangi<br />

Türkmen kahramanına şiir yazdık Solumuz<br />

Che Guevara’ya, Hiroşima, Nagazaki’ye, sağımız<br />

Filistin’e yazar desem, yalan ya da yanlış mı söylemiş<br />

olurum<br />

Kosova Prizren’den Balkan Aydınları ve Yazarları<br />

Derneği Başkanı Osman Baymak, dostumuz,<br />

şiiri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> destandan hareketle Tanrılarla<br />

Tanrıçaları buluşturuyor. Akşamki kritikte Akengin,<br />

“Evet, atalarımız da çok Tanrılıydı belki ama<br />

biz şimdi tek Tanrıya inanıyoruz.” sözleriyle şiiri<br />

tatlı tatlı hicvediyor.<br />

Plaketlerimiz çok ağır, kristalden. Bilgisayarla<br />

yapılmış, <strong>bir</strong> camın içi<strong>nde</strong> eli<strong>nde</strong> kopuzuyla Dede<br />

Korkut. Ey Oğuz elinin bilicisi, gaipten türlü haberler<br />

vericisi, hele bize <strong>bir</strong> şeyler söyle…<br />

16 Temmuz 2010 Cuma<br />

Kop Dağı’na, Şehitlik Abidesini ziyarete ve<br />

mevzileri gezmeye gidiyoruz.<br />

85<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yukarıda da yazdığımız gibi Bayburt’a girişte<br />

önü<strong>nde</strong>n geçmiştik. Şoförümüz Hasan, bu tatlı<br />

rampanın bizi aldatmaması gerektiğini söylüyor.<br />

“Hocam bu yol kış boyunca karlı buzludur. Tırlar,<br />

kamyonlar çıkamaz…” Kop’un tepesi<strong>nde</strong> Atatürk<br />

heykeli ile Ruslara karşı mücadele veren Türk<br />

askerinin anısına dikilen <strong>bir</strong> abide. Kitabesi<strong>nde</strong>n<br />

okuduklarımı aktarmak istiyorum:<br />

“Onlar içimizde ülkü, dilimizde türkü, imanımızda<br />

rehber ve hayatımızda gururdur.”<br />

Okunan aşiri’ı yine huşu içi<strong>nde</strong> ve gözlerimiz<br />

dolu dolu dinliyoruz.<br />

Kop Dağı’ndan bahsedince Yahya Akengin’in<br />

şu güzel mısralarını atlamak olmaz:<br />

Kop Dağı’nın tepesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> anıt<br />

Anıtın üstü<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bayrak<br />

Bayrakta <strong>bir</strong> rüzgâr ılgıt ılgıt<br />

Taşırlar ruhumuza selamları.<br />

Selamınız ne sıcak.<br />

Kanımızla erimişti bu dağların karı.<br />

Size yeşil, size çiçek olsun…<br />

Öldük ki bu milletin evlatları<br />

Yetim kalır ama<br />

Kalamaz özgürlükten yoksun.”<br />

Mevzilere tırmanıyoruz. Bu sırtta, kuzey-güney<br />

istikameti<strong>nde</strong> kazılmış ve taşlarla yükseltilmiş dalgalar<br />

hâli<strong>nde</strong> mevziler sıralanıyor. Mehmetçik, <strong>bir</strong><br />

çukur ve <strong>bir</strong> taşla kendisini korumaya çalışırken<br />

aslında siper ettiği göğsüyle vatan ve imanını<br />

korumaktadır. Ayakucumda <strong>bir</strong> mermi kovanı.<br />

Tabanında “1325”, “mavzer” yazıyor Arap rakam<br />

ve harfleriyle. Vali Bey’e verdiğim kovanı<br />

dönüşte Nazım Payam’ın eli<strong>nde</strong> görüyor, hayıflanıyorum.<br />

Benim böyle saflıklarım pek çoktur.<br />

Bir defasında da bizim köyün girişi<strong>nde</strong> bulduğum<br />

“hürriyet, adalet, müsavat” yazılı sikkeyi<br />

de halaoğlu elimden almıştı.<br />

Askerimiz Erzurum düşünce buralarda tam beş<br />

buçuk ay Ruslarla çarpışmış. Rusların 4.Türkistan<br />

Tümeni Almuşka’dan iner, 17. Ve 18. Türkistan<br />

alayları ise Aksunk ve Maçur önü<strong>nde</strong>n Bayburt’a<br />

girer.<br />

Rehberimiz, yakın zamana kadar mevzilerde<br />

insan iskeletine ait kemiklerin, hatta kafatasının<br />

bulunduğunu söylüyor. Yöre halkına göre neresi<br />

daha gür ve yeşilse orası toplu mezar alanıdır. Allahüekber!<br />

Cepheden ayrılma hazırlıkları başladığında<br />

aşçı “Uşak, geri çekileceğiz çekilmesine de<br />

bu kartolları (patates) ne yapacağız” der.<br />

Ruslar zamanla çekilir. Bu kez mücadele Ermeni<br />

iledir. “Babamın da içi<strong>nde</strong> olduğu ordumuz<br />

Ermenileri Gümrü’ye kadar takip etmiş. Yol boyunca<br />

<strong>bir</strong> köy camisi<strong>nde</strong> yakılan insan yağlarının<br />

köy meydanına sızması gibi kötü olaylara şahit<br />

olmuşlar. Gümrü’de yapılan anlaşma ile Kars’ın<br />

Kızılçakçak beldesi sınır olmuş ve bizimkiler geri<br />

dönmüşler. (U.Ahmet Aker, Hicranı Anlayan Şehir)<br />

Fransa ve İngiltere’de o işlek giyotinlerin koparttığı<br />

başlardan akan kanların <strong>bir</strong> süre sonra toprağı<br />

doyurup metrelerce uzağa akmaya başladığını<br />

hangi kitapta okumuştum acaba<br />

Bu ziyaretin akabi<strong>nde</strong> ziyafete gidiyoruz. Hedefimiz<br />

Helva Köyü. Yağmurlu <strong>bir</strong> öğle saati<strong>nde</strong><br />

cuma namazını kılıp traktörlerin de eşliği<strong>nde</strong> Buz<br />

Mağarasının bulunduğu tepenin eteğine yapışıyoruz.<br />

İki kıl çadır kurulu. Yemekte helva da var. Bu<br />

helva, Kop Dağı’nda günlerce kartolla ayakta kalmaya<br />

çalışan Mehmetçiğin helvası mı, bize hediyesi<br />

mi Masada tam karşımda oturan arkadaş gülümsüyor.<br />

“Korkmayın, kepçe Deli Hoca’nı eli<strong>nde</strong><br />

olduğu sürece aç kalmazsınız.”<br />

Kafileden ayrılıyoruz.<br />

Bu güzel insanlardan ve güzelliklerden ayrılma<br />

vakti gelip çattı.<br />

Geleneksel Türk misafirperverliğinin en<br />

güzel örneğine tanık olduğumuz geçide kurulu<br />

şehrin insanlarına el sallamak hiç de kolay olmuyor.<br />

Sonuç niyetine<br />

Bu etkinliğin hem kültür, sanat ve edebiyat<br />

adamlarını hem bürokrat ve iş adamlarını buluşturma,<br />

kaynaştırma gibi <strong>bir</strong> fonksiyonu yerine<br />

getirdiğine, bahar ve yazı iki üç ay gibi kısa<br />

<strong>bir</strong> süreye sığdıran halkın hayatına dördüncü <strong>bir</strong><br />

cemre gibi düştüğüne inanıyorum.<br />

Teşekkür ederim Bayburtlum.<br />

Allahaısmarladık Korkut Ata’m.■<br />

86<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


87<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


88<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


89<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


90<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


91<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


92<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


93<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


94<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NAMIK YUSUF<br />

95<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


96<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!