Untitled - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir Belediyesi
Untitled - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir Belediyesi
Untitled - İSMEK - İstanbul BüyükÅehir Belediyesi
PDF'lerinizi Online dergiye dönüştürün ve gelirlerinizi artırın!
SEO uyumlu Online dergiler, güçlü geri bağlantılar ve multimedya içerikleri ile görünürlüğünüzü ve gelirlerinizi artırın.
90Geleneksel KievEl Sanatları98Kitre BebeklerinNimet Annesi104 110KöleliktenEfendiliğeTuğrakeşHattat AbdulFettah EfendiMilli MirasımızEl YazmalarıIgor POSHYAVILORüya GÜNDOĞDUFettah AYKAÇDr. Zehra ÖZTÜRK114Kremlin SarayıHazineleriTopkapı Sarayı’nda120 123129Tuvalden"Taş"anBu TablolaraDokununHattatPadişahII. Mahmud40 Yıllık HatırınZarif FincanlarıMüge ÖZCANAyşe Hanife YAZICINemin TAYLANZehra ALTAN126Konya İstiklâl HarbiŞehitleri Abidesi144Hereke HalısıTurizmleYenidenCanlanıyorEmine Uçak ERDOĞAN138SeramiktenTophaneLüleciliğineArmağan MUTLU132141148155Balkanlar'da KalanOsmanlıDilek CANYrd. Doç. Dr. Celalettin KARADAŞ“Osmanlı Döneminde Venedikve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk”Neşe SİMSARLARKitaplarda Açan Çiçekler SadberkHanım Müzesi KoleksiyonundanBir Çiçek AlbümüProf. Dr. Faruk TAŞKALEVefâtının 20. SenesindeMustafa Es’ad DüzgünmanAydın ÇAKIRTAŞ
Başkan'dan...Sanat toplumların gelişmesiyle birlikte yaşar ve gelişir.Toplumların varlığında din, dil, töre ne kadar önemliyse,sanatın da o kadar önemli olduğunu söylersek yanlışolmaz.Bireylerin ortak duygu ve düşüncelerinin, ortak zevklerininbir ifadesi olan sanatın küresel anlamda ortak bir diliolduğunu kabul etsek de, toplumun aynası olan sanatçınınsanata bakışının her topluma, her millete göre farklılıklararz ettiğini belirtmek gerekir.Eski çağlardan günümüze dek, ortaya koyulan her bir sanateseri ait olduğu toprakların geleneğini, ruhunu, duyguve rengini yansıtır. Sanatçıyı toplumdan soyutlayamayacağımızgerçeğini göz önünde tuttuğumuzda, bu yansımanınbaşka türlü olamayacağını görürüz.Sanatçı, her daim, yaşam dürtüsüyle kendisini sonsuza dekyaşatmak gayesi içinde ürettikleri ile bir iz bırakmak gayretindedir.Ama bunu sadece kendi adını gelecek nesillere duyurmakmaksadıyla yapmaz. Aynı zamanda döneminin birboy aynasıdır, sanatçının geleceğe taşımak istediği…Geleneksel sanatlarımız da bizim kültürümüzü, sosyalyaşamımızı, toplumsal değerlerimizi yansıtır. 1996 yılındabelediyemizin bir sosyal yaşama destek projesi olarakhayata geçirdiği İSMEK, kültürel değerlerimizi yansıtansanatlarımızı korumak ve gelecek nesillere aktarılmasınısağlamak bakımından çok önemli bir misyona sahiptir.Geleneksel sanatlarımızı geleceğe taşımak gayretimizinen güzel çıktılarından birisi de, “İSMEK El SanatlarıDergisi” dir.Yalnızca İstanbul’da değil, yurt içinde hatta yurt dışındada sanatseverlerin büyük beğenisini toplayan İSMEKEl Sanatları Dergisi, bugün, siz sanatseverlerin de ilgi vedesteğiyle10’uncu sayısına ulaşmıştır. Bu son sayıda dadeğerli akademisyenler ve yazarlarımızın kalemindenmakaleler ile birbirinden renkli haber ve yazılar yer almaktadır.Sanatla ve eğitimle güzelleşen, sevgi, saygı ve hoşgörüyledolu bir dünya dileklerimle…
İSMEKGalata Satış ve Sergi Merkezi:Galata Köprüsü Altı, Eminönü/Ýstanbul Tel: (0212) 514 49 86ÝSMEKBaðlarbaþı Satıþ ve Sergi Merkezi:Selami Ali Mah. No:22 Eski Baðlarbaı ‹ETT Garajı Ba¤larbaþı/‹stanbul Tel: (0216) 495 96 48
Özgürlüğün Sanatı MinyatüreÖzgün Yorumlar6
Semra ÜNLÜSanatı, “ruhun matematiksel ifadesi” şeklinde tanımlayan minyatür sanatçısı Özcan Özcan,soyut sanatı ise kaosun bir yansıması olarak değerlendiriyor. “Özgürlüğün sanatı” dediğiminyatür için de “hayal gücünün gerçekle arasındaki bağlantıyı kurmaktır” diyor Özcan.Usta sanatçı şimdilerde, “deli işi” dediği bir proje üzerinde çalışıyor. Özcan, minyatürsanatında, hatta sanat tarihinde bir devrim olarak gördüğü çalışmasında, İstanbul’da tarihiyarımadadaki 135 bin yapının tamamını, bütün ayrıntısıyla minyatüre aktarmayı hedefliyor.7
Özcan bu noktada, “sanatçı olunmaz doğulur” sözünüdoğrularcasına, sanatçının, ilâhi güç tarafından ilhamverilmesi bakımından ayrıcalık sahibi kişi olduğununaltını çiziyor ve ekliyor: “Sanatçı sevgisini dağıtan, paylaşandır.O nedenle sanatçı kabiliyetli olmak ve yeteneğinigeliştirmek zorundadır. Sanatçı dediğiniz insan 70milyonda birkaç tanedir, yani özel bir şeydir. Akademisyenlikbaşka bir şeydir, sanat başka bir şey. Sanatta diplomayıveren Allah’tır, bizatihi kendi vermiştir.”Selçuklu Mirası Üzerine Osmanlı’da Sanat İlerlediMinyatür sanatının da pek çok geleneksel sanatta olduğugibi altın çağını 16. yüzyılda yaşadığını, Kanuni SultanSüleyman döneminde en üst seviyeye çıktığını söyleyenÖzcan’a göre, sanata verilen değerden bahsederkenSelçuklu’yu atlamamak gerekiyor. “Selçuklu’dan aldığımiras üzerine Osmanlı’da sanat ilerledi, desek yanlışolmaz diyen sanatçı, bugün Batı’nın modern sanatdiye nitelendirdiğinin, aslında Selçukluların geometrikformu olduğunu öne sürüyor. Yaşadığımız bilgi çağındabir sanatçının, eski dinleri, bilimleri bilmesi gerektiğinevurgu yapan Özcan, günümüzde bazı sanatçılarınyalnızca icraya yoğunlaştığını, fakat salt icranın sanatolmadığının altını çiziyor. Osmanlı’nın sanatçıya yönelikbir destek duruşu olduğunu ifade eden Özcan, “Fatihdöneminde sanatçıya çok değer verilmiş. Çünkü Osmanlıbir devlet artık o zamanlar. İmparatorluğun birkültürü var, egemen bir kültür” diye konuşuyor.Türk minyatürü ile İran minyatürü arasındaki farkı sorduğumuzÖzcan Özcan’a göre, 100-150 sene öncesinekadar minyatür sanatında İran’la Osmanlı arasında pekbir fark yoktu. İki toplumun minyatür sanatındaki farklılıklarısıralarken şunları söylüyor Özcan Özcan: “Osmanlıegemen bir kültür. Bu sanatına da yansıyor. Egemenkültür kural koyar. Osmanlı’da kurallı fırça görürsünüz.İnceden kalına, bir şiir estetiği gibi. Ama İran’da bufırçadan çıktığı gibidir, nasıl çıkıyorsa öyle gider. Bu, birinciayrım. İkincisi ise, Osmanlı minyatüründe kontrastrenkler hakim. Çünkü egemen bir kültür olarak Osmanlınet olmak zorundadır. Net olmak zorunda olduğu içinsiyahın yanında beyazı kullanmaktan çekinmez. İran iseminyatürde boğuk renkler kullanıyor. İran’a kendi içinebaktığınız zaman Zerdüşizm, Putperestlik, kısmende Şamanlıkgörürsünüz. Burada bir inanç bunalımı var esasında.İşte bu bunalım onun sanatına ister istemez yansır.Mesela Osmanlı kendi kaderini kendi çizer, İran isekadercidir. Yani bu şuna benzer; Osmanlı satranç oynarken,İran tavla oynar.”Soyut Sanat Kaosun Bir YansımasıUsta minyatürcü Özcan Özcan’ın, minyatürle ilgili ilginçbir de benzetmesi var… Minyatür için 3 korner,1 penaltı benzetmesi yapıyor sanatçı. Ve bu benzetmeyişöyle açıklıyor: “Çocukluğumuzda mahalle aralarındafutbol maçı yapardık. Yola iki taş koyar, minyatürkale maç yaparsınız. Adı minyatür kaledir, kimsöyler bunu size, kimse söylemez. Ama içinizden gelir.Şimdi halı sahalar var. Gerçek sahanın aynısı gibi,her şey var. Ama minyatür kalede hayal ediyorsunuz.Ortada çizgi filan yoktur, ama orada bir çizgi olduğunu,penaltı çizgisini, korner çizgisini hayal edersiniz.10
Orada oynayan herkes bunu canlandırır zihninde.Kuralları kendiniz koyuyorsunuz ve 3 korner, 1 penaltıdırdiyorsunuz. İşte minyatür de böyle bir şeydir.Minyatür, hayal gücünün gerçekle arasındaki bağlantıyıkurmaktır.”Sanatı, “ruhun matematiksel ifadesi” şeklinde tanımlayanÖzcan, sanatın vazifesinin de fizikle metafizikarasındaki bağlantıyı kurabilmek olduğunu söylüyor.Özcan’a göre, soyut sanat ise kaosun bir yanması. Özcan,bir akımın ne zaman ortaya çıktığının önemli olduğunubelirtiyor ve ekliyor: “Çünkü bu, o akımın neolduğunu gösterir. Soyut sanat da, Avrupa’da kan gövdeyigötürürken ortaya çıkmıştır. Sanatçılar bir arayagelmişler ve demişler ki, işte sizin kan gövdeyi götürendünyanız. Sanatçıların, o döneme bir tepkisi, kaos ortamınınsanatı yani.”Resim Sanatının Ulaşabileceği En Üst NoktaGünümüzde minyatür sanatına olan ilginin azalmasının,resim sanatının ilerlemesiyle ilgisi olup olmadığınısorduğumuz Özcan, minyatür için “Resim sanatınınbaşladığı nokta ve ulaşabileceği en üst nokta” diyor.Sanatçı, “İyi bir minyatürcü iyi bir ressamdır, ama iyibir ressam iyi bir minyatürcü değildir dememiz gerekirken,bugün plastikçiler bizim yaptıklarımızı sanat olarakkabul etmiyorlar” şeklinde konuşuyor. Şablonvari, klasikbir anlayışla sanat yapanlar olduğuna değinen ÖzcanÖzcan, bazı sanatçıların klasikle, taklidi bir tuttuğunubelirterek, eskimeyen bir eseri taklit etmenin, klasikeser ortaya çıkarmak demek olmadığına vurgu yapıyor.“Yaptığınız şey ne kadar sizden alıyorsa, o kadarsanat yapıyorsunuzdur. Ama siz, ne kadar başkasındanalıyorsanız, o ölçüde sanattan uzaklaşıyorsunuzdemektir” diyen minyatür ustası, böyle bir durumdasanattan bahsetmenin mümkün olmadığını kaydetti.Usta sanatçı ayrıca, minyatürde klasiğin dışındayenilikçi, özgün bir bakış açısına sahip olduğunuvurgulayarak şunları dile getiriyor: “Kimi çalışmalarımaimza atmam söz mesela. Neden imza atmıyorsunderler ama çalışmanın benim fırçamdan çıktığı zatenbellidir. İş kendisini belli eder, imzaya gerek yok. Benimişlerim kendini koruyorsa zaten o zaman sanateseri olduğunu söyleyebiliriz. Tasarımım, fırçam herşey bana ait. Sanat sizden alır diyorum ya… Siz onaverdiğiniz sürece bir şeyler alabilirsiniz. Bunun için dedolu olmanız gerekiyor. Klasik bakış açısı ile hiçbir zamanhiçbir yere varamazsınız.”Minyatürde Devrim Yapacak ProjeSanatçıların, düşünmesi gereken, topluma yön vermesigereken insanlar olduğunu ifade eden Özcan’a göre,sanatçının öncelikle halktan kopmaması gerekiyor. “Halkıdışladığınız zaman halktan koparsınız” diyen minyatürsanatçısı, şimdilerde üzerinde çalıştığı ve “deli işi” dediğiprojenin de, halkın ayağına inmek demek olduğuna vurguyapıyor. Usta sanatçıdan, “minyatür sanatında, hattasanat tarihinde bir devrim” olarak gördüğü bu projedenbahsetmesini istiyoruz. İstanbul’da tarihi yarımadadaki135 bin yapının tamamını, bütün ayrıntısıyla minyatüreaktaracağını anlatıyor Özcan. “Bu çalışmanın çokenteresan bir özelliği var. Hiçbir minyatürde böyle sokak-11
ta gezer gibi bir şey göremezsiniz. Evler genelde bir tarafındanbakılır ya da çoğu yerler atılır önemli yerler bırakılır.Ama biz sokakta gezer gibi yapıyoruz” diyen Özcan,proje için 10 kişilik bir ekiple çalışmak gerektiğini söylüyor.Tarihi yarımadayı, her bir ayrıntısıyla, ev ev, mahallemahalle minyatüre aktarmak sahiden deli işi gibi görünsede usta sanatçı projeyi 3 yıllık bir sürede tamamlayacağınıiddia ediyor. Ancak proje için yeterli destek görmediğiniince bir sitemle dile getiren Özcan Özcan, sadeceilk yıl için 250 milyar liralık bir bütçe gerektiğine dikkat14
çekiyor. Sponsorluk görüşmelerinin devam ettiğini anlatansanatçı, hiçbir destek görmese de, kendi imkânlarıve halkın desteğiyle çalışmayı muhakkak tamamlayacağınınaltını çiziyor. Özcan projeye olan inancını, “Bu proje,er ya da geç bitecek. İş ortaya yavaş yavaş çıkmaya başladığındahalk kendisi finansör olacak zaten. Çalışma tamamlandığında,koleksiyonerler açısından da önem taşıyacak.Dünya kütüphanelerinin tümünde olması gerekenbir belge olacak. Piri Reis’i sollayacağız bence.”Minik Kutucuklardaki Şaşırtan DetaylarÖzcan Özcan, röportajımız sırasında masasında durançalışmasını gösterdiğinde, gerçekten de şimdiye ka-16
dar yapılanlardan farklı bir minyatür çalışmasıyla karşıkarşıya olduğumuzu anlıyoruz. Tarihi yarımadanın birbölümünde küçük paftalar şeklinde gördüğümüz çizimlere,lüple (büyüteçle) baktığımızda o minicik kutucuğunüzerindeki ‘Altıntaş Gıda’ yazısını, dükkânınönündeki tost makinesini, hatta bir cips paketini farkediyoruz. Bu sırada gizleyemediğimiz şaşkınlığımızıgören sanatçı, “Ben minyatür sanatı olarak baktığımdabu kadar ince çalışanını görmedim. Şu ana kadaryok” diyor gülümseyerek.Küçükayasofya Camii’nin imamına ait evin klimalarınakadar ince detaylarını yaptığını söyleyen sanatçı,çalışmaya olan inancını, “Kendi evini bir sanat eserindegörmek insanları duygulandırıyor. Camimizin imamınınevi var de var bakın şurada. Klimalarına kadaryaptım. Bakarken gözleri doldu. O parlaklığı hissediyorsunuz”sözleriyle bir kez daha dile getiriyor. Çevrehalkının ilgisi ve manevi desteğinin inanılmaz boyuttaolduğunu söyleyen sanatçı, “Herkes kendi evinifotoğraflayıp getirebilir. Bu bile benim için önemlibir destek” diyor.Özcan, “100 yılın projesi” dediği tarihi yarımada projesindensonraki hedefinin tüm Pera’yı minyatüre yansıtmakolduğunu ifade ediyor ve ekliyor, “Bu proje tamamlanıpses getirdiğinde Paris’ten de talep olabilir,Londra’dan da… Ama Pera çok güzel olur bana göre.Yerleşimi düzenli bir kere oranın.”Velazquez’in Nedimeler’ine Farklı YorumUsta minyatürcü Özcan Özcan’ın fırçasının, Türk sinemasınada değdiğini öğreniyoruz. Derviş Zaim’inyönetmenliğini yaptığı 2005 yapımı “Cenneti Beklerken”adlı sinema filmindeki minyatür çizimler,Özcan’ın fırçasından çıkmış. Özcan, proje kendisinegeldiğinde ilk önce senaryoyu okuduğunu ve buprojede yer almanın kendisini heyecanlandıracağınıdüşünerek dahil olduğunu söylüyor. Filmde ressamVelazquez’in, İspanya İmparatoru ve yeni kraliçeninkızı bebek Margarita’yı resmettiği “Nedimeler” (LasMeninas) tablosundan esinle bir tabloya yer veriliyor.Sanatçı bu tabloyu anlatırken, “Bu tabloda, arkadabir ayna vardır ve aynada -aslında o tabloda olmayan-bir görüntü vardır. Kral ile kraliçeyi çizmiştir Velazquez.İşte bizden de istenen o “Nedimeler” tablosundakikralla kraliçenin yerine mehdiyi koymaktı. Butablonun özelliğini bilmeseydim, bu teklifi kabul etmeyebilirdim.Çünkü bu tablo, Barok dönemin o kadaretkin olduğu bir dönemde resim sanatının ilahiyatıkabul edilen bir tabloydu” diyor. Sanatçı, “Nedimeler”tablosu için, “Nasıl ki din, bütün bilimleriniiçeriyorsa, bu tablo da resmin bütün kurallarını,kaidelerini içeriyor” dendiğini hatırlatarak, dolayısıylaböyle bir tabloya mehdinin resmini çizmenin, kendisiniheyecanlandırdığını belirtiyor.Özcan Özcan, pek çok ödül alan Cenneti Beklerkenfilmiyle Kahire’de “En iyi Artistik Destek Ödülü”nelayık görüldüğünü ifade ediyor. Sanatçı, tarihi yarımadanınprojesi bitince de Derviş Zaim’e bununlailgili film çekmesi teklifini götüreceğini sözlerineekliyor.Özcan Özcan Kimdir?1970 Zonguldak doğumlu olan Özcan Özcan, İstanbulÜniversitesi’nde Maliye Bölümü’nü bitirdi. Minyatürsanatına 1988 yılında minyatür başlayan Özcan,2001 yılında ilk defa katıldığı Kültür BakanlığıGeleneksel Türk El Sanatları Yarışması’nda ödülelâyık görüldü.Halen Ahmet Yesevi Vakfı’nın da bulunduğu KüçükAyasofya’daki atölyesinde çalışmalarına profesyonelolarak sürdüren Özcan, Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken”adlı filmindeki minyatür çizimlere imza attı.Prof. Dr. Ali Osman Özcan’ın oğlu olan Özcan Özcanevli ve üç çocuk babası.17
Hattat Hâfız Osman EfendiYazı: Ömer Faruk DERE - Fotoğraflar: Bahadır TAŞKINHat sanatında güzeli arama gayreti ilk devirlerden günümüze kadar devam eden bir yolculuktur. Bu yolculuk süresincebu sanatın rotasını yeni ufuklara yönlendiren deha çapında kabiliyetler olmuştur. XVII. asrın velûd hattatı Hâfız OsmanEfendi de bu nadide hattatlardan biridir.Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışıkBu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;Belli kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.Yahya Kemal BeyatlıYüzyıllar boyunca gelişerek Osmanlı’ya kadar gelenbu sanat, Türk hat zevkinin temellerini atan “hattatlarınkıblesi” Şeyh Hamdullah’ın elinde yeni bir şîvekazanmıştır. Şeyh’in ortaya koyduğu usûl ve kaidelerkendinden sonra gelen hattatlar tarafından benimsenerekHâfız Osman Efendi’ye kadar taşınmıştır. Hâfız,Şeyh’in yazılarından beğenerek seçtiği şekil ve dengeleriyazılarına aktarabilmiş deha çapında bir kabiliyetolduğundan, tarzı bütün İslâm aleminde benimsenerekkendinden sonra gelen hattatlar eliyle günümüze kadarulaşmıştır. Aslında Şeyh de kendinden önceki sonbüyük üstad Ya’kût’un yazısından güzel parçaları kendihattına taşımıştı. Şeyh ekolü böylece oluşmuştu. O sebepleolsa gerek Hâfız Osman Efendi’ye “Şeyh-i sânî”denmiştir. Nasıl Şeyh yaptığı hamleyle Ya’kût yolunuunutturmuşsa, Hâfız da Şeyh yolunu unutturmuştur.Klâsik mûsikîmizin XVIII. asır üstadlarından, şair ve hattatTab’î Mustafa Efendi bir kasîdesinde Hâfız OsmanEfendi için şöyle demiştir:“Açdı, bâ hatt-ı şerîf, ol gül-i gülzâr-ı hüner,İhtira-ı nev ile tekye-i Şeyh’e revzen” (1) .Açtığı yeni yolda yürüyen talebelerieliyle üslubu ekol olmuş olanHâfız Osman Efendi’yi ve hat18
sanatı tarihindeki yerini tanımadan, bu sanatın asrımızakadar geçirdiği safhaları idrak etmek mümkün değildir.Kendinden sonra gelen bütün ekol sahibi hattatlar üsluplarınıoluştururlarken Hâfız Osman Efendi’yi incelemeyiödev bilmişler ve onun yazılarını taklit edebilmeyi bahtiyarlıkaddetmişlerdir.Hâfız Osman Efendi, 1052/1642 yılında İstanbul’da doğdu.Nesebi ve cedlerinin nereden geldiklerine dair hiçbirmalumat bulunmamaktadır. Babası Haseki Sultan Camiimüezzini Ali Efendi’dir. Çocukluğu babasının vazifesi sebebiylemuhtemelen Haseki civarında geçmiş olmalıdır. Eğitimçağına ulaştığında Köprülüzade Mustafa Paşa’nın himayesindedevrinin makbul ilimlerini öğrenmiş bunun yanındaküçük yaşlarda Kur’ân’ı ezberleyerek hâfız olmuştur.Hâfız Osman Efendi, eserlerinden anlaşıldığı kadarıylaArapça ve Farsça’ya hakim, devrin aklî ve naklî ilimlerinevakıf idi. Bugüne kadar bir şiirine rastlanamasa da,ferağ kayıtlarına ve ketebelere koyduğu secîli ifadeler,onun şiire de derin bir vukûfu olduğunu gösteriyor.Yazı talimine, Şeyh üslûbunu büyük ölçüde yansıtanve belki de bu uslûbun Hâfız’a kadar intikalini sağlayan,bu sebeble devrinde “Şeyh-i Sânî” diye meşhurolan Büyük Derviş Ali (ö.1084/1673) (2) ’ den başlamışsada hocası kendisini yaşlanmış gördüğünden daha iyiyetişmesini sağlamak amacıyla talebesini SuyolcuzâdeMustafa Eyyûbî (ö.1097/1686)’ye göndermiş, o da hocasınınderslerine büyük bir titizlikle devam ederek onsekizyaşındayken 1070/1659 yılında kendisindenicâzet almıştır.Hâfız Osman’ın hocasına gösterdiği hürmetianlatması açısından şu hâdisene kadar ibret vericidir:Bir günS a d r a z a mKöprülü Fâzıl AhmedPaşa, Hâfız’ın yazısınıngüzelliğinden bahisle kendisindenbir Mushaf yazmasını istemiş ve “Üstadınkimdir?” diye sorduğunda Hâfız,“Efendi Hazretlerinden me’zûnum” diyerekorada bulunan hocası SuyolcuzâdeMustafa Efendi’yi işaret etmiş o da sözlerindenpek memnuniyet duymuş ve gururlanaraktalebesinin alnından öperekkendisine hayır dualar etmiştir (3) .Yazıda ulaştığı mertebeyi kâfi bulmayan gençhattatımız o yıllarda Şeyh uslûbunun en müdakkiktemsilcisi Nefeszâde İsmail Efendi’den (ö.1090/1678) (4)yeniden meşke başlayarak ve bezen de Şeyh Hamdullah’ıneserlerini inceleyerek bu ekolün inceliklerini öğrendi. Sankidevrin bütün a’lâ sanatkarları Hâfız Osman Efendi’yi yetiştirmekiçin seferber olmuş gibidirler.Hâfız Osman Efendi’nin 1086/1675’de Mısır’a,1088/1677 yılında Hacc’a, bir çok sefer de Edirne veBursa’ya gittiği, buralarda dahi talebe yetiştirdiği, kendisiningünümüze ulaşmış eserlerindeki ketebelerindenanlaşılmaktadır (5) .Saray hattatlığı da yapmış olan Hâfız Osman Efendi,1106’da Sultan II. Mustafa ve Şehzâde III. Ahmed’ehüsn-i hat muallimi olarak ta’yin edilmiştir. Padişah kendisiniçok sever, hürmet gösterir ve sanatında kendisineteşvikkar davranırmış. Diyarbakır veya diğerbir rivayete göre de Filibe mansıbı (6) ,azlinden sonra ise arpalığı (7) kendisinemaddî destek olarak ve geçimkaygısı olmaksızın eser üretebilmesiiçin verilmişti.Sultan II. Mustafa, Hâfız OsmanEfendi’ye yazarken hokkasınıtutacak kadar hürmetgösterirdi. Osmanlı padişahlarınınsanatın gelişmesine yaptıklarıkatkıyı açıklaması bakımındanMüstakimzâde’nin eserine aldığı şuörnek ilginçtir:Bir gün Padişah’ın huzurundayapılan bir meşk esnasındaSultan sarayteşrifatınıumur-samayarak HâfızOsman’ın hokkasınıtutarken “Artık Hâfız Osmangibi bir hattat yetişmez”deyince Hâfız Osman, “Sultanımızgibi hocasının hokkasını tutan Sultanlargeldikçe daha nice Hâfız Osman’lar yetişirHünkârım” diyerek mukabelede bulunmuştur(8) . Huzurda yapılan derslerde kendisinin rahat oturabilmesiiçin “ihram” denilen yünden bir yaygı serildiğirivayet edilir. Padişah her ne yazı yazmak isterse öncebir sûretini hocasına yazdırır daha sonra kendisi temeşşükedermiş (9) .Pazar günlerini yoksul çocuklara, çarşamba günlerinide zengin aile çocuklarına yazı dersleri için ayıran HâfızEfendi, bir gün ders bittikten sonra Cerrahpaşa hamamıyakınında derse geç kalan bir talebe ile karşılaşmış,makul bir sebeple geciktiğini anlayınca oracıkta talebesinindersine bakmıştır (10) .Hayatını kemâl-i edeble geçiren, tevazuu ve dervişmeşrepliğihiçbir zaman elden bırakmayan Hâfız OsmanEfendi, Sünbül Efendi Dergâhı şeyhlerinden AlâadinEfendi’ye intisab ederek Tarîkat-i Sünbüliyye’de manevieğitim almıştır. Yazılarında açıkça hissedilen gönül huzurundananlaşıldığı gibi Hâfız Osman Efendi, yüksekruh sâfiyeti ve kemâline sahip ve makâmı yüksek birşahsiyetti.Hâfız Osman için anlatılan şu hadise onun Şeyh Hamdullahile aralarındaki kalbî bağın gücünü gösterir mahiyettedir.Dünyevî sıfat ve mevkîlere iltifat etmeyen ŞeyhHamdullah, kabir taşına isminin yazılmasını istememiştir.Yıllar sonra Hâfız Osman Efendi kabrin bilinmesi ve du-19
Her sayfasý birbirinden âlâ yazılmış bir müstesna güzel. Sanatkârının 46 yaşında kaleme aldığı, yaşı gibi kendi de olgun satırlar. 17. asrın sonlarından günümüze kadar tazeliğini ve safiyetinikaybetmemiş bir çizgi saltanatı, 1098 / 1687, TSMK G.Y. 146demesi üzerine Hâfız Osman Efendi’nin “Oğlum Abdullah,ben onun bir harfini bile yazamam. Ben nerede,Şeyh Hamdullah Efendi nerede? Bu sözü bir daha tekraredersen seni reddederim” demesini Şeyh Hamdullah’aHâfız Osman Efendi’nin ne kadar meclûb olduğunun vecizbir ifadesi olarak görmek gerekir (16) .Tahminen ilk derse başladığı 1066/1656 ile son hocasınınvefat ettiği 1090/1679 seneleri arasında, yaklaşık24 yıl Şeyh Hamdullah ekolünü takip etmiştir.Hâfız Osman Efendi, bu tarihten sonra Şeyh’in yazılarındaYa’kût yazılarını andıran tarafları ayıklamayabaşlamıştır (17) .22
Hâfız Osman Efendi’nin ilk yıllardaki acemilik yazılarınıbir tarafa bırakırsak, 1080 ile 1090 arası yazıları tamamıyleŞeyh ekolünde yazılmış güzel eserlerdir demek isabetliolsa gerektir. Öyle ki evâil devri de diyebileceğimiz,Şeyh’ten ayırdedilemeyen bu devir yazılarında bile Hâfızkendine has ve şîveli yazı tarzıyla emsallerinden ayırt edilmektedir.Takriben 1088 ile 1093 yılları arasındaki zamandilimi Üstad’ın arayışlar içinde geçirdiği yıllardır. Bu evâsıtdönemi yıllarında verdiği eserlerde Şeyh tesiri hissedilirken,aynı zamanda da kendi üslubunu yakalamaya başlamıştır.Bu yıllarda başladığı arayış çabaları çok geçmedenmeyvelerini vermeye başlamıştır. Çünkü bu yıllardansonraki yazılarında üslup farkı açıkça hissedilir.Ortaya çıkan yeni bir belge ise Hâfız Osman Efendi’ningeliştirdiği üslubun nasıl bir çalışma sonunda meydanageldiğini belgelemektedir. Kendi hattıyla, Arapça ve imzalıolan bu belge Şeyh yazıları üzerinde onun ne kadar çokçalıştığını göstermektedir. Topkapı Sarayı Müzesi KütüphanesiE.H. 2213 numarada kayıtlı bir murakaanın ilk sayfasında,Hâfız Osman Efendi meâlen şöyle demektedir:“BismillahirrahmanirrahimEy benim hattıma gerçek bir bakış ve insafla bakan kişi!Allah sana binlerce, binlerce defa merhamet eylesin.Şunu bil ki ben, pek çok ilâhî lütuflara mazhar olmuş ve“İbnü’ş-Şeyh” diye bilinen Hamdullah’ın zamanına ulaşamadım.Onun ayak toprağına gidip gelerek bu güzelsanatı nasıl öğrettiğini göremedim. Onun terbiyesindengeçme mertebesine de nâil olamadım. Fakat birçok latifkıt’asını toplayarak onlar üzerinde mütâlaalar yaptımve ondan nakiller yapmaya kendimi mecbur gördüm.Gece-gündüz çalıştım.Bu seviyeye sonsuz ilim ve kudretsahibi olan Allah’ın yardımı ile ulaştım.1101/1690 tarihli sülüs-nesih kıt'a. SSM 371Allah’tan, ulaşamadığım başka derece ve merhalelerede nâil kılmasını en kalbî hislerimle niyaz ederim. Çünkübu çalışmalarım gençlik yıllarımda olmuştur. Şimdiise zaman, şüphesiz daha ileri safhalara ilerleme zamanıdır.Allah’ın kullarının en zayıfı ve en az bu isme lâyıkolanı Kur’ân hâfızı Osman”.Görüldüğü gibi Hâfız Osman Efendi, bu yıllardan sonrakendi üslubunu yakalamaya başlamış ve amaçladığımertebelere doğru yoluna devam etmiştir.1093/1682 ile 1100/1689 tarihleri arası (evâhir devri),onun sanat hayatının en verimli ve en güzel yıllarını oluşturmaktadır.Bu gün Hâfız ekolünü değerlendirirken buyıllar arasında yazdığı yazıları esas almaktayız. Bu devir yazılarındaüslubunun bütün özellikleri ayırt edilebilmektedir.Üslubunun en önemli özellikleri arasında, harflerinküçülmesini, satır nizamında yapılan değişikliklesağlanan birliği, ince ve kalın yazılması gereken yerlerintespitini ve Şeyh’in yazılarından seçtiği en güzelharf ve kelimeleri aynen ve devamlı olarak yazılarındakullanışını sayabiliriz. Dikkatle incelenirsebelirtmeye çalıştığımız hususiyetler, eserleri üzerindedaha iyi anlaşılacaktır.Artık üslubunda iyice meleke kesbetmiş bir hattat olanHâfız Osman Efendi, 1100/1689 tarihinden sonrakiyazılarında harfleri biraz daha küçültmüş ve en olgunyazılarını bu devirde yazmıştır.Vefatından üç yıl evvel geçirdiği felç vakasını hekimlerinbaşarılı tedavileri sonucu çabuk atlatmış, fakat hastahalinde bile çok sevdiği hat sanatından kopamamışve eserler vermeye devam etmiştir. Hastalığı, yazı-23
Sülüs-nesih kıt'a. 1095/1683, TİEM 4428Sanatta ekol olabilmenin ilk adımı, o sanatın icrasındakendine has bir üslûp ortaya koyabilmek ve bu üslûbasadık kalarak eser verebilmektir. Bununla beraber birüslûbun ekol olabilmesi için, kendinden sonra gelensanatkârlar tarafından benimsenmesi, o üslûbun hocakabul edilerek bu tavra uygun eserler üretmek suretiylecanlı tutulması ve en mühimi de geniş kitleler tarafındankabul görmüş olması gerekmektedir. Açtığıbu yeni çığırla kendinden sonra gelenlere rehberlik etmişve tavrı kendinden sonra gelen ekol sahibi MustafaRâkım Efendi, Mahmud Celaleddin Efendi ve MehmedŞevki Efendi gibi hattatlar eliyle daha da ileriyegötürülmüştür.Mustafa Râkım (1241/1826)’a gelinceye kadar hattatlar,celî sülüste ideal nispetleri pek tutturamamış görünmektedirler.Osmanlı’da başlangıcından Fatih devrine kadarcelî sülüs, mimarîde bir süs unsuru olarak görüldüğüiçin bağımsız ele alınmamış, bu sebeble de celî sülüste,aklâm-ı sitte derecesinde başarı sağlanamamıştır (19) .Râkım’ın celî sülüste yaptığı teceddüd değerlendirilirkenşu ifade çok sık kullanılır: “Hâfız Osman’ın sülüs venesihte yaptığını Râkım celî sülüste yapmıştır” (21) . Bu sebeptendolayı Râkım’ın celîde ortaya koyduğu uslûbunkaynağını Hâfız’ın sülüslerinde aramak gerekir.Osmanlı hat ekolünde sülüste Şeyh Hamdullah veHâfız Osman Efendi’lerle harflerin estetik ölçüsündebaşarı sağlanmış, Râkım ise Hâfız Osman’ın sülüsteölçü, denge ve letafetini celîye başarıyla tatbik etmiştir.Râkım’la aynı asırda yaşayan Mahmud Celâledinise yine aynı kaynaktan beslenerek kendine has birüslup ortaya çıkarmış ancak yazılarında görülen sertlikve kütlük nedeniyle ekolünün hükmü fazla sürmemiştir.Râkım ekolü kendinden sonra yetişen nesillertarafından daha ileri safhalara götürülmüş venihâyet Sâmi Efendi eliyle kemâle erdirilmiştir. Bugünde İslâm dünyasında celî hattatları bu vadide yürümektedirler.Başlangıcından itibaren Selçuklu, Beylikler ve Osmanlıdönemlerinin (Hâfız Osman Efendi’yle beraber MustafaRâkım Efendi’ye gelene kadar olan devri) celî sülüsleridikkatle incelendiğinde, harflerin kütlüğü, yalınlığıve kalemin tabiî hareket özelliğinin bulunmayışı hemenfarkedilir. Her ne kadar harflerde kalem kalınlığıylaharf bünyesi arasındaki nispetler bakımından öncekidönemlere göre nisbî bir ilerleme kaydedilmişse de,gerek istif gerekse harflerin gerçek tenasübü Râkım’akadar yakalanamamıştır. Daha önce görülmeyen, harflerdekalem hareketlerinin hakkı ve güzelliği ile harflerintenasübü, terkibin güzelliği, onun özellikle olgunlukçağı eserlerinde görülmektedir (20) .Sülüs-nesih murakkaanın son kıtasının sol koltuğunda Hâfız Osman Efendi'nin imzası görülmekte.Tarihsiz, TSMK G.Y. 27225
Yüksek yazı kalitesiyle emsali bulunmayan bir Hâfız kıt'ası. Tarihsiz, Kerem Kıyak Koleksiyonu.Hâfız Osman Efendi'nin bu karalamayı Edirne yakınlarında Karışdıran beldesindeyken yazdığısol alt köşede görülen "fî Karışdıran" kaydından anlaşılmaktadır. 1090/1679, SüleymaniyeKtp., Hamidiye Murakkaât 3326Şevki Efendi, uzun seneler Hâfız Osman Efendi’nin yazılarınıtetkik ederek aldığı feyizle bu üstaddan sonra yazıyıkemal noktasına taşımıştır. Dayısının “Oğlum, yazıyı benbu kadar öğretebilirim. Bundan fazlasını Mustafa İzzetEfendi’den ve diğer hattatlardan öğren” demesine rağmeno, başka bir hattata gitmeyerek belki de üslûbununoluşmasına zemin hazırlamıştır. Eğer hocasının tavsiyesineuysaydı Kazasker ekolünde yazan üstadlardan olacaktı.Ayrıca “Yazıyı bana rüyâ aleminde öğrettiler” demeside hat san’atında ulaştığı mertebenin ilâhî destekliolduğunun ifadesidir. Şeyh vadisinde, Hâfız Osman,İsmail Zühdî ve Mustafa Râkım’dan sonra son büyükmüceddid olarak kabul görmüş olan Şevkî Efendi’nintavrının en bâriz vasfı, harflerdeki açıklık ve kıvraklıktır.Bunu yaparken dikkat ettiği en önemli husus, ince vekalın yazılacak yerleri çok iyi tespit edebilmiş olmasıdır.Nesih gibi küçük bir yazı çeşidinde ayrıntılara bu denliihtimam göstermiş olması onun kalem kudretini göstermektedir.Hâfız’ın yazılarından beğendiği harf hareketlerinive artistik pozisyonları seçme başarısını göstermiştir.Nesih yazıda, kelime ve kelime gruplarının satıragöre meyillerini, yani kelime mıstarının meylini sol tarafadoğru daha da fazlalaştırarak satır nizamında yazıyadinamiklik kazandıran bir yeniliğe gitmiştir.Hâfız Osman Efendi’yle aynı adı taşıyan başka hattalarda vardır. Bu sebepten diğerlerinden ayıredilebilmesiiçin Hâfız Osman Efendi “meşhur, Şeyh-i sânî, büyük”sıfatlarıyla anılmaktadır. Sülüs ve nesih hattatı ola-
Ölçülü, meşk karalama detayı. 1098 / 1687, TSMK Hazine 2253rak bildiğimiz Hâfız Osman Efendi’nin hiç ta’lik yazısınarastlanmamıştır. Kendisiyle aynı asırda yaşamış ve1190/1776’da hacda vefat etmiş, Eyüp’lü ta’lik-nüvisHâfız Osman (22) ile çoğu kez karıştırılmaktadır. Bundanbaşka, Hâfız’la ayıredilmekte zorluk çekilen ikincihattat ise ondan iki asır sonra yaşamış, 1311/1893’tevefat ederek Merkez Efendi kabristanına defnedilmişBurdur’lu Kayışzâde Hâfız Osman Efendi’dir. KazaskerMustafa İzzet Efendi’den 1293/1876’da icazet almışve 106 mushaf kaleme alarak bu alanda kalem oynatannadir şahsiyetler arasına girmiştir. Osman Efendi’ninasrımızda basılmış sayısız mushafları olduğu için halkarasında daha ziyade “Hâfız Osman” denildiğindeKayışzâde Hâfız Osman Efendi anlaşılmaktadır (23) .sonunda Hafız Osman Efendi’nin uyguladığı söylenen,iki farklı kaynakta üç ayrı âhâr tarifine rastlanmıştır:Gâyet a’lâ âhâr terkîbidir. Hâfız Osman merhumunisti`mâl eylediği âhârdır:” On yumurtanın akını bir pâkkâse içine akıtıp sarısını atalar. Ba’dehu cevz-i bevvâ miktarıfrengi şapı, yumurta akı olan kasenin içine koyupbir miktar mısır süpürgesi telleriyle karıştırarak bir çey-Birçok eserlerinin tezhibini kardeşinin oğlu, Sirkecizâdeadlı bir üstadın talebesi olan Bayrampaşa türbedârıHâfız Mehmed Çelebi ile Büyük Karaman’lı Ahdeb HasanÇelebi yapmışlardır (24) .Hâfız Osman Efendi’nin, âhârlarını ekseriyetle kendisininyaptığı rivayet edilmektedir. Yapılan araştırmalarHattatların melekelerini kaybetmemek için yazdıkları karalamalar zamanla soyut sanat eserlerinedönüşmüştür. Tarihsiz, TİEM 306927
Hâfız ekolünün en müstesna örneklerinden bir sayfa.1098/1686, İÜK A. 6469rek kadar karıştırıp hallettikten sonra bir pâk süngeribatırıp terbiye olunacak kağıda ibtida bir tarafınabütün süre ba’dehu kuruduktan sonra öbür tarafınasüreler ve hîn-i mührede el ile mühre tahtası üzerindesürerek mühreliyeler. Temmet. Ba’dehu aded üzeremühreliyeler” (25) .Şeyh-i sânî ferîd-i zaman hattat Hâfız Osman Efendi’ninkendinin isti`mâl eylediği âhârdır: “Taş üstünde döğülmüşbeş dirhem balık tutkalı ibtida bir fincan su ile nâr-ıleyyin üstünde eritip ba’dehu yirmi fincan su ile bir kebirçanakta koyup kaynaya. Ateşte kaynatıp on beş fincansu kalınca sahk edip, ba’de indirip bir miktar soğukta28
iki dirhem şapı medkûk edip bir elile karıştıra ve bir eliletedrîcî koya. Kağıt üzerine sünger ile ılıcak ılıcak süreve her ne kadar iktiza ederse bir miktar ateşe tuta, yinekağıda süre. Kağıdın iki tarafını âherliye”.Âher-i diğer:” Birkaç yumurtanın akını alıp, sarısını atıp,akını koduğu çanağa fındık kadar frengi şapı yumurtanıniçine bırakıp mısır süpürgesi dalıyla karıştırıp köpüklendikteşapı atıp sünger ile kağıdı âherliye. Kağıdı al etmekmurad eder ise bir dirhem miktarı kırmızı muhkemsahk edip âherin içine döküp bile karıştıra ve yine süngerile kağıda süre; al renk olur” (26) .Hâfız Osman Efendi’nin yirmibeş kadar mushaf yazdığırivayet edilmektedir. Araştırmamızın sonunda onsekizmushafı tespit edilmiştir. Ortaya çıkabilecek yeni mushaflarlabu sayının artacağı düşünülebilir. Mushaf dışındakaleme aldığı eserlerden günümüze kadar tespitedilebilenlerin sayısı şöyledir: Yirmi En’am-ı Şerif, dokuzcüz, iki Hizb-ül Bahr, iki dua mecmuası, yüz kıt’a, yüzon bir murakkaa, yirmi yedi Hilye-i Şerif, 18 karalama.Hâfız Osman Efendi’nin hilyelerinden başka levha tarzındacelî yazısı bulunmamaktadır. Ancak bazı büyük boymurakkaalarında celî sülüs denemelerine raslanmaktaysada, sülüs ve nesihlerinde elde ettiği başarıyı celîde gösterememiştir.Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi ve İstanbulÜniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan birkaç murakkaasındagörebildiğimiz celî sülüsleri, akıcılık ve kalem kudretiçok iyi olmasına rağmen harf nisbetleri ve kompozisyonitibariyle pek gelişkin görünmemektedir. Bilinen ketebelikitabesi bu güne kadar görülmemiştir. Ancak UğurDerman Beyefendi’nin naklettiğine göre Karacaahmet’teSiyavuş Paşa mezar taşı ile Doğancılar’da Şehit SüleymanPaşa Camii çeşme kitâbeleri onun yazılarıdır.BibliyografyaALPASLAN Ali, “ Ecoles Calligraphiques Turques”, İslâm Tetkikleri EnstitüsüDergisi, İstanbul 1973, c. V, s. 1-4.Alpaslan 2000, Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul 2000.Alpaslan 1992, Ünlü Türk Hattatları, Ankara 1992.Baltacı, BALTACI Cahit, “Arpalık”, DİA, İstanbul 1992, c.III, s. 392-393.Baltacıoğlu 1993, BALTACIOĞLU İsmail Hakkı, Türklerde Yazı Sanatı, Mersin 1993.Berk, BERK Süleyman, Hattat Mustafa Râkım Efendi, İstanbul 2003.“Hattat Hâfız Osman Efendi”, Antik Dekor, İstanbul Eylül–Ekim 2005, sayı90, s. 108–113.Hat Sanatı, İstanbul 2006.BAYKAL İsmail, “Hattat Şeyh Hamdullah”, Yedigün Mecmuası, sene 6, c.II, No.276, İstanbul 1938Beyatlı, BEYATLI Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul 1961.Çetin-Derman, ÇETİN Nihad M.-DERMAN M. Uğur, İslam Kültür Mirasında HatSanatı, İstanbul 1992.Çığ, ÇIĞ Kemal, Hâfız Osman, İstanbul 1948.“Hakkında Efsaneler Yaratılan 17. Yüzyılın En Büyük Hattatı Hâfız Osman Efendi”,Tarih Dünyası 1950, c. II, sayı 16, s. 606-607.“Hattat Hâfız Osman ve Yeni Basılan Kur’ân-ı Kerîm’i”, Hayat Mecmuası,1968, sayı 1, s. 8.Derman 1998, DERMAN M. Uğur, “Hâfız Osman”, TDV İslam Ansiklopedisi(DİA), İstanbul 1998 c. 15, s. 98-100.“Hâfız Osman Efendi”, Dosya, M. Uğur Derman Arşivi.“Hâfız Osman’ın Üçüncü Yesârî’nin İkinci Ölüm Yüzyıldönümleri”, P Dergisi, İstanbulsayı 12/ kış 98-99, s.140-147.Derman 1967, “Hâfız Osman’ın Yazı Sanatımızdaki Yeri” Hayat, İstanbul 1967,sayı 52, s. 8-9.“Kendi İzahlarıyla Hâfız Osman Mushafları”, Sanat Dünyamız, İstanbul 1982,yıl 9, sayı 24, s. 10-15.“Osmanlı Türklerinde Hat Sanatı” Osmanlı, Ankara 1999 c. XI, s.17-25.Sabancı Koleksiyonu, İstanbul 1995.Sakıp Sabancı Müzesi Hat Koleksiyonundan Seçmeler, İstanbul 2002.Türk Hat Sanatının Şaheserleri, İstanbul 1982.“Yazı Tarihimizde Hattat İmza ve Şecereleri”, VII. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1970.DERE Ömer Faruk, “Duaya Vesile İmzalar” , Tarih ve Düşünce, İstanbul EylülÖnemli Bir Eser:Hattat Hâfız Osman EfendiAltı asra yayılan Osmanlıhat sanatı tarihineışık tutacak yayınlaraolan ihtiyaç ve hatsanatına karşı artan ilgineticesinde ciddi araştırmamahsulü kitaplar,yayımlanmaya devamediyor. İşte onların sonuncusuİSMEK BağlarbaşıTürk İslâm Sanatlarıİhtisas Merkezi’ninçok yönlü hocalarındanTürk-İslâm sanatları uzmanıÖmer Faruk Deretarafından kaleme alınanve hat sanatı tarihinin en önemli sanatçılarındanbirinin tanıtıldığı “Hattat Hâfız OsmanEfendi, Hayatı-Sanatı-Eserleri” adlı kitaptır.“Hattat Hâfız Osman Efendi, Hayatı-Sanatı-Eserleri”adlı kitabın ilk bölümü, Hafız Osman Efendi’nin hayatıve talebelerine ayrılmıştır. Kitapta yazı tarzı ekololabilmiş nadir hattatlarımızdan olan Hafız OsmanEfendi’nin sanat hayatı ilk yıllarından felç geçirdiğison üç yılına kadar evâil, evâsıt ve evâhir adlarıylatasnif edilmiş ve her döneme ait örnekler sunularaknasıl bir gelişim gösterdiği “Sanat Hayatı Ekolüve Tesirleri” bölümünde incelenmiştir. Hafız OsmanEfendi’nin sanat hayatına dair ilk defa yayımlananbazı belgelerle zenginleşen bölüm, hat sanatı açısındankitabın en faydalı bölümüdür.Dere’nin incelemeleri neticesinde ortaya koyduğubir başka önemli nokta ise Hafız Osman Efendi’nineserlerinde kullandığı imza çeşitleridir. Mushaf, cüz,kıt’a, murakkaa, hilye-i şerife ve karalamalarındantespit ettiği elli beş farklı imza metniyle eşi görülmemişbir imza zenginliği gözler önüne serilmiştir.“Hat Sanatında Formlar” başlığı altında hat sanatınınhemen bütün formlarının grafik çizimler ve örneklerleokuyucuya izah edildiği üçüncü bölümde, ayrıcaHafız Osman Efendi’nin bu formlarda bıraktığı esersayıları da kaydedilmiştir.Kitabın dördüncü bölümünü ise “Eserleri” oluşturmaktadır.Elli sekiz yıllık hayatında kalemi hiç elindenbırakmadan yazan bir hattattan geriye binlerceeser kalmış olmalıdır.Zengin bibliyografyası, detaylı indeksi ve açıklayıcıdipnotlarıyla ilmî hassasiyeti yüksek olan eserin enfesfotoğrafları ünlü fotoğrafçı Bahadır Taşkın’a ait.29
Burada bir örneğini gördüğümüz, klasikleşmiş tarzda Hilye-i Şerif tertibinin Hâfız osman Efendi'ye ait olduğu kabul edilmektedir. Hattatın imzası son satırdadır: “Ketebehu’l-fakîr Osman bin Ali el-ma`rûf bi-hâfızi’l-Kelâm-ı lem-yezelî" (Bunu asla kaybolmayan kelâm olan Kur'ân hâfızı fakir Osman yazdı). Tarihsiz, Sadberk Hanım Müz. 11671. Y.12
Hat sanatının hususiyetlerini anlatan Mizânü’l-hat adlı risale yazılıdır. Türkçe metin harekeli nesihle, örnekler ise muhakkak, sülüs ve tevkî’ hatlarla yazılıdır. Kim tarafından telif edildiği belirtilmeyenmanzum risâlenin nesih metinleri 1103/1691’de Mustafa bin Yusuf tarafından, örnekler ise 1102/1690 tarihinde Hâfız Osman Efendi tarafından yazılmıştır. TSMK Y.Y. 10602003, sayı 2003/9, s. 52-58.“Hat Sanatında Üç Ekol”, El Sanatları, İstanbul 2006, sayı 2, s. 102–107.“Hat Tarihimizin Şeyh-i Sânî’si” Tarih ve Düşünce, İstanbul Mart 2004, sayı2004/03, s. 62-65.Hakkâkzâde, HAKKÂKZÂDE Mustafa Hilmi, Mizânü’l-Hat, Millet KütüphanesiAli Emîri Tarih 812.Habîb, HABÎB, Hat ve Hattatân, İstanbul 1305.HUART Clément, Les Calligraphes et Les Miniaturistes, Paris, 1908.İnal, İNAL İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar, İstanbul 1955.Mehmed Süreyyâ, MEHMED SÜREYYA Sicill-i Osmanî, İstanbul 1311.Melek Celal, Şeyh Hamdullah, İstanbul 1948.Mustafa Âlî, Menâkıb-ı Hünerverân, (Nşr. İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul 1926.Müstakimzâde, MÜSTAKİMZÂDE Süleyman Saadeddin, Tuhfe-i Hattâtîn, İstanbul1928.NEFESZÂDE İbrahim, Gülzâr-ı Savâb, (Nşr. Kilisli Muallim Rıfat), İstanbul 1939.Pakalın, PAKALIN Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,İstanbul 1971, c. I-III.RADO Şevket, Türk Hattatları, İstanbul tarihsiz.SERİN Muhittin, “ABD’deki El Yazma Eserler ve II. Abdülhamid Koleksiyonu”,Akademik Araştırmalar Dergisi, İstanbul 2000, sayı 4-5, s. 485-489.Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul 1999.Hattat Şeyh Hamdullah, İstanbul 1992.“Kahire Dârü’l-Kütübü’l-Mısrıyye’de Osmanlı Hat Sanatına Ait Eserler”, KubbealtıAkademisi Mecmûası, İstanbul Ekim 1997, sayı 4, s. 49-62.”Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Ekrem Hakkı Ayverdi Hat KoleksiyonuEnvanteri”, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 25-54.“Osmanlı Hat Sanatı”, Osmanlı, Ankara 1999 c. XI, s.26-34.Şevki Efendi’nin Sülüs ve Nesih Meşk Murakkaı, İstanbul 1996.Sertoğlu, SERTOĞLU Midhat, Osmanlı Tarih Lugatı, İstanbul 1986.SUYOLCUZÂDE Mehmed Necib, Devhatü’l-Küttâb (nşr. Kilisli M. Rıfat), İstanbul 1942.Tevfik, Tevfik Mesnevîhan, Mecmuâtü’t-Terâcim, İÜK T.Y. 192.ÜNVER Süheyl, “Hâfız Osman”, Dosyalar No 7, Süleymaniye Kütüphanesi.“ Hâfız Osman’ın Yazma ve Basılı Kur’ân-ı Kerîmleri”, Hayat,İstanbul 1967,sayı, 50, s.16-17.“Hattat Hâfız Osman ve Yazdığı Kur’ân-ı Kerimler”, Diyanet İşleri BaşkanlığıDergisi, Ankara 1967, sayı 4-5, s. 85-91.Hattat Şeyh Hamdullah ve Fatih için İstinsah Ettiği İki Mühim Eser, İstanbul 1953.YAZIR Mahmud Bedreddin, Medeniyet Aleminde Yazı ve İslam MedeniyetindeKalem Güzeli (Nşr. Uğur Derman) I-III, Ankara 1972, 1974, 1989Dipnotlar1- Derman 1967, s. 8.2-Suyolcuzâde, s. 49; Müstakimzâde, s. 336; Habîb, s. 126.3- Müstakimzâde, s. 302.4- Müstakimzâde, s.129.5- TSMK, E.H. 331, E.H. 2207; TİEM, 2500; Sevgi Gönül Koleksiyonu, SüleymaniyeKütüphanesi, Hamidiye 33, Süleymaniye Kütüphanesi, Nâfiz Paşa, 997.6- Mansıb: Herhangi bir memuriyetin fiilen ifa edilmek üzere tevcihine verilenisim (bk. Pakalın, c. II, s. 406; Sertoğlu, s. 278).7- Arpalık: Osmanlılar’da devlet memurlarına veya saray erkanına görevde bulunduklarısürece maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise bir neviemekli maaşı olarak tahsis edilen gelir (bk. Baltacı).8- Derman 1998, s. 99.9- Müstakimzâde, s. 302; Habîb, s. 122.10- Müstakimzâde, s. 302.11- Müstakimzâde, s. 304.12- Hakkakzâde, s. 214.13- Müstakimzâde, s. 253-254.14- TSMK III. Ahmed, 2560 numarada bulunan bir kayıttan naklen.15- Suyolcuzâde, s. 36, 37; Mehmed Süreyyâ, c.III, s. 421, 422;Müstakimzâde, s. 301-303; Tevfik; Habîb, s. 121-123; Çığ; Derman 1967;Derman 1998.16- Alpaslan 2000, s. 67.17- Alpaslan 2000, s. 66.18- Çığ, s. 11.19- Baltacıoğlu 1993, s. 45.20- Berk, s. 87.21- Baltacıoğlu 1993, s. 46; Çetin-Derman, s. 34; Alpaslan 1992, s. 90.22- Müstakimzâde, s. 683.23- İnal, s. 249-252.24- Müstakimzâde, s. 304.25- Mecmua, Köprülü Kütüphanesi, Âsım Bey kısmı numara 713, v. 212a. Ayrıcabk. Çığ, s. 102. Burada verilen varak numarası 22a olsa da tetkikler neticesinde212a olduğu görülmüştür.26- Mecmua, Köprülü Kütüphanesi, Hacı Ahmed Paşa kısmı numara 360, v.71a. Ayrıca bk. Çığ, s. 102. Bahsi geçen eserde Kemal Çığ, kütüphane kısmınıHâfız Ahmed Paşa olarak kaydetmiştir. Oysa mezkur kütphanede bu bölümHacı Ahmed Paşa’dır.31
Kaligrafi, ülkemizde genellikle “hat sanatı” ile aynı çerçevedeanılıyor olsa da, esasında farklı konular. Temelitibariyle her iki de güzel yazı yazma sanatı olarak adlandırılsada hat sanatı deyince akla ilk, eski harflerleyazılan dini içerikli yazılar geliyor. Osmanlı kültüründedini motiflerin ön planda olması nedeniyle Allah ve Peygambersevgisini anlatmak için hattatlar bu sanatı kullanarakgünümüze kadar ulaşan değerli eserler bırakmışlar.Hayli emek ve uğraş isteyen hat bugün çok yaygınolmamakla birlikte, halen bu sanatı devam ettirmeyeçalışan ustalar var.Kaligrafiye, Latin harfleri kullanarak güzel yazı yazmasanatı diyebiliriz. Bu sanatta yazılanın ifade ettiği manakadar, yazının ortaya koyduğu resmin estetiği de önemtaşıyor. Kaligrafide değişik motifler kullanarak yazıyı olduğundanfarklı bir kimliğe büründürmek temel amaç.Genellikle dik ve yatay çizgilerden oluşan Latin harflerinisimetrik bir şekilde kâğıda dökmek kaligrafinin entemel unsurlarından birisi.Tabelacılıktan Kaligrafiye Uzanan Sanat SerüveniMustafa Eren, kaligrafi sanatını icra eden sanatçılarımızdanbiri. 50 yıldır yazıyla uğraşan ve ilk sergisini geçtiğimizNisan ayında Levent’teki Leonardo Sanat Galerisi’ndeaçan Eren, bu sanata lise yıllarında başladığını anlatıyor.Eren, ailesinin maddi durumu nedeniyle lise dönemindebir yandan resim yaptığını, bir yandan da ailenin geçiminekatkıda bulunmak için Denizli’nin çarşılarında tabelacılıkyaptığını belirtiyor. Eren, “Öğlene kadar okula gidip,öğleden sonra da çarşı pazarda otobüslere, kamyonlarayazılar yazıyordum. Aile fakirdi, çalışmak zorundaydım.Bu nedenle resim yeteneğim çok fazla ilerlemedi. Resmimde güzeldir, ama ben yazıya eğildim. Elim, kafam,duygularım, tamamen yazıya yöneldi” diyor. Liseyi bitirdiktensonra İstanbul’a gelen Mustafa Eren, 13 yaşındaDenizli’de tabelacı çıraklığıyla başlayan serüvenini,İstanbul’da Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu GrafikBölümü’nde, yazı sınıfının tek öğrencisi olarak sürdürdüğünübelirtiyor. Öğrencilik yıllarında ve sonrasında gazeteve dergilerin mutfağında çalışan Eren, aldığı eğitim dolayısıylaprofesyonel bir grafik sanatçısı olduğunu söyleyerek,“Özgün kitaplar, broşürler yapıyoruz. En son birgiyim firmasına 800 sayfalık bir kitap yaptık. Prof. ErdinçBakla’nın ‘Lüleler’ kitabını yaptık. Faruk Taşkale ile birlikte‘Hilye’ kitabını yaptık. Yani grafik sanatının her dalındahizmet veriyorum” diye konuşuyor.33
Söyleşimiz sırasında Mustafa Eren’in, vaktiyle gazeteciyazarHıncal Uluç’un yönettiği Erkekçe Dergisi’nin görselyönetmenliğini yaptığını da öğreniyoruz. Eren’in,eserlerini sanatseverlerle buluşturduğu ilk kişisel sergisiniköşesine taşıyan Uluç, ‘Çağdaş hattat’ diye nitelendirdiğiEren için “Son on yıldır, Osmanlı sanatı ‘Hat’ ileuğraşıyor.. Ama Cumhuriyet harfleriyle hat.. Atasözlerini,özdeyişleri, ‘okunur’ olma vasfını sonuna dek koruyarak‘hat’a dönüştürüyor.. Sanat uğruna, anlamı şeklefeda etmiyor.. Hem güzel, hem de okunan hatlar.. Resimgibi.. Gazeteci kafası işte bu” diyor. Mustafa Erende, Latin harfleriyle hat sanatında yani kaligrafide yazılanyazıyı okuyup anlayabilmenin önemine dikkat çekiyor.Eserlerinden birini göstererek, “Bakın mesela bu Aliyazısı… Sağdan okuduğunuzda Arapça Ali, soldan daLatin harfleriyle Ali” diyen sanatçı, Latin harfleriyle Arapharflerini aynı çalışmada nasıl kullandığını anlatıyor.Çağdaş Hattatın Üslubu Kendine HasYaklaşık 15 sene önce, 3-4 aylık bir tren yolculuğunaçıkıp, gezip gördüğü yerlerin resimlerini yapmaya niyetlendiğinianlatıyor Eren. Ancak bir arkadaşının “Resimyapan çok, ama yazı yazan yok. Niye yazı yazmıyorsun”sözünden ilhamla yazıya ağırlık verdiğini söyleyen Eren,gün geçtikçe yazıda kendisine has bir üslup geliştirdiğinibelirtiyor. Çalışmalarını sergilemek konusunda daçevresinin, kendisini cesaretlendirdiğini kaydeden sanatçı,“Serginin ilgiyle karşılanması, ikinci sergi için decesaret verici” diyor.Yazmak Bir Yaşam BiçimiYazı yazmanın kendisi için adeta bir yaşama biçimi olduğunusöyleyen sanatçı, seyahate giderken kalemi,defteri ve silgisini yanından ayırmadığını belirterek,“Her yerde muhakkak çizerim ben; tatildeyken, seyahatederken, restoranda yemek beklerken sürekli çizerim”diye konuşuyor. Kaligrafi sanatında kendine hasüslubunu geliştirmek için çalıştığını anlatan MustafaEren, ‘sanatta doruğa ulaştım’ demenin mümkün ol-34
madığını, bunu söylemenin doğru da olmadığını vurgulayarak,“Belki Rönesans sanatçıları bunu söyleyebilirdi.Çünkü o dönemin sanatçıları sanki gökten indiler.Onlar, sanki sonsuza ulaştılar gibi geliyor bana. Hayranlıklaizliyorsunuz onların eserleri. Bizlerde böyle değil.Hani demiş ya ‘en büyük şeyi öğrendim, hiçbir şeyibilmediğimi’ diye…” diyor.Yenilik yapmak adına kaligrafiyi zor olmasına rağmentuval üzerinde uygulamayı denediğini söyleyen Eren,çalışmalarını biraz daha çeşitlendirmek için gravür sanatındanda yararlanacağını vurguluyor. “Kaligrafi ilediğer sanatlardan bir sentez oluşturmak istiyorsunuz ohalde” diyoruz Eren’e. Sanatçı, “Zaten ben şu anda kaligrafidebir yeniliği oluşturdum. Bunu meslektaşlarım,bu işin profesörleri söylüyorlar. Bu yeniliğe bir yenilikdaha ekleyebilirim diyorum. Ama şöyle de bir kuşkum…Fonun kavramı yazıyı arka planda bırakır mı acaba diyorumbir yandan da” şeklinde karşılık veriyor.Bir eserin ne kadar zamanda ortaya çıktığını sorduğumuzEren, işe öncelikle yazıya dökeceği sözü belirlemeklebaşladığını söylüyor. Bir örnek vererek anlatıyorçalışmasındaki safhaları: “Hz. Ali’nin ‘En büyük insankendini söyleyen kişidir’ sözü mesela. Burada temelobje nedir Ali’dir, öncelikle bu kelimeyi abartıyorum.Bunu yaparken ona Arapça ya da Türkçe espriler katıyorum.Yazının uzunluğuna göre tamamlanma süresideğişiyor. Çalışmadaki esprinin bulunması en az 10-15gün sürüyor. Ondan sonra onu bilgisayara tarıyorum,sonra nokta nokta çalışıyorum o kompozisyonu.”Elle yapılan hattı istenilen büyüklüğe getirmenin mümkünolmadığına değinen kaligrafi sanatçısı Eren, bilgisayarkullandığı için kendi çalışmalarının 50 metreyekadar bile büyütülebildiğini vurgulayarak, “Teknolojiyikullanmak lazım yani” diyor.Hayatını halen grafik tasarlayarak kazandığını dile getirenEren, yıllarca Milliyet Gazetesi’nin grafik bölümünüyönettikten sonra emekli olan eşiyle birlikte ev ofis ortamındabirlikte çalışıyor. İlk sergi için aldığı olumlu tepkilerlecesaretlenen Mustafa Eren, şimdilerde ikinci sergiiçin çalışıyor. Sanatını yurt dışına da taşımayı istediğinikaydeden Eren, yurt içinde ve yurt dışında tek rakibininyine kendisi olduğunu da söylemeden edemiyor.35
Sabrın ve Maharetin Sanatı:Ktı’Ürünler: Emel N. ONGAN - Yazı: Zeynep DORUKYaklaşık 500 yıllık bir geçmişe sahip olan kātı’ sanatı, en temel malzemesi sabır olan geleneksel el sanatlarımızdanbiri… İran kökenli olduğu da söylenen bu sanatın en eski örneklerini 15. ve 16. y.y’larda Afganistan Herat’ta görüyoruz.16. y.y’ın başında Osmanlılara gelen kātı’ sanatı, altın çağını Kanuni döneminde yaşadı. En güzel örneklerinin de yinebu yüzyılda verildiği kātı’, 17. yy.’da Batılı gezginlerin ülkelerine götürdükleri eserler yoluyla Avrupa’ya yayıldı.36
Ktı’ sanatı, kökeni 15. yüzyıla dayanan, en önemli malzemesisabır olan geleneksel el sanatlarımızdan sadecebiri… Ktı’, özenle hazırlanmış bir kompozisyondakiuygun desen ya da desenler bütününün ince bir kâğıtveya deriden, pozitif veya negatif olarak oyulmak suretiyleçıkartılıp uygun bir zemine yine ustalıkla yapıştırılmasısanatına deniliyor. Yapıştırılan diğer zemin isekâğıt, pasparto, cam veya deridir. “Yazılışı ktı’ şeklindeolmalıdır” diyor sanatın erbapları. “A” harfinin üzerinekonulan çizgi, bu harfin uzun ve kalın okunması gerektiğini,“ı” harfinden sonra gelen apostrof ise bu harfinkalın ve kısa okunması gerektiğini belirtiyor.Ktı’ sanatı; hat, cilt ve tezhip sanatları içinde başlı başınaönemli bir yere sahip. Vazolar, tek çiçek motifleri,bitkiler, buketler, hüsn-i hat örnekleri, doğa manzaraları,hayvan motifleri, ağaç tasvirleri, yelkenliler, selsebil,köşk tasvirleri, oyma şemseler, köşebent tarzı süslemeler(15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet için saray nakışhanesindehazırlanmış ciltlerde görülmektedir) ve resimyazılar bu sanatta en çok rastlanılan örnekler arasındayer alıyor. Bu örneklerden oluşan oymaların; el yazmasıeserlerinin sayfaları arasında, murakka kıtalarda, albümlerde,cilt kapaklarında makta yapımında, eski yazıçekmecelerinin süslenmesinde kullanıldığı görülüyor.Altın Çağını Kanuni Döneminde YaşadıKtı’ sanatı yaklaşık 500 yıllık bir geçmişe sahip. İran kökenliolduğu da söylenen bu sanatın en eski örneklerini37
15. ve 16. yüzyıllarda Afganistan Herat’ta görüyoruz.İslam sanatında en eski örneklerine ise 14. yüzyılda kitapkaplarında (deri oymalar) rastlanıyor. Ktı’ sanatının,16. yüzyılın başında Osmanlılara geldiği biliniyor.Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Sultan 2.Beyazıt dönemlerinde birçok el yazmasında tezhiptensonra kullanılan önemli sanat dalı olmuş. Tezhip sanatınınmotif zenginliği ve zaman içindeki gelişiminin, özellikleSultan Süleyman döneminde altın çağını yaşayanktı’sanatına da yansıdığı görülüyor.Bu dönemin önemli ktı’ eserlerinden biri olan ve MehmetBin Gazanfer’in ta’lik hattı ile 1540 yılında hazırladığı“Gûy-u Çevgan” adlı kitap, mukatta yazı türününbir şaheseri olarak nitelendiriliyor. Bunun dışında, dişioyma kalıplarla yapılmış sayfa kenar süsleri ve deri üzerineoyma nakışlı ciltler de bu dönemin en güzel sanateserleri arasında yer alıyor. 1650 tarihli “Şah MahmudNişapuri Albümü” içinde yer alan mükemmel bir bahçeçalışması da yine takdire şayan ktı’ eserlerine güzel birörnek teşkil ediyor.17. Yüzyılda Batılı Seyyahlarca Avrupa’ya TaşındıEn güzel örneklerinin 16. yüzyılda verildiği ktı’ sanatı,daha sonra Osmanlı’nın gerileme dönemi ile birlikteunutulmaya yüz tutmuş. Ancak bu dönemde ktı’38
sanatında önemli ustalar yetiştiğini görüyoruz. EfşancıMehmed, Ali Çelebi ve oğlu Abdülkerim Çelebi, MevlanaKasım Arnavut, Mehmed bin Gazanfer16. yüzyılın önde gelen ktı’sanatçılarıarasında yer alıyor. 1540 yılında SultanSüleyman’ın Şehzadesi Mehmediçin Hattat Ali Çelebi tarafındanhazırlanan “Kırk Hadis”adlı eserin yazıları da ktı’ sanatınınen seçkin örneklerindenbiri olarak biliniyor.17. yüzyılın başlarındaBursalı Mevlevî FahriDede başta olmak üzere,Derviş Hasan Eyûbi, MahmudEl Gaznevi, Nakşi HalazadeMehmed, ktı’ sanatını zirveyetaşıyan eserlere imza atan üstatlarınbaşında geliyor. Hasan Eyyubi,Edirneli Nakşi Canbazdede Osman,Süleyman Ali, Mücellit Mehmet Fırat, Vahdeti, TersaneEmini Hüseyin ise 18. yüzyılın önde gelen ktı’ sanatıustaları arasında yer alıyor.Sanatın üstatlarını zikretmişken, bu sanatlaverilen önemli eserlere de değinelim.Ahmet Bin Togay Elmeizzitarafından hazırlanan, içindemukatta yazılar olan “Kaside-iBürde”, ktı’ sanatında verilenönemli eserlerdenbiri. Halen SüleymaniyeKütüphanesi’nde bulunuyor.Gazneli Mahmud albümündeyer alan “Tuhfe-i Gaznevi”(cilt oymalı süslemeler, şiirler,minyatürler vardır) ile çarşıressamları tarafından hazırlanan,içinde Osmanlı tasvirleri, ktı’39
çiçekler, bitkiler, ağaç tasvirleri, vazolar olan “MundyAlbümü” de bu sanatla verilen önemli eserlerin başındageliyor. Muny Albümü, halen British Museum’dabulunuyor. Yine çarşı ressamlarının hazırladığı ve içindeminyatürlü bir bölüm, yuvada leylek, tavuskuşu, gemi,selsebil, köşk tasvirlerinin bulunduğu “Kıyafet Albümü”de ktı’ sanatında verilen önemli eserler arasındagösteriliyor. Kıyafet Albümü, şu anda Paris BibliothegNational’da bulunuyor.Büyük titizlik ve derin bir sabır isteyen ktı’ sanatı, 17.yüzyılda ülkemize gelen Batılı seyyahların ilgisini çekerek,kendi ülkelerine götürdükleri eserler yolu ile Avrupa’yayayılmış. Kâğıt oyma sanatının Fransızca karşılığı Decoupageya da L’art De La Siluhouette, İngilizce karşılığı isePaper Filigree, Paper Cut veya Siluet Cutting, Almanca’dada Silhouetten Kunst veya Scheren Schnitt. Bu sanatınFarsça’daki karşılığı ise Efşan... Aşık Çelebi, 16. yüzyıldayazdığı tezkeresinde bu terimi kullanmış, bu sanatlauğraşanlara da efşancı veya efşanbür adını vermiş.17. ve 18. yüzyıllarda bu dönemlerin sanat anlayışınauygun esaslarla gelişimini sürdüren bu sanat, Osmanlıİmparatorluğu’nun idari ve ekonomik çöküşünden kuşkusuzolumsuz şekilde etkilenmiş. 19. yüzyılda bu sanatailişkin ciddi hiçbir eser ortaya konulmamıştır denilebilir.Ktı’ sanatının önemini gören Ord. Prof. Dr. Sühely Ünver,Hattat Necmettin Okyay ve oğlu Sami Okyay günümüzdebu sanatın canlanmasında çok büyük rol oynayanisimlerin başında geliyor.Ktı’ Sanatında Kullanılan TerimlerBir sanatı incelerken öncelikle o sanatı ilgilendiren terimlerindoğru şekilde kavranması gerektiği düşüncesiylektı’ sanatında kullanılan terimlerden bahsetmekistiyoruz. Kat’ı, kelime olarak ‘kesme’, ‘kesilme’40
anlamına geliyor. Arapça’dan Osmanlıca’ya geçen birkelime. Ktı’ ise kat eden, kesen kişiye verilen isim.Katta’ da kâğıt veya deriden zarif, ince oyma desenler,yazılar kesen sanatçıya deniliyor. Bunların dışındabir de ktı’a terimi var, bu da iki anlama geliyor.İlki, kâğıt veya deriden dantel gibi ince oyulmuş esereverilen isim, ikincisi ise ktı’ eserin negatifine yaniktı’ sanatçılarının deyimiyle dişinine verilen isim. Busanatla ilgili kullanılan ve katta’ kelimesinden türemişolan mukatta terimidir, deri veya kâğıttan oyularakyapılmış işleri ifade ediyor. Bir başka terim de mukattayazı... Bu da eski hattatların, kâğıttan keserekmeydana getirdikleri yazıları anlatıyor.Aletler ve Desen Kesme YöntemleriSonsuz sabır ve bir hayli ince el becerisi isteyen ktı’sanatı icra edilirken kullanılan aletlerden bahsedelimbiraz da. Ktı’ sanatçılarının eskiden kullandıkları aletlerile günümüzde sanatçıların kullandıkları aletler birazfarklı. Eskiden ktı’ ustaları, mücellitlerin yani cilt yapanustaların deri, sert karton veya mukavvayı oymakiçin kullandıkları, ucu eğri ve çok keskin olan “nevregen”adlı bir bıçak kullanırlardı. “Mukraz”, yani makasktı’ sanatçılarının kullandığı bir diğer alet. EvliyaÇelebi, Seyahatname’sinin kağıt oymacıları bölümünde,sanatçıların mukraz ile kağıt oyduklarını anlatır. “Makta”isimli bir başka alet de vardır ki, yaklaşık 400 yıllıkbir geçmişe sahip olduğu biliyor. Bütün üzerinde oymadesen bulunan, kitap ayracı büyüklüğünde olan kamışkalemlerinin ucunu açmakta kullanılan bir çeşit kalemtraş...Kamış, kalem ve siyah mürekkep ile yazmak tarihekarışınca, maktalar da tarihe karışmış. Günümüzde isektı’ sanatçıları desen kesmek için bisturi, kretuar, manikürmakası ve cımbız kullanıyor.Bu sanatı anlatırken, ktı’ desenlerinin hangi yöntemlerlehazırlandığından bahsetmemek olmaz. Ktı’ desenleri;kat kat yapıştırma yöntemi, simetrik kesim yöntemi,deseni tek olarak oymak şeklinde üç ayrı yöntemle kesilir.Yalın kat olarak çok katlı çalışılan kompozisyonlarıntümü, geleneksel yöntem ile yapıştırılır.İSMEK Ktı’ Sanatı EğitimleriİSMEK usta öğreticilerinden ktı’ sanatçısı Emel NurhanOgan, bu sanatın günümüzde artık yok denecekkadar az temsilcisi olduğunu belirtiyor. İSMEK bünyesindekiTürk İslam Sanatları İhtisas Merkezi’nde dersveren Emel Ogan, bu sanatın inceliklerini anlattı.Ktı’ sanatının günümüzde artık yok denecek kadaraz temsilcisi olduğunu belirten Ogan, bu sanatla halenuğraşanların büyük çoğunluğunun ise bayan olduğunadikkat çekiyor. Erkek öğrencileri de bulunduğunusöyleyen Emel Ogan, kadınların bu sanatla uğraşırkendaha sabırlı olduğunu ifade ediyor. Kendisine özgü biryorumla ktı’ eserler ortaya koyan Ogan, eserlerindeminyatür ve resim sanatlarını da kullanıyor. Yurt içinde9, yurt dışında ise 2 kişisel sergi (Fransa’nın Parisve Nancy kentlerinde) açan sanatçı, 2009 Kasım’ındaNancy’deki “Türk Sonbaharı” mevsiminin açılış sergisiolan kişisel sergisinde, geleneksel sanatlarımızdanktı’ sanatının büyük bir ilgi ve hayranlık uyandırdığınıgörmenin, bir Türk olarak kendisini gururlandırdığınısöylüyor. “Ktı’ ve minyatürün, sanatın merkezi olanbir ülkede, böylesine ilgiyle karşılanması benim içinmutluluk verici ve ileriye dönük çalışmalarım için teşvikedici oldu” diyen Emel N. Ogan, sanatın herhangibir dalıyla ilgilenmesinin insanı daha pozitif, mutlu birnoktaya taşıyacağına inanıyor. Ogan, zengin kültürümüzünbizim için büyük bir şans olduğu düşencesinide ifade etmeden geçmiyor.Bir eserin kimi zaman bir yılda ancak ortaya çıkabildiğinibelirten Ogan, sadece kesilen malzemenin yapıştırmaişleminin bile 3 ay sürebildiğine dikkat çekiyor.Ancak sanatçı, eser ortaya çıktığında ise çalışırkenkibütün yorgunluğunun uçup gittiğini vurguluyor.43
Sedefin ve Metalin Ruhunaİnce Bir Dokunuş:Kesme Hatİrem GÜVENMesut Dikel… Onu, diğer hat ustalarından ayıran bir özelliği var. Dikel’in eserlerinde hat yazısı, meslektaşları gibi kâğıt,hokka ve kamışla sınırlı değil. Sanatçı, hat ustalarının kâğıt üzerine sabır ve özenle nakşettiklerini kimi zaman metale,kimi zaman gümüşe, bazen de sedefe işliyor.Mesut Dikel, Adana’da yaşayan bir hatsanatçısı. Fakat onu, diğer hat ustalarındanayıran bir özelliği var. Dikel’in eserlerindehat yazısı, meslektaşları gibi kâğıt,hokka ve kamışla sınırlı kalmıyor. O, hatustalarının kâğıt üzerine sabır ve özenlenakşettiklerini küçük tezgâhında kıl testere,eğe ve manuel matkap kullanarakkimi zaman metale, kimi zaman gümüşe,bazen de sedefe işliyor.Manuel matkap dedik, çünkü MesutDikel’in teknolojik aletlerle arası pek deiyi değil. Elektrikli matkap çok seri çalıştığıve bu nedenle istediği hassasiyetiyakalayamadığı için el matkabına dönmekzorunda kalan sanatçı, “Çalışırkenkullandığım tek teknolojik nesne, masalambam” diyor.Mesut Dikel’le kesme yöntemiyle hatsanatına nasıl başladığı, bu sanatın zorve güzel yanları ile bugüne kadar açtığısergiler ve bu sanatı geleceğe aktarmakiçin neler yaptığı hakkında konuştuk.Sergide Gördüğü EserlerinBüyüsüne KapıldıAynı zamanda resim öğretmeni olduğunuöğrendiğimiz Mesut Dikel, 10 yıldırkesme yöntemiyle hat sanatını icraediyor. Dikel bu yöntemin, bundan 25yıl önce üniversite yıllarında Prof. Dr.44
Mehmet Zeki Kuşoğlu’nun 1986’da Yıldız Sarayı’ndakisergisinde metal kesme eserlerini ilk gördüğü anda ilgisiniçektiğini dile getiriyor. “Hocam Prof. MehmetKuşoğlu’nun da teşviki ve desteği ile gelenekli sanatlarınbüyülü dünyasına adım attım” diyen sanatçı, öğrencilikyıllarında da Şefik Kanyılmaz’ın kesme bilgisininkendisi için büyük yol gösterici olduğunu ifade ediyor.Kendi deyimiyle Payitaht’tan uzak bir kent olanAdana’da herhangi bir eğitim almadan hat çalışmalarınayıllarca devam ettiğini ifade eden sanatçı, gerçekilim kısmını öğrenmeden bu sanatın tam anlamıyla icraedilemeyeceğinin farkına varmış. Böylece hat sanatınıtüm incelikleriyle öğrenmeye yöneldiğini kaydeden Dikel,“Yıllar sonra hat sanatı hocam Davut Bektaş Beyefendiyibuldum. Kendisini 4,5 yılda toplam 5 kez görmeşansını yakaladım. Ondan aldığım hüsn-ü hat bilgisi,kesme sanatımın kalitesini daha da iyileştirdi” diyor.Sanatçı, hat ilmine yavaş yavaş vakıf olmaya başlayınca,kesmelerindeki hassasiyet ve kaliteninde kendini göstermeye başladığını sözlerineekliyor.Eserlerin Binlerce YılYaşayabilmesi CezbettiDerin bir sabır gerektirdiğikadar meşakkatli deolan kesme usulüyle hatsanatına yönelmesininnedenini anlatırken, busanatı kullanılarak ortayakoyulan eserlerin kalıcılığınadikkat çeken MesutDikel, “Metal, eritilmediğisürece binlerce yılkalabilir. Malzemenin dayanıklılığıçok büyük bir avantaj”şeklinde konuşuyor.Öte yandan, bu sanatın zorluğunun da yadsınamaz birgerçek olduğunu dile getiren sanatçı, kimi zaman küçümsenemeyecekkalınlıkta, 3 ilâ 5 mm.’yi bulan kalınlıklardametaller kestiğini söylerken, “Sabır ve aşk yoksasürdürülecek bir iş değil” diyerek de ekliyor.Kesimde sedefin haricinde daha kalıcı olması dolayısıylagenelde sarı metal ve gümüşü tercih ettiğini ifade edenDikel, zorluk açısından bunun bir dezavantaj olduğunuancak, çalışma sona erip eser ortaya çıktığında tüm yorgunluğununsilinip yok olduğunu belirtiyor.Hat sanatçısı Mesut Dikel, bir eser üzerinde çalışırkenkaydettiği aşamaları da, “Kâğıt ve kalem, her zamanvazgeçilmezim. Eseri önce kalemle yazıyorum, sonraikinci bir kâğıda temize çekiyorum, son olarak da yazıyımetal veya sedef üzerine yapıştırıyorum. Birleşme vekaynak yerlerini, harekelerin durumunu tespit edip, tekparça kesilecek şekilde işe başlıyorum” sözleriyleaktarıyor bizlere.Her Eseri Tek ve BenzersizMesut Dikel, alet ve gereçolarak klasik bir kıl testere,çok ince testere uçları, elmatkabı ile birkaç tesviyeeğesi ve çeşitli zımparalar,20x30 cm.’lik bir tahtatezgâh kullandığını anlatıyor.Bu kadar zahmetlibir yöntemle bir eserin nekadar sürede ortaya çıktığınısorduğumuz Mesut Dikel,hat eserinin yoğunluğunagöre ve metalin kalınlığına görebu sürenin değişebildiğini belirtiyor.Birkaç günde biten çalışmaların45
dışında kimi çalışmaların 300-400 saati bulduğunusöyleyen Dikel, en büyük özelliğinin iseyaptığı çalışmanın aynısını ikinci kez yapmamasıolduğunu söylüyor. Yani, seri bir üretimyapmayan Dikel’in her bir eseri tek vebenzersiz.Çalışmaları Yurt Dışında da İlgiGörüyorŞu ana kadar resim sanatı ve metalsedefkesme olarak 32 kez sergi açmışMesut Dikel. Ayrıca 105 kez dekarma sergilere katıldığını belirten Dikel,bunlardan ikisinin yurt dışındagerçekleştiğini aktarıyor. Dikel, 6 kezde grup sergisine katıldığını sözlerineekliyor.Çalışmaları için son zamanlarda özelkoleksiyonerler ve iş dünyasından taleplergelmeye başladığını ifade edenMesut Dikel, başta ABD’de olmak üzereRomanya, Hollanda, Almanya, Azerbaycan,Avustralya ve Irak’ta eserlerinealıcı bulabildiğini vurguluyor. Sanatçı, ayrıcaeserlerinin özel bazı kurum ve kuruluşların duvarlarınısüslediğini de belirtiyor.Eserlerinin, şu anda yaşadığı bölgede büyük ilgi gördüğünüsöyleyen Dikel, Torosları aşıp Türkiye’nin diğerbüyük kentlerinde de sergiler açmak istediğiniancak, bunun için sponsor ve galeri sıkıntısıçektiğini üzülerek dile getiriyor. “Amayurt dışı böyle değil. Oralar daha verimli”diyen sanatçı, eserlerine Müslümanolmayan ülkelerdeki koleksiyonerler tarafındandaha fazla ilgi duyulmasınınkendisini şaşırttığını, bir o kadar daüzdüğünü vurguluyor. Dikel, “Kendiülkemde göremediğim ilgiyi oralardangörüyorum. Bunu iki yıl öncegitmiş olduğum Romanya’da yaşadım.Bir eserimi orada bölgeselçağdaş müzelerine aldılar. Ve heryıl beni sanat kamplarına davetediyorlar” diyor.Kesme Hattı İçin ÖğrenciBulmakta ZorlanıyorHat sanatı dışında öğrencilik yıllarındaİstanbul Kubbealtı’nda tezhip derslerialan Mesut Dikel, ebru ve minyatür sanatınıkendi çabasıyla öğrenmiş. On dokuz yıl ebrusanatıyla uğraşan Dikel, bu sanatı icra ederkengeleneksel usullere bağlı çalışıyor. Gençlere gelenek-46
sel tezhip, ebru, minyatür dersleri veren sanatçı, kesmeyöntemiyle hat sanatında ise öğrenci yetiştirmek birhayli sıkıntı yaşadığını şu sözlerle dile getiriyor: “Ne yazıkki, devamlı öğrencim olmadı şimdiye kadar. İsteklisioluyor, ama bize ait olan geleneksel sanatlarımızdantezhip, hüsn-ü hat sanatını bilmeyince, çalışmalar istenilenkaliteye ulaşamıyor. Malzemenin güçlüğü ve teknikbeceri devreye girince çok çabuk pes ediyorlar. Hemenpara kazanma derdi ve telaşına giriyorlar. Bu durum,haliyle çalışmalarını alelâde bir işten öteye götürmüyor,karşılığını alamayınca da bırakmak zorunda kalıyorlar.Kısacası, aşk ve sabrı olan öğrencim olmadı bugünekadar.”Geleneksel Sanatın EmanetçisiyizHalen Anadolu Geleneksel Sanatlar Derneği’nin kurucubaşkanlığını yürüten hat sanatçısı Mesut Dikel, “Tümçabamız kendi öz sanatımız, kültürümüz olan kaybolmayangelenekli sanatlarımız içindir. Onu gelecek kuşaklarasağlam ve doğru olarak aktarmak bizlerin asligörevidir. Bizler mirasyedi değil, emanetçiyiz” diyor.Resim öğretmenliği de yapan Dikel, Adana’da dört yılboyunca Ressamlar Derneği’nin başkanlığını yürüttüğünüsözlerine ekliyor. Metal ve sedef üzerine hat sanatınıve uğraştığı diğer geleneksel el sanatlarıyla ilgili bilgi vetecrübelerini atölyesine gelenlere aktardığını söyleyenDikel, “Bu sanatın bölgesel anlamda da yaygın halegelmesi için gayret gösteriyorum” şeklinde konuşuyor.Sanat yaşamının sadece hat sanatı ile sınırlı olmadığınıhatırlatan Mesut Dikel; tezhip, ebru, resim, minyatür gibisanatlarda da eserler ortaya koyduğunu anlatıyor. Hattabir dönem dünyanın en küçük büstlerini (1 - 2 mm.) fildişindenheykellerini yaptığını söyleyen Dikel, belki de kendiiçinde bu kadar farklı sanat disiplinleri ile uğraşan sayılıkişilerden biri olduğunu belirtiyor. Dikel, “Grafik tasarımlayıllarca uğraştım. Ağaç oyma, naht sanatı, kakma,sedef kakma, marküteri gibi sanatlarla uğraştım. Amason 5 yıldır kendimi tamamen geleneksel sanatlar eğitimineve üretimine verdim. Şu an sadece hüsn-ü hat sanatıve metal-sedef kesme sanatı ile uğraşıyorum. Amacımbu sanatlarımızı ülkemizdeki hak ettiği yere getirmek.Bu yönde ciddi çabalarımız var” diyor.47
Mardin’in TaşSüslemelerineYeni HayatSemiramis DOĞANTarih boyunca çeşitli uygarlıklara, farklı din, etnik grup vemezhebe ev sahipliği yapan Mardin’in dillere destan mimarisi,Ord. Prof. Süheyl Ünver’in kızı müzehhibe Gülbün Mesarave ekibinin yaptığı çalışma ile kâğıda nakşedildi. Mardin SergisiÇalışma Grubu’nun, yok olmaya yüz tutmuş tarihi yapılardakisüslemelere kendi yorumlarını kattığı çalışmalar, “MimariAnıtlardan Tezyini Yorumlar” adıyla düzenlenen sergidetanıtıldı. Mesara ve ekibi, bu yeni yorumlarında tezhip, minyatür,katı’ ve ebru gibi geleneksel sanatlarımızı kullandı.
Tarihsel süreçte onlarca uygarlığa, farklı din, etnik grupve mezhebe ev sahipliği yapmış Mardin… Adı, Süryanice“kaleler kenti” demek olan Marde’den geliyor. Romalıların,Süryanilerden alıp Maride dediği şehri, Araplarda Maridin diye adlandırmış.Müslüman, Süryani, Keldani, Nesturi, Yezidi, Yahudi, Kürt,Arap, Çeçen, Ermeni gibi farklı din ve farklı etnik kökendengelen toplulukların doğal bir hoşgörü ile barış ve kardeşlikiçerisinde bir arada yıllarca yaşadığı bir kent Mardin…Zinciriye, Marufiye, Kasımiye ve Şehidiye medreseleriile Ulu Cami, Abdüllatif Camii, Deyrulzafaran Manastırı,Mor Gabriel Manastırı, PTT Binası, Kırklar Kilisesi,Mardin evleri, konaklarının bezemeleri ve tabii ki Hasankeyf...Bu saydıklarımızın her biri, Mezopotamya’nınbereketli topraklarına sahip Mardin’de günümüze kadargelip hayatta kalan birer tarih hazinesi…Mimarisiyle ünlü şehrin, gerek Artuklu ve gerekse Müslümanve Süryani yapılarına ait özgün taş oymacılığı dilleredestan. İşte bu her biri dantel gibi işlenmiş taş oymacılığınınen güzel örnekleri, Mardin Valiliği ve SüheylÜnver Atölyesi işbirliğinde, usta ellerin yeni yorumlarıylakâğıda nakşedildi. Ord. Prof. Süheyl Ünver’in kızı olanmüzehhibe Gülbün Mesara ve ekibinin, çoğu bölümüartık mevcut olmayan, yok olmaya yüz tutmuş tarihiyapılardaki süslemelere kendi yorumlarını kattığı çalışmalar,“Mardin: Mimari Anıtlardan Tezyini Yorumlar”adıyla düzenlenen sergide tanıtıldı.Geçtiğimiz Mart ayında İstanbul’da Cemal Reşit Rey’deaçılan sergide medrese, cami, kilise, çeşme ve konaklarınüzerindeki nakışlar, geleneksel sanatlarımız olanminyatür, katı’ ve ebru sanatından örneklerle sunuldu.Mardin’in gerek Artuklu ve gerekse yakın tarihininuzantıları olan Müslüman ve Süryani yapılarına ait son49
derece özgün ve değişik üsluplar içeren taş oymacılığınınçeşitli örneklerinin, yeni yorumlarıyla gün ışığınaçıkarıldığı sergide yaklaşık 130 eser gösterildi. GülbünMesara ile Mardin sergisi hakkında konuştuk.Usta müzehhibeye ilk olarak böyle bir sergi açma fikrininnasıl ortaya çıktığını sorduk. “Süheyl Ünver SanatAtölyesi olarak, Selçuklu dönemine ait bir takımtaş bezemeleri yansıtan kitaplaştırılmış çalışmalarımızvardı. Mardin Valisi Hasan Duruer bunları görmüş vebize ‘Mardin’deki taş bezemelerini de ele alır mısınız’diye sordu. Biz de kabul ettik” diyen Mesara, çalışmayaönce görsel malzemeyle başladıklarını anlattı. Mesarabunun için Mardin konulu kitaplar, broşürler veresimlerden yararlandıklarını belirtti. Usta müzehhibe,2009 yılı Nisan ayında bir sempozyum vesilesi ile ValiDuruer’in davetlisi olarak gittikleri Mardin’de kaldıklarıiki gün süresince, bir sanat tarihçisi, bir fotoğrafçıylabirlikte önce şehir içinde, sonra da Midyat gibimerkezlerde araştırmalar yaptıklarını ifade etti. “Derlenenbilgiler ve fotoğraflarla birlikte ilk olarak Artukludönemini yansıtan birtakım mimari eserler -ki bunlaraZinciriye Medresesi, Kasımiye Medresesi dahil- üzerindekitaş süslemeleri çalışmaya başladık” diyen Mesara,deseni tezhip üslubuyla, kâğıt kesme sanatı olan katı’üslubuyla, çini gibi uygulamalarla bu çalışmaları ortayaçıkardıklarını dile getirdi.Kaybolmaya Yüz Tutmuş Eserlere Yeni HayatGülbün Mesara, sergilenen eserleri, büyük çoğunluğuSüheyl Ünver Atölyesi çalışanlarından oluşan 15 kişilik birekiple hazırladıklarını belirtti. “Biz bu ekibe Mardin SergisiÇalışma Grubu dedik, çünkü bu sergi için bir arayagelmiş bir ekip bu” diyen Mesara, çalışma grubunda kendisidışındaki isimleri şöyle sıraladı: “Asuman Güldağ, AyşenurMehmetoğlu, Betül Aydıner Chacko, Erhan Büyükakıncı,Filiz Bengi, Meral Aşan, Nebahat Pektaş, NimetKalkanlı, Nuran Saygan, Sultan Y. Alimoğlu, Suzan Çataloluk,Şermin Ciddi, Şeyda Mehmetoğlu, Zuhal Sünger.”Mardin çalışmasını bu kadar önemli kılan şeyin, şehirde-50
ki pek çok tarihi yapıda artık neredeyse kaybolmuş, yokolmaya yüz tutmuş tarihi motiflerin bu sayede geleceğetaşınacak olması olduğunu vurgulayan Gülbün Mesara,“Kimi yapılarda bazı motiflerin artık yok olmuş,eksik kalan kısımlarını sanat bilgimize dayanarak biztamamladık” diye konuştu. Hazırlığı 8 ay süren Mardinsergisinin içeriğini oluşturan albümde bazı çalışmalarıdetaylarıyla anlatan Gülbün Mesara, Mardin’inönemli mimari yapılarından Zinciriye Medresesi’nin taçkapısındaki yazının, Şeyda Mehmetoğlu’nun kalemiyleyeniden hayat bulduğunu belirtti. Usta müzzehibeninverdiği bilgiye göre, sanat tarihçilerinin, ‘bu yazıformunun en erken örneği’ olarak değerlendirdikleribir yazı bu müsenna. Er-Rızk Camii’nin minare gövdesindeyer alan dekoratif damla formlu bitkisel motiflitaş kabartma da Gülbün Mesara’nın kalemiyle yenidenhayat buldu. Mesara, Allah ve Muhammed yazılarıylaçevrelenmiş tezhip üslubundaki bu motife, evininduvarında da yer vermek istediğinden, çok büyük yapmadığınıifade etti.“Mardin çalışmasına devam edilmesi isteniyor” diyenGülbün Mesara, yaklaşık 130 eserden oluşan bu çalışmanınardından yeni bir sergi hazırlığına başlayacaklarınıdile getirdi. Mardin bölgesinin tarihi bakımdaninanılmaz bir zenginliğe sahip olduğunun altını çizenMesara, ilk çalışma sırasında gidemedikleri birçok yerolduğunu, yeni çalışmada bu yerlere ağırlık vereceklerinibelirtti. Yeni çalışma için de büyükçe bir albümhazırlanacağını anlatan Gülbün Mesara, yeni albümünİngilizce olmasının planlandığını kaydetti. Mesara,ikinci sergi için de yine aynı ekiple çalışacaklarının altınıçizdi.Süheyl Ünver’in Kızı OlmakMardin sergisini konuştuğumuz Gülbün Mesara’ya,‘Süheyl Ünver’in kızı olmak nasıl bir duygu” diye desorduk. Süheyl Ünver’i, sadece babası olarak görmediğini,Ünver’in aynı zamanda hocası olduğunu hatırlatanMesara, “Babamın vefatının üzerinden 24 sene geçti,ama hatırası o kadar canlı ki… Süheyl Ünver’in kızı ol-51
mak anlatılamaz bir duygu. Tuhaf bir şekilde onunhâlâ bizim arkamızda olduğuna inanıyorum. Hakikatenmanidar olaylar oluyor. Birtakım şeyler kolaylıklaönümüze çıkıyor, işlerimiz kolay yürüyor, çabucakoluyor” diye konuştu. Gülbün Mesara’yı, atölye çalışanlarındanNebahat Pektaş, “Süheyl Ünver hocamınbazen fırçamı tuttuğunu hissediyorum” sözleriyledoğruluyor.Hocası olarak Süheyl Ünver’in en büyük vasiyetinin arşivyapması olduğunu kaydeden Gülbün Mesara, “Benimkendi arşivim var. Dahası Ünver arşivi var. Artık ben evimesığmaz hale geldim” diye konuştu.Süheyl Ünver-Gülbün Mesara örneği, “armut dibinedüşer’ deyimini doğruluyor. Babasının izinden gitmeyenasıl karar verdiğini sorduğumuz Mesara, baba mesleğininasıl seçtiğini anlattı: “O atmosfer içinde yetiştim.Tabii ilk gençliğimde bunların farkında değildim.Benim yetiştiğim zamanlar öyle kendi seçme hakkınızçok yoktu. Bize baskı yapmıyorlardı, ama nereye yönlendirirsenizoraya giderdi o dönem çocuklar. Mesela53
en 13-14 yaşındayken babama altın ezerdim. Sonra oaltınları, acemi fırçamızla küçük süsler boyardım. Ama iyi,ama kötü. Okul tatillerinde o zamanın çizgi roman karakterlerindenküçük figürler çizerdik. Teyzemin kızıyla boşvakitlerimizde suluboyayla onların içini boyardık.”On bir yaşındayken, babasının Kara Memi kitabını imzalayıpkendisine verdiğini anlatan Mesara, “O zamanKara Memi nedir bilmiyorum, önemini sonradan farkettim. Yıllar içinde bu bana çok manalı geldi, KaraMemi sanatına yöneldim, çalışmalara giriştim. O zamanbu imzalı kitap benim için çok daha büyük değer taşıdı”diye konuştu.Gülbün Mesara, Mardin Sergisi için hazırladıkları çalışmalarınderlendiği albüm için bir de yazı kalemealdı. Mesara, böylesine önemli bir projeyi kendilerineönerdikleri için Mardin Valisi ile babası Süheyl Ünver’eteşekkülerini, şu satırlarla dile getirdi: “Mardin’in veHasankeyf’in kültür tarihinin çok değerli belgeleriolarak gördüğümüz özgün tezyinatına dair şevk vekeyifle yaptığımız yorumları, bizlere Türk sanatınıninceliklerini tanıtan, kendi öz değerlerimize sahip çıkmayıöğreten aziz ve sevgili hocamız Ord. Prof. Dr.Süheyl Ünver’in unutulmaz hatırasına ithaf ediyor,bu koleksiyonun sergilenmesini ve kitaplaştırılmasınıgerçekleştiren Mardin Valisi Sayın Hasan Duruer’eşükranlarımızı arz ediyoruz.”Süheyl Ünver AtölyesiGülbün Mesara, “Mardin: Mimari Anıtlardan Tezyini Yorumlar”sergisinin mimarı Süheyl Ünver Atölyesi’nin tarihiserüvenini de bizlerle paylaştı. Mesara’nın verdiği bilgileregöre, Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1955 yılına dek hocalıkyapan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, klasik Türk sanatlarınayeniden hayat vermek amacıyla 1957 yılında CerrahpaşaTıp Tarihi Enstitüsü’nde bir atölye kurdu. Tezhip,minyatür sanatlarımızın uygulandığı bu atölye bir bakımaOsmanlı’daki nakışhane geleneğinin bir uzantısı. SüheylÜnver; hat, minyatür, tezhip gibi o dönemlerde gözdendüşmüş sanatların âdeta hamisi oldu. Süheyl Ünver, gelenekselsanatlarımızı diriltmek üzere çıktığı yolda çalışmalarınıvefat ettiği 1986 yılına kadar sürdürdü. Babasının,ölümünden önce nakışhaneyi kendisine emanet ettiğinianlatan Gülbün Mesara, 1988 yılında devraldığı bayrağıgünümüze kadar başarıyla taşıdı. Babasının sanat çizgisindenbir adım bile sapmayan Gülbün Mesara, ondandevraldığı arşivi ve defterleri bugün de büyük bir özveriylekorumayı sürdürüyor. 1990 yılı sonrası Cerrahpaşa Tıp TarihiEnstitüsü Anabilim Dalı Nakışhanesi’nin adına “SüheylÜnver” eklendi ve nakışhanenin çalışmaları Mesara’nınbaşkanlığında yürütüldü. Daha sonra Gülbün Mesara, babasınınkurduğu Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü AnabilimDalı Nakışhanesi’nden ayrıldı. Cerrahpaşa’daki nakışhaneSüheyl Ünver’in ismi ve kızı olmadan yoluna devamediyor. Baba mirasına sahip çıkan Gülbün Mesara, kendiside talebeler yetiştiriyor. Babasının “Milletten aldığımı yinemillete” sözünü hatırlatan Mesara, Süheyl Ünver arşivinibağışlamak konusunda da karar vermek durumunda olduğunubelirtti. Mesara elinde mevcut olan tüm çalışmalarınusta nakkaş Semih İrteş ve ekibi tarafından elektronikortama aktarıldığını da sözlerine ekledi.55
5 Bin Yıllık Bir Sanat; MozaikAyşe ÇALKüçük renkli taş, cam ve ahşap parçaların bir araya getirilmesiyle resim oluşturulması olarak tanımlanan ve farklı kültürlerinderin izlerini taşıyan mozaik sanatı, en eski ve en dayanıklı sanatsal ifadelerden biri olarak kabul ediliyor. MÖ3000 yıllarında Sümerler ile başlayan, Antik Yunan ve Roma medeniyetlerinde güzel örnekleri görülen mozaik sanatı,günümüzde de sanatçılar aracılığıyla hem klasik hem de çağdaş tekniklerde başarıyla uygulanıyor.Mozaik sanatı, Anadolu topraklarında yeşeren farklı medeniyetlerinbir yansıması olarak hem Doğu kültüründenhem de Batı kültüründen beslendiği için içerisindezengin bir çeşitliliği barındırır.Mozaik sanatının ilk örneklerineSümerler döneminde rastlandığınıve günümüzde pek çokBatılı sanatçının ve Mısırlı sanatçınınbu sanatı başarıyla icra ettiğinidüşünürsek, mozaik sanatındakibu çeşitliliğin rastlantısal olmadığınıgörmüş oluruz. Mozaik sanatına,artı değer katan bir başka unsurise var oluşundan günümüzekadar uzanan süreçte bütünsellikgöstererek insanlık tarihi açısından önemli bir kaynak işlevigörmesidir. Çünkü mozaik eserlerin maddesel olarakbir sonu yoktur. Bir çeşit yüzeykaplama sanatı olarak dakabul edilen mozaiğin dahaantik çağlardan itibaren sıkçamimaride kullanıldığını görmekteyiz.Tapınak, mabet,barınak, ev ve yollarda, yer,duvar ve taban döşemesindeuygulanan mozaik sanatı,hangi dönemde yapıldıysao dönemin kültürel, inanç veyaşayış tarzı bakımından izlerigünümüze kadar taşır.56
Mozaik Sanatının Tarihsel SerüveniAntik dönemlerden günümüze ulaşan ilk mozaik örneklerineMezopotamya ve Anadolu'da rastlanırken ulaşılabilenen eski mozaiklerinse MÖ 3000 yıllarında Sümerkenti Uruk’ta bulunan İnanna Tapınağı'ndaki mozaiklerolduğu kabul edilir. Mısır’da çeşitli renklerde taş parçalarıylakaplanmış tapınak ve mezarlar da yine antik çağmozaiklerine örnek olarak gösterilir. Daha sonraları Girit,Frig ve Urartu gibi uygarlıklarda rastlanan mozaiğin gelişimiise MÖ 2. yüzyılda Yunanistan ve Anadolutopraklarında gözlenir.MÖ 4. yüzyıldan itibaren taş parçaları, çakıltaşları ve deniz kabuklarına olan bağımlılığındankurtulan mozaiğin, kesme ve kırma tekniklerininuygulanmasıyla renk, desen ve malzeme bakımındançeşitlenmeye başladığı hatta bu dönemdeyuvarlak ve derin kaplar üzerinde uygulandığıda görülür. Mozaiğin ev döşemelerindekullanımının da yine bu yüzyıldabaşladığı kabul edilir. Buna örnek olarakKuzey Yunanistan’da bazı evlerin salonkaplamalarında çeşitli mitolojik olaylarınmozaik tekniğiyle canlandırılmış olmasıörnek olarak gösterilebilir.Roma döneminde de mozaik alanında oldukçaönemli ilerleme kaydedilmiş, doğal haldekiçakıl taşlarının yanı sıra küçük boyutlarda kesilmiştaş parçaları da ev, kamu binaları ve saraylargibi yapılar ile sokak döşemelerindesıkça kullanılmıştır. Mozaik sanatında teknikleringelişmesi ve kesilerek elde edilen küçük taş parçalarınınkullanılabilmesi beraberinde çalışmalarda detaylarındaha da belirginleşerek bir incelik yakalanmasınıgetirmiştir. Bergama’daki saraylarda görülen döşememozaikleri bu dönemdeki gelişmiş mozaik tekniğine örnekolarak gösterilebilir.Mozaik sanatı ile ilgili kabul gören ilk örneklerde çoğunluklageometrik desenler dikkat çekerken Roma dönemindeise mitolojik öykülerin, avcılık ve bitki desenlerinincanlandırılmaya çalışıldığı görülür.Roma dönemi mozaiklerinde balık, kaplan,güvercin, kedi, kuş, aslan, nil hayvanları,savaş gibi konular tasvir edilmiştir.Çeşitli türdeki renk renk taşların farklı boyutlardakullanıldığı kompozisyonların oluşturulmasıve taşın yanı sıra cam parçalarının kullanılmışolması da Roma dönemi mozaiklerindedikkat çeken bir başka ayrıntı olarakgöze çarpar. Roma döneminde görülenbir başka döşeme örneği de beyaz üzerinesiyah desen uygulanarak oluşturulantarzdır. Döşeme mozaiğinin gelişmesiylebirlikte duvar kaplamalarında damozaik bezeme kullanılmaya başlamıştır.Dekorasyonda mozaik kullanımı Romaİmparatorluğu ile tüm Akdeniz'e, KuzeyAfrika'ya ve Avrupa'ya yayılmıştır. Romaİmparatorluğu'nun en usta mozaikçileri gelenekselRoma stilini yerel renk ve desenlerle birleştirmeyibaşarmış, sembol ve desenler çokzenginleşmiştir. Çok tanrılı dönemden Hıristiyanlığageçişle birlikte antik döneme ait57
pek çok desen ve sembol yeni anlamlar yüklenerekkiliselerde kullanılmaya başlanmıştır.Bizans döneminde mimarlık alanında sıkça kullanılanmozaik bezemeler, yer döşemelerinin yanı sıra duvarlardada görülür. Ayasofya’da ve Kariye Camii’ndezengin duvar mozaikleri vardır. Teknik alanda gelişmelerinkaydedildiği, en zengin ve gösterişli mozaiklerin ortayaçıkarıldığı bu dönemde cam malzeme ağırlık kazanmış,cam parçalarının yanı sıra cam ve altın varak uygulamalarınada yer verilmiştir. Bu dönemde Doğu Bizansİmparatorluğu’nun başkenti konumundaki İstanbul’damozaik okulları açılmış, mozaik ustaları vergiden muaftutulmuştur. Özellikle içerisinde dönemin en gözde mozaiklerinibarındıran Ayasofya bu yönüyle öne çıkar. BatıBizans’ta ise İtalya'nın Ravenna kenti, benzersiz mozaikeserleri ile göze çarpar. İtalya’da hala oldukça ilgi görenbir sanat dalı olan mozaikte geleneksel yöntemlerleeserler üretilmektedir.Bizans mimarisinin etkileriyle İslam coğrafyasında daaz da olsa mozaik bezeme örneklerine rastlanır. İslamsanatında mermer mozaiğin yanı sıra ahşap veçini mozaik teknikleri geliştirilmiştir. Şam ve Kudüs’terastlanan duvar süslemelerinde daha çok çiçekler,geometrik desenler ve çeşitli manzaraların oluşturduğumozaik kompozisyonlar yer alır.10-12. yüzyıllar arasında en parlak dönemini yaşayan,13. yüzyıldan itibaren giderek daha az uygulanırolan mozaik sanatı, 15. ve 19. yüzyıllararasında iyiden iyiye unutulmaya yüz tutmuş veresim sanatı karşısında yenik düşmüştür. Mozaiksanatı 19. yüzyılda İngiltere ve Meksika'da yenidenuygulanma alanları bulmuş ve yenidenilgi çekmeyi başarmıştır. 20. yüzyıla gelindiğindemimari ile birlikte anılmaya başlanan mozaikiç ve dış duvarlarda, zeminlerde, havuz diplerinde,masa ve tezgâh üstlerinde, bahçeyollarında, parklarda, meydanlarda ve panolardadekoratif bir uygulama olarakgöze çarpar. Dökme cam, mermer, granit,doğal taşlar, seramik, btb gibi malzemeleriya tek başlarına ya da bir aradakullanarak kent ve ülkeyle uyumlueserlerin üretildiği mozaik, çok eski birtarihin, derin bir kültürün ve çok farklıyorumların sonucu günümüze kadar ulaşmayıbaşarmış özel bir sanattır. uğraş olanmozaik, artık başlı başına bir sanat dalı olarakkabul görmeye başlamıştır. Dünyada olduğu gibi ülkemizde bu alanda başarılı sanatçılar yetişmiştir. Ülkemizinyetiştirdiği mozaik sanatçıları arasında Bedri RahmiEyüboğlu, Ferruh Başağa, Devrim Erbil, Jale Yılmabaşarve Mustafa Pilevneli ilk akla gelen isimlerdir.Mozaik Zengini TürkiyeHer ne kadar mozaik denildiğinde ilk akla gelen ülke İtalyaolsa da ülkemiz de bu alanda İtalya ile yarışacak boyutlardazenginliğe sahiptir. Antik dönemlere ait en zenginkültüre sahip olan ülkemizde, başta dünyanın en bü-59
yük mozaik birikimini barındıran Antakya Müzesi olmaküzere Ayosofya, Zeugma, Efes Antik Kenti ve Demre,mozaik eserleri ile ön plana çıkan yerler arasındadır.İstanbul Büyükşehir <strong>Belediyesi</strong> Sanat ve Meslek EğitimiKursları (İSMEK), ülkemizin mozaik sanatı alanında sahipolduğu zengin birikimin gelecek kuşaklara aktarılması vedeğerli sanatkârların yetiştirilmesine katkı sağlamak amacıylakursiyerlerine mozaik alanında eğitimler vermektedir.2009-2010 eğitim dönemi itibariyle İSMEK’in BakırköyOsmaniye ve Beşiktaş Ortaköy kurs merkezlerindesürdürülen mozaik sanatı eğitimleri, toplam 300 saatlikbir programı kapsıyor. Mozaik sanatının 5000 yıllık tarihçesiile başlayan derslerde kursiyerler, bol bol mozaik örnekleriinceleyerek uygulama tekniklerini öğreniyor.Mozaik sanatını, Anadolu’nun sanatçılara bıraktığı doğalbir miras olarak tanımlayan İSMEK mozaik branşı ustaöğreticisi Meyçem Ezengin, “Mozaiğe gönül vermiş insanlarolarak hem klasik, hem de modern teknik ve malzemelerlebu sanatı daha ileriye götürme misyonunuüstlenmiş durumdayız. Mozaiğin iç ve dış mekanlardakiavantajlarını, sağladığı görsel zenginliği daha geniş kitleleregöstermek amacıyla yoğun emek, dikkat, bilgi veyetkinlik gerektirir. İSMEK’te öğrencilerimize sanatımızınbüyüleyici tarihini, günümüze kadar nasıl modernleşerekgelmiş olduğunu, nasıl meslek edinileceğini gösteriyoruz.Kursiyerlerimizin meslek edinmesini ve bütçelerine katkıdabulunmalarına yardımcı oluyoruz” diyor.Arkeolojinin Simgesi Çingene KızGaziantep`in Nizip İlçesi`nde, Fırat Nehri kıyısında bulunanZeugma Antik Kenti’nden 1998 yılında çıkarılanve “Çingene Kızı” adı verilen mozaik, Zeugma’nın daötesinde arkeolojinin simgesi haline geldi. Kimliği konusundakesin bir bilgiye ulaşılamayan mozaiğe, folkloriközellikleri nedeniyle “Çingene Kızı” adı verildi. Ancakbazı arkeologlar, mozaikteki asma figürlerine dikkat çekerek,çingene olarak tasvir edilen figürün mitolojidekiyer tanrısı Gaia olduğunu ileri sürerken, kimi arkeologlarise ikiye ayrılan saçları, gözleri ve burun yapısı ile bununBüyük İskender olduğunu iddia ediyor.Güçlü deseni ve 360 derecelik açıyla bakabilen gözleriylebir sanat şaheseri olan Çingene Kızı mozaiği,mükemmel işçiliğiyle dünyayı kendine hayran bırakırkenetrafı anlamlı bakışlarla süzen gözleriyle Belkıs'ın,Zeugma'nın ve Türkiye'nin simgesi olmuştur.61
Işık Cama Aşık Olunca...Ayşe KOYUNCUTarihi, camın keşfine bağlı olarak antik çağlara kadar uzanan ve gün ışığı ile doğup yine ışıkla yaşayan bir süslemesanatıdır vitray. Bir zamanlar sadece dini mekanlar, medreseler saray ya da kümbet gibi büyük ve ihtişamlı mimariyapılarda gördüğümüz ve hayranlıkla izlediğimiz vitray sanatını artık bir küpeden tutun da, kapı, pencere, ayna,sehpa, lamba ya da şamdana kadar günlük hayatta kullandığımız pek çok objede görmek mümkün. “İSMEK’in vitrayalanında verdiği eğitimlere katılan kursiyerlerin bir bölümü mesleki anlamda kendilerini geliştirmek isteyenlerdenoluşurken, bir bölümü de yeni bir meslek edinmek isteyenlerden oluşuyor.Günümüzde yaygın olarak ev, otel, fabrika, cami gibimekânların yanı sıra bir küpeden tutunda, kapı, pencere,ayna, sehpa, lamba ya da şamdana kadar günlükhayatta kullandığımız pek çok objede görmeye alışıkolduğumuz vitraya, kısaca ana maddesi cam olan,ışıklı resim sanatı diyebiliriz. Vitray, tarihi antik çağlarakadar uzanan Doğu Akdeniz kökenli bir sanat dalıdır.Bu sanatın kökeni camın icadına bağlı olarak çok eskileredayanmakla birlikte boyalı vitrayın en eski örneklerine9. ve 10. yüzyıllarda rastlanır.Vitray sanatı, 12. yüzyılda gotik mimari tarzı ile paralelbir gelişme göstermiştir. Bu yeni anlayışta yapılaramümkün olabildiğince bol ışık girmesini sağlamayaçalışan gotik çağ mimarları, pencereleri son derecebüyük yapıyorlardı ve pencereleri örtmek için renk-62
li cam paneller kullanılıyordu. Cam parçalarını birbirinetutturmak içinse kurşun çubuklar kullanılıyordu.Avrupa'da özellikle kiliselerde doğaya özgümotiflerin yanı sıra dinsel konuların bellibir düzen içinde resmedilmesindevitray sanatı kullanılıyordu. Vitrayzanaatkârları zaman içerisindecam ve kurşun ile birçok farklıteknikler geliştirdiler.1260’lı yıllarda vitray sanatındayeni bir dönem başlamışve eskiye nazaran ışığı dahaaz geçiren ancak canlı renkleribarından camlar kullanılmıştır.Kiliselerin daha aydınlık olmasıiçin renkli camların yanı sırarenksiz camlar da kullanıldı. 13.yüzyılın ikinci yarısına ait vitraylardabeyaz cam giderek daha da yaygınlaştı.14. yüzyıldan itibaren vitray sanatında uygulananteknikler biraz daha değişti. Gümüş sarısının bulunması,geleneksel siyah boyayı tamamlayanhafif ve çok parlak bir boyama biçimigetirdi. 14. ve 15. yüzyıllardarenkli pencereler büyürken, camlardaha aydınlık bir hal aldı. Budönemde gümüş sarısı ve külrengininhâkim olduğu beyazcamlar tercih edilmiş, uluslararasıgotik üslubunun etkisiile resim sanatında olduğugibi vitraylarda da perspektifkullanılmaya başlamışve gerçeklilik taşıyan eserlerüretilmiştir. Ortaçağın sonlarınayaklaşıldığında özellikle Almanyave İspanya’da vitray sanatıilk dönemlerde olduğu gibiyine canlı ve parlak renklerine, tezat-63
lık etkilerine geri dönerken, pano resimlerin ve gravürlerinetkisi ise giderek daha da arttı.16. yüzyılda çift katlı ve oymalı camlar farklı tonlarınkullanımına olanak sağlasa da vitray tek cam üstünderenkli bir resim olmaya yöneldi. Bu yüzyılın ikinci yarısındayarısaydam haldeki mine kullanımının yaygınlaşmasıylavitray tekniği değişime uğradı.17. yüzyıldan itibaren desen etkisinde vebelli bir sanat değeri taşıyan yapıtlargerçekleştirilmeye devamedildi. Ancak, bu döneminvitray uygulamalarıRoma ve klasik mimarlıkdönemi, renkli vitraylarıylabağdaşmadığı için gerilemeçok hızlı oldu. Vitraysanatı zamanla kültürelve sosyal etkenler nedeniyleeski önemini yitirmeyebaşladı.Çeşitli restorasyon çalışmalarınınyapıldığı 19.yüzyılda vitray sanatı yenidenönem kazanmaya başladıve bu dönemde az sayıdacanlı renklerin kullanıldığı basitkompozisyonlardan oluşan vitraylarön plana çıktı. Vitray sanatınınyeniden doğuşu Fransa’da gerçekleşmişolsa da, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanyabu sanatın merkezi olarak kabul gördü. Vitray sanatı budönemde dini yapıların yanı sıra saray ve malikânelerde,büyük konakların kapı, pencere ve tavan süslemelerindede kullanılmaya başlandı. 20. yüzyılda plastik sanatlardakaydedilen ilerlemelerin etkisi, vitray sanatındada görülmeye başladı ve Almanya’ damodern üslupta yeniden inşa edilen kiliselergenellikle soyut anlayışla yorumlanmışdikkat çekici vitraylarla süslendi.O tarihlerden bu yana dahayalın bir vitray anlayışı ortaya çıkarkengünümüzde vitray giderekönem kazanmış ve özellikle iç mimarlıktadaha çok kullanılmaya başlanmıştır.Vitrayın Türk sanatına girmesi iseSelçuklular dönemi ile başlar. Osmanlıİmparatorluğu döneminde,İstanbul’un fethinden sonraki yıllardainşa edilen cami, saray,konak, medrese, şifahane,türbe gibi birçoktarihi yapıda döneminedamgasını vuran ve bugünbile hayranlıkla baktığımızeşsiz güzellikteki vitraysanatının muhteşem örneklerinerastlanır. Osmanlı yapılarındaözellikle tepe pencereleri renkli camlarlasüslenmiştir. Ancak bu pencereler-64
de birleştirici madde olarak alçı kullanılmıştır. Bunlarnakışlı pencere olarak adlandırılmıştır. Vitray tekniği ilegenellikle bitkisel ve geometrik şekillerle bezeme biçimindeoluşturulan camlardan süzülen ışıklar, yapı içindedeğişik yansımalar meydana getirirken Süleymaniye,Hünkâr Kasrı, Şehzade Türbesi, Rüstempaşa, YeniCami, Topkapı Sarayı gibi yapılar, Osmanlı dönemi vitrayınınen güzel örnekleri arasında sayılabilir.Anlatımına tarih içerisindeki serüvenini özetleyerekbaşladığımız vitray sanatı günümüzde giderekönem kazanırken özellikle iç mimarlıkta ve dekorasyondakullanılmaya başlanmıştır. Bu sanatın uygulayıcılarındanbiri de çalışmalarını 25 yıldırKadıköy’deki atölyesinde sürdüren AhmetSami Oskay. Vitrayı, “Malzemesi camolan, insan ruhuna hitap eden, felsefesive mesajı olan görsel bir sanattır”diye tanımlayan Oskay, ışığıncamın renklerine anlam katılarakyansıyan ışıldamaları, vitrayınbize tattırdığı unutulmaz birsunumdur” diyor.Günümüzde vitrayın sadece cami ve kiliseler ile tarihimekânlarda karşımıza çıkan bir sanat formuolmaktan çıkıp, gördüğümüz her yerdeki camda,mücevherde ve dekorasyonda kullanılır hale geldiğinibelirten Oskay, artık vitrayın genel mekânlardışında kişilerin özel mekânları için de tasarlanabildiğinibelirtiyor. Yaşadıkları mekânlara estetikbir hava katmak isteyen herkesin vitray sanatındanistifade edebileceğini söyleyen Oskay,“Vitray, sanatsal boyutunun yanında günümüzde artıkdekorasyonun bir parçası olarak görülüyor. Bizler desanatsal çalışmaların yanı sıra vitrayı kişisel beklentilerecevap verecek projelerde uyguluyoruz. Bunlar kâh duvarlarısüsleyen bir ayna, tablo, kâh büfe ya da sehpacamı oluyor” şeklinde konuşuyor.Kendisi de bir alaylı olan Oskay, tüm el sanatlarındaolduğu gibi vitray sanatında da eğitimin usta-çırakilişkisiyle daha sağlıklı verilebileceğine inandığını belirtirken,yine de güzel sanatlar akademilerinde vitraybölümünün olmayışını bir eksiklik olarak gördüğünükaydediyor. Vitray sanatının akademilerin resimbölümlerinde seçmeli ders olarak okutulduğunuanlatan Oskay, “Her ne kadar el sanatlarıusta-çırak ilişkisiyle yürütülse de günümüzdeakademik eğitimin öneminide yadsıyamayız. Vitray, görsel birsanat olması dolayısıyla sanatsalaçıdan bir eğitim, aynı zamandaresim yeteneği, mekanik bilgisive el becerisi gerektirir. Bunları n hepsi bir arada olduğu taktirdebaşarılı olunabilir” diyor.Şu anda akademilerde verilen eğitimin 19. yüzyılklasik vitray sanatı tekniklerini içerdiğini anlatanOskay, “Akademilerde verilmekte olan vitray eğitimiartık uygulanmıyor bile. Atölyeler bu konudaçok daha ileride. Akademilerde bir ayda tamamlanabilenuygulamalar, atölye ortamında uygulanantekniklerle üç günde ortaya çıkarılabiliyor.Bu noktada insanlara atölye ortamı66
sağlayan İSMEK gibi eğitim kurumları hayli önem kazanıyor.İSMEK, verdiği eğitimler sayesinde insanlarınsanat dallarını yakından tanımasına imkân sağlamanınyanında uygulamalı eğitimleriyle öğrendiklerinikazanca dönüştürmelerine de olanak tanıyor”diye konuşuyor.Vitray sanatı üzerine verdiği eğitimleriçeşitli kurs merkezlerinde sürdürenİSMEK’in usta öğreticilerindenBilge Yenipınar, kursiyerlerineteorik bilgi aktarımından ziyadeuygulamalı çalışmalar yaptırdıklarını,bu sayede kursiyerlerinel becerilerini geliştirmeyi hedeflediklerinisöylüyor. Toplumun her kesimindenvitraya ilgi duyan insanlarınbulunduğunu belirten Yenipınar, kursiyerleri arasındamimar ve mühendislerin de bulunduğunu kaydediyor.Vitrayın pahalı bir uğraş olduğunu anlatan Yenipınar,“İSMEK’in vitray alanında verdiği eğitimlere katılankursiyerlerin bir bölümü mesleki anlamdakendilerini geliştirmek isteyenlerdenoluşurken, bir bölümü de yeni bir meslekedinmek isteyenlerden oluşuyor.Kimi kursiyerlerimiz ise bu sanatailgi duyan ve özellikle evlerinin dekorasyonundakendi yaptıkları objelerikullanmak isteyenlerden oluşuyor.Bizler de eğitimlerimizi budoğrulta planlıyoruz ve kursiyerlerimizeboyama vitray, tiffany vitray,mozaik vitray ve kurşunlu vitray olmaküzere tüm vitray tekniklerini uygulamalıolarak öğretiyoruz” diyor.67
Anadolu Kadınının Gönül Dili:El NakışıGülseren KARADENİZGünümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte, bilgisayarlı veya yarı otomatik makinelerle üretilen nakışlar yaygın halegelse de, el emeği göz nuru nakışların yeri bir başka. Çeyiz sandıklarının olmazsa olmazı olan nakış işleri, artık sadecemasa ve yatak örtüleri, vitrin örtüleri gibi ev süslemeleriyle sınırlı kalmıyor. Ayakkabılarda, çantalarda, fularlarda, şallardave daha pek çok giyim eşyasında nakış işlemelerini görebiliyoruz.68
Geleneksel el sanatlarımız içerisinde ayrı biryeri vardır el nakışının… Toplumsal yapıiçerisinde sesi çoğunlukla kısık kalmışolan; aşkını, acısını, coşkusunu, hüznünüdillendiremeyen Anadolu kadınınınâdeta konuşan dili olmuşturel nakışı. Gelinlik kızların narin ellerinden,yeni gelinlerin kınalı parmaklarından,sevincin yanı sıra onca acıyıtaşıyan nasırlı bilge ellerden dökülenher bir figür, ayrı bir anlam taşır nakışta.Göz nurunu döktüğü el nakışı, Anadolu kadınınelinin emeği, gönlünün dilidir âdeta. Yaşanılanve düşünülen acı-tatlı nice duyguyu,desenlerin ışıltısında gelecek nesillereaktarma çabasıdır bir anlamda da…Çeyiz Sandıklarının Daima GözdesiGünümüzde teknolojinin gelişmesiylebirlikte artık bilgisayarlı yahut yarı otomatikmakinelerle üretilen nakışlar daha yaygın69
hale gelse de el emeği göznuru nakışların her zaman ayrı bir yerivar. Her ne kadar, kullanılan materyaller bakımındanoldukça ekonomik bir sanat olsa da, el nakışına değerkatan hiç kuşkusuz el emeği göz nuru oluşudur. Geçmiştengünümüze kadar kuşaktan kuşağa gelişerek, çeşitlilikaçısından zenginleşerek gelen el nakışı işleri, bugün deçeyiz sandıklarının gözdesidir. Gelin sandıklarında söz gelimibir Antep işi, bir Maraş işi ya da Bartın işi muhakkak olsunister genç kız anneleri.Yüzlerce yıllık bir geleneğe dayanan el nakışı, yöredenyöreye değişen çok farklı tekniklere sahip. Mesela Antepişi özellikle Antep yöresine has bir iş iken, Hesap işiise genelde Ege Bölgesi’nde yapılagelen bir nakış tekniği.Buna karşın el nakışı sanatının ustaları, günümüzdebu teknikleri belli bölgelere göre sınıflandırmamak gerektiğigörüşünü savunuyor.“Türk işi”, “Antep işi”, “Hesap işi”, “Çin iğnesi” nakışlar,geleneksel ağaç kasnaklarda işlenen nakışlardavücuda gelip, kuşaktan kuşağa aktarılarak geleceğetaşınıyor.Elişi Nakışlar Moda OlduÇeyiz sandıklarının deyim yerindeyse ağır toplarındanolan el nakışı işlemeler, artık sadece masa ve yatak örtüleri,vitrin örtüleri gibi ev süslemeleriyle sınırlıkalmıyor. Ayakkabılarda, çantalarda, fularlarda,şallarda daha pek çok giyim eşyasında nakış işlemelerinigörebiliyoruz. Yani el nakışı artık modanın içinde. Nakışişlemeleri makinelerde de yapılabilir elbette. Zira eldeişlemesi günler süren bir motifi makinede bir saat içindeortaya çıkarabilmek mümkün. Ama bilenler bilir, el nakışınınyeri bir başkadır, ayrı bir değer katar işlendiği kumaşa.El nakışlarının çeyizlik ürünlerin dışında modanın içindede kullanılması, maharetli eller için keyifli bir uğraş olmasınınyarı sıra bir gelir kaynağı da aynı zamanda. Nakışişlemelerinin ekonomik bir bütçe sağlıyor olması, el sanatınaolan ilgiyi de arttırdı. Hanımlar bunun eğitimini almakiçin İstanbul Büyükşehir <strong>Belediyesi</strong> Sanat ve MeslekEğitimi Kursları (İSMEK) gibi kurslara başvuruyor.Nakışta Her Aşamanın Ayrı Teknikleri VarİSMEK kurslarında yoğun ilgi gören el nakışında “Türkişi”, “Antep işi”, “Hesap işi”, “Çin iğnesi” tekniklerikullanılıyor.“Susma”, “beyaz iş“ ve “dante angles” yani “İngilizdanteli” de diğer nakış teknikleri arasında sayılabilir. Bunlardan“susma” tekniği kendi içinde üçgen, dörtgen, civankaş, hasır iğne şeklinde çeşitlilik gösteriyor. Bunlaraek olarak bir “rokoko”, “apriki” gibi serbest teknikler debulunuyor. Her bir tekniğin de iğne ve ipliğin kumaş üzerindekikullanımıyla ilgili farklı alt çeşitleri mevcut. Sözgelimi“hesap işi“nde “düz iğne”, “verev iğne”, “hesapişi antikası”, “muşabak tekniği”, “gözeme”, “balıksır-70
Sözgelimi koyu renkler; karamsarlığı ve içe kapanıklığı,açık cıvıl cıvıl renkler ise dışa dönüklüğü, sevinci simgeliyor.Nakışta kullanılan başlıca figürlerin neyi simgelediğinede bakalım; “Lâleler”, tek halde Allah’ın birliğini, tekliğini“Gül” motifleri ise Allah’ın resulü Muhammed AS’ısimgeliyor. İran etkisi taşıyan motiflerde hayvan figürlerinesık rastlanırken, Müslüman kültüründe ise el işi motiflerdezaman zaman rastlanan insan figürlerine yer verilmiyor.“Eli belinde” motifi, dişiliğin simgesi olarak kullanılıyor. Bumotif, sadece analık ve doğurganlığı simge etmekle kalmıyor,aynı zamanda bereket, kısmet, mutluluk ve neşeyide sembolize ediyor. “Saç Bağı”… Bu figür de evlilikisteğinin göstergesi olarak biliniyor. Doğumu veçoğalmayı simgeliyor. “Boynuz” bereket,güç, kahramanlık ve erkekliği sembolizeediyor. Koçboynuzu motifikoçun önden, yandanve tepeden görünüşüspiral, hilâlgibi şekillerlestilize edilerek dokumalara aktarılıyor. Nakışlardakullanılan bir diğer figür de “Hayat ağacı”… Sürekligelişen, cennete yükselen hayat sembolizeediyor. Hayat ağacı motiflerinde sıklıkla kullanılanservi; uzun ömürlülük, dayanıklılık, güzelşekil ve boyluluk gibi nitelikler serviyi iyilikve güzelliği simgeliyor. Yeniden doğuşun,bedensel ve ruhsal yenilenmenin, yaşamınsürekliliğinin, bereket, soyluluk, bilgelik,saflık ve erdemin sembolü olansu, nakışlarda da hayat buluyor. Nakışlardakullanılan “su yolu” figürü,Anadolu’da yaşamın ta kendisinianlatıyor. Kadının bütün gün içiçe olduğu su motiflere bu şekildeyansıyor. “İm motifi” de hayat ağacımotifi gibi ölümsüzlük ve neslin sürdürülmesiile ilgili motifler arasında yer alıyor.Gergefilegerme; büyükmotifli işlemeparçaları veya birdenfazla kişinin aynı andaaynı işte çalışması gereken durumlardatercih ediliyor. Kasnak ilegerme yöntemi işlemelerde daha rahatve düzgün bir işleme imkânı sağlıyor. Sonolarak kâğıt ile germe tekniği ise küçük işlem motifleriile kumaşsız veya az kumaş kullanılan işlemelerdetercih edilen bir yöntem olarak göze çarpıyor.Nakışta Desenlerin DiliGeleneksel el sanatlarımızda kullanılan her bir motif,her bir desen ayrı bir duyguyu, düşünceyi ifade ediyor.Anadolu kadının konuşan dili olan el nakışında da durumaynı. Desenlerin, bu desenlerde kullanılan renk vemotiflerin türlü türlü duygunun dile gelmiş hali olduğunusöylüyor nakış ustaları.Nakış Bir Gönül İşiİSMEK’in ödüllü usta öğreticilerinden Neslihan Coşkun,el nakışı için “Bir gönül işi” diyor. Kız meslek lisesi mezunuolduğunu öğrendiğimiz Coşkun, ilkokulun hemenardından ortaokul döneminde tanıştığı nakışta en çokTürk işi tekniğini sevdiğini dile getiriyor.Bakırköy Osmaniye Kurs Merkezi’nde görevli NeslihanCoşkun, el emeği göz nuru nakış işlerinin, Suriye’ninbaşkenti Şam’da ve Avusturya’da düzenlenen sergilerdegörücüye çıktığını, büyük beğeni topladığını dilegetiriyor. İSMEK’teki 17 el nakışı hocasından biri olanNeslihan Coşkun, geleneksel değerlerimizden biri olanel nakışı işlerin yurt dışında daha fazla tanıtılması gerektiğinivurguluyor. Daha çok kendisine ait desen tasarımlarıüzerine nakışlar ürettiğini anlatan Coşkun, birebirçizilmiş bir tasarım üzerinde çok nadir olarak çalıştığınıifade ediyor. Antep işinde ise özellikle doğaçlamaçalışmayı tercih ettiğini sözlerine ekliyor NeslihanCoşkun. İSMEK’te nakış derslerine de değinen Coşkun,kursiyerlerine nakış işini öğretirken her birine ayrı birilgi ve alâka gösterdiğini kaydediyor. Coşkun, “Kursiyerleri,hep bir yarışmaya hazırlanıyormuş gibiçalıştırıyorum. Bu da onların birbirindengüzel nakış desenlerini, yarışma heyecanıylanakşetmesini sağlıyor. Ortayada takdir edilesi işler çıkıyorböylece” diyor.73
Kelime-i Tevhid TuğraTürk-İslâm SanatlarınınMimar NakkaşıMutia SOYLUNakkaş-Mimar Semih İrteş, klasik Türk-İslâm sanatları arasında önemli bir yer tutan kalemişinin günümüzdeki en önemlitemsilcilerinden biri… 20. yüzyıl kalemişi sanatının usta temsilcisi Nakkaş Sabri İrteş’in oğlu olan Semih İrteş, yurtiçinde olduğu kadar yurt dışında da pek çok tarihi yapının restorasyon çalışmasında yer aldı. İrteş, “Ruhaniyet olarak birnakkaşın olabileceği en üst yer” dediği Ravza-i Mutahhara’da sonsuza kadar çalışabileceğini söylüyor.Geçmişte ağırlıklı olarak dini yapıların bezemesinde kullanılanve klasik Türk-İslâm sanatları arasında önemli biryer tutan kalemişi, günümüzde artık sivil mimaride detercih ediliyor. Nakkaş-Mimar Semih İrteş, bu sanatıngünümüzdeki en önemli temsilcilerinden biri. Ustakalemkâr ile, restorasyon çalışmalarını kendisiningerçekleştirdiği Üsküdar’daki Valide-i AtikTekkesi'nde açılan nakışhanede bu sanatın inceliklerinikonuştuk. İrteş, en parlak devrini16. yüzyılda yaşayan bu sanatı günümüzdeicra etmenin avantajlarından dezavantajlarına,nakışta modern tasarımlara yaklaşımından,desenlerinde hangi yüzyılınmotiflerini kullanmayı tercih ettiğinekadar çok çeşitli konuya değindi.Semih İrteş ilk olarak, hayata geçirilmesindeşahsi gayretleri olan Valide-i Atik’teki “NakkaşTezyini Sanatlar Merkezi” projesinin nasıldoğduğunu anlatıyor. Şu anda nakışhaneolarak kullanılan bölümün,vaktiyle Nurbanu Valide SultanKülliyesi’nin tekke binası olduğunusöyleyen İrteş, “Burasıyaklaşık 20 senedir restoreedilmeden, kapı pencereleriaçık perişan birvaziyetteymiş. Biz burayailk geldiğimizdeiçler acısı görüntüsüvardı” di-74
Hilye-i Şerifyor. Üsküdar <strong>Belediyesi</strong>’nin, burayı, kültür merkezi veyageleneksel sanatlar için bir merkez yapmak koşuluylaVakıflar’dan aldığını belirten İrteş, yapının restorasyonuve geleneksel sanatlar eğitimi veren bir mekân halinegetirilmesi işi kendisine tevdi edildiğinde hemen kabulettiğini ifade ediyor. “Buranın bütün restorasyon işini bizkendimiz yaptık. Tabii bunu yaparken kendi öz kaynaklarımızıkullandık” diyen İrteş, Üsküdar <strong>Belediyesi</strong>’nin,mekânın alt yapı işleri ve bahçe düzenlemesi işlerini üstlendiğinibelirtiyor. İrteş, yapının kurşunlarını da belediyeninyaptığını, onun dışında hiçbir yerden yardım yapılmadığınısözlerine ekliyor.“Osmanlı nakkaşhane geleneğinin küçük bir örneği”olarak nitelendirdiği Nakkaş Tezyini SanatlarMerkezi’nde kendisiyle birlikte tezhip sanatçısı MamureÖz’ün de dersler verdiğini hatırlatıyor. “Biz burada dahaziyade tezhip ve temel eğitim ağırlıklı çalışma yapıyoruz.Bizim temel eğitim dediğimiz eğitim, başlangıcın üstünde,biraz ihtisas sayılabilecek düzeyde. Sıfırdan öğrencilerimizde var, ama çok az sayıda” diyen İrteş, dahaziyade eski öğrencilerine, onları daha ileriye yönlendirmekve gelecek kuşakların onlardan daha iyi istifadeedebilmesini sağlamak için eğitim verdiklerini vurguluyor.İrteş, Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak verilen TopkapıSarayı’ndaki temel eğitim derslerinin de 30 yıldan buyana devam ettiğini ifade ediyor.Süheyl Ünver’den Tezhip İcazeti Aldı20. yüzyıl kalemişi ustalarından Nakkaş Sabri İrteş’inoğlu olan Semih İrteş, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’inde öğrencilerinden biri. İrteş’e, “Tezhip icazeti aldığınızSüheyl Ünver’in talebesi olmak nasıl bir duygu?” diyesoruyoruz. “Bu duygu, bugün için de dün için de fevkaladeydi”diyen İrteş, Cumhuriyet tarihimizde tezyinisanatların bugünkü düzeye gelmesinde Prof. Ünver’inve onun yakın arkadaşlarının büyük rolü olduğuna dik-Amentü75
Maşaallahkat çekiyor. Geleneksel sanatlarımıza günümüzde hakettiği değerin verilip verilmediği konusunda ise “Biz,her zaman vah deriz, eyvah ederiz. Her şeyi devlettenbekleriz, ama biraz da kendimiz bir şeyler yapmamızlazım. Sözgelimi Süheyl Hoca, hiçbir yardım almadantamamıyla kendi çabasıyla, dar alanlarda çalışmış. Bizimiçin her bakımdan çok önemli bir örnek bu. Bize de düşenonun gibi yoğun şekilde çalışmak” diye konuşuyor.Kalemişi tekniği desenlerinde en çok hangi yüzyılın motiflerinikullandığını soruyoruz Semih İrteş’e. Eskiden ilhamalarak yeni tasarımlar yaptığını söyleyen sanatçı, ençok klasik devir diye adlandırılan 15. yüzyılın son çeyreğiile 16. yüzyılın başından sonuna kadar olan dönem çalışmalarındanetkilendiğini belirtiyor. O dönem yapılan hertürlü mimari ve kitap tezyini sanatlarındaki tasarımlarınkendisinin ilgi alanı içinde olduğunu kaydeden Semih İrteş,“Tasarımlarımı o ilkelere bağlı olarak yapmaktayım.Mimari tezyinat olarak yaklaşık 30 senedir üzerinde çalıştığımgüzel bir koleksiyonum var” diyor.‘Kes-Yapıştır’la Modern Tasarım Olmazİrteş’e, yeri gelmişken, nakışta modern tasarımlara yaklaşımınıda soruyoruz. “Nakış zaten başlı başına modernbir tasarım, soyut bir resimdir” diyor ve devam ediyor:“Çünkü tabiattaki bitkisel usulü direkt olarak kopyaetmemiştir. Nakkaşın, sanatkârın kendi gözünde veAhşapüstü KalemişiAhşapüstü Kalemişi76
Ayet-el Kürsiruhunda ona kattığı ve tamamen sembolik değerlerinolduğu soyut bir şeydir. İşte bu, bugün itibariyle moderndir.”Modern tezyin sanatının, geleneksel desenlerdenkopyalar alıp “patchwork“ denilen kes yapıştıryöntemiyle oraya buraya yapıştırmak olmadığının da altınıçiziyor Semih İrteş. Günümüzde matbaanın yoğunfaaliyeti sebebiyle kitap süslemeciliği olan tezhibin yapılmadığınadikkat çeken İrteş, dolayısıyla tezhip sanatınınbugün levha süslemeciliği ile devam ettiğini söylüyor.15. ve 16. yüzyıl süslemelerinin günümüzde levhalaraaktarılmasının da bir yenilik olduğuna vurgu yapansanatçı, “Hem boyut, hem de biçimsel olarak yeni tasarımlaryapmak zorundayız. Desenlerimizi yeni biçim tasarımlaama eski üsluba uyarak yapıyoruz. Bunlar bencemodern, çağdaş diyebileceğimiz uygulamalardır” diyekonuşuyor.Valide-i Atik’teki merkez için “Osmanlı nakkaşhane geleneğininküçük bir örneği” diyen İrteş’e, Osmanlı dönemindekisaray nakkaşlarıyla karşılaştırıldığında günümüznakkaşlarının şanslı olup olmadığını soruyoruz.“Biz, o döneme göre şanslıyız esasında” diyen İrteş, günümüznakkaşlarının öncelikle teknolojik imkânlar bakımındançok yüksek şansa sahip olduğunu vurguluyor. Odönemde oldukça önemli tezhip çalışmaları yapıldığınadeğinen İrteş, “Biz bugün bile çıplak gözle bunları izle-İstanbul, Arnavutköy Yeşil CamiiBursa, Ulu Camii77
Hilye-i Şerif
yemiyoruz. O kadar ince yapılmış. Bazen hayrete düşüyoruz,‘Bu insanlar bu kadar ince göze nasıl sahip oldular.Elleri, bilekleri ne kadar güçlüydü’ diyoruz. İmreniyoruzve onlardan feyz alıyoruz dolayısıyla” şeklinde konuşuyor.Günümüz Nakkaşları Daha Şanslı“Sözün kısası, teknolojiden yararlanabiliyor olmak bakımındanşanslıyız, ama bu sanatı icra ederken ruhun gerektiğiinceliğe kavuşturulması bakımından da şanssızız”diyen İrteş, şöyle devam ediyor: “Çünkü o anı yaşamıyoruzbiz. Halbuki bu iş için o anı da yaşamak lazım. Ruhuno güzelliğe tatması lazım. Çevreyle, insanlarla bütün herşeyiyle yaşamak lazım ki, o müthiş noktaya varabilesiniz.”“Uygun mekânlar, bu iş için gerçekten insanın ruhunufevkalade rehabilite eden yerler” diyen İrteş, TopkapıBursa, Süleyman Çelebi CamiiSarayı’ndaki dersler dışında halen çalışmalarını sürdürdüğüValide-i Atik’teki sanat merkezinin, tam da böylebir mekân olduğuna değiniyor. Sanatçı, “Burada biz,İstanbul’un o yoğun temposunun çok dışında sakin,sessiz, sıkıntısızız. Böyle bir ruh hali içersinde çalışıyoruz.Burada çalışan bütün arkadaşlarımız son derece mutlu.Allah’u Teala’nın, yoğun çalışmalarımızın neticesindebize böyle bir yeri bahşettiğini düşünüyoruz” diyor.“Yine şanslıyız diyorum çünkü” diyerek Osmanlı döneminakkaşlarıyla günümüz nakkaşlarını karşılaştırmayadevam ediyor Semir İrteş: “Tezhip o dönem sadecegün ışığında yapılabiliyordu, ama biz bugün elektriksayesinde gece gündüz çalışabiliyoruz, ışık sorunumuzyok. Mum ışığında ya da yağ lambasında yetiştireceğiçalışmalar varsa çalışmak zorundaydı o dönemin tezhipsanatçıları. Sonra gözünüzde herhangi bir bozuk-Bursa, Süleyman Çelebi CamiiBursa, Süleyman Çelebi Camii79
Yeni Camii Hünkar Kasrı Başoda Kubbesiluk olduğunda kullanacağınız gözlük yoktu o devirde.Şimdi teknolojinin ürettiği gözlükleri kullanıyoruz.”Semih İrteş sözü hazır nakkaşların, sanatlarının ileriki dönemlerindegözlerinin bozulmasına getirmişken, Nobelödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”romanında geçen kör nakkaşları soruyoruz. “Pamuko romanında ‘kör nakkaş’ diyor. Tabii Orhan Bey oradabunu farklı bir şekilde yorumlamış. Kesinlikle kurgu bu,gerçeğe dayanmıyor. Düşünebiliyor musunuz, nakkaşıngözlerine iğne batırılacak gözleri kör olacak…” diyen İrteşbir sanatçının ne kadar becerikli olursa olsun, bir atıgörmeden mükemmel bir şekilde çizmesinin mümkünolamayacağını vurguluyor. İrteş, ‘kör nakkaş’ tanımındanşunun anlaşılması gerektiğini söylüyor: “Nakkaş sanatındatam kıvamındayken gözleri tam görmüyorsa, işte onakkaş kördür. O dönemde gözlük yok. Onun ruhununne kadar çok ezildiğini, ne kadar çok ıstırap çektiğini düşünebiliyormusunuz? Üretmek istiyor, içindeki o güçlüsanatı ortaya koyamıyor. İşte bir nakkaşın körlüğü bu olabilirancak. O devir içersinde de bu tür kişiler baş nakkaş,ser nakkaş oluyor. Gelen siparişlerin sıralamasını yapıyor,tasarımını yapıyor, yönlendiriyor. Nakkaşhanede iş paylaşımıyapıyor. Ser nakkaşlık devri hep 45- 50 yaş üzerindenoluyor. Tecrübenin hat safhaya geldiği andır bu yaşlar.”16. Yüzyılda Malzemeler Daha KaliteliydiKalemişinde hangi malzemeleri kullandığını sorduğumuzsanatçı, projelerinde toprak ve pigment boya-Adana, Sabancı Merkez Camii80
Hilye-i Şerif81
Japonya, Tokyo Camiilar başta olmak üzere, Arap zamkı, tutkal ve altın varakkullandığını anlatıyor. “Aslında Osmanlı dönemi nakkaşlarıkarşısında şansımızın bittiği yer de burası, malzeme…”diyen İrteş, o dönem özel el yapımı kâğıtlar, İstanbulkâğıtları kullanıldığını, 16. yüzyılda bile bu kâğıtlarınçok pahalıya satıldığını söylüyor. O dönem malzemelerinkesinlikle daha kaliteli olduğunu, asitsiz kâğıtlar, doğalboyalar kullanıldığını dile getiren İrteş, bu her bakımdankaliteli malzemelerle üretilen çalışmaların da yüzyıllaragüçlü bir şekilde meydan okuduğunu ifade ediyor. 16.yüzyıl mimarisinde kullanılan altının, 400 senelik bir zamanadirenme gücü olduğuna dikkat çeken sanatçı, bugünkullanılan ve genellikle Almanya başta olmak üzereçeşitli Avrupa ülkelerinden getirtilen altınların kısa süredeokside olduğuna işaret ediyor. Altından bahsetmişken busanatın biraz masraflı olduğuna dikkat çekiyoruz. İrteş,bununla ilgili de, “Evet biraz öyle. Tezhibin vazgeçilmezmalzemesi isminden de anlaşılacağı gibi altınlamada kullanılanaltın. Baş malzememiz altın. Bugün tabii çok ucuzaltın satan yerler de var. Ama 23-24 ayar en kaliteli satanlarda var. Sanat yaptığınız için haliyle malzemenin enkalitelisini almak zorundasınız. Yani gerçek bir sanatkârhiçbir zaman malzemeden kaçmaz, kaçıyorsa o zamanzaten sanatkâr değildir o. Çünkü emeğini, ruhunu veriyorsun,o vakit de zamana olabildiğince direnmesini istiyorsuneserinin doğal olarak” diye konuşuyor.Yurt Dışındaki Eserlerde Semih İrteş İmzasıYurt içinde pek çok mimari eserin restorasyonunda kalemişiçalışmaları bulunan Nakkaş-Mimar Semih İrteş,“Türkiye’de yeni birçok yapının iç tezyinatı ile birliktepek çok restorasyan faaliyetlerimiz de var” diyor.1960 yılından günümüze kadar İstanbul-Topkapı Sarayırestorasyonlarında çalıştığını belirten İrteş, yurt içindeen önemli restorasyonlarından birinin de 2009 yılın-Japonya, Tokyo CamiiJaponya, Tokyo Camii82
Esma-ül Hüsnada tamamlanan Bursa Ulu Camii restorasyonu olduğunukaydediyor. Üç yıl süren bu çalışmayla ilgili olarak,“Bursa Ulu Camii’nde gerçekten çok güzel eserler yaptık.Bunların başında 500 yıllık ahşap kündekâri tekniğindeminber geliyor. Ayrıca orada 16. yüzyıl deri üzerineçok özgür, çok ilginç yazılar bulduk, boya altındançıkardık. 500 yıllık bir cami olmasına rağmen içinin nakışlarıve yazıları, 1857 depreminden sonra yenilenmiş,devrin hat üstatları camiye müthiş çalışmalar yapmışlar.Biz o yazılara hiç dokunmadan sadece temizlikleriniyaptık, kimyasal ve mekanik yolla. Bu çok uzun bir yol,ama restorasyon da bu olmalıdır. Yani bir yerden kopyaalıp onu aynı renklerle yapıyorum demek restorasyondeğildir. Mevcudu korumak, sağlamlaştırmak, gelecekkuşaklara en iyi şekilde onu bırakmaktır” diye konuşuyor.Yurt içinde daha birçok yeni ve tarihi yapıda kalemişiçalışmaları bulunan İrteş’ten, yurt dışındaki çalışmalarınada değinmesini istiyoruz. İrteş, yurt dışı çalışmalarınıda şu şekilde sıralıyor: “Yunanistan-Gümülcine’deve Mostar’da birer tarihi yapının restorasyon çalışmalarınıyürüttük. Türkmenistan’da Ertuğrul Gazi Camii’nintezyinini biz yaptık. Ayrıca Japonya’da Tokyo Camii ileBerlin Şehitlik Camii’nin yanı sıra son 3-4 senedir deÇeçenistan’da camiler yapıyoruz. Bu benim sanat hayatımdaçok önemli bir merhaledir. Orada 5-6 cami tezyinatıyaptık. Kafkasyalı olmalarına rağmen, Osmanlı mimarisiniçok beğendikleri için Osmanlı sistemi içinde camileryapılıyor, ben de onların tezyini için uygulamalaryapıyorum. Türkiye’de 30-35 senedir yapmak istediğimahşap üstü kalemişi tekniğini de orada uygulama yapmaimkânına sahip oldum.”Aile Ekibinin Desteği BüyükEsma-ül HüsnaRestorayson çalışmalarını aile ekibiyle gerçekleştirdikleriniöğrendiğimiz İrteş’e, aile ekibinin desteği ile çalış-Almanya, Berlin Şehitlik CamiiÇeçenistan, Hacı Ahmet Kadirov Camii83
Türkmenistan, Aşkabat Ertuğrul Gazi Camiimanın avantajlarını da soruyoruz. “Kalemkârlık bizimbaba sanatımız. Çok küçük yaşlarda bu işe başladık. Bilinçliolarak herhalde 14-15 yaşlarında filan ama çıraklıkdevrem 7-8 yaşlarında o ortamda oynayarak olmuştur.İnsanlar çocuk yaşta sokaklarda filan oynarlar. Bizimoyun sahalarımız cami avluları, saray bahçesi (TopkapıSarayı’nı kast ediyor), hep böyle geçti çocukluğumuz. Okültürün devamlı içindesiniz, onu yaşıyorsunuz çünkü.Bu sanatta çıraklık devremi de kalfalık ve ustalık devremide hep orada yaşadım. Babam oranın restorasyon işleriniyürüyordu. Biz üç kardeşiz, ben en büyükleriyim.İki kardeşim daha var Hayrettin ve Adnan.. Babam Sabriİrteş, Sabri Usta diye anılır. Bu çalışmaların neticesindeTopkapı Sarayı bizim için çok önemli bir yer alır. Benimiçin çok önemli bir mekândır. Bütün Türkler için önemlidirama ben içinde yaşayan bir insan olarak, orada tamiryapan bir insan olarak çok önemli. İşte burada çok çalışmalarımızoldu. Bu çalışmalarımız halen devam diyor. BiliyorsunuzTopkapı Sarayı’nın sırf harem dairesi 400 oda-Namaz SureleriTürkmenistan, Aşkabat Ertuğrul Gazi Camii84
Topkapı Sarayı, Bağdat Köşküdan meydana geliyor. Birini yapsanız 50 sene sonra diğerineancak sıra geliyor. Yani aile bugün çalışmalarını bukonuda yürütüyor.” Baba Sabri İrteş’in izinden giden Semihİrteş’in oğlu Selim de dede-baba mesleğini tercih etmiş.Hâsılı, İrteş ailesinde, kalemkârlık babadan oğula geçiyordiyebiliyoruz.Semih İrteş, esasen harita mühendisliği eğitimi almış olmasınarağmen geleneksel sanatı tercih eden oğlu için,“Babam bizi mesleğe zorlamadı, biz de çocuklarımızı zorlamıyoruzama ilgisi var oğlumun. O da benim gibi hepbu ortam içinde büyüdü. Şimdi artık üçüncü kuşak olarakonları (yeğenlerini de kast ediyor) yetiştirmeye çalışıyoruz”Gönlünde Kutsal Mekânlar Yatıyordevamında bulunmayı çok isterdim. O devir yine beniçok mutlu eden bir çalışmadaydım, Medine’de Ravza-iMutahhara’daydım. Orası ruhaniyet olarak bir nakkaşınolabileceği en üst yer. Ve ilginçtir, ben 1982 yılındaTopkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nin restorasyonunuyaparken Ravza-i Mutahhara’dan çağırıldım. O birçağırılmadır. Çünkü o hizmetten dolayı orası nasip oldu,orada üç aylık bir hizmetim oldu. Tabii orda sonsuza kadardevamlı çalışmak, hizmet etmek çok güzel olurdu.”Semih İrteş’e, bugün böylesi bir proje gelse tepkisinin neolacağını soruyoruz hemen. Usta sanatçı, “Gitmeyeceğimdemem mümkün mü? Zaten böyle bir şeyde götürülürsünüz.Her zaman için biz oraya sevdalıyız. Tabii gönüldenbu işi yapmayı arzu ederim.” diyerek yanıtlıyor sorumuzu.Bu arada, kalemişi restorasyon çalışmalarında dikkat edilmesigereken konulara da değinen Semih İrteş, bu teknikteyapılan bir hatada geriye dönüş olmadığını bilerekçalışma yapmanın önemine vurguladı. “Baştan birtakımtedbirleri en iyi şekilde almak lazım” diyen İrteş, sanattarihi bilgisine sahip olmanın da önemli olduğunu işaretederek, “Söz gelimi, bugün yapılan bir resrotasyonda18. yüzyıl nakışı, varsa 15-16 yüzyıl nakışlarını araştırmaklazımdır. Yoğun röleveler, ölçüler almak, renk analizleriniyapmak, projeleri buna göre hazırlamak lazımdır” diyor.Semih İrteş’e, “Yurt içinde yahut yurt dışında bir mimarieserin restorasyonunda benim de imzam olsun dediğinizbir yapı var mı?” diye soruyoruz. “Zor bir soru” diyorSemih İrteş, “Allah neyi nasip ederse biz ona doğrugidiyoruz. Mesela Topkapı Sarayı’ndaki çalışmalarımındevamı beni hep mutlu etmiştir. O mutluluğu muhakkakki yaşamımın sonuna kadar yaşamak isterim. Bu aradaklasik devrin üstün mekânlarının birtakım yerlerinde çalışmalaryapmak isterim. Bir takım araştırmalar da yapmakisterim. Bunların bazılarında çalışma şansına sahipoldum. Mesela Edirne Selimiye Camii’ni çok arzu ederdim.Nitekim onda birkaç aylık bir çalışmam oldu, onunAmener Resulu85
Zırhlı Orhaniye Fırkateyni'ne Ait Kıç arması, 19. YüzyılOsmanlı BahriyesindeAhşap SanatıHamdi EKREMTersane-i Amire’de hizmet veren değerli ustaların maharetli ellerinde vücut bulan Osmanlı bahriyesine ait ahşap eserler, "OsmanlıBahriyesinde Ahşap Sanatı" adıyla Beşiktaş’ta bulunan İstanbul Deniz Müzesi'nde sanatseverlerin beğenisine sunuldu.86Gemi Demiri Oyması, 19.-20. YüzyılAhşap sanatı Anadolu’da, özellikle Selçuklulardöneminde gelişerek bu coğrafyaya has birüslup kazandı. Bu dönemde daha çok mimarieserlerde kendini gösteren bu sanat,Osmanlı döneminde ise mimari yapıtlarınyanı sıra gündelik eşyalarda da uygulandı.Ahşap sanatı, 15. yüzyılın sonlarındanitibaren ise denizlerde gösterdiği üstünbaşarıyla kendisini dünyaya artık birdeniz imparatorluğu olarak kabul ettirenOsmanlı İmparatorluğu bahriyesindede yerini aldı. Osmanlı bahriyesininidari merkezi ve gemi inşa faaliyetlerinin sürdürüldüğübaşlıca yer olan Tersane-i Amire’de,‘tersane halkı’ diye anılan marangoz, kumbaracı,kalafatçı, burgucu ve oymacı gibi birçokusta hizmet vermiş ve ustalar aracılığıylagemi baş figürleri, armalar, tuğralar,gemi isim levhaları ve gemi inşası sırasındakullanılan daha birçok süslemede,ahşap sanatı başarıyla uygulandı. Osmanlıbahriyesinde yer alan ve günümüzekadar ulaşan ahşap eserler, "OsmanlıBahriyesinde Ahşap Sanatı" adıylaBeşiktaş’ta bulunan İstanbul DenizMüzesi'nde sergileniyor.
Osmanlı’nın hemen her alanda sanatla iç içe ve sanatadeğer veren bir imparatorluk olduğunun canlı bir kanıtıniteliğindeki "Osmanlı Bahriyesinde Ahşap Sanatı"sergisinde, 18 adet arma, 5 adet gemi baş figürü, 22adet tuğra, 28 adet gemi isim levhası ve 77 adet çeşitlisüslemelerden oluşan eser yer alıyor. Sergilenen ahşapeserlerin ortak özelliği ise Tersane-i Amire’de tavşanmağazası, oymacı mağazası ve burgucu mağazasıdiye isimlendirilen atölyelerde görevlendirilen ustasanatkârların ellerinden çıkmış olması. Osmanlı savaşgemilerinde ve bahriye binalarında kullanılmış bu eserler,bulundukları mekâna estetik bir değer kazandırmanınötesinde, sadece gemi inşa edilen bir yer olarakdüşünülen Tersane-i Amire’nin sanata hizmet edenfarklı bir yönünü de gösteriyor bizlere.Gemi Baş Figürleri Dikkat ÇekiyorTersane-i Amire atölyelerinde büyük sabır vemeşakkatle adeta ilmek ilmek işlenerek ortayaçıkarılan ve neredeyse bir asır sonra tüm ihtişamlarıyla"Osmanlı BahriyesindeAhşap Sanatı" sergisindekarşımıza çıkan eserler;armalar, padişah tuğraları,gemi isim levhalarıve gemi baş figürleri olaraksınıflandırılıyor.Fethiye Kalyonu Kıç arması, 19. YüzyılOsmanlı bahriyesine ait gemilerdeve birçok denizci devletin gemilerindegörülen gemi baş figürleri,serginin en çok dikkat çekeneserleri arasında yer alıyor. Osmanlıİmparatorluğu’nun diğer devletlerdenfarklı olarak gemi baş figürü için, İslamdünyasında tasviri yasak olan insan suretiyerine güçlü, yırtıcı ve düşmanda korku uyandırmasıbeklenen kuş, aslan, kaplan, at ve ejder gibi çeşitlihayvan suretlerinin kullandığı görülüyor.Dünyanın En İhtişamlı Arması Bu SergideBir aile, hükümdarlık, şehir ya da hükümete ait olanve onu diğerlerinden ayırt etmeye yarayan belirleyiciişaretler genel olarak arma olarak tabir edilirken Osmanlıİmparatorluğu, uzun yıllar padişah tuğralarınıarma olarak kullanmış. Ancak padişah tuğralarınınBatılı armalar karşısında anlaşılmaz simgeler olarakkalması, yeni bir arma ihtiyacının doğmasına nedenolmuş ve böylece militarist bir görünüme sahipyeni armalar oluşturulmuş. Çok sayıda silah vesimgenin bir arada kullanıldığı armalarla, Osmanlıİmparatorluğu’nun güçlü ve geleneksel bir orduyasahip olduğu mesajı verilmeye çalışılmış.Armada, mızrak, tek ve çift taraflı teber, törenkılıcı, ağızdan dalma top, gürz, süngülütüfek, ok, yay, tirkeş, ve toplu tabancagibi silahlar ile Osmanlı sancağı,hilafet sancağı, bereketboynuzu, borazan, zurna,asa, kitap, meşale,çıpa ve nişan gibi bazıkurumları ve değerleritemsil eden simgelere yerverilmiş, bunlar oval bir kalkanınetrafında sıralanmış. Osmanlıarması, üzerindeki obje ve simgelerinçeşitliliği ile çok ilgi görmüş,Osmanlı toplumunca sevilipbenimsenerek birçok eşya, bina vesanat eserinde de kullanılmış. Arma,bahriyede ise Osmanlı İmparatorluğu’nunbir simgesi olarak savaş gemilerinin baş veSultan Abdülaziz'e Ait Tuğra, Hükümdarlık Dönemi 1861-187687
Şeref Ressan Fırkateyni'ne Ait Kıç Arması, 19. Yüzyılkıç tarafında ya da kamarasında, saltanat kayıklarınınköşkünde, daire kapılarının üzerinde ve binaların içindekisüslemelerde yerini almış.Usta sanatkârların ellerinden çıkan ve Zırhlı OrhaniyeFırkateyni’ne ait,dünyada müzelerde bulunan en büyükahşap oyma arma özelliği taşıyan 14 metre 50santimetre uzunluğundaki 24 ayar altın varaklı ahşapkabartma baş arma da “Osmanlı Bahriyesinde AhşapSanatı" adlı sergideki 18 adet arma arasında yer alıyor.Sergideki bir başka arma ise Aziziye Fırkateyni’ne ait 8metre boyundaki arma.Osmanlı Ahşap Sanatında İnce İşçilik Tuğralar“Osmanlı Bahriyesinde Ahşap Sanatı" sergisinde, Osmanlıİmparatorluğu’nu temsil eden simgelerden biriolarak padişahlarca kullanılan ve imza yerine geçentuğralar da yer alıyor.Padişah tuğraları, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundansaltanat kaldırılıncaya dek önemini yitirmedençok farklı alanlarda kullanılmış. Üzerinde padişahın vebabasının isimlerinin yazılı olduğu tuğralar, 16. yüzyıldanitibaren gelişmeye başlamış, 17. yüzyıla gelindiğindeise sağ taraflarına bayrak ya da çiçek gibi işaretlerkonulmaya başlanmış ve 18. yüzyılda da tamamenolgunlaşmaya başlamış. Tuğraların üzerinebayrak ya da çiçek gibi işaretlerinyerine zaman zaman padişahınmahlasının yazıldığı dagörülür. Sultan Bayezitdönemindenitibarentuğraya;h a n ,muzaffer, muzaffer daima, el muzaffer gibi unvanlargirmeye başlamış. Önceleri berat, menşur, ferman, hüküm,mülkname, vakfiye gibi resmi evraklar üzerineçekilen tuğra daha sonra paralar, defter ve kayıtları başındave bir hanedan arması olarak bayraklar, pullar,resmi abideler, resmi abideler, harp gemileri ve binalardakullanılmış.İstanbul Deniz Müzesi’ndeki sergide sırasıyla 3. Selim,2. Mahmut, Abdülmecit, Abdülaziz ve 2. Abdülhamit'eait ahşap tuğralar yer alıyor. Gerek savaş gemilerinde,gerekse bahriyeye ait binalarda kullanılan tuğralar, buyerlerde padişahı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilediyor.Gemi İsim Levhaları Ahşap Sanatının Işıltısını Yansıtıyorİstanbul Deniz Müzesi’ndeki sergide yer alan bir başkaahşap eser grubu ise Osmanlı donanmasına hizmet etmişgemilerin isimlerinin yazılı olduğu ahşap isim levhalarındanoluşuyor.Gemi isim levhaları,gerekkadırga (kürekli)dönemindegerekse kalyon(yelkenli)döneminde gemireislerinin adıyla anmışve kayıtları gemi reislerininisimlerine göre tutmuş.Tarihi Kadırgaya Ait Ejder Figürü
Ertuğrul Yatı'na Ait Kıç Arması, 20. Yüzyıl Başı18. yüzyılın başlarından itibaren kalyonları, üzerindeki figürlerleadlandırmış, daha sonraları ise bilinen isimlerivermeye başlamış. Bu dönemde kalyonlara, “ejder başlı”,“siyah at başlı”, “siyah aslan başlı” ve “servi bağçeli”gibi baş ve kıç figürlerinin adları verilmiş. 18. yüzyılın ortalarındanitibaren, cesaret ya da kahramanlık bildiren yada Yaradan’dan zafer ve yardım dileyen “Peyk-i Zafer”,“Peleng-i Bahri”, ve “Nasr-ı Bahri” gibi adlar kullanılmış.18. yüzyılın sonlarında ise gemilere “Mahmudiye”ve “Hamdiye” gibi padişah isimleri verilmeye başlanmış.Efsanevi Saltanat Kayıkları“Osmanlı Bahriyesinde Ahşap Sanatı” sergi salonundaOsmanlı padişahlarının kullanıldığı saltanat kayıkları veAtatürk'ün de bir süre kullandığı Ertuğrul Yatı'nın süslemeleride oluşturulan iki ayrı odada sergileniyor.İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı padişahları Boğaziçive Marmara Denizi’nde gezinti yapmak için saltanatkayığı olarak adlandırılan tekneler kullanmışlardır.Saltanat kayıkları çeşitli boylarda olup, “köşklü”ve “kuşlu” gibi adlarla anılırdı. Saltanat kayıklarınınkıç taraflarında padişaha ayrılmış köşk kısımlarıbulunurdu. Bu kısımların süslemesindealtın, gümüş, bağa ve sedef gibi kıymetli taşlarkullanılmıştır. Baş kısımları uzun ya da kıvrık olup,buraya ahşap veya gümüşten yapılmış kartal veya denizkuşu gibi figürler konulmuştur. Hükümdarların kayıklarıtersanede inşa edilmiş ve bu kayıklar SarayburnuKayıkhanesi’nde, tersanede ya da Dolmabahçe’de muhafazaedilmiştir. Kayıkların inşa tarzları ve süslemeleri,yapıldıkları döneme göre farklı özellikler göstermektedir.Yatı, bu tarihten sonra Cumhurbaşkanlığı Yatı olarakkullanılmak üzere İstanbul Bahriye Komutanlığı'nın hizmetinesunulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, 1926-1937 yılları arasında Ertuğrul Yatı’nı CumhurbaşkanlığıYatı olarak kullanmış, birçok devlet adamı ve kralın ağırlandığıyat, 1939 yılında hizmetten çıkarılmıştır.Her alanda olduğu gibi sanat alanında da dönemindeöne çıkan Osmanlı İmparatorluğu, gerek sanat dallarınıngelişimi gerekse sanatçıların korunması için büyükçaba sarf etmiştir. Hatta pek çok Osmanlı padişahı,farklı sanat dallarıyla ilgilenmiş ve değerli eserler ortayakoymuştur. İşte, İstanbul Deniz Müzesi’ndeki "OsmanlıBahriyesinde Ahşap Sanatı" sergisi de bizlerebir kez daha gösterdi ki Osmanlı İmparatorluğu, sanatıöyle özümsemiş bir milletti ki gemi inşası için kurulanTersane-i Amire’de bile değerli ustalar için iş alanlarıoluşturmuş ve savaş unsurlarına dahi sanatsal bir boyutkazandırmıştır.Ertuğrul Yatı Arması1904 yılında padişah yatı olarak hizmete giren ve 1926yılına kadar donanma kadrosunda yer alan ErtuğrulKuş, Ertuğrul Yatı'nın Baş Figürü, 20. Yüzyıl
Geleneksel Kiev El SanatlarıIgor POSHYAVILO *Ukrayna’nın başkenti Kiev, namı diğer “Rus şehirlerinin anası” eşsiz sanatları ve el sanatları sistemleri ile ipekve baharat yolları üzerinde bulunan önemli bir tarihi şehirdir. 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, Rusİmparatorluğu’nun egemenliği altında olan Kiev; resim, dini mimari, tahta ve cam işleme, seramik, örgü ve hasır işlerialanında meşhurdu ve bu sanatlar çeşitli illerde el işi merkezlerinin ve pazarlarının oluşmasına ön ayak olmuştu.Günümüzde Kiev, Ukrayna’nın kültürel mirasının korunması ve geliştirilmesi için lider konumunda bir merkezdir.90
Şüphesiz, insanlığın yaşayıp gelişmesinde önemli rol oynayanözelliklerinden biri insanın yaratıcılığıdır. Bu yaratıcılıkinsanın etrafındaki dünyanın kavranması ve idrakedilmesine, uyumlu etkileşim içerisinde olmaya, temelbilgilerin korunmasına ve bir nesilden diğerine kelimeler,işaretlerle görüntülerle ifade edilmesi ve iletilmesineyöneliktir. En son bilimsel kavramlara göre, cisimlerinyaratılması, insanoğlunun evrimsel gelişimindehomo faber - yaratıcı olarak davrandığı yeni bir evrimbasamağına geçmesini sembolize etmektedir. Amerikanantropoloji uzmanı Ellen Dissanayake’nin düşüncesinegöre, insanoğlu dünyaya elleri ile bir şeyler yaratmakiçin gelmiştir ve "ilk insanlar, ilk zanaatkarlar olmuşlardır:yaratması gereken adamlar olarak" (Dissanayake1994: 3). Ukraynalı filozof Mykola Berdyaiev, insanoğlununolmak için yaratıldığı ve bu yüzden yaratıcıolduğuna ikna olarak, insan ahlakını sadece yaratıcılıkçerçevesinde ele almıştır. Parlak bir Ukraynalı akademisyenolan Mykola Kostomarov, "Symbolism of Nature"adlı kitabında fiziksel doğa ve insanoğlu arasındakiilişkinin sorunlarına yanıt aramıştır ve "hammaddeninruhsal özü ile bağlantılı olduğuna" emin olmuştur(Chyzhevsky 1992: 152). Meşhur bir İngiliz arkeologolan Childe Gordon "Man Makes Himself" adlı kitabında,çömlekçiliğin yapıcı karakterinin insanoğlunun fikirleriniileri götürdüğünü ve kilden çömlek yapmanın insanoğlununyaratıcılığının en üstün göstergesi olduğunuiddia eder (Reed 1976: 119).Sanat yaratıcılığının özünün kutsal bir faaliyet ve ustasanatçı-zanaatkarınyaratıcı olarak algılanması, bu gibibilimsel araştırmaların basamaklarına sadece homo sa-91
pienlerin değil, homo aestheticuların bakış açısından datoplum ve insanoğlunun doğasının kavranmasına ilişkingeniş bir teorik anlayış sunmaktadır. Bu gibi sorunlarınçözümü için sarf edilen gayretler, Batı’da, bilimsel vesanatsal düşüncelerin; içerisinde el işlerinin "malzemetarafından ön ayak olunan, şeklin egemen olduğu, sosyaltarafından kutsanmış bir çaba" olarak tanımlandığı‘Unified Theory of Craft’ (Tümleşik El Becerileri Teorisi)nin geliştirilmesine yol açtı (Braman 1994: 2).Halk sanatlarının gelişim süreçlerinin analizinde, gelişiminaritmetik toplam şeklinde, bir gelişmeden sonradiğerinin izlemesi ile gerçekleşmediğini not etmek gerekir.Tarihin her yeni safhasında sanat yeni bir özellikkazanmıştır, toplumun gelişimi ile beraber gelişmiş vesanatın gelişimi ilk başta sanatın toplumun her yenigelişim safhasını nasıl yansıttığı ile belirlenmiştir. M.Nekrasova’ya göre, halk sanatları dört temel yönde veşekilde gelişmektedir; geleneklerine sadık kalan bireyselzanaatkarların faaliyetlerinde yerel kültürel gelenekleritemel alan spontane gelişim; ve "okullu" sanat sponsorluğualtında örgütlenmiş, uzmanlaşmış çalışma atölyelerivasıtası ile (Romanets 1998: 23, 25).Değişen dünyamızda, doğası gereği istikrarsız olan kültür,kültürel kökenler, geleneklerin süregelmesi, kültüryayılımı, sistematik dönüşüm ve kültür yapısının dönüşümügibi dinamik trendler ile nitelendirilmiştir. Ayrıca, halksanatlarının otantiklik özelliklerinin, tarihi ve sanatsal ardıllığıntanımlanması için standart kriterlerin daha bulunamadığınıda itiraf etmeliyiz. Geleneksel sanatların tarihisürekliliği, bilgi ve becerilerin süregelmesinin kendiliğindenoluşması, klişe şekiller, kırsal hayat ve ilgili işlevleri ileilişkilendirme, çoğu bilimsel araştırmada halk sanatlarınınotantikliği ile ilişkili kriterler olarak kullanılmaktadır.Ulusal kökenleri, genetik hafıza, yüzyıllar boyuncaoluşturulmuş ruhani gelenekleri olmayan bir kültürvar mıdır? Kendi ülkemin deneyimlerinden yola çıkarak,söylemem gerekir ki, Ukrayna’da geleneksel kültürher daim ulusal kültürün rolünü üstlenmiştir. Profesyonelkültüre gelince, politik sebeplerden farklı kültürelortamlarla birleştirilmiştir. Ortak geleneksel temelhalkın birliğini, inançlarını ve etik prensiplerini korumuştur.Ayrıca, belirtmem gerekir ki, Ukrayna’nın devletstatüsüne kavuşmadan evvel geçirdiği dönemde,Ukrayna’nın diğer kültürlerin egemenliği altında baskıgördüğü söylenebilirdi. Ukrayna ulusunun kendisiniayrı bir ünite olarak muhafaza etmesinin en önem-92
li unsuru geleneksel kültürüdür. Ukrayna’ya has inançlar,efsaneler, destanlar, halk şarkıları ve dansları, törenlerve gelenekler, giysiler, halk sanatları, gelenekselevlilik törenleri ve hatta cenaze törenleri, Ukrayna’nınulusal kimliğini korumaya yardımcı olmuştur.Bu yüzden, kültürel miras, ulusal kimliğin en önemli unsuru,sosyal gelişim için idealler, öncelikler, ruhani yönelimlersisteminin oluşması, korunması ve ulusal kültürmirasının aktarılması için önemli bir araçtır.UNESCO'nun tavsiyelerine göre, kültürel miras, halklarınve kültürel toplulukların kültürel kimliklerini ortayakoyan bir araçtır. UNESCO Genel Müdürü Koichiro Matsuuratarafından imzalanan bildiriye göre, "Sözel vesoyut gelenek kültürel kimliğin, yaratıcılığı ve kültürelfarklılığı teşvik etmenin önemli bir unsuru olarak uluslararasıalanda kabul görmüştür. Ulusal ve uluslararası gelişimdeve kültürler arası hoşgörünün ve uyumlu ilişkilerinoluşması için önemli bir rol oynar. Günümüzde, sayısızçeşit kültürel miras küreselleşme yüzünden kaybolmayayüz tutmuştur, kültürel standartlaşma, silahlı çatışmalar,turizm, endüstrileşme, kırsal kesimin göç etmesi,göç ve çevrenin kirletilmesi yüzünden tehdit altınagirmiştir.” Ayrıca UNESCO liderlerinden biri olan bayanAikawa da, haklı olarak, hızlı küreselleşmenin karmaşasıiçerisinde yaşayan, soyut kültürel mirasları koruyaninsanların yerel kimliklerini korumak için baskın çıkankültür standartlaşmasına karşı savaştığını vurgulamıştır(Aikawa 1997:5).Her kültürde, gelenekleri kültür sisteminin önemli birparçasına dönüştüren eski kalıpları koruma eğilimi vardır.Başka bir deyişle, gelenek; kültürel değerlerin top-93
lumun kültürel hafızasını oluşturan nesiller arasında artarda iletildiği bir ardiyedir. Ayrıca, her kültürel geleneğinbir geçiş durumunda olduğunu da itiraf etmeliyiz.Gelenek, değişim ve modernleşme arasında diyalektikbir ilişki bulunmaktadır. Modernleşme kültürün dönüşümünün,ilerleme veya gerilemesinin bir sürecidir.İki mekanizma vardır; biri değişimi düzenler ve teşvikeder, diğeri ise geleneklerin yeniden üretilmesinden sorumludur.Sürecin tamamında devamlılık vardır, bu dageleneklerin adaptasyon ve değişime karşı geçerliliğinisürdürmesini sağlayan sentez olan kalıcı kimlik tarafındansağlanır. Yerel gelenekler her zaman güçlü kimlikhislerine dayanır. Bu yüzden, gelenek, kimliklerin sürekliolarak yenilenmesi, hatırlama süreci ve geçmiş hafızalarile kültürel kimliğin oluşturulması olarak algılanmalıdır.Sadece kendini, kendi kültürü ile tanımlayan, kültürünütüm halkın ortak yaratıcı çabalarının genel bir dışavurumuolarak gören bir toplum, kültürler üzerindeki mevcutnihilist baskılara karşı güvenilir bir alternatif sunabilir.Aynı zamanda insanın zihninin tüm tuhaflıkları, hilkatve yaratıcı hayal gücü ile kendi özünü gerçekleştirmesininve modern dünyada bir birey olabilmesinin bir yoludur.Bu konuda hatırı sayılır bir örnek, gelenekler ve modernleşme,modern yaşam biçimi ve tarihi kültürel geleneklerinkorunması arasında şaşırtıcı bir denge kurmayısağlayan Japonya’dır. Zamanımızda, bu gelişim alanındaberaber var olan iki ana trend bulunmaktadır. Bunlardanbiri, çeşitli kültürleri yeryüzünden silen veya en azındanagresif bir şekilde silmeye çalışan küreselleşmedir. Diğeryönelim, yerel kültürlerin kendilerine has özelliklerini korumakve misyonunun yerel gelenekleri ve sanatların yaşatılmasınıve geliştirilmesini misyon edinmiştir.Kültürün küreselleşmesi, kitle iletişim araçlarının insanlarınüzerinde yarattığı etki ile küresel sistemde uluslarınbirleşmesinin modern ulaşım araçları ve ekonomik94
ilişkilerin gelişmesine, uluslararası kurumların ve dünyapazarının oluşmasına paralel olarak hız kazanmasınıberaberinde getirmektedir. "Kültürün küreselleşmesi"terimi ulusların birbirlerine yeniden yaklaşması ve insanlararasında iletişim kurulmasına ilişkin sorunlara bağlıolarak ilk defa 1980’lerde ortaya çıkmıştır. İlk bakıştaküreselleşme, oldukça gelişmiş iletişim teknolojileri ileuluslararası işbirliğinin tesis edilmesi ve anlaşmazlıklarınönlenmesi konularında yardımcı bir rol oynuyor gibigörünebilir. Ancak, bundaki tehlike, yerel grupların kültürelkimliklerini yok sayıp onları kendi kültürleri ile yaşamahaklarından mahrum bırakması, kendi lisanlarınıkullanma haklarından mahrum bırakması, kendi geleneklerinden,dini inançlarından, mitolojilerinden ve ulvideğerlerinden uzaklaştırmasıdır.Bu alandaki sorun, Ukrayna’da, önceki birkaç yüz yılınsorunları da kendisine miras kaldığı için, çoğu modernbaşka uluslardakinden daha geniş ve karmaşık gibigözükmektedir. Ukrayna’daki politikalar ve son 80 seneninkültürel baskısı Ukraynalıların kültürel hafızalarınınönemli bir bölümünün kaybedilmesine yol açmıştır.Ukrayna’nın etnik bütünlüğünü olumsuz şartlar altın-Ulusların kültürel miraslarının zengin çeşitliliği, dünyatopluluğuna güzellik ve karmaşıklık katmaktadır. Yirmisene evvel, UNESCO Recommendation on the Safeguardingof Traditional Culture and Folklore (Paris, 1989) (GelenekselKültür ve Folklorun Korunmasına İlişkin UNESCOTavsiyeleri)nde insanoğlunun küresel mirasının bir bölümünüoluşturan geleneksel folklor çeşitlerinin aşırı derecedekırılgan olmaları ve değişik insanları ve sosyal gruplarıbir araya getirmekte, kültürel kimliklerini ortaya koymalarındaönemli bir unsur olduklarının altı çizilmiştir. Bununlailgili olarak, her ülkenin geleneksel kültürünü teşviketmesi gereğinin ve geleneksel kültürün birden çoketkenden dolayı tehdit altında olduğunun altı çizilmiştir.95
da uzun bir süre korumuş eşsiz bir araç olan gelenekselkültürünün günümüzde idealler, öncelikler ve sosyalgelişimin ruhani yönelimlerini ve kültürel mirasın aktarılmasınıkoruma altına alamamaktadır. Ancak kültürelmesafemiz geleneksel kültürümüzü adeta bir zamankapsülü içerisinde tutarak korumuştur. Bu konuda,Ukrayna’nın, derin otantik kaynaklarını korumasındankaynaklanan ve Avrupa’da oldukça az yerde görülebilecekdüzeyde yüksek bir ulusal kültürel gelişim potansiyelibulunmakta olduğunu belirtmem gerekir. Ukrayna,ulusal kültürün sadece bir hayalden ibaret olmadığı,ancak milyonlarca insan için gerçek hayat anlamına geldiğiAvrupa’nın sayılı ülkelerinden biridir ve bu durumda önemli bir kültürel potansiyel olduğunun bir işaretidir(Dzyuba, 2001:32). 1991’den beri var olan yeni özgürlükler,yeni pazarlar ve kültürlere erişim sağlamıştır.Bu erişimle beraber, küresel kültürler de akın etmiştir.Birçok ekonomik avantaj olmasına rağmen, Ukrayna’dabu küresel kültür akını, kültürel hafızanın vakumlanmasınayol açmaktadır. Demokratik, şeffaf toplum olmayolunda emin adımlarla ilerleyen toplumumuzun benliğinedair hafızasının silinmemesi gerekmektedir.96
Ukrayna’daki halk ve el sanatları, günlük sorunlarla başaçıkmakta kritik bir yol ayrımına gelmiştir. Bunun sebebi,profesyonel bilgi ve uluslararası işbirliğinin eksikliği,değerlerin öğretilmesi, şekillendirilmesi, yaratılması vealgılanmasında geride kalmış işletim yöntemleri, politikalarıve programlarının uygulanmasıdır.Bu tehditleri asgari seviyeye indirmek ve krizden çıkışyolları bulmak için derin tarihi ve tarihsel sanatsal gelenekleribulunan şehirlerin yerel idarelerine ve halkınabüyük roller düşmektedir. Ukrayna’nın başkenti Kiev,namı diğer “Rus şehirlerinin anası” eşsiz sanatları ve elsanatları sistemleri ile ipek ve baharat yolları üzerindebulunan önemli bir tarihi şehirdir. 19. yüzyılın sonlarıile 20. yüzyılın başlarında, Rus İmparatorluğu’nun egemenliğialtında olan Kiev, resim, dini mimari, tahta vecam işleme, seramik, örgü ve hasır işleri alanında meşhurduve bu sanatlar çeşitli illerde el işi merkezlerinin vepazarlarının oluşmasına ön ayak olmuştu.Günümüzde Kiev, Ukrayna’nın kültürel mirasının korunmasıve geliştirilmesi için lider konumunda bir merkezdir.Bu konuda belediye yönetiminin özel bir misyonu bulunmaktadır.Bu nedenle, Kiev şehir idaresi, tüm zorluklarave ekonomik krize rağmen, bölgesinde sanatı ve el sanatlarınıteşvik etmek için belediye kompleksi kültürel programınıbaşlatmıştır. Ukrayna Halk Sanatları Ustaları Birliğiile beraber başlatılan bu program, belediyelerin kültürelpolitikalarının reformdan geçirilmesi ve modern bir toplumunişlevlerini yerine getirmesinin ön şartı olarak gelenekselsanat ve el sanatlarına öncelik verilmesi için, uluslararasıinisiyatiflerin uygulanmasını hedef alan (Örneğin,Soyut Kültürel Miras konulu 2003 UNESCO Kongresi) vemali ve yaratıcı yatırımların dikkatini bu alana çekmek,Kiev ve Ukrayna’da kültürel süreçleri teşvik eden yeniyaklaşımların tanıtılması için uygulanan birçok faaliyetikapsamaktadır. Bu programa; genç ve şöhretli zanaatkarlarasanatsal ödüller verilmesini, özel eğitimler, fuarlarve yayınlama programlarının oluşturulmasını, kültürel turizminteşvik edilmesini ve uluslararası işbirliği yapılmasıve deneyimin paylaşılmasına olanak tanıyan yaratıcı pilotprojelerden, müze alanlarının yoğunlaştırılmasına, yenisanat merkezlerinin ve ‘el sanatları kasabaları’nın inşaedilmesinden, halk sanatı fuarlarının, sempozyumlarının,festivallerinin, atölyelerinin ve konferanslarının düzenlenmesinekadar sayısız geleneksel ve yenilikçi faaliyetdahil edilmiştir. Bu konuda, şehrin potansiyelini ‘kültürelbaşkent’ olması yönünde dönüştürmek ve Kiev’in gelişimstratejisi olarak modern, yaratıcı sektörlerin oluşturulmasıkonusunda yapılan tartışmalar oldukça önemlidir. Şuanda, Kiev’de, eski mühimmat fabrikası ve depo alanınakurulmuş ve Avrupa’nın en büyük sanat kompleksi olmaözelliğini taşıyan "Art Arsenal" ve şehrin tarihi kısmında,Ukrayna Halk Kültürü Vakfı Merkezi "Ivan HoncharMuseum" ve Ulusal Geleneksel Sanatlar ve El SanatlarıAraştırma ve Bilgi Merkezi tarafından bir el işi sanatlarıbloğunun oluşturulması ve düzenlenmesi gibi birden çokkültürel proje yürütülmektedir.Bu yüzden, modası geçmiş ideolojik normlar ve dogmatikyaklaşımlarla sınırlı kalmayan, ancak etkin işlevleriolan ve kültürel süreçlerin gelişimine, toplumun ruhanive estetik gereksinimlerini karşılamaya katkıda bulunanve zamanınızın gereksinimlerine cevap verebilen gelenekselsanatların korunması için düzenlenen her türlüfaaliyete halkın ve her seviyeden yetkilinin ilgisi çekilmelidir.1998 senesinde UNESCO direktörü Federiko Mayortarafından kesin bir dille belirtildiği üzere: "insanideğerlerin korunması her şeyden daha önemlidir... Vebütün ruhani enerjimiz insanoğlunun yaşam kalitesiniarttırmak için kullanılmalıdır" (Hoppal 1999:11).Sonuç olarak, günümüzde tanık olduğumuz teknik,teknolojik ve iletişim alanlarındaki gelişmelerin ışığında,küreselleşme politikaları insanoğlunun kültürel farklılıklarınınmuhafaza edilmesine zıt düşmektedir. Ukraynalıfelsefe profesörü Serhiy Krymsky tarafından uygun birşekilde belirtildiği üzere, "İnsanoğlu, eğer yaşamayıarzu ediyorsa – bir ulusal kültürler takımadası olarak –kalacaktır ve kalmalıdır.” Her bir takımadanın gerçekkültürel mirasını ve bütün gezegenimizin kültürel çeşitliliğinikeşfetmek ve geleneksel sanatların birçok açıdantehlike altında olduğunun farkına varılması için, hükümetler,yerel, ulusal ve uluslararası platformda ülkelerive insanoğlu için yeni ekolojik ve kültürel anlamda duyarlıbir dünyanın oluşmasını teşvik etmek için ellerindengeleni yapmalıdır.Referanslar:AIKAWA, Noriko 1997. Tuna Uluslararası Folklor FestivaliAçılışı, Budapest-Kalocsa, Hungary, 6-10 Temmuz,1996. ECTC Bülteni. No 3. İçinde Budapeşte: AvrupaGeleneksel Kültür Merkezi, 3-5.DZYUBA, Ivan 2001. Ukrajina Pered Sfinksom Maybutnyogo.[Ukraine Before Sphinx of the Future]. Kyiv:KM Academy Publishers.HOPPAL, Mihaly 1999. Local Cultures in a Global World.In EFI Communications. Vol. 8. Budapest: Europai FolklorIntezet.BRAMAN, Sandra 1994. A Unified Theory of Craft. InThe Studio Potter. No 1.CHYZHEVSKY, D. 1994. Narysy z İstoriji Filosofiyi na Ukrajini[Essays on the History of Philosophy in Ukraine].Kyiv: Oriy.DİSSANAYAKE, Ellen 1994. The Place of Making. In TheStudio Potter. No 1.REED, Evelyn 1976. Woman’s Evolution: From MatriarchalClan to Patriarchal Family. N.Y., Toronto: Pathfinder Press.ROMANETS, Tetiana 1998. Problema Regresu ta regeneratsiyiv narodnomu mystetstvi z ohlyadu nay ohoistoryko-kulturnu pryrody [Problems of Regress and Regenerationin Folk Art in the Context of Its Historical andCultural Nature]. In Regress and Regeneration in FolkArt. Kyiv: Ivan Honchar Museum, Rodovid Publishers.*Halk Sanatı Ustaları Ulusal Birliği Kiev Şubesi Başkanı-Ukrayna Halk Kültürü Merkezi “IvanHonchar Müzesi” Müdür Vekili-Ukrayna Etnoloji Yayımcılığı Eski Direktörü97
Kitre Bebeklerin Nimet AnnesiRüya GÜNDOĞDUNimet Demirbağ Sanlıman, kitre bebek denilince akla ilk gelen isimlerden biri. Sanlıman, Türkiye’de ilk el işi atölyesiniaçan ve vaktiyle Atatürk’ün özel siparişlerini yapan ilk kitre bebek ustası Zehra Müfit’in de öğrencisi. Hocasındandevraldığı bayrağı yaklaşık 60 senedir başarıyla taşıyan sanatçı, yaşamın içinden seçtiği kareleri küçük boyutlardainanılmaz bir gerçeklikte kitre pamuktan yaptığı bebeklerle sunuyor. “Ben, hocam kadar şanslı değilim” diyen Sanlıman,Müfit’ten aldığı bayrağı teslim edeceği, bebek yapmaya hevesli birinin çıkmadığını anlatıyor buruk bir şekilde.98
Dedem ile NinemAnne-babasında gördüğü ev düzeni içindeki rol paylaşımınıkendisinin de başarabileceğini taklit etmek içinevcilik oynar bütün çocuklar. Erkek çocuklar evin reisiolur bu rol paylaşımında, kız çocukları ise anne. Öyleya, kaç kadın, küçük bir kız çocuğu iken bebeklerle oynamadığınısöyleyebilir… Muhakkak bir bebeğiolmuştur her kız çocuğunun, anneliğitaklit ettiği. Ama bazı bebekler vardırki onlar oyun için değildir. Tıpkı NimetSanlıman’ınkiler gibi…Nimet Demirbağ Sanlıman; hayatın içindeninsanları, sahneleri, göz alıcı birgerçeklikte minimal boyutlarda kitrepamuk veya mısır kabuğundan ürettiğibebeklerle yansıtabilen usta bir sanatçı.Sanlıman’ın kitre veya mısır kabuğubebeklerden ortaya koyduğu yaşamdankesitlerde; bazen balık ağlarınıonaran bir balıkçıyı, bazen hastabebeğinin başında sabahlamış bitkinve üzgün bir anneyi, bazen debir ömür geçirdiği hanımı yanı başındayün örerken şekerleme yapan yaşlıbir dedeyi görürsünüz. Yer sofrasındaoklavasıyla hamur açan köylü kadınının,tezgâhında ayakkabı tamir edenyaşlı ayakkabıcının yahut büyük hanımınönünde yerdeki mangaldakahve pişiren arap bacının o minicik tasvirlerinin her biri,insanı hayrete düşüren bir gerçekliğe sahip. Her bir kompozisyoninsana coşku veren, bazen de heyecana, hüznesürükleyen görsel bir şölen âdeta.Nimet D. Sanlıman, kitre bebek yapımına başlama serüveniniCaddebostan’daki evinde anlattı. Ressam eşi TayfurSanlıman ile birlikte bizi evinde misafir eden sanatçı,kitre pamuk bebek yapımını öğrendiği hocası ZehraMüfit’i anarak başlıyor söze ve ülkemizde ilk kezMüfit’in kitre bebek yaptığını söylüyor. Kitrenin neolduğunu soruyoruz Nimet Sanlıman’a ilk olarakve kitrenin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dayetişen geven otu denilen yabani bir bitkininöz suyu olduğunu öğreniyoruz. Söyleşiminizinilerleyen bölümünde kitre bebekyapımı için gerekli malzemelerden debahsedeceğini belirten Sanlıman, önceliklebebek yapmayı öğrenme fikrininnereden geldiğine değinmek istiyor.“Zehra Hanım’ın yaptığı bebeklerigördüm bir yerde. O zamanArnavutköy’deki Amerikan KızKoleji’nden yani şimdiki adıyla RobertKolej’den yeni mezun olmuştum.Zehra Hanım’a gittim, ‘Otur, bakbeğenirsen tekrar gelirsin, yapımınıöğrenirsin’ dedi bana. Eve giderKitap Okuyan Hoca99
gitmez bebek yapmaya koyuldum” diyen Sanlıman’ıngözlerinde hocasından bahsederken yayılan ışıltıyı görüyoruz.Nimet Sanlıman, Zehra Müfit hocasını sevgi veminnetle anıyor. Müfit’in bebeklerini görüp hayran olduğundahobi olarak kendisinden ders almaya başlayıncabu işin hayatını yönlendireceğini hiç düşünmediğinide sözlerine ekliyor sanatçı.Hocası Zehra Müfit’in, Ankara’da Hacı Bayram Veli sülalesindengeldiğini de hatırlatan Sanlıman, hocasınınhayran kaldığı yeteneğini şu sözlerle dile getiriyor: “Dokuzyaşında kompozisyonlar yaparak başlamış Zehra Hanım.İstanbul’u hiç görmeden bir İstanbul kompozisyonuyaptığını anlatırdı; Boğaz, sahil, deniz.. Ressamlığı davardı ayrıca. İstanbul’da ilk el işi atölyesini açan bayanda Zehra Hanım’dır. Atatürk’ün bazı siparişlerini yapmışo zaman. Çok meşhurmuş o dönem el sanatlarında.”Zehra Müfit’le tanıştıktan sonra haftada bir gün derslerinegittiğini söyleyen Sanlıman, bu derslere bir yıl kadardevam ettiğini anlatıyor. Bir yıl süren eğitim sonrasındabirbirlerinden kopmamışlar Zehra Müfit ile öğrenmeyehevesli genç öğrencisi Nimet Sanlıman, arkadaş olmuşlar.Her yaptığı bebeği Zehra Müfit’e götürdüğünüsöyleyen sanatçı, “Zehra Hanım, benim için önemli birkişi. Bana, ‘Nimet sen olmasan Zehra Hanım’ı kimse ta-100
20 ülkeden gelen katılımcıları geride bırakarak birinciolduğunu belirtiyor. Sonrasında kitre bebeğe yeni başlamışolmasına rağmen hocasının da ısrarıyla Kızılay’ın1955- 1958 senelerinde yeniden tertiplediği uluslararasıbebek sergisine kendisinin de katıldığını kaydediyor.İlk Kişisel Sergisi Yoğun İlgi GördüAma Dilenci ve TorunuAyakkabı Tamircisinımayacaktı’ diyorlar bazen” şeklinde konuşuyor. Sanatçı,“Bir anlamda Zehra Müfit’in sanatını aktarma, günümüzdeyaşatma misyonunu üstlenmişsiniz” dediğimizde,ilk özel sergisinin 50. yıldönümünde “İlgi“ dergisine verdiğiröportajda söylediklerini tekrarlıyor bize de: “YıllarcaTürkiye’de ve dış memleketlerde sergi, söyleşi ve dia gösterileriniiçeren programlarla sürdürdüğüm bu zevkli misyonumeğer ben, hocamın ‘Nimet, elimi sana veriyorum.Bu, bize özgü Türk sanatını benden sonra sen yaşatıp tanıtacaksın’dediğinde üstlenmişim” diyor duygulanarak.Kızılay’ın Türkiye’de düzenlediği ilk uluslararası bebeksergisi ve müsabakasına hocası Zehra Müfit’in de katıldığınıhatırlatan Nimet Sanlıman, Müfit’in bebeğinin,İlk kişisel sergisini ne zaman açtığını soruyoruz Sanlıman’a.“1955 yılında ilk özel sergimi açtım. Beyoğlu’nda o zamanlarAmerikan Haberler Merkezi vardı. Buradaki sergio kadar büyük ilgi gördü ki, sergiyi görmek isteyenler sokaktabir kuyruk oluşturuyordu.” diyen Sanlıman, beş yılboyunca üzerinde çalıştığı eserlerin sergilendiği bu serginindaha sonra Ankara ve İzmir’de de tekrarlandığını vurguluyor.Ankara’da açılan sergiyi dönemin iç işleri bakanıda ziyaret etmiş. Konya Mevlana Müzesi’nden de yetkilileringeldiğini anlatıyor sanatçı. Sergilenen eserleri arasındayer alan, dönen semazenleriyle sema kompozisyonunun,Konya Mevlana Müzesi’ne götürüldüğünü belirten Sanlıman,“Senelerce Mevlana Müzesi’nde sergilendi o bebekler.Açıkta teşhir edildiği için bir süre sonra zamana yenikdüştüler” diyor. Bu kompozisyonun sonradan bir benzerinidaha yaptığını ifade eden sanatçı, bunu da Alman TürkologAnnemarie Schimmel’in isteği üzerine Margburg-Lahn Dinler Tarihi Müzesi için gönderdiğini hatırlatıyor.İstanbul, Ankara ve İzmir’deki başarılı kitre bebek sergilerininardından çok sayıda sergi açtığını öğrendiğimizNimet Demirbağ Sanlıman, en son iki yıl önceMudanya’da bir sergisi olduğunu belirtiyor. Sanlıman,1959 yılında düzenlenen bebek müsabakasına da katıldığınıkaydediyor “Konu ‘Mehmet ile Fatma’ydı vebu müsabakada benim yaptığım Mehmet ile Fatma birincioldu” diyor, hâlâ vitrininde muhafaza ettiği kitreMehmet ile Fatma’yı göstererek. Nimet Sanlıman, kit-101
heykel ikinci plana düştü ama sonradan heykel de çalıştım.Güzel Sanatlar’da misafir öğrenci olarak üç yıl atölyebölümünde çalıştım. Derslere girmedim ama.. Öğrencileryarım gün çalışırırken atölyede ben tam gün çalıştım.Üç sene sürdü bu” sözleriyle anlatıyor heykelciliktegeçirdiği pişme evresini.Hocam Kadar Şanslı DeğildimBeyoğlu’ndaki atölyede kitre bebek yapımı konusundadersler de verdiğini belirten Sanlıman, “Ben maalesefhocam kadar şanslı olamadım. Çünkü benim kadarmeraklı birine rastlamadam. O kadar kurslar açtım,o kadar öğrencim oldu, benim kadar istekli biri çıkmadı.Beyoğlu’nda 20 yıl boyunca atölyem oldu, oraya gelenlervardı, evimde dersler verdim ama olmadı. Bayrağıdevralacak kimse çıkmadı maalesef” diyor biraz dasitemle. Her sanat dalında olduğu gibi bunun büyükbir sabır istediğini kaydeden sanatçı, gönüllülük esasıylasürdürülen bu işin istek ve heves öncelikli şartlar gerektirdiğinevurgu yapıyor. “Her öğretmen öğretmek içintüm gayretini gösterir, ama orada marifet öğrencidedir.Öğrenecek insanda cevher olmadıkça siz bir şey yapamazsınız”diye konuşuyor Sanlıman.Ağanın Kızı Fatma ile Rençber Mehmet ( Türkiye 1.' si )re bebeklerini yurt dışında da sergileme fırsatı bulduğunuifade ediyor. “Amerika’da bir sergi oldu. Türkiye’yitanıtma projesi kapsamında İstanbul OlgunlaşmaEnstitüsü’nün eserleriyle birlikte gitti benim de bebeklerim”diyen sanatçı, Türkiye’yi temsil edecek genç kızlarolarak ABD’ye gittiklerini belirtiyor.On Parmağında On MarifetZehra Müfit’in, vefatından kısa bir süre önce kendisine“Nimet beraber bir atölye açalım” dediğini belirtenSanlıman, “Daha ilerlemem lazım dedim. O da bana,‘Senin enerjin, benim de ismimle yaparız bu işi’ dedi. Osırada vefat etti hocam. 1960’ta atölyemi açtım” diyekonuşuyor. Beyoğlu’nda açtığı Elif Bebek Atölyesi’ninbu anlamda bir ilk olduğunu da söylemeden geçmiyorsanatçı. Sanlıman’ın atölye çalışmaları 20 yıl boyunca,eşinin de desteği ile devam etmiş.O dönem yalnızca atölye ile uğraşmadığını söyleyen NimetDemirbağ Sanlıman, şöyle devam ediyor: “1950’lisenelerde Topkapı Sarayı’nda Ord. Prof. Dr. SüheylÜnver’den tezhip dersleri de alıyordum. Sekiz yıl devamettim derslere. Daha iyi fırça kullanabilmek için başladım,uzun yıllar devam ettim sonra bu derslere. Bunlarhep yirmili yaşlarda oluyor. Bebek işiyle uğraşıyorum,Süheyl Bey’in tezhip derslerine devam ediyorum, o sıradabir de İtalyanca kursuna gidiyorum.”Bu sözlerinden Nimet Sanlıman’ın bitmek bilmez bir öğrenmeaşkı ve enerjisine sahip olduğunu anlıyoruz. Sanatçıo arada akademiye de gittiğini sözlerine eklerkeneşiyle de burada tanıştığını vurguluyor.Çocukluğumdan beri heykeli sevdiğini anlatan kitre bebekustası, “Ama karşıma kitre bebek çıktı. Bu çıkıncaBileyci102
Mısır kabuğundan bebekler (Yörük Aile)Nimet D. Sanlıman, işin heveslisinin öğrenmenin biryolunu mutlaka bulduğunu, “İnternet yaygınlaştıktansonra Anadolu’nun birçok yerinden bana ulaşanlaroldu. Yapabildiğim ölçüde telefonda anlatıyorum kitrebebeğin nasıl yapıldığını. Öğrenmeye hevesliler çünkü.Yarım saat, bazen bir saat telefonda konuştuğum oluyor”sözleriyle dile getiriyor.Evin dört bir yanına dizilmiş kitre bebeklerdeki sanatı, işçiliğigörünce, “Kitre bebek yapımında birçok şeyi biliyorolmanız gerekiyor galiba. Terzilikten, heykelden, resimdenanlamanız gerekiyor” diyoruz Sanlıman’a. Gülümsüyorve anlatıyor. “Zehra Hanım bir röportajında ‘Busanatla uğraşmak için o kadar çok şeyi bilmek lazım ki’diyor. Hakikaten de öyle. 2010 Avrupa Kültür BaşkentiAjansı’ndan bana gönderdikleri bir anket formu vardı.Orada bu yaptığınız işe ne sıfat verirsiniz diyordu, sanatmı, zanaat mı, el becerisi mi? Hepsi dedim cevap olarakben de. Sanattır, çünkü anatomi bilmek, estetik bilmek,orantı bilmek gerekiyor. Dikiş bilmek lazım elbiseler için.İfadeyi doğru verebilmek için çiziminiz iyi olmalı. Ve el becerisilazım. Hocamın dediği gibi metalle çalışmak lazım,deriyle çalışmak lazım. Her şeyi minimalize yaptığınızı düşünürsenizkolay olmadığını görürsünüz.”Mısır kabuğundan bebekler (İki gelin ve görümce - Yufka Pişisi)bebekleri de gösteriyor Nimet Sanlıman. Mısır kabuğundanbebeklerde yüz çizgileri yok. “Bunlara yüz yapmıyorum,bunlar vücut lisanı konuşuyorlar” diyor sanatçı.İşin ticaret boyutuyla şimdilerde pek ilgili olmadığını anlatanNimet Sanlıman, bebeklerini satmıyor, sadece koleksiyonlarınımuhafaza edip bu sanatı tanıtmak amacıylasergiler açıyor. İki oğlu olan sanatçının, 9 yaşındakitorunu Ayşe’nin şu sıralar “Babaannem gibi ben debebek yapacağım” dediğini öğreniyoruz. “İnşallah banayetişir” diyor Nimet Sanlıman bayrağı torununa teslimedebilme isteğini gizlemeyerek..İkram edilen çaylarımızdan son yudumları alıp müsaadeistiyoruz. Dergimizin 8. sayısında kitre bebek ustasıLütfiye Batukan ile yapılan röportajda kendisinin yaptığıkitre bebek görsellerinin 106. ve 109. sayfalarda sehvenkullanılması konusunda Nimet D. Sanlıman’dan özrümüzüdiliyor gösterdiği olgunluk karşısında mahçupolarak ayrılıyoruz.Nimet Sanlıman, yeri gelmişken kitre bebek yapımındakullandığı malzemeleri sıralıyor bir bir: Kitre, tel, pamuk,uygun kâğıt ve boya… “Hepsi bu diyor” Sanlıman.Mısır Kabuğu Bebeklerin Vücut LisanıAmerika’nın dışında başka ülkelerde de sergi açıp açmadığınıda sorduk sanatçıya. Kitre bebeklerinin Saraybosna’dada sergilendiğini anlatan Sanlıman, bu serginin organizasyonunuuluslararası bir kuruluş olan ve 55 yıldır kendisininde üyesi olduğu Türkiye Soroptimist Kulüpleri Feredasyonutarafından yapıldığını belirtiyor. Sanlıman’ın bir dönemfederasyon başkanlığı yaptığı, milli delegelik yaptığı Soroptimist,yerel ve küresel düzeyde kadınların ve genç kızlarınyaşam kalitesini artırmayı amaçlayan uluslararası gönüllübir örgütü. Saraybosna’daki Soroptimist’lerin hazırladığı“Köklerimiz” adlı organizasyondaTürkiye’yi kitrebebeklerle temsil ettiğinianlatıyor Sanlıman.Kitre bebeğin yanı sıramısır kabuğu ile yaptığıOrmandan Dönüş103
Abdul Fettah Efendi1815 -1896Kölelikten Efendiliğe TuğrakeşHattat Abdul Fettah EfendiYazı ve Fotoğraflar: Fettah AYKAÇ*Sakız Adası’nda yaşayan Rum kökenli bir köle ailesine mensup iken, bir Osmanlı paşası tarafından satın alınarak yetiştirilenAbdul Fettah Efendi sonunda Darphane başkanlığına kadar yükselen bir bürokrat ve önemli eserlere imza atanbüyük bir hattat ve tuğrakeş oldu.İstanbul’da ve 19. yüzyılın önemli Osmanlı vilayetlerindegerek levha olarak gerekse taç kapı veya çeşmelere haakedilmiş olarak hâlâ beğeni ve takdirle temaşa edilen hateserlerinde imzası bulunan Abdul Fettah Efendi’nin doğumtarihi, Osmanlı nüfus tezkeresinde 1815 (H 1230,sicili Osmani C.4 S.862 ) olarak kayıtlıdır. Ayrıca GiritAdası mahkemeleri için Sultan Abdulhamid’in emriyleyaptığı 44 tuğra ile Sakız (Chios) Adası ve Selanik camilerindekieserlerinin akıbeti bilinmeyen Abdul FettahEfendi’nin baba ismi, resmi kayıtlarda yalnızca Abdullaholarak gösterilmektedir. Bunun nedeni Osmanlı’da uygulanmışolan kölelerden veya muhtedilerden ekserisininbaba adının sadece Abdullah olarak yazılması sistemidir,ki Abdul Fettah Efendi’nin de bir köle ailesindengeliyor olduğu hakikatini nüfus kayıtlarının da bu şekildeteyit ettiği nakledilmiştir.Bu konuda İbnü-l Emin, “Son Hattatlar” adlı kitabındakölelikten Darphane başkalığına giden yolda Abdul FettahEfendi’nin talihinin nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor:“Kendisini tanıyanların ifadesine göre Sakız Adası’ndamukim Rum kökenli bir köle ailesine mensup iken HüsrevPaşa satın almış ve diğer köleleri gibi dairesinde tahsilve terbiye ettirilmiş idi.Hüsrev Paşa’nın makamı sadareti yakalamasıyla talihideğişen Abdul Fettah Efendi, paşasının seraskerliğindeDaire-i Askeriye’de Arabi, Farisi, hendese ve hesap oku-104
İbnu-l Eminin Son Hattatlar kitabinda övgüyle bahsettiği Abdul Fettah Efendinin yazdığı Bursa Ulu Camii mihrab ayeti (Cin suresi 18. ayet)..Üstde celi ALLAH-MUHAMMED ve ısra suresi başlangıçayeti.. Mihrabın iki yanındaki kalem işi oval kelimei şahadet yazıları… Ve Bursa Ulu Camii'ndeki diğer celi yazıları yazmak için Abdul Fettah Efendi nin kendi yaptığı ahşap kalemi.du. Aynı zamanda burada hüsn-ü hat derslerini de takipederek sülüs, celi sülüs, nesh, divani, rika talim edip buyazıların bazılarından icazet aldıktan sonra ayrıca sülüs venesihte hocası Hafız Mustafa Şakir Efendi’den 1832’deicazet aldı. 1831’de Hüsrev Paşa’nın hususi kâtibi oldu.Bu sırada sıbyan alayı ve tabur kâtiplerine yazı dersleriverdiği bilinmektedir.1839’da Hüsrev Paşa sadarete getirilince paşası onu ücretsizolarak Sadaret Mektebi kalemine aldırdı ve 1845senesinde (h.1262) aidat ile Eyyüb ve 1846’ da da ŞehzadeMehmed Camii’nin vakıflarının kaymakamlığınatayin edildi. Sırasıyla Sivas, Amasya ve Aydın evkaf müdürlüğünde,Saruhan, Kastamoni mal müdürlüklerindeve 3 ay Kastamoni vali vekaletinde ayrıca Selanikvilayeti meclisi kebir riyaseti inzimamiile mal müdürlüklerinde bulundu.Selanik mal müdürü ve vali vekiliiken (h.1273-74) Ravza-imutahharaya takdim olunmaküzere Sultan AbdulMecid tarafından imal ettirilenşamdanlar, sonrairade-i saniye ile Selanik’egönderilip istenilen yazılarıpek güzel yazmasındanpadişah mahzuz oldu. 1855yılında neşredilen kavaiminakdiyyenin Hak ve imalindehüsni hidmeti sebk etdi.Yine o sene Bursa’yı tahrib edenbüyük zelzelede Ulu Cami’deki yazılarınyeniden tahrir ve tezyininde icad ve tanzim ettiğibüyük kalem ile mihrab civarına ve kapuların üstüneceli ve talik yazılar yazdı.” (1)Abdul Fettah Efendi’nin Sanatkârlığı“Abdul Fettah Efendi Dar-ı Askeriyye’de eğitim aldığısırada hüsn-ü hat derslerini de takip ederek okuldakihocaları dışında zamanının usta hattatlarından ‘MustafaŞakir Efendi’den Aklam-ı sitte (1832) ve YesarizadeMustafa İzzet Efendi’den (1847) de nestalik yazısınımeşk ederek icazetnamelerini aldı” (2)Abdul Fettah Efendi kendisini çok iyi yetiştirerek gençyaşta hem alaylı, hem mektepli olarak payitahtİstanbul’da çalışma ve sanat hayatınaatıldı. Abdul Fettah Efendi başlangıçtatalebesi olması ve kendisininde talik hatta olan özel muhabbetindendolayı, çağdaşı diğerhattatlar gibi zamanınınen büyüğü üstat YesarizadeMustafa İzzet’ten etkilenipo yönde yazılar yazmaya çalıştı.Ancak Yesarizade’nin1849’da vefatından sonrayine onun talebesi, adaşıve ondan sonra zamanın eniyisi kabul edilen ayrıca sarayve Sultan II. Mahmud’un hatve musiki meşklerinin vazgeçilmezşahsiyeti Kazasker S. Mustafaİzzet Efendi’den daha fazla etkilenerek,Kazasker ve onun en yakın til-Bursa’daki Ulu Cami’nin restorasyon tarihinden birkaç yıl sonra yine Abdul FettahEfendi tarafından yazılarak Ulu Cami’ye asılan (ancak onun yazdığı pek bilinmeyen)orta boy Ciharı Yarı Güzin levhalarından Ebubekir Sıddık (r.a) (h.1279, m.1864) tarihli.105
mizi M. Şefik Bey ile daha fazla vakit geçirmeye başladı.Bu sebepledir ki Bursa Ulu Camii yazıları ve İstanbulÜniversitesi taç kapısı yazıları gibi önemli eserlerde üçününde imzaları vardır.Abdul Fettah Efendi’nin Kazasker’den büyük orandaetkilendiğini, sadece onun gibi büyük ve güzeleserler vermeye çalışmakla kalmayıp Kazasker’inAyasofya levhalarını yazmak için ağız genişliği40 cm. olduğu nakledilen ve hat tarihinde birilk icat olarak yaptığı söylenen ahşap kaleminbir benzerini kendisin de yapmasındananlıyoruz. Ki bu kalemle BursaUlu Camii mihrabı üzerindeki “Allah”ve “Muhammed” yazılarıyla300 cm x 740 cm Besmele ileaynı ebatlardaki diğer talik yazılarlamihrabın solundaki meşhur“Allah Hu” -müsenna- levhasınıda yazıp bu kalemi (**) bu levhanınyanına astığı İbnül Emin’in yazısındada nakledilmiştir.Abdul Fettah Efendi’nin Bursa Ulu Camii’deki 300 cm X 740 cm’lik “ve bihi” olarak sona eren Besmele’si.Bursa Ulu Camii mihrabının solundabulunan “Kelime-i Şehadetinikinci kısmı”İbnul Emin, “Son Hattatlar” kitabında AbdulFettah Efendi’nin Bursa Ulu Camii’ndeki eserlerindenşöyle bahsetmektedir: “…Bursa’ya ilk gidişimdeUlu Camii’ndeki yazıları kayıt etmiştim. “Besmele-iŞerife” gayet büyüktür, “Allah Hu” çifte ve gayet cesimdir.“Huvel Kur’an-il Mecid” talik ve muharrer ve gayetkebirdir. “Sultan Abdulmecid’in tuğrası” gayet büyüktür.Bursa Ulu Camii’nde bulunan büyük levhalarıyazmak için kendi icadı olan ağaçtan yaptığı kalem levhanınyanında asılıdır.Abdul Fettah Efendi’nin icat ettiği bu büyük kalemlesürat ve suhulet ile yazmasını Sultan Abdulmecidgörmek istedi. Vükelanın hazır olduğu haldeHırka- ı Saadet dairesinde Rasuli Ekrem (SAV)efendimizin ism-i şerifini yazarak mazharı takdiroldu…” (3)Bu takdirin devamı olarak aynı kalemleyazması için Sultanın, Abdul FettahEfendi’ye (günümüzde onun yazdığıpek bilinmeyen ve Ayasofya levhalarındanküçük olmakla birlikteemsallerinden çok büyük ebatlardaki)Şehzade Camii ve EminönüYeni Camii’ndeki “Ciharı Yarı Güzin”levhalarını yazma işini verdiğinidüşünmek mümkündür.Her ne kadar İbn-ül Emin böyle bir kalemi AbdulFettah Efendi’nin icat ettiğini yazsa da konununaslı yukarıda bahsettiğimiz gibi olmalıdır.Çünkü Ayasofya levhalarını Kazasker’in bu olaydan10 yıl kadar önce yazdığı levhaların tarihleriyle sabittir. Bukonuda Abdul Fettah Efendi, Kazasker’den etkilenerekonu taklit etmeyi o kadar ileri götürmüştür ki Bursa UluCamii’ndeki Besmele’sine attığı imzasını muhteva ve şekil106Eminönü Yeni Camii’ndeki “Ciharı Yarı Güzin” levhalarAbdul Fettah Efendi’nin Bursa Ulu Camii’ndeki 3 m X 7.4 m ebatlardaki ve bu levhayı yazmakiçin yaptığı ahşap kalemini de sağ tarafına astığı nakledilen meşhur müsenna “ Allah Hu”şaheseri.
Topkapı Sarayı Babüsselam kapısında Abdül Fettah Sersikkekünaan imzalı meşhur yazısıolarak Kazasker’in Ayasofya levhaları için attığı imzaya aynenbenzetmeye çalışmıştır.bulunmadığını sordum. Bunun üzerine, ‘O kim? Biz deöyle bir isim yok!.’ cevabıyla karşılaşınca çok şaşırmıştım.Takdir-i ilâhi gereği tüm kölelerine iyi eğitim ve tahsil vermeyiprensip edinmiş Hüsrev Paşa gibi birisi Abdul FettahEfendi’yi satın almayıp, sahip olduğu imkânları kendisinesunmasa, bir köle ailesine doğmuş olması sebebiylebelki de doğduğu-yaşadığı kayıtlara bile geçmeyen birisiolarak bu dünyadan gelip geçmiş olacaktı. Ancak o, hayatınıolumlu yönde değiştiren bu ilâhi müdahaleyi takdirederek kendisine sunulan imkânları çok iyi değerlendirmiştir.Başarılı olmak için ciddi gayretlersarf etmiş, yaptığı her işi en iyi şekilde yapıp payitahtdışındaki pek çok vilayete vazife için gönderilmesineitiraz etmeyerek velinimetlerine hizmetve sadakatte kusur etmemeye gayret etmiştir.Bu samimiyet ve çalışkanlığının karşılığıda her defasında efendileri tarafındanfazlasıyla kendisine ihsan edilmiştir.Örneğin Bursa Ulu Camii levhalarınınM. Şefik Bey ile birliktebaşarıyla tamamlanmasına müteakip(1860) padişahın kendisinifiligran imalatını öğrenmesi içinViyana ve Paris’e göndermesiyle veoradayken batı teknolojisiyle dil, kültürve sanatını yakından müşahede fırsatına kavuşanender şahsiyetlerden birisidir.Bu sayededir ki dönüşünde o zamanki adıylaSersikkekaan-sersikkekünaan (Osmanlı' da altın para vemadalyalarla kâğıt paraların kalıplarını hazırlayıp haakedenlerin reisi) yani bugünkü Darphane başkanı olaraktayin edilmesinin ardından bu vazifeyi 20 yıldan fazladevam ettirmeyi başarmıştır.Konu Darphane'ye gelmişken Abdul Fettah Efendi'ninhayatı hakkında yaptığım araştırmalar sırasında karşımaçıkan ilginç bir olaydan bahsetmekte fayda görüyorum…Abdul Fettah Efendi’nin, İbnü-l Emin’in “Son Hattatlar”kitabında bulunan siyah beyaz bir fotoğrafından başkabir fotoğrafı olup olmadığını düşündüm bir ara. Bu sebeplekonuyu araştırmak için Darphane’nin Beşiktaş’takimerkezine gidip görevlilere kurumlarının ilk başkanlarındanAbdul Fettah Efendi hakkında araştırma yaptığımı veellerinde bende olandan farklı bilgi ve fotoğraf bulunupİbnü-l Emin’in “Son Hattatlar” kitabında siyah beyaz veayakta olarak yayınlanmış olan fotoğrafını ve ilk dönemDarphane başkanı olduğu bilgileri gösterdiğimde yinetanımadıklarını belirtince oldukça şaşırmıştım.Ardından bunun bir kopyasını kendilerine vermemi ricaederek önceden elektronik posta yoluyla yazıştığım ve arşivlerindebulunduğu ancak teşhis edemedikleri 8-10civarında yağlıboya portrelerin bulunduğunu vearzu edersem teşhis etmem için gösterebileceklerinisöyleyince çok büyük heyecan ve sevince kapılıpbu teklifi hemen kabul ettim. Ve arşivde banagösterilen duvarda asılı bazılarında isim yazılıbazıları isimsiz 8-10 yağlıboya portredenarkasında no:1 yazan portrenin elimdekisiyah beyaz fotoğraftaki şahsiyeteçok benziyor olması hasebiylebunun Abdul Fettah Efendi’yeait olduğunu teşhis ve tespit ettiktensonra bu portrenin bir de fotoğrafınıçekmeme izin verdiler. Bununiçin buradan kendilerine ayrıcateşekkür ederek, tekrar Abdul FettahEfendi’nin talihi hep yaver giden hayatıylailgili bilgileri aktarmaya dönelim.Bursa Ulu Camii mihrabının sağındabulunan “Kelime-i Şehadetinilk kısmı”Abdul Fettah Efendi’nin, yine İstanbul’da bulunduğuyıllarda ‘Süleymaniye Camii’nin celi sülüs yazılarınıyenilerken çalışma ortamı olarak yerinin geniş olmadı-Abdül Fettah Efendinin Bursa Ulu Camii'ndeki büyük boy talik yazılarından bir örnek107
Konya Mevlana Müzesi’nden..(Yaratıkarı ortaya cıkaran Yaratan’dır. O, onların tâ kendisidir.)ğını belirtmesi üzerine Padişah II. Abdulmecid’in kendisineVezneciler’de istediği gibi büyük sofası bulunan bir konakihsan ettiği bilinmektedir. (4)Ancak bu şekilde memuriyet ve sanat hayatında başarılarınıntakdir edilerek padişahın da türlü iltifat ve ihsanlarınanail olması ona bir ara kendisinin zamanınınen iyisi ve en büyüğü (veya en büyük 1-2 kişiden birisi)olduğu bu sebeple de en kıymetli yazı işlerinin kendisineteklif edilmesi gerektiğini düşündürmeye başlamıştı.Bu sebepten olacak ki Padişah II. Abdulmecid’in Mescid-iNebi’nin iç mekânının hat yazılarla daha da güzelleştirilmesiniyetiyle (şimdiki Hz. Osman Mihrabı ve iki yanlarındakiBabus Selam’dan Babul Baki’ye kadar devameden daha sonra üstad Hasan Çelebi’nin restorasyonunuyaptığı her biri 100 metreden uzun 3 şeritlik celi sülüslerlebir şeritlik Efendimizin (SAV) isim ve sıfatlarınıihtiva eden eşsiz şaheserler) duvarlara hatları yazacakolan hattatı tespit için açılan müsabakada henüz 30’luyaşlarda olan (Kazasker S. Mustafa İzzet’ten icazetli)genç Abdullah Zühdi’yi ömrünün sonuna kadar 7 bin500 kuruş maaşla vazifelendirilip tercih etmesine ‘Bizvarken bu işe böyle bir çocuk memur edilir mi?’ şeklindeserzenişte bile bulunacaktı. (Çünkü o yıllarda kendisininmaaşı 3 bin 750 kuruş idi.) Fakat akabinde kendisininde eğitim için Avrupa’ya gönderilmesi ve dönüşündefarklı, önemli kıymetli vazifelere (Darphane başkanlığı,Şehzade ve Yeni Cami’nin büyük levhaları gibi) memuredilmesiyle bu konuyu unutup memuriyet ve sanatişlerine yoğunlaşarak devam edecekti.Abdul Fettah Efendi’nin Osmanlı idari ve sanat aleminde50 yıldan fazla süren mutlu ve başarılı bir dönemin sonunda70’li yaşlarındayken vefatını ve akabinde hakkındayazılanları İbnü-l Emin şu şekilde naklediyor: “1860’danitibaren para basım tekniklerini tahsil yapmak için Viyanave Paris’e gönderildiği, o yıllarda çıkartılan kağıt paralarınkalıplarının hazırlanmasında da çalıştığı, ayrıca Osmanlıdevlet yönetiminin çeşitli kademelerinde üst derece vazifelerdebulunduğu, h. 1295, m. 1878’de İmhayi kavaimkomisyonu azalığında bulunduğu, 11 Receb 1846’datevcih olunan “hacelik” rütbesi 1879’ da Bala’yı itila ettiğive tedricen birinci rütbe Mecidi ve birinci rütbe Osmaninişanlarını almış olduğu resmi kayıtlarda mevcuttur...‘Bir müddet hasta olduktan sonra 8 Cemadülula 1896’da Vaniköy’deki yalısında vefat etti Cenazesi AyasofyaCamii’ne getirilerek cenaze namazı eda edildikten sonraSultan Mahmud Türbesi haziresine defnedildi.Defninden bahsedilirken Tercüman-ı Ahval Gazetesi’ndedeniliyor ki,“….Merhum meşahiri hattatinden olup nezaheti hututunefisesi arayişi enzar olacak surette idi. Der saadet ileBursa’daki cevamii şerifenin bazılarında avihtei mevkiitazim edilmek üzere çekidei kalemi müşkin eylemiş ol-Fatih'in türbesindeki İstanbul’un fethi ile ilgili Hadis-i Şerif levhasıValide Sultan Camii Taç Kapı Kitabesi ve üzerindeki Sultan Abdulaziz Tuğrası108
dukları elvah o derece nazr rubdir ki görenlermerhumun aferin hanı kemaliolmamak kabil olmaz…”.Abdul Fettah Efendi sülüs, celi ve talikyazıda mahareti kâmile sahibi idi.Pek çok camii ve türbelerde yazılarımevcuttur.” (5)‘Abdul Fettah Efendi’nin celi sülüs ve tuğradabenimsediği tavır Mustafa Rakım’ın açtığı çığırdır.Fakat Mahmud Celaleddin yolundan hoşlanan SultanAbdulmecid’in saltanatı sırasında diğer hattatlarda olduğugibi onun da bu şivede celi sülüs levhaları görülmeklebirlikte celi talik hattında Yesarizade’nin yolunutakip ederek bazen İran tavrı talik hattının celi şeklinibenimseyip bu yolda da celi sülüs levhalar yazmıştır.” (6)“Ayrıca çağdaşı Kazasker M. İzzet ve Mehmed Şefik Beygibi Abdul Fettah Efendi de ömrü hayatında 5 padişahdevri görmüş ve eserleri takdir edilmiş velud bir hattattır.Hazine-i humayunda mahfuz name-i saadet ile Hz Osmanve Hz Ali (ra) hatlarıyla Mushaf-ı şerife mahfazalarınınhakkı, Sultan Abdul Azi’zin tamir ve tezyin ettiğiFatih Türbesi’nin puşidesiyle etrafındaki Fetih suresilevhaları, Hırka-i Şerif muhafazasıyla daire-i muhteremeninpencere ve kapılarındaki perdelerde muharrersalavatlar, Bursa’da birinci sultan Osman türbesininpuşidesi, Küçük Hamam’da tarikat-ı Kadiriyye’ninŞeyh Nuri efendi dergâhının yazıları, Aksaray’da PertevniyalValide Sultan Camii’nin dış kapı üstündekituğra ile çeşme tarihleri, Bayezid ve Şehzade camiilerindekive Bab-ı Humayun’un haric ve dahilindeki nahkukyazıları mevcuttur..,” (7 )Abdul Fettah Efendi’nin Darphane’de enteresan bir şekildebilinmeyen başkanlığına ilave olarak Sultanahmed’tekiII. Mahmud türbesi haziresinde bulunan mezarı da tuhafbir şekilde, sanki bilinmemesi maksadıyla bir isim karışıklığınınkurbanı olmuş görünüyor.Yıldız Camii, Abdul FettahEfendi’nin imzasının yer aldığıII. Abdulhamid tuğrasıAbdul Fettah Efendi’nin mezarının fotoğrafını çekmekiçin bir tanıdıkla hazireyi dolaşıp mezar taşlarını okuyarakbulduğumuzda mezarın yanı başındakibugünkü Türkçe ile konmuş olanisim levhasındaki ”Abdül Latif Efendi”ismini okuyunca bir tuhaf şaşkınlıkgeçirdik tabii. Halbuki mezartaşında açık bir şekilde “Abdul FettahEfendi” yazıyordu.Abdul Fettah Efendi’nin mezar taşının okunuşu:Ulemayi Ricali Devleti Aliyeden ve RutbeiBalai Esabından Sersukkekaan Cenabı Şehriyari El HacAbdul Fettah Efendi Merhumun Ruhu Şeriflerine el Fatihasene (h.1314), (m.1896).KaynakçaYıldız Camii Mimber şafağı1-3-5-7: Son Hattatlar, İbnül Emin, s 252- Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, Ali Alparslan, s 874-6: M. Uğur Derman, İslâm Kültür Mirâsında Hat San'atı, IRCICA Yayınları*D.E.Ü Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu. İngilizce Öğretmenliği ve Hat Sanatı Tarihi konularındaçalışmalarına Londra ve Istanbul merkezli olarak devam etmektedir.**Bu kalemi Ulu Camii’nin 2007-2009 arası geçirdiği büyük restorasyondan sonra da eski yerineasarak muhafaza eden yetkililere tüm hat severler adına ayrıca teşekkür ediyorum.Abdul Fettah Efendi’nin mezar taşı ve yanlış yazılmış isim levhası109
Millî Mirasımız El YazmalarıDr. Zehra ÖZTÜRKTürk- İslam sanatlarınnın imarında ve gelişmesinde büyük rolü bulunan el yazmaları birer millî mirastır. Yazmalar aynı zamanda,bilgi ve estetiği bir arada yoğuran bir dünya görüşünü yansıtmaları açısından da günümüz insanlarına yol göstericidirler.Yazma nedir? Basılmış olmayan kitaba “yazma” denir.Matbaa icad edilmeden önce kitaplar elle yazılıyordu.Osmanlı döneminde de ülkemize matbaa girene kadarkitaplar, yazı yazmayı meslek edinmiş kişiler tarafındankamış kalem ve mürekkep kullanılarak kâğıtlar üzerineelle yazılıyordu. Tanzimattan sonra ülkemize matbaa girmişve kitaplar artık “tab edilir” yani basılır olmuştur.Matbaa bize gelir gelmez hemen bütün kitapların matbuolmaya başladığını sanmayalım. Bir müddet daha kitaplarelle yazılmaya devam etmiş ve insanlar elle yazılmışkitabı matbu olana tercih etmekte ısrarlı olmuşlardır.Neden? Çünkü bizim kültürümüzde “kitap”, iki kapakarasındaki sayfalardan ibaret olan sadece okunmak içinyapılmış bir eşya değildi; daha geniş kavramları ifadeeden bir semboldü. Muhtevası yanında cildi, kâğıdı, mürekkebi,yazısı ve süslemeleriyle kendi içinde bir bütünlükteşkil eden bilgi ve sanat hazinesiydi. Bu sanat çeşitliliğive bu kültürel zenginlik padişahlardan valide sultanlara,devrin ileri gelenlerine kadar pek çok okumuş kimseye kitapsevgisini aşılamış ve onları kitap toplama konusundateşvik etmiştir. Çeşitli vakıf kütüphaneleri kurulmuş, camive tekkelerin yanında okuma odaları açılmıştır.Günümüzde kitabın muhtevası ön plandadır, dış özellikleriile kimse ilgilenmez bile. Çünkü basma kitap birsanat eseri değildir.Önce şunu söyleyelim; “yazma” orijinaldir, bir kere ortayakonur, aynısı bir daha olmaz. Bir kitabın birkaç yazmanüshası bulunabilir, fakat bunların her biri ayrı birşahsiyettir. Halbuki matbaa bir ruhsuz makinedir, aynıkitaptan beş yüz nüsha da basar, beş milyon nüsha da.Bunların hepsi de yazısından resmine, kâğıdından kapağınakadar birbirinin tıpkısı olur.Osmanlı dönemindeki kitap anlayışına bakalım: Kitapseverbir kişi, sahip olmak istediği bir kitabı bir hattatayazdırır. İstinsah edilen bu nüsha bir “mücellit” tarafından“ciltlenir”. Bir sanatkâr yazmanın kâğıdını hazırlamışsa,bir başkası “cedvel”leri çeker. Bir diğeri “ebru”yaparken öbürleri de “katı’a”, “tezhip”, “minyatür”gibi her biri ayrı sanat dallarına ait hünerlerini ortayakoyarlar. Böylece orijinal bir yazma hazırlanmış olur.Yazmanın özelliklerine değinelim. El yazmalarının ikiözelliği vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:110
1- İç özelliği: Kitabın muhtevası ile ilgilidir. İlmî, edebî,tarihî ve felsefî yönünü belirtir.2- Dış Özelliği: Kitabın estetik yönünü ortaya koyan çeşitlisanat dallarının bir arada sergilendiği cilt, kâğıt, mürekkep,yazı ve süslemenin uyumlu bütünlüğüdür.İç ÖzellikHer kitabın bir yazarı vardır. Buna “müellif” diyoruz. Yazareserini kendisi kaleme almışsa böyle kitaplara “müellifhattı” diyoruz. Genellikle kitaplar başka kişiler tarafındanyazılarak çoğaltılırlar. Bu yazıcılara da “müstensih” diyoruz.Yani “müellif” kitabını bir kere “te’lif eder”, “müstensih”de onu bir çok defa “istinsah eder”. Müellif hattıkitaplar nadir bulunur ve başka kişiler tarafından istinsahedilmiş diğer nüshalardan daha önemli sayılır.Müstensih, âlim bir kişi ise yazısı kargacık burgacık bileolsa imlâsı düzgün olur. Çünkü ilim ehli kopya ettiği nüshayıdoğru okur ve doğru yazar, konudaki anlam bütünlüğüneönem verir, satır atlamamaya ve kelimelerin doğruluğunadikkat eder. Her müstensih “hattat” değildir,fakat hattatların istinsah ettiği, yazısı “güzel hat örneği”olan kitaplar da vardır. Harflerdeki şekil güzelliğine önemveren hattatlar imlâyı ihmal edebiliyorlardı. Bu bakımdanbir eserin birkaç yazma nüshası varsa araştırmacılar açısındanimlâsı doğru olan tercih edilir.Metnin Tesisindeki AşamalarKitap muhakkak besmele, Allah’ın birliğine övgü vehamd ile başlar. Sonra peygambere salevat getirilir veailesine, ashabına dua ve selam edilir. Bunlara “hamdele”ve “salvele” denir.Bunlardan sonra “ammâ ba’d” sözüyle yazar kitabınınasıl konusuna giriş yapar. Tabiî genellikle ilmî eserlerde,nesir tarzı yazılmış kitaplarda bu ibare kullanılır. İlmîeserlerde bir önsöz bulunur; buna “mukaddime” veya“dîbâce” denir. (1)Pek çok ilmî eserde önce kitabın içindekilerini gösterenbir fihrist bulunur (2) , sonra yukarıda belirttiğimiz bölümleryer alır.Kitabın konularının tamamlandığını ve bitişini belirtenson söze de “hâtime” denir.Edebî eserlerde, meselâ mesnevi tarzında yazılmış manzumhikâyelerde hamdele ve salvelenin her biri ayrı birbaşlık altında yazılmış beyitlerle ifade edilir. Yazar Allah’ı,Peygamberi, ailesini, ashabını, ayrıca dört halifeyi över. Zamanınpadişahını da methettikten sonra “sebeb-i te’lif”başlığı altında esas konuya girer. Metin, her biri kırmızımürekkeple yazılmış başlıklarla diğerinden ayrılan “bab”,“meclis” veya “fasıl” denilen çeşitli bölümlere ayrılır.Kitabın sonunda “ketebe sayfası” bulunur. Burada kitabınsona erdiği belirtilir ve bir dua ile bitiriliş tarihi kaydedilir (3) .Müellifin yazdığı bitirme yazısı ile müstensihin yazdığı “istinsahkaydı” birbirine karıştırılmamalıdır. Bazı kitaplardaher ikisi de bulunurken, pek çoğunda sadece istinsah kaydıbulunur. Bazı müstensihler kopya ettikleri nüshanın istinsahkaydını da kendi nüshalarına aynen yazarlar. Bu da kitabınhangi kaynaktan geldiğini tesbit etmede faydalı olur.Bir kitabın içinde esas metne dahil olmayan başka yazılarda bulunabilir. Bunlar daha ziyade metnin başlangıçsayfasından önceki “zahriye” denilen sayfalarda bulunur.Kitabın başındaki vakıf, ferağ, temellük kayıtları vesonundaki istinsah, sema’ kayıtları gibi. Metin dışındakisayfalarda çeşitli beyitler, dualar, diş ağrısına ilaçtan yemektarifine kadar çeşitli faydalı bilgiler, önemli söz venotlar yer alabilir. Bazen bu sayfalar (zahriyeler) tamamenboş da olabilir veya tezhipli olabilir (4) .Dış ÖzellikYazmanın dış özelliği, çeşitli açılardan sanatsal niteliklerikendinde toplayan bir görünüş ihtiva eder. Her yazmanıngöze hitap eden yönü, sahibinin kültürel ve sosyalkonumuna, sanat zevkine göre hazırlanmış olur.Cilt: Genellikle deri olur. Ön ve arka “kapak”ların kitababağlandığı yer “sırt”tır. Arka kapağın ucunda görülen üçgenbiçimindeki “mıklep”, “sertâb”la kapağa bağlanır.Kapaklardaki desenin benzeri mıklepte de bulunur. Sertab,sayfa kenarlarını korur ve mıklebe hareketlilik sağlar (5) .Kâğıtların belirli sayıda ve biçimde toplanmasından oluşan“forma”lar birbirine sağlam ipek ipliklerle dikilir ve değişik111
Selçuklu ve Beylikler dönemine ait kitaplarda ise “reyhani”,kitabelerde de “kûfi” tarzı yazıya rastlanır. XV. yüzyılakadar gelen yazma kitaplar harekeli nesihle yazılı ikenondan sonraki yüzyıllara ait nüshalarda harekeye pekrastlanmamıştır. Genellikle edebî eserler (divanlar, mesneviler)ve tasavvufa dair kitaplar ta’likle yazılır olmuştur.Nesih ise dinî ve ilmî eserlerde yaygınlık kazanmıştır.Medrese eğitimi görmüş, ilmî yönü kuvvetli müstensihlerimlâya önem verirken, kitap yazan hattatlar da harflerinyazımındaki estetik görünümü ön plana almışlardır.Mürekkep yapımı da başlıbaşına ustalık isteyen bir sanattır.Yazma kitaplarda metin siyah mürekkeple yazılmış,başlıklarda ve dikkat çekilmek istenen kelimelerdekırmızı mürekkep kullanılmıştır. Bazı kitapların serlevhalarındabeyaz, lacivert mürekkep ve yaldız kullanıldığıda görülmüştür. Aynı şekilde sayfa cedvelleri genelliklekırmızı ile, bazen yaldız ile çekilmiş olur (12) .Tezhip: Altın ve boyalarla yapılmış, desenleri stilizebitki ve hayvan motiflerine dayalı bezemelere “tezhip”diyoruz. “Zeheb” altın, “tezhip” altınlamak anlamınagelir. Yazmanın başlangıç sayfasında bulunan“başlık(serlevha)” genellikle tezhipli olur (13) . Bazen ilkiki sayfanın da tezhipli olduğu görülür (14) . Bazı kitaplarınbaşlangıçtan önceki “zahriye” leri de tam sayfa tezhipliolabilir. Yazma, padişaha veya önemli bir devlet büyüğünesunulacaksa, başında ve sonunda muhakkak tezhibeyer verilir, kitap bezemesine daha çok özen gösterilir.biçimlerde örülerek bir nevi kurdele oluşturulur. Buna “şiraze”denir (6) . Şiraze kitabın sağlamlığını ve dayanıklılığınıarttırır. Şiraze kopar veya sökülürse kitabın sayfaları dağılır.“Şirazeden çıkmak” deyimi de buradan gelmiştir.Kapak süslemeleri genellikle şöyledir: Ortada bir “şemse”ve iki ucunda “salibek” bulunur. Kapağın dört bir yanınıiçi “zencirek”li “cedvel”ler çevirirken kapak uçlarında da“köşebent” denilen süsler yer alır (7) . Kenarlarına ve sırtınaderi geçirilmiş, kâğıt veya kumaş kaplı mukavva kapaklardanoluşan ciltler de vardır. Bunlara “cihar kûşe cilt”denir (8) . Kapağın ortasını veya bütün yüzünü altın yaldızlısüsleme kaplarsa böyle ciltlere de “zilbahar cilt” denir (9) .Ciltlerde kapak içleri de bezemeli olur. Genellikle ön vearka kapağın içi ve onun karşısındaki koltuk kâğıdı ebrukaplıdır (10) . Bazı kitapların kapak içlerinde kâğıt oymasanatıyla(katı’) yapılmış desenler bulunur (11) .Kâğıt: Kâğıt aharlı ve mührelidir. Yazma kitapta beyazrenkli kâğıt hiç tercih edilmez; genellikle kremin tonlarıkullanılır ve nohudî, samanî, fildişi gibi isimlerle anılır.Bazen mavi, yeşil, kahverenginin çeşitli tonları da yazmanınkâğıtlarında yer alabilir. Buna da “mülevvenkâğıt” denir. Bazı yazmaların kâğıdını ışığa tuttuğumuzda“su damgası” (fligran) adı verilen birtakım şeffaf çizgive desenler görebiliriz.Yazı ve Mürekkep: Son zamanlarda “rık’a” ile yazılmışkitaplara da rastlanmakla beraber; Osmanlı dönemindeyazmalarda genellikle “nesih” ve “ta’lik” yazı kullanılmıştır.“Sülüs”, “divani” gibi diğer yazı çeşitleri ise kitaptanziyade levha, kitabe ve resmî evrakta kullanılmıştır.Minyatür: Yazma kitaplarda “nakış” adı verilen kendinemahsus tarzda yapılan resimlere son yüzyıllarda “minyatür”denmiştir. “Nakış”ları yapan ressamlara da “nakkaş”denirdi. Günümüze kadar gelmiş yazmalara baktığımızda,bazı edebi eserlerde özellikle Leylâ ile Mecnun, Yusufile Züleyha gibi mesnevilerin bazı yazma nüshalarında kitabınkonusuna uygun minyatürlerin yer aldığını görebiliriz.Geçmiş dönemlerde bilimsel nitelikli birtakım yazmakitaplara da konuyu açıklayıcı nakışlar(minyatürler) yapılmıştır.Özellikle tıp, gökbilimi, coğrafya, yerbilimi gibikonuları içeren öğretici nitelikli kitaplarla falcılıktan bahseden,bitki, hayvan ve değişik mahlûkatı anlatan bilgiverici kitaplarda böyle minyatürler vardır (15) .Yazmalar Nasıl Muhafaza Edilmeli?Yazmalar, geçmişten bugüne gelen ata yadigârı tarihieserlerdir. Zamana karşı bir nevi mücadele ederek varlıklarınıkorumuşlardır. Zamanın getirdiği yıpranmanın yanısıra toz, nem, ısı, ışık ve böcekler gibi olumsuz unsurlar dayazmaları tahrip eden âmillerdendir.Yazma eser kütüphanelerindekitapların muhafazasında bu yönlere dikkat edilir.Değişik metotlarlar kitaplar, zararlılara karşı korunur.“Okuyucunun yazma eser karşısındaki tutumu ne olmalıdır?”sorusu akla gelebilir. Kitaba karşı hoyratdavranırsak, gelecek nesilleri böyle eserlerden mahrumetmiş oluruz. Mümkünse yazmaya çıplak elle tutulmamalı,bezden kılıf yapılmalı veya eldiven kullanmalıdır.Çünkü elin teri kâğıda zarar verebilir. Cildi yaldızlı nakışlıve içi tezhipli kitaplar göze hoş göründüğü için insanlarbunlara dokunma isteği duyarlar. Bu yazmalar elden eleçok gezdiği zaman parmak izlerinin bulunduğu altın vetezhiplerde kararma, bozulma görülmüştür.112
Bizde parmak ucunu diliyle ıslatıp kitap sayfalarını çevirmealışkanlığı vardır. Yazma veya matbu her türlü kitapiçin zararlı olan bu alışkanlığı terk etmeliyiz. Bir kitabı açıpokumak için parmak uçlarımızın nemli olması gerekmez.Işık da yazmalar için tahrip edicidir. Bu bakımdan fotoğrafmakinelerinin flaşı kitaba zarar verir. Yazmalarıngelişigüzel fotoğrafı çekilmemelidir. Hele yazma kitabınfotokopisini çekmeye kalkışmak âdetâ bir cinayettir.Burada kitabın korunması ile ilgili tarihî bir örnek vermekyerinde olur. Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndebulunan Kemankeş kitaplarının zahriyesinde vakıf şartıolarak “Kitabı ödünç alan kişinin, kitabın kâğıdının ucunubükmemesi, cildini sökmemesi, çocukların eline vermemesi,aksi taktirde tazmin etmesi” gibi maddeler ilerisüren şartname metni yer almaktadır. Yazının sonundada vakıf şartları, vasiyet edenin (vakf edenin) vasiyetinideğiştirmeye kalkışanların mes’ul olacaklarına dair birâyet-i kerime ile pekiştirilmektedir:“Bu hakîr-i fakîr-i pür taksîr E’s-Seyyid El-Hacı Abdülkadirel-ma’rûf bi-Emîr Hâce Kemankeş Üsküdarî, bu kitâb-ımüstetâbı mülkümden ihrac idüp, Üsküdar’da vâkiValide-i Atîk Câmi’-i Şerifine şol şart ile vakf eyledümki talebe-i ulûmdan her kime iktiza iderse rehn-i kavîveyahud kefîl-i melî ile virilüp ta haceti temam oluncanişan içün kâğıdın bükmeye, cildin sökmeye ve uşak elinevirmeye. Eger şartlardan birisinin hilâfı zuhûr idersetazmîn oluna. Femen beddelehu… yubeddilûnehu (BakaraSuresi, 181. ayet) fehvâsınca âsîm olmayalar (16) .”Yazmalar Yol GöstericidirYazmalar, bilim ve sanatın iç içe olduğu kitaplardır. Muhtevabakımından önemli oldukları kadar sanat açısındanda önemlidirler. Bir eserin yazılmasında nasıl yazarın bilgibirikimi ve fikir gücü ortaya konuluyorsa, bir yazma kitabınortaya çıkmasında da bir çok sanat erbabının emeğivardır. Elle yazılmış kitaplar, Türk İslâm sanatlarının oluşumundave gelişmesinde büyük rol oynamışlardır. Bilgive estetiği bir arada yoğuran bir dünya görüşünü yansıtmalarıaçısından günümüz insanlarına yol göstericidirler.Günümüzde gerek resmî, gerekse özel kütüphanelerdemevcut olan yazmaların her tarihî eser gibi millî mirastır,kıymetlerini bilmek gerekir. İnsanımızda geçmişten günümüzegelen değerlerimizi koruma bilinci geliştirilmelidir.Bazı Yazma Örnekleri:1- İstanbul <strong>Belediyesi</strong> Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Kitapları 408: İlm-i LedünniRisalesi Tercümesi, Gevrekzade Hafız Hasan Efendi: İlk(Atatürk Kitaplığı002, jpg) ve son(Atatürk Kitaplığı 023, jpg) sayfalar,cihar-gûşe cilt kapakları(Atatürk Kitaplığı 024, jpg ; Atatürk Kitaplığı 025, jpg),kapak içi ve zahriye(Atatürk Kitaplığı 001, jpg)2- Millet Kütüphanesi, Ali Emiri TR 772 (00668): Meşâirü’ş- Şuârâ, Âşık Çelebi:Zahriye(AUT 29942, JPG), serlevha(AUT 29955, JPG),zilbahar cilt kapağı(AUT 30360, JPG)3- Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Hacı Selim Ağa 946: Ravzu’l-Ahyâr:Ebru kapak içi(HACI SELIM AGA 946-_00001, JPG), zahriyede kitap adı, kütüphanemührü(HACI SELIM AGA 946-_00002, JPG), kitabın ilk sayfasıfihrist(HACI SELIM AGA 946-_00003, JPG).4- Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Kemankeş 528: Maktel-i Hüseyin, Şâzî: Zahriyedevakıf kaydı(KEMANKEŞ VE 528-_00003, JPG)5- Süleymaniye Kütüphanesi, Hekimoğlu 778: Tabakatü’l- Memalik fiDerecati’l- Mesalik, Koca Nişancı, Mustafa b. Celâleddin et- Tosyevi: Ciltkapakları(HEKIMOGLU 778-_00001, JPG ; HEKIMOGLU 778-_00005, JPG),katı’(katı’a şemseli) kapak içleri( HEKIMOGLU 778-_00002, JPG ; HEKIMOGLU778-_00003, JPG), zahriye(HEKIMOGLU 778-_00006, JPG), tamamen tezhipliilk iki sayfa(HEKIMOGLU 778-_00007, JPG)6- Süleymaniye Kütüphanesi, Hekimoğlu 779: Tabakatü’l- Memalikfi Derecati’l- Mesalik, Koca Nişancı, Mustafa b. Celâleddin et- Tosyevi:Cilt kapağı(HEKIMOGLU 779-_00001, JPG), katı’a şemseli(katı’) kapakiçi(HEKIMOGLU 779-_00002, JPG), zahriye(HEKIMOGLU 779-_00003, JPG),tamamen tezhipli ilk iki sayfa(HEKIMOGLU 779-_00004, JPG)7- Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 3703: Kitabü’l- Haşaiş fi’t- Tıb, Dioskurides:Minyatür(AYASOFYA3703-_00003, JPG )8- Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih 4321: Hadikatü’s- Süedâ, Fuzulî:Minyatür (FATİH 4321-_00010, JPG)9- Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail 318: İkdü’l- Cüman Tercümesi, EbuMuhammed el-Aynî: Minyatürler(LALA ISMAIL 318-_00020, JPG ; LALA IS-MAIL 318-_00021, JPG ; LALA ISMAIL 318-_00022, JPG ; LALA ISMAIL 318-_00023, JPG)10- Mecelle, Ahmet Cevdet Paşa: ilk iki sayfa (EL + İLANI +…JPG)Kaynakça:1- İslâmî Yazmaların Katalog ve Tasnifi Semineri Notları, El-Furkan Vakfı, IR-CICA ve Süleymaniye Kütüphanesi işbirliğiyle, 29 Ağustos-3 Ekim 1994 (basılmamış).2- Nimet BAYRAKTAR, Üsküdar Kütüphaneleri, Vakıflar Dergisi, XVI(1982),s.45-59.3- M. Nihad ÇETİN, Araştırmada Temel Bilgiler ve Usûl (1980-1982 ders notları,basılmamış)4- Günay KUT - Nimet BAYRAKTAR, Yazma Eserlerde Vakıf Mühürleri, Ankara:Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1984.5-Yılmaz ÖZCAN, Türk Kitap Sanatında Şemse Motifi, Ankara: Kültür BakanlığıYayınları, 1990.6- Mine Esiner ÖZEN, Yazma Kitap Sanatları Sözlüğü, İstanbul: 1985.7- Zehra ÖZTÜRK, Eyüp’te Medfun Bir Hanım Müstensihin Kabri ve Bir Kitabı,Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla VIII. Eyüpsultan Sempozyumu Tebliğler 7-9 Mayıs2004, (İstanbul: Eyüp <strong>Belediyesi</strong>, Aralık 2004), s. 256-261.8- Zehra ÖZTÜRK, Hacı Selim Ağa Kütüphanesi Türkçe Mesnevi Yazmaları Kataloğu,İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk EdebiyatıKürsüsü, 1982 (Doktora öncesi çalışması, yayınlanmamış)9- Şinasi TEKİN, Eski Türklerde Yazı Kâğıt Kitap ve Kâğıt Damgaları, baskıya hazırlayan:R. Tûba Çavdar, İstanbul: Eren Yayıncılık ve Kitapçılık Ltd. Şti.,1993.Dipnotlar1- Atatürk Kitaplığı 002, jpg ; AUT 29955, JPG2- HACI SELIM AGA 946-_...3- Atatürk Kitaplığı 023, jpg4- Atatürk Kitaplığı 001, jpg ; AUT 29942, JPG ; HACI SELIM AGA 946-_00002, JPG ; HEKİMOGLU 778-_00006, JPG ; HEKİMOGLU 779-_00003, JPG; KEMANKEŞ VE 528-_00003, JPG5- clip_image 002, jpg6- y copy, jpg7- HEKIMOGLU 778-_00001, JPG ; HEKIMOGLU 778-_00005, JPG8- Atatürk Kitaplığı 024, jpg ; Atatürk Kitaplığı 025, jpg9- AUT 30360, JPG ; HEKIMOGLU 779-_00001, JPG10- HACI SELIM AGA 946-_00001, JPG ; HEKIMOGLU 778-_00003, JPG11- HEKIMOGLU 778-_00002, JPG ; HEKIMOGLU 778-_00003, JPG ; HEKI-MOGLU 778-_00004, JPG ; HEKIMOGLU 779-_00002, JPG12- HACI SELIM AGA 946-_00003, JPG ; EL + İLANI +…JPG13- AUT 29955, JPG14- HEKIMOGLU 778-_00007, JPG ; HEKIMOGLU 779-_00004, JPG15- AYASOFYA3703-_00003, JPG ; FATİH 4321-_00010, JPG ; LALA ISMA-IL 318-_00020, JPG ; LALA ISMAIL 318-_00021, JPG ; LALA ISMAIL 318-_00022, JPG ; LALA ISMAIL 318-_00023, JPG16- KEMANKEŞ VE 528-_00003, JPG113
Prens Fedor İvanoviç Mstislavskiy’in Miğferi (Çiçak), 16. yüzyılKremlin Sarayı HazineleriTopkapı Sarayı’ndaMüge ÖZCANOsmanlı Devleti’nin son payitahtı İstanbul, bu yıl 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak pekçok etkinliğe imza atıyor. Bu etkinlikler kapsamında, Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllıktarihinde 400 yıl boyunca yönetim merkezi olarak hizmet veren Topkapı Sarayı, KremlinSarayı’nın nadide eserlerini ağırladı. Yaklaşık 100 eserin yer aldığı sergi, Türkiye ile Rusyaarasındaki tarihi ve kültürel ilişkilerin geçmişine ışık tutarken, geleceğe dönük ilişkilerin geliştirilmesibakımından da büyük önem taşıyor.114İkona, Kazan Meryemi, 17. yüzyılınsonu-18. yüzyılın ilk çeyreği
Saatli Barutluk, 17. Yüzyıl15. yüzyıldaKaradeniz’denticaret yollarıylabaşlayanOsmanlı-Rus ilişkilerigünümüzekadar savaşlar, ittifaklar,dostluklarladevam edegeldi. GeçmişteRuslar, Osmanlıtoprakları üzerinden sıcakdenizlere inmek için çabaladı,Osmanlı ise buna karşılıkRuslar’ın ele geçirmek istedikleritopraklardaki krallıkların yanında saf tuttu.İki imparatorluk arasında yaşanan savaşlar sırasındadiplomatik ilişkileri geliştirmek adına iki saray,birbirlerine karşılıklı olarak altın kemerler, gümüş şarapkupaları, zümrütle bezenmiş saatlergibi çok değerli hediyeler gönderdi.Vaktiyle Rus çarlarının Osmanlısarayına, Osmanlı sultanlarınında Rus çarlarına gönderdiğibu diplomatik hediyeler,İstanbul’da ve Moskova’dadüzenlenen sergilerle tanıtıldı.Bu sergilerin ilki, TopkapıSarayı Müzesi’nde ziyaretçilerinbeğenisine sunulan KremlinHazineleri sergisi… İstanbul2010 Avrupa Kültür BaşkentiAjansı Kültürel Miras ve MüzelerYönetmenliği etkinlikleri kapsamındahayata geçirilen “MoskovaKremlin Sarayı Hazineleri TopkapıSarayı’nda” adlı bu sergi, Türkiyeile Rusya arasındaki tarihi ve kültürelilişkileringeçmişine ışıktutar nitelikte.Sergi, iki ülkearasında geleceğedönük ilişkileringeliştirilmesibakımındanda büyük önem taşıyor.Kremlin’in, 15.ve 17. asırlardaki yaşayışını,zenginliğini sergileyeneserler, Rusya’nın ilişki kurduğufarklı kültürel çevrelerden nasıletkilendiğini ve nasıl yeni bir medeniyetiortaya çıkardığını göstermesi açısından daönemli. Topkapı Müzesi Müdürü İlber Ortaylı,herhangi bir Avrupa sarayında rastlanamayacak malzemeninKremlin’de bulunmasını, “Hayreteşayan fakat izaha muhtaç bir gerçek”olarak değerlendirdi. TopkapıSarayı’nda düzenlenen Rus hazinelerisergisine karşılık olarakMoskova’daki “İstanbul TopkapıSarayı: Osmanlı SultanlarınınHazineleri” isimli sergideise aynı dönemin Osmanlı Sarayıeserleri Çarlık Sarayı’ndaziyaretçilerin beğenisine sunuldu.Osmanlı sultanlarının saltanatsembolleri, şahsi eşyaları, törenkaftanları, elbise koleksiyonları,soyağacı ve saray yaşamı ileilgili 106 eser sergilendi. TopkapıSarayı Müzesi Hazine Bölümü’neait altın, yakut ve zümrüt gibi değerlitaşlarla kaplı yazı kutusu, matara gibiMitre (Piskopos Tacı), Kremlin Atölyeleri, 17. yüzyılın ikinci yarısı115
objelerin yer aldığısergide, “PadişahElbiseleri Koleksiyonu”ndan sultanlaraait tören kaftanları, ayrıca “SarayınResim Koleksiyonu”ndan Sultan 2.Beyazıt’ın da bir portresi ziyaretçilere gösterildi.Çarların İhtişamlı Yaşamından ÖrneklerAt burunluğu,17. yüzyılın ortasıTopkapı Sarayı’nda düzenlenen Kremlin Hazineleri sergisinde,Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasındakidiplomatik ve ticari ilişkiler sürecinde Moskova’ya gönderilenat koşumları, mücevherler, lüks Osmanlı dokumalarıyerli ve yabancı ziyaretçilerin beğenisine sunuldu.Kremlin Sarayı Müzesi Koleksiyonu’ndan, Rus çarlarınınhazinesinde bulunan ve Kremlin katedrallerini,Moskova saraylarının kabul salonlarını ya da özel dairelerinisüsleyen görkemli altın ve gümüş eşyalar, incive değerli taşlarla bezeli giysiler ile din adamı cübbeleride sergilenen eserler arasındaydı. Osmanlı-Rus ilişkilerininbarış dönemini kapsayan 16.-17. yüzyıllara aiteserlerden oluşan sergide yaklaşık 100 eser yer aldı.Sergide, MoskovaKremlin Sarayı’nınilk atölyelerinden biri olan ve halenSilahhane Müzesi olarak faaliyetgösteren Silahhane’de çar için üretilmiştören, savaş ve av silahları da sanatseverlerinbeğenisine sunuldu. Atlar için törenkoşumları, altın ve gümüş atölyelerinde çalışanustaların çarın özel ve kamusal hayatında kullanmasıiçin ürettikleri eşyalar, çoğu soylu Rus ailelerinin kızlarıolan usta terzi ve nakışçıların bizzat çariçenin gözetimindeÇariçe Dairesi’nde hem kilise için, hem de gündelikkullanıma yönelik olarak dikip, sırma ve incilerlebezedikleri örtü ve kıyafetler de sergilenen eserler arasındaydı.İki ülke arasındaki diplomatik ve ticari ilişkilersonucunda Kremlin Müzeleri envanterlerine girenTürk sanatı koleksiyonunun küçük bir bölümünü oluşturankılıç, miğfer, hançer gibi silahlar, koşum takımları,mücevherler, cep saati, leğen, ibrik, divit gibi eserlerde ilk kez üretildikleri yerde, yani İstanbul’da ziyaretçilerlebuluştu. 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı topraklarındanithal edilen dokumalar, silahlar, at koşumları vealtın takılar, dışişleri dairesinin özel defterine kaydedilir,en değerlileri devlet hazinesine ayrılırdı. 16.yüzyıldaRus ordusunun süvari birlikleri, Osmanlı silah ve zırhlarıyladonatılır, Osmanlı koşum takımları Ruslar tarafındansevilerek kullanılırdı. Osmanlı kumaşlarının Rusterzi ve nakışçıları tarafından gündelik ve dini kıyafetlere,iç mekân örtülerine dönüştürüldüğü; at örtüleri,eyer ve kın kaplamaları, kalkanların ve zırh kolçaklarınıniç yüzey kaplamalarında Osmanlı kumaşlarının kullanıldığıbilinmektedir. Ayrıca Osmanlı mücevherlerininde gündelik yaşam ve kilisede kullanıldığı yeri gelmişkenhatırlatılmalıdır.2. Çar Mihail Fedoroviç’in Portresi SergideydiTopkapı Sarayı Müzesi’ndeki “Moskova Kremlin SarayıHazineleri Topkapı Sarayı’nda” sergisinde öne çıkanbazı eserlere göz atalım. 2. Çar Mihail Fedoroviç’in portresi,serginin en önemli eserlerinden biriydi. Tuval üzerineyağlı boya ile yapılan bu portrenin ressamı meçhul.Portresi resmedilen Mihail Fedoroviç, çar seçildiğindeon altısındaydı. Kremlin’deki Meryem’in Göğe YükselişiKatedrali’nde, 11 Temmuz 1613’te yapılan taç giyme116Çar Mihail Fedoroviç’in Portresi, 18. yüzyılın ikinci yarısı
Çar Aleksey Mihayloviç'e ait tören şeşberi,17. yüzyılın ortasıtöreni Sıkıntılı Dönem’isona erdirdi ve Rusya’nınyeni hükümdarları olan Romanovlarhanedanını başlattı. BoyarFedor Nikitiç Romanov ile Şestova adıyla doğmuşXenia İvanovna’nın oğlu olan Mihail Fedoroviç,Ryurikoviç hanedanından gelen son Rus çarıyla kardeştorunuydu. Portrede Çar Mihail Fedoroviç’in törenkıyafeti omuz kısmında geniş dekoratif yakası (barmi)olan brokar bir cübbedir. Başında samur kürk astarlı, değerlitaşlar ve incilerle süslü altın imparatorluk tacı vardır.Elindeki asa ve küre ile boynundaki kalın altın zincirinucundaki altın haç hükümdarın yüce gücünü simgeler.2. Çar Mihail Fedoroviç’in portresini, II. Katerina’nıngözdesi Kont G.G. Orlov, Rus İmparatorluğu’nun yenibaşkenti St. Petersburg’daki, imparatoriçenin kendisinebağışladığı Mermer Saray için satın almıştı.Zümrüt ve Yakutlarla Bezeli Tören ŞeşberiSergideki göz alıcı eserlerden biri de 17. yüzyıla ait “TörenŞeşberi”. Bu tür altı kanatlı tören şeşberleri Rusya’daşestoper olarak adlandırılır. Bu ihtişamlı şeşberin topuzu,üzerlerine yakutlar ve zümrütler oturtulmuş ajurlubitki desenleriyle bezelidir. Kanatlarının kenarlarında vekabartmalar arasında rengârenk mineler yer alır. Şeşber,Çar Aleksey Mihayloviç’e, 1655’te İstanbullu Yustahis’inoğlu Rum tacir Demetrios tarafından elçi heyeti hediyesiolarak sunulmuştur.Osmanlı dokuması “Kadife at örtüsü” de KremlinHazineleri’nin nadide eserleri arasında. 17. yüzyılda Osmanlıat örtüleri her zaman tek parçaolmaz, bazen iki ayrı parça olarakyapılırdı. Topkapı Sarayı Müzesi’ndesergilenen bu at örtüsü de, düz kırmızıkadifeyle birleştirilmiş iki parçadan oluşurve baştan başa sırmayla bezelidir. Her parçanınortasında düz bir çiçek sapı vardır. Bu saptan yanlaradoğru çıkan saplar ise kıvrımlıdır. Sapların ucuna sıra sırakaranfil, lale ve sümbüller, tomurcuk ve rozetler işlenmiştir.Deseni çiçekli devedikeni motifleri çevreler. Bordürdetaçyapraklı çiçek ve küçük lale motifli bir dal işlenmiştir.Zemin tamamen sırma kaplıdır. Örtünün alt tarafına saçaklıgümüş örgü bir bant dikilmiştir.Osmanlı Topraklarında Hıristiyan ObjeleriOsmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyan simgelerinitaşıyan objelerin üretilmesi tesadüfi değildir. Osmanlıtebaası arasında altmıştan fazla etnik grup vetek tanrılı üç dinin (İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik)temsilcileri de vardı. İmparatorlukta Hıristiyanlarınoranı azımsanmayacak derecedeydi. Bütün Ortodoksdünyası ile ilişki içinde olan Patrikhane’nin deİstanbul’da olduğu unutulmamalıdır. Geleneksel ola-Sırma İşlemeli Osmanlı Dokuması At ÖrtüsüOsmanlı dokuması at örtüsü, 17. yüzyıl ortasıMoskova, Kremlin Atölyeleri’nden Felonin (Ayin Cübbesi), 17. yüzyılın ikinci yarısı117
Yakut ve zümrüt bezemeli ibrik ve leğen, 17. yüzyılın ikinci yarısırak Ortodoksların kullanması amacıyla üretimyapan merkezler, Osmanlı yönetimialtında varlıklarını sürdürmüşlerdir.Çar İvan Aleksiyeviç’e aitkılıç, 17. yüzyılın ikinci yarısındaOsmanlı topraklarındaki silahyapım merkezlerinden birindeyapılmıştır. Kabzası ve kını Osmanlıüslubunda altın montürlüelmas ve yakutlarla bezelidir.Ancak keskin kısmında altınkakma Meryem ve çocukİsa ile çiçekten çerçeve içindebir haç vardır.118İnci, yüzyıllar boyu Rus işlemelerindeen sevilen ve ençok kullanılan malzeme olmuştur.İnci, hiç kuşkusuzRus yaşamının temel biröğesi, Rus olmanın bir simgesiydi.Kremlin’de bizzatÇariçe’nin gözetimindeÇariçe Dairesi’nde işlemecikadınların elindençıkan inci işlemeli piskoposbaşlığı da, sergininen çok ilgi çeken eserlerindenbiri oldu. İncilerle donatılmış butören başlığı (mitre), zümrüt veyakutlarla da renklendirilmiştir.Madeni kabaralar, değerli taşlar,altın kabartma üzerine mine tekniğindeyapılmış resimler, hepsi büyükincilerle çevrelenmiş, başlığınüst kısmı ise orta büyüklüktekiincilerle süslenmiştir.Osmanlı Sateninden RusKaftanıRusya’da imparatorluk dönemindegeçitler çarın elçi kabultörenlerinde büyük rol oynardı.Elçiler Kremlin’de kabuledilirdi. Çarla buluşacaklarıyere, Ahırlar Amirliği’nintemin ettiği bir araba ya dakızakla ve son derece süslüatlara binmiş Rus saraylılarınıneşliğinde giderlerdi. Çar,elçileri genellikle Kremlin’inpahalı ithal kumaşlarındandikilmiş kaftanlar giyen, saraylılarladolu iki ana kabulsalonundan birinde yaniFaçetalar Salonu veya AltınSalon’da kabul ederdi.Kremlin Hazineleri sergisindeziyaretçilerin beğenisine sunulanPatrik Nikon’a ait desenliOsmanlı sateninden kaftan,bize 17. yüzyıl Rus kaftanınınbiçimi hakkında bize fikir verir.Patrik Nikon'un kaftanı, 1652-1658
Kremlin hazineleri arasında önemli bir yere sahipolan Osmanlı topraklarından ithal edilen mallar arasındadokumalar, at koşumları ve altın takılar baştageliyordu. Örneğin 1590’da İstanbul’dan dönen Rustacirlerinden İvaşka Karpo ve Yuri Grek’in, padişahınçar sarayında hatırlanması amacıyla yolladığı ipeklilerigetirdiği bilinmektedir. Moskova’yı ilk kez ziyareteden Mustafa Çelebi, beraberinde değerli kumaşve mücevherat getirmiştir. Mustafa Çelebi’nin adı,Rus kronikleri, Çar (Korkunç) İvan Vasilyeviç’in giysienvanteri, çarın bizzat Sultan Süleyman’a yazdığıbir mektup gibi bir dizi 16. yüzyıl belgesinde kaydageçmiştir. 1558 tarihli kronikte, “Türk tacir MustafaÇelebi, sultanın zengin hediyeleriyle Moskova’yageldi” diye yazar.Bu sergide yer alan 16.-17. yüzyıl Osmanlı eserleri,Kremlin müzelerinde yer alan ve iki ülke arasındaki çokeskilere dayanan diplomatik ilişkiler sonucunda eldeedilmiş eşsiz Türk sanatı koleksiyonunun sadece küçükbir bölümüdür. Moskova sarayında sürekli kullanılmalarıRus kültürünün, başka kültürlere dikkate değer ölçüdeaçık olduğuna işaret eder. 16.-17. yüzyıllarda çarlık sarayındadüzenlenen resmi törenlerde kullanılan Rus veOsmanlı sanatı hazineleri, Kremlin müzelerinde muhafazaedilen milli mirasın birer parçasıdır. Sergide yer alanörneklerin bazıları, müzelerde çalışan uzmanlarca restoreedilmiş, bazıları farklı tarih ve yerlere atfedilmiştir. Bütünbunlar Rusya ve Türkiye’nin haklı olarak dünya kültürmirasının temel parçası olan sanat hazinelerine gösterilentitizliğin bir ispatıdır.Çar Mihail Fedoroviç’in Kılıcı, Kremlin Atölyeleri, 1618119
en kimi detayların eksik kaldığını söyleyen Bozkurt,fakat bu yöntemin bugün kullandığı tekniği geliştirmesindeilham verici rolü olduğunu da dile getiriyor.Bozkurt, kendisine has bu teknikle çalışmaya başladığındanberi hep yere bakıyor. Sanatçı, “Kırk iki yıldanberi hep yere bakıyorum. Bulduğum uygun olan hertaşı yerinden çakımla çıkartarak çantama atıyorum”diyor.Çalışmaları Duvar Resim Sanatına Çok UygunSanatta sürrealizme esin kaynağı olduğu söylenenDada felsefesini anımsatan kolaj çalışmaları bulunanBozkurt, sürrealist resimlerinin yanı sıra minyatürçalışmalarını da özgün bir tazda üç boyutlu halegetirerek sanatını icra ettiğini belirtiyor. Çalışmalarının,Türkiye’de çok yaygın olmayan duvar resim sanatınaçok uygun olduğunu söyleyen sanatçı, dünyadaduvar resim sanatına büyük önem verildiğinizamanla Türkiye’de de yaygın hale geleceğine inandığınıifade ediyor.yazmama rağmen bunun kinaye ile yazılmış bir yazı olduğunudüşünenler oluyor. Halbuki ben dokunsunlar,hissetsinler, resmi yaşasınlar istiyorum” diyor. Bozkurt,eserlerinin suyla en yüksek tazyikte defelarca yıkanaraktest edildiğine de vurgu yapıyor. Eserlerini oluştururkentaşlarla çalışmanın kendisine ifade edilemez bir huzurverdiğini anlatan Bozkurt, taşlardan aldığı pozitif enerjininresimlerine de yansıdığını sözlerine ekliyor.Lâl Kırmızı Hariç Her Rengi Elde EdebiliyorEzip minicik hale getirdiği taşları özel bir yapıştırıcı kullanarakâdeta boya malzemesine dönüştüren BatuhanBozkurt, tekniği kullanmaya başladığı ilk yıllarda ikiboyutlu çalışmalar yaptığını, zamanla kendini geliştiripresimlerini üç boyutlu hale getirdiğini anlatıyor. “Buteknikle yapamayacağım hiçbir resim yok” diyen İzmirliDünyanın değişik bölgelerinden topladığı onlarca çeşittaşı, yerine göre balyoz, çekiç ve havanla ufaltan sanatçı,42 yıldır üzerinde çalıştığı kendine özgü resim tekniğiile ürettiği 300’ün üzerindeki eserini bugüne kadaryurt içinde ve yurt dışında açtığı çeşitli sergilerde sanatseverlerin beğenisine sunduğunu söylüyor. Uzun yıllaryaşadığı Almanya’da birçok galeride sergi açan sanatçı,resimde kullandığı özel tekniği nedeniyle Alman basınındasık sık adından söz ettirmiş.Ressam Bozkurt, yağlı boya tablo sergilerindeki “Lütfendokunmayınız!” uyarısına atıfla, “Dünyada, resimlerinedokunulmasını isteyen tek ressam olduğumu düşünüyorum.Gerek atölyemde, gerekse sergilerimde resimleriminyanına hep ‘Resimlere lütfen dokununuz’ diye121
essam, büyük uğraş isteyen eserlerini 1 ile 8 ay arasındaortaya çıkarabiliyor.Kendisine has teknikle resim yaparken kullandığı minarellerikıymetli, yarı kıymetli, çakıl ve kayaç olmaküzere dört bölüme ayıran sanatçı; jesper, lapis, pirit,mangenez, hematiti, lamatit, serpantin, bazalt, feldispat,akuamarin, lapislazuri, malahit, ametis, turkuaz,azurit, kayrak ve bunu gibi 500 çeşit mineral kullanıyor.Bu minerallerle bugüne kadar istediği her rengiyakaladığını belirten Bozkurt, “Fakat asla bulamadığımbir renk var, o da lâl kırmızı. Mavi olan lapislazuriyiTürkiye’de bulamadığım için Meksika Acapulco’dan veAfganistan’dan, malahiti ve amatisi ise Uruguay’dangetirtiyorum. Resimlerde taşları yapıştırmak için yıllarınverdiği bir tecrübe süreciyle elde ettiğim kendime özgübir yapıştırıcı kullanıyorum” diyor. Sanatçı, lâl kırmızıyıda elde edebilmek konusunda çalışmalarının sürdüğünüde söylemeden geçmiyor. Batuhan Bozkurt’unbir de iddiası var. Ressam Bozkurt, Türkiye’de turkuazmineralini ilk kez 2001 yılında Malatya-Arguvan’abağlı Müneyik Köyü Dere Mevkiindeki, Kazık BatmazDağı’nda kendisinin bulduğunu öne sürüyor ve “Ellerimkanayarak çıkardım turkuazları ve çok zor koşullaraltında atölyeme taşıdım” diyor.Batuhan Bozkurt, sanatını halen Urla’ya bağlı BarbarosKöyü’nde eşiyle birlikte hayata geçirdiği Barbaros EmekKültür ve Sanat Evi’nde icra ediyor. “Toplumu ileriyeve güzele taşıyan sanattır” diyen Bozkurt, kendisindensonra da bu tekniğin yaşatılmasını istediğini belirterek,öğrenmeye hevesli, sanat tutkunu gençlere kapısınınaçık olduğunu söylüyor.Özel Tekniğine Almanya’dan Patent Aldıİzmirli ressam Batuhan Bozkurt, sanatını icra ederken kullandığıbu tekniğe “Mineral Modern Mozaik Çakıl Taşı ResimTekniği” olarak Almanya’dan patent aldığını belirtiyor.Bozkurt, 42 yıldan bu yana kullandığı bu teknikle ortayakoyduğu eserlerini yurt içinde İstanbul, Ankara, İzmir,Diyarbakır, Malatya, Mersin, Muğla, Adana, Urfa, Elazığ,Kahramanmaraş, Bursa’da, yurt dışında ise başta Almanyaolmak üzere İngiltere, İsviçre, Fransa, Kıbrıs ve Kahire’deaçtığı sergilerle sanat severlerin beğenisine sundu.122
Hattat Padişah II. MahmudMusikîşinaslığının yanı sıra hattat olan II.Mahmud herkesin okuyabileceği tarzda yazıyazmakta ustaydı. Nesih, Sülüs, ve özellikleCeli Sülüs üzerinde çalıştı. EvvelaKebecizâde Mehmed Vasfi’den dahasonrada Mustafa Rakım Efendi’denders aldı. Genç yaşında icazet almış,özellikle (Celi) türü yazıdabüyük başarılar eldeetmiştir.Bazı padişah yazılarındabüyük imla hatalarıgörülebilirmekte ancak,Sultan II. Mahmud’unhiç imla hatası olmaksızınyazdığı hatt-ıhümâyunlar; ne kadarince ve dikkatli bir hattatolduğunu ortaya koymaktadır.Bu, gerek Topkapı SarayıKütüphânesi’ndeki tashihgörmeyen eserleri, gerekseOsmanlı arşivlerindeki yüzlercehatt-ı hümâyunlara bakıldığında kolaycaanlaşılabilmektedir.II. Mahmud’un hüsn-ü hat sanatına dair bazıeserleri Rakım Efendi tarafından büyük bir titizlikletashih edilirdi. Varak, altın, siyah, nefti mavive fes rengi koyu zemin üzerine malakari tekniğiyledevrin sanatkârlarına yaptırılır ve imparatorluğunçeşitli şehirlerinde abidelere asılırdı. Topkapı SarayıKütüphanesi’nde tashih görmeyen birçok eseri bulunanmaktadır…Nermin TAYLANSultan II. Mahmud, 20 Temmuz 1785 tarihinde İstanbul Topkapı Sarayı’nda doğdu. Babası I. Abdülhamit, annesi NakşidilValide Sultan’dır. 23 yaşında 30. Osmanlı Padişahı olarak tahta geçen II. Mahmud’un eğitimiyle bizzat amcası III. Selimilgilenmiş, II. Mahmud Topkapı Sarayı’nda dönemin en iyi eğitmenlerinden ders görmüştür. III. Selim’in musikî zevkindenve terbiyesinden etkilenmiş, ney üflemiş ve tambur çalmıştır. Sözleri de kendisine ait olan Hicaz Kalenderi enünlü eseridir.Sultan II. Mahmud(1785-1839)Osmanlı padişahları, sanatçılar ve zanaatkârlarıkoruyup kollayan büyük hükümdarlardı. Herbiri büyük birer âlim olan padişahların buinsanları korumalarının yanında sanatçıruha sahip olanları da vardı. Bazılarıkişisel merak, bazıları el becerileri sayesindeher biri usta sayılabilecekderecede sanatla ilgilenmişlerdir.Çünkü şehzâdelereçocuk yaştan itibaren Osmanlısaraylarında el sanatlarıve Türk İslamzanaâtleri öğretilmiştir…Şehzadeler, Topkapı SarayıŞehzâdegân mektebindeyetiştirilirdi. İlerideherhangi bir olay başlarınagelip çalışmak zorundakaldıklarında kimseyemuhtaç olmadan yaşamalarınıidame ettirmeleriiçin ellerinde birer altın bilezikolması adına şehzâdeler,dönemlerinin en iyi eğitmenlerindenders almışlardır.Osmanlı sarayı şiir, musiki ve sanattı.Yıldırım Bayezid iyi silah kullanıp ustaca atabinerdi, Sultan dördüncü Murad şiir ve musiki ile yakındanilgilenir, Muradi mahlası ile şiirler yazardı. Peygambermüjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmediyi bir bahçıvandır ve Avni mahlası ile şiirler yazmıştır.Sultan ikinci Bayezid Han hüsn-ü hat icazeti aldıktansonra hocası Şeyh Hamdullah gibi kemankeş ol-II. Mahmud’a ait bir eser123
II. Mahmud’a ait bir karalamamuştur. Bunların yanı sıra hem iyi bir müzehhib ve ilksultan-i bestekârdır. Yavuz Sultan Selim kuyumcudur,Farsça divanıyla 300 gazel yazmıştır. Sarı Selim lakaplıSultan II. Selim kemankeş, şair ve bestekârdır. Ustabir kuyumcu olan, kundura imal eden Kanuni SultanSüleyman ’Muhibbi’ mahlasıyla yazdığı gazellerle divanedebiyatında rekorlar kırmıştır.. Sultan III. Mehmedkaşık ustası ve ince bir hattattır. Okçuların kullandığıözel yüzükler yapardı. III. Selim kompozitördü,II. Abdülhamit marangozdur. Osmanlı padişahlarınınbu saydıklarımızdan ziyade tarih kitaplarında yeralmış daha nice zanaatleri ve sanatları vardır.Sultan II. Mahmud (Adli) mahlası ile şiirler yazmış, neyüflemiş ve tambur çalmıştır. Hüsn-ü hat sanatındaki başarısıdolayısıyla adı ’hattat padişah’ diye anılmıştır..Esas konumuz II Mahmud’un hatt-ı hümâyunları olduğundanpadişahın rik‘a yazısı ileyazdığı iki arşiv belgesini transkripsiyonve orijinal görüntüsü ilesizlere sunmaktayız..Hat, Arapça yazı demektir.Hatt-ı hümâyunların büyük ekseriyetipadişahların kendi el yazısıdır.Fakat bazen Mâbeyn-iHümâyun başkâtibi yahut saraydabir vazifelinin eliyle kalemealınmış da olabilir. Uzun hatt-ıhümâyunlarda yazının satır aralarınataştığı da vâkidir. V. Muradve IV. Mehmed gibi çocuk yaştaBelgenin transkripsiyonuKaymakam Pâşâ ve Kapudân-ı Deryâ gayret-şi’ârımgönderdiğin telhîs-i teselli-i muhlîsin mâ‘lûmumoldu. Ben yüzümü Cenab-ı Âlimi’s-sedd ve’lhafiyyâtatutdum benim andan gayrı mu’înim yoktur.Ehl-i İslâm’da gayret yok ve bu gayretsizlikbana hayret veriyor. Ol Cenâbu Haliki’s-semâvâtıve’l-ard bizlere yardım eylesün. Amin... Bu dünyâyagelmekden garaz nefs-i emmâreye mütaba‘ât olmayubancak “ve mâ halaktu’l-cinne ve’l-inseillâ li-ya'budûnî” ayet-i kerimesinin mazmûnuita’at-makrûnuyla âmil omak içündür. Bizim büyükdüşmânımız nefsimizdir hâlâ ona gâlib olduğumuzyoktur. Her ne vakit nefsimize gâlib olursakdin düşmânları ol vakit mağlâb olur. Hüdâ islâh eylesün.Âmin…tahta çıkan bazı padişahların yazı hattıve imlâlarında çok kere bozukluk görülebilir.Hattatlıkları dolayısıyla III. Ahmedve II. Mahmud’un hatları padişahyazıları içinde en güzelleri olarak kabuledilir... Aşağıda örneklerini göstereceğimizgibi, bazı istisnaî haller dışındapadişahın bizzat kaleme aldığı hatt-ıhümâyunlar, ünvanına, beyaz üzerineve telhis veya takrir üzerine yazılanlarolmak üzere üç grupta toplanabilir.Soldaki örnekte de görüldüğü üzereferman ve beratların önemli olanlarındatuğranın üst sağ veya sol tara-124
Belgenin transkripsiyonuBenim vezirim;Bir müddetten beri es’âr husûsuna hiç bakılmaz oldu.Ekser ibadullâha lâzım olan sabun, revgân-ı zeyt vepeynir ve ekser sebzevât bulunmayub; bulunsa dahigalâsından fukarâya acz gelmek derecesine vardı.Nân-ı azîzin sikkesi bozuk, lahmin kıyyesi altmış parayakadar satılıyor, kuzunun vücûdu yok... Bunlarımülâhaza edüb,. celebin tarîkini asla düşünmez oldunve sekene-i İstanbul husûsuyla esnâf ve ehl-i sûk nesöylüyorlar işittiğin yok mudur? Geçen sene Ramazân-ıŞerîf’te bazı erâcif zuhûruna mebnî “lâzımsız şey içünesnâfın pek üzerine varma” deyu iyd-ı şerîfde sanatembih etmiştim; lâkin bütün bütün bırakub ibadullâhzarûret çeksün demedim. Sen külliyen ferâgât eyledin.Bu hizmette olana rahat harâmdır. Eyyâm-ı mübârekegün be-gün takarrüb etmekde. İstanbul’da me’kûlâtınvücûdu yok, sonra bu kıyl u kâle kim tahammül edebilir.Bu Ramazân dahi böyle mi imrâr-ı vakit olunacak?Lâzımlı eşyâyı celbe ve nân-ı azîzin sikkesine velahm husûsuna dikkat edüp İstanbul’da tebdîl gezmeyiterk etmeyesin; zirâ kîl u kâlden bî-huzûr olmağabaşladım.fında padişahın hattıyla, “Mûcebince amel oluna” ve“Mûcebince amel ve hilafından hazer oluna” gibi, hususlarınkesin ve hatasız yerine getirilmesini bildirenemirlere ünvanına hatt-ı hümâyun denir. Bu yazılarda“Mukaddem ettiğin gibi bir türlü taksiratın zuhur ederise sağ kurtulman muhaldir, gözün açıp refakatindebulunan guzât-ı muvahhidîn kullanma hizmet-i muhafazadakıyam edesin, Allah hakkınızdan gelsün” vb.tehdit unsurlarıda da olabilmektedir.Sağ altta verdiğimiz hatt-ı hümayun örneğindekigibi padişahın bir arz olmaksızın herhangi bir konudakendince verdiği emirlere beyaz üzerine hatt-ıhümâyun denir.Sadrazama yazılan hatt-ı hümâyunlarda çok defa kullanılanelkâb “benim vezirim” şeklinde basit ve kısayazılar görülmektedir.Telhis veya takrir sadrazamın sunduğu telhis üzerinepadişahın verdiği emir veya karara denir. Bunlar “verdim/verilsin”,“manzûrum oldu / manzûrum olmuştur”,“yazılsın”, “olmaz”, “varsın”, “malûm oldu/ malûmum olmuştur”, “berhûrdâr olsunlar” “mukayyetolasın”, “tedârik görülsün”, “cevap verile”,“tedârik edesin” gibi bazen iki bazende tek kelimelikyazılardır.Hatt-ı hümâyunlar bir çerçeve içine alınarak etrafı tezhipyapılabildiği gibi tuğranın tezhipli kısmı içinde debulunabilirdi. Bu Osmanlı’nın sanata ne kadar değerverdiğini göstermektedir..1832-1834 yılları arasında II. Mahmud’un saltanatı zamanındasadrazamın telhisi üzerine hatt-ı hümâyun,yerini yavaş yavaş Mâbeyn-i Hümâyun başkâtibininpadişahın iradesini bildirmesine bırakmıştır. Böylecehatt-ı hümâyunların yerini irade almıştır.Kaynaklarİslam Ansiklopedisi,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Fermanlarıwww.kalemguzeli.org.Orijinal belge temini Osmanlı arşivleri.Otoman Fermans.125
Konya İstiklâl HarbiŞehitleri AbidesiYazı ve Fotoğraflar: Dilek CANMevlana Müzesi ile başlayan Mevlana Kültür Merkezi ile bütünleşen tarihsel ve kültürel bölgede yer alan İstiklâl HarbiŞehitleri Abidesi; kündekari yapıları, mozaikleri, minyatürleri, göz alıcı cam ve taş işçiliği örnekleri ile adeta canlıgibi duran maketleriyle sanatsal bir eser olmasının yanı sıra İstiklâl Harbi'nde en çok şehit veren Konya'nın sembollerindende biri…Konya Mevlana Müzesi’nden çıkıp yolun sol ayrımınadoğru ilerlediğinizde Selçuklu izlerini taşıdığını ta uzaklardandahi anladığınız abidevi bir yapı karşılar sizi…İstiklâl Harbi Şehitleri Abidesi… İstiklâl Harbi'nde resmirakamlara göre verilen 19 bin şehidin 7 bine yakınınınKonya Askerlik Şubesi`ne kayıtlı olan askerlerden oluştuğunuöğreniyoruz Müze Müdürü Ali İhsan Bey’den…Onların anısına dikilen bu yapının içerisinde mezarlaryok, şehitlerimizin isimleri ilçe ilçe, bölge bölge bu abideviyapının avlusundaki listede yer alıyor. Yapı ayrıcaİstiklâl Harbi ruhunu iliklerinize kadar hissedeceğinizpek çok sanat eserine de ev sahipliği yapıyor. Okullarınsık sık geziler düzenlediğini, dedelerinin isimlerini aramakiçin ziyaret edenler olduğunu ayrıca dünyanın dörtbir yanından gelen yerli ve yabancı turistlerin de bu anıtabüyük ilgi gösterdiklerini anlatan Ali İhsan Bey, gündeen az bin kişiyi ağırladıklarını hafta sonları ise sayının7-8 bine ulaştığını söylüyor.Abidenin girişinde iki yönlü dekoratif havuz bulunan ve32 bayrak direğinden oluşan bir bölüm var. Bu bayrak direklerinden16'sının tarihte kurulan Türk Devletlerini; BüyükHun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, AvrupaHun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Göktürk İmparatorluğu,Avar İmparatorluğu, Hazar İmparatorluğu,Uygur Devleti, Karahanlılar Devleti, Gazneliler Devleti,Büyük Selçuklu Devleti, Harzemşahlar Devleti, AltınorduDevleti, Büyük Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğuve Osmanlı İmparatorluğu’nu temsil ettiğini öğreniyoruz.Karşılarında ise 16 adet Türk bayrağı bulunuyor.126
Selçuklu ana giriş kapısı ile bayraklı yol arasında yer alankarşılama kubbesi özel motif taş işçiliği ile bezenmiş.Selçuklu mimarisi tarzındaki kubbe, kompleksin anıtsalbölümlerinden biri olup, aynı zamanda yürüme yollarıiçin toplanma noktası özelliği taşıyor.Özbekistan'da yapılarak montajları Özbek ekiplerle gerçekleştirilmiş.Bunun yanında Konya ile bütünleşen kündekariahşap işçiliği asma tavanlarda özenle kullanılmış.Avlunun ortasında 42 metre yüksekliğinde 12 metreyeYapının en göz alıcı kısmı 5 bin parçadan oluşan kündekariyapımı Selçuklu giriş kapısı… Kapıda bir tek çivi vementeşe bulunmuyor. Giriş kapısı üzerindeki taş oymaSelçuklu mukarnası girişin anıtsal görünümünü tamamlıyor.Konya'nın tarihi dokusuna uygun olarak Selçuklutarzında taş kaplama, özel taş oyma desenler, kündekariahşap işçiliği ve girişin sağ ve solunda 2 adet selsebilana giriş kapısını oluşturuyor.Giriş avlusu, sekizgen Selçuklu kubbesinin altında oluşanavlu mermer, traverten ve özel alçı süsleme sanatınınön plana çıktığı bir alan özelliğinde. Alçı süslemeve boyama işleri Özbek uzmanların titiz çalışmalarıile gerçekleştirilmiş. Avluda bulunan 4 özel cam mozaiktabloda, Atatürk ve silah arkadaşları, Türk bayrağınındoğuş kompozisyonu, Kurtuluş Savaşı canlandırmasıve Türkiye haritası bulunuyor. Şehit isimlerininbulunduğu panoların bir bölümü giriş avlusunun duvarlarındayer alıyor.Şehitlerimizin isim ve kayıt bilgilerinin yazıldığı özel panolarınbulunduğu şehitlik avlusunda malzeme olarakahşap ve taş işçiliği ön plana çıkıyor. El işçiliği oymaahşap kolonların ve kaplamaların büyük bir bölümü127
8 metre ölçülerinde Türk bayrağı bulunuyor. Avludanmüzeye ve gaziler lokaline geçiş kapısının sağ ve sol bölümlerindecam mozaik Türk bayrağı, panolar üzerindeİstiklâl Marşı dizeleri ile Atatürk'ün Türk Gençliğine Hitabesibulunuyor.460 metrekare kapalı alandan oluşan müze bölümü iseKurtuluş Savaşı ve savaş yıllarını anlatan özel maketlerlefigürlerden oluşuyor. Müze duvarları konularla bütünleşenyağlı boya tablolarla kaplı. Mekanın atmosferini tamamlayıcıses sistemleri ile ziyaretçiler kendilerini farklıbir zamanda hissediyor. İstiklâl Savaşı’nın başlangıcındansonuna kadar cereyan eden olaylar, maketlerle öylesinegüzel anlatılmış ki kendinizi birden olayların içerisindebulunuyorsunuz. Dağ, bayır, cephe, köy şeklindedizayn edilmiş bir zemin üzerinde asker uğurlamaları,çatışma sahneleri, yaralanmalar ve köyde süren hayatgibi Anadolu’nun o dönemdeki sosyal yaşamına aither şey gözler önüne seriliyor. Ve bunlar belli bir zamansırasıyla ilerliyor, en sonunda savaş sonundaki zaferkutlamaları ve Cumhuriyet’in ilanıyla bu canlı tablosona eriyor.İstiklâl Şehitleri Abidesi’nden çok etkilendiğimizi belirtip,canlarını vatanımız ve milletimiz için feda eden azizşehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi minnet ve şükranlaanarak satırlarımıza son veriyoruz.128
40 Yıllık Hatırın Zarif FincanlarıZehra ALTANKültürümüzde önemli bir yer tutan kahve, pek çok tiryaki için damak zevkinin çok ötesinde… Mısır Çarşısı’ndaki ışıl ışıldükkânlardan biri, kahveyi bir kültür olarak benimseyen tiryakiler için tamamıyla el yapımı olan geleneksel motiflerimizlebezeli kahve fincanları üretiyor. Renk renk fincanlar, Osmanlı’nın farklı dönemlerini anlatıyor.İstanbul’un simgelerinden biri olan tarihi Mısır Çarşısı, yoluEminönü’ne düşen herkesin mutlaka uğraması gerekenbir durak. Aktarlarıyla meşhur çarşıya adımınızı attığınızdasizi çeşit çeşit, renk renk baharatların yaydığı baş döndürücükokular karşılar önce. Ardından İstanbul’un en eskikapalı çarşılarından biri olan çarşının o kendine has otantik,tarih yüklü kokusu çalınır burnunuza. Çarşıda sıra sıradizilmiş dükkânlar âdeta bir panayır yerindeymişsiniz gibiheyecanla doldurur içinizi.İşte ışıl ışıl bu dükkânlardan biri de Galeri Set. Göz alıcışekil ve desenleriyle birbirinden şık ve zarif kahve fincanlarındangözlerinizi alamadığınız dükkândaki her birürün, tamamıyla el yapımı. Eski İstanbul beyefendilerinehas bir nezaketle karşılandığımız dükkâna girip biraz soluklandıktansonra bir yandan bol köpüklü Türk kahvelerimiziyudumlarken bir yandan da Uğur Atik ve MukbilSezen’den bu özel kahve fincanlarının öyküsünü dinliyoruz.Bu arada keyifle kahvelerimizi yudumlarken, yanındasunulan gül kokulu lokumlarla da ağızlarımız tatlanıyor.Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır derler ya, sanat aşkıylaüretilen bu el yapımı fincanlarla içilen kahvenin hatırı40 yıldan fazla olsa gerek diye düşünmeden edemiyoruz.129
Dükkânda gözümüze çarpan her bir parça eşyanın el yapımıolduğunu vurgulayan Uğur Atik, ürünlerin yapımında16. yüzyıl teknolojisini kullandıklarını ifadeediyor. “Ürünlerimiz, dökümünden imalatınakadar her aşamasıyla elleyapılıyor” diyen Atik, ürettiklerikahve fincanlarından birini elinealıp, “Bu inceliği sağlayabilmeniziçin elle yapmanız gerekiyor”diye konuşuyor. Üretim aşamalarınada değinen Atik şöyledevam ediyor: “Porseleninana maddeleriolan kaolin, kuvarsve feldispat, bir potanıniçerisinde konulupyedi gün süresince harmanlanır.Harmanlama bittikten sonra boza kıvamındaki malzemeyipotalara dökeriz. Orada bekledikten sonra fincanınbin dereceyi görmüş halini elde ederiz. (Bisküvi kıvamındakifincanı gösteriyor) bu fincan 1380 dereceyi gördüktensonra yüzde 80 oranında küçülür. Daha sonra sırlamatekniğine geçiyoruz. Artık fincan sırlandıktan sonrakavi olur. Bu aşamada kulp takılır.”Bir fincanın üretilmesi işleminin, sıfır noktasından bitiminekadar 21 gün aldığını belirten Atik, “En büyük özelliğimiz,dönemsel renk ve motifleri montürlemek” diyor. Atölyelerindeşimdiye kadar mercan kırmızısını, bilinen adıylada Türk kırmızısını elde etmede zorlandıklarını kaydedenUğur Atik, bir buçuk senedir üzerinde çalıştıkları bu rengielde etmeyi de kısa süre önce başardıklarının altını çiziyor.Geleneksel Çizgilerle Her Döneme Bir RenkBabadan Oğla Miras1972 yılında merhum Mehdi Sezen tarafından kurulduğunuöğrendiğimiz Galeri Set’in işletmeciliğini oğullarıMukbil ve Bülent Sezen kardeşler yürütüyor. Bu özelkahve fincanlarının öyküsünü dinlediğimiz Uğur Atik de29 yıldan bu yana bu müessesede görev yapıyor. Üretimaşamasında işin araştırma ve tarih kısmından sorumluolduğunu söyleyen Uğur Atik’ten müessesenin kuruluşhikâyesini anlatmasını istiyoruz. Mehdi Sezen’in Rumelikökenli bir aileden geldiğini anlatan Atik, Rumeli’de porselencilikyaygın bir meslek olduğundan Sezen’in de bu işeyöneldiğini söylüyor. Mehdi Sezen’in işine duyduğu saygıve aşkı bugün oğulları Mukbil ve Bülent Sezen ile birlikteyaşattıklarını kaydeden Atik, “Yaptığınız işe saygı duymakmecburiyetindesiniz. Saygı duymazsanız bu ürünler ortayaçıkmaz. Saygı ve sevgi bir araya gelince aşk kendiliğindenortaya çıkıyor. İşte biz bu aşkla yapıyoruz işimizi” diyor.Göz Alıcı Güzelliğin İnce YansımasıFincanların üzerlerine uygulanacak desenlerin seçimineortaklaşa karar verdiklerini söyleyen Uğur Atik, “Bir ürünüortaya çıkarırken herkes kendi üzerine düşen göreviyapıyor. Tarih bölümünü ben araştırıyorum. DesenleriMukbil Bey araştırıyor, alt yapının sorumluluğu BülentBey’in üzerinde. Sonra hocalardan da bilgiler alıyoruz.Bütün bunların hepsi masaya yatırılıyor ve sonra o ürünhayata geçiriliyor” diye konuştu. Fincanlardaki desenlerdegeleneksel sanatlarımızla ortaya çıkarılan eserlerdenyararlandıklarının altını çizen Atik, çintemani desenle tezyinedilmiş bir fincanı örnek gösteriyor.Mağazadan bir fincan takımı edinmek istediğinizde, sizeher biri farklı renkte bir takım hazırlanır. Renk bütünlüğü olmadantakım olur mu demeyin! Göz alıcı fincanların özelliğide buradan kaynaklanıyor zaten. Her bir renk bir dönemiifade ediyor. O dönemde kullanılan karakteristik bir Türkkahve fincanının üzerine dönemsel renkler, o döneminaltın varaklı renk ve süslemelerine sadık kalarak uygulanıyor.Bakın Uğur Atik renk sıralamasını nasıl yapıyor: “16.yüzyıl ‘turkuaz’ ve ‘pembe’ ile başlar. Daha sonra ‘mercankırmızısı’na, yani bayrak kırmızısına geçiyoruz. Dünyadaüç yerde kullanıldı bu renk. Sultanahmet Camii’ndeki karanfiller,1458 Kasımpaşa Camii, Topkapı Sarayı’nın haremdairesinde Sultan 2. Murat’ın has odası. Kanuni dönemi‘lacivert’, Osmanlı’nın en zirvede olduğu dönem ‘yeşil’. Vegeliyoruz 18. yüzyılın ikinci yarısına, yani mübadele yıllarına.Bu dönemi de ‘sarı’ renkle anlatıyoruz.”Kişiye Özel Tasarımlar Göz Kamaştırıyor16. yüzyıldan sonra 19. yüzyıla dikkat çekiyorUğur Atik. 16. yüzyılda hâkim olandar ağızlı tombul gövdeli fincanlardan sonra19. yüzyılda Fransız usulü geniş ağızlıkahve fincanlarının revaçta olduğunuanlatan Atik, bu geçişi deşu sözlerle dile getiriyor:“1876 yılı Ağustosayının 31. günü...Günlerden Cuma. Sultan2. Abdülhamit’intahta geçmesiyle birlikteFabrika-i Hümayun 1890 sene-130
sinde kurulur. Fabrikanın başınaFransa’dan ustalar gelir, Fransızkültürünün etkisiyle kahvefincanlarımız şeklini değiştirir.Cumhuriyet dönemine geldiğimizdefincanlarda radikal bir değişiklikgörüyoruz. Silindirik bir hatüzerine altın doreler... Atatürk’ün,fotoğraflarla da ölümsüzleştirilmişolan fincanı.” Atatürk’ün fincanları,buradan “Eser İstanbul” adıyla satınalınabiliyor.Hepimiz biliriz… Türk kahvesi ikramı,kız isteme seramonilerininolmazsa olmazıdır. Gelin adaylarıhayatlarının bu en özel günü içinçok özel kostümler hazırlatırlar.Müessese, en özel tasarımları ileevlenecek kızların mutluluğunada ortak oluyor. Söz gelimi,söz veya nişan kıyafetiniz limonküfü renginde. ModacınızGaleri Set’i arayıp, “Limon küfü bir kıyafet dikiyorum.Bordo ve pembe çiçekler var. Altın dore bir tül atacağımüzerine” diyor ve gerisi maharetli ellerin yaratıcılığına kalıyor.Uğur Atik, “Sizce tarife uymuş mu?” diyerek bir çiftsarı fincanı gösteriyor. Hayranlıkla bakıyoruz fincanlara.Atik’in anlattığına göre, fincanın altına gelin ve damadınisimleri yazılıyor, nişan tarihi atılıyor. Yüzükler takılıpkurdelesi kesildikten sonra o akşam gelin ve damatkendilerine özel hazırlanan bu fincanlardan yudumluyorkahvelerini.Geleneksel motiflerle bezeli zarif kahve fincanlarının, kullanmayabaşladıktan 51 sene sonra antika değeri kazandığınıanlatan Uğur Atik, fincanların bulaşık makinesindedeğil, elde yıkanması gerektiğini de söylemeden geçmiyor.10 Kollu Avize ve Vav Serisi GeliyorMısır Çarşısı 78 numaradaki Galeri Set’te gördüğünüzkahve fincanından, aşureliğe, akide şekerliğinden helvaniye,pilavlıktan tatlı hokkasına el yapımı bütün eşyalar,İstanbul’daki 10 kişilik bir atölyede vücut buluyor.Uğur Atik, işin mağaza kısmında ise Mukbil Sezen, kendisive bir de yardımcıları olmak üzere 3 kişilik bir ekibinbulunduğunu kaydediyor.“Her varlıkta olduğu gibi ‘kendiniyenilemeyen şey, yok olmayamahkûmdur’ düşüncesiyle biz dealtı ayda bir yeni bir adım atmakzorundayız” diyen Atik, Galeri Setolarak altı ayda bir olmak üzere piyasayayılda iki kez prestijürün sunduklarını söylüyor.Hazırlığını yaptıklarıve 2010 yılı içinde görücüyeçıkacak olan 10 kolluavizelerin klasik 19. yüzyılDolmabahçe tarzında olacağınıöğreniyoruz şimdiden. Müessese,bir de yeni kahve fincanıserisinin hazırlığı içerisinde.Atik, “vav” serisinin fincan, gülbaharsahan (şekerlik) ve tepsiüçlüsünden oluşacağını belirtiyor.Galeri Set’in zarif, göz alıcı kahvefincanlarının ünü ülke sınırlarını aşmış.Uğur Atik bu konuyla ilgili olarakda, “Beyaz Saray’da Bush ailesinehediye edilen kırmızı fincan var, İngiltereKraliçesi Elizabeth’te her renkfincan var ama kendisi pembeyi tercihediyor. Fidel Castro’da, ÜrdünKralı’nda… İslam KonseyiCidde’de bizim fincanlarımızlakahve içiyor. CumhurbaşkanımızAbdullah Gül, Avusturya DevletBaşkanı ve daha pek çok kişi bizimfincanlarımızla kahve içiyor”diyor.Kahveniz Rahatlı mı Olsun Normal mi?Kahve fincanlarından söz etmişken kahve kültürünedeğinmemek olmaz. “Şimdi sizinle tarihin içerisinde biryolculuğa çıkalım” diyerek kahvenin serüvenini anlatmayabaşlıyor Uğur Atik: “Sene 1554… Yemen ValimizÖzdemir Paşa, Darül Saadet yani mutluluk şehri denenbaşkent İstanbul’a çuvallar dolusu kahveyi getirir. Bizkahveyi ilk önce çorba gibi kaynattık, çorba gibi taslardaiçtik. Sonra da kahveyi kavurmayı öğrendik, çekmeyibecerdik ve Türkiye’de yetişmeyen bir meyveyi Türkadıyla bütün dünyaya tanıtmayı başardık.”Osmanlı döneminde kahve ikramının nasıl olduğunu daanlatıyor Atik. Saraya gidenler soylum odasındaki aynanınkarşısında kendine çeki düzen verdikten sonra halayık,gülbahar sahan denilen bir tabaktan gül kokulu lokumikram edermiş. İçeriye girecek kişinin sultanın huzurunaçıkmadan önceki heyecanını bastırsın, kan şekeriyükselsin diye. İçeriye alınan kişi istediği yere oturamazmış,mevkiine göre gösterilen yere oturtulurmuş. Ve kahvecibaşının nezaretinde kahve seremonisi başlarmış. Davetlisayısı ne kadar fazla olursa olsun kahve tepsi üzerindeiki iki servis edilir, saygı gösterisi olarak ikram sırasındaasla misafirlerin gözlerine bakılmazmış. 20. yüzyıllabirlikte kahve sunumu da değişmiş, yanındareçel ikramı başlamış. Uğur Atik’in verdiğibilgiye göre, reçeller en az yedi çeşit olmalıymış.Misafirin reçelle ağzı tatlandıktansonra içeri kabul edilirmiş. Ardından, “Kahvenizinasıl alırdınız? Normal mi olsun, rahatlımı?” diye sorulurmuş. Normalkahve istenirse bir bardaksu ile takdim edilirmişkahve. Misafir rahatlıkahve içmek istediğindeise kahvenin yanındabir tane de gül kokulu lokumikram edilirmiş.131
Alaca Camii Kalemişi BezemeleriBalkanlar’da Kalan Osmanlı“Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlışBir millet göster, ölmüş mâneviyatıyla, sağ kalmış.”(Mehmet Âkif)Yrd. Doç. Dr. Celalettin KARADAŞ*Bir yıl arayla, Balkanlar’a yaptığımız seyahatler sonucunda Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova’daki kültür mîrasımızaait birçok değere şâhit olduk. Bir dönemler vücut bulduğumuz Balkanlar’daki bakîyemiz, bugün de bütün canlılığıylakarşımızda duruyordu. Milletimiz, asırlar önce hakîkat aşkıyla yollara düşmüş, milli mefkûremiz doğrultusunda buralardabir çok şehir îmar etmişti. Ve biz, bu topraklarda bulunan önemli eserlerde ecdadımızın mührünü görmenin gururunuve hüznünü yaşıyorduk.Osmanlı Türklerinin Bosna bölgesindeki varlıkları, XIV.asrın son çeyreğinde gerçekleştirdikleri akınlara kadaruzanır. İlk gelenler alperenler ve akıncılar olur. Ve ilk ciddihücum ise 1392 yılında Üsküp’ün alınmasından sonraSancak Beyi Paşa Yiğit Bey tarafından gerçekleştirilir.Bununla beraber bölgede bir “uç” mıntıkası oluşturulur.Uçlar, Osmanlı Devleti’nin yayılışında birinci derecederol almışlardır. Bunu yaparken Osmanlı, fetihlerindeistimâlet (gönül çelme) politikası uygulamış ve İslâm’ınananevî müsamahası çerçevesinde gayrimüslimlere canve mal güvenliği ile dinî özgürlükler tanımış, Müslümanolmayan halkın da gönlünü kazanmış ve bu sayedehâkimiyet sahasını genişletmiştir. Fatih Sultan Mehmetidaresindeki Osmanlı ordusunun Bosna fethini tamamlamasıylada Osmanlı idaresine geçen bölge, birsancak haline gelmiştir. Bosna’nın sancak merkezi Saraybosna,1520’de sancak beyi olan Gazi Hüsrev Beytarafından inşâ edilen külliye ve vakıflar vasıtasıyla birOsmanlı şehri olmuştur.Bugün Bosna-Hersek, 51.129 km2 yüzölçümüyle Sırbistan,Karadağ ve Hırvatistan topraklarıyla komşu olup,yaklaşık 4,5 milyon nüfusa sahiptir. Önemli şehirleri,Saraybosna, Travnik, Tuzla, Foça, Bihaç, Banaluka veMostar’dır.Bosna’da Osmanlı tarihi ve kültürü bakımından önemliyerler bulunmaktadır. Bunlardan biri, Sultan Fatih’in132
Poçiteli Hacı Ali CamiiBosna’nın fethinde otağını kurduğu Kiselyak’takiKonakci Köyü’dür. Burayı ziyaret edenlere, Fatih’inBosna’yı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasınıngereği olarak bölge halkına dinî serbestiyet tanıyan, İnsanHakları Ahidnâmesi’nin okunması bir âdet halinegetirilmiştir. Köy halkı hâlen Osmanlı gelenek ve göreneklerinebağlılığını sürmektedir. Ayrıca, köyde bulunanOsmanlı mezar taşları, bu topraklardaki ceddimizinâdeta mührünü taşımaktadırlar.Ülkenin Sava ve Neretva nehirleri, büyük akarsularınıteşkil eder. Neretva Nehri kıyısında kurulmuş bir Osmanlıköyü olan Poçiteli de tabiatı, mimarisi ve tarihi geçmişiyleBosna-Hersek’in diğer bir önemli yerleşim yeridir.Buradaki 1563 tarihli Hacı Ali Camii ve kule ile 1664 yılındainşâ edilen medrese görülmeye değerdir. Şehir hayatında,medeniyetimizin izlerini görmek mümkündür.Bosna halkı, kilisenin baskıları sonucu ve ahlâki benzerliklerneticesinde İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Halk,Türklüğü ve Müslümanlığı o kadar benimsemiştir kiTürklerle aynı dinden oldukları için, kendilerine Türk-Turki demişler, ancak XIX. yüzyılın ilk yarısından îtibârenBoşnak ismini kullanmaya başlamışlardır. Nüfusun nispîKonakcı Köyündeki Osmanlı Mezar TaşlarıSaraybosna, Başçarşı tarihi sebil133
çoğunluğunu oluşturan Müslümanlar, milliyetleriniSırp, Hırvat veya Yugoslav olarak değil, sadece Müslümanolarak göstermişlerdir. Sırpça, Hırvatça ve Boşnakçakonuşan halkın bir bölümünün hem din hemmillet adı olmak üzere Müslüman sıfatını benimsemeleri400 yıllık Osmanlı idaresinin bir sonucudur.Osmanlı hâkimiyeti dönemi sadece dinî açıdan değil,ülkenin bütününde halkın gündelik hayat tarzına kadarinen derin bir kültürel tesire yol açmıştır. İslâm kültürüözellikle şehirli karakteri ağır basan bir niteliğe sahipolmuştur. Bu özellik bugün bile Doğu kültürünün karakteristikunsurlarının, sadece Müslümanlar arasındaPrizren Sinan Paşa Camii ve Taş Köprüdeğil Hıristiyanlar arasında da yaşamasını sağlamıştır.Hayat tarzı, yeme içme alışkanlıkları, ev tezyînâtı, kuyumculuk,halı dokumacılığı ve bazı küçük el sanatlarındabu etki hâlâ görülmektedir. İslâm kültürünün enbelirgin izleri mimarlık ve şehir planlamasında görülür.Birçok Bosna şehri, klâsik Osmanlı şehircilik anlayışıylaçarşı ve mahallelere bölünmüş şekilde gelişmiştir. Buanlayış çerçevesinde yüksek unvanlı görevliler tarafındanâbidevî binalar yaptırılmıştır. Saraybosna’da GaziHüsrev Bey Camii (1530) ve Ali Paşa Camii (1561),Foça’da Alaca Camii (1550), Banaluka’da Ferhad PaşaCamii (1579), yine Saraybosna’da Gazi Hüsrev BeyHamamı, Selçukiye veya Kurşumliye de denilen GaziHüsrev Bey Medresesi (1537), Brusa Bedesteni (1551)Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini teşkil eder.Şehir, günümüze kadar tarihi dokusunu korumuş, başçarşısı, sebili, bakırcılar çarşısı, medreseleri, hanları vecamileriyle âdeta bir Anadolu kentini hatırlatır.Osmanlı izleri saydıklarımız kadar değildir. Akarsu vesu kaynaklarıyla çevrili Bosna-Hersek, köprüleriylede ünlüdür. I. Cihan Harbi’nin çıkmasına sebep olanvak’anın gerçekleştiği Hünkâr Köprüsü ve SokulluMehmet Paşa Köprüsü Saraybosna’da yer almaktadır.Mostar KöprüsüMostar şehrindeki ünlü Mostar Köprüsü, Bosna’nınâdeta simgesi haline gelmiştir. Köprü, 1566 yılındaMimar Hayrettin tarafından inşâ edilmiştir. XX. asrınsonlarında vuku bulan savaş esnasında –1993 yılında–bir Hırvat topçu tarafından yıkılmıştır. Köprününyeniden inşâsını ülkemiz üstlenmiş, 1997’de başlayançalışmalar 2004 yılında tamamlanmıştır. Bugün134
İshak Bey Camiide bütün vakarıyla ayakta durmakta ve ziyaretçilerinibüyülemektedir.Bir başka Balkan ülkesi olan Makedonya, 25.333km2 yüzölçümü ve yaklaşık 2 milyon nüfusa sahiptir.Nüfusun % 66’sı Makedon, % 22’si Arnavut, %4’ü Türk, % 2’si Çingene, % 2’si Sırp ve % 2’si ise diğeretnik gruplardan oluşur. 1389 Kosova Savaşı’ndaSırp ve müttefiklerinin yenilmesinden sonra Osmanlıhâkimiyeti altına girmiştir. Osmanlı idâresinde Makedonyaadı unutulmuştur. Ancak, Balkanlar’da Osmanlıhâkimiyetinin sarsıntıya uğramasıyla XIX. yüzyılın başlarındanîtibâren Avrupa’da yeniden kullanılmaya başlanmıştır.İshak Bey Türbesibir camidir. TİKA tarafından restore edilen MustafaPaşa Camii yine önemli mimari eserlerdendir.Kalkandelen (Tetova), Makedonya’nın önemli şehirleriarasında yer alır. Kalkandelen Alaca Camii özellikletezyînâtıyla dikkat çekmektedir. Caminin iç ve dış cepheleribütünüyle bezenmiştir. Bezemede, Batılı unsurlarınkullanıldığı görülür. Özellikle, iri akantus yaprakları,buketler, vazolar ve manzaralar bezemenin temelöğelerini oluşturur. Motifler, gölgelendirilmek suretiyle,hacim kazanmış ve parlak renklerle işlenmiştir. Bezemelerarasında sıkışmış olan yazılar, sülüs hattınınhususiyetlerinden pek uzaktır. Bu camide, Osmanlı dö-Makedonya’nın başkenti Üsküp’tür. Üsküp de Saraybosnagibi bir Anadolu şehri görünümündedir. Şehir, Osmanlıcamileri, türbeleri, hamamları, köprüleriyle inşâ edilmiştir.1990’lı yılların başlarında Makedon milliyetçileri tarafındansaat kulelerinin üzerine takılan haçlar yüzündenbölgede kriz çıkmış ve 2001 yılında başlayan iç savaş neticesindede maalesef elli yedi cami tahrip edilmiştir.İstanbul’un fethinden önce Türklerin eline geçen butopraklarda erken Osmanlı mimarisinin çok güzel örneklerigörülebilir. Vodno Tepesi’nden Üsküp ve VardarNehri’nin görünüşü izleyenleri büyüler.Önemli mimari eserleri arasında bulunan Alaca İshakBey Camii (1438), İshak Bey tarafından yaptırılmıştır.Cami avlusunda İshak Bey’in türbesi bulunmaktadır.Gazi İsa Bey Camii (1475) Üsküp’te inşâ edilen diğerKalkandelen Alaca Camii135
neminden beri Kur’ân tâlimi âdet haline getirilmiş ve bugelenek günümüzde de devam ettirilmektedir.İsa Bey CamiiTarihi İpek Yolu üzerinde bulunan 500 yıllık HarâbâtîTekkesi, bölgenin inanç anlayışı bakımından büyükönem arz eder.Bir başka önemli şehir, Gostivar’dır. Bu şehirde,Halvetî Tarîkatı’na bağlı olan Hasan Baba Tekkesi bulunmaktadır.Halvetîlik, usûl ve esaslarını Şeyh ÖmerHalvetî’den alan, özellikle halvete ve gizli zikre değerveren, XIV. asırda kurulmuş olan bir tarîkat olup, günümüzde,tekkedeki mensuplarının evradlarına şahitolunabilir.Makedonya’nın bir diğer önemli şehri de Ohri’dir.Özellikle tabii güzellikleriyle meşhurdur. Şehrin yükseklerindebir kale mevcuttur. Burada bulunan SvetiKliment Kilisesi eski bir camiinin duvarları üzerine inşâedilmiştir.Henüz iki yaşını dolduran Kosova ise, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilân etmiş, küçük bir devlettir. Bağımsızlığındanbirkaç ay sonra ziyaret ettiğimiz Kosova,Türk tarihi açısından önemli bir bölgedir. Beş asır(1429-1912 arası) Osmanlı hâkimiyetinde kalmış butopraklar, coğrafik olarak çok önemli Batı-Doğu ticaretyolları üzerinde bulunmaktadır.Priştine Fatih CamiiI. Kosova Savaşı’nın yapıldığı meydan ve buradakitürbe, Türk tarihinin önemli unsurları arasındadır.Türbe, I. Sultan Murad Hüdâvendigâr (ö. 791/1389)(Padişahlığı 1362-1389) hazretlerinin ahşasının defnolunduğutürbedir. Kosova Savaşı’nda düşmanını136
ozguna uğratan Sultan, harp sahasını dolaştığı esnadaMüslüman olacağını ve önemli bilgiler vereceğinisöylediği Sırp despotunun damadı Miloş Obiliçtarafından hançerlenerek ağır yaralanmış, daha sonrada hayatını kaybetmiştir. Sultan, Bizans kaynaklarında,az konuşan, fakat konuştuğunda güzel sözlersöyleyen, Hıristiyanlara karşı merhametli, ancak hatayıaffetmeyen ve düşmanlarına karşı başarılı bir sultanolarak bilinmektedir.Kosova’nın başkenti Priştine’de bulunan Osmanlı camileriarasında Sultan Murad Camii ve Fatih CamiiTürk mimarisi açısından önemli camilerdir.Tarihi Türk şehri Prizren de her yönüyle Türk estetikve inceliğini yansıtmaktadır. Sinan Paşa Camiive Taş Köprü şehrin simgesi haline gelmiştir.Bu şehirde, farklı etnik kökenden insanlarla Türkçekonuşulabilir, kahvehânelerde Türk kahvesi yudumlanabilmektedir.Biz, bu topraklarda, milletimizin hoşgörüsünün, sevgisininve hizmet anlayışının maddî-mânevî unsurlarınımüşâhede etme fırsatı bulduk. İslâm felsefesi veestetiği dâhilinde, İslâm’ın düşünsel derinliği çerçevesindeortaya konmuş Balkanlar'daki Türk eserleri, bugünbeğenilmeyen, hor görülen, kiçleşmiş bulunanMüslüman-Türk estetiğinin aksine, Osmanlı Devleti’ninkültürel üstyapısının eliyle biçimlendirilmiş olan estetikanlayışımızı ortaya koymaktadır.KaynaklarHarabati TekkesiAktepe, Münir – Aruçi, Muhammed, “Kosova”, DİA, XXVI, Ankara2002, s. 216-221.Djurdjev, Branislav, “Bosna-Hersek”, DİA, XVI, İstanbul 1992, s.297-305.Hacısalihoğlu, Mehmet, “Makedonya”, DİA, XXVII, Ankara 2003,s. 437-444.*Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü Tezhip ASDBaşkanıBütün bu tafsîlât, milletimizin Balkanlar'da ki varlıklarınıntabii ki bütünü değildir. Buradaki medeniyetimizeait değerleri tanımak ve tanıtmak, ancak ciltler dolusuyayınlarla mümkün olabilir.Sultan Murad Hüdâvendigâr Türbesi137
SeramiktenTophane LüleciliğineArmağan MUTLUMurat İres… Tophane lüleciliğinin günümüzdeki tek ustası. Yaklaşık 32 yıl seramikle ilgilendikten sonra tesadüfentanıştığı tophane lüleciğine adamış kendini. Üsküdar’daki atölyesinde eski üstatların zanaat becerisine ulaşmakiçin gece gündüz çalışıyor. İres, her gün yeni bir şey keşfetmenin keyfini yaşadığını söylüyor. Murat İres, halen Vakkove Paşabahçe mağazalarına ayrı ayrı seriler üretiyor.Tütünün, ilkel topluluklardan günümüze dek çeşitlidertlere deva ve şifa verici olduğuna inanılmış.Zamanla kullanımı yaygınlaşan bu bitkinin özelolarak yetiştirilmesi ihtiyacı doğmuş. Farklıdönemlerde çeşitli nedenlerle yasaklanmışolmasına rağmen tütünün içiminindevam edegeldiğini görüyoruz. Tütüniçerken önceleri taştan oyulmuş objelerikullanılmış, daha sonra bunlarınyerini kil ile şekillendirilmiş çanakobjeler almış. İşte tütün içimindekullanılan bu küçük seramik çanaklara“lüle” denilmiş. Tophane lüleciliği ise1600’lü yıllarda tütünün Osmanlı topraklarına gelmesiylebaşlamış. Tütün, lüle çamurundan yapılmış lüleleriniçine konup, uzunluğu kullanıcısına göre değişen,tercihen de yasemin ağacından yapılan çubuklarlaiçilirmiş.Önceleri basit formlarda yapılan lüleler,giderek daha estetik bir görünüme kavuşturulmuş.Saray ve devlet büyükleriiçin lüleci üstatlara özel olarak yaptırılanlüleler; rölyef, altın, gümüş ve kıymetlitaşlarla işlenmeleri ile halk tipi lülelerdenayrılmış. Yani bir anlamda lülele-138
diği suyun sertliği de önemli.Fazla sert olmaması gerekiyor.Çamur kıvamını alıncahamur haline getiriliyor.İçinde hava kalmayacak şekildeyoğrulması lazım. Kulakmemesi kıvamına gelen çamur,çömlekçi tornasında şekillendiriliyor.Şekli verilen ürününyavaş yavaş suyu kaybettirilereksertleştirilir, kaplumbağa bağı,kemik, cam, deri vb. gibi malzemelerdenyapılmış araçlarlagünlerce perdahlanıyor. Aşamalardoğru şekilde kaydedilmezse,ürün üzerine yapılacakdamga ile bezeme işlemiistenen sonucu vermeyebilir.Bezeme bittikten sonra uygun kuruma koşullarıoluşturularak tümüyle kurutulduktan sonra artık pişirmeaşamasına gelinir. Altın, gümüş gibi dekor teknikleri,pişirme sonrası uygulanır. ”Murat İres, biz atölyeye gelmeden önce fırına attığı evanelerigörebileceğimizi söylediğinde heyecanlanıyoruz.Kendi yaptığı fırının kapağını araladığında yüzümüzemuazzam yükseklikte bir sıcaklık çarpıyor. Evanelerinfırından çıkmasına daha vakit olduğunu öğreniyoruz.Evanelere, sırlanmış gibi parlak görüntüyü nasıl verdiğinide sorduğumuz lüle ustası, kilin, atom yapısı itibariyleüst üste plakalar halinde olduğunu, parlaması için oplakaların yatık olması, yani balık pulu gibi aynı yöndeolması gerektiğini belirterek, “Işığın kırılmasını kesmenizgerekiyor parlaklığı elde edebilmeniz için” diyor.Murat İres, ürünlere parlaklığı verme işine ‘perdahlama’denildiğini de sözlerine ekliyor.Tophane ürünlerin kullanım alanlarına da değinmesiniistiyoruz lüle ustasından. İres, son lüle ustası1950’li yıllarda ölünce bu işi yapan kimse kalmadığından,dekorasyonda kullanım alanları bulamadığınısöylüyor lüle evanelerinin. Dekorasyonamaçlı olarak kahvedan, tütünlük,sakızlık, bademlik, koku şişesi, şamdan,demlik gibi sınırlı sayıda evanileryapıldığını anlatan Muratİres, günümüzde ev dekorasyonundakullanılabilme koşullarınınoluşturulmasının, mimarlarıntophane işleri ile ilgilitasarımlar yapmasıyla mümkünolabileceğinin altını çiziyor.Tophane ustası, talebe göre günümüzdedekorasyon amaçlı duvartabağı, şöminelerde kaplamamalzemesi, şamdan gibiçok çeşitli aksesuarlar yapılabileceğinide belirtiyor.Atölyesinde önceleri antikacılariçin üretim yaptığını anlatantophane ustası, bu ürünlereimzasını koymadığını, sonradanbunun etik olmadığını düşünüp,ürettiği her bir parça ürüne kendidamgasını nakşettiğini söylüyor.İres, “Antikacılar istediğindeşimdi kendi damgamı mutlakaatıyorum” diyor.Büyük Firmalara ÜretimÜrünlerinde geleneğe bağlı kaldığını söyleyen Muratİres, kendi form ve desen tasarımları da olduğunu belirterek,“Hem form, hem de desen bakımından kendi tasarımlarımelbette oluyor. Ama geleneği olmadan sanatyapmak doğru değil diye düşünüyorum. Dolayısıyla geleneğiniyapıp insanlara aktardıktan sonra daha değişikformlar yapılabilir. Seramikte var olmayan form yok aslında,tüm formlarda ürünler verilmiştir, siz kendiniz küçükdeğişikliklerle kendi yorumunuzu katarsınız.”İres, ürünlerinin, fabrikasyon üretim olmadığı, az sayıdaolduğu için daha çok antikacıların ve koleksiyoncuların ilgialanında olduğunu anlatıyor. Halen Vakko ve Paşabahçemağazaları ve için hazırladığı serileri gösteren Murat İres,ürünlerini ilk kez piyasaya sürdüğünü kaydederken, “85yıl sonra ilk kez benim ürünüm tophane olarak çıkacakVakko’da, Paşabahçe’de” diye konuşuyor.Amacının, tophane lüleciliğinde gelinebilecek enüst noktaya gelmek olduğunu ifade eden Muratİres, her sanatta olduğu gibi bunda da hâlâ öğrenmesigereken şeyler olduğuna inanıyor. Atölyedeçalışırken her gün yeni bir şey deneyimlediğinisöyleyen lüle ustası, “İşin yüzde 90’ınahâkimim diyebiliyorum ama yüzde 100 vakıfolmak zor gibi geliyor. Bununiçin çalışıyorum” diyor.Murat İres’e son olarak, eskiustaların yaptığı tophane işleriile kendi ürettikleri arasında farkolup olmadığını da soruyoruz. “Tabiiki var” diyor İres, yalnız kendiyaptıklarının değil, o günlerde yapılanüstatların işlerinin bile birbirindenfarklı olduğuna dikkat çekiyor.140
“Osmanlı DönemindeVenedik ve İstanbul; Nam-ıDiğer Aşk”Neşe SİMSARLAR“Nam-ı Diğer Aşk”… İki rüya kent, Venedik ve İstanbul’un yüzyıllardır süregelen ilişkisini, diğer bir ifade ile aşkını anlatansergi… Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleştirilen sergide yer alan el yazmaları, kaftanlar, halılar,paralar ve seramikler adeta göz kamaştırdı.Pietro Liberi, “Giambattista Donà’nın Balyos Kıyafetiyle Portresi”, Tuval üzerine yağlıboya, Correr Müzesi141
Ippolito Caffi, “Venedik – Veneta Marina Köprüsünden Panorama”, 1858, Mukavva üzerine yağlıboya, Ca’ Pesaro Uluslararası Modern Sanat Galerisiİstanbul'da Boğaziçi'nin en eski yerleşimlerindenEmirgan'da yer alan Sabancı Üniversitesi Sakıp SabancıMüzesi (SSM), İtalya Cumhurbaşkanı GiorgioNapolitano’nun Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret kapsamında“Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ıDiğer Aşk” başlıklı göz kamaştırıcı sergiye ev sahipliğiyaptı. 19 Kasım 2009 - 28 Şubat 2010 tarihleri arasındasanatseverlerle buluşan sergiyle, 15. yüzyıldan 20. yüzyılauzanan dönemde, iki kent arasındaki etkileşimin ve tarihselbirlikteliğin anlatılması amaçlandı. Sergi, VenedikŞehir Müzeleri Vakfı’nın işbirliğiyle, İstanbul 2010 KültürBaşkenti’nin ilk etkinliği olarak düzenlendi.Osmanlı döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı DiğerAşk sergisinde, Venedik şehir müzelerinin yanı sıra; TopkapıSarayı Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, PeraMüzesi ve Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nden seçilenel yazmaları, tablolar, kaftanlar, halılar, paralar veseramikler gibi geniş bir yelpazede eserler yer aldı.Venedik şehir müzelerinden 180 eserin bulunduğu sergide,Türkiye’den 54 parça eser sanatseverlerle buluştu.Türkiye’deki müzelerden gelen ve ortak bir geçmişitemsil eden eserler; yoğun tarihi, sosyal ve ticari ilişkilerdöneminde İstanbul cephesinde yaşananların tanığıolarak, Venedik’ten gelen eserlere eşlik etti. Böylecesergi, iki şehir arasındaki yakın diplomatik, askeri, ticarive sanatsal ilişkileri, karşılıklı etkileşim ve iç içe geçmişliğigözler önüne serdi. Serginin adında yer alan “Nam-ıDiğer Aşk” ifadesi ise iki kent arasında yüzyıllardır süregelenilişkinin, bir yönüyle aşkı anımsattığını vurguluyor.Serginin küratörlüğünü, SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer,Musei Civici Veneziani Direktörü Prof. GiandomenicoRomanelli, Ca’Foscari Üniversitesi’nden Prof. GiampieroBellingeri ve Museo Correr’den Dr. Camillo Toniniüstlendi. Öncekilerde olduğu gibi “Osmanlı DönemindeVenedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk” sergisine de,komşu günü etkinliği, galeri sohbetleri, konferanslar veçocuk eğitim programları eşlik etti.Sergiyle ilgili bilgi veren SSM Müdürü Dr. Nazan Ölçer,“Osmanlıların Venedik şehir devletleriyle ticari ve siyasiilişkileri, 15. yüzyıla uzanıyor. Bu ilişkilerin sanat vekültüre yansımaları ise her iki taraf için büyük önemtaşıyor. 2003 yılında, henüz 1 yaşında olan müzemiz‘Mediciler’den Savoylar’a Floransa’da Osmanlı Görkemi’sergisine ev sahipliği yaptığında, dünya kültür ve sanattarihinin önemli ülkelerinden İtalya’nın seçkin müzelerindengelen eserlerle, müzemizin tarihinde yenibir sayfa açılmıştı. Şimdi ise İtalya Cumhurbaşkanı EkselanslarıGiorgio Napolitano’nun ülkemize yaptığı resmiziyaret kapsamında düzenlenen bir sergiyi ağırladık.‘Osmanlı Döneminde Venedik ve İstanbul; Nam-ı DiğerAşk’ sergisi ve geniş kapsamlı kataloğu, iki kentin 15.yüzyıldan 20. yüzyıla dek süren uzun bir dönemine ışıktutu diye düşünüyoruz. Böylesine zengin müze koleksiyonlarınınbir arada sergilenmesinden büyük bir mutlulukduyuyorum.” dedi.142Ippolito Caffi, “Konstantinopolis – Hipodrom”, 1843, Mukavva üzerine yağlıboya, Ca’Pesaro Uluslararası Modern Sanat GalerisiCesare Vecellio (atf.), “Venedik San Marco Meydanı’nda Alay”,1597 civarı, Tuval üzerine, yağlıboya,Correr Müzesi
“Günbatımında İstanbul Manzarası”, 17. yüzyıl sonu, Tuval üzerine yağlıboya, Correr MüzesiSabancı Holding CEO’su Ahmet Dördüncü ise “SabancıHolding olarak, Sabancı Üniversitesi Sakıp SabancıMüzesi’nin önemli bir sergisine daha katkıda bulunmanınmutluluğunu yaşadık. Sabancı Holding, faaliyet gösterdiğiiş alanlarında ülke ekonomisine yarattığı katmadeğerlerin yanı sıra, aynı zamanda sosyal ve kültürel alandada liderlik ve öncülük yapmayı kendine misyon edinmiştir.Sakıp Sabancı Müzesi de, kurulduğu günden buyana, bir yandan dünya sanatının ustalarını Türk sanatseverlerlebuluştururken, diğer yandan Türk kültür ve sanatınınzenginliklerini de yurtdışında başarıyla tanıtıyor. Bizde, Sabancı Holding olarak, Sakıp Sabancı Müzesi’ni buyolculuğunda yalnız bırakmıyor ve destekliyoruz. Yurtdışındagerçekleştirdiği tüm sergilerin sponsorluğunu üstlenirken,ülkemizde yapılan ‘Picasso İstanbul’da’ gibi Türkmüzeciliğinde çığır açan sergilerde desteğimizi sürdürüyoruz.Hepimizin bildiği üzere önümüzdeki sene kültürelanlamda İstanbul için çok önemli bir sene. ‘Osmanlı DönemindeVenedik ve İstanbul; Nam-ı Diğer Aşk’ sergisi iseİstanbul 2010 Kültür Başkenti’nin ilk büyük sergi etkinliğiolarak en başından bu yana çok heyecan duyarak desteklediğimizbir proje oldu.” şeklinde konuştu.Giovanni Maria Angiolello ve diğerleri, “Türklerin Tarihi”, Correr Müzesi Kütüphanesi“Türk Figürlü Cuoridoro Parçası”, 17. yüzyılın ikinci yarısı, Altın yaldız, baskılı ve resimli,Correr Müzesi143
Hereke HalısıTurizmle Yeniden CanlanıyorYazı: Emine Uçak ERDOĞAN - Fotoğraflar: Adnan ERDOĞANDünyaca ünlü Hereke halılarına eski itibarını kazandırmak için turizm seferberliği başlatılıyor. Hereke Halı ve İpekliDokuma Fabrikası Müdürü Naci Kalay, Hereke’de halıcılık sektörünü canlandırmak için çalışmalar yürüttüklerini belirtiyor.Kalay, pazara canlılık kazandırmak için bir sertifikasyon merkezi oluşturacaklarını söylerken, turizm konusunuda göz ardı etmeyeceklerini, iç ve dış turizmde yaşanacak hareketlenmenin Hereke’de evlerdeki halı dokumacılığınınyeniden canlanmasına katkı sağlayacağını vurguluyor.144
Osmanlı döneminde Dolmabahçe başta olmak üzere birçoksarayda kullanılan dünyaca ünlü Hereke halılarınıneski ününe kavuşması için, Hereke Halı ve İpekli DokumaFabrikası bünyesinde turizm seferberliği başlatılıyor.Bu çalışmalarla ilgili bilgilere geçmeden önce bugünmüze-fabrika olarak hizmet veren, Hereke Halı ve İpekliDokuma Fabrikası’nın tarihi serüvenine kısa bir göz atalım.Fabrika, Abdulmecit zamanında 1843 yılında kuruldu.922 yılına kadar Kâbe’nin örtülerinin de dokunduğuve Fabrika-i Hümayunu adıyla bilinen müze-fabrika, bugünTBMM Milli Saraylar’a bağlı olarak hizmet veriyor.170 yıldır dünyanın en önemli halı ve ipekli dokumalarınınimal edildiği fabrikada, 1850’lere kadar sadece ipeklikumaşlar dokunuyordu. Bu yıllardan sonra halı dokunanbölgelerin en önemli ustalarının görevlendirilmesiyleHereke’de halı üretimine geçildi. “Sultanların halısı”olarak ünlenen Hereke halıları aynı zamanda ülkemizinilk uluslararası markası olma özelliğine de sahip.1850-1900 yılları arasında ulusal ve uluslararası alandakatıldığı tüm fuarlardan ödül alan halıları merakeden birçok yabancı misafir Hereke’yi ve fabrikayı ziyaretetti. Alman İmparatoru II. Kaiser Wilhelm da bunlardanbiri. 1893 yılında eşi ile birlikte Hereke’yi ziyaretegelen Kaiser için günümüze kadar ulaşan WilhelmKöşkü yapılmış. Köşk, bir rivayete göre, malzemeleriYıldız Marangozhaneleri’nde 7 günde hazırlanıp,gece saltanat kayığıyla getirilmiş ve sadece 1 gündeinşa edilmiş.145
Çin’in Taklit EngeliBir zamanlar halının kalesi durumundaki Hereke, zamanlabu ününü yitirmeye başladı. Bunun en büyüksebeplerinden biri Çin’in taklit halıları oldu kuşkusuz.Bir yerleşim yerine Hereke ismini verecek kadar bu tehdidinisürdüren Çin’in taklit dokumaları sebebiyle imajıolumsuz etkilenen Hereke halısının eski ününe tekrarkavuşması için Hereke Halı ve İpekli Dokuma Fabrikasıbünyesinde bir dizi tedbir alınmaya başlandı.Turizmcilerle çeşitli toplantılar, üniversiteler, kentinileri gelenleri, milletvekilleri ve bazı bakanların katılımıylaarama konferansları düzenlediklerini anlatanHereke Halı ve İpekli Dokuma Fabrikası MüdürüNaci Kalay, bir sertifikasyon merkezinin oluşturulmasıylataklit sorununun çözülebileceği kanaatioluştuğunu anlatıyor.Hereke halısının, Hereke’de üretilen halı anlamını taşımadığınıve bir model olduğunu anlatan Kalay, “Er-146
zurum, Trabzon, Antalya’da da dokunsa bu Herekehalısıdır. Yakın bir tarihe kadar Türkiye’nin çeşitli yerlerindedokunan Hereke halıları, pazarlanmak üzereHereke’ye getirilirdi. Sektördeki sıkıntılar nedeniylebu pazar zamanla kalktı. Yürüttüğümüz çalışmalariçinde bu pazara yeniden eski canlılığını kazandırmak,sertifikasyon merkezi oluşturularak, Türkiye’ninneresinde dokunursa dokunsun Hereke halılarına sertifikavermek var. Böylelikle Çin ve başka yerlerde Herekehalısıyla ilgili suiistimallerin önüne geçebileceğimizeinanıyorum.” diye konuştu.Turizm SeferberliğiHereke halısının eski ününe kavuşmasında turizmiönemsediklerini dile getiren Kalay, “Hereke’debir tekstil müzesi oluşturulması, Kaiser WilhelmKöşkü’nün turizme tam anlamıyla açılması ve sertifikasyonmerkezinin kurulmasıyla özellikle Alman turizmpiyasasında ciddi bir ilgi oluşacağını biliyoruz”dedi. Kaiser Wilhelm’in dördüncü nesilden torunuylagörüşmeler yapıldığını ve Hereke’yi ziyaret etmesiyönünde girişimlerde bulunduklarını da belirterek,çalışmalarla ilgili şu bilgileri paylaştı. “Konuyla ilgiliTürkiye Seyahat Acentaları Birliği’nin de çalışmalarıvar. Turizmciler bölgeye günde 5 otobüs getirebileceklerinidüşünüyor. İç turizme yönelik firmalar daHereke’yi, İstanbul tur paketi içine ilâve edebileceklerinibildirdi. Kendi açımızdan değerlendirirsek, günde250 turistin ziyaret etmesi, yıllık 1 trilyona yakınbir gelir anlamı taşıyor. Bu turların Hereke esnafınada getirisi olacaktır. Avrupa’da Hereke halılarına enfazla merakı ve müşterisi bulunan milletin Almanlarolduğu düşünülürse, projenin hayata geçirilmesiyleHereke’de bitme noktasına gelmiş evlerdeki halı dokumacılığınıyeniden canlanmasına katkı sağlanmışolacaktır. Evlerde kaybolmaya yüz tutmuş, tozlanmıştezgâhların tekrar kurulacağını düşünüyoruz. Herekehalısı turizmle yeniden canlanacaktır.”147
Kitaplarda Açan ÇiçeklerSadberk Hanım MüzesiKoleksiyonundanBir Çiçek AlbümüProf. Dr. Faruk TAŞKALE*En çok sevilen bitkilerin başında gelen çiçekler; heykel, resim, süsleme sanatları gibi görsel sanatların vazgeçilmez birunsuru olarak karşımıza çıkarlar. Çiçekler sadece güzel sanatlara değil aynı zamanda, edebi eserlere, kumaşlara, takılara,kullanım eşyalarına ve hatta dini sembollere konu olmuşlardır. Hz. Muhammed’in (SAV) teri gül kokar. Gül Hz.Muhammed’in sembolüdür... Kur’ân-ı Kerim’ler, dua kitapları, levhalar güllerle süslenmiştir. Çiçek demetleri tuvallereaktarılmıştır. Sevgilinin saçı sümbül, endamı gül, boyu selviye benzetilmiştir.148
Evler, balkonlar, bahçeler, sokaklar, çeşit çeşit, renk renkçiçeklerle donatılmış, sevilen kişilere sevgi çiçek buketleriylebelirtilmiştir.Geleneksel Türk sanatlarında tezyini motif olarak çiçeklerinönemi büyüktür. Her çeşit süslemede çiçek motiflerizengin ve zarif çeşitleriyle her dönemde, karşımızaçıkarlar. Dönem dönem farklı özellikler gösteren çiçekler;süsleme sanatlarında stilize, yarı stilize ve naturalistolarak kullanılmışlardır.16.yüzyıla kadar Türk tezyini sanatlarında stilize edilmişolarak kullanılan çiçekler ilk kez 16. yüzyılda müzehhipKaramemi ile birlikte kökeni belli olacak şekilde yarı stilizeedilmiş olarak karşımıza çıkarlar. Kanuni Sultan Süleymantarafından yazılıp Karamemi tarafından tezhiplenmişolan muhteşem eser “Divan-ı Muhıbbi” yarı stilizegüller karanfiller, sümbüller, laleler, selvi ağaçları vebahar dallarıyla adeta çiçek bahçesi görüntüsündedir.17. yüzyılın ikinci yarısı ile Türk tezhip sanatında Batıetkisi hissedilmeye başlar. Yüzyılın sonlarına doğru ilkürünlerini gördüğümüz bu etki farklı bir anlayışla çiziliprenklendirilmiş çiçek resimlerinde görülür. Üçüncüboyutun verildiği gölgeli renklendirmelerle hazırlanannaturalist tarzdaki çiçekler, Türk tezhip sanatında çiçekressamlığı denebilecek bir tarzın ortaya çıkmasına nedenolmuştur.Tek çiçek ve çiçek buketleriyle naturalist bir üslubunbaşladığı ve 18. yüzyıl sonlarına kadar süren dönem çiçekresimleri açısından sanat tarihinde önemli bir yer tutar.Naturalist çiçekler; 19. yüzyılda ise Türk Rokokosuadı altında gelişen ekol içerisinde rokoko unsurlarla birliktekullanılmıştır.Özellikle 18. yüzyılda çok rastlanan ve Avrupa etkisiyleresmedilerek doğadaki görüntüsüyle tezhip sanatına girenve şukûfe olarak adlandırılan çiçekler teknik bakımdanresim sanatının ürünleri sayılabilirler ve bu çiçeklerihazırlayan tezhip sanatçılarına çiçek ressamları da denir.Kelime anlamı çiçek olan şukûfe; tek, buketler halinde,vazolu, vazosuz, bereket boynuzunda, sepet ve saksılardaçalışılmışlardır.Çiçek ressamlığında, çiçeğe bir tutku derecesinde bağlıolan Hollandalı ressamlar önde gelirler. 17. yüzyıl ve18. yüzyıllarda Hollanda egzotik çiçeklerin yetiştirildiğibir ülke olarak tanınmıştır. Türk tezhip sanatında çiçekressamı denince ilk akla gelen isimler; hattat yedikuleliSeyyid Abdullah’ın Kur’ân-ı Kerîm’lerini tezhiplemekleövünen 18. yüzyılın en önemli müzehhibi Ali Üsküdarive Abdullah Buhâri’dir.Naturalist çiçekler en çok tarama ve noktalama teknikleriylerenklendirilmiştir. Tarama tekniğinde çiçek, tara-149
nacak rengin beyaza yakın en açık rengiyle boyanır. Sonrabir ya da iki ton koyulaştırılmış boya ile içten dışa doğruçok ince çizgiler halinde tarama yapılır. Uçu sivri, tüyfırçalarla yapılan taramalar üst üste çoğaldıkça motiflergölge ve hacim kazanır. İşçiliği zor, sabır ve titizlik gerektirenbir tekniktir. Noktalama tekniğinde ise; en açık tondaboyanan zemin rengi üzerine, fırça ucu ile koyu tondaçok küçük noktacıklar bırakılır. Gölgenin yoğun olmasınınistendiği yerlerde ise noktalar daha sık bırakılır.Sık ve üst üste gelen noktalar motife hacim verir. Noktalamatekniği daha ziyade 19. yüzyıl çiçek ve rokokounsurların renklendirilmesinde kullanılmıştır. Çiçek renklendirmedekullanılan diğer bir teknikte gölgelendirmetekniğidir. Gölgelendirme tekniğinde motif, tarama tekniğindeolduğu gibi en açık tonda boyandıktan sonra,koyu tonun olacağı yere boya, bir ya da birkaç kez yedireyedire sürülür ve motif gölgelendirilmiş olur. Bu tekniközellikle, dal, sap ve küçük alanlarda tercih edilir.17. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın sonlarına kadartezyini sanatlarda kullanılan naturalist çiçeklerin başındagül, lale, karanfil, sümbül, leylak, haseki küpesi veşebboy gelir. Bu çiçekleri zerrin, menekşe, zambak, düğünçiçeği, hezaren, erguvan, açelya, peygamber düğmesi,süsen, gelincik, çiğdem, mine, şakayık, ortanca,sardunya, bahar dalı, servi ağacı ve üzüm salkımı gibibazı meyveler ve bu bitkilerin değişik çeşitleri takip eder.Naturalist çiçeklerin kullanım alanlarının başında kitaplar,Hilye-i şerifler, levhalar, yazı albümleri ve lake cilt kapakları,duvar ve ahşap süslemeleri gelir. Bu eserlerin dışında,herhangi bir eseri süsleme düşüncesinden ziyadeçiçek resimlerini bir arada toplayıp bir albüm oluşturmakamacıyla bazı çalışmalar da yapılmıştır.Bu çalışmalardan biri de, 2003 yılında, çiçek aşağı, merhumSevgi Gönül’ün Sadberk Hanım Müzesi’ne kazandırdığıÇiçek Albümü’dür.SHM env. No : 15329 – Y.93 olan albüm ; 18 sayfa olupeni 13 x 19 cm ölçülerindedir. Albümdeki çiçeklerin 10tanesi kağıt 8 tanesi de açık renk parşömen üzerine çalışılmıştır.1a da açık renk kağıt üzerine sol üst köşede OsmanlıcaRecep, 973* yazılıdır. 1b de açık renk kağıt üzerindeince bir rokoko bordür içerisine kurdelalı çiçek buketiçalışılmıştır. Alt tarafta yine bir rokoko bordür bulunmaktadır.Diğer sayfalardaki çiçek çalışmalarıyla karşılaştırıldığındamuhtemelen 1b sayfasındaki çalışma bir başkasanatçı tarafından yapılmış veya albüme sonradan ilaveedilmiştir. 2a, 2b, 3a, 3b, 4a, 4b, 5a, 5b’ deki çiçekleraçık renk parşömen üzerine 1b, 6a, 6b, 7a, 7b’ deki çiçekleraçık renk kağıt üzerine 8a, 8b, 9a, 9b ve 10a’dakiçiçekler kahverengi kağıt üzerine çalışılmış ve tüm çiçekleraltın cetvel ile çerçevelenmiştir. 2a’daki mor renk düğünçiçeği, 2b’deki mavi renk düğün çiçeği ve yapraklarınoktalama tekniğinde renklendirilmiştir. 3a’daki kırmızıyıldız çiçeği ve yaprakları 3b’deki kırmızı renk kat-150
151
merli sümbül ile yaprakları, 4a’daki mavi renk katmerlisümbül ve yaprakları noktalama tekniğinin en güzel örnekleriarasında bulunmaktadır. 4b’deki sarı renk zerrinçiçeği, 5a’daki kırmızı renk Gayardi (Uyuz Çiçeği) ve5b’deki üç adet kırmızı karanfil ile yaprakları albümdeparşömen üzerine noktalama tekniğinde yapılmış sonçalışmalardır. Parşömen üzerine çalışılmış çiçekler sadebir altın cetvelle çerçevelenmiştir.6a’da açık renk üzerine çalışılmış kırmızı renk ebegümecive cetvel içerisinde dört köşeye yapılmış rokoko tezyinattatarama tekniği kullanılmıştır. 6b’de açık renk kağıtüzerine tarama tekniği ile çalışılmış mor renk menekşebuketi rokoko tarzındaki vazodan çıkmaktadır ve yinebuketin dört köşesi rokoko tarzında tezyin edilmiş olupaltın cetvelle çerçevelenmiştir. 7a’da tarama tekniğindehazırlanmış, farklı çiçeklerden oluşan buket oldukça başarılıbir çalışmadır. 7b’de köşeleri rokoko tarzında tezhiplenmişbir alan içerisine çalışılmış pembe renk Sadberkgülü ve goncası ile yaprakları Ali Üsküdari ve AbdullahBuhari’nin renklendirdiği güllerle aynı özellikleritaşımaktadır ve tarama tekniğinde boyanmıştır.8a’dan itibaren zemin kahverengidir. 8a’da rokoko tarzındaçalışılmış bir vazodan çıkan buket, gül, mine, gayardigibi çiçeklerden oluşmaktadır ve buketin uca doğruincelenen muntazam bir formu vardır. Boşluklar yapraklarladoldurulmuş olup gül ortada ön plandadır.8b’deki çalışma pembe gül ağırlıklı serbest formda hazırlanmışbir bukettir. 9a’daki buket şemse formundadırve gül diğer buketlerde olduğu gibi ortada ve önplandadır. Buketin köşeleri rokoko tarzında tezhiplenmiştirve altın cetvellidir. Kahverengi zemin üzerine taramave yer yer noktalama tekniğinde çalışılmış üç bukettede çiçeklerin zemini siyah ile renklendirilmiş ve siyahrenk çiçeklerin ön plana çıkmasını sağlamaktadır.9b; alt ve üst kısmı, altın zemin üzerine rokoko tarzındatezhiplenmiş oval bir zemin ortasına çalışılmış bir gülgoncasından oluşmaktadır. Tarama tekniğinde çalışılmışgül goncası pembe renktir ve albümdeki son gül resmidir.Gonca gül dini eserlerin son sayfalarında ve boşluklardatercih edilen bir çiçektir. 10a’daki tarama tekniğindeçalışılmış pembe renk İstanbul lalesi albümdekitek lale çiçeğidir.Albümde çalışılmış tek çiçek ve buketlerin renklendirilmesindetarama ve noktalama teknikleri başarılı bir şekildekullanılmış ve Hz. Muhammed’in sembolü pembegül ön plana çıkarılmıştır. Son sayfada açık renk kağıtüzerinde alt kısımda “Ameli yazmacı Halil 973 Gurre-iRecep” ibaresi bulunmaktadır. (**) Albüm keçi derisindenoluşan Sertap’lı bir cilt kapağı ile koruma altına alınmıştır.Cilt kapakları altın kullanılarak rumi motiflerden oluşanSalbekli bir şemse ve bordür ile tezyin edilmiştir.152
153
Eserde; imza ve tarihi bulunmamaktadır. Ancak, rokokounsurlar gözönüne alındığında albüm, muhtemelen 18.yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında hazırlanmıştır. Albümühazırlayan sanatçı mutlaka Ali Üsküdari tarafındanyapılan çiçek resimlerinin etkisinde kalmıştır. Döneminen önemli tezhip sanatçıları ve çiçek ressamları, HezargradlıZâde Ahmet Ataullah, Hüseyin Hüsnü, SeyyidMehmed ve Hasan Hilmi gibi sanatçılardır.*Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları BölümüKaynakçaDemiriz, Yıldız (1986), Osmanlı Kitap Sanatında Naturalist ÜsluptaÇiçekler, İ.Ü. Ed. Fakültesi Yayınları, İst.Atasoy, Nurhan (2002), Hasbahçe: Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek,Koç Kültür Sanat Tanıtım Yay., İstanbul.Bodur, Fulya (1985), Osmanlı Lake Sanatı ve 18. yüzyıl Üstadı Ali Üsküdari,Türkiyemiz, Sayı : 47 : 1-9.Taşkale, Faruk – Gündüz, Hüseyin (2000) Rakseden Harfler (DancingLetters), Antik A.Ş. Kültür Yayınları, İstanbul.Ünver, A. Süheyl (1955) Ustası ve Çırağıyla Hezargradlı Zâde AhmedAtaullah, Hayatı ve Eserleri, İstanbul.Turgut, Atilla Yusuf (2003), 18.yy. Tezhip Sanatında Naturalist ÜsluptaÇiçekler Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.Tuncel, Mebruke (2002). Osmanlı Dönemi Tezhip Sanatında Barok– Rokoko Üslubu. (18-19 yy.). Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.(**) Bu ibarelerin tarihi gözönüne alındığında eserle bir ilgisinin bulunduğunusöylemek mümkün değildir. Çünkü; ibaredeki 973 tarihi(1557) 16. yüzyıla tekabül eder. Halbuki albüm 18. yüzyıl sonlarıve 19. yüzyıl başlarında hazırlanmış bir eserdir. Muhtemelen ibareninyazılı olduğu kayıtlar yazmacı Halil’e aittir ve bu kağıtlar albümünhazırlanmasında kullanılmıştır.154
Mustafa Es’ad DÜZGÜNMAN (1920-1990)Vefâtının 20. SenesindeMustafa Es’ad DüzgünmanAydın ÇAKIRTAŞEbrû san’atında klâsik anlayışa sımsıkı bağlı kalan merhûm Düzgünman, sadece ebrû san’atıyla kalmayıp, “Tarz-ıKadîm” cildin örneklerini vermiş, tesbihçiliğe ve fotoğrafçılığa merak sarmış, dönemin kıymetli mûsıkîşinaslarından dadînî mûsıkî meşk etmiştir.Tarihte yaptıkları pek çok san’atsal ve kültürel etkinliklerindenötürü kimi san’atkârlar ‘hezârfen’ (1) sıfatıyla taltîfedilerek halk nezdinde büyük hüsn-i kabûl görmüşlerdir.Gelenekli san’atlarımızdan ebrûnun, 20. yüzyılınson yarısına damgasını vurmuş üstâdı merhûm MustafaEs’ad Düzgünman’ın da hezârfenlik yolunda pek çoksan’atı nev’î şahsına münhasır bir çizgide cem ettiğinisöyleyebiliriz.Bu dünyadaki yolculuğuna bundan 89 yıl önceİstanbul’un san’atla ve kültürle harmanlanmış semtiÜsküdar’ın Sultantepesi’nde 9 Şubat 1920’de başlamıştı(2) . Bu kayda değer yolculukta, 20. yüzyıldaadeta tükenmeye yüz tutan İslâm san’atı ve estetiğininmümtâz temsilcisi Mustafa Es’ad Düzgünmanyol alıyordu.İmam Hatiplik ve attârlık yapan Sâim Efendi ve ŞükriyeHanım’ın ikinci çocuğu olan Mustafa Es’ad Düzgünman,ilkokulu bitirdikten sonra babasının yanındaattârlık yapmaya başlar. Üsküdar’daki küçük, mütevâzıattâr dükkânının içinde kendi büyük san’at âlemini şekillendirmeyeve kendi kendine ciltçilikle meşgul olmayabaşlamış, bu üstün gayreti ve san’at zevki kendisinihocası Necmeddin Okyay’ın himâyesiyle Güzel San’atlarAkademisi’ne taşımıştır.155
Demet Papatya Ebrû, Tûba Çavdar KoleksiyonuDüzgünman, adı san’at tarihi otoritelerine geçmiş, pekçok müzede ve kişisel koleksiyonlarda eserleri bulunanKlâsik Türk San’atları’ndan ebrûnun 20.yüzyıldaki sonhalkasıdır. Bu halka şöyle şekillenir: Rahmetli AhmedYüksel Özemre (3) üstâdın tabiriyle dünyanın en verimliebrû üstâdlarının yaşadıkları Üsküdar semti evvelâ ÖzbeklerTekkesi Şeyhi Sâdık Efendi (ö.1846) ile birlikteebrû san’atıyla tanışır. Sonrasında bu san’at oğullarındanŞeyh Hezârfen İbrâhim Edhem Efendi (1829-1904)aracılığı ile Osmanlı irfânı ve estetiğini şahsında yaşatmışolan Hezârfen Necmeddin Okyay (1883-1976) Hoca’yaintikâl eder. Ebrûya çeşitli çiçek motiflerini kazandıranNecmeddin Okyay Hoca da bu san’atı Medresetü’lHattâtîn ve Devlet Güzel San’atlar Akademisi’ndeki hocalığıdöneminde pek çok talebesine öğretir. En gözdetalebeleri de oğulları Sâmi (1911-1933) ve Sâcid Okyay(1915-1999) ile Mustafa Es’ad Düzgünman (1920-1990), Ali Alpaslan (1924-2006) ve Uğur Derman (d.1935) hocalardır. Mustafa Es’ad Düzgünman’ın hayr-ulhalefleri arasında da Alparslan Babaoğlu, Fuad Başar,Aydın Gülan ve Sabri Mandıracı isimleri zikredilmektedir(4) . Bu isimler arasında Alparslan Babaoğlu üstâdınçok fazla icâzet vermediği ve icâzetli öğrencisi olarakneyzen Sadrettin Özçimi hocanın olduğu bilinmekte,Fuad Başar hoca ise geleneğe bağlı talebeler yetiştirmeyedevam etmektedir.Hayatı boyunca hem kişiliği hem de san’atı bakımındanmütevâzı bir yaşamı kendisine şiâr edinen Düzgünman,TRT-2 televizyonunun yıllar evvel kendisiyleyaptığı bir röportajda hayat karelerini şöyle aktarıyor:“1920’de Üsküdar Sultantepe’de doğdum. İlkokulu bitirdiktensonra babamın yanında yardım edip baharatçılıkyapmaya başladım. Bu arada evimde kendi kendimecild yapmaya başladım. Annemin dayısı olan NecmeddinOkyay Hoca, beni aldı götürdü ve Akademi’ye ebrûve cild atölyesine yazdırdı. Kendisi de zaten oranın hocasıydı.Orada ‘Tarz-ı Kadîm Cild’ yapmayı ve ebrû yapmayıöğrendim. Bu meyanda bu işlerle uğraşırken dedînî mûsıkî dersleri almaya başladım. Bu arada fotoğrafada merak ettim, kendim şaselere, camlara çekip agrandismanlarını(5) da kendim yapardım. Çok kıymetli yazılarçektim (6) . Askerliğime kadar böyle devam ettim (7) .”Düzgünman, Üsküdar’ın örnek şahsiyetlerinden olanbabası Sâim Efendi’nin himâyesinde tanıştığı kültürEbrû san’atında klâsik anlayışa sımsıkı bağlı kalanmerhûm Düzgünman, sadece ebrû san’atıyla kalmayıp,“Tarz-ı Kadîm” cildin örneklerini vermiş, tesbihçiliğeve fotoğrafçılığa merak sarmış, dönemin kıymetlimûsıkîşinaslarından da dînî mûsıkî meşk etmiştir.Battal Ebrû, Tûba Çavdar Koleksiyonu156
Demet Menekşe Ebrû, Tûba Çavdar Koleksiyonumuhîtini ve dînî mûsıkîyle tanışmasını ise şöyle anlatır:“Babam Üsküdar’da Azîz Mahmud Efendi Câmiİmâm ve Hatîbi idi. Tabii biz de o muhîtte yetiştiğimiziçin, câmide mûsıkî muhakkak lâzımdır. Oradan birmerak oluştu, ezân okumak, müezzinlik etmek filânderken dînî mûsıkîye çok merak ettim. O zaman MızıkalıHâfız Muhiddin Efendi vardı Üsküdar’da. Ondanve Çarşamba Tekkesi Şeyhi Hayrullah Efendi’den dînîeserler geçtim. Mevlid tevşihleri, Ramazan ilâhileri,devrân ilâhileri… Bu şekilde epey yol almış olduk” diyerekakabinde söylediği rahmetli Hüseyin SâdeddinArel’e ait Reng-i Dil makamındaki bir ilâhi de halenhoş bir sadâ olarak gökkubbede yankılanmaya devameder:“Ey dertlilerin derdine dermân eden Allah,Müznim kuluna rahmeti gufran eden Allah (8) ”Mustafa Düzgünman, 1953-1979 yılları arası Azîz MahmudHüdâyî Dergâhı’nın türbedârlığı vazifesini yürütmüştür.Bu zaman zarfında, yapmış olduğu vazîfeninde bilincinde olarak tasavvufa da merak sarmış ve Hz.Hüdâî’nin mesajlarıyla tasavvuf zevkini ziyâdeleştirmiştir.O yıllarını şöyle anlatıyor Düzgünman:“Ben onun muhîtinde yaşadığım yetiştiğim için, onazâhiren bir muhabbetim vardı. Fakat ben de daha gençyaşlarda bir tasavvuf merakı, zevki belirmeye başladığızaman Hz. Hüdâi’nin Divânı’nda söylediği sözlerio zaman anlamaya başladım. Ondan evvel anlayamıyordum.Bu bir tasavvuf kaidesidir. Onun üzerine gördümki Hz. Hüdâî bir derya. Onun söylediği nutuklarKur’ân’ın özü. Hayran oldum ve âşık oldum ona,onun için hizmet edeyim diye bu türbedârlığı istedim.Demet Lâle Ebrû, Tûba Çavdar KoleksiyonuYoksa maddî bir şeyi yok. Çünkü o zaman türbedâraylıkları 1953 senesinde 40 Lira idi. O zaman değerlibir para değildi. Hatta ben o aldığım maaşı bile türbeyesarf ederdim. Türbenin tezyînâtı oldukça iyidir.Bir müzeci gözüyle 26 sene o hizmeti yaptım ve çilemidoldurdum (9) .”Düngünman’ın şâirlik vasfının da olduğunu öğrenmekteyiz.Azîz Mahmud Hüdâî’ye olan ifrât-ı muhabbetiniyazmış olduğu Mihrâbiye’de şöyle dile getiriyor:Kıble-i mihrâbımızdır, Hazret-i Pîr Hüdâî;Sînede mehtâbımızdır, Hazret-i Pîr Hüdâî;Canda cânânımızdır, hem dilde de îmânımız,Gönlümüzde sultânımız, Hazret-i Pîr Hüdâî (10) .Yazdığı şiirler mihrâbiye ile kalmamış, Eyüp BahâriyeMevlevîhânesi dervişlerinden Ali Fânî Dede gibi etrafındakiâlim ve edip dostların vefâtlarının ardından şiirlerkaleme almıştır (11) . Ayrıca, temsil ettiği klâsik ebrûyu‘Ebrûnâme (12) ’ isimli 20 kıt’alık bir şiirle bu kadar güzelnazma aktaran bir başka kimse olmamıştır:Besmeleyle tezgâh açıp ebrû yapan kişiyizFırça ile su üstünde hüner satan kişiyizÜstadımız Özbek Şeyhi hem Necmeddin Hoca’dırBüyüklere boyun kesip Hakk’a tapan kişiyizEy Mustafa nakş-ı sevda sana neler öğretti.Derununda duran nakkaş “Eynemâ”yı öğrettiBab-ı ebrû rehnümadır vech-i bâkî fehmineÂrif olan bu ezharı bir noktadan seyretti (13) .Mustafa Düzgünman, içinde yetiştiği zengin manevîatmosfer sayesinde fikirlerini, san’at anlayışını ve dînî157
Battal Ebrû, Tûba Çavdar Koleksiyonuyaşamını güzelliklerle tezyîn etmiştir. Yaşadığı dönemdepek çok ilim ve irfân sahibi gönül dostlarıylamünâsebeti olmuştur. Özellikle attâr dükkânında çalıştığıdemler zamânın meşhûr san’atkârlarının, âriflerinin,sırlı sufîlerinin ve meşâyihinin sohbeti ve muhabbeti ilegeçerdi (14) . Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Rufaî şeyhiHayrullah Tâceddin (Yalım) Efendi, Celvetî-Bektâşî şeyhiYusuf Fâhir Baba, sırlı bir zât olan Hamzavî-Melâmîmeşreb Eşref (Ede) Efendi, Özbekler Tekkesi’nin sonşeyhi Necmeddin (Özbekkangay) Efendi, Üsküdar İskeleCâmi Baş İmâmı Nâfiz (Uncu) Efendi, Necmeddin OkyayHoca, Sâcid Okyay, Osmanlı hânedânının son müezzinbaşısıve Dümbüllü İsmail Efendi’nin amcası olanHâfız Muhiddin Efendi, Melâmi Abdullah Bey, RessamÜsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey attâr dükkânının belli başlımüdâvimleri arasındadır (15) .Neyzen Niyâzi Sayın üstâdın da ilk mûsıkî meşkini buattâr dükkânında Sâim Efendi’nin küçük oğlu MustafaDüzgünman’dan almış olduğunu ve yine onun teşvikiyleebrûculuğa yöneldiğini öğreniyoruz. Yakın zamanlarda ise, Necmeddin Okyay Hoca’nın son talebelerindenProf. Dr. Ali Alpaslan ile Uğur Derman,gazeteci-yazar-mûsıkîşinas Nezih Uzel de bu dükkânınmüdâvimlerinden olmuştur. Ancak attâr dükkânınındâim müdâvimleri 53 yıllık bir muhabbetle merhûmAhmed Yüksel Özemre üstâd ve 54 yıllık bir muhabbetlebabası Hâfız Nûrullah Bey olmuşlardır (16) .Düzgünman, hocası Necmeddin Okyay’dan almış olduğuebrû terbiyesini şu sözlerle ifâde eder: “Efendim bizüstâdımız rahmetli Necmeddin Hoca’dan gördüğümüzterbiye iktizâsı ebrûya başlamadan evvel ebrû ustalarınabir fatihâ okuruz (17) .”Ebrû eskiden ciltte, hat levhâlarında kullanılırdı. Düzgünmanlabirlikte ise uygulama alanı genişlemeye başlamıştır.Hocası Necmeddin Okyay’dan öğrendiği ebrûçeşitlerinin tamamında eserler verdiği, hocasının icâdıolan ve yine onun adıyla anılan çiçekli ebrûyu (NecmeddinEbrûsu) ıslah ederek daha estetik bir boyuta taşıdığıve bu ebrûya papatyayı kazandırdığı da bilinmektedir.Klâsik Türk Ebrû’sunun tarifi ve icrâsı ile ilgili bugünekadar pek çok şey yazılmış ve yayınlanmıştır.Düzgünman’dan bugüne geçen süreç içerisinde ulusalve uluslararası camiada neşv ü nemâ bulmuş, eğitimiyaygınlaşmış olan ebrûnun tarifi, yapılışındaki incelikler,klâsik ve modern tartışmaların ortasında pek çokdefa konuşulagelmiştir. Şimdilerde ebrûyu modernizeetme telâşına girerek âdeta yağlıboya eserler verip, adına‘Türk Ebrûsu’diyenlere, klâsik üslûba sıkı sıkıya bağlıkalan Mustafa Düzgünman üstad yıllar evvel şöyle cevapvermiştir: “Ebrû, tükenmeyen bir hazinedir. Bu kendiiçinde kendi kendini karakterini hiç bozmadan zatentekâmül ediyor. Bunun haricinde, modernizasyongibi bir şey olamaz. Çünkü bu ecdâd yadigârını, bununtarihini yaşatmak mecburiyetindeyiz. Niye modernizasyonolsun? Bu nihayeti olmayan bir renk cümbüşü…Güzelliği tükenmiyor ki yeniden birşeyler icâd edilsin.Şimdi, zamanımızda resme kayan bir ebrû tavrı görüyoruz.Onlara bakıldığı zaman bir yağlıboya manzarası,tablosu gibi bir şey oluyor, yani ebrûnun dışına çıkılıyor.Aslında onlar da ebrûdan yapıyorlar ama bakıldığızaman yağlıboya manzarası izlenimini veriyor. Biz bunapek Türk Ebrûsu filân diyemeyiz. ‘Çağdaş Ebrû’ diyebilirler.Yoksa san’atlı bişey takdir ederim. İşte onlar modernizasyonyahut çağdaş ebrû ismiyle yürütebilirler. Bizimebrûmuz karakterini bozmamalıdır hiç (18) .”158
Bülbül Yuvası Ebrû, Tûba Çavdar KoleksiyonuKlâsik san’atlarımızın özündeki geleneksel tavırda hocatalebeilişkisi çok önem arz eder. Hoca, bir mürşid-i kâmilgibi talebesini inceden inceye derûnî bir olgunluğa ulaştırır.Bu hoca-talebe ilişkisini Necmeddin Okyay ile MustafaDüzgünman arasında çok net bir şekilde görebiliriz.Bu noktada bir öğreticinin çok önemli olduğunu her fırsattadile getiren Düzgünman’ın, ebrû san’atına yeni başlayanöğrencilere ve bu klâsik san’atın kendi kendine deöğrenilebileceğini söyleyenlere yıllar evvelinde söylenmişadeta tavsiye niteliği taşıyan şu tesbitleri de kayda değerdir:“Akademide çalıştık işte ebrûyu öğreniyoruz diye…Öğrendiğimizi zannettik. Ben kurayım da evde kendimde yapayım dedim. Herşeyi hazırladım fakat başladığımzaman işler ters gitmeye başladı. Bir türlü uğraştım, evetebrû çıkıyor ama renkler kayboluyor, bir âhenksizlik var…En nihayet bıraktım, hocaya (Necmeddin Okyay) gittimhaber verdim, eve kadar geldi. Baktı kusurlarımızı gördü.Halbu ki biz o zaman ebrûyu öğrendik zannediyorduk.Öd ve su ayarında bozukluk varmış, bunu bana öğretti,halletti gitti… Sonra gene başladım, ikinci teknede geneolmamaya başladı. Bu sefer tekrar çağırdım hocayı eve…Bu sefer de onun dediğinin aksine suyu az ödü az çamurgibi oluyordu… Şimdi bundan şu çıkıyor, mektepte çalışırkenhocanın eli değiyordu. İşte işin püf noktası buradadır.Ama bunu hoca anlatamazdı. İnsan kendisi yapmayabaşladığı zaman bu püf noktasını yavaş yavaş bulacak…Yoksa hocanın eli değdikçe o püf noktası anlaşılmıyor (19) .”Sâime hanımın vefâtından sonra altmışlı yaşlarının sonundaMustafa Düzgünman’ın da rahatsızlıkları artmaya başlar.1989 yılında bir hekime görünmesinin ardından kalınbağırsağında bilye büyüklüğünde birkaç adet tümör tespitedildiği için ameliyat olması gerekir. Oğlu Ali ve yakın dostumerhûm Ahmed Yüksel Bey’in refakatinde ameliyatagötürülür. Ameliyatın başarılı geçmesine rağmen tümörlerhabîs çıktığı için üstâdın durumu ağırlaşır. Takvimler12 Eylül 1990 Çarşamba gününü gösterdiğinde MustafaDüzgünman bu fânî âlemdeki yolculuğunu tamamlayıpbâkî âleme göçer. Cenâze namazı bütün bir ömrü boyuâşık olduğu ve 26 yıl türbedârlığını yaptığı Azîz MahmûdHüdâyi Hazretleri’nin dergâhında kılınarak KaracaahmedMezarlığı’nda babasının mezarına defnedilmiştir (20) .Mustafa Düzgünman’ın hayatı, yetiştiği muhit, yaşamı vesan’at anlayışıyla ilgili bilgilerimizin şekillenmesinde şüphesizonun yakınında bulunmuş dostlarının gerek yazarakgerekse sözlü olarak ilettikleri bilgilerin önemli bir yerivardır. Merhûm Ahmed Yüksel Özemre 1996 yılında, 53yıllık dostluğum oldu dediği Mustafa Düzgünman’la olanhatıralarını ‘Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı’ isimli kitaptadercetmiştir. Kitabın içinde geçen ve arka kapağa konulmuşşu küçük hatıra yakın tarihimizde Üsküdar’ın nicegüzel günler gördüğünü özetlemektedir: “Üsküdar’dakibu Attâr Dükkânı nice sohbetlerin, nice dostlukların, nicehimmetlerin, nice hayırların, nice tefekküre şâyân ibretlerin,nice füyûzâtın, nice mânevî tohumların ve irşadlarınsebebi ve mihveri olmuştur. Neyzen Niyâzi ağabey, birgün bana, bu dükkânın rahmânî füyûzâtının sebep olduğumaddî ve mânevî müktesebâtını ham ü şükrânla vecezbeyle yâd ederken: ‘Yüksel’ciğim; biz bu dükkândangeçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsündenbeter olurduk’ demiştir (21) .”Kitapta yer alan tarihler ve şahıslar hakikaten yakın tarihimizeışık tutması bakımından son derece önemlidir.Bu bakımdan muhterem Uğur Derman Bey’in kitabıntakrîzinde dediği gibi, tarih şuuruna ermiş her okuyu-159
Bülbül Yuvası Ebrû, Tûba Çavdar Koleksiyonucunun buruk duygularla okuyacağı ve halen sekizincibaskısı piyasada bulunan kitabın Mustafa Düzgünmanve çevresini tanımada önemli bir fonksiyonu icrâ ettiğinidüşünüyor ve merhûm Ahmed Yüksel Özemre üstâdıda rahmet ve minnetle anıyorum.Yazımız içerisinde, Mustafa Düzgünman’a ait ve bugünekadar hiçbir mecmuada yayınlanmamış olan bazıebrûlarını san’atseverlerin istifâdesine sunmak istedim.İnanıyorum ki pek çok kimsede Mustafa Düzgünmanimzâlı ebrûlar bulunmaktadır. Zirâ üstâdın ebrûcuolarak duyulmaya başlandıktan sonra, bu san’atın yaygınlaşıpbilinmesini istediği için kendisinden ebrû satınalmaya gelenlere ebrûlarını çok cüz’î miktarlarda sattığıkaydedilmektedir. Onun bu fedakârane tavrı sayesindeklâsik Türk san’atlarımızdan ebrûnun kıymeti anlaşılaraktüm dünyada neşv ü nemâ bulması mümkünolabilmiştir. Eminim ki kendisinin rahleyi tedrîsindengeçenler bugünlerde kendilerini pek bahtiyar kabulediyorlardır. Bu vesileyle vefâtının 20. yılında merhûmMustafa Es’ad Düzgünman üstâdı rahmet ve minnetleanıyor, azîz hatırasını hürmet ve edeple selâmlıyorum.Mekânın Cennet olsun…Dipnotlar:1. Hezârfen: Lûgatteki orijinal yazılışı ‘Hezâr-fenn’ şeklindedir. “Çokbilen, elinden çok iş gelen, minâre yapmakta mâhir usta” anlamlarınagelmektedir. Ayrıca kimi kaynaklarda “Bin Sanat Sahibi” anlamlarınagelir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-TürkçeAnsiklopedik Lûgat, 24.bs. Ankara: 2007, s. 361.2. Uğur Derman, “Mustafa Düzgünman”, DİA, c.10, s.62.3. Ahmet Yüksel Özemre, ilk Türk atom mühendisi ve yazar. 3 Nisan1935 (Nüfus kayıtlarında 25 Mayıs 1935) tarihinde Üsküdar,İstanbul’da doğmuştur. Evli, iki kız çocuğu ve bir de erkek torunuvardır. 25 Haziran 2008 tarihinde vefat etmiştir. Ayrıntılı biyografisiiçin bkz. http://www.ozemre.com4. Ahmed Yüksel Özemre, Hasretini Çektiğim Üsküdar, İstanbul:2007, s. 275. Fransızca ‘agrandissement’ten gelir. Daha çok fotoğrafçılıktakullanılan bir kelimedir ve ‘büyütme’ anlamına gelir. Ayrıntılı bilgiiçin bkz. Ferid Namık Hansoy, Fransızca-Türkçe Sözlük, İstanbul:1999, s. 22.6. “Eski tarz körüklü fotoğraf makinasıyla 1000'e yakın hat örneğiniemüsyonlu cama tesbit etmiş, bazıları “Kalem Güzeli” Ankara,1981ve “İslam Mirasında Hat Sanatı” İstanbul, 1993 adlı eserlerde yeralan bu fotoğraf camlarının asılları, daha sonra kendisi tarafındanTürkpetrol Vakfı’na hediye edilmiştir.” Uğur Derman, a.g.m., s.62.7. http://www.mustafaduzgunman.com8. Hüseyin Sâdeddin Arel’e ait Reng-i Dil makamındaki bu ilâhininiki mısraını Mustafa Düzgünman’ın kendi sesinden dinlemek içinbkz. http://www.mustafaduzgunman.com9. http://www.mustafaduzgunman.com10. Mihrâbiye’nin tamamı için bkz. Ahmed Yüksel Özemre,Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, İstanbul: 2008, s.102.11. Eyüp Bahâriye Mevlevîhânesi dervişlerinden Ali Fânî Dede için5 Mart 1956’da yazılan 20 kıt’alık şiirin dört kıtası için bkz. AhmedYüksel Özemre, a.g.e., s.100.12. Ebrûya dair bu destanımsı şiiri Ahmed Yüksel Özemre, o dönemdeasistanı bulunduğu İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi TeorikFizik Enstitüsü’nde (1959?) daktilo edip ispirtolu teksir makinasındaçoğaltmıştır. Bu bilgi için bkz. Ahmed Yüksel Özemre, a.g.e.,s.100. Ebrûname’nin daktilo edilerek hafif ebrûlu zemin üzerineteksir metodu ile çoğaltılmış halini Mehmet Çebi koleksiyonundagörmekteyiz. Bunun için bkz. Ömer Faruk Dere, Ebrû Sanatı: Tarihçe,Malzeme, Uygulama, s.44.13. ‘Ebrûnâme’ isimli şiirin tamamı için bkz. Muin Nursen Eriş,Mustafa Esat Düzgünman ve Ebrû, İstanbul: 2007, s.50.14. Ahmed Yüksel Özemre, a.g.e., s.23.15. Ahmed Yüksel Özemre, a.g.e., s.24.16. Ahmed Yüksel Özemre, a.g.e., s.25.17.,18.,19. http://www.mustafaduzgunman.com20. Ahmed Yüksel Özemre, a.g.e., s.106.21. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, İstanbul:Kubbealtı, 2008.160