15.05.2016 Views

Cinedergi 05

Binder05

Binder05

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Eylül tıpkı bir pazar günü gibi çocukluğumuzdan<br />

beri… Bir pazar günü gibi pazartesiye hazırlayıcı,<br />

kışa ve dönüşlere hazırlayıcı… Pazar, haşarı<br />

çocuklar için pazartesiye açılan sıkıntılı bir kapıdır.<br />

Eylül hüznün, sarının, sinemanın bize çizdiği bir<br />

şerittir… Sinemasal adımlarla kışa hazırlık<br />

zamanıdır, kimisi için sıkıntıdır, kimisi için hüzün,<br />

kimisi için sıcak bir el tutuştur karanlıklara karışmak<br />

için…<br />

Eylül bizim için bütün bu anlamların yanında,<br />

cinedergi’nin beşinci sayısını işaret ediyor…<br />

Yaklaşan bir sinema mevsimini… Festivalleri, hiç<br />

bitmeyen koşuşturmaları ve bunların sayfalarımız<br />

arasındaki heyecanlı bekleyişini ifade ediyor…<br />

Mevsim yaz olsa da, sıcaklık bir şerit gibi sırtımızdan<br />

aksa da bu sayı için sinemanın<br />

gemisindeydik yine… Kimi zaman gemiye binip<br />

Titanic havasında adalara gittik geldik, kimi<br />

zaman Sudaki Kız ya da Atlantis’ten Gelen Adam<br />

olduk ama ayak değmemiş karlı ‘Kasabaları’da<br />

unutmadık…<br />

<strong>Cinedergi</strong>, bir sanat dergisinin sloganı olacak ama<br />

gerçekten de popüler olanla olmayan arasında<br />

ayrım yapmadan yoluna devam ediyor… Tıpkı<br />

sinema gibi… Ne popüler olanın sağanağı altındayız<br />

ne de popüler olmayanın kanatları altında…<br />

Sektörün yaşaması ikisinin de kardeş kardeş<br />

geçinmesiyle mümkünse biz de şapka çıkarırız bu<br />

birlikteliğe… O yüzden sayfalarımızda sinemaya<br />

ait her şeyi bulmanız mümkün… Bundan sonra<br />

da öyle olacak…<br />

Bu sayıda Ekim’de vizyona girecek olan Gitmek<br />

filminin yönetmeni Hüseyin Karabey ile ‘gitmek mi<br />

zor kalmak mı’ şeklinde bir söyleşi yaptık… Tatil<br />

Kitabı’ndan yola çıkarak ‘Kasaba’lara doğru<br />

soluklandık… Hellboy’u bir karakter, oyuncu ve<br />

yönetmen olarak masaya yatırdık… Al Pacino ve<br />

Robert De Niro’yu neden bu kadar çok<br />

sevdiğimizi sorduk kendimize! Uzay gemisinde<br />

sıkışıp kalmanın fobik etkisini, robotlarla haşır<br />

neşir olarak atmaya çalıştık… Bu sayıda bir tık<br />

yanınızdayız… İyi okumalar<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAKLI<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

İcra Kurulu Başkan Yardımcısı<br />

LEVENT GÜLTEKİN<br />

Genel Yayın<br />

Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Katkıda Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Gülşah Öztürk<br />

Arzu Çevikalp<br />

Remzi Bener<br />

Mekki Arvas


Terminator: Kurtulufl<br />

Yönetmen: McG<br />

Senaryo: John D.<br />

Brancato, Michael<br />

Ferris<br />

Oyuncular: Christian<br />

Bale, Anton Yelchin,<br />

Sam Worthington,<br />

Moon Bloodgood<br />

Konu: John Connor’un yetiştirilirken inandığı gelecek,<br />

Marcus Wright adlı yabancının ortaya çıkmasıyla<br />

değişir.Connor, Marcus’ın gelecekten mi<br />

yollandığına yoksa geçmişten mi kurtarıldığına<br />

karar vermek zorunda kalır. Birlikte insanoğlunu<br />

ortadan kaldırabilecek korkunç sırrın ardındaki<br />

gerçeği ortaya çıkaracak bir yolculuğa çıkarlar.


Tropik F›rt›na:<br />

Al Bakal›m<br />

Yönetmen: Ben Stiller Senaryo: Ben<br />

Stiller, Justin Theroux Oyuncular: Ben<br />

Stiller, Jack Black, Robert Downey Jr.,<br />

Brandon T. Jackson<br />

Konu: Aksiyon filmlerinde oynayan<br />

aktörlere bir kampta eğitim verilmektedir.<br />

Oyuncular topluma dönüşlerinde<br />

çeşitli zorluk ve bocalamalarla<br />

karşılaşırlar. Film bu olayları komedi<br />

kalıplarında anlatıyor. Savaş filminde<br />

oynamaya başlayan aktörler, gerçek<br />

savaşı andıran koşullar altında kalınca<br />

kampta öğrendiklerine başvurmak<br />

zorunda kalıyorlar ve ortaya eğlenceli<br />

olaylar çıkıyor.<br />

■ Yusuf, 1992’de, 22 yaşında<br />

girdiği cezaevinden 12 yıl<br />

sonra çıkıp köyüne gelir.<br />

Aslında iki yıl daha yatması<br />

gerekirken geçirdiği ağır<br />

hastalık yüzünden çok<br />

azömrünün kaldığının anlaşılması<br />

üzerine serbest bırakılır.<br />

Yakalandığı verem hastalığı<br />

akciğerlerini iyice zayıflatmıştır.<br />

Bir de F Tipi hapishane sistemine<br />

karşı yapılan ölüm<br />

orucu<br />

eylemlerine katılması sağlığını<br />

iyice kötüleştirmiştir. Doktor<br />

durumunu kendisine açıklayıp<br />

yazdığı raporla bırakılmasını<br />

sağlar. Yusuf’u, cezaevinden<br />

çıkıp geldiği köyünde bir tek<br />

yaşlı hasta annesi beklemektedir.<br />

Babası kendisi cezaevindeyken<br />

ölmüştür...<br />

Sonbahar<br />

Yönetmensenaryo:<br />

Özcan<br />

Alper<br />

Oyuncular: Onur<br />

Saylak, Megi<br />

Aboulzade,<br />

Serkan Keskin,<br />

Gülefer Yenigül


Revolutionary Road<br />

Konu: Richard Yates’in 1961 yılında yazdığı ve<br />

toplumda savaş sonrası meydana gelen hayal kırıklıklarını<br />

konu alan kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini<br />

Sam Mendes yapacak. Kitapta 1950’li yılların<br />

ortasında iki çocuklarıyla mutlu gözüken bir<br />

hayat yaşayan, ama konforlu bir yaşam elde edebilmek<br />

için göğüslenen baskılarla kendi gerçek<br />

arzuları arasında<br />

sıkışıp kalan, bir<br />

çiftin öyküsü<br />

anlatılıyor.<br />

Yönetmen: Sam<br />

Mendes<br />

Senaryo: Justin<br />

Haythe, Richard<br />

Yates<br />

Oyuncular:<br />

Leonardo<br />

DiCaprio, Kate<br />

Winslet, Kathy<br />

Bates, Michael<br />

Shannon<br />

Watchmen<br />

Yönetmen: Zack Snyder<br />

Senaryo: David Hayter , Alex<br />

Tse , Alan Moore<br />

Oyuncular: Jeffrey Dean<br />

Morgan, Malin Akerman, Carla<br />

Gugino, Billy Crudup<br />

Konu: Eski arkadaşlarından<br />

birinin öldürülmesi üzerine,<br />

cinayeti araştırmaya başlayan<br />

Rorschach, aslında bu olayın<br />

süper kahramanlara yönelik<br />

çok daha büyük bir komplonun<br />

başlangıcı olduğunu öğrenir.<br />

Bunun üzerine, bu komployu<br />

engelleyebilmek için, süper<br />

kahramanların tekrardan<br />

örgütlenmeye başlaması ve<br />

dağılmış olan eski takımını bir<br />

araya getirmek için çalışacaktır.


Dragon Ball<br />

Yönetmen: James Wong<br />

Senaryo: Ben Ramsey, Akira Toriyama<br />

Oyuncular: Justin Chatwin, Emmy Rossum,<br />

James Marsters<br />

Konu: Dünyayı yok etmek amacıyla gönderilmiş<br />

olan yarı maymun yarı insan Son-goku,<br />

dünyaya geldikten sonra görevini unutur.<br />

Büyük babası Gohan ölünce, isteğini yerine<br />

getirmek için usat Roshi'nin<br />

yanına gider. Roshi'nin<br />

yanında eğitim<br />

alan Goku, 7<br />

dragon topunu,<br />

kötü amaçları<br />

için kullanacak<br />

olan Lord<br />

Piccolo'dan daha<br />

önce bulmak<br />

zorundadır.


Ember fiehri<br />

Konu: Özel jenaratörlerle<br />

elektrik kaynağı sağlanılan,<br />

yerin altında inşa edilmiş<br />

olan Ember Şehri, 200 yıldan<br />

beri varlığını sürdürmektedir.<br />

Fakat bir gün şehrin kaynağı<br />

olan jenaratör bozulur.<br />

Şehrin karanlığa gömülmesi<br />

an meselesidir. İki genç,<br />

Lina ve Barton, tüm ışığını<br />

kaybetmeden önce şehrin<br />

varlığının kaynağı olan gizemi<br />

çözmek ve insanları bir<br />

an önce şehirden çıkarmak<br />

zorundadırlar.<br />

Yönetmen: David<br />

Yates<br />

Senaryo: Steve<br />

Kloves , J.K.<br />

Rowling<br />

Oyuncular:<br />

Daniel Radcliffe,<br />

Rupert Grint,<br />

Emma Watson ,<br />

Julie Walters,<br />

Helena Bonham<br />

Carter, Alan<br />

Rickman<br />

Yönetmen: Gil Kenan<br />

Senaryo: Caroline<br />

Thompson , Jeanne<br />

Duprau<br />

Oyuncular: Bill Murray,<br />

Tim Robbins, Saoirse<br />

Ronan, Toby Jones,<br />

Martin Landau<br />

Harry Potter ve Melez Prens<br />

Konu: Harry Potter,<br />

Hogwarts'taki 6.<br />

yılında üzerinde "bu<br />

kitap Melez Prens'e<br />

aittir" yazılı bir kitap<br />

bulur. Kitabın içindeki<br />

büyüleri ve<br />

Melez Prens'in kimliğini<br />

araştırmaya<br />

başlayan Harry,<br />

Dumbledore'un<br />

yardımlarıyla, düşmanı<br />

Voldemort ile<br />

son savaşa girmeden<br />

önce onun<br />

geçmişi hakkında<br />

daha fazla şey<br />

öğrenmeye<br />

başlar.


Minimalist sinema, başka bir tanımla yalın,<br />

vakur, içten bir tür sinema, bir de yürekliyse,<br />

filmler defalarca izleyebileceğiniz küçük küçük<br />

başyapıtlar olarak başucunuzda durur. Yeter ki<br />

samimiyetine inanın. “Tatil Kitabı”nda, Silifke’de<br />

yaşayan 10 yaşındaki Ali’nin tatil süresince<br />

yaşadıkları gibi hikâyeler de iyi bir çıkış noktasıdır...<br />

Sert mizaçlı – sürekli iş ve para kazanmayı<br />

düşünen babası, anlayışlı – sevecen<br />

annesi, askeri okuldan ayrılıp sivil yaşama<br />

geçmek için gerekli tazminatı dert edinmiş ağabeyi<br />

ve kentte ‘deneyip başarısızlığa uğramış’, yine<br />

dükkâna dönmüş amcası ile geçirdiği o yaz,<br />

büyüklerin dünyasına ciddi bir giriş yaptığı da<br />

yazdır. Otorite ile iyice tanıştığı… İşte tam da bu<br />

noktada, bir tür kurnazlık devreye giriyor. Öyle ki,<br />

aslında eleştirmen olarak önerme yapmanızın bir<br />

anlamı yok! Çünkü , ‘masum öyküde ‘öyle bir şey<br />

yok!’. Ne mi? Filmdeki çerçevelerin içine giren ve<br />

gayet net algıladığınız ‘daha geniş anlamda bir<br />

otorite’nin varlığı! Finalde, Antonioni’nin<br />

“Professione: reporter” adlı filminin yine finalinden<br />

esinlemiş olduğunu düşündüğüm, yalnız burada<br />

ters yönde yapılan kamera hareketi, Ali’nin yakın<br />

planından çok yavaş geriye kaydırma ile genel<br />

plana ulaşıyor; iyice belirginleşen ‘otorite’ simgesi,<br />

esas vurguyu göze sokuyor.<br />

Kuşku yok ki, sinema –sık sık vurgulamanın<br />

önemli olduğunu düşündüğüm gibi- alabildiğine<br />

özgürdür, dünya ve evrendeki her atom(felsefi<br />

anlamda atom) eleştirilebilir. Ama yeteneğiniz kısıtlı<br />

ise ve açıkgözlüğe başvurursanız bu itici olur. İşte<br />

bu ‘alt niyet’ dolayısıyla bu film bana hiç sevimli ve<br />

üstelik Silifke gibi cennetimsi bir yerde geçmesine<br />

rağmen cazip gelmedi. Dünyanın hemen hemen<br />

her ülkesindeki küçük yerleşim birimlerinin sınırları<br />

içinde geçen yaşamlar ve bazen bu yaşamlardan<br />

kurtulmak için zincirlerini (burada baba otoritesi)<br />

kırmak isteyen bireyler konu edilir. Bu genelde,<br />

bahsettiğim ‘küçük bir sinema’ anlayışı ile gerçekleştirildiğinde<br />

–ki amaca uygundur- çok zevk verir.<br />

Ama burada küçük bir çocuk üzerinden aile bireylerine<br />

uzanan öyküde, kadrajın içindeki her bir<br />

öğenin tesadüf olamayacağı ve yönetmen tarafından<br />

düzenlenmesi gerektiği temel koşul olan bu<br />

profesyonel sinemada, ‘büyük otorite’ vurgusu<br />

beni rahatsız etti. Rahatsız eden vurgulanan değil,<br />

bu yaptığım önermenin rahatlıkla çürütülecek olabilirliği.<br />

Yani “öyle bir vurgu yok” dense<br />

kalakalırsınız. Ancak o zaman da mizanseninden<br />

sorumlu olmayan bir yönetmenin “yönetmen”<br />

olarak varlığı kabul edilemez: Aynen oyuncu yönetiminde<br />

tam anlamıyla ‘çuvallaması’ gibi.<br />

Profesyonel, yarı amatör ve amatör kadronun<br />

yönetilmesinde bir sorun daha doğrusu yönetilememesi<br />

gibi bir sorun söz konusu. Örneğin,<br />

babayı oynayan bir adamcağız var, metni zor<br />

ezberlemiş, zar zor konuşuyor, sahne ‘düşüyor’,<br />

berbat oluyor, yönetmen ortada yok! Yani hiç<br />

kimse mi uyarmıyor? Hiç mi yeniden alınmıyor?<br />

Uzatmak gereksiz.<br />

Ben genç yönetmenlerin daha cesur, söyleyecekleri<br />

bir şey varsa daha net söylemelerinden<br />

yanayım. Yoksa “Ulak” gibi(üstelik bu filmde<br />

yönetmenin kafası da karışıktı), “Tatil Kitabı” gibi<br />

her yana çekilebilecek ve kusura bakılmasın<br />

izleyeni –yaratıcıları öyle düşünmese bile-pek de<br />

akıllı yerine koymayan filmlerden çekeceğimiz var.<br />

Kişisel arzum, Türkiye’deki ve AB ülkelerindeki<br />

festivallere, aşiret-cemaat-tarikat gibi bir yığın<br />

büyük otoritenin egemenliğinin de sorgulandığı<br />

filmlerin katılması.


Meg Ryan sevenler! Gözlerinize inanamayacak,<br />

şaşıracak, hayal kırıklığına uğrayacak<br />

ve zaman kavramının ne olduğunu daha iyi<br />

anlayacaksınız. Meg Ryan’ın dudaklarındaki<br />

hafif jokerimsi ifade, kafanızdaki Meg Ryan<br />

imajını bir hayli zedeleyip filme konsantre<br />

olmanızı bile zorlaştıracak. Abarttığımızı<br />

düşünüyorsanız, filmi seyredip kendiniz<br />

karar verin.<br />

FBI’da çalışan Henry, iş için gittiği görevden<br />

üç yıl sonra geri döndüğünde annesini bıraktığı<br />

gibi bulamaz. Onlarca kilo vererek fit<br />

olan annesi Marty, yaşam tarzını da sonuna<br />

kadar değiştirmiştir. İtalyan bir aşçıdan, 20<br />

yaşlarında Harley’ci bir gence kadar, birçok<br />

erkeği peşinden sürükleyebilecek çekicilikte,<br />

seksi bir ‘mature’ haline dönmüştür. Henry<br />

bir yandan annesindeki bu değişime alışmaya,<br />

bir yandan da kendi departmanında<br />

çalışan nişanlısıyla evliliğe doğru giden yola<br />

odaklanmaya çalışırken, tüm bunların üstüne<br />

bir de Tommy adlı, ne idüğü belirsiz bir<br />

Kazanova çıkınca işler sarpa sarar.<br />

Tommy’nin azılı bir suçlu olduğunu ve bir an<br />

önce Tommy’e aşık olan annesini ondan<br />

uzaklaştırması gerektiğini düşünen Henry iki<br />

arada bir derede kalır. Filmin sonunda ise,<br />

burada söylersek tüm sürprizinin kaçacağı<br />

bir sırla yüzleşen Henry ve çevresindekiler<br />

rahat bir soluk alacaktır.<br />

“Annemin Yeni Sevgilisi”, saat gibi işleyen<br />

dakik senaryosu, usta oyuncuları ve<br />

Hollywood kurallarına tamamıyla uyan standart<br />

yönetimiyle izleyenlere keyifli dakikalar<br />

vaat ediyor. Filmin belki de tek kusuru, bu<br />

alışıldık çizgisi. İşte bu yüzden de, belli bir<br />

noktadan sonra, bir sonraki adımı rahatlıkla<br />

tahmin edebileceğiniz bir valse dönüşüyor.<br />

Meg Ryan’a dönersek; onun için her Hollywood<br />

aktrisinin özellikle 40’lı yaşlarından itibaren yaşadığı ve<br />

sistem içinde, daha iddiasız roller yazılarak kariyerlerinin<br />

sürdürülmesini sağlayan, “Ah, ah eskiden o<br />

kadın neydi be?” sendromunun yeni üyesi olmuş diyebiliriz.<br />

Yakında “Kadınlar” filminde aynı sorundan muzdarip<br />

kader arkadaşlarıyla da izleme şansı bulacağımız<br />

Ryan, umarız geçirdiği estetik operasyonları azaltarak<br />

bitirir. Biz seni böyle de seviyoruz Megi! Kısaca diğer<br />

başrollere de deyinelim... Antonio Banderas, bir memur<br />

edasıyla, içine zaten çok fazla bir anlam katamayacağı<br />

Tommy karakterini aksatmadan hallediyor. Bundan<br />

sonra ( Sanırız Hellboy’daki rolünden etkilendi ) daha<br />

vamp rollerde oynayacağını açıklayan Selma Blair, en<br />

zayıf karakter olarak seyirciye kaçamak bakışlar atıyor.<br />

Henry rolündeki Colin Hanks ise, en zor durumlarda,<br />

arada kalan ve herkesi aynı anda idare etmesi gereken<br />

bir rolün kolay olmadığını ve usta oyuncularla çalışmanın<br />

getirdiği sorumluluğu sürekli hissettiriyor seyirciye.<br />

Ama onun bu panik hali bile zaten rolüne<br />

gerçekçilik katıyor. Evet, karşımızda her telden<br />

çalan, birçok ana türü barındıran hazır çorba bir<br />

senaryo var. Üç şablon kol kola üstümüze gelirken,<br />

içlerinden beğendiğimizi alıp, kendi hikayemizi o<br />

pencereden oluşturabiliyoruz. Şablonlar o kadar mantıklı<br />

bir griftlik taşıyor ki, birini çıkartırsanız çatı yıkılacak<br />

gibi gözüküyor. Bu akortlu teller, filmin tınısını bozmayarak<br />

seyirciyi sıkıntının pençesine itmiyor. Sonuç<br />

olarak aksiyon, polisiye ve romantik-komedinin kararında<br />

dozlarla iç içe ilerlediği “Annemin Yeni Sevgilisi”,<br />

Meg Ryan fanları ve sinema salonlarında yatıp kalkanlar<br />

hariç herkesi memnun edebilecek seviyede.


Asya kültürü, Batı medeniyetlerinden çok<br />

daha farklı. Tarihi algılayışımızda bu farklılık<br />

iyice su üstüne çıkıyor. Eksantrik yaradılış<br />

öyküleri, gizemli karakterler Asya milletlerinin<br />

özgeçmişlerinin vazgeçilmez unsurları. Bu<br />

hafta vizyona giren Üç Hanedan: Ejderin<br />

Dirilişi Çin İmparatorluğu’nun parçalanışından<br />

sonra tek bir irade altında toplanmasını<br />

anlatan dramatik bir hikaye. Çin’in dört<br />

büyük klasik romanından biri olan “Romance<br />

of the Three Kingdoms”dan uyarlanan Çin<br />

tarihinin en karanlık dönemi M.S. 190 – 280<br />

yılları arasında geçen Üç Hanedan: Ejderin<br />

Dirilişi, ülkesinin birliği ve barış için savaşan,<br />

yiğitliği ve savaştaki üstün yeteneğiyle yükselip<br />

tüm Çin’de tanınan bir kahraman olan sıradan bir<br />

adam Zhao Zilong’un hikayesini anlatıyor. Halktan<br />

gelen ama tabi olduğu beyliğe sonuna kadar bağlı<br />

kalan ve 5 Kaplan Generali’nden biri olmaya<br />

başaran Zilong, Çin kültürünün unutulmayan bir<br />

parçası. Son dönemde büyük bir ilerleme kaydeden<br />

Asya Sineması’nın başarılı örneklerinden olan<br />

Üç Hanedan: Ejderin Dirilişi epik bir kahramanlık<br />

ve var oluş hikayesi. Oyunculukların ve öykünün<br />

su katılmamış bir kahramanlık hikayesinin ürünü<br />

olması izleyicide hafif Cüneyt Arkın benzetmelerine<br />

neden olacaktır. Ama düşünmemiz gereken filmin<br />

son dönemde dünyadaki dengeler üstünde<br />

fazlasıyla söz sahibi olan Çin’in önemli bir edebiyat<br />

üretiminin ilk kez sinemaya uyarlanmış olması.<br />

Tamam, Asya sinema endüstrisi bir atakta ve bu<br />

kadar yıl sonra Çin’in kuruluş destanını anlatan<br />

roman ilk kez sinemaya uyarlandı. Ama bu zamanlama<br />

acaba sadece endüstrinin ilerlemesiyle açıklanabilir<br />

mi? Yoksa Asya’daki yükselen milliyetçiliğin<br />

bir izdüşümü mü Üç Hanedan: Ejderin Dirilişi.<br />

Benzer üretimleri Güney Kore sinemasında da<br />

görüyoruz. Çin gibi komünizm ile yönetilen bir<br />

ülkede milliyetçiliği odağına almış bir filmin ortaya<br />

çıkması belki de bizim dikkatimizi çeken. Çünkü<br />

Hollywood bu tür binlerce üretimde bulunuyor.<br />

Dünyaya Amerikan milliyetçiliği ve emperyalizmini<br />

sinemayı kullanarak zaten empoze ediyor. Bu filmi<br />

seyrettikten sonra Türk Sineması için söylenecek<br />

çok şey var aslında. Benzer tarihlere sahip olduğumuz<br />

Çin kendi var oluşunu bu kadar güzel bir şekilde<br />

dünyaya tanıtırken, kendi halkının bilincini etkilerken,<br />

bizim tarihimizin kendi genç nesillerimiz<br />

tarafından bile unutuluyor olması acaba hangi<br />

endüstrinin suçu, hangi dengelerin ürünü? Hem<br />

seyredelim hem düşünelim. Şunu bilmeliyiz ki bu<br />

problemin tek sorumlusu yönetmenler veya senaristler<br />

de değildir. Bu garabet öncelikle Türk entelektüelinin<br />

bir sorunudur. Şu an bir yönetmen<br />

Ergenekon destanını sinemaya çekse düşünün<br />

bakalım ne gibi suçlamalarla karşı karşıya kalır. Ne<br />

faşistliği ne ülkücülüğü kalır bu sinemacının.<br />

Entelektüel gurupların sürüklediği kamuoyu tarafından<br />

kategorize edilmek ve aşağılanmak bu<br />

sinemacının Türkiye’deki makus talihidir.


Sinemayı ‘ayna’ ile kıyaslarsak, sinemanın toplumun<br />

‘aynası’ olduğunu belirterek, toplumsal bir söylemle<br />

başlayabiliriz… Gerçek hayatta ise ayna sır ve gizem<br />

içerir. İnsanın birebir yansıması olurken, aksini gösterir<br />

aynı zamanda… Aynanın ardındaki, yansıttıkları<br />

insanoğlu için tam bir muammadır o yüzden…<br />

Tarkovsky’nin ‘Ayna’sı yönetmenin kendine, ailesine,<br />

ülkesine bakışıdır, aynanın yansıttığı bir ortamdan… Bir<br />

rüyadır aynı zamanda, şiir gibi akar aynanın sırları<br />

arasından, başka bir doğallıkla dökülür anne ve babanın<br />

ağzından… Derinlikli ve incelikli bir filmdir…<br />

Shining de karşımıza çıkan aynaların gerçekliği, deliliği<br />

ve öldürme duygusunu yansıtış biçimi de bir hayli<br />

ilginçtir… Ölüm ve kaçış duygusu aynaların içinde birbirine<br />

karışarak bize yansır… Gerçeğin kendisi ve aksi<br />

konusunda kafası karışık bir rota çıkarır izleyiciye<br />

Kubrick… Piano’da gelgitli ruh hallerinin yansıtıcısı<br />

olarak başarılı bir şekilde kullanılır…<br />

Vampirlerin aynada görülmemesi, ruhlarının olmadığı<br />

inancıyla bağdaştırılır. O zaman aynaların ruhun yansıtıcısı<br />

olarak uhrevi bir işlevleri olduğunu da belirtebiliriz…<br />

Ayna, görülmeyeni görme, gösterme konusunda da<br />

kusursuz bir yardımcılık üstlenir. ‘The Others’da,<br />

yüzleşme ve gerilimin artması amacıyla kullanılır ayna…<br />

Tabii çocukluğumuzun fenomeni Pamuk Prenses’teki<br />

‘Ayna ayna söyle bana’ lafını da unutmamak lazım.<br />

Gelelim filmimize…<br />

Gerilim mevzusuna iyi kafa yoran ve başarlı işler çıkaran<br />

Uzakdoğu filmleri, teker teker Hollywood tarafından<br />

hüpleniyor…<br />

Filmin yönetmeni birçok ülkede yasaklanan Yüksek<br />

Tansiyon filmi dikkatleri üzerine çeken Alexandre Aja…<br />

Tepenin Gözleri de kendilerinindi. Orijinali Wes Craven’e<br />

aitti tabii… Aynalar da Güney Kore yapımı In the<br />

Mirror’un yeniden çevrimi…<br />

Filmdeki korku faktörü, olabilecek tüm yansıtıcı düzlemlerle<br />

(pencereler, su, TV ekranı, bıçak yüzü, resim<br />

çerçeveleri gibi) şeytanın ölümcül yollarına dönüştürülüyor.<br />

Sonunda kahramanımız, yansımasını ele geçiren<br />

kendi içindeki canavarlarla savaş vermek durumunda<br />

kalıyor.<br />

Eski bir polis olan Ben Carson, birkaç yıl önce<br />

yangında kül olan ve personeli ölen bir<br />

mağazada gece bekçiliği yapmaktadır.<br />

Yangından sadece geriye birkaç ayna kalmıştır.<br />

Halen mağazada bulunan bu aynalar, kendisi<br />

ile temasa geçemeye başladıktan sonra<br />

Carson, ailesini korumak için aynalara gizlenmiş<br />

kötü ruhla mücadele etmeye başlar. Yani<br />

aynalarla dolu, insanın kendini aynalarda farklı<br />

biçim ve ruh halinde gördüğü filmlerden biriyle<br />

karşı karşıyayız… Ama adamın alkol bağımlılığı<br />

yüzünden evinden ve işin den uzaklaştırılması,<br />

karısının doktor olması, karısının adamın ruh<br />

halini alkole bağlaması ve sonrasında mevzuu<br />

anlayıp çırpınması gibi klişeler zaman zaman<br />

sinir bozucu hale gelebiliyor… Ve hatta konu o<br />

kadar anlamsız bir dallanma budaklanma arz<br />

ediyor ki bakalım yönetmen konuyu aynalara<br />

nasıl bağlayacak diye düşünüyorsunuz… O<br />

yüzden uzun bir bocalamadan sonra konu<br />

bağlanıyor… Çocukların aynalarla olan iletişimi<br />

burada da vurgulanıyor, Shining’de olduğu<br />

gibi… Aslında artık sinemada konu geri planda<br />

kalıyor… Klişeleşmiş efektler burada da vurgulanıyor,<br />

duyguyu bile aynalardan çıkarıp içimize<br />

sokmak durumunda kalıyoruz…<br />

“Derinlik Sarhoşluğu”, “Nikita”, “Leon”,<br />

“5.Güç”, “Wasabi”, “Arthur ve Minimoylar”…<br />

Bu filmler sıralandığında, aklınıza ilk gelen isim<br />

kuşkusuz ki Luc Besson. Ancak Luc<br />

Besson’un, adını tüm dünyaya duyurmasını<br />

sağlayan bu filmler, bir isimle daha<br />

özdeşleşiyor.


Fatih Akın ismi artık sadece Türkiye ve Almanya’da<br />

değil, bütün dünyada tanınmış bir marka. Akın’ı film<br />

çekmeye iten dürtüleri ve kendi ülkesini keşfetme<br />

yolundaki duraklarını sorduğumuzda daha önce<br />

duymadığınız yorumlar getirdi. İşte Akın’ın hedefleri ve<br />

kendini keşfetme yolculuğu…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

Her yönetmenin kendine göre bir derdi<br />

var. Üretimlerini bu derdin peşine düşerek<br />

yapıyorlar. Sizin filmlerinizde de köklerinizi<br />

tanıma hep odağınızdaki konu. Mesela<br />

“Yaşamın Kıyısında” da bu çok belirgin.<br />

Köklerimi keşfetmek. Bu film bana hayatımda<br />

ilk kez Trabzon’a gitme fırsatını<br />

verdi ki, ben Trabzonluyum. İstanbul’u<br />

artık yavaş yavaş tanıyorum. O yüzden<br />

Anadolu’yu merak ediyorum. Bir sürü<br />

hikaye var bu ülkede. Burada ki hikayeler<br />

bana bir yandan daha yakın. Benim filmlerimi<br />

Çin’de Meksika’da değil burada<br />

çekmem daha mantıklı geliyor. Tabii<br />

ileride oralarda da film yapmak isterim<br />

Ama şimdiye kadar kendi memleketimde<br />

film çekmek kendimi keşfetmek anlamında<br />

bana daha doğru geldi.<br />

Geçen yıl “Hayatımın Kadını” filmimin<br />

gecesinde görüştüğümüzde bir takım<br />

sıkıntılarınız vardı. Bush tişörtü meselesi<br />

yüzünden Almanya’da tepki görmüştünüz.<br />

O şikâyetçi dönemden Almanya adına<br />

Oscar adayı bir filminiz oldu. Bu arada<br />

neler değişti?<br />

O Bush olayı planladığım bir şey değildi.<br />

Zaten benim hayatımda birçok şey böyle<br />

oluyor. Başka türlü bir ciddilik bir<br />

yaşadım. Benim çok yakın bir arkadaşım<br />

“Yaşamın Kıyısında”nın çekimlerinde hayatını<br />

kaybetti. Filmin hem yapımcısı hem<br />

de senaryo doktoru dediğim kişi. Filmde<br />

işlediğimiz konu ile karşı karşıya geldik.<br />

Bu yazarken olmadı ama çekerken oldu,<br />

ilginç bir şey.<br />

Bu dönemin sizin sinema dilinize bir etkisi<br />

oldu mu?<br />

Olgunlaştım mı bilmiyorum. İnşallah ilerde<br />

20-30 filmin sahibi olurum. O zaman belki<br />

bunu daha doğru değerlendirebilirim. Bir<br />

tarz aramıyorum. Bir sürü yönetmen takip<br />

ediyorum. Bir film yapıyorlar, o film<br />

başarılı oluyor. Ondan sonra hep aynı tarz<br />

film yapmaya devam ediyorlar. Ben sinemayı<br />

çok seviyorum, çok merak ediyorum<br />

ve kendi tarzımı da öğrenmek istemiyorum.<br />

Yeni filmim eminim ki konusu ne<br />

olursa olsun tarzı farklı olacak. Bir tarzın<br />

veya türün ismi olmak istemiyorum.<br />

Sürekli değişeceğim ve yeniliklerle<br />

besleneceğim. Amacım bu.<br />

Bir Hollywood, Avrupa, Uzakdoğu sineması<br />

dili var. Türk sinemasının bir dili<br />

olduğunu söyleyebilir miyiz?<br />

Türk sinemasının yüzde yüz kendine ait<br />

bir sinema dili var.<br />

Peki bunlardan hangisine daha yakın?<br />

Uzakdoğu sinemasına daha yakın.<br />

Filmleriniz festivallere katılıyor. Türk sinemasında<br />

da bazı üretimler festivallerde


çok beğeniliyor ama Türkiye’de gişe yapamıyor.<br />

Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu’nun filmleri<br />

buna örnek olarak verilebilir. Türkiye de sizin dil<br />

dediğiniz şeyi de en çok bu insanlar belirliyor. Bu<br />

bir problem değil midir? Halktan kopuk bir dil oluşmuyor<br />

mu?<br />

Bu üzücü bir şey. Hepimiz isteriz ki filmlerimizi<br />

herkes izlesin. Ben filmlerimi izlensin diye yapıyorum.<br />

Ben ve Nuri Bilge Ceylan olayı şöyle kurtarıyoruz;<br />

Bir tek ülkede değil de 60-70 ülkede vizyona<br />

giriyor filmlerimiz. Bir şeyler toplanıyor ve sonuçta<br />

devam edebiliyoruz. Bir sürü insan filmi izlemiş<br />

oluyor. Ama halktan kopuk bir üretim yapmak<br />

kesinlikle istemiyorum. Tabii halka daha yakın sinema<br />

demek sığ, derdi olmayan, daha az düşünen<br />

filmler ise ya da daha az ciddi filmler ise ben böyle<br />

bir yakınlığı kabul etmem. Halimden ve üretimlerimden<br />

memnunum bu konuda. Bu duygu Türk sinemasında<br />

hep vardı. Lütfü Akat, Metin Erksan, Atıf<br />

Yılmaz da vardı. Bunlar daha ticari filmler yaptılar.<br />

Bunu bir sürü nedeni var. Sonuçta her şeyi para<br />

yürütüyor. Bu filmlerin arkasında daha çok para<br />

olsaydı, reklam için, sinema kiralamak için, halk<br />

bizim filmlerimize yabancı kalmaz. Sonuçta kendi<br />

filmimi sadece bir entel dantel topluma yapmıyorum.<br />

Ben genele seslenmek istiyorum. Filmlerimi<br />

işçi sınıfından gelen, benim akrabalarım olan insanlar,<br />

muhafazakâr insanlar, taksici arkadaşlarım<br />

izlediğinde çok beğeniyorlar. Ama “ben bu filmi hiç<br />

duymadım” diyenler de var. Bu da tabii dağıtımla,<br />

parayla ilgili bir sorun. Bu sinemanın çok klasik bir<br />

eksikliği. Tüm dünya sinemasında bu var. Halka<br />

çok daha yakın, gişe yapan, rekor kıran ve daha<br />

yabancı kalanlar. İnsanlar şöyle de düşünüyor olabilir:<br />

“Nasıl olsa kendi hayatım dert sıkıntı içinde,<br />

daha da dertli bir film izlemek istemiyorum.” Buna<br />

da saygı gösteririm. Bizim filmimizi izlemek biraz<br />

cesaret ister. Ama kimsenin işlediğimiz konulara<br />

fazla yabancı kalacağını sanmıyorum. Çok klasik<br />

konular bunlar.<br />

Almanya’da sizin gibi Türk asıllı bir çok yönetmen<br />

ve sinemacı var. Bence Türk sinemasının ayrılan bir<br />

dalısınız. Bu noktada Türkiye’de ki bir hikayeyi<br />

yorumladığınızda tam olarak yetkin olabilir misiniz?<br />

Bence evet. Yarın öbür gün bir fırsatım olursa<br />

senaryosuyla, kadrosuyla, konusuyla yüzde yüz<br />

buraya ait bir film yapabilirim ben. Acelem yok,<br />

daha vaktim var. İkincisi çok kültürlülük denilen bir<br />

gerçek var. Bu gerçek demek ki uluslar artık kendilerine<br />

ait kendilerine kapanık kalamıyorlar. Bu artık<br />

fiziğin kurallarına aykırı olan bir şey. Almanya,<br />

Avrupa’nın ortasında bir yer. Bisikletle alışverişe<br />

gidiyorum, sokakta bir sürü yabancı dil duyuyorum.<br />

Bu dünyanın her yerinde oluyor. Sanıyorum benim<br />

sinemamda bu çoklu kültürden kaynaklanan bir<br />

sinema. Bir köprü kuruyorum ben. Bu benim ve<br />

sinemanın görevi zaten.<br />

Yaşamın Kıyısında gösterime girdiğinde bazı tepkil-


er geldi. Halbuki filmde Türkiye’yi ne kadar<br />

eleştiriyorsanız Almanya’daki insan ilişkilerini de o<br />

kadar eleştiriyorsunuz? Bu eleştiride en çok anne<br />

kız arasındaki ilişkide ortaya çıkıyor. Almanya’ya<br />

bakış açınızı mı yansıtıyor o sahneler? Özellikle<br />

kızın annesine “Alman gibi düşünüyorsun” diye bir<br />

tepkisi var. Bu birazda sizin eleştirilerinizden mi<br />

renk alıyor?<br />

Bu tarz ilişkiler var Almanya’da yaşanıyor. Ben de<br />

bu ilişkilere şahit oldum. İyi insan sınıfı diye bir sınıf<br />

var. Yeşiller, Sosyal Demokratlar bu sınıfa giriyor.<br />

Filmdeki ailede o sınıfa ait.<br />

Almanya değişti, eskisi gibi<br />

değil. Artık mülteci kampları bomboş çünkü ülkeye<br />

kimseyi almıyorlar. Amacım aslında eleştiride<br />

bulunmak da değil. Amacım Türkiye ile Almanya<br />

arasında bir denge bulmak. Gördüğümüz şeyler<br />

Almanya’da da Türkiye’de de yaşadığımız şeyler.<br />

Gündemde olan şeyler.<br />

Türkiye’deki izleyiciler için bir mesajınız var mı?<br />

Sinema umut demek. Bu zamanda umut arayan<br />

varsa sinemayı takip etsinler.


Dünya iyi güçlerden o kadar ümitsiz ki Hellboy gibi bir<br />

zebaniye bel bağladı. İnsanlık için kendi karanlık dünyasıyla<br />

savaşan bu çizgi dışı karakterin bu günlerde bir çok insana<br />

örnek olması dileğiyle...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

Sanat estetik bir şekilde hayatı yargılama ve<br />

yaşama biçimi. Toplum değiştikçe, geliştikçe bu<br />

tür bir dışa vurum "klasik sanatçıdan" sıradan<br />

insanın üretimine kaydı. Bunun sebebi ise "klasik<br />

sanatçının" değer yargıları ve kabiliyetiyle üretilen<br />

objenin halk tarafından kolaylıkla tüketilememesi.<br />

Halk da kendi sanatını ve üretimlerini yapmaya<br />

başladı.<br />

Popüler yaşam biçimi kendi sanatsal dünyasını<br />

yarattı. Çizgi roman ve sinema bugünün ve geleceğin<br />

en anlaşılır, kolay tüketilebilen sanatsal<br />

hikaye anlatım yolları olarak öne çıkıyor. Çizgi<br />

romanın bence doğmasının altındaki itici güç işte<br />

bu oluşum. Çizgi romanın gelişimini anlatmak<br />

gerçekten ayrı bir yazı konusu. Ama bu yazıyı<br />

ana konumuz Hellboy'a bağlayacağımız bir şekilde<br />

çizgi romanı tanımlamaya çalışırsak, hayal<br />

gücümüzün yarattığı yaşamsal çeşitliliği kağıtla,


kalemle resimleyerek hayatımıza sokmak diye<br />

ifade edebiliriz.<br />

Bunun sebebi insanın hayata dair mesaj verme<br />

ihtiyacı. Eleştirme ve çeşitlendirme ihtiyacı.<br />

Tekdüzeliği bozmak ve iyinin gücüne olan güveni<br />

arttırmak süper kahramanların işi. Bu kahramanların<br />

yüzlercesini sayabiliriz. Ama Hellboy iyilikle<br />

kötülük arasındaki savaşın en çarpıcı örneklerini<br />

veriyor. Hellboy cehennemde doğan bir iblis<br />

olarak düyadaki iyi güçlerin yanında yer alıyor ve<br />

kendi doğasıyla olduğu kadar cehennem zebanileriyle<br />

de insanlık için savaşıyor.<br />

Kısacası gerçek hayatta insanın kendi varlığında<br />

taşıdığı bütün karmaşayı, zıtlığı, sağ omuzumuzdaki<br />

melekler ile sol omuzumuzdaki şeytanların<br />

çarpışmasını bu espirili iblis her gün yaşıyor.<br />

Batı kültürünün İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra<br />

bütün kötülüklerin kökenini bağladığı Nazizmi,<br />

Hellboy'da da görmek mümkün. Hatta<br />

Hellboy'un dünyaya gelmesine sebep olan olaylar<br />

zincirini başlatan Naziler.<br />

1944 yılında Naziler savaşı kazanmak için şeytani<br />

güçleri de devreye sokmak isterler. Rasputin<br />

önderliğinde, Kaosun Yedi Tanrısı Ogdru<br />

Jahad'ın hüküm sürdüğü cehenneme bir


kapı açarlar. Amerikan askerleri, Profesör Trevor Bruttenholm<br />

(John Hurt) eşliğinde olaya müdahale eder ve Nazileri yenilgiye<br />

uğratır. Ama cehennemin kapısı açıkken içeri bebek bir zebani<br />

yani Hellboy (Ron Perlman) sızar. Hellboy kuyruğu ve boynuzlarıyla<br />

tam bir cehennem zebanisidir. Bebektir ve profesörü babası<br />

kabul eder. Büyüyünce Normal Ötesi Araştırmalar ve Savunma<br />

Bürosunda iyiler için savaşan bir kahraman olur. Bu büroda insan<br />

balık karışımı, Abe Sapien (Doug Jones) ve piro-kinetik (yüksek ısı<br />

üreten) Liz Sherman (Selam Blair) de görev almaktadır. Liz tamamen<br />

normal görünümlü bir kadın olduğu için ona olan aşkında<br />

Hellboy fazla umutlu değildir. Yazdığı mektupları göndermeye<br />

cesaret edemez bir türlü. Bu çaresiz gibi görünen aşk hikayesi bir<br />

yandan sürerken Rasputin ve eski Naziler de boş durmamaktadır.<br />

Dertleri Ogdru Jahad'ı dünyaya egemen kılmaktır. Hellboy, bir<br />

yandan yaradılışı itibarıyla cehennemin kapısını açmakla yükümlüdür<br />

ama diğer yandan da iyi bir Hıristiyan olarak yetişmiştir.<br />

İnancı ve yaradılışı arasından hangisinin galip çıkacağını dünyanın<br />

kaderini belirleyecektir. Hellboy'u sinema severler ilk olarak böyle<br />

tanıdı. Karizmatik kahramanın bazı özelliklerini öne çıkarmak


gerekiyor. Mesela boynuzlarını sürekli traş etmesi<br />

gibi. Zebaniliğinin kanıtı olan boynuzlarını kesen<br />

Hellboy ümitsizce insanlaştığını düşünür. Mike<br />

Mignola tarafından yaratılan Hellboy, Dark Horse<br />

Comics tarafından 1993 yılında yayınlandı. Ülkemizde<br />

ise 2003 yılında İthaki Yayınları tarafından<br />

Türkçe olarak okurlara sunuldu.<br />

Sunuldu sunulmasına ama kötü karakteri Ogdru<br />

Jahad olarak isimlendirerek, Cahad-Cihad benzetmesiyle<br />

bu tür hikayelerin karanlık yüzünü bir kez<br />

daha bize gösterdi. Öyküdeki kötü karakterlere gönderme<br />

yapılan diğer öğeler ise Naziler ve öbür<br />

dünyanın kapısını açan Rasputin sayesinde<br />

Ortodoks mezhebi karşımıza çıkıyor. Doğu<br />

kültürünün şeytan ve cehennem ile ilişkilendirilmesi<br />

artık neredeyse alıştığımız bir yapı. Yüzüklerin<br />

Efendisi'nden, Narnia Günlükleri'ne kadar hep aynı<br />

şikayetleri dile getirdik. Batı edebiyatının bir kısmı<br />

gizli faşizmini ne yazık ki bu şekilde devam ettiriyor.<br />

Belki Hellboy kendisiyle savaşan yapısı sayesinde<br />

yaratıcısının da düştüğü bu çirkinlikten kurtulur.<br />

Çizgi romanı sinemaya taşıyan Guillermo Del Toro<br />

ilk filmden 4 yıl sonra Eylül ayında vizyona girecek<br />

olan “Hell Boy 2: Altın Ordu” ile efsaneyi devam<br />

ettiriyor. Başrollerinde Ron Perlman, Doug Jones,<br />

Selma Blair, John Hurt ve Jeffrey Tambor'un<br />

oynadığı filmin kısa konusu ise şöyle: Efsaneler<br />

alemi, dünyayı yönetmek için insanlığa karşı bir<br />

ayaklanma başlatır. Bunun üzerine Hellboy ve<br />

takımına dünyayı bu isyankar yaratıklardan kurtarmaktan<br />

başka çare kalmaz. Kızıl iblisin macerası bu<br />

ayın en etkileyici sinema serüveni.


BANU BOZDEMİR<br />

■ Kasabalar kimisi için bir çıkıştır, kimisi içinse bir<br />

dönüş… Kimisi içinse doğulan ve aynı zamanda<br />

doyulan, zamanın sessiz ve derinden aktığı, türlü<br />

türlü hikayelerin kurulduğu, ‘küçük hayat’ların başrol<br />

oynadığı ve duygu olarak şehre uzak mekanlardır…<br />

Haydar Ergülen’in dediği gibi ‘kasaba içerdedir,<br />

denizle akraba değildir, kasabaya gölge yeter, bir de<br />

loş ikindiler.’… Ya da Süt filminin oyuncusu Saadet<br />

Işıl Aksoy’un dediği gibi ‘üçüncü gün, yıllardır orada<br />

yaşıyormuş duygusu uyandıran’, insanı hayatının<br />

sonuna kadar orada kalacakmış duygusuna meyillendiren<br />

yerlerdir kasabalar… ‘Bir kasabada ölmeliydim<br />

aslında’ diyen Yılmaz Erdoğan’ın ‘kasaba’<br />

şiirindeki kadar dramatik belki de…<br />

O yüzden öyküleri de sinemayla olan iletişimleri de<br />

farklıdır… Sinematografik olarak belli bir karizma<br />

uyandırırlar insanların gözünde… Bu kadar sanatsal<br />

uyarlamalara modellik ettiklerini bilseler, kasabalılar<br />

çok mutlu olurlardı herhalde… Ama kasabaların<br />

sadece güzel ve uzun görüntülerin eşlik ettiği<br />

yavaşlığın arenası olarak algılanması biraz rahatsız<br />

edici… Kayıtsız şartsız Tarkovski’nin yavaşlığına<br />

sığınmak da fazla apolitik… Bu ay vizyona giren<br />

Tatil Kitabı’ndan feyz alarak bu yazıyı yazmaya<br />

karar verdik!


’KASABA’DAN UZAKLAŞMAK<br />

Kasaba filmleri denince son yıllarda aklımıza ilk<br />

olarak Nuri Bilge Ceylan geliyor tabi ki… Kendi<br />

hayatından yola çıkarak başladığı yolculukta, fazla<br />

mekan değişikliği yapmadan ama ruhani olarak<br />

dolu dolu döndü Ceylan. İlk filmi Kasaba siyah<br />

beyaz, belgesel tadında, baharın<br />

uyanışıyla hareketlenmeye başlayan bir<br />

kasabada, zamanın yavaşlığına, hayatın<br />

tekdüzeliğine, yaşamların küçüklüğüne<br />

ve samimiyetine uzun planlar<br />

eşliğinde bakan bir filmdi… Görsel<br />

açıdan etkili bir sinema dili olan<br />

Ceylan ailesinden insanları<br />

oynatarak ve küçük bir ekiple bu<br />

işi bitirerek sinemanın gerçekliğine<br />

kocaman bir anlam katmış<br />

oldu bu filmiyle…<br />

Diyalogların yerine görüntünün<br />

konuştuğu etkili bir<br />

film oldu Kasaba. Bunda sinemanın şehre sunulan<br />

bir sanat dalı olması da etkiliydi… Kasabaları<br />

sadece tatile giderken gören büyük bir kesim, farklı<br />

bir yaşamın yavaşlığında ve tekdüzeliğinde çok<br />

farklı sanatsal anlamlar buldular kendilerince…<br />

Arkasından gelen Mayıs Sıkıntısı, Ceylan’ın<br />

kasabasına duyduğu sıkıntı ve suçluluğu daha da<br />

su yüzene çıkarır nitelikteydi… Çünkü yavaş yavaş<br />

kasabasının İstanbul’u gösteren oklarına doğru<br />

ilerliyordu Ceylan… Bu kasabanın<br />

sıkıntısından çok kendi sıkıntısı,<br />

şehirlinin ve şehre yönelmenin<br />

sıkıntısıydı aslında… Güzel görüntülerin,<br />

içimizdeki sıkıntılı bir noktaya<br />

parmak bastığı, samimiyetin içimizden<br />

taşıp gittiği, naif çizgilerle kuşatılmış bir<br />

filmdir… Sonra ‘Uzak’ gelir ve kasabaların<br />

o masum havasından yavaşça<br />

‘uzak’laşıp gideriz…


TARKOVSKY<br />

YAVAŞLIĞIN KEŞFİDİR<br />

Bir de Karpuz Kabuğundan<br />

Gemiler Yapmak filmiyle<br />

gönüllere taht kurmuş Ahmet<br />

Uluçay vardır ki, o ayrı bir<br />

fenomendir. Film çekmek<br />

teknik ve duygusal olarak içine<br />

gökten zembille inmiş gibidir.<br />

Kasabasından çıkmadan,<br />

‘kasabanın en güzel filmini’<br />

çekmeye soyundu hep. Naiflik<br />

içeren, her karesinde sinema<br />

sevgisi kokan film tam da bir<br />

kasabalı. Sağlık sorunları<br />

yaşayan yönetmen ikinci filmi<br />

Bozkırda Deniz Kabuğu’nu<br />

tamamladı ve her şeyiyle buram<br />

buram kasaba kokan bir film<br />

daha ortaya koydu.<br />

Kasabalı çocuklar yani içlerde<br />

yaşayan çocuklar denize ulaşırsa<br />

dilekleri yerine gelir gibi bir<br />

inanış vardır. Uluçay’ın hayatı<br />

da tıpkı öyle… Küçücük bir<br />

noktadan okyanuslara ulaştı,<br />

karpuz kabuğundan gemiler<br />

yaptı, bozkırda deniz kabuğu<br />

buldu. Yani denize ulaşmak<br />

isteyen küçük bir çocuk gibiydi<br />

ve denizlere ulaştı…<br />

YUMURTA KIRGINLIĞI<br />

Bu sene fazlasıyla tartışma<br />

yaratan Semih Kaplanoğlu’nun<br />

Yumurta’sı da şehirden<br />

kasabaya evrilen filmlerdendi.<br />

Şehirde yalnızlığın tıkacında<br />

kalmış bir adamın, zorunluluk<br />

kisvesi altında şehre gitmesi ve<br />

orada kendini bulma hikayesi.<br />

Kasabada eski dostlar, sevgililer,<br />

mekanlar, adaklar hiç<br />

değişim geçirmeden öylece<br />

beklerler onu… Yavaşlık, yalnızlık<br />

hiçbir şeyin dokusunu bozmayan<br />

bir örtü gibidir… Derin<br />

bir sükunet ve karamsarlık<br />

hakimdir… Kamera uzun uzun bu<br />

sükunetin üstünde durur. Evet<br />

kasabalarda yaşadıysanız,<br />

zamanın yavaş aktığını, insanın<br />

evliya kıvamında dolaşmak için<br />

zamanının olduğunu, dikkat dağıtacak<br />

konuların fazlasıyla az<br />

olduğunu görebilirsiniz. Ve bu<br />

anlara ilişkin uzun planlar yapabilirsiniz…<br />

Ama bir de işin şu yanı<br />

var. Şehirde trafiğin ortasında bir<br />

arabanın içinde mahsur<br />

kalmışken de aynı derin duygularla<br />

yavaşlığın kuşatması altında<br />

olabilirsiniz… Bir de eskiden<br />

kasabada olan birisi kasabayı o


kadar yabancılamaz, dut<br />

yemiş bülbül gibi davranmaz.<br />

O yüzden Yumurta, bu konuda<br />

geç bir örnekleme oldu. Yani<br />

çok bilindik bir yoldan gitmenin<br />

avantajını iyi kullanan<br />

bir film oldu. O yüzden yeni bir<br />

söylemi, yeni bir hamlesi<br />

yok… Kasabaların<br />

masumiyetine fazlasıyla<br />

sığınıyor. Kasabaların sosyal<br />

yapısını iyi bilen birisi olarak<br />

zamanın yavaşlığının insanın<br />

yavaşlığı olarak kabul edilmesine<br />

karşıyım. Yumurta’daki<br />

yoğun itirazım da buradan<br />

kaynaklanıyor…<br />

TATİL SİNEMASI<br />

Bu ay vizyona giren aslında<br />

bu yazının yazılmasına<br />

sebep teşkil eden Seyfi<br />

Teoman imzalı Tatil Kitabı<br />

da aynı kaderi paylaşıyor.<br />

Tatil Kitabı yaz rehavetini<br />

arkasına alarak, iyice gölge<br />

altına çekilmiş bir sinema<br />

sunuyor izleyiciye… Silifkeli<br />

bir ailenin başından geçenler<br />

bu kez ailenin küçük<br />

oğlunun tarafından aktarılır.<br />

Yani her ailede yaşanacak<br />

olan gerilimler, fazla iddiada<br />

bulunmadan, fazla derinleştirilmeden,<br />

taşranın yavaş<br />

ritmini kullanarak anlatılıyor…<br />

Ve yine aynı duygularla<br />

izliyoruz filmi… Şehir hayatının<br />

hızına yenik düşen<br />

kasaba filmi… İstekler, beklentiler<br />

ve bunların karşılık<br />

bulamadığı hayatlar… Dört<br />

erkeğin bir kasaba ortamındaki<br />

değişimlerine


odaklı film; güç, otorite gibi<br />

kavramlara bakıyor… Ama<br />

konunun dağılımlı olması ve karakterler<br />

yaratması en azından filmi<br />

ötelere taşıyabiliyor…<br />

VAKİTLERDEN BEŞ VAKİT<br />

Şehre karşı bir güzelleme aslında<br />

kasabalarda, köylerde çekilen filmler…<br />

Beş Vakit diğer örneklerde<br />

olduğu gibi erkeklerin devam<br />

ettirdiği, kendi aralarında paylaştırdığı<br />

ataerkil bir yapının çivisini<br />

çakıyor. Çocukların zamanı kullanış<br />

biçimi biraz daha farklı bu kez.<br />

Kadın ve erkek ayrımı, çocukların<br />

zamanı, mekanı ve büyükleri<br />

algılayışı aslında büyükler gibi… Bu<br />

da devam eden bir yapının<br />

dinamikliğini bize gösteriyor… Beş<br />

Vakit zamanın yavaşlığında, Reha<br />

Erdem’in yazlarını geçirdiği köyden<br />

alıyor ilhamını… Beş vakit zamanın<br />

devinimime gönderme yaparken,<br />

aslında burada diğer filmlerde<br />

olmayan zaman olgusuyla daha<br />

açık bir oynama yapıyor… Yani<br />

zamanın yavaşlığına, geçmezliğine<br />

bir vakit geçişi yerleştiriyor…<br />

İmgelerin önemli bir yer kapladığı<br />

filmde, hayaller, kızgınlıklar, özlemler<br />

sevgiyle nefret arasında sıkışıp<br />

kalıyor. Zaman beş vakte bölünür,<br />

zamanın geçişi hatırlatılır yavaş da<br />

olsa…<br />

DONDURMAK GAYMAK;<br />

YEMESİ KIYAK<br />

Dondurmam Gaymak, yukarıda<br />

sözünü ettiğimiz filmler için ters<br />

örnekleme olabilir. Çünkü bu Ege’de<br />

geçen kasaba filminde şen şakrak,<br />

hatta neşenin film karelerinden çıkarak<br />

insanın üstüne yapıştığı bir durum söz<br />

konusu… Küçük esnaf olmanın paranoyası<br />

gayet çığırtkan bir biçimde<br />

işlenir filmde… Gerçi yönetmen<br />

Yüksel Aksu uzun planların filminin o<br />

kadar da dışında kalmasına göz<br />

yumamamış ve evliya kıvamında uzun


ir plan yerleştirmiş filmine…<br />

Ama film konuşmayla ilerlediği<br />

için o kadar kesintisiz gelmiyor<br />

insana… Çocukluk ve kasaba<br />

arasında Freudyen bir ilişki<br />

olduğunu söyleyen Aksu, filminin<br />

söylemini ‘muhabbet’ten yana<br />

kullanıyor…<br />

BABA OĞUL AĞLAR;<br />

HERKES AĞLAR<br />

Çağan Irmak imzalı Babam ve<br />

Oğlum, kasaba filmlerinin başka<br />

bir yüzünü ortaya çıkardı bir<br />

anda. Filmin kendi halinde<br />

başlayan yolculuğu kendini aştı<br />

ve kasabalı ruhu tüm kenti sardı.<br />

Babam ve Oğlum komedi ve trajedinin<br />

kol kola girmiş haliydi.<br />

Konu filme fazlasıyla hakimdi.<br />

Ama sonuçta o da bir kasaba<br />

filmiydi… Ama o da diğerlerinden<br />

farklı bir algı sunuyordu seyirciye…<br />

Seyirciyi uzun planların ve<br />

konusuzluğun kıskacında boğmadan<br />

yapıyordu bunu… O da<br />

bu anlamda Türk sinema tarihi<br />

için farklı bir anlam kazanmış<br />

filmlerden biri oldu…<br />

Vizontele, Ademin Trenleri,<br />

Janjan, Çinliler Geliyor, Münferit,<br />

İlk Aşk, Hayattan Korkma kasabalarda<br />

geçen ama yavaşlığın<br />

simgesi olmadan, hatta bazen<br />

fazla curcuna kopartarak,<br />

zamana fazlasıyla hız ve hareket<br />

katarak karşımıza çıkan filmler<br />

oldu…<br />

Hepsi de kasabaların naifliğinden<br />

feyz alarak çekilen filmler…<br />

Şehirde yorulan kafaların<br />

çevrildiği anda karşısına çıkan ya<br />

da zaten oradan yola çıkan<br />

kafaların, kasabaları algılama<br />

biçimlerine göre yavaşlık ve<br />

hızlılık gösteren kasaba filmleri…<br />

İtiraz noktamız, yavaşlığın içimize<br />

işleyen bir yaşam algısı olarak<br />

algılanması… Bunun sadece<br />

görüntülerle, konuyu biraz ötede<br />

tutarak verme durumu… Politik<br />

duruşların bu tarz filmlerin içine<br />

biraz daha yedirilme durumu<br />

isteğimiz… Kasabaları biraz tanımak<br />

lazım, sadece kafa dinlemek<br />

için gitmek değil…


1945'te Hiroşima'ya atom bombası<br />

atıldığında 620 kişilik bir okuldan<br />

hayatta kalan tek çocuğun 60 yıl<br />

sonra söylediği başlığımızdaki söz,<br />

acının bitmediğinin kanıtı. Peki<br />

böylesi bir katliamı dünya nasıl hatırlıyor?<br />

Veya nasıl hatırlamalı?<br />

“Zamanın Ruhu” köşemiz dönemimizin iki<br />

yüzlülüklerini ortaya çıkaran filmlere büyük<br />

saygı duyar. Bu tür filmlerin ülkemizde<br />

seyredilmesi veya bunlara ulaşılması<br />

gerçekten zor. Ama bu sefer öyle bir film<br />

işledik ki sizin için, tam bir bomba. Bomba<br />

film, iki tane atım bombasının kavurduğu<br />

insanların hikayesini anlatıyor. 2007 yapımı<br />

“Beyaz Işık / Siyah Yağmur: Hiroşima ve<br />

Nagazaki'nin yok edilişi - White Light /<br />

Black Rain: The Destruction of Hiroshima<br />

and Nagasaki" Steven Okazaki'nin 86<br />

dakikalık bir belgeseli. İkinci Dünya<br />

Savaşı'nda Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan<br />

atom bombalarından sonra hayatta kalan<br />

14 Japon ile bombalama olayına karışmış<br />

4 Amerikalı'nın anıları, resimleri, o dönem<br />

çekilmiş dökümanter filmleriyle dörtdörtlük<br />

bir belgesel. 6 Ağustos ve 9 Ağustos'ta<br />

sivil insanlara karşı yapılmış bu hain<br />

saldırının öyle ayrıntıları var ki bunların<br />

unutulmasına asla izin verilmemeli.<br />

Nedense Japonya'ya atılan atom bombaları<br />

söz konusu olduğunda insanlarda bir<br />

tepkisizlik ve alttan alta bir hak verme<br />

yaşanır. Sanki bu bombalar insanların


üstüne atılınca İkinci Dünya Savaşı bitmiş gibi.<br />

Veya savaşın bitmesi için bu bombaların mutlaka<br />

atılması gerektiği gibi gerçek olmayan bir<br />

inanış var. Tabii bu kendi suçunu örtbas etmek<br />

isteyen ABD'nin bütün dünyanın beynini yıkama<br />

taktiğinin bir sonucu. Filmin bütün sahneleri<br />

birbirinden çarpıcı ama ilk sahnesi bence en<br />

önem verilmesi ve konuşulması gereken<br />

bölümlerden. Filmin açılışında Japonya'nın<br />

bugünkü halinden görüntüler var. Hiroşima’nın<br />

kalabalık sokaklarında gencecik insanlar<br />

yürürken ekranda şöyle bir yazı çıkıyor. “Japon<br />

nüfusunun yüzde 75'i bombalama olayından<br />

sonra doğmuştur.” Daha sonra kamera


yanaşıyor ve şu soru soruluyor. "6 Ağustos<br />

1945'te ne olmuştu?" Gençler ne cevap veriyor<br />

biliyor musunuz? Gülüşüyorlar ve “Deprem<br />

mi olmuştu, bilmiyoruz” diyorlar. Böyle birkaç<br />

genç Japon'a daha bu soru yöneltiliyor ve hiç<br />

biri bilmiyor, hatırlamıyor o tarihte ne<br />

olduğunu. İşte beyni yıkanmış, kendi tarihinden<br />

uzaklaştırılmış, gerçeklerle bağları<br />

kopartılmış ve beyinleri Batı medeniyeti<br />

tarafından kültürel bir sömürge haline getirilmiş<br />

genç Japonlar. Bu arada Türk ulusunun<br />

gençleri de aklıma geliyor. Ve ister istemez bu<br />

sömürgeleştirilmeyi yaşadıklarımızla<br />

karşılaştırıyorum bizim gençlerimiz adına.<br />

Daha sonra kamera o günleri bütün acılarıyla<br />

yaşamış ve hayatta kalmış kurbanlara geçiyor.<br />

14 Japon acı dolu hikayelerini, mahvolmuş<br />

vücutlarını göstererek anlatıyorlar. Açıkçası<br />

hem onların görüntüleri hem de bomba<br />

atıldıktan sonra çekilen dokümanter filmleri<br />

seyretmek için yürek ister. Suratları erimiş<br />

insanlar, elleri ayakları kavrulmuş çocuklar,<br />

göğüsleri erimiş, kulakları kopmuş gencecik<br />

kızlar ve tabii acı ötesi hayatta kalma<br />

hikayeleri.<br />

“Yıllarca bu anılarımı konuşmaktan korktum.<br />

Bütün ailemi o bombalamada kaybettim. 620<br />

öğrencinin okuduğu okulun tek sağ kalan üyesiyim.<br />

Ve hep kendime sordum. Ben niçin hayattayım?”<br />

İşte bu sözlerle ilk kurban kameraya çıkıyor.<br />

"Ben niye canlı kaldım sorusunu yönelttiğim<br />

insanlar beni anlamadı" deyip gözyaşlarına boğuluyor.<br />

Diğer bir Japon kadın şunları söylüyor. “O dönemden<br />

aklımda kalan, korku, saklanma ihtiyacı ve<br />

yaşam ile ölüm arasında seçim yapma<br />

mecburiyeti. İlk olarak küçük bir ışık gördüm.<br />

Daha sonra o alev topuna döndü. Herkes mantar<br />

biçiminde bir buluttan bahseder. Ama bizim<br />

gördüğümüz ateşten bir sütundu. Hepimizi aldı<br />

götürdü. Evde annem babam ve kardeşlerimle<br />

beraber oturuyorduk. Ev içine doğru çöktü.<br />

Kendime geldiğimde küçük kardeşimin ağlayışını<br />

duydum. Anneme seslendim ama cevap alamadım.<br />

Sonra ayağa kalkıp yıkılmış duvarlardan<br />

geçtim. Tam ayağımın dibinde gözleri yanmış ve


ağzında bir tek altın dişi kalmış bir iskelet<br />

vardı. Birden annemin o altın dişini hatırladım.<br />

Yerdeki annemden arta kalandı.<br />

Kardeşime bağırdım, annemi buldum dedim.<br />

Ve ikimiz korkarak cesede baktık.<br />

Önümüzde iki seçim vardı. Ya yaralarımızla<br />

yaşamayı seçecektik veya ölümü. Kardeşim<br />

kendini bir trenin altına attı. Bense yaşamı<br />

seçtim, taşıdığım bütün acılara rağmen.”<br />

Bu hikayeler böyle akıp gidiyor, her biri birbirinden<br />

acı. Üstelik kurbanların vücutlarında<br />

bıraktıkları yara izleri ruhlarında bıraktıkları<br />

kadar derin.<br />

Peki bu bomba niçin atıldı? Wikipedia’ya<br />

girdiğinizde ve “Hiroşima’ya atom bombası<br />

saldırısı” yazdığınızda karşınıza şu cümleyle<br />

başlayan bir metin çıkar: “Hiroşima'ya atom<br />

bombası saldırısı; İkinci Dünya Savaşı'nın<br />

son aşamasında 6 Ağustos 1945 saat<br />

08:15'te Amerika Birleşik Devletleri'nin Uranyum-235<br />

tipi atom bombası "Little Boy" (Küçük Oğlan) ile<br />

gerçekleştirdiği insanlığa karşı toplu katliamdır.”<br />

Wikipedia’nın en doğru sayfası diyebilirim bu tanımlama<br />

için, “İNSANLIĞA KARŞI TOPLU KATLİAM”<br />

Japonya 10 Temmuz 1945'te Yüksek Savaş<br />

Yönetimi Kongresinde Sovyetler Birliği aracılığıyla<br />

mütareke yolunu aramak üzere Fumimaro Konoe'yi<br />

özel elçi olarak yollamayı kararlaştırarak Sovyetlere<br />

teklif etti. 17 Temmuz 1945'te Almanya'nın Potsdam<br />

kentinde müttefik liderleri Harry S. Truman, Winston<br />

Churchill ve Josef Stalin'in katılımıyla Potsdam<br />

Konferansı açıldı ve ertesi gün Sovyetler Birliği Japon<br />

özel elçinin yollanmasını reddetti. 26 Temmuz<br />

1945'de Müttefikler "Potsdam Demeci" ile<br />

Japonya'yı teslim olmaya çağırdı. Ancak ilanın<br />

taslağında var olan İmparatorluk sistemin korunmasına<br />

dair madde kaldırıldığı için Japon Başbakanı<br />

Kantaro Suzuki Potsdam Demecini kabul edemedi.<br />

Böylece Japonya'nın teslim isteği geri çevirmiş oldu.<br />

Bunun amacı iki çeşit atom bombasının etkisini canlı<br />

insanların üstünde denemekti. Amerika Birleşik<br />

Devletleri Hiroşima'daki katliamından sadece üç gün<br />

sonra 9 Ağustos 1945 saat 11.02'de Nagazaki'de<br />

Plütonyum-239 tipi atom bombası "Fat Man" (Şişko<br />

Adam) ile ikinci katliamı gerçekleştirdi.


Filmdeki kurbanların hepsi bir konuda aynı şeyleri<br />

söylüyorlar. “Hiç hava saldırısından korkmazdık.<br />

Başka şehirler bombalanır ama Hiroşima’da bombalama<br />

yaşanmazdı. Hatta bazen uçakları görür<br />

ve onlara el sallardık, taa ki 6 Ağustos’a kadar.”<br />

Hiroşima ve Nagazaki’nin daha önce bombalanmamasını<br />

araştırdığımızda ulaştığımız sonuçlar<br />

mide bulandırıcı.<br />

Saldırı yerlerinin seçilmesi ve şartlarıyla ilgili<br />

ulaştığımız bilgiler: Bombalı saldırı yapılmadan<br />

önce ABD, Japonların hayat ve hareket tarzlarını<br />

araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati<br />

saptamış ve saldırı saatini sabah 08.15 olarak<br />

kararlaştırmıştı. Bu yetmezmiş gibi atom bombasından<br />

önce bu şehirlere hava akını yapılmayacağı<br />

kararlaştırıldı. Böylece sivillerin kendilerini<br />

korumak için barınaklara saklanmaları engellendi.<br />

Belgeselde hayatta kalan kurbanların daha önce<br />

hava akınına uğramadıklarını söylemelerinin sebebi<br />

bunlar işte.<br />

Bütün bunlardan sonra birinci elden bu filmi<br />

seyrederek gerçekleri kendi yargılarınızla test<br />

etmenizi öneririm. Ne ABD’nin yaptığı açıklamaları<br />

ne de internet sitelerinde bulup buraya<br />

taşıdığmız bilgileri tam anlamıyla doğrulama şansımız<br />

yok. Onun için bu belgeselde ilk elden o<br />

bombalamadan sonra hayatta kalmış kurbanların<br />

sözlerini dinleyin. Onlar en doğrusunu bize<br />

söylüyor. 1945'in ruhlarının fısıltıları tamamıyla<br />

gerçek ve acı.<br />

Batının karanlık<br />

maskesinin bizi<br />

ilgilendiren bir yönü daha<br />

var. 1914 yılında<br />

yaşandığı söylenen sözde<br />

Ermeni soykırımına bütün<br />

dünya bu kadar destek<br />

verirken 1945'te<br />

neredeyse sözde<br />

soykırımdan 30 yıl sonra<br />

yaşanan ve günümüze çok daha yakın olan atom<br />

bombasının sivillerin üstüne atılmasına insanlar<br />

nasıl tepki vermez? Niçin bütün Batı dünyasındaki<br />

ülkelerin en ünlü meydanlarında yaklaşık 350<br />

bin sivilin ölümüne sebep olan bu faciayı hatırlatmak<br />

için heykeller konulmaz da sözde Ermeni<br />

soykırımının şüpheli anıtları yükselir? 140 bin kişi<br />

Hiroşima’da, 70 bin kişi Nagazaki’de, daha sonrada<br />

160 binden fazla insan atom bombasının<br />

bıraktığı radyasyon sebebi ile ölmüşken ABD<br />

kendini nasıl sorgulamaz? Böyle bir ikiyüzlülük<br />

yaşanırken biz nasıl Batı’ya inanalım? Bu belgesel<br />

kürdanın arkasına saklanan fili görmeniz için bir<br />

şans. Ne kadar yaşama zevkimizi ve doğrulara<br />

olan güvenimizi sarssa da.


Bu yıl Köyceğiz’de 16-23<br />

Ağustos tarihleri arasında,<br />

üçüncü kez gerçekleştirilen<br />

Kaunos Altın Aslan Türk<br />

Filmleri Festivali her şeye<br />

rağmen devam ediyor! Özel<br />

sektör ve medyanın ilgisizliği, bakanlık tarafından<br />

ödenen yardım miktarının düşürülmesi gibi<br />

önemli etkenlere karşın üstelik. Büyük bir inat ve<br />

sevgiyle… Muhteşem bir göl kenarında kurulu<br />

Köyceğiz, Muğla’nın oldukça merkezi bir ilçesi.<br />

Öyle ki, buradan isterseniz, Marmaris, Fethiye,<br />

Dalyan, Datça ve hatta Bodrum gibi tatil<br />

beldelerine rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Üstelik<br />

yollarda fazla vakit ve para harcamadan. Ayrıca,<br />

Köyceğiz, Kaunos antik kenti, ünlü çamur<br />

banyosu ve birbirinden güzel plajlarıyla muazzam<br />

bir tatil sunuyor sizlere. Köyceğiz halkının duyarlı,<br />

misafirperver ve fahiş fiyatlarla turist avcılığı yapmadığını<br />

da eklemek gerekir. Aslında, bundan 9<br />

yıl önce Köyceğiz Sinema Günleri olarak<br />

başlayan etkinlikler, son üç yıldır resmi bir festival<br />

kimliğine bürünmüş. T.C. Kültür Bakanlığı,<br />

T.R.T. yönetmenlerinden Taha Feyizli ve tabi ki<br />

Köyceğiz Belediye Başkanı Salih Erbay’ın büyük<br />

katkılarıyla…<br />

Sene içinde vizyona giren önemli Türk Filmlerini<br />

her akşam açıkhava sinemasında halkla buluşturan<br />

festivalde bu yıl gösterilen filmler şöyleydi:<br />

Çağan Irmak'tan 'Ulak', Sırrı Süreyya Önder'den<br />

'Beynelmilel', Murat Saraçoğlu'ndan 'O...<br />

Çocukları', Fatih Akın'dan 'Yaşamın Kıyısında',<br />

Aydın Sayman'dan 'Janjan', Semih<br />

Kaplanoğlu'ndan 'Yumurta', Safa Önal'dan<br />

'Hicran Sokağı' ve Mahsun Kırmızıgül'den 'Beyaz<br />

Melek'... Her filmden sonra da filmle ilgili minik<br />

bir panel düzenlenerek, sanatçılar halkla buluştu.<br />

Halkın sinemaya olan tutkusunu ve özellikle de<br />

yazlık sinema özlemi görülmeye değerdi.<br />

Festivalin en güzel<br />

yanlarından biri,<br />

isminde saklı; “Türk<br />

Filmleri Festivali”…<br />

Her festival uluslararası<br />

olma yolunda<br />

çaba harcarken,<br />

Köyceğiz, haddini bilerek<br />

Türk sinemasının<br />

önemli bir kalesi olma yolunda hızla ilerliyor. Türk<br />

sinemasının buluşma noktası ve ilham kaynağı<br />

olma onurunu, her türlü güçlüğe rağmen<br />

sürdüren festivalin konukları, etkinliğe ayrı bir<br />

renk kattı. Fikret Hakan, Derviş Zaim, Aykut<br />

Oray, Selen Seyven, Ediz Hun, Aydın Sayman,<br />

Ülkü Erakalın, Murat Saraçoğlu, Hatice Acarbay<br />

ve Saadet Işıl Aksoy.<br />

Kimileri festivallerin bolluğundan şikayet ederek,<br />

bu durumun gereksiz olduğunu ve hatta sinema<br />

sektörüne zarar verdiğini düşünedursun, bizler<br />

bu zenginliğin Türk sinemasını daha da<br />

güçlendirdiğini ve festival tekellerinden kurtardığını<br />

düşünüyoruz. Sona yaklaşırken şunu da<br />

hatırlatmakta fayda var. Henüz genç bir sinema<br />

dergisi olarak, ilk kez bir film festivaline basın<br />

sponsoru olmanın gururunu yaşıyoruz. Ve kısa<br />

sürede Kaunos Altın Aslan Türk Filmleri<br />

Festivali’nin, Türk sineması adına önemli bir festival<br />

olacağını düşünüyor ve sonuna kadar desteklerimizin<br />

süreceğini belirtiyoruz.


Hüseyin Karabey ilk filmi<br />

‘Gitmek’le ‘Gitmek mi zor, yoksa<br />

kalmak mı’ tarzı bir ikilem<br />

yaşatıyor seyirciye… Savaşın<br />

ortasında kalan<br />

sevgilisine ulaşmak için yollara<br />

düşen kadın doğuya doğru bir<br />

yolculuğa çıkar… Seyirciyi de<br />

arkasına alarak… Türk bir kadınla<br />

Kürt bir erkeğin<br />

gerçekten yaşanmış bir aşkıdır…<br />

O yüzden bu kadar gerçek, o<br />

yüzden bu kadar<br />

kurmacadır, o yüzden gerçek<br />

hayat gibi bu kadar ikirciklidir<br />

Gitmek… Ekim’de sinemalarda!<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Kısa filmler ve belgesellerle başladınız işe… Kısa<br />

film hep bu işin başlangıcı olarak anılır. Bunca<br />

tecrübeden sonra sizin de uzun metraj çekmeniz<br />

farz mı oldu?<br />

Herkes öyle algılıyor. Ama ben kısa film, belgesel<br />

ve uzun diye ayırmıyorum. Sadece anlatmak<br />

istediğim öyküler ve olaylar var. Bunlar bazen<br />

kısa, belgesel bazen de uzun metraj oluyor.<br />

Yaklaşık 12 yıldır bu işin içindeyim ve uzun<br />

metrajı anlatacağım hikayeler birikmişti. Onun<br />

için Gitmek’i yaptım. Ben bir basamak olarak<br />

görmüyorum. Bizi tanımlamalara sokan biraz<br />

sektörün kendisi… Akademi ve bu işten para<br />

kazananlar. Sonuçta hepsi zorlu bir süreci kapsıyor.<br />

Kısa filmlerinizin altyapısı daha politikti takip<br />

ettiğim kadarıyla… Ama Gitmek içinde gizli bir<br />

politik söylem barındırıyor gibi… Uzun metraj da<br />

sanatsal söylemler daha mı öne çıkıyor acaba?<br />

Birincisi ben de gelişiyorum. Bugün Boran’ı<br />

tekrar çekmeye kalksam farklı çekerim diye


düşünüyorum. Bundan sonra da o tarz<br />

filmler çekerim yine. Ama Gitmek gibi<br />

filmlerim de olacak sonuçta. O konuda<br />

da kısıtlamam yok.<br />

Filminiz kurmaca ve belgesel arasında<br />

gidip geliyor. Bu özellikle ve<br />

neyi vurgulamak için tercih<br />

ettiğiniz bir yöntem?<br />

Yaşadığımız çağda gerçekliği<br />

algılayışımızı deforme ettiler.<br />

Biz televizyonda gördüğümüz<br />

görüntüleri gerçek olarak<br />

algılıyoruz. Sanki onlar mutlak<br />

gerçek sanılıyor. Buna benzer<br />

görüntülerle Colin Powell BM’de<br />

bir basın açıklaması yapmıştı.<br />

Gördüğümüz görüntülerin hepsinin<br />

yalan olduğu ortaya çıktı. Bu bir milyon<br />

insanın canına mal oldu. Gerçeklik<br />

algımız değiştiği için ben bunu eleştirmek<br />

adına yeni bir dil yaratmaya çalışıyorum. Ama<br />

bunu eski dili kullanarak yapmak zorundayım.<br />

Filmde bir aşama var. ‘Bu dokümanter bu kurmaca<br />

galiba’ demekten vazgeçiyor seyirci.<br />

Çünkü ikisi birleşerek hikayeyi güçlendiriyor ve<br />

bir süre sonra seyirci onu samimiyetle ve dikkatle<br />

kıyaslıyor ve onun peşine düşüyor.


Boran ve Sessiz Ölüm’de de bu vardı biraz.<br />

Zaten sinema akımlarına bakarsanız, belgeseller<br />

daha çok kurmacaya, kurmacalar da belgesele<br />

kayıyor. Aslında görüntülerin hepsi yalan. Ben<br />

zaten ‘belgesel kurmacadan daha kurmacadır’<br />

derim. Çünkü gerçek olduğunu baştan kabulleniriz.<br />

Bu benim gerçekliğim, hatta bu benim yalanlarım.<br />

Etrafta bir sürü yalan var, istediğinize<br />

inanın. O zaman samimiyet, hakikat ve ahlaki<br />

değerler tekrar hatıra geliyor.<br />

Sonuçta bütün bunların üstüne sizin anlattığınız<br />

öykünün bir gerçekliği de var…<br />

Evet. Filmde birkaç tane hedefim vardı. Bu filmin<br />

sanat dünyasına katkısı olduğunu düşününce<br />

benim hoşuma gidiyor. Gerçek yaşamda oyuncu<br />

olup kendini canlandıran birisi yoktur herhalde.<br />

Bir John Malkovich vardı. O da kurmaca olarak<br />

kendini oynamıştı ama… Beni cezbeden tarafı da<br />

bu aslında. Birçok anlatım dilini bir arada kullanıyorum<br />

ve hepsi birbirine hizmet ediyor.<br />

Tiyatro var mesela. En adisinden, ışıklarıyla (mış)<br />

gibi yapmak… Bayağı deli işi aslında ama o<br />

zamanlar pek de aklım başımda değildi sanırım…<br />

Ayça Damgacı size başından geçenleri anlattı ve<br />

siz o an neler hissettiniz. Hayatınızın hikayesini<br />

yakaladığınızı mı düşündünüz… Heyecan,<br />

sabahlara uyumamalar, neler yaşadınız ilk anda<br />

ve sonrasında…<br />

Aslında öyle olmadı. Ben bu filmi çekmeye<br />

Michael Winterbottom’un ‘In This World’ filmini<br />

izledikten sonra karar vermiştim. Ben filmin çok<br />

samimi bir dil kullanarak gerçekliği deforme<br />

ettiğine inanıyorum. Orada da mutlu olmak için<br />

doğudan batıya kaçarlar insanlar. Batıdakiler<br />

daha aklı başında, doğudakiler daha naif ve saf<br />

gösterilir filmde. Ne gerek var ki! Ama sinema<br />

dilini inanılmaz kuvvetliydi. Bu beni inanılmaz<br />

rahatsız etmişti. Çok tehlikeli bulmuştum filmi.<br />

Genelde çok severim kendisini. Ben filmi izledikte<br />

sonra bunun tam tersini yapabilirim diye düşünmüştüm.<br />

Aynı yöntem kullanılarak çekildi<br />

nerdeyse… Ayça sonra hikayesini anlatınca pek<br />

bir bağ kuramadık. O dönem aslında Ayça biraz<br />

ısrar etti. Belgesel falan yapmak istiyordu. Ben<br />

de bırak, her şeyi yaşa ondan sonra olabilir falan<br />

dedim. Ama sonra onların ilişkisinin belli bir noktaya<br />

gelmesi, benim kafamda oturması ve<br />

Ayça’yı daha fazla tanımanın da getirdiği bir<br />

temelde oluştu. Ayça’ya oynamasını teklif ettim<br />

ve o da kayıtsız şartsız kabul etti. Böyle oldu<br />

yani.<br />

Filmin ismine gelelim… İngilizce ismi neden My<br />

Marlon and Brando? Bir selamlama mı? Ne ifade<br />

ediyor size?<br />

Bir beceriksizlikten kaynaklanıyor. Ben çok zor<br />

isim bulurum. Ama bu filme de başka bir isim<br />

bulamadık. Hem ruhsal olarak hem de fiziksel<br />

olarak gitmek… Ayça’nın Hama Ali’yi öyle<br />

görüşü, onu Kurdish Marlon Brando olarak<br />

algılayışı, öyle bir isim yarattı. Aslında o biraz da<br />

Marlon Brando’nun şişmanlık hallerine gönderme<br />

yapılan bir durum. Şişmanlıktan alınan bir feyz…<br />

O zaman gelelim oyuncularınıza. Toplumun dayattığı<br />

tiplemelerin dışında, hepimiz gibi, bizim gibi<br />

insanlar… Ama bu anlamda bile ilgi görecek…<br />

Toplumsal değil, medyanın yansıtması… Ben hiç<br />

model gibi bir kadına aşık olmadım. Öyle biri de<br />

çıkmadı zaten karşıma… (gülüşmeler) Sanki bizlerin<br />

yaşadığı aşklar hikayeden, onların ki sahici<br />

gibi gösteriliyor… Ama aslında onların ki<br />

hikayeden… O yüzden kendimize ve aşkımıza<br />

yazık ediyoruz. Asıl aşkları biz yaşıyoruz.<br />

Unutulmaz, hakiki ve ölümsüz… Ama medya<br />

dünyası ilişkilere çok olumsuz yansıyor. Kadın<br />

daha fazla ince erkek daha fazla kaslı olmaya<br />

çalışıyor. (gülüşmeler) Bundan sonraki filmlerimde<br />

de gerçek karakterler olacak hep. Hayatın içinde<br />

olduğu gibi güzel kadın ve erkeler de olacak.<br />

Ama daha ötesi olmayacak. Bu filmi yapımcılara<br />

götürdüm önce… Ayça’nın yerine bir manken<br />

Hama Ali’nin yerine de bir türkücü olsun dediler…<br />

Tekrar filme dönecek olursak… Filmde<br />

takıldığımız yerler oldu. Hama Ali’ye takıldık.<br />

Kadının gerçekliği, fedakarlık anlayışıyla uyuşmayan<br />

bir yön var gibi… Adamı sadece video<br />

kayıtlarından görüyoruz ve bu da kadının duygusuna<br />

pek denk düşmüyor gibi… Bunu denk<br />

düşmemeyi biraz anlatır mısınız?<br />

Hama Ali’nin bizim gibi modern çağda yaşayan<br />

insanlar için fazla ikna edici olmamasını istedim<br />

aslında. Bir çekince bıraktım. “Bu adam için<br />

değer mi” lafı benim için önemliydi. Öyle olunca<br />

kadının hareketlerini film boyunca farklı bir gözle


izliyorsunuz. Daha sorgulayıcı izliyorsunuz ve<br />

kendinizi de sorguluyorsunuz. Sorgulayıcı bir<br />

seyirci olsun istiyorum. Soru üreten ve soruların<br />

peşinde giden… O yüzden Hama Ali’nin çok ikna<br />

edici olmaması gerekiyordu. Ama bir kuşku<br />

olmalıydı. Kriterleri kim belirliyor. Aşık olduğumuz<br />

kişi mi aşkın kendisi mi? Asıl sorun o bence.<br />

Ayça’ya ben çok saygı duyuyorum. Söz konusu<br />

aşk ise bence aranması gereken “Doğru kişi”<br />

olmamalı. Asıl bakmamız gereken “Doğru ilişki”<br />

olmalıdır. Yani ilişkiye nasıl baktığınızdır asıl olan.<br />

Ayça ileride pişmanlık yaşamamak için gidiyor.<br />

Çok da zor bir şey. Değip değmediğini sorgulamıyor.<br />

Ben gerçek hayattan bahsediyorum ama…<br />

Ben de onu yansıtmaya çalıştım gerçekten de.<br />

Kadınlar erkeklere oranla daha cesurlar. Ben de<br />

bu konudaki deneyimlerimi paylaşmak istedim.<br />

Çünkü filmlerde tam tersi olur.<br />

Arzu nesnesidir kadın aslında. Böylesi bir kadın<br />

karakterin baştan sona filmi sürüklemesi beni<br />

heyecanlandırıyor açıkçası. Burada hikayenin<br />

içine hemen girilebiliyor. O yüzden seyircinin de<br />

seveceğini ve benimseyeceğimi düşünüyorum.<br />

Adamın gelememe durumu da bir karizma<br />

yaratıyor aslında. Kadın koşulsuz şartsız ona<br />

ulaşmak istiyor… Adam gelemiyor tamam,<br />

ortamda bir savaş var ama savaş olmasa gelir<br />

miydi acaba demeden de edemiyoruz açıkçası…<br />

İnsan kendi deneyimlerinden yola çıkarak kodları<br />

çözmeye çalışıyor. Aslında şöyle bir şey var. Ben<br />

küçük burjuva hümanizmine inanmıyorum ama<br />

Ayça bunu yaşayan birisi. Diyor ki bir yerde.<br />

Kadın olmaktan vazgeçemiyor. Benim için gelecek<br />

ve yaşamını tehlikeye atacak mısın diyor…<br />

Bu bizim gibi yani savaşın içinde yaşamayan bir<br />

toplum için cilveleşmenin bir yönü. Ama adamın<br />

hayatına mal olabiliyor. Bazıları hoş gözükmeyebilir,<br />

ağzı iyi laf yapamıyor olabilir ama böyle bir<br />

cilveleşme hayata mal olabilir.


Adamın kısa filmler tadında videolar göndermesi<br />

bana savaş ortamından kıza yollanan umutlar<br />

gibi geldi biraz da… Ortam çok umutsuz ama o<br />

ortamda onun dışına taşmaya çalışıyor gibi…<br />

Adam sadece iletişim kurmaya çalışıyor. Hama<br />

Ali gerçekten o filmleri gönderdi Ayça’ya.<br />

Kürtler yazmayı çok sevmez. Ben de Kürdüm<br />

ve yazmayı çok sevmem. Avrupa’da yaşayan<br />

işçiler ya da mülteciler birbirlerine mektup yerine<br />

bu tür kasetler gönderirler. Yaşadığı yeri<br />

görmek isterler. Kasetlerde Annesi konuşuyor,<br />

köyün delisi bile konuşuyor yani… Bizim böyle<br />

kültürümüz var. Ondan önce de ses kasetleri<br />

vardı. Biz onu video mektuplara dönüştürdük.<br />

Ama bu bize şöyle bir olanak tanıdı. Belgeseli<br />

işin içine katmamıza olanak tanıdı. Belgeseli<br />

işin içine katmamıza yardımcı oldu. Irak’ta<br />

neler oluyor gösterebildik o sayede.<br />

Kızın gitme durumu sadece adama ulaşmak<br />

amaçlı değil. Her şeyden kaçmaya çalışıyor.<br />

Evden, tiyatrodan. Genel bir mutsuzluk hakim.<br />

Ama gitmeye çalıştığı yer de umut içermiyor.<br />

Doğuya, savaşa doğru gidiyor… Çelişik bir<br />

durum sanki.<br />

Umudun yıllarca bize batıda olduğu söylendi.<br />

Biz de yaşamsal, batıda entelektüel sorunlar var.<br />

Ben umudu tekrar tanımlamak istedim. İnsanlar<br />

savaşta diye daha mutsuz değiller. Savaşın fiziki<br />

olarak getirdiği ve onun etkilediği yaşamlarımız var.<br />

Ama oradaki samimiyet ölmedi hala. Batıda savaş<br />

yok ama insanlar gece sokağa çıkmaktan korkuyorlar.<br />

Komşularından, herhangi bir tıkırtıdan ürküyorlar.<br />

Yoksa hepimiz bırakalım batıya kaçalım. Ben burada<br />

yaşamayı çok seviyorum. Orada yaşamaya tercih ederim.<br />

Bizim başımızda bir iki tane bela var. Onlardan kurtulunca<br />

buradan daha güzel bir ülke yok. Zaten göç tersine de<br />

dönecek gibi…<br />

Sonuçta Hama Ali bir savaşın içinde. On görmemek biraz da<br />

savaşı görmemek gibi. Yok saymak gibi değil ama sanki göstermek<br />

filmin içindeki umuda ters düşecekmiş gibi duruyor…<br />

Belgesel duygusunu biraz daha fazla anlatmak gibi. İki paralel<br />

yaşam anlatsam kurmaca bir hikaye gibi. Adamın günlük<br />

yaşamı, Ayça’yla ilişkisi… Görmediğimiz bir kişi, video<br />

mektuplar filmin belgesel yönünü güçlendiriyor. Biraz<br />

uçuk bir yorum yapmak istersek aslında kendi gerçekliğini<br />

sorguluyor diyebiliriz. Kız sevgilisini de ekrandan<br />

görüyor, haberleri de, filmleri de ekrandan görüyor.


Biz aslında gerçekten iletişim kurabiliyor muyuz<br />

acaba? Çünkü ne zaman yola çıkıyor, gerçek<br />

insanlarla tanışıp, bir şeyler konuşuyorlar. Çünkü<br />

cep telefonu yok, televizyon yok. Biraz iletişimi<br />

sorgulamak istedim açıkçası. Sonunda Ayça<br />

kafasındaki birisine de gidebilir, öyle birisi yok,<br />

sadece gönderilmiş videolar var. (gülüşmeler)<br />

Ama yolda karşılaştıkları gerçek…<br />

Sonuçta bizde seyirci olarak Ayça’nın peşindeyiz…<br />

Ayça nereye giderse… Biz sonuçta<br />

görmediğimiz ve bilmediğimiz bir yere doğru<br />

gidiyoruz ama…<br />

Evet tam da amacım bir sürü soru olmasıydı.<br />

Soru üreten bir sinema yapmaya çalışıyorum.<br />

Ama diğer sinema ise soru üretmeyen bir şey<br />

yapıyor. Seyirciyi işin içine katmayı çok seviyorum,<br />

en azından katmaya çalışıyorum. Buradan<br />

doğuya gidip oradaki yaşamı görüp de o saçma<br />

sapan haberlere inanacak kimse olduğunu sanmıyorum.<br />

Hiç gitmedik, bilmiyoruz ki… Kürtler<br />

bize ya PKK’lı, ya töre cinayetçisi ya da komik<br />

karakterler olarak anlatılıyor. Kendi dilinde bilgece<br />

konuşan yaşlı bir Kürt kadını hiç görmedik<br />

mesela. Türkçe’yi doğru dürüst konuşamadığı<br />

için biz onu yarım akıllı sandık. Oradaki düğünü<br />

görünce biraz kıskanıyorsunuz… Gitmediğimiz,<br />

tanımadığız yerler… İran, doğu… Filmin anlatım<br />

biçiminden dolayı da insanlar kendi gözlemleriymiş<br />

gibi algılıyor.<br />

Yolda olmak her şeye açık olma haline denk<br />

düşüyor birazda. Belgesel gibi… O yüzden çok<br />

güzel. Filmi sonuçta farklı farklı yerlerde çektiniz,<br />

zorlandınız mı?<br />

Aslında çok kolay değildi. Birçok yerde durdurulduk.<br />

Ama ben o bölgede çok çekim yaptım. Çok<br />

küçük bir ekibimiz vardı. Biz o bölgede yaşayan<br />

insanlardan daha fazla zorluk yaşamadık. En<br />

kolay çekim yaptığımız yer Irak’tı. En zor çekimler<br />

Türkiye’de geçti. Her noktada durdurulduk. Artık<br />

yaşamımızın bir parçası oldu. Mesela bir köye<br />

gidiyorsunuz. En büyük gri bina askeri bina. Bir<br />

okul ya da hastane değil. Ama buna rağmen<br />

rahattık. Biz 2006’nın sonlarında çekim yaptık.<br />

Ben biliyordum ortalığın karışacağını. Çekim yaptık<br />

yaptık, bir daha yapamayacaktık. Şimdi o<br />

bölge askeri operasyon altında ve kimsenin<br />

girmesine izin verilmiyor.<br />

Böyle bir durumda başka bir yerde çekme olayı<br />

olamaz mıydı?<br />

Hayır çekmezdim. Ayça’nın hikayesi bize bir şeyleri<br />

anlatma fırsatı tanıyordu. Biraz da bahanesi<br />

oldu ama çok doğru bir bahaneydi. Ama başka<br />

yerde olmazdı.<br />

Filmi bir kategoriye koymak gerekir mi? Gerekirse<br />

aşk, politik imgeler ve yol hikayesi var…<br />

Koymak gerekmiyor tabii. Bu janr’ları oluşturanlar<br />

kesinlikle film yapımcıları değil. Sinema için<br />

yaşayanların ayrımları değil. Zaten artık türler de<br />

iç içe geçiyor dünya sinemasında. Mesela bir<br />

canavar filmi izledik Güney Kore’den. Bayağı<br />

sosyal içerikli bir filmdi. Canavar’ı çıkar bayağı<br />

sosyal taşlama vardı. Bizde de öyle. Ben aşkı<br />

nasıl yaşıyorum? Benden dolayı değil ama benim<br />

yaşadığım ülkeden dolayı aşklar çok politik. Ben<br />

özellikle tercih etmiyorum ki bunu… Burada bir<br />

anne oğlunu arıyor. İsveçre’de de bir anne<br />

oğlunu arayabilir. Ama burada bir anne politik<br />

sebeplerden dolayı oğlunu kaybediyor ve arıyor.<br />

Bu politik bir film değil. Hatta ben bu gerçekleri<br />

yansıtmayan filmleri çok politik buluyorum.<br />

Sonuçta yönetmen görüneni değil olmayan bir<br />

fleyi anlatmaya karar veriyor ve bu süreç asl›nda<br />

çok politik. Baz› filmler görüyorum Türkiye’de<br />

çekilmifl ama hiç de benim yaflad›¤›m Türkiye ye<br />

benzemiyor. Sanki ütopik bir yer.. Ya bunlar bu<br />

filmleri nerede çekmifller diye düflünüyorum ister<br />

istemez..Öyle acayip fleyler var ki filmlerde<br />

flafl›r›yorum. Aç›kças› ben böyle insanlar ve böyle<br />

iliflkiler görmüyorum, yok yani…<br />

Sinemaya da bu yüzden bafllad›m. Madem onlar<br />

soka¤› anlatm›yorlar yada benim yaflad›klar›m› o<br />

zaman ben anlatmal›y›m diye düflündüm.Do¤u’da<br />

çekilen dizilerde örne¤in; herkes garip garip<br />

aksanlarla konufluyor. Gidin bak›n öyle mi<br />

konufluyor o insanlar yada Kürtçe mi konufluyorlar?…<br />

Ben bu anlamda kendi filmimi daha samimi<br />

buluyorum. Sadece politik tercihlerimden<br />

dolay› “olmayan bir gerçekli¤i” göstermeye<br />

çal›flm›yorum. Hayat›n kendisini yans›tmaya<br />

çal›fl›yorum. Sorun bunlar› aç›klamama izin<br />

verdi¤i için hofluma da gitti asl›nda. Bu<br />

tart›flmam›z, bundan sonra tart›fl›lacak bir fley<br />

hatta. Sordu¤un için teflekkür ederim.


Bu kategorize etme flöyle fleylere yol aç›yor.<br />

Politik film dendi¤i zaman ben politik filmler<br />

sevmem diyenler izlemiyor. Halbuki bu hayatla<br />

alakal›. Gelen s›k›lmayacak. (gülüflmeler) O yüzden<br />

kategorileri çok anlaml› bulmuyorum…<br />

Sinemanın muhalif kanadında bir yükseliş var.<br />

Görsellikle politik filmler de buluşabiliyor sonuçta.<br />

Özcan Alper’in filmi öyle bir film mesela… Şiirsel<br />

anlatım muhalif bir bakış açısıyla da pekala<br />

buluşabiliyor… Bu konuda neler söylersin…<br />

Ben çok heyecanlıyım açıkçası. Biz aslında birdenbire<br />

çıkmadık ortaya. 12 yıldır buralardayız.<br />

Onun filmine bunun filmine yardım ediyorduk.<br />

Yeni bir kuşak geliyor. Bence bu gelen kuşak çok<br />

doğru bir yerde duruyor. Pragmatist değil,<br />

oportünist değil. Ünlü ya da zengin olmak için<br />

sinema yapmıyoruz. Sinemaya her zaman katkı<br />

sunacağız. Mesela birileri içinde diyalog<br />

geçmeyen, pastoral bir film çektiğinde politikaya<br />

bulaşmamayı erdem gibi algılıyor. Özcan’ın filmi<br />

buna çok güzel bir cevap. Sonuna kadar politik,<br />

sonuna kadar dürüst, sonuna kadar sağlam bir<br />

yerden bakıyor ve sinema sanatını seven herkesin<br />

seveceği bir film. Benim filmim de başka bir yerden<br />

bakıyor. Ben gelen kuşağı çok kalıcı olacağını<br />

düşünüyorum. Türk sinemasından<br />

bahsedilecekse bundan sonra bahsedilecek.<br />

Tabii Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’lar<br />

bizim var olmamızın önünü açan insanlar.<br />

Kalitesini yükselttiler, bağımsız da bu işlerin olabileceğini<br />

gösterdiler. Biz belki eksik olan parçayı<br />

tamamlıyoruz. Toptan bir bakış açısının olacağını<br />

düşünüyorum. Bu sene ilk filmleri çekip çok iyi<br />

festivallerle başlayan çok yönetmen var. Demek<br />

ki kalite çok arttı. Bu oldukça hoş bir şey.<br />

Bu politik şiirsellikle ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.<br />

Ortada bir Tarkovski’dir dolaşıp duruyor.<br />

Şimdi felsefeyle uğraşmak sanki günlük yaşamla<br />

hiç uğraşmamak anlamına geliyor. Ama felsefe<br />

hiç böyle olmadı. Tarkovski yaşadığı dönemin en<br />

büyük muhalifiydi, başı hiç beladan kurtulmadı.<br />

Ama Rusya’da en dandik bir film bile derin bir<br />

görsellik bütünü barındırır çünkü kültürel bir<br />

mirastan dolayı. Tarkovski’den anladığımız şeyi<br />

deforme etmememiz gerekiyor. Sağlam bir politik<br />

duruşu vardı. Felsefeden bahsedip Sokrates ve<br />

Sartre’ı unutmayalım. Sokrates savunduğu<br />

görüşlerden dolayı idam edildi. Sarte’ bir Fransız<br />

olarak Cezayir’de yaşananlara karşı her zaman<br />

duruşunu belli etti. Benim örnek aldığım felsefeciler<br />

sağlam, politik duruşlarıyla bana örmek<br />

oldular. Felsefe zaten yaşamımızı belirleyen<br />

düşünceler bütünü…<br />

Filmdeki Türk ve Kürt aşkının önemli olduğunu<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Kürtlerden bahsedildiğinde hep bir önyargı<br />

oluşuyor. İkincisi Kürt milliyetçiliği gibi bir kavram<br />

çıktı. Bense sorunu en insanı taraftan almak istedim.<br />

Bu insanı taraf kimsenin hayır diyemeyeceği<br />

bir şey olmalıydı. Bana göre bu aşktı. Bir kız<br />

Kürt’e aşık olabilir ve onu seksi bulabilir. Bence<br />

sorun insanca konuşulunca açamayacağımız kapı<br />

yok. Ben o anlamda filmin önemli olduğunu<br />

düşünüyorum. Herkesin derdi insanca yaşamak.<br />

Batıda nasıl gidiyorsa çocuklar okula, doğuda da<br />

aynı şekilde gidebilsin… Filme bu anlamda olumlu<br />

tepkiler alıyorum. Türkiye’de otosansürün en<br />

fazla işlediği alan televizyon ve sinema. O yüzden<br />

ben yeni kuşaktan çok umutluyum. Derdim var,<br />

anlatacaklarım var… Umutsuz finaller, umutlu bir<br />

yaşamın bir habercisidir… Umutsuz bir çağda<br />

yaşıyoruz ve filmin bütününün çok fazla umut<br />

taşıdığını düşünüyorum…


Bu ay vizyona giren Dante<br />

01, Alien ile A sınıfa<br />

transfer olan B filmi formülü<br />

‘uzay gemisinin içinde<br />

geçen bilimkurgu/korku<br />

filmleri’ni kullanıyor.<br />

Zamanla alt türe dönüşen<br />

bu formülün, akrabalık<br />

bağları derin bir skalaya<br />

sahip olduğu söylenebilir...<br />

KEREM AKÇA<br />

Bilimkurgu ve korku türleri<br />

hiçbir zaman gerektiği kadar<br />

ciddiye alınmamıştır. Halbuki<br />

bilimkurgu, 1968’de Maymunlar<br />

Cehennemi (Planet of The Apes)<br />

ve 1967’de 2001: Bir Uzay<br />

Macerası’yla (2001: A Space<br />

Odyseey); korku ise 1974’de<br />

Halloween ile B filminden A<br />

sınıfına transfer olmuş ve ciddiye<br />

alınmaya başlanmıştır.<br />

Buna karşın hiçbir zaman<br />

drama, biyografi gibi türlerin<br />

yanına yanaştırılmamışlardır.<br />

Yine de 70’li yılları iki türün de<br />

çıkış seneleri olarak görebiliriz,<br />

ki bunu biz değil sinema tarihinin<br />

sayfaları söylüyor...<br />

O yıllarda sözünü ettiğimiz filmlerin<br />

yanında bir diğer önemli<br />

yapıt da Yaratık (Alien) (1979)<br />

idi. Sonradan 4 filmlik bir seriye<br />

dönüşen eser, ‘uzay gemisinde<br />

geçen bilimkurgu/korku filmleri’nin<br />

A sınıfına transfer olmasını<br />

sağladı. Bu doğrultuda da hem<br />

‘yaratık’ filmleri alt türüne yenilik<br />

getirdi, hem de uzay gemisinin<br />

‘gerçekçi’ alanını ilk kez böylesine<br />

korkutucu bir atmosferle<br />

görselleştirmiş oldu.<br />

Filmin önemini bir kenara<br />

bırakıp geriye döndüğümüzde,<br />

onun da esin kaynaklığını yapan<br />

bir B filmi olduğunu görebiliyoruz.<br />

It! The Terror from Beyond


The Space (1958), aynen Yaratık<br />

serisinde olduğu gibi, gittikleri gezegenden<br />

uzay gemilerine bir uzaylının sızmasıyla<br />

beraber dönüş yolculuğunda zor<br />

anlar yaşayan insanların psikolojisini<br />

anlatıyordu. Ancak uzaylı dediğimiz, o<br />

dönemin kitsch tasarımlara uygun olan<br />

‘yapay duran kostümlü bir adam’dı. Tabii<br />

bu değerlendirmeyi yaparken bu tanımı<br />

bir kenara bırakmak daha doğru olacaktır.<br />

Fakat bizim esas söylemek istediğimiz,<br />

Edward L. Kahn’ın filminin alt<br />

türün çıkış noktası olduğu… Ancak tabii<br />

Yaratık, bunun üzerine Post-Vietnam<br />

korkusunu (ki o filmin zamanında daha<br />

çok Rusya’dan gelecek tehditlerden<br />

korkuluyordu.) canavar filmleri alt türünü<br />

eklerken daha karanlık bir görsel atmosfer<br />

kurmayı da ihmal etmiyordu. Lafın<br />

özü film, 70’lerin Amerikan sinemasındaki<br />

sosyopolitik ayaklanmaya katılıyordu,<br />

yönetmeni İngiliz Ridley Scott olmasına<br />

karşın...<br />

Ancak bizim lafı getireceğimiz nokta,<br />

Dante 01’in de ele aldığı bu alt türün,<br />

‘uzaya gidip geri dönen uzay gemileri’nin<br />

içinde yaşanana odaklandığı. Zira uzay<br />

gemileri dünyadan başka bir galaksiye<br />

hareket edince, Apollo 13 gibi melodramlar<br />

veya Solaris gibi bellek odaklı öznel


dünya filmleri çıkabiliyor karşımıza. Yaratık’ın<br />

içine girdiği tür ise, 50’lerde uzaylıların ya da<br />

ötekilerin dünyaya gelip insanların arasına karışmasıyla<br />

birlikte ortaya çıkan gerilimin tek mekana<br />

sıkıştırılmasının üzerine gidiyor. Yani ne Event<br />

Horizon (1997) gibi uzay gemisinin canlandığı<br />

filmler, ne de Görev: Mars gibi dünyadan marsa<br />

insan yollayan yapıtlar, bu alt türün içine girebiliyor.<br />

Ama tabii Danny Boyle’un geçtiğimiz yıl vizyona<br />

giren filmi Gün Işığı’nı (Sunshine) (2006) veya<br />

David Twohy’nin Derin Karanlık’ını (Pitch Black)<br />

(2000), Yaratık ile akraba filmler olarak görebiliriz.<br />

Zira Gün Işığı (Sunshine) (2006), Solaris’in<br />

(Solyaris) (1972), Apollo 13’ün (1995) ve Yaratık’ın<br />

film modellerinin arasında bir yerde durup görsel<br />

bir şölen sunma amacı güdüyor esasen. Derin<br />

Karanlık ise tam anlamıyla uzayda geçen bir<br />

canavar filmi, yani onun için B filmlerinin bir türevi<br />

ya da Yaratık’ın uzay gemisiz hali diyebiliriz<br />

rahatlıkla...<br />

Bu filmlerin formülünü çözdüğümüze göre, dramatik<br />

anlamda da ne demek istediklerine girmek<br />

faydalı olacaktır bu aşamada. Öncelikle bunlar<br />

insanoğlunun hayat mücadelesini ele alan bilimkurgu<br />

filmleri. Bu doğrultuda da alegorik olarak<br />

mikroskobik bir evren kurup, bunu uzay gemisinin<br />

içinde canlandırıyorlar. Örneğin Yaratık 2’de<br />

(Aliens) (1986) her türlü kültürden ABD’linin varlığıyla,<br />

yaratıklara karşı gelen bir uzay gemisi ekibi<br />

mevcuttu. Bunların üzerine bir droid de eklenmişti<br />

tabii. Böylece bilimkurgu tonu da iyiden iyiye hissettirilmişti.<br />

Yani elimizde daha çok psikolojik<br />

mücadele odaklı bir gerilim var. Dante 01 de<br />

Yaratık ve The Andromeda Strain (1971) gibi içine


uzaylı giren gemilerdeki gerilimin üzerine gidiyor.<br />

Yani Marc Caro’nun bütün özgün bakış açısına<br />

rağmen ‘Uzay gemisine yaratık geldi!’ demekten<br />

farklı bir niyeti yok. Bütün filmi de o içine uzaylı<br />

giren insan ile diğer insanların mücadelesi üzerine<br />

kuruyor. Yani Apollo 13, Görev: Mars (Mission to<br />

Mars) (2000) veya Solaris olması fark etmiyor.<br />

Özünde ‘yaşamak için insanlar birbirini öldürebilir’<br />

düşüncesi bir şekilde siniyor uzay gemisi<br />

filmlerine. Bu durum, Yaratık yoluyla bilimkurgukorku<br />

haline gelince de bir değişiklik olmuyor.<br />

Sıkışmış alanın özündeki ‘basıklık’, her şekilde<br />

insanların üstüne sinip bir psikolojik sıkıntı salgılıyor.<br />

Bu sebeple, özellikle de Yaratık ve Dante<br />

01’de uzay gemilerinin dünya-cehennem arasında<br />

kalmışlığın ve çıkışsızlığın metaforu olduklarını<br />

söyleyebiliriz. Tabii bir not olarak da Uzayın<br />

Derinliklerinde<br />

(Lost in<br />

Space) (1998)<br />

ve Star Trek<br />

(1979) gibi<br />

tamamı uzayda<br />

veya uzay gemisinin<br />

içinde geçen filmlerle<br />

karıştırmamamız gerektiğini de belirtelim. Zira bilimkurgu/korku<br />

filmleri, dünyamızın varlığından<br />

haberdarlar ve insanların gelecekte veya<br />

günümüzde uzaya gidiş-dönüş yolculuğunda<br />

yaşadıklarını anlatıyor. Sözünü ettiğimiz o filmler<br />

ise uzay operası alt türünün bir ürünüler.<br />

‘Bilimkurgu-korku’ filmleriyle sadece akrabalar...


ARZU ÇEVİKALP<br />

Waz filmiyle akıllarda durgunluk yaratan<br />

bir seri katili canlandırmış olan Selma<br />

Blair Hollywood’un yükselen değerlerinden…<br />

1972 yılında Michigan’da<br />

doğan Blair’ın kısaca geçmişine göz<br />

attığımızda oldukça hiperaktif, adeta<br />

yerinde duramayan ve hop oturup hop<br />

kalkan bir aktris olmasına şaşırmamak<br />

lazım. Çünkü Blair çoktan oyunculuğu<br />

kafasına koymuş. Çocukluğunda bir<br />

Musevi okuluna giren yıldız kısa bir süre<br />

sonra Cranbook Kingswood, Bloomfield<br />

Hills ve ardından Kalamazoo kolejine<br />

gider. Başarılı bir öğrenci olan Blair<br />

Michigan Üniversite’sinden burs alarak<br />

kalan eğitimini burada tamamlar.<br />

Oyunculuk sanatını konuşturmak için<br />

1990’lı yıllarda küçük rollerde yer alarak<br />

beyazperdede kalıcı olduğunu ispatlar.<br />

Ilk önemli rolünü Cruel Intentions’da<br />

oynayan hiperaktif yıldız, aynı yıl<br />

içerisinde sitcom tarzı Tv filmi olan Zoe,<br />

Duncan, Jack and Jane’da boy gösterir.<br />

2000’li yıllar ise Blair için dönüm noktası<br />

olur… 2001’de Legally Blonde, 2004’de<br />

Meksika’lı yönetmen Guillermo Del<br />

Toro’nun yönettiği Hellboy ve 2007’de<br />

Feast of Love’da Greg Kinner’ın karısı<br />

rolünde boy gösterir. Bu ay vizyon alacak<br />

olan Hellboy 2:The Golden Army’de<br />

Liz Shermen karakterinde seyredeceğiz<br />

güzel yıldızı. Guillermo del Toro gibi usta<br />

bir yönetmenle çalışmanın zorluğunu da<br />

hesaba katarsak, başrol oyuncusu<br />

olarak görücüye çıkmaya hazırlanan<br />

aktris için şans dilemekten başka çözüm<br />

yolu yok.<br />

İyi şanslar güzel Selma…


Hellboy’u canland›ran 58’lik delikanl› Ron Perlman belki de<br />

sinema tarihinin en ilginç kahramanlar›na ruh veren bir<br />

isim. Ama maskesinin ard›ndaki yüzü birço¤umuz bilmiy-<br />

FIRAT SAYICI<br />

Biliyoruz ki, sinemayı yakından takip<br />

eden birçok sinemasever için bile,<br />

Ron Perlman ismi “Hellboy” filmine<br />

kadar pek fazla bir şey ifade etmiyordu.<br />

Kıyıda köşede kalmış, önemli<br />

oyunculardan biri olarak tanımlayabileceğimiz,<br />

başlarda figürasyon,<br />

daha sonra yan rollerde<br />

karşımıza çıkan Perlman, artık<br />

başrolleri kapabilecek seviyede.<br />

Hellboy’un çizgi roman fanatikleri,<br />

ilk filmi seyrettiklerinde sonuçtan<br />

memnun kaldılarsa, bunun en büyük<br />

sebebi Ron Perlman’dı elbette.<br />

Ondan başka Hellboy kisvesine<br />

bürünecek başka bir oyuncu zor<br />

bulunurdu herhalde. Bu cuk oturmuşluk<br />

durumu, yapımcıların yüzlerini<br />

güldürüp cüzdanlarını şişirmiş<br />

olacak ki, devam filmi için tereddüt<br />

bile etmediler. “Hellboy”da kilolarca<br />

ağırlıktaki makyaj ve kostüm silsilesiyle<br />

rol keserken bile zorlanmayan<br />

Perlman’ı, kısaca tanıyalım...<br />

1950 yılında New York’da doğan<br />

Ronald Francis Perlman, küçüklüğünden<br />

beri oyuncu olmayı isteyerek,<br />

eğitimini tiyatro okulunda<br />

tamamlamış. Okul yıllarında ve sonraki<br />

birkaç yıl önemli tiyatro<br />

eselerinde rol alan Perlman, daha<br />

sonra irili ufaklı televizyon dizilerinde<br />

oynamış. 80’lerin sonunda, fiziksel<br />

görünüşünü avantaja dönüştürerek,<br />

“Güzel ve Çirkin” adlı soup opera<br />

tadındaki diziyle, ün sağlamayı<br />

başarmış. Birkaç sinema filminde<br />

canlandırdığı yan rollerden,<br />

“Gül’ün Adı”, “Kayıp<br />

Çocuklar Şehri”, sonra Türk<br />

seyircisinin “Polis Akademisi 7:<br />

Moskova Görevi” ile hatırlayacağı<br />

Konstantine rolüyle, sinema<br />

yapımcılarının dikkatini çekmiş.<br />

Söylemeden geçmeyelim; 90’lı yıllardan<br />

günümüze, Amerika’da<br />

yayınlanan çoğu süper kahraman<br />

televizyon dizisinde “Yeşil Dev:<br />

Hulk”u bizzat Perlman canlandırmış.<br />

Daha çok televizyon sektöründe<br />

mesleğini sürdüren Perlman, “Alien<br />

Diriliş”, “Kapıdaki Düşman”,<br />

“Star Trek: Nemesis”,<br />

“Dr.Moreau’nun Adası”,<br />

“Blade 2” ve “Özgürlük<br />

Savaşçısı” gibi hatırı<br />

sayılır filmlerde de<br />

çeşitli karakterleri canlandırdı.<br />

Başrol olarak<br />

“Son Kış” filminde<br />

oynadığı azimli ve lider<br />

ruhlu bilim adamı rolü,<br />

Perlman’ın karakter<br />

yaratma gücünü de<br />

ortaya koymuş oldu.<br />

“HellBoy 2” den sonra<br />

çektiği ve bir FRP<br />

oyunundan<br />

uyarlanan “Mutant<br />

Günlükleri” şimdilik<br />

Perlman’ın yer


aldığı son film. Los Angeles’ta karısı ve<br />

iki çocuğuyla yaşayan Perlman, 58 yaşında<br />

canlandırdığı “Hellboy” karakteriyle bir<br />

ünvanın da sahibi oldu; bir süper kahramanı<br />

canlandıran en yaşlı aktör ünvanına…<br />

Cehennemi, nefret ettiğiniz bir işte<br />

çalışmak olarak tanımlayan Ron Perlman,<br />

ilgisini çekmeyen, yapamayacağını<br />

düşündüğü ve her şeyden önemlisi<br />

içinde insanlığın olmadığı<br />

rollerde kesinlikle oynamayacağını<br />

söylüyor. Ve<br />

bilmeyenler için bonus<br />

bir bilgi; “Conan”dan “Fallout” ve “Halo”<br />

serisine, “Hulk”dan “Turok”a kadar<br />

birçok video oyununun anlatıcı sesi tabi<br />

ki Ron Perlman’dır. Onun Hellboy olması<br />

için stüdyoyla büyük kavgalar eden<br />

yönetmen Guillermo Del Toro, Perlman<br />

için şöyle der; “Ron Perlman, bir centilmen,<br />

ölesiye bir dost, büyük bir aktördür.<br />

Ama bunun yanında, özellikle de kadınlar<br />

için, Barry White’dan bu yana gelmiş<br />

geçmiş en seksi erkek sesidir. Bir insan<br />

daha ne isteyebilir ki?”


Bu ay vizyona giren Hellboy 2:<br />

Altın Ordu'nUn yönetmeni<br />

Guillermo Del Toro ayrıksı ve<br />

yaratıcı bir sinema adamı olarak<br />

hatırlanacak. Ama onun gerçek<br />

hayat hikayesindeki işkenceler, talihsizlikler<br />

ve büyük dram çoğu kişi<br />

tarafından bilinmiyor


SERDAR AKBIYIK<br />

Guillemo Del Toro’nun filmlerinde oluşturduğu hatta<br />

fikri sabit haline getirdiği canavarları çocukluk<br />

anılarından çıkarması belki onun bu kadar başarılı ve<br />

etkileyici bir yönetmen olmasının altındaki sebeptir.<br />

Guillermo 1964 yılında Guadalajara’da doğdu. 9<br />

yaşındayken annesi hepatit yüzünden öldü. İşte o<br />

noktada Guillermo'nun acı dolu ve hayret verici hayat<br />

hikayesi başladı.<br />

Annesi ölünce babası üç yıl sonra başka bir kadınla<br />

evlendi. Koyu katolik olan büyükannesi ile birlikte<br />

yaşayan küçük Del Toro ağır bir dini eğitimden geçirildi.<br />

Büyükannesi baskısını o kadar arttırdı ki nefsini<br />

temizlemesi için Guillermo'ya çeşitli işkenceler bile<br />

yaptı. O günlerini 2007 yılında katıldığı bir radyo<br />

söyleşisinde şöyle anlatıyor Del Toro:<br />

Büyük annemi küçüklüğümde Carry filmindeki Piper<br />

Lauri karakterine benzetirdim. Benim günahlarımdan<br />

arınmam için metal kola kutularını keser ve<br />

ayakkabımın içine koyardı, okula gidene kadar ayaklarım<br />

kan içinde kalırdı." Bu baskı içinde fantastik<br />

dünyaya olan düşkünlüğünün daha da arttığını<br />

söyleyen ünlü yönetmen büyükannesinin en sonunda<br />

iki kere şeytan çıkarma ayini düzenleyerek hayal<br />

dünyasında yaşattığı fantastik öğeleri yok etmeye<br />

çalıştığını söylüyor.<br />

Sanıyoruz şeytan çıkarma ayinleri bile Del Toro'nun<br />

hayal gücünü engelleyememiş. Del Toro'nun son<br />

dönem filmlerinde yarattığı gizem dolu dünyalar ve<br />

birbirinden ilginç yaratıklar bunun kanıtı. Del<br />

Toro'nun yaşadığı talihsizlikler bununla da bitmiyor.<br />

Hollywood'da ilk yönettiği film olan Mimic'in başarısızlığı<br />

sonrası Meksika'da babası kaçırılıp 72 gün rehin<br />

tutuldu. Ancak istenen fidye ödendikten sonra<br />

babası serbest bırakıldı. Del Toro bu olaydan sonra<br />

Meksika'yı terk edip Kaliforniya'ya taşındı.<br />

Bu hayalgücü kuvvetli yönetmenin yaşamının sinemayla<br />

çizgi dışı bir etkileşimi var. Mesela<br />

babanesinin çılgınlıklarını bile bir film karakteriyle<br />

tasvir eden Del Toro 1974 yılında The Texas Chain<br />

Saw Massacre'yi seyrettikten sonra filmdeki vahşet<br />

yüzünden vejateryen olmuş. Tam dört yıl vejateryenliği<br />

sürdüren Del Toro sonunda pes etmiş ve kırmızı<br />

etin büyüsüne kapılmış.<br />

1993'te çevirdiği ilk uzun metraj filmi Cronos'a kadar<br />

10 yıl makyaj dalında uzman olarak çalışan yönetmenin<br />

“The Exorcist”in makyaj uzmanı Dick<br />

Smith'ten ilk makyaj derslerini aldığını söyleyelim.<br />

Küçüklüğünden beri hayal dünyasında yaşattığı<br />

yaratıklar bu sayede filmlerinin en etkileyici unsurları.<br />

İlk filminden itibaren kendi farklılığını kabul ettiren<br />

yönetmen daha üçüncü filmini çevirmeden Time dergisi<br />

tarafından “Yeni Milenyum’un 50 Genç<br />

Liderinden biri” olarak gösterildi.<br />

Peki Del Toro'nun hayal dünyasını tetikleyen<br />

sinemacılar kimler? Korku ustaları James Whale,<br />

Mario Bava, George A. Romero, Alfred Hitchcock'un<br />

büyük hayranı olduğunu söylüyor Del Toro. İlk önemli<br />

yönetmenliği “Cronos” (1993), onun Meksika sinemasının<br />

yükselen yıldızlarından biri olarak ün kazanmasını<br />

sağladı. Gösterişten uzak, çok iyi bir oyunculuğun<br />

sergilendiği bu korku filminde, Cronos’da<br />

vampiri parazit olarak betimlemesi türün zekice bir<br />

revizyonu olmakla birlikte aynı zamanda Meksika ile<br />

ABD’nin üstü örtülü bir alegorisi idi. Del Toro,<br />

Cronos’un ardından Hollywood’a “Mimic” (1997) filmi<br />

ile giriş yaptı. Mira Sorvino'nun baş rolünü üstlendiği<br />

“Mimic”, New York’a dehşet saçan mutant ve şekil<br />

değiştiren böceklerle büyük korku yarattı. Ancak<br />

Hollywood stüdyolarının taleplerini kabul etmek<br />

zorunda kalan Del Toro bu deneyimden<br />

mutsuz ayrıldı.<br />

Yapımcılığını Pedro Almadovar ve<br />

kardeşi Agustín Almodovar’ın üstlendiği<br />

ve İspanya’da çekilen filmi “The Devil's


Backbone” (2001) İspanyol İç Savaşı’nda geçen çok<br />

daha tutkulu bir hayalet hikayesi idi. Filtreler ve mobil<br />

bir kamera kullanan Del Toro, sepya tonlarında bir<br />

görsellik yaratarak Cumhuriyetçi Ordu’nun terk<br />

edilmiş, perili yetimhanesinde geçen trajik ve politik<br />

metaforlar taşıyan olaylara hayaletimsi bir anlatım<br />

kazandırdı.<br />

Bu başarılardan sonra Wesley Snipes’ın rol aldığı ve<br />

büyük bütçeli bir çizgi roman uyarlaması olan Blade<br />

2'yi (2002) çekti. Blade 2 onun dünya sinema sektöründe<br />

tam anlamıyla kendini kanıtladığı filmdir.<br />

Bu filmden sonra Blade: Trinity (2004), AVP: Alien vs.<br />

Predator (2004) ve Harry Potter and the Prisoner of<br />

Azkaban (2004) projeleri teklif edilen yönetmen hayalinin<br />

projesi için bu müthiş projeleri red etti. 2004<br />

yılında bütün becerisini Hellboy'u sinemalaştırmak<br />

için kullandı. Mike Mignola'nın yarattığı bu çizgi<br />

kahraman Del Toro'nun yönetiminde en sadık oyuncusu<br />

Ron Perlman tarafından hayata geçirildi. 2.<br />

Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından çağırılan ve<br />

sonunda şeytani güçlere karşı savaşanların tarafına<br />

geçen bir şeytanın hikayesini anlatan film yönetmenin<br />

ününe ün kattı. Bir sonraki projesi ise birçok eleştirmen<br />

ve sinemacı tarafından Del Toro'nun başyapıtı<br />

olarak kabul edilir. İspanyol İç Savaşı sırasında geçen<br />

Pan’ın Labirenti, gerçek dünyanın kabusları ile diğer<br />

dünyanın mucizelerini günümüz fantastik filmlerinde<br />

nadiren görülen bir akıcılıkla birleştirdi. Bu başarı<br />

Oscar ödülleri ile taçlandırıldı.<br />

Hellboy serüveninin ikinci filmi olan Hellboy 2:<br />

Altınordu bu ay vizyona giriyor. 2011 ve 2012'de ise<br />

J.R.R. Tolkien'in Hobbit'ini yönetecek olan yönetmenin<br />

yapımcısı da Yüzüklerin Efendisi'nin yönetmeni<br />

Peter Jackson. Del Toro aynı zamanda eleştirmenlerin<br />

övgüsünü kazanan iki ünlü yönetmen, Alfonso<br />

Cuarón ve Alejandro González Iñárritu ile yakın<br />

arkadaştır. Bu üç yönetmen sıklıkla birbirlerinin film<br />

rejilerini etkilemektedirler. Cuarón, Del Toro’nun<br />

“Pan’ın Labirenti” filminin yapımcıları arasındadır.<br />

Yönetmenin yakın zamanda yapacağı filmler:<br />

“Deadman”, Roald Dahl’ın bir hikaye adaptasyonu<br />

olan “The Witches”, bir İngiliz televizyon dizisi olan<br />

“The Champions” ve H.P.Lovecraft’ın karanlık<br />

hikayesi “At the Mountains of Madness” olacak. Bu<br />

ilginç yönetmenin sinema serüveni devam etmekte.<br />

Bizlerse onun filmlerinin tutkulu takipçileri olarak<br />

hangi öyküyü karanlık hayalgücünün üretimleriyle taçlandıracağını<br />

merak ediyoruz. Bekleyip göreceğiz.<br />

Filmografisi<br />

Hellboy II: The Golden Army (2008)<br />

Laberinto del fauno, El (2006)<br />

Hellboy (2004)<br />

Blade II (2002)<br />

Espinazo del diablo, El (2001)<br />

Mimic (1997)<br />

Cronos (1993)


Hollywood’un karizmatik<br />

aktörü Clooney,<br />

El Kaide lideri Ladin’in<br />

şoförü Hamdan’ın hayatının<br />

anlatılacağı filmin<br />

haklarını satın aldı.<br />

Hollywood çevreleri,<br />

Clooney’nin kariyerinin en<br />

riskli adımını attığı<br />

görüşünde<br />

ABD’deki başkanlık yarışında Demokrat<br />

aday Obama’ya en açık desteği veren,<br />

Birleşmiş Milletler Barış Elçiliği’ni üstlenen<br />

Hollywood’un gözde aktörü George<br />

Clooney, kariyeri için riskli bir adım attı. Ünlü<br />

aktör El Kaide lideri Üsame bin Ladin’in şoförü<br />

Salim Hamdan’ın hayatının anlatıldığı kitabın<br />

film hakkını satın aldı. Hamdan, geçtiğimiz günlerde<br />

Guantanamo’daki askeri mahkeme tarafından<br />

beş buçuk yıl hapse mahkum edilmişti.<br />

Amerikalı gazeteci Jonathan Mahler tarafından<br />

kaleme alınan ‘The Challenge’ adlı kitap, ABD Deniz<br />

Kuvvetleri avukatı Charles Swift ile Georgetown<br />

Hukuk Profesörü Neal Katyal’ın, Hamdan’ın adil<br />

yargılanması için verdikleri uzun mücadeleyi konu alıyor.<br />

Daha önce ‘Syriana’ ve ‘Good Night, and Good<br />

Luck’ gibi açık siyasi amaçlar taşıyan filmlerde rol alan<br />

Clooney’nin, muhtemelen yedi rakamlı bir ücret karşılığında,<br />

sahibi olduğu Smoke House prodüksiyon şirketi adına<br />

kitabın film hakkını satın aldığı belirtildi. Filmde Clooney,<br />

avukat Swift’I canlandıracak.


Quentin Tarantino, bu defa Naziler ve<br />

İkinci Dünya Savaşı’nı gözüne kestirdi.<br />

Filmin senaryosu internete sızınca,<br />

Almanya’da şimdiden kıyamet koptu.<br />

Enzo Castellaris’in 70’lerdeki savaş<br />

filminin yeniden uyarlanması olduğu<br />

söylenen filmin<br />

başrolünü ünlü aktör Brad Pitt canlandıracak.<br />

Filmde rol alacağı söylenen<br />

oyuncular arasında Natassja Kinski,<br />

Leonadio di Caprio ve Daniel Brühl ile<br />

Til Schweiger’in de bulunduğu belirtiliyor.<br />

Pitt’in karakteri Teğmen Aldo Raine,<br />

Almanlardan intikam almak ve morallerini<br />

bozmak için Nazi işgalindeki<br />

Avrupa’ya bırakılan Amerikan-Yahudi<br />

askerlerden oluşan bir takıma komutanlık<br />

yapıyor.<br />

Internette dolaşan senaryoya göre<br />

Raine, “Komutam altındaki her adam<br />

bana yüz Nazinin kafa derisini borçlu.<br />

Hepiniz yüz Nazinin başından alınmış<br />

derileri bana vereceksiniz” diyor. Kafa<br />

derilerinin yüzülmesi, alınlarına gamalı<br />

haç kazınması, bir Alman subayın<br />

testislerine ateş edilmesi ya da yavaş<br />

yavaş boğazlanması değil Almanları<br />

öfkelendiren! Zira bütün bu sahneler<br />

standart bir Tarantino filminin bildik<br />

detayları…<br />

Sinema eleştirmeni Tobias Kniebe,<br />

Süddeutsche Zeitung’da kalem aldığı<br />

yazıda, filmin Almanya’da yol açacağı<br />

muhtemel etkiyi, “Bu, pop kültürün<br />

Nazi Almanyası ve soykırımla benzeri<br />

görülmemiş bir güçle çarpışması” sözleriyle<br />

özetledi.<br />

Alman sinema çevrelerinin asıl rahatsızlığı,<br />

filmde Naziler ile Almanlar,<br />

sıradan askerlerle SS subayları arasında<br />

bariz bir ayrım yapılmamasından<br />

kaynaklanıyor. Filmde iyi Almanların<br />

izine rastlanmıyor ya da en iyi Almanın<br />

‘ölü Alman’ olduğu gösteriliyor.


Aktör Bernie Mac ağır<br />

olarak geçirdiği zatürreden<br />

dolayı 50 yaşında<br />

hayata veda etti. Mac,<br />

Ocean's serisinde, “Bad<br />

Santa” ve<br />

“Transformers” gibi<br />

önemli filmlerde rol<br />

almıştı. En büyük<br />

başarısını ise 20<strong>05</strong>’te<br />

“Guess Who” filminde<br />

Ashton Kutcher’e karşı<br />

baş rol oynarak göstermişti.<br />

Korku filmlerinin bazı insanlara dehşet içinde çığlık<br />

attırırken, bazılarını da güldürmesinin sebebi<br />

anlaşıldı. Bilim adamları, endişeyle bağlantılı bir<br />

genin iki farklı versiyonunun, bazı insanların bu<br />

filmlerden etkilenmemesine yol açarken, diğerlerininse<br />

korkmalarını izah ettiğini belirledi.<br />

Telegraph gazetesine göre araştırmada elde edilen<br />

bulgular, korku filmleri tarihinde eşsiz bir yeri olan<br />

The Exorcist (Şeytan) adlı filme, 35 yıldır insanların<br />

niçin farklı tepkiler verdiğini açıklıyor. 1973 yılında<br />

çekilen ve tüm zamanların en korkunç filmi ünvanını<br />

alan The Exorcist, ürkütücü sahneleriyle bazı<br />

izleyicileri sinemada bayıltacak kadar etkili olurken,<br />

kimi izleyicileri de güldürmekten öteye gidemiyor.<br />

Uzmanlar, beyinde endişeyle bağlantılı kimyasallar<br />

üzerinde etkili olan 'COMT' geninden iki aynı<br />

kopyaya sahip olan insanların, kolayca korktuklarını<br />

diğer yandan genin farklı versiyondaki iki kopyasına<br />

sahip olan insanların ise duygularını denetim altında<br />

tutmakta daha başarılı oldukları belirlendi.


Yine mutlaka görülmesi gereken<br />

fakat büyük olasılıkla hakettiği<br />

ilgiyi bulamayacak bir belgesel<br />

ABD’de cuma günü gösterime<br />

girdi. I.O.U.S.A, ünlü yatırımcı<br />

Warren Buffett ve Washington’un<br />

en yetkili mali müfettişlerinden<br />

David Walker'ın açıklamalarını<br />

izleyerek ABD ekonomisinin dramatik<br />

gerçeklerini ve halkın borç<br />

saplantısını mercek altına alıyor.<br />

Hükümet ve ordu harcamalarının<br />

devasa boyutlara çıkması, artan<br />

uluslararası rekabet, yükselen iç<br />

ve dış borçlar, bütçe açıkları gibi<br />

Amerika’nın ‘finans şeytanlarını’<br />

gözler önüne seriyor.<br />

Yönetmen Patrick Creadon, tarihi<br />

kökenlerinden başlayarak adım<br />

adım Amerikanın ‘mali kanserinin’<br />

izini takip ederken, Al Gore’un<br />

‘Uygunsuz Gerçek’te çevre için<br />

yaptığı uyarılar kadar vahim;<br />

ekonominin gidişatına dair<br />

ürkütücü kehanetlerde bulunuyor.<br />

Film festivallerinde bir çok<br />

ödül toplayan bağımsız<br />

sanat gurubunu şimdilerde<br />

bir uzun metraj filmin heyecanını<br />

sarmış<br />

durumda. Bir grup profesyonel<br />

ve amatör kısa filmcinin<br />

birlikteliğiyle oluşturulan<br />

Batarya Film Grubu,<br />

2009 yazında çekecekleri<br />

"Apartman" adlı uzun<br />

metraj filmlerinin hazırlıklarına<br />

başladı.<br />

Akademi ödülü sahibi ünlü<br />

yönetmen şimdilerde<br />

HBO'nun Boardwalk<br />

Empire’ın bir bölümlük TV<br />

deneme yayınının yönetmenliği<br />

için görüşmeler<br />

yapıyor. Tabii ki bunların<br />

yanı sıra Leonardo<br />

DiCaprio, Mark Ruffalo ve<br />

Ben Kingsley’in rol aldığı<br />

ön yapım aşaması tamamlanmak<br />

üzere olan Shutter<br />

Island’ın yönetmenliğine<br />

devam ediyor.


Harry Potter ve saz arkadaşları yanlışlıkla yaptıkları<br />

bir büyü sonucu birdenbire kendilerini,<br />

gizlice tuvalette sigara içen Hababam tayfasının<br />

arasında bulurlar.<br />

Güdük Necmi: Şabaaan?<br />

İnek Şaban: Nee?<br />

Güdük Necmi: Erketedesin di mi?<br />

İnek Şaban: Eveat! Kel Mahmut görünürde yok!<br />

Rahat olun.<br />

Damat Ferit: Geçende de öyle diyodun ama<br />

sayende 3 hafta çarşı cezası aldık.<br />

İnek Şaban: Aldık demi? Eveat, aldık. Ih hı hı!<br />

Bu sırada tuvalet kabinlerinden birinin üstünden<br />

orta şiddetli bir gürültüyle, parlak bir ışık huzmesi<br />

ve bolca duman yayılır.<br />

İçeriden gelen ses: Abraka habaama!<br />

Hababam Sınıfı Rabarba: Ne oluyor yav?<br />

Bismillah.<br />

İnek Şaban: Anaam! Cinler bastı okulu.<br />

Güdük Necmi: Kim var içeride?<br />

İçeriden gelen ses: Asıl siz kimsiniz? Burası<br />

neresi?<br />

İnek Şaban: Aa? İnsan sesi. Aman canım ben<br />

de bişi sandım. Du bakiyim kimmiş bunlar?<br />

(Tuvalet kapısını açarken) Kesin Domdom şaka<br />

yapıyodur, eşşooleşek! Çık bakim dışarı!<br />

Harry Potter: Merhaba!<br />

Güdük Necmi: Me me mer, meraba!<br />

Hermione: Neresi burası?<br />

Damat Ferit: (Kıza kur yaparak) Burası<br />

Hababamın tuvaleti güzelim. Ben de Ferit. Arzu<br />

edersen tanışabiliriz. Belki haftasonu bir pastane<br />

kaçamağı? Ha ne dersin?<br />

Ron: Kalsın. Almayalım.


Harry Potter: Yanlış büyü yaptım herhalde.<br />

Hadi gidelim buradan.<br />

Güdük Necmi: Aa, olur mu canım?<br />

Kantinde bir bir çayımızı içseydiniz?<br />

(Bu sırada içeriye Kel Mahmut girer)<br />

İnek Şaban: (Kel Mahmut’un suratına<br />

bakarak) Arkadaşlar.... Kel Mahmut<br />

geldi... Saklayın delillerinizi…<br />

Kel Mahmut: Ne oluyor burada?!<br />

Herkes sigaraları saklamaya, havadaki<br />

duman kokusunu gidermeye çalışır.<br />

Güdük Necmi: Hocam, biz de tam<br />

aramıza ye yeni katılan arkadaşlara,<br />

okulumuzu gezdiriyorduk.<br />

Kel Mahmut: Allah Allah? Benim<br />

neden haberim yok onlardan?<br />

Damat Ferit: Hocam arkadaşlar daha<br />

yeni geldi şeyden… (Harry’e bakar)<br />

lazım.<br />

Harry: İyi ama nasıl? Doğru kelimeleri<br />

hatırlayamıyorum.<br />

Ron: Merak etmeyin. Eninde sonunda<br />

Hogwarts’takiler bizi bulurlar.<br />

Sınıfa geçilir. Herkes bir yer bulur oturur.<br />

Sınıfın geri kalanı merakla üç<br />

arkadaşı incelemektedir.<br />

Güdük Necmi: Dersten sonra bir ma<br />

ma maç çeviririz aramızda değil mi?<br />

Harry: Nasıl bir maç sizinki?<br />

İnek Şaban: Bildiğin futbol maçı. Hani<br />

top peşinde koşturuyorsun ya böyle,<br />

kaleye gol atıyorsun.<br />

Hermione: Bizde o oyun havada<br />

uçarak oynanıyor.<br />

Bu sırada içeri hışımla Külyutmaz<br />

Hoca girer.<br />

Eee, şeyden?<br />

Harry Potter: Hogwarts Büyücülük<br />

Okulu’ndan.<br />

Bu bilinmeyen cevap karşısında<br />

herkes birbirine bakar. Derken ders<br />

zili çalar.<br />

Kel Mahmut: Hadi bakalım sınıflara!<br />

Damat Ferit: Hanfendi benim yanımda<br />

oturabilirsiniz isterseniz? Hermione:<br />

(Damat Ferit’in yanından hızla uzaklaşır.<br />

Sitem dolu bir sinirle, kaşlarını<br />

çatarak) Harry! Biraz ilgilensene benimle.<br />

Tuvaletten çıkıp sınıflara doğru ilerlerler.<br />

Hafize Ana karşıdan gelmektedir.<br />

Hafize Ana: Kuzucuklarım. Bunlar<br />

kim?<br />

İnek Şaban: Yeni sınıf arkadaşlarımız<br />

Hafize Ana.<br />

Hafize Ana: Oh, oh. Çok iyi, çok iyi.<br />

Heh heh. Hadi bakalım öğlen<br />

yemeğinde sütlaç var.<br />

Tulum Hayri: Allaaaah! Yaşadık!<br />

Hermione: Harry, buradan kaçmamız<br />

Külyutmaz: Çıkarın kağıtları kalemi,<br />

yazılı yapacağım.<br />

Güdük Necmi: ( Panikle ayağa kalkar )<br />

Hocam bize askerlik anılarınızı anlatmayacak<br />

mısınız bugün?<br />

Külyutmaz: Hayır efendim. Bu sefer<br />

beni dolduruşa getiremezsiniz. Çıkarın<br />

dedim.<br />

Damat Ferit: Şimdi yandık. Kopya da<br />

çekemeyiz. Hazırlıksız yakalandık.<br />

Güdük Necmi: ( Sinsi sinsi Harry<br />

Potter ve arkadaşlarına bakarak ) Ama<br />

belki yeni yeni arkadaşlarımız bize bu<br />

bu konuda yardımcı olurlar değil mi?<br />

Harry Potter ve arkadaşları şaşkın<br />

şaşkın sınıftakilere bakakalırlar.<br />

Harry: Nasıl yani?<br />

Güdük Necmi: Tabii ki si sihirle!<br />

Bir dahaki sayıda, Harry Potter kopya<br />

için hayatının sihir numarasını yapıyor.<br />

USTALARA SAYGIYLA…


Pixar’ın bu yıl<br />

boyutları küçükte<br />

olsa en büyük<br />

silahı Wall-e.<br />

Fragmanları ile<br />

aylardır bizleri<br />

oyalayan,<br />

vizyon salonlarında<br />

yerini alacak sevimli<br />

mi sevimli Wall-e’yi<br />

kaçırmamanızı şiddetle<br />

tavsiye ediyor ve<br />

bu ay dosya konusunu<br />

Wall-e’den çalan robotlardan<br />

en sevdiklerimizi<br />

hatırlıyoruz.<br />

Marvin / The Hitchhiker's<br />

Guide to the Galaxy (20<strong>05</strong>)<br />

Kocaman beyni kadar kocaman bir kalbi<br />

olan melankolik robotum Marvin’im.<br />

Douglas Adams’ın kaleminden, Garth<br />

Jennings’in yönetmenliğinde<br />

beyazperdeyle buluşmakta bir hayli geç<br />

kalmış olan Marvin, kendisinden istenilen<br />

görevleri, dâhiliğine hakaret saysa da,<br />

homurdana homurdana, harfiyen, tam da<br />

zamanında yerine getirir.<br />

Evrenden otuzyedi kat yaşlıdır. Sürekli<br />

depresyondadır. Sevgiye muhtaçtır.


Sonny / I, Robot (2004)<br />

Bay muhteşem Isaac Asimov’un eseridir. Alex<br />

Proyas’ın yönettiği filmde Will Smith 2004 model<br />

siyah Converse’leriyle aksiyona hız verir. Sonny diğer<br />

NS-5 türlerinden farklıdır. Sonny’nin bir ruhu vardır.<br />

Ütopyalarını kurmak isteyen diğer robotlara karşı<br />

duran Sonny, insanlığın yanı başında yer alır ve iyiliği<br />

de, güzelliği de, barışı da temsil eder. Zekâsı tartışılmazdır.<br />

T800 / Terminatör (1984)<br />

1984 yıllarıydı. James Cameron’un 2029’unun karanlığında,<br />

geçmişi değiştirerek geleceğe yön verecek bir<br />

cyborgun, Terminatör’ün iyiliğin tarafına geçmesi<br />

fazla zaman almadı. Terminatör, Arnold<br />

Schwarzneeger ile bütünleşti. Arnold, Terminatör’ün<br />

bir parçası haline<br />

geldi.Karizmatik mi<br />

karizmatik güneş<br />

gözlüklerinin arkasında<br />

T800. Hep sessiz<br />

kalsa, hiç konuşmasa<br />

dahi, o bir ikon.<br />

T1000 / Terminator 2: Judgment Day<br />

(Sections/Years/1991/" 1991)<br />

Son derece acımasız, ruhsuz, cani, ölümcül T1000,<br />

istediği şekle girebiliyor, istediğini düşman belliyor ve<br />

rahatlıkla avlayabiliyor. Esnekliği ve çevikliği ile deli<br />

fişek gibidir. Serinin bu ikinci filminde Arnold’a kök<br />

söktürür.Yönetmenliğini yine James Cameron üstlenmiştir.<br />

Robert Patrik ise T1000’in ta kendisidir.


Rachael /<br />

Blade Runner (1982)<br />

Philip K. Dick'in kalemi, Ridley Scott’ın yorumuyla<br />

çelik bakışlı, robot olduğundan bihaber Rachael,<br />

defalarca izlenmelidir. Senaryosunu Hampton<br />

Fancher’ ın yazdığı Blade Runner ‘da Dechard’ın<br />

Rachael Robot’a duyduğu gerçek bir aşktır. Dechard,<br />

Rechael ile yaşamayı seçer.<br />

Kumandan Data / Star Trek<br />

Holo Deck’in neşe kaynağı. O bir melek android.<br />

Şaşırtıcı derecede insanlara benzer aynı zamanda<br />

onlara uyum sağlamaya da çalışır. Pozitronik bir de<br />

beyni, Spot adında bir kedisi vardır.<br />

Bishop / Aliens (1986)<br />

Aliens’ı yazmakla bitmez. Bishop ile Ripley arasındaki<br />

diyaloglar James Cameron tarafından yönetilir.<br />

Bishop inanılmaz bir kuvvete<br />

sahip olan bir androiddir.<br />

Ayrıca Sulaco uzay gemisinde<br />

bir doktordur. Bishop’u,<br />

fedakârlıkları unutulmaz kılar.<br />

Bir de bıçak numarası.<br />

Johnny five /<br />

short circuit (1986)<br />

Kusursuz bir asker olmasına<br />

rağmen, ışığa çıktığında sorular<br />

sormaya başlayan verilen emirleri<br />

uygulamayan bir robot<br />

Johnny! Bu isim ise kendi<br />

seçimi. Robot olmasına rağmen,<br />

insan olmanın, aşkın ve<br />

hayatın kendisini, ölümün


korkusunu merak etmektedir.<br />

Motoko Kusanagi /<br />

Ghost In the Shell<br />

Motoko Kusanagi, Ghost in the<br />

Shell serisinin dahi robotudur.<br />

Mokoto, Japon güvenlik komitesine<br />

bağlı olan Kamu Güvenliği<br />

Bölüm 9?da çalışan bir cyborg’-<br />

tur. Kemerinin altındaki sayısız<br />

yetenekle, Mokoto ciddiye alınmalıdır.<br />

Maria /<br />

Metropolis (1921)<br />

1921de Fritz Lang’in şehri<br />

özgürlüğüne kavuştuğunda,<br />

Maria filmin ilk kadın robotu<br />

olarak sinema perdelerine<br />

yansıdı. 1927’de<br />

Amerika’da yapılan ve<br />

Televox ismi verilen robot<br />

telefon sistemiyle<br />

yönetilebiliyordu.<br />

Sinemanın bu ilk robotu,<br />

Alman yönetmen Lang’in<br />

insan-robot karışımı bu<br />

yaratığı çağına göre<br />

oldukça sıra dışıydı.<br />

Aslında ona ilk bakıldığında,<br />

C3PO’nun büyükannesi<br />

olduğu kanısına varabiliriz.<br />

Robocop / 1987<br />

1987’nin Robocop’u, Paul<br />

Verhoeven tarafından<br />

yönetilmiflbir klasiktir. Hem<br />

de efsanedir. Bir çat›flma<br />

s›ras›nda vurulan polis<br />

memuru Murphy’nin bir<br />

cyborg’a dönüfltürülmesini<br />

konu edinir. Kendinden<br />

emindir. A¤›rd›r. Yar› insan<br />

Yar› robottur. ‹kilemleri belirgindir.<br />

Hissedilir.<br />

C3PO / Star Wars<br />

Geveze android C3PO, kendisine<br />

hayran b›rak›r. Star Wars’›n<br />

vazgeçilemiyecek karakterlerinden<br />

biridir.


Doğruyu yanlıştan ayırabilen, akıl gücüne önem<br />

veren, dikkatli, ölçülü ve analizci bir güzellik<br />

abidesi. Amanda Woods kadar, aşkın peşinden<br />

koşan, yaşadığı uzun süreli ilişkilerde daima mutluluğu<br />

bulan Cameron Diaz, Natalie Cook kadar<br />

da tuttuğunu koparan ve güçlü biri. Ruhsal<br />

dayanıklılığı o kadar güçlü ki, fiziksel olarak da<br />

güven veren sağlam bir yapıya sahip. Kendi<br />

ayakları üzerinde durmayı 16 yaşında başladığı<br />

mankenlikte öğrenip, o yaşlarda ailesinden ayrı<br />

ve onlara ihtiyaç duymadan, neredeyse dünyanın<br />

her yerini gezmesi, onun ne kadar güçlü bir<br />

manevi dünyası olduğunu kanıtlıyor. Setlerde<br />

oyuncu olarak geçirdiği hayatının geri kalan kısmındaysa<br />

ise, canlandırdığı çoğu karakter gibi,<br />

şirin, sempatik, sevgi dolu ve mıknatıs insan<br />

olma özelliğini taşıyor. Ama yeri geldiğinde de,<br />

en az Natalie Cook kadar haşarı ve züppelik<br />

belirtileri gösterebiliyor. Ancak ondan kimse<br />

nefretle bahsetmiyor. Birçok sinemasever biliyor<br />

ki, Cameron Diaz’ın içinde olduğu her film, neşeli<br />

saatler sunuyor.


İlk İzlenim: Güzel, alımlı, eğitimli…<br />

Konuştukça: Aradığı hayat, yaşadığı hayatla kesişmiyor. Özellikle<br />

de aşk beklentilerini karşılayamıyor. Temkinli ve biraz<br />

mesafeli…<br />

Artıları: İstediği zaman bir erkeğin aklını başından alabilecek<br />

samimiyette ve istekli… Bir ömür beraber olunabilecek özellikler<br />

vaat etmese de, uzun süreli bir ilişki için ideal…<br />

Handikapları: İçkiye düşkünlüğü, kontrolsüz sarhoşluğu,<br />

düşünmeden konuşması…<br />

Yaşam Felsefesi: Acaba bu sefer doğru erkek mi?<br />

Hayattaki Düsturu: Maddi imkanlarını manevi tatminle birleştirmek,<br />

kendine uygun bir eş bulmak…<br />

Tanıyınca: Biraz sakar, biraz kararsız, biraz da sabırsız.<br />

Ancak, kolaylıkla her ortama uyum sağlayabilecek ve özü<br />

sözü bir. Huyuna giderseniz size dünyaları verebilir.<br />

İlk İzlenim: Seksi bir ölüm meleği.<br />

Konuştukça: Şaşkın, şirin ve biraz saf.<br />

Artıları: İş bitirici, kadirşinas, tamahkar. Ve ölümcül<br />

tekmelerin sahibi…<br />

Handikapları: Erkeklere olan düşkünlüğü bazen<br />

gözünü kör ederek başına dertler açabiliyor. Ekip<br />

arkadaşları sürekli onun arkasını kollamak zorunda<br />

olabiliyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Biraz aşk, bolca dövüş…<br />

Hayattaki Düsturu: Önce işi ve ekip arkadaşları,<br />

sonra huzur ve mümkünse yakışıklı bir erkek.<br />

Tanıyınca: Arkadaş olun. Hem hoş vakit geçirin.<br />

Hem de kendinizi güvende hissedin.


Biri, uğruna yaşadığınız herşeyi elinizden alırsa…geri almak için ne<br />

kadar ileri gidersiniz? Sorusunun cevabı Jodie Foster’ın oynadığı<br />

Flight Plan’de saklı. Bu filmin hangi şartlar altında,ne kadar<br />

bütçeyle ve hangi kamera açılarıyla çekildiğini merak ediyorsanız<br />

bütün bu bilgileri sizin için topladık. Gelin hep beraber Flight Plan’ın<br />

kamera arkasına doğru yolculuk yapalım.<br />

Yapım aşaması…<br />

Hikayenin ortaya çıkış amacı<br />

oldukça enteresan.Yakından<br />

inceleyelim. Bir varmış bir yokmuş<br />

Los Angeles Havaalanı<br />

güvenliğinde çalışan bir adamın<br />

oğlu uçaktayken kaybolmuş.<br />

Sonra ne mi olmuş? Çocuğu<br />

teröristler kaçırmış. Senarist<br />

Peter A. Dowling bu hikayenin<br />

mizansenini olması gerektiği gibi<br />

kurgularken, yapımcılara göre asıl<br />

önemli olan, çocuğun teroristlerce<br />

kaçırılması değil, bir<br />

annenin dramatik ve travmatik<br />

anlarına haiz olmakmış. Baba<br />

karakterini anne karakteri ile yer<br />

değiştiren Dowling, Jodie Foster<br />

gibi usta bir oyuncudan yana<br />

oyunu kullanarak senaryoyu<br />

Foster’a göre uyarlamış. Role


Foster’ı oturtmak ise yapılan en<br />

doğru tercihlerden biri.<br />

Post Production…<br />

Yapım aşaması bu şekilde<br />

ortaya çıkmış çıkmasına ama<br />

Post Production aşaması ise<br />

Flight Plan’i bir hayli zorlamış.<br />

"Fazla merak cildi bozar’’ diyerek<br />

dönüyoruz yazımıza.<br />

"Gerilmesi gereken anlarda germek,<br />

hızlı gitmeniz gerektiği<br />

yerde hızlı gitmek" mantığından<br />

yola çıkan ekip özellikle ağır hız<br />

kazanan filmlerde sesin çok<br />

önemli olduğunu öne sürmüşler.<br />

Efektler müziğin bir parçası<br />

haline gelerek, flmin gerilimini<br />

kulağımızdan yüreklerimize<br />

doğru yükseltmişler. Bu nedenden<br />

dolayı müzikler için sıra dışı<br />

tonlar aranarak Bali’deki<br />

orkestralarda kullanılan çalgıların<br />

filme adaptasyonu<br />

sağlanmış. Bunlar: hazırlanmış<br />

piyano,telli,vurmalı ve üflemeli<br />

çalgılar. Örnek verecek olursak<br />

close-up çekimler eşliğinde<br />

Foster’ın kafasının içinde<br />

yaşadığı karmaşayı hissetmemek<br />

olanak dışı.<br />

Visual Effects<br />

Geldik işin en zor kısmı olan<br />

görsel efektlere. Flight Plan için<br />

Storyboardlar çizilip arka arkaya<br />

konularak hareketli görüntüler<br />

elde edilmiş. İnandırıcı olması<br />

için uçağın pozisyonuna göre<br />

renk efektleri belirlenerek sahnelerin<br />

daha realistik olması için<br />

böyle bir hileye başvurmuşlar.<br />

Yoksa siz de benim gibi uçağı<br />

sahici sananlardan mısınız? 747<br />

model bir uçağın taslağına göre<br />

maket uçak yaratan görsel<br />

efektçiler filmin sonlarına doğru<br />

yaşanan patlama sahnesini<br />

oluşturmak için alev makinalarından<br />

yararlanmışlar.<br />

Kaseti geriye doğru sardığınızda<br />

ise dağılmış parçalar,cam ve<br />

alevlerin seyirciye doğru geldiği<br />

izlenimini yaratıyor adeta. Tıpkı<br />

slow-motion tekniğinde olduğu<br />

gibi.


■ Kan Kardeşler, vampir<br />

avcıları konsepti üzerine<br />

kurulu bir komedi.<br />

Olimpos'ta çekilecek<br />

filmde, tatilde bile birbirine<br />

dayanamayan<br />

hacısı, hippisi, taksi<br />

şöförü, entelektüeli;<br />

kavgayı<br />

bırakıp vampirlere<br />

karşı omuz omuza mücadele vermeye<br />

başlıyor. Yönetmen koltuğunda Oykun<br />

Asyalıoğlu oturuyor. Çekimler, Ekim ayında...<br />

■ 17 Ağustos depremini konu alan filmin<br />

çekimleri 17 Ağustos’ta start aldı.<br />

Depremde göçük altından 27 saat sonra<br />

kurtarılan Sami Dündar’ı filmde Okan<br />

Bayülgen canlandırıyor. Filmin yönetmeni<br />

Ezel Akay.<br />

■ Trakya köyünde seri cinayetler işleyen<br />

Destere lakaplı bir seri katilin komik maceraları<br />

"Testere" fanatikleri başta olmak<br />

üzere epeyce ilgi çekeceğe benziyor.<br />

Ahmet Uygun ve Gürcan Yurt’un<br />

yönettikleri film 21 Kasım’da<br />

vizyonda olacak Peker<br />

Açıkalın’ın yanı sıra;Önder<br />

Açıkbaş, Ali Çatalbaş,<br />

Tuna Orhan, Volkan<br />

Demirok, Ceyhun Feysan<br />

ve Erol Günaydın yer alıyor…<br />

■ Yönetmen Metin<br />

Güngör, tanınmış Türk<br />

ressamı Fikret<br />

Mualla’nın hayatını<br />

anlatacağı filminin<br />

çekimlerine yeni başladı.<br />

Filmin ilk olarak Cannes<br />

Film Festivali’nde seyirci<br />

karşısına çıkması<br />

amaçlanıyor…<br />

Güngör’ün aslında Harry<br />

Potter ve Da Vinci<br />

Şifresi gibi Hollywood<br />

yapımlarının görsel efektlerinde<br />

imzası bulunuyor.


■ Yönetmenliğini Aydın Bağardı'nın<br />

üstlendiği ‘Biraz Tuz Biraz Biber’, sonbaharda<br />

seyirci ile buluşmaya hazırlanıyor.<br />

Hayret ve Sefa'nın geleneklerin kuvvetli<br />

olduğu Urfa'dan, "modern"<br />

İstanbul'a aşk ve cesaret yolcuğunu anlatan<br />

film içinde bir hayli kara mizah<br />

barındıracak… Fikret Kuşkan ve Rasim<br />

Öztekin’le görüşmeler sürüyor…<br />

■ Sonunda bu da oldu. Fatih Ürek de<br />

sinemaya bulaştı. Yönetmen koltuğunda<br />

Tutgut Yasalar’ın olması daha da ilginç<br />

tabii. Arog’a rakip olma hevesinde olan<br />

film 5 Aralık’ta vizyonda olacak.<br />

Kahramanlar şeytana pabucunu ters giydirmeye<br />

çalışacaklar…<br />

■ Reha<br />

Erdem’in<br />

yeni filmi<br />

‘Hayat<br />

Var’da,<br />

Hayat isimli<br />

bir kızın var<br />

oluş<br />

mücadelesini<br />

anlatılıyor.<br />

Elit İşcan,<br />

Erdal<br />

Beşikçioğlu<br />

ve Levent<br />

Yılmaz’ın rol<br />

aldığı film 17<br />

Ekim’de<br />

vizyonda olacak…<br />

■ Haluk Piyes’in kendi yaşam öyküsünden<br />

esinlenerek çekeceği ve başrolünü<br />

üstleneceği yapım, şiddet temasını trajik<br />

bir aile öyküsünde izleyicisine sunacak.<br />

Pelin Batu filmde Rus bir fahişeyi canlandıracak.<br />

■ Şafak Sezer, Alp Kırşan,<br />

A. Mümtaz Taylan ve<br />

Nilgün Belgün’ün rol alacakları<br />

film, Uğur<br />

Uludağ’ın kalemiyle hayat<br />

buluyor… Onur Tan’ın<br />

yönettiği filmin çekimleri<br />

başladı. 16 Ocak 2008’de<br />

vizyonda olacak. Film bu<br />

kadroyla anca komedi<br />

olur!<br />

■ Yönetmenliğini Gani Rüzgar Şavata'nın<br />

yaptığı, Tuğba Özay ve Yalçın Dümer'in<br />

başrollerini paylaştığı ‘Saddam'ın Askerleri<br />

Kara Güneş’ adlı filmin Malatya'daki çekimleri<br />

sırasında, kamyonet arkasına bağlanan iki<br />

attan biri sürüklenerek telef olması hayvan<br />

severlerin tepkisine neden olmuş.<br />

■ Ahmet Hakan’ın kardeşi Mahmut<br />

Coşkun’un filmi ‘Üç Mesele’ 2009’da vizyonda<br />

olacakmış… Bayağı karışık bir hikayeye<br />

benziyor…


Showgirls (1995)<br />

Yönetmen: Paul Verhoeven<br />

Oyuncular: Elizabeth Berkley ( Nomi), Kyle<br />

MacLachlan (Zack), Gina Gershon (Cristal),<br />

Glenn Plummer (James)<br />

2.35:1 Geniş Ekran / İngilizce DD 5.1 –<br />

Türkçe DD 5.1 – Türkçe DD 2.0 / 126 dk.<br />

KANAL D Home Video<br />

■ Las Vegas: Striptiz barlarında<br />

müziğin ritmine uydurdukları<br />

mükemmel çıplak bedenlerini müşterilerin<br />

hizmetine sunan kızlardan ya da büyük otellerin<br />

son derece lüks gece kulüplerinde sergilenen<br />

‘show’ların yıldızlarından biri olarak para ve<br />

ün içinde yüzmek… Alt katmanlardan üste, hatta<br />

en üste sıçramanın formülü, ‘herkesin birbirini<br />

kullanması’nda saklı: Eğer yetenekli iseniz, doğru<br />

zamanlamalarda doğru kişilerin dikkatlerini çekmişseniz<br />

ve cinselliğinizi her tür kullanıma açıyorsanız…<br />

Cennetle cehennemin kesiştiği ve ikiyüzlülüklerin,<br />

acımasız kıskançlıkların, ilginç-sert<br />

ilişkiler ağında avların beklendiği bu yerde,<br />

Vegas’ta, ‘ruhunu satmadan yükselmek isteyen’<br />

ve kısa süreliğine de olsa bunu başaran sert<br />

mizaçlı Nomi’ye (Berkley), mega yıldız Cristal<br />

Connors’ın (Gershon) söylediği gibi: “Hepimiz<br />

fahişeyiz aslında”!<br />

Joe (“F.I.S.T.”, “Music Box”,”Sliver”)<br />

Eszterhas’ın senaryosu ile Paul (“Robocop”,<br />

“Total Recall”, “Starship Troopers”) Verhoeven’in<br />

yönetimini “Basic Instinct - Temel İçgüdü”den<br />

sonra tekrar bir araya getiren bu “çılgınlık”, bu<br />

müzikal yapısıyla da dikkat çeken film, bir özelliğiyle<br />

önemli: Hikâye çerçevesi içinde çokça<br />

yer alan çıplaklığın/ cinselliğin alanı içinde yer<br />

alan yaşamsal temalar, kafaların içindeki sansür<br />

kalıpları parçalanarak, alabildiğine dürüst<br />

ele alınmış. Filmin sonlarına doğru<br />

geçmişiyle ilgili bilgileri öğrenebildiğimiz<br />

Nomi, kısa sürede yükselmek isteyen her<br />

genç kız gibi, kuşku yok ki, kaybedecektir.<br />

Ama kazanacaktır da: Kendini! Tüm parlak,<br />

gösterişli, çekici görüntünün altındaki<br />

çürümüşlükten sıyrılarak ve “ne<br />

istemediğinin farkına vararak”… İşte bu<br />

kaybetmek –kazanmak meselesi, vurguladığım<br />

dürüstlükle açıklandığından ve<br />

yansıtıldığından, filmin yanlış algılamalara<br />

yol açması da engellenmiş


olmakta.<br />

Bu öykü çok mu tanıdık geldi size?<br />

Anlatım biçimindeki açık ve onurlu<br />

tavrın önemli olduğunun altını çiziyoruz<br />

o halde. Tabii Verhoeven hem<br />

değerli bir yönetmen, hem de katıksız<br />

bir estet. Marguerite (TV dizisi<br />

“Fame”in baş dansçılarından)<br />

Pomerhn-Derricks’in koreografisiyle,<br />

çıplaklık içeren enfes müzikal bölümlerin<br />

hakkını vermesi bir yana, olayların<br />

gerçekliğini bu estetik kaygıyı zerrece<br />

zedelemeden aktarmış.<br />

MPAA tarafından 3 dakika daha uzun versiyonu,<br />

az sayıda filme verilmiş NC–17 (17 yaş<br />

altı kesinlikle izleyemez) belgesi almış<br />

“Showgirls”in çıplaklığı kullanımı bazılarınca<br />

ticari olmakla eleştirilmişti… Pardon, öykü Las<br />

Vegas’ta geçmekte ve Vegas ne kadar ticari, ne<br />

denli çıplaksa, bu film de o kadar…<br />

“Das Boot” ile alanında Oscar adayı olmuş<br />

görüntü yönetmeni Jost Vacano’nun, sinemada<br />

görebileceğiniz en güzel<br />

vücutları, ışıklar, gölgeler<br />

ve renklerle dans ettiren<br />

çalışmasına hayran kalacağınız<br />

“Showgirls”, bana göre, ‘tutucu’ çevrelerce<br />

haksızlığa maruz kalmış bir filmdir. Çünkü<br />

ne denli kendinize güvenseniz de, yine de<br />

duraksadığınız bir bölge var işte! Komple bir<br />

yetenek olan Elizabeth Berkley’in canlandırdığı<br />

Nomi’nin, striptiz barda giyinik müşterisinin<br />

kucağına çırılçıplak oturarak onun orgazm<br />

olmasını sağladığı sahneden – ki Eszterhas ve<br />

Verhoeven filmin ön araştırmalarında bunu ‘bizzat’<br />

denemişler- rahatsız olursanız eğer, kendinize<br />

şu soruları<br />

sorunuz: Film mi çok<br />

cüretkâr yoksa benim<br />

kafamdaki sınırlar mı<br />

çok kalın çizilmiş?<br />

Yoksa başka bir şey<br />

mi?<br />

Ekstralarda, 4,5<br />

dakikalık bir tanıtım ve<br />

fragman yer almakta.<br />

Türkiye’de çıkan dvd,<br />

“R” sürümü; doğaldır ki<br />

18+ almış. Zamanında<br />

Özen Film tarafından<br />

ithal edilmiş ve<br />

kesilmemiş versiyonun<br />

aynısı.


Dram Sanat› ve Sinema<br />

Yörükhan Ünal<br />

Parçalanm›fl bir toplumsal varoluflun ürünü olan<br />

karakterler, do¤as› gere¤i 'çeliflkin' nitelikler<br />

üzerine kurulur... Hakiki karakterler, ancak<br />

gerçek bir olay örgüsünde varl›k bulabilirler...<br />

Dramatik yap›, elbette 'tek' bir çat›flmadan meydana<br />

gelmez; ço¤u zaman 'temel' çat›flmaya<br />

ba¤l›, çok say›da yan çat›flmadan oluflur. Bu<br />

yan çat›flmalar›n tümü, do¤rudan do¤ruya 'ana<br />

karakterler' alakal› olabilece¤i gibi, 'yan karakterler'e<br />

ba¤l› olarak da ortaya ç›kabilir ve 'ana<br />

karakter'i ancak dolayl› olarak ilgilendirebilir.<br />

Fakat her ihtimalde, yan çat›flmalar, do¤rudan<br />

do¤ruya 'dramatik metnin' merkezini teflkil eden<br />

'ana çat›flmaya' ba¤lan›r.'<br />

Hayal-Et Kitap Yay›nlar› / 280 Syf.<br />

Simülasyon Kuram›<br />

Üzerine Notlar ve Söylefliler<br />

O¤uz Adan›r<br />

Simülasyon evreninde kültürel yoktur kültürel-ötesi<br />

vard›r, yani kültürel olan›n anlams›z, içi bofl ve kendinden<br />

geçmifl biçimi vard›r. Bu evren bir görünümler<br />

evrenidir yani gerçekli¤in egemen oldu¤u evrende bir<br />

biçim ve içeri¤e sahip olan göstergeler bu evrende<br />

içeriklerini yitirmifller ve kendilerine ra¤men ya da<br />

sözde birer gösterge olarak adland›r›labilecek birer<br />

görünüme dönüflmüfllerdir. Göstergelerin ifllevleri<br />

vard›r, oysa görünümler ifllemseldir. Hiçbir anlamlar›<br />

olmad›¤› halde onlara anlamlar› varm›fl ifllemi<br />

yap›lmaktad›r. Buna karfl›n görünümler müstehcen,<br />

ayart›c› olabilirler. Çünkü bu evrende geçerli olan hiçbir<br />

politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel ideolojik ahlak<br />

bulunmad›¤›ndan sistem kendi varl›¤›n› koruyabilmek<br />

için herkesin ahlaks›zlaflmas›na, müstehcenleflmesine<br />

çanak tutacakt›r. Kitle ileti(fli) m araçlar› bunun için<br />

vard›r. Sistem ahlakl› olam›yorsa kimse olmas›n! '<br />

Hayal-Et Kitap Yay›nlar› / 120 Syf.


“Derinlik Sarhoşluğu”, “Nikita”, “Leon”, “5.Güç”,<br />

“Wasabi”, “Arthur ve Minimoylar”… Bu filmler sıralandığında,<br />

aklınıza ilk gelen isim kuşkusuz ki Luc<br />

Besson. Ancak Luc Besson’un, adını tüm dünyaya<br />

duyurmasını sağlayan bu filmler, bir isimle daha<br />

özdeşleşiyor. Yaptığı müziklerle onların kalitelerini<br />

modifiye eden Eric Serra. 59 yılında Paris’te doğan<br />

Eric Serra’nın babası 50’li ve 60’lı yıllara damgasını<br />

vuran şarkı sözü yazarı Claude Serra. 11 yaşında<br />

gitar çalmaya başlayan ve müzik üzerine hayaller<br />

kuran Eric Serra’nın mesleki kariyeri, Luc Besson’la<br />

tanışınca iyice rayına oturmuş. Serra, Luc<br />

Besson’un ilk kısa filmine müzik yapması teklifini<br />

reddetmeyince, uzun yıllar ve başarılı projelere<br />

dayanan bir ortaklık başlamış. Hollywood denen<br />

fırtınalı okyanusa davet edildiğinde ise<br />

“GoldenEye”, “The Messenger” “Rollerball”<br />

“Bulletproof Monk” ve “Bandidas” gibi önemli<br />

işlerin üzerinden rahatlıkla kalkmış. Şiddetle dinlenmesi<br />

tavsiye edilebilecek "RXRA" adlı solo albümü<br />

Serra için büyük önem taşımakta. Ancak tüm Serra<br />

hayranlarının tek geçtiği albüm ise eminiz ki “Leon<br />

Soundtrack”…

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!