You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Türkiye’nin en çok okunan<br />
sinema dergisi üç yaşında<br />
n Bu dergiyi kurduğumuzda Türkiye’nin<br />
en çok okunan sinema dergisi<br />
olacağımızı hiç tahmin etmiyordum. Ama<br />
başardık. Bunu herkese açık olan Alexa<br />
sitesinden kontrol edebilirsiniz. Biz internette<br />
yayınlanıyoruz. Birçok kez bu<br />
dergiyi basılı hale getirmemiz için teklif<br />
oldu. Hatta bu teklif bağlı bulunduğumuz<br />
Star gazetesi tarafından da yapıldı. Ama<br />
basılı dergilerin durumu ortada, ayda<br />
10 bin satmıyorlar. Biz ise ayda sezona<br />
bağlı olarak 70 bin 100 bin arasında<br />
gidip geliyoruz. <strong>Cinedergi</strong>’nin okunma<br />
sayılarından daha çok Türk sinemasına<br />
yaklaşımıdır önemli olan. Yayınlandığımız<br />
ayın önemli filmlerinin röportajlarını size<br />
taşımak en büyük hedefimiz. Mesela bu<br />
ay Rıza Kıraç arkadaşımız ve ilk filmi<br />
Küçük Günahlar röportaj sayfalarımızı<br />
süslüyor. Rıza filminin başrol oyuncusu<br />
Esra Ruşan ile Banu’nun (Bozdemir)<br />
sorularını cevapladı. Geçen ay biten<br />
İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın<br />
Oyuncu ödülünü alan Nazan Kesal’da<br />
benim konuğumdu. Bu hafta vizyona<br />
giren Copacabana filminin yönetmeni<br />
Marc Fitoussi’de <strong>Cinedergi</strong>’nin röportaj<br />
bölümünde bulabileceğiniz önemli isimlerden.<br />
Özel dosyalarımız yine parmak<br />
ısırtıyor. Murat Tolga Şen’in Yeşilçam<br />
karakterleriyle ailemizi özdeştirdiği dosyada<br />
Hulusi Kentmen’den, Adile Naşit’e,<br />
Münir Özkul’dan Şener Şen’e kadar<br />
bütün eski dostları bulacaksınız. Banu<br />
ise çok ilginç bir dosya hazırladı. Ünlü<br />
yönetmenler ile onların ünlü çocukları<br />
bu dosyada. Mesela Duncan Jones’un<br />
David Bowie’nin oğlu olduğunu biliyor<br />
muydunuz? Aramıza yeni katılan Zeynep<br />
Uslu’nun dosyası da tam bana göre.<br />
Futbol ve taraftarlığı konu edinen filmleri<br />
odağına almış Zeynep. Ali Ulvi Uyanık<br />
yine beş sayfalık faklı film kritikleriyle<br />
ilginizi çekecek.Murat Tolga Şen’in Sinema<br />
KÜLTürü, Fırat Sayıcı’nın kısa filmleri<br />
konu ettiği Uzun Filmin Kısası, Alper<br />
Turgut’un kritikleri, Zeynep Bonçe’nin<br />
televizyon dizilerini masaya yatırdığı<br />
Episode’si, Banu Bozdemir’in Sindrella’sı<br />
ve tabii Kerem Akça’nın DVD köşesi.<br />
Mayıs ayı sinemayla dopdolu, böyle<br />
olunca <strong>Cinedergi</strong>’de dolu oluyor tabii. İyi<br />
okumalar...<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
TEVHİT KARAKAYA<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe<br />
Murat Tolga Şen<br />
Zeynep Uslu
Yönetmen:<br />
Will Gluck<br />
Senaryo: David A.<br />
Newman, Keith Merryman,<br />
Will Gluck<br />
Oyuncular: Justin<br />
Timberlake, Mila<br />
Kunis, Emma Stone,<br />
Woody Harrelson<br />
Konu: Hikaye iki profesyonel<br />
ve sürekli çalışan iki iş insanı<br />
çevresinde gelişiyor. Meşgul<br />
yaşamları yüzünden bir türlü<br />
biriyle çıkmaya veya bir eş bulmaya<br />
vakit ayıramıyorlardır. Bu<br />
yüzden bir anlaşma yaparlar ve<br />
bu anlaşma insanlarla çok bağ<br />
kurmadan samimi olacakları<br />
yönündedir. Ama işler karışır<br />
ve anlaşmayı yapan oğlan,<br />
anlaşmayı beraber yaptığı<br />
kıza vurulur. Ama sorun kızın<br />
anlaşma sonucu başkasıyla<br />
çıkıyor olmasıdır...
Yönetmen: James Wan<br />
Senaryo: Leigh Whannell<br />
Oyuncular: Rose Byrne, Patrick<br />
Wilson, Barbara Hershey,<br />
Chelsea Tavares<br />
Konu: Saw serisinin yönetmeni<br />
James Wan ve senarist<br />
Leigh Whannel yeni bir<br />
projede tekrar buluşuyorlar.<br />
Filmlerin en büyük özelliği<br />
sağlam senaryoları, unutulmaz<br />
ve şaşırtıcı finalleriydi.<br />
İkilinin başlattığı<br />
Saw, daha sonraları sinema<br />
tarihinin önemli korku-gerilim<br />
klasikleri arasına girecek bir<br />
seriye dönüşüyordu. Hatta şu<br />
sıralar bilindiği üzere serinin<br />
7.filmi 29 Ekim’de 3D olarak<br />
vizyona girecek ve heyecanla<br />
bekleniyor.<br />
Yönetmen: James Watkins<br />
Senaryo: Susan Hill, Jane Goldman<br />
Oyuncular: Daniel Radcliffe, Ciarán<br />
Hinds, Janet McTeer<br />
Konu: Aktör Daniel Radcliffe,<br />
doğaüstü gerilim filmi The Woman<br />
In Black’ın setinde, geçen yılın<br />
sonlarına doğru şöyle bir röportaj<br />
vermişti. “Asıl sebebi tabi<br />
ki de okuduğum en iyi senaryo<br />
olmasıydı, ve filmimizin pek bir<br />
heyecanlı genç İngiliz film yapımcısı<br />
James ile çalışacağımızdan dolayı<br />
heyecanlıydım” diyor Dan, Jane Goldman<br />
tarafından kaleme alınan film<br />
hakkında. “Birşeyler yapmak istedim<br />
ve kariyerimde dönüm noktası yaratacak<br />
bu işe atıldım.”
Yönetmen: John<br />
Singleton<br />
Senaryo: Shawn<br />
Christensen<br />
Oyuncular:<br />
Taylor Lautner,<br />
Lily Collins,<br />
Alfred Molina,<br />
Jason Isaacs, Sigourney<br />
Weaver<br />
Yönetmen: Mark Waters, Noah Baumbach<br />
Senaryo: John Morris, Jared Stern<br />
Oyuncular: Jim Carrey, Ben Stiller, Carla Gugino,<br />
Madeline Carroll<br />
Konu: New York’taki dairesinde penguenler<br />
ile birlikte yaşayan Tom Popper’ın komik hikayesi<br />
anlatılıyor. Ünlü oyuncu Jim Carrey’nin<br />
yine bir komik bir karakteri canlandıracağı<br />
filmde başarılı bir iş adamının 6 penguen<br />
alarak apartman dairesini buzdan bir kaleye<br />
dönüştürme serüveni anlatılıyor. Penguenler<br />
ile birlikte yaşamaya başlayan Tom Popper,<br />
bakalım yeni sorumluluklarının iş hayatına<br />
olumsuz yansımasını engelleyebilecek mi?<br />
Konu: Nathan ortalama<br />
bir Amerikan gencinin<br />
sahip olduğu hayata sahiptir.<br />
Ancak çocukluğuna<br />
ait bir fotoğraf sayesinde<br />
hayatı bir anda tepetaklak<br />
olacaktır. Gerçekte<br />
anne babası olarak bildiği<br />
insanların ona karşı<br />
davranışları sertleşince<br />
Nathan geçmişinin sırrını<br />
ortaya çıkarmak için<br />
elinden geleni yapacaktır.<br />
Alacakaranlık serisinin<br />
kurtu Taylor Lautner’in ilk<br />
başrolü…
Yönetmen: Nick Tomnay<br />
Senaryo: Nick Tomnay<br />
Oyuncular: David Hyde Pierce, Clayne<br />
Crawford, Joseph Will, Nathaniel Parker<br />
Konu: Polisten kaçan John, saklanmak<br />
üzere bir eve girer. Evin sahibi olan<br />
Warwick’e durumunu çaktırmamak için<br />
çeşitli yalanlar atar. Warwick, John’un<br />
aranan bir suçlu olduğunu anlayınca<br />
işler değişir. John Warwick’i esir alır. Ancak<br />
John, Warwick’in gerçek kimliğini<br />
bilmemektedir. Bir noktadan sonra kimin<br />
rehine olduğu kimin söz sahibi olduğu<br />
birbirine karışacaktır.
Yönetmen: Rupert Wyatt<br />
Senaryo: Pierre Boulle, Rick Jaffa<br />
Oyuncular: James Franco, Tom<br />
Felton, Freida Pinto, Andy Serkis,<br />
Brian Cox<br />
Konu: Maymunların beyin faaliyetlerini<br />
arttırıcı deneylerin yapıldığı<br />
bir laboratuvarda, bir maymun,<br />
beklenmeyen düzeyde bir gelişim<br />
gösterir ve başta kendisi olmak<br />
üzere tüm diğer maymunlarla<br />
birlikte laboratuvardan kaçarak<br />
özgür dünyaya açılır... ‘Maymunlar<br />
Gezegeni’ evreninin günümüze<br />
uyarlanmış bir yeniden çevirimi<br />
olan ‘Rise of the Planet of the<br />
Apes’, özellikle Peter Jackson’ın<br />
sahibi olduğu görsel efekt şirketi<br />
WETA’nın elinden çıkan gerçekçi<br />
görsel efektlerle dikkat çekiyor.<br />
Yönetmen: John Carpenter<br />
Senaryo: Michael Rasmussen, Shawn<br />
Rasmussen<br />
Oyuncular: Amber Heard, Danielle Panabaker,<br />
Lyndsy Fonseca, Jared Haris<br />
Konu: Korku ustası John Carpenter bu<br />
defa uzun metrajlı bir sinema ile geri<br />
dönüyor.13.cuma güzeli Danielle Panabaker<br />
ve Amber Heard projedeler.Filmin<br />
senaryosu Michael ve Shawn Rasmussen<br />
tarafından yazıldı. The ward eski<br />
tarz bir psikolojik gerilim filmi olarak<br />
düşünülüyor.Filmde Amber Heard<br />
psikolojik sorunları nedeniyle bir psikiyatr<br />
kliniğine gidiyor ve burada başka<br />
kadınlarla tanışıyor.Geceleri de gizemli bir<br />
konuk onları ziyaret etmeye başlıyor.Carpenter<br />
tam sekiz yılın ardından bir sinema<br />
filmi ile karşımıza çıkacak!
n ““Şeytanı Gördüm” (Akmareul Boatda - I Saw<br />
The Devil), Uzak Doğu orijinli bir şiddetin bokunu<br />
çıkartmak filmi. Hayır, şiddeti gördüm olmalıymış<br />
bu filmin adı, böylesi ekstra nefret, hiddet, dehşet,<br />
vahşet senaryosunda inanın şeytan bile masum<br />
kalır. Evet, şiddeti gördüm, şeytanı gömdüm cuk<br />
oturur. Çile ise süreye tabi, tam 141 dakika boyunca<br />
lastik gibi sünüyor, resmen bitmiyor. Bunun adı<br />
artık istismar, ötesi yok. Peki, filmi beğendim mi?<br />
Elbette. Çünkü absürt yapımları ziyadesiyle seviyorum.<br />
Dozu aşınca ve kantarın topuzu kaçınca,<br />
bize de saçmalama hakkı doğuyor. İşte tam da<br />
bu noktada, gerilmek yerine gülmek, isabetli bir<br />
seçimdir.<br />
“Karanlık Sırlar” ve “Acı Tatlı Hayat” ile dünyaca<br />
tanınan Güney Koreli yönetmen Ji-woon Kim, yine<br />
şiddet üzerine kafa yoruyor. Şeytanı Gördüm,<br />
insanın dönüşümünü anlatıyor. Film, aslında<br />
masum sandığımız kendimize dair. Size hayatı<br />
zindan edecek bir psikopata çatmadan, dünya<br />
gerçekten bir cennet bahçesi, sonrası ise iliklerine<br />
dek cehennemi yaşamak… Bu kan banyosunda<br />
müzikler enfes, kafasına aldığı onca darbeye karşı<br />
adeta ölmemeye yemin etmiş olan, pek meşhur<br />
“İhtiyar Delikanlı” (Oldboy), yetenekli aktör Minsik<br />
Choi de keza öyle… Filmin mağduru, iyiden<br />
kötüye, güzelden çirkine çevrilmeye mecbur kalan<br />
oyuncu Byung-hun Lee, harika bir performans sergiliyor.<br />
Senaryo klişe deposu, tıka basa, diyaloglar<br />
bazen akıcı, bazen akılda kalıcı çoğu zaman salla<br />
gitsin durumunda…<br />
Uzun Doğu Sineması’nın intikam takıntısı malum,<br />
lakin Hollywood’dan daha ince gördükleri, ayrıntı<br />
manyağı oldukları ve işi iyi kotardıkları kesin. İçten<br />
içe yeter bu zulüm deseniz de, film kendini seyrettiriyor,<br />
her şeye rağmen. Gerilim ile harmanlanmış<br />
suç öykülerini sevenler için Şeytanı Gördüm, haliyle<br />
şık bir seçim, midesi sağlam ve karikatürize<br />
bir şiddetin görselliğine katlanabilecek olanlar da bu filmi<br />
beğenebilirler.<br />
Filmin konusu ise özetle şöyle; vicdansız ve insafsız<br />
bir heriftir Kyung-chul, tehlikelidir, psikopattır, zevk ve<br />
keyif için insanları katleder. Yıllardır peşinde olan polis<br />
henüz onun nasıl göründüğünü bile öğrenememiştir.<br />
Kyung-chul, emekli bir polis şefinin kızı olan Joo-yeon’u<br />
gözüne kestirir. Kızı acımasızca işkence edip öldürmeyi<br />
kafasına koyan katil, onu izlemeye başlar. Joo-yeon’un<br />
ölümü, gizli ajan olan nişanlısı Dae-hoon’u çok sarsar ve<br />
katili bulmaya karar veren adam, bunun için bir canavara<br />
dönüşmesi gerekse bile, öcünü almak için elinden gelen<br />
her şeyi yapacağına yemin eder. Sonra amansız bir<br />
takip başlar. Bir süre sonra birbirlerinin farkına varırlar ve<br />
ardından mağdurun iz sürmesi biter, film, dehşet saçan<br />
bir oyuna ve karşılıklı avlanmaya dönüşür.
n Çizgi roman uyarlamaların sinemasal<br />
yolculuğu devam ediyor. Her çizgi romanda<br />
olduğu gibi Thor’un da tarihine kısaca göz atalım<br />
isterseniz. Çünkü bu karakterler bir zamanlar<br />
çok hitken birdenbire tarihin içinde durup taş<br />
kesiliyor ve çizgi roman fanatikleri dışında fazlaca<br />
kimsenin umurunda olmuyor. Thor ilk<br />
olarak ilk 1962 yılında yayımlandı. Ve Thor’un<br />
ilham kaynağı Hulk, ilginç değil mi? Stan Lee<br />
Hulk’u yarattıktan sonra daha güçlü bir karakterin<br />
ancak tanrı olabileceğini düşünmüş ve<br />
Thor’u yaratmış. Thor karakteri Stan Lee’nin<br />
editörlüğünde Jack Kirby’nin çizimleri ve Larry<br />
Lieber’in senaryoları ile çizgi roman dünyasına<br />
adım attı. İskandinav mitolojisinde yer alan en<br />
güçlü tanrı. Odin’in oğlu olan Thor’un gücünün<br />
iki kaynağı var. Fırtınaları, şimşekleri, yağmuru<br />
kontrol etmesini sağlayan Mjollnir adındaki<br />
bumerang gibi hareket eden çekici ve belindeki<br />
altın kemeri. Çizgi romanda Odin, oğlu Thor’u<br />
kibirli karakterinin düzelmesi için Asgard’dan<br />
göndermeye karar verir ve ceza olarak<br />
hafızasını silerek dünyaya tıp öğrencisi Donald<br />
Blake olarak gönderir. Donald Blake doktor<br />
olduktan sonra Norveç’e yaptığı gezide uzaylılar<br />
ile karşılaşır ve bir mağaraya sığınır. Bu<br />
mağarada karşısına çekici Mjollnir çıkar ve çekici<br />
tutmasıyla birlikte Thor ortaya çıkar. Thor’un<br />
hikayelerinde mitolojide de yer alan Loki karakteri<br />
kötü üvey kardeşi olarak karşısına çıkar.<br />
Bizde ise Thor ilk defa 1979’da yayınlanan Yaman<br />
dergisinde yayınlandı. Dergide Thor yerine<br />
Tor yazılmıştı. Sonra 1985 yılında Alfa Yayınları<br />
çizgi romanı yayınlamaya başladı ve Thor ülkemizde<br />
sayfalarda kalan bir macera oldu!<br />
Thor’un dünyaya inmesi bir nevi bir Tanrı<br />
yaratıp, onu aşağıya, insanların içine çekmekle<br />
eşdeğer tutuluyor. Zaten Thor ve babasından<br />
sonraki Asgard Kralı olması arasında duran da bu<br />
kararlı ve dik kafalı yapısı. Sağlam bir fizik ve bir mücadelede<br />
elde edilen başarı, prensi halkına liderlik etmeye<br />
hazırlamak için yeterli değil – öfke patlamaları,<br />
öngörüsüz kararlar, fevri hareketler, tüm bunların hepsi<br />
bir kralın düşüşünün yolunu hazırlıyor. Bunlar, ortada bir<br />
taç taşımanın ağırlığı olmadan da insanın kendi kendini<br />
yok etmesine sebep olan şeyler. Film o kadar orta bir yol<br />
yaratıyor ki, yani bu tanrılar bazındaki hikayeyi o kadar<br />
fazla bizim aramıza sokuyor ki filmin esprili havasında eskiden<br />
gelen bir kahramanı izlediğimizi unutuyoruz. Filmin<br />
yönetmeni Kenneth Branagh olunca, Ölümcül Oyun gibi<br />
psikolojik ve manyak bir gerilime imza atınca Thor’dan da<br />
beklentiniz artıyor tabii. Üç boyutlu izlediğimiz Thor ikincisine<br />
dönük bir sonlama yapıyor ve genel seyirciyi tam<br />
on ikiden vurmayı başarıyor. Başroldeki Chris Hemsworth<br />
Türk seyirci için tam bir Kıvanç Tatlıtuğ. Sempati duymamak<br />
imkansız, Natalie Portman bu aralar rolden role<br />
koşuyor bu kez kafayı deneylerle bozmuş bir bilim kadını<br />
rolünde. O yüzden gözleminin ortasına pat diye düşen<br />
Thor’a karşı hisleri pek bir yavaş ilerliyor. Yaşlanmayan<br />
oyuncu Anthony Hopkins’i Odin rolünde izlemek de bir<br />
hayli keyifliydi. Bence Thor’a büyük beklentilerle gitmeyin<br />
ve bırakın kendinizi çizgi romanlar hayat bulsun!
n VSadece başrol oyuncularının adını<br />
duyduğunuz da bile koşarak gitmeniz gereken<br />
filmler vardır. Bilirsiniz ki, o oyuncu, kolay kolay<br />
yanlış tercihlere düşmeyeceği gibi, içinde<br />
bulundukları çoğu filmi bir adım öteye taşırlar. İşte<br />
o oyunculardan biri, Fransız sinemasının usta<br />
aktrisi Isabelle Huppert…<br />
1953 yılında Fransa’da doğan Huppert’i, sadece<br />
Fransız değil, Avrupa ve Dünya sinemasının da<br />
önemli yapıtaşları arasında saymak yanlış olmaz.<br />
Zira Dünya sinema tarihine geçen önemli<br />
başyapıtların vazgeçilmez oyuncularından biri o.<br />
Kimlerle kamera karşısına geçmedi ki; Catherine<br />
Deneuve, Fanny Ardant, Gérard Depardieu, Yvan<br />
Attal, Michel Serrault, Jérémie Renier, Emmanuelle<br />
Béart, Christopher Walken, John Hurt, Daniel<br />
Auteuil, Christopher Lambert, Marcello Mastroianni…<br />
Kimlerin yönetmenliğine kendini bırakmadı<br />
ki; Claude Chabrol, Jean-Luc Godard, Andrzej<br />
Wajda, Benoît Jacquot, Michael Haneke, Claire<br />
Denis, Bertrand Blier, Marco Ferreri, Bertrand<br />
Tavernier… Böyle bir geçmişe ve birikime sahip,<br />
oyunculuğun satır aralarını yazmış bir oyuncunun<br />
son işlerinden biri “Copacabana”…<br />
Filmin kısaca konusuna değinelim: Babou hiçbir<br />
şeyi önemsememeyi başarabilen, ancak bu sebepten<br />
dolayı da başta kızı olmak üzere toplumun<br />
belli bireyleri tarafından yadırganmaktadır. Öyle<br />
ki, kızı, annesinden utandığı için kendi düğününe<br />
Babou’yu çağırmak istemez. Evleneceği adamın<br />
ailesine annesinin Brezilya’ya tatile çıktığını<br />
söyleyecektir. Bu durum karşısında hayata karşı<br />
son bir hamle yapmaya karar veren Babou, ölü<br />
sezonda Belçika kıyılarında devre mülk satışı<br />
işine girer. İşinde hızla yükselmeye başlayan Babou,<br />
kişiliğinden ödün vermeden hayatına devam<br />
eder. Filmin sonunda, yine kendi tarzında kızının<br />
düğününe katılacak ve ona unutulmaz bir düğün<br />
hediyesi verecektir.<br />
Vurdumduymaz, aylak ve bohem bir hayat süren Babou,<br />
toplumun öngördüğü tüm normları reddeden bir<br />
yapıya sahip. İşsizlik sigortası ile geçinen; bir işe girmek<br />
istemesine rağmen bir türlü kendini işverenlere kabul<br />
ettiremeyen, ama bunu hayatının büyük bir sorunu<br />
haline de getirmeyen bir kişilik. Oyunculuğun kitabını<br />
çoktan yazmış ve bir çok kere imza dağıtmış olan Isabel<br />
Huppert’in, olgunluk ve hatta doygunluk dönemine<br />
ait “Copacabana”, size nefes aldıracak; hayata, insan<br />
ilişkilerine ve günümüzde unutulmaya yüz tutmuş<br />
yardım etme güdüsüne dair gözlemler ve sorunlara<br />
pratik çözümler getirecek. Kaçırmayın derim...
n ”“Troller ne kılıçtan ne de çekiçten<br />
korkmazdı. Bu silahlarla açılan yaralar çabucak<br />
iyileşirdi ve kopmuş bir kafa bile geri çıkardı.<br />
Aslında böyle hadiseler onların berbat türlerini<br />
çoğaltmalarına yarıyordu. Zira bir Troll, kopan<br />
kolunu geri çıkarttığı gibi, kopan bir kol da<br />
başka bir Troll meydana getirirdi! Birçok avcı,<br />
kedi ya da kurt, bir Troll cesediyle ziyafet çektikten<br />
sonra midelerinde yeni bir canavar büyümeye<br />
başladığında, berbat bir şekilde kendi<br />
ölümlerini hazırlamış olurlardı.” R.A. Salvatore<br />
Filmin Adı Troll Hunter… Norveçli bir grup<br />
sinema öğrencisinin ormanlık bölgede çekim<br />
yaparken envayi çeşit Trolle karşılaşmasını<br />
konu alıyor. SyFy Channel’ın ucuz fantastik<br />
filmlerinden ne farkı var demeyin. Bence<br />
efektler falan çok iyi kotarılmış, tamam bir ILM<br />
ya da Zeta kalitesinde değil ama yine de işin<br />
zenaati için baya kafa yorulmuş gibi görünüyor.<br />
Filmde inceden bir Blair Witch kafası da mevcut…<br />
Ütelik öyle aman aman bir paraya da<br />
yapılmamış! Hepi topu 3 milyon $ bütçeli bir<br />
yapım. Büyük bir rakam zannetmeyin! Sultanın<br />
Sırrı bile 4 milyona çıkmışken, bu bütçeden<br />
böyle film çıkarmak gerçekten esaslı iş...<br />
Konuyu kısaca geçmek gerekirse: Norveç’in<br />
Kuzey ormanlarında izinsiz olarak ayıları avlayan<br />
bir avcıdan şüphelenilmektedir. Üniversiteli<br />
bir grup film projesi olarak bu konunun üstüne<br />
gitmek isterler. Ancak avcı onları uzak tutar,<br />
konuşmak istemez. Grup da gizlice bir akşam<br />
avcının peşine düşer. Bir yaratığın peşinde<br />
olduğu aşikardır, ancak o yaratık ayıdan çok<br />
daha büyük ve eski bir şeydir. Ormanda avcıyı<br />
bulduklarında o “şey” ile de karşılaşırlar.<br />
Dev bir Trol. Malüm, bu mockumentary (Kurmaca<br />
belgesel) hadisesi Blair Witch’den bu<br />
yana çok moda. Maliyeti düşürücü ve gişeyi<br />
arttırıcı etkisinin yanında, seyirciyi gerçeklik bakımında<br />
ikna etme konusunda da epey yarar sağlıyor. İskandinav<br />
ormanlarında yaşayan dev Trollerle ilgili bir mockumentary<br />
kimi ikna edebilir ki diye düşünmek de mümkün ama<br />
ilk dakikasından itibaren bu konuda kuvvetli bir çaba<br />
olduğunu görebiliyorsunuz.<br />
Filmimiz daha başlarken seyirciye çekimlerin gerçek<br />
olduğunun kanıtlandığına dair bilgiler vererek<br />
mockumentary’nin ilk ve en önemli kuralını yerine getirmeye<br />
çalışıyor; seyirciyi kandır ve ikna et. Bu kural bütün<br />
film boyunca özellikle finalden sonraki sahnede bile çok iyi<br />
bir şekilde kullanılmış.<br />
Film boyunca Troll avcısının büyük, daha küçük ama<br />
onlarca, daha büyük, en büyük şeklinde geniş bir spektrumda<br />
ilerleyen Troller ile mücadelesini, hükümetin<br />
Trolleri gizleme politikasını, doğal ortamların bozulmasının<br />
Troller üzerindeki etkilerini izliyoruz. Düşük bütçeli bir film<br />
olmasına rağmen müthiş bir CGI başarısı var. İlk dakikadan<br />
itibaren bunun farkında olarak her detayı izleyiciye<br />
vermeyi ihmal etmiyor. Film boyunca böyle bir açlığımız<br />
var mıydı bilmiyorum ama Troll’e doyuyoruz diyebilirim.<br />
Uzun lafın kısası; ucuza çıkmış ama gerçekten eğlence ve<br />
yaratıcılık barındıran türden bir sinema örneği Troll Hunter.<br />
Fakat bizim seyircinin en sevmediği şeylerden biri olan el<br />
kamerası ile çekim tekniğini kullanıyor olması en büyük<br />
dezavantajı. Fakat müsterih olun; REC’deki gibi zangır<br />
zangır sallanan bir seyirle karşılaşmayacaksınız. Beklentiyi<br />
düşük tutarak giderseniz ve özellikle İskandinav mitolojisine<br />
meraklıysanız çok keyifli dakikalar geçireceksiniz.
n Türk sineması ilerliyor, gelişiyor diyoruz ya,<br />
bunları neye dayanarak söylüyoruz bu çok önemli.<br />
Dayandığımız kriterlerden biri kadın yönetmenler<br />
ve senaristlerin artması. Toplumun iki yarısını<br />
da anlamak ve yetkin üretimler yapmak adına bu<br />
çok önemli. Erkek egemen bir sinemanın kadın<br />
doğasına bakışı elbette çok sağlıklı olamaz. Bu,<br />
kadın yönetmen sadece kadın dertleriyle uğraşır<br />
anlamına gelmez. Tabii ki evrensel her konu cinsiyeti<br />
ne olursa olsun yönetmenin derdidir. Ama toplumumuzda<br />
kadınlarla ilgili problemler ortadayken,<br />
kanayan bir çok yara varken sinema yoluyla bunları<br />
deşmek de bizim sinemacılarımızın öncelikli görevidir.<br />
İşte bu yüzden kadın yönetmenlerin sayısının<br />
ve üretimlerinin artmasını önemsiyorum. Belma Baş<br />
Poyraz adlı kısa filmiyle yurt dışında bir çok ödül<br />
aldı. 2006’da çektiği bu filmden sonra bu yıl Baş ilk<br />
uzun metraj filmini çekti. Zefir’in hem senaryosunu<br />
yazan hem de yöneten Baş, yakın çevresinden ve<br />
ailesinden oyuncular kullanmayı tercih etti. Uzaktan<br />
bakınca bunun biraz amatörce bir tercih olduğunu<br />
düşünebilirsiniz. Ama bu örnekte çok da doğru bir<br />
saptama olmaz. Çünkü Zefir sinema sanatı adına<br />
başarılı bir yapım. Filmin odağında üç nesil anne<br />
kız ilişkisi var. Toplumda anne olmanın kendisi bir<br />
tabu aslında. Bir annenin her ne nedenden olursa<br />
olsun çocuğunu terk etmesi kabullenilemez.<br />
Filmde genç anne Ay’ı oynayan Vahide Gördüm<br />
harika bir performans çıkarıyor. Karakteri o kadar<br />
iyi içselleştiriyor ki ondan bazı yerlerde nefret edebiliyorsunuz.<br />
Ay kızı Zefir’i terk ediyor. Sebebi ise<br />
yurt dışında yardıma muhtaç çocukların yanında<br />
olmak. Hani ne derler “Dünyayı kurtarmaya kendini<br />
kurtararak başla”. Ay ne yazık ki kendini de kızını<br />
da kurtarmaktan aciz. Ay’ın anne ve babasını yönetmen<br />
Belma Baş’ın akrabaları oynuyor. Sevinç ve<br />
Rüştü Baş belgesel tadındaki performanslarıyla<br />
filmin öyküsünün gerçekliğini artırıyorlar. Film<br />
Ordu’nun yaylalarında çekilmiş. Muhteşem planlar<br />
var. Görüntü yönetmenliği birinci sınıf. Semih<br />
Kaplanoğlu’nun filme sanat danışmanlığı yapması<br />
da filmin kalitesinin göstergelerinden biri aslında.<br />
Metaforik anlatımlar çok risklidir. Özellikle minimalist<br />
bir dille çekilen filmin metaforik anlatımlarla yol<br />
alması izleyici için iyice zor bir tecrübedir. Zefir bu iki<br />
tercihi de başarılı bir şekilde birleştiriyor. Son dönem<br />
Türk sinemasının yetkin yönetmenlerinin üretimlerine<br />
baktığımızda minimalist dilin tercih edildiğini görüyoruz.<br />
Nuri Bilge Ceylan’dan, Semih Kaplanoğlu’na ve<br />
tabii bu dilin yılmaz savaşçısı Tayfun Pirselimoğlu’na<br />
kadar. Belma Baş’ın filmi bu duruşuna rağmen<br />
içinde keskin bir sıcaklık ve öfke taşıyor. Baş’ın<br />
doğup büyüdüğü coğrafyayı kullanmasından mı,<br />
filmdeki karakterleri içselleştirmesinden mi bilinmez<br />
bu sıcaklık ve öfke filmi yüreğimize yakın<br />
koyuyor. Filmin finali çok tartışılacak. Ama cesaretli<br />
bir final olduğunu söylemeliyiz. Filmde doğanın<br />
ve hayvanların kullanımına dikkat çekiyorum. Her<br />
birinin öyküde bir yeri var. Bence seyredilmesi ve<br />
tartışılması gereken bir film Zefir.
n Ayn Rand’ın “Atlas Shrugged” (Atlas Silkindi) isimli kitabı ilk basıldığı<br />
1957’den bugüne sadece İngilizce baskısı 7.5 milyon adet satmış bir<br />
kitap. Ki bu satışın 1 milyon kadarı son finans krizinin patlak verdiği<br />
2008’den sonra yapıldı. Amazon’da hala en çok satan iyk 50’nin arasında.<br />
Diğer kitapları gibi, Türkiye’de Sinan Çetin’in sahibi olduğu Plato<br />
Yayıncılık tarafından yayınlanan Ayn Rand’ın Atlas Silkindi isimli kitabı<br />
Amerikan sağının başlangıç uyuşturucusu olarak kabul edilir. Aralarında<br />
Ronald Reagan ve Alan Greenspan gibi ünlü isimlerin de bulunduğu<br />
hatırı sayılır sayıdaki destekçisi Cumhuriyetçiler, sağ düşünce<br />
kuruluşları ve muhafazakar basın saflarında kariyer yapmışlardır. 1000<br />
küsur sayfalık Atlas Silkindi Amerikan tarzının bir ifadesidir. Milyonlarca<br />
genç dimağda bir yandan bireyselliğin yüceltilmesi, diğer yandan ise<br />
kolektif hareketlerden kaçınma eğilimini doğurmuştur. Geçmişte muhafazakarlar,<br />
dinin her türlüsünden nefret eden ve aileye pek değer vermeyen<br />
Ayn Rand’a olan inançlarını resmi olarak pek ifade etmeseler de, Tea<br />
Party’nin (Tea Party: 2009 yılında ABD’de finans kriziyle birlikte başlayan<br />
banka kurtarma operasyonlarına karşı tepki olarak doğan muhafazakar<br />
sağ hareket) yükselişiyle birlikte işler değişti. Bir dönemin ahlak dışı egzantrik<br />
Ayn Rand’ı bu kesimin temel taşlarından biri haline geldi.<br />
Eksik olan 1000 küsur sayfalık zor okunan kitabın geniş kitlelere<br />
ulaştırılabilmesiydi. O da ancak bir film yoluyla olabilirdi ve sonunda<br />
oldu. Nisan ayı ortalarında ABD’de gösterime giren “Atlas Silkindi:<br />
Bölüm I” 10 milyon dolara mal edilmiş, hiç bir ünlünün rol almadığı bir<br />
B-Movie olarak nitelendiriliyor. Ama ideoloji filmin önüne geçti ve “Atlas<br />
Silkindi: Bölüm I” sadece 300 salonda gösterime girmesine karşın<br />
Hollywood’u da şaşırtarak iki hafta içinde 1,5 milyon dolarlık gişe yaptı<br />
ve onraki haftalarda 700 salonda daha gösterilmesine karar verildi.
n Bir roman uyarlaması olan<br />
“Cloud Atlas”ın başrolünde<br />
Hollywood’un Oscar ödüllü<br />
yıldızı Tom Hanks’in yer alacağı<br />
prodüksiyon firması X-Filme<br />
tarafından resmen açıklandı.<br />
Çekimlerine önümüzdeki Eylül<br />
ayında başlanacak filmin rejisini<br />
Alman yönetmen Tom Tykwer<br />
ve Matrix’in yaratıcıları Andy ve<br />
Lana Wachowski yapacak.<br />
David Mitchell’in 2004 yılında<br />
yayınlanan ve yüzyıllar arasında<br />
seyahat ederek uzak geleceğe<br />
kadar uzananan romanı Cloud<br />
Atlas, altı bölüm halinde<br />
farklı adamların kaderlerini<br />
anlatıyor. Tykwer ve Wachowski<br />
kardeşlerin bölümleri kendi<br />
aralarında paylaşacakları senaryoyu<br />
ise birlikte yazacakları,<br />
Tom Hanks’in ise filmde farklı<br />
karakterleri canlandıracağı<br />
açıklandı. Filmde Natalie<br />
Portman’ın da rol alacağına dair<br />
spekülasyonlar olsa da prodüksiyon<br />
firmasından bu konuda<br />
resmi bir açıklama yapılmadı.<br />
Bu arada Lana Wachowski’nin<br />
kim olduğunu merak edenler için<br />
not: Larry Wachowski artık resmi<br />
olarak bu adı kullanıyor.
n Hong Kong yapımı ilk 3 boyutlu<br />
(3D) erotik filmin ilk hafta hasılatının<br />
Amerikalı yönetmen James Cameron’un<br />
“Avatar” filminden daha yüksek olduğu<br />
bildirildi. One Dollar Production adlı<br />
şirket tarafından 30 milyon Hong Kong<br />
Doları (3,85 milyon ABD Doları) bütçeyle<br />
Kantonca çekilen ve geçen hafta<br />
Hong Kong’da gösterime giren “3D Sex<br />
and Zen: Extreme Ecstasy” adlı filmin,<br />
vizyona girdiği ilk haftada 2,8 milyon<br />
Hong Kong Doları (360 bin ABD Doları)<br />
hasılat getirdiği belirtildi. “Avatar” ise<br />
2,6 milyon Hong Kong Dolar hasılat<br />
rekoru kırmıştı.
n Hollywood aktörü ve eski California<br />
Valisi Arnold Schwarzenegger’e<br />
doğduğu Avrupa’ya dönmesi ve<br />
AB Konseyi başkanlığına adaylığını<br />
koyması yönünde yakın çevresi<br />
tarafından tavsiye verildiği ortaya<br />
çıktı.Bu fikir Brüksel’de rahatsızlık<br />
ve tebessümle karşılanırken, birçok<br />
AB yetkilisi, Schwarzenegger’in bu<br />
konuda hiçbir şansı bulunmadığı<br />
görüşünü dile getirdiler. Avusturya<br />
doğumlu eski dünya ve kainat vücut<br />
şampiyonu ise beyazperdeye dönüp<br />
dönmeyeceği ya da kaslarını siyasi<br />
arenada kullanıp kullanmayacağı konusunda<br />
henüz bir açıklama yapmadı.<br />
n John Travolta ve Uma Thurman Ucuz<br />
Roman’dan sonra ilk kez bir araya geliyor.<br />
Oliver Stone’un ani açıklanmasıyla<br />
birlikte dikkatleri üzerine çektiği projesi<br />
‘Savages’in kadrosu giderek genişliyor.<br />
Meksika mafyasına çalışmadıkları için<br />
başları belaya giren iki arkadaşın değişen<br />
hayatlarını anlatacak olan Savages, yazar<br />
Don Winslow’un aynı isimli kitabından<br />
uyarlanıyor. Filmde iki arkadaşı Aaron Johnson<br />
ve Taylor Kitsch, mafya babasını Del<br />
Toro, iki arkadaştan birinin kaçırılan kızının<br />
annesini Uma Thurman, narkotik polisini ise<br />
John Travolta canlandıracak.
n Antonio Recio’nun yazıp yönettiği ve 33<br />
madencinin kurtuluş öyküsünü anlatan filmin<br />
çekimlerine, olayın gerçekleştiği Şili madeninin<br />
hemen yakınında başka bir madende,<br />
henüz madenciler toprağın altında yaşam<br />
savaşı verirken başlandı. Yönetmen Recio<br />
filmle ilgili, “Ben aşağıda olanlarla ilgileniyorum.<br />
Orada ne olduysa, korkuları,<br />
endişeleri, kavgaları...<br />
Başlangıçtaki umut<br />
ve sonrasındaki<br />
depresif duygular.<br />
Matkabın delme<br />
işleminin hatalı<br />
olduğu anlar ve<br />
kırılış. Tüm o<br />
duygular ve hisler<br />
bence anlatılmaya<br />
değer” derken,<br />
filmin bir belgesel<br />
olmadığının<br />
da altını çiziyor.<br />
Aralık ayında<br />
tamamlanması<br />
beklenen film<br />
ilk olarak Şili<br />
ve İspanyol<br />
televizyonlarında gösterilecek. Filmin farklı<br />
ülkelerde gösterimi için İskandinav ve Doğu<br />
Avrupalı dağıtımcılarla iletişime geçildi. Fakat<br />
henüz büyük bir stüdyo ile anlaşılmış değil.<br />
Her halükarda Hollywood bu hikâyenin yüksek<br />
bütçeli sinema filmini yapmakta gecikmeyecektir...
Daha İyi Bir Dünyada<br />
– Hævnen /<br />
Yönetmen: Susanne Bier<br />
n Anton, Afrika’nın savaş, yoksulluk, açlıkla hırpalanan bir ülkesindeki kampta insanlara yardım<br />
eden doktor… Ayrılmak üzere olduğu karısı ve iki çocuğu ile Danimarka’da yaşıyor. Yani dünyanın<br />
en gelişmiş ülkelerinden birinde! Fakat ayrımcılık yapmak, insanlığın ana sorunlarından: Büyük<br />
oğlu okulda fiziki ve sözlü (fare suratlı İsveçli!)saldırıya maruz kaldığında, annesini kanserden<br />
yitirmiş ‘problemli ve o oranda da soğukkanlı’ başka bir çocuğun koruması altında yeni kavramlarla<br />
tanışacaktır: Nefret gibi, intikam gibi!<br />
‘Yabancı Dilde Film’ dalında hem Altın Küre, Hem Oscar kazanmasının sırrı, bence, gezegenin her<br />
köşesindeki her âdem evladının bir şekilde karşısına çıkan vahşi tutum ve davranışlar karşısında<br />
ne kadar ‘insan kalabileceğini’ ve tokadı yedikten sonra ‘diğer yanağını çevirip çeviremeyeceğini’<br />
izleyene sınatan bir film olmasından… Afrika’da ya da Danimarka’da biçimleri farklı olsa da<br />
her daim yanı başımızda potansiyel olarak hissettiğimiz şiddet, medeniyetin çözemediği temel<br />
mesele! Film, bir insanın(Anton) sabır ve tahammülde pes etmeyerek çevresindekilerin sorunları<br />
için umut ışığı olup olamayacağına dair. Hayal edin ki, Anton’lar hızla çoğalıyor… Ve biz, “Hævnen<br />
- İntikam”ın olmadığı “Daha İyi Bir Dünyada” yaşamaya başlıyoruz.
Yaşam Şifresi – Source Code /<br />
Yönetmen: Duncan Jones<br />
n ‘Paralel evrenler’ teorisini bir gerilim hikâyesi<br />
içinde kullanan en iyi filmlerden… Her ‘paralel’<br />
yolculukta sadece sekiz dakikası olan ve<br />
Chicago’yu vuracak bombacıyı yakalamaya biraz<br />
daha yaklaşan asker, her defasında ilk patlamanın<br />
olduğu trende ölmek zorundadır! Genç asker,<br />
babasına henüz veda edememiş bu oğul, gerçekte<br />
ne durumdadır peki? Bu noktadaki trajik durum,<br />
içinizi acıtır… Oyuncu Angela Bowie’nin (ve tabii<br />
David Bowie’nin) oğlu Duncan Jones, ilk uzun<br />
metrajlı filmi “Moon – Ay”da olduğu gibi, insan<br />
zekâsı ve yüreğinin umut, cesaret ve sevgiyle<br />
her engeli geçebileceğine dair inancını korumaya<br />
devam ediyor; ‘insan hissetmenin’ nasıl değerli<br />
olduğunu öyküsünün özüne yerleştiriyor. Paralel<br />
evrenlerdeki eşizlerimize selam olsun!
Sucker Punch /<br />
Yönetmen: Zack Snyder<br />
n Baby Doll… Gencecik. Annesi<br />
öldü. Üvey baba tacizine uğradı<br />
ve direndi! Bu adamdan küçük kız<br />
kardeşini korumak isterken de,<br />
onun yanlışlıkla hayattan kopmasına<br />
neden oldu. Şimdi akıl hastanesinde…<br />
Kendisi gibi trajik yazgılı<br />
dört kızla birlikte, buradaki ‘eksantrik<br />
yöneticiler’in esaretinden kaçıp<br />
özgürlüğüne kavuşabilecek midir?<br />
‘Yeşil ekran’ tekniğinin<br />
‘kralı’,etkileyici yönetmen Zack Snyder,<br />
Baby Doll’un zihnini alabildiğine<br />
hür bırakarak, serüveni üç katmana<br />
yaymış: Gerçek, düş ve düşün<br />
içindeki bilgisayar oyunları gibi aksiyon!<br />
Düşünün ki, “Girl, Interrupted”<br />
kızlarının ‘savaşçı ruhları’ fantastik<br />
dünyada serbest kalmış. Özellikle,<br />
Emily Browning (Baby Doll), “Parlak<br />
Yıldız”dan Abbie Cornish(Sweet<br />
Pea), “Donnie Darko”dan Jena<br />
Malone(Rocket) ve “Robin<br />
Hood”dan(2010) Oscar Isaac’in (Blue<br />
Jones), hareketli yapıyı dengeleyen<br />
dramatik oyunculuklarının altını<br />
kalınca çizmek gerekiyor.
Kimliksiz-Unknown / Yönetmen:<br />
Jaume Collet-Serra<br />
n İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra’nın<br />
yönettiği bir önceki gerilim “Orphan – Evdeki<br />
Düşman”ın sürprizi gibi ‘tahmin edilemeyen’<br />
bir gelişmeyi içeren “Kimliksiz”, yabancı<br />
bir kentte, araba kazası sonrası ‘bir anda’<br />
kimliğini ‘yitiren’ ve belleği zayıflayan bilim<br />
adamının ‘gerçeğe ulaşma’ mücadelesi üzerine<br />
kurulu. Yönetmen, yapbozun parçalarını<br />
hızı sürekli yükselen tehlikeli –ölümcül<br />
hareketliliğin içinde beceriyle birleştiriyor.<br />
Hikâyeyle organik ilişki kurulması sağlanan<br />
Berlin, seyircinin şüphelerini bir mıknatıs gibi<br />
üzerine çeken karakteri tamamıyla giyinmiş<br />
Liam Neeson ve araba aksiyonu sahneleri,<br />
filmden geriye kalanlar.
Thor / Yönetmen:<br />
Kenneth Branagh<br />
n İskandinav mitolojisinin<br />
–bazı anlarıyla- Shakespeare<br />
trajedi ve komedilerine<br />
saygı duruşunda<br />
bulunduğu “Thor”, yönetmen<br />
koltuğunda zaten bu<br />
büyük şair – yazarın eserlerini<br />
sahnede / sinemada yorumlayan<br />
Kenneth Branagh<br />
oturduğundan, 150 milyon<br />
dolarlık bütçesinin sunduğu<br />
mükemmel serüvenle birlikte<br />
öyküsünü de sağlamca<br />
anlatıyor. Babası tarafından<br />
“yukarılardaki” Asgard<br />
Krallığı’ndan dünyaya<br />
sürgüne gönderilen (<br />
‘atılan’) güçlü ve kibirli<br />
savaşçının insan doğasına<br />
dair öğrendikleriyle gerçek<br />
benliğini bulması, hikâyenin<br />
ekseni... Konsept<br />
sanatçılarının yarattığı<br />
büyüleyici mistik evrenlerin<br />
fantastikliğiyle, ‘solucan<br />
deliği’ gibi uzay yolculuğu<br />
teorilerinin ve bilimsel<br />
bilgilerin kusursuz kombinasyonu,<br />
“Thor”un değerini<br />
arttırıyor.
‘Bu ideolojik bir film sonuçta. Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu<br />
çatışmanın bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda bulunacak<br />
bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok büyük katkılarda bulunmaz ama<br />
sadece bir cümlesi vardır’
BANU BOZDEMİR<br />
n Rıza Kıraç benim çok eski arkadaşım, sinema dergisi<br />
Klaket’te beraber çalıştık… Sonrasında hep aynı<br />
camianın içindeydik… Romanlar yazdı, kısa filmler<br />
çekti, belgeseller yaptı… Arkadaşlığımız hep baki kaldı.<br />
İlk uzun metrajlı filmi Küçük Günahlar politik bir akışla<br />
80’lerden bugüne kadar uzanıyor, solcu olmaya, doğulu<br />
olmaya bakıyor… Filme ilgili olarak Rıza Kıraç ve Esra<br />
Ruşan’la konuştuk.<br />
Eski arkadaşız, yazdın, kısa filmler çektin, belgeseller<br />
çektin ve uzun metraj sanki her şeyi tamamlarmış gibi<br />
bunların sonuna geldi. Bu süreci biraz anlatır mısın?<br />
Rıza Kıraç: Edebiyatla ilgim taa lise yıllarından başlıyor.<br />
O yüzden sinemacı olmayı da hiç düşünmedim, aklımda<br />
yoktu, askerlikten kaçmak için girdim okula. Önce<br />
fotoğraf sonra da sinema okudum. İlk yazımı da Klaket<br />
sinema dergisi yayınlamıştı. Ondan sonra edebiyatçı ve<br />
sinema yazarı olarak anıldım.<br />
Bu bir olgunlaşma süreci miydi peki? Bu bekleme hali?<br />
Yok, hayır para yoktu. Bu süreçleri sende biraz biliyorsun,<br />
cafe işlettik, belgeseller çektim, röportaj kitapları<br />
hazırladım. Ama bunlar film çekmek için yeterli değildi.<br />
Bu film şimdi de çok paralara çekilmedi. Piyasa<br />
koşullarının çok altında çalıştı ekipteki arkadaşlar.<br />
Hepsi profesyoneldi ama… Tabii Kültür Bakanlığı’nın<br />
verdiği destek bizi çok rahatlattı, harekete geçirtti.<br />
Bu konu nasıl şekillendi, ülke gündemi buna yardımcı<br />
oldu mu? İlk filmimi bu konuda çekerim diye düşünmüş<br />
müydün?<br />
Denk gelmedi, 2002’de yazmaya başlamıştım ama<br />
değiştirilerek yazıldı hep. İlk yazdığımda üçlü bir aşk<br />
hikayesiydi. Şöyle bir korkum vardı elbette. Belgesel<br />
ve kısa film çeken birisi olarak uzun metraj kotarabilir<br />
miyim diye bir korkum vardı. Ama çekimlere başlayınca<br />
hatta başlamadan kotaracağımızı düşündük, çünkü<br />
çok çalıştık. Başka senaryolar vardı çekilebilecek ama<br />
onları çekecek prodüksiyonları yan yana getiremedik.<br />
Uzakta Kahvaltı diye bir senaryo yazmıştım Kültür<br />
Bakanlığı desteğiyle. 6 bin Euro’ya çekilirdi, üç ayrı<br />
ülkede, kalabalık oyuncu kadrosuyla.<br />
İlk filminde neden çoğunluğun yaptığı gibi minimalist bir<br />
başlangıç yapmadın?<br />
Modern sinemanın bütün gerekliliğini yan yana getiren<br />
bir estetiği var. Kendi içinde zaman zaman durağan gibi<br />
algılanabilir ama hızlı bir kurgusu var. Filmin bir ritminin<br />
olması benim için önemliydi. Sarkan şey istemiyorum.<br />
Sinemasal olacak diye bazı kareleri uzun uzun
göstermek bana çok anlamlı gelmiyor. Bir de oyunculuk<br />
var, onu hikayeye yedirmek var. Bu benim tercihimdi<br />
aslında. Şehirde geçen bir hikaye, İstanbul<br />
hızlı bir şehir. Onu anlatmak için insanları uzun<br />
yürütmene falan gerek yok. Gereksiz bütün sahneleri<br />
temizledik. Ben anlatım biçimi olarak minimalist<br />
değilim, tek derdim hikayedeki duyguyu izleyiciye<br />
geçirebilmek. Bu ilk uzun metraj film, tarz denemesi<br />
falan. Kendi içinde öyle bir şey var ama konvensiyonel<br />
sinema kalıplarını zorlayan bir şey değil.<br />
Ben birazcık minimalist sinemanın bizim dışımızda<br />
olduğunu düşünüyorum ve bu gittikçe dayatılan bir<br />
hale geldi bize…<br />
Ben yönetmenlerin bakış açısı olduğunu<br />
düşünüyorum, hikayeyi anlatma biçimiyle ilgili. Ben<br />
zaten yıllar evvel zorunlu bir minimalizm olduğunu<br />
yazmıştım. Ekonomik nedenlerden dolayı öyle biraz<br />
da. Mesela müzik kullanmamak bir tercihtir. Ben birçok<br />
kişinin müziği beceremediği için kullanmadığını<br />
düşünüyorum mesela.<br />
Oyuncularınıza senaryoyu sunduğunuzda nasıl<br />
karşıladılar, politik bir yanı da var sonuçta… Onların<br />
kabul ve ret noktaları oldu mu?<br />
Hiçbir arkadaş ben bu filmde yer almam demedi.<br />
Kuzey Irak’a giden bir genç kızın önündeki engelleri<br />
ve onun aşk hikayesini anlatmaya çalıştık, son<br />
derece insani. Kimisi Kuzey Irak’a kimisi askere<br />
gider. Bu insan haklarına, Türkiye’nin gerçeğine uygun<br />
olmasaydı söylerlerdi diye düşünüyorum. Ben<br />
oyuncuların senaryoyu çok sevdiklerini, sarıldıklarını<br />
ve bunu da sette gösterdiklerini düşünüyorum.<br />
Esra Ruşan: Altı çizili politik bir söylem yok, daha<br />
çok insani ilişkiler üzerine bir durum var. Ve çok<br />
naif bir taraftan bakıyor, taraf tutmuyor yani. Bu<br />
açıdan da sıcak ve samimi gelen bir tarafı var. Yolun<br />
başındaki bir oyuncu olarak bana önerilen rol iştah<br />
kabartıcı. Bu yüzden senaryoyu ilk okuduğumda ne<br />
hissediyorsam film bittiğinde de aynı şeyi hissediyordum.<br />
R.K: Macit abiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum<br />
ben. En çekindiğimiz oydu. Uzun yıllardır sinema<br />
yapmadığı için kabul etmiyordu da projeleri. Senaryo<br />
kötüyse ben projede yer almam, hiç zorlama<br />
dedi.<br />
Daha önce bir tanışıklığınız var mıydı?<br />
Hayır sadece Ömer Kavur belgeselini biliyordu.<br />
Ömer Bey’le ahbaplıkları vardı. Öyle kesin bir tavır<br />
belitti, ben de ağabey söyle, kötüyse daha fazla<br />
borca girmeyelim dedim. (Gülüşmeler) Sonra beni<br />
aradı ben bu projede yer alırım dedi. Ekstradan<br />
görüşmemize gerek yok, sadece bana programı<br />
söyle dedi. Macit ağabey senaryodan, dramaturgiden<br />
gelen birisi. O yüzden çok iyi biliyor. Senaryoyu<br />
beğenmesi de bizi daha çok şevklendirdi.<br />
Sette çok uzun provalar yaptık, uzun okuma<br />
provaları yaptık. Oyunculuk anlamında da birbirimize<br />
pas atığımız bir iş oldu.<br />
İki tane sinema yazarının filminde oynadın, peki<br />
sence sinema yazarlarından yönetmen olur mu?<br />
E.R: Olur tabii. (Gülüşmeler) Çok denk geldi. Bunun<br />
hangi mesleği yaptığınla pek bir ilgisi yok, içeriden<br />
gelen bir şeydir diye düşünüyorum. İlk filmde<br />
oynayacağım pek beli değildi açıkçası. Son anda<br />
oldu. Bir zombi filmiydi, o da çok eğlenceliydi. Çok<br />
detaycı ve daha incelikli düşünüyor olabilirler.<br />
R.K: Sinema yazarlığı benim için işin ektrası.<br />
Hem yazıyorum hem çekiyorum aslında. Yıllarca
elgesel setlerinde asistanlık yapmışım, kısa<br />
filmler çekmişim. Ben bir sinema yazarı film<br />
çekmiş izleyelim gibi algılanmasını istemem, ama<br />
eleştirdiğimiz filmlerdeki hataları yapmamaya<br />
çalışmak olabilir. Bu ideolojik bir film sonuçta.<br />
Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu çatışmanın<br />
bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda<br />
bulunacak bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok<br />
büyük katkılarda bulunmaz ama sadece bir cümlesi<br />
vardır. Anlayanların kafasında soru işaretleri<br />
oluşturur. Ben de sorular oluşturmasını istiyorum.<br />
Çok ataerkil, erkek egemen bir yerdeyiz. Bunlar<br />
törpülenmeye başladığı zaman savaşın bir<br />
ayağının gideceğini düşünüyorum. Bir parça ona<br />
hizmet ederse amacına ulaşmıştır bana göre.<br />
Bir Kürt kızının psikolojisi nasıldır, bu filmde<br />
nasıldı? Onu anlatmanı istesem?<br />
E.R: Bir Kürt kızı olarak değil de yaşıtlarından biraz<br />
farklı onun durumu. Çünkü daha politik. Davasının<br />
peşinde. Bir Kürt gazetesinde çalışıyor muhabir<br />
olarak. Davanın da sonuna kadar arkasında. Bu<br />
açıdan biraz yalnız. Ama Kürt’tür ve yalnızdır, Kürt’tür<br />
ve böyledir diye bir şey yok.<br />
Kendisinden büyük bir sevgilisi de var… Bu da bu<br />
duruma mı denk?<br />
E.R: İşte o yalnızlığın getirdiği, düşünce olarak<br />
yaşıtlarından daha büyük olması hali var.<br />
Anlaşabildiği, konuşabildiği, şefkat görebildiği birisi<br />
olduğu için yaşça kendinden büyük birisiyle beraber.<br />
Birbirlerini seviyorlar sonuçta…<br />
Ama bu hal bile kızın gitme duygusunu<br />
engelleyebilirmiş gibi değil o zaman?<br />
E.R:Değil, evet. Onun hayatındaki en önemli şey o<br />
çünkü. Filmin üçüncü ayağında Melik karakteri var.<br />
O tesadüfen çıkan biri. O tabi onlardan farklı. Daha<br />
apolitik ve bu şehre ait. Bir sürü sıfatı var hayata ait.<br />
Üçünün hayatı bir yerde kesişiyor tesadüf olarak.<br />
R.K: Aslında üç kuşağı anlatma hali var. 70, 80 ve<br />
90’ların kuşağı. Farklı kültürleri alan farklı insanların<br />
bir arada oldukları bir durumda hem aşk, hem politika<br />
hem de günlük hayata dair şeyler nasıl hayat<br />
bulur gibi durumu var filmin. Ama temel derdi şu:<br />
Büyükşehirlerde insan parçalanıyor, başka yerlere<br />
doğru gidiyor. Sevgi ve şefkat arıyor. Filmdeki bütün<br />
kadınlar güçlü. Erkeklerin daha fazla sevgi ve şefkate<br />
ihtiyaçları var ama doyumsuzlar. Böyle bir yerden<br />
bakınca daha anlamlı olmaya başlıyor o karakterler.<br />
Sevgi arayışı hiç bitmiyor, hele bu şehirde hiç<br />
bitmiyor. Kadınlar daha akıllı ve müdahale edici<br />
davranmaya başlıyor. Ama bunun içinde bir parça<br />
erkekleşmeleri gerekiyor, tamamen erkekleşenler<br />
de zaten politikacı oluyor. Ya da kırık gazeteciler<br />
oluyorlar. Şimdi politik eylemlere baktığımızda eski<br />
yıllara göre kadınlar var hep. Bunda feminizmin etkisi<br />
var, erkeklerin kolay demoralize olma durumları var.<br />
Bence uzun bir süre kadınları anlatmaya devam<br />
edeceğiz.<br />
Bu özünde bir kadın hikayesi filmi mi?<br />
R.K: Aynen öyle. Özünde üç tane kadın hikayesi var.<br />
Hayatın farklı kesimlerinden üç tane kadın ve üç tane<br />
erkek var. Ama ağırlıklı olarak kadınların hikayesi var.<br />
Türk solunun Kürt sorununa bakış açısı gibi bir şey<br />
de var mı filmde?<br />
R.K: Aynen öyle var. Şundan dolayı var. Bu aralar<br />
bu konu hakkında çok düşünüyorum. Mesela bir<br />
zamanlar Sayın Abdullah Öcalan diyen Doğu Perinçek<br />
ve Yalçın Küçük ne oldu da ‘kanlı katil’ demeye
aşladılar. Kendi yaptıkları röportajlardan<br />
bunlar. Bu hem Türk solunun savrulmasıdır,<br />
bir yerde de Kürt hareketinin savrulmasıdır.<br />
Karşılıklı olan bir şeydir bu. 90’lı yıllarda işçi<br />
sınıfının politik başarısı, Kürt hareketinin<br />
başarısı ve özgürlüğünden geçerdi. Şimdi ne<br />
Kürtler ne de Türkler bunu söylüyor, iki taraf da<br />
bir şekilde ‘kapitalist sistemin sağlıklı bir şekilde<br />
yürümesi için ne yapmalıyız’a yöneldi. Halbuki<br />
önce hakların barışı önemli. Ekonomi diyerek<br />
insan olgusu iyice arkaya atıldı. Zaman geçtikçe,<br />
savaş tavsadıkça Türkler’de milliyetçilik<br />
yükseldi, CHP’yi sol parti görenler çoğaldı. En<br />
gerici söylemlere devam ediyor, Türk solu buna<br />
devam ediyor. Buna paralel olarak da Kürt solu<br />
Kürt milliyetçiliğine doğru gidiyor. Halbuki bu<br />
iki yakayı yan yana getirmemiz lazım, özellikle<br />
ideolojik anlamda ama yan yana gelmiyor.<br />
Irak’ta Kürt devleti kurulmasıyla da ilgili, bu Kürt<br />
devleti başka bir anlam taşıyor. Bizim filmdeki<br />
Şilan karakterinin Kuzey Irak’a çağrılması bir<br />
öngörü. Çünkü dağa çağırmıyor kızı abisi. Siyasi<br />
mücadele vermek için. Gerilla mücadelesinden<br />
başka bir yere evrilmesi için. Bu bizim temennimiz<br />
ve de umarım öngörümüz olur.<br />
Kopuşlardan yola çıkarak bir birleştirme hikayesi…<br />
Peki Şilan’ın bir gerilla macerası var<br />
mı?<br />
E.R: Hayır yok. Ama abisi çıkmış, etrafında öyle<br />
insanlar var. Ama onun mücadelesi öyle bir<br />
mücadele değil. Onun aklına yatan Kuzey Irak’a<br />
gidip politik bir mücadeleye girmek! Üniversite<br />
okumuş falan, öyle daha faydalı olacağını<br />
düşünüyor. Benim ailem de Kürt zaten.<br />
Peki onlar ne düşünüyorlar bu konuyla ilgili?<br />
E.R: Aslında bu konuyu onlarla hiç<br />
konuşmadım. Onlar yıllar evvel gelmişler<br />
buralara. Yaşamda kalma mücadelesi vermişler.<br />
Unutmuşlar işin o tarafını. Buralarda bir araya<br />
gelip kendi köylerini kurmuşlar. Ben bazen uzak<br />
akrabalarıma gittiğim zaman sanki doğuya<br />
gitmiş gibi oluyorum çünkü orada öyle bir enerji<br />
var. Bir arada durma hali var ama üzülerek<br />
söylüyorum etrafımda çok fazla bunu düşünen<br />
insan yok. Babam böyle düşünürdü eskiden, aktif<br />
olarak savunurdu ama onun da yorulduğunu<br />
düşünüyorum artık.<br />
Doğudaki Kürtlerle batıdaki Kürtler çok farklı<br />
yaşıyorlar aslında…<br />
E.R:Kesinlikle. Diyarbakır’da yaşanan şeyi ben bilmiyorum<br />
mesela. Yaşamakla izlemek ayrı şeyler. Ben altı<br />
aylıkken İstanbul’a gelmişim, kendime ne kadar Kürt diyebilirim<br />
ki! Kürtçe bilmiyorum, adet ve gelenekleri bilmiyorum.<br />
İstanbul bir anlamda o politik zemini yok edebiliyor sanki…<br />
R.E:Evet, ben kendi jenerasyonum için bunu söyleyebilirim.<br />
Gelecek kaygım hala oluyor. Senden beklenen bir<br />
sürü şey olunca sen zaten politikayı düşünemeyecek hale<br />
geliyorsun.<br />
Apolitik olmaya da bir gönderme var o zaman filmde?<br />
R.K: Var, evet. Çanakkale’de fotoğraf okurken beraber
okuduğum bazı arkadaşların sonra dağa çıktığını öğrenmişti.<br />
90-2000 arası çok yoğundu o süreç. Bunların içinde Türk<br />
kökenliler de vardı. Bunların karşısında da askerler var. Onlar<br />
da öldü. Onlar da politik değildi. Var olan koşullar onlar için<br />
kötü görünüyordu. Dayanamayıp gidiyorlardı. O ruh halini<br />
biraz biliyorum tanık olduğum için. Ama onları ne ajite ne de<br />
propaganda yapmak gerekiyor. Duygu ve düşüncelerini anlatmak<br />
gerekiyor.<br />
Zaten doğru olan bir yere odaklanmak yerine iki tarafa da eşit<br />
mesafeden bakmak galiba. Kürt sorununa ilişkin çok fazla film<br />
çekilmeye başlandı. Bunun artma sebebi ne olabilir sence?<br />
İnsanlar dertlerine daha fazla mı sahip çıkmaya başladılar.<br />
R.K: Bunun bir tane teknik nedeni var. Nispeten daha ucuzladı<br />
dijital kameralarla çalışmak. Sektörün büyümesiyle de ilgili. Bir<br />
kısmı mektepli bir kısmı alaylı. Yeni bir jenerasyon<br />
geldi, bunlarda 90’lı yıllarda politikayla<br />
uğraşan insanlar ya da tanıştığımız,<br />
arkadaşımız olan yönetmenler. Öyle bir<br />
politik atmosferden geldikten sonra vodvil<br />
ya da komedi çekmesini beklemesin<br />
kimse, ben de dahil. Kimi zaman politika<br />
yapacağız, kimi zaman politikaya dokunan<br />
filmler yapacağız. Bir başka şey de artık<br />
hayatı göze alarak film yapılması. Bir filmi<br />
yaptın kötü oldu, git ikincisi yap. Madem<br />
parası olanlar kötü filmler yapıp para<br />
kazanıyor. Biz de teknik olarak kötü film<br />
yapıp, bir sonrakini çekerek çarkı döndürebiliriz.<br />
Birçok yönetmen arkadaşla hem<br />
teknik anlamda hem de manevi destek<br />
anlamında bir yardımlaşma mantığı oluştu.<br />
Biz paramızla, kendi yokluğumuzla kendi<br />
hikayemizi çekiyoruz, kimse bize bir şeyi<br />
dayatamıyor. Gündemi de biz belirliyoruz.<br />
Gündemi de belirlediğin zaman kuşağın<br />
benzer durumları anlatması kaçınılmaz<br />
oluyor.<br />
Bu kadar fazla film üretilmesi çok güzel<br />
ama birçoğu vizyon yüzü göremiyor, bütün<br />
filmler birbirini öteler hala geldi. Bu konuda<br />
neler söylersin?<br />
R.K:Bu konuda edebiyatla ilgili de söylüyorum,<br />
küstahlık derecesinde söylüyorum<br />
gerizekalılar filmimizi izlemesin. Onlara<br />
seslenecek bir şey yapmıyorum. Seçiyorlar<br />
zaten. Salon bulmak da zorlanıyoruz,<br />
o doğru. Bunlarla başa çıkmanın tek<br />
yolu yine film çekmek. Filmler sonra<br />
DVD’ye basılıyor, televizyonda gösteriliyor.<br />
İzledikten sonra belki keşke sinemada<br />
gitseydik diyecekler. İlk hafta izlenmesini<br />
istiyorum, beğenilsin ya da beğenilmesin<br />
ama arkadaşlarına fikirlerini söylesinler.<br />
Dokuz kopya giriyoruz, fazla seyirci<br />
beklentimiz yok. Fazla kopya zarar demek.<br />
Bizim seyircimiz derdi olan seyirci. Ama<br />
herkes gelsin, iyi film izlesin. (Gülüşmeler)<br />
E.R: İyi, samimi, naif bir film izlemek<br />
istiyorlarsa, böyle bir filme vakit ayırsınlar<br />
derim. Çok güzel müzikleri var filmimizin.<br />
Müzikler albüm olarak çıkacak zaten. Bir<br />
de Macit ağabeyi izlesinler derim.
Futbol, 22<br />
kişinin bir<br />
topun<br />
peşinden<br />
koşturduğu<br />
amaçsız bir<br />
oyun<br />
mudur?
ZEYNEP USLU<br />
n Erkek yaşıtları, sokaklarda o sihirli topun<br />
peşinden koşarken, evde çay takımlarıyla evcilik<br />
oynayan kız çocukları bunu öğreniyorlardı<br />
ya da böyle zannedildi. Futbol, erkek oyunu<br />
olageldi hep, takımlar erkeklerden oluşuyordu,<br />
taraftar grupları, haber yapıcılar, yorumcular<br />
erkekti. Oysa görünenin ardında, sokaklarda,<br />
tribünlerde ve artık sahalarda kadınlar hınzırca<br />
gülümseyerek izledikleri bu oyunun bir parçası<br />
olmaya başladılar.<br />
Sinema da, dünyayı kasıp kavuran, kadınından<br />
erkeğine, en yoksulundan en zenginine, bütün<br />
yaşamlara bir şekilde değip geçen bu büyülü<br />
oyuna seyirci kalmayacaktı elbette. Futbolu pek<br />
çok farklı açıdan işleyen onlarca film yapıldı.<br />
Kiminde dünyaca ünlü futbolcular boy gösterdi,<br />
kiminde futbola gönül vermiş basit insanlar.<br />
Aslında, yapılan filmlere bakıp, futbolun bir<br />
sokak sporundan nasıl dev bir endüstriye<br />
dönüştüğünü izlemek bile mümkündü. Fakat<br />
futbolla ilk dostça ilişki kuruşunu sinema filmlerine<br />
borçlu bir kadın olarak, başka bir açıdan<br />
bakacağım. Futbolu hayata tat katan, kimi zaman<br />
hayatın aynası olan aynası olan, eğlenceli<br />
bir oyun olarak görmemi sağlayan filmler...<br />
“Hayat, fena halde futbola benzer” özlü sözünden<br />
yola çıkarak...<br />
Takım Böyle Tutulur / 2005<br />
Okan Altıparmak ile Andreas Treske’nin<br />
yönettiği Takım Böyle Tutulur: Vazgeçersen<br />
Kaybedersin‘da, Fenerbahçe taraftarı içinde<br />
bulunduğu durumlarda, özellikle stadyumda<br />
olduğu gibi tutkusu ve duygusuyla gösteriliyor.<br />
Filmi seyreden taraftarın da aynı duyguları<br />
yaşayacağı belirtiliyor. Projeye başlandığında<br />
Yönetmen Okan Altıparmak’a bir halkla ilişkiler<br />
uzmanı Filminizde büyük bir yıldız yok, seyrettirmesi<br />
zor olacak deyince, Altıparmak Bizim<br />
filmimizde Türkiye’nin en büyük yıldızı var, Fenerbahçe<br />
taraftarı! diye karşılık vermiş. Yönetmen<br />
filminde Fenerbahçe tutkusunun küçük bir<br />
parçasını bile hissettirebilirse mutlu olacağını<br />
belirtiyor.<br />
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar / 2000<br />
“Hayat fena halde futbola benzer”...Dar Alanda<br />
Kısa Paslaşmalar, küçük bir semtin amatör<br />
takımı Esnafspor’un, takıma gönül vermiş<br />
insanların, aşkın ve vefanın öyküsüdür. Amatör<br />
futbolun büyük bir darbe yediği ve yerini para<br />
tahakkümlü profesyonel futbola bıraktığı 80’li<br />
yıllarda, bir dönemin kapanış düdüğü öterken,<br />
geride bu işe gönül vermiş insanların emek<br />
ve anılarını bırakacaktır. Serdar Akar’ın en iyi<br />
yönetmen, Savaş Dinçel’in en iyi erkek oyuncu<br />
ödülünü aldığı film, Erkan Can’ın müthiş<br />
oyunculuğuyla ve unutulmaz replikleriyle<br />
hafızalarımıza kazınmıştır.<br />
Hayata Çalım At (Looking for Eric)/ 2009<br />
Ken Loach<br />
filmlerinde her<br />
daim (bir tutam<br />
da olsa) futbol<br />
sevdası yer alır.<br />
Hayata çalım at,<br />
bunun ötesine<br />
geçer, Loach’ın<br />
ustalıkla anlattığı<br />
küçük insanların<br />
sıradan hikayelerini,<br />
bir futbol<br />
maçı zerafetiyle<br />
ortaya koyar.<br />
Hayata Çalım<br />
At’ta futbol en<br />
çok, filmin atmosferinde,<br />
akışında, kurgusundadır. Depresyondaki<br />
postacı Eric, geçmişiyle ilgili pişmanlıklar<br />
yaşamaktadır. Üstelik onu takmayan iki oğluyla<br />
da başı derttedir. Onu neşelendirmeye çalışan<br />
iş arkadaşları bunu bir türlü başaramazlar.Bir<br />
gün hayranı olduğu Eric Cantona odasında<br />
belirir ve sohbet etmeye başlarlar. Futbola ve<br />
hayata dair sohbetler, Cantona’nın golleri ve yol<br />
göstericiliği... Eric’in kendini bulma hikayesi,<br />
futbolu da, takım olmayı da yeniden keşfetme<br />
serüvenidir aslında.
Hayatımın Çalımı Beckham (Bend It Like Beckham)<br />
/ 2002<br />
İngiltere’de yaşayan gelenekçi, Hindu bir ailenin<br />
kızı futbolcu olmak isterse ne olur? Gurinder<br />
Chadha’nın elinden çıkan Hayatımın Çalımı<br />
Beckham, önyargılar ve kültürlerin birlikte<br />
yaşamasına dair oldukça eğlenceli bir film.<br />
Profesyonel futbolcu olmak isteyen Jessminder,<br />
Hindu geleneklerine ters düşme pahasına<br />
hayallerinin peşinden koşarken, ingiliz takım<br />
arkadaşı Jules da daha modern görünen annesinin<br />
kuruntularıyla boğuşacaktır. Pek çok<br />
sahne ve diyaloğu Anadolu’nun bağrından<br />
çıkmış hissi yaratan film, yönetmeninin, kendi<br />
kültürüne espirili bir bakışı olduğu gibi, bir kültürler<br />
parodisidir aynı zamanda.<br />
Offside / 2006<br />
Jafar Panahi’nin, iç burkan aynı zamanda,<br />
insanı coşkuya sürükleyen filmi, futbol sevgisine<br />
dair filmler arasında en özel olanlardan<br />
biridir. İran’da kadınların stadyumlara girişi<br />
yasaktır. Maç izlemek için erkek kılığına giren<br />
altı genç kız yakalanıp tutuklanırlar; her birinin<br />
hikayesi farklıdır, ancak hepsi de bu riske girecek<br />
kadar cesurdur. Tutuldukları yerde bile<br />
maçın tadını çıkaracak,heyecanlarını yitirmeyeceklerdir.<br />
Offside, kimsenin kendini ve<br />
başkasını gerekliliğine ikna edemediği baskıcı<br />
kuralları sorgulayan, neşeli kadın karakterleri,<br />
saf, köylü asker tipleri ve futbolun birleştirici<br />
yanını öne çıkaran finaliyle oldukça etkileyici<br />
bir yapım.<br />
Shaolin Futbolu (Shaolin Soccer) / 2001<br />
Stephen Chow’un kung fu’yu sokaktaki sıradan<br />
insanın yaşamına gizemli bir şekilde sokma<br />
çabasına bütün filmlerinde rastlarız. Shaolin<br />
Futbolu her biri başka işlerle uğraşan ve hayatta<br />
birer “kaybeden” olan Kung Fu ustalarının,<br />
bir futbol takımında birleşmelerini konu alıyor.<br />
“Kaybedenler”, kung fu’yu futbolda yeniden<br />
bulacak ve ayağa kalkacaklardır. Efektleri<br />
ve esprileriyle hayli eğlenceli olan film, bi-
zim kuşağımızın unutulmaz çizgi kahramanı<br />
Tusubasa’ya da bir selam gönderiyor adete.<br />
Bern Mucizesi (Das Wunder von Bern) / 2003<br />
Bir çocuk için futbol ne kadar önemli olabilir?<br />
Ya yeni özgür bırakılmış bir savaş tutsağı<br />
için, ya da hayatının en önemli maçına çıkan<br />
bir milli takım oyuncusu için? Bern mucizesi,<br />
1954 Almanya’sında 11 yaşında bir çocuğun<br />
gözünden, bu sorulara cevap arıyor. Bir ailenin<br />
savaş sonrasında kendini var etme mücadelesi,<br />
futbol tutkusuyla bezenerek anlatılıyor.<br />
Yeşil Sokak Holiganları (Green Street Holigans)<br />
/ 2005<br />
Elijah Wood ve Charlie Hunnam’ın etkileyici<br />
oyunculuklarıyla damga<br />
vurdukları film,<br />
America’da başlayıp,<br />
Londra’nın holigan<br />
grupları arasındaki<br />
çatışmalara değin<br />
uzanacaktır. Suçsuz<br />
olduğu halde<br />
Harvart’tan atılan<br />
Matt, İngiltere’deki<br />
ablasının yanına<br />
gider. Orada kendini,<br />
Pete’in önderlik<br />
ettiği bir holigan<br />
grubu(Green<br />
Street Elite)nun<br />
içinde bulur. Matt<br />
burada, dostluğu,<br />
dayanışmayı, onuruna<br />
sahip çıkmayı<br />
öğreneceği gibi,<br />
şiddetin kaybettirecekleriyle<br />
de<br />
yüzleşecektir. Futbol<br />
factory de mafyatik<br />
yapılanmalar,<br />
uyuşturucu ve şiddet<br />
bağımlılığı üzerinden<br />
anlatılan holiganizm,<br />
burada insanlar<br />
arasındaki güçlü bağlar ve “itibar” kavramları<br />
üzerinden yeniden sorgulanıyor. Yeşil Sokak<br />
Holiganları,insanın boğazında bıraktığı koca<br />
düğümle birlikte unutulmazlar arasına girmeyi<br />
hak eden bir film.<br />
Zafere Kaçış (Victory) 1981<br />
2.Dünya savaşı sırasında, futbol sevdalısı<br />
bir Nazi subayının önerisiyle Alman takımına<br />
karşı oynayacak bir esirler takımı kurulması<br />
sağlanır. Ancak, Nazi propaganda ekibi,<br />
maçı uluslararası bir propaganda malzemesi<br />
haline getirecektir. Maç, Fransız direniş örgütünün<br />
takımı kaçırma planını bir yana atma<br />
pahasına, bir meydan okumaya dönüşecektir.<br />
Filmin final sahnesi ise, (pek Hollywood tarzı<br />
değildir) konuk ettiği ünlü futbol yıldızlarının<br />
oyunundan bile daha görkemlidir. Michael<br />
Caine, Sylvester Stallone ve Max von Sydow<br />
gibi aktörlerin yanında, efsanevi futbolcu Pele,<br />
İngiliz Bobby Moore, Belçikalı Paul Van Himst,<br />
Arjantinli Oswaldo Ardiles ve o zamanın ünlü<br />
birçok futbolcusunu bir<br />
araya getiren yönetmen<br />
John Huston, bir futbol<br />
klasiğine imza atmıştır.<br />
Lanet Takım (The<br />
Damned United) / 2009<br />
Lanet Takım, ünlü<br />
İngiliz teknik direktör<br />
Brain Clough’un hayat<br />
hikayesinin anlatıldığı<br />
aynı isimli romandan<br />
uyarlanmış. United<br />
Leeds’e takıntılı bir<br />
öfke ve hırs besleyen<br />
Clough, yardımcısı ve<br />
aslında dengeleyicisi<br />
olan Peter Taylor’u yarı<br />
yolda bırakma pahasına<br />
hırsının peşinden<br />
sürüklenecektir. Bu hırs<br />
onu, Leeds’in teknik<br />
direktörlüğüne kadar<br />
taşır. Şimdi Clough’un<br />
başetmesi gereken<br />
sadece ondan nefret<br />
eden takım değil, kendisidir.<br />
Lanet Takım,<br />
bir başarı hikayesi<br />
anlatmıyor. Dehanın<br />
ve basit zaafların birlikte yürüdüğü, hayata<br />
şekil verdiği, bir insan öyküsü sunuyor. Michael<br />
Sheen’in oyunculuğuyla şenlenen Lanet<br />
Takım, sahaların perde arkasına oldukça şık<br />
bir bakış atıyor.
n 30 Rock, Californication, Breaking Bad,<br />
Castle yeni sezon onayı alarak keyfimize<br />
keyif kattı. Weeds ve Dexter’ın devam haberleri<br />
de aynı şekilde sevindirdi bizleri. Yine<br />
de daha senelerce izleyebilecek olsak da,<br />
dizinin salahiyeti için artık bitmesi gereken<br />
yapımlardan olduklarını belirtmekte fayda<br />
var. Grey’s Anatomy’nin devam haberi ise<br />
zerre kadar şaşırtmadı kimseyi. Yeni Yalan<br />
Rüzgarı’mız yerini sağlamlaştıralı çok<br />
olmuştu zaten. En sevindiğimiz haber ise<br />
kuşkusuz Fringe’in devam onayı alması haberi<br />
oldu. Uzun süren “gitti gidiyor” muhabbetlerinden,<br />
uykusuz gecelerden, korku dolu<br />
iptal bekleyişinden sonra devam haberiyle<br />
gönüllere su serpildi. Yaz dizilerinden Rizzoli<br />
Yakında daha da<br />
netleşecek olsa da,<br />
şimdiden sevdiğimiz<br />
dizilerin akıbetleri<br />
hakkındaki haberler birer<br />
birer elimize ulaşmaya<br />
başladı. Bakalım hangi<br />
diziler “görüşmek<br />
üzere”, hangileri “elveda”<br />
diyecek…
& Isles, True Blood ve Haven da devam onayı alanlardan.<br />
Haven’ın yaz kıtlığından nemalandığı, kışın yayınlanıyor<br />
olsa birkaç bölümden sonra iptal edilecek olduğu aşikar<br />
olsa da, belli ki kendine has bir kitle edinmiş. Geçtiğimiz<br />
kış sezonunun en iyi üç yeni dizisi Boardwalk Empire,<br />
Walking Dead ve Shameless ile çakma Being Human da<br />
aksi düşünülemez bir şekilde ikinci sezon onayı alanlar<br />
arasında. Henüz onayı gelmemiş olmasa da Vampire<br />
Diaries’i de onaylı vampir dizilerinin arasında<br />
sayabiliriz. İptal olması neredeyse<br />
imkansız olan dizi, lise<br />
koridorlarındaki kanlı<br />
yolculuğuna devam edecek<br />
gibi görünüyor.<br />
Yeni dizilerden daha<br />
birinci sezonunda iptalle<br />
yüzleşen Lights<br />
Out ve Lone Star’ın<br />
akıbetleri başından<br />
beri belliydi zaten.<br />
Pek şaşırmadık. Ne bir çeşit Rocky hikayesi olan Lights<br />
Out’u, ne de Jon Voight’lu Lone Star’ı kimsenin çok<br />
özleyeceğini sanmıyorum. Final yapacaklar arasında ise<br />
Medium, onuncu sezonuyla Smalville, kardeşi olan Law<br />
& Order: Special Victims Unit’e göre daha insani olan<br />
Law & Order: Criminal Intent ve nedense beş sezondan<br />
çok daha uzun zamandır izliyormuşum gibi hissettiğim<br />
Big Love final çizgisini geçerek yarışı bitiriyorlar.<br />
Muallakta olan dizilere baktığımızda ise çoğu<br />
eleştirmenin gideceği veya kalacağı konusunda fikir<br />
birliğine vardığı dizileri görebiliyoruz. Bunların büyük<br />
bir kısmına netleşmemiş iptaller ya da onaylar demek<br />
mümkün.
Bones ve House artık finale ulaşmaları gerekmesine<br />
rağmen büyük bir ihtimalle devam<br />
edecekler. Uzadıkça anlamını kaybeden bu iki<br />
yapımı görkemli bir finalle uğurlamayı daha<br />
mantıklı bulan birçok hayran olduğuna eminim.<br />
The Mentalist de devam edeceği neredeyse<br />
kesin olan dizilerden. Ancak o da Bones ve<br />
Castle gibi her an izleyiciyi sıkacak bir noktaya<br />
gelebilme tehlikesini taşıyor. Yapımcılar arka<br />
plandaki hikayeyi uzun süre es geçerlerse,<br />
kötü reytinglerle cezalandırılmaya mahkumlar.<br />
Bones o sınırı çoktan aşmışken, Castle Dedektif<br />
Beckett’ın annesinin cinayeti ve The Mentalist<br />
de Red John muamması ile hala bütün<br />
kozlarını oynamamış olmanın verdiği güvenlik<br />
duvarının içindeler. Smalville’in kanıtladığı<br />
gibi en az on sezon kendini izleten gençlik<br />
dizilerinden One Tree Hill ve Gossip Girl’ün<br />
de gitmeye pek niyetleri yok gibi görünüyor.<br />
Criminal Minds ve CSI silsilesinin de risk<br />
taşımayanlar arasındalar. Zira alanlarının en<br />
sağlam ilk yapımları olmanın meyvesini yemeye<br />
daha sezonlar boyu devam edebilirler. Criminal<br />
Minds spin off’u olan Forrest Withaker’lı<br />
Criminal Minds: Suspect Behavior’ın her ne<br />
kadar orijinal Criminal Minds’ın bu sezonundan<br />
çok daha iyi olsa da tutunamaması, bunun<br />
en güzel kanıtlarından biri. Devam edeceği<br />
neredeyse kesin olan başka bir yapım da hiç<br />
kuşkusuz Desperate Housewives. Bu umut-
suz ev kadınlarından hala sıkılmayan birilerinin<br />
olduğunu bilmek her ne kadar şaşırtıcı olsa da,<br />
yapımcılar sonlandırmadıkça dizinin bitmeyeceği<br />
de belli. Alışkanlığın büyük rol oynadığı televizyon<br />
sektörünün en büyük hatalarından biri<br />
olan izleyici olduğu sürece devam etme durumu<br />
çoğu yapımın kalitesini düşürse de, para<br />
kazandıkları sürece bunda bir sorun olduğunu<br />
düşünmüyorlar yapımcılar anlaşılan.<br />
Smalville’in kanıtladığı gibi en az on sezon kendini<br />
izleten gençlik dizilerinden One Tree Hill ve<br />
Gossip Girl’ün de gitmeye pek niyetleri yok gibi<br />
görünüyor.<br />
Muhtemel iptallere<br />
gelirsek; başarısız<br />
yeni dizilerden The Event, The Cape, No Ordinary<br />
Family, Off The Map, Detroit 1-8-7 neyse<br />
ki gidici görünüyorlar. İlk üç bölümde umutsuz<br />
olduklarını belli eden bu dizilerin yanı sıra<br />
geçen sezonun büyük Flashforward Vs. V<br />
savaşını kazanan V de gidiciler arasında. Listenin<br />
en üzücü dizisi biraz önce de bahsettiğim<br />
gibi kıymeti anlaşılamayan Criminal Minds:<br />
Suspect Behavior…<br />
Yakında zamanda muallaktaki dizilerin de<br />
haberlerini alacağız. O ana kadar elimizdekilerin<br />
kıymetini bilmekte bakmakta fayda var. Bu<br />
belirsiz listeden kim gider, kim kalır bilinmez,<br />
ancak her yeni sezonun daha az ama daha öz<br />
kaliteli yapımla başladığı göz önünde bulundurulursa,<br />
her sezon sonunun, aslında umut dolu<br />
bir başlangıcı müjdelediğini düşünerek, vedaları<br />
daha az zararla atlatabilirsiniz.
30. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu<br />
ödülünü alan Nazan Kesal, Saç filminin hissettirdiklerini<br />
ve ödülün ne anlama geldiğini anlattı<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Tayfun Pirselimoğlu Türk sinemasında minimalist<br />
sinemanın en sadık uygulayıcılarından.<br />
Pirselimoğlu’nun filmleri izleyici açısından hep<br />
zor olmuştur. Onun için “gişesi az, tüketilmesi zor<br />
filmlerin büyük yönetmeni” diyebiliriz. Filmlerinin<br />
oyuncuları da bunların farkında ve üretimlerini farklı<br />
gözle değerlendirirler. Pirselimoğlu’nun son filmi<br />
Saç’ın başrol oyuncusu Nazan Kesal, İstanbul Film<br />
Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” seçilince bu<br />
ödülün ne anlama geldiğini sormak gerekti. Çünkü<br />
Nazan Kesal, bu piyasada ne yaptığını bilen, sanat<br />
ile toplum arasındaki bağlantıyı değerlendirebilen<br />
bir isim. Ne gişe filmlerini aşağılıyor, ne de sanat<br />
filmlerini olmadığı bir yere koyuyor. Yorumlarını çok<br />
değerli bulduğum bu sanatçının röportajı sinemamız<br />
için de önemli bence. Size iyi okumalar…<br />
festival. Her şeyden önce yurtdışı ayağı en sağlam<br />
festival. Böyle bir ödülün nasıl yorumlanması gerekir.<br />
Hem biz sinemacılar, hem medya, bu tür<br />
üretimlerin üzerinde durmalı. Çünkü bizim<br />
yaklaşımımız sinemamızın geleceği için önemli.<br />
“Ben seyirciye yaklaşmamalıyım, seyirci bana<br />
yaklaşmalı.” Bence bu söz çok doğru. Çünkü<br />
bu tür filmler kolay tüketilen filmler değil. Seyirci<br />
2,5 saat, zor bir, filmi seyrediyor. Sanatın kolay<br />
tüketilen tarafına kaçmak basit bir tercih. Bizim<br />
sinemacılarımız ve sanatçılarımız misyonu olan bir<br />
yelpazede durmalı.<br />
Filmle ilgili olarak projeye nasıl dahil oldunuz?<br />
Tayfun yıllardır çalışmak istediğim bir yönetmendi.<br />
Bir gün sanat yönetmeni Natali Yeres aradı,<br />
“Tayfun’un yeni bir film projesi var ve seninle<br />
görüşmek istiyor” dedi, buluştuk, senaryoyu verdi<br />
30. İstanbul Film Festivali’nde Saç filmiyle En İyi<br />
Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldınız, öncelikle bu ödülü<br />
nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Tabii ki ödülü çok önemsiyorum. Her şeyden<br />
önce böyle bir jüriden ödül almak çok sevindirici.<br />
Reha Erdem benim çok beğendiğim ve Türk<br />
sinemasına büyük katkıları olan bir yönetmen.<br />
Onun başkanlığını yaptığı bir jüriden bu ödülü<br />
almak benim için bambaşka anlamlara geliyor.<br />
Fatih Özgüven’in de yazılarını ve eleştirilerini<br />
çok beğenirim. Yani tüm üyeleriyle önemli bir jüri<br />
topluluğuydu. Tayfun Pirselimoğlu gibi sinemanın<br />
sanat yönünü ortaya çıkaran ve gişe endişesi<br />
taşımadan bunu yapan yönetmenler için bu ödüller<br />
çok önemli. Sadece Tayfun Pirselimoğlu özelinde<br />
de değil bu durum, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem,<br />
Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenler için de dediğim<br />
geçerli.<br />
İstanbul Film Festivali şu an Türkiye’deki en önemli<br />
ve gidip okuduğumda çarpıldım. Üç kişilik bir film<br />
Saç, biliyorsunuz. Meryem karakterini masaya<br />
yatırdım ve bu kadına nasıl hayat verebilirim, bu<br />
kadın kim gibi sorular sormaya başladım. Bir kadın<br />
oyuncu olarak senaryoyu çok sevdim.<br />
Rolü beğenmenizde, böyle dolu dolu bir kadın rolü<br />
olmasının da payı var mı?<br />
Evet, aslında bir erkek hikayesi gibi duruyor ama,<br />
Meryem’e olan tutkuyu anlattığı için, senaryoda<br />
kadını daha iyi anlamak adına kadının filmdeki<br />
konumu da giderek güçleniyor. Bu da benim role<br />
bağlılığımı artırdı.<br />
Rol aldığınız filmlere baktığımızda tarzı olan yönetmenlerin<br />
tercihi olduğunuzu görüyoruz. Bu sizin mi,<br />
yoksa onların tercihi mi?<br />
Doğru cevap onlardan gelir ama ben kendi adıma<br />
işini iyi yapan insanların peşindeyim. Oturup rol<br />
beklerseniz olmuyor. İş bulmak için de sektörün<br />
içinde olmanız gerekiyor. Ben içimden bunu çok<br />
diliyorum, mesela Nuri Bilge Ceylan ile çalışmayı
çok dilemiştim, Tayfun’la da öyle. İnsanın taşıdığı bir aura vardır,<br />
istediği şeyler vardır. Ve insanı belirleyen bu seçtikleridir. Biraz<br />
çağırdım diyeyim onları ve onlar da beni duydu. Şimdi seslendiğim<br />
birkaç yönetmen daha var.<br />
Biri Reha Erdem galiba…<br />
Evet, onunla çalışmayı çok isterim, o da çok önemsediğim,<br />
Türkiye’deki sinemanın en önemli isimlerinden biri.<br />
Zeki Demirkubuz ve Yavuz Turgul’la da çalıştınız…<br />
Yavuz ağabey ile çok gençtim o zaman, Gölge Oyunu’nda Sezen<br />
diye bir karakteri canlandırmıştım. Dediğim gibi, işini iyi yapan<br />
insanlarla olmak istiyorum hep. Buna popüler sinema da dahil. Öyle<br />
sanat filmleri oyuncusu gibi bir ayrım yapmak istemem, bu algı<br />
hoşuma gitse de. Kendimi başka türlerdeki, filmlerde de ifade etmek<br />
isterim. Ama benim bildiğim bu belki de.<br />
Saç’ta diyalog az, oyunculuk bağlamında da oyuncuya çok bağlı<br />
kalan ve oyuncuyu bağlayan roller…<br />
Bu tarz minimalist sinema yönetmenin seçimi ve onun oyuncusu<br />
olmak da daha zor. Çünkü az şey söyleyerek çok şey anlatmak<br />
gerçekten zahmetlidir. Ben seviyorum ama… Damıtılmış ifadeler,<br />
damıtılmış beden dili… Amaç öykü anlatmaksa, o öyküyü daha<br />
süzerek anlatıyorsunuz, yani bir şeyler bağırmıyor, her şey ölçülü,<br />
yönetmenin üslubu, sinematografisi, senaryonun ağırlığı, oyuncunun<br />
kattıkları, kamera vs.. .<br />
Peki bu tür filmlerin tüketilmesiyle ilgili problem hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz? Bu tür filmlerin gişe yapmaması bir oyuncu olarak<br />
size nasıl yansıyor?<br />
Çok üzücü tabii. Sinema sadece eğlenceyi anlatan, sadece iyi<br />
vakit geçirten bir sanat değil. Üzülüyorum, çünkü bu tarz filmlerin<br />
bir insana verdiği haz doyumsuzdur, böyle filmler seyretmenin<br />
hazzını taşıyamayan insanların azınlıkta kalması beni üzüyor.Böyle<br />
filmlerde seyirciye çok iş düşüyor, algılaması zor, üzerine kafa<br />
yormak gereken filmler, o bağlantıları kuracak seyircilerin artmasını<br />
istiyorum. Bugün sanat sineması adına en iyi iş yapan filmlerden<br />
3 Maymun’un seyircisi 150 bin sanırım. Bu sayılar ne kadar çok<br />
artarsa Türkiye’deki iyi sinemanın sayısı da, gücü de, o oranda<br />
artacak.<br />
Popüler sinema da olabilir dediniz. Kiminle çalışmak isterdiniz?<br />
Çağan Irmak iyi yapıyor bu işi.<br />
Küçük de olsa Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri’nden bu yana farklı<br />
ve zor rollerde yer aldınız. Bu filmlerle pişmek size neler kattı?<br />
Başladığım noktadan bugüne çok değerli yönetmenlerle çalıştım<br />
ve hepsinden birçok şey öğrendim. . Bugünden bakınca oyunculuk<br />
becerisi anlamında kendimi hala toy buluyorum ama, galiba<br />
neyin olmaması gerektiğini, neyin yanlış olduğunu biliyorum<br />
mesleğim adına. Doğruya ulaşmak daha çabuk yol aldırıyor bana.<br />
Her öyküdeki karakter zaten kendini söylüyor. Size oyuncu olarak<br />
kalan şey, ona vücut, kan, can vermek. Ben artistik patinajlardan<br />
hoşlanmıyorum. Bu çok egosantrik bir iş, sürekli alkışlanıyoruz,
okşanıyoruz reytinglerle, dizilerle, bu çok da tehlikeli aynı zamanda.<br />
Ben oyuncu olduğumu unutarak yaşıyorum. Çünkü bunu yukarı<br />
çıkarıp egomu tırmandırırsam, ego benim karakterimin önüne geçer.<br />
Ben bu tarz oyunculuk ediminden hoşlanmıyorum, ben kaybolmayı<br />
seviyorum. Rol çıksın ortaya. Gerçek yaşamda kendi rolünü iyi<br />
oynayamayan insanlar başka rolleri oynayamazlar. İddialı bir cümle<br />
ama doğru. Kendi kimliğinizi iyi oturtamadığınız zaman hata yapmaya<br />
başlıyorsunuz ve o hatalar işe de yansıyor. Yakışmamış, sahici<br />
değil diyoruz ya izlediğimizde, bunun altında yatan bu işte, unutmak<br />
gerekliliği.<br />
Filme dönersek öfkesini yemek yiyerek dindiriyor, donuk, duygularını<br />
göstermeyen bir kadın Meryem…<br />
Odadaki evlilik fotoğrafına baktığınız zaman 17-18 yaşında hayaller<br />
kurarak evlenmiş bir kadın görüyorsunuz. O fotoğraftan bugüne<br />
geldiğiniz zaman yaşadıklarının getirdiklerini, sınıfsal olarak açlığı,<br />
iletişimsizliği, sevgisizliği, şiddet görmesini… Böyle olunca da<br />
duygulaınır rafa kaldırıyor, kimseyle konuşmuyor. Biz de mutsuz<br />
olduğumuzda aynı şeyi yapmaz mıyız, saçımızı değiştiririz, sürekli<br />
yeriz…<br />
Kadını odağa alan bir film, son dönem pek rastladığımız bir film<br />
değil, oysa 80’lerde feminist dönem ağırlıklıydı, bu günümüzde sizce<br />
ne durumda, eğer bir gerileme varsa sizce bunun nedenleri ne?<br />
Sinema tamamıyla hayattan etkilenen bir sanat, toplum nereye gidiyorsa<br />
sinema da oraya eviriliyor. 80’lerdeki sosyal durum, 12 Eylül,<br />
darbenin yarattığı ruh hali, bacı kavramının parçalanmaya başladığı<br />
bir dönemde kadın filmleri çoğaldı, bir anlamda toplumun bilinçaltını<br />
ortaya çıkardı. Bugün ise kadından çok erkek ve para ön planda…<br />
Ama erkek ne kadar öne çıkarsa kadın o kadar ezilmiş oluyor,<br />
sanatçının derdiyse ezilenden yana olmaktır, o zaman üretimin<br />
artması gerekmez mi?<br />
Kesinlikle. Sinema sektöründeki insanların toplumu algılayıp,<br />
psikolojik çözümlemesini yapıp, senaryo haline getirmedeki<br />
yetersizliği beni de üzüyor. Böyle olduğu için kadın rolleri açığa<br />
çıkmıyor. Bugün gücün, paranın, erkin, iktidarın kol gezdiği, kadını<br />
da bu anlamda ötekileştirdiği bir yapıya doğru gidilmekte.<br />
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey?<br />
Saç filmi, insan olarak, birey olarak bize ayna tutan bir film<br />
aslında. En ideal şey insan olmayı becerebilmektir, hepimiz para<br />
hırsı tuzağına düşürüldük bu sistemin içinde. Bize sadece bir yol<br />
gösteriliyor; para kazan, güçlü ol, ayakta dur. Erdemlerimiz, insani<br />
değerlerimiz nerede? Dayanışma duygumuzu, acıma duygumuzu,<br />
dokunmayı unuttuk. Bu film de unutulmuşluğun bir metnidir.<br />
Bu filmde en çok aklımda kalan şey, az önce konuştuk ya, insan<br />
olduğumuzu unuttuk diye, biz küçücük bir ekiptik ve insan<br />
olduğumuzu birbirimize hep hatırlattık. Sevgiyle, az bütçeye rağmen<br />
o birliktelikten bir sinerji doğurduk. Eğer filmde başarı varsa o başarı,<br />
bu azınlığı bir araya getirdiği için Tayfun’undur.O’na çok teşekkür<br />
ediyorum.
İnsan yıllar geçince en samimi olduğu dostlarının adını<br />
hatırlamakta güçlük çekebiliyor belki ama yıllardır görüşmediği<br />
bir akrabasının adını hiç unutmuyor. İlginç bir bağ ve daha da ilginci,<br />
Türk sinemacılarının seyirci ile hayal perdesinde de olsa, bu<br />
türden kuvvetli bir bağı oluşturabilmiş olması…<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
n Derme çatma dekorlardan, abartılı ama bir<br />
yandan da samimi oyunculuklardan oluşan<br />
ucuz hayaller fabrikasıydı Yeşilçam. Olmamış<br />
tüm yanlarını örtbas etmek için belki de, hep<br />
seyredenine yakın durmaya, ona sevdiği,<br />
özlediği birini hatırlatmaya çalıştı yıllarca…<br />
Seyrederken farkında olmadığımız, ancak<br />
yıllar sonra gelen TV gösterimlerinde<br />
anlayabildiğimiz bir şey de her tarafı dökülen<br />
bu eski filmlerin sanki çocukluğumuza ait bir<br />
yaşanmışlık hissi uyandırması oldu. Meğer<br />
ne kadar çok hısım, akrabamız varmış bizim<br />
o küflü pelikül yığınlarında… Onların perdeye<br />
düşen hatırasına bir saygı duruşu amacı<br />
taşıyan bu yazımızla hepsini bir kez daha<br />
birlikte hatırlayalım isterim.<br />
Annemiz: Adile Naşit<br />
Asıl adı Adile Keskiner’dir. Bunun yanı sıra<br />
Adoş, Adile Ana, Masalcı Teyze diye de bilinirdi.<br />
Tiyatrocu bir aileden gelen Adile Naşit’in<br />
babası ünlü komedyen Komik-i Şehir Naşit,<br />
annesi de Ermeni kökenli tiyatro oyuncusu<br />
Amelya Hanım’dır. Ağabeyi Selim Naşit ve<br />
1950’de evlendiği eşi Ziya Keskiner de tiyatro<br />
sanatçısıdır. Adile Naşit eşi Ziya Keskiner’in<br />
Temmuz 1982’deki ölümünden sonra 16 Eylül<br />
1983 tarihinde Cemal İnce ile gizlice evlendi.<br />
Sinema dünyasında, Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri<br />
Hababam Sınıfı’ndan uyarlanan filmlerdeki<br />
müstahdem Hafize Ana rolü ile olduğu kadar,<br />
Münir Özkul ile karşılıklı oynadığı film-<br />
lerdeki “Anne” rolleriyle de ünlenen Adile<br />
Naşit 11 Aralık 1987’de doğduğu şehir olan<br />
İstanbul’da 57 yaşındayken bağırsak kanseri<br />
sonucu hayatını kaybetmiştir. 13 Aralık<br />
1987 tarihinde Şişli Camisinde tören düzenlendi.<br />
Öğle namazının ardından Karacaahmet<br />
Mezarlığına defnedilmiştir. İstanbul Karacaahmet<br />
mezarlığında ilk eşi Ziya Keskiner ve<br />
oğlu Ahmet Keskiner (1951-1966) ile birlikte<br />
yatmaktadır.<br />
Oyunlarında ve sinema filmlerindeki anne tiplemesi,<br />
kendine has üslûbu ve kahkahası onu<br />
Türk Sinemasının unutulmaz isimleri arasına<br />
yerleştirmiştir. Canlandırdığı anne karakterleri<br />
nedeniyle 1985 yılında Yılın Annesi seçilmiştir.<br />
Aslında o tüm zamanların annesidir! O varken<br />
başka birinin böyle hissettirmesi mümkün<br />
mü? Girdiği her rolde, yanına varıp, eteğini<br />
çekiştirip salçalı ekmek istetecek kadar samimidir.<br />
Tek bir çocuğun değil tüm mahallenin<br />
(Sultan) ya da kocaman, haylaz bir sınıfın<br />
(Hababam serisi) annesidir yeri geldiğinde…<br />
En çok hatırlanan rolünde, Gülen Gözler’in Nezaket<br />
hanımı olarak çocuklarının her açığını ve<br />
eksiğini kapatan, kendini onların yoluna feda<br />
etmiş bir candır. Tıpkı gerçek annelerimiz gibi,<br />
kendini ailesi için feda etmiş, tüm isteklerini<br />
sıfırlamış, yeri geldiğinde babadan gizli bir<br />
müttefik, yeri geldiğinde babaya yollanan bir<br />
elçi olmuştur. Münir Özkul’la oynadıkları bu<br />
anne-baba oyunu sadece Yeşilçam’ın değil,<br />
Türk sinemasının en yoğun gerçek olma durumunu<br />
halidir. Kuzucuklarının onu özlemediği<br />
bir gün bile yoktur.
Babamız: Münir Özkul<br />
İstanbul Erkek Lisesi mezunudur. Sanat<br />
hayatına Bakırköy Halkevi’nde tiyatro ile<br />
başladı. İstanbul ve Ankara’da Devlet tiyatroları<br />
ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oyunlarında<br />
rol aldı. Tiyatro Ses, Küçük Sahne gibi özel<br />
tiyatrolarda Sadri Alışık, Cahit Irgat, Nevin<br />
Akkaya ve Şükran Güngör gibi oyuncularla<br />
görev aldı. Ancak 1950’lerden itibaren rol<br />
almaya başladığı sinema filmleri ile asıl ününü<br />
kazandı. Özellikle 1970’lerin kalabalık kadrolu<br />
ve genellikle Ertem Eğilmez’in yönettiği filmlerde<br />
önemli roller aldı. En bilinen rollerinden<br />
biri onunla özdeşleşen Hababam Sınıfı<br />
serisindeki Özel Çamlıca Lisesi’nin tatlı sert<br />
Müdür Yardımcısı Kel Mahmut tiplemesi oldu.<br />
400’e yakın filmde rol aldı. Adile Naşit’le beraber<br />
oynadığı filmlerle Türk sinemasının unutulmaz<br />
ikililerinden oldu.<br />
İlk dönem filmlerinden önemli olarak Edi<br />
ile Büdü, Halıcı Kız, Kalbimin Şarkısı, Miras<br />
Uğruna, Balıkçı Güzeli; daha sonraki dönemde<br />
çekilen kalabalık kadrolu aile filmleri arasında<br />
Neşeli Günler, Gülen Gözler, Gırgıriye,<br />
Görgüsüzler, Mavi Boncuk, Bizim Aile, Aile<br />
Şerefi sayılabilir. Münir Özkul, 1980 sonrası ise<br />
dönemin akımı olan video için çekilen pek çok<br />
filmde rol almıştır.<br />
Münir Özkul, Yeşilçam’ın tartışmasız en naif<br />
ve gerçek “baba” karakterini oynamış, hatta<br />
üstüne sinen bu kokuyu çıkartması bir daha<br />
mümkün olmamıştır. Bu his o kadar kuvvetlidir<br />
ki Münir Özkul’u çocukken kendi babam<br />
sanırmışım. Bu his orta yaşlı olduğum şu<br />
günlerde hala geçmiş değil… Ertem Eğilmez<br />
ve Arzu Film yaratımı tüm filmleri ve en çok<br />
da Gülen Gözler‘i izledikten sonra hala Yaşar<br />
babamla, bakışır, onun gözlerini kısarak<br />
saçtığı o güven verici gülüşü alır, uyurum.<br />
Yaşar Usta (Münir Özkul) ya da çılgın pilot<br />
Vecihi’nin (Şener Şen) deyişiyle “Yatar utta”<br />
tüyleri dökülmüş yaşlı bir kartal gibi köşesine<br />
çekilmiş, kendi küçük dünyasında mutlu ama<br />
o dünyaya bir zeval geldiğinde kanatlarını açıp<br />
yavrularını koruyacak ve düşmanın gözlerini<br />
oyacak sağlam bir karakterdir. Söylediği de laf<br />
değildir hani… Aile Şerefi filminde Oktay ve<br />
babası onun sabrını zorlayınca, karıncayı bile<br />
incitmeyen Yaşar usta, almış çifteyi, basmış<br />
kokteyli ve Oktay’ın o sefil canını almıştır.<br />
(Münir Özkul’un buradaki adı Rıza’dır ama<br />
aynı karakter özelliklerini sergiler.) Yumuşak<br />
adamdır, haddi olmadan girmez konulara ama<br />
eğer haklıysa ve konu çocuklarıysa “Bak beyim,<br />
sana iki çift lafım var…” der ve hayatınızın<br />
en büyük ayarını verir.<br />
Sahtekar Dayımız: Şener Şen<br />
26 Aralık 1941 tarihinde, o zamanlar marangozluk<br />
yapan ünlü oyuncu Ali Şen’in oğlu<br />
olarak Adana’da dünyaya gelir. Sanat hayatına<br />
İstanbul Belediyesi şehir tiyatrolarında sahneye<br />
çıkarak başlar. Babası gibi sinema<br />
sanatçısı olmak istemeyen Şener Şen, kendisini<br />
tiyatro oyunculuğuna adar. Ancak tiyatrodan<br />
elde ettiği kazanç yetmediği için sinemaya<br />
girmek zorunda kalır. Dublajdan tanıdığı yönetmenlere,<br />
“Figüran olarak beni de çağırın. Ama<br />
bir şartım var, yevmiyemi o gün alayım” der.<br />
Sinemaya ilk adım attığı yıllarda figüranlık<br />
dâhil her işi yapar. Beş yıl boyunca o kadar<br />
küçük rollerde oynar ki, bazen filmlerde<br />
sadece dans etmek veya başrol oyuncusundan<br />
dayak yemek zorunda kalır. 1975 yılında<br />
sinema kariyerinde bir dönüm noktası yaşar<br />
ve Ertem Eğilmez’in unutulmaz filmi Hababam
Yakışıklı Dayımız: Tarık Akan<br />
Tarık Akan, (d. Tarık Tahsin Üregül, 13 Aralık<br />
1949), Türk sinema, dizi oyuncusu.[2] Ses<br />
Dergisi’nin yarışmasında birinci seçilerek sinemaya<br />
girmiştir. Yıldız Teknik Üniversitesi Makine<br />
Mühendisliği ve Gazetecilik Enstitüsünden<br />
mezun oldu.<br />
2002 yılında “Anne kafamda bit var” isimli bir<br />
kitap çıkarmıştır. 1991 yılında daha önceleri<br />
kendisininde okuduğu taş Özel İlkokulu’nu yap<br />
işlet devret sistemi ile alarak Özel Taş Koleji’ni<br />
kurdu.<br />
Sınıfı’nda ‘‘Badi Ekrem’’ tiplemesi ile büyük<br />
sükse yapar. Aynı filmde İnek Şaban tiplemesi<br />
ile ün yapan Kemal Sunal ile müthiş bir ikili<br />
oluşturur ve o yıllarda büyük gişe hâsılatı yapan<br />
Süt Kardeşler, Şabanoğlu Şaban, Tosun<br />
Paşa, Kibar Feyzo, Çöpçüler Kralı ve Davaro<br />
gibi filmlerde oynar.<br />
1984 yılında çekilen Namuslu filmine kadar<br />
başrole çıkmayan Şener Şen bu dönem<br />
içinde üç kağıtçı akraba tiplemesinin en güzel<br />
örneklerini ortaya koyar. Bütün sülale olarak<br />
onun yırtma ve bu uğurda batma hikâyelerini<br />
izler dururuz. İşe yaramazdır ama o kadar sevimlidir<br />
ki bir yerlerden (yastık altlarından, sutyen<br />
aralarından) para bulmayı başarır ve yeni<br />
mucizeler peşinde koşar. En komik repliklerinden<br />
birinde şöyle bahseder sattığı mucize<br />
traj jiletinden; “taçsız kral Pele, Bakenbauer,<br />
Nadya Komanaçi, Biricit Bardo, İngiltere<br />
Kraliçesi Elizabet, Kaleci Mayer , Fenerbahçeli<br />
Cemil... Hepsi de şöhretini bu bıçağa borçlu!”<br />
Anlattığı, hepsi palavra olan hikâyeleri kendinden<br />
başka kimse ciddiye almaz ama dinlemekten<br />
de geri kalmayız. Onsuz çok sıkıcı<br />
olurdu hayat.<br />
Kastettiğimiz,<br />
Tarık Akan’ın<br />
sabun köpüğü<br />
komedilerde<br />
oynadığı<br />
yıllardan kalan<br />
bir “dayı”<br />
tiplemesidir.<br />
Hatta adı<br />
dahi “Sevgili<br />
Dayım” (Zeki<br />
Ökten 1977)<br />
olan bir filmde<br />
oynayarak<br />
konumunu<br />
pekiştirmiştir.<br />
Sülalenin<br />
yakışıklısı<br />
ama pek de<br />
işe yaramazı<br />
olarak, güzel<br />
giyinip,<br />
kızların kalbini<br />
çalarak yaşar<br />
bu dayımız.<br />
Adı da genelde<br />
dönemin popüler ismi olan “Murat”tır.<br />
Aslında hayatın güzelliklerini yaşamaktan<br />
başka bir amacı olmayan, kız mevzularından<br />
ara bulduğunda bizle de ilgilenen Murat dayı<br />
en sonunda kendinden daha büyük bir dilbere<br />
çarpıp Titanik misali batar. Çok yakışıklı<br />
olduğundan yine de mutlu sonların kahramanı<br />
olur o.
Emekçi Amcamız: Ahmet Mekin<br />
Gerçek adı Ahmet Kurtdereli<br />
olan oyuncu 1957<br />
yılında ‘Mahşere Kadar’<br />
adlı film ile sinemaya<br />
geçti. Babacan tavırlı<br />
rollerin vazgeçilmez<br />
adamı oldu. Bir süre<br />
tiyatro oyunculuğu<br />
yaptı. Oyuncu Şükran<br />
Sabuncu’yla evlendi.<br />
Perdede gözüktüğü<br />
vakit seyredene bu<br />
kadar güven veren bir<br />
oyunculuk çok azdır.<br />
Ahmet Mekin bir karakter oyuncusuydu ama<br />
sağlam karakterlerin oyuncusu... Başımıza<br />
bir şey gelirse bize sahip çıkacağından emin<br />
olarak izlerdik onun oynadığı rolleri. Kimseyi<br />
zorlamaz, yardım ederken gösteriş yapmaz,<br />
söz verdi mi tutar.<br />
Zengin Akrabamız, Amcamız: Hulusi Kentmen<br />
Deniz Kuvvetlerinde Astsubay olarak orduda<br />
görev aldı. Emekli olduktan sonra sinema<br />
oyunculuğuna başladı. İlk oynadığı film 1940<br />
yılında “Sürtük” oldu. Tatlı-sert ve babacan<br />
tarzı ile çoğu filmlerinde baba, komiser,<br />
bahçıvan, hakim vb. roller üstlendi, birçoğunda<br />
kendi adıyla oynadı. Kentmen, 1942-1988 yılları<br />
arasında 500’e yakın filmde rol aldı.<br />
Kentmen fabrikatör baba rollerinin gediklisi<br />
olsa da “baba” kontenjanı Münir Özkul’a<br />
tahsisli olduğu için, sevimli ama kendinden<br />
başkasına hayrı olmayan, çocuklarını ezen bize<br />
de nazik olan neşeli, tonton bir “amca” modelidir.<br />
Kız Kardeşimiz: Itır Esen<br />
Fotomodellik yaptığı dönemde Milliyet<br />
Gazetesi’nin ekinin kapağında bir fotoğrafı<br />
yayımlanmıştır. ‘Aşk-ı Memnu’nun kastı için<br />
yeni yüzler aranırken kendisine ‘Bihter’ rolü<br />
teklif edilmiştir. Halit Refiğ, Itır Esen’i görür<br />
görmez kendisine<br />
‘Bihter’in<br />
üvey kızı ‘Nihal’<br />
karakterini<br />
uygun<br />
görmüştür. 1975<br />
yılında TRT’de<br />
yayınlanan 6<br />
bölümlük dizi<br />
ile bir anda<br />
tanınmıştır.<br />
Daha sonra<br />
Münir Özkul<br />
ve Adile Naşit<br />
filmlerindeki<br />
sarışın, hüzünlü<br />
gözleriyle<br />
bakan mahzun<br />
duruşlu genç kız
olarak Türk sinema severlerin kalplerinde yer<br />
etmiştir. Seks filmleri furyasının başlaması<br />
üzerine sinemayı bırakmış ve ünlü sinemacı<br />
Yavuz Turgul’la evlenmiştir.<br />
Evdeki herkesin gözbebeğidir çünkü çok<br />
güzeldir. Bu yüzden biraz da nazlıdır ama<br />
sızlanarak da olsa istediğini yaptırmasını bilir.<br />
Bu kadar güzel bir kardeşe sahip olmanın<br />
zorlukları da vardır elbette... Peşinde hep tehlikeli<br />
tipler vardır ve babamızın başı da en çok<br />
bu yüzden ağrır.<br />
istese de babamız onu en az diğer çocukları<br />
kadar sever. Biraz da annemin yardımcısı<br />
olduğundan evden ayrılsın istemez. Saftır ama<br />
hep iyidir. Kurnazlık yapmayı bile beceremez.<br />
Ablamızı çok severiz...<br />
Ablamız: Ayşen Gruda<br />
Ayşen Gruda, 30 Kasım1945’te istanbul’da<br />
doğdu. Komedi yeteneği, çocuk yaşta<br />
Yeşilköy’deki evlerinde Ermeni komşularının<br />
taklidini yaparken ailesi tarafından keşfedildi.<br />
Televizyon için yaptığı skeçlerden birinde<br />
canlandırdığı “Domates Güzeli Nahide<br />
Şerbet” karakterinden sonra lakabı “Domates<br />
Güzeli” olarak kaldı.<br />
Annemize en yakın tipleme Ayşen Gruda’nın<br />
oynadığı evin büyük kızıdır. Ablamız diğer<br />
kızlar kadar akıllı olmadığından önüne çıkan<br />
ilk kısmete (mesela Vecihi’ye) kapılıp gitmek<br />
Erkek Kardeşimiz: Kahraman Kıral<br />
Kahraman Kıral sinemamızda kısa dönemde<br />
çok başarılı olmuş bir çocuk oyuncumuzdur.<br />
1974 yılında Şaşkın Ördek adlı son filminden<br />
sonra sinemayı bıraktı. Günümüzde<br />
evli ve oto galerisi işleriyle meşgûl olarak<br />
hayatını sürdürmektedir. Kahraman Kıral, Türk<br />
sinemasının en iyi çocuk oyuncusudur. Özellikle<br />
Canım Kardeşim filmindeki performansı<br />
ile gerçek bir aktör olduğunu kanıtlamıştır.<br />
Kaybedilen kardeştir o… Çocukluğun sislerinde<br />
kalan, hiç günahlanmamış, hem gülen hem<br />
de hüznü taşıyan bir kardeş… Narin bedenin<br />
taşıdığı yükün farkında olarak hep acımaklı<br />
bakarız ona ama bir kardeşin metanetiyle de<br />
göz göze geldiğimiz her anda gülümsemesini<br />
çoğaltmaya çalışırız.<br />
İşte böyle... Daha uzak akrabalarda eklenebilir<br />
elbette... Kendimizi hep öksüz ve yalnız<br />
hissetiğimizden midir bilinmez, Yeşilçam’ın<br />
kimi düşleriyle hayali de olsa bir kan bağımız<br />
var, Yeşilçam’ın sadece film olmayan filmlerini<br />
tekrar tekrar izleyip onları ziyaret etmeli, gönüllerini<br />
almalı...<br />
Sanatçı künyeleri için yararlanılan kaynaklar:<br />
Wikipedi<br />
Sinematurk.com<br />
Biyografi.info<br />
Sadibey.com
İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olan Copacabana’nın<br />
yönetmeni Marc Fitoussi ile kadınların dünyasına, Isabelle<br />
Huppert’a, komediye ve festivallere ilişkin konuştuk… 6<br />
Mayıs’ta vizyonda olacak filmin yönetmeni Fitoussi gayet<br />
keyifli bir film çekmiş ve Huppert’e var olan gizemli ve<br />
depresif kadınların çok dışında bir rol vermiş…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Öncelikle bu filmi çekme isteğiniz ve<br />
nedeninizle başlayalım…<br />
Öncelikle tek bir karakter hakkında bir<br />
film yapmak istedim. Bir önceki uzun<br />
metraj filmim “La Vie D’artiste’te, iç içe<br />
geçmiş üç insanın kaderini anlatırken,<br />
bu beni filmdeki her bir kahramanın<br />
hayatındaki ilginç olaylara odaklanmaya<br />
zorladı. Bir başka açıdan bakılırsa, ,<br />
Copacabana’nın her karesinde, Babou<br />
karakteri sadece inanılmaz talihsizliklerle<br />
karşılaşmıyor ayrıca yaşadığı işsiz<br />
güçsüzlükten dolayı melankolik bir ruh<br />
taşıyor. Bu yüzden filmde Babou karakter<br />
olarak bana geniş bir perspektif verdi.<br />
Ayrıca “Bonbon au poivre” isimli kısa<br />
metraj komedi filmimde değindiğim konulara<br />
tekrar geri dönmek istedim. Bu kısa<br />
metrajlı film, beni fikir olarak daha ileriye<br />
götürdü. Copacabana’da müşterilere<br />
uygulanan agresif satış tekniklerini kendisi<br />
öğrenmesi gerekirken, bu tekniklere<br />
tahammül edemeyen bir kadın var.<br />
Sosyal sorunlardan yola çıkan bu komedide,<br />
hayatın sınırlarında yaşayan<br />
bir kadın, aniden kendini “çok normal”<br />
ortamın içinde bulur. Bu normal ortam<br />
aslında onun için tamamıyla yabancıdır.<br />
Copacabana’da bu karakter Babou.<br />
Onu sıradan bir insana dönüştürmesi<br />
gereken bu tecrübe aslında Babou’nun<br />
düz ve dar bir hayata ne kadar alerjik<br />
olduğunu ve onun yoldan çıkmaya ne<br />
kadar meyilli olduğunu gösterecek.<br />
Kadınların dünyası her zaman ilginizi çeker<br />
mi? Ya da kadınların dünyasının ilgiye<br />
değer olduğunu düşünür müsünüz?<br />
Neden bilmiyorum ama kadınların filmlere<br />
karşı daha tutkulu olduklarına inanıyorum<br />
ve benim senaryolarımda kadın oyuncular<br />
senaryoya farklılık katıyorlar. Benim film<br />
yapma arzum yönetmenlerden çok kadın<br />
oyunculardan kaynaklanıyor.<br />
Filmin ilgi çekici bir yanı da Isabelle Huppert.<br />
Onu öncelikle kendi kafanızda bu<br />
role nasıl yerleştirdiniz, sonrasında onu<br />
nasıl ikna ettiniz? Anne – kızı beraber<br />
oynatacağınızı düşüyor muydunuz? Önce<br />
kızıyla çalışıp sonrasında Huppert’i aklınıza<br />
getirmişsiniz anlaşılan …<br />
Lolita ile ilk uzun metraj filmimde<br />
çalışmıştım ve onu Copacabana’da Esmeralda<br />
rolü için düşündüm. Ve sonrasında<br />
Esmeralda’nın annesini oynayacak bir<br />
oyuncu bulmam gerekiyordu. Neden<br />
Lolita’nın gerçek annesi olmasın dedim.<br />
Isabelle tanıdığım en iyi Fransız oyunculardan<br />
biri. Bu rol daha önceki rollerinden<br />
daha hafif bir rol olmasına karşın, onu gerçekten<br />
bu rolde görmek istedim. Lolita’yla<br />
konuşup annesi ile birlikte aynı filmde<br />
rol almak isteyip istemeyeceğini sordum.<br />
Şanslıyım ki, onlar da böyle bir olasılığın<br />
olup olamayacağını düşünüyorlarmış.<br />
Babou’ya onun gözünden bakabildiniz mi,<br />
yani Huppert nasıl bir Babou oldu?<br />
Onun yaratıcı ve virtüöz performansı ile<br />
karakterdeki en küçük nüanslar
mütemadiyen zenginleşti. Bu konuda<br />
uzun uzun konuşabilirim. Fakat bu hususta<br />
birkaç tane örnek vereyim; Isabelle<br />
Babou’yu geliştirdi. En iyi örnek Bart<br />
ile olan bovling sahnesinde, bir sonraki<br />
seyahatinin Brezilya’ya olacağından<br />
bahseder. Ve dışarıya diye bağırırken,<br />
“canınız cehenneme” hareketi yapar.<br />
Isabelle çok komik olmamasına rağmen<br />
bu hareketi doğaçlama yapıyor ve<br />
Babou’nun o sahnede aslında kızının<br />
sevgisini tamamiyle kaybetmesinin<br />
acısını yaşıyor. Daha sonra Ostend’te<br />
bir öğle yemeği arasında Amadine’in<br />
geçmişi ile ilgili zoraki sorularının<br />
bombardımanına tutulduğu sahne var.<br />
Başta Babou, bir yandan yemek yerken<br />
bir yandan da sorulara yanıt vermemeye<br />
uğraşıyor. O soruların sorulmasının<br />
Babou’nun canını sıkabileceğini nasıl<br />
gösterebiliriz diye düşündüm. Bir<br />
planda, Babou içtiği içeceğin pipetini<br />
yere atarak, sinirlenerek konuşmayı<br />
sonlandırıyor. Bunun gibi detaylar karaktere<br />
gerçek ivme kazandırıp, net bir<br />
komedi tadı veriyor. Isabelle hakkında<br />
beni asıl heyecanlandıran; onun diğer<br />
karakterleri dinlerken bile, sihirli bir<br />
uygulamacı olarak sahnedeki ışığını<br />
göstermesi. Editörümle zaman zaman<br />
karşı açı vermemiz gerektiği anlarda<br />
bile Isabelle’in yüzünü göstermeyi daha<br />
çok istedik. Babou’nun ifadesindeki<br />
acının yoğunluğunu, Esmeralda onu<br />
düğününde istemediğini söylediği zaman<br />
ve yıkımı ise onu işten çıkarılmış halde<br />
bulduğu zaman … işte bu anlar severek<br />
uzattığımız muhteşem sinemasal anlar…<br />
Kalıplara sığmayan bir kadını anlatmak<br />
mıydı derdiniz?<br />
Ben sıra dışı bir karakterin portesini<br />
çizmek istedim tabi o sosyal anlamda<br />
etkin olmak için mecburi taleplere<br />
direniyor. Babou, gevşek tavırlı ve sorumsuz<br />
gibi görünse de, aslında özgür<br />
davranıyor. Başarısız olmaktan dertli<br />
ama çektiği sıkıntılar, onun hayat enerjisini<br />
azaltmıyor.
Toplumsal eleştiri filmlerini bu kadar sakin<br />
ve canlı yapmayı tercih ediyorsunuz<br />
anlaşılan. Neşeli bir tarzınız var… Toplumsal<br />
sorunların bu şekilde nasıl yansıdığınız<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Anlatmak istediğim hikaye ne olursa olsun,<br />
hikayenin komedi olmasını tercih ediyorum.<br />
Ben izleyiciyi konuşturan tartıştıran filmleri<br />
severim. Bunu yaparken de çok rahatım.<br />
Mesela hiçbir zaman Babou’yu iş bulma<br />
kurumunda göstermeyi ya da fazla para<br />
alma konusunda pazarlık yaparken göstermeyi<br />
düşünmedim. Bazı şeyleri ima etmeyi<br />
tercih ederim. Her zaman hayatta kaybedenlere,<br />
tembel insanlara ilgim oldu çünkü<br />
onlar rutin bir hayatın içindeki maceranın<br />
boyutunu gösterirler. Bu, herhangi bir<br />
olayda şansızlığa direnmenin en önemli<br />
sınavıdır. Evet komedinin kesinlikle ciddi<br />
sorunları aşmada önemli bir tür olduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
Komedi trajediden daha mı zor yoksa daha<br />
mı kolay?<br />
Gerçek zorluk aslında bir filmde komedi ile<br />
dramı karıştırmak.<br />
Türk sinemasına ve izleyicisine bakış açınız?<br />
Fransa’da maalesef, biz sadece Cannes<br />
Film Festivali gibi Uluslararası Film Festivallerinde<br />
Türk filmlerini izleyebiliyoruz. Sadece<br />
Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun<br />
filmlerini biliyorum. Reha Erdem’in<br />
Kosmos’unu gerçekten çok beğendim.<br />
Nasıl buldunuz festival ortamını? Filmle<br />
etkileşim nasıldı seyirci bazında?<br />
Festival çok iyi yapılmış bir organize edilmiş<br />
ve eğlenceli. En iyi tarafı tüm film gösterimleri<br />
dolu oluşu ve her filmin sonundaki soru<br />
ve cevap bölümünde birçok insan soru<br />
sormak için el kaldırıyor. Ve çok ilginç sorular<br />
soruyor.<br />
Filminize olan reaksiyonlar nasıldı?<br />
Filmi Türkiye’de görmek memnuniyet verici.<br />
Seyircinin tepkisi Fransa’daki gibi olumluydu.<br />
Sinemanın sınırları kolayca aştığını görmek<br />
çok hoş.
n Hollywood’un gişe filmlerinin ucuz taklitleri<br />
olan İtalyan replikalarının tüm dünyayı sardığı ve<br />
asıllarının ünü yüzünden iyi iş yaptıkları 80’lerde<br />
bazı uyanık Türk sinemacıları da bu tür çabalara<br />
giriştiler. Bunların en ünlüsü yaban ellerde Türk<br />
Star Wars’ı olarak bilinen Dünyayı Kurtaran Adam’ın<br />
aslında bir iki çalıntı uzay savaşı sekansı dışında<br />
Star Wars’a benzer pek bir yanı yoktur, İlle de benzetmek<br />
gerekirse Flash Gordon’la daha kuvvetli bir<br />
etkileşim içerir.<br />
Fakat biz bugün artık çok iyi bilinen Dünyayı Kurtaran<br />
Adam yerine Kült film shoplarında “Turkish<br />
Conan” olarak nam salan ve tarih öncesi bir avantür<br />
olan Altar’dan bahsedeceğiz.<br />
Conan’ın Türkiye’de zaten iyi bilinen bir çizgi roman<br />
kahramanı olması ve filmininde iyi iş yapması<br />
yüzünden bir Türk Conan’ını çekmek farz olmuştu ve<br />
bu da eski sinamacılardan Remzi Jöntürk’e kısmet<br />
oldu.<br />
Tarkan çizgi romanlarda ve filmlerinde hep “Ben<br />
Altar’ın oğlu Tarkan!” diye bağırır ama bu filmin<br />
kahramanının Tarkan’la bir akrabalığı yok... Çok<br />
daha öncesi bir zamanda geçen bir öykü bu.<br />
Filmin öyküsü çok eski çağlarda belirsiz bir ülkede<br />
(bir iki kez Urartu adı geçiyorsa da bağlantı yoktur.)
geçer. Ülkeyi zalim Zodiak (Eşref Kolçak) yönetmektedir.<br />
Zodiak ateşin sahibidir ve ateşi izinsiz<br />
kullananı ölümle cezalandırır. Zodiak’a karşı Utah<br />
(Sait Seyit) çıkar, gökten düşen bir taştan görkemli<br />
bir kılıç yapar ve granit bir kayaya saplar (Excalibur<br />
burada bir kez daha karşımıza çıkıyor.) Oğlu<br />
Altar (Cevat Pars) büyüyünce bu kılıçla ülkeyi<br />
kurtaracaktır. Utah kendinin yakarak ölür, Altar<br />
(Sait Seyit) büyür ve azman bir savaşcı olur, Esir<br />
tüccarı Osep’in (Kazım Kartal) eline düşer. Altar<br />
her gün dövüşür, her gece de sevişir.<br />
Günün birinde Osep’ten kurtulur ALtar, babasının<br />
da tanıdığı kraliçe Alyoki’nin (Çeçilya Daymaz) ile<br />
karşılaşır, ona zorla sahip olur. Nino, Altar’ı hançeriyle<br />
yaralar, ama sonra bir mağarada “Voodo”<br />
büyülerini kullanarak tedavi eder.<br />
Nino, öldürülen Zodiak’ın deli oğlu Hunka’nın<br />
(Nuri Alço) sarayına gelir, esir düşer. Altar<br />
tek başına Hunka’nın askerlerini dağıtır.,<br />
babasının kılıcını granit kayadan çekip alır ve<br />
Hunka’nın sarayını basar!<br />
Altar, diğer yerli işlerden farklı olarak, vizyona<br />
girmeden önce salonlar uzun süre fragmanını<br />
gösterdi ve bu da izleyici beklentisini yükseltti.<br />
Remzi Jöntürk gerçekten düzgün bir<br />
fantastik film çektikleri konusunda Anadolulu<br />
sinema sahiplerini ikna etmişti ve filmi<br />
güçlü bir şekilde pazarladı. Film için Ator
filmininkine çok benzeyen fiyakalı bir afiş<br />
yapılmıştı. Neredeyse bir Hollywood filminin<br />
yeterliliğinde olan fragman filmdeki gerçekten<br />
ilginç anları içerdiği için hem sinema sahipleri<br />
hem de perdede fantastik bir yerli yapım görmeye<br />
alışık olmayan izleyici (en azından ben)<br />
oldukca umutlanmıştı ama film tüm bu beklentileri<br />
boşa çıkardı. Filmdeki diyaloglar ve vıcık<br />
vıcık duygusallık izleyiciyi filmden direkt olarak<br />
soğuttu. Diyaloglara örnek vermek gerekirse :<br />
Utah ateş kralına “Ateş, Su, Toprak hepsi<br />
Utah’ın” der. Ateş kralı kaale almaz, askerlerine<br />
bakıp “zippo, keranyuk, da” diye bağırır, askerler<br />
Utah’a doğru giderken, kendisi “Seni, askerleri<br />
ve kuzenlerini biçerim” şeklinde bir tehdit<br />
savurur. Askerler tınmaz ve Oltar’ın çevresinde<br />
halka yaparlar. Oltar Excalibur’un modifiye versiyonu<br />
diyebileceğimiz kılıcıyla ekseni etrafında<br />
dönüp saniyede 3 asker hızıyla katliam yapar.<br />
Katliamın sonlarına doğru kılıçla beraber<br />
yuvarlanır, kılıç ağır gelmiştir. O sırada ortaya<br />
Utah’ın oğlu çıkar, Utah oğluna “sana gelme<br />
demedim mi! kan bahçesinde çiçek yetişmez<br />
demedim mi!” diye feveran eder. Altar babasına<br />
“Kılıcın zulmünü izlemeye, onları biçmeni görmeye<br />
geldim” der.<br />
Filmde böyle iddialı ama kabız pek çok diyalog<br />
var ama en şahanesi Altar’dan bahseden dış<br />
ses... Bir keresinde aynen şöyle diyor; “Altar<br />
gündüzleri savaşarak, geceleri sevişerek hayatta<br />
kalmaya çalışıyordu,” Sevişerek hayatta kalmaya<br />
çalışmak!<br />
Altar’da düzgün görüntüler, kimi özenerek<br />
hazırlanmış maskeler ve miğferler yer alır; ancak<br />
Conan’dan çokca esinlenen film dağınık bir<br />
senaryo, ağdalı diyaloglar, abartılı bir oyunculuk<br />
sayesinde inanılmaz derecede “Kitsch” olmaktan<br />
öteye gidemezdi ve öyle oldu. “Conan The Barbarian”<br />
ve devamı “Conan The Destroyer” gibi<br />
iki süper fantastiği ve sonrasında “Beastmaster”<br />
“Sword and the Sorcerer” ve onlarca replikayı<br />
görmüş olan sinema seyiricisi için Altar, tatsız<br />
tuzsuz bir deneyim olmaktan ileri gidemedi. Bu<br />
hezimet yüzünden olsa gerek; Altar tamamen<br />
göz önünden çekilmiş bir yapım… Kara Murat<br />
ya da Tarkan serisi gibi üzerine çokca yazılmış,<br />
konuşulmuş bir film değil. Show TV bir dönem<br />
geç saatlerde ya da Cumartesi öğle sonralarında<br />
zaman doldurmak için bu filmi yayınladı. Digiturk<br />
platformunda yayın yapan “SinemaTurk” kanalı da<br />
filmi uzun zaman gösterdi.<br />
Altar tüm olumsuz yanlarına karşı tarih öncesi<br />
fantastiğinin yerli tek örneği olarak ilgiyi ve<br />
saygıyı hakediyor. Ayrıca Nuri Alço gibi fenomen<br />
olmuş bir oyuncuyu alışık olmadığımız bir rolde<br />
görmek hepinizi heyecanlandıracaktır. Her şeye<br />
rağmen, filmi yapan sinemacı takımına da cesaretleri<br />
için bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Bir mültecinin kızı olan Julie Gavras, hayatı<br />
boyunca politik kişiliğiyle var olan ve bu<br />
yönüyle dünya sinemasında önemli bir yer<br />
işgal eden babasının izinden gideceğinin<br />
sinyallerini, bu ilk filmiyle verdi. İkinci<br />
filmi Aşkın İkinci Yarısı orta kuşağa<br />
esprili bir şekilde eğiliyor ve asla<br />
yaşlanmamak gerektiğini savunuyor!
BANU BOZDEMİR<br />
n Festivalde yönetmenlerin ya da oyuncuların<br />
çocuklarının çektiği ya da oyunculuk yaptığı<br />
filmlere rastlayınca anne babasının izinde olan<br />
ünlülerin çocuklarına bir göz atmak istedim ve<br />
bayağı kabarık bir liste çıktı karşıma…<br />
Samira Makhmalbaf / Mohsen Makhmalbaf<br />
Sinemaya, 1987’de yedi yaşındayken, babası<br />
yönetmen Mohsen Makhmalbaf’ın çektiği<br />
Bisikletçi adlı filmde rol alarak başladı. 17<br />
yaşındayken ilk yönetmenlik deneyimini<br />
yaşayan Samira, filmi “Elma” ile 1998 Cannes<br />
Film Festivali’ne katılan en genç yönetmen<br />
ünvanını aldı. `11`09``01 filminin 11 yönetmeninden<br />
biri olan genç yönetmen, aynı zamanda<br />
çektiği bazı filmlerin senaryolarını da yazdı.<br />
İran’da bir kadın olarak yaşamanın zorluklarına<br />
karşın, Ortadoğu’da kadın ve çocukların<br />
hayatının zorluklarını beyazperdeye yansıtan<br />
Samira’nın kardeşleri ve annesi de sinema<br />
sanatına gönül verdi; Hana Makhmalbaf da<br />
genç bir yönetmen olarak sinema dünyasında<br />
yerini aldı. Filmografisi: İki Bacaklı At (2008),<br />
Çılgınlığın Keyfi – 200, `11`09``01 – 2002, Karatahta<br />
– 2000, Elma – 1998, Bisikletçi - 1989<br />
(oyuncu)<br />
Sofia Coppola / Fransis Ford Coppola<br />
14 Mayıs 1971 New York doğumlu, Akademi<br />
Ödüllü Amerikalı yönetmen, aktris ve yapımcı.<br />
Jane Campion, Lina Wertmüller ve Kathryn<br />
Bigelow ile birlikte En İyi Yönetmen Akademi<br />
Ödülü’ne aday gösterilmiş dört kadından biri. İlk<br />
yönetmenlik deneyimi olan The Virgin Suicides<br />
1999 filmiyle ünlendi. Büyükbabası Carmine<br />
Coppola besteci, babası: Francis Ford Coppola<br />
Oscar ödüllü bir yönetmen, kardeşi Roman Coppola<br />
bir aktör, kuzeni Nicolas Cage Oscar sahibi<br />
bir aktördür. 1991 yılında Razzie olarak bilinen<br />
ve yılın en kötülerine verilen Altın Ahududu<br />
Ödüllerinde En Kötü Yardımcı Aktris ödülünü<br />
kazandı. Filmografi: Bed, Bath and Beyond<br />
(1996), Lick the Star (1998), The Virgin Suicides<br />
(1999), Lost in Translation (2003), Marie Antoinette<br />
(2006), Somewhere (2010).
Lolita Chammah / İsabelle Huppert<br />
1 Ekim 1983, Paris doğumlu. Lolita Chammah,<br />
akrist Isabelle Huppert ile film dağıtımcısı Ronald<br />
Chammah’ın kızı. 1988 yılında yönetmen<br />
Chabrol’un “Une Affaire Du Femme “ filminde<br />
küçük bir rol ile sinemaya adımını attı. Bu<br />
filmde annesi Isabelle Huppert de başroldeydi.<br />
2000 yılında yönetmenliğini Laurence Ferreira<br />
Barbosa’nın yaptığı “La vie Moderne” filmde<br />
Lolita Chammah, Isabelle Huppert ile tekrar<br />
kamera karşısında birlikte oynama şansını<br />
yakaladı. 2007 yılında Lolita Chammah, yönetmen<br />
Marc Fitoussi’nin ilk uzun metraj filmi<br />
olan La vie d’artiste’te başrolde yer aldı. 2009<br />
yılında Julie Depardieu ve Charlotte Rampling<br />
ile birlikte rol aldığı “ La Femme invisible”<br />
filmi Fransa’da önemli bir gişe başarısı elde<br />
etti. 2010 yılında Marc Fitoussi’nin yeni filmi<br />
“Copacabana’da anne kız yine kamera karşısına<br />
geçti.<br />
Kirk Douglas’ın 1960’lardaki filmlerinde asistan<br />
yönetmen olarak işe başladı. 1960’ların sonunda<br />
birkaç filmdeki (Hail,Hero! -1969, Adam at 6<br />
A.M. -1970, Summertree -1971) dönemin idealize<br />
genç adamlarını oynadığı rollerin ardından<br />
Douglas, The Streets of San Francisco adlı<br />
polisiyede rol aldı. Oyunculuğunda açıkça ortaya<br />
koyduğu bağımsız yapısı gözönüne alınarak<br />
kendi jenerasyonundaki diğer starlardan önde<br />
tutulan aktör, 1987 yılında Gordon Gekko rolünü<br />
canlandırdığı Oliver Stone filmi Wall Street ile<br />
En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar Ödülü’nün<br />
sahibi oldu. Aynı yıl Glenn Close ile birlikte Fatal<br />
Attraction’da yeralan Douglas, 1992 yılında Sharon<br />
Stone ile Basic Instinct (Temel İçgüdü) filminde<br />
oynadı. Bu başarılı filmdeki cinayet masası<br />
dedektifi Nick Curran rolüyle ününe ün kattı.<br />
2000 yapımı A Song for David filminde nihayet<br />
babası Kirk Douglas’la çalışma fırsatı buldu.<br />
Michael Douglas / Kirk Douglas<br />
Michael Kirk Douglas, 25 eylül 1944’de New<br />
Brunswick, New Jersey’de dünyaya geldi.<br />
Babası ünlü aktör Kirk Douglas, annesi ise<br />
Bermuda’lı aktris Diana Dill. Hem yapımcı hem<br />
de oyuncu olarak modern Hollywood filmlerine<br />
çifte güç katan Michael Douglas, babası<br />
Asia Argento / Daria Argento ve Daria Nicolodi<br />
Korku sineması üstadı Dario Argento’nun kızı.<br />
1993’te ilk rolünü babasının filmi Traumada<br />
oynadı. Çıplak olduğu sahneyle dikkat çeken<br />
Argento ilk ödülünü de bu filmle ‘En İyi Bayan<br />
Oyuncu’ olarak aldı. 1998’de Amerikan filmlerine<br />
sıçradı ve 2002’de bir Hollywood filmi olan<br />
xXx’te oynadı. 2005’te Gus van Sant’ın Last<br />
Days ve George Romano’nun Land of The Dead<br />
filmlerinde oynadı, babasının Gözyaşlarının<br />
Annesi filminde rol aldı . 2006’da Birol Ünel ile<br />
Transylvania adlı filmde oynayarak özüne döndü<br />
diyebiliriz. 2004 yılında Aldatan Yürek adlı ilk<br />
sinema filmini çekti!
Julie Gavras / Costa Gavras<br />
Ünlü yönetmen Costa Gavras’ın kızı Julie<br />
Gavras, ilk filminde, arkadaşı Domitilla<br />
Calamai’nin aynı isimli romanını sinemaya<br />
aktardı. Bir mültecinin kızı olan Julie Gavras,<br />
hayatı boyunca politik kişiliğiyle var olan ve bu<br />
yönüyle dünya sinemasında önemli bir yer işgal<br />
eden babasının izinden gideceğinin sinyallerini,<br />
bu ilk filmiyle verdi. İkinci filmi Aşkın İkinci<br />
Yarısı orta kuşağa esprili bir şekilde eğiliyor ve<br />
asla yaşlanmamak gerektiğini savunuyor! Julie<br />
Gavras babasının 2005 yapımı Ölümcül Gerçek<br />
filminde de rol aldı aynı zamanda…<br />
Jaden Smith / Will Smith<br />
Jaden Christopher Syre Smith 1998 Kaliforniya<br />
doğumlu. Aktör/rapçi Will Smith’in oğlu.<br />
The Pursuit of Happyness filminde babası<br />
Will Smith ile birlikte baba, oğul karakterleri<br />
oynadılar. 79. Akademi Ödüllerinde Abigail<br />
Breslin ile birlikte Best Animated Short ve Best<br />
Live Action Short ödüllerini sundu. The Pursuit<br />
of Happyness filmiyle birlikte Phoenix Film<br />
Eleştirmenleri Birliği’nin En İyi Genç Oyuncu<br />
Ödülünü, MTV Film Ödülleri’nde En İyi Çıkış<br />
Yapan Oyuncu ödülünü kazandı. En son The<br />
Karate Kid’de rol aldı.<br />
Jim Loach / Ken Loach<br />
Yıldızlarla dolu bu dram, İkinci Dünya<br />
Savaşı’ndan sonra İngiltere’de yaşanan en<br />
büyük skandallardan birini ele alıyor: 1940’larda<br />
ve 1950’lerde 130.000 çocuğun İngiltere’den<br />
Avustralya’ya evlatlık olarak verilip ülkelerinden<br />
koparılmaları, hatta tacize uğramaları. Film,<br />
İngiliz hükümeti tarafından yıllarca gizlenen bu<br />
skandalı 1980’lerde ortaya çıkaran eski kamu<br />
görevlisi Margaret Humphreys’in çabalarını<br />
konu alıyor. Ailesi için en iyiyi yapmayı<br />
hedeflemiş bir anne olan Humphreys bu uğurda<br />
binlerce aileyi birleştirdi ve sorumluları hesap<br />
vermeye zorladı. Bu inanılmaz cesaret,<br />
merhamet ve adaletsizlik hikâyesi, babası<br />
Ken Loach’la aynı vicdani duyarlılığı paylaşan<br />
yönetmen Jim Loach’un ilk filmi. 1969 doğumlu<br />
Jim babasının izinde!<br />
Gülşah Alkoçlar / Hülya Koçyiğit<br />
Türk Sineması’nın yıldız oyuncusu Hülya<br />
Koçyiğit ile Fenerbahçe’nin Milli futbolcusu<br />
Selim Soydan’ın kızlarıdır.Futbolu bıraktıktan<br />
sonra film ihracatı ve yapımcılığı işleri ile<br />
uğraşan babasının film şirketi adına 1976’da<br />
çekilen Gülşah filmiyle küçük yaşlarda sinema<br />
oyunculuğuna başladı.Ardından ilk filmin<br />
devamı niteliğini taşıyan “Gülşah Küçük Anne”<br />
ve “İbo ile Gülşah” filmlerinde oynadı.
Kiefer Sutherland / Donald Sutherland<br />
Kiefer Sutherland, 21 Aralık 1966’da, İngiltere’nin<br />
Londra şehrinde iki başarılı oyuncu olan Donald<br />
Sutherland ve Sherley Douglas’ın çocuğu olarak<br />
dünyaya geldi. 1984 yapımı The Bay Boy, oyuncunun<br />
ilk filmidir. Bu filmdeki performansıyla<br />
Genie’de “En İyi Aktör” ödülüne aday oldu.<br />
1996’da, babası Donald Sutherland’le birlikte rol<br />
aldığı A Time to Kill filminde, Freddy Lee Cobb<br />
Angelina Jolie / John Voight<br />
Angelina Jolie, 4 Haziran 1975’te Oscar ödüllü<br />
ünlü aktör John Voight ve aktrist Marcheline<br />
Bertrand’ın kızı olarak doğdu İlk kez 1982’de<br />
babasının oynadığı Lookin’ to Get Out (1982)<br />
filminde görülen Jolie’nin oyunculuk kariyeri<br />
düşük bütçeli bir film olan Cyborg 2 (1993) ile<br />
başladı. İlk başrolünü Hackers (1995) filmi ile<br />
aldı. Önemli övgüler alan biyogrofik filmler<br />
olan George Wallace (1997) ve Gia’da (1998)<br />
başrolde oynadı ve Girl, Interrupted’daki<br />
(1999) performansı ile En İyi Yardımcı Kadın<br />
Oyuncu dalında Akademi Ödülü aldı. Lara<br />
Croft: Tomb Raider (2001) filmi ile büyük<br />
başarı sağlayarak dünyaca ünlü tanınmış<br />
bir oyuncu haline geldi. Sonrasında ise<br />
Hollywood’un en çok tanınan ve en çok kazanan<br />
oyuncularından oldu.<br />
adında bir Ku Klux Klan üyesini canlandıran<br />
aktör, 1997’de, Armitage 3: Poly-Matrix filminde,<br />
dedektif Ross Syllabus’u seslendirdi. Yine aynı<br />
sene, Truth or Consequences filminde yönetmenlik<br />
ve yardımcı aktörlük yaptı. 1998’de,<br />
Dark City filminde, Daniel Schereber rölünde<br />
karşımıza çıkan aktör, 1999’da, Woman Wanted,<br />
yönetmenliğini de yaptığı Eye of the Killer ve<br />
After Alice filmlerinde boy gösterdi.<br />
Melanie Griffith / Tippi Hedren (Birds)<br />
Melanie Griffith 1930 doğumlu Tippi<br />
Hedren’in kızıdır, annesi Kuşlar rolündeki<br />
Melanie Daniels rolü ile ün kazanmıştır. 1957<br />
yılında doğan ve Antonio Banderas ile evli<br />
olan Griffith birçok filmde rol aldı. Another<br />
Day in Paradise, Working Girl ve Buffalo Girl<br />
bunlardan bazıları…
Goro Miyazaki / Hayao Miyazaki<br />
Efsanevi mangaka ve anime yönetmeni<br />
Hayao Miyazaki’nin oğlu olarak 1967<br />
yılında Tokyo’da dünyaya geldi. Shinshu<br />
Üniversitesi Ziraat Fakültesinden<br />
mezun olan Goro Miyazaki, peysaj mimarisi<br />
üzerine meslek icra etmiş, 1998<br />
yılından itibaren Ghibli Müzesi’nin<br />
genel tasarımı ile uğraşmıştır. 2001<br />
yılından 2005 yılına kadar da müzenin<br />
genel müdürlüğünü yapmıştır. 2006<br />
yılında Yerdeniz Öyküleri’ni çekti,<br />
yeni filmi Kokuriko-zaka Kara’yı ise<br />
bu sene çekti… Babasının izinde bir<br />
anime yönetmeni o.<br />
Jamie Lee Curtis- Janet Leigh ve Tony Curtis<br />
Tony Curtis’in kızı, 1958 Los Angeles doğumlu.<br />
1978’de oynadığı ve ilk sinema filmi olan Halloween<br />
filmindeki rolüyle ünlendi. John Carpenter’s<br />
The Fog, A Fish Called Wanda, Virüs,<br />
Freaky Friday ve Beverly Hills Chihuahua gibi<br />
filmlerde rol aldı.<br />
Nick Cassavetes / John Cassavetes<br />
1959 doğumlu aktör John<br />
Cassvetes’in oğlu. Oyuncu, senarist<br />
ve yönetmenlik yapıyor. 2004 yapımı The<br />
Notebook, 2002 yapımı Q filminin yönetmeni,<br />
2006 yapımı Alpha Dog filminin ve son filmi Kız<br />
kardeşimin Hikayesi’nin hem senaristi hem de<br />
yönetmeni.<br />
Danny Houston / John Houston<br />
Danny Huston. 14 mayıs 1962 Roma doğumlu<br />
Amerikalı aktör. Danny Huston oyuncu bir<br />
aileden gelmektedir ve doğuştan oyuncu sayılır.<br />
Babası iki akademi ödülü sahibi John Huston<br />
ve büyükbabası akademi ödülü sahibi Walter<br />
Huston’dur. Üvey kardeşi ise Angelica Houston.<br />
Duncan Jones / David Bowie<br />
David Bowie’nin adını Zowie koyduğu oğlu<br />
büyüdü, adını Duncan olarak değiştirdi ve<br />
geçen hafta dağıtılan İngiliz Bağımsız Film<br />
Ödülleri BIFA’da en iyi yeni yönetmen dalında<br />
ödül almakla kalmadı, sadece 2,5 milyon sterlin<br />
bütçe ile çektiği bilim kurgu filmi Moon/ Ay’da<br />
en iyi film ödülünü aldı.
n Dario Argento, sinemanın en ünlü gotik<br />
korkularından biri ve “Üç Anne”<br />
üçlemesinin(diğerleri : “Inferno” ve “La Terza<br />
Madre”) ilki olan “Suspiria”nın senaryosunu,<br />
ortağı – sevgilisi (Asia Argento’nun da annesi<br />
) Daria Nicolodi ile yazdı… Etkilendikleri<br />
metinler arasında Thomas De Quincey’nin<br />
“Suspiria de Profundis” adlı kitabı, hatta<br />
Grimm Kardeşler ve Hans Christian Andersen<br />
masalları bulunmaktaydı. Almanya’nın<br />
ünlü bale okuluna yatılı öğrenci olarak gelen<br />
Amerikalı genç kız, birkaç tuhaf cinayetin izini<br />
sürdüğünde korkunç, hem de çok korkunç sırrı<br />
keşfediyordu: Okul, kökleri Karadeniz’e uzanan<br />
Üç Kızkardeş’den biri, iğrenç görünümlü<br />
cadı Helena Markos ve emrindekiler tarafından<br />
yönetiliyordu!<br />
Tamamıyla Argento’ya özgü keskinlikte kırmızı,<br />
sarı ve mavi renklerle, bir bale okulundan<br />
çok büyücülük merkezi gibi duran dekorlar,<br />
sürekli gözetlendiğiniz duygusu ve kanın<br />
fütursuzca kullanımı... Seyircinin kalp ritmini<br />
bozan müzik (Goblin gurubu ve Argento<br />
ortak çalışması)… O dik / asil yürüyüşü ile<br />
‘muhteşem’ müdirede Joan Bennett ve otoriter<br />
yönetici / bale hocasını ‘kendine özgü’ kılan<br />
Alida Valli… Bunlar, ”Suspiria”yı türü içinde<br />
başucu filmi yapmak için sadece birkaç neden!<br />
Dondurduğumuz kare, fırtınalı gecede okuldan<br />
kaçıp arkadaşının evine sığınan kızın önce<br />
bıçaklanıp sonra cam tavanı kıracak şekilde<br />
sallandırıldığı sahneden! Kırılan camlar yerdeki<br />
arkadaşını da feci biçimde öldürmüştür!<br />
1977 / Yönetmen:<br />
Dario Argento
n BFilm festivallerinin art arda<br />
geldiği şu günlerde, kısa filmin<br />
öneminin sık sık vurgulanması<br />
gerektiğini düşünüyorum. İster<br />
uzun metrajın bahçesi, ister<br />
başlı başına bir dal olarak<br />
görün, kısa film her geçen gün<br />
değerini hissettiriyor. Bu sayıda<br />
kısa film severlere, yine çeşitli<br />
duyurular, festival haberleri vermeyi<br />
bir görev bilirim.<br />
Ayrıca bu ay sizlere, son<br />
birkaç yıl içinde adından sıkça söz ettiren genç<br />
bir sinemacı, Cahit Çeçen’le gerçekleştirdiğimiz<br />
röportajı sunmak isterim. “Tamirci Çırağı” ve<br />
“Kahpe Devran” filmleriyle birçok festivalde başarı<br />
kazanan Cahit Çeçen, bu yılki SİYAD ödüllerinde<br />
de Ahmet Uluçay Umut Ödülü’nü kazandı. Bakalım<br />
genç yönetmenin kısa filme bakış açısı nasıl?<br />
Senin için kısa film ne ifade ediyor? Kendince bir<br />
tanım yapabilir misin?<br />
Kısa filmin tanımı benim için sürekli değişmekte.<br />
Sinema –TV bölümüne ilk başladığımda hiç bir estetik<br />
kaygı gütmeden sadece ne öğrenirsem kardır<br />
gözüyle baktığım bir alandı kısa film. Üniversite<br />
hayatım boyunca aynı pragmatist bakış açısıyla<br />
4 kısa film yaptım. Son filmim “Kahpe Devran”<br />
bu bakış açısının biraz dışındaydı diyebilirim.<br />
İlk başladığım dönemden daha olgun olduğumu<br />
düşünüyorum. Kısa film benim için sinema dilini<br />
öğrenmemde bir araçtı ilk önce. Şimdi ise kısa<br />
filmin tanımı üzerine düşünmüyorum. Bir şeyler<br />
düşünüyorum, hissediyorum ve bunları anlatmak<br />
istiyorum. Bunun süresi ise sadece bir ayrıntı.<br />
“Tamirci Çırağı” ve “Kahpe Devran” gibi iki önemli<br />
işle sektöre giriş yaptın diyebiliriz. Bu filmleri çekmeyi<br />
niçin istedin? Amacına ulaştın mı?<br />
İlk film çekmeye başladığım zamanlarda acaba<br />
yapabiliyor muyum sorusu vardı. İnsanlarda hep<br />
bu sorunun cevabını arıyordum. “Tamirci Çırağı”<br />
ve “Kahpe Devran” filmlerini film diliyle anlatmayı<br />
öğrenebilmek için çektim. İnsanlarda bir duygu<br />
oluşturmaya çalıştım. İnsanların beğenileri ve<br />
yorumları beni bu işi yapabildiğime dair ikna etmeye<br />
başladı. İnsanların düşlerimi paylaşması güzel bir<br />
şey.<br />
Türkiye’deki kısa film festivallerini nasıl<br />
değerlendiriyorsun?<br />
Türkiye’deki festivallerde bir çok sıkıntı yaşanıyor.<br />
Kısa filmcilerle doğru düzgün bir iletişim<br />
kuramıyorlar. Filmini gönderiyorsun mesela, eller-
8. YILDIZ KISA FİLM FESTİVALİ<br />
Yıldız Teknik Üniversitesi Sinema Kulübü tarafından<br />
sekizincisi düzenlenen Yıldız Kısa Film Festivali 02-06<br />
Mayıs 2011 tarihleri arasında izleyicisiyle buluşuyor.<br />
Genç sinemacılar arasında etkileşimin sağlandığı bir<br />
platform oluşturmayı amaç edinen<br />
festival süresince kokteyl ve<br />
ödül töreni, paneller, söyleşiler,<br />
kısa film gösterimleri gibi etkinlikler<br />
düzenleniyor. Uluslararası<br />
alanda da kendini gösterecek<br />
olan festivalin yarışma bölümüne<br />
kurmaca, canlandırma ve deneysel<br />
dalda ürettikleri eserleri ile<br />
öğrenciler katılabiliyor. Belgesel<br />
filmlerin ise gösterimi yapılıyor.<br />
Ayrıntılı bilgi için: www.yildizkisafilm.com<br />
ine ulaştığına dair bir geri dönüş olmuyor.<br />
Dolayısıyla ön elemeyi geçemeyince acaba<br />
DVD bozuk mu çıktı, ellerine ulaşmadı mı,<br />
kayıp mı oldu diye düşünüyorsun. Bunun<br />
haricinde teknik aksaklıkları falan çok oluyor.<br />
Bunun gibi birçok problem sayılabilir aslında.<br />
Bunun yanında çok güzel organizasyonlara<br />
da imza atabiliyorlar. Temel problem ise<br />
bence genel olarak ülke olarak kısa filme<br />
çok değer vermiyoruz. En başta kısa filmciler<br />
kısa filme değer vermiyor. Esasında ülkede<br />
kısa filmci de yok. Uzun metraj çekemeyen<br />
insanların yaptığı filmler var.<br />
Sence kısa filmle uğraşmak için illa ki sinema-tv<br />
mezunu olmak gerekir mi? Ya da; İyi<br />
bir kısa filmci olmak için ne gerekir?<br />
Sinema-tv okuyup da iyi işler yapan çok<br />
az insan var. Başarılı olanların çoğu başka<br />
alandan gelenler. Sinema sanatçısı olmak<br />
için bunun okulunu okumanız gerektiğine<br />
inanmıyorum. Kısa film de bir sanat alanıdır<br />
ve bunu yapabilen de sanatçıdır. Sanatçıya<br />
yol göstermek gerekmez o yolunu bulur.<br />
Yeteneğin, zekanın, yaratıcılığın sonradan<br />
kazanılabileceğine de inanmıyorum. Zeka ve<br />
yetenek sadece geliştirilebilir, bence…<br />
SİYAD’dan Ahmet Uluçay Umut Ödülü<br />
kazandın. Neler söylersin?<br />
Yukarda da değindiğim gibi ikna olmam<br />
yolunda çok anlamlı bir ödüldü. Mutlu oldum,<br />
hak ettiğime inandım. Bu yolda devam<br />
etmem konusunda bir dönüm noktası<br />
olduğunu hissettim. Bakalım seneler neyi<br />
gösterecek.<br />
Kısa ve uzun vadede hedeflerini öğrenebilir<br />
miyiz?<br />
Fikirlerim sürekli değişmekte. Şimdilerde<br />
4-5 ay içerisinde meydana çıkabilecek bir<br />
proje üzerinde çalışıyorum. Hem biçim hem<br />
de içerik anlamında yeni bir film olacağını<br />
düşünüyorum, hissediyorum.<br />
Cahit Çeçen’in Kahpe Devran adlı kısa<br />
filmini seyretmek isteyenler için: http://www.<br />
vimeo.com/21583961
Penelope Cruz hesaplanamayan bir güzelliğin sahibi. Ona<br />
kimler aşık olmadı ki? Johny Depp, Tom Cruise, Matthew<br />
McConaughey, Matt Damon ve şimdiki eşi Javier Bardem.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood’ta Latin kadın denilince<br />
Penelope Cruz ve Salma Hayek ilk akla<br />
gelenlerdendir. Üstelik bu iki dilber iyi<br />
de arkadaşlardır. Ama Penelope Cruz’un<br />
bir çok ayrıcalığı var. 1974’te Madrid’te<br />
doğan Penelope çocukluğunda 9 yıl bale<br />
eğitimi aldı. İnatçı ve kabiliyetli kişiliği<br />
daha o zamanlarda hayata damgasını<br />
vurdu. 15 yaşında 300 kız arasında<br />
seçmeleri kazanıp önemli bir ajansa girdi.<br />
Müzik gurupları, moda çekimleri, televizyon<br />
dizileri derken 1992’de oynadığı<br />
ilk film Jamon Jamon Yabancı Dilde<br />
Oscar’ı kazandı. Bu filmdeki başarısı ona<br />
Hollywood’un kapılarını açtı. 1997’de<br />
Matt Damon ile All The Pretty Horses<br />
filmini çekti ve Damon ile çıkmaya<br />
başladı. Filmde atlarla haşır neşir olan<br />
Penelope vejeteryen oldu. Oynadığı filmlerin<br />
erkek oyuncularıyla yaşadığı aşk hikayelerinin<br />
başlangıcı oldu bu film. Daha<br />
sonra Vanilla Sky’ı çekerken Tom Cruise<br />
ile skandallar yaratan bir birlikteliği<br />
oldu. Cruise’un Nicole Kidman’dan Penelope<br />
yüzünden ayrılması hem şaşkınlık<br />
yarattı hem de bir skandal. İki ünlü ismin<br />
beraberlği beklenenden uzun sürdü.<br />
2001’den 2004’e kadar süren bu beraberlik<br />
bittiğinde Cruise ve Penelope<br />
dost olarak kaldılar. 2005’te ise Sahara<br />
filminde Matthew McConaughey ile beraber<br />
rol aldı ve tahmin edebileceğiniz gibi<br />
onla çıkmaya başladı. Başarılı filmler ve<br />
ünlü erkekler ardarda gelirken 2006’da bu<br />
isimlere Orlando Bloom’da katıldı. Aynı<br />
yıl Penélope Cruz’un, Pedro Almadovar’ın<br />
Volver adlı filmindeki performansı olduça<br />
beğenilir. Bu filmdeki rolüyle Cannes film<br />
Festivali’nde En İyi Oyuncu ödülü alır ve<br />
Altın Küre, Bafta ve Oscar’a aday olur.<br />
Penélope Cruz, Oscar’a En İyi Kadın Oyuncu<br />
dalında aday olan ilk İspanyol oyuncudur.<br />
Burada Oscar’ı alamaz ama 2009<br />
yılında Woody Allen’ın Vicky Christina<br />
Barcelona filmiyle<br />
En İyi Yardımcı<br />
Kadın Oyuncu<br />
Oscar’ını alır. Bu<br />
film Penelope’ye<br />
hem Oscar’ı<br />
hemde evliliği getirir.<br />
Rol arkadaşı<br />
Javier Bardem<br />
ile evlenen Penelope<br />
bir de<br />
çocuk sahibi olur.<br />
Bakalım Penelope<br />
özel hayatında<br />
mutluluğu kariyerinde<br />
de başarıları<br />
elde etmeye devam<br />
edecek mi?
Her yıla ortalama üç film sığdıran Depardieu, başarıyla canlandırdığı<br />
onlarca farklı karakterin yanısıra özel yaşamıyla da hep gündemde. Bu ay<br />
Kadın Severse filmiyle karşımızda olacak, gülecek güldürecek!<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n AÖzel olarak sevdiğim, oynadığı filmlere<br />
özel olarak ilgi duyduğum, son filminde<br />
(Kadın isterse) fazla kilolarından dolayı bir<br />
hayli üzüldüğüm Fransız aktör Gerard Depardieu.<br />
Bugüne kadar her rolün, her cüssenin<br />
adamı olmuş, Oburiks’ten Germinal’e<br />
kadar türlü filmlerde yol almıştır…<br />
Aralık 1948’de Chateauroux, Indre’de<br />
dünyaya geldi. Alkol ve sigarayla çok erken<br />
yaşta tanışan sanatçı, henüz 12 yaşındayken<br />
evden kaçıp Michelle ve Irène adlı iki<br />
fahişeyle yaşamaya başladı. Ufak tefek suçlar<br />
da bu alışkanlıklara eklenince bir süre<br />
hapiste yatmak zorunda kalan Depardieu, 16<br />
yaşında hapisten çıkıp Paris’e döndü.<br />
Bu dönemde Thétre Nationale Populaire’in<br />
oyunculuk seçmelerine katılan ve başarılı<br />
olan Depardieu’un yaşamında yeni bir sayfa<br />
açıldı. Marguerite Duras, Peter Hanke, Israel<br />
Horowitz ve Moliere yazarların yarattığı<br />
karakterleri sahneye taşıyan sanatçı, on<br />
beşten fazla oyunda rol aldı; ancak adını<br />
1973 yılında rol aldığı Bertrand Blier’nin ‘Les<br />
Valseuses’ filmi ile duyurdu.<br />
Bu yıllarda art arda çok önemli yönetmenlerle<br />
çalışan genç Gerard, 1974 yılında Claude<br />
Sautet’nin ‘Sen, Ben ve Diğerleri’ ve Claude<br />
Goretta’nın ‘Pas si méchant que ça’sında<br />
rol aldı. 1976 yılında Barbet Schroeder’in<br />
‘Metres’, Bernardo Bertolucci’nin ’1900’ ve<br />
Marco Ferreri’nin ‘Son Kadın’ı ile aynı yönetmenin<br />
77 yapımı ‘Maymun Düşü’ filminde<br />
rol aldı. Sanatçı bu yıllarda ‘Şebeke’, ‘Ona<br />
Sevdiğimi Söyleyin’, gibi birçok filme daha<br />
imza attı.<br />
90’lara yaklaşıldığında iyice artan kilolarıyla<br />
görünümü değişse de yeteneğinden hiçbir<br />
şey eksilmedi. 1990 yılında Jean-Paul<br />
Rappeneau’nun yapıtından uyarlanan ‘Cyrano<br />
de Bergerac’ta rol aldı, Yeşil Kart’ta kendine<br />
farklı bir izleyici kitlesi yarattı. Bu deneyimin<br />
ardında, ’1492 - Cennetin Keşfi’, ‘Kahraman<br />
Babam’, ‘Hayal Arkadaşım’ ve ‘Hamlet’te rol<br />
alan sanatçı ‘Demir Maskeli Adam’ filminde<br />
de John Malkovich ile kamera karşısına geçti.<br />
Bu birliktelik daha sonra ‘Les Misérables-<br />
Sefiller’in televizyon uyarlamasına da taşındı.<br />
Kamera arkasında da deneyimli olan sanatçı,<br />
1984 yapımı ‘Le Tartuffe’ün yönetmenliğini,<br />
1988 yapımı ‘A Strange Place to Meet’in ve<br />
Satyajit Ray’in yönettiği ‘Shakha Proshaka/Branches<br />
of the Tree’nin de ortak<br />
yapımcılığını da üstlendi.Nathalie, Rrrrr, Beni<br />
Ne Kadar Çok Seviyorsun, Ölümcül İçgüdü,<br />
Mamut son yıllarda rol aldığı filmler. Bu ay<br />
Kadın Severse filminde rol alıyor, film komik<br />
Depardieu tombiş… 2012’de vizyona girecek<br />
Ang Lee filminde de rol aldı.<br />
Bu denli yoğun çalışmasına rağmen bazı<br />
zevklerinden de vazgeçmeyen sanatçının bu<br />
tutumu zaman zaman sağlığına da yansıdı.<br />
1990’da alkollü araç kullanmaktan 6 ay süreyle<br />
ehliyetine el kondu ve 2 ay hapis yattı. 1996<br />
yılında bindiği uçak havaalanında başka bir<br />
uçakla çarpıştı ama Depardieu yara almadan<br />
bu kazadan kurtuldu. 1998’de ciddi bir motosiklet<br />
kazası geçiren ve bir süre komada<br />
kaldıktan sonra sağlığına yeniden kavuşan<br />
sanatçı, 2000 yılında da by-pass ameliyatı<br />
oldu. Her yıla ortalama üç film sığdıran Depardieu,<br />
başarıyla canlandırdığı onlarca farklı<br />
karakterin yanı sıra özel yaşamıyla da hep<br />
gündemde kalmayı başarıyor. Oyunculuğun<br />
yanı sıra iyi bir şarap üreticisi olan sanatçının<br />
Loire’da üzüm bağları, Romanyada da tekstil<br />
firması var.
n Dünyada birçok kadının yerine<br />
geçmek için her şeylerini feda<br />
edebilecekleri bir kadın, Vanessa<br />
Paradis. Çekici, şöhretli, güzel bir<br />
sese, ortalamanın üstünde bir oyuculuk<br />
gücüne sahip ve de en önemlisi<br />
Johnny Depp’in hayat arkadaşı… 22<br />
Aralık 1972’de dünyaya gelen, bir yandan<br />
müzik, bir yandan oyunculukla uğraşan<br />
Paradis, çalışkan yapısıyla hiçbir zaman<br />
üretkenlikten vazgeçmedi. Morgane gibi<br />
ulaşmak istediğini elde edene kadar yılmadı.<br />
Adele gibi erkekleri peşinden sürükledi. Johnny<br />
Depp’le evlenmeden iki çocuk yapan ve hala<br />
birlikte yaşayan güzel sanatçı içine sinen rollerde<br />
oynamaya devam ediyor.
İlk İzlenim: Savunmasız, deneyimsiz, masum.<br />
Konuştukça: İntihara eğilimli, melankolik, hayattan<br />
hiçbir beklentisi yok.<br />
Artıları: Ölümü umursamaması, onu hayata karşı<br />
daha güçlü kılıyor.<br />
Handikapları: Hayat bazen tarifsiz acılar<br />
doğuruyor. Ve bu acılara onu sevenleri de katıyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Ölüm geldiğinde hazır olmalıyım!<br />
Hayattaki Düsturu: Yüreğinin götürdüğü yere git…<br />
Tanıyınca: Sık sık ölümü düşünen Adele, ona tutulan<br />
erkeklerin de hayatını alt üst ediyor. Ancak<br />
arada geçen süre birden fazla ömrü yaşamaya<br />
bedel. Onun gibi birine aşık olacaksanız, her şeyi<br />
göze alın, kara sevdayı, oradan oraya sürüklenmeyi,<br />
ve hatta ölümü bile…<br />
İlk İzlenim: Kaliteli, cazibeli, güzel bir anne…<br />
Konuştukça: Aldığı kararları uygulamak için elinden<br />
geleni yapabilecek, anlayışlı ve romantik biri.<br />
Artıları: İşleri yoluna koymak adına kullandığı ve<br />
hiçbir kötülük barındırmayan büyüleri…<br />
Handikapları: Bir an önce oğluna iyi bir vaftiz babası<br />
bulması lazım.<br />
Yaşam Felsefesi: Büyülerim daima iyiliğin hizmetinde!<br />
Hayattaki Düsturu: Oğlumu iyilerin tarafında<br />
tutmalıyım…<br />
Tanıyınca: Dünya üzerinde kalan ve kendini iyiliğe<br />
adamış beş cadıdan biridir. Kalbini çalmak gibi niyetiniz<br />
varsa, dokuz aylık oğlunu da kabullenecek ve<br />
ömür boyu sihirli bir hayata alışacaksınız demektir.
n 19 Mayıs’ta vizyona girecek Türkan<br />
Saylan’ın hayatını konu alan ‘Türkan’<br />
filminin tanıtım fragmanı yayınlandı.<br />
Filmde birçok ünlü oyuncu bir araya<br />
geliyor. Türkan Saylan’ı Rüçhan<br />
Çalışkur’un canlandırdığı filmin<br />
diğer oyuncuları şöyle:Ragıp Savaş,<br />
Tardu Flordun, Özge Özder, Beyza<br />
Şekerci, Şebnem Sönmez, İsmail<br />
Hacıoğlu, Selin Demiratar, Burçin<br />
Oraloğlu, Altan Erkekli, Begüm<br />
Birgören, Binnur Kaya, Şevket Çoruh,<br />
Tanju Tuncel, Uğur Demirpehlivan,<br />
Burak Altay, Yurdaer Okur, Ahmet<br />
Saraçoğlu ve Evren Bingöl. Filmin<br />
müziklerini Cem Tuncer, Nail Yurtsever,<br />
Engin Arslan, Cast direktörlüğünü<br />
ise Harika Uygur yaptı.<br />
n Dondurmam Gaymak’ın senaristi<br />
ve yönetmeni Yüksel Aksu’nun<br />
beklenen filminin çekimleri başlıyor.<br />
Aksu’nun senarist ve yönetmenliğini<br />
üstlendiği ikinci uzun metraj<br />
filmi Entelköy - Tepeköy, Yörük<br />
çadırlarının kurulduğu, lokmaların dağıtıldığı, gözlemelerin<br />
yapıldığı köy meydanında köy halkı, yerel yönetim ve<br />
paydaşlar, filmin oyuncu koçu Memet Ali Alabora, Yüksel<br />
Aksu ve ekibinin katılımıyla “motor!” dedi. Entelköy<br />
- Tepeköy’ün başrollerini Şahin Irmak, Ayşe Bosse, Emin<br />
Gürsoy ve Recep Yener paylaşıyor.
n Ünlü yönetmen Ömer Vargı, Türk Hava<br />
Kurumu’nun 100. kuruluş yıldönümü<br />
nedeniyle ‘Top Gun’ filminin yerli versiyonunu<br />
çekecek! Türk işi aksiyon<br />
filminin ismi ‘100. Yıl’ olacak.Yerli ‘Top<br />
Gun’ın başrolünde; ‘Başka Dilde Aşk’<br />
filminde canlandırdığı sağır-dilsiz genç<br />
rolüyle yerli ve yabancı festivallerden bol<br />
bol ödül toplayan Mert Fırat oynayacak.<br />
Teklifin önce Kıvanç Tatlıtuğ’a iletildiği<br />
ancak onun projeye sıcak bakmaması<br />
üzerine rolün Fırat’a verildiği öğrenildi.<br />
Bu yaz çekilecek film için kadın oyuncu<br />
arayışı sürüyor.<br />
n Most Productions ile Ay Yapım’ın<br />
güçlerini birleştirerek çekeceği<br />
“Dedemin İnsanları”nın kadrosu da<br />
belli oldu. Gökçe Bahadır, Ali Sunal<br />
dışında filmde usta oyuncular Çetin<br />
Tekindor, Hümeyra ve son olarak<br />
“Kaybedenler Kulubü” filmindeki<br />
performansıyla otoritelerden tam<br />
not olan Yiğit Özşener’le kamera<br />
karşısına geçecek. Filmde Çağan<br />
Irmak’ın dedesinin gerçek yaşam<br />
öyküsünü kurgulayarak yazdığı öykü<br />
beyazperdeye taşınıyor, film sonbaharda<br />
vizyonda olacak!<br />
n ’’Bonanza’’ dizisi ile Hollywood tarihine<br />
adını yazdıran Çerkes asıllı ünlü<br />
yönetmen Muhittin İzzet Kandur, Çerkes<br />
Ethem’in hayatını konu alan film için<br />
kolları sıvadı. Filmin oyuncu kadrosunu<br />
belirlemeye çalışan Kandur, ilk<br />
olarak Çerkes Ethem rolü için sanatçı<br />
Mehmet Aslantuğ ile anlaştı. Yönetmen,<br />
yapımcı ve senaryo yazarı olarak<br />
imza attığı ‘’Cherkess - Çerkes’’ filmiyle<br />
geçtiğimiz aralık ayında Monoco Film<br />
Festivali’nde 7 ödül birden alan Kandur<br />
yaptığı açıklamada, Türkiye, Yunanistan<br />
ve Ürdün’de çekmeyi planladığı filmde<br />
Çerkes Ethem’i Mehmet Aslantuğ’un<br />
canlandıracağını söyledi. Filmde 3 ana<br />
karakterin bulunduğunu kaydeden<br />
Kandur, ‘’Bunlardan birincisi Mustafa<br />
Kemal Atatürk, ikincisi Çerkes Etem<br />
ve üçüncüsü de İsmet İnönü’’ dedi.
Van Valiliği ve İran Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarlığı tarafından<br />
ortaklaşa düzenlenen 1. Van - İran Film Günleri için bu kez Van’ın yolunu tutuyoruz.<br />
Öncesinde festivalin Van Valiliği tarafından gerçekleştirildiği ama fikri<br />
babasının İpekyolu Camisi’nin sanatsever imamı Adnan Yıldırım olduğunu<br />
öğreniyoruz. Farklı bir film festivalinin bizi beklediğini düşünerek, soru<br />
işaretleriyle ama meraklı bir biçimde yollara düşüyoruz. …<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Hafta içini olaylarla geçiren ve haber<br />
bültenlerine o şekilde konu olan Van<br />
bu kez filmlerle, afişlerle süslemiş<br />
sokaklarını… Tam da Van Valisi Münir<br />
Karaloğlu’nun istediği gibi… İran’la<br />
Türkiye’nin 400 yıldır dost ve kardeş iki<br />
komşu ülke olarak ilişkilerini sürdüğünü<br />
kaydeden Karaloğlu, şunları söyledi<br />
“Sınırın iki yakasında ayrı ülkelerde<br />
yaşasalar da akraba olan insanlar var.<br />
Ben 2 yıldır Van’da görev yapıyorum. En<br />
büyük hayallerimden, en büyük ideallerimden<br />
biri; Kapıköy Sınır Kapısının<br />
açılmasıydı. Kapıyı, geçen hafta itibariyle<br />
açmış olduk. İki ülke arasındaki ilişkileri<br />
sadece ticaret üzerinden, sadece ekonomik<br />
üzerinden götüremezsiniz. İlişkiyi<br />
farklı temellere de oturtmanız lazım. Bizim<br />
İran ile bu kapının açılmasından sonra<br />
ticari ilişkilerin ötesinde, kültürel ve<br />
sanatsal ilişkilerimiz, sportif ilişkilerimiz<br />
olacak; üniversitelerimiz arasında ilişkiler<br />
olacak. Bu noktada bu kapının açılmasını<br />
da vesile kılarak 22-28 Nisan tarihleri<br />
arasında 1. Van-İran Film Günleri diye bir<br />
etkinlik yapıyoruz.’<br />
İranlı sinemacılar ‘yasaklar da<br />
hayatın içinde’ diyor!<br />
Biz kısa kısa Van’ı turlamaya başlamışken<br />
İranlı sinemacıların geldiğini öğreniyoruz.<br />
Ama profil bizim bildiğimizden biraz farklı.<br />
Biz İranlı sinemacılar olarak Kiyarüstemi,<br />
Penahi, Ghobadi, Makhmalbaf, Beyzai ve<br />
Rakshan Ben-i Etamed gibi isimleri biliriz.<br />
Onlar İran sinemasının muhalif kanadıdır,<br />
sistem dışına itilmiştir ama bir yandan da İran<br />
sinemasının adını dünyaya duyuran yönetmenlerdir.<br />
İlk yılda daha çok bir ‘deneme’<br />
olarak gerçekleştirilen festivalde İran Kültür<br />
Elçiliği devrede olduğu için ancak ‘izinli’ ya da<br />
‘başka bir deyimle ‘yasal’ filmler gelmiş… İran<br />
iç piyasasına filmler üreten Ali Rıza Ferid, Ali<br />
Muallim, Muhammed Ahmedi ve Behram Behramian<br />
gibi yönetmen ve yapımcılar var. Bir de<br />
Hazreti Yusuf filminin başrol oyuncusu<br />
Mustafa Zemani’de<br />
orada… Onu Bizim<br />
Tarkan kadar<br />
ünlü olduğunu<br />
öğreniyoruz<br />
İran’da. Zaten<br />
halkın sevgi ve<br />
ilgisi de bunu<br />
belli ediyor! İranlı<br />
sinemacıların
u ‘izinli’ tarafını yakalamışken, bir yandan<br />
bu kadar gelişen sinema sektöründen bir<br />
yandan da yasaklamalar ve tutuklamalardan<br />
konuşmak istiyoruz. İran’da yılda ortalama<br />
120 film üretiliyormuş ve başka ülkelerden<br />
film gelmediği, izin verilmediği için izlenme<br />
oranı çok fazla oluyormuş. Mesela en son Altın<br />
Ayı’yı kazanan Asghar Ferhadi imzalı Jodaeiye<br />
Nader Az Simen / Bir Ayrılık filminin 1.5 milyon<br />
kişi tarafından izlendiğini öğreniyoruz. Yan<br />
onların sanatsal filmlerin kaderi bizimki gibi<br />
az seyirciyle sınırlı değil! Bunda biraz önce de<br />
bahsettiğim gibi yerli sinemanın ülkeye hakim<br />
olması etkili!<br />
Yasaklamalar ve Cafer Panahi’nin tutuklanması<br />
karşısında ne düşündüklerini sorduğumuzda<br />
biraz daha genel bir yanıt alıyoruz. Her ülkede<br />
yasaklamalar olduğunu ve bunların da hayatın<br />
içinde olduğunu belirtiyorlar ve ama bu yanıt<br />
bizi çok tatmin etmiyor açıkçası… Belki izinli bir<br />
sinemacılar olarak bu konuda fazla konuşmak<br />
istemiyorlar…<br />
Konuşmalarımızdan bizim onların filmlerini,<br />
çalışma koşullarını daha iyi bildiğimiz ortaya<br />
çıkıyor. Onlar Nuri Bilge Ceylan’ı dünyanın<br />
en iyi on yönetmeni arasında görüyorlar,<br />
Semih Kaplanoğlu’nun ise ‘Yusuf Üçlemesi’ni<br />
beğendiklerini söylüyorlar. Sonuçta ülkelerin<br />
sineması arasında kurulan bağın popüler sinema<br />
üzerinden değil, yine festival filmleri üzerinden<br />
kurulduğunu düşünüyorum.<br />
Tarih ve doğa sinemayla buluşursa…<br />
Van buram buram tarih kokan bir kent… Van<br />
Kalesi, Akdamar Adası ve kilisesi, uçsuz<br />
bucaksız Van gölü… Film festivallerin en güzel<br />
yanlarından birisi de yörede bulunan tarihi ve<br />
doğal güzellikleri görmek… Akdamar Adası,<br />
açan badem ağaçlarıyla tam bir film setiydi<br />
bana göre… Bu arada benim düşüncem hayat<br />
buluyor diyebiliriz. İranlı yönetmen Ali Rıza Ferid,<br />
bu yıl içinde çekmeyi planladığı filminin bir<br />
bölümünü Van’da çekecek. Daha önce Van ve<br />
Tatvan’da çalıştığını söyleyen Ferit, “Van-Tatvan<br />
arasında feribotla çok gittim.” diyor. Ölen<br />
kocasının Türk olduğunu öğrenen İranlı bir<br />
kadının Türkiye’ye gelip kocasının izini sürmesini<br />
anlatan film, Tebriz’de başlayıp Van’da devam<br />
edecek. Van Valiliği’nden film için destek sözü<br />
alan Ferid, Van gezisi sırasında şehre ve özellikle<br />
Akdamar adasına daha dikkatli gözlerle baktığını<br />
kaydedelim. Bakarsınız bu muhteşem ada, güzel<br />
bir filme set olur!<br />
Festivalde 14 İran filmi…<br />
Festivalin en merakla beklenen filmi 5 milyon<br />
dolarlık bütçesiyle İran’ın en pahalı filmi olan<br />
Şehriyar Behrani imzalı ‘Süleyman’ın Krallığı<br />
(Mülki Süleyman / The Kingdom of Solomon).<br />
Türkiye galasını Van’da yapan film birçok görsel<br />
efekt içeriyor. Etkinlikte ayrıca Yaşamak İçin Bir<br />
Yer, Gizli His, Aal, Ayaz Bir Gece ve Cennet Durağı<br />
adlı filmlerde gösterilecek… Filmler daha çok duygusal,<br />
gerilim ve psikolojik öğeler içeriyor!
Film Günleri seneye Altın Kedi olabilir…<br />
İran’dan gelen sinemacılar ve davetlilerle<br />
ilgilenirken mutluluğu yüzünden okunanların<br />
başında Adnan Yıldırım geliyor. Biraz sohbet<br />
edince sebebini anlıyoruz. Halen<br />
Van İpekyolu Camii’nin imamı olan Adnan<br />
Yıldırım, Vali Münir Karaloğlu’nun desteğiyle<br />
gerçekleştirilen Film Günleri’nin fikir babası.<br />
22 yıldır imamlık yapan Adnan hoca, hayli<br />
farklı bir imam portresi olarak karşımıza<br />
çıkıyor. Yaklaşık 100 tabloluk bir resim koleksiyonuna<br />
sahip. Üstelik bunun yarısını ‘mecburen’<br />
elinden çıkardığını söylüyor. Daha<br />
önce de Van’da ve Ankara Resim ve Heykel<br />
Müzesi’nde sergiler açan Adnan Yıldırım, 6<br />
aydır Film Günleri için çalışıyor. Daha önce<br />
resim sergisi ve koleksiyonu için Tahran,<br />
Tebriz ve Şiraz’a giden Yıldırım, etkinliği bir festival<br />
olarak Vali Karaloğlu’na açınca olumlu cevap<br />
almış. Ancak ilk yıl biraz ‘nabız yoklamanın’<br />
daha iyi olacağına karar verilince festival, film<br />
günlerine dönüşmüş. “Kısmetse seneye festival<br />
olacak.” diyor Adnan hoca. Hatta, hayata iki farklı<br />
gözden bakan o meşhur Van kedisinden ilhamla<br />
festivalin adını bile belirlemiş kafasında: Altın<br />
Kedi Film Festivali. Gelecek yıl için hedeflenen<br />
bir diğer ‘gelişme’ de etkinlik konseptinin Van’ın<br />
coğrafî konumuna uygun olarak İran, Ermenistan,<br />
Gürcistan, Azerbaycan ve Irak sinemasından<br />
yapımların katılımıyla genişletilmesi. Kesinlikle<br />
Van’a bir film festivali çok yakışıyor, film günlerinin<br />
gelenekselleşmesi dileğiyle…
n Olumlu eleştirilerle karşılanan Kaybedenler<br />
Kulübü, tercih ettiği parçalarla da seyirciden tam not<br />
aldı. Filmin orijinal müzikleri Can Gox, Cavit Ergün<br />
ve Erdem Tarabuş tarafından bestelendi. Ancak albümde<br />
blues’dan rock,’a, chanson’dan eski türk<br />
pop şarkılarına kadar pek çok tarzda parça mevcut.<br />
Özgün bestelerin yanı sıra, radyo programının orijinal<br />
playlist’inden seçilen şarkılar da albümde yerini<br />
alıyor. Ferdi Özbeğen’den Moody Blues ve Otis Redding<br />
cover’larına, uzanan müzikler, filmin benzersiz<br />
atmosferine eşlik ediyordu. Filmin ruhuna çok şey<br />
katan bu şarkılar, uzun yıllar dinleyicilerini de memnun<br />
edeceğe benzer.
Sinemamızda Değişim Rüzgarları<br />
Atilla Dorsay<br />
n Atillâ Dorsay, önceki kitaplarıyla 1970 yılından<br />
itibaren Türk sinemasını film film izleyen ve tam bir<br />
dökümünü çıkaran çabalarını bu kez son altı yıla<br />
yoğunlaştırıyor. Ve 2005 başından 2010 sonuna<br />
dek izlediği tüm filmleri yakın takibe alıyor. Çeşitli<br />
sinema olaylarına genel olarak bakan değerlendirme<br />
yazılarıyla birlikte kitap, sinemamızın adeta şaha<br />
kalktığı bu ilginç ve üretken dönemin eksiksiz<br />
bir dökümü, bir başka deyişle dünyaca tanınan<br />
ulusal sinemamızın romanı… Usta sinema yazarı<br />
Atilla Dorsay’ın kaleminden çıkan bu kitap Türk<br />
sinemasının son beş yıllık dilimine muazzam bir<br />
bakış açısı sağlıyor.<br />
Remzi Kitabevi / 256 Syf.<br />
Pendik’li Yıllar Sine-Masal Anılar<br />
Mesut Kara<br />
n Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını,<br />
geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini,<br />
doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme<br />
içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını,<br />
folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini,<br />
herkes kendince görür. Ama bir yazar-edebiyatçı,<br />
kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine<br />
gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların<br />
yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye<br />
çalışır, öylece yazar... Yazar yazdığı zaman, birçok<br />
kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de<br />
söyleyemediklerini bulur. Bu düşünceden yola<br />
çıkarak, İstanbul’un kırk semti, kırk farklı edebiyatçıyazar<br />
tarafından kaleme alındı.<br />
Heyamola Yayınları / 156 Syf.