"Dil gölgesi"nde bir Åair - ElazÄ±Ä Ä°zzetpaÅa Vakfı
"Dil gölgesi"nde bir Åair - ElazÄ±Ä Ä°zzetpaÅa Vakfı
"Dil gölgesi"nde bir Åair - ElazÄ±Ä Ä°zzetpaÅa Vakfı
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Muhterem Okurlar,<br />
Bu sayımızın belirlenmiş <strong>bir</strong> konusu yok. İstedik ki yazarlarımız,<br />
şairlerimiz; köyü<strong>nde</strong>, yaylasında, sahil kenarlarında tatlı esintilerle<br />
baş başa kalsınlar. Onları herhangi <strong>bir</strong> konuya yönlendirip can<br />
sıkıntısı peydahlamayalım. Biz de merceğimizi artık <strong>bir</strong>çok ilimizde<br />
gerçekleştirilen şiir şölenlerine tutalım. Türkçe şenliği olarak<br />
algıladığımız Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları’na, Sakarya’da Sapanca<br />
Şiir Akşamları’na, Bayburt’ta Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne<br />
bu niyetle katıldık. Oralarda gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazdık..<br />
Şiir Akşamları olacak da “Miskin kul Hoca Ahmet, yedi atana<br />
rahmet,/ Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi” diyen inancımızın<br />
ve Türkçemizin kıymetlisi Hoca Ahmet Yesevi, hatırlanmayacak! Olur<br />
mu Dört yazarımız –Alimbay Botakaraev, Necdet Tosun, Hayati Bice,<br />
Necati Kanter- Yesevi’yi ve Yesevi’nin hoşgörüsünü anlattılar.<br />
Şiirimizin ve zihin dünyamızın mihenk taşlarından Hilmi Yavuz ile<br />
“Edebiyat”, Alman Prof. Dr. Armin Burckhardt ile “<strong>Dil</strong>” üzerine, küçük<br />
<strong>bir</strong> söyleşi yaptık.<br />
Evet, bu sayımızda belirlenmiş <strong>bir</strong> konu yok, ama konularımız<br />
arasında kopukluk da yok. İnancımızın, kültürümüzün mevzularını<br />
ince <strong>bir</strong> damarla elden ele, dilden dile aktarmaya çalıştık. Bütünlük<br />
kendiliği<strong>nde</strong>n oluştu: Nazım Payam; Ses ve Yaz, Fırat Kızıltuğ;<br />
Kopuz Coğrafyası ve Musikimiz, Mustafa Miyasoğlu; Mimar Sinan’ın<br />
Dünyası, Mahir Adıbeş; Ayakları Mühürlü Atlar, Ünal Taşkın; Argamak,<br />
İhsan Yaşa; Türkülerde Sağlık Temaları, Ömer Kemiksiz; Ramazanda<br />
Çocuk Olmak üzerine düşüncelerini belirttiler.<br />
Ayrıca yazarlarımızın, şairlerimizin yeni çıkan kitaplarına dair<br />
okuma notları, incelemeler…<br />
Hikâyesiz, şiirsiz edebiyat dergisi olur mu Ümit Fehmi Sorgunlu ve<br />
İmdat Avşar’ın hikâyelerini, Nurettin Durman, Abdullah Satoğlu, Yusuf<br />
Dursun, Süleyman Daşdağ, Gökşad Özkaynar ve Ömer Demirbağ’ın<br />
şiirlerini zevkle okuyacağınıza inanıyoruz.<br />
Gelecek sayımızın dosya konusu: Edebiyat ve felsefe ilişkisi<br />
Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle hoşça kalınız.<br />
Bizim Külliye
NAZIM PAYAM<br />
Ses ve zaman<br />
arasındaki sarsıcı<br />
<strong>bir</strong>likteliği sanırım<br />
çokları düşünmüş,<br />
düşündüklerini<br />
bilimlik çerçeveye<br />
yerleştirmişlerdir.<br />
Ama Yahya<br />
Kemal kadar,<br />
Tanpınar kadar<br />
öylesine berrak<br />
sesten tablolar<br />
çıkarabilmişler mi,<br />
bilmem.<br />
Önceleri tasarladığım yazı<br />
yaşayamamış isem güneşin<br />
sıcağı yük olmuştur bana.<br />
Karabasanlar çöker üstüme. Sıkıntıdan<br />
terlerim. “Bir yaz daha<br />
geçti” hayıflanmasıyla meşgul<br />
dimağım, sonbaharın eşiği<strong>nde</strong><br />
bütün <strong>bir</strong> ömürle hesaplaşır. Eğer yaz, yazlığını<br />
yapmış, sesi<strong>nde</strong>, gölgesi<strong>nde</strong> barındırmışsa<br />
beni Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ını mırıldanadururum.<br />
“Rü’yâ gibi <strong>bir</strong> yazdı. Yarattın hevesinle,<br />
Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.<br />
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!<br />
Bir gün, <strong>bir</strong> uzak hâtıra özlersen o yazdan”<br />
Huzurlu yaz, sesi çoğaltır. Böcek, kuş,<br />
çocuk, sünnet, düğün en tatlı sesleriyle eşlik<br />
3<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ederler yaza. Yaz mevsimini <strong>bir</strong>az da, belki daha<br />
fazla hatırlattığı seslerden dolayı severim. Sevdiğimiz<br />
seslerle doludur yaz. Bizim yazlarımız<br />
artık kurutulacak meyvelerin, sebzelerin yazı<br />
değil. Kendi sesinin yazı…<br />
Öyle ya; yaz yazlığını yapmayınca kış neler<br />
yapmaz ki insana.<br />
Bu yaz tabiatın, çocukların sesine şairlerin<br />
sesi de karıştı. Hazar Şiir Akşamları tertip<br />
komitesi<strong>nde</strong> görevliydim. Sapanca ve<br />
Bayburt şiir akşamlarına katıldım. Elazığ’da,<br />
Sapanca’da, Bayburt’ta yapılan şiir şölenleri<br />
Türkçenin yaz şenliğine dönüştü. Tanığıyım<br />
bu şenliklerin.<br />
Sapanca’ya Nurettin Durman da geldi. İlk<br />
karşılaşmamızdı bu. Durman’la yıllardır telefonla<br />
görüşürüz. Bir<strong>bir</strong>imizin sesine aşinaydık.<br />
O, Sapanca’da durmadı. Sapanca’ya akşamüzeri<br />
gelen Yavuz Bülent Bâkiler’le gece<br />
yarısı İstanbul’a döndü.<br />
Yavuz Bülent Bâkiler, Sapanca’da olduğumu<br />
öğrenince, bana ve Vakıf Başkanımız Nihat<br />
Eriş’e daha hamuru kurumamış “1944- 1945<br />
Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar”<br />
getirdi. Allah sağlığını artırsın. Böylece<br />
Bâkiler’in bütün eserlerine sahibim.<br />
Sapanca’da, göl kıyısında sesin ve zamanın<br />
toleransını yaşadım.<br />
Hazar Şiir Akşamlarına katılan Yahya<br />
Akengin’e verdiğim sözü tuttum. 15 Temmuzda<br />
Mahmut Bahar ile Bayburt’taydık.<br />
Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />
Şöleni’ne Meksika, Polonya, Gürcistan, Kazakistan,<br />
Azerbaycan, Pakistan ve Elazığ halk<br />
oyunları ekipleri de katılmıştı. Ekipler ilkin<br />
Dede Korkut otağı önü<strong>nde</strong> oyunlarını sergilediler,<br />
sonra Bayburt’un ilçelerini, köylerini dolaşadurdular.<br />
Bayburtlular, Elazığlılar aynı şehrin çocukları<br />
gibi. Aynı yerelliği taşıyorlar. Yurt içi<strong>nde</strong> yalnızca<br />
Elazığ halk oyunları ekibinin bulunması<br />
da Elazığlılara muhabbetten… Bir hafta boyunca<br />
her akşam <strong>bir</strong> ses sanatçısını da ağırladı Bayburtlular.<br />
Kahkahalar… Islıklar… Alkışlar…<br />
Alkışlar… Çoruh Nehri bu alkışlarla akıyordu.<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman”<br />
şiiri<strong>nde</strong> zamanı “su sesi ve kanat şakırtısından<br />
billur <strong>bir</strong> avizeye” benzetir. Tanpınar’ın benzetişi<strong>nde</strong><br />
yalnızca “ses” vardır aslında. Zamanın<br />
gerçek tanımlayıcısı ses… Su, kanat ve billur<br />
avize “ses”i, yani “zaman”ı hoşlandığımız esintide<br />
duyurur. “Bursa’da Zaman”, sesin zevk ve<br />
heyecanıyla türbelerin, camilerin, eski bahçelerin,<br />
şanlı erlerin hikâyelerini dinletir bize. Sonra<br />
‘<strong>bir</strong> zafer müjdesi’yle dikkatlerimizi yeşile, çinilere<br />
sinmiş anın saf neşesine çeker.<br />
“Yeşil türbesini gezdik dün akşam<br />
Duyduk <strong>bir</strong> musiki gibi zamandan<br />
Çinilere sinmiş Kur’an sesini<br />
Fetih günlerinin saf neşesini”<br />
Ses ve zaman arasındaki sarsıcı <strong>bir</strong>likteliği<br />
sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik<br />
çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal<br />
kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten<br />
tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem. Şimdiye<br />
dek ses ve zaman üzerine herhangi <strong>bir</strong> bilimlik<br />
esere baktığımı sanmıyorum. Ben, sanat eserleri<strong>nde</strong>ki<br />
sesin anlattığı zamandan; zamanın<br />
sakladığı sesten etkilenmişimdir hep.<br />
Sanatçının eseri<strong>nde</strong> kullandığı dil, konu,<br />
mekân ve şahıslar onun bilinci<strong>nde</strong> durmaksızın<br />
işleyen <strong>bir</strong>er his ve fikir şubeleridir. Sanatçıya<br />
ait olanı temsil ederler. Oysa eseri kuşatan<br />
zamanda herhangi <strong>bir</strong> nesneye aidiyetlik<br />
yoktur; zaman, sonsuzluğun temsilcisidir. Zaman<br />
dilimleri sanatçıya ancak ödünç olarak verilir.<br />
Ödünçlüğün süresini belirleyen sanatçıdır.<br />
Sesini zamanla eşleştirebilen iade edeceği<strong>nde</strong>n<br />
arınır.<br />
Her şairin her mevsimin <strong>bir</strong> tonu var. Fakat<br />
başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı<br />
sessizlik bile” <strong>bir</strong> başka ahenk çınlatır.■<br />
4<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
VAY BAŞIMA BİR BENİ<br />
Meğer benim böyle <strong>bir</strong> işim varmış burada<br />
Can sıkıntısı, salkım söğüt, Türkî esintiler<br />
Bilmiyor kimse peşi<strong>nde</strong>n gelecek olan nedir<br />
Kaygısız başım ağusuz aşım zehir olsun mu<br />
İşte akıp gidiyor nasıl olsa toprağın iniltisi<br />
Volkanın lavı, güneşin ışınları, korna sesleri<br />
Hepsi <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er sıra sıra sanki <strong>bir</strong> yıldız<br />
Kaymasıdır dünyanın öğüten değirmeni<strong>nde</strong><br />
Bakındım durdum bu ben miyim uçurum<br />
Bu yükü kim kaldıracak omuzlarımdan<br />
Çiçeklerden nilüfer dedim gölde kamışlar<br />
Beni bilen olmadı bilenin ışıldayan sesi<br />
Doğudan nefes alıp batıya savurduğunda<br />
İşte bu muhtemelen kalacak olan bu<br />
İnsanın insana armağanı böyle olmalı ki<br />
Eliyle mahareti diliyle muhabbeti taşısın<br />
Demek böyleymiş dedim oturup çay içtim<br />
Seyrettim gelip geçenleri yolcu otobüslerini<br />
Söylendim durdum hiç yokken mazeretim<br />
Böylece tuhaf kaçmazdı belki konakların<br />
Varisleri tarafından öldürülüyor olması<br />
Sahibül hayrat ve hasenat el hac falan filan<br />
Doğu ile batı ikiz kardeşi değil mi dünyanın<br />
Bir zafer işareti olarak kapısında asılı duran<br />
Demek <strong>bir</strong> şey için değil çok <strong>bir</strong> şey için<br />
Bırakıp şehri göl kıyısına varmışım.<br />
NURETTİN DURMAN<br />
5<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
HİLMİ YAVUZ<br />
ile edebiyat üzerine<br />
Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e<br />
dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların<br />
beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların<br />
silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da,<br />
düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />
da, başta roman ve şiir olmak üzere,<br />
sıradanlaşıyor. Mesele, budur…<br />
TANER NAMLI<br />
İlhan Berk’i ve Dağlarca’yı kaybettik geçen yıl.<br />
Şiirin kaleleri düşüyor hissine kapılıyor insan bazen.<br />
Artık büyük şairler gelmeyecek, büyük şiirler<br />
yazılmayacak diye korkabilir miyiz<br />
‘Büyük şair’ sıfatı, öyle kolay kolay edinilemiyor.<br />
‘Büyük şair’lik için objektif kıstaslar getirmek<br />
gerek. Aksi hâlde, herkes, <strong>bir</strong>ilerine, bazı gerekçelerle<br />
de olsa, sübjektif yanı ağır basan <strong>bir</strong> yaklaşımla,<br />
‘büyük şair’ sıfatını yakıştırabilir. Benim <strong>bir</strong> objektif<br />
kıstasım yok. Bir olasılık, klasik olmak, şiiriyle<br />
zamana karşı koyabilmek, denebilir. Mesela, Shakespeare,<br />
büyük <strong>bir</strong> şairdir; niçin Çünkü soneleri<br />
aradan dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün<br />
büyük <strong>bir</strong> hazla okunabiliyor da ondan! Onun için<br />
kaygılanmaya ya da korkmaya gerek yok. Kimin<br />
büyük şair olduğunu bugü<strong>nde</strong>n kestirmek mümkün<br />
değil çünkü…<br />
Bir gazete yazınızda, Camus’nün “şiir elleri kirli<br />
olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye<br />
başladı artık…” sözünü kullanarak Türk<br />
şiir geleneğini, dünya şiiri ile <strong>bir</strong>likte tehlike içi<strong>nde</strong><br />
gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Geçen sayımızda<br />
yaptığım <strong>bir</strong> röportajda Ataol Behramoğlu’na bu<br />
yargınızı hatırlatmıştım. Kendisi de: “Şiir hiç<strong>bir</strong><br />
zaman yaşlı <strong>bir</strong> amca olmadı, olamaz, doğasına<br />
aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda<br />
<strong>bir</strong> talebi vardır…” gibi <strong>bir</strong> yorum getirmişti.<br />
İki şairin aynı konuya getirdiği bu farklı yorumu<br />
nasıl okuyabiliriz<br />
Benim, Camus’den <strong>bir</strong> mecaz olarak alıntıladığım<br />
sözü, o arkadaş, gerçeklik zannetmiş. Maalesef,<br />
böyle şeyler oluyor: Biz, gençken, böyle oyunları<br />
şakacıktan oynar, mesela, ‘bardaktan boşanırcasına<br />
yağmur yağıyor’ deyimini, <strong>bir</strong> arkadaşımızın başından<br />
aşağı <strong>bir</strong> bardak su dökerek, gerçekleştirirdik.<br />
Zekâ, incelikleri anlamaktır.<br />
Şairin ‘yaşlı amca’ olmadığını söyleyen o arkadaşa<br />
hatırlatayım: Şiiri, şimdiden çoktaaan ‘yaşlı<br />
amca’ olan şairler var…<br />
“Günümüz toplumunun şiirle olan ilişkisi” ve<br />
“yazılan şiirin günümüz toplumuyla ilişkisi” üzerine<br />
fikirlerinizi öğrenmek istiyorum. Aralarındaki<br />
uzaklık ve yakınlıkları nasıl ölçebiliriz Başka <strong>bir</strong><br />
açıdan da nasıl <strong>bir</strong> şair figürü ile karşı karşıyayız<br />
Şiire, toplum tarafından eskisi kadar rağbet edilmediği<br />
<strong>bir</strong> gerçek. Edebiyat metalaşıyor: Edebiyat<br />
yapıtı, ürün olmaktan çıkıp ticari mala dönüşüyor.<br />
İyi şiir, bugünün Türkiye’si<strong>nde</strong> ‘müşterisiz meta’dır.<br />
Kötü şiire gelince, o da ancak gitar eşliği<strong>nde</strong> müşteri<br />
buluyor. Bugünün edebiyatı, şüphesiz, roman<br />
türünün öne çıktığı <strong>bir</strong> edebiyattır. Octavio Paz’ın<br />
sözünü her zaman tekrarlarım: “Çok satan kitap-<br />
6<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
lar, edebiyat ederi değil, ticari mallardır. Edebiyatın<br />
mantığı, piyasanın mantığı ile örtüşmez.”<br />
Şiir-gerçeklik ilişkisi üzerine fikrinizi öğrenmek<br />
istiyorum. Bu meseleyi Türkiye’nin bugünkü meselelerini<br />
gözönü<strong>nde</strong> bulundurarak nasıl ele alabiliriz<br />
Şiirin, gerçeklikle olan ilişkisi, problematiktir:<br />
Gerçekliği, herhangi <strong>bir</strong> değiştirime uğratmaksızın<br />
dile getirdiği<strong>nde</strong> şiir olmaz; gerçekliği, değiştirime<br />
uğratarak dile getirdiği<strong>nde</strong> ise, gerçeklik, gerçeklik<br />
olmaktan çıkar.<br />
Bu problematik ilişkinin çözümü, şiir dilini, gü<strong>nde</strong>lik<br />
konuşma dili<strong>nde</strong>n ayırmak; şiir dilini ‘sembolik<br />
dil’; gerçekliğin dilini de ‘gü<strong>nde</strong>lik konuşma dili’<br />
olarak belirlemektir. Böylece gerçeklik, dünyaya<br />
ait <strong>bir</strong> gerçeklikten, şiire ait <strong>bir</strong> gerçekliğe dönüşür:<br />
Dünyaya ya da doğaya ilişkin gerçeklikle, sanata,<br />
dolayısıyla da şiire ait gerçeklik ayrımı ortaya çıkar.<br />
Gü<strong>nde</strong>lik dilin işaret ettiği gerçeklik, empirik olarak<br />
doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir önermelerle<br />
dile gelir. Mesela, ben şimdi ‘Dışarıda lapa lapa kar<br />
yağıyor’ desem, bu hemen pencereden dışarı bakılarak<br />
yanlışlanabilir. Oysa örneğin, Paul Eluard’ın:<br />
“Dünya mavi <strong>bir</strong> portakaldır”<br />
dizesi, yanlışlama ya da doğrulama eyleminin ötesi<strong>nde</strong>dir;<br />
bugüne kadar hiç kimse, dünyanın mavi<br />
<strong>bir</strong> portakal olmadığını kanıtlamak, dolayısıyla da<br />
Eluard’ın bu dizesini yanlışlamak gereğini duymamıştır.<br />
Gazete yazılarınızda “Türkiye’de her şeyin sıradanlaştığından”<br />
bahsediyorsunuz. Eleştiri yazılarınızın<br />
çoğunun karşılığı bu yargıya çıkıyor. Bu<br />
süreci doğuran sebepler nelerdir<br />
Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir.<br />
Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki<br />
ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye<br />
(ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />
da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor.<br />
Mesele, budur…<br />
Böyle <strong>bir</strong> sosyal ortamda nasıl <strong>bir</strong> entelektüel<br />
figürü ile karşı karşıyayız<br />
İki olasılık var: Ya, kitchleşen edebiyata ayak uydurmak,<br />
ya da kitchleşmeye direnmek…<br />
Çağdaş Türk şiirinin bugünkü yönelimleri hakkında<br />
ne düşünüyorsunuz<br />
Çağdaş Türk şiiri<strong>nde</strong> bana göre, en anlamlı ve<br />
en değerli yönelim, ‘sahih şiir’ yönelimidir. Öteden<br />
beri tekrarladığım gibi, ‘sahih şiir’, şiirin entelektüel<br />
tarihle <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong> <strong>bir</strong> mütekabiliyet içi<strong>nde</strong> olmasıdır.<br />
Hem doğunun hem de batının poetik müktesebatını<br />
temellük etmek! Deleuze’nin kavramsallaştırmasıyla<br />
söylersem, ‘ya o, ya öteki! (ya doğu ya batı!) yerine,<br />
köksap modelini ikame etmek: Hem o hem öteki<br />
(‘Hem doğu hem batı). Somut şiire, şiirde görselliğe<br />
yönelimin ne <strong>bir</strong> yeniliği vardır ne de entelektüel<br />
arka planı… Genç arkadaşlar ‘heves’ ediyorlar işte!<br />
Hocalığınız üzerine konuşabilir miyiz Üniversitelerde<br />
hocalık yaptınız ve kesinlikle de <strong>bir</strong> şiir<br />
mektebisiniz…Takipçileriniz var. Bir Hilmi Yavuz<br />
ekolü<strong>nde</strong>n bahsetmek mümkün. Bu sevgi ve hayranlık<br />
hâlesini nasıl yorumluyorsunuz<br />
Şöyle yorumluyorum: ‘Marifet, iltifata tâbidir.’<br />
Sohbetiniz için teşekkür ediyoruz efendim.■<br />
7<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ARMIN BURKHARDT*<br />
ile dil üzerine<br />
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin<br />
etkisi, Almanya’da hala devam ediyor.<br />
Almanya’da, Almancanın yabancı<br />
kelimelerden kurtarılmasına yönelik<br />
<strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />
veriyorlar.<br />
TANER NAMLI-A.FARUK GÜLER<br />
çev. MUSTAFA YAĞBASAN**<br />
Öncelikle sizi tanımak istiyoruz Efendim.<br />
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz<br />
Almanya’da, Magdeburg Üniversitesi Germanistik<br />
Bölümü’<strong>nde</strong> Almanca (Germanistik)<br />
profesörü olarak çalışmaktayım. Politika Derneği<br />
ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesiyim. Bir Erasmus<br />
programı kapsamında Türkiye’de bulunmaktayım.<br />
Fırat Üniversitesi Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı<br />
Bölümü ile <strong>bir</strong> anlaşmamız vardı. Bu anlaşma<br />
kapsamında bölümün hoca ve öğrencileri bizleri<br />
ziyaret etmişlerdi. Bizler de iade-i ziyarette bulunduk<br />
ve ben de Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı Bölümü<br />
öğrencilerine ders vermek amacıyla buraya<br />
geldim.<br />
* Prof. Dr., Magdeburg Üniv. Öğretim üyesi<br />
ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesi<br />
** Doç. Dr., Fırat Üniv. İletişim Fak.<br />
Hocam, öncelikle Alman dili hakkında görüşlerinizi<br />
alarak başlamak istiyoruz sohbetimize.<br />
Bizim dilimiz, tarih boyunca <strong>bir</strong>çok dillerin<br />
etkisi altında kaldı. Din değişimi ve kültürel<br />
değişmelerle <strong>bir</strong>likte dilimiz de bu sosyal olaylardan<br />
etkilendi ve değişimlere uğradı. Almanca<br />
bizim dilimize benzer serüvenler yaşadı mı<br />
Yaşadığı koşullar ve değişimler Almancayı nasıl<br />
etkiledi<br />
Bunu fark etmek zordur, ama yıllar geçtikçe<br />
dilin <strong>bir</strong> değişim içerisine girdiğini gözlemlemek<br />
mümkündür. Bu diğer dillere de bağlı. Tarihsel<br />
süreç içerisi<strong>nde</strong> insanlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle ilişki içerisi<strong>nde</strong><br />
bulunurlar. Diğer yandan komşu diller ve<br />
komşu ülkelerin etkisi de söz konusu. Dolayısıyla<br />
dillerin <strong>bir</strong> etkileşim içerisi<strong>nde</strong> olmasını doğal<br />
karşılamak gerek. Almanca, tarihin ilk dönemle-<br />
8<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />
Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />
Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />
yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />
veriyorlar.<br />
ri<strong>nde</strong> Latin dili<strong>nde</strong>n ve Yunancadan çok etkilendi.<br />
Roma dili<strong>nde</strong>n de epeyce şeyler aldı. Şu anda<br />
<strong>bir</strong> Alman, bazı Almanca sözcüklerin Almancaya<br />
Roma dili<strong>nde</strong>n girdiğini bilmeyebilir, ama biz<br />
dilbilimciler olarak biliyoruz. Tabii Hıristiyanlaşma<br />
süreci içerisi<strong>nde</strong> teolojik kavramlardan da<br />
dilimize ister istemez kelimeler girdi. Latince,<br />
bütün Avrupa’da <strong>bir</strong> bilim dili olarak kabul ediliyordu<br />
o zamanlar. Örneğin benim uğraştığım<br />
bilim dalının adı Linguistik. Linguistik de Latinceden<br />
gelen <strong>bir</strong> sözcük ve bu savımın <strong>bir</strong> örneği.<br />
Alman dili, 16. ve 17. yüzyıllarda Fransızca’dan<br />
da çok etkilendi. Özellikle iletişim ve posta terimlerinin<br />
Fransızca’dan dilimize geçtiğini söylememiz<br />
mümkün. Ancak daha sonra İngilizce’den<br />
de etkilenmeye başladık. Bazı dillerde, çeşitli<br />
dönemlerde dilleri etki etmenin kabul edilir <strong>bir</strong><br />
tarafı var ama burada dikkat edilmesi gereken<br />
temel nokta gerekli olanları almak, olmayanları<br />
bertaraf etmektir.<br />
Diğer dillerin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi devam<br />
ediyor mu<br />
Elbette ki devam ediyor. Özellikle İngilizcenin<br />
büyük <strong>bir</strong> etkisi var. Bunun küreselleşme<br />
ile doğrudan ilgisi var. Bütün iletişim terimleri,<br />
özellikle bilgisayar terminolojisinin İngilizce olduğunu<br />
sizler de biliyorsunuz. Fransızcadan aldığımız<br />
bazı kelimelerin de şu anda İngilizce’nin<br />
tehdidi<strong>nde</strong> olduğunu söylememiz mümkün.<br />
Bunu <strong>bir</strong> tehlike olarak görüyor musunuz<br />
Tehlike olarak görmek abartılı olur, ama kendiliği<strong>nde</strong>n<br />
gelen <strong>bir</strong> etki bu, doğal karşılamak<br />
lazım. Şunu söyleyebiliriz, Amerika’nın, dolayısıyla<br />
İngilizce’nin etkisi çok fazla. Ve bu küreselleşme<br />
süreci<strong>nde</strong> elbette etkilenmeler olacaktır.<br />
Bizim İngilizce’den aldığımız <strong>bir</strong>çok kelime<br />
var. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dilin<br />
temel yapısının, gramatik yapısının değişmesini<br />
engellemek. Bu konuda gerekli ted<strong>bir</strong>lerin<br />
alınması lazım. Bunun önüne geçmek de mümkün<br />
değil. Global <strong>bir</strong> dünyada İngilizce’nin etkisi<br />
elbette olacaktır, çünkü şu anda dünya dili<br />
olarak görülüyor. Maalesef bu Almancada da<br />
böyle. Fakat <strong>bir</strong> dilin temel yapısını etkileyecek<br />
etkilerden, dillerden korumak lazım. Bu açıdan<br />
önemli. Türkiye’de de gördüm. Burada da aynı<br />
durum söz konusu. Birçok kelime Fransızcadan<br />
girmiş. Ama Türkçe bunu kendi morfem yapısına<br />
uydurarak morfolojisine uyarlamış ve kendi ses<br />
uyumuna da uydurarak <strong>bir</strong> noktada bu kelimeleri<br />
Fransızcadan almasına rağmen Türkçeleştirmiştir.<br />
Bizdeki Türk <strong>Dil</strong> Kurumu’nun görevleri<strong>nde</strong>n<br />
<strong>bir</strong>i de, Türkçeye giren yabancı sözcük ve<br />
terimlere karşılıklar bulabilmek. Alman <strong>Dil</strong><br />
Kurumu’nun bu yö<strong>nde</strong> çalışmaları var mı<br />
Almancada, Fransızcadan aldığımız <strong>bir</strong>çok<br />
kelime var. Bu durum, milliyetçilik akımının<br />
yoğun olduğu dönemlerde, özellikle Nazi dönemi<strong>nde</strong>,<br />
dilin temizlenmesi adına önemli girişimler<br />
oldu. <strong>Dil</strong>in temizlenmesine yönelik, altını<br />
9<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
çizerek söylüyorum yabancı kelimelerin temizlenmesine<br />
yönelik çalışmalar gerçekleştirildi.<br />
Örneğin Almancada olup da diğer Batı dilleri<strong>nde</strong><br />
olmayan bizim bulduğumuz karşılıklar var. Buna<br />
karşı direndik, yeni sözcükler bulduk. Örneğin<br />
futbol dili<strong>nde</strong> kullanılan terminolojinin büyük<br />
<strong>bir</strong> çoğunluğu da Almancadır. Alman futbol terminolojisi<br />
genelde İngilizceden alınmaydı önceden.<br />
Korner gibi <strong>bir</strong>çok kelimeler, İngilizceden<br />
gelmiş, ancak bizim Nazi dönemi<strong>nde</strong> yaptığımız<br />
temizlikten dolayı Almanca karşılıklar bulunmuştur.<br />
Şu anda futbol terimleri, yüzde yüz olmasa<br />
da kendi bulduğumuz kelimelerdir. İkinci<br />
Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />
Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />
Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />
yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />
veriyorlar. Şu anda bulunduğum kurum gibi. Biz<br />
Alman <strong>Dil</strong> Kurumu olarak ciddi <strong>bir</strong> mücadeleyi<br />
de uygun bulmuyoruz. <strong>Dil</strong>, hiç<strong>bir</strong> zaman <strong>bir</strong><br />
devlete <strong>bir</strong> kuruma ait değildir. <strong>Dil</strong> halkındır, dil<br />
nasıl konuşuluyorsa öyle kullanmak gerekir. Bu<br />
konuda <strong>bir</strong> baskı gereksizdir, çünkü dil herkese<br />
aittir. Aslında bunu dili kullananlara bırakmak<br />
gerekir. Yani Arapçadan veya farklı dillerden <strong>bir</strong><br />
dile kelime transferi yapılıyorsa, bunun da çok<br />
karşısında olmamak gerekir. Burada belirleyici<br />
olan devletler olmamalı, bunu halka bırakmalıdır.<br />
Bu konuda Alman aydınları arasında farklı<br />
görüşler var mı<br />
Biraz önce söylediğim gibi kurulmuş dernekler<br />
var, kurumlar var, karşı tarafta da bunu kabullenmiş<br />
insanlar var. Her iki taraftan da görüşler<br />
var. Çoğunlukla büyük Alman dilbilimcileri yabancı<br />
kelimelere karşılar.<br />
Dünyada iki milliyetçilik akımının etkili olduğunu<br />
söyleyebiliriz. Bunlar Fransız Milliyetçiliği<br />
ve Alman Folk Milliyetçiliği. Alman Milliyetçilik<br />
akımı, dille milliyetçilik ilişkisi kuruyor<br />
mu Mesela aydınlar, milli düşüncelerinin dilin<br />
<strong>bir</strong> uzantısı olarak değerlendiriyorlar mı<br />
Yani <strong>bir</strong>çok milliyetçi ve marjinal akım var.<br />
Ama katı ve radikal <strong>bir</strong> dil milliyetçiliğinin olduğunu<br />
söylemek <strong>bir</strong>az zor.<br />
Türkiye’de iki yüz yıl önce yazılan <strong>bir</strong> metni,<br />
günümüz Türk gençleri anlayamıyor. Harf<br />
devrimi ve dil devrimi neticesi<strong>nde</strong> Almanya’da<br />
<strong>bir</strong> genç iki yüz yıl önce yazılmış <strong>bir</strong> Almanca<br />
metni anlayabiliyor mu<br />
Bu problemi bizde yaşıyoruz açıkçası.<br />
Latince’nin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi iki yüz yıl<br />
öncesi<strong>nde</strong>, üç yüz yıl öncesi<strong>nde</strong> daha fazlaydı. Bu<br />
etkinin çok derin olduğunu söylememiz mümkün.<br />
O dönem Almancasının anlaşılamıyor olmasının<br />
temel nedenleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i Latince’nin çok etkin<br />
<strong>bir</strong> şekilde Almanca’ya girmiş olmasıdır. Bu<br />
<strong>bir</strong>inci problem. Ama şimdi böyle <strong>bir</strong> problem<br />
yok. Almanca’da günümüzde de dramatik açıdan<br />
çok değişimler oldu. Dolayısıyla iki yüzyıl önce<br />
yazılmış <strong>bir</strong> metnin anlaşılması sorunu <strong>bir</strong> yana,<br />
gramatik açıdan da yanlış anlamalara neden olabiliyor.<br />
Böyle sorunları bizde yaşıyoruz. Bu arada<br />
noktalama işaretleri<strong>nde</strong> de değişiklikler oldu.<br />
Bu da <strong>bir</strong> diğer problemdir. İkinci Dünya Savaşı<br />
öncesi<strong>nde</strong> de basım teknikleri açısından bazı sıkıntılarımız<br />
vardı. O tarihlerde basılan eserlerin<br />
<strong>bir</strong>çoğu eski olduğu için yeniden anlaşılmasının<br />
zorluk yarattığını söyleyebiliriz. Yeni metinler<br />
için çok da marjinal şeyler söylemek doğru değil.<br />
Özellikle eski Latince yazılmış eserlerde, sizi<strong>nde</strong><br />
yaşamış olduğunuz problemleri, bizim de<br />
yaşadığımızı söyleyebiliriz.<br />
Devlet politikası olarak özellikle eğitim sistemi<br />
içerisi<strong>nde</strong>, çocuklara dil bilinci aşılama<br />
konusunda Almanya’nın nasıl <strong>bir</strong> programı<br />
mevcut<br />
Almanca dil eğitiminin etkin biçimde ve-<br />
10<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Bu dil kullanımı problemleri kültürel dejenerasyona<br />
neden oluyor mu Alman devletinin<br />
bu dejenerasyonu önleme politikası var mı<br />
Elbette böyle <strong>bir</strong> durum söz konusudur. Hükümetlerin<br />
devletlerin dile müdahale etmesini<br />
de doğru bulmuyorum. <strong>Dil</strong> sadece konuşanlara<br />
aittir. Devlete değil halka aittir. Buna karşı ne<br />
yapılabilir Bu eğitim sistemi içerisi<strong>nde</strong> gayret<br />
gösterilerek halledilebilir. Bunun devlet eliyle<br />
yapılmasını, <strong>bir</strong> baskı unsuru olarak devletin<br />
ağırlığını koymasını doğru bulmuyorum. Burada<br />
şunun altını çizmek gerekir. <strong>Dil</strong>ler, çeşitli<br />
kurumlar tarafından baskı altına alınmamalıdır.<br />
Bu kültürlerarası iletişim açından da çok önemlidir.<br />
Diğer dillerin tanınması, yaşaması ve dil<br />
öğrenimi bu açıdan önem arz ediyor. Bu nedenle<br />
İngilizce’nin tüm Avrupa’da kullanılmasına da<br />
çok karşı durmamak gerekir. Çünkü dünya dili<br />
olarak kabul ediliyor.<br />
Amerika ve İngiltere kültürünü de dil üzeri<strong>nde</strong>n<br />
aşılıyor ama<br />
Elbette ki İngilizce’nin bu etkisine ve tahribatına<br />
karşı durmamak mümkün değil. Ama şunu da<br />
göz ardı etmemek gerekir. Farklı toplumların ve<br />
farklı kültürlerin iletişim kurmasında <strong>bir</strong> dünya<br />
dili etkilidir ve bu dil de maalesef İngilizce’dir.<br />
İnsanların <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini anlamasında önemli katkıları<br />
vardır. Ama İngilizceyi devletin değil, halkın<br />
reddetmesi gerektiğini düşünüyorum.<br />
rilmesine çalışılıyor Almanya’da. Eskiden<br />
Almanca’ya Alman dil kurallarına uyma gayreti<br />
daha yaygındı, ancak bugün dilin yapısına ve<br />
gramerine uyulduğunu söyleyemeyiz. Özellikle<br />
Almanca dersleri<strong>nde</strong>, Almanca’nın Alman öğrencilere<br />
stilistik ve dilbilimsel açıdan iyi öğretilmesi<br />
gerekmektedir.<br />
İngiltere dil politikası gütmesine rağmen Almanya<br />
bunu yapmıyor, dilini pompalama gayreti<br />
gütmüyor<br />
Alman devletinin böyle <strong>bir</strong> çabası hemen hemen<br />
yoktur. Goethe Enstitüsü ve DAD adı verilen<br />
kurumların bu anlamda Alman dilini farklı<br />
ülkelerde de öğretmeye yönelik faaliyetleri var.<br />
Örneğin Çin’de bulunduğum dönemlerde Fransızca<br />
ve İngilizcenin daha etkili şekilde götürülmeye<br />
çalışıldığını görüyorum. Ama Almanca’nın<br />
böyle <strong>bir</strong> çabası olmamıştır, en azından onlar<br />
kadar. Bizim öyle Amerika gibi çok agresif ve<br />
katı <strong>bir</strong> dil yayma siyasetimizin olmadığını düşünüyorum.<br />
Ben de Amerika’nın bu politikasına<br />
11<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
elbette karşıyım. Fakat burada şunu göz ardı etmemek<br />
lazım. Amerika’nın teknik <strong>bir</strong> ülke olması<br />
ve güçlü olması, beraberi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok kelimelerin<br />
başka dillere girmesine neden olmaktadır.<br />
Amerika’nın bu duruma yönelik <strong>bir</strong> programı<br />
da olmayabilir. Fakat teknolojik kelimelerin çok<br />
açık biçimde başka dillere girmesi kaçınılmaz<br />
olmaktadır.<br />
Göçmenlik meselesine de değinmek istiyorum.<br />
Almanya’da yoğun olarak Türkler yaşıyor.<br />
Onların dil uyumu meselesi var, karşılıklı dilsel<br />
etkilenmeler kaçınılmaz oluyor. Türkçenin Almancaya<br />
etkisi var mıdır<br />
Amerika’ya giden <strong>bir</strong> İtalya’nın İngilizce öğrenmesi<br />
gerekir. Almanya’daki Türkler yaygın<br />
olarak Almancayı kullanıyor. Bu nedenle çok<br />
yaygın olarak etkilendiğimiz söylenemez. Fakat<br />
özellikle yemek kültürüne bağlı olarak çeşitli yemek<br />
isimleri transfer ettik. Bu nedenle Türkiye’de<br />
yemek yerken mönülerdeki yemekleri seçerken<br />
çok zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Döner,<br />
lahmacun ve köfte gibi… Türklerin bu anlamda<br />
Almancaya etkileri söz konusu zannederim.<br />
Almanya’da <strong>bir</strong> göçmen edebiyatı da oluştu.<br />
Siz Almanca ürün veren Türk yazarlarını nasıl<br />
buluyorsunuz<br />
İkinci ve üçüncü jenerasyonda hemen hemen<br />
Almancayı kendi anadilleri gibi konuşan Türkler<br />
çoğunlukta. Onlar, o ülkeye elbette Türk gözüyle<br />
bakıyorlar, değerlendiriyorlar. Açık söylemek gerekirse<br />
çok takip edemedim Almanca yazan Türk<br />
yazarlarını. Kabare yazan <strong>bir</strong> Türk yazarı olan<br />
Serdar Sabuncu ile tanışmıştım. Almanya’daki<br />
tecrübelerini anlatan <strong>bir</strong>kaç kitap yazmıştı. Sahneye<br />
koyduğu eserleri de çok ses getirdi. Kendi<br />
bakış açısıyla bizi sunumu, kendimizi farklı<br />
<strong>bir</strong> gözle görmemizi sağlıyor. Biz Almanlar için<br />
bazı acı tecrübelerin olduğu metinleri okumaktan<br />
kaçmamıza rağmen, bazı Türk yazarların değerlendirmeleri<br />
bizim için önemli.<br />
Bir Almanın, Türk edebiyatı söz konusu olduğunda<br />
aklına ilk hangi şair ve yazar gelir<br />
Orada yeterince Türk edebiyatı tanınıyor mu<br />
Ben çok okuma imkânı bulamama rağmen<br />
Orhan Pamuk’u biliyorum. Elbette ki <strong>bir</strong>çok yazarın<br />
da Almancaya girmesi ve tercüme edilmesi<br />
gerekir. Biz Türklerle yaşıyoruz ama Türkiye’yi<br />
tanımıyoruz. Sadece Orhan Pamuk’la kalmamalı.<br />
Türkiye bu konuda gayret göstermeli, Türk yazarlarını<br />
orada tanıtmalıdır. Edebiyat <strong>bir</strong> noktada<br />
da farklı kültürleri tanımak demektir.<br />
Almanya’da etnik gruplar var mıdır ve devlet<br />
onların kendi dillerini kullanımlarına nasıl<br />
bakıyor<br />
Almanya’da <strong>bir</strong>çok diyalekt de var, dil de<br />
var. Bunlardan <strong>bir</strong> tanesi Zorbiş denen <strong>bir</strong> dildir.<br />
Bunlar Alman kimliğine mensuptur ve Sırp kökenlidirler.<br />
Lehçe ve Çekçeyi andıran <strong>bir</strong> dildir.<br />
Sakson eyaleti<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bölgede yaşamaktadırlar.<br />
Danimarka kökenli <strong>bir</strong> grup da var Almanya’da<br />
yaşayan. Bunlar Danimarkaca’ya yakın <strong>bir</strong> dil<br />
kullanırlar. Daha buna pek çok örnek verebiliriz.<br />
Kendi dilleri<strong>nde</strong> eğitim görebiliyorlar mı<br />
Böyle talepleri var mı<br />
Bunlar kendi bölgeleri<strong>nde</strong> kendi dillerini rahatça<br />
konuşabilirler, ama okullarda Almanca ile<br />
eğitim görmek zorundadırlar. Devlet okullarında<br />
ancak kendi dilleri ile ilgili kurslar alabilirler.<br />
Eğer Almanya’da yaşıyorsanız, Almanca ile<br />
eğitim görmek zorundasınızdır. Çünkü bu kendi<br />
hayatınızı kolaylaştıracaktır. Bu etnik grupların<br />
kendi yararına olmaktadır.<br />
Hocam sohbetiniz için teşekkür ederiz.<br />
İlginiz için ben teşekkür ediyorum. ■<br />
12<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Türk<br />
musikisi,<br />
en doğru<br />
ve eksiksiz<br />
hâliyle Türk<br />
dünyasında<br />
haşmetini<br />
sürdürür.<br />
Bundan kimsenin<br />
şüphesi olmasın.<br />
Makamlarımız,<br />
usullerimiz, en<br />
kolayından en<br />
karmaşık klasik<br />
örneklere kadar,<br />
her duyguyu, her<br />
düşünceyi, her<br />
olayı güçlü musiki<br />
lisanıyla anlatacak<br />
imkânlara sahiptir.<br />
FIRAT KIZILTUĞ<br />
Kopuz coğrafyasında epeyce farklı diller konuşulur. Hâkim<br />
dil Türkçemizdir. Ama bu coğrafyada <strong>bir</strong> dil daha vardır ki,<br />
herkes bu dilden konuşmak zorundadır. Bizim ısrarla vurguladığımız<br />
ve ikinci dilimiz diye tarif ettiğimiz Türk musikisi!<br />
Bizim musikimiz, batıya doğru uzaklaştıkça değişir. Zevksizleşir,<br />
yabancılaşır. Orta Avrupa’da tamamen yabancı kılığa<br />
bürünür. Güneye inildikçe, tesiri devam eder fakat basitleşir.<br />
Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında<br />
haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.<br />
Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en<br />
karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her<br />
düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak<br />
imkânlara sahiptir.<br />
Günümüzde bu imkânları tam anlamıyla<br />
kullanamadığımız doğrudur. Tıpkı <strong>bir</strong> okyanustan<br />
sadece <strong>bir</strong> bardak su alıp onunla iktifa<br />
etmek gafleti içi<strong>nde</strong> olduğumuz gibi<br />
doğrudur. Çoğunlukta olan <strong>bir</strong>eylerimizin<br />
sanatımızı tanımadığı, tanıdığını<br />
iddia edenlerin çoğunun<br />
ilkel duyarlıkla algıladığı da<br />
doğrudur.<br />
Ama bu doğruların<br />
karşısında, yerçekimi<br />
kadar gerçek, manyetik<br />
çekim kadar hakiki ve<br />
tabiatın gerçek seslerine<br />
dayalı <strong>bir</strong> sanat, şan ve<br />
13<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
şerefiyle hayatiyetini sürdürmektedir.<br />
Türk ırkından gelen her <strong>bir</strong>eyin, genetik kodlarında<br />
yaşayan <strong>bir</strong> sanat türüdür Türk musikisi!<br />
Başka milletlere mensup olanlar, asla ve kat’a beceremezler;<br />
çalamazlar, söyleyemezler. Bu sanatı<br />
icra edebilmenin <strong>bir</strong> tek yolu vardır: Türk ırkından<br />
gelmek! Türk gibi hissetmek, duymak ve yaşamak<br />
şartı en öncelikli olaydır.<br />
Kopuz coğrafyasının dağları, ırmakları, gölleri,<br />
sözlü ve yazılı edebiyatımızın en önemli membaıdır.<br />
Dolayısıyla bu edebî yaratıcılık, Türk musiki<br />
sanatına da kaynak görevi yapar.<br />
Düşüncemizi şöyle örnekleyelim: Türk dünyasında<br />
iki nehir vardır - ki gerek edebî gerek musiki<br />
ürünleri<strong>nde</strong>, çok fazla yer alır- Aras ve Tuna!<br />
Azeri kültür sahasında, Aras’ın anılmadığı şiir,<br />
mahnı, marş, hatta senfonik eser yok gibidir. Türkiye<br />
kültür sahasında da Tuna Nehri, şiirlerin, şarkıların,<br />
baş tacıdır.<br />
Hatta Türkiye kültür dairesi<strong>nde</strong>n de Aras’a seslenen<br />
özlem pervaneleri kanat çırpmıştır.<br />
Aman Aras, han Aras,<br />
Bingöl’den kalkan Aras,<br />
Al başımdan sevdayı;<br />
Hazar’da çalkan Aras!<br />
Yüzyıldan fazla zamandır, elimizden çıkan Rumeli<br />
vatanı için seçtiğimiz özlem abidesi, Tuna<br />
Nehri’dir.<br />
Akma Tuna akma ben <strong>bir</strong> dertliyim<br />
Yâr peşi<strong>nde</strong> koşar kara bahtlıyım.<br />
Şunu vurgulamak istiyoruz: Bizim gibi hissetmek<br />
için, coğrafyanızı Türk gibi yaşamak mecburiyeti<br />
vardır. Başka köke<strong>nde</strong>n olanlar, mutlaka yüzüne<br />
gözüne bulaştırır. İçimizde doğmuş olsalar bile…<br />
Musiki ile uğraşmış olsa bile, Hüseynî makamını<br />
idrak edemeyenin Türklüğü<strong>nde</strong>n şüphe ederiz.<br />
Yabancı müziklere kul köle olup sanatımızı küçümseyenler<br />
vardır. Bunların mutlaka kanları bozuktur,<br />
karışıktır. Büyük Türk denizi<strong>nde</strong> eriyip yok olmaları<br />
kaçınılmazdır.<br />
Türk sanatı son günlerde, bütün kültür değerlerimize<br />
karşı uygulanan, hem içten hem de dıştan<br />
hıyanete uğramaktadır. Bütün bunlar geçicidir. Türk<br />
sanatı, çok güçlüdür. Bin yıllara direnerek günümüze<br />
ulaşmıştır. Yarınlar daha görkemli olacaktır. Türk<br />
dünyası, ortak paydada buluşacak, sanatına, kültürüne<br />
sahip çıkacaktır. “Yarından daha yakın”da…■<br />
MEVLÂNÂ’YIM<br />
AŞKTANDIR SESİM<br />
Ben ki Mevlânâ’yım aşktandır sesim,<br />
Bir ölümsüz canda aşktır adresim.<br />
Dinle be<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> hikâyem var sana,<br />
Âşık olsan cümle âlem yâr sana.<br />
Hak’tan aldık halka sunduk aşkı biz,<br />
Âşıkın gönlü<strong>nde</strong> bulduk köşkü biz.<br />
Aşkı gönlün bahçesi<strong>nde</strong>n seyre dal,<br />
Gördüğün her sahneden <strong>bir</strong> ibret al.<br />
Bil ki yavrum bahçe sensin, gül de sen;<br />
Gül yüzü<strong>nde</strong>n inleyen bülbül de sen.<br />
Yine gel, tövbeni bozsan yine gel;<br />
Rahmetin yağdığı en son dine gel.<br />
Aşk içi<strong>nde</strong>n nûru seyret aşka dön,<br />
Nûr içi<strong>nde</strong>n aşkı seyret Hakk’a dön.<br />
YUSUF DURSUN<br />
14<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ALİMBAY BOTAKARAEV<br />
Aşk insana doğru<br />
yönü gösteren,<br />
ruhunu arıtan ve<br />
eğiten güçtür, yani<br />
insanın manevi<br />
olgunlaşması<br />
ve toplumun<br />
gelişmesi<strong>nde</strong><br />
çok önemli <strong>bir</strong><br />
değerdir. Yesevî<br />
düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />
insanın insani<br />
varlığını muhafaza<br />
eden, onu nefis ve<br />
gafletten alıkoyan da<br />
aşktır:<br />
“Aşksızların hem canı yok hem imanı”<br />
Ahmet Yesevî<br />
Hoca Ahmet Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />
aşk vardır. Bu sıradan <strong>bir</strong> muhabbet değildir,<br />
ilahî aşktır. İlahî aşk, Allah’ı, insanı tüm yaratılmış<br />
varlıkları sadece Allah için sevmektir. Ancak böyle<br />
<strong>bir</strong> aşk, insanı, insanî zihniyete, insan denen şerefli<br />
ada layık olmaya yönlendirmeye muktedirdir. İnsanın<br />
insanlığı da kendini işte bu aşka yönlendiren ana<br />
ilke ve ideleri, duygu ve düşüncede, gönül ve dilde,<br />
akıl ve davranışlarda, ibadet ve inançta insani ve toplumsal<br />
ölçüleri ilahî ölçülerle uzlaştırabilmede, kendini<br />
gösterir. Yani, insanı Allah’a yaklaştıran her şeyi,<br />
Allah’tan gelmiş gibi kutsal bilmek gerekmektedir.<br />
Çünkü her şey Allah’ın işi, onun sanatı ve kudretinin<br />
eseri olduğundan sevilmesi ve sayılması gerekir.<br />
Allah’a giden yol sadece insan ve toplumdan geçer.<br />
Bu Allah’a giden en doğru ve en kısa yoldur. Öyleyse,<br />
her yerde, her şeyde Allah’ı görebilmek, Yesevî düşüncesinin<br />
temel ilkesidir.<br />
Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong> ilahî aşk, “işk” kavramıyla<br />
irdelenir. Divan-ı Hikmet’te, “pak aşk”, “aşk ateşi”,<br />
“aşk bahçesi”, “işk babı”, “işk camı”, “işk dükkânı”,<br />
15<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
“işk yolu”, “işk makamı”, “işk defteri”, “işk<br />
derdi”, “işk bazarı”, “işk deryası”, “işk şarabı”,<br />
“işk cevheri”, “hum-i aşk” vs. gibi,<br />
aşkla ilgili tanım ve sembolik kategoriler<br />
çoktur.<br />
Tasavvuf felsefesi<strong>nde</strong> Hak,<br />
Aşk’tır. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, aşk,<br />
“mey [1] ”, “padişah [2] ”, “vahdet [3] ”,<br />
yani, öz, cevher, ruh, <strong>bir</strong>lik mertebeleri<br />
anlamındadır. Burada Yesevî,<br />
aşkı, “hakikat”, “Muhammet deryası”,<br />
“didar”, “varlığın <strong>bir</strong>liği”, “öz” ve “ruh”<br />
olarak algıladığı için, “bütün işten aşkı yüce<br />
buldum” demektedir. Böylece Yesevî, ilm-i<br />
hâlin mânâsını, insanın aşk ile varlığa sahip<br />
olabileceğini net <strong>bir</strong> şekilde göstermiştir.<br />
Yesevî için aşk, marifetullaha ulaşmanın<br />
yoludur. Tasavvufta, Allah, evrene sığmayabilir,<br />
ama insanın kalbine pekâlâ<br />
sığabilir. Sebebi, insan ruhu hem<br />
Allah’tan verilmiş <strong>bir</strong> cevher hem de<br />
onu tanımanın ana objesidir.<br />
Yesevî için, aşk, Hak ile insanı<br />
uzlaştırıcı güçtür: “Aşk olmadan<br />
bulmak zordur, Mevlâm Seni [4] ”. Burada<br />
insanın en büyük amacı Hakk’ı<br />
bilmek için, ilk önce, Allah’a âşık olmak<br />
ve onun emirlerine teslim olmak<br />
gerekir. Allah’ı bilmek her zaman aşkı<br />
doğurur. Aşk da Allah’ın tanınmasına<br />
götürecektir. İnsan Hakk’ı arayıp, onun<br />
didarını talep ederek, sabırla ve büyük<br />
özlemle onu beklemektedir. Bu büyük<br />
<strong>bir</strong> derdi doğurmaktadır. Ancak, bu<br />
derdi insan kendi hür iradesiyle seçmektedir.<br />
Yesevî’nin, “İşk derdini talep<br />
ettim, dermanı yok [5] ”, dediği dert,<br />
1. Divan-ı Hikmet, H-8.<br />
2. Divan-ı Hikmet, H-17.<br />
3. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />
4. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />
5. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />
“didar talep” derdidir. Bu dert, Dede Korkut<br />
dünya görüşü<strong>nde</strong>ki dertten farklıdır. Hakk’ın<br />
cemaline olan aşktan doğan derttir. Aşk derdi<br />
ise, Hak cemaline olan özlemden gelmektedir.<br />
Cemal ise, Hak sıfatlarından <strong>bir</strong><br />
tanesidir. Hak cemali insanı marifete<br />
götürecektir. Burada, Hak ve cemal<br />
eşit ölçü ve esas amaçtır [6] . Allah, hem<br />
âşıktır hem maşuktur hem de aşktır:<br />
“Hem âşıkım ve hem maşukum, özüm canan<br />
[7] ”. Burada, gerçek aşkın, insanın tüm kişilik<br />
kabiliyetlerini düzenleyip varlığın <strong>bir</strong>liğine<br />
kavuşturacağını görmek mümkündür [8] .<br />
Yesevî, Hakikat yolunda canını satarak, Allah<br />
aşkını satın almaya davet etmektedir. Bu kendini feda<br />
etmek veya Allah yolunda kendisini kurban etmektir.<br />
Fedakârlık, ahlaki değerlerin en yüksek derecesidir.<br />
Burada, Allah’a âşık olmak, Allah yolunda diğer tüm<br />
değerleri feda etmek demektir.<br />
Yesevî, aşkla ilgili hikmetleri<strong>nde</strong> şöyle demektedir:<br />
“Hak önü<strong>nde</strong>, akl-i kâmil, dura almaz,<br />
Aşk gücü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> an (dem) bile dura almaz [9] ”.<br />
Burada Yesevî’nin, akıl ile aşkı karşılaştırarak,<br />
aşkı yok saymak gibi <strong>bir</strong> niyeti yoktur. Aksine,<br />
Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, akıl, insanın<br />
hür iradesiyle, kendisini aşk yoluna<br />
adamasına sebep olan güçtür. Buradan<br />
da, aklın aşka zıt <strong>bir</strong> şey olmadığı,<br />
bilakis, aşkın destekleyici<br />
olduğunu görmek mümkündür.<br />
İnsanın davranışlarında akıl ve<br />
aşk <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini muhasebe ederler.<br />
Aşksız akıl, insanı nefsani<br />
işlere götürecektir. Aklı böyle<br />
işlerden alıkoyabilecek ve kurtarabilecek<br />
tek güç de aşktır. Bunun<br />
gibi, akılsız aşk da insanı doğru yolundan şaşırtır ve<br />
6. Divan-ı Hikmet, H-41.<br />
7. Divan-ı Hikmet, H-54.<br />
8. Burckhardt T., İslam Tasavvufı Doktrinine Giriş. s.41.<br />
9. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />
16<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
atıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla, aşk ile aklın<br />
arasında uyum olması gerekmektedir [10] .<br />
Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan<br />
ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması<br />
ve toplumun gelişmesi<strong>nde</strong> çok önemli <strong>bir</strong> değerdir.<br />
Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanın insani varlığını muhafaza<br />
eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır:<br />
“İşk değse, viran eyler, ma ü meni,<br />
İşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin [11] .”<br />
Görüldüğü gibi, insan hayatının anlamı aşktır. Bu<br />
yüzden, Yesevî, “Aşksızların hem canı yok hem imanı<br />
[12] ”, demektedir. Gerçekte, Yesevî’nin Allah’ın aşkını<br />
istemesi<strong>nde</strong>ki amacı, toplumun huzuru ve saadeti<br />
içindir. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, Hak didarını görmek<br />
bu dünyada, yani, toplumda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla,<br />
bu yolda, Yesevî toplumunun Hızırı, halkın<br />
Hakk’a giden yolunda üzeri<strong>nde</strong>n geçeceği toprak ve<br />
köprü olmak amacıyla aşka sarılmaktadır. İnsanları<br />
aşkla <strong>bir</strong>lik ve beraberliğe, toplumsal dayanışmaya davet<br />
ederek, Allah aşkının insan ve toplumu sevmekten<br />
geçeceğini ilk hikmetleri<strong>nde</strong>n itibaren dile getirmiştir.<br />
Bu yüzden Yesevî, ahlak, aşk ve toplum arasındaki<br />
ilişkilerin önemini devamlı vurgulamaktadır.<br />
Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanların, Allah’ın yarattığı<br />
tüm varlıkların dili, dini, rengi ve ırkına bakmaksızın,<br />
manevi kardeşliği, toplumsal dayanışma ve <strong>bir</strong>liği bu<br />
dünyada gerçekleştirmek için çabalamaları gerekmektedir.<br />
Her <strong>bir</strong> insan, diğer insanları kendi yerine<br />
koyarak ve Allah’ın yarattığı kulu olarak bakıp onları<br />
“be<strong>nde</strong>n” diyebilmesi gerekmektedir [13] . Ruhani kardeşlik,<br />
Allah’a ve insana olan aşkın ve saygının kaynağıdır.<br />
Sebebi ise, Yesevî düşüncesi, öz bakımından<br />
insanı, onun milliyeti, jeografik sınırı, inancı ve diline<br />
bakmaksızın, tüm insanlığı, “ben” ve “<strong>bir</strong>” olarak görmektedir.<br />
Yesevî’nin meclisi<strong>nde</strong> Müslüman da puta<br />
tapan da, ateşe tapan da kâfir de <strong>bir</strong>dir. Bu yüzden, o,<br />
10. Bayraktar M., Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, s.67.<br />
11. Divan-ı Hikmet, H-54, s.74.<br />
12. Divan-ı Hikmet, H-140, s.179.<br />
13. Bayraktar M., age., s.89.<br />
gerçek sufi olarak, yanında oturan insanın hangi din<br />
ve milletten olduğuna önem vermeyen insandır.<br />
İlahî aşk ile donanmış gerçek dindarlık insanı ruhani<br />
hoşgörüye götürecektir. Hoşgörü ise, insanları,<br />
dinî inancına ve politik mensubiyetine göre değerlendirmemektir.<br />
Dolayısıyla, Yesevî’nin hoşgörü anlayışı,<br />
sadece, din içi değil, dinlerarası, hatta dinlerüstü <strong>bir</strong><br />
ilahî hakikati esas almaktadır. Hoşgörü olmazsa, insanlar<br />
arasında aşk da sevgi de, eşit sohbet de barış da<br />
olmayacaktır. İlahî yaratılışın amacına göre, insanlar,<br />
<strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini tamamlayan ve <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine ayna olan ilahî<br />
hakikatin tecellisi olduklarına inanmaktadırlar.<br />
Yesevî, aşka ulaşmanın yollarını şu aşamalarla ortaya<br />
koymaktadır: Birinci olarak, tarikatta, ilm-i hâli<br />
vakfetmek (İşk bahçesini dolaşmayan âşık olmaz [14] );<br />
ikinci olarak, riyazet ile ruhu eğitmek (Cürm ve cefa<br />
çekmeden nefsin ölmez [15] ); üçüncü olarak, Allah’a,<br />
dünya ve ahiretteki nimetleri ve mükâfatları için değil,<br />
onun zatı ve özüne âşık olmak (İki âlem işretlerini<br />
Mey’e sattım, Hakk’ı sevdim [16] ); dördüncü olarak,<br />
Hakk’a zikir, vecd, sohbet gibi yöntemlerle ulaşmaktır<br />
(Zakir olup, şakir olup Hakk’ı buldum [17] ).<br />
Gördüğümüz gibi, Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />
sohbet, hoşgörü ve aşk vardır. Düşünce ve düşünce<br />
özgürlüğü vardır. Bu ise, iş ve davranışın özgürlüğü<br />
demektir. Zikir, sohbet, vecd gibi psikoteknik yöntemler,<br />
hastalıklara maruz kalan kalbi tedavi ederek kalbi<br />
Allah’ı sevebilecek duruma ve dereceye getirmeye<br />
yarayan araçlardır. Bu araçlar ise, Yesevî için hiç<strong>bir</strong><br />
zaman amaç olmamıştır. Sonuç itibariyle, Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />
aşk, hayatın gerçek anlamı, aynı zamanda<br />
insani varlığa ve insani zihniyete ulaşmanın temel<br />
şartıdır.■<br />
14. Divan-ı Hikmet, H-102.<br />
15. Divan-ı Hikmet, H-77.<br />
16. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />
17. Divan-ı Hikmet, H-13.<br />
17<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed<br />
Yesevî’nin “Aşk” Söylemi<br />
HAYATİ BİCE*<br />
1993 yılında Pîr-i Türkistan Hazret Sultan<br />
Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet eserini<br />
ilk baskısına hazırlarken doğrudan doğruya “aşk”<br />
kelimesinin ve “aşk” kavramı ile ilgili “âşık”, “maşuk”,<br />
“muhabbet” sözcüklerinin çok sık kullanılmış<br />
olduğu dikkatimi çekti. Şunu hemen belirtmek<br />
isterim ki, Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> ‘soyut’<br />
kavram, bu yoğunlukla kullanılmamıştır.<br />
Büyüsü ‘taammüden’ bozulan <strong>bir</strong><br />
kavram: Aşk<br />
Türk <strong>Dil</strong> Kurumunun Türkçe Sözlük’ü<strong>nde</strong> aşk,<br />
“aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi” olarak tanımlanıp<br />
aslına uygun <strong>bir</strong> şekilde, Yunus Emre’den “<br />
Gel gör beni aşk neyledi” mısraı ile örneklendiriliyor.(1)<br />
Fakat son yıllarda güncel Türk kültürünü belirleyen<br />
kodların dejenerasyonu ile bozulan, yoz-<br />
* Dr., Araştırmacı-Yazar<br />
laştırılan Türkçenin en nadide sözleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>isi<br />
de “aşk” oldu. Önce, tercüme edilen Hollywood<br />
filmleri artistlerinin diline uydurulmağa çalışılarak<br />
formatı değiştirilen bu “nazenin” kelime -bugün<br />
hormonların tesiri<strong>nde</strong>ki gövdelerin köpüklü ağızlarında-<br />
en yaban güdüleri tanımlama derekesine<br />
indirildiği de acı <strong>bir</strong> gerçek.<br />
Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala’nın şiir gibi sözleriyle<br />
“aşk ilahîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde<br />
doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar,<br />
başını verir. Aşk, Allah’ın “Bilinmeyi istedim;<br />
kâinatı yarattım.” buyurduğu noktada başlar. Varlığımızı<br />
sürdürdüğümüz medeniyet <strong>bir</strong>ikiminin içi<strong>nde</strong><br />
aşkın bütün çeşitleri mevcut… Divan edebiyatı<br />
ve tasavvuf itibariyle beşeri aşkın (mecazi aşkın)<br />
ilahî aşka dönüşmesi tabii <strong>bir</strong> seyir. Pek çok mutasavvıf<br />
ilahî aşk için beşerî aşkı ilk basamak olarak<br />
görür… Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi<br />
sağlayacak en önemli vasıtalardan <strong>bir</strong>isidir<br />
aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur… İlahî aş-<br />
18<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
kın içerisi<strong>nde</strong> beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur.<br />
İlahî aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini<br />
sağlamlaştırır. Denizin içi<strong>nde</strong> damla vardır;<br />
ama deniz damladan ibaret değildir… Türk coğrafyasının<br />
en bereketli olduğu husus aşktır.” (2)<br />
“Divan-ı Hikmet” <strong>bir</strong> “Divan-ı Aşk”<br />
imiş meğer!<br />
Hazret Sultan Yesevî’nin 144 adet ‘Hikmet’ adı<br />
verilen şiirini içeren Divan-ı Hikmet’i<strong>nde</strong> “aşk” kelimesi<br />
tam tamına 55 şiirde kullanılmıştır. Oran olarak<br />
bakıldığında bu % 38’lik <strong>bir</strong> yaygınlığa işaret eder.<br />
(Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> kavram -sanıyorumbu<br />
yoğunlukla kullanılmamıştır.) İnceleme <strong>bir</strong> de aşk<br />
ile doğrudan ilişkili “âşık, maşuk, muhabbet” kelimelerini<br />
kapsama alanına alarak genişletildiği<strong>nde</strong> çok<br />
daha büyük <strong>bir</strong> oran ortaya çıkacağı kesindir.<br />
Divan-ı Hikmet’te aşk kavramı tek başına <strong>bir</strong><br />
duygu durumunu anlatmak için kullanıldığı gibi “aşk<br />
ateşi” gibi bazı tanımlamaların bileşeni şekli<strong>nde</strong> de<br />
kullanılmaktadır. Aşk kelimesinin Divan-ı Hikmet’te<br />
çeşitli formlarda 173 (yüz yetmiş üç) kez kullanıldığını<br />
görüyoruz. Aşk kelimesinin sıklıkla kullanıldığı<br />
tamlamalar olarak “aşk yolu”, “aşk derdi”, “aşk<br />
ateşi”, “aşk sırrı”, “aşk sevdası”, “aşk kapısı”, “aşk<br />
ehli”, aşk pazarı” ve daha pek çok deyiş dikkati<br />
çekmektedir. Bu incelememizde bu deyişlerin yer<br />
aldığı hikmetler sırası ile verilecektir. (3)<br />
“Aşk Yolu”<br />
Hazret Sultan Yesevî’nin yolunun <strong>bir</strong> sevgi ve<br />
muhabbet yolu olduğunun en kesin kanıtı aşk kelimesinin<br />
en sık kullanıldığı kavram “aşk yolu”dur.<br />
Yesevî’de tasavvuftaki kemal makamlarına ulaşmanın<br />
yolu olarak tarif edilen “aşk yolu” kavramı<br />
on dokuz yerde kullanılmıştır.<br />
12<br />
Tarikatın yollarıdır çetin azap<br />
Bu yollarda nice âşık oldu toprak<br />
Aşk yoluna her kim girse hâli harap<br />
Erenlerden yolu sorup yürüdüm ben işte<br />
77<br />
Âşık olsan aşk yoluna koy adımı<br />
Dünya kaygısını boşayıp koy Edhem gibi<br />
Akıllı isen dünya için yeme gam<br />
Kıyamet günü cezalarını verir dostlar<br />
81<br />
İşbu aşkın yolu dilim olmaktır<br />
Burada ağlayıp ahirette gülmektir.<br />
Gül renkleri zeferan gibi solmaktır.<br />
Böyle olmadan, âşıkım, deyip söylemeyin dostlar.<br />
Sırdan anlam duymayanlar yabancıdır<br />
O âşıkın mekânları viranedir<br />
Aşk yolunda can verenler sevgilidir<br />
Candan geçmeden candan haber bilmeyin dostlar.<br />
4<br />
Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harab<br />
Aşk yolunda olamadım misali toprak<br />
Hâlim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş<br />
O sebepten Hakk’â sığınıp geldim ben işte.<br />
11<br />
Aşk yolunda âşık olup Mansur geçti<br />
Belini bağlayıp Hakk işini sıkı tuttu<br />
Melâmetler ihanetler çok işitti<br />
Ey müminler hem Mansur oldum ben işte<br />
29<br />
Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm,<br />
Arslan Baba’ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed.<br />
33<br />
Aşk yolunda yok olayım Hakk Bir ve Var<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
Elimi açıp dua kılayım, Azim Cebbar<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
…<br />
Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />
Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />
Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
…<br />
Aşk pazarı ulu pazar, sevda haram;<br />
Âşıklara se<strong>nde</strong>n başka kavga haram;<br />
Aşk yoluna girenlere dünya haram;<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
51<br />
Aşk yolunda damla damla kanlar yutarım<br />
Rahman adı rahmeti<strong>nde</strong>n ümit tutayım<br />
Şarap kadehini doyası versen candan geçeyim<br />
Hasreti<strong>nde</strong> iki gözümü yaşlasam ben<br />
96<br />
Dinmeden âşıklar Hű derler Allah’ına yalvarıp;<br />
Yürür O’nun aşkında, gece gündüz sararıp.<br />
19<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Çok ağlatıp âşıkı aşk eli<strong>nde</strong> Allah’ım<br />
Aşk yolunda melâmeti ona görür münasip.<br />
“Aşk Ateşi” Kimi Yakar<br />
Hazret Sultan Yesevî aşk yoluna düşen aşığın<br />
“aşk ateşi” ile yanmağa başlayacağını bildirir. Aşk<br />
ateşi Divan-ı Hikmet’te en sık kullanılan kavramlardan<br />
<strong>bir</strong>isi olarak hikmetlerin dokuz yeri<strong>nde</strong> yanar.<br />
Yesevî, tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın <strong>bir</strong><br />
metodu olarak kişinin bilerek ve bilmeyerek aşk<br />
ateşine düşmesini gösterir. Aşk ateşi aşığı yaktıkça<br />
benliğinin negatif unsurları yok olarak batınındaki<br />
kemal mertebeleri açığa çıkacaktır.<br />
139<br />
Şevki, zevki muhabbetten ayan eyle<br />
Âşıklara aşk ateşi<strong>nde</strong>n beyan eyle<br />
Hor görülme-ağlama, meşakkati nişan eyle<br />
Gerçek âşıklar ateşten ne diye çekinsin<br />
61<br />
Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,<br />
Canı yakıp, yürek bağrımı kebap etti.<br />
Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,<br />
Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.<br />
118<br />
Her kim yanar cana alır aşkın ateşini<br />
Canı yansa uzuvlarından çıkar duman<br />
Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün<br />
Halka zahiren görünüp duran yarası yok<br />
12<br />
Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar<br />
Ahirete doğru çekip alıp burada geçer<br />
Burada olan düğümlerini orada açar<br />
Rasul dünya leştir dedi bıraktım ben işte<br />
85<br />
Kulum diyen daima dinmeden zikrini söyler<br />
Aşk ateşine bağrı yanıp feryad eder<br />
Habersizler bağrı ömrünü bilmeden yele satar<br />
Gaflet ile cehenneme gider dostlar<br />
93<br />
Seher vakti kalkanlar, canı feda eyleyenler,<br />
Aşk ateşi<strong>nde</strong> yananlar seher vakti olanda.<br />
94<br />
Halka içi<strong>nde</strong> “ Hû “ deyiniz, aşk ateşine yanınız,<br />
Beden-can ile tâlipler, tek<strong>bir</strong> başlayıp deyiniz.<br />
126<br />
Gece kalkıp yürümeden, durmadan ağlayanlar<br />
Aşk ateşine yürek-bağrını dağlayanlar<br />
Rüsva olup sırdan mânâ anlayanlar<br />
Halk içi<strong>nde</strong> rüsva olup yürüse olmaz<br />
120<br />
Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği<br />
Kabul eyledi aşk ateşi<strong>nde</strong> yanmaklığı<br />
Canını verip satın aldı yanmaklığı<br />
Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok<br />
“Aşk Derdi”nin dermanı<br />
Aşk yolunda ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa<br />
başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını aramağa<br />
başlar. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar<br />
arayanlardandır” sırrına erince anlar ki aradığı<br />
zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Hazret<br />
Sultan Yesevî “aşk derdi”ne ve dermanına Divan-ı<br />
Hikmet’in on yedi yeri<strong>nde</strong> değinmektedir:<br />
17<br />
Ey arkadaşlar, aşk derdine deva olmaz;<br />
Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz<br />
Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz<br />
Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.<br />
18<br />
Riya tesbihi eli<strong>nde</strong>, zünnar iyi bilseniz;<br />
Hak rızası budur aşk derdini eyleseniz<br />
Aşkını alıp mahşerde rezil olup dursanız;<br />
Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.<br />
33<br />
Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />
Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />
Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
…<br />
Kul Hoca Ahmed aşktan ağır belâ olmaz;<br />
Merhem sürme, aşk derdine deva olmaz;<br />
Gözyaşından başka <strong>bir</strong> şey tanık olmaz;<br />
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />
102<br />
Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok<br />
Deva sormayın aşk derdinin devası yok<br />
Bu yollarda âşık olsa dönüşü yok<br />
20<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Canı bede<strong>nde</strong>n ayrı eyleyip yürür olmalı<br />
118<br />
Gerekli değil aşk derdine deva sormak<br />
Viran edip gider imiş devası yok<br />
Canını incitip yaşın akıp aklın gidip<br />
Aşk derdi<strong>nde</strong>n dostlar acı belası yok<br />
…<br />
Kul Hoca Ahmed söyledi dostlar işitin bunu<br />
Kafdağı gibi taşlar değse çıkmaz sesi<br />
Kime söyleyip kime ağlayıp aşk derdini<br />
Vallahi-billahi aşk derdinin devası yok<br />
123<br />
Muhabbetin deryasına batmayınca<br />
Ey dostlarım aşk mücevherini alsa olmaz<br />
Tan atana kadar feryad edip ağlayıp inlemedikçe<br />
Sarraf olup aşk derdini bilse olmaz<br />
Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur<br />
Erenlerin izin alıp dinmeden öper<br />
Muhabbetin şevki ile yaşını döker<br />
Yaşı akmadıkça riyazette solsa olmaz<br />
133<br />
Aşk derdine deva soran hazır tilbe<br />
Zâhirde yok batın içi<strong>nde</strong> eyler cilve<br />
Mazı sarın hepsinin içi<strong>nde</strong> eyler galip<br />
Aşk derdine deva eylese Rahman eyler<br />
140<br />
Aşk derdini dertsizlere söyleyip olmaz;<br />
Bu yolların engeli çok, geçip olmaz;<br />
Aşk cevherini her nâmerde satıp olmaz;<br />
Habersizlerin aşk kadrini bildiği yok<br />
Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün;<br />
Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun;<br />
Derde doldun, gama soldun, tilbe oldun;<br />
Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok.<br />
Ey habersiz, aşk ehli<strong>nde</strong>n beyan sorma<br />
Dert iste, aşk derdine derman sorma<br />
Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma<br />
Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.<br />
“Aşk Sırrı”na Ermek<br />
Hazret Sultan Yesevî, Divan-ı Hikmet’te dört<br />
yerde “aşk sırrı”ndan söz eder. Aşk sırrına erme<br />
yolunu da gösteren Yesevî; aşk sırrına ermek için<br />
yakin derecesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> iman; takva derecesi<strong>nde</strong><br />
<strong>bir</strong> kulluk ve başa gelecek “yüz bin bela”ya sabır<br />
gerektiğini ve bu yolla Hakk cemaline vuslatın<br />
mümkün olacağını bildirir. Ancak dikkat edilmesi<br />
gereken incelikli nokta aşk sırrının ancak âşıklara<br />
beyan edilebileceği ve aşk sırrını herkese söylemenin<br />
caiz olmadığıdır.<br />
61<br />
Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz;<br />
Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz;<br />
Yolunu bulan merdleri bilse olmaz;<br />
Ağlaya ağlaya gözyaşını habap etti.<br />
86<br />
Aşk sırrını beyan eylesem âşıklara,<br />
Tâkat eylemeyip, başını alıp gider dostlar.<br />
Dağa, taşa başını vurup, şuursuz olup<br />
Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar.<br />
82<br />
Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibadet eyle<br />
İbadet eyleyen Hakk cemalini görür dostlar.<br />
Yüz bin belâ başa düşse, inleme<br />
Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar.<br />
137<br />
Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz;<br />
Maldan geçmeden ben benliği koysa olmaz;<br />
Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz;<br />
Öyle âşık halk gözü<strong>nde</strong>n gizli olur.<br />
Yesevî’nin Tarifiyle : “Aşksız Kişi”<br />
“Aşk ehli” ta<strong>bir</strong>ini Divan-ı Hikmet’teki sadece<br />
<strong>bir</strong> mısrada kullanan Hazret Sultan Yesevî’nin,<br />
“aşk” üzerine söyledikleri kadar dikkat çeken <strong>bir</strong><br />
husus da “aşksız” insanları ayrıntılı olarak tarif<br />
etmesidir. Yesevî “Allah’a erme yolunda “aşksız”<br />
ilerlemenin çok zor olduğuna işaret eder. “Aşksız”<br />
olma üzeri<strong>nde</strong> Hazret Sultan Yesevî’nin gösterdiği<br />
hassasiyet bu tarifin hikmetlerde tam on üç yerde<br />
işlenmesi ile ortaya çıkmaktadır.<br />
59<br />
Aşksız kişi insan değildir anlasanız<br />
Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz<br />
Aşktan başka sözü eğer söyleseniz<br />
Elinizden iman-İslam gitti olmalı<br />
54<br />
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın<br />
21<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin<br />
Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın<br />
Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.<br />
82<br />
Arif âşık öz canını ateşe yakmaz<br />
Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz<br />
Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz<br />
Aşksız kişi hayvandan beter dostlar<br />
104<br />
Allah der eğer ki kulum neylerse eylesin<br />
Her ne eylese melekler ikram eylesin<br />
Aşksız adam aşk makamını görüp yürüsün<br />
Hakk kudretini ifşa eyleyip yürür olmalı<br />
123<br />
Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür<br />
Müminim deyip imanları viran yürür<br />
Mahşer günü cemal görmeden sersem yürür<br />
Pir-i kâmil nazar eylemeden görse olmaz<br />
115<br />
Melekleri<strong>nde</strong>n aşığı çok ey habersiz<br />
Bir “ahh” eylese âlem olur altın ve mücevher<br />
Zâhid, âbid, sâliklerin aşkı beter<br />
Aşksız âdem vallahi yolda kalır imiş<br />
3<br />
Her sabah vakti ses geldi kulağıma<br />
“Zikr söyle!” dedi, zikrini söyleyip yürüdüm<br />
ben işte.<br />
Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;<br />
O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte.<br />
20<br />
Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü<br />
Sabaha varsa, Hakk göstermez ona cemal<br />
Arş ve Kürsű, Levh ve Kalem hepsi bizar;<br />
Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar.<br />
102<br />
Gerçek dertliler dertsizliği göze almaz<br />
Zâhid-âbid mesleklerini dile almaz<br />
Fayda görse aşksızlara bakış iliştirmez<br />
Gerçek dertliye deva eyleyip yürür olmalı<br />
108<br />
Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;<br />
Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş.<br />
Aşksızların imanı yok ey arkadaşlar;<br />
Cehennem içi<strong>nde</strong> dinmeden devamlı yanar imiş.<br />
86<br />
Aşksızların hem canı yok hem imanı;<br />
Rasűlullah sözünü dedim, mânâ hani<br />
Nice desem, işitici, bilen hani<br />
Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.<br />
140<br />
Zâhid olma, âbid olma, âşık ol<br />
Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol<br />
Nefsi tepip dergâhına lâyık ol<br />
Aşksızların hem canı yok imanı yok.<br />
Divan-ı Hikmet’teki diğer “aşk”<br />
kullanımları<br />
Divan-ı Hikmet’te yukarıda verdiğimiz sık<br />
kullanımlar yanında “aşk” kelimesi ile <strong>bir</strong>likte<br />
kullanılan bazı deyimleri de -sadece ismen bile<br />
olsa- vermek isterim.<br />
Divan-ı Hikmet’te “aşk kapısı” ise beş kez ;<br />
“aşk bağı”, “aşk sevdası” dörder kez; “aşk dâvası”,<br />
“aşk pazarı”, “aşk şarabı”,”aşk şiddeti” üçer<br />
kez; “Hakk aşkı”, “aşk ehli”, “aşk makamı”, “aşk<br />
cevheri”, “aşk dükkânı”, “aşk defteri”, “aşk küpü”<br />
ikişer kez ‘aşk bağlamı’nda kullanılmış olan deyimler<br />
olarak görülmektedir.<br />
Divan-ı Hikmet’te “aşk ışığı” , “aşk incisi”, “aşk<br />
dalgıçı”, “aşk rüzgârı”, “aşk hançeri”, “aşk yâdı”,<br />
“aşk belâsı”, “aşk darağacı”, “aşk yakarışı” deyimleri<br />
sadece <strong>bir</strong>er kez kullanılmış ilginç deyişlerdir.<br />
“Aşk olsun” Ya Hû…■<br />
DİPNOTLAR:<br />
1. TDK Güncel Türkçe Sözlük: http://tdk.org.tr/TDKSOZLUK/<br />
SOZBUL.ASP<br />
2. Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala ile ( M. Mehmet Gü<strong>nde</strong>m ) : “Aşk<br />
imiş her ne var âlemde!..” ; ZAMAN Gazetesi, 13.02.2000.<br />
3. Kıta başlarındaki rakamlar, bu makalenin yazarı Dr. Hayati<br />
Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları<br />
arasında yayınlanan Divan-ı Hikmet neşri<strong>nde</strong>ki “aşk” kelimesinin<br />
geçtiği hikmetlerin sıra numarasını göstermektedir. (Ahmed Yesevî,<br />
Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice; T.Diyanet<br />
Vakfı yayınları, 4. Baskı, 2005- Ankara)<br />
22<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
NECDET TOSUN*<br />
İslamiyeti basit <strong>bir</strong> şekilde ve tasavvufî motiflerle<br />
halka sunan Hoca Ahmed Yesevî (ö.<br />
562/1166), Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda<br />
önemli <strong>bir</strong> rol oynamıştır. Pîr-i Türkistân lakabıyla<br />
anılan Yesevî, gerçek hayatından ve tarihî<br />
kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbeleri ve fikirleri ile tanınmıştır.<br />
Onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />
ve günümüz insanına ışık tutan fikirleri<strong>nde</strong>n en<br />
önemlileri, sevgi ve hoşgörü hakkındaki görüşleridir.<br />
Burada gerek Hoca Ahmed Yesevî’nin ve gerekse<br />
diğer bazı mutasavvıfların “sevgi ve hoşgörü”<br />
konusundaki düşüncelerine temas edilecektir.<br />
1) Hoca Ahmed Yesevî’de Sevgi<br />
a) Ahmed Yesevî ve takipçileri<strong>nde</strong><br />
Allah ve Peygamber sevgisi<br />
Hoca Ahmed Yesevî, Allah sevgisini şiirleri<strong>nde</strong><br />
sıklıkla dile getirmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />
“Aşkıng kıldı şeydâ meni, cümle âlem bildi<br />
meni,<br />
Kaygu sensin tüni küni, menge sen ok kereksen…<br />
Âlimlerge kitâb kerek, sûfîlerge mescid kerek,<br />
Mecnûnlarga Leylâ kerek, menge sen ok<br />
kereksen” [1] .<br />
Yani: Aşkın beni çılgına çevirdi, herkes beni<br />
bildi, gece gündüz düşüncem sensin, bana sadece<br />
sen lazımsın ey Allah’ım! Âlimlere kitap gerekir,<br />
sûfîlere mescit. Mecnûnlara Leylâ lâzım, bana ise<br />
sen lâzımsın Allah’ım!<br />
Ahmed Yesevî’nin talebesi Hakîm Süleyman<br />
Ata da Allah aşkı konusunda şöyle der:<br />
“Âşıkdın sormangız dünyâ ve ukbâ,<br />
Âşık maşûk içün her dem öledür” [2] .<br />
Yani: Âşığa dünya ve ahreti sormayın; âşık, sevdiği<br />
için her an ölmektedir.<br />
Hakîm Süleyman Ata başka <strong>bir</strong> hikmeti<strong>nde</strong> de<br />
şöyle der:<br />
“Ming yıl ibâdet kılsang, tâat içi<strong>nde</strong> kalsang,<br />
Muhâldur Hak’nı bilseng, arada aşk bolmasa.<br />
Tesbîhin zünnâr bolur, seccâdeng murdâr bolur,<br />
Barçası agyâr bolur, arada aşk bolmasa” [3] .<br />
* Doç. Dr., Marmara Ü. İlahiyat Fak. İstanbul.<br />
1. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (nşr.<br />
Kuanışbek Kârî, Galiya Kambarbekova, Rasûl İsmailzâde),<br />
Tahran: el-Hüdâ, 2000, s. 1 (Arap harfli bölüm), s. 186-<br />
187.<br />
2. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, Kazan<br />
1884, s. 22.<br />
3. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 39.<br />
23<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Yani: Bin yıl ibadet etsen, ibadet içi<strong>nde</strong> kalsan<br />
bile içi<strong>nde</strong> Allah aşkı olmadıkça onu tanıyamazsın.<br />
Tespihin papaz kuşağı olur, seccaden murdar olur,<br />
herkes sana yabancı olur, eğer Allah ile aranda aşk<br />
yoksa.<br />
Ahmed Yesevî’nin takipçileri<strong>nde</strong>n Hoca İshak<br />
b. İsmail Ata, insanın gönlü<strong>nde</strong> Allah sevgisinin<br />
oluşup gelişebilmesi için, o gönülden dünya sevgisinin<br />
gitmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Pes,<br />
bilgil, kul <strong>bir</strong>le Mevlâ azze ve cellening arasında<br />
muhabbet-i dünyâ ve nefs hicâb turur. Her kim<br />
muhabbet-i dünyânı köngül közgüsidin kiterse hicâb<br />
aradın kiter. Andın keyin bu be<strong>nde</strong> perverdigârnı<br />
körer, inşâallâhü teâlâ” [4] .<br />
Yesevî yolunun temsilcileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />
Özgendî [5] de Allah aşkını şöyle dile getirmiştir:<br />
“Yâ Rab özüng bilür-sen, sendin özge kimim<br />
bar,<br />
4. Hoca İshak b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn,<br />
Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü<br />
Ktp., nr. 11838, vr. 29b.<br />
5. Silsilesi şöyledir: Ahmed Yesevî, Hakîm Ata,<br />
Zengi Ata, Sadr Ata, Elemîn Ata, Şeyh Ali Şeyh, Mevdûd<br />
Şeyh, Kemâl Şeyh Îkânî, Seyyid Ahmed Velî (Şeyh<br />
Aliâbâdî), Şemseddin Özgendî.<br />
Bir ü barım irür-sen, sendin özge kimim bar…<br />
Közüm seni közleyür, tilim seni sözleyür,<br />
Könglüm seni isteyür, sendin özge kimim<br />
bar” [6] .<br />
Ahmed Yesevî’de Peygamber sevgisi de ön<br />
plandadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği<br />
için, 63 yaşına gelen Ahmed Yesevî, peygambere<br />
olan sevgisi<strong>nde</strong>n dolayı artık toprağın üzeri<strong>nde</strong> yaşamak<br />
istememiş ve yer altında <strong>bir</strong> ibadet yeri kazıp<br />
kalan ömrünü onun içi<strong>nde</strong> geçirmiştir. Yesevî, peygamber<br />
sevgisiyle söylediği şiirlerde şöyle diyor:<br />
“Başımga tüşüp na‘ra-i sevdâ-yı Muhammed,<br />
Men anı üçün kuyıda şeydâ-yı Muhammed” [7] .<br />
“On sekiz ming âlemge server bolgan Muhammed,<br />
Otuz üç ming ashâbga rehber bolgan<br />
Muhammed” [8] .<br />
Allah ve Resulüne karşı gönlü<strong>nde</strong> derin <strong>bir</strong> sevgi<br />
besleyen Hoca Ahmed Yesevî, Allah’ın kelâmı<br />
olan Kur’an-ı Kerim’e son derece saygılı idi. Bir<br />
6. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, s. 74.<br />
7. Yesevî, age. s. 53.<br />
8. Yesevî, age. s. 55.<br />
24<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
defasında Kur’ân öğrenmek için camiye giden çocukların<br />
mushaflarını boyunlarına asıp aşağı sarkıttıklarını,<br />
içleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> tanesinin ise sevgi ve<br />
saygısından dolayı Kur’an’ı başının üzeri<strong>nde</strong> taşıdığını<br />
görmüş, bu manzaradan çok memnun olup<br />
bu çocuğun zahiri ve bâtıni eğitimini üstlenmişti.<br />
Bu çocuk zamanla hem din ilimlerini hem de tasavvuf<br />
ve ahlâk konularını hakkıyla öğrenip Hoca<br />
Ahmed Yesevî’nin ö<strong>nde</strong> gelen talebeleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />
olan Hakîm Ata lakaplı Süleyman Bakırgânî’den<br />
başkası değildir [9] .<br />
Yesevî şeyhleri<strong>nde</strong>n Süksük Ata <strong>bir</strong> miktar çamaşır<br />
alıp çamaşır yıkayıcısına gitmişti. Yıkayıcı:<br />
“Adınız nedir, yazayım da diğer çamaşırlarla karışmasın.”<br />
dedi. Süksük Ata: “Adım Firavun’dur.”<br />
diye cevap verdi. Çamaşırcı: “Başka isim bulamadınız<br />
mı da böyle isim koydunuz.” diye sorunca,<br />
Süksük Ata: “Adım Muhammed’dir. Ama Allah<br />
Resulü’nün adı olan bu ismi yazıp kazana çer çöp<br />
ile <strong>bir</strong>likte atarsan bu isme hakaret olur diye düşündüm.”<br />
diye karşılık verdi. O gece Süksük Ata rüyasında<br />
Hz. Peygamber’i gördü. Hz. Peygamber ona:<br />
“Ey Süksük Hoca! Sen mademki benim ismine hürmet<br />
ettin, ben de sana, senin evladına ve sana tâbi<br />
olanlara ahrette şefaat edeceğim.” buyurdu [10] .<br />
Bu rivayetlerden, Ahmed Yesevî ve takipçilerinin<br />
duygu dünyasında Allah ve peygamber sevgisinin<br />
önemli <strong>bir</strong> yer tuttuğu anlaşılmaktadır.<br />
b) Mahlukata karşı sevgi ve<br />
merhamet<br />
Ahmed Yesevî, şiirleri<strong>nde</strong> mahlukata merhamet,<br />
fakir ve yetimlere yardımcı olmak gibi konulara sıkça<br />
temas etmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />
Kayda körseng köngli sınuk merhem bolgıl<br />
Andag mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl<br />
Ruz-i mahşer dergahıga mahrem bolgıl<br />
Mâ vü menlik halayıkdın kaçtım mena.<br />
Garib, fakir, yetimlerni Resûl sordı<br />
Uşal tüni mi’râc çıkıp dîdâr kördi<br />
Kaytıp tüşüp fakirlerni halin sordı<br />
Gariblerni izin izlep tüştüm mena. [11]<br />
Yani:<br />
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol<br />
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaş ol<br />
Mahşer günü dergâhına yakın ol<br />
Ben-benlik güden (ki<strong>bir</strong>li) kişilerden kaçtım<br />
ben işte.<br />
Garip, fakir, yetimleri Resul sordu<br />
O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü<br />
Geri gelip indiği<strong>nde</strong> fakirlerin hâlini sordu<br />
Gariplerin izini arayıp indim ben işte.<br />
Muhammed aydılar her kim yetîmdür<br />
Bilingiz ol meni hâs ümmetimdür<br />
Yetîmni körsengiz agrıtmangızlar<br />
Garibni körsengiz dag etmengizler. [12]<br />
Yani:<br />
Muhammed (a.s) dediler: “Her kim yetimdir,<br />
Biliniz, o benim has ümmetimdir.”<br />
Yetimi görseniz, incitmeyiniz;<br />
Garibi görseniz, dağ etmeyiniz (incitmeyiniz).<br />
Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunu devam ettirenlerden<br />
İsmail Ata şöyle derdi: “Güneşli gü<strong>nde</strong> insanlara<br />
gölge ol, soğukta elbise ol, açlık zamanında<br />
ekmek ol!” [13] .<br />
Yesevî yolunun takipçileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />
Özgendî de yetimlere karşı sevgi ve merhamet konusunda<br />
şöyle der:<br />
“Bolsang Resûl’ga ümmet, kılıng yetîmge şefkat,<br />
Bolgay sanga köp rahmet, Rasûl andag tidi<br />
ya” [14] .<br />
Yani: Eğer Hz. Muhammed’e ümmet isen, yetime<br />
şefkat göster. Bu sayede sana çok rahmet olacaktır,<br />
peygamber böyle söyledi ya.<br />
9. Anonim olan Hakîm Ata Kitabı’ndan naklen bk.<br />
Karl G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata<br />
Risâlesi”, Bulletin de l’Académie Impériale des Sciences de<br />
St. Pétersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk),<br />
cilt: IX, sayı: 2, (Septembre 1898), s. 107-108.<br />
10. Hoca İshak, age. s. 74a.<br />
11. Yesevî, age. s. 17.<br />
12. Yesevî, age. s. 99.<br />
13. Muhammed Şerîf Buhârî, Huccetü’z-zâkirîn lireddi’l-münkirîn,<br />
Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372,<br />
vr. 100a.<br />
14. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 127.<br />
25<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
2) Hoca Ahmed Yesevî’de ve tasavvuf<br />
kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü<br />
Hat sanatımızın en anlamlı ürünleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />
“Hoş gör yâ hû” levhalarıdır. Bu levha tekkelerde<br />
sadece <strong>bir</strong> duvar süsü olarak kalmaz, aynı zamanda<br />
tekke ve tasavvuf ehli için <strong>bir</strong> hayat düsturu olurdu.<br />
Eskilerin müsamaha, yenilerin tolerans dediği “hoşgörü”<br />
toplumun ve fertlerin huzuru için anahtar <strong>bir</strong><br />
kavramdır. “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü”<br />
diyebilmek engin <strong>bir</strong> gönül ister. Bu gönle sahip<br />
insanların hoşgörü örneklerine tasavvuf tarihi<strong>nde</strong><br />
sıkça rastlanır. Tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />
Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında ve şiirleri<strong>nde</strong> de<br />
hoşgörü ile alâkalı örnekler bulunmaktadır. Bunlara<br />
kısaca temas edildikten sonra, konunun daha iyi<br />
anlaşılması için tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü hakkında<br />
başka rivayetlere de yer verilecektir.<br />
Hoca Ahmed Yesevî Müslüman olmayan kişilere<br />
karşı da hoşgörülü olmak gerektiğini ifade etmek<br />
için şöyle demiştir:<br />
“Sünnet irmiş kâfir bolsa berme azar<br />
Könglü kattıg dil-âzârdın Hudâ bîzâr” [15] ,<br />
Yani: Karşındaki insan kâfir bile olsa onu incitme,<br />
bu Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti ve yolu<br />
imiş. Kalbi katı, gönül incitici kişileri Allah Teâlâ<br />
sevmez.<br />
Rivayete göre, Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti<br />
her tarafa yayılıp talebelerinin sayısı artınca<br />
kendisini çekemeyenler dedikodu yapmaya başladılar.<br />
“Sohbet ve zikir meclislerine kadınlar geliyor,<br />
erkeklerle <strong>bir</strong>likte oturup zikrediyorlar.” diye eleştiren<br />
medrese hocaları çıktı. Hoca Ahmed Yesevî<br />
kendisini teftiş için gö<strong>nde</strong>rilen âlimlere, “Bizim<br />
meclisimizde kadın ve erkeklerin beraber bulunması,<br />
onların gönlüne zarar vermez.” mesajını vermek<br />
için, gelen heyetin huzurunda <strong>bir</strong> kutunun içine <strong>bir</strong><br />
parça pamuk ve ateş koru koydu. Sonra kutuyu onlara<br />
verdi. Heyet kendi memleketine dönüp kutuyu<br />
açtığında ateşin pamuğu yakmadığı gördüler [16] .<br />
15. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 20.<br />
16. Hüsâmeddin Sığnâkî, Menâkıb-ı Hoca Ahmed<br />
Yesevî, Özbekistan Fenler Akademisi Birunî Şarkiyat<br />
Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 12b; Muhammed Âlim Sıddîkî,<br />
Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. M.Nezîr Rânchâ),<br />
İslamabad 1986, s. 47; Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin<br />
Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1 (1998), s.<br />
76, 79.<br />
Eski Türk gelenekleri<strong>nde</strong> ve özellikle tarımla<br />
uğraşan küçük yerleşim bölgeleri<strong>nde</strong> kadınların<br />
erkeklerle <strong>bir</strong>likte toplumsal hayatın içi<strong>nde</strong> olduğu<br />
bilindiğine göre, o dönemde tekkede insanların <strong>bir</strong>likte<br />
bulunmuş olması mümkündür. Hoca Ahmed<br />
Yesevî kendi dönemi<strong>nde</strong>ki bazı din adamlarının<br />
eleştirisine göğüs germiş ve kadınların da aynı çatı<br />
altında tasavvufî sohbetlere ve zikre iştirak etmesine<br />
izin vermiş, bunu hoşgörü ile karşılamıştır. Bu<br />
rivayette Yesevî’nin hem zikre katılmak isteyen<br />
kadınlara, hem de kendisini eleştiren kişilere karşı<br />
hoşgörü sahibi olduğu anlaşılmaktadır.<br />
Rivayete göre bazı kendini bilmez kişiler Hoca<br />
Ahmed Yesevî’nin oğlunu öldürmüş ve başını <strong>bir</strong><br />
beze sarıp Yesevî’ye gö<strong>nde</strong>rmişlerdi. Oğlunun başını<br />
gören Hoca, sabır ve metanet göstermiş, sadece,<br />
“Kavunu olgunlaşmadan koparmışlar.” demekle<br />
yetinmiştir [17] .<br />
Ahmed Yesevî’nin bağlı bulunduğu tasavvuf<br />
kültürü<strong>nde</strong> hoşgörünün yeri ve önemi konusunda<br />
aşağıda verilecek olan örnekler konunun daha iyi<br />
anlaşılmasına yardımcı olacaktır.<br />
Müslümanlar içi<strong>nde</strong> ibadette veya günlük işlerde<br />
hatalı olan kimseler bulunabilir. Bunlara hoşgörü<br />
ile yaklaşmak konusunda tasavvufî eserlerde <strong>bir</strong>çok<br />
rivayet bulunmaktadır. Bu örneklerden bazıları<br />
şunlardır:<br />
a) İbadetlerdeki kusurlara karşı<br />
hoşgörü<br />
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si<strong>nde</strong> anlattığı <strong>bir</strong> rivayete<br />
göre Peygamber Efendimiz’in (a.s) müezzini<br />
Bilâl-i Habeşî ezan okurken dili tam dönmediği<br />
için “hayye ale’s-salâh” yerine yanlışlıkla “heyye<br />
ale’s-salâh” dermiş. Peygamberimizin arkadaşlarından<br />
bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Bilâl <strong>bir</strong> harfi<br />
yanlış okuyor, ezanı başka <strong>bir</strong>isi okusa daha iyi<br />
olmaz mı” diye sormuşlar, ancak Hz. Peygamber<br />
(a.s) samimiyetle okuduğu için ezanı Bilâl’in okumaya<br />
devam etmesini uygun bulmuştur [18] . Başka<br />
<strong>bir</strong> rivayete göre Bilâl “Eşhedü” yerine yanlışlıkla<br />
“Eshedü” dermiş. Şikâyet olunca Hz. Peygamber:<br />
“Bilâl’in s harfi, Allah katında ş harfidir”, diyerek<br />
onu hoş görmüştür.<br />
Mesnevî’deki <strong>bir</strong> başka hikâyeye göre, Hz. Musa<br />
yolda giderken kenarda oturup dua eden <strong>bir</strong> çoban<br />
17. Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât, s. 46.<br />
18. Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 172-177.<br />
26<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
görmüştü. Çoban: “Yâ Rabbi! Bana misafir olsan,<br />
sana en güzel yemeklerden ikram etsem, ayağına<br />
çarık (ayakkabı) yapsam, saçlarını yıkasam, saçındaki<br />
bitleri kırsam.” diye dua ediyordu. Hz. Musa<br />
bunu duyunca çobana: “Ey çoban! Allah Teâlâ’ya<br />
böyle dua edilmez, onun yemeye içmeye ihtiyacı<br />
yoktur, insana benzemez.” dedi. Bunun üzerine çoban:<br />
“Ey Musa! Ben cahil <strong>bir</strong> çobanım, bana nasıl<br />
dua edeceğimi öğret de öyle dua edeyim.” diye<br />
karşılık verdi. Hz. Musa ona Allah’ın şanına yakışır<br />
bazı dualar öğretti, sonra yoluna devam etmek<br />
için yürümeye başladı. O esnada Allah Teâlâ’dan<br />
kendisine şöyle <strong>bir</strong> hitap geldi: “Ey Musa! Ben o<br />
kulumun duasından mutlu oluyordum, çünkü samimi<br />
idi. Niçin onun duasını değiştirdin” Bu hitap<br />
üzerine Hz. Musa tekrar çobanın yanına döndü ve:<br />
“Sen nasıl istiyorsan öyle dua et.” dedi ve yoluna<br />
devam etti [19] .<br />
Bu hikâyelerde verilmek istenen mesaj, insanın<br />
ibadetleri<strong>nde</strong> samimi olmasının çok önemli olduğu,<br />
ihlas ve samimiyetle yapılan ibadetlerde bazı şeklî<br />
hatalar olsa bile Allah Teâlâ ve resulü tarafından<br />
hoş görüldüğüdür.<br />
b) Günlük işlerdeki hatalara karşı<br />
hoşgörü<br />
Bazı insanlar Müslüman olmalarına rağmen<br />
nefsinin isteklerine uyarak Müslümanlıkla bağdaşmayan<br />
işler yapabilirler. Onların yaptığı yanlış işlere<br />
kızmak ile o insanlara kızmayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmamak<br />
gerekir. O insanlara acımak ve merhametle<br />
doğru yola çağırmak en doğrusudur. Tasavvufî eserlerde<br />
sufîlerin bu konudaki bazı söz ve hikâyeleri<br />
bulunmaktadır.<br />
Hamdûn-i Kassâr şöyle demiştir: “Bir sarhoşla<br />
karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü o<br />
duruma sen de düşebilirsin.”<br />
İbrahim b. Edhem <strong>bir</strong> gün <strong>bir</strong> sarhoşun yanından<br />
geçiyordu. Onu ağzı bulaşmış, yerde yatar vaziyette<br />
gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve “Allah Teâlâ’nın<br />
isminin anıldığı <strong>bir</strong> ağzı böyle kir bulaşmış <strong>bir</strong> hâlde<br />
bırakmak hürmetsizlik olur.” dedi. Sarhoş kendine<br />
gelince İbrâhim b. Edhem hazretlerinin yaptığı şeyi<br />
ve söylediği sözü kendisine bildirdiler. O sarhoş<br />
tövbe etti ve salih insanlardan oldu. Sonra İbrâhim<br />
b. Edhem’e rüyasında: “Sen bizim için onun ağzını<br />
19. Mevlânâ, Mesnevî, c. II, beyit: 1720-1786.<br />
yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.”<br />
buyurdular [20] .<br />
İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin komşusu <strong>bir</strong> genç<br />
vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır<br />
çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp<br />
hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam: “Komşumuzun<br />
sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince,<br />
<strong>bir</strong> talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun<br />
üzerine İmâm-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce<br />
ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin<br />
sebebi nedir” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, Vali:<br />
“Böyle önemsiz <strong>bir</strong> iş için zât-ı âliniz buraya kadar<br />
niçin zahmet ettiniz, <strong>bir</strong> haber gö<strong>nde</strong>rseydiniz kâfi<br />
idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam<br />
o gence; “Bak, seni unuttuk mu” diye sordu. Genç:<br />
“Hayır…” dedi, yaptığı kötü işlerden tövbe edip,<br />
İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı<br />
ve fıkıh ilmi<strong>nde</strong> âlim olarak yetişti [21] .<br />
Sa‘dî Şîrâzî Gülistân isimli eseri<strong>nde</strong> anlattığına<br />
göre <strong>bir</strong> zahidin evine hırsız girmiş, ancak çalacak<br />
<strong>bir</strong> şey bulamamış. Üzüntüyle evden çıkarken durumdan<br />
haberdar olan zahit sarınıp içi<strong>nde</strong> uyuduğu<br />
kilimi hırsızın yoluna atmış ki alsın da eli boş ve<br />
mahzun gitmesin [22] .<br />
Benzer <strong>bir</strong> hikâye de Ahmed er-Rifâî hakkında<br />
anlatılır. O, evine gelen hırsıza <strong>bir</strong> miktar kaliteli un<br />
ikram etmiş ve helâllik isteyip yolcu etmiştir. Onun<br />
bu şefkati<strong>nde</strong>n etkilenen hırsızın tövbe edip doğru<br />
yola geldiği nakledilir [23] .<br />
c) Gayrimüslimlere karşı hoşgörü:<br />
Bir toplumda her di<strong>nde</strong>n insan bulunabilir. Toplumların<br />
asayiş ve huzur içi<strong>nde</strong> yaşayabilmesi için<br />
farklı din mensuplarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine hoşgörü işe bakması<br />
çok önemlidir. İslam hukukuna göre Müslüman<br />
ülkelerde yaşayan gayrimüslimlere “zimmî”<br />
denir ve devlet onların güvenliğini sağlamakla gö-<br />
20. Ferîdeddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr.<br />
Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374/1995, s. 125.<br />
21. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî,<br />
Ukûdü’l-cümân fî menâkıbi’l-İmâmi’l-a‘zam Ebî<br />
Hanîfeti’n-Nu‘mân (nşr. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarabad<br />
(Hindistan): Lecnetü ihyâi’l-ma‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, 1974,<br />
s. 289-290.<br />
22. Sa‘dî Şîrâzî, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn Yûsufî),<br />
Tahran 1384 hş., s. 87.<br />
23. Ken‘an er-Rifâî, Ebu’l-Alemeyn Seyyid Ahmed<br />
er-Rifâî (hzr. Mustafa Tahralı- Müjgan Cunbur), İstanbul<br />
2008, s. 24-25.<br />
27<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
evlidir. Tasavvuf tarihi<strong>nde</strong> sufîlerin Müslüman olmayanlara<br />
karşı hoşgörü ile muamele ettiğine dair<br />
<strong>bir</strong>çok örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları<br />
şunlardır:<br />
Bayezid-i Bistami’nin Mecusi olan (ateşe tapan,<br />
zerdüşt) <strong>bir</strong> komşusu ve bu komşunun süt emme çağında<br />
<strong>bir</strong> de çocuğu vardı. Bu Mecusi <strong>bir</strong> gün yolculuğa<br />
çıktı. Evlerini aydınlatacak <strong>bir</strong> şeyi bulunmadığı<br />
için çocuk ağlıyordu. Bayezid-i Bistami her<br />
gün <strong>bir</strong> çıra alıp komşusunun evine götürdü. Mecusi<br />
yolculuktan dönünce durumu haber alıp kendisi<strong>nde</strong><br />
değişiklikler hissetti. Bayezid’e karşı kalbi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><br />
sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi,<br />
bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun<br />
değildir.” deyip Bayezid-i Bistami’nin huzuruna<br />
gitti ve Müslüman oldu [24] .<br />
Hz. Mevlânâ’ya da nispet edilen fakat ondan<br />
daha önce yaşamış olan Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın<br />
şiirleri arasında yer alan şu rubai meşhurdur:<br />
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel,<br />
Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel,<br />
Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,<br />
Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel. [25]<br />
Anadolu sûfîleri<strong>nde</strong>n Yunus Emre:<br />
Yetmiş iki millete <strong>bir</strong>lig ile bakmayan<br />
Şer‘ ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.<br />
diyerek bütün insanlara (72 millete) aynı gözle bakmak<br />
gerektiğini ifade etmiş, böyle bakamayanların<br />
görünüşte evliya gibi olsalar bile aslında asi ve<br />
günahkâr olduklarını kaydetmiştir.<br />
İlk dönem sufîleri<strong>nde</strong>n Mâlik b. Dinar’ın komşusu<br />
Yahudi idi. Bu kişi Mâlik b. Dinar’ın evinin<br />
duvarını tuvalet olarak kullanır ve bahçesini kirletirdi.<br />
Mâlik de her gün duvarını ve bahçesini temizlerdi.<br />
Bir gün komşusu Mâlik’e: “Bu necasetten rahatsız<br />
olmuyor musun” diye sordu. Mâlik: “Evet,<br />
rahatsız oluyorum ama temizliyorum.” dedi. Komşusu:<br />
“Bu sıkıntıyı niçin ve kim için çekiyorsun”<br />
diye sorunca, Mâlik: “Allah rızası için, çünkü Allah<br />
24. Ferîdeddin Attâr, age. s. 176.<br />
25. Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i<br />
Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr (nşr. Sa‘îd Nefîsî), Tahran 1334<br />
hş./1955, s. 4 (rubâî no: 21). Rubâî’nin metni şöyledir: Bâz<br />
â bâz â her ânçi hestî bâz â/ Ger kâfir u gebr u but-perestî<br />
bâz â/ În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst/ Sad bâr eger<br />
tevbe şikestî bâz â.<br />
öfkesini yutup insanları affedenleri muttakilerden<br />
saymaktadır. [26] ” diye cevap verdi. Bunun üzerine<br />
Yahudi komşusu: “Ne güzel <strong>bir</strong> din! Allah dostu,<br />
Allah düşmanının sıkıntısına katlanıyor ve sabır<br />
ediyor.” dedi, Müslüman oldu [27] . Bu hikâyenin <strong>bir</strong><br />
benzeri de İmam-ı A‘zam Ebu Hanife için anlatılır<br />
[28] .<br />
Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve dostları sema<br />
ederlerken meclise <strong>bir</strong> sarhoş daldı ve sağa sola çarpıp<br />
meclistekileri rahatsız etmeye başladı. Oradaki<br />
müritler o sarhoşu azarlayınca Mevlânâ müritlerine<br />
mâni oldu ve: “Şarabı o içmiş ama sarhoş siz olmuşsunuz.”<br />
dedi. Müritler: “Bu adam Hristiyan’dır.”<br />
dediler. Mevlânâ: “Siz niye Allah’tan korkmuyorsunuz.”<br />
diye cevap verdi [29] .<br />
Bu menkıbelerden anlaşılmaktadır ki, gayrimüslimlere<br />
karşı hoşgörü ile yaklaşmak sufîlerin hayat<br />
felsefesi olmuştur. Ve bu hoşgörü, <strong>bir</strong>çok gayrimüslimin<br />
İslamiyete girmesine de vesile olmuştur.<br />
Hoşgörünün bulunduğu yerde muhabbet ve ülfet<br />
olur. Gayrimüslimlerin İslama ısınması ve hidayete<br />
ermesi<strong>nde</strong> en önemli unsurlardan <strong>bir</strong>i de hoşgörü<br />
olmuştur. Hoşgörünün zıddı olan kabalık ve sertlik<br />
ise insanları küstürmek ve uzaklaştırmaktan başka<br />
işe yaramaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle<br />
buyrulur: “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç<br />
şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân,<br />
3/159). Güzel söz, hoşgörü ve fedakârca davranışlar<br />
tarihte olduğu gibi bugün de insanların İslama<br />
yönelmesine sebep olmaktadır.<br />
Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî’de ve onun<br />
bağlı bulunduğu tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> “sevgi ve<br />
hoşgörü” en temel kavramlardır. Bu iki kavramı<br />
yitiren toplumlar huzursuzluğa ve kargaşaya<br />
mahkûmdurlar. Diğer taraftan toplumda sevgi ve<br />
hoşgörüyü özümsemiş insanlar çoğaldıkça, huzur<br />
ve asayiş de artacaktır. Bu sebeple bütün felsefelerin<br />
eskiyip modasının geçebildiği dünyamızda, Hoca<br />
Ahmed Yesevî ve Mevlânâ gibi büyük mütefekkir<br />
sufîlerin hayat felsefesi ve ilkeleri eskimeden, hatta<br />
her zamanki<strong>nde</strong>n daha fazla önemi anlaşılarak devam<br />
etmekte ve insanlığa ışık tutmaktadır.■<br />
26. Âl-i İmrân, 3/134.<br />
27. Ferîdeddin Attâr, age. s. 52.<br />
28. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ,<br />
Kâhire 1374/1954, I, 54.<br />
29. Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn (Frs. nşr. Tahsin<br />
Yazıcı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, I,<br />
356.<br />
28<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
NECATİ KANTER<br />
Allah’ı bilerek<br />
anma, önce ilahî<br />
lezzetlenmeğe<br />
neden olur; sonra<br />
bu lezzet ilahî<br />
muhabbete çevrilir<br />
ki bu da manevi<br />
mutluluğun elde<br />
edilmiş olduğunun<br />
alametidir. Hikmet<br />
kuşağını sıkı sıkı<br />
beline sarmayan<br />
insan, dünyaya meyil<br />
ve muhabbetten<br />
kurtulamaz.<br />
Sayram’da Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi<br />
nesli<strong>nde</strong>n gelenlere “Hace”, bu silsileye<br />
bağlı olanlara da “Hacegan” denilmekteydi. Ahmet<br />
Yesevi de Hacegan silsilesine bağlı olduğu için “Pir-i<br />
Türkistan Hace Ahmed-i Yesevi” namı ile anılmıştır.<br />
Batı Türkistan’daki Çimkent Şehrinin doğusunda<br />
bulunan Tarım Irmağına dökülen Şehriyar Nehrinin<br />
küçük <strong>bir</strong> kolu olan Sayram Kasabasında doğdu. Adı,<br />
Ahmet bin İbrahim bin İlyas olup, Pir-i Türkistan,<br />
Hazreti Türkistan, Hace Ahmet, Kul Hace Ahmet olarak<br />
anılır. Babası Hacı İbrahim’in nesebi Hz. Ali’nin<br />
oğlu Muhammet bin Hanefi’ye ulaşır. Soyu Hz. Fatma<br />
validemize dayanmadığı için Seyyid değil, Hace’dir.<br />
Annesi evliyadan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kızıdır.<br />
Bazı kaynaklarda onun Yesi’de bugünkü adıyla<br />
Türkmenistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum<br />
yılı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yusuf<br />
el-Hamdemi’ye intisabı ve onun halifeleri<strong>nde</strong>n oluşu<br />
XI. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini gösterir.<br />
Kerametleri ve menkıbeleriyle tanınmış evliya<br />
<strong>bir</strong> zat olan babası Şeyh İbrahim’in, Gevher Şehnaz<br />
adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen<br />
Ahmet Yesevi, önce annesini ardından da babasını<br />
kaybetti.<br />
29<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Yesevi’nin İbrahim adlı <strong>bir</strong> oğlu olur, daha küçük<br />
yaşta iken vefat eder. Gevher Hoşnaz, Gevher<br />
Gülnaz adlarında iki kızı dünyaya gelir. Soyu<br />
Gevher Gülnaz adlı kızından devam eder. Türkistan<br />
ve Maveraünnehir bölgeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi<br />
Anadolu’da da kendilerini Yesevi soyundan kabul<br />
eden pek çok müellif bulunmaktadır. Bunlar arasında<br />
şair Ata ve Evliya Çelebi zikredilmektedir.<br />
Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıra<br />
Türkistan’da Su havalisi<strong>nde</strong> İslamlaşma cereyanı<br />
yanında İslam ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf<br />
cereyanı da sürmekteydi. Bu uygun şartlar<br />
altında Ahmet Yesevi, Taşkent ve Sirderya havalisi<strong>nde</strong>,<br />
Seyhun’un ötesi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda yaşayan<br />
göçebe Türkler arasında kuvvetli <strong>bir</strong> nüfuz sahibi<br />
olmuştu. Etrafında İslamiyete bütün benliği ile<br />
bağlanan yerli halk ile göçebe köylüler toplanıyordu.<br />
Bu yüzden Ahmet Yesevi etrafında toplananlara<br />
İslamın esaslarını, şeriat ahkâmını, tarikatın<br />
adap ve erkânını öğretmek gayesi ile sade <strong>bir</strong> dille<br />
halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezni<strong>nde</strong><br />
manzumeler söylüyordu. Diğer manzumelerden<br />
ayırt etmek için “ Hikmet” adı verilen bu manzumeler<br />
dervişleri vasıtası ile en uzak Türk topluluklarına<br />
kadar ulaştırılabiliyordu. Hikmet’ler, bilhassa<br />
Türkler arasında <strong>bir</strong> inanç ve düşünce <strong>bir</strong>liğinin<br />
teşekkülüne hizmet etmesi bakımından oldukça<br />
önemlidir.<br />
Yesevi’nin şöhreti Türk ülkelerine yayıldıkça,<br />
Yesevilik de buna bağlı olarak gittikçe büyüyen<br />
ve yaygınlaşan <strong>bir</strong> tarikat hâlini alıyordu. Özellikle<br />
Sirderya (Seyhun) ve Taşkent yöresi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda<br />
İslam inancının gelişmesi<strong>nde</strong> etkili olan<br />
Ahmet Yesevi, çeşitli bölgelere halifeler gö<strong>nde</strong>rerek<br />
tarikatını kolaylıkla yaymayı başardı. Göçebe<br />
Türkler arasında eski Türk âdet ve törelerini içeren<br />
<strong>bir</strong> öğreti olarak yerleşti. Etkisi sonraları Türkistan<br />
sınırlarını aşarak Horasan ve Hazar’ın doğu<br />
ve kuzey kıyılarına XII. Yüzyılda da Azerbaycan<br />
yoluyla Anadolu’ya yayıldı. Öyle ki zamanla Türkler<br />
arasında Babailik ve Bektaşilik gibi tarikatların<br />
kurulmasına yol açtı.<br />
Menkıbeye göre yedi yaşında Hızır’ın delaletine<br />
nail olan Ahmet Yesevi, Yesi’de Aslan Baba’ya<br />
intisap ederek ondan faydalanmaya başladı. Ashaptan<br />
olan Aslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmet<br />
Yesevi’yi bulması ve Hz Peygamberin kendisine<br />
teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul<br />
olup onu irşat etmesi Hz. Peygamberin <strong>bir</strong> manevi<br />
işaretine rivayet olunur.<br />
Çok sevdiği ve ziyadesiyle bağlı bulunduğu<br />
şeyhi<strong>nde</strong>n ayrı düşünce Aslan Baba’dan söz eden<br />
şiirler yazdı:<br />
Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler<br />
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar<br />
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler<br />
Aslan Baba’m sözlerini dinleyiniz teberrük<br />
Aslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya<br />
gider, devrin ö<strong>nde</strong> gelen âlim ve mutasavvıflarından<br />
Şeyh Yusuf Hamdani’nin vefatı üzerine, önce<br />
Abdullah-ı Berki, onun vefatı ile Şeyh Hasan-ı<br />
Endaki, onun vefatından sonra da Ahmet Yesevi<br />
irşat postuna oturur. Bir müddet sonra da makamını<br />
Abdulmelik-i Gücüduvani’ye bırakarak Yesi’ye<br />
döner. Vefatına kadar burada irşadına devam ederek<br />
Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya<br />
başlar. Talebeleri gü<strong>nde</strong>n güne çoğalır. Büyüklüğü<br />
ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir,<br />
Horasan ve Harzem’e yayılır. Zamanında bulunan<br />
âlim ve evliyanın en büyükleri<strong>nde</strong>n, en üstünleri<strong>nde</strong>n<br />
olur. Yetiştirdiği talebelerden her <strong>bir</strong>i <strong>bir</strong>er<br />
ülkeye gider, İslamiyeti en doğru şekliyle öğreterek<br />
yayarlar.<br />
Yesevi Dergâhı, fakir, yetim ve çaresizler için<br />
sığınak yeri idi. Kerametlerinin görülmesi, onun<br />
ününü daha da artırdı. Onun zamanında bölgeye<br />
ilk Türk-İslam devletleri<strong>nde</strong>n Karahanlıların<br />
hâkimiyeti, Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe<br />
olan Kazak ve Kırgızlar arasında İslam dininin ve<br />
Yesevilik tarikatının daha kolay yayılmasına neden<br />
oldu. Sade <strong>bir</strong> Türkçeyle söyleyip yazdığı derin<br />
manalı “ Hikmet” denen sözleriyle tekke edebiyatının<br />
ilk temsilcileri<strong>nde</strong>n oldu.<br />
Ahmet Yesevi, İslamda şeriat-tarikat ayrılığı bırakmamış,<br />
İslam şeriatını en az tarikat erkânı ölçüsü<strong>nde</strong><br />
tanıtarak din ve tasavvufu sade söyleyişlerle<br />
<strong>bir</strong>leştirmiştir. Ona göre Allah’ı çok zikretmek, çok<br />
anmak, kemale ulaşmanın şartıdır. Allah’a yaklaşabilmek<br />
ise ibadet etmek ve onun adını anmakla<br />
mümkündür. Peygamberimiz de: “Bir şeyi çok<br />
anmak muhabbete, muhabbet de yakınlığa neden<br />
olur.” buyurmuştur. Muhabbet ve yakınlık ise aşka<br />
atılan adımdır. Allah’a ulaşmak için onu anmadan<br />
başka çare yoktur. Nitekim Kur’anda: “Allah’ı çok<br />
30<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
zikrediniz.” ayetiyle kullarına anmayı öğretmiş ve<br />
bununla da onlara merhamet ve şefkatini açıklamıştır.<br />
Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe<br />
neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir<br />
ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun<br />
alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline<br />
sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten<br />
kurtulamaz. Günahlar nedeniyle paslanan gönüllerin<br />
kurtuluşu Allah’ı düşünmek, onu çokça anmak,<br />
onun razı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiç<strong>bir</strong><br />
zaman ondan gafil olmamakla mümkündür.<br />
Yesevi’ye göre hayat, uzun <strong>bir</strong> ibadet yoludur<br />
ki, Hak âşıkları için bu yol ne kadar uzun olursa<br />
yine de kısa sayılır. Bu hayat aşkın Allah’a olan<br />
kulluğunu tamamlaması için yeterli değildir. Bu<br />
nedenle ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle<br />
dolu ve uyanık <strong>bir</strong> ibadet anı bilmek, öyle yaşamak<br />
gerekir. Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek,<br />
ancak aşk yoluyla mümkündür. Aşk yolu ise çok<br />
zorlu <strong>bir</strong> yoldur. Aşk, çaresi güç, sabrı güç <strong>bir</strong> hâl<br />
olmakla beraber gerçek âşık bütün bela ve felaketlere<br />
göğüs gererek en sonunda kemale erip Allah’a<br />
ulaşır. Âşık olmak için nefsi ıslah etmek, kendi<br />
benliği<strong>nde</strong>n uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir.<br />
Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran,<br />
gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak bu<br />
da çilelerin ve yenilen zorlukların sonunda olur.<br />
Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi, vakitlerini<br />
üçe ayırırdı. Günün büyük bölümü<strong>nde</strong> ibadetle<br />
meşgul olur, ikinci bölümü<strong>nde</strong> öğrencilerine zahiri<br />
ve bâtıni ilimleri öğretir, üçüncü ve en kısa bölümde<br />
ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta<br />
kaşık ve kepçe yaparak geçimini sağlardı. Hz Peygamberin<br />
sünnetine aşırı bağlılığı nedeniyle 63 yaşına<br />
vardığında tekke’sinin avlusunda müritlerine<br />
<strong>bir</strong>“ Çilehane” kazdırarak ancak <strong>bir</strong> insanın sığabileceği<br />
büyüklükte <strong>bir</strong> hücre hazırlattır.<br />
Altmış üçe yaşım yetti <strong>bir</strong> künce yok<br />
Vadiriğa Hakkını tapmay gönglüm sunuk<br />
Yir istide “ Sultan men” tip boldum buluğ<br />
Pur-gam bolup yir astığa kirdim mına<br />
Bugünkü Türkçesi:<br />
Yaşım altmış üçe vardı bana <strong>bir</strong> gü<strong>nde</strong>n az geldi<br />
Eyvah! Yazık! Tanrı nerede gönlüm kırık<br />
Yer üstü<strong>nde</strong> “Sultan benim” diyerek ululandım<br />
Gamla dolup yer altına girdim işte<br />
Çilehanesine girerken kısa ve özlü <strong>bir</strong> konuşma<br />
yapar.<br />
“Ey gönül dostları! Yüce Allah’ın sevgili kulu<br />
olan peygamberimiz Muhammet Mustafa 63 yaşında<br />
bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım.<br />
Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek,<br />
ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.”<br />
buyurdu.<br />
Müritlerin gözleri yaşlı:<br />
“Ey sultanımız, sensiz bizim hâlimiz nice<br />
olur!”<br />
“Sizi Allaha emanet ediyorum!” dedi, sonra<br />
merdivenle çilehaneye indi. Mezar misali olan<br />
o yerde vefat edinceye kadar devamlı ibadet ve<br />
Rabb’ini düşünmekle meşgul oldu.<br />
Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği öğrencilerin<br />
her <strong>bir</strong>ini <strong>bir</strong> ülkeye gö<strong>nde</strong>rmek suretiyle İslamiyetin<br />
doğru <strong>bir</strong> şekilde öğretilip yayılmasını sağladı.<br />
Onun bu şekilde gö<strong>nde</strong>rdiği Alperenlerden bazıları,<br />
Moğolların katliamından kaçıp Anadolu’ya<br />
geldiler. Bu suretle onun yolu Anadolu’da yayılıp<br />
tanındı.<br />
Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması<br />
<strong>bir</strong> bakıma Pir-i Türkistan’ın manevi işaretleriyle<br />
hazırlandı. Daha çok didaktik şiirler yazan Ahmet<br />
Yesevi, kurduğu tarikatla <strong>bir</strong>çok mürit yetiştirdi.<br />
“Horasan Erleri” diye şöhret bulan bu müritler<br />
XIII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılan Türk<br />
halkının İslam dinini öğrenmeleri<strong>nde</strong> etken rol oynamış,<br />
eski İran kültürünün hüküm sürdüğü bölgede<br />
faaliyet göstermelerine rağmen hiç<strong>bir</strong> zaman<br />
Acem mutasavvıflarının etkisi<strong>nde</strong> kalmamışlardır.<br />
Tasavvufi Türk şiirinin de öncüsü olan Ahmet<br />
Yesevi hece vezni ve yalın <strong>bir</strong> Türkçe ile yazdı.<br />
Hikmet adı verilen bu şiirlerin iki belirgin özelliği,<br />
öz açısından tasavvufa, biçim açısından Türk halk<br />
edebiyatına dayanmaktadır. Sanat kaygısıyla değil,<br />
düşüncelerini anlatmak amacıyla yapılan bu tasavvufi<br />
şiirler, “Divan-ı Hikmet”te (1882) derlenmiştir.<br />
Yapıtta Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerinin yanı<br />
sıra başka Yesevi dervişlerinin Hikmet’lerine de<br />
yer verilmiştir. Hikmet söyleyen Yesevi dervişleri,<br />
şeyhlerine duydukları saygıdan dolayı kendi adlarını<br />
anmamışlardır. Böylece anonim <strong>bir</strong> Hikmetler<br />
kitabı ortaya çıkmıştır. “Divan-ı Hikmet”in eldeki<br />
en eski yazma nüshası, XVII. Yüzyıldan kalmıştır.<br />
Ahmet Yesevi, Türkistan’ın geniş bozkırlarında<br />
31<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
yaşayan göçebe halk kitlelerine hem İslamı hem<br />
tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış <strong>bir</strong> mürşit<br />
sıfatıyla, sözlerini dönem Türklerinin çok iyi<br />
anlayacakları sade <strong>bir</strong> dille söylemiş, halka çabuk<br />
öğrenip hemen terennüm edeceği <strong>bir</strong> vezin ve şekille<br />
söyleyerek Orta Asya’da tasavvufi <strong>bir</strong> halk<br />
edebiyatı oluşturmuştur. Onun gerek Türk tekke<br />
edebiyatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk tasavvuf<br />
edebiyatı üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi bu yüzden geniş<br />
ve devamlı olmuştur.<br />
Ahmet Yesevi’nin şiirleri öğretici mahiyette ve<br />
yüksek sanat seviyesi<strong>nde</strong>n uzak söyleyişlerdir. Bu<br />
manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretini, yazarının<br />
insani ve söyleyişleri<strong>nde</strong>ki samimiliği<strong>nde</strong>n<br />
almıştır. Bu nedenle içi<strong>nde</strong> saf, samimi ve bazen<br />
deruni <strong>bir</strong> lirizm ile rüzgârlanmış manzumeler de<br />
vardır. Bu manzumelere “Hikmet” adı verilmiştir.<br />
Bu isim <strong>bir</strong> tasavvuf terimi olarak manalıdır.<br />
Hikmet’leri<strong>nde</strong> kullanılan kafiyeler de halk şiirinin<br />
karakteristik yarım kafiyeleridir ve pek çok kere rediflidir.<br />
Şiirlerin iç âlemi<strong>nde</strong> daha sonraki tasavvufi<br />
şiirleri<strong>nde</strong> görülen taşkınlıklar ve cezbe anında söylenmiş,<br />
anlaşılması zor ifadeler kullanılmaz. Ahmet<br />
Yesevi, yeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> düşünüşle bu hikmet’leri daima<br />
çevresinin hazmedebileceği ölçüde, tartılı sözler<br />
hâli<strong>nde</strong> söylemiş, çok kere, dinî, ahlaki öğütler veren<br />
<strong>bir</strong> Müslüman hüviyeti<strong>nde</strong>n uzaklaşmamıştır.<br />
Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerini içine alan mecmuanın<br />
adı “Divan-ı Hikmet”tir. Hikmet adı altında<br />
ve sade <strong>bir</strong> halk diliyle yazılan şiirleri<strong>nde</strong>n müteşekkil<br />
olan bu divan, çeşitli tarihlerde İstanbul,<br />
Taşkent ve Kazan’da bastırılmıştır. Zaman zaman<br />
aruz vezni de kullanan Yesevi Hikmet’leri<strong>nde</strong> hece<br />
veznini tercih etmiştir.<br />
Yesevi’nin dili yaşadığı bölge göz önüne alınırsa<br />
doğu Türkçesi özellikleri taşıyordu. Nitekim<br />
Kazan baskısında yer alan Kazan Tatarcası, Taşkent<br />
yazma ve basma nüshalarında Özbekçe, hatta<br />
Türkmence özellikleri görülmektedir.<br />
Hikmet’lerin büyük <strong>bir</strong> kısmı dörtlükler şekli<strong>nde</strong>dir.<br />
Bu dörtlüklerde hece vezninin 12’ li ölçüsü<br />
kullanılmıştır. Bir kısım Hikmetler ise gazel tarzında<br />
olup aruz vezni ile yazılmıştır. Bu Hikmet’lerin<br />
samimi ve coşkun söylenip, dinî tasavvufi halk edebiyatının<br />
en güzel örneklerini teşkil ettiğini kabul<br />
etmemiz gerekmektedir. Onun için şiir amaç değil,<br />
araçtır. Ahmet Yesevi, edebî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade<br />
fikri kişiliğiyle tanınır.<br />
Divan-ı Hikmet’te Ahmet Yesevi’nin derin<br />
aşkla sevdiği Hz. Muhammet için şiirler, tanınmış<br />
İslam sofilerine ait manzum menkıbeler vardır.<br />
Dervişliğin güçlüğü anlatılır. Allah aşkına ibadete,<br />
cennet ve cehenneme, kıyamet gününe, dünyanın<br />
geçici oluşu nedeniyle dünyaya duyulan sevginin<br />
gönülden çıkarılması lüzumuna dair manzumeler<br />
sıralanması; Muhammet ümmeti<strong>nde</strong>n olmanın saadetine<br />
dair şükürler belirtmiştir. Yesevi’nin şiirleri<strong>nde</strong>ki<br />
lehçe XIII. Asırda Orta Asya edebiyatının<br />
hâkim lehçesi olan Kaşkar-Hakaniye lehçesidir. Bu<br />
lehçe Karluk Türkçesinin edebî Uygur lehçesinin<br />
hâkimiyeti altında gelişmesiyle meydana gelmiş <strong>bir</strong><br />
dildir ki, İslam Türk Edebiyatının Orta Asya’daki<br />
ilk eseri, o çağlarda Orta Asya’nın ortak edebiyat<br />
dili hâline gelen bu lehçe ile yazılmıştır.<br />
Evliya Çelebi Anadolu’da gezdiği yerlerdeki<br />
Ahmet Yeseviye mensup Alperen evliyanın türbelerini<br />
<strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er anlatır.<br />
Avşar Baba, Sarı Saltuk, Merzifon’da tekkeleri<br />
bulunan Pir Dede, Karadeniz kıyılarında<br />
Batova’da tekkesi bulunan Akyazılı, Filibe yolu<br />
üzeri<strong>nde</strong> Gazi Antep’te metfun olan Kıdemli Baba<br />
Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Unkpan’ında metfun<br />
Hoca Dede, Bozok sancağı diyarında tekke<br />
yaptıran Emir Çin Osman, Zile sahrasındaki Şeyh<br />
Nusret, Tokattaki Gaj gaj Dede. Ahmet Yesevi’nin<br />
Yesi’deki ocağında pişerek Rum diyarına gö<strong>nde</strong>rilen<br />
ve Alp-Eren denilen Gaza dervişlerini yetiştiren<br />
halifelerdir bunlar. Hatta Hacı Bektaş Veli gibi<br />
Anadolu’da büyük etki bırakmış <strong>bir</strong> sofinin Ahmet<br />
Yesevi’nin müridi kabul edilmesi, Anadolu Türklüğünün<br />
Ahmet Ysevi’den ne kadar etkilendiğini<br />
göstermesi açısından önemlidir. Yine Anadolu’da<br />
büyük <strong>bir</strong> menkibevi ün kazanan Sarı Saltuk’un<br />
da( Muhammet Buhari) Horasan erleri<strong>nde</strong>n 700<br />
kişi ile <strong>bir</strong>likte Ahmet Yesevi tarafından Anadolu<br />
ve Rumeli’ye gö<strong>nde</strong>rildiği rivayet edilir.<br />
Ahmet Yesevi’nin efsanevi <strong>bir</strong> kimliğe bürünmüş<br />
olan Anadolu’daki halifeleri<strong>nde</strong>n söz açmışken<br />
onun yerine geçen halifelerini sıralamak yeri<strong>nde</strong><br />
olacaktır.<br />
Yesevi vefat edince yerine Aslan Baba’nın oğlu<br />
Mansur Ata geçti. Onun 1797 Miladi yılında vefatı<br />
üzerine oğlu Abdulmelik Ata halife oldu. O vefat<br />
edince oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi<br />
Ata irşat mevkiine getirildiler.<br />
Tarikatlar tarihi<strong>nde</strong> önemli <strong>bir</strong> yeri olan Nakşiben-<br />
32<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
diye ve Bektaşilik tarikatları Yesevi tarikatlarından<br />
doğmuş olan kollardır. Muhammed Bahauddin<br />
Nakşibend hem Yesevi şeyhleri<strong>nde</strong>n Kasım Şeyh<br />
ve Halil Ata’dan feyiz almış hem de asıl müridi<br />
olan Abdulmelik Gücüdüvani vasıtasıyla tarikat<br />
silsilesi Ahmet Yesevi’nin şeyhi Yusuf Hemdani’de<br />
<strong>bir</strong>leşmiştir.<br />
Hoca Ahmet Yesevi’nin kerametleri vefatından<br />
sonra da devam etmiştir.<br />
Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Timur (Miladi<br />
1336- 1405)’un rüyasına girer ve zafer müjdesi<strong>nde</strong> bulunur.<br />
Timur zaferler peşi<strong>nde</strong> koşarken Seyhun Nehrini<br />
gerçek Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve<br />
nüfuzu iyice yayılmış bulunan Ahmet Yesevi’nin kabrini<br />
ziyaret için Yesi’ye gelir.(M.1396) Ziyaret ettikten<br />
sonra kabrinin üstüne o devrin mimari şaheserleri<strong>nde</strong>n<br />
olan <strong>bir</strong> türbe, cami ve dergâh ile <strong>bir</strong> külliye yaptırmasını<br />
buyurur. Özbek Hanı Abdullah Han, daha sonra<br />
da Nakşibendî tarikatı mensubu olan Şeybani Han’ın<br />
Hace Ahmet’in türbesini onarması Yesevi’ye karşı duyulan<br />
aşırı hürmeti gösterdiği gibi, nüfuzunun Özbekler<br />
arasında da yayılmış olduğunu gösterir.<br />
İngiliz Müsteşrik Eugane Schuyler, “Türkistan<br />
Seyahatnamesi” adlı eseri<strong>nde</strong> Ahmet Yesevi Camii ve<br />
Timur tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem<br />
türbesi hakkında şöyle der:<br />
“Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci<br />
<strong>bir</strong> mescit daha ilave edilmiş olup, caminin dış avlu<br />
kapısı fevkalade büyük ve kemerlidir. Kapının yanında<br />
penceresiz, üstü çentikli iki yuvarlak kubbe yükselir.<br />
Kapının büyük <strong>bir</strong> sanat eseri olarak işlenmiş iki<br />
kanatlı tahta kapısı üzeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> pencere vardır. Duvarlar<br />
işlenirken iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır.<br />
Kufi yazılarla süslenmiş kubbe, binayı daha da<br />
güzelleştirmiştir.<br />
Caminin avlusunda çok güzel <strong>bir</strong> medrese ile arkasında<br />
<strong>bir</strong> kubbe içi<strong>nde</strong> Aslan Baba’nın, Ahmet<br />
Yesevi’nin ve ailesinin yer aldığı <strong>bir</strong>er türbe vardır.”<br />
Maverünnehir halkı ve Bozkır göçebeleri için<br />
<strong>bir</strong> ziyeretgâhtır Yesevi Türbesi. Her yılın belli <strong>bir</strong><br />
ayında Yesi’de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek,<br />
Kazak, Kırgız Türkü <strong>bir</strong> hafta süreyle burada<br />
ibadet ve ayin yaparlar. Bilhassa Bozkır göçebelerinin<br />
yakınları ölünce Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına<br />
gömülmesi ayrı <strong>bir</strong> değer taşır. Bu nedenle<br />
daha hayatta iken toprak satın alarak ka<strong>bir</strong>lerini<br />
hazırlatırlar.■<br />
(YESİ’DE) HALVET<br />
Hâlî<br />
Ben geldim.<br />
Birikmiş bin yıllık gözyaşım var,<br />
Ve dahi günahlarım.<br />
Günahlarım boşluk kadar!<br />
Leyl<br />
Seherde saf saf sekiz tek<strong>bir</strong>,<br />
Gecede karadarı çorbası.<br />
Boşlukta yıldızlar tek tektir,<br />
Günahları toplar gecenin torbası.<br />
Vuslat<br />
Aklımı iplik iplik yol etsem.<br />
Yoktan vara hangi yol ulaşır<br />
Kim be<strong>nde</strong> secde eden kendine,<br />
Kim kendi etrafında dolaşır<br />
Hidayet<br />
Ve O, Mudil ve Hâdî.<br />
Duamızı işiten her sabah.<br />
Biz ki yalnız kulluk ederiz,<br />
El hidayet’ül lillah.<br />
GÖKŞAD ÖZKAYNAR<br />
33<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
MUSTAFA MİYASOĞLU<br />
Büyük devlet olmakla<br />
büyük kubbeli<br />
mabet yapmak<br />
arasında her zaman<br />
vazgeçilmez <strong>bir</strong><br />
alâka kurulmuştur.<br />
Sözlü rivayetlerden<br />
efsanelere kadar<br />
üzeri<strong>nde</strong> durulan<br />
bu husus, devlet<br />
gücünün temsili<br />
gibi algılanmakta,<br />
tarihçiler bile bu<br />
türden rivayetleri<br />
çalışmalarında<br />
dikkate<br />
almaktadırlar.<br />
Mimar Sinan’ın büyüklüğü konusunda yerli<br />
yabancı hemen herkes söz <strong>bir</strong>liği hâli<strong>nde</strong>dir.<br />
Fakat onu anlatma konusunda o kadar belirgin <strong>bir</strong> yetersizlik<br />
var ki, bu dünya çapındaki mimarımız hakkında<br />
ne devlet destekli ne de özel kitapçılarda onunla ilgili<br />
herkesin okuyup anlayabileceği iki kitabı kitapçılarda<br />
göremezsiniz. Aynı şeyi Bâkî, Kanûni ve benzeri <strong>bir</strong> Osmanlı<br />
için de söyleyebiliriz.<br />
Buna rağmen, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle<br />
ilgili o kadar çok şey yazılıp çizilerek yayınlandı ki,<br />
bunların <strong>bir</strong> araya getirilmesi<strong>nde</strong>n büyük <strong>bir</strong> kütüphane<br />
ortaya çıkması mümkündür. Pek çoğu sanat tarihçisi<br />
veya tarihçi tarafından yazılan bu kitaplar genellikle<br />
teknik nitelikte olduğu için herkes okuyamaz. Bunların<br />
okunmasıyla bile tam <strong>bir</strong> Sinan portresi ortaya çıkarmanın<br />
mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bu kitapların<br />
büyük çoğunluğu ya mimarlık bilgisi yahut da tarihî<br />
kaynakları ortaya koymak kaygısıyla yazılmıştır. Bazıları<br />
da onun devşirmeliği veya Türklüğü gibi konulara<br />
ağırlık vermiş, Sinan’ı ortaya çıkaran ruhu ve klasik Osmanlı<br />
toplumunu dikkate almamıştır. Hâlbuki <strong>bir</strong> insanı<br />
yetiştiren şartları, bulunduğu çevreyi ve yaşadığı dönemin<br />
temel düşüncelerini dikkate almadan onun ortaya<br />
çıkışını anlatabilmeniz mümkün değildir. Bütün bu unsurlarla<br />
<strong>bir</strong> insanı anlatmak da mimarlarla tarihçilerden<br />
çok edebiyat adamlarıyla sanatçıların meselesi…<br />
Bilindiği gibi, ABD ve Batı Avrupa’da yalnız batılı<br />
34<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
devlet adamlarıyla ilgili biyografik kitaplar yazılmıyor;<br />
mimarlar ve müzisyenlerle de ilgili çok zengin<br />
<strong>bir</strong> kütüphane var. Millî kültür, ana edebiyat türleri<br />
sayılan şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri kadar,<br />
yardımcı türler sayılan biyografi, seyahatnâme ve<br />
portre kitaplarıyla da zenginleşir. Edebî eserlerin<br />
ortaya çıkışı <strong>bir</strong>az da sanatçının mizacı ve temel<br />
tercihlerine bağlı olduğu için, yan türlerde eser verilmesi<br />
daha çok toplumla yöneticilerin alâkasına<br />
bağlı. Pek çok tarihî romanla biyografik eserin yazımında,<br />
kültür çevreleri kadar millî kültüre önem<br />
veren kamu görevlileriyle devlet yöneticilerinin de<br />
etkisi vardır. Çünkü bunların ortaya çıkışı kadar<br />
etkili olması da tamamen marifet-iltifat hususuyla<br />
ilgilidir.<br />
Bugün Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili kitapların<br />
hemen hepsini <strong>bir</strong> araya toplasanız iki elin<br />
parmaklarını aşmaz. Bunlar çoğu da onun Mustafa<br />
Sâi Çelebi’ye not ettirdiği kitapların tıpkıbasımıyla<br />
sadeleştirmeleri<strong>nde</strong>n ibaret. Sinan’ı anlatan edebî<br />
eserlerin sayısı üçü beşi geçmez. Çoğu da yetersiz…<br />
Sinan'ın kubbeleri<br />
Osmanlı dili ve kültürü gibi, Osmanlı mimarlığının<br />
da devletin gelişimine paralel <strong>bir</strong> gelişim<br />
içi<strong>nde</strong> olduğunu görüyoruz. Özellikle çok kubbeli<br />
yapıdan tek kubbeli yapıya doğru gelişen cami<br />
mimarisi<strong>nde</strong>, Osmanlının Anadolu <strong>bir</strong>liği yanında<br />
İslam <strong>bir</strong>liğini de sağlamayı başaran ve “imparatorluk<br />
gücü”ne ulaşan iradenin eserlerini ortaya<br />
koyduğu görülebilir. Bu iradenin sözcüleri olan Fatih,<br />
Yavuz ve Kanunî gibi büyük şahsiyetlerin iddialarını<br />
somut mimarî yapılara kavuşturan Mimar<br />
Sinan’ın dünya çapındaki eserleri klasik Osmanlı<br />
çağının bütün özelliklerini çarpıcı <strong>bir</strong> tarzda temsil<br />
etmektedir.<br />
Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet<br />
yapmak arasında her zaman vazgeçilmez <strong>bir</strong> alâka<br />
kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar<br />
üzeri<strong>nde</strong> durulan bu husus, devlet gücünün temsili<br />
gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri<br />
çalışmalarında dikkate almaktadırlar. O yüzden,<br />
Süleyman Peygamberi sadece devlet adamı<br />
gibi gören Yahudi geleneğine itibar eden Yunanlı<br />
tarihçi Stefanos Yerasimos, Süleymaniye adlı kitabının<br />
ön sözü<strong>nde</strong> şöyle <strong>bir</strong> yorum yapar:<br />
“İmparator İustinianus’un, Süleyman’ı ve<br />
onun Kudüs Tapınağı’nı alt ettiğini açıkladığı 27<br />
Aralık 537 günü ile Süleyman’ın, adaşı Muhteşem<br />
Süleyman aracılığıyla öcünü aldığı 15 Ekim<br />
1557 günü arasında kalan bin yıllık iktidar düşleri,<br />
Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin minarelerini<br />
ayıran zaman-mekân içi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><strong>bir</strong>i ardınca<br />
tespih taneleri gibi sıralanırlar.”<br />
Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii<br />
ve külliyesini Sinan’a yaptırırken Stefanos<br />
Yerasimos’un sözünü ettiği türden <strong>bir</strong> öç alma<br />
duygusunu taşımadığını elbette biliyoruz. Fakat<br />
İmparator Justinianus’un Roma İmparatorluğunu<br />
yeniden kurmaya çalışmasıyla Osmanlının dünya<br />
hâkimiyetine yürüyüşü arasında paralellik kuran<br />
ve “Ayasofya’nın ilk rakibi: Fatih Sultan Mehmed<br />
Camisi” diyen Yunanlı tarihçi, mimarî eserleri siyasi<br />
bakış açısıyla değerlendirirken önemli <strong>bir</strong> tavır<br />
ortaya koyuyor. Konstantinopolis’i yeni Roma’nın<br />
merkezi yapmaya çalışan imparatorunkiyle ondan<br />
dokuz yüzyıl sonra İstanbul’u fetheden Fatih’in<br />
hedefini karşılaştırırken, Süleymaniye’yi yaptıran<br />
Kanunî’nin bunu her alanda gerçekleştirdiğini de<br />
vurgulayarak, Ayasofya gibi Süleymaniye’yi de<br />
dinî olduğu kadar siyasi <strong>bir</strong> eser olarak nitelendirir:<br />
“Böylece Süleymaniye, imparatorluk başkentinin<br />
göğü<strong>nde</strong> ikinci kez, hem <strong>bir</strong> saygı duruşu hem<br />
de <strong>bir</strong> meydan okuma gibi yükselen kubbesinin<br />
kusursuz biçimiyle, tarihte yaşanan değişikliklerin<br />
ötesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir.”<br />
Burada, Süleymaniye için kullanılan, “kubbesinin<br />
kusursuz biçimi” ile “<strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine<br />
düşmüş gibidir” ifadelerine dikkat çekmek istiyorum.<br />
Doğrusu Sinan’ın kubbeleri için söylenen<br />
takdir ifadeleri arasında bu kadar net <strong>bir</strong> sonsuzluk<br />
iştiyakı tespitine az rastlandığını belirtmek zorundayız.<br />
Yakın zamana kadar pek çok sanat tarihçisiyle<br />
mimarın, Sinan’ın büyüklüğünü anlamak ve<br />
anlatmakta yetersiz olduğu ve kof övgülerle <strong>bir</strong><br />
dehayı anlamaktan uzak kaldığı ortadadır. Hâlbuki<br />
büyük eser ancak ona benzer <strong>bir</strong> eserle anlaşılıp anlatılabilir.<br />
Sakarya Türküsü’<strong>nde</strong>, “Hani ardına çil çil kubbeler<br />
serpen ordu” diyen ve Osmanlı kubbelerinin<br />
her <strong>bir</strong>ini çil çil altınlara benzeten Necip Fazıl,<br />
“Mermerlerin nabzında çarpar mı hâlâ tek<strong>bir</strong>”<br />
mısraıyla camilerin manasını vurgularken yapılış<br />
amacını da belirtmiş olur. Büyük şairimizi Yunan-<br />
35<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
lı tarihçi haklı çıkarır: Kubbeler gücün ve inancın<br />
semboldür...<br />
Evet, Sinan’dan önceki Osmanlı ve İslam mimarisi,<br />
Arap ve İran mimarî eserleriyle sanki onu<br />
hazırlamaya memur edilmişlerdir. O yüzden Mimar<br />
Sinan, kendi<strong>nde</strong>n önceki bu İslam eserleri yanında,<br />
pek çok mimarî eserle Ayasofya gibi büyük<br />
<strong>bir</strong> Bizans eseri<strong>nde</strong>n de faydalanarak Osmanlı kubbelerini<br />
muhteşem <strong>bir</strong> âbide hâli<strong>nde</strong> İstanbul’un<br />
pek çok tepesiyle devletin dört bucağına dikmesini<br />
bilmiştir. Bunlar arasında dünyanın incisi bilinen<br />
İstanbul’daki Süleymaniye ile külliyesinin kubbeleri<br />
gerçekten çok önemlidir, farklı <strong>bir</strong> yeri vardır.<br />
Ayasofya’ya yaptığı desteklerle kubbesini korumuştur.<br />
Cami kubbesinin Müslümanları gök kubbeye<br />
benzer <strong>bir</strong> çatı altında topladığı ve toplanan cemaatın<br />
aynı mekânda İslamın ruhuyla bütünleştiği<br />
görülüyor. Bunlar ne kadar büyük ve çok sayıda<br />
olursa o kadar güç ve güven vereceği ortadadır. O<br />
yüzden, yüzlerce cami kubbesi yapan ve cami mimarisi<strong>nde</strong><br />
hâlâ aşılamamış <strong>bir</strong> üslup formu oluşturan<br />
Sinan’ı iyi değerlendirmek zorundayız. Batılılara<br />
göre de Sinan, hâlâ gelmiş geçmiş mimarların<br />
en büyüğüdür.<br />
Sinan'ın öteki mimarlardan farkı<br />
Bugüne kadar Sinan hakkında yazılan kitapların<br />
pek çoğu, ya ona sahip çıkma hevesine kapılanlara<br />
karşı çıkmak ya eserleri üzeri<strong>nde</strong> ilmî çalışma yapmak<br />
ya da 500. ölüm yıldönümü vesilesiyle yapılan<br />
sempozyumdan sonra oluşan bilimsel kamuoyunun<br />
beklentilerine cevap vermek maksadıyla yazılmıştır.<br />
Pek çoğunun takdire değer <strong>bir</strong> çaba eseri olduğu<br />
muhakkaktır. Bu arada, iki tiyatro eseri<strong>nde</strong>n sonra<br />
yayınlanan edebiyat iddialı kitaplar da maalesef<br />
son derece yetersiz. O yüzden bu kitaplar itibarlı<br />
yayınevleri<strong>nde</strong> yayınlanmasına rağmen genel kabul<br />
görmemiş, tarih bilgisi<strong>nde</strong>n mahrum olarak<br />
yazıldıkları için de Sinan’la ilgilenenlerin dikkatini<br />
çekmemiştir.<br />
Hâlbuki bilindiği kadarıyla eski dünya mimarları<br />
arasında Sinan kadar kendini ve eserlerini anlatma,<br />
yaptıklarının listesini yazdırarak unutulmasını<br />
ve karıştırılmasını önlemek maksadıyla çaba<br />
gösteren yoktur. Çağımıza kadar pek çok mimar,<br />
ya meslek sırlarını saklama çabası yahut da eser<br />
üzerine koyduğu kitâbedeki tarihi yeterli görme<br />
kaygısı yüzü<strong>nde</strong>n yazılı belge bırakmamıştır. Bunun<br />
sonucu olarak da pek çok bilgi ve tecrübe yok<br />
olup gitmiştir. Mimar Sinan, kendi çağının bütün<br />
önemli sanatçılarından pek çok bakımdan farklı <strong>bir</strong><br />
tavır sahibidir. Eserleri<strong>nde</strong>ki üslup <strong>bir</strong>liği<strong>nde</strong> olduğu<br />
kadar hayır dualarla anılmak isteği<strong>nde</strong> de farklıdır.<br />
Ondan sonra Osmanlı mimarisi<strong>nde</strong> damgası<br />
vardır.<br />
Ölümü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> süre önce Mimar Sinan, genç<br />
şair ve nakkaş dostu Mustafa Sâi Çelebi’ye kendini<br />
ve eserlerini tek tek ifadeye, Süleymaniye ve<br />
Büyükçekmece Köprüsü gibi önemli eserlerinin de<br />
yapılış serüvenlerini anlatıp yazdırmaya çalışmıştır.<br />
Mimar Sinan’ın eserleriyle ilgili yazmalardan,<br />
Mustafa Sâi Çelebi’nin yazdığı Tezkiretü’l Bünyan<br />
ve Tezkiretü’l Ebniye adlı risalelerden başka,<br />
onun eserlerine dair pek çok yazmanın bulunduğunu<br />
biliyoruz. Bunlardan yazarı bilinmeyen Adsız<br />
Risale’nin daha büyük <strong>bir</strong> eserin <strong>bir</strong> bölümü olduğu<br />
sanılırken, 18. yüzyılda Dayezâde Mustafa Efendi<br />
tarafından yazılan Selimiye Risalesi sadece <strong>bir</strong> eserini<br />
konu edinmektedir. Mühimme Defterleri ile<br />
Süleymaniye Vakfiyesi ve caminin yapımı sırasındaki<br />
muhasebe kayıtlarından çıkarılan bilgilerin de<br />
Sinan’ın mimarî tavrıyla ilgili farkları vurguladığı<br />
açıktır.<br />
Sonraki dönemlerde yabancı seyyahlarla Osmanlı<br />
tarihçilerinin, bu arada Evliya Çelebi’nin<br />
Sinan’ın eserleriyle ilgili verdikleri bilgilerin ne<br />
kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Bütün<br />
bunların Ahmet Refik’in yayınladığı dokümanlarla<br />
<strong>bir</strong>likte yerli yabancı araştırmacılara cesaret<br />
verdiği söylenebilir. Bugün bu türden çalışmaların<br />
sayısının bini geçtiği görülüyor, fakat bunların<br />
çokluğu sanat ve edebiyat adamlarımızı nedense<br />
harekete geçirmekte yetersiz kalıyor. Hâlbuki eserleri<br />
arasında çok da önemli <strong>bir</strong> yeri olmayan Drina<br />
Köprüsü bile İvo Andriç gibi <strong>bir</strong> yazarın romanına<br />
konu oluyor.<br />
Ortada bulunan eserler, belki sanat tarihi ve mimarlık<br />
bakımından önemli <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturuyor,<br />
ama <strong>bir</strong> dünya devleti<strong>nde</strong> 50 yıl Başmimarlık yapan<br />
ve üç kıtaya Osmanlı mührünü vuran Mimar<br />
Sinan’ı ve onun dünyasını anlatmaya yetmiyor. Bunun<br />
sorumluğu elbette hepimize ait...<br />
Ben bu sorumluluğu Mimar Sinan Üniversitesi<strong>nde</strong><br />
düzenlenen sempozyumda hissettim de<br />
romanını yazmaya o yıllarda karar verdim. Bu ko-<br />
36<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
nuda, Mimar Sinan’la ilgili çalışmalarıyla dikkati<br />
çeken araştırmacılardan başta Suphi Saatçi ile Zeki<br />
Sönmez olmak üzere, pek çok dostun teşviklerini<br />
ve yardımlarını gördüm, epeyce <strong>bir</strong> zaman okuyup<br />
hazırlandım. Eserlerini uzunca <strong>bir</strong> zaman tasarladıktan<br />
sonra ortaya koyan <strong>bir</strong> sanatçının dünyasını<br />
anlatmak da galiba onun tarzında uzun soluklu <strong>bir</strong><br />
çalışmayı gerektiriyor. Çünkü Sinan, <strong>bir</strong> bakıma<br />
tek başına Osmanlıyı temsil eden nâdir sanatçılardan...<br />
Mimar Sinan’la ilgili yaptığım okuma çalışmalarında,<br />
onun Osmanlı mührünü 16. yüzyıl dünyasına<br />
nasıl vukuflu ve şuurlu <strong>bir</strong> tarzda vurduğunu<br />
fark ettim. Onsuz Osmanlı kimliğini anlamanın<br />
imkânı olmadığı gibi, Osmanlının ruhunu anlamadan<br />
da onu ve eserlerini tam olarak değerlendirmenin<br />
mümkün olmadığı ortada. Bu hususları sanat<br />
tarihçisi Selçuk Mülayim ile tarihçi İlber Ortaylı<br />
kadar mimarlık felsefesi geliştiren Turgut Cansever<br />
ve Suphi Saatçi de eserleri<strong>nde</strong> bütün boyutlarıyla<br />
ortaya koymuşlardır. Bunlar kadar o ruha âşina sanat<br />
ve edebiyat adamları için yeterli malzeme oluştu<br />
bence.<br />
Mimar Sinan'ın romanı<br />
Değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, Ters<br />
Lâle adlı Osmanlı Mimarisi<strong>nde</strong> Sinan Çağı ve<br />
Süleymaniye’yi konu edinen eseri<strong>nde</strong>, öteki sanat<br />
eserleri yanında “büyük sanatlar” grubunda mütalaa<br />
ettiği mimari eserlerini, “<strong>bir</strong> yandan teknik olarak<br />
mühendisliğin, <strong>bir</strong> başka yö<strong>nde</strong>n de sanatın”<br />
konusu olarak ele alır. Kazancakis için antik çağın<br />
Partenon Tapınağı şudur: “Bana aklın, rakam ve<br />
geometrinin eseriymiş gibi göründü. (...) İnsanın<br />
yüreğine dokunmuyor.” V. Loon’ göre de Mısır<br />
piramitleri “Mimarlıktan çok mühendislik işidir.<br />
Onlar güzellik tutkusundan doğmamıştır;” sadece<br />
firavunların cesetleri için “banka gibi düşünülmüştür”...<br />
Bunlar elbette Hristiyan aydınların pagan dönemi<br />
yapılarına kendi bakışlarını ortaya koyuyor.<br />
Osmanlı sanat anlayışı çevresi<strong>nde</strong> konuya yaklaşan<br />
Selçuk Mülayim, Rönesans sonrası Avrupa<br />
mimari anlayışıyla bazı yönlerden paralellik gösteren<br />
ve özgün <strong>bir</strong> şehircilik anlayışı sergileyen<br />
Osmanlı mimarisinin evrensel yönleri üzeri<strong>nde</strong> dururken,<br />
Sinan çağının ortak özelliklerini de vurgular.<br />
Kitabını da “Sinan’ın mimarlık tavrı etrafında<br />
dönemin toplumsal tarihini ele alan <strong>bir</strong> deneme”<br />
olarak sunar. Bu arada konusuyla ilgili olarak şöyle<br />
<strong>bir</strong> tespit yapar:<br />
“Mimari bütün yerleşik toplumlar için, kent<br />
kültürü<strong>nde</strong>ki standardı anlatan başlıca övünç<br />
kaynağıdır, uygarlığın göstergesidir. Paris, Atina,<br />
Persopolis’in çekiciliği buradan gelir. Edebiyat<br />
için aynı şeyleri söyleyemiyoruz.”<br />
Gerçekten edebiyattan çok mimari somut <strong>bir</strong><br />
biçimde “uygarlığın göstergesi” sayılabilir. Çünkü<br />
gözle görülebilen eserlerle Eski Yunan ve Roma<br />
medeniyetlerini tanımak ve tanıtmak, edebî eserlerle<br />
tanıtmaktan kolaydır. Fakat onları yapanlardaki<br />
ruhu anlayabilmek o kadar kolay olmuyor.<br />
Olabilseydi, Partenon Tapınağı’nı oluşturan ruhu<br />
en kolay kavrayabilecek insan, o çevrede yaşayan<br />
Kazancakis olurdu. Demek ki taşların oluşturduğu<br />
yapıyı anlayabilmek için de ortak <strong>bir</strong> ruh gerekir. O<br />
yüzden olsa gerek, Selçuk Mülayim eserinin başında<br />
şöyle der: “Bu kitabı noktaladığım anda, Yahya<br />
Kemal Beyatlı’nın “Süleymamiye’de Bayram<br />
Sabahı” adlı şiirinin <strong>bir</strong> tek mısrasına bile ulaşamayacağımı<br />
anladım. Bir mimarlık kompozitörünü<br />
kavramak yeni <strong>bir</strong> yaratıcılık gerektiriyor.”<br />
Bunlar, haddini bilen <strong>bir</strong> bilim adamının tespitleri<br />
olarak son derece önemlidir.<br />
Gerçekten de Yahya Kemal’in mısraları bu değerli<br />
sanat tarihçisine hak verdiriyor:<br />
“En güzel mâbedi olsun diye en son dînin<br />
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmarînin.”<br />
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,<br />
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;<br />
Taşımış harcını gâzîleri, serdarıyle,<br />
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmarıyle.”<br />
Mimar Sinan’ın romanını, konuya ancak bu<br />
çerçevede yaklaşmakla yazabileceğimizi düşünüyorum.<br />
Çünkü Sinan 50 yıldan fazla süren Başmimarlığı<br />
ile görevde en uzun süre kalan Osmanlı<br />
sanat ve devlet adamıdır. En önemli yanı ise, her<br />
bakımdan ruhumuzu temsil eden bizden <strong>bir</strong> sanatçı<br />
oluşudur.<br />
Bizi biz yapan değerleri bütün dünyaya anlatmakta<br />
Mimar Sinan ve eserlerinin eşine e<strong>nde</strong>r rastlanacak<br />
nitelikte zengin <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturduğu<br />
hususuna sanatçılarımızın dikkatini çekmek istiyorum.■<br />
37<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
BU ŞEHİR<br />
Bu şehir <strong>bir</strong> evliyalar şehridir<br />
Metfundur <strong>bir</strong> nice pîr bu şehirde<br />
Zamanlı <strong>bir</strong> sevgi <strong>bir</strong> aşk nehridir<br />
Görülmez kimse hakir bu şehirde<br />
Kızıl ırmak coşup coşup durulmuş<br />
Erciyes <strong>bir</strong> şahtır ufka kurulmuş<br />
Hamuru nur mayasıyla yoğrulmuş<br />
Olmaz meleke ne kir bu şehirde<br />
Nice müftü, âlim, şair, üdeba<br />
Bir nice seziş ki sığmaz kitaba<br />
Davut-ı Kayseri, Somuncu Baba<br />
Bir o şehirdedir, <strong>bir</strong> bu şehirde<br />
Surlarda izi var, Sultan Mesut’un<br />
Sinan’dır şu minare, bu sütun<br />
Gevher Nesibe’yle Mahberi Hatun<br />
Eser bırakmış <strong>bir</strong> <strong>bir</strong> bu şehirde<br />
İnler at sesiyle meşhet ovası<br />
Keykubat’ın otağ yeri burası<br />
Titretir dağları yiğit narası<br />
Yatmada kaç cihangir, bu şehirde<br />
Işık ışık kubbe kubbe mazimiz<br />
Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz<br />
Biz kaptan-ı Derya, şehit Nazım’ız<br />
Ondan kan rengi nehir bu şehirde<br />
Kabe yollarında Karani’yiz biz<br />
Muhabbet teli<strong>nde</strong> Seyrani’yiz biz<br />
İbrahim Tennuri hayranıyız biz<br />
Duygu, düşünce, fikir bu şehirde<br />
Osmanlıdan kalma şu mangal, sedir<br />
Bünyan halısı <strong>bir</strong> çini kâsedir.<br />
Doğan gün, Seyyit’den nur nur busedir<br />
Gönül dergâhına gir bu şehirde<br />
Bir İrem bağıdır Erkilet, Gesi<br />
Uzanır sularda mabet gölgesi<br />
Dört mevsim Hisarcık, Talas yöresi<br />
Zümrütten <strong>bir</strong> ziynettir bu şehirde<br />
Altın çağı seyret, gözünü kapa<br />
Gümüş gümüş sebil, bakır maşrapa<br />
Gereme’den tut da Kaniş-Kültepe<br />
Kurulmuş nice şehir bu şehirde<br />
ABDULLAH SATOĞLU<br />
38<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Soğuk şeker<br />
EYVAZ ZEYNALOV*<br />
çev. İMDAT AVŞAR<br />
Kadın, uzun zamandan beri hastaydı. Kaç gündür yataktan kalkamıyordu. Dü<strong>nde</strong>n beri<br />
ağzına ne <strong>bir</strong> lokma ekmek ne de <strong>bir</strong> yudum su koymuştu. Sık sık dalıp gidiyor, neden<br />
sonra kendine geldiği<strong>nde</strong> ise inleyerek, <strong>bir</strong>inin ismini sayıklıyordu. Evde yapayalnızdı, feryadını<br />
duyan, yardımına gelen hiç kimse yok... Gelinini ve iki torununu, her ihtimale karşı, komşu<br />
köye, gelininin babası evine gö<strong>nde</strong>rmişti. Ermeniler köyü dört <strong>bir</strong> yandan kuşatmışlardı.<br />
Oğlu ise cephedeydi, düşmanla çarpışıyordu. Her taraf düşman askerleriyle doluydu. Yurdunu<br />
yuvasını terk etmek istemeyen insanlar, evlerine kapanıp korku ile bekliyorlar, başka yerlere<br />
gitmeye de çekiniyorlardı. Çünkü her an düşmanla yüz yüze gelme tehlikesi vardı...<br />
Kadın <strong>bir</strong>den garip sesler duymaya başladı. Sağdan soldan kadın sesleri ve çocuk bağırtıları<br />
geliyordu. Feryatlar, figanlar, ağıtlar... arşa yükseliyordu. Köpek ulumaları ve ara ara duyulan,<br />
anlaşılmaz, vahşi bağırtılar, bu kadın ve çocuk seslerini karın altına gömüyordu. Sesler gâh<br />
yakınlaşıyor gâh uzaklaşıyor, sonra tüm sesler alacakaranlıkta eriyip kayboluyordu. Kadın,<br />
neler olduğunu <strong>bir</strong> türlü anlayamadı. Neydi bu sesler Kıyamet mi kopmuştu Dünyanın sonu<br />
muydu Öbür dünyadan mı çağırıyorlardı Nefesi tıkanıyor, göğsü daralıyor, kalbi sıkışıyordu.<br />
Yorganı üstü<strong>nde</strong>n atmak, ayağa kalkmak istedi. İçi<strong>nde</strong>n garip <strong>bir</strong> ses, ona ‘kalk’ dese de bu<br />
sese uymakta zorlanıyordu.<br />
Ansızın kapıya vurulan tekmeler ve dipçik darbelerinin şiddetiyle derme çatma kulübe<br />
sallandı, titredi. Az önceki köpek ulumaları, meçhul, anlaşılmaz sesler, <strong>bir</strong> de askerlerin karda<br />
yürüdükçe çıkardığı karç kurç sesleri duyuluyordu. Sesler kulağının dibi<strong>nde</strong>ydi artık. Sonra,<br />
kapı şiddetle sarsıldı. Bu darbenin içerden mi, dışarıdan mı olduğunu anlayamadı. Biraz sonra<br />
* Azerbaycan’ın Karabağ bölgesi<strong>nde</strong>, Ağdam şehri<strong>nde</strong> doğan, Ermeni işgali<br />
ile yurdunu kaybeden Azerbaycanlı yazar.<br />
39<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
kapı gıcırdayarak açıldı. Ayaklar altında ezilen karın sesini duydu yeniden. Sesler hemen<br />
uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşan ayak seslerine, az önceki köpeklerin havlamaları eşlik ediyordu.<br />
Sonra otomatik tüfek sesleri geldi ve köpek sesleri aniden kesildi...<br />
Rüzgâr estikçe, menteşeleri yağsız olan eski kapı, sinir bozucu <strong>bir</strong> şekilde gıcırdıyordu.<br />
Kadın üşümeye başladı. Ayaz, onun damarlarındaki kana hücum ediyor, onu âdeta donduruyordu.<br />
Kapıyı örtmeyi düşündü. Ama nasıl Bir şekilde kapıyı kapatmak lazımdı. Kadın <strong>bir</strong>den<br />
duman kokusu hissetti, ardından yanan <strong>bir</strong> şeylerin kokusu... Yoksa komşusu gelip sobayı<br />
mı yakmıştı Hani söz vermişti, <strong>bir</strong> yerlerden odun bulup getirecekti; ama neden nefes almak<br />
gittikçe zorlaşıyordu Duman genzini yakıyor, gözlerini acıtıyordu. Göz kapaklarını iyice açtı.<br />
Odadaki dumanlar, eğilip kıvrılıyor, bin<strong>bir</strong> şekle giriyordu. Odaya <strong>bir</strong> sis perdesi inmişti sanki.<br />
Duman git gide daha da kesifleşiyor, <strong>bir</strong> şeyler çıtırdayarak yanıyordu. Tavandan aşağı uzanan<br />
kızıl alevler, yüzünü gözünü yalamaya başladı. Bağırmak istiyordu; ama öksürükten fırsat<br />
bulamıyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çırpınıyor, çabalıyor, sudan çıkmış balık gibi ağzını<br />
<strong>bir</strong> açıp <strong>bir</strong> kapatıyordu. Gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Gözleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dehşet kıvılcımı<br />
yandı. Olanca gücünü toplayıp, âdeta yataktan aşağı yuvarlandı. Yüzüne çarpan soğuk<br />
rüzgârın geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladı...<br />
Rüzgâr, açık olan kapıdan esiyordu. Sürüne sürüne dışarıya çıktı. Temiz, buz gibi soğuk<br />
havayı büyük <strong>bir</strong> istekle ciğerlerine çekti. O anda titredi, takati kesildi ve kendi<strong>nde</strong>n geçmiş<br />
hâlde karların üzerine serildi. Kapıya kadar gelen ve yüzünü yalayan alevin sıcak nefesiyle<br />
kendine gelir gibi oldu. Yarı baygın <strong>bir</strong> hâlde, çevresine bakıyor, başına gelenleri hatırlamaya,<br />
olanları anlamaya çalışıyordu. ..<br />
Alevler <strong>bir</strong> anda tahta kulübeyi yuttu, kulübe yanarak yan tarafa doğru çöktü. O, mucize<br />
eseri sağ kurtulmuştu. Biraz gecikse, alevler amansız <strong>bir</strong> şekilde, yüzünü, gözünü, bütün vücudunu<br />
yakıp kavuracaktı. Ölüm korkusu, bü tün bedenini titretti. O an, bedenine <strong>bir</strong> kudret eli<br />
değmişti sanki. Dehşetle bağırarak <strong>bir</strong>kaç adım öteye sıçradı. Bunu nasıl, ne zaman yaptığını<br />
kendisi de anlayamadı...<br />
Az ötede toparlanıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı; lakin ilk denemesi<strong>nde</strong> başaramadı.<br />
Mecali kalmamıştı. Susuzluktan dudakları kuruyor, içi yanıyordu. Yerden <strong>bir</strong>az kar avuçlayarak<br />
ağzına götürdü. Avcunda hissetmediği soğukluğu, ağzında duydu o an. Kar, diline ya pıştı<br />
önce, erimedi, öylece kaldı. Sonra ağzında eriyen kar, boğazını ıslatsa da su tadı hissetmedi;<br />
ama gözlerine <strong>bir</strong> hayat ışıltısı geldi, ölgün gözleri hafiften parladı. Ellerini yere dayayarak<br />
güç bela yerden kalktı, etrafa şöyle <strong>bir</strong> göz gezdirdi. Her taraf alevler içi<strong>nde</strong>ydi, dört <strong>bir</strong> taraf<br />
yanıyordu. Yürümeye çalıştı, <strong>bir</strong>kaç adım attı. Birilerini bulmak ve ne olduğunu öğrenmek<br />
istiyordu; lakin ortalıkta in cin top oynuyordu. Ermeniler, sanki köyün ahalisiyle <strong>bir</strong>likte,<br />
inekleri, koyunları, kedileri, köpekleri de <strong>bir</strong> yerlere doldurup yakmışlardı...<br />
Ayakta çok duramadı. Başı dönüyor, titriyor, gözle ri kararıyordu. Sanki derin, zifiri karanlık<br />
<strong>bir</strong> kuyunun dibine yuvarlanıyordu. Yüzüstü düşmemek için, boşluğa asılıyormuş gibi<br />
ellerini ileriye uzattı. Ama direnemedi, dizlerini yere koyamadan dirseğine kadar kara battı.<br />
Par mak ları, karın altında <strong>bir</strong> şeye temas etti. Beyni<strong>nde</strong> aniden <strong>bir</strong> yıldırım çaktı, <strong>bir</strong> ümit ışığı<br />
peyda oldu. Belki ellerine değen <strong>bir</strong> parça ekmekti Eline değen o şeyi tutup çıkarttı. Elini<br />
gözle rinin ta önüne getirerek baktı. İlahi! Bu <strong>bir</strong> şekerdi! Nereden, nasıl düşmüştü En son ne<br />
zaman şeker yediğini hatırlamaya çalıştı. Şekerin karını, buzunu ağaç gibi olmuş parmakla-<br />
40<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ıyla temizledi ve dışındaki kâğıdı koparttı. Eli<strong>nde</strong>kinin şekere benzer <strong>bir</strong> yanı kalmamıştı, <strong>bir</strong><br />
buz parçasıydı...<br />
Çocuk gibi şekeri sağa sola çevirmesi tuhaf geldi ona. Karnı açtı. İçi geçiyor, gözleri<br />
süzülüyordu. Şekeri yemek istedi. Çocukken, şekeri önce emer, ağzına <strong>bir</strong>iken tatlı sıvıyı büyük<br />
<strong>bir</strong> zevkle yutardı. Şekeri ağzına götürdü ama çenesi ar tık kıpırdamıyor, şeker dudaklarına<br />
yapışıyor, ağzına girmiyordu. Dudaklarında şekerin karını buzunu ısıtıp eritecek sıcaklık da<br />
yoktu. <strong>Dil</strong>i damağı kurumuştu. Öfkeyle dudaklarına yapışan şekeri geri çekti, dudakları acıyla<br />
yandı. Sanki dudaklarına milyonlarca iğne batırmışlardı. Bir çare bulmalıydı. Çenesini iyice<br />
açmak, şekeri ağzına atmak istiyor, atamıyordu. Allah Allah! Ne kadar garip <strong>bir</strong> durumdaydı.<br />
Öfkelenmenin zamanı değildi. Sadece ihtiyatlı davranmalı, özel <strong>bir</strong> gayret ve maharet gös terme<br />
liy di! Şeker eli<strong>nde</strong>n kayarak düşebilir, yeniden karların arasında kaybolabilirdi. En kötüsü<br />
de buydu!..Çenesini deminki<strong>nde</strong>n daha da fazla açtı. Ona öyle gel di ki, ağzını hiç<strong>bir</strong> zaman,<br />
bu kadar geniş aç ma mıştı ve <strong>bir</strong> daha da açamayacaktı. Şekeri ağzına atmak istediği<strong>nde</strong> yan<br />
tarafından <strong>bir</strong> ses geldi. Korktu, yüreği yeri<strong>nde</strong>n fırlayacak gibi çarptı. Şekeri gayrıihtiyari,<br />
<strong>bir</strong> çocuk gibi avucunda sakladı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, kendi de şaşırdı. Hâlbuki demin parmaklarına<br />
söz geçiremiyordu. Korkuyla ayak sesinin geldiği tarafa döndü. Üstü başı yanmış,<br />
yüzü gözü kapkara olmuş, sadece dişl eri parlayan, başı açık, ayağı yalın <strong>bir</strong> kız çocuğuydu!<br />
Karın içi<strong>nde</strong>, <strong>bir</strong> kuş gibiydi. Yalın ayaklarının <strong>bir</strong>ini kaldırıp tek ayak üzeri<strong>nde</strong> duruyor, sonra<br />
onu kaldırıp diğer ayağının üzeride duruyordu. Bir çift köz gibi parlayan gözlerini, kadının<br />
şekeri gizlediği avcuna dik mişti. Kızın ağzı açıktı ve dişleri parlıyordu. Kızcağızın kadına<br />
bakan gözlerdeki ifadeyi tarif etmek müm kün değildi. Koskoca kadın, kendini kaybetmişti;<br />
ne yapacağını kestiremiyordu. Kızcağızın da kendisi gibi aç olduğu belliydi. O da ümi dini,<br />
şekerlikten çıkmış, bu buz parçasına bağ la mıştı.<br />
Kız, neler olup bittiğini bilmiyordu, hâlâ olanlardan habersizdi ancak kadının ağzına götürdüğü<br />
şeyin yiyecek olduğunu anlamıştı. Bu buz parçası, onlardan <strong>bir</strong>ine ha yat bağışlacaktı<br />
sanki. Kadının hiç mecali kalmamıştı. Kızca ğı zın durumu da hiç iyi değildi. Belki şekeri ikiye<br />
bölmeliydi. Ka rarı verecek olan kadındı. İstese, kıza şekerden vermeyebilirdi. Şeker onun avcundaydı.<br />
O bulmuştu. Onun kıs me tiy di. Acaba Belki de tam tersi idi. Onun eli<strong>nde</strong>ki şeker, o<br />
kızın nasibiydi. Öyle olmasaydı, kız <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e ortaya çıkar mıydı Kızın yüzüne baktı. Kızın<br />
ağzı hâlâ açıktı. Göz le ri ni aç, vahşi hayvan yavrusu gibi onun yumulu eli<strong>nde</strong>n ayırmıyordu.<br />
Sanki o an üstüne atılacaktı. Kadın, kendi torununu hatırladı. Sevimli, şirin, şeytan torununu...<br />
Bir yanı tıpkı bu kız cağızaca benziyordu.<br />
Kadın ileri doğru süründü. Avcundaki şekeri, torununa benzeyen kızın ağzına koydu. O<br />
da şekeri alır almaz ağzını kapadı. Şeker kızın ağzında erimeye başladı. Kızın dudaklarının<br />
kenarında <strong>bir</strong> ıslaklık belirdi. Kız ağzına <strong>bir</strong>iken şekerli sıvıyı yuttu. Kadın da yutkundu. O an<br />
da göz leri tuhaf oldu kadının. Boş bakmaya başladı. Önce ağzında, daha sonra boğazında garip<br />
<strong>bir</strong> tat hissetti. Gözle ri<strong>nde</strong>ki hafif pırıltı <strong>bir</strong> yıldız gibi akıp gitti. Dizleri büküldü. Yüzüstü<br />
karın içine, kızın ayaklarının dibine devrildi.<br />
Alacakaranlıktı. Etrafta sessizlik vardı. Gümüş renkli karın üze ri ne, ayın donuk ışıkları<br />
vuruyordu. Hâlâ için için yanan kulübelerden, gökyüzüne doğru koyu <strong>bir</strong> duman yükseliyordu...■<br />
41<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Dağlar var ara yerde<br />
ÜMİT FEHMİ SORGUNLU*<br />
Değerli hikâyecimiz Ümit<br />
Fehmi Sorgunlu 26 Haziran<br />
Cumartesi günü vefat<br />
etmiştir. Kendisine Allah’tan<br />
rahmet, yakınlarına,<br />
Berceste ailesine, okurlarına<br />
başsağlığı ve sabırlar<br />
diliyoruz.<br />
Bizim Külliye dergisi.<br />
Arabanın içi<strong>nde</strong> üç kişiydiler. Üçü de yorgun ve<br />
hâlsizdi. Dokuz saattir yol almanın ezikliği çökmüştü<br />
üzerlerine. Buna rağmen <strong>bir</strong>az olsun uyumamış, <strong>bir</strong> yerde<br />
durup dinlenmeyi dahi düşünmemişlerdi. Beş yılın getirdiği<br />
hasret, yüreklerini <strong>bir</strong> kor gibi yakıyor, en ufak <strong>bir</strong> zaman kaybına<br />
dahi tahammül edemiyorlardı. Gözleri hiç bitmeyecek<br />
gibi uzayıp giden asfaltın, ufukta kaybolan çizgilerine bakıyordu.<br />
Tek kelime dahi konuşmadan, her <strong>bir</strong>i kendi hayalleriyle<br />
yaşıyor, çocuklarını, karılarını, ağzı dualı analarını ve<br />
içlerine burgu burgu işleyen vatanlarını düşünüyorlardı.<br />
Direksiyondaki orta boylu, ince yapılı <strong>bir</strong>iydi. Kalın siyah<br />
kaşların çevrelediği gözleri kısılmış, bütün dikkatini yola<br />
vermişti. Çok hızlı ve delicesine araba kullandığı için, arkadaşları<br />
süratli gitmesini önlemek amacıyla ona “Tekbas Nuri”<br />
lakabını takmışlardı.<br />
Şoförün yanında oturan Kara Mehmet sabırsızlıkla eli<strong>nde</strong><br />
oynadığı iri taneli, püsküllü tespihini cebine koyup gözlerini<br />
yoldan ayırdı. Saatine baktı. “Tam dokuz saat!” diye düşündü.<br />
Dokuz saattir yüreğinin ta içine oturan vatan hasreti son haddini<br />
bulmuştu. “Oğlumuz beş yaşına bastı.” diyordu mektubunda<br />
Zehra. “Gel gayrı Mehmet’im. Buralarda herkes başka<br />
şeyler söylüyor. Kimi gâvur kızına tutuldu, seni unuttu kimi<br />
de üstüne evlendi diyorlar. Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim.<br />
Babasına ve <strong>bir</strong> koruyucu erkeğe hasret kaldığından...”<br />
içini çekti. Beş yıldır görmediği oğlunu ve karısını hatırlamak<br />
yüreğinin içi<strong>nde</strong>ki özlem ateşini alevlendirdi. “Gâvur kızı<br />
ha!” diye söylendi belli belirsiz. Gözlerinin önüne <strong>bir</strong> süre gönül<br />
eğlendirdiği Monika geldi. Acı acı güldü. Onların hiç<strong>bir</strong>i<br />
de buram buram toprak kokan, elleri nasırlı, başı yaşmaklı<br />
42<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Zehra’sına denk olabilir miydi Derin <strong>bir</strong> nefes aldı. Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra gözlerini arabanın camından<br />
dışarı kaydırıp amaçsız seyretti, dağları, ovaları. Neredeyse hava kararmak üzereydi.<br />
Arka koltuktaki şişman, iri yapılı Selami, yuvarlak, kıllı elleriyle karnını ovuşturarak:<br />
- Acıktım, dedi. Bir yerde durup <strong>bir</strong> şeyler yesek mi...<br />
Tekbas Nuri söyleneni duymadı bile. Gözleri dağların arasında kara <strong>bir</strong> yılan gibi gittikçe uzayan yoldaydı.<br />
Anasının mektubu aklından hiç çıkmıyor, sağ ayağı gaz pedalına daha <strong>bir</strong> gömülüyordu. “Oğlum, karın<br />
sık sık annemlere gidiyorum diye evden çıkıyor. Lâf anlatamıyorum. Söylentilere bakılırsa Tilki Selim’le kırıştırıyormuş.<br />
Gel ne yapacaksan yap ...” Nuri hırsından dişleriyle dudaklarını ısırıyor, karısının böyle <strong>bir</strong> şey<br />
yapabileceğine akıl erdiremiyordu. Bir an için söylentilerin asılsız olabileceğini düşündü. Karısını çekemeyenlerin<br />
ya da onda gözü olanların uydurduğu sözler olabilirdi. Fakat “Ateş olmayan yerde duman tütmez.”<br />
derler.<br />
- Allah kahretsin!<br />
Belli belirsiz hırsla söylenmişti. Göz ucuyla, duyup duymadığını anlamak için Kara Mehmet’e baktı. Kendi<br />
havasında, dışarıyı seyrediyordu. Nereden çıkmıştı sanki yurt dışında çalışmak! Köyünü, evini terk edip, el<br />
içi<strong>nde</strong> çile çekmeye değer miydi! Çok para kazanmak hırsıyla geldiği Almanya’da, kendisi eğlenceye dalıp<br />
benliğini unutmuş, karısı hakkında da pis dedikodular çıkmıştı. Altındaki araba bütün bunlara değer miydi!<br />
Üstelik de her geçen gün artan, Türk işçisinin horlanmasına rağmen.<br />
Selami cevap alamayınca teklifini üstüne basa basa tekrarladı. Kara Mehmet can sıkıntısıyla Selami’ye<br />
çıkıştı.<br />
- Daha çok yolumuz var. Acıktıysan arabada sandviç olacak, <strong>bir</strong> iki atıştır.<br />
Gözleri yeniden pencereden dışarı kaydı. Ağaçlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>iyle yarış edercesine önleri<strong>nde</strong>n hızla geçiyordu.<br />
Selami arkasına yaslandı. Uyur gibi yaptı. Aslında uyumuyor, babasının hastalığını ve köyünü düşünüyordu.<br />
Anasının “...Baban hasta, ölmeden seni görmek istiyor. Gurbete kök salmadıysan kalk da gel gayrı...”<br />
diye yazdırdığı mektup, memleket hasretinin üstüne eklenmiş, içi<strong>nde</strong>ki vatan özlemini kat kat artırmıştı. Bir<br />
an önce köyünün ağaçlarıyla, toprağıyla kucaklaşmayı o da istiyordu.<br />
Tekbas Nuri sağ eliyle konsüldeki kasetleri karıştırdı. Sonra rastgele <strong>bir</strong>ini alıp arabanın teybine sürdü.<br />
Yanık <strong>bir</strong> ses hoparlörden çıkıp üç gurbetçiyle kucaklaştı. Sonr a içleri<strong>nde</strong>ki yurt özlemiyle <strong>bir</strong>leşip otomobilin<br />
kelebek camlarından dışarı taştı ve rüzgârla <strong>bir</strong>likte bilinmeyen istikametlere doğru uçup gitti. “Yol uzun<br />
gurbet acı/ Dağlar var ara yerde/ Yol verin geçeyim dumanlı dağlar./ Dağların ardında nazlı yar ağlar.” diye<br />
boşa yakarıp durdu. Bitmez tükenmez <strong>bir</strong> dağ yığını, sanki masal kaçkını devler gibi önlerine dikiliyor, yol<br />
vermiyordu.<br />
Nuri, sinirle farları yaktı. Ön lâmbalardan çıkan kuvvetli ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan karayolunun pürüzlü<br />
sırtını yalayıp bilinmeyen karanlıklarda eridi. Taksinin ışığında buluşan kelebekler ön cama çarpıp kayboluyordu.<br />
Kara Mehmet’in esmer yüzü buruştu. Şarkının sözleriyle <strong>bir</strong>likte, karısının hayali gözlerinin önü<strong>nde</strong>n<br />
<strong>bir</strong> kez daha geçti. Beyni<strong>nde</strong> ses olup yankılandı. “...Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına hasret<br />
kaldığı için ..” Elleri gayri ihtiyarî cebi<strong>nde</strong>ki tespihine gitti. Can sıkıntısıyla mırıldandı. “Geliyorum Hasret,<br />
az kaldı sabret.” Sonra Nuri’ye döndü:.<br />
- Topuklayıver Nuri... Tek basma, artık çift bas...<br />
Tekbas Nuri sanki böyle <strong>bir</strong> teklif bekliyormuş gibi, gaz pedalına daha sıkı bastı. Sürat ibresi yukarılara<br />
doğru tırmandı. Bir an önce memleketine ulaşmayı istiyordu. Gittikçe uzayan asfaltın üstü<strong>nde</strong> karısının hayalini<br />
görüyor, hırslanıyordu. Yüz hatları gerilmiş, hiç konuşmadan yolu takip ediyor, karısının hayalini ezmeye<br />
çalışıyordu. Araba ileri atıldıkça karısı kaçıyor, Nuri pedala daha <strong>bir</strong> yükleniyordu. Yurt dışına gittiği zaman,<br />
evini ihmal edip para <strong>bir</strong>iktirerek aldığı son model araba rüzgârla yarış edercesine uçar gibi gidiyordu.<br />
Akşam karanlığında karşılarından gelen arabalar <strong>bir</strong> sinek vızıltısı gibi geçiyordu yanlarından. Bir an asfaltın<br />
altlarından kaybolduğunu ve yıldızlara kavuşurcasına uçtuklarını gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu.<br />
“…Dağlar var ara yerde...”■<br />
43<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
GAZEL<br />
Budur se<strong>nde</strong>n niyâzım hâcetim yâ Rab budur se<strong>nde</strong>n<br />
Yönüm döndürmesin artık hevâ gaflet gurur se<strong>nde</strong>n<br />
Bu kalp <strong>bir</strong> levhadır müthiş yazıp bozmak senin her iş<br />
İçim iklîmi se<strong>nde</strong>nmiş keder se<strong>nde</strong>n sürûr se<strong>nde</strong>n<br />
Muhît’sin çevrelersin hep kulun kendin sokan akrep<br />
Gazab etsen amân yâ Rab kimi kimdir korur se<strong>nde</strong>n<br />
Her ân var yok bütün eşyâ ne olmaz sen dilersin ya<br />
Eğer sahrâ eğer deryâ taşar se<strong>nde</strong>n kurur se<strong>nde</strong>n<br />
Kulun kul olsa kimdendir esenlik bulsa kimdendir<br />
Yanıp kavrulsa kimdendir bütün “zıll u harûr” se<strong>nde</strong>n<br />
Kerem se<strong>nde</strong>n Kerîm’sin sen ve Rahmân’sın Rahîm’sin sen<br />
Celîl’sin sen Azîm’sin sen cihânlar dem vurur se<strong>nde</strong>n<br />
Bu kul bîçâredir her dem yarım asroldu ömrüm hem<br />
Kerem yâ Ekreme’l-Ekrem doyur nûrunla nûr se<strong>nde</strong>n<br />
ÖMER DEMİRBAĞ<br />
44<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
MAHİR ADIBEŞ<br />
Türkler, attan<br />
cesaret, attan<br />
kuvvet, attan<br />
can almıştır!<br />
Yeryüzü<strong>nde</strong><br />
at sütünü içen<br />
Türklerden başka<br />
<strong>bir</strong> millete daha<br />
rastlayamazsınız.<br />
Bu <strong>bir</strong> akrabalık<br />
gibi kabul<br />
edilebilir.<br />
“Bir çivi <strong>bir</strong> nalı,<br />
Bir nal <strong>bir</strong> tırnağı,<br />
Bir tırnak <strong>bir</strong> ayağı,<br />
Bir ayak <strong>bir</strong> atı,<br />
Bir at <strong>bir</strong> kumandanı,<br />
Bir kumandan <strong>bir</strong> vatanı kurtarabilir.”<br />
Cengiz Han<br />
Roman yazmak, tarih yazmak anlamına gelmez.<br />
Ama roman da yaşanarak yazılır; tarihe not düşer,<br />
tarihten <strong>bir</strong> sayfadır. Eğer şu yeryüzü<strong>nde</strong> “at” üzerine<br />
roman yazılacaksa bunu da Türkler yazmalı, diye<br />
aklımdan geçerdi. Yaşanmış <strong>bir</strong> at medeniyeti, oluşmuş<br />
<strong>bir</strong> at kültürü varsa o da Türklerde mevcuttur. Türk tarihi<strong>nde</strong><br />
atın yerini görmezlikten gelmek <strong>bir</strong> kültürün büyük<br />
<strong>bir</strong> bölümünü yok saymaktır ki bu da nesiller arası<br />
kopukluklara sebep olacaktır. Cengiz Han’ın yukarıdaki<br />
sözü söylediği gü<strong>nde</strong>n bu yana at ile bilinen <strong>bir</strong> tarihî<br />
geçmişe sahibiz. Türklerdeki at uygarlığını şehirleşmenin<br />
dışında düşünmek gerekir. Her ne kadar bu me-<br />
45<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
deniyet Taşkent, Semerkant, Buhara gibi şehir<br />
medeniyetleri meydana getirmiş olsa da sürekli<br />
olarak taşradaki insanın gönlü<strong>nde</strong>ki sıcaklığını<br />
korumuştur.<br />
Türk tarihi ve toplumu hakkındaki asıl<br />
ve sağlam görüşlerden hareket edilerek<br />
hem mahallî ağızları hem de Türkçenin<br />
küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini<br />
yeni gelişmelerle kaynaştırarak kullanmak<br />
gerekir. Yazılmayan/konuşulmayan<br />
kültür zamanla hafızalardan silinir. Önce<br />
konuyla ilgili terminoloji bilinmelidir.<br />
Eğer Türklere koyun ile at arasında<br />
<strong>bir</strong> tercih yapma hakkı sunulsaydı, belki<br />
çok düşünülebilir. Koyun ve at kültürü<br />
çok eskilere dayanır. Hayatını sürdürmek<br />
ve geçim için koyun kaçınılmaz ve çok tercih<br />
edilmesine rağmen bu göçebe millet sanırım<br />
atı seçerdi. Yalnız hayatta kalmak, yeni<br />
otlaklar elde edebilmek, yurt kurabilmek, millet<br />
olmak, bağımsız kalabilmek için, sözün kısası<br />
Kafdağı’nın ötesi<strong>nde</strong>ki hedeflere (Kızılelma’ya)<br />
varabilmek için ata ihtiyaç vardı. Kızılelma ülküsü,<br />
elbette atın kısa zamanda ulaşacağı <strong>bir</strong> yer<br />
değildi ama başını dikip keskin gözlerle en iddialı<br />
bakış ondaydı. Bakışlarıyla uzak hedefleri<br />
en iyi gözüne kestiren ve hayalini kuran sanırım<br />
ki atlardır. Bir tepenin üzerine çıkıp sonsuzluğa<br />
gözlerini dikerek dakikalarca kıpırdamadan bakabilir.<br />
Onsuz da o hedeflere ulaşmak mümkün<br />
görünmüyordu.<br />
Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan<br />
can almıştır! Yeryüzü<strong>nde</strong> at sütünü içen<br />
Türklerden başka <strong>bir</strong> millete daha rastlayamazsınız.<br />
Bu <strong>bir</strong> akrabalık gibi kabul edilebilir.<br />
Kımız olarak kullanılmanın yanı sıra,<br />
annesi ölen ya da annesinin sütü olmayan bebeklere<br />
at sütü çoğu zaman atın memesi<strong>nde</strong>n<br />
emzirilmiştir, sütanne olmuştur, taylara kardeş<br />
olmuştur. “Yiğit yiğidin yoldaşı / At yiğidin<br />
öz kardaşı...” derken Karacaoğlan bunu kastetmiş<br />
olmalı. At sütünün bebekler için şifalı olduğu<br />
düşünülmektedir.<br />
Anam; “Allah, atların ayaklarını mühürlemiştir.”<br />
derdi. Yıllarca bu kafama takıldı. Halk arasında<br />
da, “Atların ayakları mühürlüdür ya da atın<br />
girdiği yerde bereket vardır.” sözlerini duyardım.<br />
Mutlaka bu sözlerin <strong>bir</strong> dayanağı olmalıydı…<br />
Uzun yıllar aradım durdum. Ta dört bacağında o<br />
işareti bulana kadar. Hz Süleyman’ın atların bacaklarını<br />
sıvazlamasını, düşünüyorum,<br />
ayette öyle geçiyordu<br />
(Sâd<br />
suresi 33).<br />
Mührü yıllarca<br />
ben atların tırnaklarında aramışım meğer. Annemin<br />
mühür dediği bu olsa gerek!... Ön bacaklarının<br />
iç tarafında, dirsek eklemi<strong>nde</strong>n dört/beş<br />
parmak üste ortanın <strong>bir</strong>az gerisine düşecek şekilde,<br />
elips <strong>bir</strong> oluşum durur. Orada tüy olmazdı.<br />
Neden şimdiye kadar gözümden kaçtı, ona hayıflandım.<br />
Aynı şeklin benzeri ama daha küçük,<br />
arka ayakların diz eklemlerinin <strong>bir</strong>/iki parmak<br />
aşağısında, iç kısımda oldukça geriye doğru yer<br />
almaktadır. Bu oluşum diğer hayvanlarda bulunmaz,<br />
yalnız atlara mahsus <strong>bir</strong> oluşumdur. Bu<br />
oluşumdan dolayı halk arasında, “ayakları mühürlü<br />
atlar” denmiş olmalı. Doğrusu bu mührün<br />
hikmeti henüz çözülememiştir.<br />
1894’te Tolu Biğ (Dolu Bey) adında <strong>bir</strong> Türk<br />
beyinin emriyle yazılmış olan (Kitab’ı Riyazat’ı<br />
Hayil) isimli <strong>bir</strong> risalede “El hayru makûdun<br />
bi-nevasıyıl hayl ilâ yevm’ilkıyame” hadis’i şerifi<br />
Türkçeye nakledilerek şöyle denilmektedir:<br />
“Eş’şumu Yani Nebi eydür kim ercellik üç nesnede<br />
türür. Biri apcıda ve <strong>bir</strong>i atta ve <strong>bir</strong>i evde<br />
(Uğur ya da uğursuzluk üç şeydedir: Kadın, ev<br />
ve at.)” İşte dinî cevaz hâli<strong>nde</strong> kendileri<strong>nde</strong>n<br />
uğur beklenmesi gereken üç şeyin içi<strong>nde</strong> at... Bu<br />
peygamberin sözü... Sanırım Türklerdeki, kadın,<br />
at ve silah kutsallığı buradan gelmektedir ve<br />
kimseye emanet edilmez. <strong>Dil</strong>imizde bu olay; “at,<br />
46<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
avrat, silah” darbımesel<br />
hâlini almıştır.<br />
İnsanlığın ufku,<br />
kâinatın efendisi ve<br />
Allah’ın sevgilisi peygamberimizi<br />
Miraç<br />
gecesi<strong>nde</strong> ilahî visal<br />
âlemine uçuran ışıktan<br />
hızlı vasıtanın “Burak”<br />
isimli kanatlı at şekli<strong>nde</strong><br />
yaratılışındaki hikmet,<br />
Allah tarafından<br />
atın manasına bağışlanmış<br />
ne büyük şereftir.<br />
Kâinatın efendisine<br />
ait her kelime,<br />
her hareket, her eda <strong>bir</strong><br />
hadis olduğu- na göre, Allah’ın sevgilisi,<br />
Allah’ın ve kendisinin sevdiği ata dair, söz, hareket,<br />
iş ve eda hâli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok hadis vermişlerdir:<br />
“Hayır, atların alınlarına nakşedilmiştir.”<br />
ya da “Dünya saadeti atların sırtındadır.” Ata<br />
dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin kavrayışı<br />
içi<strong>nde</strong> atı çepeçevre kuşatamaz. Son derece<br />
sade <strong>bir</strong> ifade içi<strong>nde</strong> öyle girift ve derin <strong>bir</strong> mana<br />
kuyusu ki, ancak, peygamber sözü olabilir.<br />
Allah, Kur’an’da, bazı mahluklar üzerine yemin<br />
eder. Bunlardan <strong>bir</strong>i de at. Allah’a mahsus<br />
sır... Kur’an’ın “El’âdiyât” suresi<strong>nde</strong>n, (âdiyât,<br />
koşan atlar demektir) dört ayet meali: “Kasem<br />
olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla<br />
taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine...<br />
Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana<br />
boğanlar üzerine... Peşi<strong>nde</strong>n doğruca düşman<br />
saflarının içine dalanlar üzerine...” Dış perdeden<br />
bakıldığında muazzam <strong>bir</strong> nur cümbüşü<br />
içerisi<strong>nde</strong> atı seyrediyoruz. İşte asil atın koşu ve<br />
yarış tablosu... Sâd suresinin 31, 32 ve 33. ayetleri<strong>nde</strong>;<br />
“Akşama doğru kendisine, üç ayağının<br />
üzerine durup <strong>bir</strong> ayağını tırnağının üzerine diken<br />
çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştur.<br />
Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi<br />
anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı.<br />
(O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin,<br />
dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya<br />
başladı.”<br />
Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirinin;<br />
“Her seher <strong>bir</strong> gül açar, her gece <strong>bir</strong> bülbül<br />
öter.” mısrasında olduğu gibi Türk edebiyatında<br />
gül ve bülbül mazmunları çok fazla kullanılmaktadır.<br />
Bülbülün sesi, gülün rengi ve kokusu Türk<br />
edebiyatının içine oldukça fazla sinmiştir. Çoğu<br />
yerde gül ve bülbül beraber zikredilmektedir. Bu<br />
<strong>bir</strong>liktelik Türk edebiyatında <strong>bir</strong> aşk hikâyesine<br />
dönüşmüştür. Bülbül ve gül anlatımı daha çok<br />
<strong>bir</strong> şehirli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan<br />
fazla <strong>bir</strong>likte olduğumuz, iç içe yaşadığımız<br />
“at” ise taşralı <strong>bir</strong> bakış açısı ile ele alınmıştır!<br />
Yazmaktan çok sözlü edebiyatımızda rastlanmaktadır.<br />
Neredeyse Köroğlu hikâyeleri olmasa<br />
edebiyatımızda atlara rastlayamayacağız.<br />
Hâlbuki dünyada en çok ata yakın olan, seven,<br />
sırdaş olan daha ileri gidersek kardeş (karındaş)<br />
olan Türklerdir.<br />
Türkler atı <strong>bir</strong> hayvan, <strong>bir</strong> ticari mal, ya da iş<br />
gücü<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> araç olarak düşünmemişlerdir.<br />
Onu <strong>bir</strong> dost, kardeş, aileden <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ey<br />
olarak görmüşlerdir. Türkler atı kendileri<strong>nde</strong>n<br />
<strong>bir</strong> parça olarak bilmiştir. “Aynı dili değil aynı<br />
duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” diyor Mevlana,<br />
yoksa rüzgârlarla yarışan atlarla insan nasıl<br />
bu kadar iyi anlaşırdı...<br />
Canlılar arasında erkek ile dişi kıyaslandığında;<br />
erkeği kadar gösterişli, albenili, hızlı ve cesur<br />
sanırım yalnız atlarda çıkar. Şu yeryüzü<strong>nde</strong><br />
erkeğine meydan okuyan canlı, <strong>bir</strong> kadın <strong>bir</strong> de<br />
at. Başarıda erkeği<strong>nde</strong>n geri kalmazlar… Dede<br />
Korkut’ta; kız ve delikanlı yarışlarına çok zaman<br />
şahit oluruz. Atla olan bağlılığımız, cesaret<br />
ve hayat tarzı olarak olmasının yanında duygusal<br />
<strong>bir</strong> yaklaşımdır. Bu sebeple eski Türklerde at ile<br />
insan aynı çadırda kaldıklarına şahit oluyoruz.<br />
İnsanlarla atlar arasında ilginç <strong>bir</strong> benzerlik<br />
daha vardır. “Kısrağı döversen huysuz olur,<br />
aygırı döversen sessiz (pısırık) olur” sözü incelendiği<br />
zaman ortaya benzerlikler çıkmaktadır.<br />
Mesela, kadını dövmekle sövmekle sindiremezsin,<br />
itaat ettiremezsin; severek, yüzüne gülerek,<br />
okşayarak onu yola getireceksin. Kısraklara da<br />
vurursan azar, huysuzlanır ve itaat etmez. Kısrağı<br />
döverek emir altına alamazsın. Erkekler ise<br />
dövülmeyi onurlarına sığdıramazlar; onlar için<br />
küçümsenmek, küçük düşmek, hakaret sayılır.<br />
Yani atlar korkuyu bilir. Aygırlara vurmaya kal-<br />
47<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
kışırsan siner. Yarışlarda kamçılarsan ya hedefi<br />
göğüsler ya da koşarken ölür (çatlar). Bu karakterlerin<br />
iz düşümleri insanlarla çakışmaktadır.<br />
Baş eğmeyen, yükseklere bakan/yüksekten<br />
bakan at, beraber olduğu insanla yan yana, omuz<br />
omuza yürürken ortak <strong>bir</strong> benzerlik bulmuştur.<br />
Asildir, onurludur, dik başlıdır diye <strong>bir</strong>çok meziyetini<br />
saysak da her şeye rağmen atlar yarı<br />
yabani hayvanlardır. Göçmen toplumlarda şehirli<br />
dışında meziyetlere sahiptir. Mesela, ikisi<br />
de dağları, hür yaşamayı sever. Yılkı atlarında<br />
görüldüğü gibi serbest kaldıkları an dağların en<br />
yüksek tepelerini, yaylaları tercih ederler. Kar<br />
düştükçe ovalara doğru inerler. Bu <strong>bir</strong> Yörük yaşantısıdır.<br />
Bu <strong>bir</strong>liktelikte elbette karşılıklı çıkar ilişkileri<br />
olduğu gibi çok daha ayrı sebepler bulabiliriz.<br />
Şirazlı Sadi’nin dediği gibi; “Önemli<br />
olan olaylara kuş bakışı bakmaktır kuş gibi<br />
değil.” Kısacası bu <strong>bir</strong> ailenin <strong>bir</strong>likte yaşaması<br />
gibidir. Aslında bu iş; <strong>bir</strong> sevda <strong>bir</strong> aşktır. Hâlâ<br />
Anadolu’nun köyleri<strong>nde</strong> atın yeri özel yapılır<br />
ve altı tahtayla kaplanır. Atın kaşağısı, gübresi,<br />
toz bezi, ter bezi vardır. Atın soğuk ve yağmurlu<br />
günler için sırtına atılacak mi<strong>nde</strong>ri vardır. Atın<br />
nafakası ayrı hazırlanır, yatsıdan sonra yem verilir.<br />
Son dört bin yıllık verilere baktığımızda<br />
şunu söyleyebiliriz: Galiba bu millet ata âşık...<br />
Her şeye rağmen Türk edebiyatında at hak<br />
ettiği yeri alamamıştır, yani bülbül kadar hatta<br />
mizahlarda önemli yer tutan eşek kadar bile<br />
boy gösterememiştir. Benim anladığım manada,<br />
Türk edebiyatında at istendiği gibi şahlanamamıştır.<br />
Bunun da sebepleri vardır. At kültürünün<br />
çok eski olmasına rağmen yazılmamasında<br />
önemli <strong>bir</strong> sebep, yazarların atın çok uzağında<br />
olması, at terminolojisini bilmemeleri veya ata<br />
yakın olanların yazmaya meyilli olmamasıdır.<br />
At, Türklerde hiç<strong>bir</strong> zaman şehirli olamamıştır,<br />
taşrada kalmıştır. Mevlana diyor ki: “Yeryüzü<strong>nde</strong><br />
söylenmedik söz yok ancak bunu söyleme şekli<br />
var.” Hâlbuki at konusunda daha söylenmedik<br />
çok söz var. Eğer edebiyatta konuşulmaya/yazılmaya<br />
başlanırsa karşımıza çok zengin <strong>bir</strong> arşiv<br />
çıkacağından eminim.<br />
Kaşgarlı Mahmut, “At Türk’ün kanadıdır”<br />
sözünü, günü<strong>nde</strong> düşünürsek ufuk ötesi geçişleri<br />
görmek mümkündür. Zaman zaman kanat, en sadık<br />
dost, iş arkadaşı, yoldaş, kara gün dostu olmuştur.<br />
Türkler at ile o kadar içli dışlı olmuş ki<br />
kendi<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> parça görmüş, yazmaya gerek bile<br />
görmemiştir. Bu samimiyeti normal <strong>bir</strong> yaşantı<br />
olarak kabul etmiştir.<br />
Zaman içerisi<strong>nde</strong> de bazı yazarlar heveslenip<br />
<strong>bir</strong> şekilde ata yaklaşmışlar. Ama bu da tam olarak<br />
anlaşma değil, uzak <strong>bir</strong> akrabalık gibi olmuş.<br />
Atı tanımaya yetmemiştir. Her dönem, atın cazibesi,<br />
albenisi insanları etkilemiştir. Bu şekilde<br />
yazılan yazılar öze dönük değil ufki/geriden<br />
bakış şekli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> çalışma olmuştur. Uzak, at<br />
tarifi<strong>nde</strong>n öteye geçilemediğine rastlıyoruz. Bu<br />
bakış açısı fotoğraf çekme/resim yapma anlayışıdır.<br />
Atlar özenilerek yaratılmış, kibar, estetik,<br />
sevimli, gösterişli oluşlarıyla insanların dikkatini<br />
çeken tablo yaratıklardır. Genç ve yakışıklı<br />
<strong>bir</strong> kız/delikanlı kadar düzgün olan vücut, onunla<br />
uyumlu insanın aklını başından alan parlak tüyler,<br />
dalga dalga yeleler, kâkül, uzun <strong>bir</strong> kuyruk<br />
ve mükemmel <strong>bir</strong> duruş. Hâlbuki bunun <strong>bir</strong> de<br />
duygu, ruh ve görülmeyen yanları vardır. Hırslı,<br />
sevimli, sevilen/sevmeyi bilen, korkusuz, duygu<br />
tarafı da vardır.<br />
Türk edebiyatında öyle efsanevi atlara rastlanmaz.<br />
Yani uçan, olağanüstü koşan, acayip<br />
şekillere giren, boynuzlu atlar olmaz. At olduğu<br />
gibi kabul edilmiştir. Yeterince özenerek yaratıldığı<br />
için ona başka <strong>bir</strong> sıfat vermek yakışık<br />
almazdı. Türkler, hayatındaki güzellikleri, zorlukları,<br />
çileleri atıyla paylaşmış; sırrını ona anlatmıştır.<br />
Çoğu zaman ölüme beraber gittiklerine<br />
rastlıyoruz. Bu sebeple at <strong>bir</strong> şekil değil <strong>bir</strong><br />
“tür” aslında <strong>bir</strong> “boy/soy” olarak anlatılmıştır.<br />
Türkülerde, şiirlerde, yazılarda atı kendimiz gibi<br />
bilerek yer vermemişiz. Hâlbuki onun Türk tarihi<strong>nde</strong><br />
çok özel <strong>bir</strong> yeri var. Fatih Sultan Mehmed<br />
Hanın, İstanbul surlarının önü<strong>nde</strong> Venedik gemilerini<br />
durduramadığı için Çandarlı Halil Paşa’ya<br />
kızarak denize sürdüğü kırata bakın!... Kıratın<br />
azametini ve binicisinin zapt edilmez hâlini göreceksiniz.<br />
Bu tablo, atla insanın en iyi <strong>bir</strong>likteliğini,<br />
kararlılığını, uyumunu gösteren tablodur.<br />
Denize dalan kırat ile sultanın kararlığı aynı. Bu<br />
<strong>bir</strong> düğün değil, bayram değil, tören değil, neden<br />
sultan kıratın üzeri<strong>nde</strong>...■<br />
48<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ÜNAL TAŞKIN<br />
İlginç rivayetlerden<br />
<strong>bir</strong>i de atlara fecr<br />
vakti<strong>nde</strong> İnsanoğlunun duaya<br />
izin düşünüş verildiğinin tarzını<br />
söylenmesidir.<br />
deri<strong>nde</strong>n etkileyen<br />
Bu evcil rivayete at, kendi göre<br />
atların coğrafyasını duası terk<br />
Yarabbi eden muzaffer beni<br />
insanlardan<br />
savaşçıları taşıyarak<br />
her belli kime <strong>bir</strong> düzen ihsan ve<br />
edersen, hukuka sahip onun büyük<br />
ehl-i imparatorlukların<br />
malının<br />
ziyade oluşmasına sevgilisi zemin kıl<br />
şekli<strong>nde</strong>dir.<br />
hazırlamıştır.<br />
Bozkır kültürü at üstü<strong>nde</strong> doğmuş, attan beslenmiş<br />
ve atla yayılmıştır. Türklerin yaşamında<br />
çok önemli ve özel <strong>bir</strong> yeri olan at, özel adlarla<br />
nitelendirilmiştir. Törenle gömülen atlar, zekâ sahibi<br />
olan kutsal hayvanlar olarak kabul edilmişlerdir. At,<br />
Türk destanlarının en önemli motifleri<strong>nde</strong>ndir. Birçok<br />
destanda, destan kahramanının hem bu dünyada silah<br />
arkadaşı olduğu için hem de öldükten sonra yoldaşı<br />
olacağı için, ayrı ve eşsiz <strong>bir</strong> değer taşır.<br />
Atın evcilleştirilmesi ile ilgili tartışmalar sürmekte<br />
olup genel kanaat Türkler tarafından evcilleştirildiği<br />
yönü<strong>nde</strong>dir. Atın evcilleştirilerek insanın hizmetine<br />
sunulması tarihte büyük <strong>bir</strong> hamle sayılır. Evcilleştirme<br />
insanoğlunun hayvan türleri üzeri<strong>nde</strong> hâkimiyet<br />
kurmasını ve “çoban kültürü” olarak adlandırılan<br />
kültürel aşamanın gerçekleşmesini sağlamıştır. Atın<br />
evcilleştirilmesi, insan topluluklarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle<br />
ilişki kurmasına vesile olmuş ve medeniyetlerin gelişmesi<strong>nde</strong><br />
etkili olmuştur. İnsanoğlunun düşünüş tarzını<br />
deri<strong>nde</strong>n etkileyen evcil at, kendi coğrafyasını terk<br />
eden muzaffer savaşçıları taşıyarak belli <strong>bir</strong> düzen ve<br />
hukuka sahip büyük imparatorlukların oluşmasına ze-<br />
49<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
min hazırlamıştır.<br />
Asya bozkırlarının iklimine uygun <strong>bir</strong> şekilde hayatlarını<br />
sürdürmek zorunda olan Türkler, güttükleri<br />
hayvanları için yeni otlaklara göç etmek ve su kaynaklarına<br />
yakın yerlere gitmek zorunda kalmışlar ve<br />
hayvanları uygun mevsimde bu yerlere sevk etmek<br />
için hızlı ve dayanıklı araçlara ihtiyaç duymuşlardır.<br />
Atın insanlığın hizmetine kazandırılması süreci bu ihtiyaçlardan<br />
hareketle başlatılmıştır.<br />
Bu aşamadan sonra at Türk insanın ayrılmaz <strong>bir</strong><br />
parçası olmuştur. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n, derisi<strong>nde</strong>n<br />
faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında gerektiği<strong>nde</strong><br />
sahibiyle konuşabilen, düşmanın kokusunu<br />
alıp sahibini uyarabilen, kahramanın anası, babası,<br />
kardeşi, yoldaşı olan, sahibini tenkit eden, ona hatırlatmalarda<br />
bulunan, kahramana yardım eden ve hatta<br />
onunla ağlayan <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür. Bazen atlar,<br />
Dede Korkut Hikâyeleri’<strong>nde</strong> olduğu gibi, kahramanlarıyla<br />
<strong>bir</strong>likte zikredilmiş; bazen de Bey Böyrek ve<br />
Şah İsmail hikâyeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi mucizevî <strong>bir</strong><br />
şekilde sahipleriyle <strong>bir</strong>likte dünyaya gelmişlerdir.<br />
Dünyadaki bütün toplumlar içi<strong>nde</strong> özel <strong>bir</strong> yere sahip<br />
olan atın, Türk mitolojisi<strong>nde</strong> kendine has özellikleri<br />
olduğu görülür.<br />
Türkler atların sudan, dağdan, gökten, rüzgârdan,<br />
mağaradan zuhur eden kutsal aygırlardan türediğine<br />
inanmışlardır. Buradan hareketle günümüz Türk<br />
edebiyatında atlara ilişkin efsaneler, gök, rüzgâr,<br />
mağara-toprak ve su menşeli atların bulunduğu efsaneler<br />
olmak üzere dört başlık altında toplanmaktadır.<br />
Bu türden <strong>bir</strong> ayırım, ilkçağlardan beri evrenin özünü<br />
oluşturduğuna inanılan dört unsur (anasır-ı erbaa) görüşünü<br />
akla getirmektedir.<br />
Eski Türkler tarafından atın gök ve su bağlantılı<br />
olduğu, daha fazla kabul görmüş <strong>bir</strong> anlayıştır. Bu<br />
inanışın izlerini destan, masal ve hikâyelerde görmek<br />
mümkündür. Mesela Akhan ve Atın Taycı adlı Altay<br />
masalında, kahramana atı ve elbisesi tanrı tarafından<br />
gö<strong>nde</strong>rilmiştir. Yakut destanında kahramanların atları,<br />
at sürüsü ilahesi tarafından güneş memleketi<strong>nde</strong>n<br />
gö<strong>nde</strong>rilir. Bir Teleut efsanesine göre ise, tanrı atına<br />
binerek yeryüzüne iner. Manas’ın Kula Tay’ının görünmez<br />
kanatları ve olağan üstü güçleri vardır. Yine<br />
Başkurtlar, “tulgar” adını verdikleri kanatlı atın, kendilerine<br />
yukarı âlemden haber getirdiklerine inanırlar.<br />
Atın yukarı âlemle aşağı âlem arasında <strong>bir</strong>leştirici<br />
işlevi olduğu Anadolu Türkmen gelenekleri<strong>nde</strong> de<br />
görülür. Mesela Baba İlyas, Amasya Savaşı’nda ölmemiş,<br />
atına binerek gökyüzüne çıkmıştır.<br />
Atın kanatlı olması ve uçabilmesi, su menşeli atların<br />
<strong>bir</strong> özelliğidir. Abdal söylencelerine göre, Kaf<br />
Dağı’nın ardındaki süt gölü<strong>nde</strong> yakalanamayan atlar<br />
yaşarmış. Hızır, ölüme çare ararken bunları görmüş<br />
ve yakalayamamış. Bir gün göle şarap dökerek atları<br />
sarhoş etmiş. Atlardan <strong>bir</strong> çiftini alarak kanatlarını<br />
koparmış ve bunları çiftleştirmiş. İlk at böylece<br />
zuhur etmiş. Yine Avşar söylencelerine göre Âdem<br />
Ata, Allah tarafından ata bindirilerek cennetten çıkarılmış.<br />
At o zamanlar kanatlıymış. Âdem Ata, at tekrar<br />
cennete dönmesin diye onun kanatlarını yolmuş.<br />
Kanatları yolunan atın kanat gücü ayaklarına geçmiş.<br />
Atın Burak soyu ise hala cennette yaşamaktaymış. Bu<br />
inanış kimi baytarnamelerde işlenmiştir. Mesela, Hz.<br />
Peygamber’e sorulan Cennette at var mıdır sorusuna;<br />
Cennete girdiği<strong>nde</strong> yakuttan iki kanatlı <strong>bir</strong> at sana<br />
yanaştırılacak ve cennet içi<strong>nde</strong> istediğin yere uçacaksın<br />
cevabı verilmiştir. İlginç rivayetlerden <strong>bir</strong>i de atlara<br />
fecr vakti<strong>nde</strong> duaya izin verildiğinin söylenmesidir.<br />
Bu rivayete göre atların duası Yarabbi beni insanlardan<br />
her kime ihsan edersen, onun ehl-i malının ziyade<br />
sevgilisi kıl şekli<strong>nde</strong>dir.<br />
Gök ve su menşeli at efsaneleri Türklerin en<br />
meşhur atı olan Argamak’ın hayat hikâyesine köken<br />
oluşturmaktadır. Asya bozkırlarında, Fergana’da “kanatlı<br />
atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atların<br />
(argamak) [1] ” yaşadığı söylentisi yaygındı. Divan-ı<br />
Lügati’t-Türk’te tanımlanan, yaban aygırıyla evcil<br />
kısrağın çiftleşmesi<strong>nde</strong>n doğan ve “arkun” denilen<br />
atlar muhtemelen argamaklar olmalıdır. Atın Türkler<br />
tarafından hafif teçhizatlı süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması,<br />
dünya savaş tarihi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dönüm noktasıdır. Bu<br />
sayede kolay hareket edebilen, uzun mesafeleri kısa<br />
zamanda kat edebilen, manevra yeteneği fazla ve oldukça<br />
etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle<br />
Çinliler, Türklerin hâkimiyet sırrının, onların atlarından<br />
kaynaklandığına inanıyorlardı. Diğer yandan denizden<br />
veya dağdan çıkan ilahi aygırlardan türeyen,<br />
hızda rakipsiz atların, Allah tarafından Türklere bahşedilmesi,<br />
Türklerin diğer milletlere üstün oldukları<br />
inancını beraberi<strong>nde</strong> getirmişti. Türk usulünü örnek<br />
alarak ordularını ıslaha girişen Çinliler, Hun atlarının<br />
en iyi yetiştirildiği bölge olan Fergana’dan yetişip<br />
1. Bu atların omuzlarında, parafiliaria multipapilosa’nın<br />
neden olduğu <strong>bir</strong> cilt hastalığı nedeniyle, hafif kanamalar<br />
olup, terlerine hafif <strong>bir</strong> kızarıklık vermesi<strong>nde</strong>n dolayı, atlar<br />
kan terleyen adıyla meşhur olmuşlardır.<br />
50<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
“kan terleyen atlar” ya da<br />
“Gök Tanrı atı” diye adlandırdıkları<br />
bu atları temin<br />
etmek için büyük gayretler<br />
göstermişlerdir. Zira o dönem<br />
itibariyle Asya’nın en<br />
cins ve en uzun koşan atlarını<br />
Hunlar yetiştiriyorlardı.<br />
Argamak<br />
İmparator Wu-ti (M.Ö.<br />
140–87) dönemi<strong>nde</strong> Çin, batıya<br />
doğru yönelmiş, büyük<br />
kaynaklar aktararak zaferler<br />
kazanan <strong>bir</strong> ordu kurmuştu.<br />
Ancak Hun Devleti’ni <strong>bir</strong><br />
türlü bastıramamış ve yok<br />
edememişti. Kurulan süvari<br />
<strong>bir</strong>likleri Hun atlılarıyla boy ölçüşemiyordu. Çinliler<br />
buradaki başarısızlığı süvarilerinin kullandıkları atların<br />
kalitesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu sırada İmparator<br />
Wu-ti’ye Fergana’daki “kanatlı atlardan türemiş<br />
olan ve kan terleyen asil atlardan (argamak)”<br />
söz edildi. Bunun üzerine İmparator Wu-ti kan<br />
terleyen atları elde etmek için hareket geçti. Kan<br />
terleyen atlara ilişkin Argamak hikâyesinin devamı<br />
ise şu şekildedir:<br />
“Fergana’daki yüksek dağlarda asla yakalanamayan<br />
atlar yaşardı. Bu atlar, seçilerek dağ eteklerine<br />
salınan benekli kısraklarla çiftleşirler ve bu<br />
kısraklardan kan terleyen taylar doğardı. Wu-ti<br />
bu hikayeyi duyunca ne pahasına olursa olsun<br />
argamakların ele geçirilmesini istedi. Fergana<br />
üzerine iki sefer düzenleyen Wu-ti, ilki<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong><br />
şey elde edemedi. Fakat ikinci sefer oldukça<br />
etkili oldu ve yapılan savaşta Fergana ileri gelenleri<br />
ya esir edildi ya da öldürüldü. Geride kalanlar<br />
kaleye çekilerek, müzakerelere başlandı. Ferganalılar,<br />
Çinlilerin geri çekilmesine karşılık olarak<br />
argamakları vereceklerini; aksi halde onları öldüreceklerini<br />
söylediler. İçi<strong>nde</strong> bulunulan durumu<br />
değerlendiren Çinliler, şartları kabul ederek <strong>bir</strong><br />
miktar argamakla 300 adet kısrak alarak geri döndüler.<br />
Ancak Fergana seferleri Çin’e çok pahalıya<br />
mal oldu. Savaş için yönetimin yaptığı hesapsız harcamalara<br />
karşı, savaş sonunda elde edilen başarı son<br />
derece mütevazı gibi görünüyordu. Bu durum Çin’de<br />
hanedanın geleceğini tehlikeye<br />
sokmuştu”.<br />
Hikâyeden de anlaşılacağı<br />
üzere Türk atı çok değerliydi<br />
ve onu elde etmek her şey demekti.<br />
Ama bu tutku sadece<br />
Çinlilere has <strong>bir</strong> şey değildi.<br />
Bu atların hızına ve güzelliğine<br />
Büyük İske<strong>nde</strong>r de hayran kalmıştı.<br />
Abbasi Devleti’nin ordularında<br />
Türk nüfuzunun görüldüğü<br />
yıllarda, Türkler, göl<br />
aygırının nesli<strong>nde</strong>n türediğine<br />
inandıkları bu atları halifeler<br />
için yetiştiriyorlardı. Orta<br />
Asya’dan Anadolu’ya gelen<br />
Türklerin yetiştirdiği atların<br />
Türkistan nesli<strong>nde</strong>n olduğu ifade edilmektedir. Bu<br />
dönemde, en değerli atların Kastamonu-Sinop bölgesi<strong>nde</strong><br />
yetiştirilen atlar olduğu söylenmektedir.<br />
Yine aynı dönemde Doğu Anadolu ve Urmiye civarındaki<br />
Türkmenlerin yetiştirdikleri atlara da itibar<br />
edilmiştir. Karakoyunluların yetiştirdikleri güzel<br />
argamaklar, XV. yüzyılda Timurlular vasıtasıyla<br />
Çin’de tekrar gü<strong>nde</strong>me gelmiş ve Çin imparatoru<br />
tarafından talep edilmiştir.<br />
Türk toplumunun belleği<strong>nde</strong> ayrı <strong>bir</strong> yeri olan<br />
at, efsane, destan, masal ve halk hikâyeleri<strong>nde</strong> ayrı<br />
ayrı rollere bürünmüştür. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n,<br />
derisi<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında,<br />
gerektiği<strong>nde</strong> sahibiyle konuşabilen, onun kardeşi,<br />
yoldaşı olan, kahramana yardım eden <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür.<br />
En eski çağlardan beri Türklerin siyasal,<br />
dinsel ve toplumsal yaşamında at önemli <strong>bir</strong> yere<br />
sahiptir. Folklorik ve dinsel değerinin yanı sıra,<br />
binit ve savaş aracı olarak kullanılması, atı sosyal<br />
ve siyasal hayatın vazgeçilmez <strong>bir</strong> parçası haline<br />
getirmiştir. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı<br />
süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması, kolay hareket<br />
edebilen ve oldukça etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkarmış<br />
ve bu <strong>bir</strong>çok topluma örnek teşkil etmiştir. Siyasi<br />
olaylara neden olabilecek kadar değerli olan Türk atı,<br />
her devirde istenilen ve aranılan <strong>bir</strong> varlık olmuştur.<br />
Türklerin değişik sebeplerle, eski dünyaya yayılmaları,<br />
beraberleri<strong>nde</strong> oldukları atlarının geniş <strong>bir</strong> alanda<br />
tanınmasını sağlamış ve Türk atı, insanlık tarihi<strong>nde</strong>ki<br />
en önemli at ırklarından <strong>bir</strong>i haline gelmiştir.■<br />
51<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
İHSAN YAŞA<br />
Türkülerin analizini<br />
yapanlar, aynı<br />
zamanda halk<br />
kültürünün de<br />
analizini yapmış<br />
oluyorlar. Dolayısıyla<br />
kültürümüzün çeşitli<br />
konulardaki tespit<br />
ve telkinlerini gün<br />
ışığına çıkarmış,<br />
böylece milletimizin<br />
yaratıcı ve üretken<br />
<strong>bir</strong> zekâya, geniş <strong>bir</strong><br />
zihin yelpazesine<br />
sahip bulunduğunu<br />
kanıtlamış oluyorlar.<br />
Şüphesiz türküler yalnızca gönül tellerimizi<br />
titreterek ruhumuzu dinlendiren <strong>bir</strong>er sanat<br />
eseri değildir. Onlar aynı zamanda ortaya çıktığı<br />
dönemlerin acı, hüzün veya sevinçlerini, darlık<br />
veya ferahlık gibi ekonomik gelgitlerini, toplumsal<br />
huzursuzluk veya gerginlik gibi sosyal dalgalanmalarını<br />
da aksettiren sözlü verimleridir.<br />
Büyük oğlan esker, öteki çırak<br />
Han için param yok, oteli bırak<br />
Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli uzak<br />
Bir değil, beş değil yara dohdur beg<br />
Keza türküler, halkımızın sağlık, gençlik ve<br />
aşk ile ilgili düşüncelerini de yansıtır; bazı bedenî<br />
ve ruhî hastalıkların sebepleri ve çareleri ile ilgili<br />
olarak da <strong>bir</strong> şeyler söyler. Kısacası Türkülerimizde<br />
milletimizin çeşitli konulardaki temel görüşleri,<br />
hayata bakışı, dünya ve ahret anlayışı, insanlar arası<br />
ilişkileri vardır. Farzımuhal gurbet hasretliğinin<br />
kimi insanı hasta edebileceğini, bunun çaresinin<br />
ise sılaya gitmek olduğunu <strong>bir</strong>çok türküde görmek<br />
mümkündür. Şu mısralar gurbette hasta olup hekime<br />
giden vatandaşın hâlini gösteriyor:<br />
52<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Valla doktor bana dedi<br />
Dön artık çaren yoktur<br />
(Çukurova türküsü)<br />
Bilhassa yâre kavuşamamak yüzü<strong>nde</strong>n pek çok<br />
insanın hasta olduğunu anlatan türküler çoktur.<br />
Mesela aşağıdaki Şanlıurfa türküsü<strong>nde</strong> vuslatın<br />
gerçekleşmemesinin sebep olduğu rahatsızlık belirtiliyor<br />
ve buna ciğer hastalığı deniliyor. Burada ve<br />
daha pek çok başka türküde geçen ciğer ta<strong>bir</strong>i bildiğimiz<br />
karaciğer veya akciğer değil, gönül yorgunluğundan<br />
kaynaklanan genel <strong>bir</strong> düşünlük veya çökkünlük<br />
(depresyon) hâlidir. Türkülerde sık geçen<br />
ve ‘gönül yarası’ olarak da ifade edilen, yâr’dan<br />
başka dermanının bulunmadığı iddia edilen durum<br />
da budur. (Hemen hatırlatalım ki günümüzde artık<br />
bu tip rahatsızlıkların da çaresi vardır.)<br />
Kara giydim yastayım ben<br />
Yâr yüzü<strong>nde</strong>n hastayım ben<br />
Derman kâr eylemez bana<br />
Ciğerimden hastayım ben<br />
Türkülerde hekimlerin yapması ve yapmaması<br />
gereken davranışları veya halkın tabiplerden ne<br />
beklediğinin ipuçlarını bulmak da mümkündür.<br />
Mesela hastalar herkesin yanında, kalabalık <strong>bir</strong><br />
ortamda doktora bütün şikâyetlerini söylemezler.<br />
Çünkü bunun <strong>bir</strong> sır olduğunu düşünüp hekimin de<br />
bu sırra riayet etmesini ve hasta ile yalnız olarak<br />
konuşmasını beklerler. Hastane polikliniği<strong>nde</strong> başı<br />
çok kalabalık olan hekime şikâyetini söyleyemeyen<br />
vatandaş yaşadığı hayal kırıklığını ve hekime<br />
serzenişini –onu incitmeden- bakın ne de güzel dile<br />
getiriyor:<br />
Diyeceğim çok ama<br />
Pek kalabalık yerdesin<br />
(Kırşehir türküsü)<br />
Vatandaşın hekimden <strong>bir</strong> başka beklentisi de<br />
onun bacı kardeş gibi olmasıdır:<br />
Üreklerin tacı olan<br />
Bize kardaş bacı olan<br />
Dermanları acı olan<br />
Ağ halatlı doktorlar<br />
Türkülerde hastayı anlayan müşfik hemşireler<br />
de unutulmamış:<br />
Benim güzel hemşirem<br />
İğne düşmez eli<strong>nde</strong>n<br />
Hastalarını çok sever<br />
Bal akıyor dili<strong>nde</strong>n<br />
Bu arada hemşireye gönlünü kaptıran hastalar<br />
da oluyor. İnsanlık var olduğundan beri hep yaşanmış<br />
ve yaşanacak olan zaafları da türküleri<strong>nde</strong><br />
dillendiriyor halkımız. Bazen aşk bazen de nefis ile<br />
karşımıza çıkan bu ezeli duygu da elbette türkülerde<br />
yer alacaktı:<br />
Giymiş beyaz önlüğü<br />
Başına takmış tacı<br />
Senin gibi güzele<br />
Diyemiyorum bacı<br />
Bilindiği gibi sağlık denilince akla sadece ‘beden<br />
sağlığı’ ya da ‘ruh sağlığı’ gelmez, bunlarla<br />
<strong>bir</strong>likte ‘fikren sağlıklı olmak’ hâli de gelir. ‘Sağlıklı<br />
düşünebilmek’ kabiliyeti veya keyfiyeti <strong>bir</strong>az<br />
sübjektif <strong>bir</strong> hüküm olmakla beraber farzımuhal<br />
“Pire için yorgan yakan” veya “nefsanî arzuları<br />
için bütün varını yoğunu tüketen” <strong>bir</strong> kişinin sağlıklı<br />
<strong>bir</strong> düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek<br />
de mümkün değildir. Hakeza ertesi gün okulda<br />
imtihanı olduğu hâlde akşama kadar sokakta oyun<br />
oynayıp hiç ders çalışmayan <strong>bir</strong> öğrenciyi -yanaklarından<br />
kan damlasa da- tam olarak sağlıklı kabul<br />
etmek doğru değildir. Aynı şekilde gece gündüz<br />
yârini düşünerek Mecnun’a dönmüş, böylece zihin<br />
ve ruh sağlığını kaybetmiş <strong>bir</strong> kişiye de normal<br />
denilemez. Yani vücudunda herhangi <strong>bir</strong> hastalık<br />
belirtisi olmayan, bedenen sağlam gibi duran nice<br />
insan vardır ki aslında ruhen ve fikren maluldür.<br />
Türkülerimizde (ve onun gibi anonim atasözlerimizde)<br />
bunlara ait değerlendirmeler de var.<br />
Mesela ‘Duvarı nem, yiğidi gam bitirir’ deyişi<br />
bunu gösteriyor. Aslında halkımız uzun süren derin<br />
üzüntü ve düşüncenin ne kadar zararlı olduğunu bilir;<br />
lakin gene de sosyal tarihimizde bu tip vakalar<br />
az değildir. Üzüntü ve karasevdadan dolayı hasta<br />
olanlar, maalesef türkülerimizin çoğunun konusunu<br />
teşkil etmiştir:<br />
Sevda çekenlerden gülen olmamış<br />
53<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Ağlamış gözyaşın silen olmamış<br />
Veya aşağıdaki türküde gördüğümüz gibi yârden<br />
ayrılmaya ölüm yeğ tutulmuştur:<br />
Karadır kaşların benzer kömüre<br />
Yârdan ayrılması zarar ömre<br />
Kollarımdan bağlasalar demire<br />
Kırarım demiri koşarım yâre<br />
İnsanımızın gönül yarasına çok çabuk kapılmış<br />
olmasının sebeplerini anlamak ayrı <strong>bir</strong> konudur<br />
ama bu hususta da <strong>bir</strong>kaç şey söylemekte yarar var<br />
sanırım. Bizce sebeplerin en önemlisi türkü, hikâye<br />
ve masallardaki bu yö<strong>nde</strong>ki telkinlerdir. Yani böylesi<br />
söz ve deyişler karasevdanın sebebini teşkil ettiği<br />
gibi sonucunu da etkilemiştir. Bir bakıma <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini<br />
etkileyerek artıran karşılıklı tesirler söz konusudur.<br />
İnsanlar bu telkinleri yapan türkü, hikâye ve<br />
masalları dinleye dinleye hassas, nazlı ve karamsar<br />
<strong>bir</strong> kişilik ve zihniyet yapısını bürünmüş oluyorlar.<br />
Tersi de varittir. Yani fazla duygusal ve hassas <strong>bir</strong><br />
şahsiyet yapısına sahip bulunanlar bu tip söz ve deyişleri<br />
yaratmaya daha yatkın oluyorlar.<br />
Türkülerdeki psikolojik ve sosyal<br />
tespitler<br />
İnsan ne kadar iradeli ve erdemli olursa olsun<br />
gene de nefsinin etkisi ile sonradan pişman olacağı<br />
yanlışlıklar yapabilir. Hem toplumumuzda hem<br />
de insanlık tarihi<strong>nde</strong> bu hakikatin sayısız örnekleri<br />
vardır. İşte bu gerçeği de türkülerimizde görmek<br />
mümkündür. Bir türkünün şu güftesi hem bu ezeli<br />
gerçeği ifade ediyor hem de kişinin kendini tanıması<br />
gerektiğini hatırlatıyor:<br />
Suda balık yan gider<br />
Açma yaram kan gider<br />
Açma güzel sineni<br />
Cahilim aklım gider<br />
Aslında insanımız <strong>bir</strong> taraftan yâri her şeyin dermanı<br />
olarak görürken diğer taraftan onun da zalim<br />
<strong>bir</strong> tarafının bulunduğunu söylemekte ama gene de<br />
ondan vazgeçmemektedir:<br />
İki dağın arası var<br />
Bu gönlümün yarası var<br />
Doktorlarda bulamadım<br />
Zalim yârda çaresi var<br />
Bazı âşıklar ise hem sevdiğini yücelterek yere<br />
göğe sığdıramaz hem de onun da el olduğu için tam<br />
<strong>bir</strong> bağlılık içi<strong>nde</strong> bulunmadığından yakınır. İnsanın<br />
kafasının zaman zaman karışık ve çelişkilerle<br />
dolu olduğuna <strong>bir</strong> örnek teşkil etmesi bakımından<br />
şu Kırıkkale türküsü çok manidardır:<br />
Altın yüzük ulanmaz<br />
Suya atsan bulanmaz<br />
Elkızı değil mi ki<br />
Kurban olsan inanmaz<br />
Bu farklı iki türkü de gösteriyor ki âşıkların, uğruna<br />
her şeyini feda ettikleri güzel yârin de kusurları<br />
var. Bu kusur yalnızca ‘her beşerde kusur bulunur’<br />
vecizesi ile açıklanacak <strong>bir</strong> durum değil, daha<br />
karmaşık duyguların hâkim olduğu <strong>bir</strong> şaşkınlık ve<br />
tutarsızlık hâlidir. İnsanların zaman zaman hata yapabilmesi<br />
başka <strong>bir</strong> şey, güvenmeme ve inanmama<br />
hissiyatı daha başka <strong>bir</strong> şeydir. Hata yapan kişi kusurunu<br />
fark ederek düzeltir, izahını yapar, mesele<br />
tatlıya bağlanır. Fakat inanmamak ve güvenmemek<br />
daha yaralayıcı ve etkileyici <strong>bir</strong> olumsuzluktur. Bu<br />
zaafın yârde bulunması az <strong>bir</strong> uyumsuzluk değil.<br />
Buna rağmen âşıklar bunu da tam olarak değerlendiremezler.<br />
Sanıldığının aksine halkımız çok eşliliği tasvip<br />
etmez. Birkaç karısı olan kişilere bazı bölgelerde<br />
e<strong>nde</strong>r olarak rastlansa da çoğunluk bunu doğru bulmaz<br />
ve yadırgar. İşte <strong>bir</strong> Orta Anadolu türküsü:<br />
Bir yiğide <strong>bir</strong> gelin yeter<br />
İki alanın derdi artar<br />
Hayat felsefesine ait önemli tespit ve tavsiyeler<br />
de vardır türkülerde. Her şeyin zamanında yapılması<br />
gerektiğini telkin eden, yaşlanma olmadan<br />
gençliğin değerinin bilinmesini öğütleyen şu Elâzığ<br />
türküsüne kulak verelim:<br />
Yüce dağ başını aştıktan sonra<br />
Olmamış yaramı deştikten sonra<br />
İster ölüm olsun ister ayrılık<br />
Neden bu genç ömrüm geçtikten sonra<br />
54<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Başkalarına özenip onları taklit etmenin insana,<br />
dolayısıyla topluma zarar verdiğini telkin eden türkülere<br />
de rastlıyoruz. Ama gene de toplumumuzda,<br />
bilhassa aydınlarımızda başkalarına benzeme meyli<br />
var. Hatta bu durum bazen o derece ileri gitmiş ki<br />
yabancı kültürleri üstün tutma noktasına kadar varmıştır.<br />
‘Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür’<br />
misali, milletimizin yöneticileri ve zenginleri Orta<br />
Asya’da iken Çinlilere benzemeye çalışıyorlardı,<br />
günümüzde ise Avrupalıların yaşantısına özenti var.<br />
İşte heveslenme ile ilgili <strong>bir</strong> Gaziantep türküsü:<br />
Yağmur yağdı ben ıslandım<br />
Geldim kapına yaslandım<br />
Eller de yârim dedikçe<br />
Ben ellere heveslendim<br />
Hayatta hiç<strong>bir</strong> suçun cezasız kalmayacağını,<br />
bu dünyada olmasa bile öbür dünyada herkesin<br />
ettiğinin karşılığını bulacağını telkin ederek insanları<br />
dürüstlüğe ve fazilete teşvik eden türküler de<br />
çoktur. Bu deyişler toplumsal dokumuzun sağlam<br />
kalmasına yardım ettiği gibi dürüstlükten ayrılmayanlara<br />
moral ve destek vererek onların kendine<br />
olan güvenini artırmakta, böylece insanların doğru<br />
yolda yürüme kararlılığını diri tutmaktadır:<br />
Ağlama sen garip anam bu işler olur<br />
Beni vuran zalim Allah’tan bulur<br />
Malum, hastanelerdeki hasta ziyaretlerinin gerekli<br />
olup olmadığı, hastaların bundan rahatsızlık<br />
duyup duymadığı hususu zaman zaman tartışılmaktadır.<br />
Ancak türkülerden öğreniyoruz ki, hastalar<br />
dostlarının ziyareti<strong>nde</strong>n memnun olmaktadır.<br />
İşte <strong>bir</strong> Şebinkarahisar türküsü:<br />
Geçen yıl bu zaman sapa sağlamdım<br />
Serum şişesine bağlandım kaldım<br />
Yatmadan dostlarım var idi sandım<br />
Kimseler gelmiyor yanıma benim<br />
Günümüzde gelişmiş tıbbın önerileri varken,<br />
psikoloji ve sosyoloji gibi modern bilimlerin verileri<br />
ortada iken eski insanlarımızın bu mevzulardaki<br />
tespit ve tavsiyelerine değer vermeye ne gerek<br />
var’ diye düşünenler olabilir. Bunun açıklamasını<br />
yapmadan önce <strong>bir</strong> hususu belirtelim: Türkü ve<br />
atasözleri<strong>nde</strong>ki bazı bilgi ve tavsiyeleri günümüzdeki<br />
modern hekimliğin alternatifi ve zıddı olarak<br />
görmemek lazım. Zaten dikkat edilirse bu bilgilerin<br />
çoğu çağımızın verileriyle <strong>bir</strong> tezat teşkil etmiyor,<br />
bilakis uyuşuyor. Dolayısıyla bunları <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerinin<br />
karşıtı gibi değil, tamamlayıcısı olarak kabul etmek<br />
daha doğru olur. Zira herkesçe malum olduğu üzere<br />
herhangi <strong>bir</strong>imiz -Allah korusun- amansız <strong>bir</strong> hastalığa<br />
yakalandığımızda bugünkü tıbbın tedavisinin<br />
yanında manevi telkin ve dualardan da medet umuyoruz.<br />
Biri maneviyatımızı yükselterek hastalıklara<br />
karşı direncimizi kuvvetlendirirken, diğeri bede<strong>nde</strong>ki<br />
hastalığı yok ediyor. İkisi <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini desteklemiş<br />
ve tamamlamış oluyor.<br />
Çağımızın sosyal bilimleri ve tıp teknolojisi<br />
fevkalade gelişmiş, <strong>bir</strong>çok hastalığa çare bulunmuş<br />
ama mutluluk ve huzurun reçetesi maalesef henüz<br />
tam olarak bulunamamıştır. Dolayısıyla çağımızın<br />
insanı tedirgin ve mutsuzdur. İnsanlar, yaşadıkları<br />
endişe ve sıkıntılardan kurtulmak için eski metotlara<br />
başvuruyorlarsa demek ki yeterince rahat ve<br />
huzurlu değiller.(Allaha sığınıp ondan yardım dilemenin<br />
anlamı da budur.)<br />
Türkülerimizde ve atasözlerimizde de bunlara<br />
ait tavsiyeler var. Şu veciz ifade ne kadar etkileyicidir:<br />
‘Ayağını sıcak tut, başını serin; düşünme derin<br />
derin.’ Bu deyiş hem bedenî hem de psikolojik<br />
sağlığı korumayı amaçlayan önemli <strong>bir</strong> düsturdur.<br />
Eskilerin kafası şimdikilerden daha rahat ve<br />
huzurlu olduğuna göre demek ki onlar kendilerini<br />
rahatlatmak ve mutlu olmak için daha tesirli yollar<br />
bulmuşlardı. O yolları şimdi bizim de bilmemizde<br />
fayda var diye düşünüyorum. ‘Damdan düşenin<br />
hâlini en iyi gene damdan düşen anlar’ deyişi<br />
hikâye ve masallarda olduğu gibi türkülerde de<br />
var:<br />
Hastanın hâli<strong>nde</strong>n ne bilir sağlar oy<br />
Döşek melûl mahzun yastık kan ağlar oy<br />
Yâr’dan çok şey beklemek<br />
Türkülerimizde en fazla konu edilen hususlardan<br />
<strong>bir</strong>i de yukarıda <strong>bir</strong> iki örneğini verdiğimiz ‘sevda’<br />
hissiyatıdır. Türkülere bakılırsa kişi her sıkıntıyı yâr<br />
ile aşar. Uykusuz geceleri hep yârden bilir. İştahsız,<br />
yorgun ve işlerine karşı isteksiz olmasının sebebi<br />
de yârdir. Hatta bedensel hastalıkların kaynağında<br />
da yâr hasreti vardır. Yani yâr varsa her şey güzel,<br />
55<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
o yoksa her şey kötüdür. Bu tespitler günümüzün<br />
tıp anlayışına tam olarak uymasa da tespitlerde kısmen<br />
gerçeklik payı var. Çünkü her şeyin başında<br />
moralin geldiğini tıp camiası da kabul ediyor. Hatta<br />
amansız hastalıkların sebepleri arasında, büyük ve<br />
uzun süren üzüntü ve streslerin bulunduğunu iddia<br />
eden hekimler de var.<br />
Ancak yâre kavuşmanın her şeye deva olması,<br />
yokluğunun ise neredeyse her hastalığa davetiye<br />
çıkarması gibi telkin ve düşünceler bizce doğru<br />
değil. Çünkü bu görüş hem gerçeklerle tam olarak<br />
bağdaşmıyor hem de terbiye sistemi bakımından,<br />
çocukları ve gençleri tutarlı yetiştirme açısından<br />
isabetli değil.<br />
Yâre bu kadar çok şey yüklemenin ve ondan<br />
çok şey beklemenin sebebi nedir acaba<br />
Evvela, türkülerde bu konuda <strong>bir</strong> abartı olduğunu<br />
söyleyelim. Çünkü toplumda yaygın olan <strong>bir</strong> durum<br />
değil bu. Vuku bulan böylesi tek tük hâdiseler<br />
türkülere ve hikâyelere konu olup defalarca dinlenince<br />
karamsarlık ve bedbinlik meydana geliyor.<br />
‘Bir insana kırk kere deli denirse o da kendisini deli<br />
zanneder’ misali insanlar uzun süre bu tip sözlere maruz<br />
kaldığında olumsuz etkileniyor.<br />
İkinci sebep türküleri ortaya çıkaran insanların kişilikleriyle<br />
alakalıdır. İnsanımız <strong>bir</strong> şeye bağlanırken<br />
de <strong>bir</strong> şeyden uzaklaşırken de maalesef bazen aşırıya<br />
gidiyor. Yani övgüleri<strong>nde</strong> de, yergileri<strong>nde</strong> de ölçüyü<br />
kaçırıyor. Bu mizaç yapısı böylesi karasevdayı ortaya<br />
faktörlerden <strong>bir</strong>idir.<br />
Üçüncü olarak, insanlar eskiden <strong>bir</strong>çok şeyi aileleri<br />
ve yakınlarıyla paylaşmıyorlardı. Çekingenlik ve aile<br />
içi<strong>nde</strong>ki yetersiz diyalog yüzü<strong>nde</strong>n şahsi duygular ve<br />
düşünceler kâfi derecede konuşulmuyordu. Dolayısıyla<br />
gençler her şeyini paylaşan <strong>bir</strong> evdeşin hayalini<br />
kuruyorlardı. Hatta gerçekte onda olmayan özellikleri<br />
de varmış gibi düşünüyorlardı. Aşk böyle başlıyordu.<br />
Âşıklara göre yâr, hem sırdaş hem eş hem de önemli<br />
<strong>bir</strong> güç kaynağı idi. O, kusursuz, her bakımdan<br />
mükemmel <strong>bir</strong> insan, her derde deva <strong>bir</strong> varlık idi.<br />
(Malum, âşıklar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leri<strong>nde</strong> kusur göremezler). O<br />
varsa dünya var, yoksa dünya anlamsızdır.<br />
Başka nedenler de sayılabilir ama netice itibariyle<br />
genel kültürümüzde ve özel olarak türkülerimizde<br />
rastladığımız yârle ilgili telakkiler bize göre<br />
gerçekçi <strong>bir</strong> bakış değil. Yâr gerçekten önemli ve<br />
insanı hayata bağlayan unsurlardan <strong>bir</strong>idir elbette<br />
ama her şey değildir. O duyguyu ne gereği<strong>nde</strong>n<br />
fazla büyütmek ne de önemsiz <strong>bir</strong> duyguymuş gibi<br />
görmezlikten gelmek doğru olmaz. Bazı kimselerin<br />
amiyane ta<strong>bir</strong>le söyledikleri ‘dünya karşı cins üzerine<br />
kurulmuştur’ sözü isabetli ve doğru değildir.<br />
Kişiler yârini kaybettiği zaman her şeyini yitirmiş<br />
gibi <strong>bir</strong> duyguya kapılmamalı veya derin <strong>bir</strong> yeise<br />
düşmemeli ya da vuslat olmadan da ayakları üzeri<strong>nde</strong><br />
durmasını becerebilmelidir. Bu şekildeki telkinlere<br />
daha fazla ihtiyaç var.<br />
Tıp uzmanı Dr. Sait Eğilmez, ses sanatçısı<br />
ve araştırmacı Salih Turhan ve yazar Osman<br />
Güzelgöz’ün <strong>bir</strong>likte hazırladıkları ‘Türkülerde<br />
Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türküler” isimli kitabı<br />
okurken bunları aklımdan geçirdim. Sağlık Bakanlığı<br />
yayınları arasında yeni çıkan bu önemli kitap<br />
kanaatimce <strong>bir</strong> boşluğu doldurmuştur.<br />
Göz hastalıkları doçenti S. Eğilmez’in, Âşık<br />
Veysel’e atfen yazdığı ve halk müziği sanatçısı Salih<br />
Turhan’ın notaladığı şiir de çok manidar:<br />
Sesin duydum Veysel, dengin aradım<br />
Sözünün üstüne söz bulamadım<br />
Görmenin ilmine ömrüm adadım<br />
Veysel’ce gören <strong>bir</strong> göz bulamadım<br />
Bu çerçevede ‘kansere sitem’ diyebileceğimiz<br />
şiirin sahibi değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakileri<br />
de hatırlayalım:<br />
Sanma ki ben se<strong>nde</strong>n korkan <strong>bir</strong>iyim<br />
Ha bugün ha yarın, ölüm mukadder.<br />
Bir kız torunum var; dünya güzeli<br />
Ki şimdi burada ne söylesem az<br />
Sabah akşam <strong>bir</strong> gül gibi elimde eli<br />
Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz<br />
Sonuç olarak, Türkülerin analizini yapanlar,<br />
aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış<br />
oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki<br />
tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış,<br />
böylece milletimizin yaratıcı ve üretken <strong>bir</strong> zekâya,<br />
geniş <strong>bir</strong> zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış<br />
oluyorlar. Ayrıca Türk Kültürünün çok<br />
köklü ve engin <strong>bir</strong> yapısının bulunduğunu da göstermiş<br />
oluyorlar. Politikacıların, <strong>bir</strong> kısım aydınların<br />
ve bazı sosyal bilimcilerin ‘halkın engin sağduyusu’<br />
ya da ‘halkın şaşmaz feraseti’ dedikleri şey<br />
bu olsa gerek.■<br />
56<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ÖMER KEMİKSİZ<br />
Ne vakit sahura kalksam,<br />
<strong>bir</strong> iftar sofrasında<br />
ezanı beklesem, teravih<br />
namazı için evden<br />
çıksam, bayram sabahı<br />
kapımı çalan çocuklarla<br />
göz göze gelsem,<br />
bayram ziyaretleri<strong>nde</strong><br />
büyüklerimin elini<br />
öpmek için davransam<br />
aklıma hep o çocukluk<br />
günlerimin ramazanları<br />
gelir ve şimdilerde sıkça<br />
duyduğumuz “Nerede<br />
o eski ramazanlar”<br />
sözü<strong>nde</strong>ki özlenen<br />
eski ramazanların o<br />
ramazanlar olduğunu<br />
düşünürüm.<br />
Ramazana günler kala evimizde tatlı <strong>bir</strong><br />
telaş başlardı. Her taraf baştan aşağı temizlenir,<br />
bu esnada ayakaltında dolaşmamızı istemeyen<br />
büyüklerimiz, bizleri evin dışına gö<strong>nde</strong>rmenin<br />
planlarını yaparlardı. Açılan yufkalar, biz<br />
çocukların ulaşamayacakları yerde saklanırdı. Ne<br />
olduğunu o zamanlar pek anlamasak da bu koşuşturmaca<br />
hoşumuza giderdi, eğlenirdik. Ramazan<br />
geliyor derlerdi bize. Biz, çocuk aklımızla gelenin<br />
<strong>bir</strong> misafir olduğunu düşünür, nasıl <strong>bir</strong>i olduğunu<br />
merak eder dururduk. Oruç tutmanın anlamını<br />
bilmezdik. Tutmak deyince somut olarak elle<br />
kavramayı gözümüzde canlandırdığımız <strong>bir</strong> dönemdeydik.<br />
Büyüklerden dinlediğimiz kadarıyla<br />
oruca <strong>bir</strong> “mana” yüklemeye çalışıyorduk.<br />
Çocukluğumuzun ramazanları hep kış günlerine<br />
rastlardı. Soğuk kış geceleri<strong>nde</strong> sahura kalkmak<br />
bize hep zor gelirdi. Akşam yatmadan önce<br />
kahramanlık gösterip sabahleyin kesin uyanacağımızı<br />
ve ertesi gün oruç tutacağımızı söylesek de<br />
o vakit geldiği<strong>nde</strong> yan çizmeye başlardık. Kar yağınca<br />
köyümüzün elektrikleri –özellikle gecelerisık<br />
sık kesilirdi. Gaz lambasının ışığı ve kokusu<br />
altında kalktığımız sahurlarda uyku sersemliğiyle<br />
kardeşler arası çarpışmalar sıkça yaşanan kazalardandı.<br />
Her ne kadar soğuk suyla yüzümüzü<br />
yıkasak da sofraya oturduğumuzda gözlerimizden<br />
uykunun aktığı hemen belli olurdu. Sabah ezanını<br />
duyar duymaz bütün lokmalar olduğu gibi sofraya<br />
bırakılır, oruç başlardı. Ezana yakalanmadan su<br />
içmek ve oruca niyet etmek için acele ediyorduk.<br />
57<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Bazı sabahlar uykumuz kaçmış ve elektrikler de bizi<br />
terk etmemiş olursa sahur programlarını takip ediyorduk.<br />
O günlerde televizyonlarda yüzlerce kanal<br />
ve sahur programı adı altında magazin türü etkinlik<br />
yapanlar yoktu henüz. Ailenin bütün üyelerinin <strong>bir</strong><br />
arada aynı sofra etrafında buluştukları ramazan günleriydi<br />
o günler. Sonra sırası gelen ayrıldı o sofradan.<br />
Evlenenler, okumaya gidenler derken büyüdükçe<br />
koptuk sahur sofralarından.<br />
Okula gittiğimiz hafta içi günleri<strong>nde</strong> oruç tutmamızı<br />
istemezdi anne babamız. Herhalde açlığa dayanamayacağımızı<br />
düşünürlerdi. Biz de hafta sonları<br />
için onlardan söz alırdık. Ama bazen kendi sözümüzü<br />
bile tutamazdık. Kışın günler ne kadar kısa olsa<br />
da belli <strong>bir</strong> saatten sonra midemiz hareket geçmeye<br />
başlardı. O zaman devreye giren büyükler öğleye<br />
kadar tutulan orucun da kabul olacağını söylerler,<br />
bizi rahatlatırlardı. Hatta ara sıra “Yarın da öğleden<br />
akşama kadar tutar, ikisini tam gün yaparsınız.”<br />
şekli<strong>nde</strong> de takılırlardı bize. Orucu bozup karnımızı<br />
<strong>bir</strong> güzel doyurduktan sonra pişman olurduk. Keşke<br />
<strong>bir</strong>az daha dayanıp akşama kadar sabredebilseydik<br />
diye düşünürdük. İnsanın karnı aç olunca düşünemiyor<br />
işte böyle şeyleri. Her zaman böyle olmazdı tabi.<br />
Yıllar ilerledikçe oruç tuttuğumuz gün sayısında da<br />
artış olurdu elbet. Evde kardeşler, okulda arkadaşlar<br />
arasında kaç gün oruç tuttuğumuzun yarışını yapardık.<br />
Bu rekabet hem bize oyun gibi gelirdi, hem de<br />
ramazanları ve orucu daha çok sevmeye başlardık.<br />
Oruçlu olduğumuz günlerde iftar sofralarına zafer<br />
kazanmış <strong>bir</strong> edayla oturur, bu iftarı fazlasıyla hak<br />
ettiğimizi düşünürdük. Ailemizden aldığımız övgü<br />
dolu sözler de işin <strong>bir</strong> başka güzelliğiydi.<br />
İftar sofralarının hazırlanması ne çok sevindirirdi<br />
bizleri. İkindi vakitleri<strong>nde</strong> evdeki kadınlar arasında<br />
yapılan iş bölümü sonrası yemek hazırlıkları başlardı.<br />
Tencerelerden taşan yemek kokuları akşama doğru<br />
dayanılmaz <strong>bir</strong> hâl alsa da o vakte kadar açlığa<br />
dayanmış olan biz çocuklar, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi<br />
gösterirdik onlara. Dışarıda yağmur,<br />
kar varken bahçeye çıkıp oyun oynayarak vakit geçiremeyeceğimize<br />
göre çaresiz dayanmak zorundaydık<br />
o kokulara. Çorbası, salatası, kadayıfı… Şu ezan<br />
<strong>bir</strong> okunsun hepsi<strong>nde</strong>n fazla fazla yiyeceğiz derdik<br />
de iş yemeye gelince <strong>bir</strong> anda kesilir, doyardık. Ramazanın<br />
bereketi derlerdi bu duruma.<br />
Tek kanalda iftar programı başladığında ekranın<br />
herhangi <strong>bir</strong> köşesi<strong>nde</strong> hangi ilin iftar saati olduğu<br />
yazardı. Şehirlerin adını okuduğumuzda oradakileri<br />
içten içe kıskanırdık. Şimdi iftar sofrasında doya<br />
doya yemek yiyorlar diye hayal ederdik. Gözümüz<br />
<strong>bir</strong> ekranda, <strong>bir</strong> duvardaki imsakiyede, <strong>bir</strong> de saatte;<br />
kulağımız ise ezanda olurdu. İftar yaklaştıkça zaman<br />
sanki durur, vakit geçmezdi. Köyde olduğumuz için<br />
daha sonra şehirlerde duyacak olduğumuz top sesini<br />
de bilmezdik. Hele elektrikler de kesikse evde çıt<br />
çıkmazdı. Televizyonda da iftar saatini takip edemeyeceğimize<br />
göre okunacak ezanı duyabilme gayesiyle<br />
susardık. İmamın “Allahu Ekber” nidası ne büyük<br />
<strong>bir</strong> mutluluk ve huzurdu bizim için! Hem günü<br />
oruçlu geçirmiş hem de yer soframızdaki yemeklere<br />
rahatça dokunabileceğimiz anı yakalamıştık. Önce<br />
dualar edilir, ardından sular içilirdi. Sonra derin <strong>bir</strong><br />
sessizlik… Herkes karnını doyurmakla meşgul olurdu.<br />
Yemeğin akabi<strong>nde</strong> imsakiyeden o günün üzerini<br />
çizme görevi bana verilmişti. İlk günler bitmeyecekmiş<br />
gibi görünen ramazan günleri sona doğru sanki<br />
çifter çifter azalırdı. Sayılı günler çabuk geçermiş.<br />
Öyle derlerdi.<br />
Teravih namazı hazırlığı mutluluğun zirveye<br />
çıktığı anlardı. İbrikten alınan abdest, ellerimize<br />
sürdüğümüz esans, giyilen temiz elbiseler teravih<br />
hazırlıklarından yalnızca <strong>bir</strong>kaçıydı. Yollar çamur<br />
içi<strong>nde</strong> olduğundan paçalarımızı çoraplarımızın içine<br />
sokar, o şekilde giderdik camiye. Namaz esnasında<br />
çocukların yeri hep en arkalardı. Ön saflar yaşlılara<br />
ayrılmıştı. İnsanlar saflarda ilerledikçe yaşlanıyorlardı<br />
ya da yaşlandıkça saflarda ilerliyorlardı. Saflara<br />
veda edenlerin yerini başkası alıyordu. Namazın<br />
uzun olmasından mı nedir camideki çocuklar <strong>bir</strong><br />
süre sonra sıkılmaya, kendi aralarında gülüşmeye<br />
hatta son cemaat yeri<strong>nde</strong> koşuşturmaya başlarlardı.<br />
Bu yaramazlıkların büyüklerin tepkisine neden olduğunu<br />
hatırlamıyorum hiç. Ne onlara kızmak ne de<br />
onlardan orayı terk etmelerini istemek… Hiç<strong>bir</strong>ine<br />
başvurmuyorlardı. Yaşlıların çocuklara olan sevgi ve<br />
tahammülü o dönemde daha fazlaydı.<br />
Ramazanda soframıza katılan misafirlerin içi<strong>nde</strong><br />
en çok pideyi severdik. Babamın pazardan getirdiği<br />
pidelerin evimize girdiği günlerin oruçları daha <strong>bir</strong><br />
güzel gelirdi bize. O gelene kadar sofrada saltanat<br />
süren mısır ekmeği onun karşısında ikinci plana atılmış<br />
gibi olurdu. Evimize pidenin girmesi gerçekten<br />
olağanüstü <strong>bir</strong> şeydi. Sanki farklı <strong>bir</strong> dünyadan gelmiş<br />
gözüyle bakardık ona.<br />
Önce teravih namazları ayrılırdı bizden. Sonra<br />
son sahur… Arife günleri bayram coşkusunun arttığı<br />
günlerdi. Yine temizlik başlardı evde. Tatlıların<br />
kokusu buram buram yayılırdı etrafa. Arife hangi<br />
güne denk gelirse gelsin o gün ilçede pazar kuru-<br />
58<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
lurdu. Babam alışveriş yapmak için çarşıya inerdi.<br />
Biz sabırsızlıkla onun getireceği şekerleri beklerdik.<br />
Elbet ayakkabı, elbise de getirirdi fakat biz yine de<br />
şekeri yeğlerdik. Bizim oralarda arife gününe “Ekmek<br />
günü” derlerdi. Niye öyle dendiğini bilmezdik,<br />
merak da etmezdik. Bizim için o günün tek anlamı<br />
bayramın habercisi olmasıydı. Elimize pirinç ve su<br />
tutuşturan büyüklerimizin emriyle mezarlığın yolunu<br />
tutardık. Kuşlar istifade etsin diye suyu ve pirinci<br />
mezarların üzerine bırakır, öğrendiğimiz duaları<br />
okur, gerisin geri eve dönerdik.<br />
Teravih ve sahurun ardından bizi terk etme sırası<br />
iftara gelirdi. Son iftarlar hep buruk geçerdi. Önümüzdeki<br />
seneye kimin çıkıp kimin çıkmayacağı bilinmediği<strong>nde</strong>n<br />
bu iftarın belki de bu fani dünyadaki<br />
son iftar olma ihtimali düşündürürdü büyükleri.<br />
Hepsinin dili<strong>nde</strong> daha nice ramazanlara ulaştırması<br />
için yaratıcıya gö<strong>nde</strong>rilen dua olurdu. Biz susardık.<br />
Ölüm düşüncesi çok uzaktı henüz bizlere. Tek düşüncemiz<br />
<strong>bir</strong> an önce sabahın olması ve bayramın<br />
başlamasıydı. Sofradan kalkınca babamın pazardan<br />
getirdiği torbalar ortaya dökülür, herkese bayram<br />
hediyeleri takdim edilirdi. Bayram şekerleri gizli <strong>bir</strong><br />
yere konur, bizden sabaha kadar onlara dokunmamamız<br />
istenirdi. Ama annem, annelik içgüdüsü<strong>nde</strong>n<br />
kaynaklanan <strong>bir</strong> şefkatle gizlice verirdi o şekerlerden<br />
bize. Şimdi düşünüyorum da galiba bayramlarda en<br />
çok lezzet aldığımız şekerler, gizlice yediğimiz o şekerlerdi.<br />
Çocuklar bayram sabahlarının en erken uyanan<br />
<strong>bir</strong>eyleridir belki. Zaten çoğu geceleyin doğru dürüst<br />
uyuyamamış, sabahı iple çekmiştir. Sahuru olmayan<br />
<strong>bir</strong> sabaha uyanmak <strong>bir</strong>az garip gelirdi bize.<br />
Bayram namazlarını mezarlık içi<strong>nde</strong>ki eski camide<br />
kıldığımızdan yola erken çıkmak icap ederdi. Ayrıca<br />
bayram için köye gelenlerin fazla olması sebebiyle<br />
camide yer bulmak da başka <strong>bir</strong> sıkıntıydı fakat kalabalık<br />
<strong>bir</strong> ortamda bayram namazını eda etmenin de<br />
tarifi imkânsız <strong>bir</strong> iç huzuru vardı.<br />
Namaz sonrası cami avlusunda gerçekleştirilen<br />
bayramlaşma, ardından mezarların ziyaret edilmesi,<br />
arabayla veya yaya olarak evlerine dönen insanların<br />
yollardaki görüntüsü, eve girişlerde önümüzde<br />
hazır bulduğumuz kahvaltı sofraları, el öpmek ve<br />
şeker toplamak için kapıyı çalan çocukluk arkadaşlarımızın<br />
sesi… Hepsi bayramın güzelliklerini tamamlayan<br />
unsurlardı. Ramazanları kış günleri<strong>nde</strong><br />
yaşayan çocuklara sanki Allah’ın <strong>bir</strong> lütfüydü bayram<br />
günleri<strong>nde</strong> havanın güneşli oluşu. Kahvaltıdan<br />
sonra evdekiler arasında gerçekleştirilen mini bayramlaşmadan<br />
sonra dışarı çıkma sırası bize gelirdi.<br />
Arkadaşlarla toplaşır, köyün en ucundan başlardık<br />
bayramlaşmaya. Hiç<strong>bir</strong> evi atlamadan dört dönerdik<br />
köy içi<strong>nde</strong>. Ziyaret ettiğimiz evlerde önümüze<br />
uzatılan şeker tabaklarından <strong>bir</strong>az da utanarak şekerlerimizi<br />
alır, atardık torbalara. Torbamızdaki şeker<br />
sayısı arttıkça artardı mutluluğumuz. Çikolatalar o<br />
dönem için oldukça “lüks”tü. Bunun için yalnızca<br />
<strong>bir</strong>kaç evden alabildiğimiz çikolataları cebimize<br />
bırakır, onları torbadaki şekerlerin arasına karıştırmazdık.<br />
Bayramlaşma bitip de eve döndüğümüzde<br />
de önce şekerlerden başlardık yemeye. Çikolataları<br />
en sona saklar, yemeye kıyamazdık onları.<br />
Şimdi büyüdük…<br />
Ne ramazanlarımız ne bayramlarımız eski güzelliğini<br />
taşıyor. Dört gözle beklenen günler değil artık<br />
o günler. Bir ramazana daha afiyetle eriştiğine şükretmek<br />
<strong>bir</strong> yana yaz sıcağında ramazanı yaşamaktan<br />
şikâyet eder olmuş bazıları.<br />
Sahur ve iftar sofralarımızın etrafı çekirdek ailelerle<br />
çevrelendi. Sofralarımız çekirdek misali küçüldü.<br />
Özlemle evimize girmesini beklediğimiz pide<br />
ve hurma ramazan harici<strong>nde</strong> de evlerimizde bulunabiliyor<br />
ama hiç<strong>bir</strong>i eski tadı vermiyor. Bir zamanlar<br />
büyüklerimizden beklediğimiz bayram hediyelerini<br />
şimdi bizim çocuklarımız bizden bekliyorlar. Teravih<br />
namazlarında son saflardan ortalara doğru ilerledik.<br />
Arife ve bayram günleri ziyaret ettiğimiz kabristanlıklardaki<br />
mezarların sayısı arttı. Nice sevdiğimiz<br />
ramazanlara veda edip göç etti bâki âleme. Bayram<br />
sabahları elleri<strong>nde</strong> torbalarla kapımızı çalan küçükler<br />
tıpkı bizim gibi mahcubiyetten dolayı kızaran<br />
<strong>bir</strong> yüzle elimizi öpmek için davranıyorlar ve kendilerine<br />
verilecek <strong>bir</strong> şeker bekliyorlar. Bayramlar<br />
tatil amaçlı eğlencelere döndü. Yaşlılar, çocuklarını<br />
gözleri yollarda boş yere bekliyorlar. Bavulunu arabasına<br />
atan soluğu tatil köyleri<strong>nde</strong>, otellerde alıyor.<br />
Bizim, bayramlarda giymek için can attığımız ayakkabı<br />
ve elbiselere şimdiler modası geçmiş gözüyle<br />
bakıyorlar. Bayram kutlamaları adı altında ekranlardan<br />
türlü rezaletten fışkırıyor.<br />
Ne vakit sahura kalksam, <strong>bir</strong> iftar sofrasında ezanı<br />
beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram<br />
sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem,<br />
bayram ziyaretleri<strong>nde</strong> büyüklerimin elini öpmek<br />
için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin<br />
ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz<br />
“Nerede o eski ramazanlar” sözü<strong>nde</strong>ki özlenen eski<br />
ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. ■<br />
59<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Leylâk kokulu bahçemiz<br />
İBRAHİM ÇAPAN<br />
Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr.<br />
Götürdü <strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü<br />
ayak izlerini de.<br />
Çocukluğumun geçtiği, Ruslardan kalma, toprak<br />
damlı bahçe içerisi<strong>nde</strong> yedi hanelik <strong>bir</strong> evdi. Bahçenin<br />
girişi, taş kemerli Kars’ta nadiren bulunan mimarî <strong>bir</strong><br />
özelliğe sahipti. Tahtadandı, evimizin kapısı ve pencere<br />
çerçeveleri. Başlardı damlamaya evimizin damı;<br />
karlar erimeye başladığında. Davetsiz misafirimizdi<br />
Nisan yağmurları. Annem, evin damlayan her <strong>bir</strong> köşesine<br />
bez yaydığı plastik leğenler ve kovalar koyar;<br />
yetmediği<strong>nde</strong> nenemin (babaannem) değer biçemediği<br />
bakır taslarını çağırırdı imdada. Vardı huzur “hayat<br />
bahçesi” dediğimiz yedi farklı renk mozaiği taşıyan<br />
bahçemizde. Akraba ilişkisi tazeliği<strong>nde</strong>ydi, komşuluk<br />
bağlarımız.<br />
Malakan idi ev sahibimiz. Etmedik hiç<strong>bir</strong> zaman<br />
merak Rusça ismini. Vermemiştik izin meraka. Aslan<br />
ve Şükrü isimli oğulları vardı. Hatta annem, Şükrü<br />
abinin askerliğini Asteğmen olarak yaptığını anlatırdı,<br />
uzun kış günleri<strong>nde</strong> masal yerine.<br />
Lâle Teyze; uzun boylu, deniz mavisi gözleri ve<br />
buğday sarısı kıvırcık saçlarıyla barbi bebek güzelliği<strong>nde</strong>ydi.<br />
Kırmızıya gönlünü kaptırmış gibiydi Lâle<br />
Teyze. Eksik olmazdı dudaklarından kırmızı ruju, tırnaklarından<br />
da kırmızı ojesi. Vardı incecik parmakları.<br />
Bakımlıydı uzunca tırnakları. Benzemiyordu hiç annemin,<br />
nenemin, diğer komşu kadınların tırnaklarına.<br />
“ Ağlama<br />
dillerim dolaşmadan<br />
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında<br />
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı<br />
üzerime yüreğimden başka muska takmadan<br />
konuşmak istiyorum.”<br />
İsmet Özel<br />
Benziyordu burnu “ Tatlı Cadı” televizyon dizisi<strong>nde</strong>ki<br />
Sementa’nın burnuna. Merak etmişimdir hep, oynattığında<br />
burnunu neler yapabileceğini. Güzelliğine güzellik<br />
katardı yuvarlık altın sarısı gözlüğü. Mümkün<br />
değildi unutmak beyaz çoraplarını ve kot pantolonlarını.<br />
Hatasız konuşurdu Türkçeyi. Tek tek dökülürdü<br />
ağzından Türkçe kelimeler. Benzemezdi konuşması<br />
bizim konuşmalarımıza. Hele anneme “ Meloş ” demesi<br />
giderdi çok hoşuma. Azdı anneme ismiyle hitap<br />
edenlerin sayısı. Ya “ yenge ”, ya “ gelin ” ya da “ g(k)<br />
ız ”dı adı annemin. Duymamıştım babamdan da adını<br />
annemin. Benim için de “anne” idi. Güzelleşirdi Lâle<br />
Teyzenin, o güzel Türkçesiyle annemin adı.<br />
Lâle Teyze, kışın yaşardı İstanbul’da. Nevruz bayramını<br />
kutlamak için gelir, kar yağıncaya kadar çıkarırdı<br />
Kars’ın tadını. Bahar tazeliğiyle gelirdi “hayat<br />
bahçemize” Lâle Teyze. Yan yanaydı evlerimiz. Kapı<br />
<strong>bir</strong> komşuyduk. Gelişine, sadece biz değil; sevinirdi<br />
kendi elleriyle diktiği leylâk ağaçları da. Belirtirlerdi<br />
sevinçlerini dallarında göstererek tomurcuklarını.<br />
Leylâk ağaçlarının annesi Lâle Teyze, sulardı ağaçlarını<br />
bûselik makamıyla. Özellikle sabahları, farklı <strong>bir</strong><br />
kokuyla karşılardı güneşi, musikişinas ağaçlar.<br />
Sadeydi evi Lâle Teyzenin. Evin tek süsü, Hz.<br />
Îsa’nın çarmıha gerilişini kompoze eden altın kaplama<br />
ikonaydı. Sayısız plâk… Soba borusuna benzeyen;<br />
ama soba borusu olmayan, sonraları öğrendim ismini,<br />
gramofon… Öğrenebilmiştim, iki şarkının tamamını<br />
60<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
u gramofonda çalan plâklardan. Taş plâktan çıkan<br />
ses ederdim vokalistlik bile zaman zaman. Değildi o<br />
zamanlar da sesim güzel. Dinledik akşam ezanından<br />
sonra defalarca hayran olduğum Müzeyyen Senar<br />
ve Kamuran Akkor’u. Verirdi önceliği Müzeyyen<br />
Senar’a. Çevirdikten sonra gramofonun kolunu sese<br />
gelirdi taş plâk:<br />
“ Benzemez kimse sana<br />
Tavrına hayran olayım<br />
Bakışından süzülen<br />
İşvene hayran olayım.”<br />
Devreye girerdi sırasını sabırsızlıkla bekleyen Kamuran<br />
Akkor:<br />
“Talihin eli<strong>nde</strong> oyuncak oldum.<br />
Kader böyle imiş buymuş alın yazım<br />
Zalim eli<strong>nde</strong>n sarardım soldum<br />
Şimdi gönlü kırık yaralı kuşum.”<br />
Kendini arıyordu şarkılarda Lâle Teyze sanki. Gramofondan<br />
yayılan bu sesle <strong>bir</strong>leşince leylâk kokusu;<br />
ayaklarını yerden kesiyor insanın; “ gökyüzü<strong>nde</strong> yalnız<br />
gezen yıldızlara ” yolculuğa davetiye çıkartıyordu.<br />
Tercih ederdi erken kalkmayı sabahları Lâle Teyze.<br />
Ederdi sohbet, sevgi dolu sözleriyle leylâk ağaçlarıyla.<br />
Dinlerlerdi manevî annelerini, sakin sakin ve sessizce<br />
leylâk ağaçları. Ağzından çıkan her <strong>bir</strong> kelimeyi<br />
anlarcasına kulak kesilirlerdi leylâk ağaçları, Leyla<br />
Teyze’ye. Denedim <strong>bir</strong>kaç kez ben de; ama ciddiye<br />
almadılar beni, mis kokulu leylâklar.<br />
Yerleştirmişti, duvarın dibine pirinç semaverini.<br />
Bakır leğeni ve bakır maşası altındaydı pirinç semaverin.<br />
Vardı horozlu kurnası pirinç semaverin.<br />
Kaynardı, Lâle Teyzenin çam kokulu külfet masasının<br />
yanı başında mütevazı dost sohbetleri pirinç<br />
semaverde. Yankılanır hâlâ “ Meloş! Gel Müslüman<br />
işi sabah çayı iç ” deyişi iç kulağımda.<br />
Yalnızdı Lâle Teyze. Uğraşırdı örtmeye gecenin<br />
astarsız laciverti ile yalnızlığını. Dökülürdü, ele avuca<br />
sığmayan; yalnızlık, ıstırap, korku ve sıkıntı deniz<br />
mavisi gözleri<strong>nde</strong>n. Saklardı, koynunda ve udunda<br />
hüzünlerini Lâle Teyze. Talipti paylaşılmayacak yalnızlığa<br />
gecenin perisi. Çalışırdı, aydınlatmaya, gecenin<br />
karanlığında yüreğini. Kaldırırdı kadeh, yıldızların<br />
en karasının şerefine, Lâle Teyze. İçerdi kırmızı şarap.<br />
Gazabından korkmazdı şarabın. Dönüşürdü leylâk<br />
rengine kırmızı şarabı, tükenince parası Lâle Teyzenin.<br />
Terk etmemişti, göz bebeklerini korkunun rengi<br />
Lâle Teyzeyi.<br />
Vardır, <strong>bir</strong> ağıdı her yalnızlığın, duymamıştı ne<br />
başkaları ne de ben yalnızlık ağıdı Lâle Teyzeden. Ağlatıyordu,<br />
sessiz sessiz onun ağıtları kendi yüreğini.<br />
Giyindirirdi naftalin kokulu gömlekler, New York<br />
ve Köln’de yaşayan; oğullarının, gelinlerinin, torunlarının<br />
ilgisizlikleri karşısında ezikliğine. Etmezdi sitem<br />
kimseye. O, çakır keyf olunca, baş kaldırırdı gecenin<br />
ihtiraslarına ve yalnızlığına; uduna ( o müzik aletine<br />
şişman saz derdim ben); oğullarına, gelinlerine, torunlarına<br />
sarılır gibi sarılır; geceye, yalnızlığına, hüzünlerine,<br />
leylâk ağaçlarına ve komşularına Müzeyyen<br />
Senar ve Kamuran Akkor’u aratmayacak sesiyle, başlardı<br />
iki parçalık konserine Lâle Teyze.<br />
Suzînak <strong>bir</strong> şarkıydı yalnızlığı Lâle Teyzenin.<br />
Tiryakisiydi bütün içeceklerin. İçerdi, kare beyaz<br />
kutulu, üzerine kırmızı puntolarla “Bahar ” yazılı<br />
sigaradan gü<strong>nde</strong> üç paket. Sararmıştı sol elinin parmakları<br />
sigarayla buluşmaktan. Yakışmıyor değildi<br />
parmaklarına nikotin sarısı Lâle Teyze’nin.<br />
Ramazan ayına denk geldiği dönemlerde “ hayat<br />
bahçemizin” bahçıvanı; çay, kahve ve sigaranın dışındaki<br />
içeceklerine koyardı ipotek. Pişirmezdi öğlen<br />
yemeği, bayram sabahına kadar. Etmezdi kabul, tek<br />
ziyaretçisi olan Peder Vovo’yu bile.<br />
İlkokul beşinci sınıftaydım. Geçirdik; sönük, hüzünlü,<br />
neşesiz Nevruz Bayramı’nı Lâle Teyze’siz.<br />
Onsuz geçirdiğimiz ikinci Nevruz’dan sonra kurudu<br />
leylâk ağaçları. Yoktu artık bahçemizde leylâk<br />
kokusu. Takıldı peşine, suları yangınlarla ısıtmaya<br />
giden Lâle Teyze’ye, leylâk kokusu.<br />
Çok sesli <strong>bir</strong> orkestra yalnızlığı idi Lâle Teyze.<br />
Seviyorum seni çocuk kalbimin sıcaklığıyla;<br />
eserken kendi ruhunda fırtınalar, kendi içine gömdüğü<br />
yalnızlığında bana hayâl kurmayı öğreten Lâle<br />
Teyze.<br />
Geleceğim sana, kendi ellerinle yetiştirdiğin<br />
leylâkların torunlarıyla kabrinin yerini öğrendiğim<br />
zaman.<br />
Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü<br />
<strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de.<br />
Yalnızım şimdi ben de. “Gündüzler geceler boyu.”■<br />
61<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
BÜKREŞ’TE EYLÜL<br />
Yine ünlem yüzlü insanlarda<br />
Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.<br />
Sancılı <strong>bir</strong> doğumdu belli<br />
1990 Romanya’sının ilkbaharında.<br />
Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken,<br />
Yeniden <strong>bir</strong> devirim yaşanıyordu bu topraklarda.<br />
Ve <strong>bir</strong> toplantı erteleniyordu;<br />
Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da.<br />
Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e üç kafadar<br />
İnsanlar gördük <strong>bir</strong> yanları mahşer, gözleri<strong>nde</strong> yaş ve telaş<br />
Oymalar yapılmıştı mermi izleri<strong>nde</strong>n binalara<br />
Ve süsler kardeşkanından <strong>bir</strong> çağı dört duvar<br />
İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.<br />
Adanmış mum isleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> bulut<br />
Göbeği karaborsada <strong>bir</strong> dolar yirmi lei olan<br />
Her zamanki yeri<strong>nde</strong> yine cüzdan<br />
“Work, work, work no money” diyor taksici,<br />
Eski ve yeni zamanlardan bahseden <strong>bir</strong> eskici<br />
“İnsanoğlunun sahip olma duygusu”<br />
Engel tanımadan yine, her şeyi devrediyordu<br />
SÜLEYMAN TAŞDAĞ<br />
62<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Siyasetin, memleketi ‘medeniyetin bekleme odası’ndan çıkarıp AB’nin<br />
saadet halkasına dâhil etmek, batıdan dalga dalga gelen ekonomik krizin teğet<br />
geçmesi için gerekirse coğrafyamızın enlem ve boylam ayarlarıyla oynamak,<br />
gençlerimizi onların ruh ve beden sağlığını bozan her tür SSS sınavlarından<br />
kurtararak aş ve iş sahibi eylemek adına yapılan <strong>bir</strong> hizmet yarış ve nöbeti,<br />
içi<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong> hile ve desisenin barınamadığı <strong>bir</strong> temsil mücadelesi olduğunu<br />
biliyor, her seçimde sandık başına gitmeyi asla ve kat’a ihmal etmiyorsanız bu<br />
yazıyı ivedilikle okumalısınız.<br />
ŞİNASİ GÜLAÇTI<br />
Milletin<br />
mukadderatını<br />
etkileyecek<br />
olan bu tarihî 12<br />
Eylül günü<strong>nde</strong>(!)<br />
memleketimin<br />
insanları sandık<br />
kuyruğunda<br />
vicdanları tirtir<br />
titreken ben ne<br />
süt içeceğim ne<br />
de kahve.<br />
Şinasi Gülaçtı’yı hep dil, edebiyat, sanat ve kültür üzerine<br />
yazıp çizen <strong>bir</strong> kelam meraklısı sanmayın. Gülaçtı,<br />
aynı zamanda partilerüstü <strong>bir</strong> siyaset meraklısıdır da.<br />
Amma şimdiye kadar hangi partiye oy verdiğini hiç kimseye<br />
söylememiştir. Keşke “açık oy, gizli tasnif” sistemi yeniden<br />
devreye girse de memleketin bu münevver(!) evladının hangi<br />
zamanlarda, hangi partiye oy verdiğini <strong>bir</strong> görsek diye aklınızdan<br />
geçirmeyin sakın.<br />
“Evet” mi “hayır” mı tartışmasının memleket sathına yayıldığı<br />
şu günlerde onun kalemine elbette ihtiyaç vardır, hem<br />
de acilen. Çünkü memleketin en önemli meseleleri, evet ya da<br />
hayır’ın sayım dökümü neticesi<strong>nde</strong> yarı yarıya çözülmüş olacak.<br />
İster evet’te hayır vardır ister hayır’da hayır vardır yanlısı<br />
olun, ama mutlaka oyunuzu kullanın, renginizi belli edin…<br />
Şimdi size Alfred Adler’in “Psikolojik Aktivite” adlı eseri<strong>nde</strong>n<br />
<strong>bir</strong> bölüm aktaralım.<br />
Örneğin anne, arsız çocuğuyla arasını düzeltmek ister ve<br />
ona ,”Sen seviyorsun diye portakal aldım.” der. Çocuk hemen<br />
bağırır:”Ben portakalı canım istediği zaman isterim, sen getirdiğin<br />
zaman değil.” Aynı anne <strong>bir</strong> keresi<strong>nde</strong>, “İstersen süt,<br />
istersen kahve iç.” dediği<strong>nde</strong>, çocuk şöyle cevap vermiştir:<br />
63<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
“Sen süt iç dersen, kahve içerim; sen kahve iç dersen,<br />
süt içerim.”<br />
Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu<br />
tarihî 12 Eylül günü<strong>nde</strong>(!) memleketimin insanları<br />
sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne<br />
süt içeceğim ne de kahve. Televizyonun başına oturup<br />
keyifle sütlü kahve içeceğim. Çünkü tatildeyim.<br />
Hayatımda ilk kez oy vermezlik edeceğim. Ben ki<br />
12 Eylül öncesinin mükerrer seçmenleri<strong>nde</strong>nim...<br />
Tek seçimde, <strong>bir</strong>i Topkapı Suriçi’<strong>nde</strong>ki <strong>bir</strong> kilisede<br />
-zangoç odasının bitişiği<strong>nde</strong>- <strong>bir</strong>i cami avlusunda,<br />
<strong>bir</strong>i mektepte, diğerini hatırlamıyorum, olmak<br />
üzere dört oy kullanmış ideolojik seçim kahramanıyım.<br />
Hâşâ, suçlu ben değilim. Suç, memlekete<br />
Hindistan’dan boya, Yemen’den kahve, Çin’den<br />
ipek, İngiltere’den kumaş, Afganistan’dan haşhaş,<br />
Amerika’dan blucin getirmeyenlerde. Şimdi değiştim;<br />
adam olana tek oy yetiyor... Mükerrer oy<br />
kullanma suçunun ağır, vebalinin büyük olduğunu<br />
<strong>bir</strong>az geç anladık.<br />
12 Eylülde bana “Sen git, bağında bahçe<strong>nde</strong><br />
çalış, se<strong>nde</strong>n memur olmaz.” diyenler, şimdi “Paşa<br />
paşa gel, oyunu kullan.” diyor. Ölçek sağlam: “Her<br />
vatandaştan memur olmaz, ama her vatandaştan<br />
seçmen olur.” Ve bu sayfadan sesleneyim: Doğu<br />
vilayetlerimizin kırsal kesimleri<strong>nde</strong> hâlâ, “Bu annemin,<br />
bu yengemin, bu halamın, bu teyzemin, bu<br />
bacımın yerine...” diyerek başkalarının yerine ‘rey’<br />
kullanan çok oylu seçmenlerimiz; “Ağamızın köyü<strong>nde</strong>n<br />
bu partiye nasıl oy çıkar!” deyü, belki de<br />
sandık başkanının attığı tek oyu yakmaya kalkışan<br />
vatandaşımız var, desem kimse inanmaz.<br />
Niye siyasetten söz ediyoruz Bir esinlemeyle<br />
cevap verelim bu zor suale: Çünkü siyaset, siyasilere<br />
bırakılmayacak kadar ciddi <strong>bir</strong> iştir.<br />
Bu yazının maksad-ı âlisi nedir diye <strong>bir</strong> sual<br />
ile karşılaşacak olursak, “yazımızın maksadı yine<br />
kendisidir, yani yazıdır.” diyerek sıyrılırım işin<br />
içi<strong>nde</strong>n. Şerif Mardin’in Kemal Karpat’tan aktardığı<br />
“Türkiye’de siyasi düşünce ve yazılar inanılmayacak<br />
kadar gelişmiş <strong>bir</strong> tarihçeye sahiptir.” tespiti,<br />
beni hiç mi hiç ırgalamaz.<br />
Bu girişi okuyanlarımız, yukarıdaki iddiaların<br />
‘Güler Yüzlü Yazılar’ tefrikasının form ve mantığına<br />
uysun diye ‘siyaseten’ söylenmiş olduğunu<br />
bilirler.<br />
Şimdi sizlere Nizamü’l-mülk Hasan be<strong>nde</strong>lerinin<br />
1077-1080 yıllarında ‘tertib ettiği’ Siyâset-<br />
Nâme’ adlı eserden ilginç bulduğumuz hikâye,<br />
yorum ve hükme dair fasıllar aktaracağız ki onca<br />
sözümüz havada asılı kalmasın. Niye Nizamü’lmülk’ün<br />
‘Siyâset-Nâmesi’ derseniz, cevaben, okuyunca<br />
anlarsınız efendim, derim. Lakin kitabın<br />
muhtevası hakkında müellifin ettiği kelamı da vebal<br />
altında kalmayalım diye olduğu gibi aktaralım:<br />
“...bu kitapta hem nasihat, hem hikmet, hem<br />
atasözü, hem peygamberlerin hikâyeleri, hem<br />
velîlerin faaliyetleri, hem âdil padişahlarla ilgili<br />
hikâyeler vardır. Bütün uzunluğuna rağmen kısadır<br />
ve adil padişahın siyasetini söz konusu eder.”<br />
Eminim ki bu kitap Millî Maarifimizin anlı şanlı<br />
Tebliğler Dergisi’<strong>nde</strong> “Okunmasında <strong>bir</strong> sakınca<br />
yoktur” listesi dâhili<strong>nde</strong>dir.<br />
1.1.Arapça bilmeyenler de âlim olur<br />
SEKİZİNCİ FASIL – Din işlerinin nasıl olduğunun<br />
arayıp sorulmasına dair<br />
Hikmet: Lokman Hekim; “Dünyada bana ilimden<br />
daha iyi yardımcı yoktur. İlim hazineden (daha)<br />
iyidir. Çünkü, sen hazineyi korumak zorundasın;<br />
ilim ise seni korur.” diyor.<br />
Hasan Basri, “ Âlim Arapçayı daha çok konuşan<br />
ve bilen, Arap sözlerine ve diline hâkim olan<br />
değildir. Âlim bütün bilgiye vakıf olan kimsedir.<br />
Sahip olduğu her dil yeri<strong>nde</strong>dir. Eğer <strong>bir</strong> kimse<br />
Türk ve Fars ve Rum dili<strong>nde</strong> (yazılmış) bütün<br />
Kur’an ve şeriat ahkâmını ve tefsiri bilip de Arapça<br />
bilmezse âlim olur. Fakat Arap dilini bilirse daha<br />
iyi olur.”diyor.<br />
Hüküm : “...din ve padişahlık kardeş gibidirler:<br />
Memleketi<strong>nde</strong> her ne zaman <strong>bir</strong> karışıklık olsa,<br />
di<strong>nde</strong> de bozukluk olur; kötü din sahipleri ve müfsidler<br />
baş gösterirler. Her ne zaman ki din bozulur,<br />
memleket karışır; müfsidler, kuvvetlenirler; padişahı<br />
güçsüz kılarlar. Gönüllerde ıstırap husule gelir.”<br />
Yorum: Hasan Basri’nin sözlerini <strong>bir</strong> daha, <strong>bir</strong><br />
daha, olmadı <strong>bir</strong> daha okumak lazım gelir diye düşünüyorum.<br />
Zira ülkemizde ‘Cennet dili Arapçadır.’<br />
diyen onlarca din âlimi var... “Ben Arabım, dilim<br />
Arapça, cennet dili de Arapçadır.” hadisini –ki sahih<br />
olup olmadığı bilinmiyor- söylemek için fırsat<br />
kollayan, Divanü Lügati’-t-Türk’te geçen “Türk diliniz<br />
öğreniniz; zira bu millet için uzun <strong>bir</strong> saltanat<br />
mevcuttur.”hadisinin mevzu hadis olduğunda ısrar<br />
eden din adamlarımız, dünyanın bilmem hangi ülkesi<strong>nde</strong><br />
-Arap ülkeleri değil- üç beş aylık çocuğun<br />
64<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
çatır çatır Arapça konuştuğu asparagası var. Bütün<br />
bunları <strong>bir</strong> tarafa atın; “Türkçe bilim dili değildir;<br />
olacağa da benzemiyor.” diyen YÖK Başkanımız<br />
bile oldu çok şükür!<br />
1.2 Atı gemi ile götürmek<br />
ONUNCU FASIL - İstihbarat sahiplerine,<br />
memleket işleri için alınacak ted<strong>bir</strong>lere dair<br />
Hikâye: Sultan Mahmut, Irak’ı aldığı zaman<br />
<strong>bir</strong> kadın gelerek eşyalarını Deyr Keçin’den olduğu<br />
bilinen hırsızlar tarafından çalındığını söyler.<br />
Sultan’dan, “Kirman vilayeti mülkümün dışındadır.”<br />
karşılığını alan kadın, “Şu hâlde raiyyeti koruyamadığına<br />
göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın<br />
Ve ne biçim çobansın ki koyunları kurttan koruyamazsın<br />
Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin<br />
kabiliyetsizliğin.”dedi.<br />
Mahmut’un gözü<strong>nde</strong>n yaşlar aktı...<br />
Hüküm: “...eğer <strong>bir</strong> kimse, haksız yere <strong>bir</strong> tavuğu<br />
veya <strong>bir</strong> torba samanı almışsa 500 fersahlık<br />
mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu<br />
kimseyi cezalandırmıştır.”<br />
Yorum: Eloğlu minareyi çalmak için kılıf<br />
diktirir, deveyi hamutuyla, atı gemi ile götürür.<br />
1.3 Nedim, her şeye ‘iyi yaptın’ ve<br />
‘bravo’ demelidir<br />
ON YEDİNCİ FASIL- Padişahların nedimlerine<br />
dair<br />
Hikâye: Bir toplantıda konuşma yapan hatibin<br />
konuşmaları esnasında ağlayanların yanlarında<br />
mendilleri olmadığı için oturdukları mi<strong>nde</strong>rleri ve<br />
dahi yere serili Acem işi halıları, gözlerdeki sürmelerin<br />
ise akarak yüzlerdeki maskeleri tahriş ve<br />
tahrip ettiği görülmüştür.<br />
Hüküm : “Padişahın büyükler, vilayetler erkânı<br />
ve sipahsalarla çok oturması, padişahın kudret ve<br />
haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olur. Nedimler<br />
padişaha arkadaşlık eder. Padişahın ruhu nedim<br />
sayesi<strong>nde</strong> açılır. Padişah, rahat yaşamak, maskaralık<br />
ile şakayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmak, nedimlerin<br />
önü<strong>nde</strong> güldürücü ve nadir hikâyeler söylemek<br />
isterse haşmetine ve padişahlığına ziyan vermez.<br />
Nedim küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz,<br />
dinlenmez. Bir tehlike vuku bulursa, nedim,<br />
ceket ve kravatını çıkarıp vücudunu belaya siper<br />
etmekten korkmaz. Padişah her ne yapar ve söylerse,<br />
nedim ona ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir.<br />
Padişaha ‘bunu yap, onu yapma’ diye öğretmenlik<br />
yapmamalıdır. Sonra nefrete götürür.<br />
“Gazneyn sultanının 10’u ayakta, 10’u da<br />
oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni<br />
Sâmânilerden almışlardır.”<br />
Yorum: Nedimler, <strong>bir</strong> yandan kendileri eğlenirken<br />
<strong>bir</strong> yandan da padişahı eğlendirirler. Zaman<br />
zaman padişahın küfür ve hakaretlerine maruz<br />
kalsalar da padişah efendimizin deşarj olmalarını<br />
temin ettikleri<strong>nde</strong>n nedimler asla bu kabilden sözlere<br />
aldırmayarak içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi zevk ve dahi<br />
şevkle edaya devam ederler. İşbu sebeple yeni nedim<br />
kadrolarının ihdasına ihtiyaç vardır.<br />
1.4 “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />
geliyorum.”<br />
YİRMİ BİRİNCİ FASIL- Elçilerin ahvaline<br />
dair<br />
Hikâye: “...ben kendi çadırımda oturmuş satranç<br />
oynuyordum. Arkadaşlardan <strong>bir</strong>ini satrançta<br />
yenmiştim ve yüzüğünü rehin olarak almıştım. Sol<br />
parmağıma geniş geldiği için yüzüğü sağ parmağıma<br />
takmıştım.’Semerkant elçisi kapıdadır.’ dediler.<br />
‘İçeri getiriniz dedim.’ Elçi içeri girdiği zaman söyleyeceğini<br />
söylüyor; ben de sağ parmağımdaki yüzüğü<br />
dalgınlıkla çeviriyordum. Elçi parmağıma ve<br />
yüzüğüme bakıyordu. Şemsü’l-Mülk, Alp Aslan’ı<br />
nasıl bulduğunu sordu. Elçi, ‘Efendimizi, görünüş<br />
ve gösteriş, yiğitlik, siyaset ve heybet... bakımından<br />
hiç<strong>bir</strong> eksiği yoktur. Ancak vezirinin <strong>bir</strong> kusuru<br />
vardır. Onun sağ parmağına <strong>bir</strong> yüzük takmış olduğunu<br />
gördüm. Hem parmağında döndürüyor hem<br />
de benimle konuşuyordu.’dedi. Bu söz sultanın kulağına<br />
gitmesin diye otuz bin dinar sarf ettim.”<br />
Hüküm: “Elçiler daha fazla kusur arayıcıdırlar...<br />
söz söylemekte cesur olan, her ilimden nasibi<br />
olan, hafız ve ileriyi gören, boyu ve gösterişi iyi<br />
olan <strong>bir</strong> adam elçiliğe layıktır.”<br />
Yorum: Elçi, zeki ve uyanık olmalı; kapıda<br />
asla üç dakikadan fazla beklememeli; oturup kalktığı<br />
yeri iyi bilmeli; iskemle ya da mi<strong>nde</strong>r seviyesinin<br />
muhatap olduğu kimselerinki<strong>nde</strong>n alçak<br />
olması hâli<strong>nde</strong> ya oturmamalı ya da maiyeti<strong>nde</strong>kilere<br />
mi<strong>nde</strong>r getirmelerini emretmeli. İlle de Ömer<br />
Seyfettin’in ‘Pembe İncili Kaftan’ını okumuş ve<br />
hatmetmiş olmalı.<br />
Reşat Ekrem Koçu’dan:<br />
Yavuz Sultan Selim, 1515 yılında Dulkadiroğlu’nu<br />
65<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Turnadağı Savaşında mağlup ederek, bu ülkeyi sınırları<br />
içine katmıştı. Ancak Mısır Sultanı Gansu<br />
Gavri elçi gö<strong>nde</strong>rerek yapılan işgali protesto ediyordu.<br />
Türk hakanına, “Hutbelerde sultanımızın<br />
adı okunan memleketleri iade ediniz.” dediği<strong>nde</strong><br />
Yavuz da şöyle cevap verdi: “Sultanınıza söyleyin,<br />
hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz<br />
olan Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.”<br />
Elçi başını yere eğip: “Ben bunları sultanıma<br />
nasıl söylerim, siz <strong>bir</strong> elçi gö<strong>nde</strong>rin de o söylesin.”<br />
deyince Yavuz da, “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />
geliyorum.”dedi.<br />
1.5 Herkesin kendi sürahi ve<br />
sakisini getirmesi caiz değildir<br />
OTUZUNCU FASIL – İçki meclisi tertip edilmesine<br />
dair<br />
Hikâye: IV. Murat, içki yasağı getirmiş ama<br />
kendisi de hatırı sayılır <strong>bir</strong> içici olduğundan yasağı<br />
dinlememiş, yani kendi koyduğu yasayı – diğger<br />
büyüklerimizde görüldüğü gibi -ara sıra delmiştir.<br />
Mesela, şarapla dolu kadehi eline alıp mübarek dudaklarına<br />
götürüp <strong>bir</strong> iki yudumda boğazlarından<br />
midelerine yolcu eyleyip ağzını şapırdatıp kadehi<br />
masaya koyuncaya kadar geçen zaman zarfında<br />
içki yasağı kalkmıştır; bu asla hile-i şeriyeden sayılmaz.<br />
Hüküm: “Neşe ve eğlence olan <strong>bir</strong> hafta içi<strong>nde</strong><br />
1 gün veya 2 gün de umumi kabul vermek lazımdır<br />
ki, her kime âdet olmuş ise gelsin; kimseyi geri<br />
çevirmesinler. Onların huzura geliş günü olduğu<br />
kendilerine bildirilsin... Herkesin kendi sürahi ve<br />
sakisini getirmesi caiz değildir; asla âdet olmamıştır<br />
ve çok beğenilmemiştir. Çünkü, her devirde yiyecek,<br />
meze ve şarabı kendi evleri<strong>nde</strong>n meliklerin<br />
meclisine getirmezler; aksine, meliklerin ve padişahın<br />
sarayından kendi evlerine götürürlerdi. Çünkü,<br />
sultan cihanın aile reisi, cihandakiler de hep<br />
kendisinin çoluk çocuğudur.<br />
“Padişah şarabı sarhoş olmak için içmemeli; ne<br />
daima neşeli ne de <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e asık suratlı olmalı.”<br />
Yorum: Kethüdanın meclise Fransız ve İtalyan<br />
mamulü şaraplar yerine El-aziz, Şarköy, Ürgüp<br />
mamullerini getirmeleri memleketin istifadesi babındandır.<br />
Ancak haram olduğundan içmek istemeyenlerin<br />
elleri<strong>nde</strong> kadehleri ile dolaşıp <strong>bir</strong> yudumluk<br />
gargarayı en yakın çiçek ya da nebat saksısına<br />
adabı ilen püskürtmeleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> mahsur yoktur.<br />
1.6 Muaviye’den annesini istemek<br />
OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL- Yüksek makam<br />
sahiplerinin azarlanmalarına dair<br />
Hikâye: “Bir kabul resmi<strong>nde</strong> eski püskü elbiseli<br />
genç <strong>bir</strong> adam içeri girdi, selâm verdi. Muaviye’nin<br />
önü<strong>nde</strong> küstahça oturdu. ‘Muaviye, ben bugün mühim<br />
<strong>bir</strong> iş için huzuruna geldim. Eğer yerine getirirsen<br />
söyleyeyim; eğer yapmazsan bileyim.’ Muaviye,<br />
‘Mümkün olan her şeyi yerine getiririm.’dedi.<br />
Adam, ‘Bil ki ben yabancıyım; karım da yok. Senin<br />
<strong>bir</strong> annen vardır; kocası yoktur; onu bana ver ki, ben<br />
hanımlı o da kocalı olsun; sana bu işten sevap hâsıl<br />
olur.’dedi. Muaviye, ‘Sen genç <strong>bir</strong> adamsın; annem<br />
ise ihtiyar <strong>bir</strong> kadındır; ağzında <strong>bir</strong> tek dişi yoktur.<br />
Bu işe neden rağbet ediyorsun’dedi. Adam, ‘Onun<br />
sevgi konularında büyük hüneri olduğunu işittim;<br />
ben de bunun için istiyorum.’dedi. Muaviye cevap<br />
verdi, ‘Vallahi babam da onunla aynı sebepten evlenmişti<br />
ve kendisinin bundan başka <strong>bir</strong> hüneri de<br />
yoktu. Lakin bu sözü anneme de söyleyeyim; eğer<br />
o rağbet ederse, bu dellalığa be<strong>nde</strong>n daha uygun<br />
başka <strong>bir</strong> kimse yoktur.’dedi. Kızgınlık da göstermedi.<br />
Hüküm: “İnsanın mükemmelliği ve aklı, kızmamasındadır;<br />
sonra eğer kızarsa, kızgınlığının<br />
aklına değil, aklının kızgınlığına galip gelmesi lazımdır.<br />
Onlar <strong>bir</strong> yanlışlık ve hata yaptıkları zaman,<br />
açıktan açığa azarlanırsa haysiyet kırıcılık hâsıl<br />
olur. Bir kimse hata yapınca, ‘Şöyle şöyle yaptın,<br />
biz kendi yükselttiğmizi alçatmamak için seni affettik.<br />
Bundan sonra kendine dikkat et.’ demeleri<br />
daha uygun olur.<br />
Yorum: Hata küçükten af büyüktendir, velâkin<br />
kimi devlet büyükleri, azarlamak için fırsat kollar.<br />
Hz. Ali’nin kızdığı zaman kendisini tutan ve <strong>bir</strong> şey<br />
yapmayan kimseyi daha savaşçı olarak nitelendirmesi<br />
dünyadaki liderin kaçında görülür Muaviye,<br />
sabır ve tahammül göstermiş, neredeyse ‘al validemi<br />
götür!’ demeye getirmiş.<br />
1.7 Dünyanın iki büyüğü: ABD ve<br />
d’si’ düşmüş AB<br />
ELLİNCİ FASIL – Zulme uğrayanların işlerine<br />
cevap vermeye dair<br />
Hikâye: “Derler ki, Yezdgird Şehryâr, Müminlerin<br />
Emiri Ömer b. Hattab’ın katına şöyle<br />
<strong>bir</strong> mektup yazdı: ‘Bugün bütün dünyada bizim<br />
66<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
dergâhımızdan daha kalabalık <strong>bir</strong> dergâh, bizim<br />
hazinemizden daha mamur <strong>bir</strong> hazine, bizim ordumuzdan<br />
daha fazla <strong>bir</strong> ordu yoktur; bizim sahip olduğumuz<br />
alet ve teçhizata hiç kimse sahip değildir.’<br />
Müminlerin Emiri, cevap vererek, ‘Evet, sizin söylediğiniz<br />
gibidir. Dergâhınız zulme uğrayanlardan<br />
dolayı kalabalıktır; hazineniz, haram servetlerden<br />
dolayı mamurdur; askeriniz fazladır, lakin ferman<br />
dinlemezler. Talih (devlet)i sona eren <strong>bir</strong>inin alet<br />
ve teçhizatı olur, lakin devam etmez. Bütün bunlar<br />
sizin talihsiz (bîdevlet)liliğinizin, memleketinizin<br />
yıkılacağının delilidir.’dedi”<br />
Hüküm: “Bu dünya meliklerin ruznamesidir.<br />
Eğer iyi olurlarsa, onları iyilikle anarlar; eğer kötü<br />
olurlarsa, keza kötülükle anarlar. Unsuri’nin söylediği<br />
gibi. Tahtını gök yapmak istiyorsan meşhur<br />
olacaksın. Kemerini yıldızdan yapmak istiyorsan,<br />
tanımış olacaksın...”<br />
Yorum: Doğuda Çin ve Rusya, batıda AB ülkeleri,<br />
daha batıda ABD gibi güçler dünyadaki eşsiz<br />
demokrasinin, hürriyet, eşitlik ve adaletin kurucusu<br />
ve kollayıcısıdırlar. Özellikle ABD, nerede adalet,<br />
hürriyet, müsavat üçgeni eşkenar olmaktan çıkmışsa<br />
düzene koymak için oraya derhal apoletlerini yığar,<br />
aydınlatmak için de yıldızlarını gö<strong>nde</strong>rir. Akabi<strong>nde</strong><br />
de “d”si düşmüş AB’nin lojistiği yetişir. “Kemerini<br />
yıldızdan yapmak isteyenler”lerin, kemerlerini kendi<br />
kafa derileriyle süslemeye çalışanlara tahakkümünün<br />
neticesidir bu.<br />
1.8 Benin divitim ve sarığım ile senin<br />
tacın ve tahtın…<br />
Yazının bu kısmında soyca İranlı olan Nizamü’l-<br />
Mülk’le Alp Aslan’ın oğlu Melikşah arasındaki söz<br />
düellosunu kitabın ‘ÖNSÖZ’ü<strong>nde</strong>n naklediyoruz.<br />
Sultan Melikşah devlet dizginlerini ele alıp git gide<br />
İranlılaşmaya doğru yol alan devleti, her yönü ile <strong>bir</strong><br />
Türk Devleti yapmaya girişerek, ordusunun başında<br />
yer aldığı zaman, karşısında vezirini bulur. Melikşah<br />
vezirin büyük nüfuz kazandığını ortaya çıkaran <strong>bir</strong><br />
hâdise üzerine, kendisine “Başında bulunduğum devlete<br />
ortak mısın, ister misin ki önü<strong>nde</strong>ki divit ile başındaki<br />
sarığın alınmasını emredeyim Melikşah bu<br />
sözü ile, vezirliğin iki alametini geri almak suretiyle,<br />
Nizamü’l-Mülk’ü azledeceğini söylemek ister, ona ilk<br />
defa meydan okur. O zamana kadar ted<strong>bir</strong>li ve ihtiyatlı<br />
davranmayı elden bırakmayan ve böyle durumlarda<br />
genç Selçuklu sultanını yatıştırmanın yollarını bulan<br />
ihtiyar vezir, bu defa sultanın meydan okumasına, <strong>bir</strong><br />
meydan okuma ile karşılık verir. “Sen benim fikrim<br />
ve ted<strong>bir</strong>im sayesi<strong>nde</strong> bugünkü ikbâle ulaştın. Baban<br />
öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettiğimi, ayaklanmaları<br />
nasıl bastırdığımı hatırla ve unutma ki benim<br />
divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine<br />
sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor.<br />
Divitin ve sarığın ortadan kalkmasıyla tac ve taht da<br />
ortadan kalkar.<br />
Yorum: “Bu saydıklarımız Nizmü’l-Mülk’ün<br />
müsbet rolleridir. Onun burada açıklanması uzun sürecek<br />
olan menfi rolleri de vardır ki, bunda da suç,<br />
İranlıları devlet hayatına ortak eden, başta hükümdar<br />
olmak üzere, hâkim Türklerindir.”<br />
Hüküm: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”<br />
Demokrasimiz, ömrü, içi<strong>nde</strong>ki ‘a’ harfi<strong>nde</strong>n daha kısa<br />
partilerin, ayrık otu gibi her tarafa kök salmış partilerle<br />
aynı mekânda varlık mücadelesi verme gibi <strong>bir</strong><br />
çelişkiyi de barındırarak güçlenmektedir. İlk mektep<br />
mezunu ve askerliğini yapmış her vatandaşın, <strong>bir</strong> partinin<br />
kapısını çalarak üç nüshalık “Hizmet Yarış ve<br />
Nöbeti Formu” doldurmasıyla demokrasimiz daha da<br />
güçlenecektir.<br />
1.9Fasl-ı Şinasi- Şiir<br />
Bu bölüm, 51.Faslın sonunda yer alıyor.<br />
“Dünyanın hâlini âlim adamdan sordum;<br />
‘Ya uykudur ya rüzgârdır ya da efsane.’dedi.<br />
“Gönül rahatlığı hususunda ne nasihat verir,<br />
söyle.”dedim.<br />
‘Ya <strong>bir</strong> deli ya sarhoş ya da divane.’dedi.<br />
Şimdi ey kari! Yukarıdaki satırları ister ciddiye<br />
alın ister elinizin tersiyle itin. Çünkü his ve fikir atmosferinizi<br />
etkilemeyen bu sözler ya <strong>bir</strong> deli divaneye<br />
ya da <strong>bir</strong> sarhoşa ait olsa da Jung Psikolojisi<strong>nde</strong><br />
buyrulduğu üzere “Toplum, her <strong>bir</strong>eyin kendisine<br />
düşen rolü mümkün olduğunca kusursuz oynamasını<br />
bekler.” sözü<strong>nde</strong>n ilham alarak, siyasetten çok particiliği<br />
seven rahmetli pederimin aziz ruhunu üzmeden<br />
içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi yerine getirmiş olmanın verdiği<br />
gönül hoşluğu ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.■<br />
KAYNAKÇALAR<br />
1.Nizamü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, çev. M.Altay Köymen,<br />
1000 Temel Eser dizisi, Kültür Bakanlığı, İst. 1990.<br />
2. Alfred Adler, Psikolojik Aktivite, çev. Belkıs Çorakçı, Say<br />
Yay., İst. 1993.<br />
3. Frieda Fordham, Jung Psikolojisi, çev. Aslan Yalçıner,<br />
Say Yay., İst. 1994.<br />
67<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Orhan Koloğlu<br />
ve "Oklu Kirpi"leri<br />
M. NACİ ONUR<br />
Şair Koloğlu,<br />
görmüş geçirmiş,<br />
eskilerin deyimiyle<br />
umurdide <strong>bir</strong><br />
kişiliğe sahip, gönlü<br />
zengin, Arapça,<br />
Farsça ve Türkçeye<br />
hâkim, kelime<br />
hazinesi engin,<br />
hafızası kuvvetli,<br />
son derce mütevazı<br />
<strong>bir</strong> insandır.<br />
Sayın Orhan Koloğlu, okuduğum ve incelediğim “Harput”<br />
isimli eseriyle “Oklu Kirpi” serisinin 12. şiir kitabına<br />
imza atmış oluyor. Kendisi 1926 yılında Elazığ’da doğmuş,<br />
ortaokulda Türkçe öğretmeni Hasan Fehmi Erginol’dan, lisede<br />
Zeki Ömer Defne, Faruk Nafiz Çamlıbel’den feyz ve ders<br />
alarak edebiyata karşı sevgi hisleriyle dolmuş, üniversite tahsili<br />
sırasında da İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın edebiyat<br />
sohbetlerine katılmıştır.<br />
Orhan Koloğlu, ticaret ve ekonomi tahsili yapmasına ve bu<br />
alanda mesai sarf ederek uzman olmasına rağmen; edebiyata<br />
ve şiire de o derece zaman ayırmış, bu sahada da çalışmalarını<br />
başarılı <strong>bir</strong> şekilde sürdürmüş, Türk edebiyatı ve şiirini iyi<br />
derecede bilen, şiir alanında da 12. eserini yayınlayacak şekilde<br />
maharet sahibi olmuştur. Şiirlerle dolu <strong>bir</strong> ömür ve yine o<br />
şiirlerin yer aldığı <strong>bir</strong> düzine koca eser… Şair Koloğlu, görmüş<br />
geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide <strong>bir</strong> kişiliğe sahip, gönlü<br />
zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi<br />
engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı <strong>bir</strong> insandır.<br />
Benim yayınladığım kitapların son üç tanesine yayınlanış<br />
tarihlerini belirten ve ebced hesabıyla, yani Arap harflerinin her<br />
<strong>bir</strong>inin taşıdığı rakam değerlerine göre hesap edilerek düşürülmüş<br />
tarihleri ihtiva eden manzumeleri oldukça orijinaldir. Mesela<br />
2004 yılında “Harputlu Şair Hacı Hayri Bey”(İnceleme-Metin)<br />
ismiyle yayınladığım kitabın neşir zamanını hicri tarih olarak<br />
veren şiiri şöyle:<br />
“Unutmak işlemişdi<br />
Deri<strong>nde</strong>n içimize<br />
Onur lutfeylemişdir<br />
Sunup faidemize<br />
Yeniden hayat verdi<br />
Sağ olsun Hayri’mize<br />
Tarihimden eylesin<br />
O elem istifaze (H.1425/ M.2004)<br />
68<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Yine 2007 yılında “Harputlu Şair Mustafa Sabri<br />
Efendi” adıyla yayınladığım eser için de ebced hesabıyla<br />
tarih manzumesi yazmıştır.<br />
“Doktor ONUR geç kalmadı bu işde<br />
Farkeylemek üstadı fark etmekde<br />
Çok şey zayi eyler tarihim O’nu<br />
Terkeylemek nisyana terk etmekte (M. 2007)<br />
2010 yılında çıkardığımız “Elazığlı Güftekarlar” isimli<br />
eserin çıkış tarihini işaret eden şiiri de şöyledir.<br />
“ Sn ONUR’a<br />
Tuğları Orhan tozutur kirletir<br />
Şahane kitap emek heder olur<br />
Seksen ikiden zibil çıkarılsa<br />
Güftekarlar şehri şahaser olur. (H.1470-39= 1431<br />
/M.2010)<br />
Oklu Kirpi serisinin son 12.si<strong>nde</strong>n önceki on <strong>bir</strong>incide<br />
yüzlerce şiir meydana getiren şairimiz, 12.si<strong>nde</strong> şiirlerinin<br />
çoğunu Harput ve Harputlulara ayırmıştır. Şiirlerinin <strong>bir</strong><br />
kısmı serbest vezinle <strong>bir</strong> kısmı hece, <strong>bir</strong> kısmı da aruz<br />
vezniyle ortaya konmuştur. Bir kısım şiirler de Ömer<br />
Hayyam’ın rubailerini andırır şekilde felsefi ve didaktik<br />
özelliklere sahiptir. Aşağıdaki şiir buna örnek olur diye<br />
düşünüyorum:<br />
“ ÖMÜR<br />
Haysiyetten bahse hakları yoktur<br />
Bir ömür boş gövde taşıyanların<br />
Geçmişi şanlarla doludur bence<br />
Toprağın altında yaşayanların”<br />
Yine on <strong>bir</strong>li hece vezniyle yazılmış “Yukarı Şeher”<br />
başlıklı şiir oldukça güzeldir:<br />
“Şarkın üzeri<strong>nde</strong> kuru yaşlanmış<br />
Kuytularda <strong>bir</strong> özerliktir Harput<br />
Göz görür ancak sevgiyle bakarsa<br />
Örselenmiş <strong>bir</strong> güzelliktir Harput”<br />
Aruzun ‘Failatün / Failatün / Failün’ kalıbına göre<br />
yazılan, Harput’a özlemini dile getiren şu şiiri de Fuzuli’ye<br />
nazire olmakla beraber, hisli ve duyguludur.<br />
“FUZULİ GİBİ<br />
Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yad eylerem<br />
Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem<br />
Harput’un ismi<strong>nde</strong> sihir her daim yad eylerem<br />
Azm ile nazm eyleyüp <strong>bir</strong> kutlu serhad eylerem<br />
Düşse dilimden n’ola zihi<strong>nde</strong>n zikre başlarım<br />
Gönlüme kazdım adını geçmişe ad eylerem<br />
Bir talakat hoş belağat nur semahat dağıdır<br />
Her gazelde dikkat eder lafza eb’ad eylerem<br />
Çekdim ucundan hayalin İzmir’e demirledim<br />
Bir Recai-zadeyim Harput’u Nijad eylerem<br />
Muhtac-ı himmettir Orhan yüz sürer toprağına<br />
Tab’ımın fevki<strong>nde</strong> eş’arımla imdad eylerem”<br />
“Oklu Kirpi 12”, Sayın Orhan Koloğlu tarafından 2010<br />
yılında bastırılmış. 108 sayfalık bu değerli şiir kitabının<br />
başlangıcında layık olmadığım halde benim de ismimin geçtiği<br />
şaire ait özlü <strong>bir</strong> ‘Önsöz’ ardından ‘Harput’ isimli Elazığ ve<br />
Harput’un kimliğini belirleyen <strong>bir</strong> manzume var. Bunu takiben<br />
eğitimci şair Nazım Payam’ın, “Koloğlu’nun Oklu Kirpisi”<br />
başlığıyla şairin şiirlerine ve şiir tekniğine dair yazısı ve daha<br />
sonra da eserde, şaire ait kendi şiirleri yer alıyor.<br />
Şiirlerinin <strong>bir</strong>çoğu çeşitli isimlere ithaf edilmiş; Kerim<br />
Sunguroğlu, Şükrü Kacar, Nurettin Ardıçoğlu, M.Naci Onur,<br />
Avni Anıl, Nihat Eriş, Nazım Payam, Cahit Kıraç, Fikret<br />
Memişoğlu, Celal Koloğlu, Zekeriya Bican bu isimler arasında<br />
yer alıyor.<br />
Nazım Payam’a ithaf edilen şiir şöyledir:<br />
“BUZLUK BAĞLARI<br />
Vakt eriyor gül sarardı, dalda durmaz ey gönül<br />
Gülzare yalnız inen bülbül eder naz ey gönül<br />
Kuytu serin <strong>bir</strong> yerin hayali be<strong>nde</strong>tti canı<br />
Vuslat ile mest olan diller kararmaz ey gönül”<br />
Bence, Orhan Koloğlu’nun yukarıda saydığımız vasıfları<br />
çerçevesi<strong>nde</strong> zihninin, yaşına göre dinç oluşu, “Oklu Kirpi<br />
12” yi vücuda getirmesi<strong>nde</strong> en önemli faktördür. Bu eserde<br />
Harput’un ön plana çıkışı, şairin doğup büyüdüğü beldeye<br />
vefa borcunu ödeme isteği<strong>nde</strong>n kaynaklanıyor. Çünkü “Oklu<br />
Kirpi”lerin diğerleri<strong>nde</strong>, ağırlıklı olarak sosyal içerikli, isimlere<br />
ithaf edilmiş ve İzmir’le ilgili şiirler bulunmaktaydı.<br />
Sayın Orhan Koloğlu ağabeyimiz ve üstadımızın daha<br />
nice yıllar sağlık içerisi<strong>nde</strong> o güzel tarzı, dili, üslubu ve<br />
hayalleri ile “Oklu Kirpi”lerini vücuda getirmesini temenni<br />
ediyoruz; zihnine, yüreğine, diline ve kalemine sağlık<br />
diyoruz.■<br />
69<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
"<strong>Dil</strong> gölgesi"<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> şair:<br />
Mehmet Aycı'nın şiir kitaplarının yeni<br />
basımları üzerine<br />
HAKAN ORHAN<br />
"...kullandığı dil,<br />
okuyucuyu çok yoran<br />
dil oyunlarından<br />
çok uzak. Sezdiren<br />
<strong>bir</strong> üslupla geniş<br />
ve zengin <strong>bir</strong> hayal<br />
dünyası sunuyor<br />
okuruna. Geleneğin<br />
ve İslam yaşayış<br />
hafızasının insana<br />
dokunan en ince<br />
bağlantı noktalarını<br />
keşfediyor ve<br />
kaydediyor. "<br />
Mehmet Aycı’nın; Mor Kitap, Aşk Bir Deniz<br />
Rüyası, Yakı, Derin, Bağ(d)at Kitabı, <strong>Dil</strong><br />
Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi ve<br />
Aramadığım Günler adlı 9 şiir kitabı, 4 Kitap Yayınları<br />
(Birleşik Dağıtım Kitabevi) tarafından yayınlandı.<br />
Daha önce başka yayınevleri<strong>nde</strong>n çıkmış olan şiir<br />
kitapları da, yeni kitaplarıyla <strong>bir</strong>likte böylece yeniden<br />
yayınlanmış oldu.<br />
Aycı, şiir tutkunlarının yakından tanıdığı modern<br />
Türk şiirinin genç ustalarından. Modern insanın yalnızlığını,<br />
aşkı algılayışını, acılarını, uyumsuzluğunu<br />
çağdaş şiir dilinin imkânlarını kullanarak işliyor. Halk<br />
şiirinin biçim ve içerik imkânlarından da nasıl ustalıkla<br />
faydalandığını; divan şiirinin imge dünyasından nasıl<br />
siluetler ve sesler taşıdığını Aycı’nın şiirleri<strong>nde</strong> görebiliyoruz.<br />
Divan şiirinin ve halk şiirinin inceliklerini<br />
keşfederek kendi şiirinin kaynaklarından <strong>bir</strong>i haline<br />
getirdiğini görüyoruz. Akıcı, kuşatıcı ve ilgi uyandırıcı<br />
sağlam <strong>bir</strong> dille şiirini kuruyor. “Açık Bir Deniz Rüyası”<br />
kitabındaki gazeller, koşmalar eski şiir geleneğimizle<br />
olan yakınlığını gösteriyor. Bağ(d)at Kitabı, şairin<br />
insanlığın acılarına ortak olduğunu sosyal meselelere<br />
de ilgisiz kalmadığının güzel <strong>bir</strong> örneği.<br />
70<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
<strong>Dil</strong> Gölgesi’<strong>nde</strong>ki “semah II” şiiri<strong>nde</strong>; insanın<br />
bu dünyadaki yalnızlığını anlatmaya çalışıyor.<br />
Hayatın anlamını sorgulayan <strong>bir</strong> zihin ve<br />
yürekle yola çıkıyor. İnsanın dünya macerasındaki<br />
yalnızlığını, gerçeğin aldatıcı görüntüler<br />
altında kayboluşunun uyandırdığı arayışlarını<br />
paylaşıyor ve anlatmaya çalışıyor.<br />
“herkes kendine döner, yalnızlık dediğimiz<br />
ne acıdan giysiler, ne bilinmeyen ada<br />
susayınca varlığın kıyısına ineriz<br />
adımız taş atımı <strong>bir</strong> anlık dalga suda”<br />
Yakı’daki “”bunlar yazmaz kitapta…” başlıklı<br />
şiiri<strong>nde</strong>; Aycı belki bütün hatırladıklarını,<br />
yaşadıklarını, şahit olduklarını imge imge<br />
şiirine yerleştiriyor. Fakat şunun hep farkında<br />
olarak; her şeyi anlatmaya kalemin<br />
gücü yetmiyor ve her şey kitaptan öğrenilemiyor,<br />
öğretilemiyor. Aycı için çocukluğun insan<br />
hafızasında bıraktığı anılar ve hayaller kadar<br />
zengin <strong>bir</strong> hayal sığınağı olamaz. Şair, hayatın<br />
en onulmaz çıkışlarına karşı çocukluğundan<br />
hep güç almaya çalışıyor.<br />
“tahta silahım vardı, ah ne güzel oyuncak,<br />
Bilmezdi kimsecikler ateşten ve baruttan<br />
Korktuğumu usulca/şeytandan korkar gibi<br />
Kömürlük cadılarından kuyu analarından<br />
Karanlıkta geçilen mezarlık kenarından<br />
Kırk haramiden ya da /<br />
-<strong>bir</strong>az da ondan sarıldım tahta oyuncağıma-<br />
Büyüdüm, işe yaradı silahım<br />
Namlusu toprak saksıda <strong>bir</strong> çocukluk anısı<br />
Sanki dünyayı sarıyor odamdaki sarmaşık<br />
o yeşermez ağacın minick kabzasında<br />
-bu yazmıyor kitapta!-<br />
rüya<br />
gün gider hüzün gider ben hep aynı yerdeyim<br />
ne camda arap kızı kafdağı’nda hüzün<br />
giden günle beraber eskir elbiselerim<br />
giden günle beraber yağmura çalar yüzüm<br />
bütün esrik kızların gül koydum avucuna<br />
sonra şiir söyledim <strong>bir</strong> güle yaslanarak<br />
ondan bağlıdır dilim bulutların ucuna<br />
ondan ayaklarımı aşina bulur toprak<br />
şair hep aynı yerde <strong>bir</strong> yangın avaresi<br />
ellerim ateş sunar çeşmelerin diline<br />
ben kimim çeşme nerde ellerim neyin nesi<br />
bilmeden süzülürüz ölümün kandiline!<br />
MEHMET AYCI<br />
Aycı’nın kullandığı dil, okuyucuyu çok<br />
yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren<br />
<strong>bir</strong> üslupla geniş ve zengin <strong>bir</strong> hayal dünyası<br />
sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış<br />
hafızasının insana dokunan en ince bağlantı<br />
noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. Aycı’nın,<br />
modern Türk şiirinin usta <strong>bir</strong> sesi olarak uzun<br />
yıllar ürün vermesini ve şiirlerini zevkle okumayı<br />
diliyoruz. ■<br />
71<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
"Gel gitme gençliğim<br />
ömür bildiğim."<br />
ÖMER KAZAZOĞLU<br />
Yahya Akengin<br />
denilince elbette<br />
Hisar Dergisi akla<br />
geliyor. O Hisar’ın<br />
şairidir. Yahya<br />
Akengin edebi<br />
üslûp sınavını<br />
Hisar dergisi<strong>nde</strong><br />
vermiştir. “Bir<br />
Semaverlik<br />
Muhabbet”in<br />
demlenmesi de o<br />
yıllarda başlamıştır.<br />
Anı türü edebiyatımızda teknik bakımdan<br />
yeni olmakla <strong>bir</strong>likte diğer türlere varlığını<br />
sindirmiş ve hep var ola gelmiştir. Eleştirmenler tarafından<br />
ciddiye alınmamış, zaman zaman ağır hücumlara<br />
da uğramıştır. Hatta anı türünü edebiyatın<br />
içerisi<strong>nde</strong> saymayanlar bile çıkmıştır. Bu tartışma<br />
ve eleştirilerin kaynağında anıyı meydana getiren<br />
dil, üslûp ve yaşanmışlık, okuyucu nezdi<strong>nde</strong> kadir<br />
kıymet bulması yazarın kamuoyundaki durumunun<br />
ilgi uyandırmasıdır.<br />
Anı türünün edebi yolculuğunda işinin hiç de<br />
kolay olmadığını edebi muhit içerisi<strong>nde</strong> görmek<br />
mümkündür. Anı türü<strong>nde</strong> yazarının en önemli çıkış<br />
sebebi yaşadıklarını yazma ihtiyacından, geçmişe<br />
sarılma mecburiyeti<strong>nde</strong>n değil, geçmişin alınyazısındaki<br />
çoğulculuğundan ve paylaşımdan kaynaklanmaktadır.<br />
Okuyucunun ilgi ve tarafgirliğini<br />
her edebi tür gibi anı da taşımak zorundadır. Anın<br />
işlevsel ve şiirsel dili, coşkulu anlatımı ve yaşanan<br />
olayların bölüşülmesi tarihe ve sosyolojiye de payanda<br />
olmaktadır. Anı <strong>bir</strong> noktada romanın alt yapı<br />
problemini ortandan kaldırmaktadır düşüncesi<strong>nde</strong>yim.<br />
72<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Nasıl ki güçlü roman toplumsal tabakaların<br />
yaşam alanlarından beslenmiş ise anı yazarlarının<br />
yaşadıklarını yazıya ve kitaba dönüştürmeleri<br />
de onların edebi türle beslenmeleridir. Halit Ziya<br />
Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ında olduğu gibi. Edebiyatımızda<br />
<strong>bir</strong>çok edebi ürü<strong>nde</strong> varlığını hissettiren anı<br />
türü başta sosyoloji, tarih ve psikoloji olmak üzere<br />
bunun gibi bilim dallarına da kaynaklık etmiş, rehber<br />
olmuştur.<br />
Hele anı yazarı edebiyatın içerisi<strong>nde</strong> ise yani<br />
şair, romancı, hatip, siyaset adamı kimliğini taşıyorsa<br />
yaşadıklarını tarihin tanıklığına geleceğin<br />
sorumluluğuna sunmuştur. Kimliğini Tanzimat’la<br />
onaylayan edebiyatın bu şanssız türü şiirin romanın<br />
ve hikâyenin karşısında tutunabilmek için dilin istisnasızlığına<br />
ihtiyacı vardır. Yazar bu bilinci unutmamalıdır.<br />
Yazar, mensup olduğu dilin vakarıyla<br />
gerçek <strong>bir</strong> edebi zevk içi<strong>nde</strong> yaşadıklarını realist<br />
yalın ve muhattabını ciddiye alan tutum içerisi<strong>nde</strong><br />
olmalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlükleri<strong>nde</strong><br />
olduğu gibi…<br />
Yukarıdaki satırları bana yazdıran son dönemde<br />
zevkle okuduğum Yahya Akengin’in “Bir Semaverlik<br />
Muhabbet” adlı anı kitabıdır. Üstadın anılarını<br />
okurken her şeyden evvel kullandığı dilin hakkını<br />
veren ve diline âşık <strong>bir</strong> yazarla karşılaşıyorsunuz.<br />
Kitabın tamamı bittiği<strong>nde</strong> dolu dolu yaşamış <strong>bir</strong><br />
şairin yaşadıklarını paylaşıyorsunuz.<br />
Yeri gelmişken şu satırı da eklemek durumundayım;<br />
anı salt yazarın yaşadıklarından ibaret değildir.<br />
Gü<strong>nde</strong>lik hayattan hiyerarşik çekişmeye,<br />
siyasetten ekonomiye hülasa yaşanmışlıklardaki<br />
bütün derin renkleri barındırır. Yine yaşanmışlıktan<br />
okuyucu payına düşen o soylu hisseyi çekinmeden<br />
helâli<strong>nde</strong>n alır ve dilin huzuruna varır.<br />
Yazarımız Yahya Akengin anılarına Bayburt<br />
ve Erzurum’dan başlıyor. Bu iki şehir onun için<br />
önemlidir.<br />
Erzurum Gar’ında <strong>bir</strong> tren,<br />
Sırtına sonbaharı yükleniyor<br />
Dalından düşmüş yapraklar gibi yolcular,<br />
Rüzgârlara boyun eğmiş, <strong>bir</strong> de ben..<br />
Doğduğu Bayburt’tan ayrılış heyecan ve burukluğu,<br />
ilk gençlik yılları <strong>bir</strong> şairin ayak izlerini<br />
belirliyor. Yazarın “Gençliğim Eyvah” demediği<br />
diyemediği buna zaman bulamadığı yıllar meslek<br />
hayatına en önemlisi de şiire başladığı yıllar…<br />
“Isparta’da askerlik”, “tabur çeşmesi”, “tekmil<br />
şiiri”…<br />
Bu anılar yolculuğunda Akengin’in önemli<br />
yönlerini keşfediyorsunuz: Milli manevi duyarlılık,<br />
mesleki duyarlılık, anadiline yaşadığı dile<br />
duyarlılık. Bir şairden daha ne beklenir ki. Ayrıca<br />
anılarda devlet kurumlarının sebepsiz çekişmelerle<br />
yıpratıldığı açıkça ortaya konulmuş.<br />
Bazı kurumları işgal eden yazarların sanıldığı<br />
kadar dil erbabı olmadıklarına tanık oluyorsunuz.<br />
Yazar, inandığı dünya görüşünü, inancından<br />
dolayı başına gelenleri bütün içtenliği ile okurla<br />
paylaşıyor. Milliyetçi duruşundan dolayı başına<br />
gelenler okuru hayretler içerisi<strong>nde</strong> bırakıyor.<br />
Milliyetçilerin entrikalarla nasıl dışlandığını görüyorsunuz.<br />
Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi<br />
akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin<br />
edebi üslûp sınavını Hisar dergisi<strong>nde</strong> vermiştir.<br />
“Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de<br />
o yıllarda başlamıştır.<br />
Bize ait değerlerin <strong>bir</strong> edebi türle var olması<br />
Türk yazarının dikkatle üzeri<strong>nde</strong> durması<br />
gereken <strong>bir</strong> konudur. Akengin, edebi akımlara<br />
kısmen mesafeli, fakat kendine has zevki ve<br />
derinliği eserlerine yansıtmayı bilmiştir.<br />
Yahya Akengin, Yazarlar Birliği’nin kuruluşu,<br />
çalışmaları kurduğu kurumda devre dışı<br />
bırakılması, İLESAM’ın kuruluşu, yaptığı<br />
hizmetler, son olarak TÜRKSEV’in kuruluşu<br />
Türk dünyası ile <strong>bir</strong>likte yapılan çalışmalar.<br />
Anlatılanlar kuru yaşanmışlıklardan ibaret değil<br />
kullanılan yalın dil okuyucuyu isteyerek<br />
o anılar dünyasına çekiyor. Hem yazarımızın<br />
başka yönlerini de açıyor.<br />
Yahya Akengin’de olan seçkinci <strong>bir</strong> duruş<br />
mertçe <strong>bir</strong> tavır tavizsiz <strong>bir</strong> dünya görüşü.<br />
Milli duyuş, düşünüş yaşayış… Çok yakın tanımakla<br />
bahtiyar olduğum Yahya Ağabeyin “Bir<br />
Semaverlik Muhabbet”e isim babalığı yapan<br />
“Erzurum” şiirinin ilk dörtlüğünü veriyorum.<br />
Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin<br />
Ve göz ufkunda <strong>bir</strong> kağnıdır göçer gider<br />
Palandöken yaylasında <strong>bir</strong> türküdür zaman<br />
Ötesi karlı <strong>bir</strong> düş uçar gider■<br />
73<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Kırım'ın ebedi sesi<br />
Cengiz Dağcı<br />
BEYHAN KANTER<br />
İsa Kocakaplan,<br />
Dağcı’yı anlatırken<br />
onu tek başına <strong>bir</strong><br />
fert olarak değil<br />
Kırım topraklarında<br />
güçlüklere,<br />
dayatmalara<br />
katlanan <strong>bir</strong>i<br />
olarak tanıtır. Bunu<br />
yaparken de onu<br />
yaşadığı çevreden<br />
ve ailesi<strong>nde</strong>n<br />
soyutlamak<br />
yerine onlarla<br />
bütünleyerek<br />
anlatır.<br />
Edebi eserler, kaderlerini yayınlandıktan<br />
sonra yaşarlar. Ancak edebi eserlerle ilgili<br />
yapılan çalışmalar da kimi zaman bu eserlerin<br />
kaderleri<strong>nde</strong> belirgin <strong>bir</strong> rol oynar. Zira<br />
yazarların ne söylediği kadar bu eserlerle ilgili<br />
söylenenler ve yapılan çalışmalar da edebiyat<br />
dünyası için <strong>bir</strong>er kazanım niteliği<strong>nde</strong>dir. Nitekim<br />
İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Güçlü Sesi<br />
Cengiz Dağcı” kitabı, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen<br />
yönlerinin ortaya çıkarılmasında ve onun<br />
yaşam algısının aktarılmasında <strong>bir</strong> aracı rolü<br />
üstlenmektedir. Kırım edebiyatının güçlü yazarı<br />
Cengiz Dağcı’nın yaşamının ve edebi yönünün<br />
samimi <strong>bir</strong> üslupla anlatıldığı kitap, <strong>bir</strong> devrin<br />
anatomisini yapması bakımından dikkat çekicidir.<br />
İsa Kocakaplan, önsöz, bibliyografya ve<br />
fotoğraflar hariç dört bölümden oluşan kitapta<br />
Cengiz Dağcı’nın bütün yönlerini detaylarıyla<br />
ve belgeler/kaynaklar ışığında ortaya çıkarır.<br />
Önsözde yazar, kitabın yazılma serüvenini yine<br />
samimi <strong>bir</strong> dille aktarırken Cengiz Dağcı’nın<br />
kendisine yazmış olduğu <strong>bir</strong> mektubu da ekleye-<br />
74<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
ek okurun duygu dünyasını<br />
harekete geçirir. Bu mektup,<br />
<strong>bir</strong> yazarın kendisiyle ilgili<br />
yapılmış <strong>bir</strong> çalışma hakkında<br />
düşüncelerini, çalışmayı<br />
yapan araştırmacıyla <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong><br />
paylaşması açısından önemlidir.<br />
Sanıyoruz, bu da pek<br />
az araştırmacıya nasip olur.<br />
Kırım edebiyatından<br />
doğup tüm Türk Dünyası<br />
içi<strong>nde</strong> güçlü kalemiyle kendine<br />
<strong>bir</strong> yer edinen Cengiz<br />
Dağcı’nın romanlarının,<br />
hikâyelerinin ve mektuplarının<br />
tanıtıldığı ve tahlil<br />
edildiği kitaba yazar, öncelikle<br />
Kırım Hanlığının tarihsel<br />
geçmişi<strong>nde</strong>n bahsederek<br />
başlar. Zira <strong>bir</strong> edebiyatçıyı, <strong>bir</strong> yazarı anlamak<br />
için öncelikle onun yetiştiği sosyal çevreyi ve<br />
onun ruhuna işleyen tarihsel zemini bilmek gerekir.<br />
Birinci bölümde Kırım tarihi hakkında kısa<br />
bilgi veren İsa Kocakaplan, daha sonra ikinci<br />
bölümde Cengiz Dağcı’nın biyografisine değinir.<br />
Bir yazarın aile ortamı ve yetiştiği şartlar,<br />
onun sanatına olgunluk kazandıran ve sanatını<br />
tetikleyen unsurlardır. Bu bağlamda, <strong>bir</strong> yazarın<br />
eserlerini iyi anlamak için onun hayat öyküsünün<br />
ve yaşamındaki geçiş dönemlerinin de bilinmesi,<br />
gözden kaçırılmaması gereken <strong>bir</strong> husustur.<br />
Her eserin <strong>bir</strong> doğuş öyküsü vardır ve bu öykü<br />
genellikle yazarların yaşamlarıyla ilintilidir. İsa<br />
Kocakaplan da Cengiz Dağcı’nın biyografisini<br />
verirken onun yaşamındaki dönüm noktalarına<br />
değinmiş ve bu dönüm noktalarının yazar üzeri<strong>nde</strong>ki<br />
etkileri<strong>nde</strong>n bahsetmiştir. Bu bölümde<br />
kullandığı alt başlıklarda araştırmacının Cengiz<br />
Dağcı’nın yaşamındaki dönüm noktalarını ve<br />
onun kişiliğini ve ruh evrenini şekillendiren unsurları<br />
anekdotlarla açıklaması okuru farklı mecraların<br />
içine çeker.<br />
Kitabın ikinci bölümüne,<br />
yazarın biyografisini<br />
verdikten sonra “Kırımda<br />
Açan Kardelen” başlığıyla<br />
giriş yapan Kocakaplan, bu<br />
bölümde yazarın kişiliğini<br />
ve eserlerini/sanatını tahlil<br />
eder. Araştırmacının, öncelikle<br />
Dağcı’nın edebi yönünü<br />
geliştiren ve ortaya çıkaran<br />
ortamlardan bahsetmesi,<br />
eserlerde geçen mekânların<br />
ve olayların zemini<strong>nde</strong> yatan<br />
gerçekliklerin açığa çıkması<br />
bakımından önemlidir. Zira<br />
zor <strong>bir</strong> yaşam süren ve çeşitli<br />
dayatmalara maruz kalan<br />
Cengiz Dağcı’nın sanatında,<br />
yaşamsal süreçte karşılaştığı<br />
güçlüklerin yansımaları/izleri görülür. Edebiyat<br />
dünyasına şiirle giren Cengiz Dağcı, komünizme<br />
yönelen Sovyet insanını değil de şiirleri<strong>nde</strong>,<br />
dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları işlediği<br />
için eleştirilir. Çektiği maddi sıkıntılarla beraber<br />
baskıcı rejimin dayatmaları da Cengiz Dağcı’yı<br />
zor <strong>bir</strong> yaşam sınavının içine hapseder. İsa Kocakaplan,<br />
Cengiz Dağcı’nın sanatına etki eden<br />
bu unsurları yazarken onun çevresiyle olan ilişkilerine<br />
de vurgu yaparak etrafındaki insanların<br />
onun üzeri<strong>nde</strong> kurduğu baskının Dağcı’yı yıldırmadığını<br />
örneklerle gözler önüne serer. Cengiz<br />
Dağcı’nın şairliğe, yazarlığa giden serüvenini<br />
onun yaşamından kesitler/anekdotlar sunarak<br />
yansıtan İsa Kocakaplan, böylelikle kitabın sade<br />
<strong>bir</strong> biyografi çalışması olmasının da önüne geçer.<br />
Yazarın, Dağcı’nın kişiliğini anlatırken özellikle<br />
onun ailesi<strong>nde</strong>n ve sosyal çevresi<strong>nde</strong>n detaylı<br />
olarak bahsetmesi, onun edebiyat dünyasına girişi<strong>nde</strong><br />
bu unsurların önemini yansıtması bakımından<br />
dikkate değerdir. Kanaatimizce, özellikle<br />
Cengiz Dağcı gibi kendi yaşadığı çevreyi eserlerine<br />
konu alan <strong>bir</strong> yazar incelenirken onun sadece<br />
75<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
kısa özgeçmişi<strong>nde</strong>n bahsetmek <strong>bir</strong> yazarın tam<br />
anlamıyla anlaşılması noktasında bazı eksiklikler<br />
kalmasına neden olabilir. Nitekim bu bilinçle<br />
yazılan kitapta İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken<br />
onu tek başına <strong>bir</strong> fert olarak değil Kırım topraklarında<br />
güçlüklere, dayatmalara katlanan <strong>bir</strong>i olarak<br />
tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve<br />
ailesi<strong>nde</strong>n soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek<br />
anlatır. Böyle <strong>bir</strong> anlatım/tanıtım hiç şüphesiz ki<br />
<strong>bir</strong> yazarın geçmişini, şimdisini okurlara sunarken<br />
eserlerinin yaşamıyla bağlantısını da gözler önüne<br />
serer. Yazar, Cengiz Dağcı’nın portresini de adeta<br />
romanlaştırarak anlatır.<br />
Cengiz Dağcı’yı ailesi, sosyal çevresi, bulunduğu<br />
ülkenin siyasi durumu ve yaşadığı mekânın<br />
özellikleri ile <strong>bir</strong>likte tanıtan araştırmacı, üçüncü<br />
bölümde öncelikle eserlerin kronolojik sırasını<br />
verir. Bir yazarın edebi değişim sürecini takip<br />
edebilmek için onun eserlerinin kronolojik sırasını<br />
bilmek elbette önemlidir. Bu sıralamadan sonra<br />
araştırmacı, Cengiz Dağcı’nın eserlerini özetleme<br />
tekniğiyle tahlil eder. Kırım halkının sadece<br />
sesi değil aynı zamanda çığlığı olan Dağcı’nın<br />
romanlarında savaşın izlerinin ve savaş yıllarının<br />
yer tutması yaşanılan ortamın kaotikliğiyle ilintilidir.<br />
Dağcı’nın romanları hakkında fikir verebilmesi<br />
açısından on yedi romanının özetini veren<br />
İsa Kocakaplan, aynı zamanda bu romanların<br />
doğum tarihleri<strong>nde</strong>n ve kaderleri<strong>nde</strong>n bahsederek<br />
okuru genel olarak bilgilendirmektedir. Cengiz<br />
Dağcı’nın hikâye ve mektuplarının toplandığı<br />
Haluk’un Defteri ve Londra Mektupları’nın<br />
tanıtıldığı bölümde araştırmacı, yine bu eserlerin<br />
içerikleri<strong>nde</strong>n bahseder. Özellikle mektuplar, tür<br />
olarak <strong>bir</strong>eyin yaşam içi<strong>nde</strong>ki konumlanışının<br />
ipuçlarını verir. Cengiz Dağcı’nın mektupları da<br />
onun sürekli sorguladığı yaşamının, eserlerinin<br />
ve kendisinin aynasıdır. Cengiz Dağcı’nın hatıralarının<br />
ve günlüklerinin olduğu bölümde ise<br />
onun günlük yaşantısı ve hayallerinin izlerini süren<br />
İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın özlemlerini<br />
ve onun şahsında Kırım Türklerinin acılarını<br />
ayrıntılarıyla yansıtır.<br />
Kitabın dördüncü bölümü<strong>nde</strong> İsa Kocakaplan,<br />
samimi <strong>bir</strong> üslupla Cengiz Dağcı’yla tanışmasını<br />
anlatır. Önce kitaplarıyla tanışıp hayran olduğu<br />
<strong>bir</strong> yazarla ilgili çalışma yapmanın hazzını yaşayan<br />
Kocakaplan, bu kitabın yazılış serüvenini de<br />
okurlarıyla paylaşır. Özellikle Cengiz Dağcı’yla<br />
tanışmasını, onunla ettiği sohbeti ve Dağcı’nın<br />
samimi söylemlerini aktarması, okurun bu kitabı<br />
doğuran şartları görmesi açısından önem arz<br />
eder. Cengiz Dağcı’yla yapılan söyleşi, <strong>bir</strong> yazarın<br />
dünya görüşünü kendi ağzından yansıtması<br />
bakımından önem taşımaktadır. Dağcı’nın içten<br />
<strong>bir</strong> şekilde kendini/geçmişini anlatması, kırgınlıklarından,<br />
mutluluklarından ve mutsuzluklarından<br />
bahsetmesi, ömrü boyunca hayata meydan<br />
okuyan <strong>bir</strong> yazarın belki de ömrünün sonbaharında<br />
yaptığı en samimi itiraflardır.<br />
İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz<br />
Dağcı” kitabı, içeriği ve samimi üslubu ile<br />
Türk kültürünün geniş <strong>bir</strong> coğrafyaya yayılan<br />
edebi mirasını tanıtması açısından <strong>bir</strong> eksikliği<br />
doldurduğu inancındayız.■<br />
76<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Bir varmış <strong>bir</strong> yokmuş<br />
A. FARUK GÜLER<br />
Çocukluğumda masallar hep <strong>bir</strong> varmış, <strong>bir</strong><br />
yokmuş ile başlardı. Ama adı üstü<strong>nde</strong> masaldı<br />
onlar ve daima iyiler kazanır, kötüler cezasını bulurdu.<br />
Büyüdükçe masalların gerçek olmadığını anlıyor<br />
insan. Tekerlemelerin ise anlamsız olduğunu sanıyorsun.<br />
Oysa tekerlemeler çocukların dünyasında büyük<br />
anlamlar taşımasa da insan büyüdükçe fark ediyor tekerlemelerdeki<br />
gerçeği.<br />
Çevremizdeki insanları sevme nedenlerimizden<br />
<strong>bir</strong>isi ve belki en önemlisi kendi hayatımıza olan tanıklıkları.<br />
Bir anlamda onların sayesi<strong>nde</strong> kendi yaşamlarımızı<br />
somutlaştırıyor ve yaşadığımız gerçeğine<br />
şahit kılıyoruz. Tanıkların <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er bu dünyadan<br />
çekilip gitmeleri hem kendi yaşam gerçeğimize olan<br />
inancımızı azaltıyor; hem de bizleri yalnız kılıyor. Yalnızlaştıkça<br />
yalanların içerisi<strong>nde</strong> büyüdüğümüzü fark<br />
edip hayatın ne denli boş ve <strong>bir</strong> o kadar gelip geçici<br />
olduğunu kavrıyoruz. Masallar işte bu noktada devreye<br />
giriyor. Ve her masalın başlangıcında büyük <strong>bir</strong><br />
zevkle söylediğimiz “<strong>bir</strong> varmış; <strong>bir</strong> yokmuş” ifadesi<br />
kendisini gerçeğe <strong>bir</strong> adım daha yaklaştırıyor.<br />
Oysa insan inanmak istemiyor, gidenlerin ardından<br />
bakakalınca kabullenmek zor geliyor. Gitmek belki<br />
kolay olan, ya arkada bırakılanlar Arkada bakakalmak,<br />
hafızalarda yer alan onlarca hatıranın ağırlığının<br />
yanı sıra sırtımıza yüklenen onlarca sorumluluğu beraberi<strong>nde</strong><br />
getirmiyor mu Ta ki kendi yolculuğumuzun<br />
başlayacağı o ana kadar.<br />
Dünyaya gözünüzü açıp da aile içerisi<strong>nde</strong> yaşam<br />
kavgasına ortak olduğunuz kardeşinizin bu mücadeleden<br />
erken vazgeçmesine ne dersiniz Oysa ailenize<br />
dair tüm <strong>bir</strong>ikimlerin devamını sağlayacak olan iki<br />
kardeşten <strong>bir</strong>isinin erken vedası karşısında duyulan<br />
o şaşkın ve <strong>bir</strong> o kadar yalnız kalışa hangi merhem<br />
Ağabeyim Şükrü Güler’e<br />
derman olacaktır ki! Geleceğe dönük kurduğunuz tüm<br />
hayallerde yer verdiğiniz, varlığından güç aldığınız <strong>bir</strong>aderinizin<br />
hayatı boyunca yaptığı tek yanlış sizi yarı<br />
yolda bırakmak olsaydı hayata boş gözlerle bakmak<br />
dışında ne söyler, neler hissederdiniz<br />
“Güçlü ol” diyenlere küfredercesine baktıktan<br />
sonra onların sözleri<strong>nde</strong>ki içi boş ama çaresiz ifadeyi<br />
görünce cevaplar da anlamsız kalmıyor mu Susmak,<br />
belki de en güzeli. Sözcüklerin değerlerini yitirdiği <strong>bir</strong><br />
ortamda 14 ay süren <strong>bir</strong> mücadeleden yenik ayrılan<br />
tarafın imzaladığı <strong>bir</strong> sözleşmedir yazdığım cümleler.<br />
Kardeşim bıraktığı için kaybettim kendi savaşımı. Ve<br />
yeniden doğmak gerekiyor küllerin içi<strong>nde</strong>n. Kendim<br />
için değil elbet bu uyanış, geride kalanlara karşı; <strong>bir</strong>aderin<br />
bıraktığı tüm yarım kalmışları tamamlama<br />
gayesi. Ve <strong>bir</strong> dönüm noktası aynı zamanda. Kaknüs<br />
her zaman aynı şarkıyı söylemiyor maalesef. Artık neşeli<br />
değil tüm şarkılar. Her yeniden doğuş beraberi<strong>nde</strong><br />
yeni <strong>bir</strong> melodiyi mırıldanıyor. Bu bazen hüzzam oluyor<br />
bazen nihavent. Seçmek mümkün değil, seçileni<br />
söylemeye başlıyorsun. Nefesin tükenip de <strong>bir</strong> başkasına<br />
nefes verdiğin o ana değin.<br />
Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si limandan böyle<br />
ayrılmıyor muydu “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten<br />
elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”<br />
Bir siyah ufka bakarcasına fotoğraflara bakıyor insan.<br />
Zamanı dondurduğumuz o karelerde geçmişe dönük<br />
hatıraları yeniden yeniden yeniden yaşamaya çalışıyoruz.<br />
Ama hiç<strong>bir</strong>i o ânı <strong>bir</strong> daha yaşatmıyor ve asıl korkunuz<br />
baktıkça unutmaya başladığınızı fark ettiğiniz<br />
zaman çıkıyor ortaya.<br />
Masalları severim çocukluğumdan beri. Kocaman<br />
<strong>bir</strong> hayatın özetidir başlangıcındaki tekerlemeler. Bir<br />
varmış, <strong>bir</strong> yokmuş ile başlayan…■<br />
77<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
KEMAL BATMAZ<br />
Şairlerin asıl yürüyüşü<br />
yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />
gelen şiir sözleriyle anlamını<br />
buluyor gecede. Onlar<br />
sözün hızlı atlarıyla Hazar<br />
kıyılarından geçiyorlar ta<br />
Orta Asya’dan, Balkanlar’dan<br />
gelip doğudan ve batıdan,<br />
kuzeyden ve güneyden<br />
süzülüyorlar göğümüzde. Bize<br />
ise bu lezzeti idrak etmek<br />
görevi düşüyor.<br />
Şehrin şiirle buluşması<br />
Hazar’da şiir her sene yeniden çalışılır, şehir;<br />
kültür, sanat, edebiyat insanlarının toprağı<br />
sürer gibi sürmesiyle nefes alır. Havasını,<br />
suyunu, toprağını, güneşini sürer şiir yazan<br />
eller. O eller cümle hayali yazar, kaleme dokunmadan<br />
kelamı işletir. Hazar da hezar verir<br />
daim. Cömerttir…<br />
18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları 10-<br />
13 Haziran 2010’da 12 ülke ve Türkiye’den<br />
toplam 35 şairin katılımıyla gerçekleştirildi.<br />
Bu yılki Hazar Şiir Akşamları, Ahmet<br />
Yesevî anısına yapıldı. Sevgi ve hoşgörü başköşede<br />
yer aldı. Yesevî olur da “sevgi ve hoşgörü”<br />
olmaz mı Program çerçevesi<strong>nde</strong> Sevgi<br />
ve Hoşgörü konulu panelde katılaşan kalpler<br />
78<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
için ilham reçeteleri yer aldı. Biz de unutturulmaya<br />
çalışılan köklü tarihimizi hatırlayıp mirasımıza<br />
sahip çıkmak gerektiğini hatırladık, bağlarımızın<br />
kuvvetini fark ettik.<br />
Hazar Şiir Akşamları çerçevesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok etkinliğe<br />
imza atıldı. Bu etkinliklerin bazıları geçmiş<br />
yıllardan tekrar ede ede gelirken bazıları da<br />
18. Hazar Şiir Akşamları’nda ilk defa yerini aldı.<br />
Etkinlikler 10 Haziran Perşembe akşamı, Harput<br />
musikisinin sunulduğu Kürsübaşı tanışma<br />
toplantısı ile başladı. 11 Haziran Cuma günü saat<br />
11.15’te açılan sergiyi ilklerden saymak gerekir.<br />
Sergi, “Sevgi ve Hoşgörü” temalı afiş, illüstrasyon,<br />
fotoğraf ve kitap içerikli idi.<br />
Ancak asıl açılış 11 Haziran Cuma günü<br />
15.00’te şairlerin, ö<strong>nde</strong> Elazığ Belediyesi’nin<br />
mehter takımı olmak üzere Gazi Caddesi’<strong>nde</strong>ki<br />
eski belediye binasının önü<strong>nde</strong> toplanıp açılış<br />
töreninin yapılacağı öğretmenevine doğru yürümeleri<br />
ile başladı. Bu yürüyüş; şiir ile şehrin<br />
buluştuğu, şairin şehre sunulduğu, şehrin şairi<br />
damarlarına çektiği sembolik <strong>bir</strong> yürüyüştü. Bu,<br />
şiirin ayak seslerinin şehrin sesiyle buluştuğu şairler<br />
caddesi<strong>nde</strong> şairden başka, yazar, bürokrat,<br />
gazeteci, esnaf, memur, çocuk, kadın, yaşlı genç,<br />
yediden yetmişe herkesin hem yürüdüğü hem de<br />
kendini temaşa ettiği <strong>bir</strong> yürüyüştü. Öğretmenevi<strong>nde</strong><br />
tamamlanan yürüyüşü <strong>bir</strong>çok ajans izlerken<br />
TRT canlı yayınladı.<br />
Açılışta, Türkiye’den Yahya Akengin <strong>bir</strong> konuşma<br />
yaptı. Şiir Akşamlarıyla ilgili heyecanını<br />
dile getirdi. Sonra Dua Okuyucu Bekarys Shoıbekov,<br />
domra eşliği<strong>nde</strong> dua okudu. Dualarla başladı<br />
18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları. Açılış<br />
programı protokolün konuşmaları ile devam etti.<br />
Konuşmaların merkezi<strong>nde</strong>, şiir vasıtasıyla gü<strong>nde</strong>me<br />
gelen “sevgi ve hoşgörü” yer aldı, Elazığ’ın<br />
tarihî ve kültürel değerleri, insanlık tarihi<strong>nde</strong><br />
Yesevî’nin tesis ettiği sevgi ve hoşgörü, bu hoşgörü<br />
dilinin Türkçenin şiirini gü<strong>nde</strong>me taşımakta<br />
ve gü<strong>nde</strong>mde tutmadaki gücünün dile geldiği düşünceler<br />
vardı.<br />
Açılış programı Yesevî Sanat Topluluğu’nun<br />
yaptığı dans gösterileri ile tamamlandı.<br />
Cuma günü 17.00’de “Ahmet Yesevî ‘Sevgi<br />
ve Hoşgörü’ konulu panel gerçekleştirildi. Prof<br />
Dr. Osman Horata’nın yönettiği panelde Doç. Dr<br />
Necdet Tosun, Dr. Bahtiyar Aslan, Dr. Hayati Bice<br />
ve Alymbay Botakarayev konuşmacı olarak yer<br />
aldı. Konuşmacılar; Yesevî’nin “Orta Asya Türklerinin<br />
Müslüman oluşunda oynadığı rolü, Pîr-i<br />
Türkistân lakabıyla anılan Yesevî’nin, gerçek hayatından<br />
ve tarihî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbelerini<br />
ve fikirleri ile tanınmasını, onun tasavvuf<br />
kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına<br />
ışık tutan “sevgi ve hoşgörü” yaklaşımını, ayrıca<br />
Yesevî’nin hikmetlerinin nasıl ezberden okunduğunu,<br />
bu okumaların günümüz insanlarını nasıl<br />
79<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
deri<strong>nde</strong>n etkilediğini dile getirdiler. Böylelikle<br />
Hikmetler ve Yesevî’nin hayatından hareketle<br />
“Sevgi ve Hoşgörü” kavramı panelistlerin sözleri<strong>nde</strong><br />
can buldu.<br />
Cuma günkü program ‘Hoşgörü Senfonisi’ ile<br />
sona erdi. Programda, Yesevî bestelerine yer verildi.<br />
12 Haziran Cumartesi günü program iki koldan<br />
başladı.<br />
Şairlerin <strong>bir</strong> kısmı ilçelerdeki programlar için<br />
erke<strong>nde</strong>n yola çıktılar. Şiiri tüm şehre ve şehrin<br />
uzuvlarına taşımak için yaydan boşanır gibi dağıldılar<br />
dört <strong>bir</strong> yana. Yesevî dervişleri gibi elleri<strong>nde</strong><br />
ve gönülleri<strong>nde</strong> Yesevî hikmetleri<strong>nde</strong>n<br />
süzülmüş sevgi ve hoşgörü sözcükleri... Heybeleri<strong>nde</strong><br />
Türkistan mayası, gönülleri<strong>nde</strong> sözün gücü<strong>nde</strong>n<br />
başka <strong>bir</strong> şey yokken…<br />
Diğer program ise Hazar Şiir Akşamları’nın<br />
önemli etkinlikleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i olan Dergicilik Paneli<br />
idi. Şair Nazım Payam’ın yönettiği panelde,<br />
“Şiir Akşamlarının Kültürümüze Katkısı” üzeri<strong>nde</strong><br />
duruldu.<br />
Cumartesi günü saat 14.30’da Türk Dünyası<br />
Hizmet Ödülü için AKM’de <strong>bir</strong> tören düzenlendi.<br />
Geleneksel olarak verilen Türk Dünyası Hizmet<br />
Ödülü bu yıl TİKA’ya (Türk İş<strong>bir</strong>liği ve Kalkınma<br />
İdaresi Başkanlığı) verilecekti.<br />
TİKA’nın başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler<br />
ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere,<br />
gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı<br />
olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik,<br />
sosyal, kültürel, eğitim alanlarında iş<strong>bir</strong>liğini<br />
projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek<br />
gibi amaçları ve hizmetleri dolayısıyla verilen<br />
ödül, TİKA adına Eğitim, Kültür ve Sosyal İş<strong>bir</strong>liği<br />
Dairesi Başkanı Mehmet Yılmaz tarafından<br />
kabul edildi. Ödül, Milletvekilimiz Necati Çetinkaya<br />
tarafından verildi. Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra<br />
Mehmet Yılmaz teşekkür ederek ödülü öncelikle<br />
Türkmenistan ve Afganistan’da kaybettikleri görev<br />
şehitleri, çok fedakârca çalışan mesai arkadaşları<br />
ile kamu ve sivil toplumdan iş<strong>bir</strong>liği, çözüm<br />
ortakları adına aldığını, söyledi.<br />
Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra Yesevî Sanat<br />
Topluluğu’nun konseri vardı. Aslında bu sadece<br />
kulağımıza hitap eden <strong>bir</strong> konserden ziyade hislerimizi<br />
doyurmaya yönelik <strong>bir</strong> gösteri idi. Gösteri<br />
boyunca kâh en tatlı anılarıyla Asya topraklarını<br />
<strong>bir</strong> uçtan <strong>bir</strong> uca gezindik kâh Anadolu’da<br />
bağdaş kurduk. Kardeşlerimizin görsel ve işitsel<br />
gösterilerini sanatın dili<strong>nde</strong>n seyreyledik.<br />
Gösteri müzik eşliği<strong>nde</strong> Ahmet Yesevî Sanat<br />
80<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Topluluğu’nun sahneyi 18. Hazar<br />
Şiir Akşamları’na katılan<br />
ülkelerin bayraklarıyla doldurmasıyla<br />
son buldu. Tablonun<br />
oluştuğu anlar kendimizden<br />
geçtiğimiz anlardı.<br />
Damağımızda Ahmet<br />
Yesevî sanat topluluğunun<br />
yaptığı gösterinin tadıyla asıl<br />
program olan şairlerin şiirlerini<br />
okuyacağı geceye geldik. Şiirler<br />
Hazar Gölü kıyısında okunacak.<br />
Şairlerimiz sesini Hazar<br />
Gölü’nün suyuna Hazarbaba<br />
Dağının toprağına, doruklarına<br />
Hazar’ın güneşine duyuracak.<br />
Bu sene katılan ülkeleri ve şairlerden bazılarının<br />
adlarını anmak istiyorum.<br />
Azerbaycan: Naringül Babayeva, Faik Abas<br />
Sefer – Kazakistan: Muhtar Şahan, Yesdevlet Ulubeğ,<br />
Begari Şoyibeko, Alimbay Botakara – Türkmenistan:<br />
Ogulcennet Başhimova – Kırgızistan:<br />
Kozhogeldi Kulu, Ömer Sultan – Özbekistan: Babahan<br />
Şerif – Kırım: İsmail Kerim, İsmet Zato<br />
- Karaçay / Malkar: Yürüzlan Bolat – Makedonya:<br />
Fahri Ali-Kerkük: Metin Abdullah Kerküklü<br />
– Suriye: Muhammet Mevlüt Faki - Başkurdistan<br />
Cumhuriyeti: Kısmetullah Yoldaş - Kuzey Kıbrıs<br />
Türk Cumhuriyeti: Beste Sakallı.<br />
Türkiye: Bahaeddin Karakoç, Yasin Boztaş,<br />
Yahya Akengin, Cemal Safi, Bahtiyar Aslan,<br />
Ozan Taşdemir, Fazıl Ahmet Bahadır, İlter Yeşilay,<br />
Mehmet Nuri Parmaksız, Hikmet Yavuz,<br />
Hıdır Toraman<br />
Elazığ: Ömer Kazazoğlu, M. Faik Güngör,<br />
R.Mithat Yılmaz, İhsan Nazik, Mahmut Bahar.<br />
Akşam programında 18. Hazar Şiir Akşamları<br />
dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasının ödül töreni<br />
var en başta. Ödüle layık görülen eserler ve<br />
sahipleri arz-ı endam ediyor. Konuklar genç yüreklerden<br />
taşan sözleri dinliyor önce. Onların da<br />
ödüllerini Necati Çetinkaya takdim ediyor.<br />
Ve şairler çıkıyor kürsüye <strong>bir</strong> masalı yaşar gibi<br />
dalıp gidiyoruz tılsımlı sözlerin etkisiyle. Şairler<br />
okudukça etrafa <strong>bir</strong> sihir tozu serpiliyor. Her <strong>bir</strong>imiz<br />
<strong>bir</strong> sözün peşine takılıp gidiyoruz.<br />
Şairlerin asıl yürüyüşü yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />
gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede.<br />
Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından<br />
geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip<br />
doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar<br />
göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak<br />
etmek görevi düşüyor.<br />
Şiir Akşamları 13 Haziran Pazar günü misafirlerin<br />
sözlerini bıraktıkları coğrafyada gezdirilmesiyle<br />
tamamlanıyor. Gezide Sivrice, Harput ve<br />
Pertek yer alıyor.<br />
Uluslararası Hazar Şiir Akşamları, hummalı<br />
çalışmalarla ve büyük <strong>bir</strong> heyecanla hazırlanıyor<br />
her sene.<br />
Şiir çok çalışma ve çok emek yumağı. Bazen<br />
yıllarca tekrar gerektirir.<br />
Olunca akşam vakti olur, gün batarken…<br />
Bir de Hazar’da dağların ardınca göz kırpar da<br />
suya teğet durursa tamamdır.<br />
Adı Hazar olur,<br />
Hezar olur,<br />
Hem zâr olur,<br />
Akşam olur;<br />
Olunca da şiir olur.<br />
18’incisi gerçekleştirilen bu büyük organizasyonda<br />
emeği geçen herkese <strong>bir</strong> Elazığlı olarak<br />
şükranlarımı sunuyorum. ■<br />
81<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
16.Uluslararası Bayburt<br />
Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />
Şöleni<strong>nde</strong>n izlenimler<br />
MAHMUT BAHAR<br />
Şölen, Bayburt Valiliği, Bayburt Belediyesi ve sivil<br />
toplum örgütlerinin katkılarıyla 14-18 Temmuz 2010<br />
tarihleri<strong>nde</strong> gerçekleştirildi.<br />
13 Temmuz 2010 Salı<br />
Sabah 11.00, Elazığ’dan hareket saatimiz.<br />
Bingöl’deki yarım saatlik <strong>bir</strong> molanın ardından<br />
yola çıkıyoruz. Aslında tırmanışa geçiyoruz. Rakım<br />
yükseldikçe kulaklarımızın pıtpıtları artıyor.<br />
Karlıova’dan sonra otobüsümüz tam anlamıyla<br />
yol yapım çalışması kapsamına giriyor. Her taraf<br />
toz içi<strong>nde</strong>. Müteahhit harıl harıl çalışıyor. Uzaktan<br />
<strong>bir</strong> asfalt parçası parladığında kara görmüş denizci<br />
heyecanıyla ‘hah, tamam!’ dememizin üstü<strong>nde</strong><br />
on dakika geçmiyor ki <strong>bir</strong> başka yol çalışmasına<br />
dalıyoruz.<br />
Yol boyunca adı kendi<strong>nde</strong>n daha şırıltılı köy<br />
isimleri. Soğukçeşme... Çoba<strong>nde</strong>resi....<br />
Âdeta 2010 yılının ikinci baharını yaşıyoruz.<br />
Dağ taş yemyeşil, çayırlar yeni biçiliyor. Öbek<br />
öbek biçilmiş ot yığınları. Sarı ve mor çiçeklerin<br />
cıvıltısı... Bahar yeni gelmiş olmalı. Elazığ’da<br />
sığırkuyrukları çoktan oduna dönmüşken burada<br />
taptaze, çayır oğlanları gibi geçişimizi izliyor.<br />
Sağımızdan solumuzda su cılgaları. “Güzel memleketim,<br />
taşı toprağı güzel memleketim. Bir de<br />
dağların temiz olsa.” diyorum içimden. “Karlıova<br />
kırsal kesimi<strong>nde</strong>...”sözleriyle başlayan haberlerin<br />
etkisi olmalı bunları söyleten. Dağlarda hâlâ parçaları<br />
var. Kendilerini kuytulara gizlemeye çalışsalar<br />
da saf beyazları ele veriyor.<br />
Saat 17.30. Uzaktan Erzurum gözüküyor. Yaklaştıkça<br />
heyecanımız artıyor. Palandökenlerin <strong>bir</strong><br />
yanı yerden dağın tepelerine dökülen betonlar he-<br />
82<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Dede Korkut Türbesi<br />
men bize 2011 Kış Olimpiyatlarını hatırlatıyor. Bir<br />
geçidin yanında duruyor, tünel girişi<strong>nde</strong>ki yazıyı<br />
okuyoruz: Harput Kapısı... Gel de heyecanlanma.<br />
Bu güzel memleketin <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine açılan kapıları,<br />
Harput Kapısı, Kars Kapısı; Urfa Kapısı, Mardin<br />
Kapısı hiç kapanmasın.<br />
18.00’de Bayburt’a hareket edeceğiz. Hava püfür<br />
püfür. Malum terminal manzaraları. Bavullu,<br />
valizli, çanta ve poşetli insanlar, perona giren ya<br />
da perondan ayrılan otobüsler... Suluboya gözyaşı<br />
tabloları... Bizi <strong>bir</strong> fıskiye karşılamıştı yine aynı<br />
fıskiye uğurluyor. Anlaşılan şehre sırtımızı dönüyoruz.<br />
Kop Dağı’ndaki Abidenin ayakuçlarından<br />
geçiyoruz. “Ayağını turabı olmaya razıyım<br />
Mehmet’im.” diyorum. Aklıma hemen Arif Nihat<br />
Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri geliyor:<br />
Bir bayrak rüzgâr bekliyor<br />
Şehitler tepesi boş değil,<br />
Biri var bekliyor.<br />
Ve <strong>bir</strong> göğüs, nefes almak için;<br />
Rüzgâr bekliyor.<br />
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;<br />
Yattığı toprak belli,<br />
Tuttuğu bayrak belli,<br />
Kim demiş meçhul asker diye<br />
Ülkemin doruklarına ay yıldızlı al bayraktan<br />
başkasını kimse yakıştırmasın!... Sesim titriyor,<br />
gözlerim doluyor ancak Nihal Atsız’ın o mısrası<br />
ile irkiliyorum:<br />
“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz<br />
Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.”<br />
Hey koca Türk, se<strong>nde</strong>ki bu ‘yufka yürekliliği’<br />
tedavi ettirmediğin müddetçe, başına daha çok iş<br />
açılacak!<br />
Ve Çoruh bizi şehre götürüyor, Bayburt<br />
Kalesi’nin bütün kapıları açılıyor.<br />
Öğretmenevi’ne vardığımızda saat 20.00’ye<br />
geliyordu.<br />
İki kişilik 411 numaralı odamız herhâlde güneydoğuya<br />
bakıyor. Balkondan aşağıdaki üç katlı<br />
apartmanla Öğretmenevi arasının sol yanına tarh<br />
tarh lahana, sol yanında geniş <strong>bir</strong> çayırlık... Ve<br />
Anadolu’nun subaşlığını yapan kavak ile söğüt.<br />
Akşam kokteyl var.<br />
Arabalara binip kale surlarının dibine kadar<br />
yaklaşıyoruz. Kalabalık. Masalarda kokteyl geleneğine<br />
uygun yiyecek ve içecekler. Gömlekli kravatlı<br />
insanların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Be<strong>nde</strong><br />
<strong>bir</strong> tişört, Nazım Payam Hoca’da <strong>bir</strong> gömlek. Üşüyoruz<br />
da. Kale dibi<strong>nde</strong>ki daracık yamaca 16 meşale<br />
83<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
dikilmiş. Vali Bey’in tutuşturduğu meşaleyle Dede<br />
Korkut kıyafeti giymiş aksakallı <strong>bir</strong>i tarafından<br />
kalenin bucuna çıkarılarak şenlik ateşi yakılıyor.<br />
Harika <strong>bir</strong> sinevizyon gösterisi. “Soy soylamaya,<br />
boy boylamaya” devam edeceğiz Korkut Ata’m.<br />
Veteriner hekim olduğunu öğrendiğimiz Mesut<br />
Çavdar, Bayburt türküleriyle başlıyor programına.<br />
Söz konusu yamaçta yaşlı kadınlar oturmuş, sessiz<br />
ve sakin olup biteni izliyor, türküleri dinliyorlar.<br />
Kaleden şehre bakıldığında köprü ve ışıklarla yolu<br />
kesilen Çoruh Nehri, peş peşe sıralanan olimpik<br />
havuzlarını andırıyor. Evler, şehre sığmayınca yavaş<br />
yavaş tepelere tırmanmaya başlamış. Şehir, il<br />
sorumluluğunu yüklenince kendine yeni yerler aramaya<br />
koyulmuş olmalı.<br />
Şehrin yetiştirdiği bürokrat ve iş adamlarının<br />
Bayburt sevgisine şaşırıyoruz. Lakin Çoruh kıyısındaki<br />
küçük parkta <strong>bir</strong> tabela dikkatimizi çekiyor:<br />
“Bayburt’u sevmek <strong>bir</strong> iddiadır. İspatı yatırımdır.”<br />
Bizim yatırımsever iş adamlarımızın mekânı<br />
İstanbul-Kocaeli arasıdır.<br />
Bayburt Üniversitesinin önü<strong>nde</strong>n geçerken Mühendislik<br />
Fakültesini göreceksin. Sakın şaşırma.<br />
Orhan Veli’den esinlenen sözlerimiz sizi yanıltmasın.<br />
Çünkü yeni üniversitelerin çoğu, Meslek<br />
Yüksek Okulları üzerine inşa edilmiştir. İnşallah<br />
devamı gelir.<br />
14 Temmuz Çarşamba<br />
Kahvaltıdan sonra Masat Köyü’<strong>nde</strong>ki Dede<br />
Korkut türbesine gitmek üzere yola çıkıyoruz.<br />
Bayburt- Erzurum yolunun bilmem kaçıncı kilometresi<strong>nde</strong>n<br />
sola dönüyor, dere boyunca ilerliyoruz.<br />
Tezek kokuları arasında köyü çıkar çıkmaz<br />
türbe görünüyor. Kıl çadırdan iki otağ kurulmuş.<br />
Kalabalık. Civar köylerden gelenler de olmalı. Bu,<br />
köy kalabalığından çok öte. Türbede aşir okunuyor,<br />
dualar edilip fotoğraflar çekiliyor. İçeri geçiyor,<br />
Dede Korkut’un -haddim olmayarak- ak saçlarını<br />
sıvazlıyorum. Belediye tarafından dağıtılan beyaz<br />
şapkalardan <strong>bir</strong>ini zar zor kapıyorum. Mikrofonda<br />
Belediye Başkanı H.Ali Polat. Güzel şeylerin yanı<br />
sıra özel şeyler de söylüyor. Galiba Türk Cumhuriyetleri<strong>nde</strong>n<br />
<strong>bir</strong>i kendisine, “Siz güzel atlara binip<br />
Anadolu’ya geldiniz. Biz atları kesip yedik ve burada<br />
kaldık.” demiş. Anadolu’da kalma mücadele<br />
ve serüvenimiz devam ediyor.<br />
Çiğdem gibi sekiz kız. Edi Mau Halk Dansları<br />
Topluluğu. Bir şarkı eşliği<strong>nde</strong> oynuyorlar. “Parampa,<br />
parampa” nakaratına iştirak ediyoruz. Kırmızı<br />
elbise, sarı yelek, kuş tüyü sorguçlu başlıklar.<br />
Programdan sonra yanlarına yaklaşıp kıyafetlerin<br />
adlarını soruyorum. Not defterime kendi el yazısıyla<br />
şunları yazıyor esmer <strong>bir</strong> kız: Ükı, kamzol,<br />
köylek. Akabi<strong>nde</strong> Gürcistan İmedi Halk Topluluğu,<br />
Kafkas oyunlarını sergiliyor. On yaşında var yok<br />
<strong>bir</strong> Gürcü erkek çocuğu sıçrayıp sıçrayıp diz vuruyor.<br />
Sıra, bizim Bayburtlunun ata barında.<br />
Dede Korkut çeşmesi<strong>nde</strong> elimizi yüzümüzü yıkıyor,<br />
şifa niyetine su içiyoruz. Kanımız tazelensin.<br />
Hiç<strong>bir</strong> topluluk ya da millet Anadolu’yu bizim<br />
kadar hak etmedi…<br />
Dönüşte kitabesi<strong>nde</strong>n anlayabildiğim kadarıyla<br />
Anadolu’da kurulan ilk Türk Beyliği Saltukoğulları<br />
(1092-1202) komutanlarından Mengüç Gazi’nin<br />
kardeşi Osman’a ait kümbeti ziyaret ediyoruz. Halk<br />
arasında ‘Şehit Osman’ olarak biliniyor. Türküden<br />
<strong>bir</strong> bölümü, Bayburtlu kardeşimiz okuyor:<br />
“Şehit Osman, Duduzar, Bayburt Kal’ası<br />
Ne hoş olur yontma taştan binası”<br />
15 Temmuz 2010 Perşembe<br />
Sabahleyin erke<strong>nde</strong>n kalkıp tıraşlarımızı olduk.<br />
Şehir merkezine yürüyeceğiz. O sakin çağıltısıyla<br />
Çoruh bize eşlik ediyor. Pazar sabahını hatırlatan<br />
sokaklar. Mesai gününe dair iz yok. Ağaçların altında<br />
başımız salkım söğütlere değe değe ilerlerken<br />
karşı taraftan aksi yöne ilerlemekte olan <strong>bir</strong> zat,<br />
“Selâm aleyküm” diyor. Aramızda en az on metre<br />
var. Herhâlde selam bize değildir. İyi şiirler yazıyoruz<br />
ama şöhretimiz bu kadar yaygın değil, eş dostla<br />
sınırlı. Ağaçların altından yola çıkıp bakıyorum,<br />
kimsecikler yok. Selam, bize. “Aleykümselâm”<br />
diye bağırıyorum adamcağızın arkasından. Tepki<br />
göstermediğine göre ya ‘Bu adamlar Tanrı selamına<br />
değmez’ demiş ya da bize kırılmıştır. Ne bilelim…<br />
Selam artık yalnızca eşe dosta, cami dipleri<strong>nde</strong> na-<br />
84<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
maz vaktini bekleyen emekli ve tekaüde mahsus<br />
dinî <strong>bir</strong> ritüel olup çıktı. İnsanlar tanımadıklarına<br />
niye selam versin ki! “Selam verdim rüşvet degil<br />
deyu almadılar” Fuzuli ne kadar haklı. Yüzümüzde<br />
16. yüzyıl utancıyla yürüyoruz. Çoruh, bizden<br />
uzak dur…<br />
Bayburt, <strong>bir</strong> heykelin etrafına kümelenmiş iki<br />
üç katlı dükkân ve iş yerleri<strong>nde</strong>n oluşan küçük <strong>bir</strong><br />
şehir. Meydan Arnavut usulü kaldırım taşlarıyla<br />
kaplanmış. Bu küçük çarşı, köprülerle mahalle ve<br />
sokaklara bağlanıyor. İşimizi hallettikten sonra <strong>bir</strong><br />
çay ocağına oturuyor, günün ilk çayını yudumluyoruz.<br />
Saat 15.00<br />
Öğretmenevinin yanı başındaki binaya, İl Kültür<br />
Merkezi binasının çift girişli merdiveninin<br />
solundan sokuluyoruz. Yahya Akengin, baba tarafından<br />
Bayburtlu olan merhum Halil Soyuer’in<br />
Aziz Nesin sanılarak dövülmeye kalkışılmasından<br />
bahsediyor. Sanatsever yanımız bazen aksi şekillerde<br />
de tezahür ediyor. Müteveffa Aziz Nesin’in<br />
Türk milleti hakkındaki istatistikî değerlendirmesi(!)<br />
başına çorap ördü. Elime yapıştırdığım Bizim<br />
Külliye dergisinin arasındaki dosya kâğıtlarında<br />
beş şiir var. Hangisini okusam Ben <strong>bir</strong>az ters<br />
adamım, herkesin okuduğunun aksini ya da kel<br />
alakalı <strong>bir</strong> şiiri okumak gibi <strong>bir</strong> eksikliğim var. Atmosfere<br />
kendimi kolay kolay kaptırmam. Nazım<br />
Payam, be<strong>nde</strong>n daha heyecanlı. Sabahleyin beni<br />
“Tuz Tadında” şiirini okumam için yönlendirmeye<br />
çalıştı, ama yok. Kürsüye ilkin Yahya Akengin<br />
çıkıyor. Şiire geçmeden önce şairleri tanıtıcı <strong>bir</strong> iki<br />
kelam ediyor, tanıtılan şair oturduğu yerden ayağa<br />
kalkarak mütebessim <strong>bir</strong> eda şiir dostların<br />
selamlıyor. Diğerleri hakkında ne söylendi ama<br />
benim için “modern şiirler yazan şair” dediğini<br />
işitir gibi oldum. Ayağa kalkıp diğer şairleri taklit<br />
ettim. O da ne, Akengin ağabeyimiz Abdullah<br />
Satoğlu’nu unuttu. Hatırlatılması üzerine de lafı<br />
evirip çevirdi, “Unutur muyum, aslında <strong>bir</strong> sürpriz<br />
yapacaktım.”deyiverdi. Salonun yarısı inanmışsa,<br />
dönüp Aziz Nesin’in istatistikî verilerini <strong>bir</strong> daha<br />
değerlendirelim. Asıl suçlu olan hiç şüphesiz sahne<br />
heyecanı. Bazıları şiir okurken hiç heyecanlanmazlar,<br />
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun <strong>bir</strong> yazısında<br />
belirttiği gibi araba süsleyen <strong>bir</strong> zanaat erbabı rahatlığı<br />
içi<strong>nde</strong> elleri<strong>nde</strong>ki fırçayı sabit tutup tekeri<br />
çevirdiği<strong>nde</strong> teker kendiliği<strong>nde</strong>n boyanmış olur ve<br />
zanaatkârımız ıslık çalmayı da ihmal etmez. Şair<br />
öyle mi! Çünkü sanat heyecandan doğar ve sanatın<br />
bizzat kendisi heyecandır. Yahya Akengin, “Annem”<br />
şiiri ile “Kimselere Anlatamadım”ı okuyor.<br />
Her iki Bayburtlu şairden sonra <strong>bir</strong> misafir şair çıkıyor.<br />
Bayburtlu şairler tek şiir okurken, misafirler<br />
iki şiir okuyor. Kural bu. Âşık geleneğini hatırlatan<br />
ölçülü, kafiyeli şiirler… “Haram ile helali süzmeye<br />
geldim” gibi içi<strong>nde</strong> yaşadığımız tezatlar âlemini<br />
çok şık <strong>bir</strong> biçimde ifade eden pırıltılı mısralar hemen<br />
dikkat çekiyor. Nazım Hoca, “Kırdım Söz<br />
Putlarını Kısık Sesimle” şiiri ile “Ateş Su, Toprak<br />
Hava” şiirini okuyor. Sanatçı heyecanı, hem<br />
ses tonunu hem çehresinin rengini değiştiriyor.<br />
Sıra bana geliyor. Bastırmaya çalışıyorum ama<br />
o heyecan, kurulu <strong>bir</strong> zemberek gibi beni dağıtmaya<br />
çalışıyor. Heyecanla cebelleşe cebelleşe<br />
ilk şiir bitiyor ve ben “Vera”yı okuyorum.<br />
Özbekli Hocamız Babahan Muhammet Şerif<br />
Bey, o güzel Türkiye Türkçesiyle şiirini seslendirirken<br />
eşi muhterem hanımefendi Nene<br />
Hatun’a yazdığı <strong>bir</strong> şiiri okuyor. Biz, hangi Özbek,<br />
hangi Tatar, hangi Kırım, hangi Kırgız, hangi<br />
Türkmen kahramanına şiir yazdık Solumuz<br />
Che Guevara’ya, Hiroşima, Nagazaki’ye, sağımız<br />
Filistin’e yazar desem, yalan ya da yanlış mı söylemiş<br />
olurum<br />
Kosova Prizren’den Balkan Aydınları ve Yazarları<br />
Derneği Başkanı Osman Baymak, dostumuz,<br />
şiiri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> destandan hareketle Tanrılarla<br />
Tanrıçaları buluşturuyor. Akşamki kritikte Akengin,<br />
“Evet, atalarımız da çok Tanrılıydı belki ama<br />
biz şimdi tek Tanrıya inanıyoruz.” sözleriyle şiiri<br />
tatlı tatlı hicvediyor.<br />
Plaketlerimiz çok ağır, kristalden. Bilgisayarla<br />
yapılmış, <strong>bir</strong> camın içi<strong>nde</strong> eli<strong>nde</strong> kopuzuyla Dede<br />
Korkut. Ey Oğuz elinin bilicisi, gaipten türlü haberler<br />
vericisi, hele bize <strong>bir</strong> şeyler söyle…<br />
16 Temmuz 2010 Cuma<br />
Kop Dağı’na, Şehitlik Abidesini ziyarete ve<br />
mevzileri gezmeye gidiyoruz.<br />
85<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
Yukarıda da yazdığımız gibi Bayburt’a girişte<br />
önü<strong>nde</strong>n geçmiştik. Şoförümüz Hasan, bu tatlı<br />
rampanın bizi aldatmaması gerektiğini söylüyor.<br />
“Hocam bu yol kış boyunca karlı buzludur. Tırlar,<br />
kamyonlar çıkamaz…” Kop’un tepesi<strong>nde</strong> Atatürk<br />
heykeli ile Ruslara karşı mücadele veren Türk<br />
askerinin anısına dikilen <strong>bir</strong> abide. Kitabesi<strong>nde</strong>n<br />
okuduklarımı aktarmak istiyorum:<br />
“Onlar içimizde ülkü, dilimizde türkü, imanımızda<br />
rehber ve hayatımızda gururdur.”<br />
Okunan aşiri’ı yine huşu içi<strong>nde</strong> ve gözlerimiz<br />
dolu dolu dinliyoruz.<br />
Kop Dağı’ndan bahsedince Yahya Akengin’in<br />
şu güzel mısralarını atlamak olmaz:<br />
Kop Dağı’nın tepesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> anıt<br />
Anıtın üstü<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bayrak<br />
Bayrakta <strong>bir</strong> rüzgâr ılgıt ılgıt<br />
Taşırlar ruhumuza selamları.<br />
Selamınız ne sıcak.<br />
Kanımızla erimişti bu dağların karı.<br />
Size yeşil, size çiçek olsun…<br />
Öldük ki bu milletin evlatları<br />
Yetim kalır ama<br />
Kalamaz özgürlükten yoksun.”<br />
Mevzilere tırmanıyoruz. Bu sırtta, kuzey-güney<br />
istikameti<strong>nde</strong> kazılmış ve taşlarla yükseltilmiş dalgalar<br />
hâli<strong>nde</strong> mevziler sıralanıyor. Mehmetçik, <strong>bir</strong><br />
çukur ve <strong>bir</strong> taşla kendisini korumaya çalışırken<br />
aslında siper ettiği göğsüyle vatan ve imanını<br />
korumaktadır. Ayakucumda <strong>bir</strong> mermi kovanı.<br />
Tabanında “1325”, “mavzer” yazıyor Arap rakam<br />
ve harfleriyle. Vali Bey’e verdiğim kovanı<br />
dönüşte Nazım Payam’ın eli<strong>nde</strong> görüyor, hayıflanıyorum.<br />
Benim böyle saflıklarım pek çoktur.<br />
Bir defasında da bizim köyün girişi<strong>nde</strong> bulduğum<br />
“hürriyet, adalet, müsavat” yazılı sikkeyi<br />
de halaoğlu elimden almıştı.<br />
Askerimiz Erzurum düşünce buralarda tam beş<br />
buçuk ay Ruslarla çarpışmış. Rusların 4.Türkistan<br />
Tümeni Almuşka’dan iner, 17. Ve 18. Türkistan<br />
alayları ise Aksunk ve Maçur önü<strong>nde</strong>n Bayburt’a<br />
girer.<br />
Rehberimiz, yakın zamana kadar mevzilerde<br />
insan iskeletine ait kemiklerin, hatta kafatasının<br />
bulunduğunu söylüyor. Yöre halkına göre neresi<br />
daha gür ve yeşilse orası toplu mezar alanıdır. Allahüekber!<br />
Cepheden ayrılma hazırlıkları başladığında<br />
aşçı “Uşak, geri çekileceğiz çekilmesine de<br />
bu kartolları (patates) ne yapacağız” der.<br />
Ruslar zamanla çekilir. Bu kez mücadele Ermeni<br />
iledir. “Babamın da içi<strong>nde</strong> olduğu ordumuz<br />
Ermenileri Gümrü’ye kadar takip etmiş. Yol boyunca<br />
<strong>bir</strong> köy camisi<strong>nde</strong> yakılan insan yağlarının<br />
köy meydanına sızması gibi kötü olaylara şahit<br />
olmuşlar. Gümrü’de yapılan anlaşma ile Kars’ın<br />
Kızılçakçak beldesi sınır olmuş ve bizimkiler geri<br />
dönmüşler. (U.Ahmet Aker, Hicranı Anlayan Şehir)<br />
Fransa ve İngiltere’de o işlek giyotinlerin koparttığı<br />
başlardan akan kanların <strong>bir</strong> süre sonra toprağı<br />
doyurup metrelerce uzağa akmaya başladığını<br />
hangi kitapta okumuştum acaba<br />
Bu ziyaretin akabi<strong>nde</strong> ziyafete gidiyoruz. Hedefimiz<br />
Helva Köyü. Yağmurlu <strong>bir</strong> öğle saati<strong>nde</strong><br />
cuma namazını kılıp traktörlerin de eşliği<strong>nde</strong> Buz<br />
Mağarasının bulunduğu tepenin eteğine yapışıyoruz.<br />
İki kıl çadır kurulu. Yemekte helva da var. Bu<br />
helva, Kop Dağı’nda günlerce kartolla ayakta kalmaya<br />
çalışan Mehmetçiğin helvası mı, bize hediyesi<br />
mi Masada tam karşımda oturan arkadaş gülümsüyor.<br />
“Korkmayın, kepçe Deli Hoca’nı eli<strong>nde</strong><br />
olduğu sürece aç kalmazsınız.”<br />
Kafileden ayrılıyoruz.<br />
Bu güzel insanlardan ve güzelliklerden ayrılma<br />
vakti gelip çattı.<br />
Geleneksel Türk misafirperverliğinin en<br />
güzel örneğine tanık olduğumuz geçide kurulu<br />
şehrin insanlarına el sallamak hiç de kolay olmuyor.<br />
Sonuç niyetine<br />
Bu etkinliğin hem kültür, sanat ve edebiyat<br />
adamlarını hem bürokrat ve iş adamlarını buluşturma,<br />
kaynaştırma gibi <strong>bir</strong> fonksiyonu yerine<br />
getirdiğine, bahar ve yazı iki üç ay gibi kısa<br />
<strong>bir</strong> süreye sığdıran halkın hayatına dördüncü <strong>bir</strong><br />
cemre gibi düştüğüne inanıyorum.<br />
Teşekkür ederim Bayburtlum.<br />
Allahaısmarladık Korkut Ata’m.■<br />
86<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
87<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
88<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
89<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
90<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
91<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
92<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
93<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
94<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
NAMIK YUSUF<br />
95<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010
96<br />
eylül-ekim-kasım<br />
2010