16.05.2016 Views

Cinedergi 04

Binder04

Binder04

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Çocuk edebiyatının uçsuz bucaksız bir hayal dünyası<br />

olduğunu, çocuklar için tasarlanan dünyanın sınır tanımadığını,<br />

çocuk kitapları yazmaya başlayınca bir kez<br />

daha anladım. Tolkien’le başlayan C.S. Lewis’le<br />

devam eden ve ‘Harry Potter’ı yazarken Narnia<br />

Günlükleri’nden esinlendiğini söyleyen Rowling’e<br />

kadar fantastik dünyanın kapıları birbirine benzeyen,<br />

bazen birbirini tamamlayan ve bazen kalıplaşmış<br />

imgelerle dopdolu…<br />

Narnia Günlükleri’nin başlangıcı aslında her çocuğun<br />

hayali. Tavan arası, başka bir dünyaya açılan bir kapı.<br />

Farklı yaratıklar, bizim algılarımız dışında yaşanan<br />

atışmalar…<br />

Fantastik edebiyatın yansıması mutlaka iyiyle kötünün<br />

çatışmasında yer buluyor kendine… Tıpkı Yüzüklerin<br />

Efendisi ve Harry Potter serisinde olduğu gibi…<br />

İyiliğin özenilesi ve tercih edilen bir durum olduğunu<br />

göstermek için yapılmayacak şey yok bu dünyalarda…<br />

C.S.Lewis ve Tolkien ardışık yazarlar örneğin… Yani<br />

Lewis Tolkien’in halefi aslında…<br />

Aslında ilginç bir hayat hikayesi var Lewis’in… Ateist<br />

bir yazarken, 30’lu yaşlarda çark ederek Hıristiyanlığa<br />

geçiyor. Biraz önce de bahsettiğim gibi iyilik ve<br />

kötülük kavramlarının içinde daima. Onları çatıştırmaktan<br />

zevk alıyor. Hatta Narnia Günlükleri’ndeki<br />

aslanın İsa’yı temsil ettiğini söylemiştir. Filmde aslan<br />

imgesinin de ne kadar güçlü olduğunu görebiliriz.<br />

İkinci filmimizde kardeşlerin bir şekilde yine Narnia’ya<br />

geçiş yapmasıyla başlıyor. Kardeşlerin dolaptan<br />

Narnia ülkesine geçip orada huzuru sağlamasının<br />

üzerinden bir yıl geçmiştir neredeyse. Normal şehir<br />

yaşamlarına dönen kardeşler bu kez dolaptan değil,<br />

bir metro istasyonundan Narnia’ya geçiş yaparlar.<br />

Ama Narnia ölçütüyle geçen zaman 1300 yıldan<br />

fazladır. Onların yokluğunda Altın Çağ sona ermiş ve<br />

başka bir devir başlamıştır. Mistik dünyanın sakinleri<br />

bir avuç kalmış ve ormanın gizli köşelerinde yaşam<br />

savaşına başlamışladır. Aslan da huzursuzluk<br />

ortamında çareyi gözden kaybolmak da, ihtişamının<br />

arkasına sığınmak da bulmuştur… Burada da aslana<br />

yüklenen İsa imgesi düşüşte aslında. Huzursuzluk ve<br />

kötülüğün nüksettiği noktada genelde bir kurtarıcı yollanır.<br />

Burada bizim gördüğümüz kadarıyla kurtarıcı<br />

konumundakiler dört kardeş. Aslan daha uhrevi bir<br />

güç olarak, mistik kökenini kuvvetlendiriyor…<br />

Prens Kaspiyan ise iyiler tarafında ama kötülere karşı<br />

tek başına gelecek gücü yok… İyilerin saklandıkları<br />

yerden çıkması, güç birliği yapması ve kötülerle<br />

savaşması gerekir… Ve savaş başlıyor…<br />

Fantastik öğelerin birbiriyle kurdukları iletişim filmler<br />

arası geçişlerle de destekleniyor. Örneğin Yüzüklerin<br />

Efendisi’ndeki yürüyen ağaçlar burada da kullanılıyor<br />

ve bütün bu geçişler fantastik edebiyatın kullanılası<br />

öğeleri olarak haneye yazılıyor. Yani biz de kullanabiliriz<br />

bu ağaçları, Orgları, Elfleri, kara cüceleri… Çok da<br />

keyifli olur, bir gelenek devam gider böylece…<br />

İlk filmle ikinci film arasında da epey farklar var aslında…<br />

Olaya giriş yapan birinci bölümler genelde daha<br />

sade tutuluyor ama ikinci bölümler destansı savaş<br />

sahneleriyle epey bir zenginleştiriliyor. Gizem ve olayı<br />

sahipleniş artıyor… Aslında bu da birazcık çocuk<br />

havasından çıkarıp, daha fazla yetişkinlere yaklaştırıyor.<br />

Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan serinin ikinci<br />

kitabından uyarlama… Yani arkada daha beş kitap<br />

var. Zaten kitaplar en uzun ömürlü ve yaratıcı kitaplar<br />

serisinin başını çekiyor. Onların da filme çekilmesine<br />

kimsenin itirazı olamaz herhalde…


Dönemimiz romantizmin üstünü örten kapkara<br />

bir örtünün gölgesinde kaldı. İnsan haklarından<br />

tutun, adalet duygusuna kadar insani değerlerin<br />

hepsi ayaklar altında. Masumiyet göz yaşı dökerken<br />

romantizmin ise bileklerinde kelepçeler<br />

var. Durum böyle olunca insan ruhu tepkisini<br />

veriyor ve müzikte, sinemada romantizmin<br />

peşine düşüyor. Fakat bu anlamda üreticiler de<br />

kısırlar. Romanlar aşk üzerine değil artık. Ya bilimkurgu<br />

veya komplo teorileri üzerine yazılan<br />

kitaplar iş yapıyor. Sinemada müzikaller bir Pink<br />

Floyd, Beatles veya romantizmin en saf halini<br />

melodilerinde saklayan ABBA gibi grupları arıyorlar.<br />

Bu aramanın, bu ihtiyacın sonunda Beatles'ı<br />

yeniden yaşatan Across The Universe veya bir<br />

ABBA güzellemesi olan Mamma Mia karşımıza<br />

çıkıyor. İyiki de çıkıyor. Bu hafta vizyona giren<br />

Mamma Mia dünyanın en fazla izlenen<br />

müzikallerinden.<br />

1999 yılından beri dünyanın birçok ülkesinde sahnelenilen<br />

Mamma Mia üç kadının işbirliği ile sinemaya<br />

çekildi. Yönetmen Phyllida Lloyd, senarist<br />

Catherine Johnson, yapımcı Judy Craymer'in<br />

işbirliği Mamma Mia için müthiş bir kadronun da<br />

oluşmasını sağladı. Meryl Streep anne rolünde<br />

hem performansı ile hem de şarkıları söylerken<br />

sesinin güzelliğiyle bizi kendine bir kere daha<br />

hayran bıraktı. Tabii aynı şeyleri Streep'in kızı<br />

rolünü oynayan Amanda Seyfried için de<br />

söylemeliyiz. Öyküdeki anne kızın bu müthiş uyumuna<br />

olası baba rolünde karşımıza çıkan üç isim,<br />

Pierce Brosnan, Colin Firth ve Stellan Skarsgard<br />

da eklenince farklı bir film seyrettiğimizin bilincine<br />

varıyoruz. Filmdeki bütün parçaları oyuncular<br />

kendi sesleriyle yorumluyorlar. Pierce Brosnan'ın<br />

detone sesi bile filmin müziklerinin bize verdiği<br />

zevki bozamıyor. ABBA'nın ünlü parçası<br />

Chiquitita'nın hissettirdiği duyguları burada nasıl<br />

anlatabiliriz ki? Hele Meryl Streep'in filmin son<br />

kısımlarında seslendirdiği The Winner Takes It All<br />

parçasının duygusal gücünü ve aşkla uyumunu.<br />

Beatles parçalarını odağına alan Across The<br />

Universe'den sonra bizi bu kadar etkileyen bir<br />

müzikal seyretmemiştik son dönemlerde. Yazının<br />

başında bahsettiğimiz dönemin karanlığına inat,<br />

aşkın ve romantizmin gücüne duyduğumuz inanç<br />

adına bu filmi seyretmeliyiz. Çünkü ABBA'nın<br />

şarkılarının sözleri insani duygular adına bir<br />

evrensellik dersi gibi.<br />

Filmin konusunu kısaca özetlersek: Bir Yunan<br />

adasında oteli bulunan Donna kızını evlendirecektir.<br />

Yapacağı düğün için eski arkadaşlarını adaya<br />

davet eder. Kızı Sophie'nin de annesine bir sürprizi<br />

vardır. Babasını tanımayan Sophie annesinin<br />

gençliğinde aşk yaşadığı ve muhtemel babasının<br />

içlerinden biri olduğunu düşündüğü üç erkeği<br />

düğüne davet eder. Donna bu sürpriz karşısında<br />

hem hayatını tekrar gözden geçirir hem de biricik<br />

kızının babasını tanıma çabası karşısında geri<br />

adım atmak zorunda kalır. Tabii bu sırada<br />

ABBA'nın bütün o güzel şarkıları filmin duygularını<br />

bizim gibi kırkını devirenlerin üstüne nostaljiyle<br />

boca eder. İlk aşklarımızı, hepimizin çocukluğunda<br />

yaşadığı o unutulmaz ve masum yaz aşklarını<br />

tekrar yaşamak için sinema salonlarındaki boş<br />

koltukları doldurun.


Bilenler bilir. Amerikan edebiyatının kirli ismi<br />

Charles Bukowski, 40 yaşına dek yazdığı hiçbir<br />

edebi eseri beğendirememiş, aksine büyük tepkiler<br />

almıştır. Ayyaş ve küfürbazdır. Çoğu zaman işsizdir<br />

ve her zaman kirli kadınları sevmiştir. 40 yaşına<br />

dek hamallıktan, kamyon şoförlüğüne, posta<br />

memurluğundan kasaplığa kadar, edebiyatla ilgisi<br />

olmayan mesleklerde çalışarak karnını doyurmuştur.<br />

O yaşa dek horlanan, yaptıklarına değer verilmeyen<br />

Bukowski, halk arasındaki lakabıyla Hank,<br />

kısa bir süre içinde en ünlü edebiyatçılardan biri<br />

haline gelip, Amerika’nın vazgeçilmezi olmuştur.<br />

Şimdi, Bukowski’nin konuyla ne alakası var diyebilirsiniz.<br />

Her ne kadar Hancock’u Hank’le kıyaslamak<br />

ilk başta abes gibi görünsede hayal gücünüz<br />

ve yaşamsal esinlenmelerinizin ışığında, bu durum<br />

filmi özümsemenizde işinize yarayacaktır. Kabul<br />

edelim ki, Hancock iyi ya da kötü bir süper kahraman.<br />

Üstelik diğerlerinin birçoğu, ulaşım, güç ve<br />

dayanıklılık konusunda, Hancock çok üstün.<br />

Psikolojik sorunları var Hancock’un. Hafıza kaybı<br />

nedeniyle bir türlü hatırlayamadığı geçmişi onu<br />

depresyona, alkolizme ve agresifliğe itmiş. Başları<br />

belaya giren insanları dikkatsizce kurtarırken koskoca<br />

şehri birbirine katıyor. Astarı yüzünden pahalıya<br />

mal olan olaylar yüzünden normal şartlar altında<br />

süper kahramanları bağrına basan Amerikan halkı,<br />

adının içinde aynı zamanda kaba bir küfür de<br />

barındıran Hancock’un mümkünse başka bir gezegende<br />

yaşamasını istiyor. Ona karşı davalar açılıyor,<br />

karalama kampanyaları başlıyor. Tam bu sırada<br />

karşısına çıkan başarılı! halkla ilişkiler uzmanı Ray<br />

ve güzel karısı Mary sayesinde, içinde bulunduğu<br />

depresyondan ve sorular yumağından kurtuluyor.<br />

Yavaş yavaş kamuoyunun olumlu tepkisini alıyor,<br />

hayatını bir düzene sokuyor ve sevilen bir süper<br />

kahraman olarak başı sıkışanın yanında oluyor. Tabi<br />

bu arada, burada yazamadığım ve Charlize<br />

Theron’un canlandırdığı Mary karakterine bağlı,<br />

filmin en önemli ve Hancock’a acı veren sürpriz<br />

gelişmeyi de atlatmak zorunda kalıyor.<br />

Başlangıçta yönetmen koltuğuna Michael Mann’in<br />

oturtulması, kamera karşısına da Brad Pitt yada<br />

Russel Crowe’un geçirilmesi planlanan, ancak<br />

başarılamayan filmi götüren dinamik Will Smith.<br />

Jason Bateman ve Charlize Theron’un da yardımlarıyla<br />

rolüne renk katabilen Smith, Hancock’u,<br />

zıvanadan çıkmadan, sulandırmadan ve abartmadan<br />

canlandırıyor. Mitolojik karakter hikayesini,<br />

modern süper kahraman çizgisini bozmadan<br />

aktaran filmin en büyük artılarından biri de gerçeğin<br />

yanı başında duran görsel efektleri.<br />

Az çok, Bukowski’nin inişli-çıkışlı hayat hikayesini<br />

anımsatan, bu serseri kahraman hikayesi, sinemada<br />

fazla denenmedi. Film hakkında bilgi edinmeye<br />

kalktığınızda senaryoyla alakalı ilginç bir durum çıkabilir<br />

karşınıza. Zamanının ilerisinde görüldüğü için<br />

birebir çekilmeyen ilk senaryonun, oldukça<br />

yumuşatılmış bir halini izlediğimizi öğrendiğinizde,<br />

filmden sonra suratınıza pis bir sırıtış yapışabilir.<br />

Özellikle de filme sonradan katacağınız, hayali cinsel<br />

espriler yüzünden…


Eagle Eye<br />

Yönetmen: D. J. Caruso<br />

Senaryo: John Glenn, Travis Wright<br />

Oyuncular: Shia LaBeouf, Michelle<br />

Monaghan, Rosario Dawson, Billy Bob<br />

Thornton<br />

Dağıtım: UIP<br />

Konu: Filmin çekimleri 105<br />

milyon dolarlık bir yapım<br />

bütçesiyle 2007 sonbaharında<br />

gerçekleştirildi.<br />

Michelle Monaghan<br />

filmde, teröristler<br />

tarafından kapana<br />

kıstırılıp, suikast<br />

düzenlemeye hazırlanan<br />

bir terör<br />

hücresine katılmaya<br />

zorlanınca Shia<br />

LaBeouf’un<br />

oynadığı karakter<br />

ile isteksizce ittifak<br />

yapmak zorunda<br />

kalan bir bekâr<br />

anneyi oynadı.<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru<br />

Ceylan, Ercan Kesal<br />

Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice<br />

Aslan, Ahmet Rıfat Sungar, Ercan<br />

Kesal<br />

Dağıtım: UIP<br />

Konu: Küçük zaafların büyük yalanlara<br />

dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği<br />

örtbas ederek her şeye rağmen bir arada<br />

kalma çabası. Altından kalkamayacağı<br />

acılara ya da sorumluluklara maruz


The Curious Case<br />

of Benjamin Button<br />

kalmamak adına gerçeği bilmek istememek, onu<br />

görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak<br />

ya da günümüz tabiriyle “Üç Maymun”u oynamak,<br />

onun var olduğu gerçeğini ortadan kaldırır<br />

mı?<br />

Yönetmen: David Fincher<br />

Senaryo: Eric Roth, Robin Swicord<br />

Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett,<br />

Elle Fanning<br />

Konu: Benjamin Button, her insan gibi<br />

doğdu, büyüdü, öldü. Ancak tek<br />

bir farkla… Yaşlı doğdu,<br />

giderek gençleşti<br />

ve bebekken öldü.<br />

Onu tanıyan tüm<br />

insanlar, bu tersten<br />

fiziksel dönüşüme<br />

ayak uyduramayacaklarını<br />

biliyorlardı. Aşkın<br />

yaşı yoktur felsefesini,<br />

aykırı bir anlatımla<br />

aktaran bu fantastik film,<br />

David Fincher ve Brad<br />

Pitt’i bir kez daha birleştiriyor.


Madagaskar 2<br />

Konu: New York hayvanat bahçesi sakinleri<br />

Aslan Alex, Zürafa Melman, Zebra Marty ve<br />

Hipopotam Gloria’nın maceraları devam ediyor.<br />

İlk filmde kahramanlarımız New York’tan<br />

Madagascar Adası’na gelmişti, Madagascar 2<br />

ise Afrika macerasını konu aldı. Sevimli hayvanlarımız<br />

Afrika kıtasına indikten sonra Aslan<br />

Alex’in ailesiyle tanışacaklar.<br />

Yönetmen: Eric Darnell, Tom McGrath<br />

Senaryo: John Glenn, Travis Wright<br />

Seslendirenler: Ben Stiller, Chris Rock, Jada<br />

Pinkett Smith, David Schwimmer<br />

Dağıtım: UIP<br />

Death Race<br />

Yönetmen: Paul W.S. Anderson<br />

Senaryo: Paul W.S. Anderson Oyuncular: Jason<br />

Statham, Ian McShane, Tyrese Gibson, Joan Allen<br />

Konu: Jensen Ames, post-endüstriyel dünyanın,<br />

kötülüğü ile ün salmış bir hapishanesinde mahkumdur.<br />

Hapishane müdürünün de zorlamasıyla ölümcül bir<br />

araba yarışına sürüklenen Jensen’in özgürlüğe giden<br />

yolda iki hedefi vardır. Yarış boyunca hayatta kalmak ve<br />

rakiplerini teker teker öldürmek. Aksiyon filmlerinin<br />

vazgeçilmezi Jason Statham,<br />

zombi-şiddet filmlerinin yönetmeni Paul W.S. Anderson<br />

ile “Death Race”i ateşliyor.


Vicky Cristina Barcelona<br />

Yönetmen: Woody Allen<br />

Senaryo: Woody Allen Oyuncular: Penelope<br />

Cruz, Javier Bardem, Scarlett Johansson,<br />

Patricia Clarkson<br />

Konu: İspanya’ya yaz tatili için<br />

giden Vicky ve Cristina,<br />

ressam Jose’nin<br />

büyüsüne kapılır.<br />

Ancak ressamın hayatında<br />

bilmedikleri<br />

biri daha vardır. Eski<br />

karısı Maria… Bu<br />

fırtınalı aşk<br />

üçgeninde Jose,<br />

resme geri dönüş<br />

yapacaktır. Erotikromantik<br />

sıfatıyla<br />

uzun süre magazin<br />

basınına ilginç<br />

malzemeler çıkaran<br />

ve Bardem-Cruz<br />

aşkını depreştiren<br />

film, Woody<br />

Allen’in son<br />

muzırlığı.


Ekim’de vizyone girecek Aşk Tutulması filminin başrol oyuncusu Fahriye Evcen iddialı bir<br />

laf attı ortaya. Yeni filminde Tolga Sayışman'ın canlandırdığı br gence aşık olan Pınar adlı<br />

karakteri canlandıran Evcen'in en büyük rakibi Fenerbahçe. Evcen gerçek hayatta erkeklerin<br />

bu kadar çok futbolu sevmesinin sebebi olarak duygularını bastırmalarını gösterdi.<br />

Daha neler neler dedi genç yıldız. Buyrun Evcen'in dünyasına...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

Aşk Tutulması projesinin içinde yer almanızın<br />

sebebi nedir?<br />

Senaryoyu okuduğumda kendimi görebiliyorsam<br />

karakterde bu doğru bir senaryodur benim için.<br />

Özellikle bu senaryoda ekstra bir şey oldu. Bir<br />

önceki filmim "Cennet" psikolojik dramdı. "Aşk<br />

Tutulması" ise romantik komedi. Dramlarda çok<br />

yoğun hisler yaşıyorsunuz. Bu senaryoda ise<br />

karakteri çok sevdim çünkü eğlenceliydi. Teklifi<br />

kabul etmemin sebeplerinden biri de şuydu,<br />

romantik komedi ülkemizde çok eskiden beri<br />

yapılmıyor. Romantik komedi yok. Ya komedi ya<br />

da dram var. Dramlarımız başarılı komedilerimizin<br />

ise kendi içinde bazısı başarılı bazısı değil.<br />

Aksiyon da denendi. Bütün bunlara rağmen<br />

romantik komedi yok. Halbuki her tür yapılmalı.<br />

Çünkü her tür filmin izleyicisi var. Benim içim de<br />

büyük bir şans, özellikle "Yaprak Dökümü" gibi<br />

üç senedir ağır dram içeren bir dizi de oynuyorum.<br />

Seyirciye biraz farklı yelpazeyi göstermek<br />

gerekiyor. TV'de seyirciye çok fazla çeşit<br />

göstermek imkanı olmuyor. Henüz çok genç bir<br />

oyuncuyum ve tek tip devam etmek istemiyorum.<br />

Seyirciye kendi adıma farklı yelpazedeki rolleri<br />

oynayabileceğimi göstermeliyim. Aşk<br />

Tutulması bunun için çok iyi bir fırsat.<br />

Karakteriniz ile ilgili bilgi verebilirmisiniz?<br />

Karakterimin adı Pınar. Çok yönlü bir kız.<br />

Annesine babasına şımarabilen, işinde çok<br />

başarılı, daha ciddi pozlarda. Arkadaşlarına,<br />

hayata karşı farklı bir duruşu var. Kendi içinde<br />

çok duygusal bir kız ama bunu dışarıya yansıtamıyor.<br />

Aşka küsmüş, erkeklere küsmüş bir kız.<br />

O yüzden benim hoşuma gitti. Çok katmanlı bir<br />

rol. Bu anlamda şanslıyım. Böyle farklı bir karakteri<br />

oynayabilmek beni çok cezbetti. Filmin dram<br />

yönüne baktığımızda bunu Pınar karakteri taşıyor.<br />

Tolga Sayışman bir Fenerbahçe fanatiğini canlandırıyor.<br />

Bu aslında sosyolojik bir olgu.<br />

Tolga'nın oynadığı Uğur karakteri ülkemizde pek<br />

fazla görünmeyen bir karater. Çünkü romantik ve<br />

duygusal bir karakter. Erkekler çoğunlukla futbol<br />

fanatiği veya arabaya büyük ilgi duyuyor.<br />

Erkeklerde duygusal yön bastırıldığı için farklı<br />

ilgileri oluyor ve duygusal olamıyorlar. Ülkemizdeki<br />

erkeklerde böyle bir şey var. Hepsi değil<br />

ama yüzde altmışı, yetmişi böyle. Şimdi Uğur da<br />

Fenerbahçe sevgisini görüyoruz. Çok fanatik.<br />

Ama sonrasında bu fanatikliği bir tarafa bırakıp<br />

aşık olabiliyor. Sonrasında bu fanatiklikle aşk bir<br />

araya gelip film bir sürprizle sonlanıyor. Filmin<br />

sonunda Fenerbahçe, Pınar ve Uğur arasında<br />

çok güzel bir üçgen oluşuyor.<br />

İzleyici sizi "Yaprak Dökümü"ndeki Necla karakteriyle<br />

tanıdı. Karakterin sizle fazla anılmasından<br />

rahatsızlık duyuyor musunuz?


Rahatsız değilim. Çünkü profesyonel<br />

anlamda iki senedir bu işi yapıyorum. Bu<br />

iki senede bu söylediklerinizi hissettim<br />

diyemem. Hani bu 10 sene sonrahala<br />

üstüme yapışmış bir rol olursa o zaman<br />

ters giden bir şeyler var derim. Ama tabii<br />

bunun önlemini almak lazım. Oyuncu<br />

hayat içinde ne varsa bunu yansıtmak<br />

zorundadır. Al Pacino sadece dramlarda,<br />

Jim Carrey sadece komedilerde oynamıyor.<br />

Bunların hepsini içiçe yapıyorlar.<br />

Türk Sineması'nda bir konu darlığı söz<br />

konusu ise bunu sebebi sizce nedir?<br />

Bir tema seçiliyor ve senelerce o tema<br />

üzerinden projeler yapılıyor. Mesela aşiret<br />

teması üzerine yıllarca filmler diziler<br />

yapılıyor. Daha sonra başka bir temaya<br />

geçiliyor sanki modaymış gibi bütün filmler<br />

diziler onu işlemeye başlıyor. Kendi<br />

içinde bir çeşitlilik içermiyor üretimler. O<br />

anlamda biraz kısırız. Çok çeşitli hikayeler<br />

yaratabiliriz. Bu topraklar buna çok uygun.<br />

Hem tarihi açısından hem ülkenin dokusu<br />

açısından buna çok uygun bir coğrafyadayız.<br />

Bunları denemiyoruz.<br />

Sinemamızda erkek karakterlerin ağırlığı<br />

olduğu görüşüne katılıyormusunuz?<br />

Ben bunu böyle hissetmedim. Bir proje<br />

içersinde her karakterin bir fonksiyonu<br />

vardır. Hikaye gereği bir karakter daha<br />

öndedir. Erkeklere veya kadınlara yönelik<br />

bir hikaye olması bağlamında bu karakterlerden<br />

biri baskın olabilir. Kadın erkek<br />

ayrımı yapmadan ortak noktada da olabilirler.<br />

Ben erkek egemenliğini hissetmedim.<br />

Eğer böyle bir şey varsa ben<br />

kendi adıma konuşayım. Bir projede oluyorsam<br />

kendi karakterimin fonksiyonuna<br />

bakıyorum. Fonksiyonel olarak zayıf bir<br />

karaterse yapacak bir şey yok, oynamayacaksınız<br />

o zaman. O projede bulunmayacaksınız.<br />

Siz Almanya'da doğmuş büyümüş bir<br />

isimsiniz. Fakat oyunculuk kariyeriniz<br />

Türkiye'de başladı. Halbuki Almanya'da<br />

da birçok Türk oyuncu var. Oradakini ayrı<br />

bir yapılanma olarak mı görmeliyiz. Yoksa


Türk Sineması'nın içinde kabul edebilirmiyiz?<br />

Onlar Türk sineması içinde değiller. Bir ton isim sayabilirim.<br />

Almanya'da çok fazla Türk oyuncu var. Özay Fecht, Haluk Piyes,<br />

Mehmet Kurtuluş var, bu isimler yıllardır Almanya'da. Özay Fescht<br />

30 yıldır Almanya'da, başarılı da bir oyuncu. Ama Türkiye'de Özay<br />

Fescht denildiğinde tanınmıyor. Dolayısıyla bu isimlere Türk<br />

Sineması içinde diyemeyiz. Ben, evet o kadronun içinde yer<br />

almadım. Türkiye'de bu işe başladım ama oraya taşıyacağım.<br />

Oradaki oyuncular Türkiye'ye taşımaya çalışıyorlar bense oraya<br />

gitmeye çalışıyorum. Aslında bunu Almanya ila sınırlamamak lazım.<br />

Dünyanın heryerinde bu mesleği yapabilirim. Türkiye'de başladım<br />

bu mesleğe ama Almanya'da da başlayabilirdim. Eminim oradaki<br />

ortam da Türkiye kadar zevklidir. Benim için Türkiye ile Almanya<br />

bir elmanın iki yarısıdır. İki taraflada bağımı asla kopartamam.<br />

Dizi oyunculuğubüyük bir koşuşturma içeriyor. Bu yeni oyuncuların<br />

gelişmesi anlamında bir kısırlık getirir mi sizce?<br />

Aksine dizi oyunculuğu çok fazla geliştiriyor bence. Dediğiniz gibi<br />

hazırlanma süresi çok kısadır TV'de. Bir gecede elinize senaryo<br />

gelir ve sizin rolünüze hazırlanmanız gerekir o kısacık anda.<br />

Bundan çok şey öğrenebilirsiniz veya hiç bir şey öğrenmeyebilirsiniz.<br />

Bu size kalmış. Bu döngü bana çok şey kattı. Ben bir<br />

okumayla rolüme hazırlanmaya alıştım. Benim için büyük antremandır.<br />

Bu sayede sinemada da elime senaryo geldiğinde onu<br />

kısa sürede doğru okumayı öğrendim. Televizyon bana tempolu ve<br />

doğru çalışmayı öğretti.<br />

Peki sanatsal anlamda başarılı filmler beklenilen gişeyi yapmıyor.


"Cennet" filmi de gişe olarak<br />

geniş kitleleri seslenemedi.<br />

Bunu ben de hissediyorum.<br />

Bu üzücü. Herkes bunun<br />

farkında. Değiştirmeye<br />

çalışsak olmuyor.<br />

Değiştiremiyoruz. Popüler<br />

sinemada olacak, bağımsız<br />

filmlerde yapılacak ve hepsinin<br />

kendi içinde bir izleyicisi<br />

olması gerekiyor. Ama<br />

Türkiye'de bunu yakalayamadık.<br />

Bu çok üzücü.<br />

"Cennet"te çalışırken çok<br />

büyük keyif aldım. Çok farklı<br />

bir iş oldu. Galiba Türkiye'de<br />

seyirciye sürekli alıştığı üretimleri<br />

vermekten vaz<br />

geçmemiz lazım. Çünkü farklı<br />

bir şey verdiğinizde onda kendini<br />

bulamıyor. O yüzden<br />

farklı olan işler iş yapmıyor.<br />

Tabii "Cennet"i biz bile bile<br />

yaptık. Biz biliyorduk ki bunu<br />

belli bir kitle izleyecek. Yine<br />

böyle bir senaryo gelsin<br />

elime, benim benimsediğim<br />

ama gişede fazla şansı<br />

olmayan bir iş olsun ben yine<br />

oynarım.<br />

İkinci setiniz ikinci yönetmeniniz.<br />

Ne gibi farklar<br />

gördünüz?<br />

Farklı bir coşku getirdi.<br />

Gerçekten Murat soyadı gibi<br />

şeker gibi bir adam. Bütün<br />

kadro öyle. İki filmde de<br />

şöyle bir ortak nokta var.<br />

Biray Dalkıran da, Murat<br />

Şeker de çok genç yönetmenler.<br />

Bu da genç oyuncular<br />

için bir şans. Benim için öyle.<br />

Çünkü yönetmenle herşeyi<br />

paylaşabiliyorsun. Bir fikir<br />

sunduğunda beyninde bir<br />

kalıp oluşmadığı için henüz<br />

ona göre şekillendirmiyor sizi.<br />

Oyuncuyla paylaşıyor ve<br />

yönetmenle oyuncu birlikte<br />

şekillendiriyorlar rolü. Bu<br />

oyuncu içinde çok önemli<br />

yönetmen için de çok önemli.<br />

Çünkü daha verimli oluyorsun.<br />

Genç, anlayışlı, fikri açık<br />

yönetmenlerle çalıştığım için<br />

çok şanslıyım. Bu iki filmde de<br />

böyle oldu. Bu demek değil ki<br />

eski değerli yönetmenlerle<br />

çalışmam. Sadece işi<br />

yaparken biraz daha üstüme<br />

yük binmiş gibi hissederim.<br />

Biraz daha baskı altında<br />

çalışırım galiba.<br />

Sizi Monica Bellucci'ye benzetiyorlar.<br />

Bir idolünüz var mı?<br />

Benim hiç bir idolüm yok. Bir<br />

oyuncunun idolü olması<br />

demek onun izinden yürümek<br />

demek. Onu örnek alıp onun<br />

gibi işler yapmak demek. Bu<br />

kopya işler yapmak demek.<br />

ben asla kimsenin kopyası<br />

olmak istemiyorum. Ben<br />

Fahriye Evcen'im ve kendi<br />

çizgimde ilerliyeceğim. O yüzden<br />

idol olarak ne Hollywood<br />

da ne de Türkiye'de idolüm<br />

yok. Ama beğendiğim oyuncular<br />

var. Mesela Al<br />

Pacino'nun bütün filmlerini<br />

yüz kez seyrederim. Uma<br />

Thurman'ı çok beğenirim.<br />

Ama kimse idolüm olamaz.<br />

Monica Bellucci zaten idolüm<br />

olamaz. Beni benzetiyorlar,<br />

belki andırıyoruz tip olarak.<br />

Avrupa'da da yeni projeler<br />

düşünüyorsunuz.<br />

Ben öncelikle Türkiye'de bu<br />

işi devam ettireceğim. Ama<br />

Almanya'da da birkaç çalışmamı<br />

görebilirsiniz ilerleyen<br />

zamanda.


SERDAR AKBIYIK<br />

Bu ay "Zamanın Ruhu" köşemizde daha<br />

önce konu ettiğimiz filmlere çok da benzemeyen<br />

bir yapım var. Sigur Ros<br />

grubunun 2007 yılında ülkeleri<br />

İzlanda'da çıktıkları turnenin belgeseli<br />

Heima.<br />

Sigur Ros'un 2006 yılında Takk albümlerinin<br />

dünya turnesinden sonra<br />

İzlanda'da tümü ücretsiz olan ve doğada<br />

izleyicilerle buluştukları bu konser<br />

serisi, grubun belki de en önemli etkinliğiydi.<br />

13 şehirde yapılan bu etkinliğin<br />

belgeselini çeken yönetmenin ismi ise<br />

animasyon çalışmalarıyla tanınan Dean<br />

DeBlois. 16 parçanın canlı performanslarının<br />

İzlanda'nın müthiş doğasının<br />

resimleriyle uyumu filmin en büyük sihiri.<br />

Grubun aldığı karar doğrultusunda<br />

Rejkavik dışındaki konserlerin duyurusu<br />

son anda yapıldı. Bu sebeple izleyicilerin<br />

çoğu yerel halktandı. En son durak olan<br />

Rejkavik konseri ise 25 bin izleyiciyi<br />

toplayarak ülke tarihinin en büyük konseri<br />

oldu. 313 bin kişilik ülkede konser<br />

sırasında futbol maçları bile ertelendi.<br />

Sigur Ros'un kendisini yaratan doğaya<br />

bir teşekkür turnesi bu aslında. İşte bu<br />

noktada da Zamanın Ruhu'yla çakışıyor<br />

Heima. Mahvettiğimiz dünyanın en<br />

savunmasız, masum, dokunulmamış ve<br />

yalnız görüntülerinin


sergilendiği ülke İzlanda. Filmde bu ülkenin<br />

doğasındaki yalnızlıkla, insanlığın büyük bir kısmının<br />

farkedemediği kendi evrensel yalnızlığımız<br />

buluşuyor. Sigur Ros'un müziği de zaten yalnızlık<br />

duygusu odaklı. Heima'yı bu çeşitliliği ve derinliği<br />

içinde konu edinmek gerçekten zor. Belki de en<br />

önemli şey müziğin kavram olarak algılanması<br />

burada. Bizim ve doğanın ortak üretebildiği belki<br />

de tek dışa vurum yolu müzik. Böylece bir bütün<br />

olma duygusunu içinde en güçlü şekilde<br />

barındıran bir kavram. Bunun uzantısı olarak<br />

doğanın ve kendimizin çığlıklarını hissedebileceğimiz<br />

bir üretim. Sigur Ros ülkesi İrlanda'nın<br />

çığlıklarını kendi insancıl acılarıyla karıştırıp savuruyor<br />

havaya. Müthiş bir belgesel. Naif, insancıl<br />

olduğu kadar zıt duyguların da bir savaşı. Basit<br />

ama bir o kadar karmaşık. Gülmek ile ağlamak<br />

arasında denilebilir.<br />

Böylesi müzikleri üreten Sigur Ros ilk olarak<br />

1997'de Von (Umut) adlı albümü çıkardı. Daha<br />

sonra Radiohead'in altgrubu olarak sahne aldı.<br />

Açıkçası 2001 yılında Frankfurt'ta onların CD'sini<br />

ilk kez elime aldığımda başlangıçta Pink Floyd'un<br />

uyandırdığı daha sonra Radiohead ve Massive<br />

Attack'ın çağrıştırdığı yalnızlık duygusunu bu<br />

kadar güçlü hissettirecek bir grup olduklarını<br />

bilmiyordum. Yıllar içinde çıkardıkları albümler ile<br />

bu duyguyu daha yoğun yaşattılar. Sinema<br />

endüstrisi de bu derin sanatçılara kayıtsız<br />

kalmadı. Vanilla Sky, Immortal, The Life Aquatic<br />

with Steve Zissou ve Mysterious Skin gibi bir çok<br />

filmde Sigur Ros'un şarkıları kullanıldı. Sonunda<br />

Sigur Ros kliplerinden kazandıkları görsel tecrübeleriyle<br />

müziklerini birleştirip Heima'yı çektiler.<br />

Bütün bu kartopunun içindeki demir leblebiyi<br />

görmek istiyorsanız Heima'yı mutlaka seyredin.


■ İki sezondur editörlüğünü yaptığım,<br />

ekranların en çok izlenen<br />

sinema programlarından olan<br />

“Cinemania”, bu yıl içinde Beykent<br />

Üniversitesinden sonra, ikinci<br />

ödülünü Yeditepe Üniversitesi’nden<br />

aldı. Üstelik en iyi kültür-sanat<br />

programı kategorisinde. Ödüle<br />

karar verenlerin İletişim bölümü<br />

öğrencileri olduğunu da<br />

düşünürsek, sinema sanatını daha<br />

geniş kitlelere ulaştırma görevini<br />

iyi yaptığımızı söyleyebiliriz.<br />

■ Bu yıl Köyceğiz’de 16-23 Ağustos tarihleri arasında, üçüncü<br />

kez gerçekleştirilecek olan Kaunos Altın Aslan Türk Filmleri<br />

Festivali’nin programı belli oldu. “Kabadayı”, “Ulak”,<br />

“O…Çocukları”, “Beyaz Melek”, “120”, “Janjan”, “Yumurta” ve<br />

“Nokta” gibi Türk filmlerinin gösterileceği Festival’in onur konuğu<br />

ise Türk sinemasının usta ismi Şener Şen. Ayrıca festival sırasında,<br />

Şener Şen’in oyunculuk yaptığı filmlerin afişlerinin yer alacağı<br />

bir sergi de, sinema yazarı Agah Özgüç’ün arşivinden ve<br />

onun sunumuyla sanat severlerle buluşturulacak.


■ İşte, Facebook denizinin son dönem<br />

popüler gruplarından biri daha. Buraya<br />

üye olunca neler mi oluyor? Birbirinden güzel<br />

sürpriz hediyeler kazanılıyor. Filmlere ücretsiz<br />

biletler, galalara davetiyeler, hediye DVD’ler, kitaplar,<br />

posterler, film afişleri...vs. Tek yapmanız gereken<br />

“Sinemayı, www.cinedergi.com'dan takip ediyorum!” adlı<br />

facebook grubuna üye olup belirli zamanlarda sorulan sorulara<br />

doğru cevaplar vermek.<br />

■ Geçenlerde dikkatimi çekti.<br />

Henüz 12 yaşında olmasına rağmen,<br />

önemli dokuz ödülü ve Oscar<br />

adaylığı da bulunan minik, tatlı oyuncu<br />

Abigail Breslin, sanki Julie<br />

Delpy’nin çocukluğu. Breslin’in,<br />

büyümüşte küçülmüş tavırları,<br />

dudaklarını bükerek insanın içine<br />

işleyen ağlama şekli, sima olarak da<br />

tıpatıp benzediği Julie Delpy’nin,<br />

zeka dolu lafları ve dinginliğiyle de<br />

benzerlikler gösteriyor. Julie<br />

Delpy’nin unutulmazı “Before<br />

Sunset” filminde; Nina Simone’u taklit<br />

ederek, Ethan Hawke’a kendinden<br />

emin bir şekilde “Sanırım uçağı<br />

kaçıracaksın.” demesi. Abigail<br />

Breslin’in unutulmazı; “Little Miss<br />

Sunshine” filminde, yarışmaya katılabileceğine<br />

dair aldığı telefondan<br />

sonra attığı<br />

umut ve sevinç<br />

dolu, doğal<br />

çığlık.


ARZU ÇEVİKALP<br />

Geçmişe doğru yelken açtığımızda güzelliğiyle etrafı<br />

kamaştıran,oyunculuğuyla beyazperdenin tozunu attıran Judy<br />

Garland ve Audrey Hepburn gibi oyuncular günümüzde bile<br />

genç yeteneklere örnek oluyor.Bunlardan bir tanesi olan Anne<br />

Jacqueline Hathaway ‘’retrogirl’’ lakabını alarak onların izinden<br />

gidiyor.12 Kasım 1982 yılında New York’da doğan aktris<br />

Fransız-İrlanda asıllıdır.Katolik inancıyla yetiştirildiği<br />

için,küçükken rahibe olmak istediğini söyler; fakat olay tam tersine<br />

gelişir.Bunun üzerine Hathaway New Jersey’e taşınarak<br />

Milburn Lisesi’ni Üniversitesi’nden New York Üniversitesi’ne<br />

transfer olur.Sahne oyunculuğu eğitimi alan güzel yıldızın aynı<br />

zamanda soprano olması Get Real adlı dizide oynamasına<br />

yardımcı olur.Yıldızı kısa süre içinde parlayan aktris böylece<br />

beyazperde de parlayacağının sinyallerini verir.İlk deneyimini<br />

The Princess Diary(2001) ve sonrasında Disney yapımı olan Ella<br />

Enchanted(20<strong>04</strong>) ve The Princess Diary’nin devam filmi olan The<br />

Princess Diaries 2:Royal Engagement ile gerçekleştirir.2005 ve<br />

2006’da ününe ün katan Hathaway sırasıyla Brokeback<br />

Mountain,The Devil’s Wear Prada ve Havoc gibi melodram<br />

içerikli komedi filmlerinde yer alır.Bir yıl sonra Becoming Jane<br />

adlı yapımda Jane Austen’e hayat veren oyuncu People<br />

Dergisinin kendisine En İyi Çıkış Yapan Oyuncu ünvanını vermesine<br />

vesile olur.2008’de ise Get Smart dizisinin beyazperde versiyonu<br />

olan Get Smart filmiyle kamera karşısına geçen<br />

Hathaway bekleyenlerin dudaklarına bir parça bal çalıyor.


BANU BOZDEMİR<br />

İstanbul Film Festivali’nde ‘Nokta’<br />

filmiyle En İyi Yönetmen ödülünü<br />

kazanan Derviş Zaim’le Cenneti<br />

Beklerken ve Nokta üzerinden yola<br />

çıkarak, sinemanın zaman ve mekan<br />

üzerindeki yolculuğunu<br />

konuştuk…Zaim’r göre zaman ve<br />

mekanın oynaklığı sinemayı daha geniş<br />

bir zaman dilimine yayıyor ve geleneksel<br />

sanatların enerjisini daha farklı bir<br />

biçimde ortaya koyuyor…<br />

Biraz Cenneti Beklerken ve Nokta ekseninde<br />

konuşmak istiyorum. İkisinin de<br />

bazı denk geldikleri noktalar var.<br />

Osmanlı döneminden gelen bazı<br />

geleneklerle haşır neşirsiniz ve bunu<br />

filmlerinize de yansıtıyorsunuz… Öncelikle<br />

bunun sizde ki etkisini öğrenelim.<br />

Öncelikle sinema dilini daha geliştirebilmek,<br />

zenginleştirebilmek, daha sahici<br />

kılabilmek için… Bu coğrafyada<br />

yaşayan insanların gidebileceği iki tane<br />

kulvar var. Bir tanesi otantik temsil<br />

konusunda ikincisi de güç ilişkileri<br />

konusunda kafa yormak. Şimdi ikisine<br />

birden eğildiğimi söylemem gerekiyor.<br />

Ama son iki filmimde bu saydığım iki<br />

kulvardan daha çok otantik temsil kısmının<br />

ön plana çıktığı söylenebilir.<br />

Yanlış anlamaları önlemek için hemen<br />

şunu da belirteyim. Bu saydığım filmlerde<br />

güç ilişkileri yok mudur? Var ama<br />

onlar birinci kulvarın yanında biraz daha<br />

ikinci derecede gibi durabiliyorlar.<br />

Otantik temsil nedir? Bu ülkenin, bu<br />

coğrafyanın kendi kültüründen kendi<br />

toprağından kaynaklanan birtakım yerleri<br />

ele alıp, sinema dilini bu verilerin<br />

ışığında zenginleştirme çabası<br />

olarak konumlayabilirim.<br />

Benim yapmaya<br />

çalıştığım şey de bu.<br />

Çünkü Türkiye<br />

sinemasının<br />

önemli hastalıklarından<br />

birisi<br />

copy-page. Biz<br />

sanıyoruz ki,<br />

batılı bir formu<br />

alıp, Türkiye<br />

bağlamına yerleştirirsek<br />

iyi film yapmış<br />

oluyoruz. Halbuki bunun yanı<br />

sıra Türkiye’deki bazı içeriklerin<br />

nasıl bir forumla ifade edileceğine


ilişkin kafa yorarken bu topraklardan gelişebilecek<br />

formların da ne olacağına<br />

ilişkin kafa yormamız gerekiyor.<br />

Eksik olan taraf bu.<br />

Ana akım sinemada, alternatif<br />

sinemada çoğunlukla kesyapıştır’la<br />

gidiyor biz de.<br />

Sizin için başından<br />

beri böyle miydi?<br />

Yoksa zaman<br />

içinde mi<br />

değişmeye,<br />

bu<br />

tarza<br />

daha<br />

fazla<br />

dönüşmeye başladı…<br />

Değişim demeyeyim ama bu yolun birtakım<br />

ipuçlarını bulmak mümkün. İkinci filmimde<br />

ebru sanatı vardı. Ebru, kaos üzerine bir film<br />

yapabilmek için gereken formun ne olacağını<br />

düşünürken işime yarayan bir şey olarak<br />

ortaya çıktı. Demek ki o zamanlardan, on yıl<br />

öncesinden işime yarayarak, geliyorum<br />

dediğini söylemek mümkün. İlk filmim Tabutta<br />

Rövaşata da kale içine konan tavus kuşları<br />

vardı.Yavuz Sultan Selim dönemimde konulduğu<br />

söylenen tavus kuşları vardı. Söylenen o<br />

ki tarihi, kültürel bir boyut filmlerim de hep<br />

oldu. Bir sinemayı güçlü kılan şeyin ne<br />

olduğunu düşünüyorum. Her film bir kültürün,<br />

bir tarihin içinde vardır. Öyle değil midir? Ama<br />

sokağa çıktığın zaman. Ama bu amplifiye<br />

edilmesi gereken bir şey. Sanat dediğimiz şey<br />

süzgeçten geçirir, yükseltir, sıkıştırır, yoğunlaştırır,<br />

biçim vermeye çalışır. Ben bunu vermeye<br />

çalışıyorum…<br />

Sonuçta nakkaşlık, hayali şeyleri resmetmek<br />

üzerine kurulu ve yasaklı bir şey. Ama yazı,<br />

özellikle de Kuran çok kutsal. Ya da kutsal<br />

kitaplar. Bu ikisi arasındaki fark neden kaynaklı<br />

sizce? Yani resim yasaklanırken, yazı<br />

kutsal bir forma bürünmüş.


Kültür teologları ve tarihçilerin bu konuyla ilgili<br />

yazdıkları şeyler var. Ben de filmlerimin<br />

senaryosunu yazarken bunlardan yararlanmaya<br />

dikkat ettim. Kuran’da direkt ve net olarak<br />

resmetmek yasağının olmadığından bahseder.<br />

Bunun tarih içindeki ideolojik aygıtın sertleşip<br />

yumuşamasına göre farklı şekiller aldığını söylerler.<br />

Eğer okumalarım beni yanıltmıyorsa benim de<br />

aynı fikirde olduğumu söylemem gerekiyor. Yazı<br />

farklı bir forum. Dolayısıyla bu ikisini bir<br />

karşılaştırma yapmak istersek, ikisini terazinin<br />

aynı kefesine koyup değerlendirmemiz ne<br />

kadar doğru olur, emin değilim. Yazı<br />

konusunda, bağımsız olarak şunu söyleyebilirim.<br />

Osmanlıların en özgün sanatlarından<br />

birinin, hatta birincisinin kaligrafi olduğu<br />

söylenir.<br />

Minyatürün kökeninde Antik Yunan’a kadar<br />

gitmek gerekiyor. Farklı bir bakış açısının<br />

söz konusu olduğunu söylemem gerekiyor.<br />

Başlangıçta, Rönesans resmiyle<br />

kıyaslandığında daha zayıf olduğu gibi<br />

önyargıyla yaklaştığımı söyleyebilirim çok<br />

çok öncesinde. Ama minyatür denen şeye<br />

yakınlaştıkça aslında hiç de öyle olmadığın<br />

fark ettim. İki düzlem üzerinde farklı zamanlar<br />

ve mekanlar yaratarak insanın, nakkaşın<br />

anlatım olanakları çok daha fazla zenginleştirmeye<br />

çalıştığını fark ettim.<br />

Aksi elmalar ve armutların karşılaştırılması<br />

gibi olurdu, yani Rönesans resmiyle minyatürü<br />

karşılaştırmak. Minyatürün gücü daha<br />

başka. Zamana ve mekana bakış açısında.<br />

Bunu da ben Cenneti Beklerken de kullanmaya<br />

gayret ettim.Bir başka röportajda da<br />

söylediğim gibi zamanı ve mekanı oynak bir<br />

biçimde inşa etmeye çalışıyorum. Bu<br />

kavramları minyatür sanatından aldığımı<br />

söylemem gerekiyor. Hangi kaynaktan?<br />

Surname albümünden… Orada<br />

şehzadelerin sünnet töreni resmedilir ve her<br />

defasında zaman ve mekan problematize<br />

edilmeye çalışılır. Bir sinemacının sevinçten tüylerini<br />

diken diken eden şey de böyle bir maden<br />

ve damar yakalamaktır. Zamanın ve mekanın bu<br />

kadar problematize edilmesi, oynak biçimde inşa<br />

edilmesi beni heyecanlandırmıştı. Bunu da<br />

filmimde değişik yerlerde kullanmaya gayret<br />

ettim. Ama bunu yaparken bir şeye daha dikkat<br />

ettim. Cenneti Beklerken’den bahsediyorum.<br />

Filmin sinema dilinin deneysel tarz haline<br />

dönüşmemesine gayret ettim.<br />

Cenneti Beklerken’le ilgili olarak ‘Osmanlı üzerine<br />

film çekiyorum ama insanlar fazla ilgi göstermiyor’<br />

demişsiniz? Ama Osmanlılık daha alttan gelen<br />

bir bağlılık değil mi sizce? Siz daha ağır, daha<br />

süzgeçten geçirerek ve sanatsal çerçevede mi<br />

yansıtıyorsunuz?<br />

Sokaktaki insanın algısını da zedelemeyecek şekilde<br />

bir film yapmaya çalıştım. Bu filmin özelliklerinden<br />

birisi daha artiküle olmuş, daha beklentileri<br />

yüksek seyirciye doyurucu gelebilecek film<br />

olarak tasarlandı, hem sokaktaki insanın zevk


almasını sağlamaya gayret ettik. Ama tasarlamak<br />

farklı şeydir. Bunun seyirciyle buluşması farklı<br />

şeydir. Seyirciyle buluştuğunda ortaya çıkan<br />

rakam yüz binin altında. Başka nedenleri de var<br />

tabii ki… Bunun üzerine kafa yormak gerekli.<br />

Çünkü sinema seyirciyle buluşmalı. Ama salt<br />

sürümden kazanmak uğruna olmayacak tavizler<br />

verilmesini de tasvip etmedim. Osmanlı’yla ilgili<br />

bir film yaptığınız zaman soru nasıl bir temsil<br />

düşündüğünüze gelip dayanıyor. Yemeyen,<br />

içmeyen, yılmayan atalarımız mı yapmak istiyorsunuz<br />

yoksa daha farklı mı yaklaşmak istiyorsunuz?<br />

Bu soruları çoğaltmak mümkündür.<br />

Şiddetin, kanın, milliyetçiliğin kutsanması üzerine<br />

bir film yapılabilir. Bunları da kimin yaptığını biliyorum.<br />

Ama bütün bunlara rağmen ben zarımı<br />

onlar için atmak istemedim. Daha doğru, dürüst<br />

ve namuslu olduğunu düşündüğüm bir yol için<br />

attım. En azından geriye baktığımda yaptığımın<br />

doğru olduğunu düşünüyorum. Bu da bana yeter.<br />

Nokta için genel ve klişe olarak bir suç ve ceza<br />

yansıması diyebilir miyiz?<br />

Evet öyle anons ettik. Bir suç ve ceza filmi. Bir<br />

suç ve o suçtan dolayı içinde fırtınalar kopan bir<br />

adamın hikayesi olarak konumlandırılabilir.<br />

Kuranın çalınması, kutsal emanetler nasıl bir yere<br />

çekiyor olayı? Yani biraz da Kuran’ın çalınması<br />

mı trajikleştiriyor olayı. Yani bu durum sanki filme<br />

biraz daha farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor<br />

gibi?<br />

Çocuk hiç istemediği halde kendini çok can<br />

yakıcı, ruhunu kavurucu bir durumda buluyor. Bir<br />

cinayet söz konusu, kuran hırsızlığıyla beraber.<br />

Yani sadece tek tek suçlar değil de, birbirini<br />

tetikleyen suçlar zincirinden bahsetmek mümkün.<br />

Galiba soru şuydu? Biz eylemlerimizin<br />

sonuçlarından ne kertede sorumluyuz? Hiç<br />

istemediğimiz bir işin içine girmiş olabiliriz. Hiç<br />

istemediğimiz halde, sırf iyilik olsun diye bir işe<br />

girmiş olabiliriz. Bizim dışımızda gelişen olaylar<br />

sonucunda biz çok kötü bir şeye yol açmış olabiliriz.<br />

Suçlanması gereken biz miyiz, başkaları mı?<br />

Bu duruma düşen bir insan vicdan muhasebesini<br />

nasıl geliştirmeli? İyilik – kötülük kavramları sinemayla,<br />

yazıyla uğraşan kişilerin kesinlikle üzerine<br />

düşünmesi gereken kavramlar olarak geliyor<br />

bana. Herkes kendine göre bir yorumlama getirecek<br />

ama çok da bilmeceye dönüştürmemeye<br />

çalışıyorum. Bütün filmlerimde bu kadar<br />

düşünsel, sanatsal sorular vardır ama bunları<br />

bilmeceye dönüştürmemeye gayret ederim.<br />

Mekan olarak da uçsuz bucaksız bir alanı seçtiniz.<br />

Tuz gölü… Teknik olarak kesintisiz bir kurguyla<br />

karşımızdasınız. Bu daha çok ona yardımcı<br />

olan, ona denk düşen bir şey mi?<br />

Birçok şeye denk düştü. Bir filmi yaparken oraya<br />

koyduğunuz bir öğe, sadece biçimsel ve sanatsal<br />

bir öğeyi karşılamaya yardım etmemelidir. Birçok<br />

şeyi iç içe geçerek, kaynaştırarak karşılamalıdır.<br />

Tuz Gölü’nü seçtiğim zaman karakterleri daha<br />

çok gri ve koyu giysiler içerisinde, o beyazlığın<br />

üzerine koyduğum zaman, yapmaya çalıştığım<br />

işin havasına uygun olarak yazı yazma sanatını


çağrıştıracağını<br />

düşündüm. Kaligrafide de<br />

siyah mürekkep ve beyaz<br />

kağıt vardır. İkincisi<br />

Karagöz’den gelen<br />

kavram var. Eğer onu nötr<br />

koyarsam, zamanı ve<br />

mekanı oynak biçimde inşa<br />

etmeye devam edecektim.<br />

Üçlemenin ilk filmi olan<br />

Cenneti Beklerken de oynak<br />

zaman ve mekan kavramlarından<br />

bahsediyorum.<br />

Orada kalan bir kavram<br />

olarak kalmadı, devam etti o.<br />

Bu filmlerde farklı şekilde<br />

devam etti. Tam nötr’dür ama<br />

nötr olmasına rağmen kamera<br />

arkaya döndüğünde ve öne<br />

döndüğünde farklı bir zamanı<br />

gösterebiliyor. Çünkü onun nötr’lüğü<br />

bana bunu sağlayabiliyor.<br />

Üçlemenin devamında da devam edecek<br />

o zaman… Geniş mekanları seviyorsunuz<br />

aslında… Farklı mekanlar…<br />

Mekan, yapmaya çalıştığım şeyin içeriğini<br />

de belirliyor. Şimdi minyatürle ve<br />

Osmanlıyla ilgili bir iş yapacaktım.<br />

Çıplak tepeleri anımsatacak bir yere gitmeye<br />

çalıştım. İç Anadolu, Kapadokya,<br />

Kayseri’yi seçme nedenlerimden biri<br />

budur. Ama burada yazıyla ilgili bir iş<br />

yapacaktım. Dümdüz bir yer lazımdı<br />

bana. İkincisi İç Anadolu ve Tuz Gölü<br />

fetiş yerlerimden benim. Çamur’dan<br />

beri…<br />

’Kültürün değişebilme potansiyeline<br />

ve kültürler arasındaki<br />

değişime takmış bir insanım’<br />

diyorsunuz. Ulusal sinema<br />

kavramını nereye kadar uzatıyorsunuz.<br />

Geleneksel<br />

değerleri filmlerinizde ve<br />

hayatınızda nereye kadar<br />

yaşıyorsunuz?<br />

Bugünkü hayatı nasıl<br />

zenginleştirebilirim diye


akıyorum. Yoksa, bunları ‘Osmanlı ne kadar<br />

enteresandı, kardeşim’ havasıyla ele aldığım<br />

düşünülmesin. Öyle yapanlar var. Ve sayıları da<br />

artacak. Ruhumuzu daha nasıl zengin kılabilirim<br />

diye düşünüyorum. O yüzden otantik temsile ve<br />

güç ilişkilerine kafa yoruyorum.<br />

Sonuçta baktığımızda bir macera çektiğinizi<br />

söyleyebiliriz. Aksiyon, dalavere ve merak<br />

unsurları söz konusu. Ama bunu fazla geçmişe<br />

ve dine dayalı demek istemiyorum ama bu şekilde<br />

de aksiyon çekebiliriz diyorsunuz.<br />

Şimdi biraz da seyirciyi düşünerek, seyir zevkini<br />

düşünerek yapılmalıdır sinema. O yüzden bu tarz<br />

şeylerden de yararlanıyorum.<br />

Teknik olarak farklı sanatsal gösteriler peşindesiniz.<br />

Filmleriniz şık oluyor yani… ?<br />

Yönetmenlik dediğimiz şey biraz da zamanı ve<br />

mekanı tıraşlamaktır. Sonsuz bir zaman ve<br />

mekan verildi bana. Bir uzun metraj sınırları<br />

içinde istediğim her şey verildi bana ama ben<br />

onu istediğim forma gelene kadar tıraşlıyorum.<br />

Bunu yaparken de mümkün olduğunca sahici<br />

işler yapmaya çalışıyorum. Acaba bir nakkaş<br />

günümüzde yaşasaydı ve bir film çekmeye<br />

kalkışsaydı nasıl yapardı düşüncesiyle<br />

yola çıkmaya gayret ediyorum.<br />

O vizyonu peliküle yansıtmaya<br />

çalışıyorum. Şimdi de bir<br />

mimar film çekmeye kalkışsaydı<br />

nasıl bir forma ulaşırdı düşüncesiyle<br />

bir film çekmeyi tasarlıyorum.<br />

Burada da tarih boyutu olacak…<br />

Hat sanatı el kaldırılmadan yapılırsa<br />

değeri artan bir sanat. Filmin<br />

kurgusunun da kesintisiz bir yanı<br />

var. Bunu teknik olarak biraz daha<br />

açabilir misiniz?<br />

Çeşitli yazma biçimleri var. Bir<br />

tanesi ihcam denilen bir yazma<br />

biçimi. Ondan kaynaklanarak filmin<br />

sinema dilini oluşturmaya çalıştım.<br />

İhcam kesintisizce yazmak anlamına<br />

geliyor.<br />

Şimdi sizin ekranda gördüğünüz<br />

şey esas alınmalıdır. Onun nasıl<br />

yapıldığı bana aittir. Çok bilinen bir<br />

şey. Ama çok uğraştık, kesintisiz<br />

hiç sekmeyen bir şey olmasını<br />

sağlamak için…<br />

75 dakikalık bir film… Sonuçta seyirci algısı<br />

açısından bir problem yaratacağını sanmıyorum…<br />

Mahsun Kırmızıgül, tek filmiyle ödül alamadığı<br />

zaman kızıyor, mekanları terk ediyor. Siz ödül<br />

alamadığınızda neler hissediyorsunuz?<br />

Ödül aldığımda neler hissediyorsam onları<br />

hissediyorum. Bu jüriyle olabildi, başka jüriyle<br />

olsa olmayabilirdi şeklinde düşünüyorum. En<br />

kötüsüne her zaman kendimi hazırlamaya<br />

çalışıyorum. İstediğim koşullarda istediğim filmleri<br />

yapmamı sağlayan şeylerden birisi de bu<br />

olmuştur. Bunu işin bir parçası olarak görüyorum.<br />

Bunlar tali şeylerdir. İnsanın başka meselelerinin<br />

olması lazımdır. Bunlar bazen gelir<br />

bazen gelmez.<br />

Yeni yönetmenler çıkıyor artık ortaya ve sinemayı<br />

bir şekilde daha muhalif bir çizgide algılıyorlar.<br />

Bu onun kendisiyle ve hayata bakışıyla ilgili bir<br />

şey. Eleştirel işlerin ortaya çıkması zenginliktir.<br />

Benim filmlerimde de hep öyle muhalif bir yan<br />

olagelmiştir…


Dünyaya Düflen Adam<br />

The Man Who Fell to Earth<br />

(1976)<br />

Yönetmen: Nicolas Roeg<br />

Oyuncular: David Bowie,<br />

Rip Torn, Candy Clark<br />

2.35:1 Geniş Ekran / 2.0<br />

DD İngilizce – 2.0 DD<br />

Türkçe / 134 dk.<br />

SAGA Collection<br />

ALİ ULVİ UYANIK<br />

DVD raflarında yeni karşılaştığımız “Dünyaya Düşen<br />

Adam”,32 yıl öncesinden bir bilim kurgu.<br />

Vurguluyorum: Bugün bile kompleks biçimi, yenilikçi,<br />

farklı sinema dili, öze yönelik keskin yaklaşımları<br />

kolayca aşılamamakta. 1928 San Francisco<br />

doğumlu, daha çok kısa öyküleriyle tanınan yazar<br />

Walter S.Tevis(ölümü:1984) tarafından yazılan ve<br />

1963 yılında yayımlanan romanın, sinemaya bu<br />

denli yaratıcı uyarlanması tam bir şans olmuş.<br />

Yazarla aynı yıl doğan İngiliz Nicolas Roeg,<br />

1951’de kamera asistanı olarak başladığı kariyerinde,<br />

önce görüntü yönetmenliğine ve 1970 yılından<br />

itibaren de, aralarında “Don’t Look Now”(1973)<br />

gibi bir başyapıtın da olacağı dikkat çekici filmlerin<br />

yönetmenliğine sıçradı. Entelektüel ve tavizsiz bir<br />

sanatçı Roeg. Temelde basit gibi gözüken bu<br />

öyküye, beklenen ve bilinen kalıpların dışında,<br />

yaratıcı-etkin bir bakış açısı ile yaklaşmış.<br />

Bu kuşkusuz Bir David Bowie filmi de! Suyu<br />

tükenen, dingin, huzurlu bir gezegenden dünyaya<br />

yeni kaynaklar bulmak için, orada ölmek üzere olan<br />

ailesini bırakarak gelen ve sahip olduğu ileri<br />

teknoloji ürünlerini kullanarak büyük bir şirkete<br />

sahip olan, dünya yıllarına göre yaşlanmayan<br />

Thomas Jerome Newton’un neredeyse şeffaf, kırılgan<br />

ve ‘cinsiyetler’ üstü görünümü için, bilmiyorum,<br />

Bowie’den daha uygun bir sanatçı daha var mı?<br />

Bugün bile! Öyle bir görünümü var ki, insanların


yönetiminde değeri bilinmeyen ve tam bir kaosa<br />

sürüklenen dünyanın içinde ama tam da dışında<br />

kalabiliyor. Onun yalnızlığı ve bu gezegenin<br />

sahiplerine olan güvensizliği odakta yer alıyor.<br />

Geniş alanlarda, gökyüzünün ve suyun görkemle<br />

buluştuğu doğada yaşamayı, çok sayıda televizyon<br />

kanalını aynı anda seyrederek, tüm o<br />

‘yalan görüntüler’in ördüğü duvarın arasında<br />

iletişimsiz kalmayı seçiyor. Amacı çok paraya<br />

sahip olup bir uzay gemisi inşa etmek ve gezegenine<br />

dönmek! Roeg, insanlarla kuşattığı<br />

Newton’un, sırrına sahip olan iki kişiye, kimya<br />

profesörü Nathan Bryce ile Mary Lou’ya güvenmesinde,<br />

ilkinin bilimsel kuşkuculuğunu ve<br />

diğerinin ona olan onulmaz aşkını öne sürerken,<br />

aslında ikisinin de onu ‘son derece insan’laştıracağının<br />

tehlike sinyallerini veriyor. Alkol, kuşku, sınırsız seks,<br />

iletişimsizlik, giderek çöküş, insanlaşmanın belirtileri<br />

çünkü. Aslında o zaten hep takip altında. Onun dünya<br />

dışı bir varlık olması, şirketinin gücü ile rakipleri ve<br />

‘derinlerdeki’ devleti sarsmasından daha az önemli. İşte<br />

yönetmen, filminin tüm dokusuna, çok ustalıkla, insanın<br />

dünya serüvenindeki doğruları olan kültürel-sanatsal<br />

yaratımların simgelerini ve aile kurumunu yerleştirirken,<br />

nasıl olup da bu denli tarifi zor bir yok ediş sürecinde<br />

olduğunun da izini sürüyor. Ama tüm bu iz sürme, sizin<br />

bilinçaltınızı hareketlendiren sinemasal kodlarla gerçekleştiriliyor.<br />

Tabii yaratıcı yapım tasarımı ile. Uzakdoğu<br />

yaşamının açık izlerini taşıyan ve Avrupa sanatından<br />

Amerikan ‘büyüklüğü’nün mekân-objelerine, zengin<br />

ama sıra dışı bir görsellikle… Yönetmen, ölümün<br />

şifrelerine dair en çarpıcı filmlerden “Don’t Look<br />

Now”da uyguladığına benzer ‘koşut kurgu’ yöntemiyle<br />

şaşırtıcı bölümlere de imza atıyor. Yinelersek, bugün<br />

için bile cesur seks sahneleri ile öldürmeyi-ölümü anlatan<br />

Kabuki performansının paralelliği örneğin. Anlamlar<br />

seyirciden seyirciye değişebilir. Yine çırılçıplak Newtonçıplak<br />

Mary Lou arasında geçen, kurusıkı mermileri sıktıkları<br />

tabancalı-oynaşmalı sahne, yine öldürme-ölüm<br />

ve seks koşutluğu ve de psikanalitik müthiş sinemasal<br />

anlar içeriyor. Görüntü yönetmeni Anthony<br />

B.Richmond(“Don’t Look Now” ile BAFTA ödülü<br />

kazandı) imzalı ‘geniş ekran’(Panavision) etkisi,<br />

kuşkusuz bu filmi öncelikle sinemada, en az bir kez<br />

izlemeyi gerekli kılıyor(benim gibi şanslıların Türkiye’ye<br />

Özen Film tarafından ithal edilen filmi, hem de sıcağı<br />

sıcağına sansürsüz izlediğini vurgulamak isterim). Tabii<br />

yeni kuşaklar için, belli bir sabır, katıksız bir sinema<br />

sevgisi ve bilgisi gerektiren bu filmin çıkması(yine sansürsüz!)<br />

bir armağan… DVD kaydında özellikle ses<br />

tasarımının kusursuz olduğunu vurgulamak isterim.<br />

Ekstralarda; yapım tasarımı ile ilgili açıklamaları içeren<br />

yaklaşık 23 dakikalık bir bölüm(Türkçe altyazısız);<br />

fotoğraf galerileri ve filmin iki fragmanı yer almakta.


■ Yukardaki sözü söyleyen herhangi<br />

bir ünlü ya da herhangi bir kahraman<br />

tanıyor musunuz diye sorsam cevabınız<br />

ne olurdu…80’li yılların<br />

büyüsünü bozmadan, yepyeni bir<br />

çığır açan ve aynı zamanda ‘’kamçılı<br />

kahraman’’ olarak da bilinen Indiana<br />

Jones serileri açık ara farkla rakiplerini<br />

sollamıştı.Başarısının sırrı biraz da<br />

Steven Spielberg gibi bir yönetmen ve<br />

George Lucas gibi bir senaryo yazarına<br />

bağlı olsa gerek.George Lucas Indiana<br />

Jones’u tasarlarken bazı kriterlere göre<br />

tercih yapmış: kovboy şapkası(olmazsa<br />

olmazlardan)ve siyah deri ceket.Her<br />

nedense siyah deri ceket, uzun kollu bir<br />

gömlekle yer değiştirerek daha salaş bir<br />

görüntü elde edilmiş. Gelgelelim Raiders Of<br />

The Lost Ark’ın yapım aşamasına. Yakından<br />

incelediğimizde,<br />

bazı detayları<br />

görmezden gelmek<br />

olmaz değil mi? O<br />

halde Indiana Jones<br />

hakkında bilmediklerinizi<br />

aktaralım.İşin asıl ilginç tarafı<br />

Indiana Jones isminin ne şekilde<br />

ortaya çıktığı.George Lucas ilk olarak ismini<br />

Indiana(Lucas’ın köpeğinin ismi)ve soyadını Smith olarak<br />

tasarlamış.Steven Spielberg ise ‘’Yapalım ama bir şeyi<br />

sevmedim’’.Bu yüzden de Smith soyadı Jones olarak<br />

değişmiş.Lucas’ın bir başka önerisi ise filmi eski moda<br />

hilelerle 20 milyon dolara mal etmek<br />

istemesiymiş.Ardından filmi Paramount ele<br />

almış.Parantez açalım Raiders Of The Lost Ark daha


Post Production aşamasındayken minyatür bir set kurulup<br />

filmin patlama sahneleri hesaplanarak onlara bağlı olan<br />

öğelerin ana hatlarının hazırlanması ise 3 gün<br />

sürmüş.Devam edelim…80’li yıllarda bir film yapmanın<br />

ne kadar zor olduğunu düşündüğümüzde George<br />

Lucas gibi bir yazarın senaryoyu daktiloda bile yazmayıp<br />

elle yazmasına ne demeli? Olucak iş değil…<br />

Bunun yanı sıra başrol oyuncusu Harrison Ford’un<br />

filme başlamadan evvel kamçı dersleri alması da<br />

cabası…Harrison Ford’dan konu açılmışken,kendisinin<br />

başarısı beyazperdeye yansırken,tehlikeli<br />

sahneler için seçilen dublör Martin Grace’in de<br />

hakkını da yemeyelim.Deneysel set çalışmaları<br />

ve maketlerin yapıldığı Raiders Of The Lost<br />

Ark’ın çoğu sette yapılan efektlerle<br />

çekilmiş.Filmin atardamarını oluşturan sahneler<br />

büyük zorluklarla Mısır ve Tunus’ta(seyircilere<br />

karşı yapılan bir hiledir) çekilirken;set dışındaki<br />

restaurantlardan yemek yiyen oyunculardan<br />

bazılarının kolera hastalığına yakalanması şartların<br />

ne kadar ağır olduğunun bir<br />

göstergesi…Dahası yılan dolu bir sahne için<br />

toplam 7000 tane kobra temin edilirken;set ekibi<br />

yılanların Harrison Ford’a zarar vermelerini önlemek<br />

için onları görünmez bir camekanın içine yerleştirmişler.Tıpkı<br />

‘’paralel evren’’i yansıtan filmlerde<br />

olduğu gibi…<br />

George Lucas,<br />

Raiders Of the Lost<br />

Ark’ın çekimlerine<br />

başlamadan önce<br />

Star Wars projesi için<br />

girişimlere başlamışken;<br />

Steven Spielberg kendisine<br />

yöneltilen cazip fikri kabul<br />

ederek filmin alamet-i farikasını<br />

ortaya çıkarmış olsa gerek ki;filmin gişe yapmasının<br />

ardından kolları sıvayan George Lucas<br />

Temple Of Doom ve Indiana Jones And The<br />

Last Crusade ile seriyi tamamladıktan sonra<br />

2008’de vizyona giren Indiana Jones And The<br />

Kingdom Of Crystal Skull ile yeniden<br />

karşımıza çıktı.


Neo: Sorun diil. Halden anlarız. (Telefonu çevirir.)<br />

Çalıyo. Alo beni arasana bu numaradan. (Biraz<br />

bekler, telefon çalar) Alo! Alo! Trinity, sen misin?<br />

Alo. Hatta sorun var galiba. Alo. Ha, şimdi duyuyorum<br />

rahat. Ya kızım, ne biçim adam şu Morfi be.<br />

Yine yanlış yere gönderdi beni. (Dinler) Ya kızım<br />

siz telefon parasını zamanında yatırmadınız diye,<br />

ben saçma sapan yerlere geliyorum. ( İndi’ye<br />

dönerek ) Pardon abi üstüne alma. ( Trinity’e )<br />

Alo, alo? Duyuyo musun beni? (Dinler ) Ya,<br />

tamam da takıl takıl nereye kadar. Alooo? Kapattı<br />

■ Indiana Jones abimiz, egzotik kafatası adasında<br />

King Kong’u aramaktadır. Birkaç gündür<br />

gözüne doğru düzgün uyku girmemiş, sinirleri<br />

hat safhadadır. Derken aniden gökten önüne biri<br />

düşer: Neo…<br />

Indiana Jones: Jesus Christ! Sen de nerden çıktın<br />

be adam.<br />

Neo: Selam ben Neo. Matrix’ten geldim.<br />

Nerdeyiz acep?<br />

Indiana Jones: Kafatası adası burası. Ben de<br />

Indiana Jones. Ama kısaca İndi diyebilirsin.<br />

Neo: Eyvallah ama sanırım yanlış geldim. Şu<br />

Morfi de bi kere doğru yere gönderse dişimi kırıcam.<br />

Buralarda bir telefon bulabilir miyim?<br />

( Bu sırada korkunç bir kükreme duyulur. Kuşlar<br />

ağaçlardan kaçar. )<br />

Neo: Oh. Shiiit! Bu da ne be?<br />

Indiana Jones: King Kong. Bildin mi?<br />

Neo: O ne be?<br />

Indiana Jones: Çam yarması bi goril. Üç gündür<br />

peşindeyim ama hala yakalayamadım. Bi<br />

yakalasam iyi paraya okutucam Disneyland’a.<br />

Neyse… Bu arada aklıma takıldı. Matrix ne ola<br />

ki?<br />

Neo: O uzun hikaye. Boşver. Sana yardım<br />

ederdim ama vaktim yok be babalık. Bu arada<br />

hala yardımcı olmadın telefon konusunda.<br />

Indiana Jones: Valla bu vahşi adada herhangi bir<br />

telefon kulübesi yok. Ama istersen benim cebi<br />

kullanabilirsin.<br />

Neo: Kıyak adamsın İndi.<br />

Indiana Jones: Al bakalım. Ama çaldırıp kapat,<br />

onlar seni arasın. Fazla kontör yok ta.


ak yine görüyon mu? Anlamadan dinlemeden…<br />

Indiana Jones: Manita mı?<br />

Neo: Evet be abi ya… Ömrümü yedi şu telefon<br />

hatlarında. Sanki biz burda keyif çatıyoz.<br />

(Bu sırada yine bir kükreme sesi gelir. Ama daha<br />

yakından)<br />

Indiana Jones: Aha geldi hayvan.<br />

Neo: Baba bi yamuk yapmasın bu şey.<br />

Indiana Jones: Yok be oğlum korkma. İki kamçılık<br />

işi var.<br />

(Bu sırada King Kong ağaçların ardından çıkar ve<br />

ikisinin önüne atlar)<br />

Neo: Bismillah!<br />

King Kong: Noluyo la burada? Ne gürültü ediyonuz<br />

iki zibidi? Migrenim tuttu zaten kaç gündür.<br />

Indiana Jones: (Kamçısını şaklatır) Sen benim<br />

arkama geç genç. Ben onun icabına bakarım.<br />

Neo: Ulan aklım çıktı bir an görünce. Ama neyse<br />

görünen şeyden korkmam ben.<br />

Indiana Jones: Nasıl yani?<br />

Neo: Yani Matrix’e göre gördüğümüz yaşadığımız<br />

her şey zihnimizde. Aslen yokuz.<br />

Indiana Jones: Oğlum bırak şimdi bu varoluşçu<br />

ayaklarını. Gözlerime mi inanacağım sana mı?<br />

Hayvan bina büyüklüğünde. Görmüyon mu?<br />

Neo: Babacan, yok bişi olmaz. Bu sadece bi<br />

yanılsama. Bak şimdi ne yapacam? Len 13 katlı!<br />

Sana bi teklifim var. Şu elimde görmüş olduğun<br />

iki haptan birini seç. Kurtul baş ağrından. Ne<br />

dersin?<br />

King Kong: Bilmem ki? İşe yarar mı?<br />

Neo: Yarar babacım yarar. Seç bakalım. Mavi<br />

mi? Kırmızı mı?<br />

(King Kong ikisini de alır, ağzına atar.)<br />

Neo: Oha demek istiyorum sayın seyirciler.<br />

King Kong: Hiç bişi olmadı?<br />

Indiana Jones: Ulen Neo, sabahtan beri Matrix<br />

diyip duruyorsun. Nedir lan bu Matrix. Tongaya<br />

gelmeyelim sonra.<br />

Neo: Babacım boş ver sen Matrix’i, Matrix’i.<br />

King Kong: Maytap mı geçiyonuz la siz benle?<br />

(Yumruğunu kaldırdığı gibi Neo’nun kafasına<br />

geçirir. Neo yerle yeksan olur.)<br />

Neo: Anaaaam. Ver abi şu telini bir daha.<br />

Indiana Jones: Dedim ben sana böyle bişi olcak<br />

diye. Al telefonu, nereye gideceksen git. Ama<br />

söyle nedir şu Matrix?<br />

Neo: Alo, Skati ışınla beni. Yok, yanlış oldu.<br />

Trinity, bebeğüm. Al beni götür gittiğin yere.<br />

Ahh. Galiba kaburgalarım kırıldı. (Neo ceple birlikte<br />

yok olur.)<br />

King Kong: Nereye gitti la bu deri ceket?<br />

Indiana Jones: Onu bırak, cep telefonumu da<br />

hacıladı herif. Daha taksitleri bitmemişti.<br />

(Daha çok sinirlenir. Şapkasını yere fırlatır.<br />

Kamçısını şaklatır.) What is the Matrix<br />

uleeeaynn?


İlk İzlenim: Güçlü, atletik, tehlikeli… En önemlisi, tek kelimeyle seksi.<br />

Konuştukça: Hazırcevap, iyi niyetli, çevreci… Gerek uzun vadeli planlarında,<br />

gerekse ani kararlarında sağduyulu ve sonuna kadar<br />

soğukkanlı.<br />

Artıları: Tehlikeleri uzaklaştırmak ve ideal çözümlere<br />

ulaşmak için kullandığı hızlı bir zeka, güzel bir<br />

kadının her türlü kapıyı açabildiğini bilen tavırlar,<br />

büyük bir ustalıkla kullandığı dövüş sanatları ve<br />

tabi ki çifte silahlarının gücü.<br />

Handikapları: Bazen, kendini iyi kamufle etmiş bir düşmanı,<br />

dost zannedebiliyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!<br />

Hayattaki Düsturu: Dünyanın ruh ve beden sağlığını<br />

tehlikeye atabilecek her türlü durumu ortadan kaldırmak.<br />

Tanıyınca: Her erkeğin hayalini kurabileceği türde bir<br />

dişi. Yeri gelince kibar, zarif, yeri geldiğinde dişi bir<br />

kaplan. Arkadaşı, ya da daha iyi bir ihtimalle,<br />

sevgilisi olursanız, sırtınız yere gelmez. Ama<br />

sizi düşman bellerse, sırtınızı bir daha<br />

kaşıyamayabilirsiniz.<br />

O bir aktris anne… O bir barış elçisi ve aktivist<br />

çevreci … O dünyanın en çok konuşulan kadını…<br />

Edindiği evlatları, Brad Pitt’ten doğurduğu öz kızı<br />

kadar bağrına basan, iyi yürekli bir melek. Gerek<br />

magazin camiasının gerekse sinema dünyasının<br />

vazgeçilmezi olan Angelina Jolie, oyunculuk<br />

gücünün yapıtaşlarını sergilediği birçok filmle<br />

geniş bir hayran kitlesi de elde etmeyi başardı. Her<br />

yaptığı olay olan Jolie, Lara Croft kadar seksi,<br />

ateşli ve can yakıcı bir tehlikeye sahip. Ve<br />

Margaret kadar, aile sistemine somut kanıtlarla<br />

bağlı… Birçok kez dünyanın en güzel ve seksi<br />

kadını seçilen Angelina Jolie, aynı zamanda<br />

Hollywood’un en çok kazanan oyuncularından biri.<br />

Ancak olgun davranışları, mütevazi hayat duruşu,<br />

onu birçok kendini bilmez yıldızdan ayırıyor. Son<br />

olarak, Jolie’nin çift yönlü kişiliği ve hayat felsefesi<br />

olarak gördüğü, sürekli bir değişim halinde olma,<br />

onu hem sinema dünyasında hem de evinde,<br />

önlenemez bir başarıya doğru götürüyor.


İlk İzlenim: Ortalama bir ev kadını,<br />

standartlar dahilinde, her daim yuva<br />

kurmaya hazır, tam bir dişi kuş.<br />

Konuştukça: Masum cümlelerin içinde<br />

yavaş yavaş tutku dolu ipuçları<br />

yakalıyor, içinde besleyip büyüttüğü<br />

fırtınaların rüzgarını ruhunuzda<br />

hissediyorsunuz.<br />

Artıları: Özverili, cana yakın ve rahat…<br />

Handikapları: Haddinden fazla kuşkucu<br />

ve sevdiklerine zarar verecek kadar<br />

inatçı…<br />

Yaşam Felsefesi: Önce aile!<br />

Hayattaki Düsturu: Önce evlendiği<br />

adamı çözümlemek, ardından rahat ve<br />

olması gerektiği gibi, alışıldık bir aile<br />

hayatı sürmek.<br />

Tanıyınca: Kocasının sırlarla dolu<br />

yaşamını öğrenmek ve buna katlanmak<br />

için yeteri kadar sebat gösteren,<br />

yeri geldiğinde tek başına çocuğuna<br />

babalık yapabilecek, yürekli ve<br />

tamahkar bir kadın.


HASAN GÜRKAN<br />

Dünyaca ünlü Forbes dergisinin 11 Haziran 2008’de<br />

yayınladığı bir çalışmaya göre Amerika Birleşik<br />

Devletleri’nin en ünlüleri sıralamasında 87.sırada olan<br />

ünlü… Kimileri O’nu dünyanın en komik adamları<br />

arasında sayıyor. Ve zaten “The Office”nin Amerikan<br />

versiyonunda döktüren bu şahıs, tam anlamıyla bir<br />

mimik ustası. Evet, bahsettiğim kişi; ‘Saturday Night<br />

Live’ çetesinin bir diğer üyesi olan ve beyazperde<br />

yıldızı Bruce Almighty’de canlandırdığı sinir bozucu<br />

haber spikeri tiplemesiyle parlayan Steve Carell...<br />

1990’lı yılların başında farklı televizyon şovlarında<br />

değişik karakter tiplemeleriyle ve ‘The Daily Show’daki<br />

komedyenliği ile izleyicilerin kalbini kazanan Carell’ın<br />

isminin hafızamıza kazınması Judd Apatow yönetmenliğindeki<br />

‘40 Yıllık Bekâr’ sayesinde gerçekleşmişti.<br />

Steve Carell, o gün bugündür beyazperdenin en<br />

sevilen komedi yıldızlarından biri arasında.<br />

- Küçük Günışığım’da hayat verdiği<br />

melankolik Proust uzmanı Frank’in de ünlü<br />

komedyenin alışıldık tarzını devam ettiren bir<br />

duruşu var gibiydi. Evan Almighty ile yüz<br />

mimiklerini ve beden dilini daha fazla ön<br />

plana çıkarmaya başladığı gözlenen Carell,<br />

‘The Office’ isimli dizi ile bizleri kırıp geçiyor.<br />

Komedyenin 2009 yılında gösterime girmesi<br />

planlanan ‘High T’ adında komedi türünde<br />

bir sinema filmine imza attığı da söylentiler<br />

arasında. Ancak filmin konusu hakkında<br />

şimdilik ser verilip sır verilmiyor. George<br />

Wing tarafından yazılan ‘High T’, acaba<br />

‘Little Miss Shinesun’daki dayı rolü ile kariyerinde<br />

‘level’ atlamayı başaran Carell için<br />

trip ve buhran bakımından kendini gösterme<br />

şansı verecek mi?<br />

Öyle ki, Carell’in ‘Bruce<br />

Almighty’deki birkaç<br />

dakikalık görüntüsü onu öyle<br />

sevilen bir yüz haline getirdi<br />

ki filmin devamı niteliğindeki<br />

‘Evan Almighty’de başrolü<br />

üstlenmesini de sağladı ve<br />

şöhret basamaklarını hızla<br />

tırmanan bir komedi<br />

sanatçısı unvanını da taşır<br />

oldu. Steve Carell’ın, ‘hiçbir<br />

harekette bulunmadan<br />

komik olma’ geleneğini<br />

devam ettiren bir isim<br />

olduğunu da iddia edebiliriz.<br />

İfadesiz yüzü, sert görünüşü<br />

ve sivri dili ile aşırı ciddiyeti<br />

komik hale getiren bir tarzı<br />

var Carell’in. ‘40 Yıllık<br />

Bekâr’da canlandırdığı<br />

donuk, derdini ağzından<br />

çıkan sözlerle değil de<br />

bakışlarıyla anlatan karakter<br />

aslında Carell’ın esas komedi<br />

anlayışını temsil eder gibi.<br />

Carell’ın ‘Little Mis Sunshine


Aydın Bulut’un yıllar yıllar<br />

önce çekmeyi tasarladığı<br />

ama bir türlü olamayan<br />

projesi nihayet start aldı. O<br />

zamanki oyuncular ve<br />

koşullar farklıydı. Şimdikiler<br />

farklı… İstanbul’ın etrafını<br />

çeviren varoş insanlarının<br />

yaşantısının anlatılacağı<br />

filmde Umut Kurt, İsmail<br />

Hacıoğlu, Taner Barlas,<br />

Mehmat Ali Nuroğlu, Eşyan<br />

Özhim rol alıyor.<br />

İki Süper Film Birden ve Plajda filmlerinden<br />

tanıdığımız Murat Şeker’in yeni<br />

filmi Aşk Tutulması. Romantik komedi<br />

tarzında çekilen film, aşk ve tutulma hallerini<br />

en eğlenceli biçimiyle ele alıyor.<br />

Filmde Tolgahan Sayışman fanatik bir<br />

futbol taraftarını canlandırırken Fahriye<br />

Evcen ise aşka küsmüş işkolik bir sigortacıyı<br />

oynuyor. Bakalım iki farklı insan<br />

aşk tutulması yaşayabilecekler mi? Filmin<br />

140 kopya ile 31 Ekim’de vizyona girmesi<br />

planlanıyor.<br />

Türk sineması bir yandan festivaller<br />

için film çekerken, bir<br />

yandan da sinemanın komedi<br />

kanadı da ihmal edilmiyor.<br />

Avanak Kuzenler tam da bu<br />

yolun yolcusu bir film. Jön,<br />

Mucit ve Saldıray lakaplı üç<br />

kuzenin maceralarının<br />

anlatıldığı filmin çekimleri<br />

tamamlandı. Oğuzhan<br />

Tercan’ın yönettiği filmde<br />

Yağmur Atacan, Paşhan<br />

Yılmazel ve Alp Kırşan<br />

başrolde… 26 Eylül’de vizyona<br />

girecek olan filmde bakalım üç<br />

avanak kuzenin başından<br />

geçenler bizi güldürecek mi?


Raşit Çelikezer ilk sinema<br />

filmi. Şu günlerde harıl harıl<br />

çekimleri yapılıyor. Katmanlı<br />

ilerleyen öykü aslında üç<br />

kişinin hayatına gelip odaklanıyor.<br />

Yaşlı ve aksi bir yaşlı<br />

adam, hayatın çıkmazlarında<br />

çıkış arayan bir kadın ve hayatın<br />

başında bir genç…<br />

Bakalım hayat onlar için bir<br />

çıkış yaratabilecek mi?<br />

Bennu Yıldırımlar, İsmail<br />

Hacıoğlu ve Köksal<br />

Engür başrolde.<br />

Vizyon için verilen<br />

tarih 2009…<br />

Ülkemizin ilk yerli otomobili ‘Devrim’i konu<br />

alan ‘Devrim Arabaları’ çekildi. Tolga<br />

Örnek’in yönettiği film ‘Devrim’i üretme azmi<br />

gösteren 23 mühendisin öyküsünü anlatıyor.<br />

Filmde aralarında Taner Birsel, Halit Ergenç,<br />

Vahide Gördüm, gibi sanatçılar rol alıyor.<br />

Filmde, dönemin Cumhurbaşkanı olan ve<br />

''Yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreden''<br />

Cemal Gürsel'i Sait Genay canlandırıyor.<br />

Film 24 Ekim’de vizyona girecek.<br />

Bir süredir 57. Alay’ın sinemaya<br />

uyarlanacağı konuşuluyor.<br />

Sonunda en azından<br />

senaryo startı verilmiş.<br />

Turgut Özakman başkanlığında<br />

bir ekibin yazdığı<br />

filmin çekimlerine 2009’da<br />

başlanması planlanıyor.<br />

Mustafa Kemal himayesindeki<br />

19. Tümenin üçüncü<br />

alayı olan 57. Alay’ın<br />

direnişi ve tümüyle yani 628<br />

askerin ölmesi üzerine tarihe<br />

geçe bir olay… Film için<br />

Mel Gibson ve Russel<br />

Crowe’a teklif götürülmüş<br />

bildiğim kadarıyla…<br />

*Ölü Toprağı isimli filmin çekimleri<br />

tam gaz devam ediyor. Konu Kıbrıs’ta<br />

yaşananlar olunca devlet erkanı filme<br />

sponsor olmuş!<br />

* Şafak Sezer yeni sezonda başrollerini<br />

Emrah ve Semih Saygıner’le paylaştığı<br />

adı şimdilik ‘İkili Oyun’ ya da<br />

‘Kolpaçino’ olan filmin çekimlerine<br />

başlıyor…<br />

Müslüm Yücel ‘Türk Sinemasında<br />

Kürtler’ adlı kitap çalışmasıyla<br />

Kürtlerin Türk sineması içinde ilk<br />

defa ne<br />

zaman yer<br />

aldıklarını<br />

inceliyor. 1990<br />

sonrasında<br />

açığa çıkan<br />

Kürt kimliğinin<br />

sinemaya<br />

yansımasını<br />

irdeliyor…<br />

Documantarist’in açılışında<br />

Tony Gatlif’in kızı Elsa<br />

Dahmani vardı. Dahmani’nin<br />

iki belgeseliyle açıldı festival.<br />

BBB: Bir Çeşit Ev, Balkan<br />

Beat Box grubunun konserinin<br />

perde arkasın anlatan<br />

yarım saatlik bir belgeseldi.<br />

Diğeri de ünlü Roman grubu<br />

Taraf de Haidoks’un turne<br />

görüntüleriydi…


Aktör Tuncel Kurtiz<br />

Tuncel Kurtiz''in kişiliği ve ondan güç alan eğitilmiş<br />

ve de eğitilmeye gerek duymayan<br />

yeteneği, onu filmlerde yönetmeye çalışanlar<br />

için adela bir.Tsunami gibidir. Ne ondan kaçabilir<br />

ne de karşı koyabilirsiniz. Büyüklüğü,<br />

görünüşü ve hiçbir koşulda sınır tanımayan o<br />

kendine özgü çocuksu ama gürleyen özgürlüğü<br />

ezer geçer sizi... Siz mi onu yönetirsiniz,<br />

yoksa o mu sizi yönetir, hiç bilinmez...<br />

Onun; her filminin her karesinde, kendisi, adı<br />

konulmamış kuralları ile bildik, denetim ve<br />

disiplinleri asla kabullenmeyen bir başına<br />

buyrukluğu vardır çünkü (ya da bize öyle<br />

gözükür). Burçak Evren'in dev aktör<br />

Tuncel Kurtiz üzerine hazırladığı kitap<br />

sanatçının, hayatını ve oyunculuk serüvenini, her yerde<br />

kolay kolay bulamayacağınız fotoğraflar eşliğinde, aktarıyor.<br />

Altın Koza Yayınları / 252 Syf.<br />

Sinema<br />

Sanat›na Girifl<br />

Sinema tarihçisi Nijat Özön, sinema sanatının dinamiklerini<br />

bir araya getiren temel bir kitap hazırladı. Sinema meraklıları<br />

ve öğrencileri için yararlı ve kullanışlı olmasına<br />

özen gösterilen Sinema Sanatına Giriş, yüzyıllık tarihi<br />

boyunca sinemasal deneyimleri kategorize ediyor ve bir<br />

sanat olarak temel öğelerine ayrıştırıyor. Sinemanın tarihi,<br />

dili, gereçleri, teknik olanakları, görüntü ve öğeleri, yönetmen,<br />

oyuncu, sinema türleri, film okuma üzerine en rafine<br />

bilgileri yazan Özön, kitabın sonunda verdiği sinema<br />

sözlüğü ve tüm sinema kitapları kaynakçası ile de sinemasal<br />

yolculuğun önemli bir halkasını oluşturuyor.<br />

Kitap, bilinçli bir sinema izleyicisi yaratmanın yanı sıra<br />

yönetmen adaylarına diğer sanatlarla sık sıkıya bağlı bir<br />

mecraya hazırlıyor.<br />

Agora Kitaplığı / 323 Syf.


2008’in Oscar Ödüllü en başarılı filmlerinden biri olan “There<br />

Will Be Blood” gitarist Jonny Greenwood’un müziklerini yaptığı<br />

soundtrack albümü ile karşımızda. Başrolünde, son<br />

Oscar’ını bu filmle kazanan toplam dört Oscar’lı Daniel Day<br />

Lewis’in oynadığı 20. yüzyıl Amerika’sında geçen bir dramdı,<br />

“There Will Be Blood”, Türkçe deyişiyle “Kan Dökülecek”.<br />

Müziklerini Rolling Stones’un, Tüm Zamanların En İyi 100<br />

gitaristleri arasında 59. sırada gösterilen ve Radiohead’de de<br />

gitaristlik yapan Jonny Greenwood’un üstlendiği albümde 11<br />

Greenwood bestesi yer alıyor. Albümde müzikleri BBC<br />

Concert Orkestrası ve London Sinfonietta yorumluyor.<br />

1.Open Spaces<br />

2.Future Markets<br />

3.Prospectors Arrive<br />

4.Eat Him By His Own Light<br />

5.Henry Plainview<br />

6.There Will Be Blood<br />

7.Oil<br />

8.Proven Lands<br />

9.HW / Hope of New Fields<br />

10.Stranded The Line<br />

11.Prospectors Quartet

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!