Sanat, SınırsızlıÄa Kapı Aralar - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir ...
Sanat, SınırsızlıÄa Kapı Aralar - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir ...
Sanat, SınırsızlıÄa Kapı Aralar - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir ...
- No tags were found...
PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
BUSAYIDA1506KadîmEbru<strong>Sanat</strong>ınınTavizsizUstasıAlparslanBabaoğlu14Tezhip<strong>Sanat</strong>ınınDuayenÇİÇEK’i22Selçuklu’nunZamanaMeydanOkuyanMirası:Kündekâri30DerinDalgalarKıyıyaVurunca!Uğur SEZENİrem GÜVENSemra ÇELİKA. Ulvi AKIN36Sarı RenginDahi Ressamı Van Gogh47GümüşünSabır HaliTelkâriİSMEK'teEmin Ellerde50Uzak DiyarlardanRuhumuzaDokunan Esinti:Sumi-eMukadder ÖzdemirMutia SOYLUSemra ÜNLÜ58Gök KubbeyeSığmayan Ses:Buhûrîzâde (Itrî)64 66 74Itrî veOsmanlıMedeniyetYorumuUzak Doğu’nunMinyatürlerineYakın BakışKemankeşlerÇıktı MeydâneTalip MERTProf. Dr.Saadettin ÖKTENMehmet K. SATUKHamza ASLAN
788494100104AdınıDoğduğuŞehirdenAlan <strong>Sanat</strong>:EdirnekâriKem Âlât ileKemâlâtOlmazŞehrinSoğukDuvarlarındaRenkCümbüşüRumîMotifininZoomorfikKökeniHakkındaPadişahın Evi:TopkapıSarayı Harem-iHümâyunuMehmet KÖKREKUğur SEZENMuzaffer S. İNANÇProf. Dr. Selçuk MÜLAYİMSudenaz DOĞAN108112118122Tunus'unMavi KapılarıKadıSicillerindenOsmanlıKlasik DönemBazıKültür VarlıklarıHurdaKâğıtlarMücevhereDönüşüyorDüşünceHayatınınSembolleriMetin YÜKSELProf. Dr. H. Örcün BARIŞTAEmine DOYDUProf. Dr. İlhanÖZKEÇECİ<strong>Sanat</strong> ve <strong>Sanat</strong>karlarınHamisi Prenses NazlıSüleyman KIZILTOPRAK148Saklı CennettenBir Demet132138144El YazımızBizi EleVeriyor!İğne ile KuyuKazma <strong>Sanat</strong>ı:SigrafittoTasarımlarındaGelenektenEsinlenenModacı:Dilek HanifÖmer Faruk DEREUluslararasıHat Yarışması’ndaİSMEK Rüzgârı152Murat Gökhan GÜRELSemra ÇELİKHatice ÜRÜNNermin SULTAN158
Kadîm Ebru <strong>Sanat</strong>ınınTavizsiz UstasıAlparslan BabaoğluUğur SEZENŞebek ve Hatib Mehmet Efendiler... Özbekler Tekkesi Şeyhi Sadık Efendive mahdumu Hezarfen İbrahim Edhem Efendi… Peşlerinden HezarfenNecmeddin Okyay ve hayrulhalefi Mustafa Düzgünman… Son üçyüzyılda ebru sanatı dendiğinde akla gelen ilk isimler bunlar. Çünkü ebrusanatının kaderi, her devirde birkaç adamla süregelmiş. Günümüzde busanatın kaderinde rol alan isimlerden biri olan ve usta öğretici olarakİSMEK'te de öğrenci yetiştirmeye başlayan Alparslan Babaoğlu'nateknesi başında misafir olduk ve kendisiyle hocalarını, ebru ile kesişenhikayesini ve günümüz ebru sanatını konuştuk.Destûr Yâ Hakk! 1Gelenekli sanatlarımızın birçoğunun tarihi, asırlar öncesinedayanır. Kütüphanelerde bu sanatlar hakkında yazmaeserler, koleksiyonlarda şaheserler, murakkalar bulunur.İcazetnameler, silsileler ve ekoller bu sanatları, meselahüsn-i hattı, mesela tezhibi, minyatürü, mücellitliğigünümüze taşır. Fakat ebru sanatı, diğer bütün sanatlarımızdanayrılıyor bu noktada. Kendine ait bir garip kalmışlığıvar ebrunun.Nerede neşvünema bulduğu, isminin kökeni, hangi yollarıtakip ederek Anadolu’ya geldiği hep tartışıla gelmiştir.Kimilerine göre Orta Asya’dan çıkan ÇağatayTürkçesi’nin “ebre”si İran’da soluklanıp Farsça “ebrî”,yani bulutumsu olmuş; Anadolu’da “ebru”ya dönüşmüştür.Kimilerine göre de ebrunun kökeni “âb-ı rû”dur,yüz suyudur yani, renklerin suyun yüzeyinde raks etmesidir.Mustafa Düzgünman tekne üzerinde rengârenkboyalara biçim ve şekil verir gibi kağıt üzerinde kelimeleridizdiği “Ebruname”sinde, bir bakıma her iki rivayetide meczetmiştir:Ebru demek ebir demek yâni gökteki bulut,Ab-ı rû da tutar mânâ su yüzüdür et şuhût,Bir kelâm-ı farisîdir ebrû insan kaşları,Her tevcihe sezâdır kim mânâsı da pek velût.
nin gelenekli sanatlarımızla arasında hiçbir bağ yoktur.“Liseyi Erzurum’da okumam, üniversiteyi deİngiltere’de tamamlamam gelenekli sanatlarımızlatemasım olmasına imkân tanımadı.” diyen Babaoğlu,bir kurumda mühendis olarak çalışmaya başlar.Bir gün bir arkadaşının evine davet edilen Babaoğlu,duvarda Hattat Hasan Çelebi’nin hilye-i şerifini görür.Harflerin kıvrımları ile levhayı nakış nakış süsleyentezhibin ahenginden gözlerini alamaz ve adetaönünde yeni dünya açılır. Arkadaşı durumu farkedince, “Topkapı Sarayı Nakışhanesi’ne gidelim.Orada tezhip ve minyatür dersleri de alabilirsin.” der.İçerden birkaç tane de ebru getirir. Babaoğlu, duvardakihilye-i şerifin etkisinden henüz kurtulamamışkenansızın gelen ebrulara teslim olur. “Kim yapıyorbunları?” diye sorar arkadaşına. Cevap o tarihlerdetek bir adresi gösterir: “Üsküdar’da bir attarvar, Mustafa Düzgünman. O yapıyor. Ama artıkyaşlandı. Allah gecinden versin emr-i Hak vaki olursaebru yapan usta kalmayacak!”Babaoğlu arkadaşının evinden birkaç emanet ebruve koltuğunun altında Uğur Derman’ın Türk Ebru<strong>Sanat</strong>ı isimli kitabıyla ayrılır. Gönlünde ise şu sözyankılanıp durmaktadır: “Allah gecinden versinemr-i Hak vaki olursa ebru yapan usta kalmayacak!”O günlerde bekârdır, yapacak başka da işi
yoktur. Ebru sanatına talip olmuştur bir kere. UğurDerman’ın kitabından tariflerle kendi kendine tekneaçar, iptidai boyalarla ebrular yapmaya çalışır. Bu ebrularıTopkapı Sarayı Nakışhanesi’ne götürüp CahideKeskiner’e ve Semih İrteş’e gösterir. Genç ebrucununhevesini kırmaz hocaları, sürekli teşvik ederler.Fakat teşvikten ziyade meşke ihtiyaç olduğu kısasüre sonra anlaşılacaktır.Ustaya Saygı, Ustaya Götürür1984 yılında Topkapı Sarayı Nakışhanesi’nde tezhipöğrenirken evinde de ebru çalışmalarına başlayanBabaoğlu, bir yıl sonra bir teklif alır. Sultanahmet'tekiCedid Mehmed Efendi Medresesi restore edilip İstanbul<strong>Sanat</strong>ları Çarşısı olmuştur. Medresenin herhücresi bir sanata ayrılır. Bir hücre de Babaoğlu’nateklif edilir, ebru yapması için. Genç ebrucu, kendinibaşka bir davete götürecek bu işi kabul eder.“Teklifi kabul ettim. Fakat benim bulunacağım ebruhücresinin duvarlarına Hoca'nın ebrularını da asmakistediler. Ben bunu kabul etmedim.” diyen Babaoğlu,açılış günü gelenekten taviz vermez ve duvarlaraDüzgünman’ın ebrularını astırmaz. Geçerli bahanesinide şöyle anlatıyor: “O vakitler kimsenin MustafaDüzgünman gibi ebru yapması mümkün değildi.Hücrenin önünden geçenler o ebruları duvarda görüpbenim yaptığımı sanırlar, hocaya saygısızlık olurdiye düşündüm ve astırmadım.”Tabii ki bu asil davranış karşısında kimse söz söyleyemezve Düzgünman’ın ebruları başka bir hücreyegönderilir. O vakitler İstanbul küçüktür, tenhadır;Sultanahmet’te öğle vakti cereyan eden bir güzellik,akşam olmadan Üsküdar’dan duyulabilir. Öylede olur. Babaoğlu’nun bu davranışı Düzgünman’ınkulağına gider ve “Gönderin o çocuğu bana!”der. Birçoklarının “aksi bir ihtiyar” diye nitelediğiDüzgünman’ın, genç çırağın bir sözünden nice manalarçıkardığı yıllar sonra anlaşılacaktır."Attar Dükkânı"na Bir Müdavim DahaBabaoğlu, aldığı bu davet mukabilinde bir Cumagünü Düzgünman’ın attar dükkânına gider. Yıl1985’tir. Hevesli genç, dünyada bu sanatın zirve ismiyle,hem de mekânında tanışır. "Ben her Pazarsaat 10.00'da atölyeme misafir kabul ederim. BuPazar gel de yaptığın ebruları görelim." daveti ileDüzgünman’a talebe olur. Babaoğlu bir yandan hocasıylanasıl tanıştığını anlatırken bir yandan da teknesindelale ebrusu yapıyor. Teknenin karşısındakiduvara ise adeta bir sanat macerası nakşedilmiş.10
Babaoğlu tarih kokan çantayı rafa kaldırırken,“Bir şey dinleteyim de size, bunları bir de hocamınağzından duyun.” diyor ve yıllar evvel attardükkânındaki bir sohbetin ses kaydını açıyor.Merhum Düzgünman, hoş biredayla anlatıyor ebrunun ne olduğunu:“Ebru tükenmeyen bir hazinedir.Kendi içinde karakterinibozmadan tekâmülediyor. Bunun haricindemodernizasyon diye birşey olamaz. Çünkü bu ecdatyadigârını, bunun tarihiniyaşatmak mecburiyetindeyiz.Niye modernizasyonolsun? Bu, nihayeti olmayan birrenk cümbüşü… Güzelliği tükenmiyorki yeniden bir şeyler icat edilsin. Zamanımızdaresme kayan bir ebru görüyoruz. Onlara bakıldığızaman bir yağlı boya manzarası gibi. Ebrunundışına çıkıyor. Aslında onlar da ebrudan yapıyorlarama yağlı boya gibi. Biz buna Türk ebrusudiyemeyiz, çağdaş ebru diyebilirler. <strong>Sanat</strong>lışey, takdir ederim; ama Türk ebrusu denemez.Bizim ebrumuz karakterini bozmamalıdır.”Püf Noktayı Tekne SöylerDüzgünman’ın ses kaydı bitince, yıllar evvelindenbir örnek daha veriyor Babaoğlu. Bir günhocası atölyesinde ebru yaparken, “Belki bu işinpüf noktasını kaparım!” niyetiyle hocasına sorar:“Kavanozun dibinde şu miktarda boya var.Buna ne kadar su ve kaç damla öd koyarsam güzelbir ebru yapabilirim?”Düzgünman istifini hiç bozmadanve oralı olmaz bir edayla; “Onutekne söyler!” diye cevap verir.Genç Alparslan, hocasınabir şey söyleyemezama eve döndüğünde eşineserzenişte bulunur. Buserzenişin üzerinden yıllargeçer ki Babaoğlu işinhakikatini anlar. Ve bu hakikatisoranlara şu sözlerleitiraf eder: “Hocayı kaybettiktenseneler sonra anladım kihaklıymış, beni geçiştirmemiş… Ebrununpüf noktasını tekne söylüyor amaönemli olan teknenin dilini öğrenebilmek! Teknedeolan olaylar anlatıyor her şeyi. ‘Şu boyakumlanınca su koyacaksın, şu boya aktı öd koy.’diyor. Bu da hoca sayesinde ve teknenin başındavakit geçirmekle oluyor.”12
enmek için “Peki sen ne dedin?” diye sorar. O gün,yirmi yılını evde geçiren Çiçek Derman için hayatınındönüm noktası olur desek yanlış söylemiş olmayız.Aldığı teklifle ilgili şunları söylüyor Derman: “Hiçbir işetalip olmadım ben. Bize talep gelir, o talebi deHakk’tan bilir reddetmeyiz. Talip olmak, insandabir gizli benlik olduğunun delilidir.Ama talebi Hakk’tanbilip, eğer gücünüz varsafaydalı olmayaçalışırsanız benliktensıyrılmışolursunuz. Üniversitede böyle oldu benimiçin. Uğur Bey, çocukları,evi ve kendisini ihmal etmemekşartıyla çalışabileceğimi söyledi.Böylece o yaşta hocalık hayatımbaşlamış oldu. 40 yaşımda yeniden doğdumyani.”Geleneksel süsleme sanatlarımızdan söz edilirkenisminin muhakkak anıldığı Ord.Prof. Süheyl Ünver’in asistanlığını yapmış,onun rahle-i tedrisinden geçmişolan Çiçek Derman, ‘ev hanımı’ olarakgeçirdiği o yirmi yıllık sürede tezhip sanatındanhiç kopmaz. Aldığı özel derslerlekendisini sürekli geliştirir. Bu sebepledirki, üniversitede hocalık için teklif alır ve14 Kasım 1984’te uzman olarak çalışmayabaşlar. 1985 yılında kadrosu gelen ÇiçekDerman, bölümünün ilk kadrolu hocasıolduğunu gururla ifade ediyor. Çiçek Hoca,yıllardır içinde biriktirdiği çalışma aşkıyla öncedoktorasını tamamlar. Ardından da doçentlikve profesörlük gelir. Tabii biz bunları şimdi bir çırpıdasöyleyiveriyoruz, ama onun için hiç de öyle kolay olmazprofesörlüğe kadar yükselmek. Derman, 57 yaşında aldığıprofesörlük unvanıyla on yıl boyunca hizmet verir.Marmara Üniversitesi Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi GelenekselTürk <strong>Sanat</strong>ları Bölümü’nde bölüm başkanlığı ve dekanlığakadar yükselen Çiçek Derman, idareci olmanınzor, fakat bir o kadar da keyif verici olduğunu belirtiyor.Derman’ın, dekanlık görevini 7 Ocak 2012 tarihinde tamamladığınıöğreniyoruz.İcazetini Rikkat Kunt’tan AldıAkademik yaşamından bahsettikten sonra sözü tezhipsanatına getiriyoruz. Çiçek Derman’ın tezhip eğitimindeSüheyl Ünver’in yanı sıra Muhsin Demironat ve RikkatKunt da önemli bir yere sahip. “Benim üç hocamvar. Süheyl Bey, ilk hocamdır. Hayatıma yön vermekanlamında büyük emeği geçmiştir. <strong>Sanat</strong>ı bana tanıtıpsevdiren odur. Bana babalık etmiştir.” diyor Derman,rahmetle andığı Ünver için.Günümüzde pek çok tezhip sanatçısınınustası olan Muhsin Demironat ile1974 yılında tanışır Derman. EminBarın’ın Cağaloğlu’ndaki atölyesininüst katında Demironat’tan özeldersler alan Derman, hocanın sağlıkdurumu el vermediği için derslerinyalnızca bir yıl sürdüğünü anlatıyor.“Ama ziyaretlerimiz devam etti.Vefatından sonra da hanımı, MuhsinHoca’nın bütün kalıplarını bana verdi.Ben de onları yayınlayarak değerlendiriyorum.”diye konuşuyor.Tezhip hayatında çok önemli bir yertutan Rikkat Kunt ile tanışmasını iseşöyle anlatıyor Derman; “1976 yılındaNecmeddin hocamızın vefat ettiğigün başsağlığı dilemek üzere RikkatKunt’un Beylerbeyi’ndeki evinegittik. Orada duvardakileri görüptezhibe olan ilgimden bahsedincederslere tekrar başlamama izinverdi Rikkat Hanım. Her Pazartesigünü sabah 10:30’da giderdim veBeylerbeyi Camii’nde öğlen ezanıokununcaya kadar sürerdi ders. Hocamınvefatına kadar 10 yıl boyunca,bu şekilde teke tek devam etti dersler.”Tezhipte icazetini Rikkat Kunt’tan aldığınıbelirten usta müzehhibe, şimdilerde RikkatKunt için bir kitap hazırladığını, hatta kitabınbasım aşamasında olduğunu ifade ediyor.<strong>Sanat</strong>kâr Eserini Satar, <strong>Sanat</strong>ını SatmazÇiçek Derman’ın gözleri, üzerinde emeği bulunan hocalarındanmuhabbetle bahsederken ışıldıyor, onların vefatlarındansöz ederken de buğulanıyor. “Şimdilerde kalmadıartık böyle muhabbet.” diyor Derman. Tezhipte, samimiyetedayalı bir usta-çırak ilişkisiyle yol kat eden sanatçıdan,geleneksel sanatlardaki usta-çırak ilişkisini değerlendirmesiniistiyoruz. “Gelenekli sanatlarımızda usta-çırak usulüverilen dersler, sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyleverilir. Maddi alışveriş söz konusu olmaz. Hocasındanvaktiyle öğrendiği sanatı talebesine öğreten hoca, öğretmezamanı geldiğinde kendisi de öğrencilerinden ücrettalep etmez. Bu yolla hem hocasına olan borcunu ödemişolur, hem de öğrencisinin ileride bu sanatı aynı şekilde öğretmesinisağlamış olur. Elbette resmi müesseseler bu konunundışındadır.” diyen Çiçek Derman, hoca ile talebeveya usta ile çırak arasına maddiyat girdiği zaman ortadamuhabbet diye bir şeyin kalmayacağını vurguluyor ve ekliyor:“<strong>Sanat</strong>kâr, eserini satar, sanatını satmaz.” Yine rahmetdileyerek andığı Süheyl Ünver’in, hoca-talebe ilişkisinedair sözünü hatırlatıyor sanatçı: “Bir çocuğu gökyüzündenanne-baba yeryüzüne indirir, ama onun elindentutup tekrar yükselten hocadır.”17
her üslubu sevdiğini belirten Derman, “Her üslubun kendinegöre güzelliği var. Mesela bir saz yolu Şahkulu varki, hayran olmamanız mümkün değil. 19. yüzyılda AtaullahEfendi var, son derece iyi bir müzehhip. Sonra Ali Üsküdari,nasıl yetişmiş, ne eserler vermiş diyorsunuz. Bugündahi hayran kalıyorsunuz onların yaptıklarına ve onlarayetişemiyorsunuz bugünün imkânlarıyla bile.”Hayat Kısa, <strong>Sanat</strong> UzunTezhip sanatında arzu ettiği yere ulaşıp ulaşmadığını soruyoruzÇiçek Derman’a. <strong>Sanat</strong>a adanmış bu kadar yılarağmen “Ben bu sanatın her şeyini biliyorum. Ben artıkoldum” demeyecek olgunluğa sahip olan Derman, öğrenmeaşkını hep canlı tutmayı başarmış. Öyle ki, bugünhâlâ yaşıyor olsalardı, her hafta hocalarının önünde oturur,suallerinin cevaplarını almak, onların engin bilgi vetecrübelerinden faydalanmak isterdi.Bezeme sanatına yıllarını vermiş olan Derman, “Hayatkısa, sanat uzun. Hakikaten sonsuz. Bunu çok iyi hissettimve yaşadım. Yapmayı arzu ettiğim çok şey var önümde.Allah ne kadarını nasip edecek bilemem. Kalan ömrümüfaydalı şeylerle, dolu dolu geçireyim istiyorum. Hocalarımhakkında kitaplar yazmak, onları tanıtmak, sanatımlailgili neşriyat yapmak çok isterim.” diye konuşuyor.Duvarlarında asılı, tezhiple bezenmiş hat eserleri, levhalarıile âdeta bir sanat galerisini andıran evinde Çiçek Dermanile yaptığımız söyleşide sanatçının samimiyetine dayanarak,sanat hayatında pişmanlıkları olup olmadığını, yapmakisteyip de yapamadığı şeyleri de sormayı ihmal etmiyoruz.İçtenlikle cevaplıyor sorumuzu tezhip ustası: “Geçde olsa, istediğim pek çok şeyi yapabilmenin şükrü içindeyim.Pişmanlığım yok, hakikaten lütuflar içinde yaşadım.Çok kıymetli hocalar nasip etti Rabbim. Faydalı olabilmemiçin imkân verdi. Bütün bunların şükründen acizim.”Gelenekli sanatlarla uğraşanlar için kulağa küpe olacakpek çok cümleyle bezediği söyleşimizde Çiçek Derman’ason olarak, “Genç sanatçı adaylarına öğütleriniz neler olacak?”diye soruyoruz. Derman, şu öğüdü veriyor tezhipsanatını geleceğe taşıyacak olan genç nesile: “<strong>Sanat</strong>ı edebinizleuygulayın ve kâğıt üzerinden kurtarıp kendinizi bezemeyeçalışın. <strong>Sanat</strong>ın kaidelerini koruyarak günümüzünanlayışı ile bugüne uygun eserler verin.”İnsan eğer çok istediği bir şeyde azmederse, tutkusunu herdaim diri tutarsa, samimiyet de varsa muhakkak elde ederistediğini. Anlattıklarından yola çıkarak, bu sözün en canlıispatı olduğunu düşündüğümüz Çiçek Derman’a, bizezaman ayırdığı için teşekkür ederek ayrılıyoruz yanından.ÇİÇEK DERMAN KİMDİR?07 0cak 1945 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. İstanbul Kız Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi EdebiyatFakültesi <strong>Sanat</strong> Tarihi Bölümü’nden mezun olan Derman, 1985’ten 2012 yılına kadar Marmara ÜniversitesiGüzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Geleneksel Türk <strong>Sanat</strong>ları Bölümü ve Tezhip-Minyatür Ana <strong>Sanat</strong> Dalı başkanlıklarını üslendi.M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1987 yılında doktorasını tamamlayıp 1992 yılında yardımcı doçent,1996 yılında doçent, 2002 yılında da profesör oldu. Konusunda bu unvanı ilk kazananlardan olan Derman,Ocak 2012 tarihinde Dekanlık görevindeyken yaş haddinden emekli olmuştur. Halen lisans ve lisansüstüdersleri vermekte, birçok öğrencinin yüksek lisans ve sanatta yeterlik tez danışmanlığını yürütmektedir.İlk kişisel sergisini 1987 yılında, Kanuni Sultan Süleyman Sergisi kapsamında Chicago’da açmış, Bağdat(1988), İslâmâbâd (1994), İstanbul (1991), Frankfurt (1996), Tunus (1997), Tokyo (2003), Saraybosna(2005), Cezayir (2007) ve Sofya (2009) şehirlerinde kişisel veya karma sergileri olmuştur. Yurtdışı sergilerininbazılarında konferanslar verip uygulama yaparak sanatını meraklılarına tanıtmaya çalışmıştır. Tezhip sanatıylailgili uluslararası (Türk <strong>Sanat</strong>ı, CIEPO- (Comıte Internatıonal d'Etudes Pre-Ottomanes et Ottomanes)ve millî (Türk Kültürü, Mevlana) kongrelere, ayrıca sempozyum ve panellere katılarak tebliğler sunmuştur.Türkçe ve bazı yabancı dillerde yüzü aşkın makalesi ve Dr. İnci A.Birol’la beraber hazırladıkları “Türk Tezyînî<strong>Sanat</strong>larında MOTİFLER / Motıfs ınTurkısh Decoratıve Arts" ve M.Uğur Derman’la “Kadıasker Mustafa İzzetEfendi Hilyesi” başlıklı iki kitabı vardır.Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen Devlet Türk Süsleme <strong>Sanat</strong>ları Seçici Kurulu’nda 1990 tarihindenitibaren yer alan Prof. Derman, Japonya’da Türk Yılı olarak ilan edilen 2003 senesinde eşi Prof. UğurDerman’la birlikte East Asia (Toua) Üniversitesi tarafından davet edilmiş, burada sergi ve konferanslarla sanatlarınıtanıtmışlardır. Hayatının 48 yılını tezhip sanatını öğrenmek ve öğretmekle geçiren Derman'ın, üçoğlu ve üç torunu vardır.21
Selçuklu’nun ZamanaMeydan Okuyan Mirası:KündekâriSemra ÇELİKKündekâri, parçalar arasında herhangibir bağlantı elemanının kullanılmadığıve bütünü oluşturan parçaların birbirinegeçecek şekilde tasarlandığı bir ağaçişleme sanatı. Tarihi, Orta Asya Türktoplumlarına kadar uzanan kündekârisanatıyla uğraşan çok az usta var bugün.Ahşabı maharetli elleriyle âdeta yoğuranMehmet Ali Tüfekçi de bu sanatı icraeden üç-beş ustadan biri. Kündekârisanatını konuşmak için Mehmet Usta’yı,atölyesinde ziyaret ettik.23
Önce incecik bir fidana, ardından genç bir ağaca dönüşür.Yıllar geçtikçe güçlü, heybetli, dalları altında duranagölgesini esirgemeyen bilge bir ağaç olur, içinde koskocabir yaşamı barındıran minicik tohum. Sonra yavaş yavaşyaşlanır; ama yine de yaşamdan kopmaz ve hayatınbir parçası olmaya devam eder. Kesildikten sonra da yenibir serüven başlar çünkü her ağaç için. Hayatın farklı alanlarındafarklı formlarla tekrar tekrar karşımıza çıkar. Kimizaman önümüze açılan bir kapı, kimi zaman tutunduğumuzbir trabazan, kimi zaman da eşyalarımızı saklayanzarif bir dolap olur. Usta ellerde girdiği farklı formlarınhepsinde de yaşadığımız, çalıştığımız mekânların daha sıcak,sevimli ve renkli ortamlar haline gelmesini sağlar. Betonuno soğuk havasına karşı, hep bir sıcaklık hissi verirahşap mimari unsurlar.Kündekârinin Hası Türk Ustaların ElindenGeleneksel Türk sanatlarımız arasında önemli bir yere sahiptirağaç işçiliği. İslamiyet öncesi Orta Asya Türk toplumlarındasanat yapıtlarında oldukça sık kullanılan ağaçişlemeciliği ile eyer, koşum takımları ve sandık gibi gündelikhayatta kullanılan pek çok eşya ortaya konmuştur.Zamana direnme gücünün zayıf olması sebebiyle o dönemlerdengünümüze kalan eserlerin sayısı çok az; fakatAnadolu’daki seyrinden bugüne ulaşabilen pek çokörnek, ağaç işçiliği tarihimiz konusunda oldukça detaylıbilgi edinmemize imkân sağlıyor.Selçuklu dönemi ağaç eserleri, daha çok cami kapısı, mihrap,dolap kapakları gibi mimari unsurlar olmuş ve bu dönemörneklerinde üstün bir işçilik sergilenmiştir. Sadeliğinhakim olduğu Osmanlı dönemi ahşap işçiliğinde üretileneşya sayısının arttığını, ahşabın kullanım alanının genişlediğinigörürüz. Sehpa, çekmece, pencere, dolap kapağı,kavukluk, yazı takımı, kiriş, konsol, sütun başlığı, mihrap,minber ve sanduka bunlardan akla ilk gelenler…Büyük Selçuklu döneminde dikkat çekici bir gelişmesergileyen ağaç işlemeciliği, geometri bilgisi gerektiren“kündekâri” sanatının doğmasına dek ilerlemiş. Parçalararasında herhangi bir bağlantı elemanının (çivigibi) kullanılmadığı ve bütünü oluşturan parçaların birbirinegeçecek şekilde tasarlandığı kündekâri sanatı ileyapılmış cami kapısı ve minberi gibi mimari unsurlar,uzun süre dayanabilmeleri için devlet eliyle de korunmuş.Kündekâri kelime olarak Farsça'dan dilimize geçmiştirve orijinal hali ‘kendekâri’dir. Ancak günümüzdeİran’da bu sanata “mütenebihe” adı veriliyor. Araplarınise “ta’şik” dedikleri bu sanat, yalnızca biz Türklerde“kündekâri” olarak kullanılıyor. Bu sanat, her ikimilletin tarihinde icra edilmiş ve bugün devam ediyorolsa da kündekârinin en güzel örneklerinin de bizdeolduğunu söylersek abartmış olmayız.Sedef ve Fildişi Kündekârinin SüsüKenarları negatif ve pozitif, diğer bir deyişle erkekve dişi olarak oyulmuş, çokgen ve yıldız biçimindeayrı ayrı kesilmiş, rumî ve palmet kabartmalarıylabezenmiş parçalar ile ahşap kirişlerin birbirinegeçmesiyle uygulanan kündekâride, bezemekompozisyonu geometrik bir şemaya dayalıdır.Sonsuzluğu simgeleyen yıldız, sekizgen, baklavagibi pek çok geometrik desenle birlikte uygulanır.<strong>Aralar</strong>ına farklı tür ve renklerde küçükahşap plakalar konarak kompozisyon renklendirilir.Kimi örneklerde ise özellikle sedefve fildişinin yanı sıra oyma işçiliği, fildişikakma işçiliği ve bağa, bu kompozisyonubütünler.Parçalar birbirine çivi veya tutkal gibibağlayıcı herhangi bir malzemeyle tutturulmadığından,kündekârinin uygulandığıahşap yüzeylerde zaman içerisinde ayrılmalarolmaz. Kündekâri tekniğiyle yapılmışkimi örneklerde dayanıklılığı artırmakiçin geçmelerin arkasında, yine ahşaptan yapılmışbir iskelet kullanılır. Mevsim şartlarınagöre ısıdan ve nemden etkilenmeyecek cinstenbir ağaçla çalışılır.
Birleşme yerlerindeki kanallarda bırakılan hava paylarısayesinde, ahşap işçiliğinde zaman içerisinde ortayaçıkabilecek şişmeler ve çatlakların önüne geçilir. İçmekânlar için ceviz, şimşir, armut, kiraz, sapelli (maun)kullanılır. Bezemelerde ise abanoz, yılan ağacı, venge,peleseng, sapelli, altın varak, ‘bağa’ denilen deniz kaplumbağasıkabuğu, gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrütgibi kıymetli materyaller kullanılır. Dış mekânlardameşe, sapelli, ireko, tik, dişbudak gibi sert hava koşullarınadayanabilen ağaçlar tercih edilir.Kündekâri Yeniliklerle YaşatılıyorGünümüzde kündekâri sanatıyla uğraşan ancak ikielin parmak sayısına ulaşacak kadar az usta var. Ahşabımaharetli elleriyle âdeta yoğuran Mehmet AliTüfekçi de bu sanatı hakkıyla icra eden üç-beş ustadanbiri. Yok olmaya yüz tutmuş kündekâri sanatını,Maltepe’deki atölyesinde ahşap kapılar, pencereler,mobilyalar, merdivenler üreterek yaşatmaya çalışanTüfekçi’ye, bu sanat, babasından emanet. Ona dakendi babasından. Dede 1920’lerde Rize’de cami kapılarıyaparak başlamış bu işe. Baba da onun izindengitmiş ve sonra da bayrak Mehmet Usta’ya geçmiş.Kündekâri sanatını konuşmak için Mehmet Usta’yı,Maltepe’deki atölyesinde ziyaret ediyoruz. Atölyeninyazıhane bölümünde başlıyoruz söyleşimize. MehmetUsta, kündekârinin, mayasının sabır olduğunubelirtiyor ilk olarak. “Yaptığın işi, ne olursa olsunsevmelisin. Bu işte de ahşabı sevmezsen hiç uğraşamazsın,sabır gösteremezsin. Ahşapla hemhal olmayısevmesem bin defa bırakırdım.” diyor içtenlikle.Anlattığına göre Mehmet Usta, daha ilkokul yıllarındaküçük bir çocukken gönül vermiş ahşap işine.Paydos zili çalar çalmaz soluğu babasının atölyesindealdığını söyleyen Mehmet Usta, henüz 8-9 yaşlarındaykenilk kündekâri parçalarını birleştirmeye başlamış.Okumaya pek de hevesli olmayan Mehmet Usta, ilkokulubitirince babasının yanında çırak olmuş. Sabırla vesanatına duyduğu aşkla çıraklıktan kalfalığa, sonra da ustalığayükselmiş Mehmet A. Tüfekçi. Üçüncü kuşak olarakkündekâri sanatını icra eden Mehmet Usta, dedesindenve babasından öğrendiklerinin üzerine yenilikler eklemiş.Onların zamanında kündekârinin her bir parçasınıntek tek, testereyle kesildiğini söyleyen Mehmet Usta, teknolojikkolaylıklardan yararlandığını da vurguluyor.Bugüne kadar yapılanlarda, kündekâri kayıklarının direktolarak serenlere geçirildiğini söylüyor MehmetUsta. Kapıyı çevreleyen ana iskelet kısma seren dendiğiniöğreniyoruz bu arada. Ahşabın çalışması ayrı,kündekâri kısımlarının çalışması ayrı olduğundan zamaniçerisinde seren genişlediğinde, Mehmet Usta’nındeyişiyle, o seren kündekârinin kayığını yeniyor. Birbaşka deyişle iskelet bölümü ile kündekâri olan bölümarasındaki bütünlük zarar görüyor. Mehmet Usta busoruna karşı, patenti kendisine ait olan yeni bir yöntemgeliştirmiş; kapının kündekâri olan göbek kısmını ayrı,seren denilen iskelet kısmı ayrı yapıyor.Bu iki kısmın birbirinden ayrı yapılmasının avantajlarınışöyle anlatıyor işin ustası; “Bu şekilde oluncagöbek kendi başına çalışıyor, dış çerçeve seren kendibaşına. Bu şekilde olunca çok uzun ömürlü oluyor,yıllarca zarar görmüyor. Bir başka avantajı da şu: Diyelimki kündekâri göbeği çürüme, darbe gibi herhangibir sebepten dolayı zarar gördü. O zaman bukısmı çok rahat sökebilir, iskelete dokunmadan yenisinitakabilirsiniz.”25
Elindeki katalogdan Selçuklu tarzı bir kündekâri kapıyıgösteriyor Mehmet Usta ve anlatıyor; “Bakın bununhiçbir yerinde tutkal yok, bize patentli bu. Bu alanda çığıraçtık diyebilirim. İstediğiniz zaman kapı zıvanalarındanayırıp sökebiliyorsunuz. Ayrıca bütün kapılarımızdamenteşe kullanmıyoruz, mil üzerinde çalışır kapılar. Altkısımda ökçesi, üst kısımda bağlantısı olur paslanmazkromdan. Eski kündekâri kapıların, bu kısımlardan parçalandığınıgörürüz. Bizim kapılarımızda böyle bir şeyyok. Bundan 40 sene evvel memleketim Rize’de bir kapıyaptım. Nasıl yaptıysam, öyle duruyor bugün de.” MehmetUsta, kündekâri işlerin dayanıklılığında, kullanılanağacın da önemli olduğuna işaret ederek, iç mekândafarklı, dış mekânda farklı ağaçların işlenmesi gerektiğinivurguluyor.Her Ağaca Her Motif UygulanmazKündekâriyi sadece kapılarda mı kullandığını soruyoruzMehmet Usta’ya. Kapıların yanı sıra, camiler için minber,mihrap ve kürsü gibi camilerin iç donanımındaki tüm ahşapişlerini yaptığını söylüyor. Bu işlerde, hem Arabi, hemde Selçuklu tarzında kündekâriler ortaya koyduğunu belirtenMehmet Usta, Selçuklu tarzında yaptığı kündekârilerirumi motiflerle süslediklerini vurguluyor. Arabi tarzın,orantısız geometrik şekillerden oluştuğunu anlatanMehmet Usta, Selçuklu tarzında ise küçüklü büyüklüdüzgün dikdörtgenlerin söz konusu olduğunadeğiniyor. Mehmet Ali Usta’ya göre, Selçuklutarzındaki farklı büyüklüklerdeki dikdörtgenlerinşöyle bir anlamı var; ‘küçük- büyükherkes aynı yolda, Cenab-ı Allah’ahizmet eder.’Mehmet Usta, en çok maun ağacını tercih ediyormuşkündekârilerinde. “Maun çok kıymetli bir ağaç. Bizdeçok bol var ama kimse bunun kıymetini bilmiyor. Bir güngelecek bu da bitecek. Yenice’nin meşesi çok kıymetli,bir de Belgrad’ın meşesi. Yenice meşesi iç mekândakullanmak için çok güzeldir. Yumuşak dokulu ağaç hiçkullanmıyoruz.” diyor Mehmet Usta. İyi bir kündekâriustasının kullanacağı ahşabı her yönüyle tartabilmeliMehmet Usta’ya göre. Göbeği dış kısma mı verecek,içeriye mi kullanacak, bütün bunları el ve göz yordamıylaanlayabilmeli. Bu yetenek doğuştan gelmiyorelbette. İşin ustası, zaman içinde erişiyor bu beceriye.“İyi bir usta, atölyeye girer girmez gördüğü ahşaplarınhangisinin, nerede kullanılacağını bilir. Ahşap ile gönülgözüyle konuşması lazım. Tıpkı bir heykeltıraşın, heykelyapacağı mermeri seçmesi gibi.” diyen MehmetUsta, iyi bir ustanın ellerinin termometre gibi, nemölçergibi hassas olması gerektiğini de şöyle dillendiriyor:“Biz bundan 20 sene evvel nem ölçen aleti neredenbulacaktık da ağacın nemini ölçecektik. Dokunduğu-Kündekâri sanatında, işlenen ağacıncinsi ile uygulanacak motifinuyumu da önemli bir konu. “Herağaçla her iş olmaz elbette.” diyorkündekâri ustası Mehmet Ali Tüfekçi.Ağırlıkla meşe ve maun kullandıklarınısöyleyen Mehmet Usta,aynı ağacın farklı bölümlerinin bileişlenme biçimlerinin farklı olduğunu,şu cümlelerle anlatıyor: “Her işiher maunla yapamazsınız. Mauniyi bir ağaç ama bunun birinci tomruğuvar, yani ağacın köke yakınolan kısmı. Bir de ikinci tomruğuvardır, birinci tomruktan sonrakikısımdır. Bunların 3-4 metrede birkesildiğini düşünelim, bu dip tomruklardançok hassas işler çıkmaz.Elbette bu kısımların da kullanıldığıyerler var, ama ince iş çıkaramazsınız.Daha çok yük taşıyan işlerdekullanılır. İkinci tomruk ise ağacınen kıymetli yeridir, deyim yerindeysebonfilesidir.”
Hiç zorlanmadan, şecereye bakıp yapılabilir bu. Ayrıcayedek bir de kilit veriyoruz, bundan 100 senesonra değiştirmek gerektiğinde aynı kilitten bulmakmümkün olmaz diye.”Sıra Dördüncü Kuşak UstalardaKündekâride erkek ve dişi olarak oyulmuş çokgenve yıldız biçimindeki parçaların çivisiz, tutkalsız birbirleriyletutturulduğunu söylemiştik. Sözgelimi birkündekâri kapıda kaç parça bulunur, diye sormadanedemiyoruz. Mehmet Usta, bir kapıda en az 220 parçakullanıldığını söyleyerek gideriyor merakımızı. Busayının 300-500’ü bulabildiğini söyleyen MehmetUsta, Rize İlahiyat Camii için yaptığı kündekâri minberde7 bin parça kullandığını hatırlatıyor.Bu kadar çok sayıda parçadan oluşan bir kapının nekadar sürede tamamlandığını da soruyoruz MehmetUsta’ya. “İki kişi çalışırsa yaklaşık iki ayda tamamlanır.”diyor işin ustası. Bu arada Mehmet Usta’nın,atölyedeki işleri iki oğluyla birlikte yürüttüğünü desöyleyelim. Esasında bir oğlu kaptan, bir oğlu da otomotivsektöründe çalışıyormuş. Ama aile geleneğinibozmayıp, dede-baba mesleğine sahip çıkmış ikiside. Bundan 5 yıl kadar önce kündekâri sanatınıöğrenmeye meraklı gençlere dersler veren MehmetUsta, artık bütün bilgi ve birikimini oğullarına aktarıyor.“Gençler artık gelmiyor. Öğrenmeye sabırlarıyok. Ben de oğullarıma öğretiyorum mesleği.” diyor.Yani 55 yaşındaki Mehmet Usta, geleneksel sanatımızkündekâriyi yaşatıp geleceğe taşımak için oğullarınaemanet etmiş. Bu sanatın daha iyi tanıtılması, yaygınlaşmasıiçin epey uğraşan Mehmet Usta, üniversitelerdebir kündekâri kürsüsü kurulması için Kültür veTurizm Bakanlığı’na çok defa yazı göndermiş. MehmetUsta, bugün kadar bir sonuç alamamış. Yurt dışındakündekâriye ilginin daha büyük olduğunu söyleyenMehmet Usta, 1996 yılında Almanya’da katıldığıbir ahşap fuarına 11 kündekâri kapı götürdüğünüve bunların 9’unun daha fuarın ilk günü satıldığınısöylüyor. Almanya’nın dışında İngiltere’nin başkentiLondra’daki Sultan Süleyman Camii için kündekâriçalışmış Mehmet Usta. Caminin kapısı onun imzasınıtaşıyor. Mehmet Usta ve oğulları halen Bursa’da yeniyapılan bir cami için kündekâri işleri yapıyor.<strong>Sanat</strong>ının yurt dışında daha çok ilgi gördüğünü söylesede en çok eseri doğal olarak Türkiye’de bulunuyorMehmet Usta’nın. Rize İlahiyat Camii'nin minberindenbaşka Kıbrıs Büyükelçiliğimizin kapısı, MaltepeMerkez Camii’nin kapıları, Esenyurt ve Yavuz Selimcamilerinin kapılarında ve daha pek çok camininiç veya dış mimarisinde onun kündekârileri bu sanatıgeleceğe taşıyacak. Mehmet Usta ve oğulları, yaptıklarıher işin bakımını da yine kendileri yapıyor. Yaptıklarıher işi beş yıl süreyle takip ettiklerini söyleyenMehmet Usta, ilk iki sene ücretsiz bakım yaptıklarınıifade ediyor.Söyleşimizin sonuna doğru Mehmet Usta ve oğullarının,birbirinden güzel kapı, minber, pencere, merdivengibi kündekârileri işleri ürettikleri atölyeyi görmekistiyoruz. Merdivenlerden aşağıya inerken burnumuzaahşabın, o insana huzur veren kokusu çalınıyor.Ahşabın kokusu, Mehmet Usta’ya da küçük bir çocukkenhuzur vermiş olacak ki okul sıralarını bırakıpmarangoz tezgâhının başına geçmeyi tercih etmiş,diye düşünüyoruz. Kündekâri ustası baba ve iki oğlu,geçiyorlar tezgâhın başına, kündekâri bir kapının sonrötuşlarını yapmaya koyuluyorlar. Bize de, söyleşi içinteşekkür edip geleneksel sanatımız kündekârininemin ellere emanet olduğunu bilmenin huzuruylaatölyeden ayrılmak kalıyor.29
Derin DalgalarKıyıya Vurunca!A. Ulvi AKINHat sanatımızda klâsik anlayışın yanı sıra,öteden beri yapılan yeni denemelere ne isimverileceği zihinleri meşgul etmiştir. Modern,çağdaş, dekoratif, güncel gibi tanımlamalar,hat sanatında yeni desen ve kompozisyonarayışlarının isimlendirilmesine yetmedi. “Birbuluş sonucu olan, nitelikleri bakımındanbenzerlerinden ayrı ve üstün olan”anlamlarına gelen “özgün” sıfatı, bir hat sanatııstılahı olarak kabul görecek gibi duruyor.Tamamı hattat olan 23 sanatkârın eserlerininyer aldığı “Özgün Hat Sergisi”, kompozisyonbiçimleri, malzemesi ve dekoratif unsurlarıile farklı bir hat sanatı anlayış ve arayışınınsonuçlarını ortaya koyuyor.İslam sanatlarının güneşi hat sanatımız, ilâhimesajı zikrettirir inananlara asırlardır. O güneşinyıkadığı gönüller, damla damla derya olurlar,ummâna varmanın hasretiyle…Hattatlar güneş şuâlarını işlerler âharlı kağıtlara asırlardır.Zaman içinde billurlaşır, sanatkârın saf ellerinde, çilelive insan üstü bir gayretle. Ve bilirler tecelliyâtta tekrar yoktur;yazdıkları âyetten okurlar: “O, her an bir iş üzeredir.” Herdem yeni şeyler gösterirler hasretle bekleyen gözlerimize, kendileribaşka diyarlara göçse de ısıtır yüreklerimizi nurlu çizgiler…Ömer Faruk Dere, 'Lafza-i Celâl'Her sanatkâr kendi devrinden seslenir. Sesinin asırları aşması vegür aks-i sadâlar oluşturması sanatkârın vüs’atine, iç sâiklerininçok kuvvetli bir örgüye sahip olmasına bağlıdır. <strong>Sanat</strong> denilenbediî ifade dili, sanatkârın iç dinamiklerinin tezahürü olarak, belirlikalıplarda ortaya çıkar. <strong>Sanat</strong>kârın iç dinamiklerini, yaratıcı tarafındankendisine bahşedilen ibda’ kabiliyeti, sanatı öğrenme sürecindemüktesebâtına aldıkları ile yaşadığı zaman ve cemiyetin medeniyetalgısı yönlendirmektedir.30
Menaf Nam, 'Kardeş Vavlar'<strong>Sanat</strong>kâr, yaradılışı itibariyle derin bir sezgi, engin birgönül, diğer insanlardan daha hassas bir duygu dünyasıve üstün yetenek sahibidir. <strong>Sanat</strong>kâr, kendisineeserler üretecek becerileri kazanma safhası olan talebeliktegözünü ve gönlünü inancına, anlayışına vedeğer yargılarına bağlı olarak üretilmiş eserleri müşahedeylegeçirir. Bu arada içinde yaşadığı cemiyet onaşekil verir. Gelenekler, kabuller ve yerleşik hayat tarzıile belirli olgunluğa ulaşır. İşte bu zaman dilimindensonra sanatkâr, verdiği eserlerle yaşadığı toplumaayna tutmaya başlar. Kadim medeniyetimizin yüksekdeğerlerini, hassasiyet ve rikkatini en gür sadasıylatüm sanat âlemine terennüm etmekte olan hüsn-i hatsanatımız, batı sanatının bugün dahi tam olarak ulaşamadığıseviyede soyut bir sanattır.Batının XX. asrın başlarında geleneğe ve klâsik anlayışabaşkaldırı olarak ortaya attığı “Modernizm” felsefesive bu anlayışın yönlendirdiği modern sanat, ilk temsilcilerindengünümüz “Contemporary” sanatçılarınavarana kadar geçen sürede dış dünyaya bağlı kalmadansanat üretebilme gayretinde olmuşlardır. Bu sebeptenmodern sanatın seyrine baktığımızda somuttansoyuta doğru bir yol izlendiği görülmektedir. Oysahat sanatımız, dış dünyaya bağlı kalmadan ve çoğu zamanrenge dahi ihtiyaç duymadan yalın ve güçlü bir soyutsanat zevki sunmaktadır. Arap alfabesinin kendinehas yapısından kaynaklanan ve zaman içinde özellikleİstanbul’da sâfiyet kazanan estetik özellikleri sayesinde,çok geniş imkanlara kavuşarak günümüze kadar ulaşmıştır.Bu açıdan bakıldığında modern sanatlarda geli-Özgün Hat31
Ömer Faruk Dere, 'Bismillah'şen grafik anlayışla beraber zaman zaman hat sanatımızanazire yapar eserlerin üretildiğini görmek bizlerişaşırtmaktadır. Günümüzde hat sanatkârlarımızklâsik eserlerinin yanında zamanımızın insanının idrakineyönelik yeni yorumlar da üretmektedir.Yeni Denemeleri İsimlendirme GayretleriGünümüz Türkçe'sinde yenilik anlamında kullanılan“modern” kelimesinin bir sanat terimi olarak kullanılması,klâsiğin reddedilmesi anlamına geldiğinden“Modern Hat” tanımlamasının tam oturmadığınıgörmekteyiz. Bu anlamda hat sanatımızın “modernleşmeye”ihtiyacı olmadığı açıktır. Tam aksi modernsanatın hat sanatımızın seviyesine çıkmasını beklemekdaha doğrudur. Bu sebepten hat sanatımızdaklâsik anlayışın yanında öteden beri yapılan yeni denemelerene isim verileceği zihinleri meşgul etmiştir.Modern, çağdaş, dekoratif, güncel vb. Ancak 24 Kasım-9Aralık 2012 tarihleri arasında açılan, hat sanatındayeni desen ve kompozisyon arayışlarının sergilendiğibir sergi, eserleri kadar adıyla da dikkat çekti;“Özgün Hat Sergisi”. Sanıyorum sergiyi gezenler debenim gibi, "özgün" adının bu sergiye çok yakıştığınıdüşünüyorlardır. Bir buluş sonucu olan, nitelikleri bakımındanbenzerlerinden ayrı ve üstün olan anlamlarınagelen “özgün” sıfatı, bir hat sanatı ıstılahı olarakkabul görecek gibi duruyor. Sergiye verilen isimle birliktegünümüz hat sanatında yeni bir sınıflandırma dakendiliğinden oluşmuş oldu: “Klâsik ve Özgün Hat”.İstanbul Sultanahmet’te tarihî Buhara Özbekler Tekkesibinasında faaliyet gösteren İstanbul TasarımMerkezi‘nde açılan sergide, tamamı hattat olan 23sanatkârın eserleri yer aldı. İSMEK’ten Zümre BaşkanıHattat Savaş Çevik, Zümre Başkanı Hattat ÖmerFaruk Dere, Usta Öğreticileri Hattat Menaf Nam veHattat Mustafa Cemil Efe’nin de eserleriyle katıldığıve Ensar Vakfı’nın himayesinde güzel bir katalog-32
Abdurrahman Depeler, 'Rahman Sûresi-24'la da taçlandırılan sergide yer alan diğer sanatçılarşu isimlerden oluşmaktaydı: Abdurrahman Depeler,Ahmet Bursalı, Ahmet Tuğaç, Ali Toy, DavutBektaş, Efdaluddin Kılıç, Fatih Özkafa, Fatih Yaşar,Fatma Dağlı, Gülnihal Gül, Gürkan Pehlivan, HüsrevSubaşı, Levent Karaduman, Mesut Dikel, OrhanDağlı, Osman Özçay, Sami Naddah, Seyit Ahmet Depelerve Turan Sevgili.Serginin sanat danışmanı ve aynı zamanda katılımcısanatçı Yrd. Doç. Savaş Çevik sergi hakkında şunlarısöylemekte: “Ülkemizde oldukça köklü bir geleneğesahip olan hat sanatımız, her geçen gün ilgilenenlerive sanatçılarıyla önemli bir gelişim sürecine girmişbulunuyor. Tarih boyunca bu konuda İslam âlemineliderlik yapmış olan hattatlarımız, bu günde bu liderliklerinisürdürmektedirler. Hat sanatının klâsik ekolleridevam ederken, bir süreden beri klâsiğin dışındafarklı yorum arayışları gözlenmektedir. Her sanatdalında zamanla çağın getirdiği değişimin sanata dayansıması doğal karşılanmaktadır. Türk ve diğer ülkesanatçıları geleneksel yazı anlayışının dışında çalışmalarda sergilemektedirler. Kompozisyon biçimleri,malzemenin farklılığı ve dekoratif unsurların da yeraldığı yeni yazı denemeleri ile farklı bir hat sanatı anlayışınınveya arayışının sonuçları bu sergide sanatseverleretanıtılmaktadır.Günümüz hat sanatçılarının yalnızca özgün, modernveya çizgi dışı diyebileceğimiz bu arayışlarının topluhalde sunulduğu bu sergi, hat sanatımızın bugüngeldiği noktayı da bilerlemesi açısından önemlidir.Geçmiş yüzyıllarda da zaman zaman hattatların, klasiğindışında çeşitli arayış ve yorumlara yöneldiklerinigörmekteyiz. 16. yüzyılda meşhur hatattımız AhmetKarahisari’nin, çok tanınmış “Müselsel Besmele”siülkemizdeki hat sanatında modern ve özgün anlayışınçıkış noktaları ve ilk örneklerinden sayılmaktadır.33
Mustafa Cemil Efe, 'Asr Sûresi'Plastik sanatlarda özgün anlayışın kalite sınırları oldukçafarklılıklar gösterir. Klâsik kuralların dışındauygulanan bu anlayışın sınırları belirsiz olduğundan,bu konuda dejenerasyon tehlikesi de her zaman bulunmaktadır.Ancak, sanat çeşitlerinin ortaya çıkmasındaher devirde bu hassas çizgi var olmuştur. SavaşBey’in de vurguladığı gibi özgün çalışmalarda enbüyük risk, yozlaşma ya da batıdaki adıyla “kitschart”tır. Bu tehlike temel sanat bilgisine sahip sanatçılariçin çok azdır. Sergi, hat sanatkârlarımızın yozlaşmayadüşmeden özgün eserler ortaya koyabileceğinigöstermesi bakımından da önemli bir sergi olmuştur.<strong>Sanat</strong>ta yeni denemeler yapmak, cesaretin ürünüdür.Tarih cesurları kahraman olarak kaydeder; cesaretise bedel ister. Zamanında bu bedeli ödeyenlerönde giden atlılar oldular. Tasarladığı olağanüstü stilizeve grafik değeri yüksek özgün yazılarıyla Kanunîdevrinin büyük hattatı Ahmed Şemseddin Karahisarî,özgün hat vadisinin kapısını aralayan çağlar üstübir sanat kahramanıdır. Cumhuriyet Türkiye’sindeKarahisarî’nin araladığı bu kapıyı hatırlayarak o kapıdangirme cesaretini gösteren Merhum Emin Barınbu serginin açıldığını görebilseydi keşke. Heyhât….Gelecek Benzer Sergilere Temel OlduYaşayan hattatlarımız arasında mümtaz bir yeri olanYüksek Mimar Ali Toy ve bu serginin gerçekleşmesinisağlayan merhum Emin Barın’ın talebelerinden SavaşÇevik’le devam eden bu sanat arayışlarının, artık günümüzdehat sanatımızın yerleşik bir kolu haline dönüşmearefesinde olduğunu bu sergi ortaya koymuştur.Gülnihal Gül, 'Lafza-i Celâl'Fatma Dağlı, 'Lafza-i Celâl Kelime-i Tevhid'34
Sarı Rengin Dahi RessamıVan GoghMukadder Özdemir*Her şeye kadir olan Tanrı bir günahkârı terk edemez. / Vincent Van GoghVincent Van Gogh… Dahi ressam, tam bir evren aşığıydı. Evrende yıldızlı gecelere, güneşe, köprüye, ayçiçeğine,yoksul insanlara, gördüğü her şeye âşıktı. Resimleri onun evrene olan aşkının renkli yansımaları oldu ve ardındançok sevdiği evrende silinmez bir iz bıraktı. Bu tutkuda öylesine kaybolmuştu ki, kendi dünya algısının dışında olangerçekliğe giremedi, neredeyse herkesin doğuştan gelen yaşama yetisi onda oluşmadı. <strong>Sanat</strong>ta mükemmelliği arayanve yakalayan ama gerçek yaşamda bir çocuk kadar naif kalan sanatçı, tezatlar içindeki hezeyanlı yaşamına son verdi.Otoportre36
Dünyamızın içinde barındırdığı sayıları az, fakat etki gücüyüksek üstün nitelikli sanatçı kişiler, her çağda meraklatakip edilmiş ve ilgiyle izlenmiştir. Yaşadığı dönemin gerisindekalmak istemeyenler ve sanatseverler, bu üstün kişileritanıma fırsatını tüm çağlarda aramışlardır. Bu fırsatlar,o günün teknolojisinin olanakları ölçüsünde bugünde olduğu gibi mümkünse öncelikle eserin aslını müzedegörmek, mümkün değilse kitap sayfalarından kaliteli baskılarınıgörmek şeklinde teknolojik imkânlara göre çeşitlilikgöstermiştir. Günümüzde ise erişilebilirlik fırsatı dijitalolanaklarla birleşince çok şaşırtıcı izleme yaşantıları oluşturmaktadır.Bu durum da her kesimden izleyiciyi, etkinliklerinyapıldığı mekânlara ve alanlara çekmektedir. Geçtiğimizyıllarda İstanbul Karaköy’de gerçekleştirilen Antrepo3’teki dijital sunumda, Van Gogh’un eserleri boyutolarak değişip renk ve biçim özelliklerini yitirerek teknolojikortamda hareketlenip ziyaretçileri farkı şekilde etkileyenbir eğlenceye dönüşmüş olmasına rağmen, daha çokbugüne ait durduğundan ziyaretçilerin ilgisini çekti.Teknoloji dünyasında yaşayan günümüz insanı, nasıl ki kitapsayfalarını karıştırmak yerine e-kitapları tercih ediyorsa,Van Gogh’u da sadece kulağını kesen adam olarak tanıyor.Hareketlendirilmiş dijital ortam, resimlerine layığıylabakılmasını umarak çizen Van Gogh’un iletilerinin nekadarını verebiliyor bilemeyiz. İzleyici etkinlik mekânındanmutlu, hoş zaman geçirmiş olarak ayrılıyor. Ayrıca VanGogh’un yatak odasındaki taburede oturan fotomontajlayerleştirilmiş fotoğrafına da sahip olabiliyor. Her şeye rağmenİstanbul’daki bu etkinliğin Van Gogh’a olan ilgiyi arttırmışolması, onun sanatçı kişiliğini ve ölümünden sonrasanat dünyasını etkileyen eserlerini tanımaya da zeminoluşturduğu da bir gerçektir.Anlaşılmamış <strong>Sanat</strong>çı Kimliğine ÖrnekOtuz yedi yıllık yaşamında Vincent Van Gogh, ne biraile kurabildi, ne de dost edinebildi. Fakir bir aileninaltı çocuğundan biriydi. Sefalet içinde büyüdü, sevgiyüzü görmedi, çeşitli yerlerde çalıştı ama işverenleri tarafındanhep kovuldu. O çok sevdiği sarı evinden bileArles’li komşularının birleşip imza toplaması ile atıldı.Yaşamı boyunca, kendini kabul ettirmeye çalıştıkçadaha büyük bir yıkımla karşılaştı. Sürekli yeniden doğruldu.Amacı hiçbir zaman acı çekmek değildi ama acılariçinde yaşadı. Sıradanlığa tekdüzeliğe karşı durdu,sanatı acımasız dünyayı kabullenmesini sağladı ve resimyapmaya tutkuyla bağlandı, buna rağmen yaşadığıyoksulluğa ve acılara dayanamayarak intihar etti. Varoluşçuacılara bir yanıt olarak sanat yaratma ve gerilimdayanılmaz olunca da kendini kurban etme, sanatçılariçin örnek bir acı yazgı oldu. 1 <strong>Sanat</strong>sal yeteneğiancak ölümünden sonra fark edildi. Bir zamanlar görmezdengelinen Vincent Van Gogh, sanatın geçirdiğideğişim süreci içinde kahraman olarak anılır oldu. VanGogh anlaşılmamış sanatçı kimliğinin kusursuz bir örneğiniortaya koyan Avant-garde’ın pirlerinden sayıldı.Resim yaparak geçirdiği yaşamındaki son on yılı, biranlamda kendi seçtiği ama daha çok içine atıldığı yalnızlıkiçinde tüketti.Ailenin Büyük Oğlu30 Mart 1853’te Hollanda’nın Belçika sınırına yakınbölgesinde Protestan bir din adamının oğlu olarakdoğdu. Yeni doğan bebeğe, yaşayıp yaşamayacağıkaygıları içinde bir yıl önce ölü doğan kardeşinin adıverildi: Vincent Willem Van Gogh. Doğduğu andan iti-Kesilmiş Dört Ayçiçeği37
Van Gogh sanat hayatındaki ilk ciddi çalışması ünlü“Patates Yiyenler” adlı tablosunu Rembrandt’ın etkisindekalarak yapmıştır. Van Gogh’un sonraki yapıtlarındatemel olacak özellikler az çok bu resimlerdekendini gösterir. Resimdeki ışığı ustaca kullanması,o dönem için bu resmi önemli bir yapıt haline getirmiştir.Bu resim için Van Gogh şöyle der; “Lambanınaltında, ellerini tabağa uzatmış, patates yiyen bukişileri çizerken, bu ellerin aynı zamanda o patateslerinyetiştiği toprağı işlemiş olan eller olduğunu da belirtmekistedim.” 5 Resimde yer alan beş figürün birbiriyleilgisiz görünmesi, sözgelimi bakışlarının çakışmamasıkompozisyon açısından bir eksiklik varsayılır.Yine de bu özellik, resme ayrı bir dinginlik ve sessizbir melankoli katar. Van Gogh için resim, özel birdile getirme ortamıydı; güzellik ya da çirkinlik, genelbir anlayışın bölümleri değil, sanatçının kendi kişiselölçütleriydi. Van Gogh’un bu resmini, “Böyle bir çalışmanınciddiye alınmayacağına, kuşkusuz sen de katılırsın.Şükürler olsun ki sen bundan daha iyisini yapabilecekyeteneğe sahipsin.” ifadeleriyle eleştiren Rappardarkadaşlıklarının sonunu getirir. 626 Mart 1885’te babasının ölümünden sonra ilgilendiğitoplumsal sorunlar, yerini salt sanatsal kaygılarabırakıyor ve resimlerinin ana konusu değişiyor.Paris <strong>Sanat</strong> Ortamında Kendini YetiştirdiVan Gogh 1885 Kasım ayı sonlarında Anvers Limanı’navardığında, çantasında “Patates Yiyenler” bulunuyordu.Paris’ten önce kısa bir süre burada kaldı. Burada da kardeşiTheo’nun yardımıyla, kendine küçük bir tavan arasıtuttu. Limandaki antikacılardan burada tanıdığı, etkileriresimlerinde daha sonra görülecek olan Japon ahşapbaskıları uygun fiyatlara satın aldı. O yıllarda Japon pavyonlarıParis sanat ortamında büyük heyecan yaratmıştı.Van Gogh’un Japon ahşap baskılarından kopya yaptığıda bilinmektedir. “Çiçek Açmış Erik Ağacı” onun Japonsanatının etkisinde kalarak yaptığı resimlerden biridir.Odasındaki Japon ahşap baskılarını portrelerininfonlarında sık sık kullanacaktır. Bu arada barok sanatınbüyük ustası Rubens’in resimlerini de gördü ve onun etkisiyleresimlerinde daha açık renkler kullandı.1886’nın Mart ayı başlarında kardeşi Theo’nun daParis’e gelmesiyle iki yıl boyunca aynı evde yaşadılar. Busüre içinde Louvr’da ve Güzel <strong>Sanat</strong>lar Yüksekokulu’ndaFernand Cormon’un atölyesinde çalışmalar yaptı. ToulouseLoutrec, Bernand, Gauguin, C.Pisarro, Signac ile tanışanVan Gogh onların etkisiyle atölye çalışmalarını bırakıpaçık havada resimler yapmaya başlamıştır. Vincentçok geçmeden, bu sanatçılarla dost oldu ve zamanınınbir bölümünü Montmartre’taki küçük kahvelerde, ucuzSabahçı Kahvesi40
lokantalarda geçirmeye başladı. Hep birlikte, herkesindayanışma içinde çalışacağı büyük bir sanatçı komünüoluşturmayı düşünüyorlardı.Paris döneminde yaptığı tablolarda eskisine oranla aydınlıkve katışıksız renkler kullanan Van Gogh, bu renklerikıvrımlı çizgileri anımsatan kırık vuruşlarla tuvaleuygulamıştır. Bunlar Van Gogh’un Ard-İzlenimci resimleridir.Ancak izlenimciler gibi gözün gördüğü şekildedeğil, kendi görmek istediği gibi yaptığı resimlerindeVan Gogh dışavurumcudur. İzlenimciler de bu nedenleyaptığı resimlere karşı çıkmışlardır. Bu dönemde yaşayanhiçbir ressam izlenimci hareketi göz ardı edemedi.Van Gogh ve onun gibi dik kafalı ressamların payınadüşen de parlaklık, saf beyazın kullanımı, ayrıntılaraverilen önem ve uyumlu olmayan bir boşluk anlayışı.Onun resimleri empresyonistlerin de ötesine geçer.Van Gogh’un çözümü fovizm ve ekspresyonizme götürençağdaş sanata büyük katkılarda bulunmuştur.Bu dönemde yaptığı “Kesilmiş Dört Ayçiçeği” VanGogh’un ne denli değişik teknikleri elinin altında bulundurduğunungöstergesidir. Van Gogh sıradan bir motiftenyola çıkarak ona simgesel anlamlar yükleyebilmiştir.Bir acı sezilir bu resimde ve bunun empresyonistlerinduygusal incelikleriyle hiçbir yakınlığı yoktur. İlk görüşteyakınlaşmayı, giderek karşısında duyguları kışkırtanbirkaç günebakana donup kalmayı gerektirir. Bu etkininoluşmasında fondaki pırıltılı mavinin tamamlayıcı kirlisarılarla oluşturduğu karşıtlıktan kaynaklanır. Van Goghuzun süre Delacroix’in renk kullanımını incelemiştir. Parisyıllarının sonuna doğru sanatçıların bütün resim malzemeleriniçoğu zaman hesaba yazdırarak ucuza satınZuhaf Milliet Otururken (Oturan Piyade)aldıkları resim malzemeleri satan Tanguy Baba dedikleriJulien Tanguy’un üç portresini yaptı. Van Gogh’un PatatesYiyenler’i nasıl Hollanda yıllarının özeti gibiyse; TanguyBaba portresi de Paris döneminin simgesi sayılabilir.Van Gogh, Paris’te geçirdiği süre içinde her şeyi birdenöğrenmek istiyordu. İki yıl boyunca gördükleri, arkadaşlarıylasonu gelmez tartışmalar yoluyla öğrendikleriydi.Paris’te geçirdiği yıllar sanatı açısından en yoğun eğitimsüreci sayılabilir. O da Cezanne gibi, ışığın daha parlak,renklerin daha yoğun olduğu güneye gitmeye kararverdi. 20 Şubat 1888’de Arles’a giden trene bindiğindeumutlarla doluydu ama iki yıl sonra umudu tükenerekyaşamına son verecekti.Arles’de Yoğun Çalışma ve YalnızlıkVan Gogh, Arles’de bir lokantanın üst katında olanaklarınınçok üstünde ücret ödediği (günde beş frank) biroda kiraladı. Bu oda modelle çalışılamayacak kadar küçükolduğundan ve kendisi kimseyi tanımadığındanArles’in dağları, köprüleri, balıkçı kulübeleri başlıca konularıoldu. Kısa bir süre sonra daha ucuza bir kahveninüst katında ünlü, çok sevdiği sarı evini kiralar. Van Goghevi kiraladıktan kısa bir süre sonra, kendisi için önemlisimgesel değeri olan sarıya boyamıştı. Ev uzun süre eşyasızbomboş kaldı; içini döşemeye yetecek parası yoktu.Ancak Theo 300 frank yolladığında eve ufak tefekbir şeyler alabildi.Tanguy BabaParis’te kazandığı özgüven ve özgürlükle kullandığı temelrenk artık gerçekle örtüşmüyordu. Zengin sarılar,ateşli kırmızılar, yalnızca görüntünün betimlenmesindendaha büyük önem kazandı. Resminin bu nitelikleri düşgücünden çok gerçeği algılayış biçiminin ifadesidir. Resimlerinemanzara karşısında duyduğu haz yansır.41
Rhone Nehri'nde Yıldızlı GeceBeğendiği, portrelerini yapmak istediği insanlarla tanışıpdostluk kurabilmesi için Arles’da en az altı ay geçirmesigerekti. Bir anlamda, resimlerine konu olanlarda, kendisi gibi, yitirmeye yazgılı kişilerdi. İşin ilginçyanı, Paris’te yaşadığı süre içinde bile kardeşi Theo’nunportresini hiç yapmış olmamasıdır. Bu dönemde FransızOrdusu’nun, Cezayirlilerden oluşturduğu birliktekipiyadelerden birinin Zuhaf Milliet’in üç resmini yapar;“Oturan Piyade.“Portreler onun vazgeçilmeziydi ama Van Gogh asıl,meslektaşlarını yüzyıllardır oyalayan bir konuya kafayordu: Gece görünümlerini betimlerken, karanlığı renkkullanarak tuvale nasıl yansıtmalı? Işığın varlığıyla canlananrenk öğelerini nasıl kullanmalı ki karanlığın resmiyapılabilsin? Plastik sanatla uğraşanlar bilirler ki, heykelgörmeden yani ışık olmadan da dokunarak elle algılanabilirve form verilebilir. Yüzey üzerine yapılan resimise eşyayı gösteren ışık olmadan ne algılanır nede betimlenebilinir. Karanlıkta ışık olmadığı için görünmeyenitasvir etmek imkânsız gibidir. Van Gogh bilinçliolmasa da aldığı dini eğitimin mistik yönünü kullanmışve nurlu geceleri yaratmıştır. Dünyada hiçbir sanatçıgeceyi, gökyüzünde yıldızları, nehirlere yansıyan ışıklarıVan Gogh kadar etkili yapamamıştır.Karanlığa Yürekli Adımlarla İlerlediYapay ışıkla çalışmaya alışabilmek için, “SabahçıKahvesi”ni gündüz uyuyup gece iç karartıcı o batakhaneyegiderek yaptı. Bu resimden kısa bir süre sonraVan Gogh, “Café Terrace’ta Gece” adlı resmiyle karanlığayürekli ve kararlı bir adım attı. Kırmızımsı sarılarıalacakaranlığın koyu mavisine tamamlayıcı karşıtlıkoluşturan teras, yıldızlı gökyüzünün altında ışıl ışıl görünüyor.Öndeki kapının meyilli paralel çizgileri ile yapınınve önündeki kameriyenin çizgileri, resmin gerilerindekikaranlık merkeze doğru güçlü bir çekim oluşturuyor.Bu karanlık, ne denli iç karartıcı olursa olsun,kahvenin çekici aydınlığını ortaya çıkarıyor. Gökyüzündekiyıldızların beyaz benekleri, az ışıkta çok zorluklaverilebilecek tamamlayıcı karşıtlığın ortaya çıkmasınakatkıda bulunuyor.Atölye dışında resim yapmak 19. yüzyılda özellikleempresyonistlerde ulaşılmış bir aşamaydı. Barok dönemdede yapay ışıkla resim yapmak pek sevilirdi. Geceleyin,açık havada ve yapay ışıkla resim yapmak bütünüyleVan Gogh’un buluşudur. Böylece ışığın yıkadığıgörünümleri betimleyen empresyonistlere tam birkarşıtlık oluşturarak, ışığı resme dönüştürmüştür. VanGogh tüm coşkusuyla, “Gecenin renkleri, gündüzünrenklerinden daha canlı, daha zengin.” der. Bu resimlerdekinesneler gerçeklik ile düşler arasında gidip gelirler.Bu dönemim en önemli resmi “Yıldızlı Gece”dir.Van Gogh gece resimlerinde uyguladığı tekniği, yaşamınıngeriye kalan birkaç yılında sürdürmüş değişik konuluresimlerinde etkili bir biçimde kullanmıştır. Boyayıkullanma biçimi, resmin yüzeyine yansıyan örüntüyükendini dile getirme aracına dönüştürdü. Sıradan nesnelerartık Van Gogh’un coşkulu kimliğini yansıtıyordu.“İtalyan İşi Çömlekte Zakkum Dalları” resminde-42
ki bitkilerin esrik devinimi, görünenin ötesindeki dünyayısıradan konularda nasıl araştırdığını ortaya koyar.Van Gogh’un sanatı, daha sonra ruhsal dengesinin bozulmasınada yol açacak şiddetli bir iradenin, coşkun birduygular selinin dile getirilişiydi.İki farklı yorumunu gerçekleştirdiği “Çiftçi”de görülenrenk yoğunluğu, renk kullanımındaki yüreklilik, renklerinuygulanışındaki şiddet, o zamana değin hiçbir resimdegörülmemiş örnekler oluşturur. Güneşi betimleyenkapkalın boyalı koca daire, resmin fonunu ve gökyüzünüolduğu gibi kaplayıp zengin bir sarıya boğuyor. Tablonunön tarafındaki toprak, puslu maviler, titrek morlarlakaplı. Gerçeklik tersine döndürülerek, sarı olmasıgereken tarla mavi, mavi olması gereken gökyüzü sarıolmuş. Yine de resimler somut gerçekliğe son derecebağlı, onları gerçeklikten uzaklaştıran sanatçının dışavurumaracı orak ortaya koyduğu renkler ve kullanma biçimidir.Bu gerçeklik asıl gerçekliğin yerini alan saf dışı bırakansanatsal gerçekliktir.Gauguin ile Arkadaşlığı Kişilik Savaşına DönüştüArles’da kendine ve sanatına karşı umursamazlıklar veolumlu uyaranların olmaması, yerel manzaraların veportresi yapılacak insanların tükenmesini çabuklaştırdı.Van Gogh’un yazdığı mektuplarda ağır basan temelkonu, Gauguin ile birlikte uzunca bir süre düşünü kurdukları;özgür kendine yeten sanatçılar komünü; vazgeçemediğibu ütopyası yeniden alevlendi ve Gauguin’iArles’a yanına getirmeyi başardı. Sonradan sinema filmlerinede konu olan Gauguin ile olaylı birlikteliği sanatçıyıçok ağır etkileyecekti. Sonun başlangıcı olan Arles tragedyasıGauguin’in gelmesiyle başlamış oldu.Gauguin kendini anlaşılmamış bir dahi olarak görüyorduve kurulacak özgür sanatçılar komününde Van Gogh’uüye olarak hiç aklına getirmemişti. Van Gogh, Gauguiniçin hazırladığı odanın başköşesine “Parkta Bir Çift veMaviçam Ağacı” resmini astı. Kendisi, öğrenci rolünüseve seve üstlenmesine rağmen resim anlayışları birbirindençok uzaktı ve ortak çalışmaları pek uzun sürmeyecekti.<strong>Sanat</strong>sal düzeyde kalan tartışmaları çok geçmedenbir kişilik ve gurur savaşına dönüştü. Van Gogh’unütopyası sarsılmış yerle bir olmuştu. Gauguin Arles’a 23Ekim 1888 tarihinde varmış, 23 Aralık’ta durum iyice kızışmıştı.Gerilimden rahatsız olan Gauguin geceyi sarıevde değil, otelde geçirir. Ertesi sabah sarı eve döndüğündebütün Arles ayağa kalkmıştı. Gece sanrılara kapılanVan Gogh, usturayla kulağını kesmişti. Hemen ardından,kanamayı doğru dürüst durdurmadan kasabagenelevine koşmuş, bir mendile sardığı kesik kulağınıfahişelerden birine vermişti. Sonra, hiçbir şey olmamışgibi eve dönüp uyumuştu. Bu arada Gauguin kasabadangizlice ayrıldı.Süsenler43
Vincent hastanede on dört gün kaldı. Atölyesine döndüğünde“Kulağı Sarılı Otoportre”yi yaptı. Yüzünün sağ bölümünüolduğu gibi kaplayan büyük sargı, ressamın yüzündekikaskatı anlama hüzünlü bir ciddilik katıyor. Üzerindekikocaman ağır pelerinle, sanki çevresini saran acımasızdünyaya karşı korunmak istiyor. Yüzünün sol yanında,sargıların beyazıyla tam bir karşıtlık oluşturan, rengârenkbir Japon ahşap baskısı var. Fondaki ahşap baskıları “TungayBaba” portresini andırır şekilde kullanmıştır ama denetimsizçalışma duygusu bu resimde yoktur. Gauguin’le yaşadıklarıkendi sınırlarının bilincine varması yolunda deneyimolmuştur.Akıl Hastanesinde Yarı Mahkûm, Yarı HastaTaburcu olduktan bir ay sonra hastaneye dönmek zorundakaldı. Delirme belirtileri sayılan krizleri sıklaşmıştı. Doktorlarzaman zaman onun sara nöbetlerine tutulduğunu; krizlerininşizofrenik yapısıyla bağlantılı olduğunu iddia ederler.Daha sonraki tezlerde hastalığının sara değil, çok sancıveren bir iç kulak rahatsızlığı olduğu belirtilir. Akıl hastalıklarındahastalığın ağır seyri sürecinde, hastaların yaratıcılıkgösterememeleri bu görüşü desteklemektedir. Ancakmektuplarında Theo’ya her şeyi en ince ayrıntısına kadaranlatan Van Gogh, şiddetli kulak ağrısından bahsetmemiştir.Bu durumda Van Gogh hastalık sırasında yaratıcılık gösterebilentek dahidir de denebilir.Kulağı Sarılı OtoporteArles’dan 25 kilometre uzakta Provence yakınlarındaki akılhastanesinde, yarı mahkûm yarı hasta durumunda kaldı.Van Gogh hastanedeki durumuyla çabuk uzlaştı. Hastanedegündelik yaşamı betimleyen ufku görünmeyen, duvarlarlaçevrilmiş ve parmaklık gibi sıralanmış kavak ağaçlarınınarasından görünen hastane bahçesinin resimlerini yaptı.Zamanla resim yapmak için bir hastane görevlisi ile kırlaragitmesine izin verildi. Theo’nun karşı çıkmasına karşın“Hem kendi iç huzurum hem de başkalarının huzuru için,burada bir süre kalmak istiyorum.” diye yazar.Van Gogh’un yaklaşık bir yılı geçti akıl hastanesinde. Kurallarlabelirlenmiş tekdüze yaşam, kendisine olan saygısınıyeniden kazanmasına büyük ölçüde yardımcı oldu. Vincent,hastalığını inanılmaz ölçüde nesnel bir bakış açısıylakavramış, kaçınılmaz olanı benimsemiş görünüyor: “Deliliğiminherhangi başka bir hastalıktan farklı olmadığını anlamakve öyle kabullenmek içimi rahatlatıyor.” Kardeşineyazdığı mektuplarda, ruhsal dengesini yitirmiş hastalarlayaşamanın güçlüğünden söz etmemeye çalışıyordu. Kendinidile getirebilmenin bir yolu olarak renkleri ve renkleriniçinde saklı gerçek yaşamı bulmuştu. Âdeta renkler kendineözgü bir can kazanıyor, ruhsal durumların aracı halinegeliyordu. Bunları yaparken her zaman gerçeğe bağlı kalmayaözen göstermiştir. Van Gogh’un gerçekliği kopya etmekleulaşılacak bir durum değildi; onu ilgilendiren, görüneninötesindekilerdi. Bütün gerçeklerin aynı zamanda birersimge olduğu sonucuna varıyor, çevresini saran her şeyidinsel bir bakışla görüyordu.Bu dinsel gerçeklik, resimlerinde çok açık görülür. VanGogh gerçekliği olduğu gibi kabul eder ve bunu içten, sevgidolu bir insanın bakış açısıyla yansıtır. Var oluşun eskiçağlardan beri benimsenen güçlerini, Van Gogh doğadabulmuştu; onları benliğinde duyumsuyor, bunlardan kaynaklanandoğal mistizm resimlerine de yansıyordu. 7Akıl hastanesinde yaptığı resimlerinde Arles’daki renk canlılığı,şimdi biçimlerin devinimine aktarılmıştı. Bu dönemdehemen tüm resimlerde selvi ağaçlı konular öne çıkmayabaşlar. Paris ve Arles’da aklını kurcalayan gece manzaralarınafarklı bir biçimde yeniden döner. Van Gogh’un önemlive sıra dışı resimlerinden biri olan “Yıldızlı Gece”yi bu dönemdeyapar. Bu resim doğanın betimlenmesinden yolaçıkmayan ender resimlerinden biridir. Van Gogh atmosferiyaratmak için düş gücünden yararlanmıştır. Gökyüzündeçok dramatik evrensel bir olay gerçekleşiyor. Kocaman, bulutsuiki ağaç, sarmal bir şekilde iç içe geçmiş önde gökyüzüneuzanıyor. On bir parlak yıldız, ayla sanki geceyi yırtıyor;ay gerçekte olamayacak bir şekilde (güneşle birleşmişgibi) ve renkte turuncuya boyanmış.Bütün bunlara karşılık içinde yaşadığı gerçekliğe sıkı sıkıyabağlı. Ön planda bu dünyada olup bitenler etkinin arttırılmasıiçin farklı şekilde ele alınmış; kısa kesik fırça vuruşlarıylabetimlenen kasaba gökyüzündeki yuvarlak biçimlerlekarşıtlık oluşturuyor. Kilisenin sivri tepeli kulesi, alev alevgöğe yükselen karanlık selviler gibi ufuk çizgisini delip geçiyor.Bu resmi, göksel evrensel güçlere karşı, insan çabasıve savaşımı olarak değerlendirebiliriz. 1889 yılı sonlarındaartık açık havaya çıkamadığı için, eksik resimlerini tamamlıyorveya resimlerinin kopyalarını yapıyordu. Bunların çoğunubirkaç kere resmini yaptığı Arles’daki “Yatak Odası”44
Gümüşün Sabır Hali TelkâriİSMEK'te Emin EllerdeMutia SOYLUİncecik gümüş teller, yetenek ve sabırla âdeta dantel gibi, iğne oyası gibi işlenerek birbirinden şık motiflere dönüşüverir.Kimi zaman göz alıcı bir takı, kimi zaman fincan zarfı veya sigara ağızlığı, kimi zaman da tütün kutusu olarak çıkarkarşımıza. Telkâriyle işlenen her bir üründe zarafettir göze ilk çarpan. Tarihi M.Ö. 3000’li yıllara dayanan telkâri tekniğidenince akla ilk olarak Mardin Midyat gelse de, Ankara Beypazarı ve Trabzon da telkâri sanatının hayat bulduğumerkezlerin başında anılır. Geleneksel sanatlarımız arasında önemli bir yere sahip olan telkâri, bu sanata gönül verenustalar tarafından yaşatılmaya çalışılıyor.Varoluşundan bu yana hep bir ‘yaşamı anlamlandırma çabası’içerisinde olan insanoğlu, bunun en iyi yolu olarak sanatı keşfetmiştir.<strong>Sanat</strong>ını icra etmek için de çeşit çeşit malzemeler kullanagelmiştir.Kendisini ifade etme biçimi olarak seçtiği alandakimi zaman yalnızca bir kurşun kalem ve kâğıt olur malzemesisanatçının, kimi zaman ise paha biçilmez kıymetlitaşlar… Bazen bir ağaç parçasıdır, bazen cam, bazende altın, gümüş, bakır gibi madenlerdir maharetli ellerdeyoğrulup birer sanat eseri olarak vücuda gelen.“Telkâri” sanatında da incecik gümüş veya altınteller, ustasının maharetiyle göz kamaştıransanat eserlerine dönüşüverir. Tel işlemesanatı olan telkârinin tarihi çok eskilere dayanır.Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgularagöre telkâri tekniği, M.Ö. 3000’li yıllardaMezopotamya’da kullanılmıştır. İnce gümüş tellerinbirleştirilmesiyle yapılan telkârinin, Anadolu’daki ilk örneklerineise M.Ö. 2500’lü yıllardan itibarenrastlanır.Telkârinin Anadolu’daki merkezi; tarihselsüreçte pek çok uygarlığa, farklı din, etnikgrup ve mezhebe ev sahipliği yapmışolan Mardin şehridir. Kim bilir nicetelkâri ustaları gelip geçmiştir hoşgörü vekardeşliğin diyarından. İncecik tellerin ilmekilmek işlendiği bu sanat da diğer gelenekselsanatlarımız gibi ayakta kalmaya, deyimyerindeyse zamana yenik düşmemeye çalışıyorşimdilerde. Teknolojik kolaylıkların gelmesiylekuyumculuk alanındaki yeri giderekdaralan telkârinin ustaları, bu tekniği bugüne taşımayıbaşardı. Bugünkü ustaların tek dileği ise, busanatın yok olmaması, gelecek nesillere aktarılması…46
silerek bilezik ve kolye yapılır.Kakma telkâri tekniğinde ise değerliveya yarı değerli bir taş, madenveya ağaç yüzey üzerine kazınanoyukların içine tel yerleştirilir. Telkakma yapılacak yüzey üzerineçizilen şekil, kazıma veya asitleoyma tekniği ile yüzey üzerindeçukurlaştırılır. Bu çukura yerleştirilengenellikle köşeli tel, çekiçlevurularak sıkıştırılır ve şekil içerisinegömülür. Yüzeyden taşan kısımlaralınır, eğelenir, perdahlanıp parlatılır.Bu teknikle silah kabzaları, bıçak sapları,şemsiye sapları, zarf açacakları, yazı takımları,kaşık sapları, tespihler, nalınlar, ağızlıklar, baston sapları,şamdanlar süslenir.Kafes telkâri tekniğinde de tellere şekil verildikten sonrakaynakla birleştirilerek bir ana iskelet oluşturulur. Buiskeletin içi daha ince tellerle doldurulduktan sonra yinekaynak yapılır ve gerekirse ürün minik kürelerle süslenir.Kül tablaları, çakmak kılıfları, sigara ve mücevher kutuları,şamdanlar, tepsiler, şekerlikler, vazolar, ağızlıklar,nargile uçları, çiçekler, sigara tabakaları, fincan, bardak,sürahi kılıfları, abajurlar, çeşitli tabaklar, düğmeler, koldüğmeleri, küpeler, tepelikler, kolyeler, broşlar, bilezikler,kemerler ve yüzükler genellikle bu teknikle üretilir.İSMEK’te Telkâri EğitimiGeleneksel el sanatlarımız arasında önemlibir yere sahip olan telkâri, gelenekseldeğerlerimizi geleceğe taşımayı amaçlayanve bu doğrultuda eğitimler verenİSMEK’in de branş yelpazesindeyer alıyor. Takı Tasarımı GümüşTelkâri Sim Örücülüğü ZümreBaşkanı Fatma Fisunoğlu,İSMEK’te verilen telkâri eğitimlerinin,haftada iki gün olmaküzere toplamda 120 saat olduğunubelirtiyor. Kadın kursiyerlerinağırlıkta olduğunu belirten Fisunoğlu,bu yıl erkek kursiyerlerinde bu sanata ilgi gösterdiğini söylüyor.Fisunoğlu’nun belirttiğine göre, kuyumculuk teknolojisinibitiren iki yıllık mezunlar da kendilerini geliştirmekamacıyla telkâri kurslarına geliyor. İSMEK Takı ZümreBaşkanı Fatma Fisunoğlu’na, iyi bir telkâri ustası olmakiçin ne kadar sürelik bir eğitim almak gerektiğinisoruyoruz. Tüm geleneksel sanatlarımızda olduğu gibitelkâride de kişinin el becerisinin, yatkınlığının elbetteönemli olduğunu belirten Fisunoğlu, bu sanatta az çokbir yere gelmek için en az iki yıl eğitim almak gerektiğinivurguluyor. İSMEK’te Avrupa ve Anadolu yakasındakidört ayrı kurs merkezinde verilen telkâri eğitimlerinde“alaşım metalleri ve kimyasallar, yarı mamul, kuyumculuktakaynak, telkari, kuyumculukta sipariş formu, takınınmüşteriye teslimi” konu başlıkları işleniyor.
Özellikle de büyük ebatlı resimler üzerinde çalışırkenyerde olmak büyük kolaylık getiriyorsanatçıya.Resmi yapanın ruh halinin,fırçanın ucuna direkt olarakyansıdığını öğreniyoruz SenurBiçer’den. “Resim yaparken önünüzdekikâğıt sizin hayatınız, fırçanız isesöylediğiniz bir söz veya kılıç hamleniz gibidir.Bir kere yapılmışsa bir daha geri alınamaz, kâğıt veboyanın özelliğinden dolayı rötuş kabul etmez.Sinirliyseniz, çizgi asabi olur, dikkatsizseniz suboyaoranını kaçırırsınız.” diyor sanatçı.Fırçayı, hat veya tezhip sanatçıları gibi uç kısma yakınyerden değil de tepe kısımdan tuttuğunu fark ediyoruzBiçer’in ve bu şekilde fırçaya hâkim olmanın zorolup olmadığını soruyoruz. “Ruhunuzu yansıtmanıntek yolu fırçayı bu şekilde tutmak… İçinizden geldiğigibi hareket ettirmelisiniz fırçayı. Kalem gibi en dibin-52
den tutarsanız daha detaycı daha korkarak çalışırsınız.Uç kısımdan tuttuğunuzda ise daha cesur daha özgürhareket edersiniz.” cevabını alıyoruz.El Çabukluğu ve Ruh Dinginliği Bir AradaSumi-e sanatının Çinli Zen rahipleri tarafındanJaponya’ya yayıldığı bilgisine dayanarak, bu sanatınÇin’de yorumlanması ile Japonya’da yorumlanması arasındafark olup olmadığını merak ediyoruz. Türkiye’debu sanatla ilgilenen birkaç kişiden biri olan Senur Biçer,sumi-e’nin yorumlanışı bakımından Çinli ile Japonsanatçıları karşılaştırdığında en büyük farkın kompozisyondagöze çarptığını söylüyor.Anlattığına göre Japonların sadelikten hoşlandıklarısöylense de, esasen gösterişe oldukça meraklılar. Bir Japonsanatçının çizdiği resim gösterişli ve zengin görünmelidir.Bu sebepledir ki, Japonya’da üretilen ve hammaddesipirinç olan sumi-e kâğıtlarının harcına gümüşveya altın katılır. Kâğıtların üzerinde fark edilen ışıltınınkaynağı, Japonların ihtişam merakının kâğıda yansımasıdır.Çinli bir sumi-e sanatçısı ise detaya önem veren Japonbir sanatçıya göre daha serbest çalışmayı tercih eder. Japonlarındaha kuralcı bir kompozisyon tavırları söz konusuyken,Çinlilerin ise böyle bir derdi yok, içinden geldiğisayfanın üzerinde fırçasını gezdirir.İkisi arasındaki farkı görebilmemiz için Senur Biçer, Çinlibir sanatçının fırçasından çıkmış bir eser ile Japonbir sumi-e sanatçısının eserini gösteriyor bize. Söylediğikadar varmış diyoruz. Kâğıdın üzerindeki gümüşiışıltılardan ve kompozisyon düzenindeki titizlikten birJapon’un elinden çıktığını anlıyoruz gösterdiği ilk resmin.Diğerinde ise özgür bir ruhun izlerini fark edip,Çinli bir sanatçıya ait olduğunu söylüyoruz.Senur Biçer’den, sumi-e sanatı hakkında öğrenmek istediğimizpek çok şey var. Malzemelerin nasıl temin edildiği,en temel malzeme olan kömür mürekkebinde, osözü edilen 400 daire hareketini yaparak doğru kıvamınnasıl ayarlandığı, o incecik pirinç kâğıtların nasıl olup daresim çizerken yırtılmadığı gibi pek çok soru var kafamızdacevaplanmayı bekleyen. Biçer, sumi-e için gerekenmalzemeleri Japonya, Çin ve Tayvan’dangetirttiğini, kullandığı fırçaların da kurt, sincapgibi hayvanların kılından olduğunuifade ediyor.Boyada doğru kıvamın elde edilmesine dedeğiniyor Senur Biçer ve kömür mürekkebindenelde ettiği boyanın kıvamını kâğıtüzerinde test ederek doğru kıvamı yakaladığınısöylüyor. Siyah renk içinüç farklı ton (ana siyah ton,en açık ve orta ton) hazırladığınısöyleyen sanatçı,daha sonra bunualtı tona çıkarıyormuş.Bazı mürekkeplerinon iki tona kadar müsaadeedebildiğini belirtensanatçı, ton çeşitliliğininmürekkebin özelliğineve sulandırma derecesinegöre değiştiğini vurguluyor.Senur Biçer, önemli bir noktaya da işaret etmedengeçmiyor. Kömür mürekkebini sulandırarakelde edilen boyanın, yarım saat gibi bizegöre kısa olan bir süre içinde kullanılması gerekiyor.Yarım saat içinde çizmelisiniz resmi. Biçer, “Yarımsaati geçince zaten konsantrasyon da bozuluyor. Yanihem el çabukluğu istiyor bu sanat, hem de ruh dinginliği.”diye konuşuyor.53
Sumi-e sanatının ilk dönemlerinde de bugün olduğugibi farklı renklerin kullanılıp kullanılmadığını soruyoruzSenur Biçer’e. Anlattığına göre, ilk zamanlarda sumi-eresminde siyah ve beyaz renkler hâkimdir. Daha sonralarısüsleme sanatı geliştikçe diğer renkler resme dahil edilir.Çin’de de, Japonya’da da hep doğal boyalar kullanılır.Çiçek özlerinden veya ağaç kabuklarından elde edilentoz boyalar da var, sıkıştırılmış mürekkep boyalar da.Sumi-e Çalışmalarına ‘Adil Peri’ İmzası AtıyorYeni nesil Uzak Doğu sanatçıları daha figüratif çalışsalarda geleneksel sumi-e sanatında tabiat resimleri öneçıkar. Kimi çiçek figürleri özel bir anlam ifade eder sumie’de.Söz gelimi sumi-e ile uğraşan birinin sanatçı kabuledilmesi için şu dört temel çiçeği iyi resmedebilmesi şart;bambu, orkide, krizantem ve sakura. Bu dördünü en iyişekilde resmedebiliyorsanız, kendinize göre yorulmayabiliyorsanızancak o zaman sanatçı kabul edilirsiniz.Bizim geleneksel sanatlarımızda ustanın, sanatında kendisiniispat eden talebesi için verdiği icazet gibi sumi-esanatının ustası da talebesine, mühür hazırlar. Talebeyehocasının uygun gördüğü ismin kaligrafik şekilde yazılmasıile hazırlanan bu mühür, artık o sanatçının imzasıdırve her çalışmasında kullanır bu imzayı. Senur Biçer’inde, resimlerinde kullandığı iki mührü var. Mühürlerindenbiri, Biçer’i on beş yıldır tanıyan Çinli bir sumi-e hocasıtarafından verilmiş ve ‘adil peri’ anlamına geliyor. Diğermührü ise ‘güçlü kadın’ anlamını taşıyor.Mührünü koyacağı bir eserin, hangi aşamalardan sonravücuda geldiğini merak ediyoruz. Senur Biçer, hayal edilenile kâğıda aktarılan arasında bir kopukluk olmamasıiçin öncelikle tasarlanan kompozisyonu eskiz kâğıtlarınakabaca çizdiğini belirtiyor. Biçer, bu ön hazırlık aşamasında,çizimi bazen su ile yaptığını söylüyor, şaşırıyoruz.Sumi-e resmin, zaten sulandırılmış mürekkep ile yapıldığınıdüşünerek, “Su ile yapılan bu kaba çizim, kâğıdazarar vermiyor mu?” diye soruyoruz. Tabii bir de suyunhemen kuruyacağını göz önünde tutunca çok zor bir işmişgibi geliyor bize. Resmin, suyla çizilen ana hatlarının10 dakika görünebilirliğini koruduğunu söyleyen sanatçı,ana hatları belirledikten sonra 10 dakika içinde resmitamamlaması gerektiğini vurguluyor.Bu arada, çok ince, nazik görünse de pirinçten mamulsumi-e kâğıtlarının suya dayanıklı olduğuna da dikkatçekiyor. Bizi şaşırtan bir bilgi daha veriyor Senur Biçer.Kömür mürekkebini sulandırıp elde edilen boya ile yapılanresmin üzerine sonradan su dökülse bile boyanınbir kez kuruduktan sonra bir daha asla dağılmadığınıöğreniyoruz. Önündeki çalışma kâğıtlarına yaptığı desenkuruduktan sonra üzerine su dökerek bu tecrübeyibizzat yaşamamıza vesile oluyor.Sumi-e’cilerin Ortak Noktası İSMEKSumi-e sanatında tek seferde iyi bir çizgi elde etmekiçin, binlerce kez bu hamleyi yapmış olmanız gerekir.Sumi-e’deki bu temel felsefenin; ruhu, nefesi ve bedenieğitmek olduğunu söyleyen Senur Biçer, sumi-e sanatındaedindiği ruh ve beden terbiyesini, bizim gelenekselsanatlarımızdan tezhipte, ayrıca bilimsel bitki çizimindegösteriyor. “Gezdiğim coğrafyalarda tanıdım54
ile arkadaşlığının lise yıllarına dayandığını öğrendiğimizBahçıvancıoğlu, sumi-e sanatına ilgisini ise şöyle anlatıyor:“Aynur Küçükyalçın’ın yaptığı sumi-e eserleri ilgimiçekti. Sumi-e yapımını izlerken bile yaydığı o güzelenerjiye kapıldım. Sumi-e’de etkilendiğim noktalar sadelik,objenin bende uyandırdığı his, güzelliği en sadeşekli ile yansıtabilmek.” <strong>Sanat</strong>çı, sumi-e ile minyatürsanatını bir araya getirmeyi amaçlıyor.Sumi-e Gurubu’ndan Semin Mirgün ise bu sanatla işhayatının bitiminde, Türk-Japon Kadınları Dostluklarıve Kültür Derneği’nde tanışmış. İki yıl önce Kiyoe KurokawaSensei’nin derslerine başlayan Mirgün, dernekdışında da Aynur Küçükyalçın’la çalışmalarını sürdürmüş.Sumi-e sanatını kendisini için özel kılan şeyin basitgörünmesinin altında yatan derinlik olduğunu söyleyenMirgün, “<strong>Sanat</strong> sonsuzdur ve seçtiğim bu yolbeni mutlu ettiği sürece devam edeceğim.” diyor.Sumi-e Grubu’ndan Seyhan Tanyeli'nin bu sanatlatanışmasına ise Boğaziçi Üniversitesi’nden ErdalKüçükyalçın’ın Japonya tarihiyle ilgili semineri vesile olmuş.Sonradan Erdal Hoca’nın eşi Aynur Küçükyalçın’ınderslerine katılan Tanyeli, iki yıldır bu sanatla uğraşıyor.Sumi-e Grubu’nun kendisi için taşıdığı anlamı ifadeederken, “Çok güzel insanlarla beraberim. Onlarlasevgi ve keyif dolu zamanlar yaşıyorum. Harikahocalarımız, Aynur Küçükyalçın ve Japon HocamızKurokawasan’a desteklerinden dolayı çok müteşekkirim.”diyen Tanyeli’nin hedefi, Japonya/Kyoto’dasumi-e dersleri almak ve dünyanın farklı yerlerindeekip arkadaşlarıyla birlikte sergi açmak.Senur Biçer’in dahil olduğu Sumi-e Grubu, bugünekadar iki sergiye imza atmış. “Türk resim sanatınafarklı bakış açıları kazandırmak için kolları sıvadık. Henüzişin başındayız ama bir parça da olsa çıtayı yükseltebildiğimizeinanıyorum.” diyen Senur Biçer, sergilerdenilkinin Beşiktaş Denizcilik Müzesi’nde, ikincisininde Japonya Başkonsolosluğu’nun Gümüşsuyu’ndakibinasında gerçekleştiğini söylüyor. Biçer, Sumi-eGrubu’nun haricinde de Büyükada’daki Adaevi’ndekişisel bir sergi açmış.Söyleşimizin sonunda bu sanattaki hedefini ne olduğunusorduğumuz Biçer, “Bataklığın içindeki güzelliğiresmettiğim zaman kızılelmama ulaşacağımı düşünüyorum.Bizim topraklarımıza ait olanları, sumi-e sanatındakullandığım fırçayla çizebiliyorsam, o zaman istediğimyere gelmiş olacağım.” diyor.57
Gök Kubbeye Sığmayan SesBuhûrîzâde (Itrî)Talip MERT*Yahya Kemal’in ‘öz musikimizin pîri’ dediği Buhûrîzâde Mustafa Çelebi, meşhur adıyla Itrî, vefatının 300’üncü yılı nda,Türkiye’nin teklifi ve UNESCO’nun kararı sonucu 2012 yılı boyunca, pek çok etkinlikle anıldı; hayatı, eserleri ve besteciliğigündeme geldi. Büyük bestekârın böyle resmi düzeyde ve geniş zamanlı anılması, 30-40 yıl öncesinde bir Itrî konseriverilmesi teklifinin bile ‘müesses nizama isyan’ sayıldığı hatırlanırsa bir iade-i itibar anlamı taşıyor. Osmanlı arşivlerindekibir dizi evrakın tetkiki ile hazırlanan bu çalışma, hayatı hakkında henüz doyurucu bir bilgiye ulaşamadığımız, Tekbir'in veSalât-i Ümmiye'nin büyük bestekârı Itrî’nin hakkında bilinmeyen ya da az bilinenleri gün yüzüne çıkarma ve onunla ilgilikaleme alınacak yetkin bir biyografiye su taşıma niyeti ile yazıldı.58
59İllustrasyon: Hatice Öztürk
Muhtemel belgelerin iki-üç tanesinin bile Itrî’ye ait olduğukesinleşirse Üstadın hayatı o zamanlar gerçektengün ışığına çıkacaktır. Onu gizleyen 300 senelikperde kısmen de olsa aralanacak, ortalık hiç olmazsaalaca karanlığa dönecek, bu kutlu şafağın ilk ışıklarıile ses ve âhenk dünyamızın bu gizli definesi de böyleceortaya çıkaracaktır. Bu araştırmanın esas hedefide budur.Bu arşiv kayıtlarında Buhûrîzâde çoklukla hânendeveya serhânendedir. Bu arada üstadın meslekdaşlarıarasında yer alan bir Santurî Mustafa Çelebi, bir deMüezzin ve Neyzen Mustafa Çelebi vardır.Buhûrîzâde’den bahseden vesikaların hiçbirinde sadeceItrî değil bizim onu anlatırken sık sık kullandığımızefendi kelimesi bile geçmemektedir.Buhûrîzâde Mustafa Çelebi bu adıyla ve unvanıyla diğerçağdaşları Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi ile birlikteXVII. asra imzasını atan üçüncü çelebi olmaktadır.22 Haziran 1675 tarihli bir arşiv belgesi Buhûrîzâde’ninyakın mesai arkadaşlarına dairdir ve bu isimlerden ÇöğürcüDaniyel hariç diğerlerinin daha sonra çıkan belgelerdesık sık adları geçmektedir. Bu dört kişi verdikleribir arzla kendilerine aşağıdaki tabloda görülen ücretlerininverilmesini talep etmişlerdir. Bu belgede ismigeçen şahıslar ile yevmiye olarak aldıkları ücretler:Bende Mustafa Buhûrîzâde imzalı ve üstâdın iyi derecede bir hatta olduğunu gösteren bir tâlik yazısı.Osmanlı devri musikı hayatının en parlak sesi olanBuhûrîzâde Mustafa Çelebi vefatının 300. yılında böylebir araştırmaya konu oldu. Osmanlı kültür ve medeniyetininen büyüklerinden biri olan üstad, musiki kaynaklarındagenel olarak Itrî ismiyle bilinir ve tanınır. Buisim her ne kadar onun şiirlerinde kullandığı bir mahlasolsa da şimdiye kadar görülebilen arşiv belgelerindeise bu isme henüz hiç rastlanmadı. Onun arşivdegeçen en çok adı Buhûrîzâde Mustafa Çelebi’dir.Buhûrîzâde Mustafa Çelebi hakkında arşivde (hazine-ievrakta) epeyce yeni bilgi ve belgeye ulaşıldı. Fakatne yazık ki birinci olarak zamanın darlığı daha mühimide bakılacak belgelerin bu kısa sürede bitmesininmümkün olmaması sebebiyle hedef tam olarak tutturulamadı.Yani üstad hakkında tatminkâr bir biyografine yazık ki ortaya çıkmadı. Fakat onun sanat çevresiepeyce aydınlandı. Bu da ayrıca bir kazanç oldu. Şurasışüphesiz ki bu çalışma veya başka çalışmalar buItrî’yi bir gün mutlaka gün yüzüne çıkaracaktır.Bu araştırma sırasında bizzat Itrî’ye müteallık olarakbulunan çok sayıda belgeler birbirinin benzeri olduğundançok çarpıcı bir bilgi ortaya çıkmadı. Yine bazılarızayıf da olsa Itrî’ye ait olabilecek bazı muhtemelbelgeler bulunmaktadır. Bunlardan kesinleşen olmadığıiçin bunlar bu makalede kullanılmadı.Görevi İsmi ÜcretiSanturcu [Mustafa Çelebi] 70 akçeKanuncu Mustafa 40 akçeÇöğürcü Daniyel 50 akçe[Tanburî] Çelebiko Yahudi 1 40 akçeBu belgenin sol üst köşesinde divani hatla şu buyrulduyazılmıştır: “İzzetlû Defterdar Paşa hazretleri,mezkûrlara kifayet miktarı zâd u zevâde tayin eyliyesindeyu buyruldu 22.06.1675 (28.R.1086)." 2Bunu müteakip gelen belge doğrudan doğruyaBuhûrîzâde’ye aittir: “Enderun’un serhânendesi MustafaBuhûrîzâde’nin günlük tayinatı: Et, pirinç, sadeyağ, kahve, mum, odun, arpa, saman ve ücret-i hane[verilmesi için işbu kalemler] teşrifat defterine kayıtolundu. Her gün için 120 akçe. 12 Ekim 1675(22.B.1086)." 3Osmanlı Hazine-i Evrakı’nda Buhûrîzâde Mustafa Çelebiile ilgili ele geçen ilk belgenin tarihi 09 Nisan 1666(04.L.1076) son belgenin tarihi ise 16 Haziran 1685(14.B.1096)’tir.1666 tarihli vesika Buhûrîzâde’nin esirciler kethüdalığınınkendisine verilmesini talep eden dilekçesidir. Yalnızbu 1666 tarihi yanlış olup doğrusu 1676 olmalıdır.Çünkü bu dilekçenin cevabı olan belgenin tarihi,aynı zamanda kethüdalık görevinin de tevcih tarihiolan 27 Ocak 1676’dır. 4 Bundan başka 22 ve 23Ocak 1667 tarihli iki ayrı vesikada esirciler kethüdasıolarak Mehmed Bey b. Enbiya ismi geçmektedir. Dolayısıylada bu tarihte kethüdalık görevi boş değildir. 5Buhûrîzâde’nin kendi nefis talik hattıyla kaleme aldı-60
Yukarıdaki belgeye göre Buhurîzâde’ye 59 günlük alacağınamukabil 6780 akçelik bir ödeme yapılmıştır. Bu paranın54 günlüğü 120 akçeden, 5 günlüğü ise 60’şar akçeden300 akçe, toplamda ise 6780 akçelik bir ödeme tahakkuketmiştir. 11Buhûrîzâde Mustafa Çelebi’nin ArkadaşlarıBu araştırma sırasında Buhûrîzâde’nin en fazla beş yıllık birdönemi incelenebildi. Bu inceleme onu açığa çıkaramadı.Ama o devirle ilgili, o devrin hiç olmazsa saraylı hanende vesazendeleri ile ilgili çok değerli bilgiler ortaya çıkmıştır. Bubelgelerden biri tablo şeklinde verilecek olursa ortaya şu kişilerçıkmaktadır.Buhûrîzâde'nin beş arkadaşı ile müştereken verdikleri dilekçe.26 Haziran 1677 tarihinde Itrî’nin çağdaşı ve mesai arkadaşı[Âbrizî-zâde, Çömlekçi-zâde] Receb Çelebi (?-1701) verdiği bir arzla geçim sıkıntısı çektiğini ifade ederekmaaşına zam talep etmiştir. Receb Çelebi’nin bu talebiBuhûrîzâde Mustafa Çelebi’nin maaşından yapılan birkesinti ile karşılanmıştır. Receb Çelebi’nin arzı şöyledir:“Hak Sübhanehu ve Teâla hazretleri şevketlu ve kerametluve merhametlu padişahımın ebediyen vücûd-i hümayunlarındâima hatâlardan hıfz edip serîr-i saltanatlarındamüstakar eyliye Âmîn.Bu kullarının maişetinde küllî mertebe usret (darlık, zorluk)ve zarureti olmağın merâhim-i aliyye-i (yüksek merhametlerinden)şâhanelerinden kefâ kılınacak (yetecek)mertebe tayin ihsan buyrulmak bâbında emr ü fermanşevketlû ve inâyetlû padişahımındır. Bende Hanende Receb"Bu belgeyi müteâkip bulunan yakın tarihli iki ayrı belgede yine Üstad Buhûrîzâde Mustafa Çelebi’nin el yazısıolup bu belgelerden 26 Ekim 1677 (11.Ş.1088) tarihlisişudur: "Devletlû ve Saadetlû Sultanım hazretlerisağ olsun. Bu kullarının müstahak olduğum ulûfelerimbi-aynihi mahallinden der-kenâr olunup tezkireleri ihsanolunmak bâbında ferman devletlû sultanımındır. BendeMustafa, Buhûrîzâde" 10Görevi İsmi Ücreti[Hanende] Buhûrîzâde 60 akçe[Hanende] Receb Çelebi 60 akçeSanturcu Mustafa 70 akçeÇöğürcü Osman 50 akçeNeyzen Mehmed Çelebi 50 akçeMusikarî İbrahim Çelebi 40 akçeKemanî Hasan Çelebi 50 akçeLu’be-bâzân Kul Ahmed ve 6 talebesi 620 akçeMezkurların şâkirtleri padişahla beraber gitmişlerdirKemanî Ahmed 70 akçeHanende İbrahim Çelebi 40 akçeKanuncu Ahmed 40 akçeTanburi Angeli 30 akçeHokkabaz Yahudi [Yasef] 40 akçeTanburî Çelebiko Yahudi 40 akçeMezkûrlar hâla saray-ı âmirede talim hidmetindedirler. Fermansaadetlû sultanım hazretlerinindir. 29.09.1677 (04.Za.1088). 12Buhûrîzâde Mustafa Çelebi’ye 08 Ekim 1679 (03.N.1090)tarihinde o devirlerin çok yaygın bir geleneğine göre padişahınhuzurunda samur kürk giydirilmiştir. Bu belgedeÜstadın unvanı “Mustafa Ağa, Ser hanende-i hazretişehriyarî”dir. Bu tören sırasında Buhûrîzâde’ye samur kürktenbaşka beş takım da çuka ferace ihsan olunmuştur. 13Buhûrîzâde Mustafa Çelebi’ye müteallik şimdiye kadarele geçen belgelerin sonuncusu maaş değil tayinat (gıdayardımı) talebidir. Bu belgeyi diğerleriyle mukayese edinceItrî’nin 1800 akçe maaşından başka 1260 akçe de aylıktayinatının olduğu ortaya çıkıyor. Bu belgenin tarihi 1685olup bu arz Üstad’ın kendi yazısı değildir. Herhangi bir kâtibyazısı olduğu görülüyor. Bu arzuhalin mahiyeti de şöyledir:“Devletlû ve Saadetlû ve Sultanım hazretleri sağ olsun.Arzuhal-i bende budur ki; Bu kullarına ferman… Mucebinceverile gelen tayinat baha [sı] nın müstahak olduğummah-ı Cumadelâhır’ın tezkiresi i‘tâ olunmak (verilmek)bâbında ferman sultanım hazretlerinindir. Bende MustafaBuhûrîzâde" 1462
Buhûrîzâde Itrî Devrinin Genel ManzarasıBuhûrîzâde Mustafa Çelebi’nin devri ile ilgili olarakşu hususa dikkat çekmek gerekiyor. Bu husus gerekBuhûrîzâde ve gerekse diğer meslekdaşları için, hattakendisinden önce ve kendisinden sonra gelen mûsıkîerbabı için geçerli olan ve belgelerle de sabit bulunanbir bilgidir. Bu bilgi şudur ve bizim musikı tarihimizinen karanlık yönlerinden birisidir. Benim görebildiğimkadarıyla İstanbul’a gelen yabancı elçiler ve bizdenbaşka ülkelere giden elçilerin maiyetlerinde bir guruphânende ve sâzendeyi de beraberinde götürerekgittikleri ülkelerde fasıl yaptıklarıdır. Bunun ilk belgeliörneği 1700 yılında İstanbul’a gelen Avusturya elçisiGroff Oettingen ile Viyana’ya giden İbrahim Paşa’dır.Yanında kırk kişisi Avusturya (Nemçe) / Alman (Engürüs)asilzadeleri olmak üzere kalabalık bir heyetleİstanbul’a gelen Oettingen’e Sadrazam AmcazadeHüseyin Paşa hâlen ayakta durmaya çalışanBoğaziçi’ndeki yalısında ve Kâğıthane Boğazı’ndakiKara Mustafa Paşa yalısında iki ziyafet vermiştir. Buziyafetlerde fasıllar yapılmış, elçinin yanında getirdiğimüzisyenlerce de o günün Avusturya müziği icra edilmiştir.Bu olay belgelidir ama neler çalındı, neler söylendibuna dair hiçbir bilgi yoktur. 15Aynı günlerde Avusturya’ya giden İbrahim Paşa’nınekibinde 10 tane de sâzende görülmektedir. Ayrıcasaraydan verilen 12 kişilik Mehter-i Enderun ile kendisineait 30 kişilik “mehteran-ı tabl ü alem” de buheyette yer almıştır. 16İbrahim Paşa’nın bu mehter takımı ile ilgili tarih kitaplarınagiren şöyle bir olay vardır. İbrahim Paşa’nınViyana’ya girmesi gereken gün Avusturya İmparatoriçeside lohusa yatağındaydı. Mehteri şehre girerkengörmeyi arzu eden imparatoriçe elçinin gelişinibir hafta tehir ettirdi. Bu süre zarfında Osmanlı heyetiYanıkkale’de ağırlandı. İmparatoriçe'nin lohusayatağından kalktığı haberi üzerine İbrahim Paşa daViyana’ya hareket etti. 17Bu karşılıklı fasıl ve konser işi tahminen de 1730’lardaİstanbul’a gelen İran elçisi Hacı Han ile 18 1755’teİstanbul’a gelen Rus elçisi için de yapılmıştır ve bu fasıllarhazine-i evrak kayıtlarına da girmiştir. 19Üstad Buhûrîzâde’yi bu makale ile vefatından 300sene sonra da olsa çok şükür bu kadar tanımak nasipoldu. Hazret kendisi ile alakalı karanlık dünyamızabu kadarcık da olsa Ashab-ı Kehf gibi üç asır sonradoğan bir meşale oldu. İnşallah yeni çalışmalarla bubilgiler daha da genişler ve Hazret daha fazla bizlerleberaber olur, bizlere lütfuyla muamele eder. Hattave hatta “kaza ve kaderin kıskanıp gizlediği bindenziyade bestesi”nden bir kısmını daha serbest bırakıpbizlere ulaştırır. Zira “Ehl-i dil birbirin bilmemekinsaf değil.”Buhûrîzâde Mustafa Çelebi'nin en son tarihli dilekçesi.2005’te tedavüle giren 100 liralık yeni kâğıt paralarınüzerindeki hayali Itrî resmi çok yerinde ve fevkaladekadirbilir bir anlayışın eseridir. Buna her kim sebepoldu ise o zata şahsen minnettarım. 1971’de Itrî konserivermek, Itrî’yi anmak bu ülkede siyasi düzene “isyan”kabul edilirken, Başbakan'a ve Kültür Bakanı'naâdeta tehdit-vari mektup yazılırken, 2005’te devletinparasına resminin konması çok manidardır. İsyan değil,geç de olsa bir hakkın sahibine verilmesidir, suyunmecrasını bulmasıdır, kısaca Itrî’ye iade-i itibardır. Vepek de isabetli bir karardır. Milletimize hayırlı olsun.DİPNOTLAR: * Öğr. Gör. Marmara Ünv. FEF Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü.1) Buhûrîzâde Mustafa Çelebi ile ilgili yapılan bu araştırma sırasında ortayaçıkan bu isim çok çeşitli imlalarla yazılmıştır. En son bulunan bu belgedenet olarak okunabilen bu ismin Çelebiko olduğu netleşti. Bu isim hakkındabilgilerine müracaat ettiğim İrvin Cemil Bey bu ismin sonundaki “ko” ekininTürkçedeki “cık, cik” ekleri gibi küçültme eki olduğunu ifade ettiler. Dolayısıylabu kelime de Çelebicik manasına geliyormuş. Cemil Bey’e verdikleribu bilgilerden dolayı teşekkür ederim. 2) BOA, Bâb-ı Defteri, Başmuhasebeevrakı (D. BŞM) dosya 494, belge 86 (494 / 86). 3) D. BŞM 499 / 57. 5) İstanbulŞer’i Siciller Arşivi (ŞSA), Bâb Mahkemesi sicili c. 3, s. 68 b, 69 b. 6) BaşbakanlıkOsmanlı Arşivi (BOA), İbnülemin tasnifi, tevcihat (İE. TCT) 5 / 535. 7)İE. TCT 2 / 232. 8) BOA Kamil Kepeci tasnifi (KK. d) defter no 7517, s 20 b. 9)D. BŞM 532 / 47. 10) D. BŞM 532 / 47. 11) Bu paranın günümüz parasına tahvilizor olmakla beraber genel bir fikir vermesi bakımından şu mukayese yapılabilir.Meselâ o zaman bir kuzunun fiyatı 80 akçe idi (D. BŞM 592 / 48). Dolayısıylabu para ile o devrin piyasasına göre 85 kuz alınabilirdi. Şimdiki râyiciise buna kıyasen kabaca hesaplanabilir. 12) D. BŞM 538 / 50. 13) D. BŞM579 / 51. 14) Ali Emirî tasnifi IV. Mehmed evrakı (AE. SMMD IV) 14 / 1516.15) Bâb-ı Âsafi Teşrifat dosyaları (D. TŞF) 1 / 79. 16) D. BŞM 1295 / 115, KamilKepeci (KK) 0686 / 135 a. 17) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi c. VI,s. 216. Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983. 18) C. HR 1 / 520. 19) A. TŞF 11 / 65.63
Vefatının 300. YılındaItrî ve Osmanlı Medeniyet YorumuProf. Dr. Sadettin ÖKTEN*Mimari, şiir, hat ve musiki... Mimaride Sinan, şiirde Fuzuli, hatta Karahisari ve musikide Itrî. Bütün bunlar, birmedeniyet nokta-i nazarından bakıldığında adeta vazgeçilmez köşe taşları. Yaptıkları şey şu; eski birikimi alıyorlar,onu yeni bir dille ifade ediyorlar. Bir üslup ortaya koyuyorlar. Bunun sonucunda medeniyet tasavvurunda birdeğerler birlikteliği, bir ortak duygu birlikteliği oluşuyor.Bendeniz müzikolog değilim. Müzik heveslisi ve meraklısıyım.Ama daha geniş manada bir medeniyet arayıcısıyım.Dolayısıyla sözlerim bilimsel değildir, duygusaldır, özneldirve bana aittir. O bakımdan; Itrî, yaşadığı muhit, o muhitinyerli ve dünya üzerindeki boyutları ve Itrî’nin bu muhiteyaptığı katkı, yahut bu muhitin Itrî’ye getirdikleri vb. hususlardafarklı bir düzlemde görüşlerimi dile getireceğim.Itrî, İstanbul’da doğuyor. Sene 1640 civarı. 1640İstanbul’unu tabir etmeye çalışıyorum. Gök mavi bulut,bir şahıs bir muhitte ortaya çıkıyor. Tabii ki doğuştan,fıtraten gelen kabiliyetleri var. Ama muhitin tesiri çokönemli. Muhitin de ötesinde hangi şehirde yetiştiyse oşehrin izlerini taşıyor. 1640 İstanbul’unu, hem OsmanlıDevleti çerçevesinde hem de o zamanki dünya şehirleriarasında bir yere oturtmak gerekirse bu İstanbul zannediyorumo zaman dünyanın merkezi olan İstanbul idi.Bunun dışında henüz daha dünya böyle tek bir şehir tanımadıdiye düşünüyorum. Bir zamanların Bağdat’ı gibi,bir zamanların kadim Atina’sı gibi ve bir zamanların belkiİstanbul’u gibi.Modern zamanlarda dünyada farklı merkezlervar. Herkesin çeşnisi ayrı. KimseLondra’yı Paris’e, Paris’i New York’a tercihedemez. İsteyen istediği çeşnide bulunur.Dolayısıyla ticaretin, tarımın, zanaatların,sanatların, muaşeretin ve hukukunözellikle, bilim ve düşünceninbir merkezi olarak ortaya çıktığıİstanbul. Itrî bu İstanbul’da, tarihiyarımadada yetişiyor.Yetişme nasıl oluyor. Yetenek üzerinebir eğitim geliyor. Talim, taallümgeliyor. Bu taallüm, eski medeniyet anlayışımızda-ki o hayata biçimler olarakyansıyor- hususi çocuklara hususi eğitimveriliyor. Tek tip eğitim verilmiyor.Hususî eğitim alıyor Itrî. Detayları kitaplardavar. Ben bu tebliğde farklı bir şeysöylemeye çalışıyorum. Tebliğimi yazdım,bulduğum bilgilere göre bir tebliğhazırladım. Şüphesiz müzikologlar,sosyologlar, müzik tarihçileri farklı sonuçlara ulaşırlarsabenim çıkarsamalarım da boşta kalır. Ama şu anda elimdekibilgilerle konuşmaya çalışıyorum.Eski klasik Osmanlı eğitimi birebir eğitimdir. Bir tilmiz birde üstat vardır. O ders geçildikten sonra bir icazet alınır.Burası çok önemli. Bir de bu eğitim tek sahada kalmaz.O dönemin önde gelen muhtelif sahalarında eğitim verilir.Ama yetenek sahibi olan kabiliyetli zat, onların birisindekemale erer. Itrî’nin eğitimi hem hususi hocalardandevam ediyor, bu genel bir kuraldır. Amma bir de özel birhal var. Itrî bir Mevlevi tekkesine intisab ediyor. Buradabir başka boyutla karşılaşıyoruz. Mevlevilik, Mevlevi tekkeleri,Cenab-ı Mevlana, ondan sonra gelen zevatın kurduğubir tarikat… Bu tarikat Osmanlı kültür dünyasında-malumunuz bir devletin bir siyasal dünyası var bir de kültürdünyası var- Mevleviliğin yeri, nüfuz sahası, tesirleri vekendi aldığı tesirler. Bu da başka bir medeniyet konusu.Mevlevilik bir Anadolu tarikatı. Oluşumu belli. Siyasi maceraile paralel gelişmiş bir tarikat. Cenab-ı Mevlana’nınvefatı 1273. Anadolu Selçuklularının inhitatı da1273’ün devamında geliyor. Dolayısıyla siyasicereyanlarla, maddi hadiselerle iç içe yaşayanbir tarikat. O zamanki Osmanlı coğrafyasıeski dünyanın merkezi durumunda.Buralarda tarikatlar bir tasavvuf anlayışı veuygulaması geliştiriyorlar.Mesela bugün Türkiye’de tasavvuf anlayışıvar ama uygulaması yok. BugünTürk insanı kapitalist bir uygulamaiçerisinde ama mistik ruh halinekapılanlar da aramızda var. O zamanböyle değil. Hem tasavvuf anlayışı varhem uygulama devam ediyor.Osmanlı medeniyet yorumunun kurucuunsurlarından bir tanesi bu tasavvufanlayışı. Demek ki Itrî’ye gelenikinci büyük etki medeniyet nokta-inazarından bakıldığında bir Mevlevitarikatı mensubu olması, eğitiminin mühimbir kısmını oradan almış olması.Itrî'nin 100 TL'lik banknotun arka yüzünde bulunan illustrasyonu64
Uzak Doğu’nunMinyatürlerine Yakın BakışMehmet K. SATUKAntik Mısır’dan bu yana geçen yaklaşık 5 bin yıllık bir hikâyesi olan minyatür sanatının Uzak Doğu medeniyetlerindekitezahürleri, ülkemizde hak ettiği ilgiyi henüz görememiştir. Oysa bu medeniyetlerin dini, sosyal, kültürel ve sanatsaltarihlerine ilişkin pek çok veri barındırması bakımından hayli önemli olan bu minyatürler, Uzak Doğu’da kimi zamanBatılılaşmadan duyulan rahatsızlığa tercüman olmuş, kimi zaman şehirlerin görkemli tasvirlerine zemin oluşturmuş.66
Rönesans devri ile Avrupa’da önemini arttıran tuval ressamlığınıntemelini minyatür sanatı oluşturmaktadır.Minyatürün tarihte ilk defa ne zaman kullanıldığı hakkındabirçok iddia ortaya atılmış ve bu iddialara hâlâ netbir yanıt bulunamamıştır. Genel kanı odur ki; minyatürsanatı ilk defa Teb merkezli kurulan Antik Mısır Birliğidöneminde, takribi olarak M.Ö. 3 bin ila 2 bin yıllarıarasında parşömenler üzerinde uygulanmıştır. Günümüzminyatürlerinin aksine bir diyalog aracı olarak kullanılanminyatürler, zaman içerisinde değişime uğramışve özellikle Doğu Roma İmparatorluğu devrinde bugünküişlevini kazanmıştır. Ülkemizde ise 16. yy.'da kemaleeren minyatür sanatının Uzak Doğu medeniyetlerindekitezahürleri ise hayli ilgi çekicidir. Uzak Doğu medeniyetlerinintarihine ışık tutan bu minyatür numuneleri ne yazıkki ülkemizde hak ettiği ilgiyi bir türlü görememiştir.Uzak Doğu minyatürleri hakkında kaleme aldığımız vebir özet mahiyetindeki bu yazımızdan muradımız; minyatürünbugünkü ve müstakbel muhibbanın dahi ilgilerinibu konuya çekmek ve konu hakkında önemli olduğunudüşündüğümüz bir takım bilgileri arz etmektir.Ad majorem Dei Gloriam!(Tanrı’nın İhtişamı ve Uluhiyeti İçin)Tarih içerisinde Cizvit cemaati ve günümüzde de ChicagoÜniversitesi tarafından kullanılan bu düstur (=motto)aslında bütün sanat dallarının erken devri için geçerliolan ortak düsturdur. Erken dönem Uzak Doğu minyatürlerindede sık olarak dini motiflerin kullanılması bumeyanda düşünülmelidir. Her ne kadar yukarıda kısacabeyan ettiğimiz üzere erken devir minyatürlerinde dinimotifler sık olarak kullanılsa dahi, 17. asrın ilk çeyreğindeJaponya’nın mihmandarlığında başlayan Uzak DoğuRönesansı ve nihayet 18. asrın sonlarında başlayan modernleşmefaaliyetleri sonucunda dini motifler yerinegündelik hayat, portre, topografik haritalar vb. konularsık olarak işlenmeye başlanmıştır. Bu devrin en ilgi çekiciminyatürleri ise Avrupalı insan tiplerinin tasvir edildiğieserleridir.Utagawa Kuniyoshi’nin talebelerinden YoshikazuUtagava’ya ait ve 1861 tarihli Gaikoku Jinbutsu adlıeserde bulunan 23 nolu minyatür, bu tip minyatürleregüzel bir örnektir. Fransa başta olmak üzere daha birçokAvrupa ülkesinin Japon devleti ile gerçekleştirdiği ticarianlaşmalar sonrasında değişen sosyal yapıyı ve farklıgiyim tarzlarını göstermek amacı ile oluşturulan minyatürdevar olan figürlerin üzerinde durduğu sathın belirtilmemesigöze çarpar ki bu uygulama Japon minyatürlerininkahir ekseriyetinde görülmektedir. Eserin entepesinde mavi rengin tonları ile tasvirlenen yer ile neyinanlatılmak istediği muallaktadır. Gökyüzünün anlatılmakistendiği düşünülebilir. Diğer Japon minyatürlerineoranla oldukça realist bir üsluba sahiptir. Resimdedurağanlıktan ziyade Avrupa Rönesans sanatında görülenhareketlilik söz konusudur.68
News adına çalışıyordur- Japonya’ya da bulunduğu vakitlerdeJapon sanatlarına merak salmış ve bu vesile ileKobayashi Kiyochika’nın atölyesine gelerek sanatkar iletanışmıştır. Bu tanışıklık yaklaşık 2-3 sene sürmüş ve busure zarfında Charles Wirgman mezkûr gazetede Japonsanatları hakkında bir yazı yollamış ve bu yazıda KobayashiKiyochika’dan uzun uzun bahsetmiştir.Wirgman’ın vefatından sonra vuk’u bulan Rus-Japonsavaşları için görsel malzeme fıkdanı çeken gazeteninbaşvurduğu ilk kişi Kobayashi Kiyochika olmuş ve busuretle Japon sanatkârları ve sanatı kendisini Avrupalılaratanıtma fırsatı bulmuştur. Nihon Banzai HyakusenHyakusho adlı albümünde, Rus generali Aleksei NikolaevichKuropatkin, doktor Vassily Dmirta gibi 1904-1905 Japon-Rus savaşında yer alan bir çok Rus general,doktor, hemşire ve askerin tasvirleri bulunmaktadır.Avrupalıların resmedildiği diğer eserlerin bir kısmını, ileridekonu hakkında araştırma yapacak olan araştırmacılarveya konunun muhibleri için belirtmekte yarar olduğumuhakkak. Avrupalı figürlerin görüldüğü diğerörnekleri görmek isteyenlere Utagawa Hiroshige, UtagawaKuniyoshi, Nishimori Takeki’nin eserlerine müracaatetmeleri tavsiye olunur.Görkemli Şehir TasvirleriUzak Doğu minyatürleri arasında şehir tasvirlerini engüzel betimleyen eserler Çinli sanatkârlar tarafındanortaya konulmuştur. Bu eserlerin arasında öne çıkan ikieser, gerek şehrin detaylı tasviri gerek topografi ilminebağlı kalınması açısından oldukça önemlidir. Bu şehirtasvirli eserlerden 1882 tarihli olan oldukça önemlidir.Çin minyatürünün özellikle üzerinde durduğu şehirtasvirlemesinin en güzel örneklerinden biri olan bueser, Çinli nakkaş Li Liankun imzalıdır. Tayland adasınınbelki de en güzel tasvirini veren bu eserde dikkatiçeken en önemli unsur topografik verilerin mükemmelşekilde kullanılmasıdır. Akarsuların yeşil renk ile belirtilmesibir alüvyon anlatımını akla getirmektedir. Adanınetrafı dahi aynı renk ile boyanmış ve adadan uzaklaştıkçayeşilin rengi kademeli bir şekilde açılmaya başlayıpkısa bir mesafenin sonunda renk ortadan kaybolurki bu uygulama ile sığ sular belirtilmiş olmaktadır. Adadabulunan yerleşim birimleri çeşitli geometrik formlarmarifetiyle oluşturulan kartuşlara derc edilen isimve nüfus sayıları ile belirtilmiştir. Gerek Tayvan adasınınhemen yanında bulunan Pescarodes adasının küçükölçekli olmasına rağmen özenle resmedilmesi, gerekoldukça önemli bilgilerin yazı vasıtası ile belirtilmesisanatkarın bu eserini birilerini bilgilendirmek için yaptığızannını uyandırmaktadır.1368 tarihli bir başka şehir tasviri ise oldukça önemlitarihi bilgiler taşımaktadır. Eserin ve nakkaşın adı bilinmemektedir.Bir adet dünya haritasının yanı sıra on üçadet de çeşitli ülkelerin tasvirlerini ihata eden bu eserinorijinal hali günümüze kadar ulaşamamıştır. Bu-70
gün bu eseri görebildiğimiz tek kaynak 1654 tarihlibir kopyasıdır. Çin, Japonya, Tayland, Kore adalarınında içinde bulunduğu birçok ülkenin tasvir edildiğieserde sadece siyah mürekkep kullanılmıştır. Mezkûreser 1368 tarihinde Çin medeniyetinin dünya ile olanirtibatı, diğer kıtalarda bulunan insanları tanımalarıgibi çok değerli bilgiler vermektedir. Ayrıca uzakdoğu ülkelerinin en eski tasvirleri olmaları hasebiylede oldukça önemlidir.Dinlerin Hayvanata BakışıMinyatürlere de Yansıyor1787 tarihli bir başka şehir tasvirli eser ise Alman nakkaşArthur W. Hummel imzasını taşısa dahi Çin tasvirüslubundadır. Hai Quo Wen Jian Lum namındaki albümaltı adet haritadan oluşmaktadır. Üç nolu eserdeözellikle vurgulanan Zhu Jiang deresinin taşıdığıönem hakkında hiçbir malumatımız yoktur. Mezkûreserde kalelerle çevrili bir şehrin içinde görülen bazilikaise şehirdeki Hıristiyan nüfusun yoğunluğuna işaretetmektedir. Aydınlık pencereleri bulunan bazilikakapısız olarak resmedilmiştir. Bazilikanın naos kısmına(ana ibadet alanı) giriş, yuvarlak bir kemere sahipana giriş kapısı ile birlikte sağında ve solunda bulunanküçük kapılar vasıtası ile yapılıyor olsa gerek.Uzak Doğu medeniyetlerinin kahir ekseriyetinde varolan dinler, hayvanata büyük önem vermiştir. Bu durumundoğal bir getirisi olarak minyatür sanatındahayvan üslubu denilen bir üslup gelişmiş ve sıkça kullanılmıştır.Özellikle Edo devri Japonya’sında kalemealınan epik romanlarda kullanılan bu üslubun en güzelörnekleri Takizawa Bakin tarafından kaleme alınanNanso Satomi Hakkenden adlı roman için YanagawaShigenobu isimli nakkaş tarafından oluşturulanminyatürlerdir. Yirmi sayfalık bu epik romanınher varağı birbirinden bağımsız olarak oluşturulmuşlevhalar şeklindedir ki bu durum bu eserin birdençok sanatkârın ortak çalışması sonucunda ortayaçıktığını düşündürmektedir. Siyah bir fon üzerinebeyaz ve beyazın tonları kullanılarak resmedilenhayvan tasvirleri realist üsluba uymaz. Bu eserdeyoğun olarak hayvan tasvirlerinin görülmesine karşınZümrüd-ü Anka tasviri, gerek üslup gerek ışık vegölge tekniklerinin ustaca kullanılması ile bu albümdebulunan en önemli minyatürdür.Japon halkı için önemli bir destan olan, MinamotoYoshitsune Destanı’nın 1607 tarihli bir nüshasıiçin adı bilinmeyen bir nakkaş tarafından oluşturulanminyatürler ise Japon mimarisi, sanatı, insantipleri ve giyim-kuşam gelenekleri hakkında oldukçaönemli bilgileri ihata etmektedir. Otuz sayfadanoluşan bu eserde kullanılan üslup daha sonralarıSomatka üslubu olarak adlandırılacak ve Japonedebi eserlerinin resimlendirilmesinde en sık kullanılanüslup olacaktır.<strong>Sanat</strong>kârı belli olmayanbir Japon minyatürü(National Diet Library)71
Mu Hanedanı TarihiMinyatürlerde ResmedilmişShanhai Jing adlı eser ise adı bilinmeyenbir Çinli nakkaş tarafından oluşturulmuşolup 1644 tarihlidir. Eserin dördüncüsayfasında bulunan yedi basil Zümrüd-ü Ankatasviri ile Çinli nakkaşlar Farsi nakkaşlar ile yarışabilecekyetenek ve donanıma sahip olduklarınıgöstermişlerdir. Menşei Hindistan olan ve Japonlartarafından Homyo Doji olarak adlandırılanhalk destanının resim kullanılarak zenginleştirildiğieserde fantastik canavarlar dikkati çeker.1768 tarihli bu eser elli sayfa olup sadeceyedi sayfasında minyatür bulunmak-Çin Devleti'nin tarihinde önemli bir yeri olan Mu hanedanından V. Ji Meong'un tasviri(Xhi Mou Library Chinese Rare Book Collection)
Giccho Sokak Eğlenceleri adlı eserden örnek bir minyatür (Natioral Diet Library)tadır. Bu minyatürlerde tasvir edilen ejderha ve benzerifantastik canavarların yanı sıra Japon aile ve şehir hayatınıtasvir eden minyatürler oldukça önemlidir.1931 yılında kaleme alınan ve Mu hanedanının portrelerinehavi Ji MuHwguinas Kamuto namındaki eser UzakDoğu portreciliğinin ulaştığı en yüksek mertebeyi göstermesiaçısından önemlidir. Mu hanedanının ilkindenotuz üçüncüsüne kadar olan bütün kralların kısa biyografilerininde bulunduğu bu eserde kullanılan renk veBatılı boyama teknikleri ilk bakışta göze çarpan özelliklerdir.Oldukça realist bir üslupta ortaya konan krallarınüzerlerinde bulunan kaftan, hırka, serpuş ve benzeritekstil ürünlerinin oldukça detaylı bir şekilde tasvirlenmesi,dönemin giyim-kuşam zevkini anlamamız için oldukçaönemli ipuçlarıdır.Hina Matsuri namındaki eser ise 1726 tarihli olup sadecesiyah mürekkep ile oluşturulmuştur. Perspektif kullanımındayeni tekniklerin denendiği anlaşılan, 1726tarihinde Japon kadınlarının gündelik hayatlarını tasvireden eser Sukenobu Nishikawa tarafından resimlendirilmiştir.Mezkûr eser Girl's Day adıyla 1996 senesindeOxford Press tarafından basılmıştır. Yakın bir tarihteAmerika’da Girl's Day adıyla gösterime giren filmbaştan aşağıya bu eseri anlatmaktadır.73
Kemankeşler Çıktı MeydâneHamza ASLAN“Delikli demir çıktı mertlik bozuldu!” demiş Köroğlu. Kılıcın kında, okun da tirkeşte unutulacağını bilip söylemişbu mısrayı belki de. Yeniçeriler de anlamışlar ki böyle olacağını, “Biz yayımızı bırakmazuk!” deyip direnmişleruzun süre. Ateşli silah teknolojisinin ilerleyip yaygınlaşmasına rağmen kemankeşlerin oklarını adeta bir sonrakizamana fırlatma gayreti ile meslek, Necmeddin Okyay’a kadar süregelmiş. 19. yy.'ın ortalarında bir fetret devriyaşansa da, günümüzde geleneğe sadık kalmaya çalışılarak meraklıları tarafından ok ve yay üretimi devamediyor, Türk kemankeşleri de ‘Yâ Hakk!’ nidaları eşliğinde çile çekip ok atıyor. Başta Necmeddin Efendi olmaküzere, mesleğin bugüne taşınmasında hizmeti geçenleri anarak, okçuluğun bugün az sayıdaki gönüllülerindenbiri olan Adnan Mehel ile görüştük.74
“Ve mâ rameyte iz rameyte ve lakinnallahe rama”(Attığın zaman onu sen atmadın, Allah attı.)(Enfâl/17)Türk İslam medeniyetinin zirve noktasına nam salan OsmanlıDevleti, cenk meydanında dahi estetikten taviz vermemiş.Bedii bakış açısı hayatın her alanına öylesine derinnüfuz etmiş ki, savaş aleti sayılan ok ve yay bile, günümüzsanat eserlerinin birçoğunun kat be kat üstünde birihtimamla üretilmiş.Kemankeşlik, nam-ı diğer okçuluk, esasında tarihi çok eskileredayanan bir kültür. Ok ve yayın, arkeolojik bulgularışığında, Asya steplerinde yaşayan Türk kavimlerininhayatında en az at ve çadır kadar eski ve onlar kadar birönemi haiz olduğunu biliniyor. 1 Gerek avcılıkta, gereksesavaşta ve sportif faaliyetlerde vazgeçilmez bir alet olanok ve yay, ateşli silahların icadına kadar tahtını kimselerekaptırmamış. Türk kavimlerinde olduğu kadar, Mısır, Hititler,Japon ve Roma kültür ve medeniyetlerinde de baskınolan okçuluğa kimi etnologlar, ateşin bulunması ileaynı derecede önem atfediyor. 2 Bu önem ve dolayısıylakullanışlılık Türk ordusunda okçuluk öylesine “dokunulmaz”olmuş ki ateşli silahlar icat edildiğinde bile OsmanlıYeniçerileri ok atmakta ısrar etmişler. Bu, kuru bir ısrardeğil; çünkü bir Yeniçeri dakikada 20 ila 30 arasında okatabilirken, fındık denilen bilyadan atan ağızdan dolmailk tüfenkler ise dakikada sadece 1 atış yapabiliyormuş.“Ne Hevâ vü Ne Kemân ü Ne Kemankeş, AncakErdiren Menziline Tîri, Nidâ-yı Yâ Hakk!”Ok ve yay, günümüzdeki kanının aksine sadece savaş alanındakullanılan bir alet değil. Yüzyıllar boyunca “tirkeş”inbiriktirdiği bir medeniyetin ürünü. Türklerin İslamiyet dairesinegirmesiyle birlikte dini bir hüviyet de kazanan kemankeşlikiçin, Hz. Peygamber’in kırktan fazla hadisininmevcut olduğu bilinmektedir. “Ok atmak nafile ibadettendaha hayırlıdır.” mealindeki hadis-i şerif, kemankeşliğisavaş alanının dışına taşımış, sporun, sanatın ve ibadetinbir parçası haline getirmiştir. Keza, “Oku yapan, okusunan ve oku atan cennetliktir.” mealindeki hadis-i şerifde Türk kemankeşliğinde ok, yay, tirkeş, sadak, zihgirgibi aletlerde sanatın ve tezyini unsurların ahengini kuvvetlendirmiştir.Sa’d bin Ebi Vakkas’tanKemankeş Necmeddin Okyay’aMeşhur bir hadisedir; Uhud Gaza’sında Hz. Peygamber’inhemen yanında Sa’d bin Ebî Vakkas görülmemiş hızdaok atar. O kadar seridir ki, tirkeşten okları çıkarıp ona verenbizzat Hz. Peygamber’dir ve şu sözler dökülür mübarekdudaklarından: “At ya Sa’d! Anam babam sana fedaolsun.” Arap dilinde bir deyim olan “Anam babam sanafeda olsun” lafzı, muhataba karşı memnuniyet, teslimiyetve muhabbetin doruk noktada olduğunu ifade için kullanırki Hz. Peygamber’in bu övgüsü ile, Hz. Sa’d Bin EbiVakkas, “Okçuların Piri” olarak kabul edilir. Türk kemankeşleride asırlar boyunca ve günümüzde bu iltifata nâilolabilmek için ok atarlar.Böylesine övgü ve teşviklerle hem işlevi hem türlü süslemelerlezarafeti ile tekamül eden okçuluk, elden eleteslim edilerek geçen asra kadar gelir ve hezarfen NecmeddinOkyay’a teslim edilir. Necmeddin Efendi, KemankeşSicil Defteri’ne adını son kaydettiren SeyfeddinEfendi’den öğrenmiştir kemankeşliği. Hala menzilrekoru kırılamayan Tozkoparan İskender gibi,Şeyh-ül Meydan Şeyh Hamdullah gibi üstatlarınson temsilcisi kabul edilen Seyfeddin Efendi, buemaneti Necmeddin Efendi’ye öylesine bırakır ki,soyadı kanunu çıktığında Necmettin Efendi’nin“Okyay” soyadını almasıyla bu emanet etmeadeta tescil edilmiş olur. Birçok sanatta hünersahibi olduğu için kendisi hezarfen lakabıyla anılanOkyay, icra ettiği her sanat dalında talebeyetiştirdiği halde kemankeşlikte yetiştirebileceğibir çırak bulamamış, geçmişi asırlara dayananbu zincirin son halkası olmuştur. Hatta yaşlılıkgünlerinde bu durum sorulduğunda, Okyay’ıngözlerinin yaşardığını rivayet eder talebeleri. Veemr-i Hakk vaki olduğunda ondan geriye, ehlinibekleyen ok ve yayla, kadim bir kültür kalır.Türk Okçuluğu Küllerinden DoğuyorMustafa Kemal'in emri ile 1938 yılında Oksporadıyla okçuluk faaliyetlerine yeniden başlanır.Necmeddin Okyay gibi eski kemankeşlerin torunlarındanVakkas Okatar, Bahri Özok, İbrahimÖzok ve Hafız Kemal gibi isimlerle bu kültürcanlandırılmaya çalışılsa da maalesef başarılıolunamaz. Adnan Evrenos ve Betül Or hanımefendinindışında öğrenci yetiştirilemedi desekyalan söylemiş olmayız. Daha sonra okçulukolimpik stilde devam ettirilir, geleneksel okçulukneredeyse unutulur. Ünsal Yücel hoca TürkOkçuluğu 3 isimli bir esere hazırlayarak Türk okçuluğununikinci doğuşu için ilk kıvılcımı çakar.2000’li yıllarda Türkiye’de yeniden var olma savaşıveren Türk okçuluğu bir avuç insanın emek vegayretleriyle popüler olmaya başlar.Adnan Mehel ve arkadaşları da aynı hissiyatla yolaçıkmışlar ki 2005 yılından beri geleneksel Türk okçuluğuile ilgililer. “Bizimkiler vakti zamanında bunu dayapmış.” sözünde takılıp kalmamak için kolları sıvayanlardanbiri olan Mehel, “Bu bizim görevimiz. Okçuluklailgili ne kadar alet varsa aslına sadık kalarakyeniden yapmak ve bunları kullanmak zorundayız.”demiş ve araştırmalara başlamış. Yaptığı okumalar vekaynak incelemeleri neticesinde, tarihi M.Ö. 3 binlerekadar uzanan okçulukta kendine özgü bir kültüre75
sahip olduğumuz bilgive kanaatine ulaşan Mehel,asıl mesleği avukatlık olduğuhalde 2005 yılında başlayan merakı,hayatının merkezine bu işi yerleştirmiş.“Bu işin büyüsüne bir kapıldık, bir daha da kendimizikurtaramadık.” diyen Mehel, Türklük ile okçuluğunkesiştiği en eski tarihlere kadar ulaşmayı hedeflediğiiçin 40 yaşından sonra Rusça bile öğrenmiş.“Bir Japon okçu ok atarken, kendi inancının ruhunda nasılbir dinginliğe dönüştüğünü sergiler. Okunu, uzunca birmerasimden sonra atar. Adeta kendi içinde ‘nirvana’yaulaşır. Peki, bizde yok mu aynısı? Elbette var. Ok ve yayabdestsiz atılmaz. Ok atılan yere abdestsiz girilmez çünküok meydanları cennetten bir bahçe sayılırlar. Atı,oku ve yayı devreden çıkardığınızda ortada Türkdevleti kalmaz. ” diyen Mehel, Türk okçuluğunuaraştırdıkça sonu olmayan bir yola girdiğini farketmiş ve bir karar almış: “Geleneksel Türk okçuluğunuihya etmeli.”Rus arkeoloji ve tarih kaynaklarından eski Türklerinok ve yay yapımını öğrendiklerini söyleyenMehel, bundan 5 bin sene önceki yayın yapısıhakkında dahi bilgiler veren kaynaklara ulaştıklarınıifade ediyor. M.Ö. 200’lerde başladığı tahminedilen Hun yaylarının yanı sıra, Göktürk oklarınınyapısını da tespit ettiklerini belirtenMehel; Ünsal Yücel’in “Türk Okçuluğu”,Fazıl Ayanoğlu’nun “Okmeydanıve Okçuluk Tarihi” ve KemankeşMustafa Efendi’nin “Kavsnâme”eserleri sayesinde Osmanlı dönemiokçuluğunun büyük oranda bilindiğinikaydediyor.Ok ve Yay Yapımı,Başlı Başına Bir El <strong>Sanat</strong>ıOkuma araştırma faaliyetlerinin ardındanAdnan Mehel, 2008 yılında arkadaşıolimpik antrenör Ali Kılıç ile birlikteöğrenci yetiştirmeye başlar ve beraberTalimhane Okçuluk Grubu'nu kurarlar.“Bizden önce de kemankeşlik yapanMurat Özveri, İzmir’de yay yapanSüleyman Cem Dönmez ve Edirneli ErcanÖzek Usta var. Hattat EfdaluddinKılıç ile Mahmut Şahin üstadımız dabu spora sevdalı hattatlar. Hepsi bu geleneğisürdürme gayreti içerisinde yıllardırTürk okçuluğunahizmet eden arkadaşlar.”sözleri ile de kendindenönce de bu işi yapan kemankeşlerinisimlerini zikrediyor.Bu kadar az insanla binlerce yıllık birkültürün ihyasının zor olacağını bilerekyola çıkan Mehel, okçuluğa başladığındabu işe meraklı 10 kadar kişi varmış. Türk kemankeşliğive diğer milletlerin okçuluğu hakkındaçalışmalar ilerledikçe fark etmişler ki okçulukla klasik elsanatları bir bütün halinde yola devam ediyor. Bu vesileyleok ve yayın yanı sıra, sadak, tirkeş, temrin, siper, zihgirgibi okçulukla ilgili diğer unsurların imalatına başlamışlar.“Ey Kirpiği Ok, Kaşı Kemân, Yandım Elinden”Bir kemankeşin iyi bir atış yapabilmesi için ok ve yayın yapımındaçok ihtimam gösterilmesi gerektiğini söyleyen Mehel,Osmanlı döneminde okçuluk sayesinde tîrger (ok ustası)ve kemanger (yay ustası) gibi teşkilatlanmaların var olduğunusöylüyor. Yay yapımı hakkında, “Belirli bölgelerdeyetişen belirli ağaçların belli yerleri, usulünce özel olarakişlendikten sonra ok ve yay yapılır. Ama o bölgenin deo ağacın da ismini vermeyeceğim çünkü çok çok az yetişiyor.Biz heyecanlı milletiz, işin ehli olmayan gidip kessin istemem.”diyor Mehel.Ok ve yayın bir odun parçasından ibaret olmadığını ifadeettikten sonra ok yapımı için girizgâh olsun diye şöyle birtarif veriyor: “Marmara Bölgesi’nde bir köyden iki parmakkalınlığında, desteler halinde getirilen ve üzerinde budakolmayan çıtalar, öz suyunu atması için iki ay bekletilir. İkiayın sonunda fırına atılır ve içindeki reçineyi atana kadarorta sıcaklıkta pişirilir. Güneş ve yağmur almayan bir yeredik bırakılarak en az 3, en fazla 10 sene bekletilir.”Bu şekilde tımar edilmiş çıtaların her noktasının teker tekerölçüldüğünü söyleyen Mehel, “Okun her bir bölgesininkalınlığı-inceliği farklıdır. En ufak bir eğim hedefe ulaşmasınıimkânsızlaştırır. Okta bu kadar titiz bir çalışma yapılır.”diye konuşuyor. Bu yönteme sadık kalınarak yapılanbir Türk okunun ok meydanlarında 840, savaş meydanlarında700 metreye kadar gidebildiğini de kaydediyor,hem de dakikada 30 atışa kadar ulaşabilen hızla…Savaşta topluca yapılan atışlara da “tîr-i barân” (yağmurgibi yağan ok) dendiğini de öğreniyoruz.
Adnan Mehel’den öğrendiğimize göre yayın yapımı da enaz bir sene sürer ve ciddi bir mühendislik bilgisi gerektirirmiş.Genellikle yayın ortasında üç yahut beşparçadan oluşan bir bölüm bulunurmuş. Yayınbir tarafına boynuz eklenirken, diğer tarafına da'sinir' denilen kurumuş Aşil tendonu eklenirmiş.Bütün bu parçalar da balık tutkalı ile çega tutkalınınharmanlanmasıyla oluşturulan özel bir karışımile yapıştırılırmış. Okun da yayın da doğadaçok ender bulunan bir ağaçtan imal edildiğini tekrarsöyleyen Mehel, “Kemankeşliğe gönülden bağlıolmayanlarda bile bu bilgiler bir heyecan oluşturur. Geçiciolur belki bu heyecan ama geçene kadar da birçok ağacınkatledilmesine sebep oluyor.” sözleriyle şerh düşüyor anlattıklarına.Okçuluk tarihi ile ok ve yay yapımına heves edenlereise yukarıda ismi geçen kitapları okumalarını öneriyor.“Başlarken 10 Kişiydik, Şimdi 500 Olduk”Sadece ok ve yay yapımından bile gerek Osmanlı döneminde,gerekse ilk Türk devletlerinde kemankeşliğin ne derececiddi bir uğraş olduğu anlaşılıyor. Ok ve yaya cansız bir maddegibi bakmaktan imtina eden Türk insanı, o kadar sahiplenmişki bu işi, yayın bölümlerini isimlendirirken onu da kendigibi bir insana benzetmiş. Başı, boğazı, göğsü, göbeği veayağı olan Türk yayının da iskeleti vardır, insanın kasları yaydaboynuz olur, damarlarımız yayda sinir olur, bizim kanımızonun tutkalıdır. 4Kurulmuş bir Türk yayının şekline aşinayız. Çilesi takılmışbir yay kuruludur ve kolları dışa doğru kıvrılmış bir haldedir.Eğer yay kullanılmayacaksa çilesi çıkarılır ve kasılı bir halde (Charfi şeklinde) rafa kaldırılır.Ok ve yayın tamamlayıcıunsurları olduğunuda söyleyen Mehel,bunların başında atış sırasındabaş parmağı kiriştenkoruyan yüzük olan zihgir, oklarınkonduğu tirkeş, yayın konduğusadak ve bilek siperinin geldiğinisöylüyor. Talimhane Okçuluk Gurubu,her biri kendi içinde ayrı ayrı hüneristeyen bu aletleri de imal ediyormuş.Adnan Mehel, kemankeşliğinin yanı sıra kât'ısanatını öğrenmek için de İSMEK Yavuz SelimKurs Merkezi’nde eğitim aldığını söylüyor. Sebebiniise, “Bizim savaş kültürümüz çok gelişmiştir. Bukültür içerisinde komutanlar ve devlet erkânı için hazırlananderi malzemeler, katı sanatı kullanılarak tezyinedilirmiş. Ben de bize özgü savaş donanınmlarınıyapabilmek, bu zengin kültürümüzü dünyayatanıtabilmek için İSMEK’te katı öğreniyorum.”sözüyle açıklıyor.Kemankeşliğe başladıktan sonra 15 üniversitedeokçuluk hakkında konferans veren,birçok sempozyumda bildiri sunanMehel, bu faaliyetlerinde sanatçılarla yoğunistişarelerde bulunduğunu söylüyor. Okve yayın tezyinatında İslam Seçen, Mahmut Şahin,Abdullah Aydemir, Mehtap Aysel, Murat İkizve Melike Kazaz gibi geleneksel Türk İslam sanatlarınıicra eden sanatçıların fikir ve tecrübelerinden faydalandıklarınıve onlara teşekkür borçlu olduğunu belirtenMehel, “Merhum Necmeddin Üstad’ın bıraktığı yerevaralım ve okçuluğu oradan alıp devam ettirelim, başabir şey istemeyiz. Bu işe 10 kişiyle başlamıştık, şimdisayımız 500’ü geçiyor. Daha da artacak inşallah.” diyor.Son söz olarak da Fatih Sultan Mehmed’in OkçularTekkesi arazisi hakkında vakıf kayıtlarına geçen şuemrini hatırlatıyor: “…Meydanın bir karış yerine müdahaleedilmemesi; yapı, suyolu, bağ, bahçe ve mezaryapılmaması, koyun ve sığır sürülerinin otlatılmaması;dahası okçular dışında kimsenin bu alana girmemesi;mümkün olursa üzerinden kuş bile uçurulmaması…”DİNPONTLAR 1) Atilla Bir, Mustafa Kaçar, Şinası Acar, Türk Menzil Okçuluğu,Yay ve Okları, Osmanlı Bilim Araştırmaları Dergisi VIII/1, 2006. 2) Hasan BasriÖngel, Gelişim Sürecinde Erken İç Asya Türk Okçuluğu, G.Ü. Eğitim FakültesiDergisi Cilt 21 Sayı 2, 2001. 3) Ünsal Yücel, Türk Okçuluğu, Atatürk KültürMerkezi Başkanlığı Yayınları, 2000 4) Şinasi Acar, Osmanlı Yay ve Okları, Arkeolojive <strong>Sanat</strong> Yayınları, 2006.77
Adını DoğduğuŞehirden Alan <strong>Sanat</strong>:EdirnekâriMehmet KÖKREKİlk kez Edirneli ustalar tarafından uygulandığı için bu adı alangeleneksel sanatımız edirnekâri, altı asırdır mimari eserleriniç tezyinatında kullanılmasının yanı sıra, ahşap eşyalarınve kitap ciltlerinin yüzeylerini de süsledi. 15’inci yüzyılınikinci yarısında Edirneli sanatkârların Türk- İslam sanatınahediye ettiği ve zamanla Osmanlı coğrafyasına yayılanedirnekârinin tarih içindeki serencamına göz attık.Uzunca bir süre Payitaht-ı Devlet-i Ali Osman ünvanını deruhteeden serhad şehri Edirne'nin gerek payitahlık dönemindegerekse payitaht-ı sanilik döneminde önemli bir sanatmerkezi olduğu malumunuzdur. Şehrin Roma ve Bizans İmparatorluğudöneminde bir castrum -askeri merkez- olarak kullanıldığıhatırlanırsa, şehir ahalisinin o devirlerde sanat ve kültürgibi kelimelere pek de aşina olmadığı anlaşılır. 1361 tarihindenitibaren adeta bir saki-i gül çehre gibi Orta Asya'dan beri çeşitlimedeniyetler tarafından taşınan Türk-İslam sanat ve kültürmirasını Edirne'ye sunan Osmanlı Devleti, şehri tam manasıylaihya ve ma'mur eylemiştir. Türk-İslam sanatının hiç şüpheyok ki en büyük sancaktarı olan Osmanlılar, payitaht olarak seçtikleriEdirne'nin her konuda merkez olması için insanüstü bir gayretgöstermişlerdir. Bu gayret karşılıksız kalmamış ve Edirne'ninfethi üzerinden 100 yıl dahi geçmeden kendine has sanatekolleri oluşmuştur. Bu yazımızda arz etmeyeçalışacağımız “Edirnekâri” tekniği veya üslubuişte bu gayret ve çabanın bir ürünü olarak telakkiedilmelidir.Adını Doğduğu Şehirden AlmışEdirnekâri en genel tanım ile ahşap, mukavvaya da deri üzerine uygulanan bir uslub olarak tanımlanabilir.İlk defa Edirneli sanatkarlar tarafından uygulandığı içinEdirnekâri olarak anılmıştır. Edirnekâri daha çok çeyiz sandıkları,yazı çekmeceleri, para kutuları, cilt kapakları gibi dekoratif eserlerüzerine uygulanır. Aynı süsleme anlayışı, Edirne mezar taşlarında daifadesini bulur. Bu türden süslemelerin başında vazolu ve vazosuz buketlergelmektedir. 16. ve 17. yüzyılın mezar taşlarında da bu türden buketörnekleri yaygın olarak görülmektedir. Söz konusu buketlerde en çok,haşhaş çiçeği, gül, karanfil, sümbül, zerren motifleri kullanılmıştır.
Edirnekâri ağaç işleri teknik yönden; oyma eserler, kakmaeserler ve boya bezekli eserler olmak üzere üç başlıkaltında incelenir. Teknik yönden yapılan bu ayrımdanbaşka, eserler kullanım alanlarına göre de dekoratifeserler, gündelik kullanım amaçlı oluşturulan eserler,rahleler ve diğer eserler olmak üzere üç başlıkta incelenmektedir.Edirneli sanatkarlar tarafından 15. yüzyılın ikinci yarısındaTürk-İslam sanatına hediye edilen Edirnekâri üslubu,Osmanlı coğrafyasında oldukça geniş bir alana yayılmıştır.Erzurum, Diyarbakır, Hakkari, Tırnova, Bursa, İstanbul,Kahire, Aka ve sâir memalikin sanatkarları tarafındanda rağbet gören bu üslubun, 20. yüzyılın ikinci yarısındanitibaren gözden düşerek eski nam ve şöhretinikaybettiği bilinmektedir. Yukarıda bahsedildiği üzerebirbirinden farklı ve uzak memalike yayılan bu üslubungelişmesi ve yaşamasında Edirne, İstanbul ve Bursa baştaolmak üzere birçok şehirde kurulan edirnekâri atölyelerioldukça önemli vazifeleri ifa etmiştir. Edirnekâri atölyelerindençıkan asarın birçoğunun üzerinde imza olmamasıise bu üsluba emek ve gönül vermiş nice sanatkarıntanınamamasına sebebiyet vermiştir. Atölyelerdekisanatkarların aksine kendine müstakil bir çalışmayolu seçen bazı Edirnekâri ustalarının eserlerinde görülenimza, Edirnekâri ustaları hakkında yazılmış bir kaçeser ve ehl-i hıref teşkilat defterleri başta olmaz üzere,bazı arşiv belgeleri dışında ne yazık ki devrin Edirnekâriustaları hakkında hiç bir kaynak bulunmamaktadır.Uygulama Alanı Çok GenişÖzellikle ahşap asarda görülen Edirnekâri üslubu, uygulamaalanı olarak oldukça geniş bir yelpazeye sahiptir.Dolap, kapı, pencere pervazları, tavanlar, lambalıklar,çekmeceler, siniler, duvar saatleri kutuları, Kur'an-ıKerim muhafazaları, yazı takımları ve sâir objelerde uygulanmışolan bu üslubun kendisini gösterdiği bir başkaobje ise kitap ciltleridir. Topkapı, Selimiye ve Nuruosmaniyekütüphanelerinde edirnekâri üslubunda yapılmışkitap ciltlerini görmek mümkündür. Hekimoğlu AliPaşa'nın sadareti ve vakıfları hakkında kaleme alınmışmethiyelere havi bir eserin cildinde bulunan “RakkemahuEdirnevi es-Seyyid Mustafa sene 1180” ibaresine malikeserin yanı sıra “Haşiye-i Telvih fî Usul-i Fıkıh” veya
“Kitab-ı Hâşiyet'ül-Mutavvel fi'l Maâni” adlıeserin cildi gibi imzasız edirnekâri örnekleride mevcuttur. Edirnekâri üslubun en güzelcilt örneklerinden birisi ise bugün Topkapı SarayMüzesi III. Ahmed Kütübhanesi'nde 2653envanter numaralı ve Sultan III. Ahmed'in tuğrasınıtaşıyan albümün kapağıdır. Üzerinde Ahmedadındaki bir edirnekâri ustasının imzası bulunanbu eser miladi 1728 tarihlidir. Oldukça sınırlıolan bu kaynakların ise günümüze kadar ciddi birşekilde çalışılmaması, konunun muhiblerini ziyadesiyleüzmektedir. Ehl-i Hıref teşkilatına ait bazıarşiv belgelerinde edirnekâri ustalarının ismi zikredilmektedir.Bu arşiv belgelerinde de görüldüğügibi edirnekâri üslubu saray nakkaşlığı ve tezhipçiliğinedayalı bir usul olarak kabul edilmiş ve bu şekildeuygulanmıştır.Müzecilik tarihimiz açısındaoldukça önemli bir yeresahip olan Halil Ethem Bey“Elvah-ı Nakşiye Koleksiyonu”adlı eserinde, citlerin üzerine“rugâni” veya “edinekâri” nakışlarve tasvirler yapıldığından bahsetmektedir.Bilindiği gibi Osmanlı kültüründebir kitap birden çok sanatkar tarafındanortaya koyulan ortak bir gayretinürünü olarak ortaya çıkartılırdı. Örneğin1558 tarihli bir Ehl-i Hıref defterindecemaat-i mücellidan olarak anılan ve 18.yüzyıldan sonra cemaat-ı mücellidan-ıhassa olarak anılmaya başlayan sarayciltçilerinin eline geçen bir kitapta, cemaat-imürekkebciyan-ı hassa -nam-ı diğer mürekkepciler-ve cemaat-i katiban-ı kütüb -nam-ı diğeryazıcılar- azaları gibi daha bir çok sanatkarınemeği bulunmaktadır.Yukarıda bahsedildiği gibi birçok farklı sanatkarınelinden geçen bir kitap, ciltlenmek içincemaat-ı mücellidân-ı hassaya gelir, burada ciltlenmeişlemi hitama erdikten sonra son olaraksüslenmesi için cemaat-i müzehhibân-ı hassayaya da cemaat-i nakkâş-ı hassaya gönderilirdi.Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Edirnekâriüslubunda ortaya çıkartılan kitap süslemeleride bu iki camaate mensub bulunan sanatkarlartarafından ortaya koyulurdu. Natüralist an-80
layışa bağlı kalınarakoluşturulan bitkisel motiflerininedirnekâri üslubundakitasvirlerinin hitama ermesininhemen ardından lake denilen-lak işi olarak da bilinir- birçeşit cila ile parlatılması sonucundabu motifler, oldukça parlak birgörünüm elde ederlerdi. Lake uygulamasındaOsmanlı sanatkarları Avrupalısanatkarları taklit etmişlerse de, gerçeklake işi Çin ya da Japon kökenlidir. Lake ciltkapaklarına genel olarak Lak işi veya Rugânidenilmektedir. Edirnekâri üslubu ile kullanılanlak işlerine ise Edirne lakesi denilmektedir.Ord. Prof. Süheyl Ünver, İstanbul’da yapılanedirnekâri eserlerin Edirne’de yapılanlara oranladaha başarılı ve sanatkârane olarak yapıldığınısöylemektedir ki bu durumun asıl nedeni olarakda saray nakkaşhanesini işaret etmektedir.Edirnekâri üslubundaki kitap süslemelerinde ençok dikkati çeken özellik geometrik motiflerin neredeysehiç kullanılmamasıdır. Nadir olarak kullanılangeometrik motifler genellikle çerçeve kısmınısüslemek için kullanılır. 16. yüzyıldan itibaren iseklasik rumi motifleri kullanılmaya başlanmış ve bumotifler 17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa sanatlarınında etkisiyle klasik formundan sıyrılarak farklıbir tarzda kullanılmaya başlanmıştır. Türk süslemesanatında Klasik Dönem’de kullanılan “Hatai”motifler ve daha sonra gelişen ‘Şûkufe’ süslemeEdirnekâri motiflerde natüralist bir anlayışlauygulanmış ve yine bu motiflere Barok veRokoko üslubu ile yeni bir ifade gücü kazandırılmıştır.Bu nedenle edirnekâri eserler Batılıanlamda Türk resim sanatının, özellikle de Türknatürmort sanatının öncüleri olarak kabul edilebilir.Şehirdeki Çiçek BahçelerininBir Yansıması20. yüzyılda yaşamış iki Edirne aşığı; Dr. Rıfat OsmanTosyavizade ve Ord. Prof. Süheyl Ünver Edirneahalisinin çiçek yetiştirmekte ne kadar usta olduklarınıuzun uzun anlatmaktadırlar. Ord. Prof.Süheyl Ünver bir makalesinde, “Edirneli çiçekçi kadınlarbizim tıp tarihimizde (Incalation) şeklinde çiçekaşısı yapmakta da maruf olmuşlardır. Bu kadınlarEdirne’nin geçmiş yüzyıllarda birer cennetparçası olan bahçelerinin düzenlenmelerinde veçiçeklerin aşılanmalarında her zaman örnek olmuşlardır.”demektedir. Dr. Rıfat Osman Tosyavizadeise, “Edirne'de hemen hemen her evde birçiçek yetiştiricisi bulunmaktadır ki bu çiçek yetiştiricileribu işi aşk ve muhabbet ile yapmakta olduklarındannaşi yetiştirdikleri çiçekler diğer şehirlerdeyetiştirilen çiçeklerden farklıdırlar. Bu farklılıkve güzellikler Avrupalılar tarafından yazılan seyahatnamelerdedahi kendisine yer bulabilmiştir.”der. 17. yüzyılda Edirne'ye gelen Evliya Çelebiise Edirne'nin birçok yerinde çiçek yetiştiricisininbulunduğunu, hatta Eski Cami içinde vazonuniçinde birçok çiçeğin bulunduğunu ünlüSeyahatnâme'sinde belirtmektedir.Çiçek yetiştiriciliğinde bu derece ustalaşmış birşehrin kendisine has bir sanat üslubunda çiçeklerikullanmaması beklenemez. Edirnekâri ismiyle ma-81
uf ve Edirne şehrine has olan bu üslubtahakim unsurun çiçekler olması ve bu çiçekmotiflerinin parlak ve canlı renkler ile resmedilmesişehir ahalisinin çiçeklere duyduğumuhabbetten ileri gelmektedir.Tarih içerisinde edirnekâri cilt süslemeleri birtakım değişimler göstermiştir. 15. yy.'da görülenedirnekâri cilt süslemelerinde Doğu sanat anlayışınıntesiri net bir şekilde görülebilmektedir. ÖzellikleÇin ve İran sanatında oldukça sık olarak gördüğümüzstilize formdaki bitkisel motifler bu devirdeortaya konan eserlerin hemen hemen hepsindenatüralizm anlayışından çok da uzaklaşmadanuygulanmıştır. Avrupa sanatında 19. yy.'dansonra görülen Empresyonizm nam ile meşhur sanatakımı ile de açıklanabilen bu stilizasyon meyli,Doğu toplumlarında oldukça sık olarak görülmektedir.Burada dikkat edilmesi gereken hususise İran menşeli minyatürlerde görülen stilize edilmişbitki motiflerinin erken devir edirnekâri cilt örneklerindeana unsur olarak değil sadece tamamlayıcıunsur olarak kullanılmasıdır. Bu erken devirörneklerinde dikkati çeken bir başka unsur ise Almanestetikçileri tarafından ortaya atılan bilimselestetik metodunun adeta bilinçli bir şekilde uygulanmışolmasıdır ki sanatkarlar tarafından eserlerdekullanılan motiflerin matematiksel oranı adetaözel olarak hesaplanmış gibi bir izlenim uyandırmaktadır.Motiflerde genellikle hakim olan renkler sıcak renklerolarak adlandırılan renk grubunun farklı tonlarıdır.Ayrıca aynı rengin farklı tonları veya yakın renklerkullanılarak eserlerde kullanılan bitkisel motiflereperspektifsel bir görünüm kazandırılmaya gayretedilmiştir. Avrupa sanatında oldukça sık kullanılanperspektifsel görünümün aksine edirnekârieserlerde perspektifsel görünümün oldukça yüzeyseldir.Yukarıda bahsedilen renklerin yanı sıra eskidönem edirnekârilerinde Edirne kırmızısı adı verilenbir renk kullanılmıştır. Türk kırmızısı veya Edirnekırmızısı olarak da bilinen bu rengin, çeşitli kaynaklardaRubai Tinctorum adıyla bilinen ve Türkiye’dede boya kökü, kırmızı kök, boya çili, yumurta boyasıgibi çeşitli adlarla anılan kök boya bitkisinin köklerindenelde edilir. Halk arasındaki inanışa göre isebu renk Yahudi bir vatandaşın Yeni İmaret dolaylarındakitarlasına ektiği bir çiçekten elde edilmektedir.Bu kişinin ölümü ile bu renk bir daha elde edilememiştir.Günümüzde ise doğala yakın organikve guaj boyalar kullanılmaktadır.Günümüze ulaşan en eski Edirnekâri cilt örneğiIII. Murad devrine ait ciltlerdir ve bu eserlerdeDoğu sanatının etkisi sonraki devrilerde görüleneserlere göre daha da belirgin bir haldedir. Gü-82
Kem Âlât ileKemâlât OlmazUğur SEZENKlasik sanatlarımız için şöyle der üstatlar; “Kem âlât ile kemâlât olmaz.” Bu söz kötü alet ve malzemeler ileicra edilen sanatta olgunluğa erişilemeyeceğini, iyi bir eser vermek için malzemenin en iyisinin seçilmesigerektiğini ifade eder. Bu yüzden hüsn-i hatta yeni başlamış öğrencinin kalemini, öğreninceye kadarhocası açar; müptedi bir neyzene alelade bir ney verilmez. Klasik Türk İslam sanatlarına ilgi duyanları, yenibaşlayanları gözeterek, dört klasik sanatımızın ustasına baş vurduk. Hattat Ayten Tiryaki, ebrucu SadreddinÖzçimi, müzehhip Şule Bilge Özkeçeci ve klasik cilt sanatının duayeni İslam Seçen, kem olmayan âlâtınvasıflarını ve kemâlâta giden yolun ipuçlarını yazdılar.
Hat sanatında bir kelâm-ı kibarvardır: “Kalemin âlâsı, mürekkebinrânâsı ve kâğıdın zîbâsı” derüstatlar. Mürekkep ve kâğıt, kaleminiki kardeşidir. Kalem, en iyi kamışlarınarasından seçilip itinayla açıldığında,mürekkep dövüle dövüle kıvamagetirildiğinde, kâğıtsa usul usulaharlandığında yazıya layık bir hale gelir.Sonra hattat kâğıda ilk noktayı koyup,kalemiyle öyle bir Maşallah yazar ki, izleyenesadece "Maşallah" demek kalır.Hat sanatı özelinde iyi malzemeyi ifadeeden bu ölçü, diğer klasik sanatlarımız içinde geçerli. Her birinde, malzemenin iyisininnasıl olması gerektiği hususunda kulağa küpeolacak tarifler ve tanımlar mevcut. Bu şarta, sabır,usul, edep, terbiye, hürmet gibi diğer şartlarda eklenir ve her biri, birbirinin içine geçen zincirhalkalarını oluşturur. Öyle ki müzehhip, tezyinedeceği levhayı gönül gözüyle okumadan; mücellit,kitabın sayfalarını aralayıp da müellifine bir Fatihagöndermeden sanatında klasiğe ulaşamaz. Çünkübir halkadaki özensizlik, bütün zincirin gevşemesine,sanatçının tekâmülünün yavaşlamasına ya da inkırazınayol açar.Fakat klasik sanatlarımızın hepsi için geçerli olan,cinas marifetiyle zarif bir şekilde ifade edilmişbir düstur vardır ve şöyledir; “Kem âlât ilekemâlât olmaz.” Kötü alet ve malzemelerile icra edilen sanatta tekâmül edilemeyeceğini,iyi bir eser vermek için malzemeniniyisinin seçilmesi gerektiğini, hatırdakalır bir biçimde ifade eden bu söz,sanatını icra etmekte olan usta kadar klasiksanatları öğrenmeye yeni başlayan sanatçı adaylarıiçin de geçerlidir.Bugün klasik Türk İslam sanatlarına ilgi, yakın geçmişle kıyaslanmayacakderecede yüksek… Biz de başlığımıza taşıdığımızkelâm-ı kibardan hareketle, sanatçı adaylarını tekamüle ulaştıracakzincirin bir halkasının tarifine çalıştık. Hattat Ayten Tiryaki,klasik cilt sanatının duayeni İslam Seçen, ebrucu Sadrettin Özçimi,ve Müzehhip Şule Bilge Özkeçeci’ye kem olmayan âlâtınvasıflarını ve kemâlâta giden yolun ipuçlarını sorduk. Sağ olsunlar,bizim için vakit ayırıp konu ile ilgili birer kısa yazı kalemealdılar.İyi bir kalem nasıl seçilir, bu kalem nasıl bir mürekkeple buluşur?Kâğıt nasıl aharlanır da güzel bir yazıya hazır halegelir? Müzehhibin önüne gelen bu yazı hangi fırçalarlatezhiplenir? Ebrucu boyasını, fırçasını nasıl uyumluhale getirir de bu levhayı tezyin eder? Bir mücellit bütünbu eserleri iki kapak arasında buluşturmak içinhangi malzemelere ihtiyaç duyar? Soruların cevaplarını,işin ehline; sizi onlarla baş başa bırakıyoruz.85
Hüsn-i Hat'ta KemâlâtAyten TİRYAKİHattat; Kâğıt, Kalem veMürekkebiyle BütünleşmeliHat sanatı, bir yolculuk gibidir. Bir heyecanla başlananyolculukta yokuşlar tırmanılır. Tepe noktasına varılıncaaslında başka bir yokuşun başlangıcında olunduğu hissedilir.Sanki hep aşılan ve hiç bitmeyen tepeler vardır.Yükseliş hep devam eder.Bu yolculukta, hattatın hiç yanındanayırmadığı kâğıdı,kalemi, mürekkebi vardır.Ayrıca kalemtıraş, makta,mühre, lika, hokka,yazı altlığı, kalemdânveya kalemlik, iğnelemealeti, tebeşir, pudra,kurşun kalem, cetvel,pergel, bant, ışıklımasa, kürk, deri ve bunabenzer aletleri de vardır.Yolculuk, molalarla, dinlenmeve soluklanmalarla, nefessiz kalışlarla,kalbin çırpınışlarını duyarcasınasürer gider.Hattat bu yolculuğa bütün birikimini kullanarak başlar.İçindeki sessizlikle sohbet ede ede, kalemin fısıltılarıyladertleşerek kadim bir dostluk ve muhabbetle,sonsuz teslimiyet ve tefekkür halinde, çok dingin veulvi duygular eşliğinde devamlı yol alır, sanki bir başkaboyuta geçmişçesine.Hiçlik anlayışı hâkim olmalı her daim. Hattat için talebelikuzun süren bir çile dönemidir. Gurur, kibirve benlik engelleri aşılır. Sabır ve sükût imtihanlarındangeçilir.Ne kadar düz gidilip ne zamansağa ve sola dönülür veya iniş veçıkışlar olur, kaidelerine göre kararverilir. Her bir harfin yazılışındakalemin duruşu ve elin tutuşudeğişir. Usulüne uygun olmazsamaksada vasıl olunamaz.86
Kalemin bütün insanları aydınlatan o yazıları yazabilmesiiçin, sular içinden, sazlıklardan çıkıp uzun bir sürekaranlıkta, toprak altında kalması lüzumludur. Sonrabaş aşağı secde etmelidir hiçlikle…Kâğıt dile gelse, nereden geldiğini, kimlerin elinde hamurolup serüvenler yaşadığını anlatsa kitaplara sığmaz,yetmez ki tekrar nişasta ve yumurta akıyla doyurulur,mühreyle iyice ezilir ve aylarca bekletilir. Mürekkepde bunun gibi nice çileler içinden geçer. Önce yanarkül olur, sonra binlerce tokmak yer başına.İşte böyle her birinin bir hikâyesi vardır. Sonra bir arayagelirler. Artık yola birlikte devam edeceklerdir. Hattatkâğıdıyla, kalemiyle, mürekkebiyle bütünleşmelidir.Hepsinin meşrebi birbirine uygun düşmelidir. Meselakâğıt, yazılacak yazının çeşidine göre seçilmelidir. Celiyazılar, kalın kâğıtlara yazılmalıdır. Sülüs için orta, nesihiçin de ince kâğıtlar tercih edilmelidir. Kâğıt asitsizve aharlı olmalıdır. Nişasta en iyisinden, yumurta en tazesindenolmalıdır.Mürekkep her bir kâğıtta farklı neticeler verir. Mutlaksurette öncesinde yazıda kullanılacak kağıdın bir kısmındadenemeler yapılmalıdır. Mürekkebin süzülmeside iyi olur. Parlak veya mat oluşuna bakarak zamk seviyesianlaşılır. Orta parlaklıkta olmalı, dokunduğumuzdaelimize siyahlık bulaşmamalıdır.Kalemin kalitesini anlamak için küçük bir işlem yapılır.Yüksekten sert bir zemine bırakılır. Çıkan sesin tok vekalın oluşuna bakılarak iyi olduğuna karar verilir. Ses cılızve zayıf olmamalıdır. Kalem genellikle bir karış boyunda,şekli düzgün, ne çok sert ne de çok yumuşak olmalıdır.Yassı, eğri ve çok ince de olmamalıdır.Netice itibariyle bütün bu malzemeler azami itina ile seçilmelidir.Ağırbaşlılıkla, acele etmeden yazıya geçilmelidir.Tam da bu noktada “Kem âlâtla kemâlât olmaz.’’sözü çok yerinde olacaktır. Hattatın kabiliyet ve becerisiyleyukarıda zikredilen malzemeler bir araya gelerekmuhteşem eserler meydana getirdiğinde bu ifade doğrulanır.87
Tezhip'te KemâlâtŞule Bilge ÖZKEÇECİÂlet Yapar,El Övünür! Ama...Yazma eserler kaliteli kâğıtlara ehil hattatlar tarafındanyazılır. El değmemişçesine mükemmel yazılan sayfalarsonraki aşamalarda aynı itina ile tezhiplenir, resimlenirve ciltlenir. Güzel sanatların her alanında olduğu gibi,tezhipte de kullanılan aletlerin, malzemenin mükemmelliği,sanatkârın başarısına tesir eder. Klasik sanatlarımızdakullanılan malzemelerin istenilen vasıflara ulaşmasıve en mükemmel sonuçları vermesi için geçmişinbilgi ve tecrübelerinden istifade edilmiş, zaman içindeözel teknikler ve yöntemler geliştirilmiştir. Bugün bildiğimizsınırlı sayıdaki kaynakta bu yöntem ve teknikleranlatılmaktadır. Eski dönemlerde tabiatla çok daha içiçe yaşayan sanatçılar daha kalıcı olan doğal malzemeleritercih etmişlerdir. Tezhipte kullanılan başlıca malzemeler;altın, kâğıt, boya, mühre, fırça ve murakka olaraksıralanabilir.Altın: Yazma kitapları süsleme sanatı olarak bilinen vealtınlamak, altınla boyamak manasına gelen tezhip sanatınınbaşlıca malzemesi varak (yaprak) altındır. Özelliklekutsal metinleri en değerli metalardan olan altınlaen güzel biçimde süsleyerek yüceltmek büyük medeniyetlerdegörülen bir uygulamadır. Yüzlerce yıl pırıl pırılışıldayan ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmeyen budeğerli yazmaların süslemesinde kullanılan altının kalitesiçok önemlidir.Eski dönemlerde, binlerce yılın birikimiyle -şimdiki insaneli değmeden incelen ve aynı saflıkta olmayan altın varaklardan-çok daha mükemmel, saf altın varaklar yapılmıştır.Altının varak haline getirilmesi için dövülerekçeşitli işlemlerden geçmesi gerekmekteydi. Bu işi yapanvarakçılar, altını en saf şekliyle kullanıp ustalık, tecrübe,teknik bilgi ve sabır gerektiren gayet meşakkatli uzunişlemlerden geçirerek hemen hemen şeffaf denilebilecekbir incelikte varak haline getirirdi.Varak haline gelen altının fırça ile kullanılabilecek halegelmesi için ezilmesi gerekir. Altın seramik veya camdanbüyükçe bir kap içinde birkaç damla eritilmiş zamk-ıArabî veya bal ve bir miktar su ilavesiyle parmakla birkaçsaat süreyle iyice ezilir. Sonra suyla çökertilip süzülerekküçük bir kâseye alınıp kullanılır. İyi ezilmeyen altınlaiyi işler çıkarılamaz, fırça ile ince tahrirler çizilemez.Altın ezilip kullanıma hazır hale gelince kâğıda yapışmasınısağlamak için jelâtinli su veya yumurta akı yardımıylafırçayla sürülür. Altın bazen de varak olarak direktyapıştırılarak kullanılır.Sarı, kırmızı ve yeşil tabir edilen çeşitleri ile tezhipte kullanılanaltın varaklar muhteliftir. Tezhipte çok fazla tercihedilmese de bazı yerlerde halis gümüş varaklar kullanılmıştır.Gümüş varaklar da altın gibi ezilir ve kullanılır.Zamanımızda Avrupa ülkelerinden ithal edilen altınvarak defterler kullanılmaktadır. Ezilmiş olarak satılanhazır altın bulmak da mümkündür.Kâğıt: Kâğıt yapımı tarih içinde önemli safhalar geçir-90
miş ve mühim bir sanat kolu haline gelmiştir. Kitap sanatlarınaverilen değer, bunların kullanıldığı kâğıdın yapımve işlenişinde de etkili olmuştur. Türklerde kâğıtkullanımı ve yapımı çok eskilere dayanmaktadır. İslâmîdönemin ilk kâğıtları arasında olan Semerkand âbâdîsi,Semerkand harîrîsi yani ipek kâğıt eski devirlerin değerlikâğıtlarındandır. Osmanlıların yaptıkları kâğıtlarAvrupa’da önemle aranan kâğıtlar olmuştur. Daha sonraİslam dünyasında Avrupa kâğıdı yayılmış, özellikleİtalyan kâğıdı tercih edilmiştir. Tezhip sanatında kâğıdınönemini bilen müzehhipler bunu titizlikle seçmişlerdir.Günümüzde eski usullerle yapılan kâğıtların yerini sanayitipi üretilen kâğıtlar almıştır. Verimli çalışmalar içingenellikle ithal edilen kaliteli kâğıtlar tercih edilmektedir.Tezhipte kullanılan kâğıtlar, eserin kalıcı olması, altınıngüzel parlaması, kompozisyonu daha net ortayakoyması için mutlaka boyama, aharlama, mührelemeve uzun süre bekletilme gibi aşamalardan, yani özelbir terbiyeden geçirilerek yazı ve tezhibe hazır hale gelmektedir.Kâğıtlar önce farklı usullerle istenilen renklerde boyanır.Boyama işlemi daha çok çay, soğan, nar, ceviz kabuğu,safran, kına, tütün vb. bitkisel malzeme ile yapılır.Boyanmış ve kurumuş kâğıtlar bir sonraki aşamadaaharlanır. Bir çeşit cila olarak niteleyebileceğimiz aharnişasta, yumurta akı, nişadır, kitre, Arap zamkı, üstübeçgibi muhtelif maddelerden yapılır. Bunlar teker tekerveya karışık olarak sürülerek farklı şekilde ahar yapılabilir.Usulünce hazırlanan ahar katmanlar halindekâğıda sürülür. Kâğıdın sağlamlığını arttıran ahar, kâğıtyüzeyinin parlak hale gelmesini, kalemin kâğıt üzerindekolayca kaymasını, mürekkebin yeterince akmasını veyanlış yazılmış ibarelerin silinip kazınmasını sağlar. Terbiyeişlemleri kitap için hazırlanan kâğıtların iki yüzünede uygulanır. Bu terbiye yöntemleri ile kâğıtlar rutubete,küflenmeye, hatta kitap kurtlarına karşı daha dayanıklıhale gelir.Mühre: Kâğıt mühresi ve zermühre olmak üzere ikiçeşit mühre vardır. Bu işlem için parlatılacak yüzeyinözelliğine göre, cam, akik taşı, çakmak taşı, denizböceklerinin kabukları gibi doğal malzemeler kullanılmıştır.Terbiyelenen kâğıtlarıntercihen sert bir tahta zemin üzerinekonularak aşağı yukarı hareketlerlemührelenmesikâğıt mühresidir.Mühre işlemi,aharlı veya aharsızkâğıtların yüzlerinidüzgünleştirip dahasıkı ve daha parlakbir görünüm almasınısağlar. Kâğıt mührelemekiçin düz ve büyükyüzeyli cam mühreler tercih edilir. Zermühre altınparlatmaya yarayan mühredir. Tezhipte altın, fırça ilesürüldükten sonra bu mühre ile parlatılır. Altın parlatmakiçin uçları muhtelif biçimlerde inceltilmiş akik, yeşim,süleymani taşı gibi pürüzsüz, kaygan taşlar kullanılmıştır.Parlak ve donuk altın bir arada güzel bir âhenkoluşturduğu için kompozisyonlarda bazı yerler doğrudandoğruya bazı yerler de ince ve düz bir kâğıt üzerindenmat (donuk) olarak parlatılır.Boya: Eski zamanlarda tezhip ve resimde altın dışındakullanılan renkler genellikle kök ve toprak boyalardanhazırlanmıştır. Boyalar incecik toz haline getirildiktensonra Arap zamkı ile ezilir ve kullanıma hazır halegelir. Boyamada altından sonra en çok kullanılan renklaciverttir. Klâsik tezhibin en önemli özelliklerinden biriolarak mavi-sarı kontrastlığı, altın ve lâciverdin mükemmeluyumuyla yüzyıllar boyu kullanılmıştır. Bilinen eneski boyalar, balmumu isinden yapılan siyah, üstübeçlegümüş suyu eriterek hazırlanan üstübeç beyazı, lapislazuli ve lahor çividi lâcivertlerdir. Bunlarla birlikte turuncu(sülyen), limonküfü yeşili, firuze, sarı, beyaz, lalrengi, pembe vb. çeşitli renkler doğal malzemelerdenelde edilerek kullanılmıştır. Günümüzde tezhip tasarımlarınırenklendirmede en çok ithal guaj boyalar tercihedilmektedir.Fırça: Tezhipte önemli malzemelerden biri de fırçalardır.Usta bir el kadar, kaliteli bir fırça da çalışmanın başarısındarol oynar. Tezhipte kullanılan fırçalar ince veyumuşak hayvan tüylerinden yapılır, kullanıldıkları yerleregöre isim alırlar. Değişik kalınlıkları olan ve altınsürmede kullanılan altın fırçası; zemin doldurmada vehalkâr zemini boyamada, çok boya alan tombul zeminfırçası, müzehhip için özel bir önemi haiz yalnız tahrirçekmek için kullanılan çok ince ve muntazam uçlu tahrirfırçası gibi. Günümüzde iyi kaliteli samur fırçalar tercihedilmektedir.Murakka: Levha olarak hazırlanacak yazılar terbiyeli vemühreli kâğıt üzerine tek sayfa üzerine yazıldıktansonra murakkaya yapıştırılır ve tezhiplenir.Murakka kat kat kâğıtların sularıters yöne gelecek biçimde
üst üste yapıştırılmasıyla elde edilen bir nevi kartondur.Özel olarak hazırlanmış muhallebi (şap, jelâtin ve buğdaynişastası) ile yapıştıran murakkalar, eserin mukavimve kalıcı olmasını sağlar.Tezhipli bir eserin ömrü, korunma şartları ve ortamı kadarkullanılan malzemenin kalitesi, malzemelerin tabiiolup olmayışıyla da doğru orantılıdır. Kütüphane ve arşivlerimizdekiyüzlerce yıllık kitap ve vesikaların yüksekkalitesini, yeniliğini, canlılığını ve mükemmelliğini muhafazaetmesi, geçmişte kullanılan iyi işlenmiş saf altın,doğal toprak ve kök boyalar, aharlı, mühreli, kalitelikâğıtlara yapılmış olmalarındandır.“Alet yapar el öğünür” demiş atalarımız, evet, bu sanatınüstatları sanatta özensizliğe, ihmale ve israfa yervermeden malzemenin iyisini seçip dikkatlice ve yerindekullanmışlardır. Ama kitap sanatları ve tezhip; malzemesiile değil asıl onu üreten zihniyetle gerçek kimliğinibulur. Çünkü estetik boyutu manadan ayırmakmümkün değildir. <strong>Sanat</strong>çılar eserlerini sadece görsel biçimve üslup güzelliği ile değil güzelliğin anlamlılığı, akılve tefekkürle ilgili boyutunun bilinciyle ortaya koymuşlardır.Bu şuur sayesinde başlangıçtan bu yana çok büyülü,enerji dolu ve hareketli bir akış izlemiş olan yazmakitap sanatlarımız, yüce ve bireyüstü bir özelliğe sahipmanevi gerçeklerin biçimler dünyasına yansımalarıolmuşlardır.Cilt'te Kemâlâtİslam SEÇENEn ÖnemliMalzeme DeridirCilt sanatı, iki kapaktan oluştuğu zannedilen, aslındageleneksel el sanatlarından bazılarını da bünyesindebarındıran geniş bir sanattır. Bin bir emekle yazılıp süslenmişsahifeler, ciltlenmek üzere cilthâneye gelir. Kitabınson varış noktasıdır cilthâne. Bu yüzden mücellidânkendisini şanslı addeder. Çünkü kitabın, kağıdını, hattını,tezhibini, minyatürünü bütün kitabı görmektedir. Üstelikbir tane değil, binlerce kitap cilthâneye gelmekte.Mücellid her kitaptan başka bir bilgi, başka bir güzellikkendisine katmaktadır.Cilthânede sadece bir kişi yoktur. Cilthâne ekip halindeçalışmaktadır. Kaynaklara göre saray cilthânesinde 30kişi çalışmaktadır. Elbette hepsinin görevi ayrı, hepsi alanındauzman. Yani aslında cilt sanatı, bir ekiple icra edilmektedir.Kitabınkıyafeti olan cilt, büyük bir titizlikle hazırlanıpkitabın içeriğini yansıtmaktadır. Hem kitabı koruyacakkadar sağlam, hem kitabın bilgisini, süslemesini,dönemini yansıtacak kadar zarif olmalıdır cilt kapağı.Az şeyle çok şey anlatmalıdır.Ayrı ayrı duran kitap sahifeleri, mücellidin kitabı ibrişimle(ipek ip) dikmesiyle ve ilmek ilmek şiraze örmesiyleayrılıktan kurtulup birleşir ve kitap haline gelir.Sıra gelmiştir cildinin yapılmasına…Cilt sanatında en önemli malzeme deridir. Deri su bazlıboyayla boyanmış sahtiyan oğlak derisi olmalıdır. Sahtiyan,derinin işleniş biçimidir. Doğal-bitkisel tabaklandığınıifade eder. Güzel bir cilt yapmak için, gözenekleri sıkı oğlakderisi tercih edilir. Zarif ciltleri yapmak için deri, kağıtgibi inceltilir. Deriyi inceltmek için kullanılan alet bıçkıdır.Islatılan deri iki mermer arası sıkıştırılarak yavaş yavaş delmedentıraşlanır. Bu, hayli meşakkatli bir iştir.92
Cilt kapaklarının mukavvaları da özel hazırlanır cilthânede.Kâğıtlar ve günümüzde çok ince mukavvalar, boncuk tutkallakat kat yapıştırılarak istenilen kalınlıkta yapılır.Kapağınsüslemesini yapan alet ise kalıplardır. Kalıplar, hakkaktarafından, müzehhibin çizdiği desen üzerinden hazırlanır.Kitabın içeriğine göre, dönemine uygun kalıplar ciltkapağına uygulanır.Deriyle kaplanmış ve hazırlanmış kapaklarakalıplar vasıtasıyla desen aktarılmış olur. Elbetteher cilt kapağı kalıplar vasıtasıyla yapılmaz. Lake ciltler, fırçave boyayla nakış nakış işlenir. Hakeza murassâ (mücevherli)ciltler birer kuyumculuk şaheseridir.Cilt kapaklarını süslemede genellikle altın kullanılır. Sarıkırmızı-yeşiltercih edilenleridir. Necmeddin Okyay hocamızınbize naklettiklerini ben de size nakletmek isterim.Bu altının yaprak haline gelişini bize anlatırdı. 40X40 cm.kare bir mermer vardır. Bu mermerin bir tarafında fırınkapağı oyulmuş bir oyuk vardır. Bu oyuğa kalem kömürükonularak yakılır ki mermer ısınsın. Kalem kömürüyleısıtılan mermerin üzerinde iki kat deri (ceylan deri veyagömlek denilen iç deri) arasına fındık kadar külçe altın konulur.Tokmakla (ağaç çekiç) 30 bin çekiç darbesi vurulur.Tabii bu darbeler hafiftir. Dövüldükçe 40 cm. mermerinüzerini kaplayarak, levha haline gelen altın dörde bölünür.Bir parça alınır, tekrar dövülür. Bu parça yine yayılır.Yayılınca dörde bölünür… Bu işlem altın yapraklar çokince hale gelene kadar devam eder. Altın yapraklar o kadarincelir ki zerkûb (altın dövücü) nefes almaya korkar.Günümüzde fabrikaların hazırlamış olduğu defter altın,geçmişte böyle hazırlanmıştır. Cilt kapağında bu defteraltın da ezilerek kullanılır. Altın Arabî zamkla saatlerce ezilebilir.Altın ne kadar ezilirse o kadar bereketli olur.Bir müzehhib inceliğinde cilt kapaklarını süsleyen mücellid,kapakları kitabına takar. Ve kitap nesiller boyu bilgiyi,kültürü taşımaya hazırdır.Cilt sanatında aletin sonu gelmemeklebirlikte bir cilthânede bulunması gereken elzemmalzeme şunlarıdır:Istampa, mukavva makası, giyotin, çarpmalı pres, çark,örs, pres, mengene, cendere, biley taşı, boncuk tutkal kazanı,tüp, bıçkı, kalıplar, falçatalar, makaslar, çekiçler, bizler,oyma çivileri, zencerekler, yekşah demirleri, pergel takımı,mermerler, cetveller, mukavvalar, ibrişim, bal mımı,Arap zamkı, kağıtlar, deriler, iğneler, fırçalar, tülbent, yapıştırıcılar,altın…Bu kadar malzemeyi temin etmek ve kullanmak haylizahmetli olduğundan, günümüzde cilt sanatını icra edebilecekmücellidân pek azdır. Çünkü nakkaşhânedeki30 kişinin görevini tek başına taşımaya çalışmaktadır.Eskisi gibi malzemesini de bulamadığından çeşitli sıkıntılaramaruz kalmakta, her şeyini kendisi yapmaktadır.Bu kadar sabır, sıkıntı ve emekle bu sanatı yapanlar, artıkkemâlata ermektedirler. Geleneksel klasik Türk ciltsanatını devam ettirebilenler cilt sanatçısıdır. Birazcıkbu işi yapabilenler aslında daha yolun başındadır.Bütün sanatlarda nasıl kem âlât ile kemâlât olmazsa,bu âletleri kullanacak insanın da kendi kemâlâtınıtamamlamış olması gerekir. Aksi taktirde kişi sadecekendini kandırır.93
Taşa ve ahşaba yüzyıllarca biçim ve ruh vererek tabiatlauyumlu mimari eserler üreten insanoğlu, artık ne yazık ki tabiatıtahrip edip yerine estetik kaygılardan uzak, yüksek vebiçimsiz duvarlar dikiyor. Sonra da bu ruhsuz mimariyi gizlemekiçin çaba sarf ediyor. Geleneksel mimariyi, suyu, hayvanatıve nebatatı yaşadığı alandan kovmasından duyduğupişmanlıktan olsa gerek; şehrin biçimsiz soğuk duvarlarınahayvanların, ağaçların, derelerin ve ahşap evlerin resimlerinitaşıyarak oluşan sakil görüntüyü gizlemeye çalışıyor. Şehirahalisinin bu çabasında vazifeli kıldığı kişilerden biri de sokakressamı Süleyman Sırrı Yeşilce. Su altının uçsuz bucaksızenginliğini, içindeki rengarenk deniz canlısını şehrin duvarlarınave tuvaline taşıyan Süleyman Sırrı Yeşilce ile, yaptığıişi konuştuk.Yeşilce’nin asıl işi matbaacılıkmış. Marmara Koleji’nden mezunolduktan sonra üniversite eğitimine devam edememişve babasının Bab-ı Ali’deki matbaa işlerini sürdürmüş.Mesleğinde 40 yılı devirince emekli olmuş ve çocukluğundanberi içinde büyüttüğü heves için kolları sıvamış. 50 yaşındansonra tuvale ilk boyasını süren Yeşilce, şimdilerdeBahçelievler’in trafolarını, okulları, havuzları, villaları renktenrenge boyuyor.Siftah, Ressam Arkadaşlarının AtölyesindeYeşilce, Marmara Koleji’nde eğitimine devam ederken resimderslerini ünlü ressam Hasan Kavruk’tan alır. Yıllar içerisinderesimle arasını çok sıcak tutamasa da emekli olduktansonra ilk göz ağrısına kesin dönüş, daha doğrusu kesin başlangıçyapar. “Kahve köşelerinde ömür tüketeceğime, zatenmeraklısı olduğum sanatta bir şeyler yapmak istedim.” diyenYeşilce, kendini ressam arkadaşlarının atölyesinde bulur.Şişli ve Kadıköy’de arkadaşlarının resim atölyelerinde çoksevdiği fırçayı eline alan Yeşilce, bilhassa ressam Birol Can’ınKartal’daki atölyesinde epey vakit geçirir. Yeşilce, usta ressamlardanadlığı feyizle kendi yeteneğini birleştirir ve önündebembeyaz bir tuval ile simsiyah bir duvar açılır.Fırçayı Aldı, Su Altına DaldıSüleyman Sırrı Yeşilce resim yapmayı çok seven bir isim. Birçokinsan resim sanatını, resim yapmayı çok seviyordur fakatYeşilce’yi onlardan ayıran özellik, resmi el yordamıyla öğrenmesive kendini sürekli geliştirmesi... Yıllar boyu yaptığı iştenemekli olan kaç kişi kendini tamamen bir sanata adayabilirki? Fakat Yeşilce kendini resim sanatına tamamen adamışve birçok ressamın bâkir bıraktığı bir alana yönelerek, sualtını tuvale taşımaya başlamış. “Kadıköy’de, yıllarını bu sanatavermiş ressam arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Geçmiştengünümüze resim sanatı hakkında hoş bir muhabbet vardı.Orada anladım ki su altı çok resmedilmemiş.” diyen Yeşilce,bu vesileyle mavi boyayla ünsiyetini artırmaya başlamış.Yeşilce, 15 yıl önce evinin bir odasını resim çalışmaları içinayırmış. Su altını keşfettikçe resme olan bağlılığı kuvvetlenmiş,hevesi artmış. Hevesi arttıkça tablolar su altı tablolarınsayısı artmış ve evin bir odasına sığamaz hale gelmiş. Kendisiile görüştüğümüz Avcılar’daki mütevazı atölyesini bu şartlar96
altında tutmuş Yeşilce. Şövalesinin, masasının ve kendisininancak sığmasına imkan veren bu atölyeden de şikayetçiister istemez: “Gönül isterdi ki daha rahat bir yerde,daha çok insanın uğrayabileceği bir atölyem olsun. Buradaimkânsızlıklar içerisinde resim yapmaya çalışıyorum.Hâlbuki su altı Türkiye’de de dünyada da çok az ressamtarafından tercih edilmiş bir tema. Elimizden tutan olsa iyişeyler yapılabilir.”Su Altını Tuvalden Çok Duvara İşliyorMaddi imkânsızlıklar, Yeşilce’yi farklı arayışlara yöneltmiş.Hem geç buluştuğu resimden ayrılmak istememesi, hemde sosyal şartların uygun olmaması fırçasının zemininideğiştirmiş. Su altını önceleri tuvale taşıyan ressam, artıkresimlerini duvarlara da yapıyor. Resimlerinin yeni zeminindeo kadar çok örnek gerçekleştiriyor ki çalıştığı semtlerdeduvarlardaki su altı görüntüleri her geçen gün artıyor.İstanbul’da bir sokağın köşesini döndüğünüzde karşınızabir Yunus balığı çıkarsa şaşırmayın, ya da ayağınızyosuna takılırsa. Mutlaka Yeşilce, orada harap haldeki birelektrik trafosunu, metruk bir binayı yahut bir okul duvarınıboyamış, su altı canlılarını oraya taşımıştır.İşim gücüm budur benim,Gökyüzünü boyarım her sabah,Hepiniz uykudayken.Uyanır bakarsınız ki mavi.Orhan Veli yıllar önce “mavi”ye sevdalı ressamlar içinyazmış olmalı “Dalgacı Mahmut” şiirini. Yeşilce de“Dalgacı Mahmut” gibi fırçalarla ne kadar yakışıksızduvar varsa boyuyor. Bahçelievler Belediyesi deYeşilce’nin bu maharetini öğrenince ne kadar elektriktrafosu varsa emrine vermiş. Fırçasını ve akrilik boyalarınıyanına alan Yeşilce, yağmur-çamur dememiş,Bahçelievler’i bir uçtan diğer uca boyamaya başlamış.Sırada bekleyen yüzden fazla trafo da varmış.Yerine göre eski bir Osmanlı evi oluyor metruk binalar,yerine göre bir fırın. Bazen yaşlı bir teyze pencereönünde oğlunu bekliyor. Bazen de Tom ve Jerry, sokakortasında birbirlerini kovalıyor. “Bir trafonun boyanmasıhava şartlarına ve ihtiyaca göre değişiyor.” diyorYeşilce. Ama ortalama bir haftada, önünden geçmeyekorktuğunuz trafolar, okul duvarları, kapısını tıklatacakkadar güzel ve gerçekçi oluyor. Üzerine bir devernik atılınca küçük bir Safranbolu evinden farkı kalmıyordesek abartmayız.Rengârenk Trafolar Çok BeğenilmişElinde fırçayla sokak ortasında duvar boyayan bir ressam,insanların da ilgisini çeker elbette. Hele ki yoludüşenler Bahçelievler’in yabancısıysa, komik olaylarabile sahne olabilir. Yeşilce’nin başından da çok geçmişzaten bu tür tecrübeler.98
Bir trafoyu “kreş” görünümünde boyayıp ve sonrötuşlarını yapmakta olan Yeşilce’nin yanına, elindeçocuğuyla bir bayan gelmiş. Önce kreşin, nam-ıdiğer trafonun etrafında bir tur atmış, binayı süzmüş.Ardından Yeşilce’ye sormuş: “Amca, bu kreşne zaman açılacak?” Bu soru karşısında mest olanYeşilce, “Demek ki trafo gerçekten bir kreşi andırıyorki insanların dikkatini çekiyor. Bu da hoşumagidiyor tabii.” diyor. Başka bir trafoyu ekmek fırınısanan bir amca da, doğal olarak kapıyı açamadığıiçin, sokağın ilerisindeki mahalle fırınına gitmekdurumunda kalmış.Duvar ressamının, süslediği trafolar hakkında bir deşikâyeti var. Aslında trafolar hakkında değil, o trafonun,yani “köşkün, fırının, kreşin” sakinleri hakkında.Kendisine en çok sorulan sorunun, “Boyuyorsunama bu ne kadar dayanır?” olduğunu söyleyen Yeşilce,“Mahalleli buna sahip çıkarsa, her gece spreyleyazılar yazmazsa yıllarca dayanır. Ama ne yazık kitrafoya bile çok az insan sahip çıkıyor.” sözleriyle içinidöküyor.Üç Boyutlu Tablo da YapıyorSüleyman Bey’in su altı hayranı olduğunu, atölyesinegöz ucuyla bakan herkes anlar. Fakat ilginçtirki hiç dalgıçlık tecrübesi olmamış. Onun yerineçok belgesel izlemiş, denizle ilgili yayınları takip etmiş.“Dalma tecrübem hiç olmadı. Fakat su yine de bendebir tutku. İzlediğim belgeseller, okuduğum kitaplarhep suyla, denizle alakalıdır. Bana fikir ve bilgi verir.”diyen Yeşilce, Avcılar sahilinden denizyıldızları, midyekabukları, çakıl taşları ve yosun da topluyormuş.Denize ait ne varsa bir tabloda buluşturmayı gayeedinen Yeşilce, topladığı ürünleri önce kurutuyor.Sonra zihnindeki kompozisyona göre boyuyor veçeşitli tutkallarla tabloya sabitliyor. Hatta bu tutkuYeşilce’de o derece ilerlemiş ki, bir gün balıkçıdanyavru köpek balığı ölüsü satın almış. İç organlarınıboşaltıp mumyalamış ve bir heykel haline getirmiş.Bir Tutkunun ÖzetiSüleyman Sırrı Yeşilce, birçok sanat heveslisi insanaörnek olacak bir isim. 40 yıl matbaacılık yaptıktansonra çok arzuladığı resme başlayan, el yordamıylabu sanata bir kıyısından dâhil olan ve onlarca trafoyu,harap haldeki binayı ve okul duvarını cıvıl cıvılyapan Yeşilce, sanat kapılarının her insana her zamanaçık olduğunun canlı ispatı. Belki tabloları müzayedelerdeyüksek meblağlar etmiyor, yurt dışındansergi davetleri almıyor; ama çok istediği su altınıresmediyor ve bütün bir semtin her gün ziyaretçisiolduğu bir açık hava galerisinde eserlerini sergiliyor.99
Rumî MotifininZoomorfik1Kökeni Hakkında*Prof. Dr. Selçuk MÜLAYİM**Orta Çağ Anadolu Türk süslemelerinde sergilenen biçim zenginliği hergeçen gün daha ayrıntılı araştırmalara konu olmaktadır. Motif, figür,yazı ve geometrik şekillerin çeşitliliği ve sayıca çokluğu yanında, bukategorilerden herhangi birinin, başlı başına bir tipolojik gelişmeçizgisi izleyen örnekler verebileceği anlaşılmaktadır. Osmanlı öncesidönem üzerine yapılan bütün incelemeler şunu göstermiştir ki, geneldekorasyon programında bitkisel temalar her zaman gündemin başsıralarını işgal etmektedir. Aşağıdaki kısa incelememizde bitkiseltemalardan biri olarak kabul edilen ve "Rumî" adı verilen motifinyapısının oluşum safhasını incelemeye çalışacağız.Rumîlerin, köken olarak hayvan figürlerinedayandığı şeklindeki hipotezler J.Strzygowski'de (1862-1941) iyice belirginlikkazanmış, C.E. Arseven (1875-1971) vedaha sonraki sanat tarihçileri kuşağına kadarbenimsenerek devam etmiştir. Sözkonusuaraştırmacılar tarafından birkaç örneklekanıtlanmaya çalışılan bu husus, bumotifin nereden gelip nereye gittiğini etraflıcave sistematik bulgular dizisiyle sergilemediğiiçin sürekli merak edilmekte fakatgelişme dinamiğindeki temel mantık ortayakonmadığı için bir soru işaretini de beraberindegetirmektedir.<strong>Sanat</strong> tarihi araştırmacılığında yalnızca motiflerinveya temaların tarifini vermek yeterlideğildir. Çünkü bununla sanattaki değişimizorlayan toplumsal değişim açıklığa kavuşmuyor.Bu anlamda, rumîlerin Türk sanatıtarihi içindeki köken problemini araştırmakiçin zoomorfik dönüşümün sosyaliçeriğini yorumlamak gerekiyor. Bu küçükincelemedeki amacımız; bazı örnekler üzerindedurarak, bu değişimin ne ölçüde vehangi anlamda ileri sürüldüğünü irdelemektir.Şekil-3İsmi bakımından sadece Anadolu'yu çağrıştıranrumî, Selçuklu döneminden önceKarahanlı, Gazneli, Abbasî, Endülüs ve Fatımisüslemelerinde sıklıkla görülen bir motiftir.Osmanlı döneminin sonlarına kadarvarlığını sürdürür. Ancak terimin adı, sade-100
ce Anadolu ile etimolojik yakınlık içindedir.Bilindiği üzere "Roma Ülkesi" anlamına gelen"Rûm", bazen bu ülkenin bütün coğrafyasınıtanımlamak için, bazen de bu ülkedekisiyasal yapıyı anlatmak üzere kullanılmıştır.Konya'yı kendilerine merkez yapanSelçuklu Devleti'ne "Selâçika-i Rûm" yaniAnadolu Selçukluları denmesi gibi, Bilad-ıRûm, Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî gibi isimlerde öylece yerleşmiştir. Araştırabildiğimizkadarıyla, "rumî" terimi 16. yüzyılın ortalarındabildiğimiz anlamdaki tezyinat türünüifade etmek üzere yaygın biçimde kullanılmaktaydı.Menakıb'ül-Hünerveran adlıeseriyle tanıdığımız Gelibolu'lu Mustafa Âli(1541-1599) bir başka eseri Mevaidü'n-Nefâis fî Kavaidü'l-Mecâlis'de, rumîyi pekaçık bir şekilde süsleme tarzı anlamımdakullanır.Rumî adı verilen form, tombulca bir virgülşeklinde gövde ile bunun sivri ucuna bağlanmışbir yuvarlak şekilden oluşur.Bazen iki parça halinde çatallanırve bazen de damarlarladilimlenen gövde çeşitlemeleriylegenel tanımın dışına çıkar;rumî motifi uzar, kısalır vegarip biçimler alır. Dekorasyondakompozisyon geneli sarmaşıkdallarını andırmakla birlikte,tek başına bir rumîde asıl hissedilenşey, hayvan tasvirlerineözgü, saldırgan, ürkütücü, ısırganve kıvrım kıvrım dolananhareketlerdir. Ayrıntılarda çevik hareketlerlebiçimli dönüşler yapan hayvansı bir karakterkendini belli eder. Böylesine bir şekildebitkiden çok hayvan; yılan, ejder belki deismi en eski masallara konu olmuş başka efsaneyaratıklarının karakteri canlanır.Erken devirlerde, yani 10. yüzyıl öncelerindeTürklerin hayatında hayvan önemli yertutmaktaydı. Zamanı dilimlere bölen takvim,12 Hayvanlı Takvim olarak bilinmektedir.Bu takvim, yılları hayvan figürleriyle simgeleştirmekteydi.Her toplumun kültür ve sanatının daha eskitarihi katlarla ilişki içinde olduğu bir gerçektir.Ne Selçuklular ne de Osmanlılar bu kuralındışında değildir. Din değiştirme olayıile birlikte, sanatta da önemli dönüşümnoktasına gelindiği görülmektedir. Türklerin,bu yeni disipline girmekte bir hayli zorlukçektiklerini düşünenler olduğu gibi, bugeçişin rahat ve kolay bir benimseme olduğunukabul edenler de vardır. Bu problemibir tek cümleyle formüle etmek herhaldemümkün olmasa gerek. Ancak örneklerinincelenmesi bu dönüşümü daha iyi açıklayacaktır.Kafkasya'nın Kuban bölgesindebulunmuş olan bir bronz standart (şek.1),Şekil-2genel çizgileri bakımından bir yırtıcı kuş başışeklindedir. M.Ö. yaklaşık 500 yıllarına tarihlenenbu eser 30 cm'den daha küçükolup, gaga, gözaltı ve başın arka kısmındakikıvrımlarla adeta bir rumîleşme süreci içinegirmiş gibidir, İslâm sanatının ortaya çıkışındanen az 1200 yıl önce görülen bu belirtilerdikkat çekicidir. Bir yüzyıl daha sonrayatarihlenen ve bugün Leningrad ErmitajMüzesi'nde bulunan altın levhada (şek.2), ata saldıran bir grifon tasvir edilmektedir.Grifonun kanatlarında görüldüğü üzere,bazı ayrıntılardaki rumîye benzer formlardanbaşka, yaklaşık 12 cm enindeki levhanınbütününde figürlerin "S" biçimindekıvrılması bitkisel kıvrımları hatırlatançizgiler gösterir. Kuzey Karadeniz'de Krasnokutskadlı bölgede ele geçen bir metalgem parçasında (şek. 3) simetrik düzenlenenat başlı formlar, kıvrımlar ve küçük daireselformlarla daha sonraki İslâm tezyinatınınöncüsü gibidir. Aynı şekilde bozkır ka-Şekil-1Şekil-5Şekil-4101
Şekil-6Şekil-13vimlerine maledilen bir başka buluntu (şek.4)Macaristan'da, Haromzek'te ele geçmiştir. Budemir hançerin kabza altındaki büyük kıvrımlarüzerinde yer alan hayvan başları rumî motifineiyice yaklaşmıştır. Tarihlendirilmesi kesinyapılamayan fakat her durumda M.Ö. 5. yüzyılöncesine ait bir Sibirya buluntusu (şek.5) altınkemer tokasında, simetrik grifonlar İslâmsanatında görülen ve genellikle "arabesk"adıyla nitelendirilen kompozisyonlara yaklaşmaktadır.İslâm sanatının yayıldığı belirli bölgelerde,özellikle Türklerin yoğun olduğu Mezopotamya,İran ve Anadolu'da Asya hayvanüslûbunun derin izlerini görmek her zamanmümkündür. Bugün Grenoble Müzesi'ndesergilenen Artuklu eseri (şek. 6) 13. yüzyılın ilkyarısına tarihlenen bir mangala ait şebeke parçasıdır.Örnek, en az 1700 yıl daha eskiye aitolan grifon-at mücadelesini yansıtan SibiryaKoleksiyonu parçasıyla pek çok yönden benzerlikiçindedir. "S" biçiminde kıvrılan bir ejderhaarslanın vücudunu kuşatmış durumdadır.Bu örnek, her iki kültür arasındaki bağlantıyıvurgulamak bakımından dikkatimizi çeker.Şekil-10yer alan Kavs burçları (Kentavroslar), kuyruktayer alan ejder formlarının en güzel örnekleridir(şek.8). Cizre Ulu Camii kapı tokmaklarındakiçift ejder kompozisyonu (şek.9) hem kanatlar,hem de kuyruk kesimindeki grifonlar bakımındanönem taşır. Fakat figürlerin kuyrukkesimlerinde yer alan ejderlerin rumîye dönüşünüen iyi anlatan örnekler, Afyon, Çay'dabulunan Taş Han ve Taş Medrese'de bulunmaktadır(Şek.10). 1278 tarihli ve her ikisi detaşa oyulmuş bu eserlerde tam anlamıyla bir"rumîleşme" süreci yaşanmaktadır.Divriği Ulu Camii'nin doğusundaki taçkapıyısüsleyen çift başlı kartal kompozisyonununŞekil-9Gazne sarayına ait olduğu anlaşılan mermerlevhalardan biri (şek.7), grifon figürünün bitkiselkompozisyonlara bağlanışı bakımındanen tipik örneği veriyor. 12. yüzyıl başlarına tarihlenenbu eserde bir fantastik yaratığın bitkiselformlara dönüşme sürecini bütün ayrıntılarıylagörüyoruz. Figürün, kanat ve kuyrukkısımları bu dönüşümde en dinamik rolü oynayanunsurlarıdır. Grifon veya ejder figürlerininbitkisel forma dönüşmeleri oldukça sıkrastlanan bir olgudur. Nasreddin Sivasî'nin,1270 yılı dolaylarına tarihlenen bir eserindeŞekil-7(şek.11) kanat uçları kıvrılarak bir ejdere dönüşür(şek. 12). Bu ayrıntı, uzaktan bakıldığındarumîli dekorasyon içinde kolayca seçilemez.1228 tarihli bu örnekten sonra ele alacağımızörnekler, 13. yüzyılın sonlarına tarihlenen AkşehirKileci Mescidi'nin ahşap kapı kanadındayer alır (şek. 13). Simetrik düzenlenen kompozisyonunköşeliklerindeki ejder ve grifonlaradeta bitkisel süsleme içine gizlenmiş gibidir.Dikkatle bakılmadıkça figürleri çözümlemekimkânsız gibidir. Anadolu Selçuklu sanatındakirumî formları taş süslemelerde de zo-102Şekil-8
Şekil-12omorfik kökenlerini hatırlatacak örneklervermektedir. 1241'e tarihlenen KaratayHanı'nda, taçkapı kemerinde (şek.14)ve girişin iki yanında yer alan tezyinatta(şek.15), hem hayvan figürünün bitkilerebağlanışı, hem de zoomorfik karakterinikoruyan bir rumî formu dikkatimiziçeker. Daha da ilginç bir örnek, İncirHanı taç kapısındaki yan niş bordüründe(şek.16) yer almaktadır. 1239 tarihli buyapıda yer alan örnekle, rumî motifininortaya çıkışında hayvansı formların rolünübelirtmek üzere 2000 yılık süreçtenaldığımız kesitleri noktalıyoruz.Anadolu'daki Selçuklu eserlerinde görülentematik kararsızlık, silinmekte olaneski inançların hatıralarını devam ettirmehususundaki ısrar ve direnci gösterir.Erken devirde, bir başka deyimle İslamîinançların, etkilerini henüz sanat üzerineyansıtamadığı dönemlerde Türk sanatınıntematik eğilimi zoomorfiktir.Daha çok hayvanlar ve fantastik yaratıklardünyasında dışa vuran vahşi canlılık,bitip tükenmeyen çekişme, kazanmave kaybetme kavramlarını da beraberindegetirmektedir. Bozkır sanatından geçeniç ürpertici bir ruhlar mücadelesi sahnelenmekte,bütün kompozisyonda buhava titreşmektedir. Asıl anlatılmak istenenşey, sınırsız isteklerine ulaşmak üzere,insanın, sonsuz zannettiği enerjisinikullanmaya çabalaması; anlatma yöntemiise büyük ve karanlığın içine gizlenmişolan güçler karşısında direnen bu enerjininhayvanlar tarafından temsil edilişidir.Bu devrenin büyük ruhsal coşkularını sanatageçiren üslûp bu yüzden "hayvanüslûbu" adıyla anılmaktadır.İşte bu üslûp İslâm'la tanışıp, inanç sistemininiçine dalınca, hayata ve insanadair bütün ilişki ve kavramların bir başkatürlü olduğunu anlar. Hızını kaybeder,yeni inanç sisteminin mesajına kulakvermek üzere yavaşlar ve durur. Ruhlar,periler, cinler ve totemlerden kurtuluptek Tanrı'ya teslimiyetin örtüsü altınagiren insan bir bakıma her şeyini buulu yaratıcıya adayarak sonsuz ve bıktırıcımücadelelerden de kurtulmuştur. Yeniinanç, akla gelebilecek her türlü soruyucevaplandırmakta, bütün ilişkilerde sağladığıbir denge hali gözle görülür halegelmektedir. Buna göre sanat, artık iç çelişkileriniher anlamda çözüme ulaştıran,dengeli geometrik kurallara dönüşen biranlatımla ilerleyecektir.Dede Korkut hikayelerindeki hayvan motiflerininhakimiyeti birkaç yüzyıl içindeYunus Emre'de bitkilerin ağır bastığı birtabloya dönüşür. Tıpkı bunun gibi, M.Ö.5-4. yüzyıl Avrasya buluntularında başlayanrumîleşme süreci hızlanır. Hayvanve fantastik yaratık figürleri bitki formlarınadönüşmeye başlar. Çünkü; göçebeşehirli olmuştur, totemlere inananlar tekTanrı'ya inanmaya başlamışlardır. Tabiîbu dönüşüm elektrik düğmesine basargibi, elbise değiştirir gibi bir anda olmamış;hayvanlar, rumî şekilli bitki formlarınınarkasına saklanarak bir süre daha yaşayabilmişlerdir.* Bu yazı "Rûmî Motifinin Zoomorfik Kökeni Hakkında, Uluslararası OsmanlıÖncesi Türk Kültürü Kongresi"nde sunulmuş ve bildiri olarak yayınlanmıştır.** Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 1) Hayvan biçimindeya da hayvan figürlerinin üsluplaştırılması ile yapılan her türlü bezeme.Şekil-11Şekil-14Şekil-15Şekil-16103
Padişahın Evi:Topkapı Sarayı Harem-i HümâyunuSudenaz DOĞANOsmanlı’ya dair yanlış anlaşılan hususların başında harem hayatı gelir. Özellikle oryantalist ressam veyazarların, gerçeklikten uzak hayali tasvirlerinin etkisiyle bir zevk-ü sefa yuvası olarak akıllarda yer edenharemle ilgili yanlış intibayı yıkmak için Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Topkapı Sarayı’nda bir sergidüzenlendi. “Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i HümÂyunu” adlı sergi, haremin hiç bilinmeyen yönlerinigözler önüne serdi. Haremi, gerçekçi bir biçimde anlatma gayesi ile hazırlanan sergide padişahların, eşlerininve çocuklarının 300’e yakın eşyası sergilendi.104
İnsanoğlunun tabiatında vardır, başkalarınınmahreminde olanı merak etme, kendisineayan olmayan o mahrem üzerine kafayorma. Osmanlı denilince çoğu zamanakla ilk olarak “harem”in gelmeside bu meraktan kaynaklanır.Yüzyıllarca valide sultan, padişahkadınları, çocukları, kız ve erkekkardeşleriyle cariyelere ev sahipliğiyapan, dışarıdan hiçbir yabancınıngiremediği harem, daimamerak konusu olmuştur.Hanedanın özel ve yasaklanmışyeri olan bu yapılar topluluğu (ki buyapılar içinde yaklaşık 300 oda, 9 hamam,2 cami, 1 hastane, 1 çamaşırlıkve çok sayıda koğuş bulunur), 15. yüzyılınsonundan 19. yüzyılın ortalarına kadarkullanılmış. Odalarının girişlerinde, duvarlarındaayetlerin ve hadislerin bulunduğubir mekân olan, yasak olduğu için hiç görmedikleriharem hakkında Batılılar, hayal ürünü,gerçeği yansıtmayan hikâyeler anlatmış, hayaliresimler yapmışlar. Oysa Batı saraylarında yaşananlaraOsmanlı saray hayatı mukayese götürmeyecekölçüde mazbuttur.Yaklaşık 600 yıla damgasını vuran Osmanlıİmparatorluğu’nun izlerini yerinde görmek,hanedan mensuplarının yaşadıkları yerlerdeyürümek için ziyaret edilen Osmanlı’dankalma saraylarda harem, hep en çok ilgigören bölüm olmuştur. Bu ilgi ve merakınaltında, haremle ilgili yapılmış yanlıştezviratın, orasının cinsel çağrışımlarlayüklü bir safa yeri olduğuna ilişkin düşünceyatar. Son dönemde televizyon kanallarınınreyting kaygısıyla yoğunlaştığı tarihi diziler deOsmanlı’da saray hayatına, sultanların ve şehzadelerin özel yaşamlarına vecariyelere olan ilgiyi artırmış durumda. Kimileri tarafından gerçeği yansıtmadığı, kimilerincede Osmanlı’yı kasıtlı olarak karaladığı gerekçesiyle eleştirilen dizilerin, tüm eleştirilere rağmenreyting rekorları kırması, milletçe Osmanlı Sarayı’nın mahremine yönelik tecessüsümüzüortaya koymaya yetiyor da artıyor bile.Şehzâde tören kaftanıKültür ve Turizm Bakanlığı da halkın bu ilgisini fırsat bilerek, hem ülkemizdehem de dünyada, harem hakkındaki eksik ve hatalı olan bilgileridüzeltmek maksadıyla Topkapı Sarayı Müzesi’nde bir sergi düzenledi.“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümâyunu” adlı sergiyle,haremin hiç bilinmeyen yönleri, gerçeğe uygun olarak yansıtılmasıamaçlamış.Prof. Dr. İlber Ortaylı da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, hakkındaki yanlışintibayı ortadan kaldırmak için sergi düzenlediği haremin, sanıldığıgibi mütemadiyen eğlenceler düzenlenen bir yer olmadığını, bir eğitimyuvası olduğunu söyler. Ünlü tarihçi, “Mekânlar ve Olaylarıyla TopkapıSarayı” kitabında, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren 115 yıl süre-
since hiçbir padişahın Topkapı Sarayı’nda ölmediğinibelirterek, haremin bir zevk-ü sefa yeri olmadığınıvurgular. Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili yanlışbilinen konu ve olaylara değinen İlber Ortaylı,kitabında şu ifadelere yer verir; “Sarayda erkeköğrencilerin eğitim gördükleri Enderun neyse,harem de cariyeler açısından benzer bir işlevgörmektedir. Haremde yetişen cariyelerden birçoğuEnderunlar’la evlendirilir. Bu saraylı hanımlargittikleri coğrafyalarda bir saray hanımefendisiolarak kültürlerini geleneklerini halka yansıtırlardı."diyor. İmparatorluk merkezinin detaylarıylaanlatıldığı kitap, okurlarını, bir zamanla-Çocuk at takımırın en önemli sarayının ihtişamlı günlerine götürürken, diğer taraftan saraydaki gündelikhayattan Osmanlı devlet protokolüne kadar bilmediğimiz birçok inceliği keşfetmemizisağlıyor.“Harem-i Hümayun Sergisi”nde Harem GerçeğiTopkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Padişahın Evi: TopkapıSarayı Harem-i Hümayunu” sergisi, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda yer alanHas Ahırlar’da ziyaretçilerle buluştu. Haremi, hiç bilinmeyen yönleriyle, gerçekçibir biçimde anlatma gayesi ile hazırlanan sergide padişahların, eşlerinin ve çocuklarının300’e yakın eşyası sergilendi. Dört bölümden oluşan sergide, eşsiz birhiyerarşiyle yönetilen harem, Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında yer alaneserler ve belgeler aracılığıyla ziyaretçilere anlatıldı.Serginin ilk bölümünde harem mimarisi minyatürler, gravürler ve planlar eşliğindeanlatılırken, ikinci bölümde mimarideki hiyerarşik düzene uygunolarak haremin koruyucuları ve hizmetlileri olan haremağaları ve cariyelerteşkilatına yer verildi. Üçüncü bölümde ise has odalıktan hasekiliğe ve nihayetindevalide sultanlığa yükselen padişah kadınları, kız ve erkek çocuklarıile kız kardeşlerinden oluşan hanedan üyelerinin haremdeki yaşamları, eğitimleri,hiyerarşideki yerleri vurgulandı.Osmanlı sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği bu bölümde Hürrem Sultan’ın,Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı bir mektup, yine Hürrem Sultan’a ait bir mendil ve kaşbastı,Hatice Turhan Sultan, Cemile Sultan, Adile Sultan ve başkadın efendilere ait mühürlerilgi çekiciydi. Padişahların ve valide sultanların birbirlerine yazdığı mektuplar, entari, kemer,başlık gibi kıyafet örnekleri, takılar, murassa kutular ve günlük kullanım eşyaları da ziyaretçileregösterime sunulanlar arasındaydı. Serginin dördüncü bölümünde ise haremdegünlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler başyapıtlarla ve görsellerle anlatılmıştı.Sergide sunulan, harem hayatından kesitlerin anlatıldığı tablolar ile diğer objeler, haremyaşantısına dair önemli ipuçları veriyordu. Sözgelimi Jean Baptiste Le Prince’in (18. yy), haremdegünlük yaşamı konulu alan tablosunda, bir cariyenin, çubuk içen genç hanıma kahvesunuşu anlatılıyordu. Bu tablodan sarayda tütün içmenin serbest olduğunu anlıyoruz.Genç hanımın ve kahve sunan cariyenin kıyafeti, genç hanımın incilerle ve bir gülle süslüsaç tuvaleti, çubuk, kahve ibriği gerçekçi bir biçimde betimlenmişti. Ajur ve firuze kâri tekniğiyleyapılmış çeşitli motiflerle bezeli bir satranç takımı, sergide göze çarpan objelerarasındaydı. Satranç taşlarının tepelerinde altın yuvalı kabaşon yakut veyafiruze taşlar dikkat çekiciydi.Elmaslı Gelin Broşu ve Sorgucu Göz AlıcıydıDoğumlarından tahta çıkışlarına kadar şehzadelerin haremdeki yaşamlarınınanlatıldığı bölüm de serginin ilgi çeken bölümlerindendi. Burada sergileneneserler arasında şehzadelere ait kıyafetler, eğitim araçları, sünnet şenliklerinin,şehzadelerin sancağa çıkmalarının betimlendiği minyatürlü eserler yer106
18. yy. sonu-19. yy. başına ait Kafesli Londonaldı. Padişahların tahta çıkışlarının da anlatıldığı sergide;sorguç, yazı kutusu, askı, matara gibi saltanat sembolleri,tören kaftanı ve padişahların tahta çıkışlarındaharem halkına altın saçtıkları rivayet edilen Altın Yol çinileriziyaretçilerin ilgisine sunuldu.Osmanlı sanatının karakteristik motiflerinden “benek” ve“pelenk” motifiyle bezeli olan kaftandaki motifler, parspostunda yer alan benekle kaplan postunun çizgilerinebenzetilerek, saltanat ve güç sembolü olarak yorumlanmış.İpekli ve pamuklu dokumadan yapılmış ve 17. yüzyılaait kaftan, serginin önemli objelerinden biriydi.Kafesli london, serginin öne çıkan unsurlarından biriydi.Osmanlı’da 18. yy. sonu-19 yy. başına ait olan arabanınüst kısmı oyma ve kabartmalı dikdörtgen ahşapbir oda şeklinde düzenlenmiş. Yeşil renk ve yaldızboyalı kafesli londonun pencereleri de ahşap kafesliydi.Ön yay sistemi üzerinde yer alan yaldız boyalı ahşapoyma hurma ağacı figürü dikkat çekiciydi. Bilindiğiüzere hurma ağacı İslâm inancına göre cennete özgüağaçlardandır ve sonsuz yaşamı vurgular. İç kısım bordorenkli kadife kumaşla kaplı olup, üzerine stilize dal,yaprak, fiyonklu buketler ve altı kollu yıldız motiflerikordon tutturma tekniği ile uygulanmış.Bilkent Kültür Girişimi (BKG) ve TAV Havalimanları’nınsponsorluğunda gerçekleştirilen sergide 16. yüzyıla aitaltın gerdanlık, 18. yüzyıl Saray Hazinesi Koleksiyonu’naait zümrüt küpe, 19. yüzyıla ait murassa yelpaze, SultanII. Mahmut’un kızı Adile Sultan’ın elmas broşu ileelmaslı gelin sorgucu da öne çıkan diğer objeler arasındaydı.Elmaslı gelin broşu, Hz. Muhammed’in (SAV)kızı Hz. Fâtıma’nın Medine’deki sandukasına takılmasıiçin hazırlanmış.Topkapı Sarayı’ndaki Harem-i Hümâyun sergisinde dikkatimiziçeken bir konu da, cariye ve sultan kıyafetlerinintelevizyon dizilerinde gördüğümüz gibi olmamasıydı.Sergilenen cariye kıyafetleri dizelerde anlatıldığıveya Batılı sanatçılar tarafından resmedildiği gibi şaşaalı,dikkat çekici ölçüde derin göğüs dekolteli değildi.Sade ve fakat zarif çizgilere sahipti cariye kıyafetleri.Serginin amaçlarından biriydi belki de cariyelerle ilgiliönyargıyı yıkmak.Tüm bölümlerini gezdikten sonra serginin, hazırlanmagerekçesinde olduğu gibi, ziyaretçilerde Osmanlı’nınharem yaşantısıyla ilgili yanlış kanıyı kırıp sağlıklı bir bilgilenmeyekapı aralamasını diliyoruz.107
Tunus'un Mavi KapılarıYazı ve Fotoğraflar: Metin YÜKSELİnsanın hayatı boyunca çeşitli kapılar açılır önüne; kiminde tereddüt eder, kiminden koşarak geçer. Kimi zamankapıda kalırız, kimi zaman kapılar kapanır yüzümüze. Kapı önemli bir metafor; dilimizde sayısız deyimin içindegeçer; kâh açılır, kâh kapanırlar… Önümüze Tunus’un kapıları açıldığında, ülke ile aklımızda en çok kalacak şeyinkapıları olacağından habersizdik. Tunus’u gitme amacımız tabii ki sadece kapılarını görmek için değildi. Ancaksadece birbirinden güzel kapılarını görmek için bile gidilebilir Tunus’a.108
Daha dünyaya gözlerini açarken başlar insanoğlunun kapılarlamacerası. Hani usta ozan Aşık Veysel’in dediği gibi;“İki kapılı bir handa, gidiyorum gündüz gece…” Macera,kapıyla başlar kapıyla biter. Var olmak, doğmak, hayatabaşlamak ilk eşiktir ve ondan sonra başlar insanın varlık kapısındanhayata süzülüşü.Yaşamı boyunca önünde birçok fırsat kapısı açılır. Bazı kapılaryüzüne kapanır. Öfkelendiğinde çarptığı kapılar vardır.Aralamak isteyip de önünde heyacanla beklediği amabir türlü aralamaya cesaret edemediği kapılar ukde oluriçinde. Bazen sevgili, bir kapının ardındadır. Ulaşabilmekiçin çaba harcar. Çabalar beyhude olur. Kapılar geçit vermez.Yüksek kapılardan korkar zaman zaman. Kapı, insanıniçini kıpırdatan merak dürtüsünün muhatabıdır aynızamanda. “Bu kapının ardında ne var?” diye merak eder,durur. Aralayamadığı, açamadığı kapıların arkasındakileridüşünerek, hayal ederek geçirir vakt-i ömrünü.Bazı kapılar ürkütür. Bazıları korkutur. Bazı kapılar damüjdeleyicidir. Süleymaniye Camii'nin ihtişamlı kapısındanbir huzur iklimine süzülür insan. Bazen ihtişamlıkapılar korkuya açılır. Esarete de ihtişamlı kapılarındangeçerek gider bazen.Kimi zaman birilerinin kapısına kul olur. Kimi zaman bütünkapıların sahibi Yaradan’ın kapısına sığınarak bulur huzuru...Gök kubbenin altında başını soktuğu evine, sarayına,barakasına ille de bir kapıdan geçerek girer. Çaresizlik bazenkapı kapı dolaştırır. Yüzüne kapanan kapıların önündenbir daha geçmek istemez insan.İnsanlığın mimaride, sanatta, kültürde ulaştığı ihtişamı,kapılardan geçerek keşfederiz. Türkiye’de, Çin’de,Mısır’da, Özbekistan’da, Hindistan’da ve dünyanındört bir yanında...Kapılar, Asya’da, Avrupa’da, Orta Doğu’da, Afrika’da, heryerde medeniyet göstergesidir. İhtişamı ve renkleriyle kapılaro ülkeye dair bir şeyler söyler bizlere. Afrika kıtasınınrenkli ülkesi Tunus’ta olduğu gibi. Tunus’ta kaldığım birhafta içerisinde ‘Seni en çok etkileyen şey nedir?’ diye sorulsahiç tereddütsüz ‘Kapılardı’ derim.Tunus’a Gitmek İçin Çok Neden VarTunus’a gitme amacımız tabii ki sadece kapıları görmekdeğildi. Ancak sadece birbirinden güzel kapılarını görmekiçin bile gidilebilir Tunus’a. Tunus’un kapılarından söz açılmışkenbiraz da ülke hakkındaki gözlemlerimi aktarayım:
Diğer Arap ülkelerini bilmem ama Tunus’a gerçekten bahargelmiş. "Arap Baharı"nın fitilinin ateşlendiği Tunus’tainsanlar geleceğe artık daha bir güvenle ve ümitle bakıyorlar.Başkent Tunus başta olmak üzere ülkenin önde gelenkentleri tam bir bahar coşkusu yaşıyor. Devrimden sonrakurulan hükümette toplumun her kesimi temsil ediliyor.Farklı düşüncelere mensup gençlerin kurduğu sokak komiteleridemokrasiye ve kazanılan özgürlüklere sahip çıkıyor.Tunus Akdeniz’in incisi. Bin iki yüz kilometreye yaklaşan sahilleriyledeniz, kum, güneş tutkunlarının adresi bir ülke. Ülkedeturizme ayrı bir önem veriliyor. Tunus Turizm Bakanlığı,ülkenin tarih ve kültür mirasını dünyaya tanıtmak amacıylayoğun bir çaba içinde.Başkent Tunus, ülkenin en kalabalık kenti. Kenti boydanboya bölen Habib Burgiba Bulvarı, devrim gösterilerine deev sahipliği yapmış günlerce. Burgiba Bulvarı'nda her günbir gösteri oluyor ancak eskisi gibi kanlı değil. İnsanlar büyükbir olgunluk içerisinde gösteri yapıp fikirlerini ve talepleriniortaya koyuyorlar. Kimse kimseye karışmıyor; tam birözgürlük ortamı yaşanıyor anlayacağınız.Tunus’un sokakları ve Osmanlı'dan kalan tarihi çarşısı turistlerinyoğun ilgisini çekiyor. Ülkede güvenlik sorunu yok.Turistler, Tunus sokaklarında rahatça dolaşıyor. Tunus’aTürkiye’den de büyük ilgi var. Tunus, Türkiye Cumhuriyetivatandaşlarına vize uygulamıyor. Çarşıda, pazarda, resmidairelerde Türklere olan sevgilerini açıkça dile getiriyorlar.Tunuslu gençlerin favori ülkesi Türkiye. Tunus halkı Türkdizilerini izliyor. Devlet bu yıl okullara seçmeli Türkçe dersibile koymuş. Sadece bunlar bile Tunus’u gezip görmek içinyeterli değil mi?Hammamat ve Susa, Tunus’un turizmde iddialı olduğuiki kent. Hammamet (Hamamlar) başkente çok yakın.Eski şehrin modern ve lüks otellerin yanı sıra tatil köyleride Hammamet’e dünyanın dört bir yanından yüz binlerceturist çekiyor. Kilometrelerce uzayan Akdeniz kumsallarıgöz kamaştırıyor. Otellerde verilen hizmet Türkiye seviyesindeolmasa bile, keyfinizi kaçırtacak bir olumsuzluklakarşılaşmıyorsunuz. Deniz kenarındaki antik tiyatroda dünyanınönde gelen birçok sanatçısı konser veriyor. Bu arada,otel lobilerinde ve kafelerde canlı Tunus müziği dinlemekde mümkün. Turistik bölgelerden Susa da başkente 140110
kilometre mesafede. Ülkenin üçüncü büyük kenti. Susa’nınbir özelliği de Batılı golf meraklılarının adresi olması... Çarşıları,camileri ve antik bölgeleriyle Susa, görülmeye değer. Sıcakkanlıinsanlar Tunuslular. Birine bir şey ya da bir yer sorduğunuzda,hiç üşenmeden önünüze düşüyor ve aradığınızyeri size gösteriyor. Turistler için Tunus’un en iyi tarafı;tarihi ve turistik bölgelerin başkente çok yakın olması. EskiRoma’nın önemli şehirlerinden Kartaca, başkente 60 kilometremesafede.Mavi Kapılı Kent: Sidi Bou SaidÜlkenin en ilgi çeken kentlerinden biri de Sidi Bou Said. Şehrikabaca tarif etmek, bildiğimiz bir yere benzetmek gerekirsebiraz Yunan adaları, biraz da Bodrum diyebiliriz. Mavi gökyüzününaltında mavi pancurlu ve mavi kapılı, beyaz badanalıevlerin kasabası Sidi Bou Said. Kartaca’daki bu şirin kasaba,Tunus’u Tunus yapan bütün özellikleri içinde barındıyoradeta. ‘Biraz kafamı dinlemek istiyorum’ diyorsanız endoğru adres burası.Beyaz badanalı ve mavi kapılı evleriyle seyrine ve gezmeyedoyulmayan bir şehir Sidi Bou Said. Tunus’un incisi. Pekçokyerde olduğu gibi Tunus’ta da kapılar özel hayatın, mahremiyetinbaşlangıcı. Yüksek duvarların içindeki geniş ve huzurluavlulara bu mavi kapılardan giriliyor. Başkent Tunus’unOsmanlı'dan kalma büyük çarşısındaki ahşap işlemeli kapılarıntersine burada kapılar demirden. Demirin soğuk yüzüneTunuslu kapı ustalarının yaptığı süslemeler, kapılarda demirinsoğukluğunu ortadan kaldırıp düz metal parçaları sıradanlıktançıkarmış ve onları sanat eseri haline getirmiş.Tunuslular, mavi kapılarının önünde vakit geçirmeyi seviyor.Gökyüzü mavi, duvarlar beyaz, kapılar mavi. Mavi gökyüzününaltında mavi kapılı evler, Sidi Bou Said’de farklı bir güzelliksunuyor burayı görmeye gelenlere. Küçücük bir mavi kapıyıaraladığınızda geniş ve etrafında onlarca insanın yaşadığıhuzurlu evler karşılıyor sizi. Bu arada, kapıları, çarşıları, tarihive kültürel mirasının yanı sıra denize nazır şık restorantlardaTunus’a özgü birbirinden lezzetli yemekler de bekliyorsizi… Yakıcı güneşin etkisini sürekli esen rüzgar hafifletiyor.Sahil boylarında turistler, hem denizin hem de güneşin tadınıçıkarıyor. Tunusluların devrimlerine neden ‘Yasemin Devrimi’adını verdiklerini ülkelerine gidince daha iyi anlıyoruz.Geceleri, şehirler buram buram yasemin kokuyor çünkü.111
Kadı Sicillerinden OsmanlıKlasik Dönem Bazı Kültür VarlıklarıProf. Dr. H. Örcün BARIŞTA*Yabancı ülkelerde bulunan ticari akitler, resmi belgeler, anılar veseyahatnamelerin yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu'na ait resmi yazışmalarıiçeren belgeler ve defterlerden oluşan çeşitli yazılı kaynaklar; minyatür, gravür,yağlı boya resim, fotoğraf gibi görsel kaynaklardan sağladığımız bilgiler, genişOsmanlı coğrafyasının etnografyası konusunda önem taşımaktadır.İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi kitabesindeki II. Abdülhamid'in arması.112
Osmanlı EtnografyasınınKaynaklarıTürkiye Cumhuriyeti müze ve özelkoleksiyonlarının yanı sıra yabancıülkelerdeki müze ve koleksiyonlardakikültür varlıkları Osmanlı İmparatorluğudöneminden kalan çok zenginetnografik ürünlerin varlığını gözlerönüne sermektedir. Genellikle Osmanlıİmparatorluğu'nun geç döneminebaşka deyişle 18. yüzyıldan sonrasınatarihlenen bu maddi kültürün elsanatları-süsleme sanatları olarak adlandırılan,nesnel örneklerinin bir grubu16-17. yüzyıllar başka deyişle klasikdöneme tarihlenmektedir. 15. yüzyıldanbaşlayarak saray ve saray dışında kullanılmışürünlerden oluşan bu örneklerinklasik döneme ait olanları genellikle sarayve çevresinden kalan parçaları TopkapıSarayı Müzesi, Türk ve İslam Eserleri vb.gibi bazı müzelerde büyük bir grubu oluşturansaray dışından olan geç dönem örnekleriise ya etnografya müzelerinde ya dabazı arkeoloji müzelerinin etnografya seksiyonlarındasergilenmektedir. Saray ve çevresininsınırlı sayıda olan örnekleri Klasik Dönemdenkalan parçaların bütününe toplu birbakış yapılmasına olanak vermemekte ve bukültür varlıklarıyla saray dışı örnekler arasındaistenilen düzeyde bağ kurma aşamasındabazı kopmalar gözlenmektedir. Bu durum saraydışında halkın günlük yaşamında kullandığımaddi kültür ürünleri olan klasik döneminnesnel kaynakları konusunda bazı bilimsel boşluklaroluşturmakta ve kronolojik bir akış çizgisiiçinde maddi kültür varlıklarının bütünü üzerindebir değerlendirme yapmayı güçleştirmekteyazılı ve görsel kaynaklara başvurmayı gerektirmektedir.Bilindiği gibi Etnografya (Alm. Ethnographie, Fr. Ethnographic,İng. Ethnography): Kelimenin aslı Yunancaethnos= (halk) ve graphiren= (yazmak, tasvir etmek)den gelmektedir. Etnografya, "Çeşitli halkların yaşamatarzlarını, düşüncelerini, yaratmış oldukları maddi vemanevi kültür ögelerini sistemli bir şekilde tasvir eder.Etnoloji’nın bir dalı olan etnografyaya tasviri etnolojide denmektedir." 1 şeklinde tanımlanan etnoğrafyayayönelik müzeler ülkemizde sayıca azdır halk bilim müzeciliğive el sanatları 2 gelişme aşamasındadır. Bunlarüzerinde yapılan araştırma ve yayınlar da sınırlıdır. Başkadeyişle müzelerde sergilenen maddi kültür ürünleriolan nesnel kaynaklarla ilgili yazılı ve görsel kaynaklararasında henuz istenilen düzeyde bağ kurulamamış ve20. yüzyıl öncesi örneklerinden geriye doğru bir bakışaçısıyla geçmiş örneklere gereği gibi eğilinememiştir.İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivindeki dolaplarda bulunan ciltlerden bir görünüm.Geçmişteki kültür varlıklarının belirlenmesi aşamasındamüzelerdeki nesnel örnekler dışında yazılı ve görsel kaynaklardakibilgiler büyük değer taşımaktadır. Bu bağlamdayabancı ülkelerde bulunan ticari akitler, resmibelgeler, anılar ve seyahatnamelerin yanı sıra Osmanlıİmparatorluğu'na ait resmi yazışmaları içeren belgelerve defterlerden oluşan çeşitli yazılı kaynaklar, minyatür,gravür, yağlı boya resim, fotoğraf gibi görsel kaynaklardansağladığımız bilgiler geniş Osmanlı coğrafyasınınetnografyası konusunda önem taşımaktadır.Osmanlı EtnografyasındaYazılı Kaynaklara Toplu Bir BakışBilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminden günümüzeulaşan Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi No D. 97067/5804 sayılı, 1525 tarihli, sarayda örgütlenen ustalarınvarlığını ve yaptıkları ürünleri belgeleyen defter 3 gibi sa-113
ay kayıtları, sanatçı ve ustaların çalışmalarıyla ilgili bilgilerbulunan Ehl-i Hiref Defterleri 4 , saray dışında halk için üretileneşyanın nitelik ve nicelikleri ve fiyatlarıyla ilgili bilgileriçeren 1640 tarihli Narh Defteri'nin 5 yanı sıra çeşitli kurumlardakorunan resmi belgeler değeli yazılı kaynaklar oluşturmaktadır.Bunlar arasında Başbakanlık Devlet ArşivleriGenel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Genel Müdürlüğü'ndekibelgelerden fermanlar 6 , irade, berat vb. gibi tek levhadanoluşan dolama belgeler, mühime defterleri, dışında Evkaf-ıHümayün Nezareti'nin kuruluşundan 1255 (1839 M.) yılındansonraya ait Meclis-i Vasla, Bâb-ı Âli Evrak Odası Sadaretbelgeleri ve Hatt- ı Hümayunların yerini alan Evkaf iradeleri7 dikkat çekmektedir. Bu arşiv dışında Topkapı SarayıArşivi’nde, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde, İstanbulMüftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivi'ndeki defterlerden sağlanacakbelgelerde bilgiler vardır. Bunlar üzerinde yapılan taramalardoğrultusunda yapılmış yayınlara örnekler verilebilir.8 17. yüzyıla Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi eklenebilir.Şer’iyye Sicilleri -Kadı Sicillerinin-Tereke Ünitelerinin ÖnemiBu bağlamda İstanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivindebulunan Üsküdar, İstanbul, Bab, Galata, Eyüp, Balat,Hasköy, Rumeli Sadareti vb. gibi mahkemelere ait Kadı Sicilleriönemli yazılı kaynaklar oluşturmaktadır. Benzer birdurum Başbakanlık Osmanlı Arşivi vb. gibi yerlerde korunanaynı zaman dilimlerini ve daha sonraki tarihleri elealan İstanbul ve İstanbul 9 dışındaki Bolu 10 , Antalya 11 gibişehirlerle ilgili farklı zaman dilimlerini konu alan bazıları yayınlanmışkadı sicilleri (şer’iyye sicilleri) yanı sıra 18. yüzyılınEhl-i Hiref teşkilatı ile ilgili defterler 12 için söz konusudur.Örnekler çoğaltılabilir.Bu kadı sicillerinin tereke, muhallefat, hibe vb. gibi ünitelerindesıralanan maddi kültür ürünleri görsel ve yazılı kaynaklaryanı sıra günümüze ulaşan nesnel örneklerden sağladığımızbilgileri tamamlamakta 16. yüzyıldan başlayarak bizleriOsmanlı etnografyası konusunda aydınlatmaktadır. Bunlarözellikle saray dışı nesnel örnekleri günümüze çok az sayıdaulaşmış bulunan 16. yüzyıl 13 ile 17. yüzyıla 14 ait taşınabilir niteliktekikültür varlıklarının nitelik ve nicelikleri ile alan terminolojisikonusunda çok değerli bilgiler içermektedir.Bu makalede amacımız: İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM)tarafından hazırlanarak 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansıiş birliği ile yayınlanan Kadı Sicillerinden 1, 2, 5, 9, 14, 17,26, 51, 56, 84 numaralı Üsküdar Mahkemesi ile 3, 12, 18Numaralı İstanbul Mahkemesi ve 74 Numaralı Eyüp MahkemesiKadı Sicil Defterlerinin tereke ünitelerinde sıralanansaray dışındaki halkın 16 ve 17. yüzyıllarda kullanmış olduğumaddi kültür ürünlerinin varlığını belirlemek, bu yollasöz konusu defterlerin tereke, muhallefat, hibe vb. gibibaşlıkları altında kümelenen bazı terim ve tamlamaların birgrubuna toplu bir bakışla seçme bir döküm yapmak, Osmanlıetnografyası çalışmalarına nesnel kaynakları destekleyiciyazılı kaynak sunmak için bir veri tabanı hazırlamayolunda bir adım atmaktır.İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi'nde kullanılan dolaplar,aynı zamanda Sultan II. Abdülhamid Han'ın el yapımı olması açısından da değerli.
Makale İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM ) tarafından hazırlanarak2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı işbirliği ile yayınlanan, 16yüzyıla tarihlenen 1, 2, 5, 9, 14, 17, 26, 51, 56, 84 numaralı ÜsküdarMahkemesi ile 17. yüzyıla tarihlenen kadı sicillerinden 3, 12, 18Numaralı İstanbul Mahkemesi ve 74 Numaralı Eyüp MahkemesiKadı Sicil defterleri ile sınırlıdır 15 ve bu Kadı Sicillerindeki terekeüniteleri taranarak sıralanan maddi kültür ürünleri ile ilgili bazı terimve tamlamalardan oluşmaktadır.Belirtilen kadı defterlerindeki ağaç işleri, cam işleri, deri işleri,dokuma işleri (boyalı dokumalar, ev tekstili ürünleri, giysi türleri,kumaş türleri, halı, işleme, keçe işleri, kilim, kürk işleri,metal işleri, örgü işleri, toprak işleri vb. gibi çeşitli araç, gereçkullanılarak teknik uygulayarak yapılmış maddi kültür ürünlerialfabetik bir dizinle şöyle sıralanabilir.16. YüzyılAğaç İşleri: Ağaç çanak, ağaç sini, ağaç tabak, bıçkı tahtası, fıçı,hırdavat sepetiyle, iskemle, sandık, sepet, tekneği hamur.Cam İşleri: Bardak, şişe.Deri İşleri: Bergama papuç, bir çift kalıp papuç, çizme, Gekvizepapucu ma’a edik, iç edük, kalıplar mesh, mesh, meşin, meşinyüzlü sandığı, papuç, papuç edük, sandık-ı papuç, sarı papuç,üç küçük kalıp.Dokuma İşleriBoyalı Dokumalar: Basma bohça, basma minder, basma yastık,basma yorgan, boyalı kepenek, kızıl basma, yemeni yorgan.Ev Tekstili Ürünleri: Bohça, çarşaf, döşek, iki yüzlü döşek, iki yüzlüyastık, şekerpare minder, yastık, yorgan, yüz yastığı.Giysi Türleri: Agrız kaftan, ak çember,ak kaftan, ak saya, alacadestimal, alaca peştamal, aseli, asumani kapama, avare, çuha kaftan,basma çember, baş bezi, bel dolaması, bez kaftan, boyalı bez,börk, bürgü, bürüncek çember, büyük makreme, cübbe, çakşır,çekme çakşır, çember, çuha kaftan, destimal, dolama kaftan, don,eldiven, futa, gök kaftan, gök bez kaftan, gömlek, hamam gömleği,hamayıl, ibrişim kuşak, kaban, kaftan avare, kaftan, kapamaçuha, keseli, kulak makremesi, kır kaftan, kızıl aba yelek, kızıl şebbkülah, kuşak, külah, mücevveze, oğlan feracesi, örtme, peçe, peçemakremesi, peştamal, saç bağı, saten çakşır, sırma dolamaç, siyahçember, siyah ferace ma’a köhne kürk, şalvar, şeb külah, takke,takke-i kadife, tezgahta üç natamam gömlek, tuman, tülbent bürgü,yelek, yeşil çuha kaftan, yün kuşak, üst çukası.Kumaş Türleri: Ak çarşaf, alaca destimal, alaca mor çuka, benekçarşaf, bürüncek destimal, çalma, çatma, çuka, döşek yüzü beledi,dülbent bürgü, gök çuka, hayali kemha, kadife, kemha, kırmızıbürüncek çember, kızıl çuka, kutni, melez bez, nefti çuka, rida bez,şahi atlas, üskili keten, yeşil muhayyer, tafta, tülbent.Halı: Aklı halı, büyük halı, delikli halı, delikli büyük halı, halı, kaliçe,kızıl halı, kızıllı halı, küçük seccade kaliçe, namazlığı, nefti kaliçe, saçaklıhalı del’a Yürük, sarılı halı, sarılı küçücek kaliçe, seccade, uzunsarılı halı, toplu halı.
İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi 'ndekidolapları taçlayan II. Abdülhamid tuğrasıİşleme: Alaca içine işleme yastığı, yorgan çarşabı ikibaşı işlemeli, münakkaş çarşeb, münakkaş dıvar yastığı,iki yastık bir gergef bir enahti işlenme mai makramave kuşak, minder-i münakkaş, münakkaş yastık, nakışlıkuşak, nakışlı yastık, nakışlı çarşaf, rida nakışlı yüz yastığı,peçe dikme, uçkur işleme, yüz yastığı işleme.Keçe İşleri: Aba, aba kaftan, aba aseli, aba zıbın, arakiye,Bursa kebesi, dimi döşek ma’a keçe, döşek keçesi,döşek yüzü keçesi, Islambol abası zeyn, İmroz kebesi,kebe, kebe-i Yanbolu, keçe, keçe-i çoban, kepenek,kızıl aba, yelek, kızıllı kebe, Mısrı keçe, Rumeli kebesi,sarılı kebe, Selanik kebesi, örtü kebe, Yanbolu kebesi.Kilim: Ak kilim, aklı kilim, alaca kilim, boz kilim, kızıllıkilim, kilim-i kebir, küçük kilim, sergi kilim, zili kilim.Kürk İşleri: Asumani çuka ma’a kuzu kürkü, kürk,kürklü ferace, kürk kaplı gök terlik, kürklü lacivert çuka,post, siyah ferace ma’a köhne kürk, siyah kürk,siyahnimten ma’a beyaz kürk, uzun yenli kırmızı kürklü ferace.Metal İşleri: Ak pirinç düğme, altın mengüş, altın yüzük,altun küpe, altınlı makrame, bakır tağan, bakırhareni, bakır sini, bakır tava, bakır yüzük, bakraç, bıçak,büyük tas, Eğin baş esbabı, el tavası, gügüm, gümüşkaşık, gümüş yüzük, gümüş kadeh, gümüş kaşık,gümüş nalın, gümüş zeyner, hamam tası, hırka küpesi,kara bakraç, kazan, kızıl bakraç, kızılca bakraç, kuşakgümüşlü, küçük bakraç, küçük sahan, küçük tas, küçüktencere, leğen, neşter, pirinç düğme, sarı ve yeşiltop iğne, sahan, sini, sorguç,tas, tava, tencere, tepsi, zincirlialtın,sahan, sini, tağan,tepsi, tepsi çanak.Toprak İşleri: Çanak, çinibardak, çini çanak, çinimaşrapa, çini üsküre, çömlek,küpecik, sirke küpü,yassı kaşi, toprak testi.17. YüzyılAğaç İşleri: Sandık, sepet sandığı.Cam İşleri: Cam tası, ayine-i kebir ve sagir.Deri İşleri: Papuç, mest.Dokuma İşleri:Boyalı Dokumalar: Basma yastık, yemeni bohça, yemenimakrama, yemeni perde, yemeni peştamal, yemeniyastık, yemeni yorgan, yemeni tülbent.Ev Tekstili Ürünleri: Abdest makraması, boğça, Bursayastığı, çarşaf, destar örtüsü, döşek, döşek kılıfı,döşek yüzü, hamam döşemesi, hamam rahtı, havlumakrame, havlu döşeme, kahve makraması, kapı perdesi,makat, minder, minder yüzü, perde, peşkir, seccade,sofra, yastık, yüz yastığı, zincir yastık.Giysi Türleri: Baş makraması, bel makraması, berbermakraması, çakşır, çenber, destar, dolama, don, entari,ferace, gömlek, ihram, kaftan, kavuk, kuşak, peçe,peştamal, uçkur, yaşmak, yelek, zıbın.Kumaş Türleri: Al kutni, al sandal, alaca, alaca kutni,alaca sandal, atlas, ateşi atlas, beyaz kutni, boğası,çatma, çuka, havlu, kadife, kemha, kırmızı boğasası,kutni, ma’i atlas, ma’i sandal, ma’i telli kutni, sandal,seraser, sof, yeşil sandal, tülbent.Halı: Kaliçe, seccade.İşleme: Beyaz boğası üzre münakkaş bohça, Fenergömlek münakkaş, hezar pare bohça, işleme gömlek,kırmızı münakkaş boğça, münakkaş berber makraması,münakkaş boğça, münakkaş don, münakkaş makrama,münakkaş yastık, münakkaş yorgan ma’a çarşaf,nakışlı yorgan, sırmalı ocak yaşmağı, yeşil ve kılaptanlımakrama.Keçe: Arakiye, at kebesi, beyaz tiftik kebe, kırmızı arakiye,ma’i Yanbolu kebesi, Selanık orta keçesi, Selanikyan keçesi, siyah ve ma’i keçe, yan keçesi.Kilim: Alaca kilim, kırmızı kilim, sarı kilim.16. yüzyıla ait Şer'iyye Sicilleri (Kadı Sicilleri)nden çevirilerek günümüzde tıpkı basımıyla birlikte yayamlanan kitaplardan bir cilt116
Kürk: Al kutni kaplı samur kürk, al sandal kaplı kakımkürkü, ma’i sandal kaplı samur kürk, mor kuzu kürkü,kırmızı çuka kaplı zerdava kürkü, samur kürk, yelekkürklü Şirvani çukayı Kürdiye, yeşil sansar kürkü.Metal: Altın bilezik, altın dügme, altın mühür, altınraht kuşak, altınlı yastık, andişe altın bilezik, bakırevani, bakır fıraş , baklava tepsisi, buhurdanlık, cebealtın bilezik, gügüm, hamam tası, havan, ibrik, inciküpe, kahve ibriği, kevgir, kılıç, mücevher bilezik, ocakgügümü, sahan, sim hançer, sim yüzük şekl-i tılsım,sini, tava, tencere, tepsi, zümrüt küpe, zümrüt yüzük.Örgü: Ak kenari gömlek, kenari gömlek,gömlek, Tire kenarı gömlek.Toprak: Çini kase, sirke kübü, şarap küpü.kenarlıYukarda 16 ve 17. yüzyıl kadı defterlerinin bir grubundakarşımıza çıkan, ağaç işleri, cam işleri, deri işleri,dokuma işleri (boyalı dokumalar, ev tekstili ürünleri,giysi türleri, kumaş türleri, halı, işleme, keçe işleri, kilim,kürk işleri, metal işleri, örgü işleri, toprak işleribaşlıkları altında kümelenerek dizilen maddi kültürvarlıkları ürünleri kayıtları saray dışında halkın kullanmışolduğu maddi kültür ürünlerinin varlığını ortayakoymaktadır. Bunlar geniş Osmanlı etnografyasınınİstanbul’una bir pencere açmakta ve birkaç semt konusundabizleri aydınlatmakta ve bu defterlerdeki bilgilerbir veri tabanı oluşturmaktadır. Bu verilere yenibelirlemeler eklenince Klasik Dönem maddi kültür varlıklarıdaha da zenginleşecek ve daha çok defter günışığına kavuştuğunda çeşitli araç, gereç kullanılarakteknik uygulayarak yapılmış maddi kültür ürünleri konusundadaha ayrıntılı bilgilerle bulgulara ulaşılacaktır.Sonuç olarak denilebilir ki üzerindeki kitabeden 1309(1891 M.) yılında II. Abdülhamit tarafından tecdidedildiği anlaşılan İstanbul Müftülüğü Şer’iyye SicilleriArşivi binasında II. Abdülhamit’in tuğrası ile taçlandırılmışdolaplar korunan Kadı Sicilleri önemli yazılıkaynaklar oluşturmaktadır. Bilindiği gibi II. AbdülhamitDönemi’nde kurulan, Sicilat-ı Şer’iyye Dairesi’ninİstanbul’a ait yirmi yedi mahkemesine ait olan defterleribulunmaktadır. 15X45 cm. boyutlarında sayfa sayıları10-20'den 200-300'e kadar değişebilen, ortalama100 sayfa civarında ve 400-500 kaydı içeren, dahaçok rik’a, ta’lik veya divani hatla yazılmış bazıları Arapçaolan bu defterler 16 bir dönemin kültür düzeyininpaha biçilmez göstergeleridir.DİPNOTLAR: * Marmara Üniv. <strong>Sanat</strong> Tarihi Emekli Öğr. Üyesi 1) Sedat Veyis Örnek, EtnolojiSözlüğü,Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları: 200, Ankara,1971,s. 80. 2) H.Örcün Barışta, “ Halkbilim Müzeciliği ve El <strong>Sanat</strong>ları”, Türkiye’de HalkbilimMüzeciliği ve Sorunları Sempozyum Bildirileri, Yayına Hazırlayanlar: Öcal Oguz-Tüba SaltıkÖzkan,Gazi Üniversitesi THBMER Yayını, Ankara, 2003,s. 71-77. 3) Tahsin Öz, Türk Kumaşve Kadifeleri I, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1946,s. 43. 4) Filiz, Çağman, “MimarSinan Döneminde Ehli Hiref Teşkilatı”, Mimar Sinan Dönemi Türk Mimarlığı ve <strong>Sanat</strong>ı, İstanbul,1988, s. 73-78: Bk. Filiz, Çağman, “Kanuni Dönemi Osmanlı Saray <strong>Sanat</strong>çıları ÖrgütüEhl-i Hiref”, Türkiyemiz, Akbank, 1988, S. 54, s.11-17. 5) Mübahat, Kütükoğlu, OsmanlılardaNarh Müessesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul, Enderun Kitabevi, 1983.6) Osmanlı Fermanları, Ottoman Fermans, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü,Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın No: 63,Ankara, 2003.Ayrica Bk. ilgili Genel Müdürlükçeaçılmış sergilerin broşürleri. 7) Ayşe, Üstün, Osmanlı Arşivlerindeki İstanbul Cami VeTürbelerin Tamirleriyle İlgili Belgeler, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enistitüsü, İslamTarihi Anabilim Dalı, İzmir, 2000. (Yayımlanmamış Doktora Tezi), s.54. 8) H.Örcün, Barışta,“Yazılı Kaynaklardan Osmanlı İmparatorluğu Klasik Dönem Kadı Defterlerinden İpekKumaşlarıyla İlgili Bazı Bilgiler”, Uluslararası İpek Böcekçiliği ve İpekli Dokumalar Sempozyumu,Atatürk Kültür Merkezi-Akdeniz Üniversitesi-25-28 Ekim 2011. 9) İstanbul Mahkemesi121 Numaralı Şer’iyye Sicili, Tarih 1231-1232 / 1816-1817, Metni Hazırlayan: Şevki NezihiAykut, Halıl İnancık Araştırma Projesi, Sabancı Üniversitesi, İstanbul; 2006.Nevzat Erkan,“XVIII. Yüzyılda Üsküdar’da Şeriye Sicilleri Işığında Gayri Müslim Meslekleri,Uluslararası Üsküdar Sempozyumu VI, 2010, C.2, s. 443-456. 10) Binnaz, Çöpoğlu, Bolu Şer’iyeSicili 1687-1688 Tarihli 836 Nolu Defterin Transkripsiyonu Ve Değerlendirilmesi, Bolu HalkKültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları No 5 Ankara. 11) Hasan, Moğol, TekeSancağı Şer’iyye Sicil-i (1223-1232/1807-1817), Mahter Yayınları,Ankara, 1996. 12) BahattinYaman, “Sarayın <strong>Sanat</strong>karları, 18. Yüzyıl Osmanlı Ehl-i Hiref Teşkilatı”, XV. Türk TarihKongresi Ankara:11-15 Eylül 2006,Kongreye Sunulan Bildiriler 4 Cilt – 4 Kısım, OsmanlıTarihi-D, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2010, s.1937-1949. 13) H.Örcün Barışta, “ KlasikDönem Kadı Defterlerindeki 16. Yüzyıl Maddi Kültür Varlıklarıyla İlgili Bazı Bilgiler”, Uluslararası Katılımlı XVI.Ortaçağ- Türk Dönemi Kazıları ve <strong>Sanat</strong> Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Cumhuriyet Üniversitesi Sivas 18-20 Ekim 2012. 14) H.Örcün Barışta, “I7 YüzyılKadı Sicillerinden Osmanlı İmparatorluğu Döneminin Maddi Kültür Varlıkları Ürünleriyle İlgiliBilgiler”,Uluslar arası Türk <strong>Sanat</strong>ları Sempozyumu, Selçuk Üniversitesi Türk El sanatlarınıUygulama ve Araştırma Merkezi, Konya Büyükşehir Belediyesi, 8-9 Kasım 2012 Konya.15) İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi, 1 Numaralı Sicil (919-927/M. 1513-1521),Hazırlayanlar: Bilgin Aydın- Ekrem Tak, İSAM, 2008, C.1. / İstanbul Kadı Sicilleri ÜsküdarMahkemesi, 2 Numaralı Sicil (H.924-927 /M.1518-1521), Hazırlayan: Rıfat Günalan-Vildan Kemal- Özlem Altıntop- Hatice Ayyıldız Bahadır, Arapça Metin: Mehmet Akman,Kontrol Eden: Mahmut Ak, Mustafa Oğuz, İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür BaşkentiAjansı, 2010, C.2. / İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi, 5 Numaralı Sicil (H.930-936/M.1524-1530), Hazırlayan: Yasemin Dağdaş- Zeynep Berktaş, Kontrol Eden : MustafaOğuz, İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, 2010, C.3. / İstanbul Kadı SicilleriÜsküdar Mahkemesi, 9 Numaralı Sicil (940-942/M. 1534-1536), Hazırlayan: KenanYıldız, Kontrol Eden: Recep Ahıshalı, İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı,2010, C.4. / İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi, 14 Numaralı Sicil (953-955/M.1546-1549), Hazırlayan: Nuran Gürel, Arapça Metin: Mehmet Akman, Kontrol Eden: AbdürkadirÖzcan, İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, 2010, C.5. / İstanbulKadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi,17 Numaralı Sicil (H.956-963/M.1549-1556), Hazırlayan:Orhan Gültekin, Arapça Metin Mehmet Akman, Kontrol Eden Mustafa Oğuz, İSAM,İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, 2010, C.6. / İstanbul Kadı Sicilleri ÜsküdarMahkemesi, 26 Numaralı Sicil (H. 970-971/M. 1562-1563), Hazırlayan: Rıfat Günalan,Arapça Metin:- Mehmet Akman, Kontrol Eden: Fikret Sarıcaoğlu, İSAM, İstanbul 2010Avrupa Kültür Başkenti Ajansı , 2010, C. 7 . / İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi,51 Numaralı Sicil (H. 987-988/M. 1579-1580) Hazırlayan: Rıfat Günalan, Arapça Metin:Mehmet Canatar- Mehmet Akman, Kontrol Eden: Feridun Emecen, İSAM, İstanbul2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı , 2010, C.8. / İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi,56 Numaralı Sicil H. 999-991/M. 1582-1583), Hazırlayan: Hilal Kazan-Kenan YıldızArapça Metin: Mehmet Akman-Tahsin Özcan, Kontrol Eden: Mahmut Ak, İSAM, İstanbul2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı , 2010, C.9 . / İstanbul Kadı Sicilleri Üsküdar Mahkemesi,84 Numaralı Sicil (H. 999-1000/M. 1590-1591), Hazırlayan: Rıfat Günalan, ArapçaMetin: Mehmet Canatar- Mehmet Akman, Kontrol Eden: Mehmet Canatar, İSAM, İstanbul2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı , 2010, C.10 . / İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbulMahkemesi 3 Numaralı Sicil (H.1027/M. 1027/M.1618), Hazılıyan: Yılmaz Karaca- RasimErol- Salih Kahraman- Fuat Recep- Sabri Atay- Hüseyin Kılıç, Arapça Metin: Mehmet Akman,Kontrol Eden Fikret Sarıcaoğlu, Koordinatör Mümin Yıldıztaş, İSAM, İstanbul 2010Avrupa Kültür Başkenti Ajansı , 2010, C. 13. / İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul Mahkemesi12 Numaralı Sicil ( H.1073-1074 / M.1663-1663), Hazırlayan: Rasim Erol- Salih Kahraman-Sabri Atay-Hüseyin Kılıç-Yılmaz Karaca, Arapça Metin: Mehmet Kahraman, Kontrol EdenFikret Sarıcaoğlu, Kordinatör Mümin Yıldıztaş İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür BaşkentiAjansı , 2010, C.16. / İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul Mahkemesi 18 Numaralı Sicil(H.1086-1087 / M.1675-1676)Hazırlayan Salih Kahraman-Fuat Recep- Sabri Atay,HüseyinKılıç Yılmaz Karaca- Rasim Erol, Arapça Metin Akman,Kontrol Eden Fikret Sarıcaoğlu, KoordinatörMümin Yıldıztaş, İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, 2010, C.18. / İstanbul Kadı Sicilleri, Eyüb Mahkemesi, ( Havas-ı Refia)74 Numaralı Sicil (1072-1073/M.1661-1662), Hazırlayan Hüseyin Kılıç- Salih Kahraman-Fuat Recep- Sabri Atay- RasimErol-Yılmaz Karaca, Arapça Metin, Mehmet Akman Kontrol Eden: Fikret Sarıcaoğlu, Koordinatör:Mümin Yıldıztaş,İSAM, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı 2011,C.19.16) Yunus Uğur,”Şer’iyye Sicilleri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye DiyanetVakfı, İstanbul, 2010, C. 39,s.9.18.yy'dan ebru kaplı cilt117
Hurda KâğıtlarMücevhere DönüşüyorEmine DOYDUBinlerce yıldır insanlık tarihini kaydeden, ancak bilgisayar teknolojisinin hayatımızda her geçen gün daha fazla yeretmesiyle, bilgiyi kayıt altına almaktan çok ambalaj malzemesi olarak kullanılan kâğıt, şimdilerde sanatkârlarınellerinde yeniden hayat buluyor. Atık kâğıtlardan takılar ve süs eşyaları yapan Ali Rıza Kart’ın ortaya koyduğuürünler de bunun güzel bir örneği…Sözcüklerin gizeminikeşfeden insanoğlu,onu ölümsüzleştirmekiçin kâğıdı icat etmiş.İnsanoğlunun sözünümuhafaza edince nicekadim eserlerin zaman içindeseyri de mümkün olmuş.Böylece kâğıt, insanoğlununzaman içindeki hikayesine şahitlikederek, toplumların ve milletlerin hafızası konumunayükselmiş. Kâh kutsal kitapların kayıt altına alındığı sayfalarolup bir mücevher titizliğiyle saklanmış, kâh devletantlaşmaları için atılan imzaları ve basılan mühürleri taşıyanbir sine olup tarihi birer belge olarak yüzyıllarca muhafazaedilmiş.Zamanla kâğıdın, büyülü sözcüklerin kaydı dışında kullanılabileceğikeşfedilince, ona yüklenen anlam da kaybolmuş.Kâğıdın gündelik hayatın içinde; sağlıkta, temizlikte, paketlemedeişleri kolaylaştıran bir ürün haline dönüşmesi bir zamanlarona ne kadar değer verildiğini de unutturmuş. Üretiminingeçmiş dönemlere göre kolaylaşıp yaygınlaşması, onukullanılıp sonra da çöpe atılan bir nesneye dönüştürmüş.Kâğıdın bilinçsizce tüketilmesi ormanların azalmasına nedenolmaya başlayınca alınan bir takım önlemler, onu eski değerinekavuşturmasa da en azından daha dikkatli kullanılmasıgerektiği bilincini oluşturmuş. Kâğıt atıklarının değerlendirilmesibu bilincin bir sonucu. Kâğıtların geri dönüştürülüpyeniden kullanılmasının yanı sıra, atık kâğıtları bir işlemdengeçirmeden kullanan, onlardan harikalar oluşturan sanatçılarda var.118
ya, ben de kâğıtları kıvırıp dururdum.” sözlerine gülerekdevam ediyor: “Gerçi hala bu huyumu bırakmış değilim;ama en azından artık kullanılabilir şeyler üretiyorum.”Atık Kâğıttan<strong>Sanat</strong>a Giden YolBirçoğumuz için sıradan birşey olan kâğıt, bu insanlarınhayatlarında adeta bir tutkuyadönüşmüş durumda. Bututkuyu yaşayanlardan biri deAli Rıza Kart. Küçük yaşındanberi elinde kâğıdı yoğuran busanatkâr, günün birinde farkındaolmadan ona şekillervermeye, kâğıttan objeler,takılar yapmaya başlamış.Kâğıda baktığında çeşitlişekiller görebildiğini keşfetmesiylehayatı bir andadeğişen bu sanatçı, dünyadadaha önce hiç yapılmayanbir tarz geliştirmiş.Yaptığı sanatınpatentinide alan sanatçı, şimdilerde bunuTürkiye’ye özgü “Kâğıt <strong>Sanat</strong>ı” olarak tanıtmaçabası içinde. Hava Kuvvetleri’nden emekli olan vehalen Eskişehir’de yaşayan Ali Rıza Kart, bu tanıtım çabasını,yurt içinde birçok fuar ve televizyon programlarınakatılarak gerçekleştiriyor. Bir fuar vesilesiyle İstanbul’ageldiğinde bizi kırmadı ve kendisiyle bir görüşme gerçekleştirdik.Kâğıda olan tutkusunun nasıl başladığını sorarak başladıksöyleşimize. “Elimde her daim bir şekilde kâğıt olurduçocukken. Okulda hep yere atılan kâğıtları toplar onlarısıramın altına kaldırır, onlardan bazen top yapar bazende gemiler, uçaklar yapardım.” diyerek başlıyor anlatmayave devam ediyor: “Yetişkin olunca da bu alışkanlığımdevam etti. Sanırım kâğıtla meşgul olmak farklıbir güven duygusu veriyordu bana. Kimileri tespih çekerKâğıttan takı yapma fikri de sözüm ona böyle kâğıtlarlaoynarken doğmuş. Bir akşam evde televizyon seyrederkenfarkında olmadan elindeki kâğıt parçalarına şekillerveriyormuş. Reklam arasında, büküp sehpa üzerinebıraktığı bir sürü kâğıt parçasının rengârenk bir ambiyansoluşturduğunu fark edince bunu değerlendirmeyi,takı yapmayı düşünmüş. O akşam uzunuğraşların sonunda istediği biçime sokabilmişkâğıtları; her birinden bir takı ortaya çıkarmış.Uzun süre yaptığı takıları kızlarına ve eşinehediye etmiş Ali Rıza Kart. Kızlarının ve eşininüzerinde, yaptığı takıları gören arkadaşları,kendileri için de üretip üretemeyeceğinisorduklarında önce şaşırmış. Butürden olumlu tepkiler ve talepler gelmeyedevam edince, işin seyri değişmiş.Kart, “Evde oyalanmak için başladığımbu iş, başkalarının beğenisini kazanıncaçok mutlu oldum. Pek çok kişininbana ulaşmaya başlaması güvenimi artırdıve kendimi geliştirmeye, daha çokçalışmaya başladım.” diye konuşuyor.Ali Rıza Kart ile yaptığımız söyleşide, atıkkâğıtlardan albenili takılara uzanan yolunduraklarında neler olduğunu merak ettiğimizde,ilk basamaktaki tecrübelerini anlatmaya;sokak aralarında kocaman bez çuvallıarabalarıyla bir çöp konteynerından ötekineseğirten kâğıt toplayıcı çocuklardan, gençlerdensöz etmeye başlıyor. Çoğu çocuk denecek yaşta,hiç dikkat etmeden geçip gittiğimiz, farklı bir dünyayaaitmiş gibi muamele gören kâğıt işçilerinden çokşey öğrendiğini anlatıyor bize Ali Rıza Bey. “Bazen gizlihazineleri bulmaya çıkan gizemli bir topluluk gibi görürümonları. Mesela kullanılabilir kâğıt atıkların en çokhangi sokaklardaki konteynerlerde olduğunu onlardanöğrendim.” diyor ve gülümseyerek ekliyor: “Bazı gecelereşimle yürüyüşe çıktığımda, kendimi çöpleri karıştırırkenbuluyorum. O zaman eşim yanımdan uzaklaşıpbeni uzaktan seyreder ve ‘birlikte olduğumuzu anlamasınlar’der.”Kâğıdın Mücevhere DönüşmesiHangi malzemeleri kullandığını sorduğumuzda, “Herkesinevinde bulunabilecek basit malzemeler; atık kâğıt,herhangi bir tutkal ve vernik.” diyor. Artık çok kısa birsüre içerisinde farklı takılar yapabildiğini söyleyince kendisindenbize bir yüzük yapmasını istiyoruz. Masanınüzerinde birazdan çöpe gidecek gibi duran kâğıt parçalarınıeline alarak, şerit halinde kesiyor ve şeritleri birbirininetrafına yuvarlayarak bir spiral oluşturuyor, oluşan119
mı çizen ve onu bizden isteyenler oluyor.Onlara çizdikleri tasarıma sadık kalmayasöz vermeden, ona benzer bir şey üreteceğimisöylüyorum. Özgür çalışmayıseven bir ruhum var, çoğunlukla kenditasarladığım şeye bile bağlı kalamıyorum.Çünkü bazen elimdeki kâğıt böylebir şeyi kaldırmıyor, ne kadar dirensemde kendi olmak istediği şey neise o oluyor. Çoğu zamanortaya çıkacak ürünükendim de merakediyorum. Birde bakmışım ki ellerimbenden bağımsızhareketetmişler...”Ali Rıza Kart, yaptığıişi daha genişkitlelere ulaştırmakistiyor. Hayalide, origami denincenasıl akla Japonya geliyorsa,kâğıt takı sanatı dendiğinde de Türkiye’ninakla gelmesi… “<strong>Sanat</strong> ve spor gibi dallar, birülkenin reklamını en zahmetsiz şekildeyapma imkânı sağlıyor. Türkiyebu gerekliliği sporda keşfetti. İnşallahsanatla ilgili teşvikler deyapılır.” diyen Ali Rıza Kart’ınhedefi ise yaptığı çalışmaları,bu işe heves duyan gençlereöğretebileceği bir atölyekurmak…121
Düşünce HayatınınSembolleriProf. Dr. İlhan ÖZKEÇECİ*Bugünü anlamak için Osmanlıya bakmak nasıl gerekliyse, Osmanlıyı anlayabilmek için de Anadolu Selçuklu'ya ve dahaötesinde de Büyük Selçuklu'ya bakmak lazımdır. Türkistan’dan Anadolu’ya ulaşan bir maceranın değişik konaklarındansızan ışıkları, değerli eserlerin mücevher parıltılarını gündemimize aldık. Bu suretle bizden evvel yaşanmış, hissedilmiş,üzerinde rüzgârlar estirilmiş ve nice rengiyle hayata yön vermiş olan kıymetleri yeniden gözler önüne sererekbugünümüzün daha da aydın olmasına bir vesile olsun istedik.“Muhyî sana olan himmet / Âşık isen cana minnetElif Allah, Mim Muhammed / Kisvemizdedir dalimiz”Muhyî1. Türk <strong>Sanat</strong>ı HakkındaTürkler İslâm dairesinde yer aldıktan itibaren, Çinhudutlarından Avrupa ve Afrika ortalarına, AtlasOkyanusu'ndan Hint Okyanusu'na kadar uzanan sahalardaküçük, büyük birçok devlet kurmuşlar ve bu uzunsüreçte Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşundanbaşlayarak son asra kadar, İslâm dünyasının egemenliğiniellerinde tutmuşlardır. Karahanlılar, Gazneliler,Selçuklular, Timurlular, Akkoyunlu Türkleri Müslümanlıköncesi birikimleri ve kültürleriyle, özellikle UygurTürklerinin gelişmiş sanat anlayışını Müslümanlıklabirleştirerek gerek teknik, gerek ifade itibariyle üstünseviyede ve bütün dünya sanatları arasında saygınbir mevki işgal eden, estetik değeri yüksek muhteşemsanat eserleri ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla Türk sanatı;İslâmiyet’ten etkilendiği kadar, eğitimde, kurumlaşmada,siyasi ve askeri yapılanmada, mimari yapılarda,süsleme ve resim sanatında yeteneklerini bu medeniyetiçinde geliştirerek birçok yönden İslâm medeniyetinietkilemiş ve bu medeniyet çerçevesinin en önemliunsurlarından biri olmuştur.Bu yazımızda kültür tarihimizdeki eserlerin önemli noktalarınadikkat çekelim istedik. Buna göre Türkistan’danAnadolu’ya ulaşan bir maceranın değişik konaklarındansızan ışıkları, değerli eserlerin mücevher parıltılarınıgündemimize aldık. Bu suretle bizden evvel yaşanmış,hissedilmiş, üzerinde rüzgârlar estirilmiş ve nicerengiyle hayata yön vermiş olan kıymetleri yenidengözler önüne sererek bugünümüzün daha da aydın olmasınabir vesile olsun istedik.Bugünü anlamak için Osmanlı'ya bakmak nasıl gerekliyse,Osmanlı'yı anlayabilmek için de Anadolu Selçuklu'yave daha ötesinde de Büyük Selçuklu'ya bakmak lazımdır.Türkistan coğrafyasında doğmuş Karahanlı, Gazneligibi ihtişamlı Müslüman kültürlerle önemli temaslardabulunmuş olan Büyük Selçuklular medeniyetin inşasındaönemli görevler icra ettiler.2. <strong>Sanat</strong> ve EtkinlikleriMedeniyetler gücünü simgelemek, kalıcı olmak, gelecekiçin kendinden, kültür, inanç ve yaşadıklarından işa-Hargird Nizamiye Medresesi Kûfî yazı kuşağından bir bölüm122
Hargird Nizamiye Medresesi kuşak yazısından bir bölümün yeniden yazıldığı bir levha (İ.Özkeçeci- H. 1410/M.1990.)retler bırakmak adına sanat eserleri üretmiştir. Aynı zamandasanat ve sanatsal üretimin gücü milletlerin dünyadakikonumunu belirlemede etkin rol oynamıştır. Yenimedeniyetlerin çoğu devraldıkları sanat ve bilim birikimlerizaman içerisinde kendi karakteri çerçevesinde geliştirmişlerdir.Tarihte iz bırakmış toplumlar sanat eserlerivasıtasıyla unutulmazlık vasfına sahip olmuşlardır.<strong>Sanat</strong> ve etkinlikleri, kültürel farklılıklara ve zamanagöre değişen görüntülere sahiptir. Aynı zamanda hayatınamacını ifade etmede ve bu amacı gerçekleştirmedesanatın vazgeçilmez bir değeri vardır. İnsanlık, tarihinilk dönemlerinden beri kendi iç dinamiklerini sanatladış dünyaya yansıtmıştır. Bunda inanç sistemlerinin deönemli payı bulunmaktadır.Toplumun yaşadıkları, inanç dünyası, idaresi, iktisadı,başarı ve mağlubiyeti aynı zamanda bilimsel gelişimlergibi sanat üretimlerini de kendi bünyesindeki etkilerleoluşturur. Bu suretle sanatın kültürel yapıdaki rolü toplumaözgünlüğünü ve bu özgünlük içinde ulaştığı estetikboyutla evrenselliği yakalayabilme fırsatını verir. İnsanındoğa ile mekan ve kültür ile olan ilişkilerindeki estetikboyut ve bunun tarihi geçmişinde yaşadığı değişimlerve bugüne yansımaları hep sanatsal tasarımların öncülüğündeolmuştur.İslâm dünyasında ilk dönemlerden itibaren kudsî kitabınmesajları aynı zamanda semboller olarak da yaşamdünyasına aksetmiştir. Bu bir yazı olduğu gibisembolik bir tasarım veya soyut bir motif de olabilmiştir.Bir mabedin, camiin, türbe veya minarenin herhangibir noktasında göze çarpan bu semboller hakikatençok ince süzgeçlerden geçerek zamanın kıymetlerinibünyesine kazandırmıştır.Geçmiş kültürlerin bırakmış olduğu izleri de değerlendirerekİslâm sanatçıları kendi ruh dünyalarının aksini bütünbir coğrafyada pırıltılı akislerle yansıttılar. Bir binayısadece konstrüktif olarak düşünmeyip düşünce boyutunuda hesaba katarak ona farklı güzellikler ve anlamlaryüklediler. Bu anlamlar tabiidir ki inancın temel kökleriniifade ederken insana iyilik, güzellik, huzur, tevazumesajları dahi iletiyordu. Her devirde önemli siyasiçekişmeler, kavgalar, mücadeleler alabildiğine sertliklesürerken sanki hiçbir şey yokmuş gibi duygu ve hisdünyası başka âlemlere kanat çırparak toplumu, insanlarınemalandırıyordu.3. <strong>Sanat</strong> ve SembollerSembol ve diagramik ifadeler inanç ve düşünce kavramlarınınsembolize edilmesidir. Çeşitli kavisli, organik şekillerolduğu gibi; dairevi, dörtgen, beşgen, altıgen, sekizgenveya kırık köşeli çokgenler gibi çeşitli şekillerdeolabilir. Mandala gibi levha şeklinde olan, üzerindemuhtelif figüratif bölümler bulunan, yer yer çeşitli yazılarınyer aldığı sembol ifadeler olduğu gibi değişik, farklıkavramlar taşıyan simgeler de olabilir. 1İslâm sanatının mana bakımından değerlendirildiğindeşekil ve biçimlerin arka planına intikal eden bir bakışlaâleme, dünyaya, olaylara bakmak ayrı bir hususiyet taşır.Fizikötesi dünyanın eserlere yansıması, Allah’ın yegâneyaratıcı ve güç sahibi olarak bu âlemdeki tasarrufu, insanıdesteği altına alarak korur.<strong>Sanat</strong>çının ortaya koyduğu eseri kendi ruh dünyasınındışa bir yansıması olduğu gibi aynı zamanda gerçek<strong>Sanat</strong>kâr’ın (Yüce Yaratıcı'nın) insandaki duygulara verdiğiilhamın eseridir. <strong>Sanat</strong>kârın yaptığı motifler ve figürler,onun ilâhî kaynağından yani cennet mefhumundangelir. <strong>Sanat</strong>kâr eserini yaparken sadece duyu organlarınınkendisine ilettiğini algılamakla kalmaz, akılla, düşünerekkavradığı olguları yüce ve ulvî Mabud’a layık birşekilde yapar. 2Alfabenin birinci harfi olan Elif, İslâm kültürünün en temelsembollerindendir. Ve onun temsil ifadesi Allah lafzınayöneliktir. Müslüman’ın zihni için manevi hakikatlerindoğrudan sembolleri olarak sunan hat sanatının görselformlarında her bir harf, kendi kişiliğine sahiptir vegörsel biçimiyle belirli bir ilâhî sıfatı sembolize eder; çünkükutsal alfabenin harfleri, İlâhî Kâtip (Divine Scribe)olarak Allah’ın özellik ve sıfatlarına tekabül eder. 3 Dikey-123
Gülpayegan Mescid-i Cuması madalyonlu Kûfî yazı satırıliğiyle elif harfi Hükümdar’ı (Divine Magesty) ve her şeyinkaynağı olan Aşkın İlke’yi sembolize eder. Onun, alfabeninkökeni ve görsel formu, Gerçeklik’in doğasıyla ilgiliİslâmi metafiziksel öğretiyi taşıyan Yaratan’ın yüce ismiolan Allah’ın ilk harfi olması bu nedenledir. 4İslâm kültüründe en önemli hacmi mimari yapılar oluşturmaktadır.Bu yapıların strüktürel yapısından başka içdekorasyonu da mühim bir yer tutar. Bir diğer noktada1. Harrekan Kümbeti, I. cephesinden bir görünümyazma eserlerin tanzim ve tezyini ise çok ciddi miktarve sayıdaki eserlerin vücuda gelmesini temin etmektedir.İslâm sanatkârı mimari eserlerde işlemiş olduğu geometrikmotiflerin de ilahi kaynağı ifade eden anlamlarıvardır. Çoğu mimari yapıda yazıların kurgusundaki temelifadesi “Allah” lafzı üzerinde odaklanır. Bu kelimegerek tek başına ve gerekse bir cümle –ayet veya kudsimetinlerden birisi- olabilir. Kullanılan geometrik motiflerinbeşgen, altıgen, sekizgen gibi farklı görünümleresahip olmalarıyla beraber anlamlarında da kendinehas özellikler vardır. Bu durum Müslüman sanatkârınİslâm düşüncesini iyi anladığını ve bunu gerek mimariyegerekse motiflerle yorumladığını ortaya koyar. Birkandil içindeki ışık, Yaratan'ı temsil ederken, şekil ötesiolan Tanrı’nın bir görüntüsünü ortaya koyar. Mezartaşlarıveya yapıların üzerinde görülen yuvarlak şekiller, çarkıfelekler,gülbezek dediğimiz lotuslar, hep Allah’ın fizikötesidünyalarda ifade edilen tezahürleridir. 5Halı sanatına baktığımızda zengin ifadelere rastlarız. Genelolarak mimarideki mihrab nişi, iki boyutlu olarak halıseccadelere resimlenmiştir. Mihrap kemerini, kavsarasınıtaşıyan sütunçeler, kitabelikler ve diğer ögeler küçük soyutlamalarlaseccadelere olduğu gibi aktarılmıştır. İslâmsanatçıları somut şekillerde anlatım yolu yerine, soyut vesembolik şekilleri tercih etmişlerdir. Ancak zaman zamanseccadelerde karşımıza çıkan realist tasvirler de, bazı dînîkavramların ve kuralların simgeleridir. Örneğin seccadelerdegördüğümüz “kandil resmi”, ilâhî ışığı; “ibrik”, bedentemizliğini; “hayat ağacı”, sonsuz yaşamı sembolizeeder. Daha birçok motifin İslami inançlara göre yorumlanmasıyapılmıştır. Mihrap nişinin tepe noktasından aşağıyadoğru sarkan bir çiçek demetinin “Bağ-ı İrem”i, mihrapnişinin, “cennetin kapısı”nı simgelemesi gibi. 6 Sonsuzluk124
Kûfî satırıın detaylı çizimi (İ.Özkeçeci-2012)ve mükemmellik arayışını sembolize eden dini kitap süslemelerindederinliklere inmeyen bölgeler arasındaki sathifarklılıklara rağmen bazı genel semboller kullanılmıştır.Mesela tezhipli süslemede çok kullanılan “kare” ve “dikdörtgenler”yeryüzünü, “yarım daireler” ve “üçgenler”gökyüzünü işaret etmektedir. Aynı motiflerin devamlı şekildetekrarı dünya ve evrendeki ritmi simgelemektedir.Bütün bunlar İslâm dininin görkem ve güzellik doktrini ileyakından ilgilidir. “Altın” baş eleman olarak güneşi sembolizeederken, ışığın rengi olan “sarı” da, gerçekte bilgisembolü olarak kullanılmıştır. Kur’an da tekrar tekrar ışığıönerir. Motif olarak tanıdığımız “şemse”, Arapça güneşkelimesinden gelmektedir. 74. Bazı Eserlerin Tahlili Bahsinde:4. I. Hargird Nizamiye MedresesiNizamülmülk tarafından 1068 yılında inşa edilen ve eneski medreselerden birisi olan Hargird Nizamiye Medresesiİran’da Hargird köyü yakınında bulunmaktadır. KaynağınıHorasan bölgesinden alan dört eyvanlı medreselerinmuhtemelen eskilerindendir. Oldukça harap bir durumdaolan bu yapıdan günümüze az bir şey kalmıştır. Bu kalıntılararasında güney eyvanın bir kısmı bulunuyor. Bazı duvarve kemerler ve güney eyvanından bir mihrap bunlar arasındadır.Bu kalıntılar arasında bir kısım tuğla duvarlar vebazı Kûfî yazı kuşakları vardır. Yazı ve desenler tuğla üzerindealçı ve terakota malzeme ile işlenmiştir. 8Yazıyı oluşturan harflerin bünyeleri düz, kıvrımlı, kavisli hareketlerleilerlerken, satırların üst kısımlarını tamamlayanmotifler harflerle bütünleşmiştir. Duvar zemininden oldukçayüksek şekilde çıkıntılar yapan bu kompozisyonlar gerçektenplastik sanatın şaheserleridir. Adeta bir heykel görünümündeihtişamlı eserlerin bakiyeleri hala ayaktadır.Kutsal kelâmı, bunun gibi ilim müesseselerinin en güzelmekânlarına ta’lik eden ideal sahibi bu insanlar, gayretli,yöneticiler takdire şayan başarılı işler yapıyorlar. Bir yandanbir eğitim kurumunu anlamlı bir şekilde hayata geçirirkenbir diğer taraftan da onun ruhunu, manasını yüceltenmetinleri en güzel estetik çizgileri havi bir biçimde mekanakazandırıyorlar. Devlet adamlarının hem siyasi, askeri, malimeselelerde en aktif biçimde aldıkları rolün yanında birerilim ve sanat aşığı olarak kültür hayatımıza ölmez eserlerkazandırdıkları ne kadar aşikardır? O dönemlerde hakikatenhükümdarlar, vezirler en zorlu siyasetle meşgul olurlarkeninançları yolunda en güzel abideleri de bu milletin hazinesinekazandırmaktan çekinmemişlerdir.Çok ilginç dekoratif kurguları içeren bu Kûfî yazıların herbir bölümü kendi içerisinde birer tasarım harikasıdır. Harflerdetek kalınlığın kullanıldığı metinde ayın, fe, mim, vavgibi harflerin tamamen bir daireden meydana geldiğinisöyleyebiliriz. Nun, tı, zel gibilerinin de bu dairevi hareketeintibaktan sonra S kıvrımları ile sonlandırıldığını görürüz.Satır çizgisinin üzerinde harflerden arta kalan boşluklarında simetrik madalyon biçiminde rumi motifleriyle doldurulduğuaçıktır. Elif-lam gibi dikey olanların da uçlarındahelezoni kıvrımlarla hareket eden ve simetri uygulananrumi tarzı motifler olduğunu söyleyebiliriz.XI. yy. Meşrık Kûfî hattıyla yazılmış bir Kur'an sayfası125
4. III. Harrekan Kümbediİran Selçuklu sanatının en önemli kümbetlerindenikisi, birbirine 30 m. Ara ile değişik zamanlarda yapılanHarrekan kümbetleridir. Kazvin-Hemedan arasındakiHarakan bölgesinde bulunan bu kümbetlerden I. si kitabesindebelirtildiği üzere Sultan Alparslan zamanında, 1067-1068yıllarında mimar Zencanlı Muhammed bin Mekkî tarafındaninşa edilmiştir. Eserin banisi Ebu Said Bicar ibn Sad’dır. Sekizgenplanlı olarak tuğladan yapılmış olan 1. kümbetin birincicephesinden alınan bu desen tuğladan mamul sivri kemeriçerisinde geometrik kompozisyonlardan oluşmaktadır.Aberkuh Pir Hamza Sebzpuş Türbesi mihrabının genel süsleme dekoru 104. II. Gülpayegân Mescid-i CumasıGülpâyegân Mescid-i Cuması, Selçuklu Sultanı Melikşah’ınoğlu Muhammed Tapar tarafından 1105-1118 yılları arasındayaptırılmıştır. Selçuklu döneminden sadece bir kubbelimekânı kalmış olan cami Kajar devrinde abidevi dört eyvanlıbir yapı haline getirilmiştir. 9Camideki abidevi yazılardan birisinin gösteren resimde panohalinde Kûfî yazıyla Kelime-i Tevhid yazılmıştır. Yazıyı; 1- alttakimetin kısmı, 2- ortada yer alan geometrik geçmeli sekizköşeli halkalar, 3- kalan harflerin üstteki uzantıları olmaküzere üç kategoride mütalaa edebiliriz. Karakteristik özelliklertaşıyan harfler birbiri ile farklı kombinasyonlarda birleşmiştir.Lafza-i Celâl’i bazen alışılmış şekillerde görmemize rağmenİsm-i Nebi çok daha değişik bir yapı sergiler. Yazı kuşağınınortasını beş adet sekiz köşeli geçmenin doldurduğu vakidir.Bunları birbirine daha küçük çapta ve basık formdaki diğer sekizkollu halkalar bağlar.Bunların üzerindeki elif ve lam harflerinin uzantıları belli boşluklarbırakılarak satırı ahenge kavuşturur. Sağdan başlayanyazı kuşağında sekiz köşeli halkaların ilk üçünün merkezindegöbeği yuvarlak noktalı, etrafı sekiz kareden oluşan sekiz köşeliyıldızlar bulunu. Son iki sekiz köşeli formun göbeğinde ileince bir Kûfî hatla “Allah” lafzı okunmaktadır.Ana şemayı altıgen halkaların birbiri içerinden geçerek oluşturduğugeometrik geçmeler meydana getirir. Bu organizasyonsonucunda alanda onikigen madalyonlar meydana gelmiştir.Bu onikigen madalyonlar birbirine öylesine ustaca bağlanmışlardırki ne onları müstakil bir form olarak görmek vene de bağlantılarını ayırt edebilmek kolay görünmez. Alttantepeye doğru 4-3-2 adet şeklinde sıralanan bu rozetlerinmerkezine Kûfî hat ile “Allah” lafızları oturtulmuştur. Hadiseyenazar edildiğinde her bir merkezin Lafza-i Celal’i sürekli terennümettiği hissedilir.Çizgiler hem birbirini keserek geçer ve aynı zamanda yer yerkırılarak ahenkle başka formları da oluştururlar. Yer yer toplananve daha sonra dağılan, bu arada ışık patlamasıyla yayılanbir başka manzara bu tabloda kendini ön plan çıkarır. Kemerkasnağında yer alan iri tuğlalar konuya sükûnet taşır. Onlarınbu ritminden sora devreye giren köşebent alanları ise daireiçerisinde sekiz kollu yıldızlarla farklı bir boyuta taşınır. Vedüz sıralı tuğlalarla yukarıdaki Kûfî yazı kuşağına intikal eder.4. IV. Meşrık Kûfî Hattı Kur'anMimari süsleme unsurları arasında şimdi de, bir tezhipli KufiKur'an sayfasına nazar edelim. Kûfî hattın saltanatı zamangeçmekle bitmemiş, onu takiben doğuda “Meşrık Kûfîsi” batıda“Mağrip Kûfîsi” adlarıyla farklı ihtişamı sergilemiştir. MeşrıkKûfîsi, Horasan’ın, Türkistan’ın inanç dünyasına hediye ettiğiyeni bir güzellikti. Kalın kalemle az sayıdaki satırda yazılanbu yazı heybeti ile beraber zarafetin de timsali oldu. Yatayçizgilen oluşturduğu satırlara yerleşen metinler dikey harflerledengelenmiştir. Buna ilave olarak meyilli ve hafif kavisli çizgilerbu yazının ayrı güzelliklerini de meydana çıkartır. Aradan geçensekiz yüzyıl dahi olsa günümüz sanat anlayışına çok tazeilhamlar veren bir estetik kaynak olmuştur. Yukarıdaki sayfanınen üst ve en alt satırlarındaki insicam ve hakimiyet insanısürekli kendisine bakmak mecburiyetinde bırakır. Satırın ba-Bir yazının kitâbî mesajının ötesinde geometrikkurgu ile böylesi anlamlı bir görünüme ulaşmasıçok etkileyicidir. Sanki yer yer kopan fırtına metnebir ihtişam kazandırmakta ve zaman zaman dadinlendirici bir huzur bahşetmektedir. Kendi içerisindedinamik hareketlerle seyrederken yer aldığısüsleme planında ayrı bir musiki terennüm eder.Mihrabın iki yanında bulunan kare alanlardaki yazı tasarımı126
Fergana Şeyh Fazıl Türbesi iç mekânından bir görünüş.4. VI. Kümbed-i Surh (Surkh)Merâga’da bulunan Kümbed-i Surh (Surkh) (M. 1147–48 /H. 542) kare planlıdır. Tuğladan yapılmıştır. İçten, karedenyuvarlağa mukarnaslarla geçilen kubbesi, dışarıdan sekizköşeli piramit külâhla örtülüydü. Köşelerinde birer gömmesütun vardır.Kümbed-i Surh’un mimarının Bekr Muhammed olduğu düşünülmektedir.Meraga şehrindeki beş kümbedin en eskisidir.Kare planlı ana mekanı sekizgen bir kasnak üzerine bina edilmişsekiz yüzeyli pramidal bir kubbe örter.Kalın bir dış pervaz içerisinde yer alan sivri kemerli portal aynalığıyazı ve geometrik tasarım açısından ayrı bir etkiye sahiptir.Aynalığı merkezindeki altı kollu yıldıza istinat eden anatema aslında onikigen paftaların birbiri içerisinden geçerekoluşmuştur. Sivri kemerli birinci alanı ayrıca çift hatlarla diyagonalbir yerleşimde iç içe geçmiş altıgen formlar kaplamaktadır.11 Merkezden bakıldığında çevreye doğru dağılan (radyal)bir patlama hissedilir. Bunu çevreleyen Kûfî yazı bandıönemli mesajları terennüm ediyor. Oldukça kalın çizgide tasarlananharflerin dikey hatlarda aralıkları çok dar bırakılmıştır.Lam-eliflerin birinci kolu düz iken, ikinci kolu sanki bir hila-128
önemli eserlerinden biridir. Sivri kemerli portal nişi, geniş geometrikbordürlerle çevrilmiş, iki tarafta köşeler birer yuvarlakpaye ile yumuşatılmıştır. Portal niş kemerini kaplayan nesihkitabede, ilk defa olarak rumîler görülmektedir.Portal alınlığında damarlı rumîler, lotus ve palmetlerden ibaretince detaylı süslemeler, üç sivri kemerli sathî nişe bölünmüşolan yüzeyi tamamen doldurmaktadır. Bunlardan çoğuson yıllarda dökülmüştür. Portal niş kemerinin iç yüzündeterrakotadan iri sekizgen yıldızlar, ayrıca dört kolla birbirinebağlanarak aradaki boşluklar kıvrık dallar, palmet verumîlerle doldurulmuştur. Burada sadelik içinde ne kadarzengin bir süsleme sanatının geliştirildiği göze çarpmaktadır.Şahane kitabeyi taşıyan sivri portal niş kemerinin tam ucundafiruze bir çini dolgu iki taraftaki daire madalyon boşluklarında evvelce çini süslemeli olduğuna işaret ediyor.Mardin Hasankeyf El-Rızk Camii minaresi kaide bezemelerinde yer alan Ma’kili“İsm-i Nebi” kompozisyonu, XIV. yy.zısı muhtemelen daha sonra dökülmüştür. Kûfî yazılar biribirinden farklı karakterlerde ve nefis bir şekilde yazılmıştır.Üstteki kalın Kûfî yazı kuşağı: nevi şahsına münhasır (kendineözgü) çok farklı bir şekilde hazırlanmıştır. Harfler iyice kalındır,aralarındaki boşluklar rumiye benzer kıvrımlı süslemelerledoludur.II- Kubbe kasnağında simetrik planda düzenlenmiş bir anakemer kavsi içerisinde dairevi madalyon konulmuştur. Kemerkavsi üzerinde yarım daire biçiminde (dendanvari) oygularvardır. Bu kemer aynasında yaklaşık aşağıdaki dairelerinboyutlarında Kûfî yazılı bir rozet daha vardır. Kemerin köşelerindeyalnızca motiflerden oluşan çok daha küçük daireformlu rozetler bulunur.Genel olarak bakıldığında bütün dairevi alanların süslemeleribirbirinden farklı altıgen kompozisyonlarla bezelidir. Yapıitibariyle tuğladan inşa edilen türbe binasının iç kısmı belirtildiğigibi çok zengin süslemeleri ihtiva etmektedir. Bu şekildebir mezar binasının tezyini ahengi ve ihtişamı, yapıldığıdönemi, kültürü, estetiği, dünyaya bakışı ne kadar etkileyicibir biçimde ifade ediyor. Günümüzde yaptığımız işlerebakarak; “Bu gibi abidevi eserleri hatırlatacak, insani, köklü,soylu karakterdeki binalar inşa edebilecek miyiz?” diye sormakgerekiyor.4. VIII. Özkend Celaleddin Hüseyin TürbesiÖzkend’de bulunan Karahanlı türbelerinden üçü yan yanayer alır. Birincisi Nasr bin Ali, ikincisi Celaleddin Hüseyin veüçüncüsü de 1187’de inşa edilen bir diğer türbedir. Bunlardanortada bulunan Celaleddin Hüseyin türbesi, portal nişininkemer alınlığındaki kitabeye göre, Karahanlılardan CelaleddinHüseyin tarafından 1152'de yaptırılmıştır. Türkçe adı"Alp Kılıç Tonga Bilge Türk Toğrul Hakan" onun Türklüğünübilhassa belirtmektedir. Ölüm yılı 1156'dır. Dört duvar üzerinetromplu kubbe olan bu Karahanlı türbesi, cephesi vedış görünüşü bakımından, Türk mimarisinin çığır açan enSadece giriş kapısı niş kemerinin dekor planına bakıldığındabile fevkalade bir kurgu zenginliği dikkatleri üzerine çekiyor.Üç kemerli bir alan bölmesindeki zengin görünümlü –neredeysehurdalı rumi denilebilecek evsaftaki- rumiler her birmotifi ile gözlere ışık verir. Rumilerin pozitif-negatif değerlerleiç içe geçmiş görünümleri insanı adeta bir bilmece içerisinesürükler. Ana kemerin iç yüzüne yerleştirilmiş olan sekizgenplan şeması ayrıca değerlendirilebilir. Bu kısmın grafikdengesi fevkalade olgun ve iyice gelişmiş bir anlayışı simgeler.Sekiz kollu yıldızları meydana getiren geçmeler birerzekâ harikasıdır. 13Hepsinin ötesinde kemerin ön yüzündeki nesih yazı tamamenbir tasarım şaheseridir. Elif, lam gibi dikey harflerin düzçizgileri yanında diğer harflerin organik kıvrımları birbirinintamamlayıcısı olmuştur. İlk bakışta Kûfî izlenimi veren buyazı bir şiir gibi kemeri kuşatırken, aralarda dolaşan rumilerde artık Türk sanatında rumi formunun gelişiminin açık işaretlerinivermektedir.Celaleddin Hüseyin’in kendi sağlığında yaptırmış olduğu buharika eser, gerçekten Türk sanatının nadir örneklerinden birisiolmak vasfına haizdir. Sanki bir saltanatın tahtı gibi ihtişamiçerisinde tasarlanmış, her bir köşesine ayrı değer nakşedilmiştir.4. IX. Hasankeyf El-Rızk Camii MinaresiÇizgilerin sadece yatay ve dikey doğrultularda hareketindenelde edilen makıli yazının bilhassa mimari eserlerdebaşarı ile kullanılması gözlerden kaçmamıştır. Bu vesileile makıli yazı ile muhtelif dini ibarelerin yazılması herfırsatta ön planda görülüyor.İslâm Peygamberi’nin kutlu ismini yazmak bir Müslüman içinfevkalade önemli ve saygıya değer bir davranıştır. Yüce yaratıcınınbiricik elçisini hatırda tutmak ve ondan uzak kalmamakadına inananlar her fırsatta onu yâd etmeğe bir bahanearamışlardır. Bu vesile ile bir caminin minare kaidesindeonun ismini anmak bahsinde taş malzeme üzerinde adetadantel işlercesine süsleme ile birlikte nakşetmişlerdir. Bu130
metni matematik tekrarlar içerisinde adeta bir pervane veyarüzgârgülü gibi bir formda o ismi tekrar edip durmuştur.Yazının etrafında açılmış çiçekler gibi deniz kabuklarına benzerbir şekilde dairevi süslemeler yapılmış, bunun üst kısmındageometrik süsleme bandı yerleştirilmiştir. Kompozisyonundış çerçevesini ise dama taşları şeklinde bordür meydanagetirir. Bütün güzellikleriyle beraber bu eser dahi tarih mirasımızınbilinmeyen mücevherlerinden birisidir.5. SonuçEn az bin yıldır süregelen bir hayatın düşünce ve inanç bağlamındatahlili herhalde, bir hamlede yapılacak kolay bir iş olmasagerek. Dünyaya hâkim olmak, ona yön vermek, kendiöz değerlerini yaşadığı ortamlara aksettirmek ve bununlabir ömür sürmek gerekiyor.Yöneten, idare eden zevatın hem kendi mevkiinin saygınlığını,ihtişamını koruması, hem de halkının, tebaasının refahve mutluluğu yolunda sürekli adımlar atması gerekiyor. Aynızamanda inancın getirdiği ruh olgunluğu ile beraber yaşatılanduygular, ulvî hislerin de toplum zeminine aksetmesigerekiyor. Bir taraftan savaş, mücadele, kıyım, yıkım, yenilgidevam ederken bir yandan da inşa, ihyâ, yeniden kurmahayatın vazgeçilmezi oluyor. Bu dünyada yapılanlar, ortayakonulanlar, inşa edilenler günü kurtarmak, geçici, sığ işleryapmak değil bilakis uzun ömürlü, kalıcı, dayanıklı adeta“evlâdiyelik” yapılmakta.Üzerinden belki de bir “Cengiz Felâketi” geçmemiş olsa idi,bugün çok daha zengin bir miras ile birlikte olacak ve onlardannice feyizler de alacaktık. Bütün bu kayıplara rağmenbize ulaşanlar gerçekten hayret verici, akla durgunluk vericive adeta bizi tahrik ederek, “Neredesiniz? Neyi nasıl yaşıyorsunuz?Neler inşa ediyor ve neler üretiyorsunuz?” diyor. Bilmiyoruzbu teşvike bizim tavrımız ne olacaktır? Böylesi ulvidavetler karşısında nasıl bir çizgi takip edeceğiz?Bu yazıda ele aldığımız eserler sadece büyük hazinenin çokküçük parçaları niteliğindedir. Eğer kendi düşünce, kültürve sanatımıza kendi objektifimizden bakmaya karar verirsekmuhakkak ki bunlardan çok daha fazlasına ulaşacağımızkesindir. Ve bu mirası yorumladığımızda, özümsediğimizdeherhalde görünüşümüz bugünden çok ama çok farklıve daha kıymetli olacaktır.Kompozisyonun çizimi. (İ.Özkeçeci, 2012)Günümüz sanat dünyasında mimariden musikiye, tezhiptençiniye ve bütün sanat alanlarında ortaya konulan projelerrenkli çalışmalar olarak görünüyor olsa da yeterliliği,tatminkâr olduğu tartışılabilir. Üretilenlerin öncelikle kültürelaltyapımızın temel prensiplerinden ilham alınmış ve bu çerçevededeğerlendirilmiş olması gerekiyor. Elde mevcut bazıbilgi ve dokümana dayanarak – yapılan detaylı inceleme yapılmadanyüzeysel ve dar kapsamda- üretilen çeşitli uygulamalar,geçmişten yeterli izler taşımadığı gibi bugünü de tamolarak anlatmıyor. Piyasada yer edinmek, günübirlik kâr endişesitaşımak, sadece sanata maddi açıdan bakmak herhaldeişin maneviyatından uzak bir haldir. Zaten bu bakış; verimiyok eden, meseleyi temelsiz ve köksüz hale getiren biranlayış olarak kalacaktır.Günümüz sanatının tablosu; eksikliğin giderilmesi ve olguneserlerin verilmesi adına yapılacak daha bilinçli ve güçlü araştırmalarıngerekliliğine işaret ediyor. Bunun için de sanat eğitiminingerçek değerlerine uygun bir biçimde yapılması lüzumuortaya çıkıyor. Yalnızca bir levha veya tablo olarak görülenveya klasik mimarimizin başarısız kopyalarıyla ortaya çıkangünümüz yapıtları bu yüzden toplumsal hayattan kopukbir görüntüyü de beraberinde getirmektedir. Her noktada,her konuda tasarlanan projelerinin bir işleve, bir fonksiyonahizmet etmesi muhakkak ki kadim kültürümüzünbir gereğidir. Bunun da ötesinde o ruhu, o manayı taşımak,onu yeniden hissetmek muhakkak ki sahip olunması gerekenönemli farklılıklardan olacaktır.DİPNOTLAR: * Yıldız Teknik Üniv. <strong>Sanat</strong> ve Tasarım Fakültesi Dekanı 1) Halı sanatındaana motif olarak rastlanan ve iç içe kare, sekizgen ve merkezlerinde lotus bulunanhaçvari şekiller Hinduizm ve Budizm felsefelerinde inançla ilgili bir sembol olarak karşımızaçıkmaktadır. Bu diagram sonsuz enerji yüklü tanrısal bir gücü temsil eder. BunaBudizm’de mandala denir. Şemada kare, bazen daire, sekizgen ve merkezden dörtyöne doğru uzanan haçvari şekiller bulunur. Ortada çoğu kere bir lotus, dört yöndede birer çiçek yer alır. Bu şema mimariye de plan tipi olarak yansımıştır. Merkezdekilotus, her şeyin başlangıcı, Buda’nın üzerinde yükseldiği düşünce sistemidir. (Karamağaralı,Beyhan, “Halı <strong>Sanat</strong>ı Üzerine”, Türk Soylu Halkların Halı, Kilim ve Cicim <strong>Sanat</strong>ıUluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, 27-31 Mayıs 1996 Kayseri, Atatürk Kültür MerkeziBaşkanlığı Yayını, Birinci Baskı, Varan Matbaacılık, Ankara 1998, s. 178.) 2) Karamağaralı,Beyhan, “Türk Kültüründe <strong>Sanat</strong>kâr Üzerine”, VI. Milli Selçuklu Kültür ve MedeniyetiSemineri Bildirileri, 16-17 Mayıs 1996, Prof. Dr. Emin Bilgiç‘e Armağan, SelçukÜniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yayını, S. Ü. Basımevi, Konya 1997,s.77. 3) Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm <strong>Sanat</strong>ı Ve Maneviyatı (Islamic Art & Spirituality),İnsan Yayınları, Cev: Ahmet Demirhan, Doğan Ofset, İstanbul 1992, s. 40. 4) Nasr,Seyyid Hüseyin, a.g.e., s. 40-41; Schoun, Understanding Islam, s. 64. 5) Karamağaralı,Beyhan, a.g.m., s.75-76. 6) Bilgin, Ülkü, “Saf Seccadeler”, <strong>Sanat</strong>, Yıl: 3, Sayı: 6, Haziran1977, Kültür Bakanlığı Yayını, Baskı: Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.Ş., İstanbul, s.48. 7) Ersoy, Ayla, Türk Tezhip <strong>Sanat</strong>ı, Akbank Yayını, Hilal Matbaası, İstanbul 1988,s. 11; lings, Martin, The Quranic Art of Calligraphy and Illumination, England, 1976,s. 74-75. 8) http://archnet.org/library 9) http://archnet.org/library 10) Fotograf: Bazl,A Survey of Persian Art. Vol. IV. 11) Sınırsız sayıda kompozisyonların yapıldığı geometrikformlardan birisi de altı köşeli yıldızdır. Bunun oluşumunda düz, kırık çizgilerinkapalı şekillerle birbirine geçmesi rol oynar. İslâm öncesindeki hayvan figürlerinin yerininaldığı düşünülmektedir. Altı köşeli yıldızların kullanıldığı kompozisyonlar özelliklemimaride taş, tuğla, alçı ve çini malzemenin yanında pek çok malzemede uygulanmıştır.Eski çağlarda mistik birtakım anlamlar yüklenen bu motif, Yahudilik, Hıristiyanlıkve İslamiyet’te farklı anlamlarda yer bulmuştur. Osmanlı bezemelerinde de yaygınolarak kullanılan bu motif günümüzde Yahudi devletinin kurulmasından sonra Yahudilerinmilli ve dinin kimliklerine ait bir simge olarak kabul edilmiş ve bu suretle bütüntarihi geçmişi bir tarafa itilerek İslâm dünyasından adeta dışlanmıştır. 12) Aslanapa,Oktay, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Kültür ve <strong>Sanat</strong>”, Türkler Ansiklopedisi,Cilt 6, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.16. 13) Aslanapa, Oktay, a.g.m., s.15.131
erinize grafologla konuşuverir. Ya da doktora gitmeden, yaşadığınız sağlık sorununu teşhis etmesini istediniz. Tıpta muayene olmadan, gerekli tahlil ve tetkikleri yaptırmadan bu talebiniz olumlu karşılanmaz. Ancak grafolojide, el yazınızı içeren bir kağıt parastalığınızınteşhisinde önemli bir kanıt olabilir. Ya da nişanlınızın size verdiği hediyenin üzerine iliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizde grafolog yazıyı sizin el yazınızla karşılaştırarak birbirinize ne kadar uyumlu olduğunuzu söyleyebilir. Krimidegrafolojiden yakasını kurtarabilmiş değil. Bir zanlının el yazısı ya da bir tehdit mektubu, bu kadim el yazısı ilminin kapsama alanına giriyor çünkü. Bunlar abartılı gibi görünse de ‘el yazısı üzerinden karakter tahlili’ olan grafoloji için, taşıdığı imkânlar badansadece başlangıç niteliğinde. Çünkü bu kadim disiplin, el yazısından hareketle kişinin kıskanç, saldırgan, sadakatli, yalancı, zarif gibi genel karakter özelliklerinin yanı sıra, “ bu kişi bir işi bitirmeden başka bir işe geçmeyi sevmiyor, sanat yeteneği iyi, eski eviüyor,söz taşıma özelliği yok veya kimseye bilerek rahatsızlık vermek istemeyen biri” gibi kişi ile ilgili spesifik değerlendirmeler de yapma iddiasında… Grafolojinin taşıdığı bir imkan da; ister doktor ya da psikologun muayenesinde, ister sorgu odasında kişi söykleriniölçüp tartacağı için karşısındakini yanıltabilecekken grafolog karşısında bu ihtimali elinden kaçırması… Çünkü bu disipline göre, gelişigüzel cümlelerden oluşan sayfada, farkında olmasak da yazımızın boyutları, kâğıtta yer tutuşu, harflere uyguladığımızın kâğıdın arkasında bıraktığı iz, karakter analizi için olduğu kadar sağlık taraması için de kullanılabiliyor. Hatta grafolojiye göre duvara çiziktirdiği bir şekil bile o kişi ile ilgili, bu alanda eğitim görmüş ve yıllar içinde tecrübe kazanmış bir göze, epeyce bir veri su-Madem grafoloji bizi bu kadar iyi tanıyor, öyleyse biz de biz de onu biraz yakından tanıyalım’ dedik ve bu alan otuz dokuz yıllık tecrübesi bulunan grafolog Zeynep Bornovalı ile konuştuk. Grafolojinin memleketi Çin ve doğum tarihi M.Ö. 4000 olarak tahminor. Antik çağda, Eflatun’un talebesi, Büyük İskender’in hocası Aristo’nun, ilk çağda Roma İmparatorluğu’nun en dikkat çeken tarihçisi ve biyografi yazarı Gaius Suetonius Tranquillus’un bu ilmi kullandığı biliniyor. Kişilere has özel yetenek olmaktanistemli bir bilim haline gelmesinin ilk adımı, 17. Yüzyıl İtalya’sında teorik tıp ve Aristo felsefesi hocası olan Camillo Baldi’nin yazdığı çok kapsamlı bir eserle atılıyor. Akademik anlamda ise Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nde rüştünü ispat ediyor. Güzdeİtalya’nın Urbino Üniversitesi ders olarak okuturken, Rusya ve İsrail’de çok iyi tanınmasına rağmen, 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘gizli ilim’ olmaktan çıkıp ‘müspet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yılında Ankara ÜnisiDil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun o tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren makalesi ise Türkiye’de bu alana yönelimin ilk belgesel örneğini oluşturuyor. Zeynep Bornovalı, ülkemizlimsel anlamda yeni sayılabilecek bu alanda, konunun sayılı uzmanlarından. Zeynep Bornovalı, üniversiteden mezun olduktan sonra kendisini adeta kütüphaneye kilitlediği günlerden birinde, rafların arasından çektiği bir kitapla kendini önüne açılan uzun birbaşında bulur: Grafoloji! Tanıştığı andan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güne artan Bornovalı’nın bir eksiği vardır: Rehber! Bornovalı o günleri şöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeye başladım, ancak kitaptan tam olarak öğreiyordu,çünkü kitap yazısı iki boyutludur, el yazısı ise üç boyutludur, üçüncü boyut; kalemin, kağıdın arkasında bıraktığı derinliktir. Bunu parmak uçlarınızda hissetmedikçe on beş tane de kitap okusanız pek çok ezber bilginiz olur ama tam bilgi sahibi olamazsanız.edenle bu işi bana öğretecek, konuyu bilimsel yoldan öğrenmiş ve bilim adamı olan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasında İtalya’da grafoloji eğitimi almış olan Dr. Mustafa Hayrettin Arpınar ile tanışıklığı ve sonrasında ondan aldığı eğitim ilebir ivme kazanır ve Zeynep Hanım bir süre sonra grafoloji uzmanı olur. Beyin elektrosunun, elektrotlar aracılığı ile beynin elektriksel faaliyetlerinin kaydedilerek, uzmanlar tarafından yorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynı beynin, kalem aracılığıylaana getirdiği yazılar da bir uzman tarafından yorumlanabildiğini söylüyor Bornovalı. Üstelik ona göre el yazısında, elektrotların çok ötesinde bir kapasiteye sahip bir iletken olan sinir sistemi kullanılıyor doğrudan doğruya. Ancak tabii beynin yazıya kendiniilmesi için kişinin, okumuş ve kalemle yazı yazma alışkanlığı edinmiş olması şartı var. Çünkü beyin, yeni tanıştığı bu harflerin formlarını benimseyip üstüne kendi yorumunu katabilmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Bu sebeple okula yeni başlayan bir çocuğunrından analiz yapılamıyorsa da okula başlamamış çocukların yazıları her şeyi anlatıyor. Çünkü beyin bu aşamada kendini kalıplara sokmaya çalışmıyor serbest davranıyor. Bazen telefonla konuşurken amaçsızca hatta bilinçsizce şekiller karaladığımız olur ya,n yorumlanmasını sorduğumuzda, bu çizimlerin de grafolojinin alanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikte yorumlandığında bir anlam ifade ettiğini öğreniyoruz. Onunla konuştuğumuzda analizin temel mantığının, yazının içinde en az on beş yirmi kez tekrarözelliklerin bilgi ve tecrübeyle harmanlanmış bir maharetle yorumlanması olduğunu anlıyoruz. Ne kadar hayret verici gelse de Zeynep Hanım’ın; görüşme esnasında, yakinen tanıdığımız bir arkadaşımızın el yazısından hareketle onunla ilgili analizini gördüknra,el yazısından check-up yapılması fikri bize hiç de imkânsız gelmiyor. Konu bizi buralara getirmişken el yazısından analiz tekniğinin bir tür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğumuzda, bilmediği alanlarla ilgili temkinli tavrını sür-Bornovalı’nın cevabı, bize bu imkanın hiç de yabana atılır olmadığını düşündürüyor: “Yalan makinasının işleyiş sistemini bilmediğimden bu şekilde de kullanılabilir diyemem, ancak yazıda yalancılığın belirtilerinin 24 adet olduğunu söyleyebilirim.” Kendisinrafolojiyipsikoloji ile kıyaslamasını istediğimizde ise şu cevabı veriyor: “Evet, psikolojinin yapamadığı bazı şeyleri yaptığını söyleyebiliriz grafolojinin. Ama psikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor. Birini diğerinden üstün tutmak doğru olmaz.” Elndan karakter tahlili yapmak için, çizgisiz bir kağıda, mavi tükenmez kalemle, birbirine bağlantılı harflerle bir metin yazmak gerekiyor; ancak bu yazıların içeriğinin hiçbir önemi yok! Çünkü Zeynep Hanım onları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılan bütüne grafolojik analiz yapabilirim” diyen Bornovalı, hatta analize verilecek yazıların nötr, mümkünse hiç kişisellik içermemesini tercih ediyor. Gün ışığında ve “Çıplak gözle görünenlere bakmıyoruz!” prensibi gereği büyüteçle incelenen yazıların, karakteristik özeltespitetmeyi zorlaştırması sebebiyle sevinç, üzüntü, heyecan, öfke yorgunluk gibi rutin dışı ruhi ve bedeni durumlar altında yazılmaması daha iyi olmakla birlikte bu durum, kişinin önceki yazılarının incelenmesi ile aşılabiliyor. Bununla birlikte insanın yazısında,ruhsal ve bedeni faktörlerden etkilenmeyen ve ancak grafolojik analiz uzmanlarının algılayabildiği değişmeyen ana hatlar barındırıyor. Zeynep Bornovalı’nın belirttiğine göre, hemen herkesin yazarken kullandığı farklı yazı stilleri analiz için dezavantaj değilginlik… Bununla birlikte inceleme için, yazının kaligrafik bir estetikte olması gerekmiyor. İncelenecek yazıya dair iyi-kötü, güzel-çirkin gibi terimler grafolojide yasak; dahası, bununla ilgilenmiyor da! Grafolojik tahlil en az bir buçuk saat sürüyor ama 3 günörnekler de varmış. Veri oluşturacak yazının çokluğuna ve analizi isteyenin ilgisine bağlıymış biraz da. Analiz için ne kadar yazı vermemiz gerektiğini sorduğumuzda ise şöyle diyor: “Bazen bir tek kelimeye bakmak durumunda kalıyorum. ‘Öldüreceğim seni’or mesela; bir tehdit mektubu… Buna ‘Hadi git, biraz daha yaz!’ diyecek halimiz yok. Mecburen elimizde olanla yapıyoruz analizi; ama normali en az 5 sayfa ve beraberinde eski yazılarının da bulunmasıdır.” Zeynep Hanım’ın, söyleşimiz sırasında sadeceırdan oluşan bir yazı hakkında 5 dakika boyunca seri ve tamamen isabetli tespitlerde bulunması karşısında duyduğumuz şaşkınlığı da burada belirtmeden geçmeyelim. Analize, ilk önce varsa olumsuzlukları tespit ederek başlayan Zeynep Hanım, hiç de öyle olıhalde insanların bunu kendilerine hakaret olarak algılamasının önüne geçmek için yazının kime ait olduğunu söylemek bir yana, sözgelimi ‘Bu yazı Mehmet Bey’e ait’ deseniz bile binlerce Mehmet olduğu halde okumayı bırakıyor! Aslında bunun kendisiğil karşısındaki için bir tedbir olduğunu, “Benim amacım kişiyi incelemek değil ki, kişinin amacı kendini bana inceletmek. Bu inceliği unutmazsa insanlar hiçbir sorun olmaz.” sözleriyle ifade ediyor. Gizlilik prensibine o derece bağlı ki ihtiyaç halinde akıl hasınailesinin getirdiği yazılar dışında ne kadar yakını da olsa, izin vermedikçe ve talep etmedikçe kimsenin yazısına grafolojik anlamda gizlice bakmadığını, bunun da olmazsa olmaz bir meslek etiği olduğunu söylüyor Bornovalı. ‘Beyin yazısı’ olarak da tananel yazımız, grafolojiye göre beynimizin kıvrımlarının kağıttaki izdüşümü adeta. Bununla birlikte sürecin tersinin de gerçekleşebileceğini düşünmek hem heyecan verici hem ürkütücü! Ya beynimiz el yazımızı değil de el yazımız beynimizi şekillendirirse? Kaebeyin arasında, yazıyı ortaya çıkaran süreci harika bir örnekle açıklıyor Bornovalı: “Halat yarışı diye bir şey vardır. Biri bir taraftan tutar, diğeri öbür taraftan; kim daha çok çekerse öbür taraf kaybeder. Peki, bir taraf beyin, diğer taraf kalemin ucuysa, o zalinbeyne galip gelmesi de mümkün! Dolayısıyla bir çocuğun ya da büyüğün el yazısını zorlama ile değiştirmeye çalışırsanız mutlaka organlarına zarar verirsiniz, o kadar ki ölüme bile sebep olabilir! Çünkü, yazı da tıpkı yüz ifadesi gibi bir insanın yaratılışının,inin, genetiğinin bir parçasıdır; zorla değiştirirseniz estetik ameliyatta olduğu gibi birini maymuna da çevirebilirsiniz huriye de.” Okulda arkadaşına bakarak yazısını değiştirenlerin görüldüğünü, bunun bir sorun teşkil etmediğini söyleyen Zeynep Hanım, “Çünmliolan, yazının zorlamayla değil beynin kabul edip benimsemesi yoluyla değişmesi!” diyor. Bununla birlikte değiştirilen el yazısının beyni olumlu anlamda etkilemesi sürecinde sağlığı iyi bilen bir grafologun gözetiminde olmasının fayda sağlayacağını düşü-. Yaklaşık on asır önce yaşamış olan İmâm-ı Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli çağları aşan eserinde yer alan şu cümleler, hem konunun bizim medeniyetimizde karşılığının çok eskiye uzanması, hem Zeynep Hanım’ın söyledikleri ile paralellik oluşturmaımındanoldukça manidar: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Kendi yaptığın işlerin nasıl meydana geldiğini öğren. Mesela yazma işi gibi. Bil ki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesini yazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir meyilve irade gücü meydana gelir. Sonra hayvani ruh sebebiyle o meyil ve isteme gücü dimağa (beyin) doğru gider. Oraya varınca dimağın önünde olan hayal kuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonra o sûret, ak iplik adı verilen sinirlerle parmak uçlaer.Daha sonra parmak da kalbin irade gücü ile hayalde beliren şekle bağlı kalarak hareket edip, o şeklin bir benzerini meydana getirir.” Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukarıdaki ifadelerini genişletip örneklendiriyor, hem bugün söylenenkgeriden güçlü bir ışık tutuyor: “Ey Salih kişi, bil ki her ne kadar görünür alemden olan beden ile görünmez alemden olan kalb ayrı ayrı şeyler ise de bedenin kalp ile ilgisi vardır ve ona uyar. Bedende olan her güzel muamelenin nuru gönle ulaşır. Yazı önce göcanlanırfakat onu işlemek parmaklarla olur. Eğer bir kişi yazı yazışının güzel olmasını isterse onun tedbiri de şudur: Zorluk çekerek güzel yazmaya alışır. Sonra gönül bu güzel yazıyı kendinde saklar. Artık bu güzellik onun sıfatı haline gelir. Sonra ne zamanl yazıyı yazmak istese parmakları o gönülde olan şekli iç âlemine getirip yazmaya başlar.” İmâm-ı Gazâlî’de, yazmada ve bütün fiillerde baş aktörün günümüz terminolojisinin aksine “ beyin” yerine “ kalp” olduğunu, beynin kalpteki istek ve iradeye hizmetir araç olarak konumlandırıldığını görüyoruz. Çağın sorunu sayılabilecek “ kalbin ihmali” konusuna burada hiç girmeden, insanın kendi isteği ve iradesiyle zorlanarak ama dışarıdan zorlama olmadan yazısını ve efalini güzelleştirebileceğini söylediğini belirtmeknelim.Genellikle üniversite mezunu kişilerin, icra ettikleri mesleklerine destek mahiyetinde grafoloji eğitimini talep ettiklerini ve bu eğitimi alan öğrencilerin kendileri de pratik yaparak iki buçuk ay sonra başarılı analizler yapmaya başladıklarını; sıfırdan başlardantıp doktorlarının, ressamların, tiyatrocuların, müzisyenlerin ve psikologların konuya daha hızlı intibak ettiklerini ve eğitimlerini tamamlanmasından sonra da öğrencilerine kapısını açık tuttuğunu söylüyor Bornovalı. Öğrencilerinin sorularını büyük bir iticevaplayıpgerektiğinde onları çeşitli kaynaklara yönlendirerek gelişimlerinin devamını sağladığını ifade eden Zeynep Hanım, bu alanda ilerlemek isteyenlere, kaynakların orijinaline ulaşabilmek için belli başlı bir Avrupa dillerinden birini iyi derecede öğrennive sağlık alanına kadar ilerlemek isteyenlerin ise temel anatomi okumasını salık veriyor.Kendisinin belirttiğine göre, grafoloji sistemli çalışarak kendi başına öğrenilebiliyorsa da bu pek tavsiye edilen bir yöntem değil. Hemen her disiplinde olduğu gibi akadersistem gözetilmediğinde, sonda öğrenilecek bir şeyi başta öğrenmek veya çok önemli bir bilgiyi önemsiz sanarak gözden kaçırmak, kafa karışıklığı ile işin içinden çıkamamak gibi tehlikeler dolayısıyla bir yol göstericinin olmasını tavsiye eden Zeynep Bornovalı,ii yine de amatör olarak ilgilenenlere rastladığımda onlara bazı tüyolar veriyorum.” diyor. Bir an için hayal edin; bir psikologa gittiniz ve karşısına oturup kollarınızı birbirine kavuşturarak tek kelime etmeden seansı tamamladınız. Psikolog, “Kişi konuşmainkendisine yardımcı olamadık” der. Ancak grafolojide böyle bir şansınız olmaz; el yazınız sizin yerinize grafologla konuşuverir. Ya da doktora gitmeden, yaşadığınız sağlık sorununu teşhis etmesini istediniz. Tıpta muayene olmadan, gerekli tahlil ve tetkikletırmadanbu talebiniz olumlu karşılanmaz. Ancak grafolojide, el yazınızı içeren bir kağıt parçası, hastalığınızın teşhisinde önemli bir kanıt olabilir. Ya da nişanlınızın size verdiği hediyenin üzerine iliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizde grafolog yazinel yazınızla karşılaştırarak birbirinize ne kadar uyumlu olduğunuzu söyleyebilir. Kriminoloji de grafolojiden yakasını kurtarabilmiş değil. Bir zanlının el yazısı ya da bir tehdit mektubu, bu kadim el yazısı ilminin kapsama alanına giriyor çünkü. Bunlarlı gibi görünse de ‘el yazısı üzerinden karakter tahlili’ olan grafoloji için, taşıdığı imkânlar bakımından sadece başlangıç niteliğinde. Çünkü bu kadim disiplin, el yazısından hareketle kişinin kıskanç, saldırgan, sadakatli, yalancı, zarif gibi genel karakter özellikyanısıra, “ bu kişi bir işi bitirmeden başka bir işe geçmeyi sevmiyor, sanat yeteneği iyi, eski evini özlüyor, söz taşıma özelliği yok veya kimseye bilerek rahatsızlık vermek istemeyen biri” gibi kişi ile ilgili spesifik değerlendirmeler de yapma iddiasında… Grafoloaşıdığıbir imkan da; ister doktor ya da psikologun muayenesinde, ister sorgu odasında kişi söyleyeceklerini ölçüp tartacağı için karşısındakini yanıltabilecekken grafolog karşısında bu ihtimali elinden kaçırması… Çünkü bu disipline göre, gelişigüzel cümlelerdensayfada, farkında olmasak da yazımızın boyutları, kâğıtta yer tutuşu, harflere uyguladığımız baskının kâğıdın arkasında bıraktığı iz, karakter analizi için olduğu kadar sağlık taraması için de kullanılabiliyor. Hatta grafolojiye göre duvara çiziktirdiği bir şekilişi ile ilgili, bu alanda eğitim görmüş ve yıllar içinde tecrübe kazanmış bir göze, epeyce bir veri sunar. ‘Madem grafoloji bizi bu kadar iyi tanıyor, öyleyse biz de biz de onu biraz yakından tanıyalım’ dedik ve bu alan otuz dokuz yıllık tecrübesi bulunan grafolog Zeyornovalıile konuştuk. Grafolojinin memleketi Çin ve doğum tarihi M.Ö. 4000 olarak tahmin ediliyor. Antik çağda, Eflatun’un talebesi, Büyük İskender’in hocası Aristo’nun, ilk çağda Roma İmparatorluğu’nun en dikkat çeken tarihçisi ve biyografi yaaiusSuetonius Tranquillus’un bu ilmi kullandığı biliniyor. Kişilere has özel yetenek olmaktan çıkıp sistemli bir bilim haline gelmesinin ilk adımı, 17. Yüzyıl İtalya’sında teorik tıp ve Aristo felsefesi hocası olan Camillo Baldi’nin yazdığı çok kapsamlı biratılıyor. Akademik anlamda ise Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nde rüştünü ispat ediyor. Günümüzde İtalya’nın Urbino Üniversitesi ders olarak okuturken, Rusya ve İsrail’de çok iyi tanınmasına rağmen, 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’ndeilim’ olmaktan çıkıp ‘müspet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun o tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren maka-Türkiye’de bu alana yönelimin ilk belgesel örneğini oluşturuyor. Zeynep Bornovalı, ülkemiz için bilimsel anlamda yeni sayılabilecek bu alanda, konunun sayılı uzmanlarından. Zeynep Bornovalı, üniversiteden mezun olduktan sonra kendisini adeta kütüpekilitlediği günlerden birinde, rafların arasından çektiği bir kitapla kendini önüne açılan uzun bir yolun başında bulur: Grafoloji! Tanıştığı andan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güne artan Bornovalı’nın bir eksiği vardır: Rehber! Bornovanlerişöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeye başladım, ancak kitaptan tam olarak öğrenilemiyordu, çünkü kitap yazısı iki boyutludur, el yazısı ise üç boyutludur, üçüncü boyut; kalemin, kağıdın arkasında bıraktığı derinliktir. Bunu parmak uçlarınızdaedikçe on beş tane de kitap okusanız pek çok ezber bilginiz olur ama tam bilgi sahibi olamazsanız. Bu nedenle bu işi bana öğretecek, konuyu bilimsel yoldan öğrenmiş ve bilim adamı olan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasında İtalya’da grafoloji eğilmışolan Dr. Mustafa Hayrettin ARPIN AR ile tanışıklığı ve sonrasında ondan aldığı eğitim ile büyük bir ivme kazanır ve Zeynep Hanım bir süre sonra grafoloji uzmanı olur. Beyin elektrosunun, elektrotlar aracılığı ile beynin elektriksel faaliyetkaydedilerek,uzmanlar tarafından yorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynı beynin, kalem aracılığıyla meydana getirdiği yazılar da bir uzman tarafından yorumlanabildiğini söylüyor Bornovalı. Üstelik ona göre el yazısında, elektrotların çok ötesindepasiteye sahip bir iletken olan sinir sistemi kullanılıyor doğrudan doğruya. Ancak tabii beynin yazıya kendini katabilmesi için kişinin, okumuş ve kalemle yazı yazma alışkanlığı edinmiş olması şartı var. Çünkü beyin, yeni tanıştığı bu harflerin formlarını benimüstünekendi yorumunu katabilmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Bu sebeple okula yeni başlayan bir çocuğun yazılarından analiz yapılamıyorsa da okula başlamamış çocukların yazıları her şeyi anlatıyor. Çünkü beyin bu aşamada kendini kalıplara sokmayaıyor serbest davranıyor. Bazen telefonla konuşurken amaçsızca hatta bilinçsizce şekiller karaladığımız olur ya, onların yorumlanmasını sorduğumuzda, bu çizimlerin de grafolojinin alanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikte yorumlandığında bir anlam ifadei öğreniyoruz. Onunla konuştuğumuzda analizin temel mantığının, yazının içinde en az on beş yirmi kez tekrar edilen özelliklerin bilgi ve tecrübeyle harmanlanmış bir maharetle yorumlanması olduğunu anlıyoruz. Ne kadar hayret verici gelse de Zeynepım’ın; görüşme esnasında, yakinen tanıdığımız bir arkadaşımızın el yazısından hareketle onunla ilgili analizini gördükten sonra, el yazısından check-up yapılması fikri bize hiç de imkânsız gelmiyor. Konu bizi buralara getirmişken el yazısından analiz tekniğirtür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğumuzda, bilmediği alanlarla ilgili temkinli tavrını sürdüren Bornovalı’nın cevabı, bize bu imkanın hiç de yabana atılır olmadığını düşündürüyor: “Yalan makinasının işleyiş sistemini bilmedinbu şekilde de kullanılabilir diyemem, ancak yazıda yalancılığın belirtilerinin 24 adet olduğunu söyleyebilirim.” Kendisinden grafolojiyi psikoloji ile kıyaslamasını istediğimizde ise şu cevabı veriyor: “Evet, psikolojinin yapamadığı bazı şeyleri yaptığını söyleizgrafolojinin. Ama psikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor. Birini diğerinden üstün tutmak doğru olmaz.” El yazısından karakter tahlili yapmak için, çizgisiz bir kağıda, mavi tükenmez kalemle, birbirine bağlantılı harflerle bir metin yazmak gereancakbu yazıların içeriğinin hiçbir önemi yok! Çünkü Zeynep Hanım onları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılan bütün dillerde grafolojik analiz yapabilirim” diyen Bornovalı, hatta analize verilecek yazıların nötr, mümkünse hiç kişisellik içermemesiniediyor. Gün ışığında ve “Çıplak gözle görünenlere bakmıyoruz!” prensibi gereği büyüteçle incelenen yazıların, karakteristik özellikleri tespit etmeyi zorlaştırması sebebiyle sevinç, üzüntü, heyecan, öfke yorgunluk gibi rutin dışı ruhi ve bedeni durumlar altında yamasıdaha iyi olmakla birlikte bu durum, kişinin önceki yazılarının incelenmesi ile aşılabiliyor. Bununla birlikte insanın yazısında, geçici ruhsal ve bedeni faktörlerden etkilenmeyen ve ancak grafolojik analiz uzmanlarının algılayabildiği değişmeyen ana hatlarırıyor. Zeynep Bornovalı’nın belirttiğine göre, hemen herkesin yazarken kullandığı farklı yazı stilleri analiz için dezavantaj değil bir zenginlik… Bununla birlikte inceleme için, yazının kaligrafik bir estetikte olması gerekmiyor. İncelenecek yazıya dair iyi-kötü,çirkin gibi terimler grafolojide yasak; dahası, bununla ilgilenmiyor da! Grafolojik tahlil en az bir buçuk saat sürüyor ama 3 gün süren örnekler de varmış. Veri oluşturacak yazının çokluğuna ve analizi isteyenin ilgisine bağlıymış biraz da. Analiz için ne kadarermemiz gerektiğini sorduğumuzda ise şöyle diyor: “Bazen bir tek kelimeye bakmak durumunda kalıyorum. ‘Öldüreceğim seni’ yazıyor mesela; bir tehdit mektubu… Buna ‘Hadi git, biraz daha yaz!’ diyecek halimiz yok. Mecburen elimizde olanla yapıyoalizi;ama normali en az 5 sayfa ve beraberinde eski yazılarının da bulunmasıdır.” Zeynep Hanım’ın, söyleşimiz sırasında sadece iki satırdan oluşan bir yazı hakkında 5 dakika boyunca seri ve tamamen isabetli tespitlerde bulunması karşısında duyduğumuz şaşıda burada belirtmeden geçmeyelim. Analize, ilk önce varsa olumsuzlukları tespit ederek başlayan Zeynep Hanım, hiç de öyle olmadığı halde insanların bunu kendilerine hakaret olarak algılamasının önüne geçmek için yazının kime ait olduğunu söylemek birsözgelimi ‘Bu yazı Mehmet Bey’e ait’ deseniz bile binlerce Mehmet olduğu halde okumayı bırakıyor! Aslında bunun kendisi için değil karşısındaki için bir tedbir olduğunu, “Benim amacım kişiyi incelemek değil ki, kişinin amacı kendini bana inceletmek.celiği unutmazsa insanlar hiçbir sorun olmaz.” sözleriyle ifade ediyor. Gizlilik prensibine o derece bağlı ki ihtiyaç halinde akıl hastalarının ailesinin getirdiği yazılar dışında ne kadar yakını da olsa, izin vermedikçe ve talep etmedikçe kimsenin yazısına grafolojikda gizlice bakmadığını, bunun da olmazsa olmaz bir meslek etiği olduğunu söylüyor Bornovalı. ‘Beyin yazısı’ olarak da tanımlanan el yazımız, grafolojiye göre beynimizin kıvrımlarının kağıttaki izdüşümü adeta. Bununla birlikte sürecin tersinin de gerçekleeğinidüşünmek hem heyecan verici hem ürkütücü! Ya beynimiz el yazımızı değil de el yazımız beynimizi şekillendirirse? Kalem ile beyin arasında, yazıyı ortaya çıkaran süreci harika bir örnekle açıklıyor Bornovalı: “Halat yarışı diye bir şey vardır. Biri biran tutar, diğeri öbür taraftan; kim daha çok çekerse öbür taraf kaybeder. Peki, bir taraf beyin, diğer taraf kalemin ucuysa, o zaman elin beyne galip gelmesi de mümkün! Dolayısıyla bir çocuğun ya da büyüğün el yazısını zorlama ile değiştirmeye çalışırsanız mutrganlarınazarar verirsiniz, o kadar ki ölüme bile sebep olabilir! Çünkü, yazı da tıpkı yüz ifadesi gibi bir insanın yaratılışının, benliğinin, genetiğinin bir parçasıdır; zorla değiştirirseniz estetik ameliyatta olduğu gibi birini maymuna da çevirebilirsiniz huriye de.”a arkadaşına bakarak yazısını değiştirenlerin görüldüğünü, bunun bir sorun teşkil etmediğini söyleyen Zeynep Hanım, “Çünkü önemli olan, yazının zorlamayla değil beynin kabul edip benimsemesi yoluyla değişmesi!” diyor. Bununla birlikte değiştirilen elnın beyni olumlu anlamda etkilemesi sürecinde sağlığı iyi bilen bir grafologun gözetiminde olmasının fayda sağlayacağını düşünüyor. Yaklaşık on asır önce yaşamış olan İmâm-ı Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli çağları aşan eserinde yer alan şu cümlemkonunun bizim medeniyetimizde karşılığının çok eskiye uzanması, hem Zeynep Hanım’ın söyledikleri ile paralellik oluşturması bakımından oldukça manidar: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Kendi yaptığın işlerin nasıl meydana geldiğini öğren. Meazmaişi gibi. Bil ki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesini yazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir meyil oluşur ve irade gücü meydana gelir. Sonra hayvani ruh sebebiyle o meyil ve isteme gücü dimağa (beyin) doğru gider. Oraya varınağınönünde olan hayal kuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonra o sûret, ak iplik adı verilen sinirlerle parmak uçlarına iner. Daha sonra parmak da kalbin irade gücü ile hayalde beliren şekle bağlı kalarak hareket edip, o şeklin bir benzerini meygetirir.”Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukarıdaki ifadelerini genişletip örneklendiriyor, hem bugün söylenenlere çok geriden güçlü bir ışık tutuyor: “Ey Salih kişi, bil ki her ne kadar görünür alemden olan beden ile görünmez alemden olanne iliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizde grafolog yazıyı sizin el yazınızla karşılaştırarak birbirinize ne kadar uyumlu olduğunuzu söyleyebilir. Kriminoloji de grafolojidenyakasını kurtarabilmiş değil. Bir zanlının el yazısı ya da bir tehdit mektubu, bu kadim el yazısı ilminin kapsama alanına giriyor çünkü. Bunlar abartılı gibi görünse de ‘el yazısı üzerindenkarakter tahlili’ olan grafoloji için, taşıdığı imkânlar bakımından sadece başlangıç niteliğinde. Çünkü bu kadim disiplin, el yazısından hareketle kişinin kıskanç, saldırgan, sadakatli, yalancı, zarif gibi geelkarakter özelliklerinin yanı sıra, “ bu kişi bir işi bitirmeden başka bir işe geçmeyi sevmiyor, sanat yeteneği iyi, eski evini özlüyor, söz taşıma özelliği yok veya kimseye bilerek rahatsızlık vermek istemeyen biri” gibi kişiili spesifik değerlendirmeler de yapma iddiasında… Grafolojinin taşıdığı bir imkan da; ister doktor ya da psikologun muayenesinde, ister sorgu odasında kişi söyleyeceklerini ölçüp tartacağı için karşısındakini yanıltagrafologkarşısında bu ihtimali elinden kaçırması… Çünkü bu disipline göre, gelişigüzel cümlelerden oluşan sayfada, farkında olmasak da yazımızın boyutları, kâğıtta yer tutuşu, harflere uyguladığımız baskının kâğıdınaktığı iz, karakter analizi için olduğu kadar sağlık taraması için de kullanılabiliyor. Hatta grafolojiye göre duvara çiziktirdiği bir şekil bile o kişi ile ilgili, bu alanda eğitim görmüş ve yıllar içinde tecrübe kazanmış bir göze, epey-‘Madem grafoloji bizi bu kadar iyi tanıyor, öyleyse biz de biz de onu biraz yakından tanıyalım’ dedik ve bu alan otuz dokuz yıllık tecrübesi bulunan grafolog Zeynep Bornovalı ile konuştuk. Grafolojinin memleketi Çin ve do-000 olarak tahmin ediliyor. Antik çağda, Eflatun’un talebesi, Büyük İskender’in hocası Aristo’nun, ilk çağda Roma İmparatorluğu’nun en dikkat çeken tarihçisi ve biyografi yazarı Gaius Suetonius Tranquillus’un buor. Kişilere has özel yetenek olmaktan çıkıp sistemli bir bilim haline gelmesinin ilk adımı, 17. Yüzyıl İtalya’sında teorik tıp ve Aristo felsefesi hocası olan Camillo Baldi’nin yazdığı çok kapsamlı bir eserle atılıyor. AkademikSorbonne Üniversitesi’nde rüştünü ispat ediyor. Günümüzde İtalya’nın Urbino Üniversitesi ders olarak okuturken, Rusya ve İsrail’de çok iyi tanınmasına rağmen, 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘gizliet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun o tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren manayönelimin ilk belgesel örneğini oluşturuyor. Zeynep Bornovalı, ülkemiz için bilimsel anlamda yeni sayılabilecek bu alanda, konunun sayılı uzmanlarından. Zeynep Bornovalı, üniversiteden mezun olduktan sonra kendisiniünlerden birinde, rafların arasından çektiği bir kitapla kendini önüne açılan uzun bir yolun başında bulur: Gra-foloji! Tanıştığı andan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güne artan Bornovalı’nın birlı o günleri şöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeye başladım, ancak kitaptan tam olarak öğre-nilemiyordu, çünkü kitap yazısı iki boyutludur, el yazısı ise üç boyutludur, üçüncü boraktığıderinliktir. Bunu parmak uçlarınızda hissetmedikçe on beş tane de kitap okusanız pek çok ez-ber bilginiz olur ama tam bilgi sahibi olamazsanız. Bu nedenle bu işidan öğrenmiş ve bilim adamı olan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasında İtalya’dagrafoloji eğitimi almış olan Dr. Mustafa Hayrettinndan aldığı eğitim ile büyük bir ivme kazanır ve Zeynep Hanım bir süre sonra grafoloji uzma-nı olur. Beyin elektrosunun, elektrotyetlerininkaydedilerek, uzmanlar tarafından yorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynı beynin,zılar da bir uzman tarafından yorumlanabildiğini söylüyor Bornova-lı. Üstelikesinde bir kapasiteye sahip bir iletken olan sinir sistemi kullanılıyordoğrudanni katabilmesi için kişinin, okumuş ve kalemle yazı yazma alışkanlı-ğı edinmişbu harflerin formlarını benimseyip üstüne kendi yorumunu katabil-mek içinyeni başlayan bir çocuğun yazılarından analiz yapılamıyorsa dao k u l aıyor. Çünkü beyin bu aşamada kendini kalıplara sokmaya çalışmı-yor seramaçsızcahatta bilinçsizce şekiller karaladığımız olur ya, onlarıny or umfolojininalanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikte yorumlandı-ğında biruştuğumuzda analizin temel mantığının, yazının içinde en az on beşyirmi kezanlanmış bir maharetle yorumlanması olduğunu anlıyoruz. Ne ka-dar hayesnasında,yakinen tanıdığımız bir arkadaşımızın el yazısından ha-r e k e t l eısından check-up yapılması fikri bize hiç de imkânsız gelmiyor. Konubizi buralabirtür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğu-muzda, bil-Bornovalı’nın cevabı, bize bu imkanın hiç de yabana atılır olmadığını dü-şündürüyor:diğimden bu şekilde de kullanılabilir diyemem, ancak yazıda yalancılığınbelirtilerininen grafolojiyi psikoloji ile kıyaslamasını istediğimizde ise şu cevabı veriyor:“Evet, psiyebilirizgrafolojinin. Ama psikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor. Birini diğerindentahlili yapmak için, çizgisiz bir kağıda, mavi tükenmez kalemle, birbirine bağlantılı harflerle bir metin yazmak gere-kiyor; aneynepHanım onları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılan bütün dillerde grafolojik analiz yapabilirim” diyen Bor- n o v a l ı ,sellik içermemesini tercih ediyor. Gün ışığında ve “Çıplak gözle görünenlere bakmıyoruz!” prensibi gereği büyüteçle incelenenyazılabiylesevinç, üzüntü, heyecan, öfke yorgunluk gibi rutin dışı ruhi ve bedeni durumlar altında yazılmaması daha iyi olmakla birlikte budurum,unla birlikte insanın yazısında, geçici ruhsal ve bedeni faktörlerden etkilenmeyen ve ancak grafolojik analiz uzmanlarının algılayabildiğideğişttiğinegöre, hemen herkesin yazar- ken kullandığı farklı yazı stilleri analiz için dezavantaj değil bir zenginlik… Bununla birlikte incencelenecekyazıya dair iyi-kötü,güzel-çirkin gibi terimler grafolojide yasak; dahası, bununla ilgilenmiyor da! Grafolojikvarmış. Veri oluşturacak yazınınçokluğuna ve analizi isteyenin ilgisine bağlıymış biraz da. Analiz için ne kadar yazın bir tek kelimeye bakmak duru-munda kalıyorum. ‘Öldüreceğim seni’ yazıyor mesela; bir tehdit mektubu… Bunaelimizde olanla yapıyoruz anali- zi; ama normali en az 5 sayfa ve berabe- rinde eski yazılarının da bulunsatırdanoluşan bir yazı hakkında 5 dakika boyunca seri ve tamamen isabetli tespitlerbelirtmedengeçmeyelim. Anali-ze, ilk önce varsaiç de öyle olmadığı halde insanla-rın bunu kenyazınınkime ait olduğunu söyle-mek bir yana,lerce Mehmet olduğu halde oku-mayı bırakıinbir tedbir olduğunu, “Benimamacım kişitmek.Bu inceliği unutmazsa in-sanlarrensibine o derece bağlı ki ihtiyaçışında ne kadar yakını da olsa,grafolojik anlamda gizlice bakolduğunusöylüyor Bornovalı.rafolojiye göre beynimizin kıviktesürecin tersinin de gerçekle-şebilece-Ya beynimiz el yazımızı değilde el yazımızda, yazıyı ortaya çıkaran süre-ci harika bir örnekleardır. Biri bir taraftan tutar, di-ğeri öbür taraftan; kim dahain, diğer taraf kalemin ucuysa, ozaman elin beyne galip gelmesi deün el yazısını zorlama ile değiş-tirmeye çalışırsanız mutlaka organlaabilir!Çünkü, yazı da tıpkı yüzifadesi gibi bir insanın yaratılışının,irseniz estetik ameliyatta olduğugibi birini maymuna da çevirebilirsinizeğiştirenlerin görüldüğünü, bununbir sorun teşkil etmediğini söyleyenorlamayla değil beynin kabul edipbenimsemesi yoluyla değişmesi!” diniolumlu anlamda etkilemesi sü-recinde sağlığı iyi bilen bir grafologun gözeti-Yaklaşık on asır önce yaşamış olanİmâm-ı Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli çağları aşan eserinde yer alan şulığının çok eskiye uzanması, hem ZeynepHanım’ın söyledikleri ile paralellik oluşturması bakımından oldukça manidar: “Ey ilahi sırlarıdana geldiğini öğren. Mesela yazma işi gibi.Bil ki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesini yazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir meyil oluhsebebiyle o meyil ve isteme gücü dimağa (beyin) doğru gider. Oraya varınca dimağın önünde olan hayal kuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonra o sûret, ak iplikra parmak da kalbin irade gücü ile hayalde beliren şekle bağlı kalarak hareket edip, o şeklin bir benzerini meydana getirir.” Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukansöylenenlere çok geriden güçlü bir ışık tutuyor: “EySalih kişi, bil ki her ne kadar görünür alemden olan beden ile görünmez alemden olan kalb ayrı ayrı şeyler ise de bedeergüzel muamelenin nuru gönle ulaşır. Yazı öncegönülde canlanır fakat onu işlemek parmaklarla olur. Eğer bir kişi yazı yazışının güzel olmasını isterselışır. Sonra gönül bu güzel yazıyı kendinde sak-lar. Artık bu güzellik onun sıfatı haline gelir.akları o gönülde olan şekli iç âlemine getirip yaz-maya başlar.” İmâm-ı Gazâlî’de,rminolojisinin aksine “ beyin” yerine “ kalp” ol-duğunu, beynin kalpteki istek veırıldığını görüyoruz. Çağın sorunu sayılabilecek“ kalbin ihmali” konueiradesiyle zorlanarak ama dışarıdan zorlama olinisöylediğini belirtmekle yetinelim. Genellikle üniklerinedestek mahiyetinde grafoloji eğitimini talep ettikdileride pratik yaparak iki buçuk ay sonra başarılı analizlerşlayanlardan tıp doktorlarının, ressamların, tiyatrocuların, müzisdahahızlı intibak ettiklerini ve eğitimlerini tamamlanmasından sonra daunu söylüyor Bornovalı. Öğrencilerinin sorularını büyük bir itinayla cevaplayıpynaklara yönlendirerek gelişimlerinin devamını sağladığını ifade eden Zeynepmek isteyenlere, kaynakların orijinaline ulaşabilmek için belli başlı bir Avrupa dilcedeöğrenmelerini ve sağlık alanına kadar ilerlemek isteyenlerin ise temel anatomiiyor.Kendisinin belirttiğine göre, grafoloji sistemli çalışarak kendi başına öğrenilebilitavsiyeedilen bir yöntem değil. Hemen her disiplinde olduğu gibi akademik bir sisteminde, sonda öğrenilecek bir şeyi başta öğrenmek veya çok önemli bir bilgiyi önemsiz sanarakaçırmak, kafa karışıklığı ile işin içinden çıkamamak gibi tehlikeler dolayısıyla bir yol göstericilmasınıtavsiye eden Zeynep Bornovalı, “Tabii yine de amatör olarak ilgilenenlere rastladıımdaonlara bazı tüyolar veriyorum.” diyor. Bir an için hayal edin; bir psikologa gittiniz ve karşısınaoturup kollarınızı birbirine kavuşturarak tek kelime etmeden seansı tamamladınız. Psikolog, “Kişi konuşmadığıiçin kendisine yardımcı olamadık” der. Ancak grafolojide böyle bir şansınız olmaz; el yazınız sizinyerinize grafologla konuşuverir. Ya da doktora gitmeden, yaşadığınız sağlık sorununu teşhis etmesini istediniz. Tıptamuayene olmadan, gerekli tahlil ve tetkikleri yaptırmadan bu talebiniz olumlu karkanıtolabilir. Ya da nişanlınızınsize verdiği hediyenin üzerineiliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizdegrafolog yazıyısizin el yazınızla k a r-şılaştırarak birbirinize n ekadar uyumlu olduğunuzusöy- l e y e b i l i r.K r im i-Murat Gökhan GÜRELGrafoloji ileYazıdaki DeşifredenBeyindeki Defineye... El YazımızBizi Ele Veriyor!
sizin yerinize grafologla konuşuverir. Ya da doktora gitmeden, yaşadığınız sağlık sorununu teşhis etmesini istediniz. Tıpta muayene olmadan, gerekli tahlil ve tetkikleri yaptırmadan bu talebiniz olumlu karşılanmaz. Ancak grafolojide, el yazınızı içeren bir kağıçası, hastalığınızın teşhisinde önemli bir kanıt olabilir. Ya da nişanlınızın size verdiği hediyenin üzerine iliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizde grafolog yazıyı sizin el yazınızla karşılaştırarak birbirinize ne kadar uyumlu olduğunuzu söyleyebilir. Knoloji de grafolojiden yakasını kurtarabilmiş değil. Bir zanlının el yazısı ya da bir tehdit mektubu, bu kadim el yazısı ilminin kapsama alanına giriyor çünkü. Bunlar abartılı gibi görünse de ‘el yazısı üzerinden karakter tahlili’ olan grafoloji için, taşıdığı imkânlakımından sadece başlangıç niteliğinde. Çünkü bu kadim disiplin, el yazısından hareketle kişinin kıskanç, saldırgan, sadakatli, yalancı, zarif gibi genel karakter özelliklerinin yanı sıra, “ bu kişi bir işi bitirmeden başka bir işe geçmeyi sevmiyor, sanat yeteneği iyi, eskni özlüyor, söz taşıma özelliği yok veya kimseye bilerek rahatsızlık vermek istemeyen biri” gibi kişi ile ilgili spesifik değerlendirmeler de yapma iddiasında… Grafolojinin taşıdığı bir imkan da; ister doktor ya da psikologun muayenesinde, ister sorgu odasında kişileyeceklerini ölçüp tartacağı için karşısındakini yanıltabilecekken grafolog karşısında bu ihtimali elinden kaçırması… Çünkü bu disipline göre, gelişigüzel cümlelerden oluşan sayfada, farkında olmasak da yazımızın boyutları, kâğıtta yer tutuşu, harflere uyguladıbaskının kâğıdın arkasında bıraktığı iz, karakter analizi için olduğu kadar sağlık taraması için de kullanılabiliyor. Hatta grafolojiye göre duvara çiziktirdiği bir şekil bile o kişi ile ilgili, bu alanda eğitim görmüş ve yıllar içinde tecrübe kazanmış bir göze, epeyce bir venar. ‘Madem grafoloji bizi bu kadar iyi tanıyor, öyleyse biz de biz de onu biraz yakından tanıyalım’ dedik ve bu alan otuz dokuz yıllık tecrübesi bulunan grafolog Zeynep Bornovalı ile konuştuk. Grafolojinin memleketi Çin ve doğum tarihi M.Ö. 4000 olarak taediliyor. Antik çağda, Eflatun’un Plastik talebesi, sanatların Büyük İskender’in hemen hocası Aristo’nun, her dalında ilk çağda Roma bir İmparatorluğu’nun sanatçının en ortaya dikkat çeken koyduğu tarihçisi ve biyografi eser, yazarı karakteristikGaius Suetonius Tranquillus’un bu ilmi kullandığı biliniyor. Kişilere has özel yetenek olmaçıkıp sistemli bir bilim haline gelmesinin ilk adımı, 17. Yüzyıl İtalya’sında teorik tıp ve Aristo felsefesi hocası olan Camillo Baldi’nin yazdığı çok kapsamlı bir eserle atılıyor. Akademik anlamda ise Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nde rüştünü ispat ediyor.nümüzde İtalya’nın Urbino yapısı, Üniversitesi üslubu ders olarak vb. okuturken, özellikleri Rusya ve İsrail’de ile sanatkârının çok iyi tanınmasına rağmen, bakışı, 1980’lerde yargıları, Amerika Birleşik genel Devletleri’nde yönelimi ‘gizli hakkındailim’ olmaktan çıkıp ‘müspet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yılında Ankara Üversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun o tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren makalesi ise Türkiye’de bu alana yönelimin ilk belgesel örneğini oluşturuyor. Zeynep Bornovalı, ülkiçin bilimsel anlamda yeni sayılabilecek bilgi verir. bu alanda, O konunun yüzden sayılı uzmanlarından. işinin ehli Zeynep olan Bornovalı, bir eksper üniversiteden için mezun bir olduktan tablo, sonra kendisini onu ortaya adeta kütüphaneye koyanın kilitlediği boy günlerden birinde, rafların arasından çektiği bir kitapla kendini önüne açılan uzyolun başında bulur: Grafoloji! Tanıştığı andan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güne artan Bornovalı’nın bir eksiği vardır: Rehber! Bornovalı o günleri şöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeye başladım, ancak kitaptan tam olaraknilemiyordu, çünkü kitap yazısı aynası iki boyutludur, gibidir. el yazısı Peki ise üç boyutludur, ya sanat üçüncü eseri boyut; kalemin, olmayan, kağıdın arkasında söz gelimi bıraktığı bir derinliktir. el yazısı?... Bunu parmak Kısaca uçlarınızda ‘el hissetmedikçe yazısından on beş tane de kitap okusanız pek çok ezber bilginiz olur ama tam bilgi sahibi olamazsBu nedenle bu işi bana öğretecek, konuyu bilimsel yoldan öğrenmiş ve bilim adamı olan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasında İtalya’da grafoloji eğitimi almış olan Dr. Mustafa Hayrettin Arpınar ile tanışıklığı ve sonrasında ondan aldığı eğitbüyük bir ivme kazanır ve Zeynep karakter Hanım bir tahlili’ süre sonra olarak grafoloji uzmanı tanımlanan olur. Beyin elektrosunun, grafoloji elektrotlar uzmanları, aracılığı ile beynin sadece elektriksel sanat faaliyetlerinin eserlerinin kaydedilerek, uzmanlar değil; tarafından yorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynı beynin, kalem aracılımeydana getirdiği yazılar da bir uzman kâğıda tarafından öylesine yorumlanabildiğini yazılıveren söylüyor Bornovalı. birkaç Üstelik satırın ona göre el yazısında, sahibi elektrotların hakkında çok ötesinde bir kapasiteye detaylı sahip bilgiler bir iletken olan sinir sistemi kullanılıyor doğrudan doğruya. Ancak tabii beynin yazıya kekatabilmesi için kişinin, okumuş ve kalemle yazı yazma alışkanlığı edinmiş olması şartı var. Çünkü beyin, yeni tanıştığı bu harflerin formlarını benimseyip üstüne kendi yorumunu katabilmek için zamana ihtiyaç duyuyor. Bu sebeple okula yeni başlayan bir çocyazılarından analiz yapılamıyorsa verdiğini da okula başlamamış söylüyor. çocukların Gerçekten, yazıları her şeyi el anlatıyor. yazımız Çünkü kendimiz beyin bu aşamada ile kendini ilgili kalıplara söylemediklerimizi, sokmaya çalışmıyor serbest davranıyor. hatta Bazen telefonla konuşurken amaçsızca hatta bilinçsizce şekiller karaladığımız oluonların yorumlanmasını sorduğumuzda, bu çizimlerin de grafolojinin alanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikte yorumlandığında bir anlam ifade ettiğini öğreniyoruz. Onunla konuştuğumuzda analizin temel mantığının, yazının içinde en az on beş yirmi kez tedilen özelliklerin bilgi ve tecrübeyle bizim harmanlanmış bile bilmediklerimizi bir maharetle yorumlanması gösteriyor olduğunu anlıyoruz. olabilir Ne kadar hayret mi? verici Bu gelse sorulara de Zeynep Hanım’ın; cevap görüşme bulabilmek esnasında, yakinen için, tanıdığımız bir arkadaşımızın el yazısından hareketle onunla ilgili analizini görten sonra, el yazısından check-up yapılması fikri bize hiç de imkânsız gelmiyor. Konu bizi buralara getirmişken el yazısından analiz tekniğinin bir tür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğumuzda, bilmediği alanlarla ilgili temkinli tavrındüren Bornovalı’nın cevabı, bize el bu yazısına imkanın hiç de daha yabana atılır yakından olmadığını düşündürüyor: baktık “Yalan ve grafolojinin makinasının işleyiş sistemini Türkiye’deki bilmediğimden bu sayılı şekilde de uzmanlarındankullanılabilir diyemem, ancak yazıda yalancılığın belirtilerinin 24 adet olduğunu söyleyebilirim.” Kendden grafolojiyi psikoloji ile kıyaslamasını istediğimizde ise şu cevabı veriyor: “Evet, psikolojinin yapamadığı bazı şeyleri yaptığını söyleyebiliriz grafolojinin. Ama psikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor. Birini diğerinden üstün tutmak doğru olmazyazısından karakter tahlili yapmak Zeynep için, çizgisiz Bornovalı bir kağıda, mavi ile tükenmez konuştuk. kalemle, birbirine bağlantılı harflerle bir metin yazmak gerekiyor; ancak bu yazıların içeriğinin hiçbir önemi yok! Çünkü Zeynep Hanım onları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılandillerde grafolojik analiz yapabilirim” diyen Bornovalı, hatta analize verilecek yazıların nötr, mümkünse hiç kişisellik içermemesini tercih ediyor. Gün ışığında ve “Çıplak gözle görünenlere bakmıyoruz!” prensibi gereği büyüteçle incelenen yazıların, karakteristiklikleri tespit etmeyi zorlaştırması sebebiyle sevinç, üzüntü, heyecan, öfke yorgunluk gibi rutin dışı ruhi ve bedeni durumlar altında yazılmaması daha iyi olmakla birlikte bu durum, kişinin önceki yazılarının incelenmesi ile aşılabiliyor. Bununla birlikte insanın yazısgeçici ruhsal ve bedeni faktörlerden etkilenmeyen ve ancak grafolojik analiz uzmanlarının algılayabildiği değişmeyen ana hatlar barındırıyor. Zeynep Bornovalı’nın belirttiğine göre, hemen herkesin yazarken kullandığı farklı yazı stilleri analiz için dezavantajbir zenginlik… Bununla birlikte inceleme için, yazının kaligrafik bir estetikte olması gerekmiyor. İncelenecek yazıya dair iyi-kötü, güzel-çirkin gibi terimler grafolojide yasak; dahası, bununla ilgilenmiyor da! Grafolojik tahlil en az bir buçuk saat sürüyor amasüren örnekler de varmış. Veri oluşturacak yazının çokluğuna ve analizi isteyenin ilgisine bağlıymış biraz da. Analiz için ne kadar yazı vermemiz gerektiğini sorduğumuzda ise şöyle diyor: “Bazen bir tek kelimeye bakmak durumunda kalıyorum. ‘Öldüreceğimyazıyor mesela; bir tehdit mektubu… Buna ‘Hadi git, biraz daha yaz!’ diyecek halimiz yok. Mecburen elimizde olanla yapıyoruz analizi; ama normali en az 5 sayfa ve beraberinde eski yazılarının da bulunmasıdır.” Zeynep Hanım’ın, söyleşimiz sırasında siki satırdan oluşan bir yazı hakkında Bir an 5 dakika için boyunca hayal seri edin; ve tamamen bir isabetli psikoloğa tespitlerde bulunması gittiniztedbir olduğunu, ve karşısına “Benim amacım oturup kişiyi incelemek kollarını-değil ki, kişinin amacı kendini bana inceletmek. Bu inceliği unutmazsa insanlar hiçbir sorun olmaz.” sözleriyle ifade ediyor. Gizlilik prensibine o derece Zeynep bağlı ki BORNOVALIihtiyaç halinde akılkarşısında duyduğumuz şaşkınlığı da burada belirtmeden geçmeyelim. Analize, ilk önce varsa olumsuzlukları tespit ederek başlayan Zeynep Hanım, hiç de öymadığı halde insanların bunu kendilerine hakaret olarak algılamasının önüne geçmek için yazının kime ait olduğunu söylemek bir yana, sözgelimi ‘Bu yazı Mehmet Bey’e ait’ deseniz bile binlerce Mehmet olduğu halde okumayı bırakıyor! Aslında bunun keiçin değil karşısındaki için birtalarının ailesinin getirdiği yazılar birbirine dışında kadar kavuşturarak yakını da olsa, izin vermedikçe tek kelimeortaya etmeden çıkaran süreci harika seansı bir örnekle tamamladı-açıklıyor Bornovalı: “Halat yarışı diye bir şey vardır. Biri bir taraftan tutar, diğeri öbür taraftan; kim daha çok çekerse öbür taraf kaybeder. Peki, bir taraf beyin, diğer taraf kalemin ucuysa,ve talep etmedikçe kimsenin yazısına grafolojik anlamda gizlice bakmadığını, bunun da olmazsa olmaz bir meslek etiği olduğunu söylüyor Bornovalı. ‘Beyin yazısı’ olarak dnımlanan el yazımız, grafolojiye göre beynimizin kıvrımlarının kağıttaki izdüşümü adeta. Bununla birlikte sürecin tersinin de gerçekleşebileceğini düşünmek hem heyecan verici hem ürkütücü! Ya beynimiz el yazımızı değil de el yazımız beynimizi şekillendirirse? Klem ile beyin arasında, yazıyıman elin beyne galip gelmesi nız. de mümkün! Psikolog, Dolayısıyla “Kişi bir çocuğun konuşmadığıiçin değil kendisine beynin kabul edip yardımcı benimsemesi yoluyla olama-değişmesi!” diyor. Bununla birlikte değiştirilen el yazısının beyni olumlu anlamda etkilemesi sürecinde sağlığı iyi bilen bir grafologun gözetiminde olmasının fayda sağlayacağınıya da büyüğün el yazısını zorlama ile değiştirmeye çalışırsanız mutlaka organlarına zarar verirsiniz, o kadar ki ölüme bile sebep olabilir! Çünkü, yazı da tıpkı yüz ifadesi gibi bir insanın yaratılıbenliğinin, genetiğinin bir parçasıdır; zorla değiştirirseniz estetik ameliyatta olduğu gibi birini maymuna da çevirebilirsiniz huriye de.” Okulda arkadaşına bakarak yazısını değiştirenlerin görüldüğünü, bunun bir sorun teşkil etmediğini söyleyen Zeynep Hanım, “Çkü önemli olan, yazının zorlamaylanüyor. Yaklaşık on asır önce dık.” yaşamış olan der. İmâm-ı Ancak Gazâlî’nin grafolojide Kimyâ-yı Saâdet böyle isimli çağları aşan eserinde yer alan şu cümleler, hem konunun bizim medeniyetimizde karşılığının çok eskiye uzanması, hem Zeynep Hanım’ın söyledikleri ile paralellik oluştusı bakımından oldukça manidar: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Kendi yaptığın işlerin nasıl meydana geldiğini öğren. Mesela yazma işi gibi. Bil ki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesini yazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir moluşur ve irade gücü meydana bir gelir. şansınız Sonra hayvani olmaz; ruh sebebiyle el o meyil yazınız ve isteme sizin gücü dimağa yeri-(beyinnize da kalbin grafologla irade gücü ile hayalde konuşuverir. beliren şekle bağlı Ya kalarak da hareket dokto-edip, o şeklin bir benzerini meydana getirir.” Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukarıdaki ifadelerini genişletip örneklendiriyor, hem bugün söyledoğru gider. Oraya varınca dimağın önünde olan hayal kuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonra o sûret, ak iplik adı verilen sinirlerle parmakrına iner. Daha sonra parmaklere çok geriden güçlü bir ışık tutuyor: “Ey Salih kişi, bil ki her ne kadar görünür alemden olan beden ile görünmez alemden olan kalb ayrı ayrı şeyler ise de bedenin kalp ile ilgisi vardır ve ona uyar. Bedende olan her güzel muamelenin nuru gönle ulaşır. Yazı öncnülde canlanır fakat onu işlemek ra parmaklarla gitmeden, olur. Eğer yaşadığınız bir kişi yazı yazışının sağlık güzel olmasını sorununu isterse onun teşhisparmakları etmesini o gönülde olan istediniz. şekli iç âlemine Tıpta getirip yazmaya muayene başlar.” İmâm-ı olmadan, Gazâlî’de, yazmada ve bütün fiillerde baş aktörün günümüz terminolojisinin aksine “ beyin” yerine “ kalp” olduğunu, beynin kalpteki istek ve iradeye htedbiri de şudur: Zorluk çekerek güzel yazmaya alışır. Sonra gönül bu güzel yazıyı kendinde saklar. Artık bu güzellik onun sıfatı haline gelir. Sonra ne zao güzel yazıyı yazmak isteseeden bir araç olarak konumlandırıldığını görüyoruz. Çağın sorunu sayılabilecek “ kalbin ihmali” konusuna burada hiç girmeden, insanın kendi isteği ve iradesiyle zorlanarak ama dışarıdan zorlama olmadan yazısını ve efalini güzelleştirebileceğini söylediğini belirtle yetinelim. Genellikle üniversite gerekli mezunu tahlil kişilerin, icra ve ettikleri tetkikleri mesleklerine yaptırmadan destek mahiyetinde grafoloji bu eğitimini talebiniz talep ettiklerini ve bu eğitimi alan öğrencilerin kendileri de pratik yaparak iki buçuk ay sonra başarılı analizler yapmaya başladıklarını; sıfırdan byanlardan tıp doktorlarının, olumlu ressamların, tiyatrocuların, karşılanmaz. müzisyenlerin Ancak ve psikologların grafolojide, konuya daha hızlı el intibak yazınızı ettiklerini ve eğitimlerini tamamlanmasından sonra da öğrencilerine kapısını açık tuttuğunu söylüyor Bornovalı. Öğrencilerinin sorularını büyük bnayla cevaplayıp gerektiğinde onları çeşitli kaynaklara yönlendirerek gelişimlerinin devamını sağladığını ifade eden Zeynep Hanım, bu alanda ilerlemek isteyenlere, kaynakların orijinaline ulaşabilmek için belli başlı bir Avrupa dillerinden birini iyi derecede ömelerini ve sağlık alanına kadar içeren ilerlemek bir isteyenlerin kağıt ise parçası, temel anatomi hastalığınızın okumasını salık veriyor.Kendisinin teşhisinde belirttiğine önemlibir sonda kanıt öğrenilecek olabilir. bir şeyi başta Ya öğrenmek da nişanlınızın veya çok önemli bir bilgiyi size önemsiz verdiği sanarak hediye-gözden kaçırmak, kafa karışıklığı ile işin içinden çıkamamak gibi tehlikeler dolayısıyla bir yol göstericinin olmasını tavsiye eden Zeynep Borngöre, grafoloji sistemli çalışarak kendi başına öğrenilebiliyorsa da bu pek tavsiye edilen bir yöntem değil. Hemen her disiplinde olduğu gibi akmik bir sistem gözetilmediğinde,“Tabii yine de amatör olarak ilgilenenlere rastladığımda onlara bazı tüyolar veriyorum.” diyor. Bir an için hayal edin; bir psikologa gittiniz ve karşısına oturup kollarınızı birbirine kavuşturarak tek kelime etmeden seansı tamamladınız. Psikolog, “Kişi konudığı için kendisine yardımcı olamadık” nin üzerine der. Ancak iliştirdiği grafolojide böyle küçük bir şansınız bir olmaz; notu, el yazınız bir sizin grafologa yerinize grafologla gösterdiğinizdekarşılanmaz. Ancak grafolog grafolojide, yazıyı el yazınızı sizin içeren bir el kağıt yazınızla parçası, hastalığınızın karşılaştıra-teşhisinde önemli bir kanıt olabilir. Ya da nişanlınızın size verdiği hediyenin üzerine iliştirdiği küçük bir notu, bir grafologa gösterdiğinizde grafolokonuşuverir. Ya da doktora gitmeden, yaşadığınız sağlık sorununu teşhis etmesini istediniz. Tıpta muayene olmadan, gerekli tahlil ve tetkri yaptırmadan bu talebiniz olumluzıyı sizin el yazınızla karşılaştırarak birbirinize ne kadar uyumlu olduğunuzu söyleyebilir. Kriminoloji de grafolojiden yakasını kurtarabilmiş değil. Bir zanlının el yazısı ya da bir tehdit mektubu, bu kadim el yazısı ilminin kapsama alanına giriyor çünkü. Babartılı gibi görünse de ‘el yazısı rak üzerinden birbirinize karakter tahlili’ ne kadar olan grafoloji uyumlu için, taşıdığı olduğunuzu imkânlar bakımından söyleyebilir.sadece başlangıç niteliğinde. duğu Çünkü kadar bu kadim sağlık disiplin, el yazısından taraması hareketle için kişinin de kıskanç, kullanılabiliyor. saldırgan, sadakatli, Hattaveya grafolojiye kimseye bilerek rahatsızlık göre vermek duvara istemeyen çiziktirdiği biri” gibi kişi ile bir ilgili spesifik şekil değerlendirmeler bile o kişi de yapma iddiasında… Grayalancı, zarif gibi genel karakter özlerinin yanı sıra, “ bu kişi bir Kriminoloji işi bitirmeden başka de bir işe grafolojiden geçmeyi sevmiyor, sanat yakasını yeteneği iyi, eski kurtarabilmiş evini özlüyor, söz taşıma değil. özelliği yokjinin taşıdığı bir imkan da; ister doktor ya da psikologun muayenesinde, ister sorgu odasında kişi söyleyeceklerini ölçüp tartacağı için karşısındakini yanıltabilecekken grafolog karşısında bu ihtimali elinden kaçırması… Çünkü bu disipline göre, gelişigüzel cümleloluşan sayfada, farkında olmasak Bir zanlının da yazımızın el boyutları, yazısı kâğıtta ya yer da tutuşu, bir harflere tehdit uyguladığımız mektubu, baskının kâğıdın bu kadim arkasında bıraktığı ile iz, ilgili, karakter bu analizi alanda için olduğu eğitim kadar sağlık görmüş taraması için ve de yıllar kullanılabiliyor. içinde Hatta tecrübe grafolojiye göre duvara çiziktirdiği birbile o kişi ile ilgili, bu alanda el eğitim yazısı görmüş ilminin ve yıllar içinde kapsama tecrübe kazanmış alanına bir göze, epeyce giriyor bir veri sunar. çünkü. ‘Madem grafoloji bizi bu kadar kazanmış iyi tanıyor, öyleyse bir göze, biz de biz de epeyce onu biraz yakından bir veri tanıyalım’ sunar. dedik ‘Madem ve bu alan otuz grafolojigelmesinin bizi ilk bu adımı, kadar 17. Yüzyıl iyi İtalya’sında tanıyor, teorik öyleyse tıp ve Aristo biz felsefesi de onu hocası olan biraz Camillo ya-Baldi’nin yazdığı çok kapsamdokuz yıllık tecrübesi bulunan grafolog Znep Bornovalı ile konuştuk. Grafolojinin memleketi Çin ve doğum tarihi M.Ö. 4000 olarak tahmin ediliyor. Antik çağda, Eflatun’un talebesi, Büyük İskender’in hocası Aristo’nun, ilk çağda Roma İmparatorluğu’nun en dikkat çeken tarihçisi ve biyografzarı Gaius Suetonius Tranquillus’un bu ilmi kullandığı biliniyor. Kişilere has özel yetenek olmaktan çıkıp sistemli bir bilim halineeserle atılıyor. Akademik anlamda Bunlar ise Fransa’nın abartılı Sorbonne gibi Üniversitesi’nde görünse de rüştünü ‘el ispat yazısı ediyor. Günümüzde üzerinden İtalya’nın karakteryönelimin ilk tahlili’ belgesel örneğini olan oluşturuyor. grafoloji Zeynep için, Bornovalı, taşıdığı ülkemiz için imkânlar bilimsel anlamda bakı-yeni sayılabilecek rübesi bu bulunan alanda, konunun grafolog sayılı uzmanlarından. Zeynep Zeynep Bornovalı, üniversiteden ile konuştuk. mezun olduktan sonra kendisini adeta kUrbino kından Üniversitesi tanıyalım’ ders olarak okuturken, dedik Rusya ve ve İsrail’de bu alan çok iyi otuz tanınmasına dokuz rağmen, yıllık 1980’lerde tec-Amerika Birleşik Devletle‘gizli ilim’ olmaktan çıkıp ‘müspet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun o tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren mlesi ise Türkiye’de bu alanahaneye kilitlediği günlerden mından birinde, rafların sadece arasından çektiği başlangıç bir kitapla kendini niteliğinde. önüne açılan uzun Çünkü bir yolun başında bu kadim bulur: Grafoloji! Tanıştığı andan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güne artan Bornovalı’nın bir eksiği vardır: Rehber! Bornlı o günleri şöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeye başladım, ancak kitaptan tam olarak öğrenilemiyordu, çünkü kitap yazısı iki boyutludur, el yazısı ise üç boyutludur, üçüncü boyut; kalemin, kağıdın arkasında bıraktığı derinliktir. Bunu parmak uçlarınhissetmedikçe on beş tane de kitap disiplin, okusanız pek el çok yazısından ezber bilginiz olur ama hareketle tam bilgi sahibi kişinin olamazsanız. kıskanç, Bu nedenle bu saldırgan,Hayrettin sadakatli, ARPINyalancı, ile tanışıklığı zarif ve gibi sonrasında genel ondan karakter aldığı eğitim ile özellik-büyük bir ivme kazanır Grafolojinin ve Zeynep Hanım memleketi bir süre sonra grafoloji Çin ve uzmanı doğum olur. Beyin tarihi elektrosunun, M.Ö. elektrotlar 4 bin aracılığı ile beynin elektriksel faaişi bana öğretecek, Grafoloji konuyu bilimsel Altı yoldan Bin öğrenmiş Yıl ve Önce bilim adamı Doğmuşolan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasında İtalya’da grafolojtimi almış olan Dr. Mustafalerinin kaydedilerek, uzmanlar tarafından yorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynı beynin, kalem aracılığıyla meydana getirdiği yazılar da bir uzman tarafından yorumlanabildiğini söylüyor Bornovalı. Üstelik ona göre el yazısında, elektrotların çok ötebir kapasiteye sahip bir iletken lerinin olan sinir yanı sistemi kullanılıyor sıra, “bu doğrudan kişi doğruya. bir işi Ancak bitirmeden tabii beynin yazıya başka kendini katabilmesi bir işe için olarak kişinin, okumuş tahmin ve kalemle ediliyor. yazı yazma alışkanlığı Antik edinmiş Çağ'da, olması şartı Eflatun’un var. Çünkü beyin, talebesi,yapılamıyorsa Büyük İskender’in da okula başlamamış hocası çocukların Aristo’nun, yazıları her şeyi anlatıyor. ilk çağda Çünkü beyin Roma bu aşamada kendini kalıplara sokmyeni tanıştığı bu harflerin formlarını beseyip üstüne kendi yorumunu geçmeyi katabilmek için sevmiyor, zamana ihtiyaç duyuyor. sanat Bu yeteneği sebeple okula yeni iyi, başlayan eski evini bir çocuğun özlüyor, yazılarından analizçalışmıyor serbest davranıyor. Bazen telefonla konuşurken amaçsızca hatta bilinçsizce şekiller karaladığımız olur ya, onların yorumlanmasını sorduğumuzda, bu çizimlerin de grafolojinin alanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikte yorumlandığında bir anlamettiğini öğreniyoruz. Onunla söz konuştuğumuzda taşıma analizin özelliği temel yok mantığının, veya yazının kimseye içinde en az bilerek on beş yirmi rahatsızlıkkez tekrar edilen özelliklerin İmparatorluğu’nun bilgi ve tecrübeyle harmanlanmış en bir dikkat maharetle çeken yorumlanması tarihçisi olduğunu anlıyoruz. ve biyografiel yazısından yazarı check-up Gaius yapılması Suetonius fikri bize hiç de Tranquillus’un imkânsız gelmiyor. Konu bu bizi buralara ilmi getirmişken kul-el yazısından analiz tekNe kadar hayret verici gelse de ZeHanım’ın; görüşme esnasında, vermek yakinen tanıdığımız istemeyen bir arkadaşımızın biri” el gibi yazısından kişi hareketle ile ilgili onunla spesifik ilgili analizini değerlendirmelerdiyemem, ancak de yazıda yapma yalancılığın iddiasında.belirtilerinin 24 adet olduğunu söyleyebilirim.” Kendisinden landığı grafolojiyi psikoloji biliniyor. ile kıyaslamasını Kişilere istediğimizde has özel ise şu cevabı yetenek veriyor: “Evet, olmaktan psikolojinin yapamadığı çı-bazı şeyleri yaptığını sgördükten sonra,nin bir tür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorduğumuzda, bilmediği alanlarla ilgili temkinli tavrını sürdüren Bornovalı’nın cevabı, bize bu imkanın hiç de yabana atılır olmadığını düşündürüyor: “Yalan makinasının işleyiş sistemini bilmğimden bu şekilde de kullanılabiliryebiliriz grafolojinin. Ama psikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor. Birini diğerinden üstün tutmak doğru olmaz.” El yazısından kıp sistemli karakter tahlili bir yapmak bilim için, çizgisiz haline bir kağıda, gelmesinin mavi tükenmez kalemle, ilk adımı, birbirine bağlantılı 17. harflerle bir metin yazmakkiyor; ancak bu yazıların içeriğinin hiçbir önemi yok! Çünkü Zeynep Hanım onları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılan bütün dillerde grafolojik analiz yapabilirim” diyen Bornovalı, hatta analize verilecek yazıların nötr, mümkünse hiç kişisellik içermemtercih ediyor. Gün ışığında ve Grafolojinin “Çıplak gözle görünenlere sahip bakmıyoruz!” olduğu prensibi bir gereği imkan büyüteçle da; incelenen ister yazıların, doktor karakteristik ya özellikleri yüzyıl tespit İtalya’sında etmeyi zorlaştırması teorik sebebiyle sevinç, tıp üzüntü, ve heyecan, Aristo öfke felsefesi yorgunluk gibi rutin hoca-dışı ruhi ve bedeni durumlar altındazılmaması daha iyi olmakla da birlikte psikoloğun bu durum, kişinin önceki muayenesinde, yazılarının incelenmesi ister ile aşılabiliyor. sorgu Bununla odasında birlikte insanın kişi yazısında, olan geçici ruhsal Camillo ve bedeni faktörlerden Baldi’nin etkilenmeyen yazdığı ve ancak çok grafolojik kapsamlı analiz uzmanlarının bir eserlesüren atılıyor. örnekler de varmış. Akademik Veri oluşturacak anlamda yazının çokluğuna ise ve Fransa’nın analizi isteyenin ilgisine Sorbon-bağlıymış biraz da. Analiz için ne kalgılayabildiği değişmeyen ana hbarındırıyor. Zeynep Bornovalı’nın belirttiğine göre, hemen herkesin yazarken kullandığı farklı yazı stilleri analiz için dezavantaj değil bir zenginlik… Bununla birlikte inceleme için, yazının kaligrafik bir estetikte olması gerekmiyor. İncelenecek yazıya dair iyigüzel-çirkingibi terimler grafolojide söyleyeceklerini yasak; dahası, bununla ölçüp ilgilenmiyor tartacağı da! Grafolojik için tahlil karşısındakini en az bir buçuk saat sürüyor yanıltabilecekken,ama 3 günyazı vermemiz gerektiğini sorduğumuzda ise şöyle diyor:grafolog“Bazen birkarşısındatek kelimeye bakmakbudurumundaihtimalikalıyorum.elinden‘Öldüreceğimkaçırması.geçmeyelim. Analize, Çünkü ilk önce bu varsa disipline olumsuzlukları göre, tespit ederek gelişigüzel başlayan Zeynep cümleler-Hanım, hiç de öyle de olmadığı İtalya’nın halde insanların Urbino bunu kendilerine Üniversitesi hakaret olarak ders algılamasının olarak önüne okuturken,geçmek için yazının kime ait olduğunu söylemseni’neyazıyorÜniversitesi’ndemesela; bir tehdit mektubu…rüştünüBuna ‘Hadiispatgit, biraz dahaediyor.yaz!’ diyecekGünümüz-halimiz yok. Mecburen elimizde olanla yaruz analizi; ama normali en az 5 sayfa ve beraberinde eski yazılarının da bulunmasıdır.” Zeynep Hanım’ın, söyleşimiz sırasında sadece iki satırdan oluşan bir yazı hakkında 5 dakika boyunca seri ve tamamen isabetli tespitlerde bulunması karşısında duyduğumuzkınlığı da burada belirtmedenyana, sözgelimi ‘Bu yazı Mehmetden oluşanBey’e ait’ desenizsayfada,bile binlercefarkındaMehmet olduğuolmasakhalde okumayıdabırakıyor!yazımızınAslındaboyutları,bunun da olmazsa kâğıtta olmaz yer bir meslek tutuşu, etiği olduğunu harflere söylüyor Bornovalı. uyguladığımız ‘Beyin yazısı’ baskı-olarak da tanımlanan de Amerika el yazımız, grafolojiye Birleşik göre beynimizin Devletleri’nde kıvrımlarının kağıttaki ‘gizli izdüşümü ilim’ adeta. olmaktan Bununla birlikte sürecin tersinin de gerçbunun kendisiRusyaiçin değilvekarşısındakiİsrail’deiçinçokbir tedbiriyiolduğunu,tanınmasına“Benim amacımrağmen,kişiyi incelemek1980’ler-değil ki, kişinin amacı kendini bana inceleBu inceliği unutmazsa insanlar hiçbir sorun olmaz.” sözleriyle ifade ediyor. Gizlilik prensibine o derece bağlı ki ihtiyaç halinde akıl hastalarının ailesinin getirdiği yazılar dışında ne kadar yakını da olsa, izin vermedikçe ve talep etmedikçe kimsenin yazısına grafanlamda gizlice bakmadığını,şebileceğini düşünmek hem heyecan verici hem ürkütücü! Ya beynimiz el yazımızı değil de el yazımız beynimizi şekillendirirse? Kalem ile beyin arasında, yazıyı ortaya çıkaran süreci harika bir örnekle açıklıyor Bornovalı: “Halat yarışı diye bir şey vardır. Btaraftan tutar, diğeri öbür taraftan;nınkimkâğıdındaha çok çekersearkasındaöbür taraf kaybeder.bıraktığıPeki, biriz,tarafkarakterbeyin, diğer tarafanalizikaleminiçinucuysa,ol-çıkıp ‘müspet ilim’ statüsü kazanıyor. Türkiye’de 1954 yıozaman elin beyne galip gelmesi de mümkün! Dolayısıyla bir çocuğun ya da büyüğün el yazısını zorlama ile değiştirmeye çalışırsanızlaka organlarına zarar verirsiniz, o kadar ki ölüme bile sebep olabilir! Çünkü, yazı da tıpkı yüz ifadesi gibi bir insanın yaratılışının, benliğinin, genetiğinin bir parçasıdır; zorla değiştirirseniz estetik ameliyatta olduğu gibi birini maymuna da çevirebilirsiniz huriyOkulda arkadaşına bakarak yazısını değiştirenlerin görüldüğünü, bunun bir sorun teşkil etmediğini söyleyen Zeynep Hanım, “Çünkü önemli olan, yazının zorlamayla değil beynin kabul edip benimsemesi yoluyla değişmesi!” diyor. Bununla birlikte değiştiriyazısının beyni olumlu anlamda etkilemesi sürecinde sağlığı iyi bilen bir grafologun gözetiminde olmasının fayda sağlayacağını düşünüyor. Yaklaşık on asır önce yaşamış olan İmâm-ı Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli çağları aşan eserinde yer alan şu cüler, hem konunun bizim medeniyetimizde karşılığının çok eskiye uzanması, hem Zeynep Hanım’ın söyledikleri ile paralellik oluşturması bakımından oldukça manidar: “Ey ilahi sırları öğrenmek isteyen! Kendi yaptığın işlerin 133nasılmeydana geldiğini öğren.sela yazma işi gibi. Bil ki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesini yazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir meyil oluşur ve irade gücü meydana gelir. Sonra hayvani ruh sebebiyle o meyil ve isteme gücü dimağa (beyin) doğru gider. Oraya vca dimağın önünde olan hayal kuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonra o sûret, ak iplik adı verilen sinirlerle parmak uçlarına iner. Daha sonra parmak da kalbin irade gücü ile hayalde beliren şekle bağlı kalarak hareket edip, o şeklin bir benzerinidana getirir.” Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukarıdaki ifadelerini genişletip örneklendiriyor, hem bugün söylenenlere çok geriden güçlü bir ışık tutuyor: “Ey Salih kişi, bil ki her ne kadar görünür alemden olan beden ile görünmez alemden
lında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya FakültesiDergisi’nde yayımlanan ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nuno tarihte konuya ne denli vâkıf olduğunu gösteren makalesiise Türkiye’de bu alana yönelimin ilk belgesel örneğinioluşturuyor. Zeynep Bornovalı, ülkemiz için bilimselanlamda yeni sayılabilecek bu alanda, konunun sayılıuzmanlarından.Zeynep Bornovalı, üniversiteden mezun olduktan sonrakendisini adeta kütüphaneye kilitlediği günlerden birinde,rafların arasından çektiği bir kitapla kendini önüneaçılan uzun bir yolun başında bulur: Grafoloji! Tanıştığıandan itibaren bu “El Yazısı Bilimi”ne ilgisi günden güneartan Bornovalı’nın bir eksiği vardır: Rehber! Bornovalıo günleri şöyle anlatıyor: “Bu alanda kitaplar edinmeyebaşladım, ancak kitaptan tam olarak öğrenilemiyordu,çünkü kitap yazısı iki boyutludur, el yazısı ise üç boyutludur.Üçüncü boyut, kalemin, kağıdın arkasında bıraktığıderinliktir. Bunu parmak uçlarınızda hissetmedikçeon beş tane de kitap okusanız pek çok ezber bilginizolur ama tam bilgi sahibi olamazsanız. Bu nedenle bu işibana öğretecek, konuyu bilimsel yoldan öğrenmiş ve bilimadamı olan birini aramaya koyuldum.” Bu arayışı sırasındaİtalya’da grafoloji eğitimi almış olan Dr. MustafaHayrettin Arpınar ile tanışıklığı ve sonrasında ondan aldığıeğitim ile büyük bir ivme kazanır ve Zeynep Hanımbir süre sonra grafoloji uzmanı olur.Görünmeyen Köy: “Beyin”Beyin elektrosunun, elektrotlar aracılığı ile beynin elektrikselfaaliyetlerinin kaydedilerek, uzmanlar tarafındanyorumlanmasına imkân sağlaması gibi; aynıbeynin, kalem aracılığıyla meydana getirdiğiyazıların da bir uzman tarafından yorumlanabildiğinisöylüyor Bornovalı. Üstelikona göre el yazısında, elektrot-
ların çok ötesinde kapasiteye sahip bir iletken olan sinirsistemi kullanılıyor doğrudan doğruya. Ancak tabiibeynin yazıya kendini katabilmesi için kişinin, okumuşve kalemle yazı yazma alışkanlığı edinmiş olması şartıvar. Çünkü beyin, yeni tanıştığı bu harflerin formlarınıbenimseyip üstüne kendi yorumunu katabilmek için zamanaihtiyaç duyuyor. Bu sebeple okula yeni başlayanbir çocuğun yazılarından analiz yapılamıyorsa da okulabaşlamamış çocukların yazıları her şeyi anlatıyor. Çünkübeyin bu aşamada kendini kalıplara sokmaya çalışmıyor,serbest davranıyor. Bazen telefonla konuşurkenamaçsızca hatta bilinçsizce şekiller karaladığımız olur ya,onların yorumlanmasını sorduğumuzda, bu çizimlerin degrafolojinin alanı içinde olduğunu ancak yazıyla birlikteyorumlandığında bir anlam ifade ettiğini öğreniyoruz.Onunla konuştuğumuzda analizin temel mantığının, yazınıniçinde en az on beş - yirmi kez tekrar edilen özelliklerinbilgi ve tecrübeyle harmanlanmış bir maharetle yorumlanmasıolduğunu anlıyoruz. Ne kadar hayret vericigelse de Zeynep Hanım’ın, görüşme esnasında, yakinentanıdığımız bir arkadaşımızın el yazısından hareketleonunla ilgili analizini gördükten sonra, el yazısındancheck-up yapılması fikri bize hiç de imkânsız gelmiyor.Konu bizi buralara getirmişken el yazısından analiz tekniğininbir tür yalan makinesi olarak kullanılıp kullanılamayacağınısorduğumuzda, bilmediği alanlarla ilgili temkinlitavrını sürdüren Bornovalı’nın cevabı, bize bu imkânınhiç de yabana atılır olmadığını düşündürüyor: “Yalanmakinasının işleyiş sistemini bilmediğimden bu şekildede kullanılabilir diyemem, ancak yazıda yalancılığınbelirtilerinin 24 adet olduğunu söyleyebilirim.”Kendisinden grafolojiyi psikoloji ile kıyaslamasınıistediğimizde ise şu cevabı veriyor:“Evet, psikolojinin yapamadığı bazı şeyleriyaptığını söyleyebiliriz grafolojinin. Amapsikoloji de grafolojinin yapamadıklarını yapıyor.Birini diğerinden üstün tutmak doğru olmaz.”İnceleyeceği Belgede Bazı Şartlar ArıyorEl yazısından karakter tahlili yapmak için, çizgisiz bir kağıda,mavi tükenmez kalemle, birbirine bağlantılı harflerlebir metin yazmak gerekiyor, ancak bu yazılarıniçeriğinin hiçbir önemi yok! Çünkü Zeynep Hanımonları okumuyor! “Latin alfebesiyle yazılan bütündillerde grafolojik analiz yapabilirim.” diyenBornovalı, hatta analize verilecek yazılarınnötr, mümkünse hiç kişisellik içermemesinitercih ediyor. Gün ışığında ve “Çıplak gözlegörünenlere bakmıyoruz!” prensibi gereğibüyüteçle incelenen yazıların, karakteristiközellikleri tespit etmeyi zorlaştırması sebebiylesevinç, üzüntü, heyecan, öfke,yorgunluk gibi rutin dışı ruhive bedeni durumlar altındayazılmaması daha iyiolmakla birlikte bu durum,kişinin önceki yazılarınınincelenmesi ileaşılabiliyor. Bununla birlikteinsanın yazısında,geçici ruhsal ve bedenifaktörlerden etkilenmeyenve ancak grafolojikanaliz uzmanlarınınalgılayabildiği değişmeyenana hatlarbarındırıyor.135
Zeynep Bornovalı’nın belirttiğine göre, hemenherkesin yazarken kullandığı farklıyazı stilleri analiz için dezavantaj değilbir zenginlik. Bununla birlikte incelemeiçin, yazının kaligrafik bir estetikteolması gerekmiyor. İncelenecek yazıyadair iyi-kötü, güzel-çirkin gibi terimlergrafolojide yasak; dahası, bununlailgilenmiyor da! Grafolojik tahlil en azbir buçuk saat sürüyor ama 3 gün sürenörnekler de varmış. Veri oluşturacakyazının çokluğuna ve analizi isteyeninilgisine bağlıymış biraz da. Analiziçin ne kadar yazı vermemiz gerektiğinisorduğumuzda ise şöyle diyor Bornovalı:“Bazen bir tek kelimeye bakmak durumundakalıyorum. ‘Öldüreceğim seni’ yazıyormesela; bir tehdit mektubu… Buna‘Hadi git, biraz daha yaz!’ diyecek halimizyok. Mecburen elimizde olanla yapıyoruzanalizi; ama normali en az 5 sayfa ve beraberindeeski yazılarının da bulunmasıdır.” ZeynepHanım’ın, söyleşimiz sırasında sadece iki satırdanoluşan bir yazı hakkında 5 dakika boyuncaseri ve tamamen isabetli tespitlerde bulunması karşısındaduyduğumuz şaşkınlığı da burada belirtmedengeçmeyelim.Mahremiyet, Mesleğin ŞartlarındanAnalize, ilk önce varsa olumsuzlukları tespit ederekbaşlayan Zeynep Hanım, hiç de öyle olmadığı haldeinsanların bunu kendilerine hakaret olarak algılamasınınönüne geçmek için yazının kime ait olduğunu söylemekbir yana, söz gelimi ‘Bu yazı Mehmet Bey’e ait’deseniz bile binlerce Mehmet olduğu halde okumayıbırakıyor! Aslında bunun kendisi için değil karşısındakiiçin bir tedbir olduğunu, “Benim amacım kişiyi incelemekdeğil ki, kişinin amacı kendini bana inceletmek.Bu inceliği unutmazsa insanlar hiçbir sorun olmaz.”sözleriyle ifade ediyor. Gizlilik prensibine o derecebağlı ki ihtiyaç halinde akıl hastalarının ailesiningetirdiği yazılar dışında ne kadar yakını da olsa, izinvermedikçe ve talep etmedikçe kimsenin yazısına grafolojikanlamda gizlice bakmadığını, bunun da olmazsaolmaz bir meslek etiği olduğunu söylüyor Bornovalı.‘Beyin yazısı’ olarak da tanımlanan el yazımız, grafolojiyegöre beynimizin kıvrımlarının kağıttaki iz düşümüadeta. Bununla birlikte sürecin tersinin de gerçekleşebileceğinidüşünmek hem heyecan verici hem ürkütücü!Ya beynimiz el yazımızı değil de el yazımız beynimizi şekillendirirse?Kalem ile beyin arasında, yazıyı ortaya çıkaransüreci harika bir örnekle açıklıyor Bornovalı:“Halat yarışı diye bir şey vardır. Biri bir taraftan tutar,diğeri öbür taraftan; kim daha çok çekerse öbür tarafkaybeder. Peki, bir taraf beyin, diğer taraf kaleminucuysa, o zaman elinbeyne galip gelmesi demümkün! Dolayısıyla bir çocuğunya da büyüğün el yazısını zorlamaile değiştirmeye çalışırsanız mutlaka organlarınazarar verirsiniz, o kadar ki ölüme bile sebep olabilir!Çünkü, yazı da tıpkı yüz ifadesi gibi bir insanın yaratılışının,benliğinin, genetiğinin bir parçasıdır; zorla değiştirirsenizestetik ameliyatta olduğu gibi birini maymunada çevirebilirsiniz huriye de.”Okulda arkadaşına bakarak yazısını değiştirenlerin görüldüğünü,bunun bir sorun teşkil etmediğini söyleyenZeynep Hanım, “Çünkü önemli olan, yazının zorlamayladeğil beynin kabul edip benimsemesi yoluyla değişmesi!”diyor. Bununla birlikte değiştirilen el yazısınınbeyni olumlu anlamda etkilemesi sürecinde sağlığı iyibilen bir grafoloğun gözetiminde olmasının fayda sağlayacağınıdüşünüyor.Yaklaşık on asır önce yaşamış olan İmâm-ı Gazâlî’ninKimyâ-yı Saâdet isimli çağları aşan eserinde yer alan şucümleler, hem konunun bizim medeniyetimizde karşılı-136
ise de bedenin kalp ile ilgisi vardırve ona uyar. Bedende olan hergüzel muamelenin nuru gönleulaşır. Yazı önce gönülde canlanırfakat onu işlemek parmaklarlaolur. Eğer bir kişi yazı yazışınıngüzel olmasını isterseonun tedbiri de şudur: Zorlukçekerek güzel yazmaya alışır.Sonra gönül bu güzel yazıyıkendinde saklar. Artık bugüzellik onun sıfatı haline gelir.Sonra ne zaman o güzel yazıyıyazmak istese parmakları o gönüldeolan şekli iç âlemine getiripyazmaya başlar.” İmâm-ıGazâlî’de, yazmada ve bütün fiillerdebaş aktörün günümüz terminolojisininaksine “beyin” yerine“kalp” olduğunu, beynin kalptekiistek ve iradeye hizmet eden biraraç olarak konumlandırıldığını görüyoruz.Çağın sorunu sayılabilecek “kalbinihmali” konusuna burada hiç girmeden,insanın kendi isteği ve iradesiyle zorlanarakama dışarıdan zorlama olmadan yazısınıve efalini güzelleştirebileceğini söylediğinibelirtmekle yetinelim.ğının çok eskiyeuzanması, hemZeynep Hanım’ın söyledikleriile paralellik oluşturmasıbakımından oldukça manidar: “Eyilahi sırları öğrenmek isteyen! Kendi yaptığın işlerin nasılmeydana geldiğini öğren. Mesela yazma işi gibi. Bilki ne zaman bir kağıdın üstüne ‘Bismillah’ kelimesiniyazmak dilesen, önce kalbinde onu yapmaya bir meyiloluşur ve irade gücü meydana gelir. Sonra hayvaniruh sebebiyle o meyil ve isteme gücü dimağa (beyin)doğru gider. Oraya varınca dimağın önünde olan hayalkuvvetinde ‘Bismillah’ın sureti belirir. Bundan sonrao sûret, ak iplik adı verilen sinirlerle parmak uçlarınainer. Daha sonra parmak da kalbin irade gücü ile hayaldebeliren şekle bağlı kalarak hareket edip, o şeklinbir benzerini meydana getirir.”Gazali, aynı eserin ikinci cildinde, hem bir anlamda yukarıdakiifadelerini genişletip örneklendiriyor, hem bugünsöylenenlere çok geriden güçlü bir ışık tutuyor:“Ey Salih kişi, bil ki her ne kadar görünür âlemden olanbeden ile görünmez âlemden olan kalb ayrı ayrı şeylerErbâbından TavsiyelerGenellikle üniversite mezunu kişilerin, icra ettikleri mesleklerinedestek mahiyetinde grafoloji eğitimini talepettiklerini ve bu eğitimi alan öğrencilerin kendileri depratik yaparak iki buçuk ay sonra başarılı analizler yapmayabaşladıklarını; sıfırdan başlayanlardan tıp doktorlarının,ressamların, tiyatrocuların, müzisyenlerin ve psikologlarınkonuya daha hızlı intibak ettiklerini ve eğitimlerinitamamlanmasından sonra da öğrencilerinekapısını açık tuttuğunu söylüyor Bornovalı. Öğrencilerininsorularını büyük bir itinayla cevaplayıp gerektiğindeonları çeşitli kaynaklara yönlendirerek gelişimlerinin devamınısağladığını ifade eden Zeynep Hanım, bu alandailerlemek isteyenlere, kaynakların orijinaline ulaşabilmekiçin belli başlı bir Avrupa dillerinden birini iyi derecedeöğrenmelerini ve sağlık alanına kadar ilerlemekisteyenlerin ise temel anatomi okumasını salık veriyor.Kendisinin belirttiğine göre, grafoloji sistemli çalışarakkendi başına öğrenilebiliyorsa da bu pek tavsiye edilenbir yöntem değil. Hemen her disiplinde olduğu gibiakademik bir sistem gözetilmediğinde, sonda öğrenilecekbir şeyi başta öğrenmek veya çok önemli bir bilgiyiönemsiz sanarak gözden kaçırmak, kafa karışıklığıile işin içinden çıkamamak gibi tehlikeler dolayısıyla biryol göstericinin olmasını tavsiye eden Zeynep Bornovalı,“Tabii yine de amatör olarak ilgilenenlere rastladığımdaonlara bazı tüyolar veriyorum.” diyor.137
İğne ile Kuyu Kazma <strong>Sanat</strong>ı:SigrafittoSemra ÇELİKÖnce ana vatanı Çin’de görülen ve Türk toplumunda Selçuklu döneminden sonra kesintiye uğrayan bir sanat sigrafitto.İtalyanca’da “kazınmış” anlamına gelen “sigrafitto”, seramik, karo, fayans veya granit üzerine sır üstü seramik boyasıuygulandıktan sonra iğne ile yapılan kazımalarla gerçekleştiriliyor. 1992 yılında Kütahya’da yeniden hayat bulanbu sanat, halen bu şehirde Ahmet Metin Tunca ve kızı Gökçen İlay Tunca tarafından yaşatılıyor. Kültür ve TurizmBakanlığı’nın ilk sigrafitto sanatçıları olan baba-kızın en büyük hedefi ise yurt dışında sergi açmak…138
genelde babadan, anneden evlada geçer diye bilinir fakatTunca ailesinde bu böyle olmamış. Tam tersine, sigrafittoile önce Metin Tunca’nın kızı Gökçen İlay TuncaDumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Kütahya Meslek YüksekokuluSeramik Cam Çinicilik Bölümü’nde okurken tanışmış.Okulu bitirip Kütahya’ya döndüğünde iş bulamadığıiçin tamamen bu sanatla ilgilenmeye karar verenGökçen İlay Tunca, DPÜ Öğretim Görevlisi Lokman Acararacılığıyla tanıştığı ve ilk zamanlar hobi olarak uğraştığı“sigrafitto”ya, Kütahya Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü’ndeteknik ressam olarak çalışırken emekli olan babası MetinTunca’nın da yönelmesini sağlamış. İlay Tunca, bu sanatailgi duymasının en önemli nedeni, bilinen sanatlaragöre farklı olması. Tarihçesini ve detaylarını öğrendikçeilgisi daha bir artmış. “Nokta nokta işlediğim her tablodasona geldiğimde, sanki tarihin derinliklerine inereksımsıkı kavradığım bir anı günümüze getirdiğimi hissediyorumya da modern bir çalışmamı bitirdiğimde geçmişegiderek onu tarihteki büyük ressamların tablolarının yanınailiştiriyorum” diyor İlay Tunca.Sigrafittiya, bulunduğumuz topraklarda neredeyse binseneye varan bir özlem olduğunu söyleyen İlay Tunca,bunu bir nebze de olsa dindirebilmekten mutluluk duyduğunuvurguluyor. “Her çalışmamı sonlandırdığımdahuzurlu uyuyorum, topluma birilerinin yapması gerekenbir hizmeti yapmış gibi hissediyorum kendimi mutlu oluyorum”diyen genç sanatçı, sigrafitto sanatının, kendisini,tarihin derinlikleri ile en modern yaşam tarzı arasında140
gezdirdiğini ifade ediyor. Bunun da kendisinde ‘bu tekniğibirilerine duyurmalıyım, yaşatmalıyım’ hissine yol açtığınıvurguluyor. Çalışmalarını 2007 yılından bu yana evlerindeoluşturdukları atölyede sürdüren baba-kızın, busanatı daha fazla kişiye duyurabilmelerini diliyoruz.Selçuklu döneminde en yaygın seramik türü, sigrafittoseramikleriymiş. Bu dönemin sigrafitto seramiklerininyapılışı biraz farklıymış, sır altı çalışmalar yapılmış. Sigrafittoeser hazırlanırken çamurun elle şekillendirilmesininardından astarlanıp kurumaya bırakılır, kuruduktansonra seramik üzerine kazıma yapılarak dekorlanırmış.Metin Tunca, sigrafitto ile tanışmadan önce sanata pekde yabancı olmadığını söylüyor. “Okul yıllarındaykentemel resim bilgisine sahiptim. Yağlı boya, sulu boya resimleryapıyordum. Köy Hizmetleri’nde çalışırken, HalkEğitim Merkezi’nde iki yıl kadar da çini kursuna gittim.”diyor. Belli ki Gökçen İlay Tunca sanatsal yeteneğini, babasınıngenlerinden almış.Sigrafittodan önce çiniyle uğraşan A. Metin Tunca’ya,bu iki sanat arasındaki en belirgin farkı soruyoruz. Belirttiğinegöre en önemli fark, çinide desenlerin veyamotiflerin fırçayla, sigrafittoda ise iğneyle ortaya koyuluyorolması. Ayrıca çininin sır altı, sigrafittonun ise sırüstü çalışma olduğu bilgisini de veren Tunca, Selçukludöneminde sigrafittonun sır altı tekniğiyle yapıldığınavurgu yapıyor.141
Bu işlemin ardından fırında pişirilen malzeme krem,yeşil, sarı, kahverengi ya da karışık renklerle sırlanıpyeniden fırınlanırmış.Âdeta İğneyle Kuyu KazıyorlarSigrafitto sanatının hangi yüzeylere uygulandığını,ne tür malzemeler kullanıldığını, kaydedilen aşamalarımerak ediyoruz. Bu sanatla ilgilenmenin kendisinekazandırdığı en büyük nimet olan sabırla cevaplıyorA. Metin Tunca sorularımızı.Seramik, granit ve porselen üzerine çalıştıklarınısöyleyen Tunca’nın belirttiğine göre, evvela malzemeninüzerine siyah boya ile birlikte ezilerek hazırlanansır üstü astar uygulanıyor. Astarlanan malzeme,iki gün boyunca fırınlama yapılmaksızın, havalandırmadiye tabir edilen yöntemle kurumaya bırakılıyor.Daha sonra, belirlenen zemin üzerine kopyalamayöntemiyle istenen resmin ana hatları çiziliyor.Ana hatlarıyla yüzeye aktarılan resmin detayları, tonlamaları,uçlu bir kurşun kalemin uç yerine takılanboncuk iğnesi ile noktalama suretiyle yapılıyor. Sigrafittosanatını günümüzde yaşatmak, daha çok bilinmesinisağlamak amacıyla eserler veren baba-kız,deyim yerindeyse âdeta iğneyle kuyu kazıyor bu sanatıicra ederken.Bu sanatta öyle yumuşak tüylü fırça, palet, renk renkboyalar kullanılmıyor. Genellikle siyah-beyaz olarakçalışılan eserler; iğne, çivi, maket bıçağı gibi metalgereçler kullanılarak ortaya çıkarılıyor. Boncuk iğnesi,toplu iğne ve çiviyi detaylar için; maket bıçağınıise gökyüzü gibi daha geniş alanlarda kullanıyorsanatkâr baba-kız.Tonlamalar için öncelikle resimdeki ışığın geliş yönü tespitediliyor. Işığın yoğun olduğu yerlere iğneyle dahaçok puntolama yapılıyor. Gölge alanlara ise daha küçükdokunuşlar yeterli oluyor. Geniş bir alana taramayapılıyorsa daha kalın uçlu aletler kullanılıyor. Masanınüzerinde bir köşede duran kalın bir bulaşık süngeri dikkatimiziçekiyor. Ne işe yaradığını soruyoruz A. MetinTunca’ya. Puntolama ve kazıma yaparken yüzeye birikenboya fazlasını temizlemek için kullanılıyormuş bulaşıksüngeri. Ayrıca çalışırken ellerinin altına da sürekliolarak havlu peçete koymayı ihmal etmiyorlar ki, bir bölümüçalışırken diğer bölüm deforme olmasın. Aksi haldetüm çaba boşa gitmiş olur.Milyonlarca, hatta milyarlarca iğne darbesiyle noktalamave taramalar yapılarak tamamlanan çalışma, en sonaşama olarak 750-800 santigrat derecede fırınlanıyor.Bir gün boyunca fırında bekletiliyor ürün. Daha sonrafırının ısısı, kademeli olarak 800 dereceden en az 150dereceye düşürülüyor. Isı, kademe kademe düşürülüyorki, çatlamalar veya kırılmalar olmasın. Fırından çıkarılanürünün kendi kendine soğuması bekleniyor. Ürün fırındançıktığında, henüz sıcak iken herhangi bir hava akımınamaruz kalırsa da kırılmalar yaşanabiliyor. Bu nedenleilk aşamasından, son aşamasında kadar oldukçabüyük bir emek ve sabır isteyen bir sanat sigrafitto.A. Metin Tunca’ya göre, sigrafitto sanatının en büyükhandikabı, çalışırken yapılan en küçük bir hatanın dahitelafisinin mümkün olmayışı. Tunca, “Hata yapıldığı zamangeri dönüşü olmuyor. Sözgelimi, noktalamayı fazlayaptığınızda ışık-gölge dengesi bozuluyor, o zamanda tüm çalışmayı atmak zorunda kalıyorsunuz.” diyekonuşuyor.142
Bu <strong>Sanat</strong>ın İlk Resmî <strong>Sanat</strong>çılarıYaklaşık altı yıldan bu yana sigrafitto sanatıyla uğraşanbaba-kız, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “sigrafitto” dalındailk sanatçıları unvanına sahip. Metin Tunca, konuyla ilgiliolarak şöyle diyor: “Bu sanat, ülkemizde henüz tanınmamış.Geleneksel Türk sanatlarından olmasına rağmensürdürülmemiş. Bu sanatı kızımla birlikte yaklaşık 6 yıldıryapıyoruz. Türkiye’de ilk kişisel sigrafitto sergisimizi Kütahyave Eskişehir’de açtık. Çalışmalarımız zamanla ilgi gördüve Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim GenelMüdürlüğü’nce yapılan tespitlere göre, sigrafitto dalındailk sanatçılar biz olduk.”Türkiye’de bu sanatı kendilerinden başka icra eden olmadığınıöne süren Metin Tunca, bu sanatın daha çok tanınmasıve sevdirilmesinin en büyük arzuları olduğunu ifadeediyor. Kişisel ve karma sergilerle bunu bir nebze de olsabaşardıklarına değinen Tunca, bugüne kadar iki kişisel sergiaçtıklarını anlatıyor. Sigrafitto sanatçısı baba-kız, İstanbul,Ankara ve Antalya’da düzenlenen bazı karma sergilerede katılmış.İlk sergide kendisine ve kızına ait 53 eser bulunduğunubelirten Metin Tunca, şu anda ellerinde sergilenmeye hazır100’e yakın eser olduğunu belirtiyor. Bir eserin ne kadarsürede ortaya çıktığını sorduğumuz Tunca, “Ben gündeen fazla 3-4 saat çalışabiliyorum, kızım ise 7-8 saat.Ben gündüz ışığında çalışmayı tercih ediyorum, kızım geceleriçalışmayı seviyor. Bir eserin ortaya çıkması bazen 3ayımızı alabiliyor.” diye konuşuyor.Emeği Pahalı Bir <strong>Sanat</strong>Malzeme bakımından pahalı bir sanat olmayan sigrafittonun,emek bakımından hayli pahalı olduğuna dikkat çekenAhmet Metin Tunca, pek çok geleneksel sanat gibisigrafittoda da sabır ve özverini elzem olduğunu belirtiyor.Bu sanatın eğitici bir yönü de olduğunu söyleyen Tunca,“Eskiden çok sabırlı biri değildim, ama bu sanatla uğraşıyorsanızister istemez sabırlı olmak zorundasınız.” diyor.Tamamlanan bir çalışmanın, sanatseverlerden aldığı övgülerigörünce tüm yorgunluğun bir anda uçup gittiğini ifadeneden Tunca, kendisinin ve kızının en büyük hayalinin,bu sanatı tüm dünyaya tanıtmak olduğunu söylüyor.Bu sanatı Türkiye’de yeterince tanıttıktan sonra Amerika,İngiltere ve İtalya’da sergiler açmak, baba-kızın en büyükhedefi. <strong>Sanat</strong>çı baba-kızın, sigrafitto sanatıyla ilgili hayaliyalnızca yurt dışında sergi açmakla sınırlı değil. Sigrafittosanatını üç boyutlu objeler üzerinde çalışmak, ürettiklerieserleri Türkiye’de ve yurt dışında sergilemek de sigrafittonun(kendi deyimleriyle) iki şövalyesinin bir başka hayali.A. Metin Tunca, sigrafitto sanatına dair hedeflerini ve hayallerinianlatırken, gözlerimiz Altın Eller Geleneksel El <strong>Sanat</strong>larıGünleri’nde sanatçı baba-kıza ayrılan stanttaki tablolardageziniyor. Atların resmedildiği tablolar dikkatimiziçekiyor. Metin Tunca’nın atlara merakı olduğunu, ayrıcaCüneyt Arkın, Türkân Şoray, Orhan Gencebay gibi ünlülerinportrelerinin de kendisine ait olduğunu öğreniyoruz.Sigrafitto sanatına uyarlanmış kuş, balık, at figürlü mozaikeserler, semazenler, eski İstanbul’dan manzaraların yer aldığıdiğer çalışmalar da hayranlık uyandırıcı.‘Böylesine güzel bir sanatın daha çok tanınması gerekir,daha çok kişi bu sanattan haberdar olmalı’ diye aklımızdangeçirirken, Metin Tunca, sergiyi ziyaret edenlere sunduğuanı defterini uzatıyor bize. İyi dileklerimizle birlikte,bizi bu sanatla tanıştırdığı için teşekkürlerimizi belirterekimzalıyoruz anı defterini.143
Tasarımlarında Gelenekten Esinlenen Modacı:Dilek HanifHatice ÜRÜNModaya olan ilgisi çocukluğunda başlamış Dilek Hanif'in. Annesine yardım için gittiği butikte, zamanla farklıkombinler oluşturmuş, yapacağı tasarımların ilk denemelerini gerçekleştirmiş. Az bir sermaye ile küçük birdükkânda başladığı mesleki yaşamını, Paris’te defile yapan ilk Türk moda tasarımcısı olarak taçlandırmış.Yirmi yılı aşkın süredir modanın içinde yer alan ve artık uluslar arası bir marka olan Dilek Hanif, Anadolumedeniyetinin ve Osmanlı kültürünün, tasarımları arasında vazgeçilmezleri arasında olduğunu söylüyor veekliyor: "Eğer ben kendi kültürümü çizimlerime yansıtmasaydım özgün bir tarz oluşturamazdım."Dilek Hanif, 1962 senesinde İstanbul’da kalabalık bir ailededünyaya gelir. Erenköy Kız Lisesi’nde okuduğu yıllardaedebiyat ve resim en başarılı dersleridir. Annesinin Teşvikiyesonrasında Büyükada’da açtığı butikte kumaşları tanırve yavaş yavaş işin inceliklerini öğrenmeye başlar. Okuldangelir gelmez soluğu annesinin yanında aldığını ve yaztatillerinde butikte çalıştığını söyleyen Hanif, iş ahlakını annesineborçlu olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Annemdeniş disiplinini ve iş ahlakını, müşteriye nasıl davranacağımı,müşterinin beklentilerini ve sezon içinde nelerin satılıp nelerinsatılmayacağını küçük yaştan itibaren öğrendim ve içimesindirdim.”Evlendikten sonra hayatının dönüm noktası olacak birkarar verir Hanif ve kendi iş yerini açmak ister. Birikiminebiraz da borç ekleyerek Osmanbey’de bir hanın en üstkatında 100 m2’lik bir atölye açar. 1990 yılında, iki makinecive bir modelistle birlikte hazır giyim atölyesi sahibidirartık. “Piyasadaki kıyafetlerden daha iyisini yapabilirim.”düşüncesiyle kolları sıvayan Hanif, “Dilek HanifLine” adında, feminen çizgiler taşıyan ve 100 parçadanoluşan bir koleksiyonu hazırlayarak işe başlar.İlk koleksiyonu günümüzün ünlü modacısına uğurlu gelmiştirki işleri açılır, atölyesine sığamaz olur. Aynı günlerdeatölyesinin üst katında iki daire daha boşalır. Hanif,144
dairelerden birini depo, diğerini de kesimhane olarak kiralar.Böylece her biri 100 m2’den oluşan dört dairedeseri imalata başlamıştır.“Hazır giyim atölyemi ilk açtığım zaman çok zor zamanlargeçirdim, her şeyle ben ilgileniyordum ve çok çalışmakzorundaydım.” diyen Hanif, 40 derece ateşi olduğundadahi işlerini takip ettiğini, iş hayatının böyle birdisiplini gerektirdiğini ifade ediyor.Dilek Hanif markası tamamen kendi emeğiyle bir yerleregelmiş markadır. Siz eğer doğru çalışıyorsanız müşterimüşteriyi getirir. Bu müşterilerden biri de HülyaAvşar’dır. Bir televizyon kanalında Hülya Avşar’ın programınınsanat yönetmeni, Dilek Hanif’in hazırladığı kıyafetigörür ve çok beğenir. “Hülya Avşar’ın TV programıiçin bir şeyler hazırlar mısın?” teklifinde bulunur ve Hanif,8 sene boyunca Hülya Avşar’ın hem sahne hem deTV programına kıyafet hazırlar, ismi de TV programındaanılmaya başlanır.Hanif, kendi müşterilerinin tekliflerini de değerlendirir.Özellikle düğün ve nişan davetleri için abiye siparişlerinialdığını söyleyen Hanif, bu siparişlerin ardı arkası kesilmeyincetek başına işlerin bütün yükünü taşımakta zorlanır.”Haute Couture” ile hazır giyim teknikleri ve çalışmasistemleri farklı oldukları için bir seçim yapmak zorundakalan Hanif, Couture çalışmak, yani kişiye özel tasarımyapmaktan heyecan duyduğu için Osmanbey’dekiatölyesini kapatıp Teşvikiye’de şimdiki atölyesine taşınır.Couture atölyesi bir tasarımcının moda mesleğinde ulaşabileceğizirve noktadır. Dilek Hanif artık kadın bedeninisaracak olan sade ve zarif tasarımlarını şekillendirmeyeRalli Apartmanı’nda, yeni atölyesinde başlar.2002 senesinde de Couture alanında ilk defilesiniSaint Irene Kilisesi’nde gerçekleştirir.Paris’te tasarımcı kimliğinin yanı sıra ayrıca Türkiye’yitemsil eden bir kültür elçisi olarak yer almanın omuzlarınaciddi bir sorumluluk yüklediğini ifade eden Hanif,“Defiledeki kıyafetlerinizle, kullandığınız müzikleTürkiye’yi ve Türk kadınının imajını temsil ediyorsunuz.Defilede salon çok kalabalıktı, sonlara doğru bendâhil gördüğüm herkes ağlıyorduk.” sözleriyle duygularınıifade ediyor.Dilek Hanif bu defilede Osmanlı konseptiyle dikkatleriüzerine çeker ve uluslararası bir platformda tam not alır.Oldukça yüksek bütçeler ayrılan Paris Moda Haftası’nadüzenli olarak yılda 2 kez koleksiyon hazırlayarak katılmayave Türkiye’yi temsil etmeye devam eder.Yaratıcı, <strong>Sanat</strong>çıya LûtfediyorBazen izlediği filmdeki bir sahnenin, bazen okuduğu birkitabın, kimi zaman da gördüğü bir tablonun yeni şeylerüretmesinde kendisine ilham kaynağı olduğunu söylüyorDilek Hanif. Anadolu medeniyeti ve Osmanlı kültürüde tasarımlarında vazgeçilmezleri arasındaymış. “İnsaneğer kendi kültürünü reddederse kendisini de reddeder.”düşüncesinde olan Hanif, kendi var olan kültürünüyeni formlarla, kup ve kesimleri stilize ederek modernkadının vücudunda hayat bulması isteğini şu sözlerleaçıklıyor: “Osmanlı İmparatorluğu yabancıların azbildikleri veya hiç bilmedikleri bir kültür olduğu için tasarımlarımonlara farklı geldi ve o kadar tasarımcı arasındansıyrılmamı sağladı. Eğer ben kendi kültürümü çizimlerimeyansıtmasaydım özgün bir tarz oluşturamazdım.Paris’te Defile Yapan İlk Türk TasarımcıDilek Hanif, koleksiyonunu 2004 senesinde ParisHaute Couture Konfederasyonu’na gösterir. Çizimleriylebirlikte İstanbul’da yaptığı defile incelenir, birçokkriter aşıldıktan sonra Konfederasyon, Dilek Hanım’ınCouture atölyesi olduğu kanaatine varır. Dilek Hanif’inkoleksiyonu; “In List”, “Chanel”, “Dior”, “Valentino”,“Ysl” gibi dev dünya markalarının da katıldığı defilenin“Off List” kategorisindedir.Modanın gövde gösterisi kabul edilen Paris ModaHaftası’nda ilk Türk tasarımcı olarak yer almanın hemheyecanını hem de zorluklarını yaşadığını belirten Hanif,“Size örnek olacak bir model yok. Nerede ne yapılmasıgerektiğini, bir terslik yaşandığında göstereceğimizrefleksimizi yaşayarak öğrendik. Sonuçta bütün dünyadanmoda editörleri, basın ve izleyiciler orada.”sözleriyle anımsıyoro günleri.
Avrupa zaten eteğin, bluzun alasını yapıyor, bunlar çoktankeşfedilmiş oralarda. Ama bütün bunlar dışında sizdebir yetenek olması gerekiyor, bu Allah vergisi bir şeyve doğanızda olması lazım.”Dilek Hanif’ten Türk insanının kıyafet karşısında aldığıtavrı da öğreniyoruz. Bazı insanlar hazır giyimden 3 takımelbise alırken, bazıları da, 'Bir tane olsun ama çokkaliteli ve bana özel olsun' tercihinde bulunurmuş. Herikisinin de farklı bakış açıları olduğunu söyleyen Hanif’egöre ikinci tercih daha doğru. Çünkü couture çalışan birtasarımcı, ne istediğini bilen, verdiği para karşılığında iyihizmet almak isteyen, sade ve şık çizgiler taşıyan, yüksekkaliteli işçiliklerin yer aldığı kıyafetleri alan müşterigurubuyla muhatap olduğu için daha rahat hizmet verebiliyormuş.Zaten insanların sahip olduğu kültür, kıyafetinin aynasıdır.Tasarım yaparken kişinin mevcut dünya görüşü bilinmelive beklentilerini denk düşürmelidir. Dilek Hanif’egöre Türk kadını renkli, süslü ve göz alıcı giysileri severken,bir Fransız kadını ise sade ve yalın haliyle muhatabınıngözünde yer edinmek istermiş.Fakat hangi coğrafyada olursa olsun, kadın çok özel olduğuiçin soylu, rafine ve feminen bir şekilde tasarımlarımdahayat bulur. İşlemeler ön planda ve yüksek kalitelikumaşlarla, işçilik önemlidir. Moda, çizgilerden ziyadestil odaklı çalışmayı sever. Hanif bu nedenle tasarımlarındafazla renk kullanmıyormuş. Tercihini son dereceelegan ve klâs çizimlerden yana kullanan Hanif, “Sadelikbenim vazgeçilmezim. Stilini bilen, sade ve şık giyinmeyiseven, abartıdan uzak her kadını zevkle giydirebilirim.Bu ister bir ünlü olsun, ister bir politikacı veyaaktris.” diyor.Tasarımları, Nerede Olsa Ayırt Edilebiliyor“Müşterileriniz bir sürü kıyafet içinden sizin tasarımlarınızıayırt edebiliyor mu?” diye soruyoruz merak ederek.“Evet, hemen anlaşılıyor. Kaç kere arkadaşlarımın, müşterilerimintasarımlarımı başka yerlerde gördüklerinde,‘Bu Dilek’in elbisesi’ dedikleri olmuştur.” diye cevaplıyorusta tasarımcı.Aslında olması gereken de belki budur. Eğer bunu yapabilmişseişini doğru yaptığının kanıtı değil midir? Kenditarzınla sektördeki moda markasından ve moda tasarımcısındanayrılabilmesi, bir Dilek Hanif çizgisi oluşturmuşolması mutlaka önemlidir.Dilek Hanım bu noktada, bir koleksiyonun şekil almasıiçin belirli bir temasının olması gerektiğini de belirtiyor.Bu oluşumu aşama aşama anlatıyor Hanif. Öncelikleçizimleri hazırlanan modellerin mulaja kalıbı çıkartılır.Daha sonra prova için kullanılan kumaşlar kesilir, drapetekniğiyle manken üzerinde yapılan provalarda bütünkurallar silinir modacımızın zihninden, adeta imkânsızızorlar. Provadan sonra kıyafetin baz kalıbı çıkmış olur.146
Çok özel ve kaliteli kumaşlardan kesimler yapılır ve kıyafetinneredeyse tamamı elde dikilir. Daha önce numunesiyapılıp onaylanmış nakışın bitmişi kıyafet üzerindeyerini alır ve son şekli verilir.Dilek Hanif, bu çalışma şekliyle yılda iki kere couture, ikikere de hazır giyim defilesi yapıyormuş. Ortalama 30parça kıyafetin yer aldığı koleksiyonların hazırlanmasıiçin yirmi kişiden oluşan profesyonel ekibimle tam günçalıştıklarını belirten Hanif, “El işçilikleri oldukça yüksek,kişiye özel tasarım yaptığımızdan dolayı en kaliteli kumaşlarlabirlikte yüksek kaliteli el işçiliği uyguluyoruz.”sözleriyle maliyet hakkında bir ipucu veriyor.Bin Bilse de Bir Bilene DanışıyorDilek Hanım, hazırladığı koleksiyonu sergilemedenönce kıyafetlerin renkleri ve detayları hakkında fikir alışverişindebulunuyormuş. Ayrıca 36-38 beden, kadınsıve sağlıklı görünen couture mankenleri de ortak bir kararlabelirliyorlarmış. “Defilenin en zor kısımlardan biri,hangi mankenin ne modelde kıyafet giyeceği, kıyafetisorunsuz nasıl taşıyacağıdır. Mankenle kıyafetin bütünleşmesineçok dikkat ediyoruz.” diyerek mesleğininpüf noktalarına da değinen Hanif, yıllar ilerledikçe ParisModa Haftası’nın prosedür ve gidişatına alıştıklarını vedeneyim sahibi olduğunun da altını çiziyor.Defilelere alışmak, belki de müşterilerin beklentilerineaşinalıktan, hatta “insan sarraflığı”ndan geçer diye düşünürken,Dilek Hanif bizi tasdik ediyor sözleriyle. Coutureçalışan bir tasarımcının, müşterisini iyi tanımasınınönemini şu sözlerle açıklıyor: “Beklentiler koleksiyonayansır. Kişiye özel çalıştığımız için müşterimizi çok iyitanımamız ve beklentilerini bilmemiz gerekiyor ki doğruyönlendirme yapabilin. Bunların yanında belki de enönemlisi müşterinin fiziksel ve ruhsal özelliğini çok iyianaliz etmeniz gerekmekte. Eğer bir düğün için bir şeylerdikiyorsanız, müşterinizin düğün sahibine yakınlığınıbile bilmeniz gerekiyor.”Paris’ten Sonra Bütün Avrupa’ya YayıldıArtık Dilek Hanif tasarımları ve koleksiyonlarıyla dünyapazarı içinde yer almak, Ankara’daki müşterilerine kolayulaşabilmek ve uluslararası pazara girmek için HarveyNichols gibi lüks mağazalar zinciri olan kurumun bünyesindeikinci Türk markası olarak yer alır. Bu mağazalarzinciri için elegan çizgileri ayrıntıda gizlenmiş gece kıyafetleri,şık tayyörler, basic üst grupları ve smokinin yeraldığı bir koleksiyon hazırlar. Hazır giyimde üretim yapmasındaMilano’daki beraber çalıştığı ajans Dilek Hanif’ioldukça cesaretlendirir. Çünkü Milanoda’ki showroomiçin sunduğu hazır giyim koleksiyonu oldukça beğenilirve önemli alıcılarla buluşur. Atölyesinin alt katında yenive daha geniş bir mekana taşınan Dilek Hanif, markasınınkurumsal bir kimlikle daha geniş kitlelere ulaşmasıve kalıcı olması için uzun bir aradan sonra hazır giyimüretimine yeniden başlar.Hanımlar için sınırlı sayıda üretilmiş, işçiliği ve kalitesiçok fazla olan ürünlerin yer aldığı koleksiyonlar hazırlar.Fazla renk kullanamadığı couture aksine hazır giyimdenarçiçeği, petrol mavisi gibi canlı renkleri kullanır.Kokteyl elbiseleri, smokinler, gece kıyafetleri, basicihtiyaçları karşılayacak kombinelerin olduğu, hareketlive dinamik bir koleksiyon hazırlar. Hızlı bir alışveriş içingerekli her şey düşünür.Bir Tasarımcı Dışarıdan Giyinir mi?Dilek Hanımın kendi tarzına yakın hissettiği tasarımcıve moda markalarının neler olduğunu, gardırobundavazgeçemediği kıyafetlerini merak edip sorduğumuzda,“Coco Chanel”i çok beğendiğini, “Ralph Lauren”inise klasik olmasına rağmen rahatlıkla kullandığı bir markaolduğun söylüyor. Hanif, “Hermes”in deri aksesuarı, kazakve kaşkollerini, “Chanel”in çanta ve ayakkabılarını ve“Donna Karan” ürünlerini keyifle kullandığını belirtiyor.Kendisi için elbise de diktiğini söyleyen Hanif, “Kıyafetleriminçoğu atölyemde dikilir, kendime ait bir tarzım vardırçünkü. Eksik olan yardımcı aksesuarları dışarıdan teminetmeye çalışırım. Siyah vazgeçilmezimdir. Beyaz ve mavigömleği sıklıkla kullanırım.” diyor.Yetenekli Tasarımcıların Elinden TutuyorDilek Hanif, yoğun iş temposuna rağmen, yetenekli vehevesli tasarımcılarla ilgilenmeyi ihmal etmiyor. Dikimdeve tasarımda çizgilerini beğendikleri yetenekli kişileryetiştirmek üzere atölyesine alıyor. dilek@dilekhanif.com’a bırakılan CV’leri tek tek değerlendirdiklerini söyleyenHanif, “İlk olarak görevlimizle görüşmeye çağrılıyor,hangi departmanda bize katkı sağlayacakları tespitediliyor. Genellikle işleme bölümünde ya da atölye kısmındakendilerini geliştiriyorlar. Fakat çok emek harcamaları,sürekli kendilerini yenilemeleri, sabırlı ve disiplinliçalışmaları gerekiyor.” diyerek tecrübelerini genç tasarımcılarlapaylaşıyor.Gerek yurt içinde gerekse yabancı ülkelerde hazırladığıkoleksiyonlarla beğeni toplayan tasarımcımız modayaolan tutkusuyla yeni hedeflere emin adımlarla ilerliyor.147
<strong>Sanat</strong> ve <strong>Sanat</strong>kârların HâmisiPrenses NazlıProf. Dr. Süleyman KIZILTOPRAKKavalalı Mehmet Ali Paşa ailesine mensup ve tarihte ‘Mısırlılar’ olarak anılan aile, Osmanlı’yı son dönemindesiyasi, toplumsal ve kültürel bakımdan hayli etkilemiştir. Bu etki, ailenin sadece erkek üyeleri ile sınırlı kalmamış;‘Valide Paşa’ nâmıyla bilinen Âmine Hanım ve Zeynep Kâmil gibi kadınlar da bu anlamda önemli rol üstlenmiştir.İstanbul, Kahire ve Paris arasında her alanda tesir bırakan bir yaşam süren ve ressam Halil Şerif Paşa ile evlenenPrenses Nazlı da bu aileye mensup, siyasi ve sosyal alanda etkili kadınlardan biriydi. Entelektüel kapasitesi vemaddî imkânları dolayısıyla, Kahire’deki “Villa Henry” adıyla ünlenen konağı, elçilerin, politikacıların, toplanmamekânı olduğu kadar, sanatçıların, şairlerin ve mûsıkîşinasların da uğrak yeri olmuştu.XIX. yüzyıldan itibaren, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ailesinemensup gerek Mısır gerekse Osmanlı tarihi açısındançok önemli roller üstlenen şahsiyetler ortaya çıkmıştır.İbrahim Paşa, I. Abbas H. Paşa, Said Paşa, İsmail Paşa,Mehmed Tevfik Paşa ve II. Abbas Hilmi Paşa gibi valive hıdiv olarak Mısır’ı yönetenler olduğu gibi aile içindeöne çıkan kadınlar da olmuştur. Kavalalı ailesi, 1841Londra Mukavelesi’nden sonra, Osmanlı Devleti ile iyiilişkiler içine girdi. Resmi tarih açısından da ihanet ifadeleriyerini sadakat kavramına bırakmaya başladı. MehmetAli Paşa 1841’de İstanbul’a tarihi bir ziyaret gerçekleştirdive devrin Padişahı Abdülmecid’e bağlılığınıbildirdi. Özellikle bu tarihten sonra, Kahire’de bulunanMehmet Ali Paşa ailesinin ileri gelenleri İstanbul'da yazmevsimini geçirmeyi bir gelenek haline getirdi. AhmedCevdet Paşa’nın eleştiri konusu yaptığı, Batılı yaşam tarzınınİstanbul’a ilk taşıyıcıları arasında Mısır’dan gelenlerdikkati çekiyordu. Tanzimat sonrası İstanbul hayatınınbirçok boyutunda Mısırlıların yani Kavalalı ailesininizleri vardır. Büyük ölçüde alafranga kadın giyimi, Avrupaisofra düzeni ve Boğaziçi gecelerini sanat musikisinameleriyle şenlendiren mehtap fasılları “Mısırlılar” vasıtasıylaİstanbul’un sosyo-kültürel hayatını etkiledi. HidivKasrı, Beykoz Kasrı, Mısır Apartmanı, Atlı Köşk, SaitHalim Paşa Yalısı gibi muhteşem yapılar yaptırmış olanaile, Zeynep-Kâmil Hastanesi gibi önemli hayır eserlerineimza attı. Aileye ait kasır, yalı, ve konaklarda kültür vesanat vb. konularda sohbetler yapılıyordu. Bu sohbetleredevrin önde gelen ilim, fikir ve sanat adamları katılıyordu.Bunlar arasında, Mehmet Akif Ersoy, NeyzenTevfik, Ahmet Hamdi Tanpınar, İbrahim Çallı ve BedriRahmi Eyüboğlu gibi isimler de vardı.148
Hanedan kadınları cömertliğiyle tanınıyordu. Bu hanımlarİstanbul ve Kahire arasında zaman zaman bozulan ilişkilererağmen Osmanlı toplumsal ve kültürel hayatındakietkilerini sürdürmüşlerdir. İstanbul, Kahire ve Tunus baştaolmak üzere tüm Osmanlı kültür ve sanat hayatına kaydadeğer izler bırakmıştır. Âmine Hanım, Zeynep Hanım veNazlı Hanım söz konusu aile içinde öne çıkan kadınlardır.Bu kadın önderler içinde, “Valide-i Hıdiviye” veya “ValidePaşa” unvanıyla anılan Hıdiv Mehmed Tevfik Paşa’nıneşi Âmine Hanım en ünlüsüdür. Tevfik Paşa, babası Hıdivİsmail Paşa’nın aksine tek eşli olarak yaşamıştır. TevfikPaşa ve Âmine Hanım’ın ilk çocuğu Abbas Hilmi’dir.Daha sonra Mehmed Ali isimli bir oğlu ve iki kızı dahadünyaya geldi. 1892 yılında Tevfik Paşa vefat ettiktensonra, Âmine Hanım daha önce sadece yazları ziyaretettiği İstanbul’da daha fazla kalmaya başladı. II. Abdülhamid,çevresinde ve ailesi içinde çok saygın bir konumdaolan Hıdiv’in annesi Âmine Hanım'a çok değer veriyordu.Hatta II. Abdülhamid’in Âmine Hanım'a hediyeettiği Bebek'teki yalı, Hıdiv ailesinin Boğaziçi'nde yazaylarında ikamet ettikleri mekânlardan biriydi. II. AbdülhamidÂmine Hanım’ın İstanbul’da daha çok zamangeçirmesini sağlamak istemesi siyasi sebeplere dayanmaktaydı.Zira padişah Mısır Hıdiv ’i olan oğlu II. AbbasHilmi Paşa ile gayri-resmi irtibatı onunla sağlardı. II. AbbasHilmi Paşa, 1894'te İstanbul'u ikinci defa ziyaret etti.20 yaşına gelmişti. Valide Paşa unvanıyla anılan annesiÂmine Hanım onu padişahın kızlarından biriyle evlendirmekistedi. Ancak genç hıdiv açıkça belirtmediği siyasigerekçelerle annesinin teklifini reddetti. Bir tür bahaneolarak sunduğu gerekçe ise aşık olduğu cariyesiyleevlenme niyeti idi.Kavalalı ailesine mensup kadınlardan Zeynep Hanım dahayır hizmetleriyle meşhur olmuştur. Adına bir hastanevakfetmiştir. Zeynep-Kâmil Hastanesi eşi Yusuf KâmilPaşa ile yaptırdığı önemli hayır hizmetlerinden biridir. Buaileden olup da çağdaş döneme iz bırakanlar arasına girenPrenses Nazlı Hanım ise Mısır ve Tunus’ta kadın hareketlerinibaşlatanlar arasında en ön sıralarda yer almıştır.XIX. yüzyıl sonunda, Mısır’da erkeklerin sahip olduklarıhaklara eşit olarak kadınların da sahip olmasını savunanbir kadın hareketinin ortaya çıkması sürpriz olmadı.Çünkü, Fransız kültürüyle yüzyılın başından itibaren tanışmışolan Mısırlılar Avrupalı kadınlarla iletişim kuranve onlara özenen seçkin bir sınıfa da sahipti.Mısır’daki kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olmasınıdile getiren kadın hareketi ilk olarak II. AbbasHilmi zamanında güçlenmeye başladı. Bu konuda Hıdivhanedanlık ailesine mensup kadınlar öncülük ettiler.Prenses Nazlı’nın, Hıdiv İsmail Paşa’nın kardeşi MustafaFazıl Paşa’nın kızı olarak Mısır’da İngilizler de dâhilolmak üzere tüm Avrupalı ve yerli üst sınıf çevrelerindesaygın bir yeri vardı.Prenses Nazlı ressam Halil Şerif Paşa ile evlenmişti. HalilPaşa meşhur Mısırlı Şerif Paşa’nın oğlu idi. Prenses NazlıOsmanlı Devleti’nde Paris sefirliğine kadar yükselen eşiile İstanbul, Kahire ve Paris arasında her alanda tesir bırakanbir yaşam sürdü. Ancak eşi vefat edince bir süredul kaldı. İstanbul’dan Mısır’a gitti. Mısır’da yaşadığı yıllardaPrenses Nazlı, gerek soylu bir aileden gelmesi gereksegenç ve eğlenceli bir kişiliğe sahip olması nedeniyleçok itibar görüyordu. İngiliz eğitim sistemi içindeyetiştiğinden İngilizceyi iyi biliyordu. Ayrıca Fransızca’yıda iyi konuşuyordu. İtalyanca ve Almanca’yı da orta seviyedebiliyordu. Çok güzel bir şekilde piyano çalıyordu.Bütün gençliğini İstanbul’da geçiren Prenses, güzelliğive zekâsı sayesinde Padişahın da takdirini kazanmıştı.Entelektüel kapasitesi ve maddî imkânları dolayı-149
sıyla Kahire’de Abdin Sarayı yakınındaki “Villa Henry”adıyla ünlenen konağı, elçilerin, politikacıların ve toplumnezdinde değerli kişilerin çeşitli davetler vesilesiylebuluşma ve toplanma mekânı haline geldi. Buradatıpkı Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın İstanbulBeyazıt’taki konağında olduğu gibi sanatçılar, şairler,musikişinaslar, siyaset ve din adamları toplanır sohbetleredilirdi. Gündemdeki konular görüşülür, gayri resmide olsa siyasi görüşler tartışılırdı. Prenses Nazlı Hanımda yeni ortaya çıkan sanatçı ve edebiyatçıları konağınınmüdavimi olan seçkin kişilere tanıtırdı. Söz konususanatçıları gerek kendi imkanlarıyla gerekse de tesirindebulunduğu tüccar ve devlet adamları vasıtasıyladesteklerdi.Prenses Nazlı 1900 yılında Tunus’lu Halil Bouhageb ileevlenene kadar Kahire’de kaldı. Nazlı Hanım’ın yeni eşiHalil Bey Tunus’un seçkin ailelerinden birine mensuptu.Tunus’ta önemli makamlarda görev yaptı. BelediyeMeclisi Başkanlığı, bakanlık ve başbakanlık yaptı. NazlıHanım da eşine söz konusu önemli görevlerinde büyükdestek verdi. Kız çocuklarının eğitimi, kadınların mesleksahibi olması ve yüksek öğretim konularına ağırlık verdi.İslam dünyası ve Osmanlı Devleti’nde kadınların sosyal,ekonomi, sanat ve kültürel hayatta erkekler gibi rolalmasını ilk dile getirenlerden biri oldu. İstanbul, Kahireve Tunus başta olmak üzere İslam dünyasında kadınlarıneğitim almaları ve imkan bulmaları halinde başarı noktasındaerkeklerden geri kalmayacaklarını hatta geçebileceklerinigösterdi.Sosyal Faaliyetlerde Kadınların ÖncüsüXIX. yüzyıl sonunda, devletler arasındaki ilişkiler eskisindençok daha farklı bir boyut kazanmıştır. ÖzellikleOsmanlı coğrafyasında Ortadoğu ve Balkanlarda taşlaryerinden oynamış siyasal, ekonomik ve toplumsalsorunların çözümünde birçok aktör devreye girmiştir.Dünyanın bu sorunlu alanlarında çözüme odaklanan,barışa ve huzura kapı açan girişimler sadece resmitezleri savunan ve devlet görevlisi muhatapları olanlartarafından sürdürülmemiştir. II. Abdülhamid’in desıkça kullandığı alternatif politik araçlardan birisi desivil diplomasi yoluyla resmen devlet görevlisi ve diplomatolmayan kişiler söz konusu toplumsal, kültürel,gerek iç gerekse dış siyasal sorunları çözme konusundarol almışlardır. Nazlı Fazıl Hanım bu kişiler arasındasayılabilecek gerektiğinde inisiyatif alan bir kadındır.Kamu diplomasisinin öncülerinden biri diyebileceğimizNazlı Hanım engin bilgisi ve yabancı dillerdeki kabiliyetiniiyi değerlendirmiştir. Kahire’deki Alman, İngiliz,Fransız ve Rus konsoloslar Prenses Nazlı’ya yüksekilgi göstermişler görüşlerini saygıyla dinlemişlerdir.Hatta zaman zaman bir dışişleri bakanı gibi kendisiniziyaret etmişlerdir. O da bunun farkında olarak,bazen siyasî konularda bile görüş bildirmiştir. Mısır’ıniç ve dış siyasetini ilgilendiren konularda ilgili çevrelertarafından bazen görüşüne başvurulmuştur. Böylece,az sayıda da olsa içinde yer aldığı olaylarda önemli birpolitik rol de üstlendiği de olmuştur. İngilizlere yakınlığıbelirgindi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi esnasındabelirgin bir şekilde İngiliz Elçisi Lord Salisbury ileiletişim kurmuştu. Lord Salisbury daha sonra İngiltereDışişleri Bakanı ve Başbakanlığı da yaptı. Mısır’a gittiğizaman mutlaka Prenses Nazlı ile görüşüyordu. Lordlardanbütün İngiliz politikacılarına kadar herkes PrensesNazlı ile olan bu derin dostluğun önemini kavradı.Bu derin dostluk Prenses Nazlı’nın hayatının son günlerinekadar devam etmişti. İngiltere’nin Mısır’daki ilkyüksek komiseri Sir Drummond Wolff, Dr. ComanosPaşa’ya bahsettiği bir olayda Prenses Nazlı’nın rolününne kadar önemli olduğu görülür: Mısır sorununaçözüm bulmak amacıyla Kahire’de bulunan Wolffgörüşmeler kesildikten sonra Lord Salisbury’den aldığıemirle Prenses Nazlı’ya bir nezaket ziyaretiyapmıştı. Bundan Salisbury’nin maksadı Wolff'untezlerine destek bulmaktı.150
Prenses Nazlı’nın yakın dostlarından birisi de MuhammedAbduh'tu. Abduh, Urâbî' Paşa hareketine destekverdiğinden İngiliz idaresindeki mahkemeden sürgüncezası almıştı. Beyrut'ta sürgündeyken 1884'te,Afganî'nin çağrısıyla Paris'e giderek burada genel olaraktüm Müslümanların İngiliz emperyalizmine karşı birleşipmücadele etmesini savunan Urvetü'l-Vüska isimli birdergi çıkarmışlardı. Abduh 1888'de, Prenses Nazlı'nınaraya girip Lord Cromer'ı ikna etmesiyle Mısır’a geridöndü. Mısır’ı fiilen yöneten Lord Cromer Nazli Hanım’adeğer veriyordu. Nazlı Hanım da onunla iyi geçinmeyeçalışıyordu. Ünlü reformist bundan sonra Mısır’da İngilizişgaline karşı tepki vermek yerine Cromer tarafına geçipilgisini Mısır'daki eğitim ve sosyal alanlardaki reformlarüzerinde yoğunlaştırmıştır. Cromer tarafından da beğenilensiyasî tutumu sayesinde Mısır Müftülüğü ve Meclisüyeliği yapmıştır. Ancak bu konuma gelmesinde PrensesNazlı’nın büyük desteği olmuştur.II. Abdülhamid ile iyi ilişkiler içinde olan Prenses NazlıHanım padişah tarafından maddi olarak da desteklenmiştir.Nitekim, Nazlı Hanım’ın ilk eşi Halil Şerif Paşa öldüktensonra maddi sıkıntılarını gidermek için başvurusuyerinde görülüp kendisine maaş bağlanmıştır . Hemİngilizler hem de II. Abdülhamid tarafından desteklenmesiPrenses Nazlı Hanım’ın başarılı bir kamu diplomasisiaktörü olduğuna delildir.Padişah Abdülmecid’in kızı Refia Sultan ile olduğu gibi,Osmanlı hanedanı içindeki sultanlarla dostluk ilişkilerivardı. Diğer taraftan, Hıdiv ailesinin en aktif kadınüyelerinden Prenses Nazlı, doğrudan ve dolaylı olarakMısır’daki kadın hakları konusunda bir mücadeleye girişti.Abduh da kadın hakları ve benzeri konularda fetvalarvererek Prenses Nazlı’ya destek verdi. Abduh’unfetvalarıyla desteklediği Prenses Nazlı kadın hareketininbaşlaması ve güçlenmesi için öncülük yaptı.Kadın hareketinin ilk sesleri haremlerinehapsedilmişlik durumundan rahatsızolan üst sınıfa mensup Mısırlı Müslümankadınlardan gelmişti. Kadınhaklarını ve mücadelesini PrensesNazlı’dan önce bir erkek olanKasım Emin gündeme getirdi.1899 ve 1901’de kadın özgürlüğüüzerine yayınladığı iki kitabındakadınlara yönelik ayrımcılığıve adil olmayan gelenekselboşanma usullerini ve ilgilikanunları eleştirdi.Prenses Nazlı’nınMısır’daki EtkisiÖte yandan, çoğunluğu Suriyeli Hıristiyanve Kıpti olan kadın gazetecilerI. Dünya Savaşı’ndan önce kadın okuyucularayönelik dergiler yayımlamaya başladı. Bu dergilerkadınları, yoksulluk ve geri kalmışlıkla mücadele etmekiçin eğitim almalarını teşvik ediyordu. Bunun yanında, erkeklerleeşit haklara sahip olmayı savunan yazılar yayınlanıyordu.Çok eşliliğe karşı çıkan önemli kişilerden birtanesi de kadın hakları için 1911 yılında toplanan MısırKongresi’nde on maddelik bir program başlatan MelekHifni Nasif idi. 28 Aralık 1913 tarihinde Kahire’de PrensesNazlı Hanım vefat etti. Mısır kadın hareketi çok önemli birdestekçisini kaybetti.Daha sonra, Mısırlı Entelektüel Kadınlar Birliği’nin(L'Association Intellectuelle des Dames Egyptiennes)Mart 1914’te kuruluşunda önemli bir unsur olan MelekHifni Nasif harekette öne çıktı. Onun dışında LebibeHaşim ve Mai Ziyade de kadın hareketinin ileri gelenüyeleriydi. Öte yandan, Kasım Emin yazdığı kitaplarlakadın haklarını gündeme getirmiş bir diğer yazardı.Feminist hareketin öncüleri arasında yer alan KasımEmin bir erkek olarak tüm gücüyle, kadın hareketinedestek vermişti. Gerek Emin gerekse Nasif, el-Ceridegazetesinin sayfalarında Ahmed Lütfi el-Seyyid’in editoryaldesteğini almışlardı. Kasım Emin, aynı zamandaMustafa Kamil ile birlikte, Mısır’da ulusal bir üniversitekurulması için de mücadele etmişti.Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Mısırlı kadınlar 1919 yılındabaşlatılan bağımsızlık mücadelesi süresince İngilizleraleyhine büyük gösteriler düzenlediler. Ancak onların isteklerifeminist talepler olmaktan çok milliyetçilik ve bağımsızlıküzerineydi. 1920’de Kahire’deki katedralinde bin kadın VefdKadınlar Merkez Komitesi’ni kurmak üzere bir araya geldi.Bu örgütün lideri olan ve daha sonra Mısır Feminist Birliği’nikuran Hüda Şaravi, 1924’te Mısır Parlamentosu’nun açılışındakadın hakları için bir gösteri yaptı ve üyelerden reformyapmalarını istedi. Bazı üyeler sadece oy verme hakkı konusundakitaleplere sıcak bakıyordu. Oysa, Hüda Şaravi dahageniş bir perspektife sahipti. Şaravi daha çok eğitim,refah, siyasî konular ve yasal reformlar konusundamücadele etti.Sonuç olarak, kadınların eğitimi vemeslek edinmesi için yoğun gayretgösteren, kadınların sanata, bilimeve kültürel hayata katkılarını artırmasıiçin gayret eden PrensesNazlı Tunus ve Mısır’da derin izlerbırakmıştır. Londra, Paris veİstanbul’da saray çevresiyle ilişkiiçinde olan Prenses Nazlı Hanım,doğu ile batı arasında bir köprügörevi üstlenmiştir. Dönemin kültürve sanat hayatına katkıları bakımındanhakkında yeni çalışmalaraihtiyaç vardır.* Mimar Sinan Güzel <strong>Sanat</strong>lar Üniversitesi Öğr. Üyesi151
Saklı Cennetten Bir DemetÖmer Faruk DERE*<strong>Sanat</strong>, cennetin kapısında beklemektir. Elinde bazen fırça, bazen de kalem…Bir el uzanır kapıdan içeri, verileni alır ve bu âlemde görünür kılar, gözlerikapının ardını görmeden… Bazen kokular yayılır etrafa; ancak kendisigörünmez o nazenin güzelin… Bazen eline bir demet tutuştururlar, bir demetcennet çiçeği… Güller, papatyalar, karanfiller, ille lâleler…Gülfer (ışık saçan gül), negatif teknikle çalışılmış tam üsluplaştırılımş (stilize) gül ebrûsu.152
Lâle-i Perende (uçuşan lâle), tam üsluplaştırılmış lâle ebrûsu.Ebru sanatkârının cennete açılan kapısı teknesidir. Otekneden içeri elini uzattığında eline tutuşturulan güzelliklerikâğıda alır. Cennet güzelliklerinin insanlığa sunulmasındabir vasıtadır sanatkâr. Bahar her yıl cennetsahneleri sunar âdemoğluna. Belki de sırf bu yüzden kadimsanatlarımıza konu olan nesneler hep bahar mevsimindenseçilmiştir.<strong>Sanat</strong> denilen yüce kavram için insanlık tarihi boyuncatarifler yapılmış, insanlığın ruhunda derin izler bırakaneserler açıklanmaya çalışılmıştır. İnsan neslinin çeşitliliğikadar tarife ulaşmak mümkündür. Günümüze kadaryapılan tariflere yenileri eklenerek devam edeceğindenendişe duyulmamalıdır. Zira sanat, yaşadığımız kâinattavar edilmiş en duyarlı varlık olan insan tarafından değerlendirilmektedir.<strong>Sanat</strong>ın tarifinde indî kanaatleri bir kenarabırakırsak, insanlık tarihi boyunca ittifak edilen temelsanat değerlerine ulaşılır. Bu genel değerlerin yanındamilletlerin bu temel sanat değerlerini yorumlayıştarzları, dünya üzerinde icra edilen sanat anlayışlarındafarklılığı oluşturmaktadır. Milletlerin sanat yapmaeylemleri söz konusu milletlerde bir sanat kültürü oluşturur.Bu sanat kültürüne yön veren sâik ise inançlar,kabuller ve değer yargılarıdır. <strong>Sanat</strong>çı yaşadığı toplumdansoyutlanamaz; o, yaşadığı, eser ürettiği sosyal vetarihi çevreyle değerlendirilmelidir. Bu topraklarda varolan sanat kültürümüz de asırlardan beri inanç değerlerimizve değer yargılarımızla yoğrularak şekillenmiştir.Bu sebepten bu toprakların sanatçıları bu değerleri bilmekve buna göre eser üretmek mecburiyetindedirler.Kendi değerlerine yabancı bir sanatkârın benliği başkasanat anlayışları tarafından işgal edilmeye mahkûmdur.153
Canfezâ (gönüle ferahlık veren), tam üsluplaştırılmış karanfil ebrûsu.<strong>Sanat</strong>kârımızın bir ayağı köklü, sarsılmaz sanat anlayışımızdasabit dururken, diğer ayağıyla tüm dünya sanatlarınıgezebilmelidir. <strong>Sanat</strong>kârımız geçmişte yapılanlarıözümseyerek, asırlardır değişen sanat formlarında değişmeyenözü kavrayıp günümüz şartlarında o özü değiştirmedenzamana uygun formlar üretmeye mecburdur.Biçimde, Renkte, Kompozisyonda Vahdet…Sorulması gereken asıl soru ise İslâm sanatlarında değişmeyenözün ne olduğudur. Bu konu hakkında pekçok şey söylenebilir. Ancak söylenmesi gereken ilk söz“Tevhid”dir. Tevhid (Allah’ı birleme) Müslüman’ın bütünyaşantısına yön verdiği gibi sanat anlayışına da yön vermiştir,verecektir ve vermelidir. Biçimde vahdet, renktevahdet, kompozisyonda vahdet... Ehad olanı arama arayışıMüslüman sanatkârı fizikî âlemde görünenleri derinlemesinekavrama ve eşyanın ardında değişmeyençizgiyi yakalama yolunda çalışmaya yönlendirmiştir. Bununneticesinde Müslüman sanatkâr, nesnelerin formlarında sadeleştirmeyegitmiştir. Nesnelerin iç yüzüne dalan sanatkârıntemaşa ettiği hakikat kolay ifade edilebilir bir durum değildir.Hakk tektir, mutlaktır ve münezzehtir. <strong>Sanat</strong>kâr bu duygularınıancak soyut olarak ifade edebilir. Bu sebepten İslâmsanatlarında hiçbir fenomeni anlatmayan ifade biçimlerinindaha fazla araştırıldığını söyleyebiliriz."Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kainat,Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar.”R. Mahmut EkremSoyutluğu arama çabaları neticesinde İslâm sanatlarıiçinde en soyut sanat olan musiki, en çok ilgi gören sanatolmuştur. Mûsıkîyi, dış dünyadaki şekillerden arınmışbir anlatım tarzı olan hüsn-ü hat takip etmektedir.Kâğıt süsleme sanatı olarak ortaya çıkan ebru ise özelliklebattal ve hatib formlarıyla soyutluğun (abstre) zirve-154
sinde formlardır. Özellikle Ayasofya Camii Hatibi MehmedEfendi eliyle olgunlaştırılan hatib ebrular, süslemesanatlarımızın ruhuyla tam olarak örtüşen “tam üsluplaştırılmış”desenlerdir. Müslüman sanatkâr bitki ve hayvanfigürlerini andıran onlarca hatib deseninde tatmineulaşmış olsa gerek ki, hatibe göre daha basit sayılabilecekçiçek formlarıyla uğraşma ihtiyacı duymamıştır.Okyay’ın Çiçekli Ebruları Nasıl Çıktı?Ebruda çiçek desenleri ise özellikle XX. asrın başlarındanitibaren merhum Necmeddin Okyay sayesinde daha çokkullanılır hale gelmiştir. XVIII. ve XIX. asırlarda da örneklerinigördüğümüz çiçekli ebrular daha çok basit kır çiçekleriniandırır şekildeydiler. Çiçekli ebruları ıslah edipyeniden yorumlayan Okyay, günümüze kadar devamedecek ve dünya ebruculuğu arasında Türk ebruculuğunuhaklı bir mevkiye yükseltecek yolu da açmış olmaktaydı.Onun açtığı bu yol, talebesi Mustafa Düzgünmaneliyle daha da işlenecek ve adına “Necmeddin ebruları”denecekti. Rahmetli Okyay’ın çiçekli ebru denemelerinenasıl başladığını bir kez daha hatırlamakta fayda olacağınıümit ediyorum:“Medresetü’l-Hattâtîn’e tanımadığım bir zat gelerek çiçekliebru yapmamı istedi.`Efendi Beyim, bu sanatta öyleçiçek filan olmaz; gerçi eskiler tecrübe etmişler ama oda çiçeğe pek benzemez´ dedim. Adam `Hoca değil misiniz,yapmanız lâzım´ cevabını verince eve geldim,Lâle-i Dilbaz (Gönlü Hoş Eden Lâle), tam üsluplaştırılmış bu lâle ebrûsunda sol taraftaki lâle, ebrû teknesinde, diğeri ise tezhib tekniğiyle yapılmıştır. Ebrû Ö. F. Dere, Tezhib Yonca Bacak
tekneyi kurdum; çiçek şekillerini çıkarmak için uğraşmayabaşladım. O sırada evimize çok sevdiğim arkadaşımHattat Mâcid Bey geldi. Ben lâle şekliyle uğraşıyordum.Mâcid’im birden: `Birader şu uçları yukarıdoğru çeksene!´ dedi. Elimdeki tek atkuyruğu kılınıteknede iki taraftan yukarı doğru çekince şekil tıpkılâleye benzedi. Çok heyecanlandım ve zevklendim.Günlerden cuma olduğu için benim vazifeli bulunduğumÜsküdar Yeni Valide Camii’ne gittik Namazdansonra lâle, sümbül, karanfil, o mevsimde hangiçiçek varsa alıp eve getirdim ve onlara bakarak teknedetek atkuyruğu kılıyla aynını resmetmeye başladım.İşte Mâcid’in o ikazı ve Rabbimin lütf u keremiylebu iş oldu…”Okyay merhum çiçeklerin aynını resmetmeye çalışsada o devirdeki teknik imkânların el vermemesinden yada elde ettiği formları yeterli bulduğundan olsa gerekdetaylı resmetme gayretinde olmamıştır. İslâm’a veonun etkilediği sanat anlayışına son derece hakim vebağlı olan Okyay’ın teknede resmettiği çiçekler “yarıüsluplaştırılmış” formlardır.Su Üzerinde Çiçek RessamlığıFakülte yıllarında başladığımız ebru çalışmaları esnasındasırasıyla battal, gelgit, taraklı, şal, serpmeli şal,bülbül yuvası, hatib formlarını çalıştıktan sonra ilk lâledenemelerimizi yaparken hocam Hikmet Barutçugil çiçekliebrular için şöyle söylemişti:“Ebrucular ressam değildir. Çiçekleri detaylarıyla resmetmeyeuğraşmayın. Yaptığınız desen o çiçeği andırırforma ulaştığında hemen kâğıda alın. Su üzerindeyapılan çiçekler resim tekniğiyle yapılanlardan farklıdır;çiçekli ebrular buna göre değerlendirilmelidir.”O devirde hocamızın ne dediğini fazla anlayamamıştık.Gülrû, (gül yüzlü), tam üsluplaştırılmış gül ebrûsu.
Gonca-i Handan (Gülen Gonca), tam üsluplaştırılımş gül ebrûsu.Ancak şimdi hocamızın ne demek istediğini gayet iyi anlayabiliyorum.Hocamızın bahsettiği husus aslında üsluplaştırmadan(stilize etme) başka bir şey değildi.Günümüzde geleneğimizden gelen bu yarı üsluplaştırılmışçiçek formlarının yanında teknik imkânların da el vermesiyleçok daha detaylı ve üç boyutlu çiçek resimleri yapılmayamuvaffak olunmuştur. Bunlara “su üzerinde çiçek ressamlığı”demek yanlış olmasa gerektir.Üçüncü bir yol olarak “tam üsluplaştırılmış” çiçek denemeleriyapılmaktadır. Bu tarzda çiçekler iki boyutludur vefarklı bir üslup kazanmıştır. Üsluplaştırma objelerin doğadakibiçimlerinin şematikleştirilip yalınlaştırılarak resmedilmesinedenir. Nesne, karakterine bağlı olarak, amaca uygunbiçimde sadeleştirilir. Böylece eşyanın karakteri dahayalın, daha manalı ortaya konmuş olur. Yalınlaşan desenlerdetek düzelik “tenevvü” (çeşitlendirme) ile kırılmıştır.Renk ve desendeki tenevvü kısıtlı gibi görünen imkânlarıgenişletmektedir.Göz dış dünyayı üç boyutlu olarak kavrar. Günümüzdegörsel medyanın hayatımızın tümüne olan hâkimiyeti neticesindebeynimiz görsellikte devamlı üçüncü boyutu algılamayazorlanmaktadır. Oysa ki Müslüman sanatçı üç boyutlugörünüşleri iki boyutlu olarak resmetmek suretiyle nesnelericanlı gibi göstermekten kaçınmıştır.Önce Geleneksel Çiçek Formları ÖğrenilmeliEbruda yeni bir yol olarak ortaya çıkan bu tam üsluplaştırılmışçiçeklerde sanatkâr bahçedeki çiçeğin aynısını yapmagayesinde değildir. O, kendi hayalindeki çiçeği resmeder.Bunu yaparken ebrunun kendi gerçeklerinden uzaklaşmadanyapmalıdır. Bir nakkaş gibi detaylı çalışmak yerinedamladan doğan renk paftalarının suyun hareket veışıltısını yansıtacak şekilde çalışmalıdır.Günümüzde ebru sanatıyla meşgul olanlar yukarıda tasnifedilmeye çalışılan çiçekli ebru tekniklerinden istedikleriniseçmekte özgürdürler. Bu farklılıklar ebru sanatımızın nasılbir zenginliğe ulaştığının açık bir göstergesidir. Yenilikler veyeni denemeler elbette zaman içinde olacaktır. Çiçek ressamlığıyaptıklarını ifade etme erdemini gösterenler üçüncübir yolun muharriki olduklarının farkındalar mıdır acaba?Ne demişler: “Bârika-i hakikat müsademe-i efkârdandoğar” (Hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar.)Çiçekli ebruları öğrenirken ve öğretirken öncelikle gelenekselçiçek formlarının tam anlamıyla öğrenilmesi gerekmektedir.Geleneksel formlar öğrenilmeden yapılacak yeni denemelerdeel mahareti yeterince kazanılmadığından başarısağlanılması zordur. Zaman içinde şubelere ayrılacağını düşündüğümüzdesenli ebrularda yapılan her yeni denemeninebru sanatımıza yeni bir boyut kazandıracağı inancınıtaşımaktayız. Bu denemeler zaman süzgecinden geçecekve safiyet kazanarak tercih edilme derecesine göre ya kabulgörecek ya da terk edilecektir. Yeni denemelerde asırlaradayanan nezih ve derin sanat anlayışımızı şekillendirenözden uzaklaşılmaması gereğine inananlardanız.<strong>Sanat</strong> her dem yeniyi aramaktır; yüreğinde zamanın ızdırabınıduya duya…*İSMEK Ebrû ve Kaligrafi Zümre Başkanı. Yazıdaki ebru eserlerinin tamamı Ömer Faruk Dere'ye aittir.157
Uluslararası Hat Yarışması’ndaİSMEK RüzgârıNermin SULTANAlbaraka Türk Katılım Bankası tarafından bu yıl 3’üncüsü düzenlenen uluslararası hat yarışmasında dereceyegiren ve mansiyon alan sanatçıların arasında, İSMEK’te hüsn-i hat branşı usta öğreticiliği yapan üç isim yer aldı.“Celi Ta’lik” kategorisinde hüsn-i hat branşı usta öğreticilerimiz Mustafa Parıldar birinci, Hüseyin Hüsnü Türkmende üçüncü oldu. “Celi Sülüs” kategorisinde ise usta öğreticimiz Menaf Nam teşvik ödülü almaya hak kazandı.Bunu vesile kılarak kendilerini biraz daha yakından tanımak istedik.Mustafa Parıldar'ın Celî Tâlik kategorisinde 1. olan eseriTürkiye’nin üç farklı ilinde doğan, apayrı maceralar yaşayıpnihayetinde önce hat sanatında sonra da İSMEK’te buluşanüç hattatın hikâyesi bu; Mustafa Parıldar, Hüseyin HüsnüTürkmen ve Menaf Nam'ın. Her üç ismin de ayrı ayrı maceralarıvar. Şanlıurfa, Trabzon ve Bingöl’de başlayan hayatları,ortak ilgi ve yönelimleri sanat, hele hüsn-ü hat olunca tabiiki İstanbul’da buluşuyor; “<strong>Sanat</strong> ve İstanbul” aynı cümledekullanılınca, elbette İSMEK’te.Mustafa ParıldarBu hikâyeye sondan başlarsak eğer, İSMEK’te usta öğreticiolarak hizmet veren bu üç hattat, Albaraka Türk KatılımBankası tarafından bu yıl 3’üncüsü düzenlenen uluslararasıhat yarışmasında da biraraya geldi. Fakat bu kezusta öğretici olarak değil,yarışmaya eserleriyle katılanhattatlar olarak... Prof.Dr. Uğur Derman ve HattatHasan Çelebi’nin jürişeref üyeliğinde düzenlenenyarışmanın jürisi MehmedÖzçay, Davud Bektaşve Ali Toy gibi usta hattatlardan oluştu. “Adalet ve KulHakkı” temasıyla düzenlenen yarışma “Celi Sülüs”, “Sülüs”,“Sülüs-Nesih, “Celi Ta’lik” ve “Celi Divani” kategorilerindegerçekleştirildi.Jüri üyelerinin değerlendirmeleri sonucunda “Celi Ta’lik” kategorisindeBağlarbaşı Türk İslam <strong>Sanat</strong>ları İhtisas Merkeziusta öğreticimiz Mustafa Parıldar birinci, Osmaniye ve Küçükayasofyakurs merkezleri usta öğreticimiz Hüseyin HüsnüTürkmen de üçüncü oldu. “Celi Sülüs” kategorisinde verilenteşvik ödüllerinden birini de Üsküdar Temel Türk İslam<strong>Sanat</strong>ları Kurs Merkezi usta öğreticimiz Menaf Nam aldı. Yarışmadaderece kazanan hattat usta öğreticilerimiz, İSMEK’ede haklı bir sevinç yaşattılar.Hikâyenin Başına Dönersek…Mustafa Parıldar, 1983 yılında Şanlıurfa’nın Siverek ilçesindedoğmuş. İlkokul yıllarında Kur'an kursuna devam ederkentanışmış hat sanatıyla, daha doğrusu hattatların kullandığıkamışa benzeyen bir kalemle. Hocası, kurşun kalemi kamışgibi açtırarak kullanmalarını söylermiş öğrencilere. Fakat bukalemleri ancak 5. sınıf öğrencileri kullanabiliyormuş. Parıl-158
dar ise yaşı küçük olduğu için, bu kalemi bildiği halde henüzeline alamamış. İnsanın içine sanat sevdası düşmeye görsün...Bir arkadaşının kalemini hocasından habersiz almış vegizlice bir satır yazmış. Bunu gören hocası da Parıldar’ın hatsanatına iptidai olarak başlamasına müsaade etmiş.Hüseyin Hüsnü Türkmen ise 1970 yılında Trabzon’da dünyayagelmiş. İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde okuduğu sıralardaamatör olarak futbol oynuyor, aynı zamanda da resimleilgileniyormuş. Bu ilgi onu, Mimar Sinan Güzel <strong>Sanat</strong>larFakültesi Geleneksel Türk <strong>Sanat</strong>ları Bölümü’ne kaydettirmiş.Tabii asıl sanat hayatı, fakülteyle birlikte ‘bir ustayakayıt olma’sıyla başlamış.Menaf Nam'ın hikâyesi ise daha farklı… Bingöl’ün Karanisimli bir köyünde 1980 yılında hayata gözerini açmış MenafNam. Yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak,yoksul bir hayata merhaba demiş. Bir yandan maddiimkânsızlıklar, bir yandan ise devrin şartları gereği varolan “Olağanüstü Hal”, Nam'ın yolunu İstanbul’a düşürmüş.En büyük hayalini, yani ressam olmayı kafasına koyarakİstanbul'a gelen Nam, bir gazetede gördüğü hat yazılarınıncazibesine kapılarak resim sevdasını bir yana bırakıpİSMEK’te hüsn-i hat branşının yolunu tutmuş; kursiyer olarakkaydolduğu branşta yıllar sonra usta öğretici olacağındanhabersiz olarak…Hüseyin Hüsnü Türkmen'in Celî Tâlik kateforisinde 3. olan eseriEllerini Usta Hattatlara Teslim EttilerMustafa Parıldar’ın ilkokul 4’üncü sınıfta kamış kalemle tanıştığınısöylemiştik. Bu kalemle iptidai yazılar yazan Parıldar,hocası tarafından hattat Mehmet Memiş’e gönderilir. 12 yaşındaMehmet Memiş’ten “Rabbiyessir” meşkini alan Parıldar,tam 5 yıl devam eder hocasına. “Lise bittikten sonrahocamın tavsiyesi üzerine Selçuk Üniversitesi Güzel <strong>Sanat</strong>larFakültesi Hat Bölümü’ne kaydoldum ve Hüseyin Öksüzhocanın ders halkasına katıldım.” diyen Parıldar, hattatlığıtasdik edildiği halde, hala hocalarıyla derslere devam ettiğinisöylüyor.Hüseyin Hüsnü Türkmen ise birçok hocanın rahle-i tedrisindengeçmiş. 1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel <strong>Sanat</strong>larFakültesi Türk El <strong>Sanat</strong>ları Bölümü’ne kaydolan Tükmen,önce merhum Mahmut Öncü ile başlar hat meşkine.“Rahmetli Mahmut Öncü’den bir yıl rik’a eğitimi alma fırsatımoldu. Hocamın vefatından sonra Prof. Dr. Ali Alparslanhoca ile rik’a meşkine devam ettim.” diyen Türkmen, 1997yılına kadar Alparslan’dan ta’lik, celi ta’lik, divani ve celi divaniyazılarını meşk ederek icazet almaya hak kazanır. Bir dönemYard. Doç. Hüseyin Öksüz ile nesih yazısı meşk eden Türkmen,İstanbul’a gelince Fuat Başar’la sülüs ve nesih meşkinitamamlayarak bu yazı tarlerinde de icazet sahibi olur.Ressam olma hayaliyle İstanbul’a gelen Menaf Nam'ın durağıise İSMEK Ümraniye Kurs Merkezi olur. O yıllarda İS-MEK hüsn-i hat branşında usta öğreticilik yapan hattat SüleymanBerk’le tanışan ve ilk meşkini alan Nam, bir buçukyıl hocasına devam eder.Bir buçuk yılın sonundahocası, “Menaf, artık benimsana vereceğim bir şeykalmadı.” diyerek, OsmanÖzçay’a gönderir öğrencisini.2006 yılından beri OsmanÖzçay’la hat çalışmalarınadevam eden Nam,“Benim için çok özel olanHüseyin Hüsnü Türkmen159
Menaf Nam'ın Celî Sülüs kategorisinde mansiyon alan eserive olmaya da devam edecek Süleyman Berk hocam ile irtibatımıhala devam ettiriyorum. İstanbul sevdasıyla terk ettiğimortaokul ve liseyi bile Süleyman hocamın teşvikiylebitirdim. Ona minnettarım.” sözleriyle usta-çırak arasındakimuhabbeti anlatıyor aslında.Yolları İSMEK’te KesiştiYıllar sonra üç hattatın da yolu İSMEK’te kesişir. MustafaParıldar ile Menaf Nam, Üsküdar Türk İslam <strong>Sanat</strong>ları İhtisasMerkezi’nde, Hüseyin Hüsnü Türkmen Osmaniye veKüçükayasofya kurs merkezlerinde, hüsn-i hat usta öğreticiliğiyapmaya başlarlar. “İstanbul, dünyadaki hattatlar içingeçmişte ve günümüzde hep cazibe merkezi olmuştur.”diyen Parıldar, icra ettiği sanatın İSMEK’teki eğitimleri ile ilgilişunları söylüyor: “İstanbulluların bu kurslara gösterdiğirağbet, verilen emeklerin boşa gitmediğinin en büyük kanıtıdır.İSMEK’e gelen kursiyerlerin hiçbirisinin boş olarakayrıldığını düşünmüyorum.”Üsküdar Temel Türk İslam <strong>Sanat</strong>ları KursMerkezi’nde, başlangıç seviyesindeki kursiyerlererik'a ve sülüs eğitimi veren Menaf Nam da, pratikhat eğitiminin yanı sıra, hat sanatı tarihini ve eski hattatlarınhayatlarını da işlediklerini ifade ediyor.Hat <strong>Sanat</strong>ı Kuma Kabul EtmezŞanlıurfa, Trabzon ve Bingöl’de başlayıp İSMEK’te buluşanhattat üç usta öğreticinin de ortak kanaati; “Hat sanatıkuma kabul etmez!” Yıllardır hattatların dilinden düşmeyenbir rehberdir bu. Dolayısıyla İSMEK’li hattatlar da burehberi kabul edip bütün mesailerini hat sanatına ayırmışlar.Parıldar, üniversite yıllarında tezhip ve ebru sanatlarıylailgilenmiş. Fakat aynı anda birkaç sanatın yürümeyeceğinianlayarak sadece hat sanatında karar kılmış. Hatta Parıldar,“Başka sanatla uğraşmayı bırakın, hat sanatında farklı çeşityazıları yazmaya bile imkân olmuyor.” derken; Nam ise,“Hat sanatı ile profesyonel düzeyde uğraşan birinin başkabir iş alanı ile uğraşmasına imkân yok.” sözüyle bu bu kanaatiteyit ediyor.Hüseyin Hüsnü Türkmen ise İSMEK’te verdiği eğitimler ileilgili şu bilgileri paylaşıyor bizimle: “Öncelikle kursiyerlerehat malzemelerini tanıtıyorum. Öğrencilerime öğreteceğimyazının harflerini tek tek yazıyorum.Birebir hocalarını izleyerek bu yazıları meşkediyorlar. Kamış açmayı, kâğıt boyamayı,ahar çeşitlerini ve kâğıt mührelemeyi uygulamalıolarak görüyorlar. Eski hattatlardanörnekler göstererek yaşanmış olaylardankıssalar anlatıyorum.”Menaf NamBirbirinden ayrı üç hayat hikâyesinin özeti böyle… Bambaşkadiyarlarda başlayan, apayrı yollarda ilerleyen ama aynınoktada buluşan üç farklı hayat... Önce hat sanatı, sonraİstanbul, sonra da aynı eğitim kurumundabuluşan üç hattat da sanatlarına gönüldenbağlılar. “Bu sanat hem hattı hem haddiöğretir.” diyen İSMEK usta öğreticilerininhikâyelerinin kalan kısmını merak ediyorsanız,İstanbullularla hat meşk ettikleri kursmerkezlerine gidip onlardan dinleyebilirsiniz.Kim bilir belki de bir harfin zarif bir kıvrımıgönlünüzü çeler de, sizin hikâyenizi deonların hikâyesi ile birleştiriverir.160