06.05.2016 Views

Cinedergi 37

Binder37

Binder37

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Türkiye’nin en çok okunan<br />

sinema dergisi üç yaşında<br />

n Bu dergiyi kurduğumuzda Türkiye’nin<br />

en çok okunan sinema dergisi<br />

olacağımızı hiç tahmin etmiyordum. Ama<br />

başardık. Bunu herkese açık olan Alexa<br />

sitesinden kontrol edebilirsiniz. Biz internette<br />

yayınlanıyoruz. Birçok kez bu<br />

dergiyi basılı hale getirmemiz için teklif<br />

oldu. Hatta bu teklif bağlı bulunduğumuz<br />

Star gazetesi tarafından da yapıldı. Ama<br />

basılı dergilerin durumu ortada, ayda<br />

10 bin satmıyorlar. Biz ise ayda sezona<br />

bağlı olarak 70 bin 100 bin arasında<br />

gidip geliyoruz. <strong>Cinedergi</strong>’nin okunma<br />

sayılarından daha çok Türk sinemasına<br />

yaklaşımıdır önemli olan. Yayınlandığımız<br />

ayın önemli filmlerinin röportajlarını size<br />

taşımak en büyük hedefimiz. Mesela bu<br />

ay Rıza Kıraç arkadaşımız ve ilk filmi<br />

Küçük Günahlar röportaj sayfalarımızı<br />

süslüyor. Rıza filminin başrol oyuncusu<br />

Esra Ruşan ile Banu’nun (Bozdemir)<br />

sorularını cevapladı. Geçen ay biten<br />

İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın<br />

Oyuncu ödülünü alan Nazan Kesal’da<br />

benim konuğumdu. Bu hafta vizyona<br />

giren Copacabana filminin yönetmeni<br />

Marc Fitoussi’de <strong>Cinedergi</strong>’nin röportaj<br />

bölümünde bulabileceğiniz önemli isimlerden.<br />

Özel dosyalarımız yine parmak<br />

ısırtıyor. Murat Tolga Şen’in Yeşilçam<br />

karakterleriyle ailemizi özdeştirdiği dosyada<br />

Hulusi Kentmen’den, Adile Naşit’e,<br />

Münir Özkul’dan Şener Şen’e kadar<br />

bütün eski dostları bulacaksınız. Banu<br />

ise çok ilginç bir dosya hazırladı. Ünlü<br />

yönetmenler ile onların ünlü çocukları<br />

bu dosyada. Mesela Duncan Jones’un<br />

David Bowie’nin oğlu olduğunu biliyor<br />

muydunuz? Aramıza yeni katılan Zeynep<br />

Uslu’nun dosyası da tam bana göre.<br />

Futbol ve taraftarlığı konu edinen filmleri<br />

odağına almış Zeynep. Ali Ulvi Uyanık<br />

yine beş sayfalık faklı film kritikleriyle<br />

ilginizi çekecek.Murat Tolga Şen’in Sinema<br />

KÜLTürü, Fırat Sayıcı’nın kısa filmleri<br />

konu ettiği Uzun Filmin Kısası, Alper<br />

Turgut’un kritikleri, Zeynep Bonçe’nin<br />

televizyon dizilerini masaya yatırdığı<br />

Episode’si, Banu Bozdemir’in Sindrella’sı<br />

ve tabii Kerem Akça’nın DVD köşesi.<br />

Mayıs ayı sinemayla dopdolu, böyle<br />

olunca <strong>Cinedergi</strong>’de dolu oluyor tabii. İyi<br />

okumalar...<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

TEVHİT KARAKAYA<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Murat Tolga Şen<br />

Zeynep Uslu


Yönetmen:<br />

Will Gluck<br />

Senaryo: David A.<br />

Newman, Keith Merryman,<br />

Will Gluck<br />

Oyuncular: Justin<br />

Timberlake, Mila<br />

Kunis, Emma Stone,<br />

Woody Harrelson<br />

Konu: Hikaye iki profesyonel<br />

ve sürekli çalışan iki iş insanı<br />

çevresinde gelişiyor. Meşgul<br />

yaşamları yüzünden bir türlü<br />

biriyle çıkmaya veya bir eş bulmaya<br />

vakit ayıramıyorlardır. Bu<br />

yüzden bir anlaşma yaparlar ve<br />

bu anlaşma insanlarla çok bağ<br />

kurmadan samimi olacakları<br />

yönündedir. Ama işler karışır<br />

ve anlaşmayı yapan oğlan,<br />

anlaşmayı beraber yaptığı<br />

kıza vurulur. Ama sorun kızın<br />

anlaşma sonucu başkasıyla<br />

çıkıyor olmasıdır...


Yönetmen: James Wan<br />

Senaryo: Leigh Whannell<br />

Oyuncular: Rose Byrne, Patrick<br />

Wilson, Barbara Hershey,<br />

Chelsea Tavares<br />

Konu: Saw serisinin yönetmeni<br />

James Wan ve senarist<br />

Leigh Whannel yeni bir<br />

projede tekrar buluşuyorlar.<br />

Filmlerin en büyük özelliği<br />

sağlam senaryoları, unutulmaz<br />

ve şaşırtıcı finalleriydi.<br />

İkilinin başlattığı<br />

Saw, daha sonraları sinema<br />

tarihinin önemli korku-gerilim<br />

klasikleri arasına girecek bir<br />

seriye dönüşüyordu. Hatta şu<br />

sıralar bilindiği üzere serinin<br />

7.filmi 29 Ekim’de 3D olarak<br />

vizyona girecek ve heyecanla<br />

bekleniyor.<br />

Yönetmen: James Watkins<br />

Senaryo: Susan Hill, Jane Goldman<br />

Oyuncular: Daniel Radcliffe, Ciarán<br />

Hinds, Janet McTeer<br />

Konu: Aktör Daniel Radcliffe,<br />

doğaüstü gerilim filmi The Woman<br />

In Black’ın setinde, geçen yılın<br />

sonlarına doğru şöyle bir röportaj<br />

vermişti. “Asıl sebebi tabi<br />

ki de okuduğum en iyi senaryo<br />

olmasıydı, ve filmimizin pek bir<br />

heyecanlı genç İngiliz film yapımcısı<br />

James ile çalışacağımızdan dolayı<br />

heyecanlıydım” diyor Dan, Jane Goldman<br />

tarafından kaleme alınan film<br />

hakkında. “Birşeyler yapmak istedim<br />

ve kariyerimde dönüm noktası yaratacak<br />

bu işe atıldım.”


Yönetmen: John<br />

Singleton<br />

Senaryo: Shawn<br />

Christensen<br />

Oyuncular:<br />

Taylor Lautner,<br />

Lily Collins,<br />

Alfred Molina,<br />

Jason Isaacs, Sigourney<br />

Weaver<br />

Yönetmen: Mark Waters, Noah Baumbach<br />

Senaryo: John Morris, Jared Stern<br />

Oyuncular: Jim Carrey, Ben Stiller, Carla Gugino,<br />

Madeline Carroll<br />

Konu: New York’taki dairesinde penguenler<br />

ile birlikte yaşayan Tom Popper’ın komik hikayesi<br />

anlatılıyor. Ünlü oyuncu Jim Carrey’nin<br />

yine bir komik bir karakteri canlandıracağı<br />

filmde başarılı bir iş adamının 6 penguen<br />

alarak apartman dairesini buzdan bir kaleye<br />

dönüştürme serüveni anlatılıyor. Penguenler<br />

ile birlikte yaşamaya başlayan Tom Popper,<br />

bakalım yeni sorumluluklarının iş hayatına<br />

olumsuz yansımasını engelleyebilecek mi?<br />

Konu: Nathan ortalama<br />

bir Amerikan gencinin<br />

sahip olduğu hayata sahiptir.<br />

Ancak çocukluğuna<br />

ait bir fotoğraf sayesinde<br />

hayatı bir anda tepetaklak<br />

olacaktır. Gerçekte<br />

anne babası olarak bildiği<br />

insanların ona karşı<br />

davranışları sertleşince<br />

Nathan geçmişinin sırrını<br />

ortaya çıkarmak için<br />

elinden geleni yapacaktır.<br />

Alacakaranlık serisinin<br />

kurtu Taylor Lautner’in ilk<br />

başrolü…


Yönetmen: Nick Tomnay<br />

Senaryo: Nick Tomnay<br />

Oyuncular: David Hyde Pierce, Clayne<br />

Crawford, Joseph Will, Nathaniel Parker<br />

Konu: Polisten kaçan John, saklanmak<br />

üzere bir eve girer. Evin sahibi olan<br />

Warwick’e durumunu çaktırmamak için<br />

çeşitli yalanlar atar. Warwick, John’un<br />

aranan bir suçlu olduğunu anlayınca<br />

işler değişir. John Warwick’i esir alır. Ancak<br />

John, Warwick’in gerçek kimliğini<br />

bilmemektedir. Bir noktadan sonra kimin<br />

rehine olduğu kimin söz sahibi olduğu<br />

birbirine karışacaktır.


Yönetmen: Rupert Wyatt<br />

Senaryo: Pierre Boulle, Rick Jaffa<br />

Oyuncular: James Franco, Tom<br />

Felton, Freida Pinto, Andy Serkis,<br />

Brian Cox<br />

Konu: Maymunların beyin faaliyetlerini<br />

arttırıcı deneylerin yapıldığı<br />

bir laboratuvarda, bir maymun,<br />

beklenmeyen düzeyde bir gelişim<br />

gösterir ve başta kendisi olmak<br />

üzere tüm diğer maymunlarla<br />

birlikte laboratuvardan kaçarak<br />

özgür dünyaya açılır... ‘Maymunlar<br />

Gezegeni’ evreninin günümüze<br />

uyarlanmış bir yeniden çevirimi<br />

olan ‘Rise of the Planet of the<br />

Apes’, özellikle Peter Jackson’ın<br />

sahibi olduğu görsel efekt şirketi<br />

WETA’nın elinden çıkan gerçekçi<br />

görsel efektlerle dikkat çekiyor.<br />

Yönetmen: John Carpenter<br />

Senaryo: Michael Rasmussen, Shawn<br />

Rasmussen<br />

Oyuncular: Amber Heard, Danielle Panabaker,<br />

Lyndsy Fonseca, Jared Haris<br />

Konu: Korku ustası John Carpenter bu<br />

defa uzun metrajlı bir sinema ile geri<br />

dönüyor.13.cuma güzeli Danielle Panabaker<br />

ve Amber Heard projedeler.Filmin<br />

senaryosu Michael ve Shawn Rasmussen<br />

tarafından yazıldı. The ward eski<br />

tarz bir psikolojik gerilim filmi olarak<br />

düşünülüyor.Filmde Amber Heard<br />

psikolojik sorunları nedeniyle bir psikiyatr<br />

kliniğine gidiyor ve burada başka<br />

kadınlarla tanışıyor.Geceleri de gizemli bir<br />

konuk onları ziyaret etmeye başlıyor.Carpenter<br />

tam sekiz yılın ardından bir sinema<br />

filmi ile karşımıza çıkacak!


n ““Şeytanı Gördüm” (Akmareul Boatda - I Saw<br />

The Devil), Uzak Doğu orijinli bir şiddetin bokunu<br />

çıkartmak filmi. Hayır, şiddeti gördüm olmalıymış<br />

bu filmin adı, böylesi ekstra nefret, hiddet, dehşet,<br />

vahşet senaryosunda inanın şeytan bile masum<br />

kalır. Evet, şiddeti gördüm, şeytanı gömdüm cuk<br />

oturur. Çile ise süreye tabi, tam 141 dakika boyunca<br />

lastik gibi sünüyor, resmen bitmiyor. Bunun adı<br />

artık istismar, ötesi yok. Peki, filmi beğendim mi?<br />

Elbette. Çünkü absürt yapımları ziyadesiyle seviyorum.<br />

Dozu aşınca ve kantarın topuzu kaçınca,<br />

bize de saçmalama hakkı doğuyor. İşte tam da<br />

bu noktada, gerilmek yerine gülmek, isabetli bir<br />

seçimdir.<br />

“Karanlık Sırlar” ve “Acı Tatlı Hayat” ile dünyaca<br />

tanınan Güney Koreli yönetmen Ji-woon Kim, yine<br />

şiddet üzerine kafa yoruyor. Şeytanı Gördüm,<br />

insanın dönüşümünü anlatıyor. Film, aslında<br />

masum sandığımız kendimize dair. Size hayatı<br />

zindan edecek bir psikopata çatmadan, dünya<br />

gerçekten bir cennet bahçesi, sonrası ise iliklerine<br />

dek cehennemi yaşamak… Bu kan banyosunda<br />

müzikler enfes, kafasına aldığı onca darbeye karşı<br />

adeta ölmemeye yemin etmiş olan, pek meşhur<br />

“İhtiyar Delikanlı” (Oldboy), yetenekli aktör Minsik<br />

Choi de keza öyle… Filmin mağduru, iyiden<br />

kötüye, güzelden çirkine çevrilmeye mecbur kalan<br />

oyuncu Byung-hun Lee, harika bir performans sergiliyor.<br />

Senaryo klişe deposu, tıka basa, diyaloglar<br />

bazen akıcı, bazen akılda kalıcı çoğu zaman salla<br />

gitsin durumunda…<br />

Uzun Doğu Sineması’nın intikam takıntısı malum,<br />

lakin Hollywood’dan daha ince gördükleri, ayrıntı<br />

manyağı oldukları ve işi iyi kotardıkları kesin. İçten<br />

içe yeter bu zulüm deseniz de, film kendini seyrettiriyor,<br />

her şeye rağmen. Gerilim ile harmanlanmış<br />

suç öykülerini sevenler için Şeytanı Gördüm, haliyle<br />

şık bir seçim, midesi sağlam ve karikatürize<br />

bir şiddetin görselliğine katlanabilecek olanlar da bu filmi<br />

beğenebilirler.<br />

Filmin konusu ise özetle şöyle; vicdansız ve insafsız<br />

bir heriftir Kyung-chul, tehlikelidir, psikopattır, zevk ve<br />

keyif için insanları katleder. Yıllardır peşinde olan polis<br />

henüz onun nasıl göründüğünü bile öğrenememiştir.<br />

Kyung-chul, emekli bir polis şefinin kızı olan Joo-yeon’u<br />

gözüne kestirir. Kızı acımasızca işkence edip öldürmeyi<br />

kafasına koyan katil, onu izlemeye başlar. Joo-yeon’un<br />

ölümü, gizli ajan olan nişanlısı Dae-hoon’u çok sarsar ve<br />

katili bulmaya karar veren adam, bunun için bir canavara<br />

dönüşmesi gerekse bile, öcünü almak için elinden gelen<br />

her şeyi yapacağına yemin eder. Sonra amansız bir<br />

takip başlar. Bir süre sonra birbirlerinin farkına varırlar ve<br />

ardından mağdurun iz sürmesi biter, film, dehşet saçan<br />

bir oyuna ve karşılıklı avlanmaya dönüşür.


n Çizgi roman uyarlamaların sinemasal<br />

yolculuğu devam ediyor. Her çizgi romanda<br />

olduğu gibi Thor’un da tarihine kısaca göz atalım<br />

isterseniz. Çünkü bu karakterler bir zamanlar<br />

çok hitken birdenbire tarihin içinde durup taş<br />

kesiliyor ve çizgi roman fanatikleri dışında fazlaca<br />

kimsenin umurunda olmuyor. Thor ilk<br />

olarak ilk 1962 yılında yayımlandı. Ve Thor’un<br />

ilham kaynağı Hulk, ilginç değil mi? Stan Lee<br />

Hulk’u yarattıktan sonra daha güçlü bir karakterin<br />

ancak tanrı olabileceğini düşünmüş ve<br />

Thor’u yaratmış. Thor karakteri Stan Lee’nin<br />

editörlüğünde Jack Kirby’nin çizimleri ve Larry<br />

Lieber’in senaryoları ile çizgi roman dünyasına<br />

adım attı. İskandinav mitolojisinde yer alan en<br />

güçlü tanrı. Odin’in oğlu olan Thor’un gücünün<br />

iki kaynağı var. Fırtınaları, şimşekleri, yağmuru<br />

kontrol etmesini sağlayan Mjollnir adındaki<br />

bumerang gibi hareket eden çekici ve belindeki<br />

altın kemeri. Çizgi romanda Odin, oğlu Thor’u<br />

kibirli karakterinin düzelmesi için Asgard’dan<br />

göndermeye karar verir ve ceza olarak<br />

hafızasını silerek dünyaya tıp öğrencisi Donald<br />

Blake olarak gönderir. Donald Blake doktor<br />

olduktan sonra Norveç’e yaptığı gezide uzaylılar<br />

ile karşılaşır ve bir mağaraya sığınır. Bu<br />

mağarada karşısına çekici Mjollnir çıkar ve çekici<br />

tutmasıyla birlikte Thor ortaya çıkar. Thor’un<br />

hikayelerinde mitolojide de yer alan Loki karakteri<br />

kötü üvey kardeşi olarak karşısına çıkar.<br />

Bizde ise Thor ilk defa 1979’da yayınlanan Yaman<br />

dergisinde yayınlandı. Dergide Thor yerine<br />

Tor yazılmıştı. Sonra 1985 yılında Alfa Yayınları<br />

çizgi romanı yayınlamaya başladı ve Thor ülkemizde<br />

sayfalarda kalan bir macera oldu!<br />

Thor’un dünyaya inmesi bir nevi bir Tanrı<br />

yaratıp, onu aşağıya, insanların içine çekmekle<br />

eşdeğer tutuluyor. Zaten Thor ve babasından<br />

sonraki Asgard Kralı olması arasında duran da bu<br />

kararlı ve dik kafalı yapısı. Sağlam bir fizik ve bir mücadelede<br />

elde edilen başarı, prensi halkına liderlik etmeye<br />

hazırlamak için yeterli değil – öfke patlamaları,<br />

öngörüsüz kararlar, fevri hareketler, tüm bunların hepsi<br />

bir kralın düşüşünün yolunu hazırlıyor. Bunlar, ortada bir<br />

taç taşımanın ağırlığı olmadan da insanın kendi kendini<br />

yok etmesine sebep olan şeyler. Film o kadar orta bir yol<br />

yaratıyor ki, yani bu tanrılar bazındaki hikayeyi o kadar<br />

fazla bizim aramıza sokuyor ki filmin esprili havasında eskiden<br />

gelen bir kahramanı izlediğimizi unutuyoruz. Filmin<br />

yönetmeni Kenneth Branagh olunca, Ölümcül Oyun gibi<br />

psikolojik ve manyak bir gerilime imza atınca Thor’dan da<br />

beklentiniz artıyor tabii. Üç boyutlu izlediğimiz Thor ikincisine<br />

dönük bir sonlama yapıyor ve genel seyirciyi tam<br />

on ikiden vurmayı başarıyor. Başroldeki Chris Hemsworth<br />

Türk seyirci için tam bir Kıvanç Tatlıtuğ. Sempati duymamak<br />

imkansız, Natalie Portman bu aralar rolden role<br />

koşuyor bu kez kafayı deneylerle bozmuş bir bilim kadını<br />

rolünde. O yüzden gözleminin ortasına pat diye düşen<br />

Thor’a karşı hisleri pek bir yavaş ilerliyor. Yaşlanmayan<br />

oyuncu Anthony Hopkins’i Odin rolünde izlemek de bir<br />

hayli keyifliydi. Bence Thor’a büyük beklentilerle gitmeyin<br />

ve bırakın kendinizi çizgi romanlar hayat bulsun!


n VSadece başrol oyuncularının adını<br />

duyduğunuz da bile koşarak gitmeniz gereken<br />

filmler vardır. Bilirsiniz ki, o oyuncu, kolay kolay<br />

yanlış tercihlere düşmeyeceği gibi, içinde<br />

bulundukları çoğu filmi bir adım öteye taşırlar. İşte<br />

o oyunculardan biri, Fransız sinemasının usta<br />

aktrisi Isabelle Huppert…<br />

1953 yılında Fransa’da doğan Huppert’i, sadece<br />

Fransız değil, Avrupa ve Dünya sinemasının da<br />

önemli yapıtaşları arasında saymak yanlış olmaz.<br />

Zira Dünya sinema tarihine geçen önemli<br />

başyapıtların vazgeçilmez oyuncularından biri o.<br />

Kimlerle kamera karşısına geçmedi ki; Catherine<br />

Deneuve, Fanny Ardant, Gérard Depardieu, Yvan<br />

Attal, Michel Serrault, Jérémie Renier, Emmanuelle<br />

Béart, Christopher Walken, John Hurt, Daniel<br />

Auteuil, Christopher Lambert, Marcello Mastroianni…<br />

Kimlerin yönetmenliğine kendini bırakmadı<br />

ki; Claude Chabrol, Jean-Luc Godard, Andrzej<br />

Wajda, Benoît Jacquot, Michael Haneke, Claire<br />

Denis, Bertrand Blier, Marco Ferreri, Bertrand<br />

Tavernier… Böyle bir geçmişe ve birikime sahip,<br />

oyunculuğun satır aralarını yazmış bir oyuncunun<br />

son işlerinden biri “Copacabana”…<br />

Filmin kısaca konusuna değinelim: Babou hiçbir<br />

şeyi önemsememeyi başarabilen, ancak bu sebepten<br />

dolayı da başta kızı olmak üzere toplumun<br />

belli bireyleri tarafından yadırganmaktadır. Öyle<br />

ki, kızı, annesinden utandığı için kendi düğününe<br />

Babou’yu çağırmak istemez. Evleneceği adamın<br />

ailesine annesinin Brezilya’ya tatile çıktığını<br />

söyleyecektir. Bu durum karşısında hayata karşı<br />

son bir hamle yapmaya karar veren Babou, ölü<br />

sezonda Belçika kıyılarında devre mülk satışı<br />

işine girer. İşinde hızla yükselmeye başlayan Babou,<br />

kişiliğinden ödün vermeden hayatına devam<br />

eder. Filmin sonunda, yine kendi tarzında kızının<br />

düğününe katılacak ve ona unutulmaz bir düğün<br />

hediyesi verecektir.<br />

Vurdumduymaz, aylak ve bohem bir hayat süren Babou,<br />

toplumun öngördüğü tüm normları reddeden bir<br />

yapıya sahip. İşsizlik sigortası ile geçinen; bir işe girmek<br />

istemesine rağmen bir türlü kendini işverenlere kabul<br />

ettiremeyen, ama bunu hayatının büyük bir sorunu<br />

haline de getirmeyen bir kişilik. Oyunculuğun kitabını<br />

çoktan yazmış ve bir çok kere imza dağıtmış olan Isabel<br />

Huppert’in, olgunluk ve hatta doygunluk dönemine<br />

ait “Copacabana”, size nefes aldıracak; hayata, insan<br />

ilişkilerine ve günümüzde unutulmaya yüz tutmuş<br />

yardım etme güdüsüne dair gözlemler ve sorunlara<br />

pratik çözümler getirecek. Kaçırmayın derim...


n ”“Troller ne kılıçtan ne de çekiçten<br />

korkmazdı. Bu silahlarla açılan yaralar çabucak<br />

iyileşirdi ve kopmuş bir kafa bile geri çıkardı.<br />

Aslında böyle hadiseler onların berbat türlerini<br />

çoğaltmalarına yarıyordu. Zira bir Troll, kopan<br />

kolunu geri çıkarttığı gibi, kopan bir kol da<br />

başka bir Troll meydana getirirdi! Birçok avcı,<br />

kedi ya da kurt, bir Troll cesediyle ziyafet çektikten<br />

sonra midelerinde yeni bir canavar büyümeye<br />

başladığında, berbat bir şekilde kendi<br />

ölümlerini hazırlamış olurlardı.” R.A. Salvatore<br />

Filmin Adı Troll Hunter… Norveçli bir grup<br />

sinema öğrencisinin ormanlık bölgede çekim<br />

yaparken envayi çeşit Trolle karşılaşmasını<br />

konu alıyor. SyFy Channel’ın ucuz fantastik<br />

filmlerinden ne farkı var demeyin. Bence<br />

efektler falan çok iyi kotarılmış, tamam bir ILM<br />

ya da Zeta kalitesinde değil ama yine de işin<br />

zenaati için baya kafa yorulmuş gibi görünüyor.<br />

Filmde inceden bir Blair Witch kafası da mevcut…<br />

Ütelik öyle aman aman bir paraya da<br />

yapılmamış! Hepi topu 3 milyon $ bütçeli bir<br />

yapım. Büyük bir rakam zannetmeyin! Sultanın<br />

Sırrı bile 4 milyona çıkmışken, bu bütçeden<br />

böyle film çıkarmak gerçekten esaslı iş...<br />

Konuyu kısaca geçmek gerekirse: Norveç’in<br />

Kuzey ormanlarında izinsiz olarak ayıları avlayan<br />

bir avcıdan şüphelenilmektedir. Üniversiteli<br />

bir grup film projesi olarak bu konunun üstüne<br />

gitmek isterler. Ancak avcı onları uzak tutar,<br />

konuşmak istemez. Grup da gizlice bir akşam<br />

avcının peşine düşer. Bir yaratığın peşinde<br />

olduğu aşikardır, ancak o yaratık ayıdan çok<br />

daha büyük ve eski bir şeydir. Ormanda avcıyı<br />

bulduklarında o “şey” ile de karşılaşırlar.<br />

Dev bir Trol. Malüm, bu mockumentary (Kurmaca<br />

belgesel) hadisesi Blair Witch’den bu<br />

yana çok moda. Maliyeti düşürücü ve gişeyi<br />

arttırıcı etkisinin yanında, seyirciyi gerçeklik bakımında<br />

ikna etme konusunda da epey yarar sağlıyor. İskandinav<br />

ormanlarında yaşayan dev Trollerle ilgili bir mockumentary<br />

kimi ikna edebilir ki diye düşünmek de mümkün ama<br />

ilk dakikasından itibaren bu konuda kuvvetli bir çaba<br />

olduğunu görebiliyorsunuz.<br />

Filmimiz daha başlarken seyirciye çekimlerin gerçek<br />

olduğunun kanıtlandığına dair bilgiler vererek<br />

mockumentary’nin ilk ve en önemli kuralını yerine getirmeye<br />

çalışıyor; seyirciyi kandır ve ikna et. Bu kural bütün<br />

film boyunca özellikle finalden sonraki sahnede bile çok iyi<br />

bir şekilde kullanılmış.<br />

Film boyunca Troll avcısının büyük, daha küçük ama<br />

onlarca, daha büyük, en büyük şeklinde geniş bir spektrumda<br />

ilerleyen Troller ile mücadelesini, hükümetin<br />

Trolleri gizleme politikasını, doğal ortamların bozulmasının<br />

Troller üzerindeki etkilerini izliyoruz. Düşük bütçeli bir film<br />

olmasına rağmen müthiş bir CGI başarısı var. İlk dakikadan<br />

itibaren bunun farkında olarak her detayı izleyiciye<br />

vermeyi ihmal etmiyor. Film boyunca böyle bir açlığımız<br />

var mıydı bilmiyorum ama Troll’e doyuyoruz diyebilirim.<br />

Uzun lafın kısası; ucuza çıkmış ama gerçekten eğlence ve<br />

yaratıcılık barındıran türden bir sinema örneği Troll Hunter.<br />

Fakat bizim seyircinin en sevmediği şeylerden biri olan el<br />

kamerası ile çekim tekniğini kullanıyor olması en büyük<br />

dezavantajı. Fakat müsterih olun; REC’deki gibi zangır<br />

zangır sallanan bir seyirle karşılaşmayacaksınız. Beklentiyi<br />

düşük tutarak giderseniz ve özellikle İskandinav mitolojisine<br />

meraklıysanız çok keyifli dakikalar geçireceksiniz.


n Türk sineması ilerliyor, gelişiyor diyoruz ya,<br />

bunları neye dayanarak söylüyoruz bu çok önemli.<br />

Dayandığımız kriterlerden biri kadın yönetmenler<br />

ve senaristlerin artması. Toplumun iki yarısını<br />

da anlamak ve yetkin üretimler yapmak adına bu<br />

çok önemli. Erkek egemen bir sinemanın kadın<br />

doğasına bakışı elbette çok sağlıklı olamaz. Bu,<br />

kadın yönetmen sadece kadın dertleriyle uğraşır<br />

anlamına gelmez. Tabii ki evrensel her konu cinsiyeti<br />

ne olursa olsun yönetmenin derdidir. Ama toplumumuzda<br />

kadınlarla ilgili problemler ortadayken,<br />

kanayan bir çok yara varken sinema yoluyla bunları<br />

deşmek de bizim sinemacılarımızın öncelikli görevidir.<br />

İşte bu yüzden kadın yönetmenlerin sayısının<br />

ve üretimlerinin artmasını önemsiyorum. Belma Baş<br />

Poyraz adlı kısa filmiyle yurt dışında bir çok ödül<br />

aldı. 2006’da çektiği bu filmden sonra bu yıl Baş ilk<br />

uzun metraj filmini çekti. Zefir’in hem senaryosunu<br />

yazan hem de yöneten Baş, yakın çevresinden ve<br />

ailesinden oyuncular kullanmayı tercih etti. Uzaktan<br />

bakınca bunun biraz amatörce bir tercih olduğunu<br />

düşünebilirsiniz. Ama bu örnekte çok da doğru bir<br />

saptama olmaz. Çünkü Zefir sinema sanatı adına<br />

başarılı bir yapım. Filmin odağında üç nesil anne<br />

kız ilişkisi var. Toplumda anne olmanın kendisi bir<br />

tabu aslında. Bir annenin her ne nedenden olursa<br />

olsun çocuğunu terk etmesi kabullenilemez.<br />

Filmde genç anne Ay’ı oynayan Vahide Gördüm<br />

harika bir performans çıkarıyor. Karakteri o kadar<br />

iyi içselleştiriyor ki ondan bazı yerlerde nefret edebiliyorsunuz.<br />

Ay kızı Zefir’i terk ediyor. Sebebi ise<br />

yurt dışında yardıma muhtaç çocukların yanında<br />

olmak. Hani ne derler “Dünyayı kurtarmaya kendini<br />

kurtararak başla”. Ay ne yazık ki kendini de kızını<br />

da kurtarmaktan aciz. Ay’ın anne ve babasını yönetmen<br />

Belma Baş’ın akrabaları oynuyor. Sevinç ve<br />

Rüştü Baş belgesel tadındaki performanslarıyla<br />

filmin öyküsünün gerçekliğini artırıyorlar. Film<br />

Ordu’nun yaylalarında çekilmiş. Muhteşem planlar<br />

var. Görüntü yönetmenliği birinci sınıf. Semih<br />

Kaplanoğlu’nun filme sanat danışmanlığı yapması<br />

da filmin kalitesinin göstergelerinden biri aslında.<br />

Metaforik anlatımlar çok risklidir. Özellikle minimalist<br />

bir dille çekilen filmin metaforik anlatımlarla yol<br />

alması izleyici için iyice zor bir tecrübedir. Zefir bu iki<br />

tercihi de başarılı bir şekilde birleştiriyor. Son dönem<br />

Türk sinemasının yetkin yönetmenlerinin üretimlerine<br />

baktığımızda minimalist dilin tercih edildiğini görüyoruz.<br />

Nuri Bilge Ceylan’dan, Semih Kaplanoğlu’na ve<br />

tabii bu dilin yılmaz savaşçısı Tayfun Pirselimoğlu’na<br />

kadar. Belma Baş’ın filmi bu duruşuna rağmen<br />

içinde keskin bir sıcaklık ve öfke taşıyor. Baş’ın<br />

doğup büyüdüğü coğrafyayı kullanmasından mı,<br />

filmdeki karakterleri içselleştirmesinden mi bilinmez<br />

bu sıcaklık ve öfke filmi yüreğimize yakın<br />

koyuyor. Filmin finali çok tartışılacak. Ama cesaretli<br />

bir final olduğunu söylemeliyiz. Filmde doğanın<br />

ve hayvanların kullanımına dikkat çekiyorum. Her<br />

birinin öyküde bir yeri var. Bence seyredilmesi ve<br />

tartışılması gereken bir film Zefir.


n Ayn Rand’ın “Atlas Shrugged” (Atlas Silkindi) isimli kitabı ilk basıldığı<br />

1957’den bugüne sadece İngilizce baskısı 7.5 milyon adet satmış bir<br />

kitap. Ki bu satışın 1 milyon kadarı son finans krizinin patlak verdiği<br />

2008’den sonra yapıldı. Amazon’da hala en çok satan iyk 50’nin arasında.<br />

Diğer kitapları gibi, Türkiye’de Sinan Çetin’in sahibi olduğu Plato<br />

Yayıncılık tarafından yayınlanan Ayn Rand’ın Atlas Silkindi isimli kitabı<br />

Amerikan sağının başlangıç uyuşturucusu olarak kabul edilir. Aralarında<br />

Ronald Reagan ve Alan Greenspan gibi ünlü isimlerin de bulunduğu<br />

hatırı sayılır sayıdaki destekçisi Cumhuriyetçiler, sağ düşünce<br />

kuruluşları ve muhafazakar basın saflarında kariyer yapmışlardır. 1000<br />

küsur sayfalık Atlas Silkindi Amerikan tarzının bir ifadesidir. Milyonlarca<br />

genç dimağda bir yandan bireyselliğin yüceltilmesi, diğer yandan ise<br />

kolektif hareketlerden kaçınma eğilimini doğurmuştur. Geçmişte muhafazakarlar,<br />

dinin her türlüsünden nefret eden ve aileye pek değer vermeyen<br />

Ayn Rand’a olan inançlarını resmi olarak pek ifade etmeseler de, Tea<br />

Party’nin (Tea Party: 2009 yılında ABD’de finans kriziyle birlikte başlayan<br />

banka kurtarma operasyonlarına karşı tepki olarak doğan muhafazakar<br />

sağ hareket) yükselişiyle birlikte işler değişti. Bir dönemin ahlak dışı egzantrik<br />

Ayn Rand’ı bu kesimin temel taşlarından biri haline geldi.<br />

Eksik olan 1000 küsur sayfalık zor okunan kitabın geniş kitlelere<br />

ulaştırılabilmesiydi. O da ancak bir film yoluyla olabilirdi ve sonunda<br />

oldu. Nisan ayı ortalarında ABD’de gösterime giren “Atlas Silkindi:<br />

Bölüm I” 10 milyon dolara mal edilmiş, hiç bir ünlünün rol almadığı bir<br />

B-Movie olarak nitelendiriliyor. Ama ideoloji filmin önüne geçti ve “Atlas<br />

Silkindi: Bölüm I” sadece 300 salonda gösterime girmesine karşın<br />

Hollywood’u da şaşırtarak iki hafta içinde 1,5 milyon dolarlık gişe yaptı<br />

ve onraki haftalarda 700 salonda daha gösterilmesine karar verildi.


n Bir roman uyarlaması olan<br />

“Cloud Atlas”ın başrolünde<br />

Hollywood’un Oscar ödüllü<br />

yıldızı Tom Hanks’in yer alacağı<br />

prodüksiyon firması X-Filme<br />

tarafından resmen açıklandı.<br />

Çekimlerine önümüzdeki Eylül<br />

ayında başlanacak filmin rejisini<br />

Alman yönetmen Tom Tykwer<br />

ve Matrix’in yaratıcıları Andy ve<br />

Lana Wachowski yapacak.<br />

David Mitchell’in 2004 yılında<br />

yayınlanan ve yüzyıllar arasında<br />

seyahat ederek uzak geleceğe<br />

kadar uzananan romanı Cloud<br />

Atlas, altı bölüm halinde<br />

farklı adamların kaderlerini<br />

anlatıyor. Tykwer ve Wachowski<br />

kardeşlerin bölümleri kendi<br />

aralarında paylaşacakları senaryoyu<br />

ise birlikte yazacakları,<br />

Tom Hanks’in ise filmde farklı<br />

karakterleri canlandıracağı<br />

açıklandı. Filmde Natalie<br />

Portman’ın da rol alacağına dair<br />

spekülasyonlar olsa da prodüksiyon<br />

firmasından bu konuda<br />

resmi bir açıklama yapılmadı.<br />

Bu arada Lana Wachowski’nin<br />

kim olduğunu merak edenler için<br />

not: Larry Wachowski artık resmi<br />

olarak bu adı kullanıyor.


n Hong Kong yapımı ilk 3 boyutlu<br />

(3D) erotik filmin ilk hafta hasılatının<br />

Amerikalı yönetmen James Cameron’un<br />

“Avatar” filminden daha yüksek olduğu<br />

bildirildi. One Dollar Production adlı<br />

şirket tarafından 30 milyon Hong Kong<br />

Doları (3,85 milyon ABD Doları) bütçeyle<br />

Kantonca çekilen ve geçen hafta<br />

Hong Kong’da gösterime giren “3D Sex<br />

and Zen: Extreme Ecstasy” adlı filmin,<br />

vizyona girdiği ilk haftada 2,8 milyon<br />

Hong Kong Doları (360 bin ABD Doları)<br />

hasılat getirdiği belirtildi. “Avatar” ise<br />

2,6 milyon Hong Kong Dolar hasılat<br />

rekoru kırmıştı.


n Hollywood aktörü ve eski California<br />

Valisi Arnold Schwarzenegger’e<br />

doğduğu Avrupa’ya dönmesi ve<br />

AB Konseyi başkanlığına adaylığını<br />

koyması yönünde yakın çevresi<br />

tarafından tavsiye verildiği ortaya<br />

çıktı.Bu fikir Brüksel’de rahatsızlık<br />

ve tebessümle karşılanırken, birçok<br />

AB yetkilisi, Schwarzenegger’in bu<br />

konuda hiçbir şansı bulunmadığı<br />

görüşünü dile getirdiler. Avusturya<br />

doğumlu eski dünya ve kainat vücut<br />

şampiyonu ise beyazperdeye dönüp<br />

dönmeyeceği ya da kaslarını siyasi<br />

arenada kullanıp kullanmayacağı konusunda<br />

henüz bir açıklama yapmadı.<br />

n John Travolta ve Uma Thurman Ucuz<br />

Roman’dan sonra ilk kez bir araya geliyor.<br />

Oliver Stone’un ani açıklanmasıyla<br />

birlikte dikkatleri üzerine çektiği projesi<br />

‘Savages’in kadrosu giderek genişliyor.<br />

Meksika mafyasına çalışmadıkları için<br />

başları belaya giren iki arkadaşın değişen<br />

hayatlarını anlatacak olan Savages, yazar<br />

Don Winslow’un aynı isimli kitabından<br />

uyarlanıyor. Filmde iki arkadaşı Aaron Johnson<br />

ve Taylor Kitsch, mafya babasını Del<br />

Toro, iki arkadaştan birinin kaçırılan kızının<br />

annesini Uma Thurman, narkotik polisini ise<br />

John Travolta canlandıracak.


n Antonio Recio’nun yazıp yönettiği ve 33<br />

madencinin kurtuluş öyküsünü anlatan filmin<br />

çekimlerine, olayın gerçekleştiği Şili madeninin<br />

hemen yakınında başka bir madende,<br />

henüz madenciler toprağın altında yaşam<br />

savaşı verirken başlandı. Yönetmen Recio<br />

filmle ilgili, “Ben aşağıda olanlarla ilgileniyorum.<br />

Orada ne olduysa, korkuları,<br />

endişeleri, kavgaları...<br />

Başlangıçtaki umut<br />

ve sonrasındaki<br />

depresif duygular.<br />

Matkabın delme<br />

işleminin hatalı<br />

olduğu anlar ve<br />

kırılış. Tüm o<br />

duygular ve hisler<br />

bence anlatılmaya<br />

değer” derken,<br />

filmin bir belgesel<br />

olmadığının<br />

da altını çiziyor.<br />

Aralık ayında<br />

tamamlanması<br />

beklenen film<br />

ilk olarak Şili<br />

ve İspanyol<br />

televizyonlarında gösterilecek. Filmin farklı<br />

ülkelerde gösterimi için İskandinav ve Doğu<br />

Avrupalı dağıtımcılarla iletişime geçildi. Fakat<br />

henüz büyük bir stüdyo ile anlaşılmış değil.<br />

Her halükarda Hollywood bu hikâyenin yüksek<br />

bütçeli sinema filmini yapmakta gecikmeyecektir...


Daha İyi Bir Dünyada<br />

– Hævnen /<br />

Yönetmen: Susanne Bier<br />

n Anton, Afrika’nın savaş, yoksulluk, açlıkla hırpalanan bir ülkesindeki kampta insanlara yardım<br />

eden doktor… Ayrılmak üzere olduğu karısı ve iki çocuğu ile Danimarka’da yaşıyor. Yani dünyanın<br />

en gelişmiş ülkelerinden birinde! Fakat ayrımcılık yapmak, insanlığın ana sorunlarından: Büyük<br />

oğlu okulda fiziki ve sözlü (fare suratlı İsveçli!)saldırıya maruz kaldığında, annesini kanserden<br />

yitirmiş ‘problemli ve o oranda da soğukkanlı’ başka bir çocuğun koruması altında yeni kavramlarla<br />

tanışacaktır: Nefret gibi, intikam gibi!<br />

‘Yabancı Dilde Film’ dalında hem Altın Küre, Hem Oscar kazanmasının sırrı, bence, gezegenin her<br />

köşesindeki her âdem evladının bir şekilde karşısına çıkan vahşi tutum ve davranışlar karşısında<br />

ne kadar ‘insan kalabileceğini’ ve tokadı yedikten sonra ‘diğer yanağını çevirip çeviremeyeceğini’<br />

izleyene sınatan bir film olmasından… Afrika’da ya da Danimarka’da biçimleri farklı olsa da<br />

her daim yanı başımızda potansiyel olarak hissettiğimiz şiddet, medeniyetin çözemediği temel<br />

mesele! Film, bir insanın(Anton) sabır ve tahammülde pes etmeyerek çevresindekilerin sorunları<br />

için umut ışığı olup olamayacağına dair. Hayal edin ki, Anton’lar hızla çoğalıyor… Ve biz, “Hævnen<br />

- İntikam”ın olmadığı “Daha İyi Bir Dünyada” yaşamaya başlıyoruz.


Yaşam Şifresi – Source Code /<br />

Yönetmen: Duncan Jones<br />

n ‘Paralel evrenler’ teorisini bir gerilim hikâyesi<br />

içinde kullanan en iyi filmlerden… Her ‘paralel’<br />

yolculukta sadece sekiz dakikası olan ve<br />

Chicago’yu vuracak bombacıyı yakalamaya biraz<br />

daha yaklaşan asker, her defasında ilk patlamanın<br />

olduğu trende ölmek zorundadır! Genç asker,<br />

babasına henüz veda edememiş bu oğul, gerçekte<br />

ne durumdadır peki? Bu noktadaki trajik durum,<br />

içinizi acıtır… Oyuncu Angela Bowie’nin (ve tabii<br />

David Bowie’nin) oğlu Duncan Jones, ilk uzun<br />

metrajlı filmi “Moon – Ay”da olduğu gibi, insan<br />

zekâsı ve yüreğinin umut, cesaret ve sevgiyle<br />

her engeli geçebileceğine dair inancını korumaya<br />

devam ediyor; ‘insan hissetmenin’ nasıl değerli<br />

olduğunu öyküsünün özüne yerleştiriyor. Paralel<br />

evrenlerdeki eşizlerimize selam olsun!


Sucker Punch /<br />

Yönetmen: Zack Snyder<br />

n Baby Doll… Gencecik. Annesi<br />

öldü. Üvey baba tacizine uğradı<br />

ve direndi! Bu adamdan küçük kız<br />

kardeşini korumak isterken de,<br />

onun yanlışlıkla hayattan kopmasına<br />

neden oldu. Şimdi akıl hastanesinde…<br />

Kendisi gibi trajik yazgılı<br />

dört kızla birlikte, buradaki ‘eksantrik<br />

yöneticiler’in esaretinden kaçıp<br />

özgürlüğüne kavuşabilecek midir?<br />

‘Yeşil ekran’ tekniğinin<br />

‘kralı’,etkileyici yönetmen Zack Snyder,<br />

Baby Doll’un zihnini alabildiğine<br />

hür bırakarak, serüveni üç katmana<br />

yaymış: Gerçek, düş ve düşün<br />

içindeki bilgisayar oyunları gibi aksiyon!<br />

Düşünün ki, “Girl, Interrupted”<br />

kızlarının ‘savaşçı ruhları’ fantastik<br />

dünyada serbest kalmış. Özellikle,<br />

Emily Browning (Baby Doll), “Parlak<br />

Yıldız”dan Abbie Cornish(Sweet<br />

Pea), “Donnie Darko”dan Jena<br />

Malone(Rocket) ve “Robin<br />

Hood”dan(2010) Oscar Isaac’in (Blue<br />

Jones), hareketli yapıyı dengeleyen<br />

dramatik oyunculuklarının altını<br />

kalınca çizmek gerekiyor.


Kimliksiz-Unknown / Yönetmen:<br />

Jaume Collet-Serra<br />

n İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra’nın<br />

yönettiği bir önceki gerilim “Orphan – Evdeki<br />

Düşman”ın sürprizi gibi ‘tahmin edilemeyen’<br />

bir gelişmeyi içeren “Kimliksiz”, yabancı<br />

bir kentte, araba kazası sonrası ‘bir anda’<br />

kimliğini ‘yitiren’ ve belleği zayıflayan bilim<br />

adamının ‘gerçeğe ulaşma’ mücadelesi üzerine<br />

kurulu. Yönetmen, yapbozun parçalarını<br />

hızı sürekli yükselen tehlikeli –ölümcül<br />

hareketliliğin içinde beceriyle birleştiriyor.<br />

Hikâyeyle organik ilişki kurulması sağlanan<br />

Berlin, seyircinin şüphelerini bir mıknatıs gibi<br />

üzerine çeken karakteri tamamıyla giyinmiş<br />

Liam Neeson ve araba aksiyonu sahneleri,<br />

filmden geriye kalanlar.


Thor / Yönetmen:<br />

Kenneth Branagh<br />

n İskandinav mitolojisinin<br />

–bazı anlarıyla- Shakespeare<br />

trajedi ve komedilerine<br />

saygı duruşunda<br />

bulunduğu “Thor”, yönetmen<br />

koltuğunda zaten bu<br />

büyük şair – yazarın eserlerini<br />

sahnede / sinemada yorumlayan<br />

Kenneth Branagh<br />

oturduğundan, 150 milyon<br />

dolarlık bütçesinin sunduğu<br />

mükemmel serüvenle birlikte<br />

öyküsünü de sağlamca<br />

anlatıyor. Babası tarafından<br />

“yukarılardaki” Asgard<br />

Krallığı’ndan dünyaya<br />

sürgüne gönderilen (<br />

‘atılan’) güçlü ve kibirli<br />

savaşçının insan doğasına<br />

dair öğrendikleriyle gerçek<br />

benliğini bulması, hikâyenin<br />

ekseni... Konsept<br />

sanatçılarının yarattığı<br />

büyüleyici mistik evrenlerin<br />

fantastikliğiyle, ‘solucan<br />

deliği’ gibi uzay yolculuğu<br />

teorilerinin ve bilimsel<br />

bilgilerin kusursuz kombinasyonu,<br />

“Thor”un değerini<br />

arttırıyor.


‘Bu ideolojik bir film sonuçta. Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu<br />

çatışmanın bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda bulunacak<br />

bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok büyük katkılarda bulunmaz ama<br />

sadece bir cümlesi vardır’


BANU BOZDEMİR<br />

n Rıza Kıraç benim çok eski arkadaşım, sinema dergisi<br />

Klaket’te beraber çalıştık… Sonrasında hep aynı<br />

camianın içindeydik… Romanlar yazdı, kısa filmler<br />

çekti, belgeseller yaptı… Arkadaşlığımız hep baki kaldı.<br />

İlk uzun metrajlı filmi Küçük Günahlar politik bir akışla<br />

80’lerden bugüne kadar uzanıyor, solcu olmaya, doğulu<br />

olmaya bakıyor… Filme ilgili olarak Rıza Kıraç ve Esra<br />

Ruşan’la konuştuk.<br />

Eski arkadaşız, yazdın, kısa filmler çektin, belgeseller<br />

çektin ve uzun metraj sanki her şeyi tamamlarmış gibi<br />

bunların sonuna geldi. Bu süreci biraz anlatır mısın?<br />

Rıza Kıraç: Edebiyatla ilgim taa lise yıllarından başlıyor.<br />

O yüzden sinemacı olmayı da hiç düşünmedim, aklımda<br />

yoktu, askerlikten kaçmak için girdim okula. Önce<br />

fotoğraf sonra da sinema okudum. İlk yazımı da Klaket<br />

sinema dergisi yayınlamıştı. Ondan sonra edebiyatçı ve<br />

sinema yazarı olarak anıldım.<br />

Bu bir olgunlaşma süreci miydi peki? Bu bekleme hali?<br />

Yok, hayır para yoktu. Bu süreçleri sende biraz biliyorsun,<br />

cafe işlettik, belgeseller çektim, röportaj kitapları<br />

hazırladım. Ama bunlar film çekmek için yeterli değildi.<br />

Bu film şimdi de çok paralara çekilmedi. Piyasa<br />

koşullarının çok altında çalıştı ekipteki arkadaşlar.<br />

Hepsi profesyoneldi ama… Tabii Kültür Bakanlığı’nın<br />

verdiği destek bizi çok rahatlattı, harekete geçirtti.<br />

Bu konu nasıl şekillendi, ülke gündemi buna yardımcı<br />

oldu mu? İlk filmimi bu konuda çekerim diye düşünmüş<br />

müydün?<br />

Denk gelmedi, 2002’de yazmaya başlamıştım ama<br />

değiştirilerek yazıldı hep. İlk yazdığımda üçlü bir aşk<br />

hikayesiydi. Şöyle bir korkum vardı elbette. Belgesel<br />

ve kısa film çeken birisi olarak uzun metraj kotarabilir<br />

miyim diye bir korkum vardı. Ama çekimlere başlayınca<br />

hatta başlamadan kotaracağımızı düşündük, çünkü<br />

çok çalıştık. Başka senaryolar vardı çekilebilecek ama<br />

onları çekecek prodüksiyonları yan yana getiremedik.<br />

Uzakta Kahvaltı diye bir senaryo yazmıştım Kültür<br />

Bakanlığı desteğiyle. 6 bin Euro’ya çekilirdi, üç ayrı<br />

ülkede, kalabalık oyuncu kadrosuyla.<br />

İlk filminde neden çoğunluğun yaptığı gibi minimalist bir<br />

başlangıç yapmadın?<br />

Modern sinemanın bütün gerekliliğini yan yana getiren<br />

bir estetiği var. Kendi içinde zaman zaman durağan gibi<br />

algılanabilir ama hızlı bir kurgusu var. Filmin bir ritminin<br />

olması benim için önemliydi. Sarkan şey istemiyorum.<br />

Sinemasal olacak diye bazı kareleri uzun uzun


göstermek bana çok anlamlı gelmiyor. Bir de oyunculuk<br />

var, onu hikayeye yedirmek var. Bu benim tercihimdi<br />

aslında. Şehirde geçen bir hikaye, İstanbul<br />

hızlı bir şehir. Onu anlatmak için insanları uzun<br />

yürütmene falan gerek yok. Gereksiz bütün sahneleri<br />

temizledik. Ben anlatım biçimi olarak minimalist<br />

değilim, tek derdim hikayedeki duyguyu izleyiciye<br />

geçirebilmek. Bu ilk uzun metraj film, tarz denemesi<br />

falan. Kendi içinde öyle bir şey var ama konvensiyonel<br />

sinema kalıplarını zorlayan bir şey değil.<br />

Ben birazcık minimalist sinemanın bizim dışımızda<br />

olduğunu düşünüyorum ve bu gittikçe dayatılan bir<br />

hale geldi bize…<br />

Ben yönetmenlerin bakış açısı olduğunu<br />

düşünüyorum, hikayeyi anlatma biçimiyle ilgili. Ben<br />

zaten yıllar evvel zorunlu bir minimalizm olduğunu<br />

yazmıştım. Ekonomik nedenlerden dolayı öyle biraz<br />

da. Mesela müzik kullanmamak bir tercihtir. Ben birçok<br />

kişinin müziği beceremediği için kullanmadığını<br />

düşünüyorum mesela.<br />

Oyuncularınıza senaryoyu sunduğunuzda nasıl<br />

karşıladılar, politik bir yanı da var sonuçta… Onların<br />

kabul ve ret noktaları oldu mu?<br />

Hiçbir arkadaş ben bu filmde yer almam demedi.<br />

Kuzey Irak’a giden bir genç kızın önündeki engelleri<br />

ve onun aşk hikayesini anlatmaya çalıştık, son<br />

derece insani. Kimisi Kuzey Irak’a kimisi askere<br />

gider. Bu insan haklarına, Türkiye’nin gerçeğine uygun<br />

olmasaydı söylerlerdi diye düşünüyorum. Ben<br />

oyuncuların senaryoyu çok sevdiklerini, sarıldıklarını<br />

ve bunu da sette gösterdiklerini düşünüyorum.<br />

Esra Ruşan: Altı çizili politik bir söylem yok, daha<br />

çok insani ilişkiler üzerine bir durum var. Ve çok<br />

naif bir taraftan bakıyor, taraf tutmuyor yani. Bu<br />

açıdan da sıcak ve samimi gelen bir tarafı var. Yolun<br />

başındaki bir oyuncu olarak bana önerilen rol iştah<br />

kabartıcı. Bu yüzden senaryoyu ilk okuduğumda ne<br />

hissediyorsam film bittiğinde de aynı şeyi hissediyordum.<br />

R.K: Macit abiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum<br />

ben. En çekindiğimiz oydu. Uzun yıllardır sinema<br />

yapmadığı için kabul etmiyordu da projeleri. Senaryo<br />

kötüyse ben projede yer almam, hiç zorlama<br />

dedi.<br />

Daha önce bir tanışıklığınız var mıydı?<br />

Hayır sadece Ömer Kavur belgeselini biliyordu.<br />

Ömer Bey’le ahbaplıkları vardı. Öyle kesin bir tavır<br />

belitti, ben de ağabey söyle, kötüyse daha fazla<br />

borca girmeyelim dedim. (Gülüşmeler) Sonra beni<br />

aradı ben bu projede yer alırım dedi. Ekstradan<br />

görüşmemize gerek yok, sadece bana programı<br />

söyle dedi. Macit ağabey senaryodan, dramaturgiden<br />

gelen birisi. O yüzden çok iyi biliyor. Senaryoyu<br />

beğenmesi de bizi daha çok şevklendirdi.<br />

Sette çok uzun provalar yaptık, uzun okuma<br />

provaları yaptık. Oyunculuk anlamında da birbirimize<br />

pas atığımız bir iş oldu.<br />

İki tane sinema yazarının filminde oynadın, peki<br />

sence sinema yazarlarından yönetmen olur mu?<br />

E.R: Olur tabii. (Gülüşmeler) Çok denk geldi. Bunun<br />

hangi mesleği yaptığınla pek bir ilgisi yok, içeriden<br />

gelen bir şeydir diye düşünüyorum. İlk filmde<br />

oynayacağım pek beli değildi açıkçası. Son anda<br />

oldu. Bir zombi filmiydi, o da çok eğlenceliydi. Çok<br />

detaycı ve daha incelikli düşünüyor olabilirler.<br />

R.K: Sinema yazarlığı benim için işin ektrası.<br />

Hem yazıyorum hem çekiyorum aslında. Yıllarca


elgesel setlerinde asistanlık yapmışım, kısa<br />

filmler çekmişim. Ben bir sinema yazarı film<br />

çekmiş izleyelim gibi algılanmasını istemem, ama<br />

eleştirdiğimiz filmlerdeki hataları yapmamaya<br />

çalışmak olabilir. Bu ideolojik bir film sonuçta.<br />

Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu çatışmanın<br />

bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda<br />

bulunacak bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok<br />

büyük katkılarda bulunmaz ama sadece bir cümlesi<br />

vardır. Anlayanların kafasında soru işaretleri<br />

oluşturur. Ben de sorular oluşturmasını istiyorum.<br />

Çok ataerkil, erkek egemen bir yerdeyiz. Bunlar<br />

törpülenmeye başladığı zaman savaşın bir<br />

ayağının gideceğini düşünüyorum. Bir parça ona<br />

hizmet ederse amacına ulaşmıştır bana göre.<br />

Bir Kürt kızının psikolojisi nasıldır, bu filmde<br />

nasıldı? Onu anlatmanı istesem?<br />

E.R: Bir Kürt kızı olarak değil de yaşıtlarından biraz<br />

farklı onun durumu. Çünkü daha politik. Davasının<br />

peşinde. Bir Kürt gazetesinde çalışıyor muhabir<br />

olarak. Davanın da sonuna kadar arkasında. Bu<br />

açıdan biraz yalnız. Ama Kürt’tür ve yalnızdır, Kürt’tür<br />

ve böyledir diye bir şey yok.<br />

Kendisinden büyük bir sevgilisi de var… Bu da bu<br />

duruma mı denk?<br />

E.R: İşte o yalnızlığın getirdiği, düşünce olarak<br />

yaşıtlarından daha büyük olması hali var.<br />

Anlaşabildiği, konuşabildiği, şefkat görebildiği birisi<br />

olduğu için yaşça kendinden büyük birisiyle beraber.<br />

Birbirlerini seviyorlar sonuçta…<br />

Ama bu hal bile kızın gitme duygusunu<br />

engelleyebilirmiş gibi değil o zaman?<br />

E.R:Değil, evet. Onun hayatındaki en önemli şey o<br />

çünkü. Filmin üçüncü ayağında Melik karakteri var.<br />

O tesadüfen çıkan biri. O tabi onlardan farklı. Daha<br />

apolitik ve bu şehre ait. Bir sürü sıfatı var hayata ait.<br />

Üçünün hayatı bir yerde kesişiyor tesadüf olarak.<br />

R.K: Aslında üç kuşağı anlatma hali var. 70, 80 ve<br />

90’ların kuşağı. Farklı kültürleri alan farklı insanların<br />

bir arada oldukları bir durumda hem aşk, hem politika<br />

hem de günlük hayata dair şeyler nasıl hayat<br />

bulur gibi durumu var filmin. Ama temel derdi şu:<br />

Büyükşehirlerde insan parçalanıyor, başka yerlere<br />

doğru gidiyor. Sevgi ve şefkat arıyor. Filmdeki bütün<br />

kadınlar güçlü. Erkeklerin daha fazla sevgi ve şefkate<br />

ihtiyaçları var ama doyumsuzlar. Böyle bir yerden<br />

bakınca daha anlamlı olmaya başlıyor o karakterler.<br />

Sevgi arayışı hiç bitmiyor, hele bu şehirde hiç<br />

bitmiyor. Kadınlar daha akıllı ve müdahale edici<br />

davranmaya başlıyor. Ama bunun içinde bir parça<br />

erkekleşmeleri gerekiyor, tamamen erkekleşenler<br />

de zaten politikacı oluyor. Ya da kırık gazeteciler<br />

oluyorlar. Şimdi politik eylemlere baktığımızda eski<br />

yıllara göre kadınlar var hep. Bunda feminizmin etkisi<br />

var, erkeklerin kolay demoralize olma durumları var.<br />

Bence uzun bir süre kadınları anlatmaya devam<br />

edeceğiz.<br />

Bu özünde bir kadın hikayesi filmi mi?<br />

R.K: Aynen öyle. Özünde üç tane kadın hikayesi var.<br />

Hayatın farklı kesimlerinden üç tane kadın ve üç tane<br />

erkek var. Ama ağırlıklı olarak kadınların hikayesi var.<br />

Türk solunun Kürt sorununa bakış açısı gibi bir şey<br />

de var mı filmde?<br />

R.K: Aynen öyle var. Şundan dolayı var. Bu aralar<br />

bu konu hakkında çok düşünüyorum. Mesela bir<br />

zamanlar Sayın Abdullah Öcalan diyen Doğu Perinçek<br />

ve Yalçın Küçük ne oldu da ‘kanlı katil’ demeye


aşladılar. Kendi yaptıkları röportajlardan<br />

bunlar. Bu hem Türk solunun savrulmasıdır,<br />

bir yerde de Kürt hareketinin savrulmasıdır.<br />

Karşılıklı olan bir şeydir bu. 90’lı yıllarda işçi<br />

sınıfının politik başarısı, Kürt hareketinin<br />

başarısı ve özgürlüğünden geçerdi. Şimdi ne<br />

Kürtler ne de Türkler bunu söylüyor, iki taraf da<br />

bir şekilde ‘kapitalist sistemin sağlıklı bir şekilde<br />

yürümesi için ne yapmalıyız’a yöneldi. Halbuki<br />

önce hakların barışı önemli. Ekonomi diyerek<br />

insan olgusu iyice arkaya atıldı. Zaman geçtikçe,<br />

savaş tavsadıkça Türkler’de milliyetçilik<br />

yükseldi, CHP’yi sol parti görenler çoğaldı. En<br />

gerici söylemlere devam ediyor, Türk solu buna<br />

devam ediyor. Buna paralel olarak da Kürt solu<br />

Kürt milliyetçiliğine doğru gidiyor. Halbuki bu<br />

iki yakayı yan yana getirmemiz lazım, özellikle<br />

ideolojik anlamda ama yan yana gelmiyor.<br />

Irak’ta Kürt devleti kurulmasıyla da ilgili, bu Kürt<br />

devleti başka bir anlam taşıyor. Bizim filmdeki<br />

Şilan karakterinin Kuzey Irak’a çağrılması bir<br />

öngörü. Çünkü dağa çağırmıyor kızı abisi. Siyasi<br />

mücadele vermek için. Gerilla mücadelesinden<br />

başka bir yere evrilmesi için. Bu bizim temennimiz<br />

ve de umarım öngörümüz olur.<br />

Kopuşlardan yola çıkarak bir birleştirme hikayesi…<br />

Peki Şilan’ın bir gerilla macerası var<br />

mı?<br />

E.R: Hayır yok. Ama abisi çıkmış, etrafında öyle<br />

insanlar var. Ama onun mücadelesi öyle bir<br />

mücadele değil. Onun aklına yatan Kuzey Irak’a<br />

gidip politik bir mücadeleye girmek! Üniversite<br />

okumuş falan, öyle daha faydalı olacağını<br />

düşünüyor. Benim ailem de Kürt zaten.<br />

Peki onlar ne düşünüyorlar bu konuyla ilgili?<br />

E.R: Aslında bu konuyu onlarla hiç<br />

konuşmadım. Onlar yıllar evvel gelmişler<br />

buralara. Yaşamda kalma mücadelesi vermişler.<br />

Unutmuşlar işin o tarafını. Buralarda bir araya<br />

gelip kendi köylerini kurmuşlar. Ben bazen uzak<br />

akrabalarıma gittiğim zaman sanki doğuya<br />

gitmiş gibi oluyorum çünkü orada öyle bir enerji<br />

var. Bir arada durma hali var ama üzülerek<br />

söylüyorum etrafımda çok fazla bunu düşünen<br />

insan yok. Babam böyle düşünürdü eskiden, aktif<br />

olarak savunurdu ama onun da yorulduğunu<br />

düşünüyorum artık.<br />

Doğudaki Kürtlerle batıdaki Kürtler çok farklı<br />

yaşıyorlar aslında…<br />

E.R:Kesinlikle. Diyarbakır’da yaşanan şeyi ben bilmiyorum<br />

mesela. Yaşamakla izlemek ayrı şeyler. Ben altı<br />

aylıkken İstanbul’a gelmişim, kendime ne kadar Kürt diyebilirim<br />

ki! Kürtçe bilmiyorum, adet ve gelenekleri bilmiyorum.<br />

İstanbul bir anlamda o politik zemini yok edebiliyor sanki…<br />

R.E:Evet, ben kendi jenerasyonum için bunu söyleyebilirim.<br />

Gelecek kaygım hala oluyor. Senden beklenen bir<br />

sürü şey olunca sen zaten politikayı düşünemeyecek hale<br />

geliyorsun.<br />

Apolitik olmaya da bir gönderme var o zaman filmde?<br />

R.K: Var, evet. Çanakkale’de fotoğraf okurken beraber


okuduğum bazı arkadaşların sonra dağa çıktığını öğrenmişti.<br />

90-2000 arası çok yoğundu o süreç. Bunların içinde Türk<br />

kökenliler de vardı. Bunların karşısında da askerler var. Onlar<br />

da öldü. Onlar da politik değildi. Var olan koşullar onlar için<br />

kötü görünüyordu. Dayanamayıp gidiyorlardı. O ruh halini<br />

biraz biliyorum tanık olduğum için. Ama onları ne ajite ne de<br />

propaganda yapmak gerekiyor. Duygu ve düşüncelerini anlatmak<br />

gerekiyor.<br />

Zaten doğru olan bir yere odaklanmak yerine iki tarafa da eşit<br />

mesafeden bakmak galiba. Kürt sorununa ilişkin çok fazla film<br />

çekilmeye başlandı. Bunun artma sebebi ne olabilir sence?<br />

İnsanlar dertlerine daha fazla mı sahip çıkmaya başladılar.<br />

R.K: Bunun bir tane teknik nedeni var. Nispeten daha ucuzladı<br />

dijital kameralarla çalışmak. Sektörün büyümesiyle de ilgili. Bir<br />

kısmı mektepli bir kısmı alaylı. Yeni bir jenerasyon<br />

geldi, bunlarda 90’lı yıllarda politikayla<br />

uğraşan insanlar ya da tanıştığımız,<br />

arkadaşımız olan yönetmenler. Öyle bir<br />

politik atmosferden geldikten sonra vodvil<br />

ya da komedi çekmesini beklemesin<br />

kimse, ben de dahil. Kimi zaman politika<br />

yapacağız, kimi zaman politikaya dokunan<br />

filmler yapacağız. Bir başka şey de artık<br />

hayatı göze alarak film yapılması. Bir filmi<br />

yaptın kötü oldu, git ikincisi yap. Madem<br />

parası olanlar kötü filmler yapıp para<br />

kazanıyor. Biz de teknik olarak kötü film<br />

yapıp, bir sonrakini çekerek çarkı döndürebiliriz.<br />

Birçok yönetmen arkadaşla hem<br />

teknik anlamda hem de manevi destek<br />

anlamında bir yardımlaşma mantığı oluştu.<br />

Biz paramızla, kendi yokluğumuzla kendi<br />

hikayemizi çekiyoruz, kimse bize bir şeyi<br />

dayatamıyor. Gündemi de biz belirliyoruz.<br />

Gündemi de belirlediğin zaman kuşağın<br />

benzer durumları anlatması kaçınılmaz<br />

oluyor.<br />

Bu kadar fazla film üretilmesi çok güzel<br />

ama birçoğu vizyon yüzü göremiyor, bütün<br />

filmler birbirini öteler hala geldi. Bu konuda<br />

neler söylersin?<br />

R.K:Bu konuda edebiyatla ilgili de söylüyorum,<br />

küstahlık derecesinde söylüyorum<br />

gerizekalılar filmimizi izlemesin. Onlara<br />

seslenecek bir şey yapmıyorum. Seçiyorlar<br />

zaten. Salon bulmak da zorlanıyoruz,<br />

o doğru. Bunlarla başa çıkmanın tek<br />

yolu yine film çekmek. Filmler sonra<br />

DVD’ye basılıyor, televizyonda gösteriliyor.<br />

İzledikten sonra belki keşke sinemada<br />

gitseydik diyecekler. İlk hafta izlenmesini<br />

istiyorum, beğenilsin ya da beğenilmesin<br />

ama arkadaşlarına fikirlerini söylesinler.<br />

Dokuz kopya giriyoruz, fazla seyirci<br />

beklentimiz yok. Fazla kopya zarar demek.<br />

Bizim seyircimiz derdi olan seyirci. Ama<br />

herkes gelsin, iyi film izlesin. (Gülüşmeler)<br />

E.R: İyi, samimi, naif bir film izlemek<br />

istiyorlarsa, böyle bir filme vakit ayırsınlar<br />

derim. Çok güzel müzikleri var filmimizin.<br />

Müzikler albüm olarak çıkacak zaten. Bir<br />

de Macit ağabeyi izlesinler derim.


Futbol, 22<br />

kişinin bir<br />

topun<br />

peşinden<br />

koşturduğu<br />

amaçsız bir<br />

oyun<br />

mudur?


ZEYNEP USLU<br />

n Erkek yaşıtları, sokaklarda o sihirli topun<br />

peşinden koşarken, evde çay takımlarıyla evcilik<br />

oynayan kız çocukları bunu öğreniyorlardı<br />

ya da böyle zannedildi. Futbol, erkek oyunu<br />

olageldi hep, takımlar erkeklerden oluşuyordu,<br />

taraftar grupları, haber yapıcılar, yorumcular<br />

erkekti. Oysa görünenin ardında, sokaklarda,<br />

tribünlerde ve artık sahalarda kadınlar hınzırca<br />

gülümseyerek izledikleri bu oyunun bir parçası<br />

olmaya başladılar.<br />

Sinema da, dünyayı kasıp kavuran, kadınından<br />

erkeğine, en yoksulundan en zenginine, bütün<br />

yaşamlara bir şekilde değip geçen bu büyülü<br />

oyuna seyirci kalmayacaktı elbette. Futbolu pek<br />

çok farklı açıdan işleyen onlarca film yapıldı.<br />

Kiminde dünyaca ünlü futbolcular boy gösterdi,<br />

kiminde futbola gönül vermiş basit insanlar.<br />

Aslında, yapılan filmlere bakıp, futbolun bir<br />

sokak sporundan nasıl dev bir endüstriye<br />

dönüştüğünü izlemek bile mümkündü. Fakat<br />

futbolla ilk dostça ilişki kuruşunu sinema filmlerine<br />

borçlu bir kadın olarak, başka bir açıdan<br />

bakacağım. Futbolu hayata tat katan, kimi zaman<br />

hayatın aynası olan aynası olan, eğlenceli<br />

bir oyun olarak görmemi sağlayan filmler...<br />

“Hayat, fena halde futbola benzer” özlü sözünden<br />

yola çıkarak...<br />

Takım Böyle Tutulur / 2005<br />

Okan Altıparmak ile Andreas Treske’nin<br />

yönettiği Takım Böyle Tutulur: Vazgeçersen<br />

Kaybedersin‘da, Fenerbahçe taraftarı içinde<br />

bulunduğu durumlarda, özellikle stadyumda<br />

olduğu gibi tutkusu ve duygusuyla gösteriliyor.<br />

Filmi seyreden taraftarın da aynı duyguları<br />

yaşayacağı belirtiliyor. Projeye başlandığında<br />

Yönetmen Okan Altıparmak’a bir halkla ilişkiler<br />

uzmanı Filminizde büyük bir yıldız yok, seyrettirmesi<br />

zor olacak deyince, Altıparmak Bizim<br />

filmimizde Türkiye’nin en büyük yıldızı var, Fenerbahçe<br />

taraftarı! diye karşılık vermiş. Yönetmen<br />

filminde Fenerbahçe tutkusunun küçük bir<br />

parçasını bile hissettirebilirse mutlu olacağını<br />

belirtiyor.<br />

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar / 2000<br />

“Hayat fena halde futbola benzer”...Dar Alanda<br />

Kısa Paslaşmalar, küçük bir semtin amatör<br />

takımı Esnafspor’un, takıma gönül vermiş<br />

insanların, aşkın ve vefanın öyküsüdür. Amatör<br />

futbolun büyük bir darbe yediği ve yerini para<br />

tahakkümlü profesyonel futbola bıraktığı 80’li<br />

yıllarda, bir dönemin kapanış düdüğü öterken,<br />

geride bu işe gönül vermiş insanların emek<br />

ve anılarını bırakacaktır. Serdar Akar’ın en iyi<br />

yönetmen, Savaş Dinçel’in en iyi erkek oyuncu<br />

ödülünü aldığı film, Erkan Can’ın müthiş<br />

oyunculuğuyla ve unutulmaz replikleriyle<br />

hafızalarımıza kazınmıştır.<br />

Hayata Çalım At (Looking for Eric)/ 2009<br />

Ken Loach<br />

filmlerinde her<br />

daim (bir tutam<br />

da olsa) futbol<br />

sevdası yer alır.<br />

Hayata çalım at,<br />

bunun ötesine<br />

geçer, Loach’ın<br />

ustalıkla anlattığı<br />

küçük insanların<br />

sıradan hikayelerini,<br />

bir futbol<br />

maçı zerafetiyle<br />

ortaya koyar.<br />

Hayata Çalım<br />

At’ta futbol en<br />

çok, filmin atmosferinde,<br />

akışında, kurgusundadır. Depresyondaki<br />

postacı Eric, geçmişiyle ilgili pişmanlıklar<br />

yaşamaktadır. Üstelik onu takmayan iki oğluyla<br />

da başı derttedir. Onu neşelendirmeye çalışan<br />

iş arkadaşları bunu bir türlü başaramazlar.Bir<br />

gün hayranı olduğu Eric Cantona odasında<br />

belirir ve sohbet etmeye başlarlar. Futbola ve<br />

hayata dair sohbetler, Cantona’nın golleri ve yol<br />

göstericiliği... Eric’in kendini bulma hikayesi,<br />

futbolu da, takım olmayı da yeniden keşfetme<br />

serüvenidir aslında.


Hayatımın Çalımı Beckham (Bend It Like Beckham)<br />

/ 2002<br />

İngiltere’de yaşayan gelenekçi, Hindu bir ailenin<br />

kızı futbolcu olmak isterse ne olur? Gurinder<br />

Chadha’nın elinden çıkan Hayatımın Çalımı<br />

Beckham, önyargılar ve kültürlerin birlikte<br />

yaşamasına dair oldukça eğlenceli bir film.<br />

Profesyonel futbolcu olmak isteyen Jessminder,<br />

Hindu geleneklerine ters düşme pahasına<br />

hayallerinin peşinden koşarken, ingiliz takım<br />

arkadaşı Jules da daha modern görünen annesinin<br />

kuruntularıyla boğuşacaktır. Pek çok<br />

sahne ve diyaloğu Anadolu’nun bağrından<br />

çıkmış hissi yaratan film, yönetmeninin, kendi<br />

kültürüne espirili bir bakışı olduğu gibi, bir kültürler<br />

parodisidir aynı zamanda.<br />

Offside / 2006<br />

Jafar Panahi’nin, iç burkan aynı zamanda,<br />

insanı coşkuya sürükleyen filmi, futbol sevgisine<br />

dair filmler arasında en özel olanlardan<br />

biridir. İran’da kadınların stadyumlara girişi<br />

yasaktır. Maç izlemek için erkek kılığına giren<br />

altı genç kız yakalanıp tutuklanırlar; her birinin<br />

hikayesi farklıdır, ancak hepsi de bu riske girecek<br />

kadar cesurdur. Tutuldukları yerde bile<br />

maçın tadını çıkaracak,heyecanlarını yitirmeyeceklerdir.<br />

Offside, kimsenin kendini ve<br />

başkasını gerekliliğine ikna edemediği baskıcı<br />

kuralları sorgulayan, neşeli kadın karakterleri,<br />

saf, köylü asker tipleri ve futbolun birleştirici<br />

yanını öne çıkaran finaliyle oldukça etkileyici<br />

bir yapım.<br />

Shaolin Futbolu (Shaolin Soccer) / 2001<br />

Stephen Chow’un kung fu’yu sokaktaki sıradan<br />

insanın yaşamına gizemli bir şekilde sokma<br />

çabasına bütün filmlerinde rastlarız. Shaolin<br />

Futbolu her biri başka işlerle uğraşan ve hayatta<br />

birer “kaybeden” olan Kung Fu ustalarının,<br />

bir futbol takımında birleşmelerini konu alıyor.<br />

“Kaybedenler”, kung fu’yu futbolda yeniden<br />

bulacak ve ayağa kalkacaklardır. Efektleri<br />

ve esprileriyle hayli eğlenceli olan film, bi-


zim kuşağımızın unutulmaz çizgi kahramanı<br />

Tusubasa’ya da bir selam gönderiyor adete.<br />

Bern Mucizesi (Das Wunder von Bern) / 2003<br />

Bir çocuk için futbol ne kadar önemli olabilir?<br />

Ya yeni özgür bırakılmış bir savaş tutsağı<br />

için, ya da hayatının en önemli maçına çıkan<br />

bir milli takım oyuncusu için? Bern mucizesi,<br />

1954 Almanya’sında 11 yaşında bir çocuğun<br />

gözünden, bu sorulara cevap arıyor. Bir ailenin<br />

savaş sonrasında kendini var etme mücadelesi,<br />

futbol tutkusuyla bezenerek anlatılıyor.<br />

Yeşil Sokak Holiganları (Green Street Holigans)<br />

/ 2005<br />

Elijah Wood ve Charlie Hunnam’ın etkileyici<br />

oyunculuklarıyla damga<br />

vurdukları film,<br />

America’da başlayıp,<br />

Londra’nın holigan<br />

grupları arasındaki<br />

çatışmalara değin<br />

uzanacaktır. Suçsuz<br />

olduğu halde<br />

Harvart’tan atılan<br />

Matt, İngiltere’deki<br />

ablasının yanına<br />

gider. Orada kendini,<br />

Pete’in önderlik<br />

ettiği bir holigan<br />

grubu(Green<br />

Street Elite)nun<br />

içinde bulur. Matt<br />

burada, dostluğu,<br />

dayanışmayı, onuruna<br />

sahip çıkmayı<br />

öğreneceği gibi,<br />

şiddetin kaybettirecekleriyle<br />

de<br />

yüzleşecektir. Futbol<br />

factory de mafyatik<br />

yapılanmalar,<br />

uyuşturucu ve şiddet<br />

bağımlılığı üzerinden<br />

anlatılan holiganizm,<br />

burada insanlar<br />

arasındaki güçlü bağlar ve “itibar” kavramları<br />

üzerinden yeniden sorgulanıyor. Yeşil Sokak<br />

Holiganları,insanın boğazında bıraktığı koca<br />

düğümle birlikte unutulmazlar arasına girmeyi<br />

hak eden bir film.<br />

Zafere Kaçış (Victory) 1981<br />

2.Dünya savaşı sırasında, futbol sevdalısı<br />

bir Nazi subayının önerisiyle Alman takımına<br />

karşı oynayacak bir esirler takımı kurulması<br />

sağlanır. Ancak, Nazi propaganda ekibi,<br />

maçı uluslararası bir propaganda malzemesi<br />

haline getirecektir. Maç, Fransız direniş örgütünün<br />

takımı kaçırma planını bir yana atma<br />

pahasına, bir meydan okumaya dönüşecektir.<br />

Filmin final sahnesi ise, (pek Hollywood tarzı<br />

değildir) konuk ettiği ünlü futbol yıldızlarının<br />

oyunundan bile daha görkemlidir. Michael<br />

Caine, Sylvester Stallone ve Max von Sydow<br />

gibi aktörlerin yanında, efsanevi futbolcu Pele,<br />

İngiliz Bobby Moore, Belçikalı Paul Van Himst,<br />

Arjantinli Oswaldo Ardiles ve o zamanın ünlü<br />

birçok futbolcusunu bir<br />

araya getiren yönetmen<br />

John Huston, bir futbol<br />

klasiğine imza atmıştır.<br />

Lanet Takım (The<br />

Damned United) / 2009<br />

Lanet Takım, ünlü<br />

İngiliz teknik direktör<br />

Brain Clough’un hayat<br />

hikayesinin anlatıldığı<br />

aynı isimli romandan<br />

uyarlanmış. United<br />

Leeds’e takıntılı bir<br />

öfke ve hırs besleyen<br />

Clough, yardımcısı ve<br />

aslında dengeleyicisi<br />

olan Peter Taylor’u yarı<br />

yolda bırakma pahasına<br />

hırsının peşinden<br />

sürüklenecektir. Bu hırs<br />

onu, Leeds’in teknik<br />

direktörlüğüne kadar<br />

taşır. Şimdi Clough’un<br />

başetmesi gereken<br />

sadece ondan nefret<br />

eden takım değil, kendisidir.<br />

Lanet Takım,<br />

bir başarı hikayesi<br />

anlatmıyor. Dehanın<br />

ve basit zaafların birlikte yürüdüğü, hayata<br />

şekil verdiği, bir insan öyküsü sunuyor. Michael<br />

Sheen’in oyunculuğuyla şenlenen Lanet<br />

Takım, sahaların perde arkasına oldukça şık<br />

bir bakış atıyor.


n 30 Rock, Californication, Breaking Bad,<br />

Castle yeni sezon onayı alarak keyfimize<br />

keyif kattı. Weeds ve Dexter’ın devam haberleri<br />

de aynı şekilde sevindirdi bizleri. Yine<br />

de daha senelerce izleyebilecek olsak da,<br />

dizinin salahiyeti için artık bitmesi gereken<br />

yapımlardan olduklarını belirtmekte fayda<br />

var. Grey’s Anatomy’nin devam haberi ise<br />

zerre kadar şaşırtmadı kimseyi. Yeni Yalan<br />

Rüzgarı’mız yerini sağlamlaştıralı çok<br />

olmuştu zaten. En sevindiğimiz haber ise<br />

kuşkusuz Fringe’in devam onayı alması haberi<br />

oldu. Uzun süren “gitti gidiyor” muhabbetlerinden,<br />

uykusuz gecelerden, korku dolu<br />

iptal bekleyişinden sonra devam haberiyle<br />

gönüllere su serpildi. Yaz dizilerinden Rizzoli<br />

Yakında daha da<br />

netleşecek olsa da,<br />

şimdiden sevdiğimiz<br />

dizilerin akıbetleri<br />

hakkındaki haberler birer<br />

birer elimize ulaşmaya<br />

başladı. Bakalım hangi<br />

diziler “görüşmek<br />

üzere”, hangileri “elveda”<br />

diyecek…


& Isles, True Blood ve Haven da devam onayı alanlardan.<br />

Haven’ın yaz kıtlığından nemalandığı, kışın yayınlanıyor<br />

olsa birkaç bölümden sonra iptal edilecek olduğu aşikar<br />

olsa da, belli ki kendine has bir kitle edinmiş. Geçtiğimiz<br />

kış sezonunun en iyi üç yeni dizisi Boardwalk Empire,<br />

Walking Dead ve Shameless ile çakma Being Human da<br />

aksi düşünülemez bir şekilde ikinci sezon onayı alanlar<br />

arasında. Henüz onayı gelmemiş olmasa da Vampire<br />

Diaries’i de onaylı vampir dizilerinin arasında<br />

sayabiliriz. İptal olması neredeyse<br />

imkansız olan dizi, lise<br />

koridorlarındaki kanlı<br />

yolculuğuna devam edecek<br />

gibi görünüyor.<br />

Yeni dizilerden daha<br />

birinci sezonunda iptalle<br />

yüzleşen Lights<br />

Out ve Lone Star’ın<br />

akıbetleri başından<br />

beri belliydi zaten.<br />

Pek şaşırmadık. Ne bir çeşit Rocky hikayesi olan Lights<br />

Out’u, ne de Jon Voight’lu Lone Star’ı kimsenin çok<br />

özleyeceğini sanmıyorum. Final yapacaklar arasında ise<br />

Medium, onuncu sezonuyla Smalville, kardeşi olan Law<br />

& Order: Special Victims Unit’e göre daha insani olan<br />

Law & Order: Criminal Intent ve nedense beş sezondan<br />

çok daha uzun zamandır izliyormuşum gibi hissettiğim<br />

Big Love final çizgisini geçerek yarışı bitiriyorlar.<br />

Muallakta olan dizilere baktığımızda ise çoğu<br />

eleştirmenin gideceği veya kalacağı konusunda fikir<br />

birliğine vardığı dizileri görebiliyoruz. Bunların büyük<br />

bir kısmına netleşmemiş iptaller ya da onaylar demek<br />

mümkün.


Bones ve House artık finale ulaşmaları gerekmesine<br />

rağmen büyük bir ihtimalle devam<br />

edecekler. Uzadıkça anlamını kaybeden bu iki<br />

yapımı görkemli bir finalle uğurlamayı daha<br />

mantıklı bulan birçok hayran olduğuna eminim.<br />

The Mentalist de devam edeceği neredeyse<br />

kesin olan dizilerden. Ancak o da Bones ve<br />

Castle gibi her an izleyiciyi sıkacak bir noktaya<br />

gelebilme tehlikesini taşıyor. Yapımcılar arka<br />

plandaki hikayeyi uzun süre es geçerlerse,<br />

kötü reytinglerle cezalandırılmaya mahkumlar.<br />

Bones o sınırı çoktan aşmışken, Castle Dedektif<br />

Beckett’ın annesinin cinayeti ve The Mentalist<br />

de Red John muamması ile hala bütün<br />

kozlarını oynamamış olmanın verdiği güvenlik<br />

duvarının içindeler. Smalville’in kanıtladığı<br />

gibi en az on sezon kendini izleten gençlik<br />

dizilerinden One Tree Hill ve Gossip Girl’ün<br />

de gitmeye pek niyetleri yok gibi görünüyor.<br />

Criminal Minds ve CSI silsilesinin de risk<br />

taşımayanlar arasındalar. Zira alanlarının en<br />

sağlam ilk yapımları olmanın meyvesini yemeye<br />

daha sezonlar boyu devam edebilirler. Criminal<br />

Minds spin off’u olan Forrest Withaker’lı<br />

Criminal Minds: Suspect Behavior’ın her ne<br />

kadar orijinal Criminal Minds’ın bu sezonundan<br />

çok daha iyi olsa da tutunamaması, bunun<br />

en güzel kanıtlarından biri. Devam edeceği<br />

neredeyse kesin olan başka bir yapım da hiç<br />

kuşkusuz Desperate Housewives. Bu umut-


suz ev kadınlarından hala sıkılmayan birilerinin<br />

olduğunu bilmek her ne kadar şaşırtıcı olsa da,<br />

yapımcılar sonlandırmadıkça dizinin bitmeyeceği<br />

de belli. Alışkanlığın büyük rol oynadığı televizyon<br />

sektörünün en büyük hatalarından biri<br />

olan izleyici olduğu sürece devam etme durumu<br />

çoğu yapımın kalitesini düşürse de, para<br />

kazandıkları sürece bunda bir sorun olduğunu<br />

düşünmüyorlar yapımcılar anlaşılan.<br />

Smalville’in kanıtladığı gibi en az on sezon kendini<br />

izleten gençlik dizilerinden One Tree Hill ve<br />

Gossip Girl’ün de gitmeye pek niyetleri yok gibi<br />

görünüyor.<br />

Muhtemel iptallere<br />

gelirsek; başarısız<br />

yeni dizilerden The Event, The Cape, No Ordinary<br />

Family, Off The Map, Detroit 1-8-7 neyse<br />

ki gidici görünüyorlar. İlk üç bölümde umutsuz<br />

olduklarını belli eden bu dizilerin yanı sıra<br />

geçen sezonun büyük Flashforward Vs. V<br />

savaşını kazanan V de gidiciler arasında. Listenin<br />

en üzücü dizisi biraz önce de bahsettiğim<br />

gibi kıymeti anlaşılamayan Criminal Minds:<br />

Suspect Behavior…<br />

Yakında zamanda muallaktaki dizilerin de<br />

haberlerini alacağız. O ana kadar elimizdekilerin<br />

kıymetini bilmekte bakmakta fayda var. Bu<br />

belirsiz listeden kim gider, kim kalır bilinmez,<br />

ancak her yeni sezonun daha az ama daha öz<br />

kaliteli yapımla başladığı göz önünde bulundurulursa,<br />

her sezon sonunun, aslında umut dolu<br />

bir başlangıcı müjdelediğini düşünerek, vedaları<br />

daha az zararla atlatabilirsiniz.


30. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu<br />

ödülünü alan Nazan Kesal, Saç filminin hissettirdiklerini<br />

ve ödülün ne anlama geldiğini anlattı<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Tayfun Pirselimoğlu Türk sinemasında minimalist<br />

sinemanın en sadık uygulayıcılarından.<br />

Pirselimoğlu’nun filmleri izleyici açısından hep<br />

zor olmuştur. Onun için “gişesi az, tüketilmesi zor<br />

filmlerin büyük yönetmeni” diyebiliriz. Filmlerinin<br />

oyuncuları da bunların farkında ve üretimlerini farklı<br />

gözle değerlendirirler. Pirselimoğlu’nun son filmi<br />

Saç’ın başrol oyuncusu Nazan Kesal, İstanbul Film<br />

Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” seçilince bu<br />

ödülün ne anlama geldiğini sormak gerekti. Çünkü<br />

Nazan Kesal, bu piyasada ne yaptığını bilen, sanat<br />

ile toplum arasındaki bağlantıyı değerlendirebilen<br />

bir isim. Ne gişe filmlerini aşağılıyor, ne de sanat<br />

filmlerini olmadığı bir yere koyuyor. Yorumlarını çok<br />

değerli bulduğum bu sanatçının röportajı sinemamız<br />

için de önemli bence. Size iyi okumalar…<br />

festival. Her şeyden önce yurtdışı ayağı en sağlam<br />

festival. Böyle bir ödülün nasıl yorumlanması gerekir.<br />

Hem biz sinemacılar, hem medya, bu tür<br />

üretimlerin üzerinde durmalı. Çünkü bizim<br />

yaklaşımımız sinemamızın geleceği için önemli.<br />

“Ben seyirciye yaklaşmamalıyım, seyirci bana<br />

yaklaşmalı.” Bence bu söz çok doğru. Çünkü<br />

bu tür filmler kolay tüketilen filmler değil. Seyirci<br />

2,5 saat, zor bir, filmi seyrediyor. Sanatın kolay<br />

tüketilen tarafına kaçmak basit bir tercih. Bizim<br />

sinemacılarımız ve sanatçılarımız misyonu olan bir<br />

yelpazede durmalı.<br />

Filmle ilgili olarak projeye nasıl dahil oldunuz?<br />

Tayfun yıllardır çalışmak istediğim bir yönetmendi.<br />

Bir gün sanat yönetmeni Natali Yeres aradı,<br />

“Tayfun’un yeni bir film projesi var ve seninle<br />

görüşmek istiyor” dedi, buluştuk, senaryoyu verdi<br />

30. İstanbul Film Festivali’nde Saç filmiyle En İyi<br />

Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldınız, öncelikle bu ödülü<br />

nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Tabii ki ödülü çok önemsiyorum. Her şeyden<br />

önce böyle bir jüriden ödül almak çok sevindirici.<br />

Reha Erdem benim çok beğendiğim ve Türk<br />

sinemasına büyük katkıları olan bir yönetmen.<br />

Onun başkanlığını yaptığı bir jüriden bu ödülü<br />

almak benim için bambaşka anlamlara geliyor.<br />

Fatih Özgüven’in de yazılarını ve eleştirilerini<br />

çok beğenirim. Yani tüm üyeleriyle önemli bir jüri<br />

topluluğuydu. Tayfun Pirselimoğlu gibi sinemanın<br />

sanat yönünü ortaya çıkaran ve gişe endişesi<br />

taşımadan bunu yapan yönetmenler için bu ödüller<br />

çok önemli. Sadece Tayfun Pirselimoğlu özelinde<br />

de değil bu durum, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem,<br />

Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenler için de dediğim<br />

geçerli.<br />

İstanbul Film Festivali şu an Türkiye’deki en önemli<br />

ve gidip okuduğumda çarpıldım. Üç kişilik bir film<br />

Saç, biliyorsunuz. Meryem karakterini masaya<br />

yatırdım ve bu kadına nasıl hayat verebilirim, bu<br />

kadın kim gibi sorular sormaya başladım. Bir kadın<br />

oyuncu olarak senaryoyu çok sevdim.<br />

Rolü beğenmenizde, böyle dolu dolu bir kadın rolü<br />

olmasının da payı var mı?<br />

Evet, aslında bir erkek hikayesi gibi duruyor ama,<br />

Meryem’e olan tutkuyu anlattığı için, senaryoda<br />

kadını daha iyi anlamak adına kadının filmdeki<br />

konumu da giderek güçleniyor. Bu da benim role<br />

bağlılığımı artırdı.<br />

Rol aldığınız filmlere baktığımızda tarzı olan yönetmenlerin<br />

tercihi olduğunuzu görüyoruz. Bu sizin mi,<br />

yoksa onların tercihi mi?<br />

Doğru cevap onlardan gelir ama ben kendi adıma<br />

işini iyi yapan insanların peşindeyim. Oturup rol<br />

beklerseniz olmuyor. İş bulmak için de sektörün<br />

içinde olmanız gerekiyor. Ben içimden bunu çok<br />

diliyorum, mesela Nuri Bilge Ceylan ile çalışmayı


çok dilemiştim, Tayfun’la da öyle. İnsanın taşıdığı bir aura vardır,<br />

istediği şeyler vardır. Ve insanı belirleyen bu seçtikleridir. Biraz<br />

çağırdım diyeyim onları ve onlar da beni duydu. Şimdi seslendiğim<br />

birkaç yönetmen daha var.<br />

Biri Reha Erdem galiba…<br />

Evet, onunla çalışmayı çok isterim, o da çok önemsediğim,<br />

Türkiye’deki sinemanın en önemli isimlerinden biri.<br />

Zeki Demirkubuz ve Yavuz Turgul’la da çalıştınız…<br />

Yavuz ağabey ile çok gençtim o zaman, Gölge Oyunu’nda Sezen<br />

diye bir karakteri canlandırmıştım. Dediğim gibi, işini iyi yapan<br />

insanlarla olmak istiyorum hep. Buna popüler sinema da dahil. Öyle<br />

sanat filmleri oyuncusu gibi bir ayrım yapmak istemem, bu algı<br />

hoşuma gitse de. Kendimi başka türlerdeki, filmlerde de ifade etmek<br />

isterim. Ama benim bildiğim bu belki de.<br />

Saç’ta diyalog az, oyunculuk bağlamında da oyuncuya çok bağlı<br />

kalan ve oyuncuyu bağlayan roller…<br />

Bu tarz minimalist sinema yönetmenin seçimi ve onun oyuncusu<br />

olmak da daha zor. Çünkü az şey söyleyerek çok şey anlatmak<br />

gerçekten zahmetlidir. Ben seviyorum ama… Damıtılmış ifadeler,<br />

damıtılmış beden dili… Amaç öykü anlatmaksa, o öyküyü daha<br />

süzerek anlatıyorsunuz, yani bir şeyler bağırmıyor, her şey ölçülü,<br />

yönetmenin üslubu, sinematografisi, senaryonun ağırlığı, oyuncunun<br />

kattıkları, kamera vs.. .<br />

Peki bu tür filmlerin tüketilmesiyle ilgili problem hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz? Bu tür filmlerin gişe yapmaması bir oyuncu olarak<br />

size nasıl yansıyor?<br />

Çok üzücü tabii. Sinema sadece eğlenceyi anlatan, sadece iyi<br />

vakit geçirten bir sanat değil. Üzülüyorum, çünkü bu tarz filmlerin<br />

bir insana verdiği haz doyumsuzdur, böyle filmler seyretmenin<br />

hazzını taşıyamayan insanların azınlıkta kalması beni üzüyor.Böyle<br />

filmlerde seyirciye çok iş düşüyor, algılaması zor, üzerine kafa<br />

yormak gereken filmler, o bağlantıları kuracak seyircilerin artmasını<br />

istiyorum. Bugün sanat sineması adına en iyi iş yapan filmlerden<br />

3 Maymun’un seyircisi 150 bin sanırım. Bu sayılar ne kadar çok<br />

artarsa Türkiye’deki iyi sinemanın sayısı da, gücü de, o oranda<br />

artacak.<br />

Popüler sinema da olabilir dediniz. Kiminle çalışmak isterdiniz?<br />

Çağan Irmak iyi yapıyor bu işi.<br />

Küçük de olsa Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri’nden bu yana farklı<br />

ve zor rollerde yer aldınız. Bu filmlerle pişmek size neler kattı?<br />

Başladığım noktadan bugüne çok değerli yönetmenlerle çalıştım<br />

ve hepsinden birçok şey öğrendim. . Bugünden bakınca oyunculuk<br />

becerisi anlamında kendimi hala toy buluyorum ama, galiba<br />

neyin olmaması gerektiğini, neyin yanlış olduğunu biliyorum<br />

mesleğim adına. Doğruya ulaşmak daha çabuk yol aldırıyor bana.<br />

Her öyküdeki karakter zaten kendini söylüyor. Size oyuncu olarak<br />

kalan şey, ona vücut, kan, can vermek. Ben artistik patinajlardan<br />

hoşlanmıyorum. Bu çok egosantrik bir iş, sürekli alkışlanıyoruz,


okşanıyoruz reytinglerle, dizilerle, bu çok da tehlikeli aynı zamanda.<br />

Ben oyuncu olduğumu unutarak yaşıyorum. Çünkü bunu yukarı<br />

çıkarıp egomu tırmandırırsam, ego benim karakterimin önüne geçer.<br />

Ben bu tarz oyunculuk ediminden hoşlanmıyorum, ben kaybolmayı<br />

seviyorum. Rol çıksın ortaya. Gerçek yaşamda kendi rolünü iyi<br />

oynayamayan insanlar başka rolleri oynayamazlar. İddialı bir cümle<br />

ama doğru. Kendi kimliğinizi iyi oturtamadığınız zaman hata yapmaya<br />

başlıyorsunuz ve o hatalar işe de yansıyor. Yakışmamış, sahici<br />

değil diyoruz ya izlediğimizde, bunun altında yatan bu işte, unutmak<br />

gerekliliği.<br />

Filme dönersek öfkesini yemek yiyerek dindiriyor, donuk, duygularını<br />

göstermeyen bir kadın Meryem…<br />

Odadaki evlilik fotoğrafına baktığınız zaman 17-18 yaşında hayaller<br />

kurarak evlenmiş bir kadın görüyorsunuz. O fotoğraftan bugüne<br />

geldiğiniz zaman yaşadıklarının getirdiklerini, sınıfsal olarak açlığı,<br />

iletişimsizliği, sevgisizliği, şiddet görmesini… Böyle olunca da<br />

duygulaınır rafa kaldırıyor, kimseyle konuşmuyor. Biz de mutsuz<br />

olduğumuzda aynı şeyi yapmaz mıyız, saçımızı değiştiririz, sürekli<br />

yeriz…<br />

Kadını odağa alan bir film, son dönem pek rastladığımız bir film<br />

değil, oysa 80’lerde feminist dönem ağırlıklıydı, bu günümüzde sizce<br />

ne durumda, eğer bir gerileme varsa sizce bunun nedenleri ne?<br />

Sinema tamamıyla hayattan etkilenen bir sanat, toplum nereye gidiyorsa<br />

sinema da oraya eviriliyor. 80’lerdeki sosyal durum, 12 Eylül,<br />

darbenin yarattığı ruh hali, bacı kavramının parçalanmaya başladığı<br />

bir dönemde kadın filmleri çoğaldı, bir anlamda toplumun bilinçaltını<br />

ortaya çıkardı. Bugün ise kadından çok erkek ve para ön planda…<br />

Ama erkek ne kadar öne çıkarsa kadın o kadar ezilmiş oluyor,<br />

sanatçının derdiyse ezilenden yana olmaktır, o zaman üretimin<br />

artması gerekmez mi?<br />

Kesinlikle. Sinema sektöründeki insanların toplumu algılayıp,<br />

psikolojik çözümlemesini yapıp, senaryo haline getirmedeki<br />

yetersizliği beni de üzüyor. Böyle olduğu için kadın rolleri açığa<br />

çıkmıyor. Bugün gücün, paranın, erkin, iktidarın kol gezdiği, kadını<br />

da bu anlamda ötekileştirdiği bir yapıya doğru gidilmekte.<br />

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey?<br />

Saç filmi, insan olarak, birey olarak bize ayna tutan bir film<br />

aslında. En ideal şey insan olmayı becerebilmektir, hepimiz para<br />

hırsı tuzağına düşürüldük bu sistemin içinde. Bize sadece bir yol<br />

gösteriliyor; para kazan, güçlü ol, ayakta dur. Erdemlerimiz, insani<br />

değerlerimiz nerede? Dayanışma duygumuzu, acıma duygumuzu,<br />

dokunmayı unuttuk. Bu film de unutulmuşluğun bir metnidir.<br />

Bu filmde en çok aklımda kalan şey, az önce konuştuk ya, insan<br />

olduğumuzu unuttuk diye, biz küçücük bir ekiptik ve insan<br />

olduğumuzu birbirimize hep hatırlattık. Sevgiyle, az bütçeye rağmen<br />

o birliktelikten bir sinerji doğurduk. Eğer filmde başarı varsa o başarı,<br />

bu azınlığı bir araya getirdiği için Tayfun’undur.O’na çok teşekkür<br />

ediyorum.


İnsan yıllar geçince en samimi olduğu dostlarının adını<br />

hatırlamakta güçlük çekebiliyor belki ama yıllardır görüşmediği<br />

bir akrabasının adını hiç unutmuyor. İlginç bir bağ ve daha da ilginci,<br />

Türk sinemacılarının seyirci ile hayal perdesinde de olsa, bu<br />

türden kuvvetli bir bağı oluşturabilmiş olması…<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

n Derme çatma dekorlardan, abartılı ama bir<br />

yandan da samimi oyunculuklardan oluşan<br />

ucuz hayaller fabrikasıydı Yeşilçam. Olmamış<br />

tüm yanlarını örtbas etmek için belki de, hep<br />

seyredenine yakın durmaya, ona sevdiği,<br />

özlediği birini hatırlatmaya çalıştı yıllarca…<br />

Seyrederken farkında olmadığımız, ancak<br />

yıllar sonra gelen TV gösterimlerinde<br />

anlayabildiğimiz bir şey de her tarafı dökülen<br />

bu eski filmlerin sanki çocukluğumuza ait bir<br />

yaşanmışlık hissi uyandırması oldu. Meğer<br />

ne kadar çok hısım, akrabamız varmış bizim<br />

o küflü pelikül yığınlarında… Onların perdeye<br />

düşen hatırasına bir saygı duruşu amacı<br />

taşıyan bu yazımızla hepsini bir kez daha<br />

birlikte hatırlayalım isterim.<br />

Annemiz: Adile Naşit<br />

Asıl adı Adile Keskiner’dir. Bunun yanı sıra<br />

Adoş, Adile Ana, Masalcı Teyze diye de bilinirdi.<br />

Tiyatrocu bir aileden gelen Adile Naşit’in<br />

babası ünlü komedyen Komik-i Şehir Naşit,<br />

annesi de Ermeni kökenli tiyatro oyuncusu<br />

Amelya Hanım’dır. Ağabeyi Selim Naşit ve<br />

1950’de evlendiği eşi Ziya Keskiner de tiyatro<br />

sanatçısıdır. Adile Naşit eşi Ziya Keskiner’in<br />

Temmuz 1982’deki ölümünden sonra 16 Eylül<br />

1983 tarihinde Cemal İnce ile gizlice evlendi.<br />

Sinema dünyasında, Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri<br />

Hababam Sınıfı’ndan uyarlanan filmlerdeki<br />

müstahdem Hafize Ana rolü ile olduğu kadar,<br />

Münir Özkul ile karşılıklı oynadığı film-<br />

lerdeki “Anne” rolleriyle de ünlenen Adile<br />

Naşit 11 Aralık 1987’de doğduğu şehir olan<br />

İstanbul’da 57 yaşındayken bağırsak kanseri<br />

sonucu hayatını kaybetmiştir. 13 Aralık<br />

1987 tarihinde Şişli Camisinde tören düzenlendi.<br />

Öğle namazının ardından Karacaahmet<br />

Mezarlığına defnedilmiştir. İstanbul Karacaahmet<br />

mezarlığında ilk eşi Ziya Keskiner ve<br />

oğlu Ahmet Keskiner (1951-1966) ile birlikte<br />

yatmaktadır.<br />

Oyunlarında ve sinema filmlerindeki anne tiplemesi,<br />

kendine has üslûbu ve kahkahası onu<br />

Türk Sinemasının unutulmaz isimleri arasına<br />

yerleştirmiştir. Canlandırdığı anne karakterleri<br />

nedeniyle 1985 yılında Yılın Annesi seçilmiştir.<br />

Aslında o tüm zamanların annesidir! O varken<br />

başka birinin böyle hissettirmesi mümkün<br />

mü? Girdiği her rolde, yanına varıp, eteğini<br />

çekiştirip salçalı ekmek istetecek kadar samimidir.<br />

Tek bir çocuğun değil tüm mahallenin<br />

(Sultan) ya da kocaman, haylaz bir sınıfın<br />

(Hababam serisi) annesidir yeri geldiğinde…<br />

En çok hatırlanan rolünde, Gülen Gözler’in Nezaket<br />

hanımı olarak çocuklarının her açığını ve<br />

eksiğini kapatan, kendini onların yoluna feda<br />

etmiş bir candır. Tıpkı gerçek annelerimiz gibi,<br />

kendini ailesi için feda etmiş, tüm isteklerini<br />

sıfırlamış, yeri geldiğinde babadan gizli bir<br />

müttefik, yeri geldiğinde babaya yollanan bir<br />

elçi olmuştur. Münir Özkul’la oynadıkları bu<br />

anne-baba oyunu sadece Yeşilçam’ın değil,<br />

Türk sinemasının en yoğun gerçek olma durumunu<br />

halidir. Kuzucuklarının onu özlemediği<br />

bir gün bile yoktur.


Babamız: Münir Özkul<br />

İstanbul Erkek Lisesi mezunudur. Sanat<br />

hayatına Bakırköy Halkevi’nde tiyatro ile<br />

başladı. İstanbul ve Ankara’da Devlet tiyatroları<br />

ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oyunlarında<br />

rol aldı. Tiyatro Ses, Küçük Sahne gibi özel<br />

tiyatrolarda Sadri Alışık, Cahit Irgat, Nevin<br />

Akkaya ve Şükran Güngör gibi oyuncularla<br />

görev aldı. Ancak 1950’lerden itibaren rol<br />

almaya başladığı sinema filmleri ile asıl ününü<br />

kazandı. Özellikle 1970’lerin kalabalık kadrolu<br />

ve genellikle Ertem Eğilmez’in yönettiği filmlerde<br />

önemli roller aldı. En bilinen rollerinden<br />

biri onunla özdeşleşen Hababam Sınıfı<br />

serisindeki Özel Çamlıca Lisesi’nin tatlı sert<br />

Müdür Yardımcısı Kel Mahmut tiplemesi oldu.<br />

400’e yakın filmde rol aldı. Adile Naşit’le beraber<br />

oynadığı filmlerle Türk sinemasının unutulmaz<br />

ikililerinden oldu.<br />

İlk dönem filmlerinden önemli olarak Edi<br />

ile Büdü, Halıcı Kız, Kalbimin Şarkısı, Miras<br />

Uğruna, Balıkçı Güzeli; daha sonraki dönemde<br />

çekilen kalabalık kadrolu aile filmleri arasında<br />

Neşeli Günler, Gülen Gözler, Gırgıriye,<br />

Görgüsüzler, Mavi Boncuk, Bizim Aile, Aile<br />

Şerefi sayılabilir. Münir Özkul, 1980 sonrası ise<br />

dönemin akımı olan video için çekilen pek çok<br />

filmde rol almıştır.<br />

Münir Özkul, Yeşilçam’ın tartışmasız en naif<br />

ve gerçek “baba” karakterini oynamış, hatta<br />

üstüne sinen bu kokuyu çıkartması bir daha<br />

mümkün olmamıştır. Bu his o kadar kuvvetlidir<br />

ki Münir Özkul’u çocukken kendi babam<br />

sanırmışım. Bu his orta yaşlı olduğum şu<br />

günlerde hala geçmiş değil… Ertem Eğilmez<br />

ve Arzu Film yaratımı tüm filmleri ve en çok<br />

da Gülen Gözler‘i izledikten sonra hala Yaşar<br />

babamla, bakışır, onun gözlerini kısarak<br />

saçtığı o güven verici gülüşü alır, uyurum.<br />

Yaşar Usta (Münir Özkul) ya da çılgın pilot<br />

Vecihi’nin (Şener Şen) deyişiyle “Yatar utta”<br />

tüyleri dökülmüş yaşlı bir kartal gibi köşesine<br />

çekilmiş, kendi küçük dünyasında mutlu ama<br />

o dünyaya bir zeval geldiğinde kanatlarını açıp<br />

yavrularını koruyacak ve düşmanın gözlerini<br />

oyacak sağlam bir karakterdir. Söylediği de laf<br />

değildir hani… Aile Şerefi filminde Oktay ve<br />

babası onun sabrını zorlayınca, karıncayı bile<br />

incitmeyen Yaşar usta, almış çifteyi, basmış<br />

kokteyli ve Oktay’ın o sefil canını almıştır.<br />

(Münir Özkul’un buradaki adı Rıza’dır ama<br />

aynı karakter özelliklerini sergiler.) Yumuşak<br />

adamdır, haddi olmadan girmez konulara ama<br />

eğer haklıysa ve konu çocuklarıysa “Bak beyim,<br />

sana iki çift lafım var…” der ve hayatınızın<br />

en büyük ayarını verir.<br />

Sahtekar Dayımız: Şener Şen<br />

26 Aralık 1941 tarihinde, o zamanlar marangozluk<br />

yapan ünlü oyuncu Ali Şen’in oğlu<br />

olarak Adana’da dünyaya gelir. Sanat hayatına<br />

İstanbul Belediyesi şehir tiyatrolarında sahneye<br />

çıkarak başlar. Babası gibi sinema<br />

sanatçısı olmak istemeyen Şener Şen, kendisini<br />

tiyatro oyunculuğuna adar. Ancak tiyatrodan<br />

elde ettiği kazanç yetmediği için sinemaya<br />

girmek zorunda kalır. Dublajdan tanıdığı yönetmenlere,<br />

“Figüran olarak beni de çağırın. Ama<br />

bir şartım var, yevmiyemi o gün alayım” der.<br />

Sinemaya ilk adım attığı yıllarda figüranlık<br />

dâhil her işi yapar. Beş yıl boyunca o kadar<br />

küçük rollerde oynar ki, bazen filmlerde<br />

sadece dans etmek veya başrol oyuncusundan<br />

dayak yemek zorunda kalır. 1975 yılında<br />

sinema kariyerinde bir dönüm noktası yaşar<br />

ve Ertem Eğilmez’in unutulmaz filmi Hababam


Yakışıklı Dayımız: Tarık Akan<br />

Tarık Akan, (d. Tarık Tahsin Üregül, 13 Aralık<br />

1949), Türk sinema, dizi oyuncusu.[2] Ses<br />

Dergisi’nin yarışmasında birinci seçilerek sinemaya<br />

girmiştir. Yıldız Teknik Üniversitesi Makine<br />

Mühendisliği ve Gazetecilik Enstitüsünden<br />

mezun oldu.<br />

2002 yılında “Anne kafamda bit var” isimli bir<br />

kitap çıkarmıştır. 1991 yılında daha önceleri<br />

kendisininde okuduğu taş Özel İlkokulu’nu yap<br />

işlet devret sistemi ile alarak Özel Taş Koleji’ni<br />

kurdu.<br />

Sınıfı’nda ‘‘Badi Ekrem’’ tiplemesi ile büyük<br />

sükse yapar. Aynı filmde İnek Şaban tiplemesi<br />

ile ün yapan Kemal Sunal ile müthiş bir ikili<br />

oluşturur ve o yıllarda büyük gişe hâsılatı yapan<br />

Süt Kardeşler, Şabanoğlu Şaban, Tosun<br />

Paşa, Kibar Feyzo, Çöpçüler Kralı ve Davaro<br />

gibi filmlerde oynar.<br />

1984 yılında çekilen Namuslu filmine kadar<br />

başrole çıkmayan Şener Şen bu dönem<br />

içinde üç kağıtçı akraba tiplemesinin en güzel<br />

örneklerini ortaya koyar. Bütün sülale olarak<br />

onun yırtma ve bu uğurda batma hikâyelerini<br />

izler dururuz. İşe yaramazdır ama o kadar sevimlidir<br />

ki bir yerlerden (yastık altlarından, sutyen<br />

aralarından) para bulmayı başarır ve yeni<br />

mucizeler peşinde koşar. En komik repliklerinden<br />

birinde şöyle bahseder sattığı mucize<br />

traj jiletinden; “taçsız kral Pele, Bakenbauer,<br />

Nadya Komanaçi, Biricit Bardo, İngiltere<br />

Kraliçesi Elizabet, Kaleci Mayer , Fenerbahçeli<br />

Cemil... Hepsi de şöhretini bu bıçağa borçlu!”<br />

Anlattığı, hepsi palavra olan hikâyeleri kendinden<br />

başka kimse ciddiye almaz ama dinlemekten<br />

de geri kalmayız. Onsuz çok sıkıcı<br />

olurdu hayat.<br />

Kastettiğimiz,<br />

Tarık Akan’ın<br />

sabun köpüğü<br />

komedilerde<br />

oynadığı<br />

yıllardan kalan<br />

bir “dayı”<br />

tiplemesidir.<br />

Hatta adı<br />

dahi “Sevgili<br />

Dayım” (Zeki<br />

Ökten 1977)<br />

olan bir filmde<br />

oynayarak<br />

konumunu<br />

pekiştirmiştir.<br />

Sülalenin<br />

yakışıklısı<br />

ama pek de<br />

işe yaramazı<br />

olarak, güzel<br />

giyinip,<br />

kızların kalbini<br />

çalarak yaşar<br />

bu dayımız.<br />

Adı da genelde<br />

dönemin popüler ismi olan “Murat”tır.<br />

Aslında hayatın güzelliklerini yaşamaktan<br />

başka bir amacı olmayan, kız mevzularından<br />

ara bulduğunda bizle de ilgilenen Murat dayı<br />

en sonunda kendinden daha büyük bir dilbere<br />

çarpıp Titanik misali batar. Çok yakışıklı<br />

olduğundan yine de mutlu sonların kahramanı<br />

olur o.


Emekçi Amcamız: Ahmet Mekin<br />

Gerçek adı Ahmet Kurtdereli<br />

olan oyuncu 1957<br />

yılında ‘Mahşere Kadar’<br />

adlı film ile sinemaya<br />

geçti. Babacan tavırlı<br />

rollerin vazgeçilmez<br />

adamı oldu. Bir süre<br />

tiyatro oyunculuğu<br />

yaptı. Oyuncu Şükran<br />

Sabuncu’yla evlendi.<br />

Perdede gözüktüğü<br />

vakit seyredene bu<br />

kadar güven veren bir<br />

oyunculuk çok azdır.<br />

Ahmet Mekin bir karakter oyuncusuydu ama<br />

sağlam karakterlerin oyuncusu... Başımıza<br />

bir şey gelirse bize sahip çıkacağından emin<br />

olarak izlerdik onun oynadığı rolleri. Kimseyi<br />

zorlamaz, yardım ederken gösteriş yapmaz,<br />

söz verdi mi tutar.<br />

Zengin Akrabamız, Amcamız: Hulusi Kentmen<br />

Deniz Kuvvetlerinde Astsubay olarak orduda<br />

görev aldı. Emekli olduktan sonra sinema<br />

oyunculuğuna başladı. İlk oynadığı film 1940<br />

yılında “Sürtük” oldu. Tatlı-sert ve babacan<br />

tarzı ile çoğu filmlerinde baba, komiser,<br />

bahçıvan, hakim vb. roller üstlendi, birçoğunda<br />

kendi adıyla oynadı. Kentmen, 1942-1988 yılları<br />

arasında 500’e yakın filmde rol aldı.<br />

Kentmen fabrikatör baba rollerinin gediklisi<br />

olsa da “baba” kontenjanı Münir Özkul’a<br />

tahsisli olduğu için, sevimli ama kendinden<br />

başkasına hayrı olmayan, çocuklarını ezen bize<br />

de nazik olan neşeli, tonton bir “amca” modelidir.<br />

Kız Kardeşimiz: Itır Esen<br />

Fotomodellik yaptığı dönemde Milliyet<br />

Gazetesi’nin ekinin kapağında bir fotoğrafı<br />

yayımlanmıştır. ‘Aşk-ı Memnu’nun kastı için<br />

yeni yüzler aranırken kendisine ‘Bihter’ rolü<br />

teklif edilmiştir. Halit Refiğ, Itır Esen’i görür<br />

görmez kendisine<br />

‘Bihter’in<br />

üvey kızı ‘Nihal’<br />

karakterini<br />

uygun<br />

görmüştür. 1975<br />

yılında TRT’de<br />

yayınlanan 6<br />

bölümlük dizi<br />

ile bir anda<br />

tanınmıştır.<br />

Daha sonra<br />

Münir Özkul<br />

ve Adile Naşit<br />

filmlerindeki<br />

sarışın, hüzünlü<br />

gözleriyle<br />

bakan mahzun<br />

duruşlu genç kız


olarak Türk sinema severlerin kalplerinde yer<br />

etmiştir. Seks filmleri furyasının başlaması<br />

üzerine sinemayı bırakmış ve ünlü sinemacı<br />

Yavuz Turgul’la evlenmiştir.<br />

Evdeki herkesin gözbebeğidir çünkü çok<br />

güzeldir. Bu yüzden biraz da nazlıdır ama<br />

sızlanarak da olsa istediğini yaptırmasını bilir.<br />

Bu kadar güzel bir kardeşe sahip olmanın<br />

zorlukları da vardır elbette... Peşinde hep tehlikeli<br />

tipler vardır ve babamızın başı da en çok<br />

bu yüzden ağrır.<br />

istese de babamız onu en az diğer çocukları<br />

kadar sever. Biraz da annemin yardımcısı<br />

olduğundan evden ayrılsın istemez. Saftır ama<br />

hep iyidir. Kurnazlık yapmayı bile beceremez.<br />

Ablamızı çok severiz...<br />

Ablamız: Ayşen Gruda<br />

Ayşen Gruda, 30 Kasım1945’te istanbul’da<br />

doğdu. Komedi yeteneği, çocuk yaşta<br />

Yeşilköy’deki evlerinde Ermeni komşularının<br />

taklidini yaparken ailesi tarafından keşfedildi.<br />

Televizyon için yaptığı skeçlerden birinde<br />

canlandırdığı “Domates Güzeli Nahide<br />

Şerbet” karakterinden sonra lakabı “Domates<br />

Güzeli” olarak kaldı.<br />

Annemize en yakın tipleme Ayşen Gruda’nın<br />

oynadığı evin büyük kızıdır. Ablamız diğer<br />

kızlar kadar akıllı olmadığından önüne çıkan<br />

ilk kısmete (mesela Vecihi’ye) kapılıp gitmek<br />

Erkek Kardeşimiz: Kahraman Kıral<br />

Kahraman Kıral sinemamızda kısa dönemde<br />

çok başarılı olmuş bir çocuk oyuncumuzdur.<br />

1974 yılında Şaşkın Ördek adlı son filminden<br />

sonra sinemayı bıraktı. Günümüzde<br />

evli ve oto galerisi işleriyle meşgûl olarak<br />

hayatını sürdürmektedir. Kahraman Kıral, Türk<br />

sinemasının en iyi çocuk oyuncusudur. Özellikle<br />

Canım Kardeşim filmindeki performansı<br />

ile gerçek bir aktör olduğunu kanıtlamıştır.<br />

Kaybedilen kardeştir o… Çocukluğun sislerinde<br />

kalan, hiç günahlanmamış, hem gülen hem<br />

de hüznü taşıyan bir kardeş… Narin bedenin<br />

taşıdığı yükün farkında olarak hep acımaklı<br />

bakarız ona ama bir kardeşin metanetiyle de<br />

göz göze geldiğimiz her anda gülümsemesini<br />

çoğaltmaya çalışırız.<br />

İşte böyle... Daha uzak akrabalarda eklenebilir<br />

elbette... Kendimizi hep öksüz ve yalnız<br />

hissetiğimizden midir bilinmez, Yeşilçam’ın<br />

kimi düşleriyle hayali de olsa bir kan bağımız<br />

var, Yeşilçam’ın sadece film olmayan filmlerini<br />

tekrar tekrar izleyip onları ziyaret etmeli, gönüllerini<br />

almalı...<br />

Sanatçı künyeleri için yararlanılan kaynaklar:<br />

Wikipedi<br />

Sinematurk.com<br />

Biyografi.info<br />

Sadibey.com


İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olan Copacabana’nın<br />

yönetmeni Marc Fitoussi ile kadınların dünyasına, Isabelle<br />

Huppert’a, komediye ve festivallere ilişkin konuştuk… 6<br />

Mayıs’ta vizyonda olacak filmin yönetmeni Fitoussi gayet<br />

keyifli bir film çekmiş ve Huppert’e var olan gizemli ve<br />

depresif kadınların çok dışında bir rol vermiş…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Öncelikle bu filmi çekme isteğiniz ve<br />

nedeninizle başlayalım…<br />

Öncelikle tek bir karakter hakkında bir<br />

film yapmak istedim. Bir önceki uzun<br />

metraj filmim “La Vie D’artiste’te, iç içe<br />

geçmiş üç insanın kaderini anlatırken,<br />

bu beni filmdeki her bir kahramanın<br />

hayatındaki ilginç olaylara odaklanmaya<br />

zorladı. Bir başka açıdan bakılırsa, ,<br />

Copacabana’nın her karesinde, Babou<br />

karakteri sadece inanılmaz talihsizliklerle<br />

karşılaşmıyor ayrıca yaşadığı işsiz<br />

güçsüzlükten dolayı melankolik bir ruh<br />

taşıyor. Bu yüzden filmde Babou karakter<br />

olarak bana geniş bir perspektif verdi.<br />

Ayrıca “Bonbon au poivre” isimli kısa<br />

metraj komedi filmimde değindiğim konulara<br />

tekrar geri dönmek istedim. Bu kısa<br />

metrajlı film, beni fikir olarak daha ileriye<br />

götürdü. Copacabana’da müşterilere<br />

uygulanan agresif satış tekniklerini kendisi<br />

öğrenmesi gerekirken, bu tekniklere<br />

tahammül edemeyen bir kadın var.<br />

Sosyal sorunlardan yola çıkan bu komedide,<br />

hayatın sınırlarında yaşayan<br />

bir kadın, aniden kendini “çok normal”<br />

ortamın içinde bulur. Bu normal ortam<br />

aslında onun için tamamıyla yabancıdır.<br />

Copacabana’da bu karakter Babou.<br />

Onu sıradan bir insana dönüştürmesi<br />

gereken bu tecrübe aslında Babou’nun<br />

düz ve dar bir hayata ne kadar alerjik<br />

olduğunu ve onun yoldan çıkmaya ne<br />

kadar meyilli olduğunu gösterecek.<br />

Kadınların dünyası her zaman ilginizi çeker<br />

mi? Ya da kadınların dünyasının ilgiye<br />

değer olduğunu düşünür müsünüz?<br />

Neden bilmiyorum ama kadınların filmlere<br />

karşı daha tutkulu olduklarına inanıyorum<br />

ve benim senaryolarımda kadın oyuncular<br />

senaryoya farklılık katıyorlar. Benim film<br />

yapma arzum yönetmenlerden çok kadın<br />

oyunculardan kaynaklanıyor.<br />

Filmin ilgi çekici bir yanı da Isabelle Huppert.<br />

Onu öncelikle kendi kafanızda bu<br />

role nasıl yerleştirdiniz, sonrasında onu<br />

nasıl ikna ettiniz? Anne – kızı beraber<br />

oynatacağınızı düşüyor muydunuz? Önce<br />

kızıyla çalışıp sonrasında Huppert’i aklınıza<br />

getirmişsiniz anlaşılan …<br />

Lolita ile ilk uzun metraj filmimde<br />

çalışmıştım ve onu Copacabana’da Esmeralda<br />

rolü için düşündüm. Ve sonrasında<br />

Esmeralda’nın annesini oynayacak bir<br />

oyuncu bulmam gerekiyordu. Neden<br />

Lolita’nın gerçek annesi olmasın dedim.<br />

Isabelle tanıdığım en iyi Fransız oyunculardan<br />

biri. Bu rol daha önceki rollerinden<br />

daha hafif bir rol olmasına karşın, onu gerçekten<br />

bu rolde görmek istedim. Lolita’yla<br />

konuşup annesi ile birlikte aynı filmde<br />

rol almak isteyip istemeyeceğini sordum.<br />

Şanslıyım ki, onlar da böyle bir olasılığın<br />

olup olamayacağını düşünüyorlarmış.<br />

Babou’ya onun gözünden bakabildiniz mi,<br />

yani Huppert nasıl bir Babou oldu?<br />

Onun yaratıcı ve virtüöz performansı ile<br />

karakterdeki en küçük nüanslar


mütemadiyen zenginleşti. Bu konuda<br />

uzun uzun konuşabilirim. Fakat bu hususta<br />

birkaç tane örnek vereyim; Isabelle<br />

Babou’yu geliştirdi. En iyi örnek Bart<br />

ile olan bovling sahnesinde, bir sonraki<br />

seyahatinin Brezilya’ya olacağından<br />

bahseder. Ve dışarıya diye bağırırken,<br />

“canınız cehenneme” hareketi yapar.<br />

Isabelle çok komik olmamasına rağmen<br />

bu hareketi doğaçlama yapıyor ve<br />

Babou’nun o sahnede aslında kızının<br />

sevgisini tamamiyle kaybetmesinin<br />

acısını yaşıyor. Daha sonra Ostend’te<br />

bir öğle yemeği arasında Amadine’in<br />

geçmişi ile ilgili zoraki sorularının<br />

bombardımanına tutulduğu sahne var.<br />

Başta Babou, bir yandan yemek yerken<br />

bir yandan da sorulara yanıt vermemeye<br />

uğraşıyor. O soruların sorulmasının<br />

Babou’nun canını sıkabileceğini nasıl<br />

gösterebiliriz diye düşündüm. Bir<br />

planda, Babou içtiği içeceğin pipetini<br />

yere atarak, sinirlenerek konuşmayı<br />

sonlandırıyor. Bunun gibi detaylar karaktere<br />

gerçek ivme kazandırıp, net bir<br />

komedi tadı veriyor. Isabelle hakkında<br />

beni asıl heyecanlandıran; onun diğer<br />

karakterleri dinlerken bile, sihirli bir<br />

uygulamacı olarak sahnedeki ışığını<br />

göstermesi. Editörümle zaman zaman<br />

karşı açı vermemiz gerektiği anlarda<br />

bile Isabelle’in yüzünü göstermeyi daha<br />

çok istedik. Babou’nun ifadesindeki<br />

acının yoğunluğunu, Esmeralda onu<br />

düğününde istemediğini söylediği zaman<br />

ve yıkımı ise onu işten çıkarılmış halde<br />

bulduğu zaman … işte bu anlar severek<br />

uzattığımız muhteşem sinemasal anlar…<br />

Kalıplara sığmayan bir kadını anlatmak<br />

mıydı derdiniz?<br />

Ben sıra dışı bir karakterin portesini<br />

çizmek istedim tabi o sosyal anlamda<br />

etkin olmak için mecburi taleplere<br />

direniyor. Babou, gevşek tavırlı ve sorumsuz<br />

gibi görünse de, aslında özgür<br />

davranıyor. Başarısız olmaktan dertli<br />

ama çektiği sıkıntılar, onun hayat enerjisini<br />

azaltmıyor.


Toplumsal eleştiri filmlerini bu kadar sakin<br />

ve canlı yapmayı tercih ediyorsunuz<br />

anlaşılan. Neşeli bir tarzınız var… Toplumsal<br />

sorunların bu şekilde nasıl yansıdığınız<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Anlatmak istediğim hikaye ne olursa olsun,<br />

hikayenin komedi olmasını tercih ediyorum.<br />

Ben izleyiciyi konuşturan tartıştıran filmleri<br />

severim. Bunu yaparken de çok rahatım.<br />

Mesela hiçbir zaman Babou’yu iş bulma<br />

kurumunda göstermeyi ya da fazla para<br />

alma konusunda pazarlık yaparken göstermeyi<br />

düşünmedim. Bazı şeyleri ima etmeyi<br />

tercih ederim. Her zaman hayatta kaybedenlere,<br />

tembel insanlara ilgim oldu çünkü<br />

onlar rutin bir hayatın içindeki maceranın<br />

boyutunu gösterirler. Bu, herhangi bir<br />

olayda şansızlığa direnmenin en önemli<br />

sınavıdır. Evet komedinin kesinlikle ciddi<br />

sorunları aşmada önemli bir tür olduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

Komedi trajediden daha mı zor yoksa daha<br />

mı kolay?<br />

Gerçek zorluk aslında bir filmde komedi ile<br />

dramı karıştırmak.<br />

Türk sinemasına ve izleyicisine bakış açınız?<br />

Fransa’da maalesef, biz sadece Cannes<br />

Film Festivali gibi Uluslararası Film Festivallerinde<br />

Türk filmlerini izleyebiliyoruz. Sadece<br />

Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun<br />

filmlerini biliyorum. Reha Erdem’in<br />

Kosmos’unu gerçekten çok beğendim.<br />

Nasıl buldunuz festival ortamını? Filmle<br />

etkileşim nasıldı seyirci bazında?<br />

Festival çok iyi yapılmış bir organize edilmiş<br />

ve eğlenceli. En iyi tarafı tüm film gösterimleri<br />

dolu oluşu ve her filmin sonundaki soru<br />

ve cevap bölümünde birçok insan soru<br />

sormak için el kaldırıyor. Ve çok ilginç sorular<br />

soruyor.<br />

Filminize olan reaksiyonlar nasıldı?<br />

Filmi Türkiye’de görmek memnuniyet verici.<br />

Seyircinin tepkisi Fransa’daki gibi olumluydu.<br />

Sinemanın sınırları kolayca aştığını görmek<br />

çok hoş.


n Hollywood’un gişe filmlerinin ucuz taklitleri<br />

olan İtalyan replikalarının tüm dünyayı sardığı ve<br />

asıllarının ünü yüzünden iyi iş yaptıkları 80’lerde<br />

bazı uyanık Türk sinemacıları da bu tür çabalara<br />

giriştiler. Bunların en ünlüsü yaban ellerde Türk<br />

Star Wars’ı olarak bilinen Dünyayı Kurtaran Adam’ın<br />

aslında bir iki çalıntı uzay savaşı sekansı dışında<br />

Star Wars’a benzer pek bir yanı yoktur, İlle de benzetmek<br />

gerekirse Flash Gordon’la daha kuvvetli bir<br />

etkileşim içerir.<br />

Fakat biz bugün artık çok iyi bilinen Dünyayı Kurtaran<br />

Adam yerine Kült film shoplarında “Turkish<br />

Conan” olarak nam salan ve tarih öncesi bir avantür<br />

olan Altar’dan bahsedeceğiz.<br />

Conan’ın Türkiye’de zaten iyi bilinen bir çizgi roman<br />

kahramanı olması ve filmininde iyi iş yapması<br />

yüzünden bir Türk Conan’ını çekmek farz olmuştu ve<br />

bu da eski sinamacılardan Remzi Jöntürk’e kısmet<br />

oldu.<br />

Tarkan çizgi romanlarda ve filmlerinde hep “Ben<br />

Altar’ın oğlu Tarkan!” diye bağırır ama bu filmin<br />

kahramanının Tarkan’la bir akrabalığı yok... Çok<br />

daha öncesi bir zamanda geçen bir öykü bu.<br />

Filmin öyküsü çok eski çağlarda belirsiz bir ülkede<br />

(bir iki kez Urartu adı geçiyorsa da bağlantı yoktur.)


geçer. Ülkeyi zalim Zodiak (Eşref Kolçak) yönetmektedir.<br />

Zodiak ateşin sahibidir ve ateşi izinsiz<br />

kullananı ölümle cezalandırır. Zodiak’a karşı Utah<br />

(Sait Seyit) çıkar, gökten düşen bir taştan görkemli<br />

bir kılıç yapar ve granit bir kayaya saplar (Excalibur<br />

burada bir kez daha karşımıza çıkıyor.) Oğlu<br />

Altar (Cevat Pars) büyüyünce bu kılıçla ülkeyi<br />

kurtaracaktır. Utah kendinin yakarak ölür, Altar<br />

(Sait Seyit) büyür ve azman bir savaşcı olur, Esir<br />

tüccarı Osep’in (Kazım Kartal) eline düşer. Altar<br />

her gün dövüşür, her gece de sevişir.<br />

Günün birinde Osep’ten kurtulur ALtar, babasının<br />

da tanıdığı kraliçe Alyoki’nin (Çeçilya Daymaz) ile<br />

karşılaşır, ona zorla sahip olur. Nino, Altar’ı hançeriyle<br />

yaralar, ama sonra bir mağarada “Voodo”<br />

büyülerini kullanarak tedavi eder.<br />

Nino, öldürülen Zodiak’ın deli oğlu Hunka’nın<br />

(Nuri Alço) sarayına gelir, esir düşer. Altar<br />

tek başına Hunka’nın askerlerini dağıtır.,<br />

babasının kılıcını granit kayadan çekip alır ve<br />

Hunka’nın sarayını basar!<br />

Altar, diğer yerli işlerden farklı olarak, vizyona<br />

girmeden önce salonlar uzun süre fragmanını<br />

gösterdi ve bu da izleyici beklentisini yükseltti.<br />

Remzi Jöntürk gerçekten düzgün bir<br />

fantastik film çektikleri konusunda Anadolulu<br />

sinema sahiplerini ikna etmişti ve filmi<br />

güçlü bir şekilde pazarladı. Film için Ator


filmininkine çok benzeyen fiyakalı bir afiş<br />

yapılmıştı. Neredeyse bir Hollywood filminin<br />

yeterliliğinde olan fragman filmdeki gerçekten<br />

ilginç anları içerdiği için hem sinema sahipleri<br />

hem de perdede fantastik bir yerli yapım görmeye<br />

alışık olmayan izleyici (en azından ben)<br />

oldukca umutlanmıştı ama film tüm bu beklentileri<br />

boşa çıkardı. Filmdeki diyaloglar ve vıcık<br />

vıcık duygusallık izleyiciyi filmden direkt olarak<br />

soğuttu. Diyaloglara örnek vermek gerekirse :<br />

Utah ateş kralına “Ateş, Su, Toprak hepsi<br />

Utah’ın” der. Ateş kralı kaale almaz, askerlerine<br />

bakıp “zippo, keranyuk, da” diye bağırır, askerler<br />

Utah’a doğru giderken, kendisi “Seni, askerleri<br />

ve kuzenlerini biçerim” şeklinde bir tehdit<br />

savurur. Askerler tınmaz ve Oltar’ın çevresinde<br />

halka yaparlar. Oltar Excalibur’un modifiye versiyonu<br />

diyebileceğimiz kılıcıyla ekseni etrafında<br />

dönüp saniyede 3 asker hızıyla katliam yapar.<br />

Katliamın sonlarına doğru kılıçla beraber<br />

yuvarlanır, kılıç ağır gelmiştir. O sırada ortaya<br />

Utah’ın oğlu çıkar, Utah oğluna “sana gelme<br />

demedim mi! kan bahçesinde çiçek yetişmez<br />

demedim mi!” diye feveran eder. Altar babasına<br />

“Kılıcın zulmünü izlemeye, onları biçmeni görmeye<br />

geldim” der.<br />

Filmde böyle iddialı ama kabız pek çok diyalog<br />

var ama en şahanesi Altar’dan bahseden dış<br />

ses... Bir keresinde aynen şöyle diyor; “Altar<br />

gündüzleri savaşarak, geceleri sevişerek hayatta<br />

kalmaya çalışıyordu,” Sevişerek hayatta kalmaya<br />

çalışmak!<br />

Altar’da düzgün görüntüler, kimi özenerek<br />

hazırlanmış maskeler ve miğferler yer alır; ancak<br />

Conan’dan çokca esinlenen film dağınık bir<br />

senaryo, ağdalı diyaloglar, abartılı bir oyunculuk<br />

sayesinde inanılmaz derecede “Kitsch” olmaktan<br />

öteye gidemezdi ve öyle oldu. “Conan The Barbarian”<br />

ve devamı “Conan The Destroyer” gibi<br />

iki süper fantastiği ve sonrasında “Beastmaster”<br />

“Sword and the Sorcerer” ve onlarca replikayı<br />

görmüş olan sinema seyiricisi için Altar, tatsız<br />

tuzsuz bir deneyim olmaktan ileri gidemedi. Bu<br />

hezimet yüzünden olsa gerek; Altar tamamen<br />

göz önünden çekilmiş bir yapım… Kara Murat<br />

ya da Tarkan serisi gibi üzerine çokca yazılmış,<br />

konuşulmuş bir film değil. Show TV bir dönem<br />

geç saatlerde ya da Cumartesi öğle sonralarında<br />

zaman doldurmak için bu filmi yayınladı. Digiturk<br />

platformunda yayın yapan “SinemaTurk” kanalı da<br />

filmi uzun zaman gösterdi.<br />

Altar tüm olumsuz yanlarına karşı tarih öncesi<br />

fantastiğinin yerli tek örneği olarak ilgiyi ve<br />

saygıyı hakediyor. Ayrıca Nuri Alço gibi fenomen<br />

olmuş bir oyuncuyu alışık olmadığımız bir rolde<br />

görmek hepinizi heyecanlandıracaktır. Her şeye<br />

rağmen, filmi yapan sinemacı takımına da cesaretleri<br />

için bir kez daha teşekkür ediyoruz.


Bir mültecinin kızı olan Julie Gavras, hayatı<br />

boyunca politik kişiliğiyle var olan ve bu<br />

yönüyle dünya sinemasında önemli bir yer<br />

işgal eden babasının izinden gideceğinin<br />

sinyallerini, bu ilk filmiyle verdi. İkinci<br />

filmi Aşkın İkinci Yarısı orta kuşağa<br />

esprili bir şekilde eğiliyor ve asla<br />

yaşlanmamak gerektiğini savunuyor!


BANU BOZDEMİR<br />

n Festivalde yönetmenlerin ya da oyuncuların<br />

çocuklarının çektiği ya da oyunculuk yaptığı<br />

filmlere rastlayınca anne babasının izinde olan<br />

ünlülerin çocuklarına bir göz atmak istedim ve<br />

bayağı kabarık bir liste çıktı karşıma…<br />

Samira Makhmalbaf / Mohsen Makhmalbaf<br />

Sinemaya, 1987’de yedi yaşındayken, babası<br />

yönetmen Mohsen Makhmalbaf’ın çektiği<br />

Bisikletçi adlı filmde rol alarak başladı. 17<br />

yaşındayken ilk yönetmenlik deneyimini<br />

yaşayan Samira, filmi “Elma” ile 1998 Cannes<br />

Film Festivali’ne katılan en genç yönetmen<br />

ünvanını aldı. `11`09``01 filminin 11 yönetmeninden<br />

biri olan genç yönetmen, aynı zamanda<br />

çektiği bazı filmlerin senaryolarını da yazdı.<br />

İran’da bir kadın olarak yaşamanın zorluklarına<br />

karşın, Ortadoğu’da kadın ve çocukların<br />

hayatının zorluklarını beyazperdeye yansıtan<br />

Samira’nın kardeşleri ve annesi de sinema<br />

sanatına gönül verdi; Hana Makhmalbaf da<br />

genç bir yönetmen olarak sinema dünyasında<br />

yerini aldı. Filmografisi: İki Bacaklı At (2008),<br />

Çılgınlığın Keyfi – 200, `11`09``01 – 2002, Karatahta<br />

– 2000, Elma – 1998, Bisikletçi - 1989<br />

(oyuncu)<br />

Sofia Coppola / Fransis Ford Coppola<br />

14 Mayıs 1971 New York doğumlu, Akademi<br />

Ödüllü Amerikalı yönetmen, aktris ve yapımcı.<br />

Jane Campion, Lina Wertmüller ve Kathryn<br />

Bigelow ile birlikte En İyi Yönetmen Akademi<br />

Ödülü’ne aday gösterilmiş dört kadından biri. İlk<br />

yönetmenlik deneyimi olan The Virgin Suicides<br />

1999 filmiyle ünlendi. Büyükbabası Carmine<br />

Coppola besteci, babası: Francis Ford Coppola<br />

Oscar ödüllü bir yönetmen, kardeşi Roman Coppola<br />

bir aktör, kuzeni Nicolas Cage Oscar sahibi<br />

bir aktördür. 1991 yılında Razzie olarak bilinen<br />

ve yılın en kötülerine verilen Altın Ahududu<br />

Ödüllerinde En Kötü Yardımcı Aktris ödülünü<br />

kazandı. Filmografi: Bed, Bath and Beyond<br />

(1996), Lick the Star (1998), The Virgin Suicides<br />

(1999), Lost in Translation (2003), Marie Antoinette<br />

(2006), Somewhere (2010).


Lolita Chammah / İsabelle Huppert<br />

1 Ekim 1983, Paris doğumlu. Lolita Chammah,<br />

akrist Isabelle Huppert ile film dağıtımcısı Ronald<br />

Chammah’ın kızı. 1988 yılında yönetmen<br />

Chabrol’un “Une Affaire Du Femme “ filminde<br />

küçük bir rol ile sinemaya adımını attı. Bu<br />

filmde annesi Isabelle Huppert de başroldeydi.<br />

2000 yılında yönetmenliğini Laurence Ferreira<br />

Barbosa’nın yaptığı “La vie Moderne” filmde<br />

Lolita Chammah, Isabelle Huppert ile tekrar<br />

kamera karşısında birlikte oynama şansını<br />

yakaladı. 2007 yılında Lolita Chammah, yönetmen<br />

Marc Fitoussi’nin ilk uzun metraj filmi<br />

olan La vie d’artiste’te başrolde yer aldı. 2009<br />

yılında Julie Depardieu ve Charlotte Rampling<br />

ile birlikte rol aldığı “ La Femme invisible”<br />

filmi Fransa’da önemli bir gişe başarısı elde<br />

etti. 2010 yılında Marc Fitoussi’nin yeni filmi<br />

“Copacabana’da anne kız yine kamera karşısına<br />

geçti.<br />

Kirk Douglas’ın 1960’lardaki filmlerinde asistan<br />

yönetmen olarak işe başladı. 1960’ların sonunda<br />

birkaç filmdeki (Hail,Hero! -1969, Adam at 6<br />

A.M. -1970, Summertree -1971) dönemin idealize<br />

genç adamlarını oynadığı rollerin ardından<br />

Douglas, The Streets of San Francisco adlı<br />

polisiyede rol aldı. Oyunculuğunda açıkça ortaya<br />

koyduğu bağımsız yapısı gözönüne alınarak<br />

kendi jenerasyonundaki diğer starlardan önde<br />

tutulan aktör, 1987 yılında Gordon Gekko rolünü<br />

canlandırdığı Oliver Stone filmi Wall Street ile<br />

En İyi Erkek Oyuncu dalında Oskar Ödülü’nün<br />

sahibi oldu. Aynı yıl Glenn Close ile birlikte Fatal<br />

Attraction’da yeralan Douglas, 1992 yılında Sharon<br />

Stone ile Basic Instinct (Temel İçgüdü) filminde<br />

oynadı. Bu başarılı filmdeki cinayet masası<br />

dedektifi Nick Curran rolüyle ününe ün kattı.<br />

2000 yapımı A Song for David filminde nihayet<br />

babası Kirk Douglas’la çalışma fırsatı buldu.<br />

Michael Douglas / Kirk Douglas<br />

Michael Kirk Douglas, 25 eylül 1944’de New<br />

Brunswick, New Jersey’de dünyaya geldi.<br />

Babası ünlü aktör Kirk Douglas, annesi ise<br />

Bermuda’lı aktris Diana Dill. Hem yapımcı hem<br />

de oyuncu olarak modern Hollywood filmlerine<br />

çifte güç katan Michael Douglas, babası<br />

Asia Argento / Daria Argento ve Daria Nicolodi<br />

Korku sineması üstadı Dario Argento’nun kızı.<br />

1993’te ilk rolünü babasının filmi Traumada<br />

oynadı. Çıplak olduğu sahneyle dikkat çeken<br />

Argento ilk ödülünü de bu filmle ‘En İyi Bayan<br />

Oyuncu’ olarak aldı. 1998’de Amerikan filmlerine<br />

sıçradı ve 2002’de bir Hollywood filmi olan<br />

xXx’te oynadı. 2005’te Gus van Sant’ın Last<br />

Days ve George Romano’nun Land of The Dead<br />

filmlerinde oynadı, babasının Gözyaşlarının<br />

Annesi filminde rol aldı . 2006’da Birol Ünel ile<br />

Transylvania adlı filmde oynayarak özüne döndü<br />

diyebiliriz. 2004 yılında Aldatan Yürek adlı ilk<br />

sinema filmini çekti!


Julie Gavras / Costa Gavras<br />

Ünlü yönetmen Costa Gavras’ın kızı Julie<br />

Gavras, ilk filminde, arkadaşı Domitilla<br />

Calamai’nin aynı isimli romanını sinemaya<br />

aktardı. Bir mültecinin kızı olan Julie Gavras,<br />

hayatı boyunca politik kişiliğiyle var olan ve bu<br />

yönüyle dünya sinemasında önemli bir yer işgal<br />

eden babasının izinden gideceğinin sinyallerini,<br />

bu ilk filmiyle verdi. İkinci filmi Aşkın İkinci<br />

Yarısı orta kuşağa esprili bir şekilde eğiliyor ve<br />

asla yaşlanmamak gerektiğini savunuyor! Julie<br />

Gavras babasının 2005 yapımı Ölümcül Gerçek<br />

filminde de rol aldı aynı zamanda…<br />

Jaden Smith / Will Smith<br />

Jaden Christopher Syre Smith 1998 Kaliforniya<br />

doğumlu. Aktör/rapçi Will Smith’in oğlu.<br />

The Pursuit of Happyness filminde babası<br />

Will Smith ile birlikte baba, oğul karakterleri<br />

oynadılar. 79. Akademi Ödüllerinde Abigail<br />

Breslin ile birlikte Best Animated Short ve Best<br />

Live Action Short ödüllerini sundu. The Pursuit<br />

of Happyness filmiyle birlikte Phoenix Film<br />

Eleştirmenleri Birliği’nin En İyi Genç Oyuncu<br />

Ödülünü, MTV Film Ödülleri’nde En İyi Çıkış<br />

Yapan Oyuncu ödülünü kazandı. En son The<br />

Karate Kid’de rol aldı.<br />

Jim Loach / Ken Loach<br />

Yıldızlarla dolu bu dram, İkinci Dünya<br />

Savaşı’ndan sonra İngiltere’de yaşanan en<br />

büyük skandallardan birini ele alıyor: 1940’larda<br />

ve 1950’lerde 130.000 çocuğun İngiltere’den<br />

Avustralya’ya evlatlık olarak verilip ülkelerinden<br />

koparılmaları, hatta tacize uğramaları. Film,<br />

İngiliz hükümeti tarafından yıllarca gizlenen bu<br />

skandalı 1980’lerde ortaya çıkaran eski kamu<br />

görevlisi Margaret Humphreys’in çabalarını<br />

konu alıyor. Ailesi için en iyiyi yapmayı<br />

hedeflemiş bir anne olan Humphreys bu uğurda<br />

binlerce aileyi birleştirdi ve sorumluları hesap<br />

vermeye zorladı. Bu inanılmaz cesaret,<br />

merhamet ve adaletsizlik hikâyesi, babası<br />

Ken Loach’la aynı vicdani duyarlılığı paylaşan<br />

yönetmen Jim Loach’un ilk filmi. 1969 doğumlu<br />

Jim babasının izinde!<br />

Gülşah Alkoçlar / Hülya Koçyiğit<br />

Türk Sineması’nın yıldız oyuncusu Hülya<br />

Koçyiğit ile Fenerbahçe’nin Milli futbolcusu<br />

Selim Soydan’ın kızlarıdır.Futbolu bıraktıktan<br />

sonra film ihracatı ve yapımcılığı işleri ile<br />

uğraşan babasının film şirketi adına 1976’da<br />

çekilen Gülşah filmiyle küçük yaşlarda sinema<br />

oyunculuğuna başladı.Ardından ilk filmin<br />

devamı niteliğini taşıyan “Gülşah Küçük Anne”<br />

ve “İbo ile Gülşah” filmlerinde oynadı.


Kiefer Sutherland / Donald Sutherland<br />

Kiefer Sutherland, 21 Aralık 1966’da, İngiltere’nin<br />

Londra şehrinde iki başarılı oyuncu olan Donald<br />

Sutherland ve Sherley Douglas’ın çocuğu olarak<br />

dünyaya geldi. 1984 yapımı The Bay Boy, oyuncunun<br />

ilk filmidir. Bu filmdeki performansıyla<br />

Genie’de “En İyi Aktör” ödülüne aday oldu.<br />

1996’da, babası Donald Sutherland’le birlikte rol<br />

aldığı A Time to Kill filminde, Freddy Lee Cobb<br />

Angelina Jolie / John Voight<br />

Angelina Jolie, 4 Haziran 1975’te Oscar ödüllü<br />

ünlü aktör John Voight ve aktrist Marcheline<br />

Bertrand’ın kızı olarak doğdu İlk kez 1982’de<br />

babasının oynadığı Lookin’ to Get Out (1982)<br />

filminde görülen Jolie’nin oyunculuk kariyeri<br />

düşük bütçeli bir film olan Cyborg 2 (1993) ile<br />

başladı. İlk başrolünü Hackers (1995) filmi ile<br />

aldı. Önemli övgüler alan biyogrofik filmler<br />

olan George Wallace (1997) ve Gia’da (1998)<br />

başrolde oynadı ve Girl, Interrupted’daki<br />

(1999) performansı ile En İyi Yardımcı Kadın<br />

Oyuncu dalında Akademi Ödülü aldı. Lara<br />

Croft: Tomb Raider (2001) filmi ile büyük<br />

başarı sağlayarak dünyaca ünlü tanınmış<br />

bir oyuncu haline geldi. Sonrasında ise<br />

Hollywood’un en çok tanınan ve en çok kazanan<br />

oyuncularından oldu.<br />

adında bir Ku Klux Klan üyesini canlandıran<br />

aktör, 1997’de, Armitage 3: Poly-Matrix filminde,<br />

dedektif Ross Syllabus’u seslendirdi. Yine aynı<br />

sene, Truth or Consequences filminde yönetmenlik<br />

ve yardımcı aktörlük yaptı. 1998’de,<br />

Dark City filminde, Daniel Schereber rölünde<br />

karşımıza çıkan aktör, 1999’da, Woman Wanted,<br />

yönetmenliğini de yaptığı Eye of the Killer ve<br />

After Alice filmlerinde boy gösterdi.<br />

Melanie Griffith / Tippi Hedren (Birds)<br />

Melanie Griffith 1930 doğumlu Tippi<br />

Hedren’in kızıdır, annesi Kuşlar rolündeki<br />

Melanie Daniels rolü ile ün kazanmıştır. 1957<br />

yılında doğan ve Antonio Banderas ile evli<br />

olan Griffith birçok filmde rol aldı. Another<br />

Day in Paradise, Working Girl ve Buffalo Girl<br />

bunlardan bazıları…


Goro Miyazaki / Hayao Miyazaki<br />

Efsanevi mangaka ve anime yönetmeni<br />

Hayao Miyazaki’nin oğlu olarak 1967<br />

yılında Tokyo’da dünyaya geldi. Shinshu<br />

Üniversitesi Ziraat Fakültesinden<br />

mezun olan Goro Miyazaki, peysaj mimarisi<br />

üzerine meslek icra etmiş, 1998<br />

yılından itibaren Ghibli Müzesi’nin<br />

genel tasarımı ile uğraşmıştır. 2001<br />

yılından 2005 yılına kadar da müzenin<br />

genel müdürlüğünü yapmıştır. 2006<br />

yılında Yerdeniz Öyküleri’ni çekti,<br />

yeni filmi Kokuriko-zaka Kara’yı ise<br />

bu sene çekti… Babasının izinde bir<br />

anime yönetmeni o.<br />

Jamie Lee Curtis- Janet Leigh ve Tony Curtis<br />

Tony Curtis’in kızı, 1958 Los Angeles doğumlu.<br />

1978’de oynadığı ve ilk sinema filmi olan Halloween<br />

filmindeki rolüyle ünlendi. John Carpenter’s<br />

The Fog, A Fish Called Wanda, Virüs,<br />

Freaky Friday ve Beverly Hills Chihuahua gibi<br />

filmlerde rol aldı.<br />

Nick Cassavetes / John Cassavetes<br />

1959 doğumlu aktör John<br />

Cassvetes’in oğlu. Oyuncu, senarist<br />

ve yönetmenlik yapıyor. 2004 yapımı The<br />

Notebook, 2002 yapımı Q filminin yönetmeni,<br />

2006 yapımı Alpha Dog filminin ve son filmi Kız<br />

kardeşimin Hikayesi’nin hem senaristi hem de<br />

yönetmeni.<br />

Danny Houston / John Houston<br />

Danny Huston. 14 mayıs 1962 Roma doğumlu<br />

Amerikalı aktör. Danny Huston oyuncu bir<br />

aileden gelmektedir ve doğuştan oyuncu sayılır.<br />

Babası iki akademi ödülü sahibi John Huston<br />

ve büyükbabası akademi ödülü sahibi Walter<br />

Huston’dur. Üvey kardeşi ise Angelica Houston.<br />

Duncan Jones / David Bowie<br />

David Bowie’nin adını Zowie koyduğu oğlu<br />

büyüdü, adını Duncan olarak değiştirdi ve<br />

geçen hafta dağıtılan İngiliz Bağımsız Film<br />

Ödülleri BIFA’da en iyi yeni yönetmen dalında<br />

ödül almakla kalmadı, sadece 2,5 milyon sterlin<br />

bütçe ile çektiği bilim kurgu filmi Moon/ Ay’da<br />

en iyi film ödülünü aldı.


n Dario Argento, sinemanın en ünlü gotik<br />

korkularından biri ve “Üç Anne”<br />

üçlemesinin(diğerleri : “Inferno” ve “La Terza<br />

Madre”) ilki olan “Suspiria”nın senaryosunu,<br />

ortağı – sevgilisi (Asia Argento’nun da annesi<br />

) Daria Nicolodi ile yazdı… Etkilendikleri<br />

metinler arasında Thomas De Quincey’nin<br />

“Suspiria de Profundis” adlı kitabı, hatta<br />

Grimm Kardeşler ve Hans Christian Andersen<br />

masalları bulunmaktaydı. Almanya’nın<br />

ünlü bale okuluna yatılı öğrenci olarak gelen<br />

Amerikalı genç kız, birkaç tuhaf cinayetin izini<br />

sürdüğünde korkunç, hem de çok korkunç sırrı<br />

keşfediyordu: Okul, kökleri Karadeniz’e uzanan<br />

Üç Kızkardeş’den biri, iğrenç görünümlü<br />

cadı Helena Markos ve emrindekiler tarafından<br />

yönetiliyordu!<br />

Tamamıyla Argento’ya özgü keskinlikte kırmızı,<br />

sarı ve mavi renklerle, bir bale okulundan<br />

çok büyücülük merkezi gibi duran dekorlar,<br />

sürekli gözetlendiğiniz duygusu ve kanın<br />

fütursuzca kullanımı... Seyircinin kalp ritmini<br />

bozan müzik (Goblin gurubu ve Argento<br />

ortak çalışması)… O dik / asil yürüyüşü ile<br />

‘muhteşem’ müdirede Joan Bennett ve otoriter<br />

yönetici / bale hocasını ‘kendine özgü’ kılan<br />

Alida Valli… Bunlar, ”Suspiria”yı türü içinde<br />

başucu filmi yapmak için sadece birkaç neden!<br />

Dondurduğumuz kare, fırtınalı gecede okuldan<br />

kaçıp arkadaşının evine sığınan kızın önce<br />

bıçaklanıp sonra cam tavanı kıracak şekilde<br />

sallandırıldığı sahneden! Kırılan camlar yerdeki<br />

arkadaşını da feci biçimde öldürmüştür!<br />

1977 / Yönetmen:<br />

Dario Argento


n BFilm festivallerinin art arda<br />

geldiği şu günlerde, kısa filmin<br />

öneminin sık sık vurgulanması<br />

gerektiğini düşünüyorum. İster<br />

uzun metrajın bahçesi, ister<br />

başlı başına bir dal olarak<br />

görün, kısa film her geçen gün<br />

değerini hissettiriyor. Bu sayıda<br />

kısa film severlere, yine çeşitli<br />

duyurular, festival haberleri vermeyi<br />

bir görev bilirim.<br />

Ayrıca bu ay sizlere, son<br />

birkaç yıl içinde adından sıkça söz ettiren genç<br />

bir sinemacı, Cahit Çeçen’le gerçekleştirdiğimiz<br />

röportajı sunmak isterim. “Tamirci Çırağı” ve<br />

“Kahpe Devran” filmleriyle birçok festivalde başarı<br />

kazanan Cahit Çeçen, bu yılki SİYAD ödüllerinde<br />

de Ahmet Uluçay Umut Ödülü’nü kazandı. Bakalım<br />

genç yönetmenin kısa filme bakış açısı nasıl?<br />

Senin için kısa film ne ifade ediyor? Kendince bir<br />

tanım yapabilir misin?<br />

Kısa filmin tanımı benim için sürekli değişmekte.<br />

Sinema –TV bölümüne ilk başladığımda hiç bir estetik<br />

kaygı gütmeden sadece ne öğrenirsem kardır<br />

gözüyle baktığım bir alandı kısa film. Üniversite<br />

hayatım boyunca aynı pragmatist bakış açısıyla<br />

4 kısa film yaptım. Son filmim “Kahpe Devran”<br />

bu bakış açısının biraz dışındaydı diyebilirim.<br />

İlk başladığım dönemden daha olgun olduğumu<br />

düşünüyorum. Kısa film benim için sinema dilini<br />

öğrenmemde bir araçtı ilk önce. Şimdi ise kısa<br />

filmin tanımı üzerine düşünmüyorum. Bir şeyler<br />

düşünüyorum, hissediyorum ve bunları anlatmak<br />

istiyorum. Bunun süresi ise sadece bir ayrıntı.<br />

“Tamirci Çırağı” ve “Kahpe Devran” gibi iki önemli<br />

işle sektöre giriş yaptın diyebiliriz. Bu filmleri çekmeyi<br />

niçin istedin? Amacına ulaştın mı?<br />

İlk film çekmeye başladığım zamanlarda acaba<br />

yapabiliyor muyum sorusu vardı. İnsanlarda hep<br />

bu sorunun cevabını arıyordum. “Tamirci Çırağı”<br />

ve “Kahpe Devran” filmlerini film diliyle anlatmayı<br />

öğrenebilmek için çektim. İnsanlarda bir duygu<br />

oluşturmaya çalıştım. İnsanların beğenileri ve<br />

yorumları beni bu işi yapabildiğime dair ikna etmeye<br />

başladı. İnsanların düşlerimi paylaşması güzel bir<br />

şey.<br />

Türkiye’deki kısa film festivallerini nasıl<br />

değerlendiriyorsun?<br />

Türkiye’deki festivallerde bir çok sıkıntı yaşanıyor.<br />

Kısa filmcilerle doğru düzgün bir iletişim<br />

kuramıyorlar. Filmini gönderiyorsun mesela, eller-


8. YILDIZ KISA FİLM FESTİVALİ<br />

Yıldız Teknik Üniversitesi Sinema Kulübü tarafından<br />

sekizincisi düzenlenen Yıldız Kısa Film Festivali 02-06<br />

Mayıs 2011 tarihleri arasında izleyicisiyle buluşuyor.<br />

Genç sinemacılar arasında etkileşimin sağlandığı bir<br />

platform oluşturmayı amaç edinen<br />

festival süresince kokteyl ve<br />

ödül töreni, paneller, söyleşiler,<br />

kısa film gösterimleri gibi etkinlikler<br />

düzenleniyor. Uluslararası<br />

alanda da kendini gösterecek<br />

olan festivalin yarışma bölümüne<br />

kurmaca, canlandırma ve deneysel<br />

dalda ürettikleri eserleri ile<br />

öğrenciler katılabiliyor. Belgesel<br />

filmlerin ise gösterimi yapılıyor.<br />

Ayrıntılı bilgi için: www.yildizkisafilm.com<br />

ine ulaştığına dair bir geri dönüş olmuyor.<br />

Dolayısıyla ön elemeyi geçemeyince acaba<br />

DVD bozuk mu çıktı, ellerine ulaşmadı mı,<br />

kayıp mı oldu diye düşünüyorsun. Bunun<br />

haricinde teknik aksaklıkları falan çok oluyor.<br />

Bunun gibi birçok problem sayılabilir aslında.<br />

Bunun yanında çok güzel organizasyonlara<br />

da imza atabiliyorlar. Temel problem ise<br />

bence genel olarak ülke olarak kısa filme<br />

çok değer vermiyoruz. En başta kısa filmciler<br />

kısa filme değer vermiyor. Esasında ülkede<br />

kısa filmci de yok. Uzun metraj çekemeyen<br />

insanların yaptığı filmler var.<br />

Sence kısa filmle uğraşmak için illa ki sinema-tv<br />

mezunu olmak gerekir mi? Ya da; İyi<br />

bir kısa filmci olmak için ne gerekir?<br />

Sinema-tv okuyup da iyi işler yapan çok<br />

az insan var. Başarılı olanların çoğu başka<br />

alandan gelenler. Sinema sanatçısı olmak<br />

için bunun okulunu okumanız gerektiğine<br />

inanmıyorum. Kısa film de bir sanat alanıdır<br />

ve bunu yapabilen de sanatçıdır. Sanatçıya<br />

yol göstermek gerekmez o yolunu bulur.<br />

Yeteneğin, zekanın, yaratıcılığın sonradan<br />

kazanılabileceğine de inanmıyorum. Zeka ve<br />

yetenek sadece geliştirilebilir, bence…<br />

SİYAD’dan Ahmet Uluçay Umut Ödülü<br />

kazandın. Neler söylersin?<br />

Yukarda da değindiğim gibi ikna olmam<br />

yolunda çok anlamlı bir ödüldü. Mutlu oldum,<br />

hak ettiğime inandım. Bu yolda devam<br />

etmem konusunda bir dönüm noktası<br />

olduğunu hissettim. Bakalım seneler neyi<br />

gösterecek.<br />

Kısa ve uzun vadede hedeflerini öğrenebilir<br />

miyiz?<br />

Fikirlerim sürekli değişmekte. Şimdilerde<br />

4-5 ay içerisinde meydana çıkabilecek bir<br />

proje üzerinde çalışıyorum. Hem biçim hem<br />

de içerik anlamında yeni bir film olacağını<br />

düşünüyorum, hissediyorum.<br />

Cahit Çeçen’in Kahpe Devran adlı kısa<br />

filmini seyretmek isteyenler için: http://www.<br />

vimeo.com/21583961


Penelope Cruz hesaplanamayan bir güzelliğin sahibi. Ona<br />

kimler aşık olmadı ki? Johny Depp, Tom Cruise, Matthew<br />

McConaughey, Matt Damon ve şimdiki eşi Javier Bardem.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood’ta Latin kadın denilince<br />

Penelope Cruz ve Salma Hayek ilk akla<br />

gelenlerdendir. Üstelik bu iki dilber iyi<br />

de arkadaşlardır. Ama Penelope Cruz’un<br />

bir çok ayrıcalığı var. 1974’te Madrid’te<br />

doğan Penelope çocukluğunda 9 yıl bale<br />

eğitimi aldı. İnatçı ve kabiliyetli kişiliği<br />

daha o zamanlarda hayata damgasını<br />

vurdu. 15 yaşında 300 kız arasında<br />

seçmeleri kazanıp önemli bir ajansa girdi.<br />

Müzik gurupları, moda çekimleri, televizyon<br />

dizileri derken 1992’de oynadığı<br />

ilk film Jamon Jamon Yabancı Dilde<br />

Oscar’ı kazandı. Bu filmdeki başarısı ona<br />

Hollywood’un kapılarını açtı. 1997’de<br />

Matt Damon ile All The Pretty Horses<br />

filmini çekti ve Damon ile çıkmaya<br />

başladı. Filmde atlarla haşır neşir olan<br />

Penelope vejeteryen oldu. Oynadığı filmlerin<br />

erkek oyuncularıyla yaşadığı aşk hikayelerinin<br />

başlangıcı oldu bu film. Daha<br />

sonra Vanilla Sky’ı çekerken Tom Cruise<br />

ile skandallar yaratan bir birlikteliği<br />

oldu. Cruise’un Nicole Kidman’dan Penelope<br />

yüzünden ayrılması hem şaşkınlık<br />

yarattı hem de bir skandal. İki ünlü ismin<br />

beraberlği beklenenden uzun sürdü.<br />

2001’den 2004’e kadar süren bu beraberlik<br />

bittiğinde Cruise ve Penelope<br />

dost olarak kaldılar. 2005’te ise Sahara<br />

filminde Matthew McConaughey ile beraber<br />

rol aldı ve tahmin edebileceğiniz gibi<br />

onla çıkmaya başladı. Başarılı filmler ve<br />

ünlü erkekler ardarda gelirken 2006’da bu<br />

isimlere Orlando Bloom’da katıldı. Aynı<br />

yıl Penélope Cruz’un, Pedro Almadovar’ın<br />

Volver adlı filmindeki performansı olduça<br />

beğenilir. Bu filmdeki rolüyle Cannes film<br />

Festivali’nde En İyi Oyuncu ödülü alır ve<br />

Altın Küre, Bafta ve Oscar’a aday olur.<br />

Penélope Cruz, Oscar’a En İyi Kadın Oyuncu<br />

dalında aday olan ilk İspanyol oyuncudur.<br />

Burada Oscar’ı alamaz ama 2009<br />

yılında Woody Allen’ın Vicky Christina<br />

Barcelona filmiyle<br />

En İyi Yardımcı<br />

Kadın Oyuncu<br />

Oscar’ını alır. Bu<br />

film Penelope’ye<br />

hem Oscar’ı<br />

hemde evliliği getirir.<br />

Rol arkadaşı<br />

Javier Bardem<br />

ile evlenen Penelope<br />

bir de<br />

çocuk sahibi olur.<br />

Bakalım Penelope<br />

özel hayatında<br />

mutluluğu kariyerinde<br />

de başarıları<br />

elde etmeye devam<br />

edecek mi?


Her yıla ortalama üç film sığdıran Depardieu, başarıyla canlandırdığı<br />

onlarca farklı karakterin yanısıra özel yaşamıyla da hep gündemde. Bu ay<br />

Kadın Severse filmiyle karşımızda olacak, gülecek güldürecek!<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n AÖzel olarak sevdiğim, oynadığı filmlere<br />

özel olarak ilgi duyduğum, son filminde<br />

(Kadın isterse) fazla kilolarından dolayı bir<br />

hayli üzüldüğüm Fransız aktör Gerard Depardieu.<br />

Bugüne kadar her rolün, her cüssenin<br />

adamı olmuş, Oburiks’ten Germinal’e<br />

kadar türlü filmlerde yol almıştır…<br />

Aralık 1948’de Chateauroux, Indre’de<br />

dünyaya geldi. Alkol ve sigarayla çok erken<br />

yaşta tanışan sanatçı, henüz 12 yaşındayken<br />

evden kaçıp Michelle ve Irène adlı iki<br />

fahişeyle yaşamaya başladı. Ufak tefek suçlar<br />

da bu alışkanlıklara eklenince bir süre<br />

hapiste yatmak zorunda kalan Depardieu, 16<br />

yaşında hapisten çıkıp Paris’e döndü.<br />

Bu dönemde Thétre Nationale Populaire’in<br />

oyunculuk seçmelerine katılan ve başarılı<br />

olan Depardieu’un yaşamında yeni bir sayfa<br />

açıldı. Marguerite Duras, Peter Hanke, Israel<br />

Horowitz ve Moliere yazarların yarattığı<br />

karakterleri sahneye taşıyan sanatçı, on<br />

beşten fazla oyunda rol aldı; ancak adını<br />

1973 yılında rol aldığı Bertrand Blier’nin ‘Les<br />

Valseuses’ filmi ile duyurdu.<br />

Bu yıllarda art arda çok önemli yönetmenlerle<br />

çalışan genç Gerard, 1974 yılında Claude<br />

Sautet’nin ‘Sen, Ben ve Diğerleri’ ve Claude<br />

Goretta’nın ‘Pas si méchant que ça’sında<br />

rol aldı. 1976 yılında Barbet Schroeder’in<br />

‘Metres’, Bernardo Bertolucci’nin ’1900’ ve<br />

Marco Ferreri’nin ‘Son Kadın’ı ile aynı yönetmenin<br />

77 yapımı ‘Maymun Düşü’ filminde<br />

rol aldı. Sanatçı bu yıllarda ‘Şebeke’, ‘Ona<br />

Sevdiğimi Söyleyin’, gibi birçok filme daha<br />

imza attı.<br />

90’lara yaklaşıldığında iyice artan kilolarıyla<br />

görünümü değişse de yeteneğinden hiçbir<br />

şey eksilmedi. 1990 yılında Jean-Paul<br />

Rappeneau’nun yapıtından uyarlanan ‘Cyrano<br />

de Bergerac’ta rol aldı, Yeşil Kart’ta kendine<br />

farklı bir izleyici kitlesi yarattı. Bu deneyimin<br />

ardında, ’1492 - Cennetin Keşfi’, ‘Kahraman<br />

Babam’, ‘Hayal Arkadaşım’ ve ‘Hamlet’te rol<br />

alan sanatçı ‘Demir Maskeli Adam’ filminde<br />

de John Malkovich ile kamera karşısına geçti.<br />

Bu birliktelik daha sonra ‘Les Misérables-<br />

Sefiller’in televizyon uyarlamasına da taşındı.<br />

Kamera arkasında da deneyimli olan sanatçı,<br />

1984 yapımı ‘Le Tartuffe’ün yönetmenliğini,<br />

1988 yapımı ‘A Strange Place to Meet’in ve<br />

Satyajit Ray’in yönettiği ‘Shakha Proshaka/Branches<br />

of the Tree’nin de ortak<br />

yapımcılığını da üstlendi.Nathalie, Rrrrr, Beni<br />

Ne Kadar Çok Seviyorsun, Ölümcül İçgüdü,<br />

Mamut son yıllarda rol aldığı filmler. Bu ay<br />

Kadın Severse filminde rol alıyor, film komik<br />

Depardieu tombiş… 2012’de vizyona girecek<br />

Ang Lee filminde de rol aldı.<br />

Bu denli yoğun çalışmasına rağmen bazı<br />

zevklerinden de vazgeçmeyen sanatçının bu<br />

tutumu zaman zaman sağlığına da yansıdı.<br />

1990’da alkollü araç kullanmaktan 6 ay süreyle<br />

ehliyetine el kondu ve 2 ay hapis yattı. 1996<br />

yılında bindiği uçak havaalanında başka bir<br />

uçakla çarpıştı ama Depardieu yara almadan<br />

bu kazadan kurtuldu. 1998’de ciddi bir motosiklet<br />

kazası geçiren ve bir süre komada<br />

kaldıktan sonra sağlığına yeniden kavuşan<br />

sanatçı, 2000 yılında da by-pass ameliyatı<br />

oldu. Her yıla ortalama üç film sığdıran Depardieu,<br />

başarıyla canlandırdığı onlarca farklı<br />

karakterin yanı sıra özel yaşamıyla da hep<br />

gündemde kalmayı başarıyor. Oyunculuğun<br />

yanı sıra iyi bir şarap üreticisi olan sanatçının<br />

Loire’da üzüm bağları, Romanyada da tekstil<br />

firması var.


n Dünyada birçok kadının yerine<br />

geçmek için her şeylerini feda<br />

edebilecekleri bir kadın, Vanessa<br />

Paradis. Çekici, şöhretli, güzel bir<br />

sese, ortalamanın üstünde bir oyuculuk<br />

gücüne sahip ve de en önemlisi<br />

Johnny Depp’in hayat arkadaşı… 22<br />

Aralık 1972’de dünyaya gelen, bir yandan<br />

müzik, bir yandan oyunculukla uğraşan<br />

Paradis, çalışkan yapısıyla hiçbir zaman<br />

üretkenlikten vazgeçmedi. Morgane gibi<br />

ulaşmak istediğini elde edene kadar yılmadı.<br />

Adele gibi erkekleri peşinden sürükledi. Johnny<br />

Depp’le evlenmeden iki çocuk yapan ve hala<br />

birlikte yaşayan güzel sanatçı içine sinen rollerde<br />

oynamaya devam ediyor.


İlk İzlenim: Savunmasız, deneyimsiz, masum.<br />

Konuştukça: İntihara eğilimli, melankolik, hayattan<br />

hiçbir beklentisi yok.<br />

Artıları: Ölümü umursamaması, onu hayata karşı<br />

daha güçlü kılıyor.<br />

Handikapları: Hayat bazen tarifsiz acılar<br />

doğuruyor. Ve bu acılara onu sevenleri de katıyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Ölüm geldiğinde hazır olmalıyım!<br />

Hayattaki Düsturu: Yüreğinin götürdüğü yere git…<br />

Tanıyınca: Sık sık ölümü düşünen Adele, ona tutulan<br />

erkeklerin de hayatını alt üst ediyor. Ancak<br />

arada geçen süre birden fazla ömrü yaşamaya<br />

bedel. Onun gibi birine aşık olacaksanız, her şeyi<br />

göze alın, kara sevdayı, oradan oraya sürüklenmeyi,<br />

ve hatta ölümü bile…<br />

İlk İzlenim: Kaliteli, cazibeli, güzel bir anne…<br />

Konuştukça: Aldığı kararları uygulamak için elinden<br />

geleni yapabilecek, anlayışlı ve romantik biri.<br />

Artıları: İşleri yoluna koymak adına kullandığı ve<br />

hiçbir kötülük barındırmayan büyüleri…<br />

Handikapları: Bir an önce oğluna iyi bir vaftiz babası<br />

bulması lazım.<br />

Yaşam Felsefesi: Büyülerim daima iyiliğin hizmetinde!<br />

Hayattaki Düsturu: Oğlumu iyilerin tarafında<br />

tutmalıyım…<br />

Tanıyınca: Dünya üzerinde kalan ve kendini iyiliğe<br />

adamış beş cadıdan biridir. Kalbini çalmak gibi niyetiniz<br />

varsa, dokuz aylık oğlunu da kabullenecek ve<br />

ömür boyu sihirli bir hayata alışacaksınız demektir.


n 19 Mayıs’ta vizyona girecek Türkan<br />

Saylan’ın hayatını konu alan ‘Türkan’<br />

filminin tanıtım fragmanı yayınlandı.<br />

Filmde birçok ünlü oyuncu bir araya<br />

geliyor. Türkan Saylan’ı Rüçhan<br />

Çalışkur’un canlandırdığı filmin<br />

diğer oyuncuları şöyle:Ragıp Savaş,<br />

Tardu Flordun, Özge Özder, Beyza<br />

Şekerci, Şebnem Sönmez, İsmail<br />

Hacıoğlu, Selin Demiratar, Burçin<br />

Oraloğlu, Altan Erkekli, Begüm<br />

Birgören, Binnur Kaya, Şevket Çoruh,<br />

Tanju Tuncel, Uğur Demirpehlivan,<br />

Burak Altay, Yurdaer Okur, Ahmet<br />

Saraçoğlu ve Evren Bingöl. Filmin<br />

müziklerini Cem Tuncer, Nail Yurtsever,<br />

Engin Arslan, Cast direktörlüğünü<br />

ise Harika Uygur yaptı.<br />

n Dondurmam Gaymak’ın senaristi<br />

ve yönetmeni Yüksel Aksu’nun<br />

beklenen filminin çekimleri başlıyor.<br />

Aksu’nun senarist ve yönetmenliğini<br />

üstlendiği ikinci uzun metraj<br />

filmi Entelköy - Tepeköy, Yörük<br />

çadırlarının kurulduğu, lokmaların dağıtıldığı, gözlemelerin<br />

yapıldığı köy meydanında köy halkı, yerel yönetim ve<br />

paydaşlar, filmin oyuncu koçu Memet Ali Alabora, Yüksel<br />

Aksu ve ekibinin katılımıyla “motor!” dedi. Entelköy<br />

- Tepeköy’ün başrollerini Şahin Irmak, Ayşe Bosse, Emin<br />

Gürsoy ve Recep Yener paylaşıyor.


n Ünlü yönetmen Ömer Vargı, Türk Hava<br />

Kurumu’nun 100. kuruluş yıldönümü<br />

nedeniyle ‘Top Gun’ filminin yerli versiyonunu<br />

çekecek! Türk işi aksiyon<br />

filminin ismi ‘100. Yıl’ olacak.Yerli ‘Top<br />

Gun’ın başrolünde; ‘Başka Dilde Aşk’<br />

filminde canlandırdığı sağır-dilsiz genç<br />

rolüyle yerli ve yabancı festivallerden bol<br />

bol ödül toplayan Mert Fırat oynayacak.<br />

Teklifin önce Kıvanç Tatlıtuğ’a iletildiği<br />

ancak onun projeye sıcak bakmaması<br />

üzerine rolün Fırat’a verildiği öğrenildi.<br />

Bu yaz çekilecek film için kadın oyuncu<br />

arayışı sürüyor.<br />

n Most Productions ile Ay Yapım’ın<br />

güçlerini birleştirerek çekeceği<br />

“Dedemin İnsanları”nın kadrosu da<br />

belli oldu. Gökçe Bahadır, Ali Sunal<br />

dışında filmde usta oyuncular Çetin<br />

Tekindor, Hümeyra ve son olarak<br />

“Kaybedenler Kulubü” filmindeki<br />

performansıyla otoritelerden tam<br />

not olan Yiğit Özşener’le kamera<br />

karşısına geçecek. Filmde Çağan<br />

Irmak’ın dedesinin gerçek yaşam<br />

öyküsünü kurgulayarak yazdığı öykü<br />

beyazperdeye taşınıyor, film sonbaharda<br />

vizyonda olacak!<br />

n ’’Bonanza’’ dizisi ile Hollywood tarihine<br />

adını yazdıran Çerkes asıllı ünlü<br />

yönetmen Muhittin İzzet Kandur, Çerkes<br />

Ethem’in hayatını konu alan film için<br />

kolları sıvadı. Filmin oyuncu kadrosunu<br />

belirlemeye çalışan Kandur, ilk<br />

olarak Çerkes Ethem rolü için sanatçı<br />

Mehmet Aslantuğ ile anlaştı. Yönetmen,<br />

yapımcı ve senaryo yazarı olarak<br />

imza attığı ‘’Cherkess - Çerkes’’ filmiyle<br />

geçtiğimiz aralık ayında Monoco Film<br />

Festivali’nde 7 ödül birden alan Kandur<br />

yaptığı açıklamada, Türkiye, Yunanistan<br />

ve Ürdün’de çekmeyi planladığı filmde<br />

Çerkes Ethem’i Mehmet Aslantuğ’un<br />

canlandıracağını söyledi. Filmde 3 ana<br />

karakterin bulunduğunu kaydeden<br />

Kandur, ‘’Bunlardan birincisi Mustafa<br />

Kemal Atatürk, ikincisi Çerkes Etem<br />

ve üçüncüsü de İsmet İnönü’’ dedi.


Van Valiliği ve İran Ankara Büyükelçiliği Kültür Müsteşarlığı tarafından<br />

ortaklaşa düzenlenen 1. Van - İran Film Günleri için bu kez Van’ın yolunu tutuyoruz.<br />

Öncesinde festivalin Van Valiliği tarafından gerçekleştirildiği ama fikri<br />

babasının İpekyolu Camisi’nin sanatsever imamı Adnan Yıldırım olduğunu<br />

öğreniyoruz. Farklı bir film festivalinin bizi beklediğini düşünerek, soru<br />

işaretleriyle ama meraklı bir biçimde yollara düşüyoruz. …<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Hafta içini olaylarla geçiren ve haber<br />

bültenlerine o şekilde konu olan Van<br />

bu kez filmlerle, afişlerle süslemiş<br />

sokaklarını… Tam da Van Valisi Münir<br />

Karaloğlu’nun istediği gibi… İran’la<br />

Türkiye’nin 400 yıldır dost ve kardeş iki<br />

komşu ülke olarak ilişkilerini sürdüğünü<br />

kaydeden Karaloğlu, şunları söyledi<br />

“Sınırın iki yakasında ayrı ülkelerde<br />

yaşasalar da akraba olan insanlar var.<br />

Ben 2 yıldır Van’da görev yapıyorum. En<br />

büyük hayallerimden, en büyük ideallerimden<br />

biri; Kapıköy Sınır Kapısının<br />

açılmasıydı. Kapıyı, geçen hafta itibariyle<br />

açmış olduk. İki ülke arasındaki ilişkileri<br />

sadece ticaret üzerinden, sadece ekonomik<br />

üzerinden götüremezsiniz. İlişkiyi<br />

farklı temellere de oturtmanız lazım. Bizim<br />

İran ile bu kapının açılmasından sonra<br />

ticari ilişkilerin ötesinde, kültürel ve<br />

sanatsal ilişkilerimiz, sportif ilişkilerimiz<br />

olacak; üniversitelerimiz arasında ilişkiler<br />

olacak. Bu noktada bu kapının açılmasını<br />

da vesile kılarak 22-28 Nisan tarihleri<br />

arasında 1. Van-İran Film Günleri diye bir<br />

etkinlik yapıyoruz.’<br />

İranlı sinemacılar ‘yasaklar da<br />

hayatın içinde’ diyor!<br />

Biz kısa kısa Van’ı turlamaya başlamışken<br />

İranlı sinemacıların geldiğini öğreniyoruz.<br />

Ama profil bizim bildiğimizden biraz farklı.<br />

Biz İranlı sinemacılar olarak Kiyarüstemi,<br />

Penahi, Ghobadi, Makhmalbaf, Beyzai ve<br />

Rakshan Ben-i Etamed gibi isimleri biliriz.<br />

Onlar İran sinemasının muhalif kanadıdır,<br />

sistem dışına itilmiştir ama bir yandan da İran<br />

sinemasının adını dünyaya duyuran yönetmenlerdir.<br />

İlk yılda daha çok bir ‘deneme’<br />

olarak gerçekleştirilen festivalde İran Kültür<br />

Elçiliği devrede olduğu için ancak ‘izinli’ ya da<br />

‘başka bir deyimle ‘yasal’ filmler gelmiş… İran<br />

iç piyasasına filmler üreten Ali Rıza Ferid, Ali<br />

Muallim, Muhammed Ahmedi ve Behram Behramian<br />

gibi yönetmen ve yapımcılar var. Bir de<br />

Hazreti Yusuf filminin başrol oyuncusu<br />

Mustafa Zemani’de<br />

orada… Onu Bizim<br />

Tarkan kadar<br />

ünlü olduğunu<br />

öğreniyoruz<br />

İran’da. Zaten<br />

halkın sevgi ve<br />

ilgisi de bunu<br />

belli ediyor! İranlı<br />

sinemacıların


u ‘izinli’ tarafını yakalamışken, bir yandan<br />

bu kadar gelişen sinema sektöründen bir<br />

yandan da yasaklamalar ve tutuklamalardan<br />

konuşmak istiyoruz. İran’da yılda ortalama<br />

120 film üretiliyormuş ve başka ülkelerden<br />

film gelmediği, izin verilmediği için izlenme<br />

oranı çok fazla oluyormuş. Mesela en son Altın<br />

Ayı’yı kazanan Asghar Ferhadi imzalı Jodaeiye<br />

Nader Az Simen / Bir Ayrılık filminin 1.5 milyon<br />

kişi tarafından izlendiğini öğreniyoruz. Yan<br />

onların sanatsal filmlerin kaderi bizimki gibi<br />

az seyirciyle sınırlı değil! Bunda biraz önce de<br />

bahsettiğim gibi yerli sinemanın ülkeye hakim<br />

olması etkili!<br />

Yasaklamalar ve Cafer Panahi’nin tutuklanması<br />

karşısında ne düşündüklerini sorduğumuzda<br />

biraz daha genel bir yanıt alıyoruz. Her ülkede<br />

yasaklamalar olduğunu ve bunların da hayatın<br />

içinde olduğunu belirtiyorlar ve ama bu yanıt<br />

bizi çok tatmin etmiyor açıkçası… Belki izinli bir<br />

sinemacılar olarak bu konuda fazla konuşmak<br />

istemiyorlar…<br />

Konuşmalarımızdan bizim onların filmlerini,<br />

çalışma koşullarını daha iyi bildiğimiz ortaya<br />

çıkıyor. Onlar Nuri Bilge Ceylan’ı dünyanın<br />

en iyi on yönetmeni arasında görüyorlar,<br />

Semih Kaplanoğlu’nun ise ‘Yusuf Üçlemesi’ni<br />

beğendiklerini söylüyorlar. Sonuçta ülkelerin<br />

sineması arasında kurulan bağın popüler sinema<br />

üzerinden değil, yine festival filmleri üzerinden<br />

kurulduğunu düşünüyorum.<br />

Tarih ve doğa sinemayla buluşursa…<br />

Van buram buram tarih kokan bir kent… Van<br />

Kalesi, Akdamar Adası ve kilisesi, uçsuz<br />

bucaksız Van gölü… Film festivallerin en güzel<br />

yanlarından birisi de yörede bulunan tarihi ve<br />

doğal güzellikleri görmek… Akdamar Adası,<br />

açan badem ağaçlarıyla tam bir film setiydi<br />

bana göre… Bu arada benim düşüncem hayat<br />

buluyor diyebiliriz. İranlı yönetmen Ali Rıza Ferid,<br />

bu yıl içinde çekmeyi planladığı filminin bir<br />

bölümünü Van’da çekecek. Daha önce Van ve<br />

Tatvan’da çalıştığını söyleyen Ferit, “Van-Tatvan<br />

arasında feribotla çok gittim.” diyor. Ölen<br />

kocasının Türk olduğunu öğrenen İranlı bir<br />

kadının Türkiye’ye gelip kocasının izini sürmesini<br />

anlatan film, Tebriz’de başlayıp Van’da devam<br />

edecek. Van Valiliği’nden film için destek sözü<br />

alan Ferid, Van gezisi sırasında şehre ve özellikle<br />

Akdamar adasına daha dikkatli gözlerle baktığını<br />

kaydedelim. Bakarsınız bu muhteşem ada, güzel<br />

bir filme set olur!<br />

Festivalde 14 İran filmi…<br />

Festivalin en merakla beklenen filmi 5 milyon<br />

dolarlık bütçesiyle İran’ın en pahalı filmi olan<br />

Şehriyar Behrani imzalı ‘Süleyman’ın Krallığı<br />

(Mülki Süleyman / The Kingdom of Solomon).<br />

Türkiye galasını Van’da yapan film birçok görsel<br />

efekt içeriyor. Etkinlikte ayrıca Yaşamak İçin Bir<br />

Yer, Gizli His, Aal, Ayaz Bir Gece ve Cennet Durağı<br />

adlı filmlerde gösterilecek… Filmler daha çok duygusal,<br />

gerilim ve psikolojik öğeler içeriyor!


Film Günleri seneye Altın Kedi olabilir…<br />

İran’dan gelen sinemacılar ve davetlilerle<br />

ilgilenirken mutluluğu yüzünden okunanların<br />

başında Adnan Yıldırım geliyor. Biraz sohbet<br />

edince sebebini anlıyoruz. Halen<br />

Van İpekyolu Camii’nin imamı olan Adnan<br />

Yıldırım, Vali Münir Karaloğlu’nun desteğiyle<br />

gerçekleştirilen Film Günleri’nin fikir babası.<br />

22 yıldır imamlık yapan Adnan hoca, hayli<br />

farklı bir imam portresi olarak karşımıza<br />

çıkıyor. Yaklaşık 100 tabloluk bir resim koleksiyonuna<br />

sahip. Üstelik bunun yarısını ‘mecburen’<br />

elinden çıkardığını söylüyor. Daha<br />

önce de Van’da ve Ankara Resim ve Heykel<br />

Müzesi’nde sergiler açan Adnan Yıldırım, 6<br />

aydır Film Günleri için çalışıyor. Daha önce<br />

resim sergisi ve koleksiyonu için Tahran,<br />

Tebriz ve Şiraz’a giden Yıldırım, etkinliği bir festival<br />

olarak Vali Karaloğlu’na açınca olumlu cevap<br />

almış. Ancak ilk yıl biraz ‘nabız yoklamanın’<br />

daha iyi olacağına karar verilince festival, film<br />

günlerine dönüşmüş. “Kısmetse seneye festival<br />

olacak.” diyor Adnan hoca. Hatta, hayata iki farklı<br />

gözden bakan o meşhur Van kedisinden ilhamla<br />

festivalin adını bile belirlemiş kafasında: Altın<br />

Kedi Film Festivali. Gelecek yıl için hedeflenen<br />

bir diğer ‘gelişme’ de etkinlik konseptinin Van’ın<br />

coğrafî konumuna uygun olarak İran, Ermenistan,<br />

Gürcistan, Azerbaycan ve Irak sinemasından<br />

yapımların katılımıyla genişletilmesi. Kesinlikle<br />

Van’a bir film festivali çok yakışıyor, film günlerinin<br />

gelenekselleşmesi dileğiyle…


n Olumlu eleştirilerle karşılanan Kaybedenler<br />

Kulübü, tercih ettiği parçalarla da seyirciden tam not<br />

aldı. Filmin orijinal müzikleri Can Gox, Cavit Ergün<br />

ve Erdem Tarabuş tarafından bestelendi. Ancak albümde<br />

blues’dan rock,’a, chanson’dan eski türk<br />

pop şarkılarına kadar pek çok tarzda parça mevcut.<br />

Özgün bestelerin yanı sıra, radyo programının orijinal<br />

playlist’inden seçilen şarkılar da albümde yerini<br />

alıyor. Ferdi Özbeğen’den Moody Blues ve Otis Redding<br />

cover’larına, uzanan müzikler, filmin benzersiz<br />

atmosferine eşlik ediyordu. Filmin ruhuna çok şey<br />

katan bu şarkılar, uzun yıllar dinleyicilerini de memnun<br />

edeceğe benzer.


Sinemamızda Değişim Rüzgarları<br />

Atilla Dorsay<br />

n Atillâ Dorsay, önceki kitaplarıyla 1970 yılından<br />

itibaren Türk sinemasını film film izleyen ve tam bir<br />

dökümünü çıkaran çabalarını bu kez son altı yıla<br />

yoğunlaştırıyor. Ve 2005 başından 2010 sonuna<br />

dek izlediği tüm filmleri yakın takibe alıyor. Çeşitli<br />

sinema olaylarına genel olarak bakan değerlendirme<br />

yazılarıyla birlikte kitap, sinemamızın adeta şaha<br />

kalktığı bu ilginç ve üretken dönemin eksiksiz<br />

bir dökümü, bir başka deyişle dünyaca tanınan<br />

ulusal sinemamızın romanı… Usta sinema yazarı<br />

Atilla Dorsay’ın kaleminden çıkan bu kitap Türk<br />

sinemasının son beş yıllık dilimine muazzam bir<br />

bakış açısı sağlıyor.<br />

Remzi Kitabevi / 256 Syf.<br />

Pendik’li Yıllar Sine-Masal Anılar<br />

Mesut Kara<br />

n Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını,<br />

geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini,<br />

doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme<br />

içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını,<br />

folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini,<br />

herkes kendince görür. Ama bir yazar-edebiyatçı,<br />

kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine<br />

gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların<br />

yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye<br />

çalışır, öylece yazar... Yazar yazdığı zaman, birçok<br />

kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de<br />

söyleyemediklerini bulur. Bu düşünceden yola<br />

çıkarak, İstanbul’un kırk semti, kırk farklı edebiyatçıyazar<br />

tarafından kaleme alındı.<br />

Heyamola Yayınları / 156 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!