04.05.2016 Views

Cinedergi 29

Binder29

Binder29

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Yeni sezon başlıyor<br />

n Eylül’e geldik. Yaz sezonunda Hollywood<br />

yüksek bütçeli filmler ile durumu<br />

kurtarırken Türk sineması yine<br />

kendi içine kapandı. İzleyicisini mahrum<br />

bıraktı. Birdolu film çekildi, etraf setten<br />

geçilmez oldu. Biz de bu setleri ve yeni<br />

filmlerde oynayan oyuncuları takip ettik.<br />

Selim Demirdelen’in yeni filmi Kavşak’ta<br />

rol alan Sezin Akbaşoğulları ve Güven<br />

Kıraç ile keyifli bir röportaj yaptık.<br />

Açıkçası bana Sezin hanımın Maria Cotillard<br />

ile benzerliğinden bahsetmişlerdi<br />

ama bu kadarını beklemiyordum.<br />

Müthiş bir benzerlik. Üstelik Kavşak<br />

filmini seyrettikten sonra farklı olsa<br />

bile oyunculuğuda mükemmel Sezin<br />

Akbaşoğulları’nın. Banu’da bir başka<br />

setteydi. Pak Panter filminin setinde<br />

Doğa Rutkay ve Ufuk Özkan’a sorularını<br />

yönetti. Aksiyon komedi türündeki<br />

filmin oyuncularıyla bu türe uygun bir<br />

röportaj yapmış. Lale Mansur ile uzun<br />

zamandır konuşmak istiyordum. Misafir<br />

filminin çekimlerinin bitmesini bekledik.<br />

Sonunda buluştuk ve Mansur’un<br />

dış görünüşünün altındaki sert ama bir<br />

o kadar da etik olarak güçlü kişiliğiyle<br />

burun buruna geldik. Okuyucularımızın<br />

bu röportajdan zevk alacaklarını<br />

düşünüyorum. Son röportajımızda yine<br />

uzun zamandır yapmak istediğimiz bir<br />

çalışmaydı. Nefes filminin karizmatik<br />

yüzbaşısı Mete Horozoğlu bizden daha<br />

fazla kaçamadı ve Banu’nun sorularını<br />

cevapladı. Bence dörtdörtlük bir röportaj<br />

olmuş. Gelelim dosyalarımıza. Murat Tolga<br />

Şen Kaslı erkek filmlerini ve 80 dönemine<br />

damgasını vuran bu türün oyuncularını<br />

odağına almış. Eski dostları birer birer<br />

saymış. Bir diğer dosyamızdaysa Banu<br />

eskilere dönmüş ve Hippi filmleri dosyası<br />

yapmış. Bu kadar vurdulu kırdılı film<br />

arasında bize nefes alacak vakit kazandırdı<br />

Banu. Burak Yarkent’in Hollywood<br />

köşesinde daha Türkiye’ye gelmeden<br />

haberlerini okuduğumuz Eat Pray Love<br />

filminin kritiği var. ABD’de filmi seyredip<br />

vakit geçirmeden bizim için yazdı Eat Pray<br />

Love filmini Burak. Episode’de ise Zeynep<br />

Bonçe Kavak Yelleri’nden başlayarak<br />

ekranları istila eden gençlik dizilerini topa<br />

tutmuş. Bağımsız dergimizin en cesur<br />

kalemlerinden Bonçe. Ali Ulvi Uyanık<br />

İşte O An köşesinde benim bile kanımı<br />

donduran bir sahne seçmiş. 1972 yılında<br />

çekilen Bluebeard filmindeki sahne sizi<br />

koltuklarınıza mıhlayacak. Teşrifatçı’da ise<br />

Seray Şahiner, Sattirik Greg’in Günlüğü<br />

filminden yola çıkarak ergenliğe geçişin<br />

peşinden gitti. Fırat Rolleriyle Yaşayanlar<br />

köşesinde Audrey Tautou’yu konuk etti.<br />

Kerem DVD köşesinde Blu-Rayleri öne<br />

çıkardı. Vizyondakiler, kritikler, müzik ve<br />

kitap köşemiz derken beni sayfa yapmaktan<br />

bıktıracak kadar dolu bir <strong>Cinedergi</strong><br />

daha karşınızda.<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Webmaster<br />

Tayfun Salcı<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Seray Şahiner<br />

Cansu Üsküp<br />

Murat Tolga Şen


Yönetmen: Yönetmen: Wes Craven<br />

Senaryo: Kevin Williamson<br />

Oyuncular: David Arquette, Neve Campbell,<br />

Courteney Cox, Adam Brody, Emma Roberts<br />

Konu: Olayların ardından 10 yıl geçmiştir. Sidney<br />

Prescott, olanların yükünü yazarak atlamayı<br />

başarmıştır. Bundan sonraki hayatını huzurlu<br />

geçirmeyi planlamaktadır; ta ki eski kabuslar geri<br />

dönene kadar. Serinin meraklılarının heyecan dolu<br />

bekleyişi nihayet sona ereceğe benziyor.


Yönetmen: Taylor Hackford<br />

Senaryo: Mark Jacobson<br />

Oyuncular: Joe Pesci, Helen<br />

Mirren, Scout Taylor-Compton,<br />

Gina Gershon, Taryn<br />

Manning<br />

Konu: Grace ve Charlie<br />

Bontempo, Nevada’da kimsenin<br />

hayal etmediği bir<br />

girişimcilik örneği gösterirler.<br />

Muhafazakar kökeni<br />

ile bilinen Nevada’da bir<br />

genelev açmaya teşebbüs<br />

eden çift, bu girişimlerini<br />

yasal bir zemine oturtmak<br />

için mücadele ederler. Bu<br />

sırada kendilerini bir aşk üçgeninin<br />

içinde bulacaklardır.<br />

Bu durum onları kontrol<br />

edilemeyen ve sonu ölüme<br />

varan bir tutkunun içine<br />

sürükleyecektir.<br />

Yönetmen: Andrea Arnold<br />

Senaryo: Andrea Arnold<br />

Seslendirenler: Rebecca Griffiths,<br />

Katie Jarvis, Sydney Mary Nash,<br />

Michael Fassbender<br />

Konu: Mia, on beş yaşındadır. Tek<br />

tutkusu hiphop’tur; amacı da dans<br />

yarışmasında kazanmak. Ailesi<br />

ve arkadaşlarıyla sorunları olan<br />

Mia’nın yaşamı, annesinin eve yeni<br />

bir erkek arkadaş getirmesiyle epey<br />

değişir. Gelen, büyüleyici bir adam,<br />

bir baba figürü, seksi herifin tekidir...<br />

Andrea Arnold’ın bol ödüllü<br />

Kırmızı Sokak’ın ardından çektiği bu<br />

ikinci uzun metrajlı film, sıkıcı yaz<br />

günlerine ve İngiltere’nin kasvetli<br />

geleceğine dair harikulade görüntülerle<br />

yüreklere dokunuyor.


Yönetmen: Michael Apted<br />

Senaryo: Richard LaGravenese, Stephen McFeely,<br />

Christopher Markus, Michael Petroni<br />

Oyuncular: Ben Barnes, William Moseley, Skandar<br />

Keynes, Anna Popplewell, Georgie Henley<br />

Konu: Lucy ve Edmund Eustace ile beraber<br />

Narnia’da Şafak Yıldızı adı verilen Kaspiyan’ın<br />

gemisi ile yedi kayıp Narnia Lordlarını ararlar.<br />

Başlarına bir sürü olay gelir. Tüccarlar tarafından<br />

kaçırılırlar.Bu yolculukta ejderhalar adasına<br />

uğrarlar ve orada mızmız kuzenleri Eustace<br />

hırsına yenilerek ejderha olmaya mahkum olur.


Yönetmen: DAnthony<br />

Bell, Steve Moore<br />

Senaryo: Chris Denk,<br />

Steve Moore<br />

Seslendirenler: Hayden<br />

Panettiere, Christina Ricci,<br />

Justin Long, Dennis<br />

Hopper, Danny Glover<br />

Konu: Kate ve Humphrey<br />

adındaki iki<br />

kurt yaşadıkları parktan<br />

ayrılmak zorunda<br />

kalınca, yeni evlerine<br />

varmak için bilmedikleri<br />

ve tehlikeli bir yolculuğa<br />

atılırlar. Bu yolculukta<br />

karşılaşacakları yeni<br />

arkadaşlar ve olaylar,<br />

onların dünyaya bakışını<br />

da değiştirecektir.<br />

Yönetmen: Adam Mckay<br />

Senaryo: Adam Mckay, Chris Henchy<br />

Oyuncular: Will Ferrel, Eva Mendes, Samuel<br />

L. Jackson, Mark Wahlberg, Dwayne<br />

Johnson, Paris Hilton<br />

Konu: Highsmith ve Danson şehrin kahraman<br />

polisleridir. Ödüllü polisler yalnız<br />

şehrin insanları için değil, polis teşkilatının<br />

da idolleridir. Dedektif Terry Hoitz ve<br />

Adam Gamble ise masa başında evraklara<br />

gömülmüş polis memurlarıdır. Günlerini<br />

monoton bir şekilde geçiren ortaklardan<br />

Terry’nin bu duruma canı sıkılmaya başlar.<br />

Herkesin Highsmith ve Danson’a imrenmesine<br />

artık katlanamaz.


Yönetmen: Ben Affleck<br />

Senaryo: Ben Affleck, Sheldon Turner,<br />

Peter Craig<br />

Oyuncular: Ben Affleck, Blake Lively,<br />

Rebecca Hall, Jeremy Renner, Chris<br />

Cooper<br />

Konu: Doug, istedikleri ne varsa çalan<br />

ve ortalığı silip süpüren bir hırsız<br />

çetesinin ismi konmamış lideridir. O<br />

güne kadar Doug ve takımı arasında<br />

herhangi bir sorun yaşanmamıştır.<br />

Ancak yaptıkları son banka soygunu<br />

tüm dengeleri değiştirecektir, çünkü<br />

aralarında rehine aldıkları banka<br />

müdürü Claire vardır. Claire en başta<br />

kaçırılmasından büyük endişe duyar. İlk<br />

korkuyu atlattıktan sonra ise Doug’dan<br />

hoşlanmaya başlar. Birbirleri arasında<br />

bir çekim alanı başlayan Doug ve<br />

Claire’in ilişkisi çetenin huzurunu<br />

kaçıracaktır.<br />

Yönetmen: Edward Zwick<br />

Senaryo: Edward Zwick, Marshall<br />

Herskovitz, Charles Randolph<br />

Oyuncular: Anne Hathaway, Jake<br />

Gyllenhaal, David Morse, Jaimie<br />

Alexander<br />

Konu: Jamie Reidy’nin “Hard<br />

Sell: The Evolution of a Viagra<br />

Salesman” adlı kitabından senaryosunu<br />

Charles Randolph’ın<br />

yazdığı filmde; Gyllenhaal bir<br />

eczacıyı, Hathaway ise Parkinson<br />

hastası bir kadını canlandıracak.<br />

İkili arasında başlayan ilişkiye<br />

arka planda 90’ların politik ve<br />

sosyal hali eşlik edecek.


n Son zamanlarda fragmanına bakıp da filmi<br />

izlerken kandırılmışlık duygusunu tattığımız örnekler<br />

artıyor ne yazık ki. İşte onlardan -maalesef- birisi<br />

daha. Sandler’a ve kurduğu ekibe bir hayli umut<br />

besleyerek filme giren seyirci, umduğunu bulamadan<br />

çıkıyor. Gelelim belli başlı sebeplere...<br />

Neredeyse 30 yıl sonra biraraya gelen 5<br />

çocukluk arkadaşının birkaç gün içinde yaşadıklarını<br />

anlatmak için senaryoya ne gerekirse fazlasıyla<br />

koymuş maymun iştahlı Adam Sandler. Yılda biriki<br />

filmle vizyona çıkan komedyen Sandler, zaman<br />

zaman sırf para kazanma uğruna yanlış hamleler<br />

de yapmıyor değil. Yapımcı olarak iş gücünü ortaya<br />

koyarak “Click”, “Zohan”, “Bedtime Stories” gibi<br />

başarılı işlerle seyirci karşısına çıkan Adam Sandler<br />

zaman zaman da hatalı kararlar alıyor.<br />

Neresinden bakarsanız bakın, defolu bir film<br />

var karşımızda. Yaklaşık 90 dakikalık bir süreye 5<br />

ayrı karakteri, üstelik de aileleriyle birlikte senaryoya<br />

dahil etmek ilk anda göze çarpan yanlışlık. Cast<br />

oluşturma konusunda pek başarısız diyemeyiz. Zira<br />

Sandler, Salma Hayek gibi bir starı bile böylesine<br />

kalabalık bir kadroya dahil etmeyi başarmış. Gözle<br />

görüneni ve seyircinin zaten anladığı mizanseni bir<br />

kez de diyalogla anlatma gafletine düşen Sandler<br />

yüzünden tüm karakterler durduk yere laf salatası<br />

yapmak zorunda kalmışlar. Zaten ara sıra tebesüüm<br />

etmenize yarayan espriler ya da durumların varlığı olmasa,<br />

komedi adına elle tutulur Hiçbir şey yok. Filmin<br />

neredeyse yarım saati geçmesine rağmen konuya<br />

girememe sorunu da Sandler’in suçu olarak kabullenilebilir.<br />

Fazlasıyla kalabalık karakter ordusuna, bol<br />

bol mesaj verecek hikayeler, enstantaneler yükleyerek<br />

seyirciyi tatmin edebileceğini sanan film, silahı<br />

kendisine doğrultuyor ve ölümünü hızlandırıyor. Zaman<br />

düşer ellerimden yere diyen 5 yetişkin adamın<br />

geçirdiği maddi manevi değişimlerin, yine de<br />

dostluklarını engellemediğini, her insanın yaşadığı<br />

sorunların üstesinden dürüstlükle gelebileceğini filmin<br />

sonlarına doğru Rob Schnieder’in eşini oynayan<br />

ultra yetişkin Gloria karakteri didaktik ve gereksiz bir<br />

şekilde aktarıyor. Film konuya nasıl giriş yapacağına<br />

bir türlü karar veremediği gibi, nasıl sonlandıracağını<br />

da bulamıyor. Kronolojik sıralama sorunu çeken<br />

senaryomuz çok katmanlı bir finalle seyirciyi<br />

aldatabileceği konusunda da yanılıyor.<br />

Nostaljiye, aile değerlerine, dostluk bağlarına<br />

önem vererek, bunları tekrar gündeme getirmeyi iyi<br />

niyetle düşünen Adam Sandler, bu kadar iyi bir oyuncu<br />

kadrosunu toplamasına rağmen istediği başarıyı<br />

elde edemiyor. Umarız her filmden ders çıkarmasını<br />

bilen Sandler, hatasını anlayıp eski formuna bir an<br />

önce kavuşur.


n Şimdi dansların, saçların biçimi değişmiş<br />

ama kazanmaya doğru giden yoldaki azim ve<br />

inanç aynı kalmış sanki… Bizi o yıllarda etkilediyse<br />

umarım şimdiki çocukları da etkiler…<br />

Çocukken yani sene 1984 yılını gösterirken<br />

ama ben televizyonda izlediğim için birkaç yıl<br />

gecikmeli izlediğimi varsayıyorum The Karate<br />

Kid’i. Çok beğenmiştim. Ortadan ayrılmış<br />

saçlarını bandana takarak daha da çekici<br />

hale getiren Ralph Macchio’ya inceden inceye<br />

tutulduğum için hep söyledim. Ben bir Karete<br />

Kid hayranıyım diye dolaştım ortalarda…<br />

Karate öğrenmenin sabır, sebat, arınma işi<br />

olduğunu, yaşlı, aksi, bilge ve sevimli Miyagi’nin<br />

(Pat Morita) öğretileri sayesinde öğrendim o<br />

yaşta, yani benim üzerimde de etkileri bir hayli<br />

fazlaydı. Bu serinin dördüncü filmi ve duygu<br />

olarak aynı olmasına rağmen değişiklikler de<br />

yok değil.<br />

Karate Kid’in daha doğrusu Ralph Macchio’nun<br />

bir yıldız gibi parladığı film 1986 ve 1989<br />

yılındaki serilerle devam etmişti ve sonra bıçak<br />

gibi kesildi. Ama herkesin aklında ilk film kaldı,<br />

onun tadı, hüznü, öğretisi daha farklıydı zira…<br />

Hatta Hilary Swank bile 1994 yılında çekilen<br />

The Next Karate Kid ile beyazperdeye dalış<br />

yaptı ona da Pat Morita eşlik etti. Ama ilkinin<br />

etkisi tabiî ki bu filmde yoktu. Bu beyaz saçlı,<br />

erdemli adamın aramızdan ayrılması 2005<br />

yılında 73 yaşında oldu, Mr. Kesuke rolüyle<br />

Oscar’a aday olmuştu…<br />

O yüzden Karete Kid’in tekrar çekildiğini<br />

duyduğumda bambaşka bir heyecan yaptım.<br />

Re-make olarak her zaman ilkini aratan filmler<br />

çok oldu. Açıkçası ben de önyargılı yaklaştım<br />

bu filme. Parlatıp cilalayan, bahçe çitlerini<br />

boyayan, kocaman gözleriyle zengin erkeğin sevdiği<br />

kız olan Ali Mills’e ulaşmaya çalışan bu tıfıl delikanlının<br />

yerini bana göre kimse tutamazdı. Ama karşımızda o<br />

duyguya bir hayli yaklaşan bir film var. Haralt Zwart imzalı<br />

filmde öykü tamamen farklı gelişiyor. Film Çin’de geçiyor,<br />

kahramanımız siyahi bir çocuk oluyor. Adı da Dre Parker.<br />

Bilge, beyaz saçlı dedemiz ise hayattan kopmuş Mr.<br />

Han’a devrediyor koltuğunu…<br />

140 dakikalık filmin başlarının çocuğun yaşadığı geçişi<br />

göstermek adına bir hayli uzuyor ama sonrasında<br />

toparlıyor. Dre Parker daha önce babası Will Smith’le<br />

Umudunu Kaybetme filminde de oynayan Jaden Smith.<br />

Rolünü gayet başarıyla kıvıran Smith’e ustası rolünde<br />

eşlik eden oyuncu da Jackie Chan.<br />

Çin’in güzel görüntülerle filme dahil edildiği, Çinli oyuncularla<br />

siyahilerin buluştuğu film ilkini izleyenler ve izlemeyenler<br />

için hemen hemen aynı tatta. Özellikle sabır ve sebat<br />

sahneleri yöntem olarak eskisine benzemese de kendi<br />

orijinalliğini yaratmayı başarıyor. Ben ilkini çok sevdiğim<br />

için bu filmde de ayrıca bir sempati duydum, şimdiki<br />

çocukların tutunacakları o kadar fazla duygu var ki, bu film<br />

onların arasında eriyebilir ama bizim için öyle değildi. Bizim<br />

için Ertem Eğilmez tadında bir filmdi. Gözümüzü yaşla<br />

bırakan, sonunda zayıf ama onurlu olanı alkışlatan, amaçlar<br />

uğruna sabretmeyi öğreten bir filmdi. Şimdi dansların,<br />

saçların biçimi değişmiş ama kazanmaya doğru giden<br />

yoldaki azim ve inanç aynı kalmış sanki… Bizi o yıllarda<br />

etkilediyse umarım şimdiki çocukları da etkiler…


n Ünlü televizyon dizilerinin film olmasına alıştık<br />

artık. Mesela Uzay Yolu, Sex and The City, Görevimiz<br />

Tehlike ve daha bir çok dizi televizyonda<br />

zirveye çıktıktan sonra sinemada da bir durak<br />

vermişlerdir. Aslında çoğunun sinema maceraları<br />

televizyon kadar parlak olmamıştır. Bu etkileyici<br />

bir romanı sinemaya uyarlamaktan biraz daha<br />

farklı bir durum tabii. Her şeyden önce oyuncuların<br />

kendi enerjilerinin karakterlere kattığı renk çok<br />

önemli televizyon dizilerinde. Onun için Uzay<br />

Yolu’nun sinema macerası asla televizyondaki<br />

başarıyı yakalayamadı. Çünkü farklı oyuncular<br />

kahramanları canlandırdı. Görevimiz Tehlike için<br />

de aynı şey söz konusu. Sinemada Tom Cruise’un<br />

canlandırdığı karakterle Görevimiz Tehlike başka<br />

bir şey oldu. Sinemada yakaladığı başarı dizinin<br />

başarısından daha çok Tom Cruise’un kendi enerjisinden<br />

ve ününden çıkan bir başarıydı. Bunun<br />

tersi bir durum ise Sex and The City için geçerli.<br />

Televizyondaki dizide kahramanları canlandıran<br />

aynı isimler sinemada da maceralarına devam ettiler.<br />

Bu noktada diziyle sinemadaki film arasında<br />

hangisi daha başarılıydı tartışması yapamıyoruz.<br />

Çünkü bir fark yok. Sex and The City’nin sinema<br />

macerasının hedefini tuttuğunu düşünüyorum. Bu<br />

hafta vizyona giren A Takımı ise biraz görevimiz tehlikeye<br />

benzeyen bir yoldan geçecek. 1983’te asker<br />

menşeli dört kafadarın maceralarını televizyonda<br />

seyrettiğimizde George Peppard’ın Amerikalı<br />

yüzü filmin havasını bize iliklerimize kadar hissettiriyordu.<br />

Onu destekleyen Mr. T’nin karakteristik<br />

varlığı da bu hissi artırıyordu. Özellikle Mr. T’nin<br />

minibüsü, yakışıklı Faceman’in kadınlar üzerindeki<br />

etkisi, Murdoch’un çizgi dışılığı ekibin farklı<br />

olmasını sağlıyordu. Eğlenceli, biraz faşizan tam bir<br />

Amerikan dizisiydi. Vurdulu kırdılı, bol patlamalı...<br />

Bu hafta vizyona giren A Takımı’nda ise ekibin<br />

komutanını Liam Neeson canlandırıyor. İrlandalı<br />

oyuncunun George Peppard ile farkı biraz bizi televizyondaki<br />

diziden kopartsa da, oyunculuğuna hiçbir şey<br />

söyleyemeyiz. Neeson her role uyan ve karakteri kendine<br />

uyarlayan bir oyuncu. İkinci karizmatik isim ise Mr.<br />

T... Orijinal dizinin gerçek Mr. T’si gerçekten taklit edilmesi<br />

zor bir isim. 1982’de Rocky’deki performansıyla<br />

tanınan Mr. T hem kendi adıyla dizi yaptı hem de A<br />

Takımı’nın vazgeçilmez bir üyesi oldu. Bence dizinin<br />

en renkli ismiydi. Sinema filmindeyse Mr. T’yi yine bir<br />

boksör canlandırıyor. Quinton ‘Rampage’ Jackson son<br />

dönem siyahi boksörlerin en can yakanı. Ama ringteki<br />

performansını filmde gösterdiğini söylemek çok<br />

zor. Diğer oyuncular Bradley Cooper ve Sharlto Copley<br />

günü kurtarıyorlar. Burada özellikle Bölge 9’dan<br />

tanıdığımız Sharlto Copley farklı kişilkleri ne kadar<br />

iyi canlandırabildiğini izleyiciye gösteriyor. Yardımcı<br />

rollerde ise öncelikle filmimizin güzeli Jessica Biel ve<br />

onun rakibi kötü adam rolünde Patrick Wilson var.<br />

Patlamalı, çatlamalı ama televizyondaki karizmasından<br />

uzak bir film A Takımı... Filmin öyküsüne gelince:<br />

özel görevlerin yıldız gücü A Takımı yine bir görev<br />

üstündeyken tuzağa düşürülürler. Ekip kendilerine<br />

inanan bir FBI ajanı sayesinde hapishaneden kaçar ve<br />

tutsağı hazırlayanlarla hesaplaşırlar.


Kavşak filminin iki başrol oyuncusu Sezin<br />

Akbaşoğulları ve Güven Kıraç <strong>Cinedergi</strong><br />

okuyucularına seslendi... “Hayat masal ile<br />

gerçek arasında gidip gelmekten ibarettir...”<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Selim Demirdelen’in yeni filmi Kavşak’ın başrol<br />

oyuncuları Sezin Akbaşoğulları ve Güven Kıraç<br />

<strong>Cinedergi</strong>’nin sorularını cevapladı... Hayatın gerçek ile<br />

masal arasında gelip gitmekten ibaret olduğunu söyleyen<br />

Güven Kıraç rol arkadaşı Sezin Akbaşoğulları’nın<br />

da flimde başarılı olacağını sette gözlerine bakınca<br />

anladığını söyledi. Sezin Akbaşoğulları ise Güven Kıraç<br />

gibi bir ustayla çalışmanın kendisine ilham verdiğini,<br />

oyunculuğun çok zor olduğunu ve hayalkırıklıklarıyla dolu<br />

olduğunu bütün bu hayalkırıklıklarına rağmen heyecanını<br />

bugüne kadar bir oyuncunun korumasının takdire şayan<br />

olduğunu söyledi. Demirdelen’in filmini seyrettikten sonra<br />

gerçekten başarılı performans gösteren iki oyuncuyla<br />

konuşmak bize de mutluluk verdi. İşte biri ustalığını<br />

konuşturan diğeri ise yolun başında kabiliyetini kanıtlayan<br />

iki oyuncunun zevkle okunacak röportajı...<br />

Projeye nasıl dahil oldunuz?<br />

Sezin Akbaşoğulları: Kastla ilgilenen Lousia var. Louisa<br />

beni aradı. Böyle bir proje olduğunu benimle çalışmak<br />

istediklerini söyledi. Selim’le bize bir randevu ayarladı.<br />

Selim Demirdelen’le bir kahve içtik ve o şekilde dahil<br />

oldum. Öncesinde senaryoyu göndermişlerdi. Senaryoyu<br />

okudum, o kahve içimlik zamanda nasıl bir<br />

film, ne anlatıyor, nasıl bir karakter olduğunu konuştuk.<br />

Sonrasında dahil oldum.<br />

Güven Kıraç: Selim Demirdelen “Anlat İstanbul” filminden<br />

beri yakın dostumdur. Kafasında bir film düşüncesi<br />

olduğunu ve bunu benimle gerçekleştirmek istediğini<br />

bana birkaç yıldır söylerdi. Geçtiğimiz Aralık ayında da<br />

filmi yazıp bitirdiğini bunu gerçekleştirmek için Artı Film<br />

ile görüştüğünü söyledi bende senaryoyu okuyup hemen<br />

dahil oldum.<br />

Senaryoyu okuduğunuzda ne geldi aklınıza, he hissettiniz?<br />

S.A. İlk okuduğumda hissettiği şey şuydu, Bu bir kabullenmeler<br />

filmi. Çünkü her karekterin kendi hikayesinde


FOTOĞRAFLAR: SERDAR AKBIYIK


aslında kurtuluş noktası kabullendiği an. O durumunu,<br />

koşullarını kabullendiği, kendine karşı<br />

dürüst olduğu an hayatında bir değişim oluyor.<br />

O kavşağa gelmiş oluyor. İlk okuduğumda bunu<br />

hissettim. Aslında hala daha onu hissediyorum.<br />

Dublaj için bizi çağırmışlardı, son bölümü izlettiler.<br />

Bülent Ortaçgil’in şarkısının olduğu geçişler<br />

bölümünde sanki bir çözülme hissi yaşatıyor seyirciye<br />

film. Ağlamak ama temiz gözyaşı dökmek<br />

anlamına gelen bir şey. Filmin nereden oraya<br />

geleceğini de çok merak ediyorum.<br />

G.K. Senaryoyu çok beğendim ancak hem<br />

kendi oynayacağım karakter hemde senaryoda<br />

az dialog olması nedeniyle zor bir film ile karşı<br />

karşıya olduğumuz düşünüp biraz kaygılandım.<br />

Fakat Selim’in ne yaptığını bilen iyi bir yönetmen<br />

olduğunu bildiğimden bu korkum çok devam<br />

etmedi.<br />

Film günlük acılardan, çok hayalperest belki de<br />

iyi niyetli bir finale ulaşmış. Bunu nasıl yorumluyorsunuz.<br />

Finale kadar film çok gerçek, finali<br />

masalsı. Yönetmenin iyi niyetini ortaya koyduğu<br />

bir film.<br />

SA. Aslında aynen dediğiniz gibi yorumluyorum.<br />

Bir de yönetmenin kendi senaryosu. Ve yönetmenin<br />

kendi olaylara bakış açısı, olayları çözümleme<br />

şekli gibi bakıyorum. Selim Demirdelen’de<br />

olan, benim de şahit olduğum bir yönetmen<br />

olarak o kapsayıcı enerjisi ve hayata, olaylara<br />

bakış açısındaki temizlikten öyle bittiğini<br />

algılıyorum.<br />

G.K. Hayat gerçek ve masal arasında gidip<br />

gelmekten ibaret Selim duyargaları çok açık bir<br />

yönetmen hem katı gerçekliği en saf haliyle hem<br />

estetize edilmiş masalsılığı aynı potada eriticek<br />

kadar iyi bir kuyumcu.<br />

Siz de az önce şarkılardan bahsettiniz. Bülent<br />

Ortaçgil’in şarkısnın sözleri neredeyse seneryonun<br />

şarkıya dökülmüş hali. Müzikleri daha önce<br />

dinlemiş miydiniz?<br />

S.A. demirdelen müzisyen aynı zamanda.<br />

Şarkıları daha önce dinlememiştim. Zaten ser<br />

verip sır vermedi daha sonra. Filmde bizim<br />

Güven’le bir araba sahnemiz var radyonun<br />

açıldığı. Orada da bir şarkı kullanılıyormuş. Gerçi<br />

onu görmedim. Oradaki müziği de bize söylemedi.<br />

“Burda bir sürprizim olacak” dedi. Nedir<br />

falan derken, hiçbir fikrimiz yoktu. Hala da benim<br />

fikrim yok aslında, filmi izlemediğim için. Yönetmenin<br />

aynı zamanda müzisyen olması galiba çok iyi bir şey.<br />

Filmin ritmini kontrol altında tutmak, anlatığı şeyi aynı<br />

zamanda müzikle de anlatmak destekleyici bir şey. Çok<br />

daha çarpıcı hale getiren bir şey.<br />

G.K. Selim e bu konuda çok güveniyordum hiçbir şekilde<br />

beni yanıltmadı<br />

Güven bey tipiniz ile oynayabiliyorsunuz ve farklı kimliklere<br />

bürünüyorsunuz, genç oyuncular için bunun sırrını<br />

paylaşabilir misiniz?<br />

G.K. Oyunculuğun, değişmek olduğunu ,bu mesleğin<br />

tanımının değişmekten geçtiğini asla unutmamaları<br />

gerektiğini söyleyebilirm.Değişemedikleri gün tekrara<br />

düşmüşlerdir , mesleklerinde yerinde saymaya ya da geri<br />

gitmeye başlamışlardır.<br />

Bu tür farklı kimliklere bürünmek, izleyicinin karşısına<br />

farklı olarak çıkmak bazen risk olarak da algılanabiliyor.<br />

Bu gerçekten risk midir?<br />

G.K. Hayır bu oyunculuk mesleğinin ta kendisidir.<br />

Siz tiyatro mezunusunuz, Sezin Akbaşoğulları da öyle,<br />

oyunculuğun ana mekanı tiyatro mudur?<br />

G.K. Tiyatro oyuncunun hayatında ve gelişiminde önemli<br />

bir disiplindir.<br />

Sezin hanım filmdeki peformansınız on tane, yirmi tane<br />

film çekmişsiniz gibi. Bu iş nasıl oluyor? Tiyatro mezu-


nusunuz. Filminiz iki tane. Tiyatro tecrübeniz de çok<br />

yok. Tiyatroya da daha sonra girdiniz sanırım.<br />

S.A. İki tane filmim var. Geçen sene profesyonel olarak<br />

ilk oyunumu oynamış oldum. Çok güzel bir şey söylüyorsunuz<br />

da bunun cevabı bende yok herhalde. Şu şöyle<br />

oldu, böyle oldu gibi bir cevabı yok. Bu bir iltifat bana<br />

göre.<br />

Niye ilk önce dizi oldu?<br />

S.A. Ben Ankara mezunuyum. Okulda okurken de hiçbir<br />

zaman televizyonla ilgili planım programım yoktu. Zaten<br />

bir tanışıklığım da yoktu. Ankara’da olunca uzak oluyorsunuz<br />

böyle şeylerden. Bir şekilde televizyon beni kaptı<br />

yani. TRT’de başladım. Sonra buraya gelmek istedim.<br />

Para lazım. Dolayısıyla televizyonda iş aradım. Çok da<br />

şanslıydım aslında. Güzel insanlarla tanıştım. Daha kötü<br />

tecrübeler yaşayanlar da var çünkü. “Amaaaannnnn”<br />

diye gidenlerde tanıyorum. Şimdi artık., “Tamam ben o<br />

zmaan bu sene şimdi bunu yapayım, o zaman biraz da<br />

bekleyeyim, şunu yapayım” gibi tercihler yapabilmeye<br />

henüz yeni yeni başladım aslında. Bir anlamda hayat<br />

öyle gelişti.<br />

Peki, demin dediniz ya bana daha önce de projeler geldi<br />

fakat fazla gişe filmi bulduğum için o projelerin içinde<br />

olmak istemedim. Söylediğinizden bunu çıkarttım.<br />

S.A. Aslında bunu derken hep gelenler ve içinde kendime<br />

bir yer bulamadığım filmler gişe filmleri<br />

olduğu için. Bir festival filmi de gelirdi de, onun<br />

içinde de kendime yer bulamazdım. Benim<br />

yaşadığım örnekler böyleydi ama önemli olan<br />

benim için okuduğum şeyde bir şey hayal edebiliyor<br />

olmam. Biz tamamen o noktadan hareket<br />

ediyoruz gibi geliyor bana. Bir şey hayal edebiliyorsak<br />

okuduğumuz şeyle ilgili, yapacağımız<br />

şeyle ilgili; o zaman şevk, enerji oluyor.<br />

Senaryoyu okuduğunuzda ne hayal ettiniz?<br />

S.A. Aslında bu senaryoyu okuduğumda hayal<br />

ettiğim şey daha başka türlüydü. Daha çatlak<br />

bir kadın düşünüyordum ben. Gidiyor kapılara.<br />

Bu daha şey bir kadın olmalı herhalde diye<br />

düşünüyordum. Selim’le yaptığımız konuşmada<br />

farkında değildim bunun o yüzden daha çok<br />

onun söylediklerini dinleyip sonra üstüne<br />

düşündüğümde ha böyle bir kadın olabilir mi<br />

acaba, çok fazla takı kullanan, daha marjinal bir<br />

tip hayal ediyordum. Sonra kostümleri gördüm.<br />

Demek ki böyle bir tercih var diye düşündüm.<br />

Öbürünün biraz oyuncu fantazisi olduğuna karar<br />

verdim. Fazla gelebilirdi yani. En nihayetinde<br />

sinema bir yönetmen işi, o ne hayal ediyorsa o<br />

onun içine yerleşmek ve orada yaratmak gerekiyor.<br />

Şimdi Güven Bey’le karşılıklı oynadınız. İkinizin<br />

arasında nasıl bir etkileşim oldu.<br />

S.A. Çok da zor bir rol oynadı. Güven Kıraç<br />

benden çok daha deneyimli bir oyuncu ve benimde<br />

çok sevdiğim, takdir ettiğim bir oyuncu.<br />

İlk bu filmde tanıştık. Tanıyınca daha da ilham<br />

veren bir insan. Bana çok ilham verdi. O kadar<br />

deneyim sahibi olup, işine karşı hala aynı<br />

heyecanı duyabilen insanı bulmak zor oluyor.<br />

Çünkü çok yıpratıcı bir iş, koşulları zor, çok fazla<br />

hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. O kadar deneyim<br />

sahibi olup da hala yaptığı işe karşı bu kadar<br />

risk alabilen. İlham verici. Ben çok mutlu oldum<br />

tanıdığıma ve de çalıştığıma.<br />

Güven bey karşınızda Sezin Akbaşoğulları<br />

gibi genç ve başarılı bir oyuncu var. Fazla filmi<br />

olmamasına rağmen Kavşak’taki performansını<br />

çok doyurucu buldum. Bu noktada sizin de yorumunuzu<br />

merak ediyorum.<br />

G.K. Bende öyle, Sezin’le ilk defa oynuyorum,<br />

enerjisini çok beğendim role, karaktere uyumu,<br />

yaklaşımı son derece ustacaydı sonucun iyi


olacağını sette gözleri bana<br />

söylemişti.<br />

Televizyon dizilerinin çalışma<br />

koşulları ortada. Ama yine<br />

de Sezin hanım gibi isimler<br />

oyunculuklarını burada<br />

geliştiriyorlar. Sizin gibi tecrübeli<br />

isimlerle beraber rol<br />

almaları da başka bir avantajları.<br />

Bu noktada dizi sektörünü<br />

oyuncular açısından nasıl<br />

değerlendirebilirsiniz?<br />

G.K. Dizilerin hem nimeti hem<br />

külfeti var . Oyuncuların sürekli<br />

antremanlı olmalarını sağlamak<br />

gibi iyi bir tarafı olduğunu<br />

düşünsek de, üretimin hızından<br />

kaynaklanan zamansızlık ve acelecilik<br />

yüzünden oyuncuya zarar<br />

veren yanlarının da olduğunu<br />

kabul etmeliyiz.<br />

Sizin Alman sinemasıyla<br />

yakınlığınız da ortada Duvara<br />

Karşı, Kebap Connection ve<br />

haberlerini okuduğumuz Amok…<br />

Amok’un durumu nedir? Vizyon<br />

tarihi belli mi?<br />

G.K. Öncelikle Amok filminin adı<br />

180 derece olarak değişmiştir. Eylül<br />

sonunda sinemalarda olacak.<br />

Filmin bitmiş halini görmedim ama<br />

iyi bir film olduğu duygusundayım<br />

bende merakla izlemeyi bekliyorum.<br />

180 Derece ile ilgili biraz bilgi<br />

verebilir misiniz?<br />

G.K. 1986 yılında Zürih’de<br />

yaşanmış gerçek bir olaydan yola<br />

çıkılarak yazılmış bir senaryo.<br />

İnsanın aslında cinnete ne kadar<br />

olduğunu anlatan bir film.<br />

Bu tür yapımlar Türk oyuncuları<br />

için yurtdışına açılmak anlamında<br />

fırsat. Bundan yeterince<br />

yararlandığımızı düşünüyor musunuz?<br />

G.K. Evet zaten Avrupada birden<br />

fazla filmim var.<br />

Sezin hanım şu anki festivallerin<br />

sinemaya verdiği tepkiyi nasıl buluyorsunuz?<br />

Yeni filmelere, birinci veya<br />

ikinci filmini çeken yeni yönetmenlere,<br />

yeni oyuncualara şevk verdikleri<br />

bir gerçek mi? O konuda bir problem<br />

hissediyor musunuz?<br />

S.A. Benim çok yeni şahit olduğum<br />

şeyler bunlar. Altın Portakal’ı pek<br />

tanımıyorum bu anlamda aslında.<br />

Koza’yı daha iyi tanıyorum. Çevremden<br />

filmleri giden arkadaşlarım,<br />

insanlar oldu. Altın Koza’yla ilgili iyi<br />

şeyler duyuyorum. Dediğim gibi Altın<br />

Portakal’ı tanımıyorum. Dolayısıyla<br />

bir yargıda bulunmam tuzak olur.<br />

Günümüzde Yeşilçam’daki star<br />

oyunculuğuna benzeyen daha az cesaretli<br />

kadın oyunculuklar izlemeye<br />

başladık. Bu konuda siz de bir kadın<br />

oyuncu olarak ne düşünüyorsunuz?<br />

1980-2000 arasında Nur Sürerlerin,<br />

Müjde Arların, Lale Mansurların<br />

ödediği bazı faturalar var ama<br />

sonuçta bu onları yıpratmadı. Ayakta<br />

durdular.<br />

S.A. Giyinip süslenip durmaktan<br />

ziyade bir hikaye oynamak daha<br />

ön plana çıktı. Söylediğiniz dönemler,<br />

aslında Türkiye’nin feminizm<br />

düşüncesiyle ile tanışııtğı zamanlar<br />

ve bunun sinemaya yansımaları. Bu<br />

noktadan bakarsak şimdi de bir kahraman<br />

eksikliği hissediyoruz. Sürekli<br />

bir kahraman arıyoruz. Dolayısıyla<br />

böyle filmler oluyor. Çünkü kahraman<br />

dediğin erkek olur ya. O yüzden<br />

böyle oluyor herhalde. Zaten sanatın<br />

bunların dışında düşünülmesi<br />

gerektiğine inanıyorum. Bir toplumun<br />

bir takım beklentilerini karşılamak<br />

üzerine değil de kendi öznel<br />

düşüncesini evrensele dönüştürüp<br />

onu ortaya koymak, herhangi toplum<br />

beklentisini karşılamaksızın, bir derdi<br />

olmaksızın. Hep bir geçiş dönemi<br />

yaşıyoruz. Yüz filmin içerisinde bir<br />

takım gişeye yönelik filmler de var,


iyi oyuncu kadroları olan karakter komedileri<br />

var, bir sürü film var. Bunların<br />

hepsine baktığımızda kadın kahraman<br />

var mı, yok galiba. Olacaktır herhalde.<br />

Bilmiyorum ki. İnşallah olur. Pek iç açıcı<br />

değil.<br />

Telvizyon ile ünlenmek geniş hayrın<br />

kitleleri kazandırıyor oyunculara. Bu<br />

durum kadın oyuncular için bir baskı<br />

unsuru olabilir mi? Çünkü sonuçta sizin<br />

bir hayran kitleniz var, o hayran kitlenizin<br />

ahlaki kurallarını ezmeme gibi bir içgüdü<br />

mutlaka taşıyorsunuzdur.<br />

S.A. Endişeleri olan oyuncular var tabii.<br />

Ben onlardan değilim. Zaten o noktada<br />

bir star pozisyonunda hiçbir zaman durmak<br />

istemiyorum. O kadar insanlıktan<br />

çıkmak istemiyorum. İnsan olarak başka<br />

biri, oyuncu olarak da başka biri olmak<br />

istiyorum ben aslında.<br />

Bunu nasıl becerebileceğinizi<br />

düşünüyorsunuz?<br />

S.A. Star olmayarak zannediyorum. Bir<br />

ürün haline dönüşmeyerek. Yurtdışında<br />

da öyle sadece Türkiye’de değil. Her<br />

yerde, Avrupa’da da böyle, Amerika’da<br />

da böyle. Eğer starsanız bir ürünsünüz.<br />

Bir ambalajsınız demektir. O zaman<br />

sizin ne ürünü olduğunuz bellidir, nerelerde<br />

yer alacağınız bellidir. Bu oyunculuk<br />

felsefesinden uzaklaştıran bir şey.<br />

Bir tercih, bir seçim. Kötü bir şey değil<br />

bu. Böyle de olabilir. Ama beni mutlu<br />

etmeyecek bir şey gibi hissediyorum ben<br />

kendi adıma.<br />

Sonuçta bu tercihinizdir ama bir faturası<br />

var.<br />

S.A. Vardır mutlaka her şeyin faturası.<br />

Ben tamamen içgüdüsel davranıyorum<br />

aslında. Mutlu olmayı hedef alıp, beni<br />

mutlu edecekse ona göre davranıyorum.<br />

Siz oyuncu derneklerine sendikalara üye<br />

misiniz?<br />

S.A. Hayır, değilim. Çok utanarak<br />

söylüyorum. Çok tembelim o konuda.<br />

Gittim, belge topladım, sonra gitmeye<br />

üşendim. BİROY var ve çok güzel<br />

şeyler yapıyorlar. Gitmek istiyorum<br />

filmden beri. Güven Kıraç da var<br />

BİROY’un içerisinde. Onunla da<br />

konuştuğumuz bir şey. Bir türlü<br />

kalkıp gidemedim. Sinema sektörü<br />

ile ilgili çok fazla deneyimim yok.<br />

Orada nasıl sıkıntılar yaşanıyor, pek<br />

fazla da bilmiyorum. Televizyon çok<br />

fazla emek sömürüsününü olduğu<br />

bir yer. Bu konunun haldedilebilmesi<br />

için yapımcıların ve devletin de<br />

bir takım kararlar alması gerekiyor.<br />

Orada en son birleşim noktası<br />

oyuncular. Oyuncuların birleşmesi<br />

aslında bir şey değiştirmeye yetmiyor.<br />

Yapımcıların kanallara karşı<br />

birleşmesi, kanalların devlete karşı<br />

birleşmesi, devletin de mecburen<br />

kanun çıkarması gerekiyor. Son iki<br />

işimde TRT ile çalışıyorum. Çünkü<br />

60 dakikalık iş yapıyoruz. Daha az<br />

zamanımı alıyor ve bana başka<br />

işlerle uğraşma şansı veriyor. Ya<br />

da kendimle ilgilenecek zaman<br />

bırakıyor.<br />

TRT ile çalışmanızın sebeplerinden<br />

biri olarak bunu düşünebilir miyiz?<br />

S.A. Bu sene tiyatro oyunu yapmak<br />

istiyordum. Olursa da güzel bir film<br />

yapmak istiyorum. Bunun yolu zaman,<br />

başka bir şey değil. Televizyonda<br />

da bir sürü iş var. O size iyi<br />

bir işin içinde olunca daha iyi para<br />

kazandırıyor. Bir takım artılar var.<br />

Daha çok iş getiriyor. Hatırlanmanızı<br />

sağlıyor ama o iki senenin sonunda<br />

bir ruh hastasına dönebiliyorsunuz,<br />

iş adamı kafalı biri değilseniz. Ki ben<br />

değilim. Hakikaten yıpranıyorum.<br />

Peki bu noktaya geldiğinizde,<br />

mutlaka geliyorsunuzdur, nedir<br />

savunmanız? Tatile mi gidiyorsunuz,<br />

iş mi almıyorsunuz?<br />

S.A. İş seçiyorum. Ya da şartlarıma<br />

uygun iş bekliyorum.<br />

Kadın oyunculuğunun gerektirdiği<br />

fiziğe sahipsiniz. Sizinle ilgili benzetmeler<br />

var. Bazıları Angelina Jolie’ye<br />

bir başka gurupta maria Cotillard’a


enzetiyor. Açıkçası bende sizi Cotillard’a çok<br />

benzettim. Bu tür benzetmeler sizin üzerinizde bir<br />

etki bırakıyor mu ?<br />

S.A. Düşünmüyorum hiç. Ama “Maria Cotillard’a<br />

benziyorsun” diyenler oluyor. Çok mutlu oluyorum<br />

ama “Ben buna benziyorum” motivasyonu ile<br />

çalışmıyor kafam. Duyunca mutlu oluyorum ya da<br />

izleyince seviyorum. Ama “evet ya, bak ben de şu<br />

hareketi kullanayım” gibi çalışmıyor kafam.<br />

Dizilerde oynamanın asıl sebebi para kazanmak<br />

gibi bir sonuç çıkar benim her ropörtajımda. Sizin<br />

için böyle mi?<br />

S.A. Ankara’da mezun olup da televizyonla<br />

tanışmak demek bana farklı bir fakış açısı<br />

kazandırdı oyunculukla ilgili. Kamerayla çalışmayı<br />

öğrenmek anlamında bana çok şey öğretmiş oldu<br />

televizyon. Okuldan mezun olur olmaz hep sinema<br />

filmi yapsaydım belki daha çok şey öğrenmiş<br />

olurdum. Ama Türkiye’de şartlar ve sektör daha<br />

küçük olduğu için bu anlamda televizyonun böyle<br />

çok büyük bir faydası oluyor yeni mezun olanlara.<br />

Yeni mezun değil sadece uzun süre tiyatro<br />

yapmış ilk defa dizide oynamış bir insan da önce<br />

bir durup oyun üzerinden seyirciyle ilişki kurmayı<br />

öğreniyor.<br />

Siz kendinizi tiyatro, dizi veya sinema hangisine yakın<br />

buluyorsunuz?<br />

S.A. Oyunculuk dilimi en çok sinemaya yakın buluyorum<br />

ben. Tiyatrodayken de öyle. Kafam öyle çalışıyor.<br />

Belki de kamerayla çok çabuk tanışmamdan ama<br />

oyunculuk her yer de oyunculuk. Buna da katılıyorum.<br />

Aynı emek, aynı efor sadece zaman daha kısıtlı.<br />

Birinde daha hadii hadii, çabuk çabuk, öbüründe<br />

daha düşüne düşüne, deneyip yanılıp, bir daha yapıp<br />

doğruyu bula bula.<br />

Küçüklüğünüzde bir hayli yer dolaşmışsınız.<br />

S.A. İzmir’de doğdum. İlkokula Belçika’da Amerikan<br />

İlkokulu’nda başladım.<br />

Türkiye’ye nasıl geldiniz?<br />

S.A. Babam asker olduğu için Belçika’da<br />

bulunmuştuk. Sonra Diyarbakır’a geldik. Sonra en<br />

son Ankara. Sonra Ankara’da ortaokul, lise ve üniversite<br />

okudum. En uzun orada kaldım.<br />

Sizin bu kadar yer değiştirmenizin oyunculuk<br />

deneyiminizde, hayatı algılayışınızda, oyuncu olmaya<br />

karar vermenizde etkisi olabilir mi?


S.A. Kesinlikle. Bazen kendimi düşündüğüm<br />

zaman şunun bir dezavantaj olduğuna<br />

inanıyorum. Bir asker çocuğu olmak, bir<br />

lojman çocuğu olmanın etkilerine. Çünkü<br />

daha kapalı, daha korunaklı büyüyorsunuz.<br />

Çevrenize baktığınızda herkes aşağı yukarı<br />

size benziyor, herkesin hayatı size benziyor.<br />

Ama aynı zamanda bir yerde doğup orada<br />

büyüyüp orada 30 yaşına kadar gelmek de<br />

aynı şeye eşit oluyor. Onun dışında kendi<br />

hayatımda biraz yurtdışı biraz doğu biraz<br />

Ankara görmüş olmak bilinçaltımda bazı bakış<br />

açıları oluşturuyor herhalde.<br />

Oyuncu olmaya karar vermenizde bunn etkisi<br />

var mı sizce?<br />

S.A. Bunnun etkisi yoktur herhalde, kardeşim<br />

de aynı şeyleri yaşıyor. Hiçbir ilgisi yok onun.<br />

Yoktur ama işimi yaparken, dünyaya bakarken<br />

herhalde vardır bir etkisi.<br />

Peki oyunculuğa nasıl karar verdiniz?<br />

S.A. Benim için şöyle bir şeydi, orta birdeyken<br />

ben oyuncu olacağım diye tutturdum. Ailemde<br />

oyuncu yok. Biz tiyatroya falan giden bir aile<br />

de değildik. Öyle bir ilgileri, öyle bir bilgileri yok.<br />

Böyle bir ailede bunu söyleyince ciddiye alınmadı,<br />

lise sona kadar. O süreçte de ben okulda edebiyata<br />

falan meraklıydım. Müziğe meraklıydım<br />

kendi çapımda. Öyle şeyleri birleştirip gösteriler<br />

yapardım. Bir takım grotesk şeyler olurdu.<br />

Bakınca ürktüğüm şeyler olurdu. Bu anlamda<br />

canhıraş bir çocuktum. Böyle bir inadım vardı.<br />

Kendimi böyle ifade ediyordum. Herkesin ifade<br />

problemi oluyor ya ergenlikle ilgili. Knedimi demek<br />

ki bulmuşum diye düşünüyorum şimdi.<br />

Ailenizin buna yaklaşımı nasıl oldu?<br />

S.A. İlk başta ciddiye almadılar. Önce ciddiye<br />

almamak sonra yaklaştıkça zaman vazgeçirmeye<br />

çalışmak, en sonunda destek olmak, okul<br />

belirlemek hatta. Babamla okul okul dolaşıp<br />

Ankara’da en sonunda Bilkent’e gidip; “O zaman<br />

burayı burslu kazanırsam tamam” dediğimizi<br />

hatırlıyorum.<br />

Burslu mu kazandınız?<br />

S.A. Zaten herkes burslu kazanıyor. O zaman öyleydi.<br />

10 kişiyi alıyorlardı çünkü. Herkese de burs<br />

veriyorlardı.


n Tom Hanks, Sandra<br />

Bullock ve Stephen<br />

Daldry… Son günlerde<br />

bu üç güçlü ismin bir arada<br />

olduğu bir proje yolda.<br />

Jonathan Safran Foer’in 2005<br />

yılı “Extremely Loud and Incredibly<br />

Close” isimli romanını sinemaya<br />

uyarlama düşüncesinde olan yetkililer<br />

filmin yönetmenini ise Billy Elliot olarak<br />

belirlemişler. 11 Eylül’de hayatını kaybeden<br />

baba tarafından kendisine esrarengiz bir<br />

anahtarın bırakıldığı Oskar Schell ismindeki<br />

dahi çocuğun anlatıldığı filmde, Bullock<br />

ve Hanks ikilisi Oskar’ın ailesi rolünde<br />

karşımıza çıkacaklar.<br />

Fakat bu ikiliye, Forest Gump filmindeki<br />

başarısıyla ön plana çıkan Eric<br />

Roth’un, bu yapıtın da beyaz perdeye<br />

uyarlanması görevine getirilmesini<br />

ekleyecek olursak, filmin Oscar’a<br />

çok yakın bir yapıt olabileceğinin<br />

altını çizmek gerekiyor. Aldığımız<br />

bir diğer önemli bilgi ise, The<br />

Curious Case of Benjamin Button<br />

filminde de birlikte çalışan<br />

iki dev şirket Warner Brothers<br />

ve Paramount’un bu<br />

filmin masraflarını birlikte<br />

karşılama kararı aldıkları.<br />

Oskar karakterini kimin<br />

canlandıracağının<br />

kesinleşmediği bu<br />

yapıtın beyaz perde<br />

tarihi şu an için bilinmiyor.<br />

n Ünlü<br />

oyuncu<br />

Sandra Bullock,<br />

geçen yıl<br />

56 milyon dolar<br />

kazandı. ‘The Blind Side’<br />

filmindeki performansıyla<br />

Oscar ödülünü kazanan<br />

Bullock’un ardından ikinci sırayı 32<br />

milyon dolar kazanan Reese Witherspoon<br />

ve yine 32 milyon dolar<br />

kazanan Cameron Diaz aldı. En çok<br />

kazanan 10 kadın oyuncunun isimlerinin<br />

açıklandığı listede dördüncü<br />

sırada bu yıl 27 milyon dolar kazanan<br />

Jennifer Aniston gelirken, 25<br />

milyon dolar kazanan Sarah Jessica<br />

Parker beşinci, 20 milyon<br />

dolar ile Julia<br />

Roberts altıncı,<br />

20 milyon dolarla<br />

Angelina Jolie<br />

yedinci, 15 milyon<br />

dolarla Drew<br />

Barrymore<br />

sekizinci<br />

sırada yer<br />

alıyor.


n Yazar Andrew O’Hagan, son romanı “The Life<br />

and Opinions of Maf the Dog and of his Friend<br />

Marilyn Monroe”nun sinemaya uyarlanacağını ve<br />

filmde başrolü Angelina Jolie’nin oynayacağını<br />

söyledi. Kitapta Frank Sinatra’nın 1960 yılında<br />

hediye ettiği Malta teriyeri cinsi köpeği Maf’ın<br />

gözünden Monroe’nun hayatının son iki yılı<br />

anlatılıyor. Kitaptaki tasvirlere göre köpek Maf,<br />

adını mafyanın kısaltmasından alıyor ve Başkan<br />

John F. Kennedy’nin de dahil olduğu, çağın birçok<br />

ünlü simasını karşılıyor. Köpek, aynı zamanda<br />

oyunculuk derslerinde, restoran ve süpermarket<br />

alışverişlerinde, oyun yazarı eşi Arthur Miller’dan<br />

boşanmak için gittiği Meksika’da Monroe’ya eşlik ediyor.<br />

Yazar O’Hagan, Frank Sinatra rolünü de George<br />

Clooney’nin oynayacağını belirtti.<br />

n Tim Burton, 3 boyut olarak hazırlamayı<br />

düşündüğü Addams Ailesi filmi için tanınmış<br />

yazarlar, Scott Alexander ve Larry Karazewski<br />

ile anlaştı. Burton ile birlikte, Johnny Depp’in<br />

de rol aldığı 1994 yapımı Ed Wood filminde<br />

de beraber çalışan Alexander ve Karazewski<br />

ikilisi şimdiden senaryo üzerinde çalışmaya<br />

başlamışlar. Alexander ve Karazewski ikilisinin<br />

Tim Burton ile olan ilişkisi Addams Ailesi<br />

ile sınırlı kalmayacak. Aynı zmanda Big Eyes<br />

filminin yapımcısı olan Tim Burton, bu yapıtın<br />

kamera arkası görevini Alexander ve Karazwski<br />

ikilisine teslim etmiş durumda. Addams<br />

Ailesi filmin aynı zamanda yapımcısı da<br />

olan Burton’un, şu anda birçok proje üzerinde<br />

çalışıyor olması dolayısıyla filmi yönetip<br />

yönetmeyeceği bilinmiyor.


Robert Rodriguez<br />

n Predator ve Machete tarzı filmlerle<br />

çok fazla çirkin karakter ve yaratıkla<br />

haşır neşir olan başarılı yönetmen<br />

Robert Rodriguez, hayatına biraz renk<br />

katmak adına Spy Kids filminin 4.<br />

bölümü için çalışmalara başlamış ve<br />

ilk hamle olarak seksi oyuncu Jessica<br />

Alba ile anlaşmaya varmış. Geçmisteki<br />

filmlerin aksine Alex Vega ve Daryl<br />

Sabara gibi çocuk yıldızların biraz<br />

daha arka plana itildiği yeni düzenlemede<br />

Jessica Alba’yı başrolde, zamanı<br />

durdurma arzusu olan gençlerin üvey<br />

annesi rolünde izleyeceğiz. Tam isminin<br />

“Spy Kids: All The Time In The<br />

World” olduğu film “tabii ki” 3 boyut<br />

olarak hazırlanacak. Önümüzdeki ay<br />

çekimlerine, Texas Eyaleti’nin başkenti<br />

Austin’de başlanması planlanan film<br />

için ayrılan bütçe 30 milyon dolar<br />

olarak belirlenmiş.


n Bu hafta ülkemizde de vizyona giren Pirana 3D<br />

filminin yurt dışında beklenen patlamayi yapamamis<br />

olmasi yapimci sirket Dimension uzerinde fazla etki<br />

yapmamış olmalı ki filmin 2. bolumu icin calismalar<br />

basladi. Alexander Aja’nin 24 milyon dolarlik bir<br />

butce ile cektigi film gosterime girdigi ilk hafta 10<br />

milyon dolar gelir elde etti. Yapimci Mark Canton,<br />

izleyicinin sadece filmi sevmek yerine birbirlerine<br />

tavsiye ettiklerini, filmi izleyenlerin sayisinin her<br />

gecen gun arttigini, filmin 2. bolumu calismalarina<br />

zaman kaybetmeden basladiklarini soyluyor. Entertainment<br />

Weekly dergisine roportaj veren ve kafalarinda<br />

cok fazla iyi fikrin oldugunu mujdeleyen basarili<br />

yonetmen Aja, film hakkinda kucuk kucuk bilgiler vermeden<br />

de edememis. Tailand’daki bir golun kiyisinda<br />

toplanan 200.000 kisinin katildigi cilgin bir partiden<br />

bahseden Aja, gerisini merak edenlere biraz daha<br />

sabretmelerini onermis.<br />

n 1970’li yılların<br />

unutulmaz televizyon<br />

dizisi The<br />

Sweeney’i beyaz<br />

perdeye taşıyacak<br />

olan yapımcılar, akıllı<br />

polis Jack Regan<br />

karakteri için Ray<br />

Winstone ile anlaşma<br />

sağladılar.<br />

Yazar/yönetmen Nick<br />

Love, bu polisiye<br />

filmi beyaz perdeye<br />

taşımak için yeni bir<br />

uyarlama yazmaya<br />

başladı bile.<br />

n Bir döneme damgasını vuran Hollywood<br />

yıldızları arasında yer alan 93 yaşındaki Macar<br />

asıllı Amerikalı aktris Zsa Zsa Gabor’un durumu<br />

ağır. Bir süre önce geçirdiği kalça kemiği<br />

ameliyatının ardından sağlık durumu ağırlaşan<br />

ünlü yıldız, ‘son günlerini’<br />

evinde geçirecek.<br />

Durumunun<br />

ağırlaşması üzerine<br />

eşi Prens Frederic<br />

von Anhalt’ın isteği<br />

üzerine hastaneden<br />

çıkartılarak evine<br />

götürülen Zsa Zsa<br />

Gabor’un son günlerini<br />

yaşadığı belirtiliyor.


n Marc Webb’in yönetmenliğini<br />

yapacağı Örümcek Adam filminin yeni<br />

bölümünde bahar temizligi niteliğinde<br />

işlemler yapılmaya başlandı, ve ilk<br />

olarak Peter Parker karakterinin gelenekselleşmiş sevgilisi<br />

Mary-Jane ile yollar ayrıldı.<br />

Aldığımız habere göre, Mary-Jane karakteri yerine<br />

geçebilecek 5 güzel bayan oyuncuya teklifler şimdiden<br />

ulaşmış bile.<br />

Aldığımız bir başka duyum da, örümceğimizin aşk<br />

hedefinin filmin 3’üncü bölümünde de Gwen Stacy<br />

karakteri ile rol alan Bryce Dallas Howard tarafına<br />

doğru kayacağı yönünde.<br />

Filmin 4’üncü bölümünde The Lizard (kertenkele)<br />

karakteri için düşünülen Christoph Waltz ve Michael<br />

Fassbender gibi isimler şimdiden sinemaseverleri<br />

heyecanlandırmış durumda.


n İstanbul 2010 Kültür Başkenti kapsamında Genar<br />

Araştırma Şirketi tarafından gerçekleştirilen “İstanbul’un<br />

Şehirleri” adlı belgeselin çekimleri iki farklı ekiple hem<br />

Balkanlar ve Kuzey Karadeniz’de hem de Ortadoğu<br />

ve Kuzey Afrika’da gerçekleştiriliyor. Proje, İstanbul’un<br />

kendi bölgesinde değer üreten, medeniyet inşa eden 13<br />

kardeş şehriyle geçmişten günümüze ilişkilerinin, karşılıklı<br />

etkileşimlerinin yanı sıra mimari eserler, kültür-sanat,<br />

yemek kültürü, ünlü kişiler gibi konulardaki bağlarını konu<br />

ediniyor. Yıl sonunda gösterime girecek olan 18 bölümlük<br />

belgeselde tarih boyunca İstanbul’a yakın olan Bahçesaray,<br />

Kahire, Köstence, Beyrut, Filibe, Prizren, Saraybosna,<br />

Selanik, Şam, Trablusgarp, Üsküp, San’a ve Mekke-Medine<br />

şehirleri yer alacak.<br />

n Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi,<br />

sonbahar film etkinliklerine 3 Eylül – 3 Ekim<br />

2010 tarihleri arasında Japonya Medya<br />

Sanatları Festivali İstanbul’da – 2010 sergisi<br />

kapsamında “Anime Filmler” programıyla<br />

başlıyor. Pera Film “Anime Filmler”<br />

programında, 18 uzun metrajlı ve 8 kısa<br />

metrajlı film olmak üzere toplam 26 filmi<br />

gösterime sunuyor. Programda Anno, Hara,<br />

Kato, Kawamoto, Kojima, Miyazaki, Okamura,<br />

Otomo, Yamamura ve Tomino gibi Japon<br />

Anime Sineması’nın önde gelen önemli<br />

yönetmenlerinin filmleri yer alıyor. Programda<br />

göze çarpan filmler arasında Hayao<br />

Miyazaki’nin Howl’un Yürüyen Şatosu,<br />

Ruhların Kaçışı; Tensai Okamura’nın Naruto:<br />

Kar Ülkesinde Ninja Çatışması, Katsuhiro<br />

Otomo’nun Buhar Çocuk, Mamoru<br />

Hosoda’nın Yaz Savaşları, Anno Hideaki’nin<br />

Evangelion: 1.0 Yalnız-değilsin filmleri yer<br />

alıyor. Sergide çizimlerinin yer aldığı Koji<br />

Yamamura ve Kunio Kato’nun da kısa filmleri<br />

ayrıca gösterime girecek.<br />

n Neredeyse tüm dünyayı peşinde<br />

sürükleyen “Lost” dizisinin 6. sezonuyla<br />

bu yıl sevenlerine veda<br />

etmişti. Ancak Lost hayranları<br />

için geçen ay oldukça önemliydi.<br />

Çünkü dizinin altıncı sezonunda<br />

dekor veya kostüm olarak<br />

kullanılan eşyanın bir kısmı açık<br />

artırmayla satışa sunuldu. 21-22<br />

Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilen<br />

açık artırmada, Dharma Girişimi<br />

kıyafetleri, oyuncuların dizi setinde<br />

oturduğu koltuklar, yine Dharma<br />

Girişimi’ne ait araba, Oceanic<br />

815 uçağının parçaları, satılan<br />

eşyalardandan birkaçı.


68’de Fransa’da doğan sonra tüm dünyaya<br />

yayılan, kıyafetleriyle, müzikleriyle tam bir<br />

‘68 kuşağı’ yaratan, sonrasında dünyanın<br />

acımasızlığı ve gerçekliği karşısında bir<br />

hayal dünyası gibi sadece akıllarda kalan o<br />

dönemin filmlerinin peşindeyiz bu kez…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Kim istemez ki dünya başka bir yöne kayarken, her yanı<br />

çiçekler sarmışken, herkes savaşmanın anlamsızlığını göstermek<br />

için sevişirken, her yanı özgürlük dalgası kuşatmışken<br />

bir hippi olmayı… 68’de Fransa’da doğan sonra tüm dünyaya<br />

yayılan, kıyafetleriyle, müzikleriyle tam bir ‘68 kuşağı’ yaratan,<br />

sonrasında dünyanın acımasızlığı ve gerçekliği karşısında bir<br />

hayal dünyası gibi sadece akıllarda kalan o dönemin filmlerinin<br />

peşindeyiz bu kez… Karşımızda çiçek çocukların<br />

çok da çiçek gibi olmayan hayatlarının öyküsü… Keşke<br />

her şey yeniden hippi ruhuyla hayat bulsanın özlemi…<br />

Kuşkusuz çiçek çocuklara adanmış en önemli film Milos<br />

Forman imzalı Hair. Filmde cinsellikten uyuşturucuya,<br />

vosvoslardan anti militarizme karşı her şey var.<br />

Hem de müzikal bir tatta. Askere giderken kesilen<br />

saçların yarattığı isyanla, beyaz saray önünde Vietnam<br />

savaşını protesto için hep bir ağızdan söylenen<br />

‘Let the Sun Shine in’ şarkısıyla, woodstock festival<br />

görüntüleriyle tam bir hippi filmidir Hair…<br />

1969 yapımı Easy Rider da hippi ruhuyla çekilen<br />

filmlerden. Dennis Hopper yönettiği ve Billy olarak<br />

rol aldığı küçük bütçeli filminde karakterlerin hiçbir<br />

otorite tanımadığı, herhangi bir topluluğa bağlı<br />

olmadığı gezgin, hippi ruhlu iki kişiyi anlatıyor.<br />

Özgürlükler ülkesi olarak anılan Amerika’nın<br />

aslında ne kadar hoşgörüsüz olduğunu da… Filmin<br />

ayrıca müzikleriyle heavy metale yol açtığını da<br />

söyleyebiliriz,motosikletin de büyük bir özgürlük…<br />

68’in 40. yılına ramak kala 2007’de vizyona giren<br />

Across The Universe Beatles şarkılarından (33) ilham<br />

alan, aşka uzanan bir film… Şarkılar eşliğinde<br />

ilerleyen film Jude, Lucy önderliğinde önce


savaş karşıtı protestolara dalıyor, rock’n roll’a<br />

uzanıyor, isyan bayrakları altında pembe bulutlardan<br />

gerçek hayata uzanıyor, 68 ruhuna, hippilere,<br />

o döneme yön veren insanlara dokunuyor keyifle<br />

ve müzikle…<br />

The Trip adından<br />

anlaşılacağı üzere<br />

‘güzel kafa’ya<br />

değinen bir<br />

film… Roger Corman<br />

1967 yılında<br />

çektiği filminde<br />

hippi gençliğine<br />

ve uyuşturucuya<br />

bir bakış atıyor,<br />

ama kesinlikle<br />

eleştirel değil<br />

hatta teşvik edici! Paul’un bozulan sinirleri<br />

için hippi arkadaşları tarafından tavsiye edilen<br />

uyuşturucu, Paul için farklı hayal dünyaları açar.<br />

Halüsinasyon efektleri o dönem için bir hayli<br />

başarılı hatta…<br />

Bir başka kafa filmi de Up<br />

in Smoke. 1978 yapımı<br />

film, Cheech and Chong<br />

serisinden. Komik, güzel<br />

kafa filmi olduğu için<br />

absürd. Bu dosyadaki<br />

yerini Vietnam savaşından<br />

çıkmış bir bireyin ruh<br />

hali, kostümleri ve büyük<br />

bir kısmı marihuanadan<br />

yapılmış vosvos minibüsü<br />

ile alıyor. Afişi özellikle<br />

komik, tam bir kafa filmi<br />

gerçekten de…<br />

Woodstock ise tarihe hippi müzik festivali<br />

olarak geçen, rock’n roll ruhunun doğuşunu<br />

simgeleyen, ilki 1969’da yapılan ve sonrasında<br />

devam eden bir ruhu simgeliyor kanımca. Özgür<br />

Woodstock Ang Lee rejisiyle başarılı bir biçimde,<br />

müziğin filmin akışı içinde yer aldığı ama ana<br />

hikayeye bulaşmadığı bir akış sunuyor. Filmde<br />

Elliot ve ailesi para kazanmanın derdindeyken,<br />

Elliot bir anda bu hippi ruhun içinde buluyor<br />

kendini… Film savaş karşıtı, barış edalı bir film<br />

olarak mizahi ve tarafsız bir bakış açısıyla o döneme<br />

yöneliyor, başarılı bir film çıkıyor ortaya…<br />

1972 yılında çekilen<br />

An American Hippie<br />

in Israel / İsrail’de<br />

Bir Amerikalı Hippi<br />

şimdiye kadar gelmiş<br />

geçmiş en garip, bilinmeyen<br />

ve unutulmaz<br />

kült filmlerden birisi<br />

olarak gösteriliyor!<br />

Yıllardır ‘kayıp’ diye<br />

bilinen ve fakat bazı<br />

sinema koleksiyonerlerinin<br />

destekleriyle<br />

bir kopyası bulunup<br />

onarılan bu filmi izlemedim ama bu listede yer<br />

alması gerektiğini düşünüyorum.<br />

The Doors sinema<br />

tarihinin en iyi biyografi<br />

filmlerinden<br />

biri. Oliver Stone<br />

imzalı film The<br />

Doors ve onun solisti<br />

Jim Morrison’ın<br />

hayatını kısa süren<br />

hayatını anlatıyor.<br />

Film beğenildiği<br />

kadar eleştirilmişti<br />

de. Filmde konser<br />

görüntüleri,<br />

Morrison’ın asilikleri,<br />

karısıyla<br />

olan ilişkileri ve meşhur olma sendromları<br />

anlatılıyor. Hippilik zaten o dönemin modu,<br />

Meg Ryan da bunu en güzel yansıtanlardan.<br />

Val Kilmer ise<br />

adeta Morrison’la<br />

bütünleşmiş…<br />

Bertolucci imzalı The<br />

Deramers / Düşler,<br />

Tutkular ve Suçlar bir<br />

roman uyarlaması. İçsel<br />

gözlemlerle dolu olan<br />

roman 1968 yılında<br />

Fransa’daki gençliğin<br />

başkaldırısını ele alıyor.<br />

Romandan etkilenen<br />

ve kendi deneyimlerini<br />

de işin içine katan


Bertolucci gayet cesur bir film ortaya çıkardı.<br />

2003 yapımı filmde 1968 yılında üniversite de<br />

okuyan Matthew’in hayatı tanıştığı iki kardeş<br />

ile birlikte değişiyor, özgürlük ruhu filmin her<br />

yanını sarıyor!<br />

Ken Russell’ın Tommy<br />

filmi 1975 yapımı fantastik<br />

bir müzikal.<br />

İngiliz rock grubu The<br />

Who’nun aynı adlı<br />

rock opera albümüne<br />

dayanan film dönem<br />

olarak 68 kuşağına<br />

değiniyor, ama konu<br />

olarak bir erkek<br />

çocuğunun etrafında<br />

gelişen enteresan<br />

olayları anlatıyor, hippilikle<br />

pek bir bağ kuramadım derseniz kabulümüzdür!<br />

Almost Famous’la 70’li yıllar yeniden canlandı<br />

adeta. Cameron Crowe’un yönettiği filmde<br />

15 yaşında bir Rolling Stone yazarının hikayesi<br />

var. Filmin otobiyografik bir yanı da var, yönetmen<br />

Crowe da genç yaşta Rolling Stone’da<br />

yazmaya başlamış zira. Filmde 15 yaşında<br />

Stillwater ile turneye çıkan küçük muhabirin iyice<br />

o atmosfere dalıp, objektifliğini kaybetmesini<br />

anlatıyor, o yıllar perdede tüm renkleriyle<br />

canlanıyor.<br />

Yellow Submarine Beatles’ın 1966’da<br />

çıkardıkları bir parçadan ilham alan müzikal bir<br />

animasyon. Beatles’ın fazla bir katkısı olmasa<br />

da onların adıyla anılan film savaş karşıtı epik<br />

bir söylemle, müzik ve sevginin gücünü anlatıyor.<br />

Görüntülerin kalitesi, pop kültürü temsil eden<br />

imgeleriyle 1968 yılında yapılmasıyla o dönemim<br />

içine naif bir biçimde yerleşiyor. Yönetmeni<br />

George Dunning.<br />

1968 yapımı Psych-<br />

Out hippilerce pek de<br />

hoş karşılanmayan<br />

bir film. İstismar<br />

filmi olan Psych-Out<br />

uyuşturucunun zirve<br />

yaptığı bir noktadan<br />

yola çıkıyor ve o dönemin<br />

karşı tarafında yer<br />

alıyor, o yüzden de hippilerce<br />

sevilmiyor…<br />

Filmde küçükken sağır<br />

olan bir kızın o zamanlar<br />

bir hippi kenti<br />

olan San Francisco’ya gelmesi anlatılıyor. Film<br />

bu kız etrafında dönerken, o dönem gençliğini<br />

eleştirmekten de geri kalmıyor…<br />

Danny Boyle imzalı The Beach / Kumsal,<br />

kahramanımızın hayalindeki<br />

cennete ulaşmak<br />

için çıktığı yolculukta iki<br />

hippinin peşine takılması<br />

anlatılıyor. Modern zaman<br />

hippileri ve Richard<br />

ulaştıkları cennetin bir<br />

süre sonra yaşadıkları<br />

dünyanın küçük bir maketi<br />

olduğunu anlarlar. Hippi<br />

ruhu yalan olur!<br />

Hippi dünyasına<br />

dalmışken bu konuda<br />

çekilmiş bir belgeselden<br />

de bahsetmemek olmaz. Last Hippie Standing<br />

60’ların sonlarında Hindistan’ın Goa bölgesindeki<br />

hippilerin izini süren iki belgeselcinin arayışlarını<br />

anlatıyor. O günden bugüne oluşan değişimi güzel<br />

bir biçimde anlatıyor 44 dakikalık belgesel.<br />

Sanki sinemanın yine yeniden tam bir hippi ruhuna,<br />

hippi ruhuyla çekilmiş filmlere ihtiyacı<br />

var diye düşünmeden edemedim bu yazıyı yazarken…<br />

Siz ne dersiniz?


Bir türlü büyümeyen liseliler, reytinglere<br />

göre ölüyü bile diriltebilen<br />

uyarlamalar, normal bir öğrencinin<br />

ilkokuldan doktorasına kadar tüm<br />

eğitim masraflarını karşılayacak kadar<br />

pahalı arabalarla okula giden<br />

zengin ergenler derken içimiz dışımız<br />

gençlik dizileri oldu.<br />

n İzleyici kitlesi sadece gençlerle sınırlı kalmayan<br />

gençlik dizilerinin başını “Kavak Yelleri”nin<br />

çektiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.<br />

“Dawson’s Creek”in yerli uyarlaması olarak<br />

başlayan dizi aynı izleyici kitlesiyle yoluna<br />

devam ederken, geçen sezon en sevilen karakterlerinden<br />

biri olan Efe’yi oynayan Dağhan<br />

Külegeç’in ayrılmasıyla eski reytinglerini kaybetti.<br />

Müdavimleri, Efe’nin yokluğuna alışamadı


ve geri dönmesi için ellerinden geleni yaptılar.<br />

Sonunda (televizyon tarihinde ender rastlanan<br />

bir şekilde) izleyicilerin baskısı işe<br />

yaradı ve Efe bu sezon tabiri caizse hortladı.<br />

Ölmüş zannedilen karakteri sonraki bölümde<br />

canlandırmak alışılmış bir şeydir ama bu kadar<br />

uzun süren bir ayrılık ne kadar doğrudur<br />

tartışılır. Külegeç’in yönetmenle kavga etmesinden,<br />

başka projeleri olmasına kadar bir<br />

sürü rivayetin basına yansıması zaten sinir bozucu<br />

iken, bir de “Siz istediniz, dirilttik.” tavrı, o<br />

içinde kaybolmayı sevdiğimiz senaryoyu daha da<br />

yapaylaştırmıyor mu sizce de?<br />

Uyarlama dizileri ne kadar sevdiğimiz malum.<br />

Gençlik dizileri de bu kuralın dışında kalmıyor.<br />

Gençlik dizi ve filmlerinde yeni trendimiz de<br />

vampir hikayeleri olduğundan, Efe’nin ölmediğini<br />

gördüğümde ilk aklıma gelen, bu sefer


Amerika’nın bir adım önüne geçip, vampirleri<br />

atlayarak genç zombi dizisine terfi ettiğimiz<br />

oldu. Belki de Amerikan televizyonlarında konsepti<br />

bir Amerikan dizisinden uyarlanmış olsa<br />

da bir Türk dizisinin uyarlamasını izleyebilecektik.<br />

Siz de fark etmişsinizdir; sabit kitlesi<br />

dışında kalan herkes tarafından espri konusu<br />

oldu Efe’nin diziye geri dönüşü.<br />

Bütün bu olumsuzluklarına rağmen kanımca<br />

Kavak Yelleri hala ekranların en samimi gençlik<br />

dizisi. Gerek karakterleri, gerek diyalogları,<br />

rakiplerine taş çıkaracak kadar başarılı. Bir de,<br />

ince esprileri basit izleyicinin de anlaması için<br />

uzatmasalar daha da içten olacak.<br />

Kavak Yelleri’nin asıl rakibi ise yeni girdi<br />

kapımızdan içeri. Bir “Gossip Girl” uyarlaması<br />

olan “Küçük Sırlar”, daha ilk bölümünden<br />

itibaren magazin sayfalarını işgal etmeye<br />

başladı bile. Hakkında olumlu yorumlardan ziyade<br />

ahlaki eleştiriler ve dedikodu duyduğum<br />

dizi yine de zirveye oynuyor diyebiliyorum. Zira<br />

öncelikle hakkında konuşturmayı başarıyor.<br />

Bunu da, kızların fantezi ürünü formalarıyla,<br />

delikanlıların son model arabalarıyla ya da set<br />

dedikodularıyla yapıyor; ama yapıyor. Eninde sonunda<br />

geleceği yerin, Aşk-ı Memnu’nun geldiği<br />

yer olacağını görebiliyorum. Özellikle ahlak<br />

tartışmalarıyla bol bol gündeme gelip, izlenme<br />

rekorları kırabilir.<br />

Dizinin kastı fena değil. Oyuncuları, tipleri ve<br />

tavırları göz önüne alınırsa, karakterleri ile uyum<br />

içerisindeler. Oyunculuklara gelirsek de, Sinem<br />

Kobal dışındakiler idare eder. Keşke başrol<br />

için ünlü bir isim ısrarında olmasalardı. Hala<br />

Selena’yı izliyormuş gibi hissetmezdik kendimizi.<br />

Paraya para demediği, hiçbir şey için de<br />

uğraşmak zorunda olmadığı için sıkıntıdan<br />

kendini fesatlığa, dedikoduya veren, elinden<br />

telefon düşmeyen gençleri başarılı bir<br />

şekilde çiziyor dizi. Telefon da bir çeşit başrol


oyuncusu adeta. İki yakın arkadaş yan yana<br />

otururken konuşmadan telefonlarıyla oynuyorlar<br />

sadece. Alttan alta bir eleştiri olduğunu<br />

görmek zor değil. Diğer yandan, dizinin zengin<br />

genci Çetin, “Paranın kölesi olmam.” resti çekip,<br />

bilgisayarının şifresini “Fight Club” olarak seçebiliyor.<br />

Bu ve bunun gibi birkaç sahne, eninde<br />

sonunda dizinin, günümüz dejenerasyonunu<br />

daha derinlemesine irdeleyeceğini gösterir nitelikte.<br />

Doğru incelemeler yapmaya devam ederse<br />

başarılı olabilecek bir potansiyeli olsa da, “Hangi<br />

gençler böyle konuşuyorlar?” diye sormadan<br />

edemiyorum. Diyaloglarını ziyadesiyle başarısız<br />

bulduğum dizinin gençleri sanki başka bir<br />

dünyadan gelmişler gibi konuşurlarken, araya<br />

serpiştirilmiş birkaç “oğlum”, “kanka” işi kurtarmaya<br />

yetmiyor.<br />

Gençlerin bu ekran yarışında ne “Deniz Yıldızı”,<br />

ne de yeni ama pek umut ışığı taşımayan “Çakıl<br />

Taşları” ciddi bir rakip sayılabilir. O kadar<br />

şeyin arasında, nasılsa üniversite süreci<br />

başlayacak olan “Arka Sıradakiler”inse<br />

anlaşılamaz bir şekilde sabit bir izleyici kitlesi<br />

var. “Dangerous Minds” tarzı hikayeler belli ki<br />

her daim iş yapıyor. Hele de izleyici, işin kalitesini<br />

sorgulamıyorsa…<br />

Gençlik dizilerini saymışken, yeni biten<br />

“Melekler Korusun”u ve bence aralarında<br />

en kayda değer dizilerden biri olan “Lise<br />

Defteri”ni de atlamamak gerek. Melekler Korusun<br />

başkarakterin doğurmasıyla son bularak<br />

gençlik imgelerini sarsmış olsa da finali<br />

görebildi. 2003 yapımı Lise Defteri ise şu anki<br />

benzerlerinden çok daha iyi olmasına rağmen,<br />

iptale giderken, ilk olmanın her zaman başarı<br />

getirmediğini de kanıtladı. İzleyici, beklemediği<br />

bir anda karşısına çıkan bu liselileri unuttu<br />

ve onların şimdiki başarısız taklitlerine bayılır<br />

oldu nedense.


n Yine bir set ziyareti… Bu kez Murat Aslan’ın yönettiği Pak Panter filminin<br />

setindeyiz. Oyuncular filmdeki aksiyondan illallah etmiş, herkes<br />

kaşını gözünü yarmış. Omzu çıkan bile var. Ama herkes iyi bir iş yaptık<br />

duygusunda. Doğa Rutkay ve Ufuk Özkan filmle ilgili sorularımızı<br />

yanıtladılar. Zorlu bir aksiyom filminin güzellemesinden bahsettiler!<br />

BANU BOZDEMİR / MURAT TOLGA ŞEN<br />

Öncelikle bu filmle nasıl dahil<br />

olduğunuzla başlayalım…<br />

Doğa Rutkay: Ben tam tatile çıkacağımı<br />

hissettiğim bir dönemdi, televizyon<br />

programım bitmiş. Arzu Film’den<br />

aradılar gittim. Ben komedi filmi sandım,<br />

genelde o tür filmlere tercih edildiğim<br />

için… Aksine filmde komik olmayan<br />

tek rol edildi. Benim için iyi bir tecrübe<br />

olacaktı. Çünkü komedi yaptığım için<br />

hep. Hem çift dil kullanmak, atlamak,<br />

zıplamak işime geldi. Biraz kendimi yormak<br />

istedim ve kabul ettim.<br />

Rolünüzü biraz daha açabilir misiniz?<br />

Doğa Rutkay: Kız Azeri, orada doğmuş.<br />

Sonra Türkiye’ye gelmiş. Ana dili gibi<br />

Türkçe ve İngilizce konuşabilen, iyi bir<br />

ajan. Çatışma kafası olan biri. Fakat<br />

filmin içinde bununla ilgili de süprizler<br />

var yani bunun da kadın olduğuna dair.<br />

Çünkü kızı hep erkek gibi görüyorsun<br />

giyiminden kuşamına, tavırlarına ve<br />

ukalalığına kadar. Bana hiç benzemeyen<br />

bir kızı oynadım ilk defa.<br />

Ufuk bey bu ilk sinema filminiz. Dizi ve<br />

sinema oyunculuğunu karşılaştırarak<br />

başlayabiliriz.<br />

Ufuk Özkan: Oyunculuğu ilgilendiren gerek tiyatro<br />

sahnesi olsun, gerek dizi oyunculuğu<br />

olsun bunlar birbirinden ayırt edilemeyecek<br />

kıvamda olan işler. Ama tabii ki bunun karar mercii<br />

yapımcılar ve halktır. Ama ben her kulvara<br />

bir oyuncu olarak aynı samimiyetle, namusla ve<br />

ölçüyle yaklaşıyorum. O yüzden aralarında bir<br />

fark olduğunu söylemek haddim değil. Daha çok<br />

yeniyim çünkü. Ama tabii ki sinema filmi televizyon<br />

dizilerine nazaran daha detaylı çalışılan,<br />

daha yoğun ve yavaş çalışılan, daha maliyetli ve<br />

kalıcı bir iş. Televizyon dizileri hakikaten haftada<br />

90 dakikalık, zamana karşı yarışılan işler. O<br />

yüzden aralarında çok fark var. Tercih ettiğim bir<br />

şey yok, ben sinemayı çok sevdim bundan sonra<br />

hep sinema yapacağım diye bir şey yok. Her biri<br />

de önemli benim için…<br />

Bu arada bıyığınız takma mı?<br />

Ufuk Özkan: Evet takma. Bunu sormuş olmanız<br />

çok güzel. Demek ki çok gerçekçi duruyor. Ama<br />

sağ olsunlar gerçeğe çok yakın yaptılar, hiçbir<br />

şekilde sırıtmıyor. Sanat ekibimizi, makyözümüzü<br />

tebrik ediyorum.<br />

Doğa hanım aksiyon sahnelerinde zorlandığınızı<br />

söylediniz.<br />

Doğa Rutkay: Kolum yırtıldı benim. Çok dikkate<br />

alınmadı ama. Alçıya alınacaktı. Ben doktorlara<br />

diz çöküp yalvardım. Alçıya alsalardı filmi bitiremezdik<br />

çünkü dokumu yırttım yani.


Peki zorlu sahneler için dublör kullanmıyor musunuz?<br />

Doğa Rutkay: Dublörüm var ama ben hiç dublör<br />

kullanmadım ki. Sadece bir yerde. O da giden<br />

trenden atlarken. Onu da ben yapmayayım artık.<br />

Onun dışında ben her şeyi gözümden yaş gele<br />

gele oynadım yırtık kolumla.<br />

Filmin seri olması isteniyor, düşünülüyor. Diyelim<br />

ki James Bond serisi gibi tuttu. Kendinizi bu<br />

rolün içinde çok uzun süre düşünür müsünüz?<br />

Rolünüzü sevdiniz mi?<br />

Ufuk Özkan: Şimdi bir filmin tutması için o filmin<br />

gişe yapması lazım. Benim için en büyük hedef<br />

ikincisini yapabilecek kadar bir gişe yapması.<br />

Sonra da üçüncüsünü. Bu oyuncu ve yapımcı<br />

için bir istikrardır. Ümit ederim tabii. Seyirci<br />

sizi farklı maceraların içinde görmek ister o da<br />

oyuncuyu onore eden yapımcıya da güzel güzel<br />

paralar kazandıran bir iş haline dönüşür.<br />

Eğer bu film bir seriye dönüşürse, yine zorlu<br />

sahneleri kendimiz mi oynarsınız?<br />

Doğa Rutkay: Yok kendim oynarım. Çünkü<br />

hoşuma gitmedi aslında yalan söylemeyeyim.<br />

Dün de Angelina Jolie’yi izledim Salt filminde.<br />

Bütün kaşını yarmış. O da dublör kullanmak<br />

istememiş. Oyuncu olup, niye bir başkası beni<br />

canlandıracak durumu devreye giriyor sanırım.<br />

Egosal bir durum o. Ben öyle düşünüyorum.<br />

Çünkü her sahnede dublör vardı. Hepsini ben<br />

yaparım dedim. Ama çok zorlandım gerçekten<br />

de…<br />

Komedi aksiyon filmi. Aksiyon sahneleri çok ve<br />

denenmemiş çoğu. Başarılı olacağını tahmin<br />

ediyoruz. Komedi yaratmak da çok başarılısınız<br />

bu arada. Aksiyonun içinde yer alıp, aksiyon<br />

oyuncusu olmak da ister misiniz?<br />

Ufuk Özkan: Yine haddim olmayarak söylüyorum.<br />

Anladığım kadarıyla on yıldır yapıyorum<br />

bu işi okuldan mezun olduktan sonra. Şunu<br />

gördüm ki, komediyi layığıyla, namuslu yapmak<br />

ve insanlara sevdirebilmek zor bir iş.<br />

Bence iyi komedi oynayan, herhangi bir rolde,<br />

tezatındaki rolde bile söz hakkına sahiptir. O<br />

yüzden haklısınız benim yaptığım son işler<br />

birbirine benzeyen tipler. Biraz üçkağıtçı, biraz<br />

kısa yoldan köşeyi dönmeye çalışan, haylaz,<br />

şeytan tüyü olan ve işe yaramaz tipleri oynuyorum.<br />

Ama yapımcılar da bu işi gazoz kapağıyla<br />

yapmıyorlar. Çok büyük rakamlar, gelirler<br />

giderler var. İnsanlar bana bu tarz rolleri<br />

neden oynadığımı sorduklarında onlara şöyle<br />

diyorum. Ben bir oyuncuyum. Özellikle beni<br />

tercih eden yapımcıya teşekkür ediyorum.<br />

Bu oyuncuyu onurlandıran bir şeydir. Benim<br />

oyunculuğumu ittiren bir şeydir. Kıstasım yok<br />

tabii sadece komedi oynarım diye. Bir gün<br />

tam tezatında bir şey oynamayı gösterebilirim.<br />

Dramada da başarılı olmuş, çok yönlü,<br />

başarılı bir oyuncu dedirtmeyi de istiyorum.<br />

Sokakta herkes beni sokakta görünce gülüyor,<br />

korkutmayı da isteyebilirim yani. Komedi<br />

yaptığım için asla gocunmuyorum, çok mutluyum.<br />

Peki aksiyon sahnelerinin hakkıyla verildiğini<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Doğa Rutkay: Yönetmenimiz Murat Aslan bu<br />

konuda gerçekten bir deha. Bizi parçaladı.<br />

Hiç başrol oyuncususun, biraz dinlen olmadı.<br />

Canımıza okudular. Ben bizzat kendim olarak<br />

giden bir trende çatışma çektim. Bunun nasıl<br />

yansıdığını bilmiyorum tabii ama ben oyuncu<br />

olarak ‘bana güç ver, bu sahneyi becerebileyim<br />

Tanrım’ noktasına geldim.<br />

Oyuncuları korkutan bir film olmuş sanırım…<br />

Doğa Rutkay: Evet, aynen öyle. Tren gidiyor,<br />

iki silah birden kullanıyorum, geri geri gidiyor,<br />

ters ateş ediyorum. Kuru sıkı vardı. Ben<br />

zorlandıysam oyuncu olarak tahmin ediyorum<br />

o sahneler inandırıcı olmuştur.<br />

Bu kadar esaslı çatışma sahneleri içeren<br />

filmin salt aksiyon filmi olmasını tercih eder<br />

miydiniz? Biz de ajan filmi geleneği yok, olmayan<br />

bir şeyin parodisi de dışarıdan ödünç<br />

alınmış oluyor.<br />

Doğa Rutkay: Sanıyorum etmezdim. Evet<br />

biz de böyle bir gelenek yok, bu filmle<br />

yaratılmaya çalışılıyor. Bu filmde politik<br />

bir hicivde var. Paranoyak bir iktidarın<br />

kavgasını da veren bir film aslında. Çok derin.<br />

Sadece güldük ettik değil. Başka yerlere<br />

dokunan da bir film. Aksiyon filmi olsa da<br />

yapardım. Normal hayatta bana kimsenin<br />

yaptıramayacağı şeyleri yaptım. Ama bunu da<br />

para kazanıyorum diye yapmıyorsun. Oyunculuk<br />

içeriden dürtüyor seni. Tamamen kendi iç<br />

savaşın. Biraz hastalıklı bir şey ya.


Türk sineması türlere daha fazla girmeye<br />

başladığı için oyuncuların da sergileyecekleri<br />

performansları artıyor bu arada. Filmin aksiyon<br />

sahnelerinden bahsedebilir miyiz?<br />

Ufuk Özkan: Mesela Kurtköy’de F1’de şöyle<br />

bir sahne çektik. 20 araç aynı anda ve belirli<br />

biz hızdayken ben onların arasında Zed 4’le<br />

beraber zigzaglar çiziyorum ve arkamdan<br />

MOSAD ajanları geliyor ve birbirimize yakın<br />

mesafe atışları yapıyoruz. Orada birileri<br />

düşüyor ölüyor. Ben aynı hızda devam ediyorum,<br />

sonra bir helikopter geliyor. Ben giden<br />

tırın altına girip çıkıyorum. Yarım metrelik bir<br />

boşluk var. Trendeki çatışma sahnesi de etkili.<br />

Yaklaşık iki gün sürdü. Treni üstünde koşan,<br />

trenin camını kırıp içeri giren ajanlar. Uçmalar.<br />

Bak işte buraları yardık. Yönetmenimizin de<br />

dediği gibi bugüne kadar denenmemiş aksiyon<br />

numaraları var ve filmi o anlamda çok da<br />

zenginleştiriyor. Şöyle bir handikabımız oldu<br />

tabi. Hollywood’da insanlar bu tür sahneleri<br />

bir haftada çekiyor. Ama ekibimiz hakikaten<br />

benzetmesi doğru mu ama pire gibi. Herkes<br />

çok sıkı çalıştı. Zamana karşı çalıştık.<br />

İstanbul’un sıcağına ve nemine rağmen<br />

çok gerçekçi aksiyon sahneleri çektik. 12<br />

Kasım’da bekliyoruz herkesi. Ondan sonra<br />

ben size soracağım nasıl buldunuz diye?<br />

Genel eğilim düşük bütçe üzerinden çok para<br />

kazanma düşüncesi Türk sinemasında. Burada<br />

tam tersi. Türk sinema seyircisi bunun<br />

karşılığını verebilecek mi sizce?<br />

Doğa Rutkay: Genelde gişelerle ilgili tahminlerim<br />

tutmuştur. Burada Ufuk’u (Özkan) ön<br />

plana çıkarabilirim. Bambaşka bir komedi türü<br />

sergiliyor, izlediğimiz oyunculukların dışında<br />

bambaşka bir şey yarattı. Ve sanıyorum<br />

çocukların çok ilgisini çekebiliri. Bu filmin<br />

çocuk seyircisi olabilir ve biz çok şaşırabiliriz.<br />

Çocukların Ufuk’a delirdiği bir film olabilir.<br />

Ufuk’la olan birebir sahnelerimizde gülmemek<br />

için dudaklarımın içini yedim yani. Şenay<br />

Akay’ı da çok başarılı buluyorum.<br />

Manken – oyuncu denklemi burada kayboldu<br />

o zaman?<br />

Doğa Rutkay: Ben onu hiç diyen biri değilim<br />

zaten. Üstelik tiyatro eğitimi veriyorum Müjdat<br />

Gezen’de. Ben de çocuklarıma eğitimi<br />

öneriyorum ama bir Şenay Akay örneği de var<br />

burada.


5. Sinemardin Uluslararası<br />

Film Festivali Başlıyor<br />

n Bu seneki teması ‘Çocuk’ olan<br />

Türkiye’nin senaryo ağırlıklı<br />

tek festivali Sinemardin 17-23<br />

Eylül tarihleri arasında Mardin<br />

ve Halep’te sinemaseverlerle<br />

buluşacak.<br />

Sinemardin Uluslarası Film Festivali<br />

bu sene birçok ilke imza atacak.<br />

Teması ‘çocuk’ olan festivalin<br />

‘Gezici Çocuk Filmleri’ Mardin ve<br />

ilçelerini gezerken, bir çok ünlü<br />

yönetmenin ödüllü filmleri Mardinli<br />

sinemaseverlerin beğenisine sunulup<br />

atölye çalışmaları yapılacak. Bunlarla<br />

eşzamanlı olarak Halep’te de ödüllü<br />

Türk Filmlerini Suriyeli sinemaseverlerle<br />

buluşturacak olan festival bu<br />

anlamda bir ilki gerçekleştiriyor.<br />

17-23 Eylül 2010 tarihleri arasında<br />

gerçekleşecek ve olan 5. Sinemardin<br />

Uluslararası Film Festivali’nin en<br />

büyük özelliği aynı zamanda içeriğinde<br />

bir de gezici festival bulunması.<br />

Japon Animasyon Filmleri Şenliği ‘Japanorama’<br />

kapsamında gezici tır sahnesi<br />

ile Mardin’in ilçelerindeki çocuklara<br />

animasyon film gösterimleri yapılacak.<br />

Geçtiğimiz yıl iki kapalı bir Açıkhava<br />

sinemasında ulaşılan on üç bin izleyici<br />

kapasitesinin arttırılmasının hedeflendiği<br />

festivalde Almanya, Hollanda, Amerika<br />

sinemasından örnekler gösterilecek ve Ken<br />

Loach, Costa Gavras, Francois Ozon, Coen<br />

Kardeşler gibi ünlü yönetmenlerin ödüllü<br />

filmleri Mardinlilerin beğenisine sunulacak.<br />

Türkiye’nin tek ‘senaryo’ ağırlıklı film festivali<br />

olan Sinemardin’de geçen senelerde<br />

olduğu gibi bu sene de film analizleri ve senaryo<br />

üzerine atölye çalışmaları yapılacak.<br />

Genç sinema sanatçıları, yönetmen ve<br />

öğrencilerin katılımıyla gerçekleşecek faaliy-<br />

etler bütün çevre halkına açık<br />

olacak.<br />

Bu sene beşincisi gerçekleştirilecek festivalin<br />

en ilginç yönü ise Türkiye’de ilk defa bir film festivalinin<br />

başka bir ülkede de eşzamanlı olarak<br />

gerçekleştirilmesi. Sinemardin 21-23 Eylül’de Mardin<br />

ile eşzamanlı olarak Halep (Suriye’de) ödüllü Türk<br />

Filmlerini Suriyeli sinemaseverlerle buluşturacak.


n Video, hızla yayılıyor, misafir gittiğimiz her evde,<br />

ya Küçük Emrah’ın ya Hülya Avşar’ın VHS filmleri<br />

izleniyordu: çocuğum, Küçük Emrah’a âşık oldum.<br />

Teyzemler, ‘Küçük Emrah, Küçük Ceylan’la<br />

evlenecekmiş gibi yalan haberler verip beni<br />

ağlatıyor… Sonra özel televizyonlar açıldı ve biz<br />

mahallenin küçük kızları, güzellik yarışmalarıyla<br />

tanıştık. Hemen 20 kız toplanıp komiteyi kurduk,<br />

artık her hafta güzellik yarışması düzenliyoruz;<br />

apartman boşluklarında, otoparkta, bahçede, neresi<br />

uygunsa… Kimimiz Banu Sağnak oluyoruz, kimimiz<br />

Arzum Onan... Yaşımız henüz 6 ila 10 arasıydı<br />

ve büyüklerin dünyası hayatımıza sızmıştı; biz,<br />

‘en güzel’ ‘en üstün’ olmalıydık, ne giyindiğimiz,<br />

saçımızın modeli önemliydi; rekabet mi, icabında<br />

Küçük Ceylan’la bile…<br />

Ancak okuma yazma öğrenip altyazılı çocuk filmlerine<br />

gidip, çocuk kitaplarını okumaya başlayınca<br />

Küçük Emrah’ı ve güzellik yarışması tacını<br />

kaptırdığıma üzülmeyi bırakabildim. ‘Bir kere’<br />

çocuk edebiyatı ve filmleri büyük dünyasından<br />

arınmıştı ama çizgi filmler gibi ‘çocuk işi’ de<br />

değildi. Kendi iç dünyamızı daha sağlam inşa<br />

edebileceğimiz bir dünyanın kapılarını açıyordu…<br />

Oraya ilk adımı attıktan sonra evimizi hırsızlardan<br />

korumak, ailemiz için bir şeyler yapmak istemeye<br />

başladık; bir dönem çocuk filmlerindeki gibi küçük<br />

ağaç evler hayal ediyorduk ki bunun yıllar sonraki<br />

muadili “kendine ait bir oda” oluyor. Jules Verne<br />

okuyup dünyanın geri kalanını merak etmemiz,<br />

Çocuk Kalbi’ni okuyup, “ama arkadaşlar iyidir”<br />

lafını içimden geçirmemiz o zamana rastlar.<br />

Çocuk kafası, gördüğünü almaya ve rol model<br />

edinmeye çok müsait, büyük dünyası zaten istesek<br />

de istemesek de çocuk dünyasına sızıyor, bu<br />

durumda çocuk edebiyatı ve filmleri üretenlere<br />

biraz sorumluluk duygusuyla hareket etmek<br />

düşüyor: çocukların kendi dünyalarını<br />

yaratmalarına yardımcı olmak adına.<br />

Bu çağrışım denizinde sandalsız kalma<br />

halini, bu ay vizyona girecek olan Saftirik<br />

Greg’in Günlüğü (Diary of a Wimpy Kid)’e<br />

borçluyum. Film, yazar ve illüstratör Jeff<br />

Kinney’n aynı adlı çok satar kitap serisinden<br />

uyarlanmış. Serinin ilk cildini okudum,<br />

çocuk klasikleri arasına giremez ama filme<br />

nazaran dili akıcı ve keyifli: ortaokula yeni<br />

başlayan Greg’in maceralarını zaman zaman<br />

resimlerle, genelde yazıyla anlattığı bir günlük<br />

formatında.<br />

Greg, evin ortanca oğludur; ailede<br />

ilginin çoğu Greg’in ufak kardeşine,<br />

hoşgörünün büyük kısmı ise abisine verilmektedir.<br />

Greg, kendi ailesi içinde bile<br />

gözbebeği değildir. Hayali, girdiği her<br />

alanın en popüler kişisi olmaktır. “Bir<br />

gün ünlü ya da zengin olursam bütün<br />

insanların aptal sorularına cevap vermekten<br />

çok önemli işlerim olacak, o zaman<br />

hemen bu defteri devreye sokarım.”<br />

diyerek günlük tutmaya girişir. Hikaye,<br />

Greg’in ortaokula başlamasıyla gelişiyor:<br />

“Ortaokul bugüne dek icat edilmiş en salakça<br />

fikir, bir yanda benim gibi henüz<br />

gelişimini tamamlayamamış çocuklar, diğer<br />

yanda günde iki kez tıraş olması gereken<br />

goriller…” Konuya da pek bayıldığımı


söyleyemeyeceğim ama filmiyle kıyaslayınca<br />

hayli naif.<br />

Filme gelecek olursak; Greg Heffley için “ortaokul,<br />

yüzlerce sosyal mayınla döşenmiş,<br />

etrafını ‘moronların-yetmezmiş gibi garip<br />

kızların, kabadayı tiplerin, öğlen arası kafeterya<br />

sürgünlerinin kapladığı’ bir yerdir. Bu<br />

‘işkence’lerden sıyrılmak, farkedilebilmek<br />

ve hakettiğini düşündüğü statüyü kazanmak<br />

için Greg bir sürü plan düzenler ki bunların<br />

hepsi ters gider. Ama o okulun en popüler<br />

çocuğu olmak için yeni yöntemler denemekten<br />

vazgeçmez, spor etkinlikleri, tiyatro<br />

oyunu, okul dergisinin karikatüristliği gibi<br />

alanlarda şansını dener fakat başarılı olamaz.<br />

Vücudunu geliştirmeye kalkar, hezimetle<br />

sonuçlanır. Daha ‘klas’ giysiler giyinip göz<br />

alıcı olmak ister, bu sefer de en yakın arkadaşı<br />

Rowley de aynı gün aynı kıyafetleri giyinmesi<br />

işi bozar. Ona göre hak ettiği kadar<br />

popüler olamamasının sebeplerinden biri de<br />

Rowley’dir. Rowley; saf, kafası kurnazlığa<br />

işlemeyen, olduğu gibi bir çocuktur. Greg’e<br />

göre problem de buradadır: Rowley, ‘fazla’<br />

olduğu gibidir. ‘Kendi gibi olmanın şahane<br />

bir şey olduğunu sana söyleyebilirdim’ der,<br />

Greg ona: ‘eğer başka biri olsaydın!’ Greg<br />

arkadaşına imaj danışmanlığı yapar, işe<br />

yaramayınca onu aşağılar, kendi suçunun<br />

Rowley’in üzerine kalmasını göze alır. Neticede<br />

Greg’in hataları sonucu arkadaşı Rowley<br />

popüler olur. Filmin sonu, filmin o ana kadar<br />

sürüklendiği noktaya oranla hayli zormama<br />

bir biçimde “dostluk kazanır”a bağlanmaya<br />

çalışılmış. Ama o gidişattan sonra hiç<br />

inandırıcı durmuyor. Film boyunca, türlü<br />

popüler olma yöntemleri izleyip duruyoruz. En<br />

gözde olmak, istediğine ne pahasına olursa<br />

olsun kavuşmak, popülerlik, ün, tarz meselesi,<br />

trendler büyük dünyasında her yerde<br />

karşımıza çıkan, ister itemez çocuk dünyasına<br />

da etki eden kavramlar. Bunların çocuklara<br />

hitaben yapılan filmlere kadar sızması, ‘Truva<br />

atı’ izlenimi yaratıyor biraz.<br />

Filmin oyunculuklarıysa, içler acısı. Bir iki<br />

çocuk oyuncuyu dışında tutarak konuşursak,<br />

çizgi filmlerdeki karakterlerin mimikleri bile<br />

daha çok gerçeklik duygusu veriyor insana.<br />

‘Saftirik Greg’in Günlüğü’, kalite olarak çocuk<br />

kanallarında yayınlanan televizyon filmleri<br />

niteliğinde. Filmden çıkınca insan bunun niye<br />

bir televizyon filmi değil de (onun için bile TV<br />

başında iki saat geçirmeye değer mi tartışılır)<br />

bir sinema filmi olduğunu merak ediyor.<br />

Uyarlanışı açısından ele alırsak, kitaptaki<br />

çocuğun çocukluğu daha inandırıcı ve ille de<br />

popüler olma sevdası filmdeki kadar baskın<br />

değil. Senaryoda üç ana aks var, Greg’in<br />

popüler olma sevdası, Greg ve en yakın<br />

arkadaşının kızdırdıkları bir grup adamdan


yakayı sıyırmaya çalışması ve bir dilim<br />

kaşar peyniri üzerine dönüyor. Evet,<br />

kaşar peyniri: okulun bahçesine düşmüş<br />

bir dilim kaşar peyniri vardır ve yıllardır<br />

orada durmaktadır. (erimemiş, kuşlar,<br />

fareler, kediler böcekler gelip yememiş,<br />

temizlik görevlisi süpürmemiş…)<br />

Öğrenciler ona dokunanın<br />

lanetleneceğine inanmaktadır. Kazayla<br />

dokunanın lanetten kurtulmak için<br />

yapması gereken, ‘elim sende’ usulü<br />

bir başkasına dokunarak kaşar lanetinden<br />

kurtulmak olur. Kaşar lanetine<br />

sahip biriyle, okulda kimse konuşmaz,<br />

yanına dahi yaklaşmaz… Bu, gerçekten<br />

olay örgüsünün kilit bir parçası olarak<br />

film boyunca karşımıza çıkıyor. Zaman<br />

akışları bile kaşarın üzerine kar yağması<br />

ve güneş açması ile gösterilmiş. Senaristlerini<br />

ve yönetmeni cesaretlerinden<br />

dolayı kutlamak isterim, insan<br />

mandırada geçen bir film çekse bile bir<br />

dilim kaşar peynirine başrole yakın pay<br />

vermekte bu kadar yürekli davranmaz.<br />

Kitapta yazıyla illüstrasyon iç içe<br />

kullanılmış, filmde de “gerçek görüntülerle”<br />

illüstrasyonlar birleştirilme yoluna<br />

gidilmiş ki çocuk zihniyetini yansıtmakta<br />

çok hoş bir yoldur, geçtiğimiz aylarda vizyona<br />

giren ‘Le Herisson’ filmi bu konuda<br />

bir baş yapıt olarak hatırlanabilir, ama<br />

‘Saftirik Greg’in Günlüğü’nde bu üslup<br />

bile layıkınca kullanılamamış. Gene de<br />

filmin izlemekten keyif aldığım yerleri<br />

illüstrasyonlar oldu. En azından çocuk<br />

rolü bile yapamayan çocuk oyuncuları<br />

izlemek zorunda kalmıyorsunuz.<br />

Filmin senaryosu, Jackie Filgo, Gabe<br />

Sachs ve Jeff Judah tarafından kaleme<br />

alınmış. Thor Freudenthal’ın yönettiği<br />

Saftirik Greg’in Günlüğü’nde, Zachary<br />

Gordon, Robert Capron, Rachael Harris,<br />

Devon Bostick, Steve Zahn rol alıyor.<br />

Filmle ilgili daha insaflı bir yazı yazmak<br />

isterdim ama asıl insaf etmem çocuk<br />

seyirci olduğundan bunu okuyorsunuz.<br />

Önümüzdeki ay, her zamanki yerde<br />

buluşmak dileğiyle…


1972 / Edward Dmytryk – Luciano Sacripanti<br />

n Birbirinden güzel ve çekici kadınları, gücünü, zenginliğini,<br />

aristokrat kişiliğini kullanarak elde eden, 1 Dünya Savaşı pilotu,<br />

Avusturyalı Baron von Sepper’in 1920’lerdeki cinayetlerini<br />

anlatan filmde, Richard Burton’ın canlandırdığı bu ‘yaratıcı’<br />

seri katilin öldürdüklerine bakınız: Raquel Welch (tabutta kilitli<br />

bıraktı), Virna Lisi (giyotinle kafasını kesti), Marilu Tolo (suda<br />

boğdu), Karin Schubert (avda vurdu), Agostina Belli (yüzünüboğazını<br />

yırtıcı kuşa parçalattı)…<br />

“Mavi Sakal”dan kullandığımız kare, eve çağırdığı fahişe(Sybil<br />

Danning) ile seks yaptığı için kendisini hayal kırıklığına uğratan<br />

‘aşkı’(!) Nathalie Delon’u ‘bir taşla iki kuş vurarak’ öldüren<br />

‘iktidarsız’ Baron’un kreatif cinayetlerine bir örnektir: Fildişi<br />

avizenin ipini gevşetip, uyuyan iki kadını da delmek!


FOTOĞRAFLAR: MEHMET ÇAĞLARER


Misafir filminin çekimlerinden gelen ve ayağının tozu ile <strong>Cinedergi</strong>’nin<br />

sorularını yanıtlayan Lale Mansur, her oyuncunun kişiliğini ortaya koyması<br />

gerektiğini söyledi. “Beni ırkçılar sevmesin çünkü ben ırkçı değilim diyen Mansur<br />

bazı oyuncuların hangi takımı tuttuğunu bile söylemediklerinden yakındı…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemamızın önemli isimlerinden Lale Mansur<br />

yeni filmi Misafir’in sırlarını bizim için açtı. Ozan<br />

Aksungur’un yönettiği filmde Mansur’a Halit Ergenç<br />

eşlik ediyor. Yönetmenin filme bakış açısından çok<br />

memnun olduğunu söyleyen Mansur oyunculuğun<br />

cesaret gerektirdiğini söyledi. Bazı oyuncuların<br />

hangi takımı tuttuğunu bile belli etmediklerini çünkü<br />

izleyicinin tepkisinden korktuklarını söyledikten<br />

sonra “Benim böyle bir korkum yok. Mesela beni<br />

bir ırkçı sevmesin çünkü ben ırkçı değilim ve bu tür<br />

konularda reyting kaygısı olmaması lazım” dedi.<br />

Sinemadan yola çıkarak hayat üzerine de yapılan<br />

güzel bir sohbet oldu. İşte karşınızda Lale Mansur.<br />

Yeni filminiz Misafir’in projesi size nasıl geldi?<br />

Ozan Aksungur’un yönetmenliğini yaptığı ilk film.<br />

Bana 2.5 yıl önce ulaştı. O sırada Aksanat’ta ‘Antiloplar’<br />

isimli bir oyunda oynuyordum. Aksanat’a geldi,<br />

kendisiyle orada görüştük. Seneryoyu verdi. Okur<br />

okumaz projeyi kabul ettim. Çok iyi düşünülmüş,<br />

çok güzel yazılmış bir senaryo. İlk yıl para<br />

bulunamadı. İkinci yılda başrol için Halit Ergenç ile<br />

görüşmüştü. Halit ile birlikte oynayacaktık. Maddi<br />

sorunlar nedeniyle filmin çekilip çekilemeyeceği<br />

belirsiz olduğu için, Halit başka bir film için anlaşma<br />

yaptı. Ozan da inatla bekledi kastını ve bu sene<br />

nihayet çektik. Çekimler Kütahya’da yapıydı. Ben<br />

kendi adıma bu projede yer aldığım için çok mutluyum.<br />

Rolünüz hakknıda biraz bilgi alabilir miyiz?<br />

Cilveli, kasabalı bir kadın.<br />

Filmin konusu hakkında pek konuşmak istemiyorsunuz<br />

sanırım.<br />

O konuda bilgileri Ozan versin. Film Antalya Film<br />

Festivali’ne yetişecek büyük ihtimalle, montaj bitmek<br />

üzere.<br />

Türk sinemasında set zamanı. Hala ‘Yaz ölü<br />

sezon’ alışkanlığını bırakamadılar. Bu setlerde<br />

de dikkatimizi çeken şey filmlerin neredeyse<br />

yüzde 80’inin yönetmenlerinin ilk denemesi ve<br />

sesli çekim olması. Siz bu denemelere nasıl<br />

bakıyorsunuz?<br />

Dublaj hiçbir zaman sesli çekimin verdiği sonucu<br />

vermez. Buna imkan yok. Geçen yıl İlksen Başarır<br />

ile ‘Başka Dilde Aşk’ projesinde senaryoyu akşam<br />

üstü 5’te aldım, saat 6’da telefon edip rolü çok<br />

beğendiğimi ve oynayacağımı haber verdim. Gerçekten<br />

de mutluyum ve bence çok iyi bir senaryoydu.<br />

Onlar bu sene de çok güzel bir film çektiler.<br />

İlksen ve Mert Fırat senaryoları birlikte yazıyorlar.<br />

Bence çok başarılılar. O sette de çok memnundum<br />

ve mutluydum.<br />

Onların özelinde bu durumu genelleyebilir miyiz?<br />

Bilemem ama genç yönetmenler geliyor. Bir de<br />

ben kısa film jürilerinde de epey bulundum. Meraklı<br />

olduğum bir alan. Oradan gelenleri gördükçe;<br />

tamam dedim, sırtımız yere gelmez. Müthiş insanlar<br />

geliyor. 1992 yılında Düş Gezginleri’nde rol<br />

alacağım zaman herkes bana “Sen deli misin? Sektöre<br />

bak, nereye gidiyorsun” diye tepki göstermişti.<br />

O günden bu yana çok şey değişti. Zaten yurt<br />

dışında alınan başarılardan da belli oluyor. Geçen<br />

sene 70 ya da 80 film çekildi. Bu sene kaç tane<br />

çekiliyor bilmiyorum. Bildiğim dünya kadar film var<br />

çekilmekte olan. Bunlar çok önemli. Ben bu durumu<br />

çok olumlu buluyorum.<br />

Söylediklerinizden Türk sinemasının biraz<br />

sektörelleştiğini düşünebilir miyiz?<br />

İnşallah. Bu çeşitlilik çok önemli. Ama önümüzde<br />

çok ciddi bir sorun var, mesela televizyon için<br />

konuşacak olursak; bana kalırsa Türkiye’de madencilik<br />

en korkunç iş kolu, daha sonra İstinye’deki tersane<br />

geliyor, üçüncü sektör ise bizim dizi sektörü.


Bu nasıl düzelir, ne yapılır bilmiyorum. Dünyanın<br />

hiçbir yerinde bu felaket, bu çalışma şartları yok.<br />

O zaman şunu da konuşmak gerekiyor, dizi sektörünnü<br />

çalışma durumu felaket. Halbuki sinemaya<br />

oyuncu sağlayan yer artık televizyon.<br />

Birçok genç yönetmen de hiç tanınmamış insanlarla<br />

çalışmak istiyor. Dediğim gibi bir de tiyatro var.<br />

Tiyatroda oynayan çok iyi bir ekip var. Birçok genç,<br />

iyi oyuncu var.<br />

Ama yine diziden gelen oyuncuların oynadığı<br />

filmlerin gişe yaptığını görüyoruz.<br />

Film iyiyse yapıyor, kötüyse iki seksen yatıyor.<br />

Böyle olduğunu düşünürsek; bu iyi bir<br />

yapılanma mı? Diyorsunuz ki dizi sektörünün<br />

çalışma şartları kötü, yeni bir oyuncunun bu<br />

şartlardan zarar görmemesi mümkün mü?<br />

Çok inatçı olmanız ve kendinizi çok zorlamanız gerekiyor.<br />

Şartlara teslim olmamak için elinizden geleni<br />

yapmanız gerekiyor ki gerçekten kolay değil.<br />

80 döneminde bence Türk sinamasında kadın<br />

olmanın en önemli ve cesaretli örnekleri verildi.<br />

Fakat şimdi bu sanki biraz geriye gitti. Sanki<br />

daha melodramatik filmler yapılıyor. Bu konuda<br />

yorumunuzu merak ediyorum.<br />

Ben hiç öyle görmüyorum. Herkes üstüne düşeni<br />

yapıyor. Ama dizide daha dikkatli oluyor olabilirler.<br />

Magazin basınına gelince; o tamamiyle oyuncunun<br />

kendi karar verebileceği bir şey, ben magazin<br />

basınına nereyi, ne kadar açacağım. Benimki<br />

bilemediniz en fazla salonuma kadar gelir. Koridoru<br />

geçip, yatak odasına girdiği anda, avantajları var,<br />

korkunç dezavantajları var. Ben bu avantajlardan<br />

yoksun kalmayı tercih ediyorum. O sizin vereceğiniz<br />

bir karar ve duruşunuzla zaman içinde tanınıyor ve<br />

biliniyorsunuz. Gerçekten, bir noktaya kadar. Buna<br />

kendilerinin karar vermeleri gerekiyor. 80’ler, çok<br />

önemli filmler yapılan dönem. Atıf abinin yaptığı<br />

kadın filmleri zaten başlı başına bir dönem. Bir<br />

takım klişelerin kırılmaya başlandığı bir dönem.<br />

Şu an o dönemin devamı mı yaşadığımız?<br />

Öyle bir insana soruyorsunuz ki, ben 92’de ‘Düş<br />

Gezginleri’ ile girdim. Lezbiyen bir fahişe rolüydü,<br />

böyle bir rol oynadığım için hiç de başıma böyle<br />

bir şey gelmedi. O dönemde de çok cesur olarak<br />

adlandırılmıştım. Ben öyle görmüyorum. Ben bir<br />

oyuncuyum, bu senaryoyu kabul ettiysem; senaryo<br />

bunu gerektiriyorsa ben bunu yaparım. Bu kadar<br />

basit.<br />

Bu dönemde bu tür senaryoları kabul eden isim<br />

neredeyse yok.<br />

Daha geçen sene ‘Başka Dilde Aşk’ta Saadet’in<br />

rolu çok başarılıydı. Gençlerden Nergis var. Bir sürü<br />

insan var, iyi bir senaryo geldiğinde bunu anlayıp,<br />

kavrayıp; senaryonun gereklerini yerine getirecek<br />

bir sürü insan var.<br />

O zaman birazda siyasi gidişe göz atalım. Türk<br />

sinemasında son dönemde siyasi filmin az<br />

olduğunu düşünüyorum. Buna katılıyor musunuz?<br />

Şu anda ne çekildiğini bilmiyorum pek. Bence bunu<br />

yanlış adrese soruyorsunuz. Ben bir oyuncuyum.<br />

Senarist olsam bu konuda filmler yazardım, kimse<br />

elimden kaçamazdı.<br />

Ama söyledikleriniz çok önemli. Sizin söyledikelrinizin<br />

endüstriye çanak tutması lazım.<br />

Ben sadece gizlemiyorum. Bazı oyuncular var,<br />

tuttuğu takımı bile söylemiyorlar, beni diğer<br />

takımdakiler sevmez diye. Ben daha açık olmaktan<br />

yanayım. Dediğim gibi, örneğin bir ırkçı beni<br />

sevmesin, Hata eder çünkü ben ırkçılığa karşıyım.<br />

Dolayısı ile kendimi açık ediyorum. Sevmesinler,<br />

çok doğrudur.<br />

Şu an endüstriye baktığımız zaman sizin kriterleriniz<br />

çok net. Hepsini de ortaya koyuyorsunuz.<br />

İyi senaryo bekliyorum, anlaştığım, anlaşacağıma<br />

inandığım yönetmen olmalı. Ozan ile hiç<br />

çalışmamıştık ama çok mutlu oldum. Gerçekten çok<br />

zevkli bir setti. Halit Ergenç’le de çok iyi anlaştık,<br />

başka türlü bir insan. Geçen sene ‘Başka Dilde<br />

Aşk’ta İlksen ve Mert ile tanıştığım ve şu anda<br />

hayatımın içinde oldukları için mutluyum. Bunu kaç<br />

kişi için söyleyebiliyoruz. İlksen olağanüstü biri,<br />

Mert de öyle. İlhan Temelkuran’ın göçmenlerle ilgili<br />

olan filmi son derece siyasi bir filmdi. ‘Sonbahar’<br />

son senelerde gördüğüm en iyi filmlerden biriydi.<br />

Yapılıyor, yapılmıyor değil. İlksen’in şu anda çektiği<br />

filmi biliyorum. Çok önemli bir konusu var. Bir dertleri<br />

var, söylemek istedikleri bir şey var. Laf olsun,<br />

torba dolsun, gişe yapsın zihniyetinde olmayan<br />

ciddi bir grup var.<br />

İlksen Başarır’dan laf açılmışken; kadın yönetmenlerin<br />

ne kadar az olduğu bilinen bir gerçek.<br />

Yönetmen olarak ben Mahinur Ergin ile çalıştım.<br />

Çok mutluydum. Çok beğenirim kendisini. İlksen ile<br />

çalıştım. Bir de prodüktör olarak Tomris ile çalıştım.<br />

Yönetmen olarak çalışmadık hiç. Az var ama mese-


la ‘Pandora’nın Kutusu’ müthişti. Handan<br />

İpekçi var, o da şu an film çekiyor. Bence<br />

fena değil durum.<br />

Yeni oynadığınız filmde bir kasaba<br />

öyküsü var.<br />

Kütahya’da aslında, kasaba değil ama çok<br />

kapalı ve sıkışık bir alan.<br />

Genel olarak bağımsız film üretenler gişe<br />

filmlerini eleştiriyor. sizin yorumunuz<br />

nedir?<br />

Onlar da olacak. Recep İvedik’in niye<br />

eleştirildiğini biliyorum, farkındayım. Cem<br />

Yılmaz’ın nesini eleştiriyorlar. Gişe yapmak<br />

ve para kazanmak bir suç haline mi geldi?<br />

Dizilerdeki endüstirinin çalışma<br />

şartlarından ağır olduğunu söylediniz.<br />

Oyuncu bazında buna karşı bir tepkiniz<br />

oldu mu?<br />

Oluyor ama kendi başıma bir tepki vermek<br />

yetmiyor. Son derece yetersiz bunu hep<br />

beraber çözmemiz gerekiyor. Oyuncular, set<br />

işçileri, hepbirlikte bir yola girilmesi gerekiyor.<br />

90 dakika dizi haftada hiçbir yerde yok.<br />

Medeni bir ülkede yok böyle bir şey. Nasıl<br />

oluyor bu iş? İnsanların kanından, canından,<br />

uykusundan. Başka nasıl yapacaksınız. Niye<br />

bu 90 dakika. Bakın çok güzel bir dizi vardı<br />

‘Qrders’ diye. Üç sezon izledim, dördüncüyü<br />

arıyorum arıyorum bulamıyorum. Nerede<br />

bu dizi, çekiliyor mu, çekilmiyor mu diye bir<br />

araştırdım. Yılda 8 bölüm çekiyorlar. Yeni<br />

bitiyor. 4. sezon bitiyor şimdi. 8 bölüm çekiliyor,<br />

o zaman dizi oluyor bu.<br />

Yurt dışında sendikalar önemli. Herhangi<br />

bir sendikaya üyemisiniz?<br />

Değilim, ÇASOD’a üyeyim.<br />

Peki şu anki dernekler, bu konuyla ilgili<br />

yeterli uğraş verdiklerini düşünüyor musunuz?<br />

Epey uğraşan var. Oyuncu Bir kurulmuştu.<br />

Bir eksikleri varmış. Tekrar gayret edenler<br />

var. Sadece oyuncularla olacak bir şey değil.<br />

Bir düzenlemeyle olmalı. Çalıştıramazsınız<br />

bu şekilde insanları. Bakın geçen sene<br />

aramızdan iki kişi öldü. Bizim telef<br />

olmadığımıza şaşmak gerekiyor. Ben birçok<br />

sette kaç kere gördüm, insanlar sapır sapır<br />

dökülüyor. Bayılıyor, acile gidiyor. Acilden


sonra ne oluyor, tekrar sete geliyor.<br />

Böyle çalışmayan bazı prodüksüyon<br />

firmaları var. İşini önceden<br />

hazırlayıp, akşam 8’de 9’da medeni<br />

bir saatte bitirenler var ama bunlar<br />

azınlıktalar. Onun dışında tam bir<br />

köle gibi çalıştırıyorlar.<br />

Adana Film Festivali ertelenerek<br />

Eylül’e gelmişti? Bir karmaşadır<br />

gidiyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?<br />

Bir kere Adana Film Festivali’nin<br />

basında açıkladıkları iptal edilme<br />

nedeni saldırı olması, askerlerin<br />

ölmesi. Şimdi sinema eğlence değil,<br />

bunu festival komitesi anlamadıysa<br />

başkasının anlamasını nasıl bekleriz.<br />

Ama bana öyle geliyor ki muhakkak<br />

başka nedenler vardır. Maddi nedenler<br />

vardır. O bir bahanesi gibi geliyor<br />

bana açıkçası. Sanatın eğlence<br />

tarafı da var ama bu bir eğlence<br />

değil. Festivallerde göbek atmıyoruz.<br />

Derdi olan filmler konuşuyo<br />

Misafir de Antalya’ya katılacak.<br />

Evet, inşallah.<br />

Filminiz ile ilgili benim size<br />

sormadığım söylemek isteidğiniz<br />

bir şey var mı?<br />

O kadar heyecanla bekliyorum ki<br />

nasıl olduğunu. Ben senaryoyu<br />

okuduğumda başka bir film<br />

canlanmıştı gözümde. Sonra epey<br />

prova yaptık, Halit, ben ve Ozan.<br />

Farkına vardım ki ben başka bir<br />

filmin içindeyim. Sonra çekime gittim,<br />

filmin ağırlıklı bölümü karakterin<br />

evinin içinde geçiyor. O evi görünce<br />

farkettim ki daha da başka bir filmin<br />

içindeymişim. Bundan çok mutlu<br />

oldum ben.<br />

Bu dediğinizden yönetmenden<br />

çok memnun olduğunuzu<br />

anlıyoruz.<br />

Çok iyi biliyordu ne istediğini, çok<br />

iyi aktarıyordu ve çok zevkli çalıştık.<br />

Bence çok iyi bir yönetmen geldi.<br />

Geliyor diyemeyeceğim çünkü geldi.


n “Koca bir yıl, “kendisi ile başbaşa kalarak, kendisini bulma”<br />

adına yapılan bir gezi.. Sonuç? Kendini meşgul tutarak tatmin<br />

olma dışında koca bir hiç…<br />

Eat Pray Love…<br />

Sığ düşünce ve hareketlerle dolu, parlak manzaralarla<br />

süslenmiş, şımarık ve bencil bir dulun, hayatındaki herşeyi<br />

arkasında bırakarak kaçışını konu alan 2,5 saatlik salaş bir<br />

işkence…<br />

Daha önce size, kitabı olan bir filmin önce kitabını okumayı,<br />

daha sonra filmini seyretmeyi tercih ettiğimden bahsetmiştim.<br />

Bu yapıtta da aynı yolu izledim, ve açıkcası izlediğim film<br />

ardından çok büyük hayal kırıklığına uğradım.<br />

En beğendiğim oyuncuların başında gelen Julia Roberts’ın iyi<br />

denebilecek performansına rağmen, ki bana kalsa “Under the<br />

Tuscan Sun” filminde benzer bir karakter ile karşımızda olan<br />

Diane Lane bu rolün hakkını çok daha iyi verebilirdi, yine de<br />

kitabı filme tercih ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim..<br />

Gerçek hayattan alınıp önce kitaba, daha sonra da beyaz perdeye<br />

uyarlanan hikaye, 6 ay içinde önce kendisini çok seven,<br />

adeta kendisine tapan, yere göğe sığdıramayan kocasını (Billy<br />

Crudup) daha sonra da, kocası ardından yoğun hisler besleyip<br />

birşeyler paylaştığı genç tiyatro oyuncusunu (James Franco)<br />

bırakarak, tabiri caizse, yangından mal kaçırırcasına kaçan bir<br />

kadının hayatının kısa bölümünü anlatıyor..<br />

Film hakkında ne düşündüğüm, kitabın yazarı ve kahramanı


Elizabeth’in, “bu sabah kalktığımda ne<br />

hissettiğimi biliyor musun?” sorusuna<br />

verdiği cevap ile bire bir örtüşüyor,<br />

– Hiçbirsey”<br />

Genel olarak beğenmememe rağmen,<br />

yiğidin hakkını yiğide, ilk bölümü ayrı kefeye<br />

koymak gerektiğini düşünüyorum.<br />

İtalya’da geçen yemek bölümünün<br />

baştan çıkartan pizza ve makarna<br />

sahnelerini, benim yaptığım hatayı<br />

tekrarlamayıp, kesinlikle tok karınla izlemelisiniz.<br />

Dünyanın bildiği ve taktir ettiği, açıkçası<br />

benim farkına biraz geç vardığım İtalyan<br />

mutfağının tanıtımı ve reklamı çok iyi<br />

yapılıyor.<br />

O kadar yemek yiyip pantolon içine<br />

girmekte zorlanan Elizabeth, belli ki<br />

karnını iyice doyuruyor, yalnız film ekran<br />

karşısındaki bizleri, bir türlü gelişme<br />

gösteremeyen kısır döngü sayesinde<br />

konuya aç bırakıyor..<br />

Bu bölümde geçen ilginç diyalogda “Siz<br />

Amerikalılar hayatın tadını çıkartmayı<br />

bilmiyorsunuz” repliği belki de beni<br />

konu içersinde kaybetmeden söylenen<br />

en son iyi söz olarak aklımda kaldı, ve<br />

sinema salonunun içinde kahkaha tufanı<br />

kopmasını sağladı.<br />

Hikayenin ikinci bölümünde tüylerimizi<br />

ürperten sahnelerle Hindistan’a gelen<br />

Elizabeth, meditasyon aralarında<br />

tanıştığı, alkol tedavisi görmüş Amerikalı<br />

spiritüalist (“The Visitor” filmindeki<br />

oyunculuğuyla kendisine hayran<br />

kaldığım Richard Jenkins) ile içersinde<br />

bol bol özlü söz barındıran, derin sohbetler<br />

gerçekleştiriyor.<br />

Hindistan’da geçirdiği zaman içersinde<br />

ağır işlerde çalışan, bu yolculuğu<br />

yapmasının asıl amacından şaşmamak


adına gerek orada çalışan gönüllülerle, gerekse<br />

de oranın yerli halkıyla olabildiğince<br />

sosyalleşmeye özen gösteren, onları tanımaya<br />

uğraşan yazarımız, geleneksel Hint düğünü dahil<br />

bir sürü oluşumun içersinde yer alıyor.<br />

Yazarımız hikayenin son bölümünde soluğu<br />

Bali’de alıyor, ve geceliği yüzlerce dolar olabilecek,<br />

sahil kenarındaki bir evi kiralıyor. Bu<br />

paranın, kitabının basımını üstlenecek yayıncı<br />

şirketten alınan avans olduğu film içinde saklanan<br />

bir gerçek olarak göze çarpıyor.<br />

Yemekleri İtalyan mutfağından karşılayıp,<br />

duaları Hindistan tekkesinde eden yazarımız<br />

aradığı aşkı da Bali’de, eşinden yeni ayrılan,<br />

unutmak için Bali’ye gelen ve burada yaşamaya<br />

başlayan Brezilyalı iş adamı aracılığıyla (Javier<br />

Bardem) buluyor.<br />

Julia Roberts, Javier Bardem, Viola Davis,<br />

Richard Jenkis gibi büyük isimlerle yola çıkan,<br />

ve konusuyla milyonları peşinden sürükleyen<br />

bu hikayenin film kısmı açıkcası beni büyük<br />

hayal kırıklığına uğrattı. Kitabı okurken, biraz<br />

da olsa içinde yer alabildiğim “duygusal<br />

yolculuğu” filmde bulamadığımı ve konu içinde<br />

kaybolduğumu söyleyebilirim.<br />

Hep arada kaldığımız ama her zaman yanıtının<br />

çok net ve görünür olduğu “kitabı mı, yoksa<br />

filmi mi?” sorusunun cevap bulduğu öteki<br />

filmlerden bir tanesi daha tozlu raflarda yerini<br />

alacak gibi duruyor.<br />

Yazarın o sıcak, büyülü ve özenle seçilmiş kelimeleri<br />

ile sizin düşüncelerinizin birleşmesi ve<br />

ortaklaşa oluşturduğunuz o büyülü dünyanın<br />

yerini, yönetmen, oyuncular, ve kravatlı yöneticilerin<br />

alabilmesi ihtimalini, sizce de her deneme<br />

biraz daha fazla imkansıza yaklaştırmıyor<br />

mu?<br />

İyi seyirler.


Peşpeşe gösterime giren The Expendables,<br />

A Team, Salt, Predators gibi filmlerden<br />

anlıyoruz ki Hollywood 80’ler aksiyon filmlerinin<br />

ruhunu ısrarla çağırmakta…<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

n Peşpeşe gösterime giren The Expendables, A Team,<br />

Salt, Predators gibi filmlerden anlıyoruz ki Hollywood<br />

80’ler aksiyon filmlerinin ruhunu ısrarla çağırmakta…<br />

Demokratların ülkeyi yönettiği bir sırada yapılan bu<br />

hareketin politik tepkiselliğinden dem vurulabilir<br />

elbette ama tüm bu cehennem ateşinin sorumlusu<br />

“kas adamların” beyazperdede salına salına<br />

dolaştığı 80’leri hatırlamak çok daha keyifli bir<br />

yolculuk olacaktır.<br />

1980’lerin başında eski bir beyazperde kovboyu<br />

olan Ronald Reagan’ın başkanlık koltuğuna<br />

oturmasıyla hem ABD hem de Hollywood hızlı bir<br />

değişim geçirmiş, 70’lerin yönetmen sineması<br />

bambaşka bir kuşağın elinde yeniden ama içi<br />

boşaltılarak şekillenmişti. Lucas, Spielberg,<br />

gibi yönetmenlerin domine ettiği eğlence/kaçış<br />

sineması ürünleri en çok seyredilen işler haline<br />

gelmişti Bu filmlerin gerçekten eğlendirici ve<br />

hayal kurdurucu olduğunu kabul etmek gerek... Öte<br />

yandan Menahem Golan ve Yoram Globus’a ait Cannon<br />

Films gibi firmalar dönemin ruh halinden de ilham<br />

alarak, büyük bir iştahla, iyice yaygınlaşan video mefhumu<br />

için düşük bütçeli intikam filmleri üretiyordu ve seyirciden<br />

gelen talep doğrultusunda aksiyon sineması da yeni tarifler<br />

aramaya başlamıştı. Daha kaslı ve daha büyük silahlı adamların<br />

zamanı gelmişti artık. “Reagan yılları” olarak da adlandırılan<br />

80’ler boyunca epey bir ekmek yenen “tek adam” üzerine kurulu<br />

aksiyon filmleri kendi yıldızlarını oluşturmakta gecikmedi. Slyvester<br />

Stallone, Arnold Schwarzenegger, Jean Claude Van Damme, Steven<br />

Seagal, Chuck Norris, Dolph Lundgren, Michael Dudikoff, Reb Brown<br />

gibi iri kıyımlar kişisel intikamlarının peşine düşüp en azından perdede<br />

tüm ülkeyi ateşe verdiler.


Mel Gibson, Bruce Willis, Patrick Swayze<br />

gibi başka pek çok oyuncu da bu dönemde<br />

aksiyon filmlerinde boy gösterdi ama,<br />

propagandanın kucağındaki kaba gücün<br />

yokedicileri bu yazının asıl kahramanları<br />

olacak. Bahsedeceğimiz aksiyon yıldızları,<br />

70’lerin ince yapılı, kirli polislerinin aksine<br />

60’larda Maciste ya da Herkül filmlerinin gediklisi<br />

olan Steve Reeves, Reg Park gibi kaslı<br />

ve güçlü erkeklerdi. Erk’i simgeleyen ve her<br />

filmde giderek büyüyen silahlarıyla kafaları<br />

attığı vakit her şeyi havaya uçuracak kadar<br />

kızgındılar ve açıkcası bu numaralar epey<br />

bilet sattırıyordu. Henüz suyu çıkarılmamış<br />

patlama numaraları bu filmlerin görsel<br />

şovunu tamamlıyor ve milliyetçi gazla iyice<br />

pompalanmış seyirci, her tarafından kaslar<br />

fışkıran bu adamları avuçları patlarcasına<br />

alkışlıyordu.<br />

Daha öncesinde Death Wish gibi intikam<br />

filmleriyle seyirci hazırlanmış olsa da furyayı<br />

başlatan film Stallone’nin First Blood / İlk<br />

Kan’ı oldu. Film o kadar beğenildi ki hepimiz<br />

bir anda Vietnam’dan gelen neredeyse her<br />

gazinin gecikmiş intikamını almasını izler<br />

olduk. 70’lerde de Deer Hunter, Heroes, Coming<br />

Home gibi çarpıcı ve duyarlı filmlerde işlenen<br />

ama İlk Kan’ın aksiyon bahanesi olarak sunduğu<br />

“bir kenara atılmış eski askerler…” klişesi iliğine<br />

kadar sömürüldü ve anladık ki bu eski askerler<br />

biraz poh pohlanınca tekrardan o cangıllara<br />

dönüp geri kalan pislikleri/Vietkong’luları temizlemeye<br />

hazırdılar! Özellikle İlk Kan devam filmleri<br />

ve eski karate şampiyonlarından Chuck Norris’in<br />

sürüklediği Missing in Action serisi bu şablon üzerinden<br />

beslenen yapımlar oldu. Video için çekilen<br />

birbirinden uyduruk yüzlerce aynı türden filmde,<br />

Amerikan halkına Vietnam savaşını kazandıklarını<br />

düşündürecek kadar acıklı ve yanlış senaryolarda,<br />

hep aynı temanın suyu çıkarıldı. Sinema her zaman<br />

propaganda aracı olarak kullanılmış olmasına<br />

rağmen 80’ler Holywood’unun bu ruh hali oldukça<br />

ilginçtir doğrusu... Bu minvalde özellikle Rocky<br />

serisinin geldiği acıklı durum örneklenebilir. 1979<br />

yapımı ilk filmde kenar mahallenin yalnızlığından<br />

ve itilmişliğinden kaçışın dantel gibi işlenerek<br />

anlatıldığı Rocky, 4. filmde kendini Rus başkanına<br />

alkışlattıracak kadar Amerikan rüyasına dalmış bir<br />

propaganda karakteri haline gelmişti. Keza ilk First<br />

Blood’da sadece biraz huzur ve saygı isteyen aynı<br />

zamanda sistemden nefret eden Rambo karakteri 3.


filmde Afgan asilerle Rus avına çıkıyordu. Sly’ın<br />

para kazandığı sürece bu duruma itirazı olmadı<br />

elbette… Son Rocky filmiyle eski duyarlılığına<br />

bir dönüş yapıyormuş gibi gözükse de Rambo<br />

4 ve The Expendables’da gördük ki bu Yanki<br />

hala dünyanın her yerinde birilerine ateş etmeyi<br />

ve bir yerleri havaya uçurmayı seviyor! Yine de<br />

kendisi açık ara Holyywood’un en iyi aksiyon<br />

yıldızı olarak anılmayı hak eden bir isim… Üstelik<br />

tam “bitti artık..” denildiği anda muhteşem<br />

geri dönüşler yapabiliyor ki bu Hollywood’da<br />

pek rastlanan bir şey değil.<br />

Sinema kariyerine, The Way of the Dragon’da<br />

bir Çinli’den (Bruce Lee) dayak yiyen ilk batılı<br />

olarak talihsiz bir başlangıç yapan Chuck Norris<br />

belki be bunun ezikliğinden, 80’ler boyunca<br />

Amerikan çıkarlarını beyazperdede korumak<br />

adına elinden geleni ardına koymadı. Missing<br />

in Action serisinde havaya uçurulmadık<br />

Vietkong’lu kampı bırakmayan Norris, Lone Wolf<br />

McQuade’de Meksikalı kaçakçıları patakladı ama<br />

hiçbir filmi Invasion U.S.A (Amerikanın İşgali)<br />

kadar ırkçı ve kaba değildi. Norris, komedi filmlerinde<br />

bile oynayan diğer aksiyon yıldızlarının<br />

aksine duruşunu korudu ama 80’ler bittiğinde<br />

iyice komikleşmiş bir figür haline geldi. Chuck<br />

Norris Facts sitesinde ki “Chuck Norris şınav<br />

çekerken kendini yukarı itmez, dünyayı aşağı<br />

iter.” gibi mavralarla alaya alınan ama yine de<br />

kendisini ve düşüncelerini çok ciddiye alan yıldız<br />

şu aralar Irak ve Afganistan’daki Amerikan askerlerine<br />

moral vermekle meşgul…<br />

Slyvester Stallone John Rambo ve Rocky<br />

Balboa karakterlerini devam filmlerinde iyice<br />

millileştirince dönemin en unutulmaz ismi oldu<br />

şüphesiz ama en az kendisi kadar muhafazakâr<br />

pek çok arızalı adam bu furyadan nemalandı.<br />

Stallone’nin hemen peşinden gelen Arnold<br />

Schwarzenegger kötü oyunculuğuna rağmen<br />

defalarca şampiyon olmuş gerçekten heybetli<br />

bir vücut geliştiriciydi ve 80’ler seyircisinin<br />

kaba ruhu mimiklerden çok bicepslere önem<br />

veriyordu. Herkül New York’ta gibi pespaye bir<br />

filmle sinemaya merhaba diyen aktör, yine bir<br />

kılıç&sandal filmi olan Conan’la dünya çapında<br />

ünlendikten sonra peşi sıra gelen Terminator,<br />

Commando, Raw Deal, Predator ve The Running<br />

Man gibi filmlerle aksiyon filmlerinin en aranan<br />

isimlerinden oldu. 90’lar geldiğinde ise Terminatör<br />

serilerinin mirasını yemekten fazlasını<br />

yapamayan Arnie bambaşka bir alana geçerek<br />

politikaya atıldı ve halen California valisi olarak<br />

görev yapmakta... Eğer Avusturya’da doğmamış<br />

olsaydı Reagan gibi Amerika başkanı bile olabilirdi<br />

belki...<br />

Jean Claude Van Damme ise video furyasının<br />

ortasında yıldızlaştı. Belki bu yüzden ABD’de asla<br />

diğerleri kadar ciddiye alınan bir oyuncu olamadı<br />

ama filmlerinin 3. dünya’da iyi iş yapmasından<br />

mütevellit daima el üstünde tutuldu. Kan Sporu<br />

ile beklenmedik bir sıçrama yapan ve Kumite adı<br />

verilen bir dövüş turnuvasına katılarak herkesi<br />

pataklayan, havada bacak açmalarıyla ünlenen bu<br />

dövüş sanatları uygulayıcısı aktörlüğüyle değilse<br />

bile yakışıklılığıyla dikkati çekerek A sınıfı aksiyon<br />

yıldızları arasına girdi. Çabuk bir yükseliş ve<br />

hızlı bir düşüş yaşayan aktör sonraları bütçesiz<br />

pek çok video filminde ve hatta Sınav adlı bir<br />

Türk yapımında hayranlarının karşısına çıksa da<br />

eski günlerin popülaritesinden oldukça uzak.<br />

Rocky 4’ün sabit bakışlı Ivan Drago’su olarak<br />

tanınan Dolph Lundgren birden gelen bu şöhreti<br />

iyi değerlendirerek sinema kariyerini başlattı.<br />

Cannon Films’in büyük umutlarla çektiği ama<br />

gişede batan He-Man filminin akibeti farklı olsaydı<br />

belki şimdilerde daha iyi bir sinema geçmişi


olabilirdi ama ilk başrolünde gelen bu hezimet<br />

yüzünden hemen daha düşük bütçelere<br />

kaydırıldı ve orada kaldı. Sınırlı oyun gücüne<br />

rağmen fiziği sayesinde ucuz aksiyon filmlerinin<br />

aranan yıldızı oldu. Son olarak The<br />

Expendables’da ilk rol arkadaşı Stallone ile<br />

tekrar oynama imkanı buldu ama bu bir geri<br />

dönüşe yol açar mı bilinmez.<br />

80’lerin sonuna yetişmiş, kendine has dövüş<br />

stili, sabit bakışları ve önüne geleni dövmesiyle<br />

ünlenen Steven Seagal ise daha çok<br />

video filmlerinin aranan adamı oldu. Geçmişi<br />

şaibeli, kimilerine göre CIA yakın dövüş<br />

eğitmeni olan bu aktörün filmleri de daha<br />

ziyade Amerika dışında tutuldu yine de Kurt<br />

Russell’a Executive Decision ya da Tommy<br />

Lee Jones’la Under Siege gibi büyük bütçeli<br />

yapımlarda oynama fırsatı buldu. Steven<br />

Seagal şimdilerde neredeyse her ay bir düşük<br />

bütçe filmi çevirmekle meşgul… Doğrudan<br />

videoya giden bu filmlerin alıcısı da genelde<br />

aktörün eski hayranlarından oluşuyor. Robert<br />

Rodriguez’in son filmi Machete’de ufak<br />

bir rolü bulunan aktör bakalım yeni bir geri<br />

dönüş yapabilecek mi?<br />

Videodan asla çıkamayan ama bu medyada<br />

epey popüler olan isimler de var. American<br />

Ninja filmlerinin yakışıklı oyuncusu Michael<br />

Dudikoff ya da onlarca önemsiz Vietnam<br />

sonrası filmde oynamış Reb Brown gibi… Michael<br />

Dudikoff çok bilinen bir yüz olmasına rağmen<br />

asla büyük bütçeli bir filmde oynama imkanına<br />

kavuşamamış ama video klüplerinden kiralanan<br />

filmlerin tanıdık yüzlü siması olmuştur. Rus asıllı<br />

aktör, vasat oyunculuğuna rağmen TV ve düşük<br />

bütçe filmlerde istikrarlı bir kariyer yaptı denebilir.<br />

Godfrey Ho’lu ninja filmlerinin her yanı sardığı<br />

sıralarda yaptığı American Ninja filmleri ile kendi<br />

hayran kitlesini oluşturdu. 80’leri yadederken<br />

mutlaka anılması gereken isimlerden biri muhakkak...<br />

Reb Brown ise video için çekilen sıfır bütçeli<br />

Vietnam filmlerinin aranan yıldızıydı. Gerçekten iri<br />

bir adamdı ve onun filmlerini izlemek bambaşka<br />

bir keyifti. Vurulan adamların ayaklarından sarkan<br />

fünye telleri, kerosen az geldiği için patladıktan hemen<br />

sonra sapasağlam gözüken kamyonlar, tuhaf<br />

dövüş sekansları, defalarca ölen aynı Vietkonglular<br />

gibi prodüksiyon sefaletinden kaynaklanan ne<br />

varsa bu adamın filmlerinde görmek mümkündü<br />

doğrusu...<br />

Yıllar boyunca bu tür filmlerden yayılan kerosen<br />

kokusu her yanı sarsa da artık iyice<br />

samimiyetsizleşen propagandanın ve bu tür filmlerin<br />

sonu 90’larda geldi. Özellikle video furyasının<br />

sonlanmasıyla iri yarı, kaslı adamlara olan ihtiyaç<br />

sonlandı. Halen sinemalarda gösterilmekte olan<br />

The Expendables’a kadar tüm bu patırtı hoş bir<br />

sinemasal anı olarak kaldı. Sly’ın bu son marietinin<br />

ise masum bir eski günleri anma partisi mi yoksa<br />

tür ve “kas adamları” için yeni bir tetikleyici mi<br />

olduğunu hep birlikte göreceğiz.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Ukrayna’nın en güzel kadını kim diye<br />

sorsak çoğu erkek Milla Jovovich der<br />

herhalde. Maviye çalan yeşil gözleri<br />

ince ve uzun vücuduyla beyazperdeden<br />

önce moda dergilerinin dikkatini<br />

çekti Jovovich. Ukrayna’da dünyaya<br />

gelen güzel yıldızın annesi de bir aktirist.<br />

O dönemde anne Galina Jovovich<br />

Sırp bir doktora gönlünü kaptırıyor.<br />

Milla 1975’te doğduktan sonra 81’de<br />

ABD’ye göç ediyorlar. Milla annesinin<br />

bütün güzelliğini almış ya hemen<br />

moda dünyasının ilgisini çekiyor. Dha<br />

9 yaşında çekilen resimleri bir çok<br />

moda dergisinin kapağını süslüyor.<br />

Milla’nın en büyük dramı ise babasının<br />

hapise düşmesi. Uzun bir dönem hapis<br />

yatan baba anne tarafından terk<br />

ediliyor. Galina Milla’yı da alıp Los<br />

Angeles’a taşınıyor. Milla bütün bu<br />

bunalımlar içinde kariyerinde hızla<br />

tırmanıyor. Moda dergileri, kapaklar<br />

derken ünlü markaların yüzü olmaya<br />

başlıyor. Chanel, Versace, Emporio<br />

Armani, Donna Karen, DKNY, Celine,<br />

P&K, H&H ve kariyerini devam ettirdiği<br />

L’Oreal için reklam kampanyalarında<br />

oynuyor. Uzun sure Giorgio Armani’nin<br />

parfümlerinin yüzü oluyor. 2009’dan<br />

beri Donna Caran’ın Cashmere Mist<br />

parfümü tanıtımlarında onu kullanıyor.<br />

Bu kariyer devam ederken sinemadaki<br />

başarısı da ayrı bir hikaye. Sanki iki<br />

insanın bütün yaşamını kendi vücudunda<br />

irleştiriyor Milla Jovovich. 1988<br />

yılında Disney Chanel filmi olan The<br />

Night Train to Kathmandu filminde ilk<br />

sinema tecrübesini yaşıyor. Birçok<br />

televizyon dizisi ve birkaç filmden<br />

sonra 1991 yılında Return to the Blue<br />

Lagoon ile iyice dikkatleri çekiyor.<br />

Ama asıl patlamasını 1997’de Bruce<br />

Willis ile başrolü paylaştığı Beşinci<br />

Element ile yapıyor. Filmin yönetmeni<br />

Luc Besson ile iki yıl süren bir<br />

ilişkiden sonra Jovovich bence hakkı<br />

yenen ama müthiş bir performans<br />

gösterdiği 1999 yapımı The Messenger:<br />

The Story of Joan of Arc filminde<br />

kendini kanıtlıyor. Ama dünya bu işte<br />

2002 yılında başrolünü oynadığı Resident<br />

Evil filmi onu bambaşka bir kahraman<br />

haline getiriyor. Bu ay vizyona<br />

girecek olan Resident Evil: After Life<br />

ile serinin dördüncü filmini çeviren<br />

Jovovich üç yıl evvel doğurduğu<br />

kızının babası ve Resident evil’in<br />

yönetmeni Paul W.S. Anderson ile<br />

beraberliğini sürdürüyor. Jovovich ni<br />

kadar narin bir fiziğe sahip olsada bu<br />

vurdulu kırdılı seriyi kafasına takmış<br />

durumda. Bütün o narinlik Uzak<br />

doğu dövüş sanatlarına duyduğu<br />

ilgiye mani olmamış. Brezilya dövüş<br />

sanatı Jiu Jitsu ise sanatçının uzmanı<br />

olduğu bir spor. Rusça, İngilizce,<br />

Fransızca bilen sanatçının iki insanın<br />

hayatını tek vücutta yaşaması bakalım<br />

ne kadar sürecek. Ünlü bir model,<br />

bir sinema yıldızı, anne ve dövüş,<br />

sanatları uzmanı, iyi bir aşçı ve daha<br />

neler neler. Milla Jovovich anlatmakla<br />

bitmiyor.


Milla Jovovich<br />

birbirinden farklı<br />

iki yaşamı içinde<br />

barındırıyor.<br />

Ünlü bir fotomodel,<br />

bir sinema<br />

yıldızı, iyi bir<br />

anne, aşçı ve<br />

dövüş sanatları<br />

ustası. Ama<br />

herşeyden önce<br />

narin, yeşil gözlü<br />

öldürülemeyen<br />

Resident Evil’in<br />

Alice’i o…


Karizmatikliğin<br />

sınırlarını uzun<br />

burnuyla çizen ince<br />

ve narin fiziğine<br />

rağmen bu ay<br />

vizyona giren<br />

Predators filminde<br />

canavarlarla savaşan<br />

Adrien Brody<br />

sinema macerasına<br />

bizi şaşırtarak<br />

devam ediyor


BANU BOZDEMİR<br />

n Karizmatikliğin sınırlarını uzun burnuyla çizen,<br />

zirve çıkışını Roman Polanski imzalı Piyanist’le<br />

yapan, oradaki rolüyle Oscar’a ve Halle<br />

Berry’nin dudaklarına uzanan Adrien Brody 14<br />

Nisan 1973 doğumlu. Okumuş etmiş bir anne<br />

babanın evladı olunca şansı katlanan çocuklardan<br />

kendisi. Baba yani Elliot Brody tarih profesörü<br />

ve ressam, anne yani Sylvia Plachy ise<br />

ünlü foto muhabiri. Küçük yaşlarda annesine<br />

poz veren ve bu işi sevip kıvırdığını düşünen<br />

küçük Adrien oyuncu olmayı kafasına koyar.<br />

Hatta arkadaşlarının doğum günü partilerinde<br />

The Amazing Adrien adıyla sihir gösteriler yapar.<br />

Bu gizli yeteneği keşfeden annesi oyunculuk<br />

aşkını destekler ve küçük Adrien önce American<br />

Academy of Dramatic Arts’da çocuklar için<br />

düzenlenen haftasonu programlarına katılır<br />

daha sonra New York’ta, Fiorello H.<br />

LaGuardia High School of<br />

Music & Art and Performing<br />

Arts’da oyunculuk<br />

eğitimi alır. Sinemaya<br />

sıçraması 1989 yapımı<br />

Woody Allen filmi New<br />

York Stories adlı filmindeki<br />

küçük bir rolle<br />

olur, asıl 1993 yapımı<br />

Steven Soderbergh<br />

filmi King of The<br />

Hill’de seyirci<br />

karşısına çıkar. 1998 yapımı Terence Malick<br />

filmi İnce kırmızı Hat, sonra Spike Lee filmi<br />

Summer of Sam’le (punk rocker’dı orada)<br />

dikkat çeker. Hatta Ken Loach Filmi Ekmek<br />

ve Gül’de zalim patrona karşı örgütlenen Sam<br />

olarak karşımıza çıkar. Tam da uluslar arası<br />

olma zamanıdır! O sırada bir piyano gelir<br />

yerleşir parmaklarının altına, tüm anlamsız<br />

savaşlar için, yalnızlık için, insanlık için çalar,<br />

oynar, 13 kilo verir, stres olur, sevgilisinden<br />

ayrılır ve Oscar’ı kapar. O ve Roman Polanski<br />

iyi bir iş çıkarmıştır.<br />

Shyamalan filmi Köy, kimsenin kariyerine<br />

bir şey katmadığı gibi onunkini de cilalamaz,<br />

ama Peter Jackson imzalı King Kong’da rol<br />

alması, büyük prodüksiyonlara sızacağını da<br />

duyurur cümle aleme… 2005 yılında oynadığı<br />

Jacket’de Jack Stars adlı sanrılı bir adamı<br />

oynar, geçmiş gelecek birbirine karışır.<br />

Bloom Kardeşler’deki Bloom olarak pek<br />

bir sevimlidir, Giallo’da Dedektif Enzo’dur,<br />

geçen haftalarda izlediğimiz Deney’de kafayı<br />

deneylere takmış talihsiz Clive’dir. Bizde<br />

daha vizyona girmeyen yeniden çevrim The<br />

Experiment’de Travis’de değişen rolleri<br />

sorgulatır. Bu ay vizyona girecek olan 1987<br />

yapımı filmin yeniden çevrimi Predators /<br />

Av filminde Royce adlı bir asker olacak ve<br />

uzaylılarla savaşacak! Böylece her role girip<br />

çıkabildiğinin altını bir kez daha çizecek!


FOTOĞRAFLAR: MURAT TOLGA ŞEN


Nefes filmindeki yüzbaşıdan sonra kafaların ona çevrildiği, herkesin acaba<br />

asker mi yoksa oyuncu mu diyerek bir anda olsa kuşkuya düştüğü<br />

Mete Horozoğlu’yla Galata’nın Arnavut kaldırımlı sokaklarında, Doğan<br />

Apartmanı’nın hemen karşısında buluştuk. Konudan konuya atladık, en fazla<br />

politika konuştuk, Nefes aldık, Vay Arkadaş Dedik, Kavşak’lara daldık. Ortaya<br />

heyecanlı, cesur ve sempatik bir röportaj çıktı… İyi okumalar…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Oyuncu olarak hayatı başka türlü algılıyoruz<br />

derken…<br />

Yani oyuncu hayatı başka yönünden algılar. Aslında<br />

her meslek için geçerli. Doktor da farklı yönünden<br />

algılar. Oyuncu kişisi de değişik bir kişiliktir.<br />

Egosantrik midir gerçekten…<br />

Evet öyle olmasa sahneye çıkamaz ki zaten. Ama<br />

çok değişik. Ben hayatımda o noktayı dengelemek<br />

için büyük bir zaman harcıyorum. Oynamak<br />

için çok büyük, yaşamak içinse çok düşük bir<br />

egoya ihtiyacınız var. Sahnedeki egoyu hayata<br />

yansıtırsam insanlarla ilişkim farklı oluyor, insanlarla<br />

olması gereken egoyu sahneye yansıtırsan o zaman<br />

da sönük bir şey çıkıyor. Ömrüm boyunca da<br />

çözebileceğimi sanmıyorum.<br />

Siz bunu çözedurun bir yandan da sizin bir<br />

durakta görülme hikayeniz var. Niye bu kadar<br />

şaşırırlar ki… Bir yandan yakın olma isteği var<br />

bir yanda da şaşırma duygusu?<br />

Belki orada görmek istemiyor, Kaf dağının ardında<br />

durumu yaratıyor belki de sanatçı için. Mesela sahne<br />

oyuncusu en değerli oyuncudur benim yaptığım<br />

gözleme göre. Sahneden tanıyorsa seni pek yanına<br />

yaklaşamaz, uzaktan bakar. Sinemadan tanıyorsa<br />

mesafe biraz daha kısalır ama televizyondan<br />

tanıyorsa çat diye gelip ensene vurabilir. Bunların<br />

hepsi yaşanmışlıklarla alakalı. Malı aldığı yere tavrı<br />

değişiyor insanın. Sanat kutsaldır sözü seyirci ile<br />

icracı arasındaki ilişkiden kaynaklı.<br />

Herkes genelde dizilerle parlıyor ama sizinki bir<br />

sinema filmiyle oldu?<br />

Keşke tiyatroyla ünlü olsaydım. (gülüşmeler)<br />

Evet herhalde herkesin yani büyük bir kesimin<br />

isteği o. Mesela koskoca Tuncel Kurtiz’in<br />

tanınması bile Ezel sayesinde oldu.<br />

Edebiyat için de aynı şey geçerli. Aşk- Memnu’nun<br />

kitabı çıkmış geyiği var mesela. Gerçek mi değil mi<br />

bilmiyorum ama iyi bir örnekleme. Biz edebiyatçıya<br />

da aynı değeri veriyoruz. Edebiyatçılara yapılıyorsa<br />

bize haydi haydi… Evet, sinema filmi (Nefes)<br />

sayesinde daha fazla insan tarafından tanındım,<br />

kitlemi genişlettim. Tiyatrodan kaynaklı 10-20 bin<br />

kişi tanırken, bir anda milyonlara ulaştı…<br />

Rolünüz de çok güçlüydü. Çok geniş bir seyirci<br />

kitlesi oldu, gençler değil de herkes gitti sinemaya.<br />

O yüzbaşıya nasıl hayat verdiniz. Dünya<br />

sinemasında bile örneği az bir oyunculuk. Patton<br />

filmindeki George Scott kadar iyiydiniz.<br />

Nasıl bu kadar başarılı oldunuz?<br />

2003 senesinde ileri oyunculuk diye bir lisans deney<br />

programı yaptık. Çetin Sarıkartal’ın düzenlediği<br />

bir şeydi. Ezel Akay, Haluk Bilginer, Demet Akbağ,<br />

Ayşe Lebriz ders veriyorlardı kendi alanlarında.<br />

Metod ve ruhani oyunculuk da vardı. O sınıfta Nadir<br />

Sarıbacak, Tansu Biçer, Öner Erkal, Nergis Öztürk<br />

vardı. Hepimize bir şey oldu, herkes iyi bir yere<br />

geldi. Sahne oyunculuğuyla sinema oyunculuğu<br />

arasında fark var. O teknikleri kullandım, Çetin<br />

Sarıkartal’la bunun konuşulması gerekiyor. Çok<br />

başarılı bir oyuncu kuşağı gelmek üzere devam<br />

ederse eğer. Anadolu insanında zaten bir oynama<br />

içgüdüsü var. Biz zaten hayatı oynarken yaşıyoruz<br />

batı insanından farklı bir şekilde. Oyunsuluk var<br />

bizim hayatımızda. O genleri seçerek ve daha iyi<br />

işleyerek aktüel hale getiriyorsun. Ben de soruyorum<br />

onu uzun zamandır nasıl oldu diye? Çünkü<br />

ben oynarken, o adamı gördüm. Komutanlar falan<br />

sordu. Hep beraber izledik. Spesifik iş yapıyoruz ya.


Askerler ne diyecek merak ettim<br />

doğrusu. Gerçeklik olarak<br />

bayağı iyi notlar aldık. Komutan<br />

geldi bana ‘bizde misin’dedi.<br />

Kuleli’den misin, nereden biliyorsun<br />

bizim tripleri nereden<br />

biliyorsun dedi. Yok oyuncuk<br />

nanesi bizimki dedim. Metod<br />

üzerine çalışma diyorum buna.<br />

Uzun süren bir iş oldu. İsteyerek<br />

ya da istemeyerek. Uzun bir<br />

alıştırma süresi gerekiyor iyi<br />

bir şey için. Bunu anladık. Son<br />

zamanlarda çekilen filmlerde<br />

dört haftada bitirmemiz lazım<br />

diyorlar. Ama o süreç içinde sen<br />

anca oturtuyorsun rolü.<br />

Evet başında ve sonunda<br />

oyuncu aynı değil oyuncu,<br />

şivesi falan…<br />

Anca oturuyor karakterler,<br />

birbirlerine ısınıyor oyuncular.<br />

Biz de ön çalışma olarak bir<br />

tek okuma provası yapılıyor,<br />

eskiden o da yoktu. Kurabiye<br />

yiyerek, iki kelam okuruz. Çekim<br />

yaparcasına, kamera,<br />

sanat ve ışık ekibinin provasını<br />

yapabileceği bir hazırlık olmalı.<br />

Nefes’in hazırlık aşamasını<br />

doğru mu buluyorsunuz bu<br />

durumda?<br />

Biz hazırlık aşamasından çok<br />

daha fazla kaldık orada. Altı ay<br />

gibi bir sürede bitecekti film.<br />

Ama birtakım aksaklıklardan<br />

dolayı uzadı. Bilinçli bir tavırla<br />

uzamadı yani.<br />

Bu film çıkmayacak, olmayacak<br />

duygusuna kapıldığınız<br />

hiç oldu mu?<br />

Olmayacak mı acaba duygusuna<br />

hiç kapılmadım. O<br />

kadar olmama ihtimali ortaya<br />

çıktı oysa. 180 kutu filmimiz<br />

yandı. 25-30 günlük çekimlerin<br />

filmi yanmış, para bitmiş.<br />

Kemer’deydik, haber geldi.<br />

Derin bir sessizlik oldu. O<br />

an bile çekilemeyecekmiş<br />

hissine kapılmadım, şimdi<br />

düşündüğüm de bile. O bizim<br />

üstümüzde bir işti zaten, film<br />

kendi kendini çekti.<br />

Evet bugüne kadar ki<br />

kalıpları yıkan bir yanı da<br />

var…<br />

Uhrevi olarak inanılmaz hikayeler<br />

var. Bizim tüylerimiz diken<br />

diken oldu. Orada bir vadi<br />

var, intikal sahnesi çekiyoruz.<br />

Traktörle çıkıyorsun zaten.<br />

Çok güzel bir alan.<br />

Orada bütün gün çekim<br />

yaptık, mahvettik orayı.<br />

Sabah traktörle çıktık,<br />

sanki sanat grubunu<br />

orada bırakmışız da onlar<br />

sabaha kadar çalışmış.<br />

Kar yağmış, her şeyin<br />

üstünü örtmüş. Bir daha<br />

yağmaz denilen kar yağdı.<br />

Bu hikaye anlatılmalı ya.<br />

Bunca yıl neden anlatılmadı<br />

diye sorulması gerekiyor…<br />

Cesaret, orta nokta,<br />

her şey var bu konuyu<br />

konuşmaktan, ortaya koymaktan<br />

ve film yapmaktan<br />

alıkoyan. Ama bu film bir<br />

sinema gerçekten de. Oyuncu<br />

oynadığı filmle ilgili bir<br />

misyon üstlenir mi sizce?<br />

Eğitimde Haluk Bey’in<br />

söylediği bir şey vardı.<br />

Arkadaşlar kontrollü şizofreniyi<br />

öğrenin demişti. Kontrol eden<br />

iyi oynuyordur, oynayamayan<br />

hastanelik oluyordur,<br />

hatta hasta olduğunu kimse<br />

anlamaz, doktora da kendisi<br />

gider demişti.<br />

Peki uç karakterleri oynamak<br />

gibi bir isteğiniz var mı?<br />

Uç karakterleri oynamak<br />

kolaydır. Hayatı belli standartlarla<br />

yaşıyorsun. Onlarla işte alakasız<br />

insanları oynamak çok keyifli olur. O<br />

bir diktatör, eşcinsel, meczup, ruhani<br />

bir lider olur. Zaten oyunculuğun tadı<br />

o. Benden alakasız insanlar giriyor<br />

hayatıma. Belli bir süre misafir ediyorum<br />

onları.<br />

Nefes filminden sonra yüzbaşı rolü<br />

üzerime yapışır mı diye çekindiğiniz<br />

oldu mu? Mesela Münir Özkul<br />

yıllardır Yaşar Usta’dır bizim için.<br />

Yapımcılarda bitiyor iş. Hala<br />

sektör olamamaktan<br />

kaynaklı. Kes yapıştır yapıyor.<br />

Bu adam burada çok güzel durdu diyor.<br />

Görüşmeye çağırıyor ‘sen kimsin’<br />

diye soruyor sonra. Adam 45 – 50 yaşlı<br />

yaşlarında, içine kapanık bir adam<br />

bekliyor. Öyle olmadığını görünce seni


yerleştiremiyor. Oynuyoruz biz<br />

diyoruz… Bizim keyfimiz de orada.<br />

Aynı adamı oynamak garanti bir<br />

iş ama oyuncu farklılaşmak ister.<br />

Şimdi garantiye almak için oyuncu<br />

olarak genç bir yaştayız. Hep<br />

söylenir oyunculuk kırktan sonra<br />

oturur, hatta para kazanmaya da<br />

o yaştan sonra başlarsın diye…<br />

Oyunculuk<br />

biraz<br />

eziyetli bir meslektir.<br />

Yurt dışında da böyleymiş. Dustin<br />

Hoffman da aynısını söylemişti bir<br />

yerde. Demek ki dünyanın her yerinde<br />

böyle.<br />

Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo<br />

nasıl bir filmdir, sizin rolünüz<br />

nedir?<br />

Üç tane arkadaş var. Varoşlarda<br />

yaşıyorlar. Biz Balat civarında<br />

çektik. Hayatın eziyet ettiklerinden<br />

diyebiliriz. Hayatı,<br />

ailesi, geleceği sorunlu insanlardan.<br />

Dildo’nun (benim)<br />

babası acilen rahatsızlanıyor,<br />

acilen para gerekiyor. Manik<br />

araba çalınmasına karşı ama<br />

araba çalmaya karar veriyorlar.<br />

Arabaların birinden ceset,<br />

birinden uyuşturucu çıkıyor. Vay<br />

arkadaş, her şey de bunların<br />

başına mı gelecek durumu<br />

oluyor. Komedi aksiyon. İyi<br />

koşturduk. Çekimler kısa sürdü.<br />

Benim için kısa tabii.<br />

Manik, Tik, Dildo bitirim<br />

mahalle delikanlıları ve bu<br />

isimler de onların lakapları<br />

sanırım…<br />

Manik hareket halinde biri,<br />

Tik’in tikleri var. Dildo’nun da<br />

kadınlarla arası iyi. Dildo vibratör<br />

demek. Bunu nedense<br />

erkekler daha çok biliyor,<br />

kadınları ilgilendiren her<br />

şeyle çok daha fazla ilgili<br />

olduğumuz için sanırım…<br />

Filmdeki rol<br />

arkadaşlarınız da çok<br />

keyifli ve ünlü isimlerden<br />

oluşuyor. Nasıl<br />

bir sinerji oldu sette…<br />

Biz erkek oyuncular<br />

çok keyifli olduk. Hepsi<br />

çok çalışmak istediğim<br />

oyunculardı. Rasim<br />

Öztekin’le baba-oğul<br />

oynadık mesela. Belki de tek<br />

tek yaşamam gerekirdi hepsiyle<br />

ayrı bir filmde ama bu film o<br />

anlamda da çok iyi oldu. Bütün<br />

keyifleri bu filmden aldım diyebilirim.<br />

Hepsi de ilk beş içinde<br />

alacak isimler. Yapım şirketi çok<br />

keyifli bir ekip oluşturdu.<br />

Oyunculuk yapmak için<br />

İstanbul’da yaşamak gerekli<br />

mi? Sektörün kalbi biraz<br />

buralarda atıyor sonuçta?<br />

Ne oyunculuğu yapmak istediğine<br />

bağlı. Sinema ve dizi oyunculuğu<br />

için İstanbul’da olmak gerekir<br />

ama tiyatro için gerekmez.<br />

Bölge tiyatrolarından yaşayan<br />

arkadaşlarımız var uzun seneler.<br />

O siyasi meselelerle birleşen uzun<br />

bir mesele ya. 70’lerden sonra<br />

bize bir şeyler oldu. Batılılaşma<br />

adı altında biz kısırlaştırıldık.<br />

73’de seyirci sayısının 246 milyon<br />

olduğunu öğrenince dehşete<br />

düştüm. Şu anda 30 milyonuz.<br />

Sektör olmadık diyoruz ama o zamanlar<br />

sektördük işte. O zamanki<br />

filmlere bir bakıyorsun Münir<br />

Özkul’un Yaşar Usta zamanları…<br />

Ailenin geçim sıkıntısı, o döneme<br />

ait çok gerçekçi bir şey anlatıyor.<br />

Bir arada durmaya çalışıyorlar,<br />

zabıta ve polisi eleştiren filmler.<br />

Şimdi zabıta ve polisi o durumda<br />

göstermezsin diyorlar. Herkes<br />

o dönemde ülke meselelerinin<br />

içindeki filmlerde oynuyor. Belki<br />

doğu meselesi anlatılacak. Orada<br />

çözemediğimiz sorunlar var.<br />

Zaten sanat bu değil midir ki?<br />

Aylık abonman satılmış, herkes<br />

haftada beş altı kere sinemaya<br />

gitmiş demek ki o zamanlar. Ama<br />

niye? Onu anlatan hikayeler var,<br />

empati kuruyor seyirci. Şehirde<br />

başarı kazanmış, altında cip olan<br />

insanların hikayelerini oynuyoruz<br />

hepimiz. Münir Özkul’u hiç<br />

zengin, cipli adamı oynarken<br />

gördük mü? Asıl karakter orta<br />

sınıfı canlandıran oyuncudur. Sen<br />

o insanların derdini anlatmazsan<br />

niye gitsin ki sinemaya?<br />

Hani birazda kendin gibi olandan<br />

uzaklaşma hali var ya, öyle<br />

denir yani…<br />

Ne olmuş o dönem? Sony,<br />

WB firması girmiş ama kendi


koşullarını ortaya koymuş.<br />

Sinemaları kapatıyoruz, klimalı<br />

salonlar yapacağız ama kendi<br />

filmlerimizi oynatacağız demiş…<br />

Bilinçsizce yapmış olabilir<br />

ama Recep İvedik’in yaptığı<br />

da bu aslında. Beyaz adamı<br />

döver o.<br />

Evet. Karşılığını buluyor orada.<br />

Hikayesi anlatılan insan dayak<br />

yer Recep İvedik’te. Kaba<br />

saba yapıyor ama karşılığını<br />

da buldu. Kültürel olarak<br />

hoşlanmıyorsan daha iyisini sen<br />

yapacaksın. Ama ne bu insanın<br />

hikayesini anlatmayı bıraktık<br />

biz. Bu meseleye tiyatrodan<br />

geldim. Tiyatroda arıza var. Ben<br />

tiyatroda her ülkeden insanın<br />

hayatını oynadım. Bir yandan<br />

da bana ne kardeşim Kübalının<br />

derdinden demek istiyorum.<br />

Benim Tarlabaşı’ndaki bu sorunu<br />

yaşayan insanım yok mu?<br />

Var. Niye? Türk halkının derdini<br />

anlatacağım dediğin zaman<br />

milliyetçi oluyorsun. Başka türlü<br />

yapalım diyorsun solcu diyorlar.<br />

Sıfatlar yerleştirilmiş. Garip bir<br />

mevzu var. Sanat yapmıyoruz.<br />

Bu insanları anlatmayı bıraktık.<br />

Benim işlerine aşık olduğum<br />

insanların hepsi hapis görmüş.<br />

Çünkü o sistemde doğruyu söylersen<br />

hapse gidiyorsun. Şimdi<br />

hangimiz gidiyoruz hapse. Sosyal<br />

olarak dert anlatmıyoruz,<br />

korkuyoruz. Bizi hepse atmazlar<br />

beki ama kazanımlarımızdan<br />

oluruz. Taviz vermeden bu işler<br />

olmuyor.<br />

Bu sizin rol seçiminizi belirleyen<br />

ana unsurlar mı olacak?<br />

Nefes’i seçmem öyle oldu<br />

biraz. Tiyatrodan tam ayrılma<br />

döneminde, ben bu memleketin<br />

derdini anlatmıyorum galiba<br />

derken, Nefes filmi geldi. Nefes<br />

filmi açılıma denk gelen bir film<br />

oldu. İki Dil Bir Bavul’u örnek<br />

gösterdim hep. Bu iki filmi al<br />

bir potada erit, işte açılım. Ya<br />

orada mesele var kardeşim.<br />

Her taraftan bu meselenin<br />

filmi çekilseydi. Dağdaki gerilla<br />

tarafından çekilseydi, neden<br />

dağa çıkıyor, başına neler<br />

geliyor?<br />

Işıklar Sönmesin de<br />

onu yapmaya çalışmıştı<br />

zamanında?<br />

Evet ama hiçbir şeye<br />

dokunamayınca derdini<br />

anlatamıyorsun işte. Bir<br />

şeylerden vazgeçince oluyor,<br />

o zaman da yasaklanıyor, içeri<br />

atılıyorsun. Atsınlar kardeşim.<br />

Oradaki insan nasıl anlatacak<br />

derdini? Gazete, dergi<br />

yok, sosyal bir dernek yok.<br />

Bir de sanatı aldığın zaman o<br />

insanın elinden kendini nasıl<br />

ifade edecek? Ya 40 senedir<br />

bu insanlar keçilerle yaşıyor.<br />

Dostluğu, kardeşliği, mahalle<br />

kültürünü yaşayabilsek bir<br />

sorun yok. Yurtta Sulh Cihanda<br />

Sulh bir önermedir<br />

zaten. Burada sulh olursa, her<br />

yerde sulh olur diyor Atatürk.<br />

Aslında beş bezimizin de bir<br />

arada olması için bir sebep<br />

olmayan, hakça, bir arada<br />

üreterek ve tüketerek yaşayan<br />

bir toprak parçası olduğunu<br />

düşün, yan ülkelerden gelip<br />

bunun sırrını sorarlar.<br />

Biz beceremeyeceğimiz için<br />

dünyada beceremeyecek.<br />

Bu kadar da önemsiyorum,<br />

Anadolu toprağını önemsememek<br />

aptallık. Sadece turizm<br />

yapsak, kimsenin çalışmadan<br />

para kazanabileceği bir ülkede<br />

yaşıyoruz. Dünyada böyle bir<br />

şehir, ülke yok. Siyasetçiye<br />

söylesen fikrini sana bir sürü gerçekçi<br />

şey söyler. Ben de sanatçıyım, hayal<br />

ederim yani. Hayal ettiklerimi benim<br />

sinemaya aktarmam lazım. Korkmadan,<br />

cesur bir biçimde.<br />

Siz peki dert anlatan, mesele anlatan<br />

bir senaryo yazmak ister misiniz?<br />

Valla çok isterim ama yetenek<br />

olmayınca da olmuyor yani. Ferhan<br />

Şensoy’la konuştum ben bunu. Gerçek<br />

tiyatro yapan adamdır bana göre. Sonradan<br />

Fransa’da akım haline gelen bir<br />

türde oyunlar koyuyor sahneye, seyirciye<br />

hiç ulaşmıyor. Bizim olayımız ortaoyunu<br />

diyor ve oradan gidiyor sonra.<br />

Mesele doğru bildiğini söylemek bence.<br />

Askerlik yapmadınız, zaten o rolden<br />

sonra muaf bile olabilirsiniz?<br />

(Gülüşmeler) Peki süre giden savaş<br />

yüzünden askerlik yapma halini reddetme<br />

durumu olabilir mi?<br />

Bu ülkede bir savaş olmasın tabii.<br />

Savaşı reddediyorum ben zaten. Kendi<br />

aramızda savaşmaktan imtina ederim<br />

ben. Subayı oynadınız doğuya giderseniz<br />

korkar mısınız diye soruyorlar.<br />

Tabii ki korkarım. Memleket için ölürüm<br />

o ayrı. Onu söyledim, benim arkadaş<br />

çevremde sorun yarattı. Sağcı bir söylem<br />

ya o. Sen ölmez misin kardeşim<br />

diyorum. Ya işte belli koşullarda diyorlar.<br />

Ben de onu diyorum, belli koşullarda.<br />

Ailen için ölürsün, o da memlekete dahil<br />

oluyor zaten. Ama buradaki mesele<br />

ne onu idrak etmek lazım. Eğer biz 40<br />

yıldır memleket için ölüyorsak şimdiye<br />

kadar çoktan çözülmeliydi. Oradaki<br />

durum birtakım şeylere yaradığı için<br />

devam ettirilir duruma getirilmiş.<br />

Savaştan çok fazla para kazanılıyor bu<br />

da bir gerçek. Bu halk acı çekmiş ve<br />

sevgiyi çok iyi bilen bir halk. Bu sevgiye<br />

ulaşıldığında mesele kalmayacak. Sağ<br />

– sol çatışması böyleydi. Ne yaptık<br />

biz dedi sonra gençler. Hep beraber<br />

yaşayabiliriz umarım. Biz bir arada durmaya<br />

söz vermiş bir milletiz. Zorla bir<br />

arada değiliz ki!


Bir de Kavşak filminde oynuyorsunuz<br />

sanırım bu sene. Biraz da<br />

ondan bahsedelim isterseniz?<br />

Konuk oyuncuyum ben orada.<br />

Selim Demirdelen çok sevdiğim bir<br />

abimdir. Senaryosu ona ait. İsmiyle<br />

müsemma, insanların kesişme<br />

noktası. Erkek – kadın kendi<br />

hayatlarıyla ilgili sorunlar yaşıyorlar.<br />

Sürprizli bir film. Alkolik bir adamı<br />

canlandırıyorum. Gazetede komutan<br />

alkolik oldu diye haber<br />

yapmışlar. Dildo’da ne yazacaklar<br />

bakalım. Dildo’yu kabul etmemin<br />

en büyük nedeni o rolün etkisi<br />

kırmaktı. Sektörel bir anlayışımız<br />

olmadığı için, yapımcılar hala rol<br />

olarak görmediği için oynadığımız<br />

rolleri. Kendim için en azından<br />

değiştirmek istedim. Yaş skalam<br />

böyle bir bünyede olmamdan dolayı<br />

çok geniş. 25-25 yaş arası, bir ruh<br />

çağırıp onu oynayabilirim gösterebilmek.<br />

Oyunculuk bu benim için.<br />

Yüzbaşıya benzeyen rolleri bir<br />

kenara bırakarak, Dildo karakteri<br />

çok hoşuma gitti bir de benim. Hiç<br />

düşünmeden kabul ettim. Senaryo<br />

üzerine çalışıldı, beraber olmayı,<br />

beraber çalışmayı çok seviyorum<br />

ben. Dikta şeklinde çalışmak çok<br />

hoşuma gitmiyor benim. Kaos<br />

yaratabilir bazen bu tabii.<br />

Yönetmenler genelde müdahale<br />

istemezler ama…<br />

Evet öyle ama, öyle değil işte. Karakter<br />

yaratacak olan da benim.<br />

Sinema filmlerinde çalıştığınız<br />

yönetmenlerin tarzı nasıldı?<br />

Hepsi birbirinden farklı mıydı?<br />

Hepsi farklıydı. Mesela Ezel abi<br />

(Akay) çok farklı ve başarılı bir<br />

adam ama nedense olmuyor. Seyirci<br />

olarak ben çözemiyorum. Hacivat<br />

ve Karagöz çok güzeldi bence.<br />

İnanılmaz bir masal, kendisi de<br />

Ezop zaten, iyi bir anlatıcı. Levent<br />

Semerci çıkan işten dolayı da çok<br />

değişik bir yönetmen.<br />

Daha Avrupai bir bakışı var.<br />

Montajı Almanya’da oturtmuş<br />

zaten. Ezel abi oyunculuktan<br />

gelen, şarkıcılık yapan biri.<br />

Selim abi (Demirdelen) çok naif<br />

kanalları olan, çok ince şeyleri<br />

görebilen, kadife bir ses tonu,<br />

fısıldar bir ses tonu var. Kemal<br />

abi (Uzun) çok can biri. Aksiyonu<br />

seven, size eşlik eden biri.<br />

Sabahatin Ali’yi çok<br />

severmişsiniz. Ben de çok severim.<br />

Onun bir öyküsü Ayran<br />

öyküsü Karbeyaz diye filme<br />

çekildi…<br />

Çok güzel, sevindim. Evet<br />

çok severim. Sonu trajediyle<br />

biten bir öyküdür. Zaten Sabahattin<br />

Ali’ye arkadaşları bu<br />

ne karamsarlık derler. O da<br />

aydınlık bir şey var da ben mi<br />

göremiyorum diye karşılık verir.<br />

Bütün hikayeleri çok yatkındır<br />

uyarlamaya. Kuyucaklı Yusuf<br />

tekrar uyarlanıyor sanki.<br />

Değirmen diye bir öyküsü<br />

vardır. Aşkla ilgili daha iyi bir hikaye<br />

okumadım ben. Yönetmen<br />

olsam, olabilsem onu çekmeyi<br />

çok isterdim. Dramatik yapısı<br />

çok sağlam öyküleri.<br />

Yönetmenlik yapmayı<br />

düşünür müsünüz peki?<br />

Şu an hiç aklımdan geçmiyor<br />

ileride ne olur bilinmez.<br />

Bu ifade etmeyle alakalı. Ben<br />

kendimi ifade etmeye çalışırken<br />

oyuncu oldum. Bir süre sonra<br />

belki yetmeyecek, yazacağım,<br />

yönetmek isteyeceğim. Ya da<br />

tamamen başka bir şey yapıp,<br />

toprağa döneceğim, bilmiyorum.<br />

Bu sene başka film var mı<br />

oynayacağınız?<br />

Var ama ben tiyatro yapacağım<br />

bu sezon. Üç sene ara<br />

vermiştim. Çok fazla ara vermemek<br />

lazım. Üç kişilik bir oyun<br />

var. Bir tane de Levent Kazak’ın<br />

yazdığı bir oyun var. Onu da çok<br />

istiyorum. Öyle Bir Geçer Zaman<br />

ki diye bir dizi başlayacak, Eylül<br />

ortasında. Haftada iki günümü<br />

alacak bir iş olsun istedim, başrol<br />

değil. Hikaye denk geldi.<br />

Jön olabilecek bir oyuncusunuz<br />

aslında…<br />

Zamanımın tamamını vermek istemedim.<br />

Gelmedi diyemem, filmin<br />

de etkisiyle tabii. Ama şimdilik<br />

bunu tercih ettim. İyi keyifli de bir<br />

şey sahneye çıkmak. Acı çekercesine<br />

keyif almak. Kuliste acı<br />

çekiyorum. Bu işi niye yapıyorum<br />

diye soruyorum kuliste kendime.<br />

Bu kadar acı çeker mi insan.<br />

Ama sonra çekiyorlar indirmek<br />

için… Ben kalmak istiyorum biraz<br />

daha…


n 1976 Fransa doğumlu<br />

Audrey Tatou, 2000’lerin<br />

başından beri kariyerindeki<br />

tırmanışı sürdürüyor. Amelie<br />

kadar neşeli, hayat dolu ve insana<br />

kendini mutlu hissettiren<br />

Tatou, Coco kadar da çevresindekileri<br />

kendine bağlamasını<br />

bilen biri. Hatasız kararlarıyla<br />

hem özel hayatında hem de iş<br />

hayatında doğru adımlar atmaya<br />

dikkat eden güzel oyuncu<br />

verdiği sözünde durmasıyla<br />

da sanat camiasında sevilir.<br />

Kendinden emin tavırlarıyla rol<br />

arkadaşlarına ve yapımcılara<br />

güven sağlayan Audrey Tatou,<br />

belli ki uzun yıllar hayran kitlesini<br />

eksiltmeyecek.


İlk İzlenim: Soğuk, mesafeli, ağırbaşlı…<br />

Konuştukça: Hayatını adım adım planlayan, zorluklara<br />

karşı dirayetli…<br />

Artıları: Her olaya farklı bir açıdan yaklaşmayı iyi<br />

beceriyor.<br />

Handikapları: Çevresindeki insanların kötülüklerini<br />

kavramakta güçlük yaşıyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Moda hayatı yönlendirir…<br />

Hayattaki Düsturu: Önce moda, sonra aşk.<br />

Tanıyınca: Hırslı, güzel, alımlı bir kadın…<br />

Mıknatıs insan… Baş döndürücü hayat ve başarı<br />

hikayesiyle insanları büyüleyen bir kadın…<br />

Yaratıcı yönü hayata başkaldırışını destekliyor…<br />

Ömrünüzde bir kez bile olsun böyle bir kadına<br />

aşık olmanız gerekirdi…<br />

İlk İzlenim: Sevimli, sevecen, şirin…<br />

Konuştukça: Müthiş bir auraya sahip, tutarlı,<br />

duyarlı ve yaşama bağlı…<br />

Artıları: 2000’lerin Polyanna’sı…<br />

Handikapları: Uzun dönemde kinci…<br />

Yaşam Felsefesi: Hayata her zaman mutluluk<br />

penceresinden bak.<br />

Hayattaki Düsturu: İnsanların yaşamlarına değer<br />

katmak için elimden geleni yaparım.<br />

Tanıyınca: İnsanın içini kaynatan, gözlerinin<br />

derinliklerinde mutluluk pınarları çağlayan, neşe<br />

dolu, yaşam sevinci dolu, minik hayalleri, engin<br />

düşleri olan dünyalar güzeli bir kız. Kim arkadaş<br />

olmaz ki?


n Kutsal Damacana serisinin üçüncüsü Kutsal Damacana:<br />

Dracula’nın başrolünde BKM Mutfak’ın oyuncusu<br />

Ersin Korkut var. Mutfak’ın ‘Hıyarlı Baba’sı Şahin Irmak<br />

ise Dracula rolünde...Filmin senaryosu yine Leman<br />

ekibinden Ahmet Yılmaz’a ait, yönetmeni ise Korhan<br />

Bozkurt. İlk 15 dakikası 1400’lü yıllarda geçecek<br />

olan filmin, kalan kısmı ise günümüzü anlatacak. Film<br />

14 Ocak’ta 200 kopyayla Türkiye’de, 60 kopyayla ise<br />

yurtdışında gösterime girecek.<br />

n Senaryosunu ve yönetmenliğini<br />

Süleyman Nebioğlu’nun üstlendiği<br />

‘Memlekette Demokrasi Var’ adlı filmin<br />

çekimleri devam ediyor. Filmde Müjdat<br />

Gezen’in yanı sıra İlker Ayrık, Nejat<br />

Birejik, Gülçin Santırcıoğlu, Sümer<br />

Tilmaç gibi oyuncular yer alıyor. Ayrıca<br />

Şafak Sezer ve Tamer Karadağlı da<br />

konuk oyuncu olarak filme renk katıyor.<br />

Adnan Menderes’i Yassıada’dan kurtarmaya<br />

kalkan bir delinin maceralarının<br />

anlatıldığı film 3 Aralık 2010’da beyazperdede<br />

sinema izleyicisiyle buluşacak.<br />

Emrah Kolukısa merhum Başbakan<br />

Menderes’i canlandırıyor.<br />

n İsmail Hacıoğlu bu sene ünlü<br />

oyuncularla birlikte rol aldığı<br />

‘Çakal’ ve ‘Sinyora Enrica’ filmleriyle<br />

vizyonda olacak. Yönetmenliğini<br />

Erhan Kozan’ın üstlendiği ‘Çakal’<br />

filminde Hacıoğlu’na Uğur Polat,<br />

Erkan Can ve Haldun Boysan eşlik<br />

edecek. İsmail Hacıoğlu’nun çekimlerini<br />

tamamladığı ve yeni sezonda<br />

vizyona girecek bir diğer filmi ise<br />

‘Sinyora Enrica’... Başarılı oyuncu,<br />

filmde Claudia Cardinale ile<br />

başrolü paylaşacak.


n Fırat Gürsoy<br />

yönetmenliğindeki film,<br />

Türkiye’de çekilen ilk dans<br />

filmi olma özelliğini taşıyor.<br />

Filmde: Çocukluğunda ailesini<br />

kaza sonucu kaybedip<br />

yalnız başına sokaklarda<br />

yaşam mücadelesi veren<br />

Melek in öyküsü anlatılıyor.<br />

Melek ve arkadaşları bir dans<br />

grubu kurup hayallerinin<br />

peşine dalarlar…<br />

n Özcan Alper’in yeni filmi<br />

bir yol hikayesi. Adı “Gelecek<br />

Uzun Sürer” olarak<br />

planlanıyor. İstanbul’da<br />

başlayan filmin çatısını<br />

İstanbul ve Diyarbakır çekimleri<br />

oluştursa da, Çukurova,<br />

Bitlis, Van, Hakkari bu duraklardan<br />

bazıları. Özcan Alper,<br />

filmini ağıtlar üzerine kurmuş.<br />

Alper şöyle diyor: “Ölümle<br />

temas var ama bir taraftan da<br />

tüm bunlara rağmen bir çıkış,<br />

barış, kardeşlik isteği...”<br />

n Mahallenin küçük adamlarının, boylarından büyük bir işe<br />

kalkışıp çete kurmalarını ve bu çeteyi çökertmek isteyen iki genç<br />

polisle girişilen maceraların anlatıldığı Çakallarla Dans isimli<br />

komedi filminde; Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Kemal Uçar, Murat<br />

Akkoyunlu, Timur Acar ve Tuba Ünsal rol alıyor. Film bahis, çete,<br />

para, futbol ve aşk temalarını işliyor. Daha önce ‘Aşk Tutulması’<br />

ve ‘Aşk Geliyorum Demez’ gibi romantik komedi filmlerini yöneten<br />

Murat Şeker, ‘para bütün kötülüklerin anasıdır’ mesajından yola<br />

çıkarak, paranın insanda yarattığı hırsı vurguluyor.<br />

n Osman Sınav’ın Elif<br />

Şafak ile birlikte hazırladığı<br />

“Suret-i Aşk” isimli filmin<br />

senaryosunu çok beğenen<br />

Tatlıtuğ, filmde Çocuk Esirgeme<br />

Kurumu’nda yetişmiş<br />

bir genci canlandıracak.<br />

Filmde, son Bond Kızı Eva<br />

Green’in de oynayacağı belirtiliyor.<br />

Tatlıtuğ’un, Green’le<br />

birlikte oldukça romantik<br />

sahnelerde rol alacağı da<br />

belirtiliyor. Bakalım iki güzel<br />

kimya nasıl buluşacak! Ya da<br />

buluşabilecek mi?


Daha önce 7 – 13 Haziran 2010 tarihleri arasında yapılacağı ilan edilen<br />

ancak, 20 – 26 Eylül tarihlerine ertelenen 17. Uluslararası Adana Altın<br />

Koza Film Festivali için geri sayım başladı.<br />

n FFestival kapsamında her yıl olduğu gibi Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci<br />

Filmleri Yarışması, Akdeniz Ülkeleri Kısa Film<br />

Yarışması düzenlenecek. Dünyaca ünlü Yunan<br />

yönetmen Theo Angelopoulos, festivalin ‘Onur<br />

Konuğu’ olarak Adana’da olacak. Festivalin<br />

geleneksel Yaşam Boyu Onur Ödülleri ise bu<br />

yıl Türk Sineması’nın dev isimlerinden Müjde<br />

Ar ile ünlü sinema yazarı Atilla Dorsay’a takdim<br />

ediliyor. 17. Uluslararası Altın Koza Film Festivali,<br />

yarışma bölümlerinin dışında ülkemizde<br />

ve dünyada üretilen çeşitli kısa film ve belgeseller<br />

ile uzun metrajlı filmleri de özel gösterim<br />

bölümleriyle sinemaseverlerle buluşturmaya<br />

hazırlanıyor.<br />

Bu yıl 20 – 26 Eylül 2010 tarihleri arasında<br />

yapılacak olan 17. Uluslararası Adana Altın Koza<br />

Film Festivali, her yıl olduğu gibi ülkemizde ve<br />

dünyada üretilen uzun ve kısa metrajlı filmler ile<br />

belgeselleri sinemaseverlerle<br />

buluşturacak.<br />

Festivalin yarışmalı<br />

bölümleri Ulusal Uzun<br />

Metraj Film Yarışması,<br />

Ulusal Öğrenci Filmleri<br />

Yarışması ve Akdeniz<br />

Ülkeleri Kısa<br />

Film Yarışması’ndan<br />

oluşuyor. Ulusal Uzun<br />

Metraj Film Yarışması’nda<br />

bu yıl 10 Türk filmi<br />

yarışacak. Buna göre,<br />

Semih Kaplanoğlu’nun<br />

‘Bal’, Onur Ünlü’nün<br />

KAVSAK<br />

‘Beş Şehir’, Atıl İnaç’ın ‘Büyük Oyun’, Nesli<br />

Çölgeçen’in ‘Denizden Gelen’, Hakan Algül’ün<br />

‘Eyvah Eyvah’, Selim Demirdelen’in ‘Kavşak’,<br />

Levent Semerci’nin ‘Nefes: Vatan Sağolsun’,<br />

Melik Saraçoğlu ile Hakkı Kurtuluş’un ‘Orada’<br />

ve Ümit Ünal’ın ‘Ses’ isimli filmleri, jüri önüne<br />

çıkacak.<br />

BÜYÜK OYUN


Yarışmada, senarist<br />

ve yönetmen<br />

Işıl Özgentürk’ün<br />

başkanlığında<br />

görev yapacak<br />

jüri üyeleri ise<br />

şöyle: yazar Buket<br />

Uzuner, görüntü<br />

yönetmeni Erdal<br />

Kahraman,<br />

sinema yazarı<br />

Erkan Aktuğ,<br />

oyuncu Fikret<br />

Kuşkan, oyuncu<br />

Görkem Yeltan ve<br />

müzisyen Selim<br />

Atakan’dan<br />

oluşuyor.<br />

ISIL ÖZGENTÜRK<br />

Öğrenimlerine, ülkemizdeki iletişim ve<br />

güzel sanatlar fakülteleri, sinema ve televizyon<br />

bölümlerinde devam eden lisans<br />

öğrencilerinin başvurabildiği ‘Öğrenci<br />

Filmleri Yarışması’nda ise kurmaca dalında<br />

10, deneysel dalında 7, belgesel dalında<br />

8 ve canlandırma dalında 8 film ön elemeyi<br />

geçti. Çeşitli üniversitelerden çok<br />

sayıda başvurunun olduğu yarışma, Türk<br />

Sineması’nın geleceğine katkı sağlamayı<br />

amaçlıyor.<br />

Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali<br />

kapsamında üçüncüsü düzenlenen Akdeniz<br />

Ülkeleri Kısa Film Yarışması’na bu yıl da<br />

ilgi çok yüksekti. Akdeniz havzasında yer<br />

alan ülkelerin yönetmenlerinin katılabildiği<br />

ve filmlerin ‘Kurmaca’, ‘Belgesel’,<br />

‘Canlandırma’ ve ‘Deneysel’ olmak üzere<br />

dört kategoride değerlendirildiği yarışmaya<br />

bu yıl değişik ülkelerden toplam 368 film<br />

başvurdu.


Amacı, Türk ve Akdeniz ülkeleri sinemasının<br />

geleceğine olumlu ve destekleyici katkılar<br />

sağlamak, bunun yanı sıra kültür değerlerimizin<br />

geliştirilmesi ve tanıtılmasını desteklemek olan<br />

bu etkinlik kapsamında yerli ve yabancı birçok<br />

genç yönetmen, Adana’da konuk edilecek.<br />

THEO ANGELOPOULOS


Her üç yarışmada<br />

da ödüller, 25 Eylül<br />

2010 Cumartesi günü<br />

yapılacak Büyük<br />

Ödül Töreni ile sahiplerini<br />

bulacak.<br />

Altın Koza THEO<br />

ANGELOPOULOS’U<br />

Ağırlıyor…<br />

Şiirsel uzun planlar,<br />

eşsiz kadrajlar ve<br />

sanki filmin bir yan<br />

karakteri, hikayenin<br />

tamamlayıcısı gibi<br />

kullanılan müzik…<br />

Kendine has üslubu<br />

ile sadece Avrupa<br />

sinemasının değil,<br />

dünya sinemasının<br />

yaşayan en önemli<br />

isimlerinden biri<br />

olarak kabul edilen<br />

Yunan yönetmen<br />

Theo Angelopoulos,<br />

17. Uluslararası Adana<br />

Altın Koza Film<br />

Festivali’nin ‘Onur<br />

Konuğu’ olarak 20-26<br />

Eylül 2010 tarihleri<br />

arasında Adana’da<br />

olacak.<br />

MÜJDE AR<br />

ATiLLA DORSAY<br />

Ülkesinin cuntadan<br />

kurtulup demokrasi<br />

sınavını geçmesinde<br />

önemli bir pay sahibi<br />

olan aydınlardan Angelopoulos,<br />

yirminci<br />

yüzyılın hazin tarihini olağanüstü nitelikteki<br />

filmlerine aktardı. Zamanın ustası yönetmenin<br />

her biri başyapıt düzeyindeki filmleri Kitera’ya<br />

Yolculuk (1984), Arıcı (1986), Sisli Manzaralar<br />

(1988), Leyleğin Geciken Adımı (1991), Ulis’in<br />

Bakışı (1995), Sonsuzluk ve Bir Gün (1998),<br />

Ağlayan Çayır (2004), Zamanın Tozu (2008)’ndan<br />

oluşan seçki Angelopoulos’un İstanbul dışında<br />

gerçekleştirilen ilk toplu gösterimi olacak.<br />

Angelopoulos’la ilgili ‘Theo Angelopoulos<br />

Shoots The Dust<br />

Of Time / Theo Algelopoulos<br />

Zamanın Tozu’nu Çekerken’,<br />

‘Filming Dreams / Düşleri Filme<br />

Almak’, ‘New Odessa:The Village<br />

of the Lake / Yeni Odesa: Gölün<br />

Köyü’ ve ‘The Silence of the Gods<br />

/ Tanrıların Sessizliği’ isimli çekim<br />

belgeselleri de meraklıların<br />

beğenisine sunulacak.<br />

Ünlü yönetmen ayrıca ‘Theo Angelopoulos<br />

Sineması’ başlıklı<br />

bir söyleşiyle sinemaseverlerle<br />

buluşacak. Yine yönetmenin setlerinden<br />

çekilen fotoğraflardan<br />

oluşan bir sergi festival<br />

kapsamında gezilebilecek.<br />

Onur Ödülleri bu yıl Müjde Ar ve<br />

Atilla Dorsay’ın…<br />

17. Altın Koza Film Festivali’nin<br />

geleneksel ‘Yaşam Boyu Onur<br />

Ödülleri’ bu yıl Türk Sineması’nın<br />

dev ismi Müjde Ar ile sinema yazarı<br />

Atilla Dorsay’a takdim edilecek.<br />

Bu bölüm kapsamında Müjde<br />

Ar’ın Adı Vasfiye (1985), Ah Güzel<br />

İstanbul (1981), Arabesk (1988),<br />

Asiye Nasıl Kurtulur? (1986), Teyzem<br />

(1986) isimli filmleri izleyiciyle<br />

yeniden buluşacak.<br />

Yine Atilla Dorsay’ın çektiği<br />

fotoğraflardan oluşan bir sergi de,<br />

festival boyunca gezilebilecek.<br />

Festivalin gösterim bölümü her yıl olduğu<br />

gibi bu yıl da iddialı. Bir hafta boyunca,<br />

Dünya sinemasının en seçkin örnekleri<br />

‘FIPRESCI – Eleştirmenlerin Gözünden<br />

Kaçmaz’ ve<br />

‘Filistin - Barışa Hasret’ gibi başlıklar<br />

altında izleyiciyle buluşacak.


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti<br />

Ajansı’nın desteği ile Türk Sinema Vakfı<br />

(TÜRSAV) tarafından gerçekleştirilen<br />

“İstanbul/Pecs/Essen-RUHR Sinemasal<br />

Buluşma - 2010” Projesi kapsamında 10<br />

- 16 Eylül 2010 tarihleri arasında Beyoğlu<br />

Sineması ve Kartal Sanat Tiyatrosu Kültür<br />

Merkezi’nde Macar Filmleri Haftası<br />

gerçekleştiriliyor.<br />

n Çağdaş Macar sinemasının ustalarıyla 2000’li yıllara<br />

damgasını vuran genç kuşak yönetmenlerin filmlerinden<br />

oluşan bir seçkinin İstanbullu sinemaseverlerle<br />

buluşturulacağı hafta boyunca 8 uzun metraj ve 6 belgesel<br />

film gösterilecek.<br />

Beyoğlu Sineması’nda hem uzun metraj hem belgesel<br />

filmlerin, Kartal Sanat Tiyatrosu Kültür Merkezi’nde ise<br />

yalnızca belgesel filmlerin gösterileceği hafta boyunca<br />

uzun metraj filmler kategorisinde Diana Groo’nun “Vespa”,<br />

Krisztina Goda’nın “Bukalemun” (Chameleon), Ferenc<br />

Török’ün “Doğu Şekeri” (Eastern Sugar), Csaba<br />

Bollok’un “Iska’nın Yolculuğu” (Iska’s Journey), Peter<br />

Gardos’un “Eşek Şakası” (Prank), Attila Gigor’un “İz<br />

Sürücü” (The Investigator), Bela Paczolay’in “Maceraperestler”<br />

(Adventurers) ve Csaba Bereczki’nin “Hayat<br />

Şarkısı” (Song of Lives) adlı filmleri gösterilecek. Belgesel<br />

kategorisinde ise Zsuzsa Böszörményi ve Kai<br />

Salminen’in “Son Otobüs Durağı” (Last Bus Stop), Emőke<br />

Konecsny’in “Gogo & George”, Sándor Mohi’nin “Dua”<br />

(The Prayer), Márton Szirmai’nin “Batan Köy” (The Sinking<br />

Village), Lívia Gyarmathy’nin “Küçük Balık… Büyük<br />

Balık…” (Little Fish... Big Fish...) ve György Szomjas’ın<br />

“Doğu Rüzgarı: Bir Film” (Eastern Wind: The Film) adlı<br />

filmleri İstanbullu sinemaseverlerle buluşacak.<br />

2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti unvanını taşıyan<br />

üç şehrin sinemasal değerlerini paylaşmanın yanı sıra,<br />

sinema alanında işbirliğini de artırmayı hedefleyen proje<br />

kapsamında aynı zamanda bir de “Macaristan Türkiye<br />

Yapımcılar Buluşması” düzenlenecek.


Etkinliğin ilk ayağını 13 - 19 Mayıs 2010’da Macaristan’ın<br />

Pecs kentinde düzenlenen “Türk Filmleri Haftası”<br />

oluşturmuştu. Uzun metraj bölümünde “Anlat İstanbul”,<br />

“Hayat Var”, “Vavien”, “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları”,<br />

“Köprüdekiler” ve “Cenneti Beklerken” filmlerinin<br />

gösterildiği film haftasının belgesel bölümünde ise “Marta<br />

Vonk İstanbul’a Gidiyor”, “İfakat”, “Ustanın Sırrı”, “Şehir<br />

İnsanları”, “Günden Geceye İstanbul” ve “Do Redo Undo:<br />

Sular, Sokaklar, Suratlar” belgeselleri gösterilmişti.<br />

Projenin ilerleyen<br />

safhalarını ise, Ekim<br />

2010’da Almanya’nın<br />

Essen kentinde düzenlenecek<br />

“Türk Filmleri<br />

Haftası” ve Kasım<br />

2010’da İstanbul’da<br />

düzenlenecek “Alman<br />

Filmleri Haftası”<br />

oluşturacak.<br />

Macar Filmleri Haftası detaylı gösterim programına www.<br />

sinemasalbulusma.org’dan ulaşılabilir.<br />

Detaylı bilgi için: www.sinemasalbulusma.org, www.tursav.org.tr<br />

İletişim: info@tursav.org.tr


47. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali 9 -14 Ekim’de…<br />

n Sinema ve Toplumsal<br />

Etkileşim<br />

47. Uluslararası Antalya<br />

Altın Portakal Film Festivali<br />

bu sene “Sinema<br />

ve Toplumsal Etkileşim”<br />

teması ile geliyor. “Sinema<br />

ve sosyo-politik etkileşim”,<br />

“sinema ve ülke etkileşimi”,<br />

“sinema ve ekonomik<br />

etkileşim” başlıklarında<br />

Emrah Yücel ile<br />

biçimleniyor<br />

Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali’nin marka yüzü<br />

Ebru Akel oldu. Dünyaca ünlü<br />

grafik tasarımcısı Emrah Yücel’in<br />

görselleştirdiği afişlerde Ebru<br />

Akel poz verdi.<br />

47. yılda 47 film başvurdu…<br />

Geçen yıl ulusal uzun metraj<br />

yürütülecek festival<br />

kapsamında; tematik film<br />

gösterimleri, paneller, sergiler,<br />

söyleşiler, atölye<br />

çalışmaları ve ‘Yapıma Beş<br />

Kala’ söyleşileri düzenlenecek.<br />

Festivalde, Ulusal<br />

Uzun Metraj, Uluslararası<br />

Uzun Metraj yarışmalarının<br />

yanı sıra, Ulusal Belgesel<br />

Film Yarışması ve Ulusal<br />

Kısa Film Yarışması da yer<br />

alacak. Festival ulusal ve<br />

uluslararası özel gösterimler<br />

ve gala gösterimleri ile<br />

de renklendirilecek.<br />

Altın Portakal’ın renkleri<br />

yarışma kategorisinde 43<br />

filmin başvuruda bulunduğu<br />

festivale, bu yıl rekor sayı<br />

ile 47 film başvurdu. 33<br />

film, yönetmenlerin ilk filmi<br />

olma özelliğini taşıyor. 47.<br />

Uluslararası Antalya Altın<br />

Portakal Film Festivali’ne belgesel<br />

ve kısa film kategorilerinde<br />

de yoğun ilgi gösterildi. Bu sene<br />

belgesel kategorisine 107 belgesel<br />

film, kısa film kategorisine<br />

222 kısa film yarışmacı olarak<br />

başvuruda bulundu.<br />

Emir Kusturica” ve Ödüllü Yönetmenler<br />

Altın Portakal Jürisi’nde<br />

Altın Portakal’ın jürisinde bu<br />

yıl, sinema dünyasının önemli,<br />

saygın ve ödüllü isimleri bir<br />

araya geliyor. Filmleri ile milyonlarca<br />

sinemaseveri kendine<br />

hayran bırakan, “Çingeneler<br />

Zamanı”, “Kara Kedi Ak Kedi”,<br />

“Yeraltı”, “Arizona Rüyası” gibi<br />

filmlerin yönetmeni Emir Kusturica,<br />

Altın Portakal Uluslararası


Uzun Metraj<br />

Film Yarışması’nın<br />

jürisinde yer alacak.<br />

Festival kapsamında<br />

Emir Kusturica’nın film<br />

gösterimlerine de yer verilecek.<br />

2009 En İyi Belgesel<br />

Oscar’ını “Smile Pinki”<br />

adlı filmiyle alan yönetmen<br />

Megan Mylan, Altın<br />

Portakal Belgesel Film<br />

Yarışması’nda Jüri Üyesi<br />

olacak. 2010 Cannes<br />

Film Festivali’nde Kısa<br />

Film dalında Altın Palmiye<br />

alan “Barking Island<br />

– Hayırsız Ada” filminin<br />

yönetmeni Serge Avédikian<br />

ise, Altın Portakal Kısa<br />

Film Jürisinde yer alacak.<br />

Kadir İnanır Jüri Başkanı<br />

Bu yılın Altın Portakallarını<br />

belirleyecek Ulusal Uzun<br />

Metraj Film Yarışması’nın<br />

Jüri Başkanı Kadir İnanır<br />

oldu. Ana Jüri de ayrıca<br />

Tomris Giritlioğlu (yönetmen),<br />

Meltem Cumbul (oyuncu),<br />

Meral Okay (senaryo<br />

yazarı), Murathan Mungan<br />

(şair, yazar), Gökhan Kırdar<br />

(müzisyen), Atilla Dorsay<br />

(sinema yazarı), Zinos Panagiotidis<br />

(yapımcı) ve Prof. Dr.<br />

Mehmet Rıfkı Aktekin (Antalya<br />

Büyükşehir Belediyesi Genel<br />

Sekreteri) yer alıyor.<br />

Altın Portakal Yaşam Boyu<br />

Onur Ödülleri<br />

Tanıtım resepsiyonunda, Antalya<br />

Altın Portakal Film Festivali<br />

bünyesinde, 1996 yılından<br />

beri verilen Yaşam Boyu Onur<br />

Ödülleri’nin bu seneki sahipleri<br />

de açıklandı. Altın Portakal Festival<br />

Düzenleme Komitesi’nin,<br />

oy birliği ile aldığı kararla,<br />

senarist Safa Önal, yönetmen<br />

ve senarist Ertem Göreç, Nur<br />

Sürer, Gülşen Bubikoğlu, Metin<br />

Akpınar ve Zeki Alasya bu sene<br />

ödüle layık görüldü.<br />

Yıldırım Önal Anı Ödülü Yıldız<br />

Kenter’e verilecek<br />

1973 yılında “Dinmeyen Sızı”<br />

filmindeki rolüyle ‘en iyi<br />

yardımcı erkek oyuncu’ seçilerek<br />

Altın Portakal Ödülü’nü alan<br />

tiyatro ve sinema sanatçısı<br />

Yıldırım Önal, yaşamının son<br />

yıllarında girdiği ekonomik<br />

sıkıntı nedeniyle, ödülünü<br />

bir rehinciye bırakmak zorunda<br />

kalmış ve ödülünü geri<br />

alamamıştı. Yıllar sonra rehincinin<br />

oğlu tarafından Antalya<br />

Kültür Sanat Vakfı ‘na teslim<br />

edilen ödül, 1999 yılından itibaren<br />

Yıldırım Önal Anı Ödülü<br />

olarak her yıl bir oyuncuya<br />

emanet ediliyor. Yıldırım Önal<br />

Anı Ödülü’nün bu seneki emanetçisi<br />

ise usta oyuncu Yıldız<br />

Kenter olacak.<br />

Sinema Emek Ödülü<br />

Antalya Altın Portakal Film<br />

Festivali 2006 yılından itibaren,<br />

Türk Sinemasında kamera<br />

arkasında çalışan, başarılı<br />

işlere imza atmış kişilere<br />

“Sinema Emek Ödülü” veriyor.<br />

Sinema Emek Ödülü’nü bu yıl<br />

Necmettin Çobanoğlu’na verilecek.<br />

Yeni Bir Ödül: “Sanatta Sosyal<br />

Sorumluluk Ödülü”<br />

Türk sinema sektörünü<br />

geliştirmek, sinemaya ve sektör<br />

çalışanlarına değer katmak<br />

amacı ile hareket eden Altın<br />

Portakal Film Festivali, bu<br />

yıldan başlayarak “Sanatta Sosyal<br />

Sorumluluk Ödülü” vermeye<br />

hazırlanıyor. Maddi, manevi<br />

ve entelektüel kazanımlarını<br />

sanata ve topluma adayan,<br />

bu birikimi, sanat dünyasında<br />

yeni nesiller yetiştirerek, yeni<br />

sanatsal projelere imza atarak,<br />

‘sanatta sosyal sorumluluk’<br />

projelerinde yer alarak aktaran<br />

sanatçılara verilecek ödülün<br />

ilkini ise usta oyuncu Müjdat<br />

Gezen alacak.


SOUNDTRACK LIST<br />

1. Alien Lover (Luscious Jackson)<br />

2. Play On (Kottonmouth Kings)<br />

3. Kandles (National Skyline)<br />

4. Soft Shoulder (Ani Difranco)<br />

5. Have Mercy (Two Ton Boa)<br />

6. Hanging With The Wrong Crowd (Ed Harcourt)<br />

7. Why Did We Ever Meet (The Promise<br />

Ring)<br />

8. You Can See Me (Supergrass)<br />

9. Sea Of Teeth (Sparklehorse)<br />

10. Andvari (Sigur Ros)<br />

11. Parasol (The Sea And Cake)<br />

12. Soul Brother (Us3)<br />

13. Open Wide (Long Hind Legs)<br />

14. The Sun Keeps Shining On Me (Fonda)<br />

n Twilight serisinin yıldız oyuncusu Robert Pattinson<br />

hakkında çeşitli görüşler, eleştiriler mevcut.<br />

Kimileri Pattinson’u popüler kültürün sabun<br />

köpüklerinden biri olarak görürken, kimileri de<br />

onun gelecekte başarılı bir kariyere sahip olacağını<br />

düşünüyor. Başrolünde yer aldığı 2010 yapımı “Remember<br />

Me” adlı romantik dram filminin soundtrack<br />

albümü müzik marketlerdeki yerini aldı. Aşkın<br />

ve ailenin gücü, tutkulu yaşamanın önemi ve her<br />

günün değerini bilmek üzerine kurulu öyküsüyle<br />

yurtdışında gösterime girdikten kısa bir süre yüksek<br />

izlenme oranına ulaşan filmin soundtrack albümü<br />

de konusu gibi güzel: 90’ların alternatif rock grubu<br />

Luscious Jackson, Grammy ödüllü şarkıcı/gitarist<br />

Ani DiFranco, Ed Harcourt, Supergrass, The Sea and<br />

Cake, Supergrass, National Skyline ve daha nice<br />

isim en özel parçalarıyla yer alıyor.


Mazi Kabrinin Hortlakları<br />

Umut Tümay Arslan<br />

n ”Toplumsal iktidarın duygular alanındaki hareketini<br />

Türk sinemasında takip etmeye çalışıyorum.<br />

Bizi biz yapan, Türklüğü kuran kendimiz üzerine<br />

düşünmenin ve kurduğumuz hayallerin sınırlarını<br />

çizen hikâyelerin gücünün ancak, toplumsal iktidarla<br />

duygular evreni arasındaki sıkı fıkı ilişkinin takibiyle<br />

kavranabileceğine inanıyorum. Hikâyeler uluslar<br />

için her zaman önemli oldu. Bu hikâyeler, ulusların<br />

kendilerini tanıma, kendilerinden bahsetme,<br />

kendilerine inanma biçimleriydi; kendilerine dair<br />

imgeleriydi. Buradaki temel sorum şu: Kendimize<br />

anlattığımız, bizi var eden ve kendimiz üzerine<br />

düşünmemizi belirleyen hikâyelerle bağları<br />

koparmak nasıl mümkün olur?<br />

Metis Yayınları / 338 Syf.<br />

Sinema Bir Şenliktir<br />

Onat Kutlar<br />

n 1965-76 yılları arasında Türk Sinematek’inin<br />

kurucularından biri ve yönetmeni olarak görev<br />

yapan Onat Kutlar, dünya sinemasını, yabancı<br />

sinemacılarla ilgili düşünce ve değerlendirmelerini,<br />

şenlikleri, temaları ve türleri ele alan yazılarını<br />

1985’te bir araya getirmişti. Sinema Bir Şenliktir,<br />

sinemayla uzaktan yakından ilgisi olan okurun<br />

çeyrek asırdır vazgeçmediği bir yapıt; hem başucu<br />

kitabı, hem başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor. “...<br />

Sinematek serüveni 12 Eylül 1980’de silah zoruyla<br />

noktalandı. Ama film sürüyor. İstanbul Uluslararası<br />

Film Festivali’nde ve genç sinemaseverlerin<br />

düşlerinde.<br />

Yapı Kredi Yayınları / 180 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!