04.08.2017 Views

Tekfirin Hakikati

Mektebe -> Kitablarımız -> Tekfirin Hakikati (Tarık Ebu Abdullah)

Mektebe -> Kitablarımız -> Tekfirin Hakikati (Tarık Ebu Abdullah)

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Tekfirin

Hakikati

“Tekfir Şer’i Bir Hükümdür”

Tarık Ebu Abdullah


İÇİNDEKİLER

Mukaddime 5

Önsöz 7

Birinci Mukaddime : Beyan (İslam Dilinin Belağatı) 9

İkinci Mukaddime: Şer’î Ahkâmın Beyan Kaideleri 25

Üçüncü Mukaddime: İstihsan Hakkında 37

Birinci Kısım: (Fasıl) Bir Şeyin Hakikati Nedir? 45

İkinci Kısım: (Fasıl) Tekfir Şer’î Hükümdür Ne Demek? 71

Fasıl: İlahi Hükmü Zannetmek Kime Caizdir? 93

Fasıl: Bazı Şüphelere Cevap 129


Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin

ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir

düşmandır. O size yalnızca kötülüğü, fahşiyatı hâyâsızlığı ve Allah’a

karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal,

buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.

Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.


Tekfirin Hakikati 7

بمس الهل الرمحن ي الرح‏

و به ي ن نستع‏

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına

salât ve selam olsun. Sonra…

… Aslında bu risaleye “Tekfir Allah’ın hükmüdür” ismini verecektim

fakat yanlış anlamalara yer vermemek için bundan vazgeçtim.

Fakat işin hakikatine bakılırsa bu ifade daha isabetli olacaktı.

Evet! Tekfir Allah (azze ve celle)’nin hükmüdür… Bu ne demek? Âlemlerin

Rabbi olan Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın bir kişiye veya topluluğa

kâfir hükmünü vermiş olduğunu haber vermek demektir. Şu hâlde

bir kimse bir kişiyi küfre nispet edecek olursa, o kişinin Allah indinde

kâfir olduğundan emin olması lazım ki Allah (subhanehu ve teâlâ)

hakkında ilimsiz konuşmuş olmasın. Zira bu, O’nun adına konuşmaktadır.

O’nun (celle ve âlâ) bir şahıs hakkında verdiği hükmünden

haber vermektedir. O’na yanlış bir söz nispet etmek ne büyük bir

hüsrandır.

Hükmetmek sadece Allah (azze ve celle)’nin mülküdür. Hiç kimsenin

bunda O’na ortaklığı yoktur. Ne mukarreb bir meleğin ne mürsel

Nebi’nin ve ne de müctehid bir âlimin… Bırak cahili. Dünya ve

ahirette iflas etmek istemeyen bu alanda cesaretli olmasın. Helal ve

haram kılmak sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya ait olduğu gibi, müslümanı

ve kâfiri belirlemek de sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’ya aittir.

Bunun için bu küçük risaleyi yazdım. Gayem tekfir mevzusunu

fıkhi mahiyetiyle incelemek değildir. Gayem, Allah (subhanehu ve

teâlâ)’nın tevfiki ve inayetiyle, âcizane anladığım kadarıyla bu meselenin

hakikatinden bahsetmektir.


8

Tarık Ebu Abdullah

Maksudun anlaşılması için birkaç aslın bilinmesi kaçınılmazdır.

Bunun için asıl mevzuya girmeden evvel bu asılları mukaddimeler

olarak işledim.

Ayrıca bahse girmeden evvel şu hususları tembih etmeyi de

önemli buluyorum:

Birinci husus: Risalenin ilk kısmı konunun doğru anlaşılması

için zemini oluşturan asıllar ihtiva etmektedir. Sonraki kısımlar bu

asıllara bina eden fasıllardan ve istidlallerden ibarettir. Bunun için

okuyucunun risalenin tümünü okuması gerekir.

İkinci husus: Risalenin üslubu sonrakini evveline bina etmek olduğundan

ötürü risalenin ilk kısımlarında söylenilenler sonraki kısımlarda

tavzih ve tafsil edilecektir. Okuyucunun, belki ilkinde anlayamadığı

hususlar risalenin sonraki kısımlarında kendisine anlaşılır

hâle gelecektir. Bunun için risaleyi baştan sona kadar okumadan ara

yargılara varılmamasını önemle tavsiye ederim.

Müslümanları cihadtan nefret ettiren onları korkutan ve cihadı

sanki ölümmüş gibi tasavvur eden, kadınların dul çocukların yetim

olması olarak gösteren kişiler ile bu geçen hikmetli söz arasında ne

kadarda büyük bir fark var.

Tarık Ebu Abdullah


Tekfirin Hakikati 9

بمس الهل الرمحن ي الرح‏

ÖNSÖZ

Allah’a hamd ve Rasûlü Muhammed’e, ehli beytine ve ashabına

salât ve selam olsun. Sonra…

İlmin azalması, cehaletin çoğalıp yaygınlaşması, ilmin küçüklerde

(ilmi yetersizliği olanlar) aranması kıyamet alametlerindendir.

Hiç şüphe yoktur ki başımıza gelen her bir felaket ve musibetlerin

sebepleri vardır. Hidayetten uzaklaşmak, dalalet ve yanlışlara düşmek,

cahillerin alimleri itibarsızlaştırıp dil uzatmaları, kendilerini

o makama layık görüp o makamı işgal etmeleri, dinin her alanında

fetva vermeleri, kanlar, mallar ve ırzlar konusunda ahkam keserken

cesur olmaları ve dinleyen kitleler bulmaları bu asırda başımıza gelen

felaketlerden bir tanesidir.

Alimlerin azlığı ve yok oluşları, onların konumuna cahil insanların

gelmesi belanın büyüklüğünü göstermektedir. Resulullah (sallallahu

aleyhi vesellem) şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki Allah ilmi insanlardan söküp almaz, ancak ilmi alimlerin

canını alarak alır. Hiçbir alim bırakmayınca insanlar cahil başlar (liderler)

edinir, onlar sorulurlar ilimsiz fetva verirler. Böylece hem saparlar hemde

saptırırlar.” (Müslim)

Tekfir mevzusu neredeyse 1400 senedir ümmeti meşgul eden ve

usulüne göre kullanılmayınca da Müslümanlara acılar çektirmiş olan

hassas konulardan birisidir. Namazın dinimizde aslı ve temeli vardır.

Kuralları ve uygulanış şekli vardır. Namaz kural ve şekillerine göre


10

Tarık Ebu Abdullah

eda edilmezse kabul edilmeyeceği gibi, tekfirinde aslı, temeli ve kuralları

vardır. Eğer kurallarına uyulmazsa, ehil kimselerin kontrolü

dışına çıkarsa, ümmete ve bu işle meşgul olan kişiye felaketler getirir.

Dünya ve ahiretini (Allah korusun) harap eder.

Cehenneme karşı en cesur olan kişi, fetva vermede o kadar cesur

olan kişidir. Fetva, Allah’u Teala adına konuşmak ve Allah’u Teala

adına onaylamak anlamına gelmesi sebebiyle dinimize göre çok hassas

bir konumu ve mes’uliyeti vardır. Aynı şekilde bir sebepten ötürü

küfre bulaşmış bir Müslümanı tekfir edip İslam dairesinden çıkarmak,

en az fetva kadar hassas ve en az onun kadar mes’uliyeti vardır.

İşte bu can alıcı mevzuyu pek muhterem Tarık Hocam ilmi bir uslup

ve hassas bir usul ile ele almış, ilimsiz tekfir etmenin ne anlama geleceğini

ve şeriatte nasıl değerlendirildiğini izah etmiştir.

Bu hassas meseleyi anlamak ve kavramak için sabırla bu güzel

kitabı okumanızı tavsiye ederim. Rabbim hocamdan bu kıymetli kitaba

harcamış olduğu emeğini kabul buyursun, ecrini bol bol versin

ve acı halde olan İslam ümmetine hayırlara vesile kılsın. Allahumme

amin. Velhamdulillahi rabbil’alemin.

Musa Ebu Cafer


- birinci mukaddime -

BEYAN

(İslam Dilinin Belağatı)


12

Tarık Ebu Abdullah

Risalenin konusu şer’î bir hükmün hakikati olunca hakikatin neyle

beyan olacağı hususunda bir mukaddime yapmak zorunlu oldu.

Hakikatin tarifi aşağıda gelecek inşallah. Bizim için burada önemli

olan, konumuz olan tekfir hükmünün hakikatinin, bütün hükümlerin

hakikatinin ve bilumum bütün mahlûkatın hakikatinin nasıl

beyan edilmiş olduğudur.

Hakikat; hak olandır, yani yaratılmış olduğu hâl üzere olandır.

Zira hakikat, ancak varlıkta var olandır. Varlıkta var olmayanın hakikati

yoktur, o hayaldir. Bunun için ilim “şeyi vakıada olduğu hal üzere

tanımak” olarak tarif edilmiştir. Ama şeyi vakıada olduğu hâlin

dışında bir hâl üzere tanımak ise tahayyül ve cehalettir. Dolayısıyla

ilim, şeyi hakikati üzere tanımaktır.

Lakin her ilim eşyanın hakikatine isabet etmez, onu göstermez.

Çünkü eşyayı tanımak tasavvura tabidir. Bunun için insan şeyin tanımında

hakikatine isabet edebilir de etmeyebilir de veya kısmen

isabet edebilir. Binaenaleyh, şeyin hakikatini beyan edecek olan ilim

hakikati tanımaya elverişli bir ilim olmalıdır. Bunun için de hak ile

aynı kaynaktan gelmelidir. Yani eşyayı yaratan, ona hakikatini veren

tarafından gelmelidir… Semadan nazil olmuş olan bir ilim olmalıdır…

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e semadan vahyedilen ilim gibi.

Hakkı gösteren ve eşyanın hakikatini tanımlayan ilim ancak budur.

Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana da emrimizden

bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.

Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet

ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun. Göklerde

ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna götürüyorsun. İyi bilin

ki bütün işler sonunda yalnız Allah’a dönecektir.” 1 İmam Ebu’l-Fidaİbn-i

1 Eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetler


Tekfirin Hakikati 13

Kesir (rahimehullah) (Vefat H: 774) ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle

der: ““İşte Biz, böylece sana da emrimizden bir ruh” yani Kur’an’ı

“vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” yani

sana Kur’an’da tafsilatıyla vazedildiği gibi bilmiyordun. “Fakat Biz

onu”, yani Kur’an’ı “bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize

hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola”

yaratılışa uygun hak yola “götürüyorsun.” Sonra bu yolu şöyle açıklıyor:

“Göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ın yoluna”

yani Allah’ın emrettiği şeriata “götürüyorsun.” ” 2

Ve Âllame Şeyh Abdurrahman bin Nasir es-Sa’di (rahimehullah)

(Vefat H: 1376) şöyle diyor: ““İşte Biz böylece sana da emrimizden

bir ruh vahyettik.” Bu ruh Kur’an-ı Kerim’dir. Onu ruh ile isimlendirmiştir;

çünkü ceset ruh ile hayat kazanır. Bunun gibi, kalpler ve

ruhlar ve din ve dünya maslahatları Kur’an ile hayat bulur. Çünkü

onda büyük hayır ve her şeyi kuşatan bir ilim vardır… “Biz onu bir

nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz” o,

onlara küfrün, bid’atın ve helak edici hevanın karanlıklarında ışık

olur; onunla hakikatleri bilirler ve dosdoğru yola hidayet olunurlar.” 3

Ve Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Allah sana kitabı ve hikmeti

indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana

olan lütfu büyüktür.” 4

İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) (Vefat H: 310) şöyle der:

““Kitap” o, her şeyi beyan eden, hidayet eden ve öğüt verici olan Kur’an’dır.

“Ve hikmeti” yani sana kitap ile beraber hikmeti de indirmiştir. Hikmet ise,

kitapta helallerden, haramlardan, emirlerden, nehiylerden, müjdelerden ve

tehditlerden mücmel olanları açıklayandır.” 5

2 Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Dar-u Tayyibetin li’nneşri

ve’t-tevzi, ikinci baskı h.1420)

3 Teysiru’l-Kerimu’r-Rahman, eş-Şura Sûresi 52 ve 53.ayetlerin tefsiri. (Muessessetu’r-Risale,

birinci baskı h.1421)

4 En-Nisa Sûresi 113.ayet

5 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, en-Nisa Sûresi 113.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale,

birinci baskı h.1420)


14

Tarık Ebu Abdullah

Katade (rahimehullah) “Hikmet sünnettir” demiştir. İmam Malik (rahimehullah)

“Hikmet, dinde marifet ve fıkıh sahibi olmak ve ona uymaktır”

der. Ve İbn-u Zeyd (rahimehullah) şöyle der: “Hikmet, sadece onunla (sallallahu

aleyhi ve sellem) bilinmesi mümkün olan dindir. Onu onlara öğretir.” Bu

nakilleri serdettikten sonra İmam Ebu Cafer (rahimehullah) şöyle der:

“Doğrusu hikmet,Allah’ın hükümlerine ilişkin ilimdir. Bu ilim ise sadece

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in beyan etmesiyle idrak edilir.” 6

Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş,

semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Bu ilmin asılları

Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabıdır.

Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla mutabık olduğu kadarıyla

haktan bir nasibi vardır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor: “Bugün

dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size din

olarak İslam’ı beğenip seçtim.” 7

İmam Ebu Abdullah İbn-u Kayyim (rahimehullah) (Vefat H: 751)

şöyle diyor: “Kulların; ilimde, bilimde ve dost ve düşmanlıkta durumlarını

düzeltecek amellerde ihtiyaç duyacakları her şey Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve sellem)’in sünneti olan umumî risaletinde mevcuttur. Ondan başkasına

kesinlikle ihtiyaç yoktur. Muhtaç olduğumuz sadece onun getirdiğini bize

ulaştıran birisidir. Kimin kalbinde bu husus istikrar bulmamışsa onun

Rasûle imanı sağlam değildir. Bilakis mükelleflere yönelik umumî risalet ile

gönderilmiş olunmasına iman etmek nasıl vacip ise, bu hususta da umumî

risalet ile gönderilmiş olunmasına iman etmek vaciptir” Yani Rasûlallah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in vacip, haram, müstehap, mekruh ve mubah

gibi şer’î teklifleri beyan etmek üzere gönderildiğine iman etmek vacip

olduğu gibi, varlıkta var olan her şeyi de beyan etmek üzere gönderildiğine

iman etmek vaciptir. Sonra İmam (rahimehullah) şöyle devam

ediyor: ”Nasıl ki insanlardan bir kişi dahi onun risaletinden çıkamazsa,

hak da onun getirdiği ilim ve amelden çıkmaz. Bunun için onun getirmiş

olduğu ümmet için kâfidir, onun getirdiğinden başkasına ümmetin ihtiyacı

yoktur. Ancak onu (risaleti) tanımak ve fehmetmekte nasibi az olanlar, onun

6 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, el-Bakara Sûresi 129.ayetin tefsiri. (Muessesetu’r-Risale,

birinci baskı h.1420)

7 El-Maide Sûresi 3.ayet


Tekfirin Hakikati 15

getirdiğinden başkasına ihtiyaç duyarlar. Nasipsizlikleri ne kadar ise o kadar

da başkasına ihtiyaç duyarlar… Sözün özü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve sellem) bu ümmete dünya ve ahiretin bütün hayrı ile gelmiştir. Allah

onları (ümmeti), ondan (sallallahu aleyhi ve sellem) başka hiç kimseye muhtaç

bırakmamıştır. Ümmetin ondan başkasına ihtiyacı olmadığından Allah

nübüvvet müessesesini onunla hatmetmiştir ve ondan sonra kimseyi Rasûl

yapmamıştır. Bu durumda onun sahip olduğu tamamlanmış ise, kâmil olan

şeriatın haricinden gelen bir siyasete muhtaç olduğu nasıl düşünülebilir?

Veya haricinden gelen hakikate veya kıyasa veya makule muhtaç olduğu

nasıl düşünebilir? Kim bunu düşünürse o, insanların Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’den sonra başka bir Rasûle muhtaç olduklarını düşünen kişi

gibidir.” 8

Binaenaleyh, hak sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilmiş,

semadan nazil olmuş olan ilme münhasırdır. Daha evvel

de geçtiği gibi, bu ilmin asılları Kur’an, Sünnet ve Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in ashabıdır. Bütün diğer ilimlerin ancak bu üç asıla

mutabık olduğu kadarıyla haktan veya hakikati tanımlamaktan bir

nasibi vardır.

Kur’an Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın kelamıdır. Onu hakiki sûrette

Arapça konuşmuştur. Sünnet, Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in söz

ve amelleridir 9 . Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Arap idi. Ve ashabı

(radıyallahu anhum ecmain) de Arap idi.

Şu hâlde, âlemin hakikatini beyan eden ilmin dili Arapça olduğu

belli oldu.

Ve varlığın hakikatini yani hakkı ilan etmek ve yeryüzüne egemen

kılmak için Allah (celle ve âlâ) dini indirmiştir. Varlığın hakikatini

beyan eden ise Kur’an, Nebevi Sünnet ve ashabın sünnetidir… Şu

hâlde İslam’ın beyan dili Arapçadır. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

“Muhakkak ki Biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap

8 Bedeiu’l-Fevaid, 3.cüz/171,172.sayfa. (El-Mektebetu’l-Asriyye baskısı h.1424)

9 Terk ve sükûtta da ameldir.


16

Tarık Ebu Abdullah

olarak indirdik” 10 Ve şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki o (Kur’an)

âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Rûhu’l-Emîn indirdi. Senin

kalbine; uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dille.” 11

Ne Allah (subhanehu ve teâlâ) beşerin anlayamayacağı bir Arapçayla

konuşmuştur ve ne de Rasûlallah (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah (azze ve

celle)’nin buyruklarını anlaşılır bir Arapçayla aktarmaktan aciz olmuştur

ve ne de sahabe (radıyallahu anhum) Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in konuştuğu Arapça’yı anlamaktan aciz olmuşlardır.

Bilakis Allah (azze ve celle) insanlar anlasınlar diye Kendisi ve Rasûlü’nün

(sallallahu aleyhi ve sellem) diliyle hitap etmiştir. Anlaşıldığı için,

hitabın öncesini ve sonrasını aynı kabul etmemiştir. Anlaşıldığı için,

hitabın ulaştığı ve kaim olduğu insanlar bilmeseler de mükellef olmuşlardır.

Anlamaktan engelli olanlar hariç. İmam Ebu Cafer et-Taberi

(rahimehullah) şöyle der: “Allah-u Teâlâ’nın izahta mahlûkata üstünlüğü

bizzat Kendisinin mahlûkata üstünlüğü gibi olduğu malûm bir şeydir.

Ayrıca muhatabına anlaşılmayacak bir şekil de hitap edenin sözü anlaşılmaz.

Bu da malûmdur. Şu hâlde bilinmelidir ki Al lah-u Teâlâ, mahlûkatından

herhangi birine anlayamayacağı bir dilde hitap etmez. Ancak onların

anlayacağı bir dilde hitap eder. Ve kullarına ancak dilinden an layacakları

Rasûller gönderir. Zira kendilerine Rasûl gönderilen ve ilahi vahye muhatap

olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bun lar için Rasûlün

gelmesiyle gelmemesi arasında fark olmaz. Çünkü bunlar konuşulanlardan

ve Rasûllerden istifade edemezler. Allah-u Teâlâ herhangi bir fayda sağlamayan

bir hitapta bulunmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan Rasûller

göndermekten münezzehtir. Nitekim bu bizim için dahi bir eksiklik ve abesle

iştigal olur. Elbette Allah-u Teâlâ bundan beri ve münezzehtir. Bu sebeple

celle seneuhu Kur’an’da: “Biz, her Rasûlü, ancak bulunduğu kavminin

diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın” 12 buyuruyor. Ve Nebisi Muhammed

(sallallahu aleyhi ve sellem)’e şöyle buyuruyor:“Biz, sana bu kitabı

sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve

iman edecek topluma bir hidayet, bir rahmet olsun diye indirdik.” 13

10 Yusuf Sûresi 2.ayet

11 Eş-Şuara Sûresi 192-195.ayetler

12 İbrahim Sûresi 4.ayet

13 En-Nahl Sûresi 64.ayet


Tekfirin Hakikati 17

Elbette ki Kur’an’ın ne olduğunu bilmeyen kimseyi Kur’anla hidayete kavuşturmak

müm kün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir yolun

doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Allah, her

kavme gönderdiği Nebi’yi o kavmin diliyle göndermiş ve her Rasûlüne gönderdiği

kitabı da kendisine kitap verdiği Rasûlündiliyle göndermiştir. Buradan

şu anlaşıl maktadır ki Allah-uTeâlâ’nın Muhammed sallallahu aleyhi

veselem’e indirdiği Kur’an, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle indirilmiştir.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in lisanı Arapça olduğuna

göre Kur’an’nın da Arapça olduğu açıktır.” 14

Hakikatin beyan dilinin Arapça olduğu anlaşıldıktan sonra bilinmelidir

ki Allah (subhanehu ve teâlâ) bu dille istisnasız her hakikati beyan

etmiştir. (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her şeyi açıklayan

ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı

ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” 15 Ancak şu var ki hakikati değişik

beyan yollarıyla ve farklı mertebelerde açıklamıştır. Allah (celle ve

âlâ) böyle istemiş, böyle hükmetmiş ve böyle takdir etmiştir.

Nâsiru’s-Sunne İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi

(rahimehullah) (Vefat H: 204) şöyle der: “Din ehlinden birisinin başına

bir şey geldiğinde muhakkak Allah’ın kitabında ona yol gösterecek bir delil

vardır. Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor: “Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an öyle

büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan

aydınlığa, her şeye galip ve hamda lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman

için onu sana indirdik.” Ve şöyle buyuruyor: “Bu kitabı da her

şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir

rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” Ve şöyle buyuruyor:

“Sana da Kur’an’ı indirdik ki insanlara vahyedileni açıklayasın.

Belki onlar da düşünürler.” Ve şöyle buyuruyor: “İşte Biz böylece sana

da emrimizden bir ruh vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, iman nedir

bilmiyordun. Fakat Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan

dilediğimize hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir

yola götürüyorsun”… Allahmahlûkata O’na ibadet edecekleri herşeyi

14 Camiu’l-Beyan fi Tevili’l-Kur’an, 1.cilt/11.sayfa.( Muessessetu’r-Risale, birinci baskı

h.1420)

15 En-Nahl Sûresi 89.ayet


18

Tarık Ebu Abdullah

birkaç vecihten beyan etmiştir. Allah celle seneuhu böyle hükmetmiştir,

böyle takdir etmiştir:

Bu vecihlerden birincisi: Mahlûkata nass ile beyan ettiğidir. Mesela

bütün farzlarda olduğu gibi; onlara namazın, zekâtın, haccın ve orucun

farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi. Ve onlara açık ve gizli bütün

fahişatın haram olduğunu, zinanın, içkinin (hamr) ve meytenin, kanın ve

domuz etinin yenmesinin haramlığını nass ile beyan ettiği gibi. Ve abdestin

farzlarının neler olduğunu ve bunlar dışında nass ile beyan ettiği diğer

şeylerdir.

İkincisi: Kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle

beyan ettiğidir. Mesela namazların sayısı, zekâtın miktarı ve zamanları

gibi. Ve buna benzer kitabında indirdiği diğer farzlar.

Üçüncüsü: Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan ve sadece Rasûlallah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan ettiğidir. Zira Allah kitabında

Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir.

Rasûlullah’tan kabul eden, Allah’ın farz kılmasından ötürü kabul

etmiş olur.

Dördüncüsü: Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad

etmeyi)farz kıldığıdır. Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad

konusundada itaatlerini imtihan eder. Nitekim Allah Teberake ve Teâlâ

şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri

ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi

açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.” Ve şöyle buyurmaktadır: “Allah

göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek

için yaptı.”” 16 İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın sözü burada bitiyor.

“Allah mahlûkata onunla O’na ibadet ettikleri herşeyi” yani insanın ve

cinin kul olabilmesi için muhtaç olduğu her hakikati “birkaç vecihten

beyan etmiştir” yani bu muhtelif hakikatleri ilan etmek ve açıklamak

için değişik yollar kullanmıştır.

16 Er-Risale, 46-48. Sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)


ن

ي

ق ن

Tekfirin Hakikati 19

Bu yollardan birincisi “nass ile beyan ettiğidir” yani apaçık lafızlarla

beyan ettiğidir. Mesela, “Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa

bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa o zaman

mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten

ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan

ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır.

Şâyet çocuklarınız varsa o zaman bıraktığınız mirasın

sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine

getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen

bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı hâlde kelâle

olarak mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya kızkardeşi

bulunuyorsa bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir.

Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde

kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında

eşit olarak taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip

ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından

bir emirdir.”ayetinde olduğu gibi. Veya mesela, “Namazın, zekâtın,

haccın ve orucun farz olduğunu nass ile beyan etmiş olduğu gibi”.

Namazın farziyeti:

ْ ي

ْ نَ‏ أَ‏ ْ فَاع بُ‏ د ِ ي وَ‏ أَ‏ ِ ِ الصَّ‏ َ لة َ لِذِ‏ ك رِ‏

َّ

َ َ إِل

إِل

َ

َّ ُ ل

ِ ي إِنَّ‏ أَ‏ نَ‏ الل

“Şüphesiz ben Allah’ım, Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun

için Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl.” 17

‏َّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا يُقِ‏ يمُ‏ وا الصَّ‏ َ ل ةَ‏

ْ قُل لِعِ‏ بَ‏ ادِ‏ يَ‏ ال

“İman eden kullarıma söyle: “Namazı dosdoğru kılsınlar.” 18

veya

ال

ي نَ‏ كِ‏ تَ‏ ً ب ا‏ مَ‏ وْ‏

‏ًت

ْ ُ ْ ؤ مِ‏ نِ‏ قُو‏

َ

‏َت ْ ع َ ل

إِنَّ‏ الصَّ‏ ل َ َ ة َ كن

17 Taha Sûresi 14.ayet

18 İbrahim Sûresi 31.ayet


َّ

ب

َّ

ي

ف

ي

20

Tarık Ebu Abdullah

“Namaz mü’minlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” 19

Zekâtın farziyeti:

ف

‏ُل بُ‏ ُ ‏ُو‏ مْ‏ وَ‏ ِ ي‏ الرِّ‏ قَابِ‏

‏ْف َ رَ‏ اءِ‏ وَ‏ ال ي ِ ن وَ‏ الْعَ‏ امِ‏ ي نَ‏ لِ‏ عَ‏ ليْ‏ ‏َا وَ‏ ال َ ‏َّف ةِ‏ ق

‏َات

ي نَ‏ وَ‏ ِ ي‏ سَ‏ بِ‏ يلِ‏ ِ الل ِ وَ‏ ا‏ السَّ‏ بِ‏ يلِ‏ فَرِ‏ يض ً مِ‏ نَ‏ ِ الل وَ‏ الل ي ٌ حَ‏ كِ‏

َّ ُ َ علِ‏ ي ٌ

ْ ُ َ ؤل

َ

َ ة

ْ َ سَ‏ اكِ‏

ْ ن

َ ق ُ لِل ُ ق

َ مِ‏

ارِ‏

نَّ‏ َ إِا الصَّ‏ د

“Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan

görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslam’a ısındırılacaklar),

köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından

böyle farz kılındı. Allah, Alîm ve Hakîm’dir.” 20

‏ِب َ ‏ا

ُ ْ وَ‏ ي ِ مْ‏

وَ‏ الْغ

‏ُط ‏َهِّ‏ رُ‏ ه

‏َة

‏َمْ‏ وَ‏ الِ‏ ِ مْ‏ صَ‏ د

خ ْ مِ‏ نْ‏ أ

َ ق ً ت تُ‏ زَ‏ كِّ‏

“Onların mallarından sadaka al ki onunla kendilerini temizlersin,

tertemiz edersin.” 21

Orucun farziyeti:

ُ ْ ت َّ ُ ق ونَ‏

‏َت

‏َّك

ُ ْ ل نَ‏ مِ‏ نْ‏ قَبْ‏ لِك ‏َعَ‏ ل

الَّذِ‏

َ ل

ُ ذ

َ

َ َ ا ُ ك تِ‏ بَ‏ َ عل

ُ ُ الصِّ‏ يَ‏ امُ‏ ك

َ أَ‏ يُّ‏ َ ا الَّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا ُ ك تِ‏ بَ‏ ع ‏َيْ‏ ك

“Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size

de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” 22

ْ ُ د

ي‏

فَ‏ َ نْ‏

‏َانِ‏

‏ِل فِ‏ يهِ‏ ال ُ ‏ْق رْ‏ آن ً ى َّ لِلناسِ‏ وَ‏ بَ‏ َ يِّناتٍ‏ مِ‏ نَ‏ ال َ ى وَ‏ ال ُ ‏ْف رْ‏ ق

‏َّذِ‏ ي أنْ‏ ز َ

ُ ُ شَّ‏ ْ ال‏ رَ‏ فَلْيَ‏ صُ‏ مْ‏ هُ‏

شَ‏ َ مِ‏ ْ نك

ُ ُ هد

ِ د

ُ

َ ال

شَ‏ ْ رُ‏ رَ‏ مَ‏ ضَ‏ ان

“O Ramazan ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak

olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’an onda

19 Nisa Sûresi 103.ayet an ayı ki insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet

rehbe

20 Et-Tevbe Sûresi 60.ayet

21 Et-Tevbe Sûresi 103.ayet

22 El-Bakara Sûresi 183.ayet


Tekfirin Hakikati 21

indirildi. Onun için sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç

tutsun.” 23

İkincisi, “kitabında farziyetini kesinleştirdiği ama keyfiyetini Nebisiyle

beyan ettiğidir.” yani Kur’an’da icmalen beyan ettiği, ayrıntılarını ise

sünnet ile açıkladığıdır. Mesela namazın farz olduğunu Kur’an’da

beyan etmiştir ama farz olan namazın sabah, öğle, ikindi, akşam ve

yatsı vakitlerinde kılınmak üzere beş adet olduklarını Rasûlü (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle beyan etmiştir.

Ebu Hureyre (radıyallahu anhu)’dan gelen rivayete göre, Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Bu Cibril’dir; dininizi

öğretmek için gelmiştir. Sabah namazını tan yeri ağarırken kıldı.

Öğle namazını güneş batıya kayınca kıldı. İkindiyi bir şeyin gölgesi

misli kadar olunca kıldı. Akşamı güneş batınca kıldı ki o vakit

oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsı namazını güneşin

batmasından sonra ortaya çıkan kızıllığın kaybolduğu anda kıldı.

Sonra ertesi gün tekrar geldi ve sabah namazını ortalık biraz

ağarınca kıldı sonra öğle namazını her şeyin gölgesi kendisi kadar

olunca kıldı. Sonra ikindi namazını her şeyin gölgesi iki katı olunca

kıldı. Sonra akşam namazını yine aynı vakti olan güneş batınca

kıldı ki bu vakit oruçlunun orucunu açacağı vakittir. Sonra yatsıyı

vakit biraz ilerleyince kıldı ve sonra şöyle dedi: Namazlar dünkü

kıldığın vakitlerle bugünkü kıldığın vakitler arasındadır.” 24

Veya “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi

ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin,

iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.” 25 ayetiyle Allah (subhanehu

ve teâlâ) namaz için abdestin şart oluşunu ve abdestin rukünlerini

nass ile belirlemiştir lakin abdest azalarının kaç defa yıkanacağını,

dirseklerin yıkama emrine dâhil olup olmadıklarını veya başın nasıl

ve kaç kez mesh edileceğini sünnetle beyan etmiştir.

23 El-Bakara Sûresi 185.ayet

24 Sunenu’n-Nesei, 502.hadis

25 El-Maide Sûresi 6.ayet


22

Tarık Ebu Abdullah

Üçüncüsü, “Allah’ın hükmü hakkında nassı olmayan” yani lafzen

Kur’an’da hiç beyan edilmemiş, “sadece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in

sünnetiyle beyan” etmiş olduğudur. Bu hükümleri her ne kadar

Allah (subhanehu ve teâlâ) lafzen Kur’an’da beyan etmemiş olsa da Rasûlü

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle beyan etmiştir. Mesela

isticmar ve istinca ile taharetlenmek gibi veya evcil eşeklerin etlerin

haramlığı veya altın takıların ve ipeğin erkeğe kullanımının haram

kılınmış olması gibi. “Allah, kitabında Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e

itaat etmeyi ve hükmüne gitmeyi emretmiştir.” Dolayısıyla bu hususlarda

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e itaat etmek doğrudan Allah (azze ve

celle)’ye itaat etmektir. Allah (celle ve âlâ) şöyle buyuruyor: “Kim Rasûle

itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” 26

Dördüncüsü, “Allah’ın mahlûkata ulaşmakta çaba sarf etmeyi (ictihad

etmeyi) farz kıldığıdır” yani bu mevzular ne Kur’an’da lafzen veya icmalen

ve ne de Kur’an’da manen ve sünnette lafzen ve ne de mücerred

sünnette beyan edilmemişlerdir. Bilakis bu mevzularda hakkın

beyan olması için Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına çaba sarf etmeyi,

ictihad etmeyi emretmiştir. Hakkın bu beyan yoluna İmam eş-Şafii

(rahimehullah) kıble emrini misal gösteriyor ve “Her nereden yola çıkarsan

yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir ve her nerede olsanız

yüzünüzü ona (Mescid-i Haram’a) doğru çevirin ki insanlar için

aleyhinizde bir delil olmasın.” ayetini getirdikten sonra şöyle diyor:“Mescidu’l

Haram’ı göremedikleri zaman, eşyayı zıddından temyiz

etme yeteneğine sahip olan akıllarıyla ve alamet olarak belirlediği şeylerle

yön olarak emrettiği Mescidu’l Haram’ı ictihad ederek bulmayı göstermiştir.

Nitekim şöyle demiştir: “Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız

diye yıldızları sizin için yaratan O’dur.” Ve şöyle demiştir:

“Daha birçok alametler yarattı. İnsanlar geceleyin de Allah’ın yarattığı

yıldızlarla yönlerini bulurlar.” Alametler, dağlar ve çıkış yerleri

muhtelif de olsa isimleri belli olan gece, gündüz, esen rüzgârlardır. Ve güneş

ve ay ve gökyüzünde yerleri belli olan, nereden doğdukları ve nereden battıkları

bilinen yıldızlardır. (Bu alametlerle yönü tayin etmekte) İctihad ederek

Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru

çevirmelerini emretmiştir. Yoksa Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri

26 En-Nisa Sûresi 80.ayet


Tekfirin Hakikati 23

zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın dememiştir. Böylece (ictihad ederek)

celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba sarf

edenler olmuşlardır. Bu hususta Allah onlara hükmünü şöyle haber verir:

“İnsan سُ‏ ً دى (sude) bırakılacağını mı sanır?” السُ‏ َ دى (es-sude)” emir ve

nehiyle muhatap olmayandır. Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in

dışında hiç kimsenin istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç

kimseye güzel ve doğru bulduğu ile (istihsan ile 27 ) konuşmak caiz değildir ki

şüphesiz istihsan ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.”

28

“Allah diğer farz kıldıklarıyla imtihan ettiği gibi ictihad konusunda da

itaatlerini imtihan eder.” yani hakikatin bu cihetten beyan edilmesini

Allah (subhanehu ve teâlâ) kullarına imtihan vesilesi kılmıştır. Elbette

tüm kemal sıfatlarla mevsuf olan Allah (celle ve âlâ) her şeyi herkese

ihtimallere mahal bırakmadan apaçık nasslarla beyan edebilirdi.

Fakat O (subhanehu ve teâlâ) böylece kullarının itaatini ve hak menhece

bağlılıklarını imtihan etmek istedi. O (azze ve celle) şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki Biz, içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya

ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar

sizi deneyeceğiz.” 29 Ve şöyle buyuruyor: “Allah (bunu) göğüslerinizin

içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı”

30 Ve “Sana bu Kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı

muhkemdir (apaçık, ihtimalsizdir) ki bu ayetler Kitabın anası

(aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih (apaçık olmayan, birden

fazla mana ihtimalleri olan) ayetlerdir. Kalplerinde kaypaklık

olanlar sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyiflerine göre tevil

yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler.” 31

Elbette Allah celle celaluhu قُ‏ رُ‏ وءٌ‏ (kuru) kelimesinin lügatte hem

hayız ve hem de temizlik manalarına geldiğini biliyordu. Buna rağmen

boşanmış kadının iddetini bu iki zıt manaya gelen kelimeyle

27 İstihsan’ın ne olduğu sonra gelecek inşallah.

28 Er-Risale, 48-50. sayfalar. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)

29 Muhammed Sûresi 31.ayet

30 Al-i İmran Sûresi 154.ayet

31 Al-i İmran Sûresi 7.ayet


َ

ِ ب

ن

ِ ي

َ

24

Tarık Ebu Abdullah

َ ق

ْ ُ ط َ اتُ‏

“Boşanan kadınlar kendi وَال

kendilerine üç âdet süresi beklerler.” 32 Boşanmış kadının bekleyeceği

iddet süresi üç hayız dönemi midir veya üç temizlik dönemi midir?

Allah (subhanehu ve teâlâ) elbette muradını apaçık bir surette beyan

eden hayız veya taharet kelimelerini de konuşabilirdi. Tüm kusurlardan

ve abeslikten münezzeh olan Allah (celle ve âlâ)’nın burada bu kelimeyi

konuşmuş olmasının tek izahı, kullarının hakkı ortaya çıkarmaları

için cuhd etmelerini murad etmiş olmasıdır.

‏َّق

‏َل

‏ُرُ‏ وء.‏belirlemiştir

‏َلثَة

‏ُسِ‏ ِ نَّ‏ ث

‏ْف

أَن

تَ‏ َ يَ‏ بَّصْ‏ نَ‏

Veya şefaatçiler edinerek onlara ibadet eden ve bunları Allah (azze

ve celle)’ye yakınlaşmak için vesile olarak değerlendiren bir topluluğa

hitap eden her şeyi bilen ve kâmil ve hikmet sahibi olan Allah celle

celaluhu bu topluluğun “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na

yaklaşmak için vesile arayın” 33 ve “Onların yalvardıkları Rabblerine

daha yakın olmak için vesile ararlar.” 34 kavlini, şirklerini insanlar

indinde müdafaa etmek ve meşrulaştırmak ve yaymak için kullanacaklarını

elbette biliyordu. Belağatında zatı gibi kâmil olan Allah (celle

ve âlâ) elbette muradını böyle bir ihtimale mahal vermeden de beyan

edebilirdi. Lakin kaypak kalplerin zahir olmasını istedi.

Gözler‏“لَ‏ O’nu idrak edemez ama ت ْ ُ رِك ُ ه ال ُ ال

O tüm gözleri idrak eder” 35 ve لَنْ‏ Dedi‏“قَال ki: Beni katiyyen

göremezsin” 36 ayetlerini bazılarının Ru’yetullah’ı inkâr etmek için

kullanacaklarını elbette biliyordu.

تََ‏ ا‏

‏ُد

أَبْصَ‏ ارُ‏ وَ‏ ُ ه وَ‏ ْ يُد رِ‏ ك

أَبْصَ‏ ارَ‏ Veya

Buna birçok misal verebiliriz ama maksudun anlaşılması için bu

kadarı kâfidir.

Birinci önemli asıl olarak takdim ettiğimi şöyle hulasa edebiliriz:

Allah (subhanehu ve teâlâ) istisnasız bütün hakikati beyan etmiştir. Kimisinin

delaletini kat’i bir surette, ihtimallere mahal bırakmadan beyan

etmiştir ve kimisini değil. Her halde hakikatleri kulunu hidayet

32 El-Bakara Sûresi 228.ayet

33 El-Maide Sûresi 35.ayet

34 El-İsra Sûresi 57.ayet

35 El-En’am Sûresi 103.ayet

36 El-A’raf Sûresi 143.ayet


Tekfirin Hakikati 25

etmek için ama aynı zamanda imtihan etmek için beyan etmiştir.

Beyanının her bir türü kulların sadakatlerini ve itaatlerini denemek

içindir ama muhakkak en çetin imtihan beyan, yolların dördüncüsü

olan, hakkın izharı için ictihadı emrettiği beyan mertebesi için söz

konusudur. Zira hakkın tayininde beşere şahsi telakki ve tasavvur

payı bırakılmıştır.Bunun için beyanın sahih anlaşılması için telakki

ve tasavvura yön veren ve fıkhı (yani anlayışı) sağlayan beyan kaideleri

sahih (hakikate uyumlu) olması lazımdır. Beyan kaidelerin sahih

(hakikate uyumlu) olması için sahih (hakikate uyumlu) ilimden istikra

edilmiş (çözümlenmiş) olması lazımdır. Sahih (hakikate uyumlu)

ilim ise daha evvel izah edildiği gibi Kur’an, sünnet ve sahabedir.

Binaenaleyh, ilahi muradı sahih bir surette beyan edecek kaideler

ancak bu üç kaynaktan inşa edilen kaidelerdir.

* * *


- ikinci mukaddime -

Şer’î Ahkâmın

Beyan Kaideleri


28

Tarık Ebu Abdullah

Risaleye giriş kısmında dediğim gibi, gayem tekfir mevzusunu fıkhi

tafsilatıyla tatbiki cihetten kaleme almak değildir. Gayem, şer’î

hükmün ve bil husus tekfir hükmünün hakikatinin hangi beyan kaidelerine

göre anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktır. Hakikat şu ki,

bu kaideler hususunda İslam uleması arasında ciddi ihtilaflar vardır.

Bu risalenin esnasında bu ihtilafları çokça göreceksin. Genelde bu

ihtilafları zikretmekle yetindim. Ama söz konusu olan bu ihtilafları

kabul veya reddetmeden veya aralarında tercihte bulunmadan sadece

zikretmem onları kabul ettiğim manasına gelmez. Lakin bu ihtilaflar

vakıada var olan ve doğru veya yanlış şer’î hükmün tasavvuruna

müessir ihtilaflardır. Bunun için de şer’î hüküm beyan edenler veya

hatta insanları şer’î bir hüküm vermekle mükellef kılanlar makbul

ihtilafı merdud olandan veya makbul ihtilaflardan racih olanı temyiz

edebilmelidirler. Veya nerede susmaları gerektiğini bilmelidirler.

El-muhim, bu bahiste (tekfir şer’î bir hükümdür) önemli bir mukaddime

olarak gördüğüm bir husus var: Bu ihtilafların şer’î nassların

fehmedilmesindeki tesirlerinin menşei ve mahiyeti. Şöyle ki,

Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın insanlığa inzal ettiği hidayetin iki masdarı

Kur’an ve Sünneti anlamakta İslam ümmeti içinde iki medrese varid

olmuştur. Birincisi eser medresesi ve ikincisi akıl medresesidir. İki

medrese de Kur’an’ın telakki masdarı olduğunda hemfikirdir. Lakin

Nebevi sünnetin ve Kur’an ve Sünneti fehmetmekte evvelen sahabe

ve sonra sahabeye tabii olan Ehl-i Sünnet ulemasının ne kadar

masdar olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Eser, yani hadis ehli

medresesi dinin imani ve ameli 37 mevzularında istidlal masdarı olarak

Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarını esas almıştır 38 ve bunun mukabilinde

kıyas gibi akli delilleri ancak ağır şartlarla kabul etmiştir.

37 Burada kastettiğim şeri ahkâmdır. Yoksa amel de imandır.

38 Başka bir tabirle dinin fer’î meselelerini arz edecekleri külli kaideleri Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in ve sahabenin (radıyallahu anhu)m’un fetvalarından edinmişlerdir.


Tekfirin Hakikati 29

Akıl yani rey ehli medresesi ise dinin imani ve amelî mevzularında

Kur’an, hadis ve sahabe fetvalarıyla delil getirseler de nakli delillerin

kabulünü ağır şartlara bağlamışlardır 39 ama kıyas gibi akli delillerin

önünü ciddi anlamda açmışlardır ve bunun için birçok imani ve

amelî meselede Nebevi ve sahabenin sünnetini terk etmişlerdir ve

meselede varid nasslara bedelen kıyas ve istihsan ile hükme varmışlardır.

Bu durum iki medrese arasında ciddi bir husumete sebebiyet

vermiştir. Hadis Ehli Rey Ehli’ni sünneti küçümseyen ve sünnete

tabi olmayan, bunun yerine sünnette var olmayan veya hatta sünnete

muhalif olan hükümler ihdas eden bid’at ehli olarak kötülemiştir.

Rey Ehli de Hadis Ehli’ni dinini zayıf ve müteariz rivayetlere istinat

eden, ilimden anlamayan ve akıllarından istifade etmesini bilmeyen

çapulcular olarak kötülemiştir. Özellikle Hadis Ehli’nin Rey Ehliyle

cedel meclislerinde bir araya gelmekten içtinap etmesi sebebiyle akıl

medresesi şüphelerini ve görüşlerini kolayca geliştirebilmiş ve yaymıştır.

Her ne kadar İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii el-Muttalibi

(rahimehullah) ve İmam Ahmed bin Hanbel eş-Şeybani (rahimehullah)

(Vefat H: 241) ile Hadis-Ehli Rey Ehli’ne karşı bir müddet muzaffer

olmuş olsa da özellikle Aristo mantığının fıkıh usulüne girip hâkim

olmasıyla akıl medresesi İslam ümmetine bugüne kadar galip gelmiştir.

40 Bunun için şer’î ahkâmı beyan etmek için hâlihazırda varid

kaideleri, başka bir tabirle fıkıh usûlünü vakıada olduğu gerçeği

ile değerlendirmek lazım. Gerçek de şu ki, bugün cumhurun -yani

Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri- ve Hanefi mezhebinin sahip

olduğu usûl, ilahi hitabı Aristotales’in lügatıyla anlamaya çalışmalarıdır.

Bundan ötürü cumhurun usûlde mezhebine “Medresetu’l-Mutekellimin”

yani kelamcılar (Eş’ari ve Mutezile) ekolü denilmiştir. Ve

her ne kadar Hanefilerin usûlde mezhebi kelamcılar ekolü değil de

“Medresetu’l-Fukeha” yani fukeha ekolü olarak isimlendirilse de tesmiyedeki

bu ayrılık istidlalde akla verilen konumdan değil, istinbat

39 Akıl menşeili zabıtlar ve külli kaideler tespit edip fer’î meseleleri bu kaidelere göre

hükme bağlamışlardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve sahabe (radıyallahu

anhu)m’dan gelen nakilleri ancak bu kaidelere uyumlu oldukları kadar kabul etmişlerdir

veya tevil ederek uyumlu olmalarını sağlamışlardır.

40 Aristo mantığı fıkıh usûlüne girmeden evvel dinin usûlüne yani iman mevzularına

girmiştir ve bütün imamların kötülükledikleri ve sakındırdıkları kelam ilmi ümmetin

başına bela olmuştur.


30

Tarık Ebu Abdullah

kaidelerini kendi hocaları Ebu Hanife (rahimehullah) ve ashabının fetvalarından

istikra ve tetebbu’ yoluyla çıkardıklarından dolayıdır.

Bilakis Hanefi mezhebi, akli delilleri ve özellikle istihsanı ve kıyası

istidlallerinde çokça kullanmasıyla maruftur. O kadar ki Ebu Hanife

(rahimehullah) Rey Ehli’nin imamı olarak tanınmıştır.

Aristo mantığının dört mezhebin fıkıh usûlüne ne kadar işlediğini

anlamak için bu ilimde esas aldıkları kitaplara bakmak yeterlidir.

Cumhurun mezhebinde esasi kitaplar Ebu Hamid el-Gazali’nin

“Mustasfe”si, Ebu’l-Meali el-Cuveyni’nin “Burhan”ı ve Ebu’l-Huseyn

el-Basri’nin “Mutemed”idir. El-Gazali ve el-Cuveyni’nin kelam ilminde

ve mantıkta öncü konumları maruftur. Ebu’l-Huseyn’e gelince,

o Mutezile’dir. Bundan sonra cumhurun usûlünde telif edilmiş

Fahruddin er-Razi’nin “Mahsul”ü, Ebu’l-Hasan el-Amidi’nin “İhkam”ı,

Şihabuddin el-Karrafi’nin “Tenkih”i ve “Mahsul şerhi” veya

Nâsiruddin el-Beydavi’nin “Minhac”ı gibi vazgeçilmez kitapların

hepsi bu üç kitabı kaynak edinmiş ve üzerinde tavzih, telhis, ihtisar

veya iktibas çalışmaları yapmışlardır. Hanefilere gelince, usullerini

belirleyen esasi kitaplar Ebu Bekr el-Cessas’ın “Fusul”ü, Ebu’l-Hasan

Ubeydullah el-Kerhi’nin “Risale”si, Ebu Zeyd ed-Debusi’nin “Tesis”i

ve “Takvim”i ve Ebu Bekr es-Serahsi’nin “Usûl”ü gibi kitaplardır.

Fakat birinci mukaddimede geçtiği gibi İslam Dini’nin beyan dili

Arapça’dır. Dolayısıyla maksudunu doğru anlamak için elbette Arapça

kelamı Arabın üslûbu ve mizanıyla anlamak lazım, antik cahil 41

Yunan’ın fehimiyle değil.

41 Burada cahilden kastettiğim bilgisiz olduğu değildir. Lakin semavi bir kitaba ve mürsel

bir Nebi’ye tabii olmadığından ötürü hakkı batıldan ayırt edemeyen hidayetten yoksun

bir cahil olmasıdır.


Tekfirin Hakikati 31

Aristo’nun Dili

Ömer (radıyallahu anhu)’nun hilafeti döneminde başlayan fetihler

neticesinde birçok acem bölgeleri fethedildi ve İslam dünyanın dört

bir yanına yayılmaya başladı. Bu, Arap-İslam topluluğun Arap olmayan

milletlerle ve bu milletlerin dilleri ve kültürleri ile temasa ve

bilgi alışverişine sebep oldu. Yabancı kitaplar Arapça’ya tercüme edilerek

ulemaya sunuldu. Daha henüz hicretin birinci asrında Logik

veya Analitik diye bilinen, antik Yunanistan’dan gelen ve düşüncenin

kalıplarını tayin eden bu bilim İslam âlemine Mantık ismiyle giriş

yaptı. 42 Yabancı ve İslam’ın istidlal masdarlarından birisi olmamasına

rağmen tez kabul gördü ve özellikle ikinci asırda güçlü bir varlık

gösteren Mutezile fırkasının vesilesiyle İslam uleması arasında ciddi

bir şekilde yayıldı. Hatta dördüncü asırdan sonra mantık umumen

İslam ulemasının itikad ve fıkıh usûlünde düşüncelerini düzenleyen

ve belirleyen bilim oldu. Mantık, ilimlerin ilmi 43 , ilimlerin başı 44

gibi unvanlar almaya başladı. Artık İslam ulemasına “Mantık’ı bilmeyenin

düşüncesine itibar edilmez” sözü hâkim olmuştu. İslam

ümmetinde varid olan bütün sapmalara -ister dinin aslında ister

dinin ferinde olsun- İslam ulemasının İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın

dediği gibi “Kur’an’ın lügatini bırakıp Aristo’nun lügatini almaları” sebep

olmuştur. Zira Mantık, insanın tasavvurunu, tasdikini ve istidlalini

belirlediği kalıplara ve kanunlara göre tayin eden hâkim bir yasalar

sistemidir.

42 Müslümanların antik Yunan ve Roma felsefesiyle tanışması özellikle Şamlı Hristıyanlar,

Süryaniler vesilesiyle gerçekleşmiştir. Yunanca ve Süryanice’den ilk kitap tercümeleri

Halid bin Yezid bin Muaviye (Vefat H: 85) zamanında yapılmıştır. Sonra Abbasiler zamanında

tercüme faaliyetleri hız kazanmıştır. Halife Ebu Cafer el- Mansur (Vefat H: 158)

döneminden itibaren Cundi-Şapur Akademisi’ndeki Süryaniler, İranlılar ve daha sonra

Harranlılar ve Nabatlar bu tercüme faaliyetine katıldılar. Bunlar Yunanca, Pehlevice,

Hindçe(Sanskritçe), Süryanice, Nabatiçe (Babil dili) ve Kıptca'dan Arapça’ya pek çok

eser tercüme ettiler. Halife Me’mun (Vefat H: 218) zamanında ise tercüme faaliyetleri

iyice hızlandı. Hicri üçüncü asır ecnebi kitapların tercüme edildiği altın dönemdi. Aristo’nun

telif ettiği Organon kitabının ilk Arapça’ya tercüme edilmesi de el-Mansur döneminde

olmuştur.

43 Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’ın ifadesidir.

44 El-Farabi’nin ifadesidir.


32

Tarık Ebu Abdullah

“İslam filozoflarının” ikinci büyük 45 ismi olan İbn-i Sina (Vefat

H: 428) Mantık’ın gayesini şöyle tarif eder: “Mantık, insanda, fikrini

sapmalardan koruyacak kanuni bir aletin bulunmasını murad eder. Burada

fikirden kastettiğim insanların zihninde hazır olan tasavvuri veya tasdiki

şeylerden zihninde hazır olmayanlara intikal etmesidir.” 46

İbn-i Sina’nın bu Mantık tarifinden çıkaracağımız bazı önemli

hususlar vardır:

Birinci husus: Mantık ilmi bir alettir yani kendisi kastedilen bir

ilim değil, başka bir ilme zemindir. O başka ilim de Kelam ilmi (itikad),

“Hikmet ilimleri” ve “İslam Felsefesi”dir. Ayrıca yukarıda geçtiği

gibi Hanefi ve cumhurun fıkıh usûlünde yazılmış olan kitapların

anlaşılması için de mantık elzemdir.

İkinci husus: Mantık ilmi kanunidir yani fikre kalıplar ve kanunlar

koyar. Düşüncenin mantıklı ve dolayısıyla doğru olması için,

fikir bu kalıplarda ve bu kanunlara riayet ederek meydana gelmesi

lazımdır. Aksi hâlde, yani fikir belirlenmiş kalıpların dışında veya

kanunlara aykırı oluşmuşsa düşünce mantıklı olmaz ve dolayısıyla

yanlış olur.

Üçüncü husus: Mantık ilmi tasavvuru da, tasdiki de kalıplara sokar

ve kanunlara tabii kılar.

Tasavvur: Tasavvur düşüncenin ilk aşamasıdır. İnsanın haricinde

olan bir şeyin hakikatlerinin zihninde oluşan suretidir. Bu şeyi (bu

insan veya başka bir canlı veya bir fiil veya bir eşya veya bir fikir, bir

ideoloji veya buna benzer başka bir şey olabilir) zihninde nasıl tasvir

ederse öyle yargılayacaktır. Bunun için “insan efkârının esiridir”

denilir.

45 İlki Farabi’dir. Hatta el-Muallimu’s-Sani (ikinci muallim) olarak anılır. El-Muallimu’l-

Evvel (birinci muallim) Aristo’dur.

46 El-İşaratu ve’t-Tenbihat, 122.sayfa. (Daru’l-Mearif, üçüncü baskı m.1983)


Tekfirin Hakikati 33

Tasdik: Tasdik düşüncenin ikinci aşamasıdır. İnsanın haricinde

olan bir şeyi vasıflandırması, yargılamasıdır. Yani zihninde tasvir ettiği

şeye bir hüküm atfetmesidir.

Buna göre mantık hem fikrimin temel taşlarını oluşturan tasavvura

kanunlar getirmekte hem de o tasavvurdan intikal ederek yapacağım

vasıflandırmaya ve yargılamaya da kanunlar getirmektedir.

Üçüncüsü olarak da yaptığım yargılamaları birbiriyle ilişkilendirmeme

yani istidlalde bulunmama da kanunlar getirmektedir. Düşüncemin

üç aşamasında bu kalıplardan çıkmazsam ve kanunları ihlal

etmezsem, düşüncem mantıklı ve doğru olur. Aksi hâlde mantıksız

ve yanlış olur.

Dördüncü husus: Mantık ilminin gayesi “zihinde hazır olan tasavvur

ve tasdiklerden” yani bilinenlerden intikal ederek, “zihinde

hazır olmayan tasavvur ve tasdiklere” yani bilinmeyenlere ulaşmaktır.

Beşinci husus: Mantık ilminin esasi aleti kıyastır, yani meçhul

olanı malûm olanla karşılaştırarak meçhul olanı belirlemektir.

Gördüğün gibi Mantık düşüncenin oluşmasına ve düşüncenin

neticelerine tamamen hâkim olan bir kanun sistemidir. Bu sistemin

gayesi, fikir malûm olanlardan meçhul olanlara intikal ederken, fikri

sapmalardan korumaktır. Bu korumayı gerçekleştirebilmesi için de

kalıplar ve kanunlar belirlemiştir.

Belki bazıları “Güzel ya! Düşüncenin hatalardan korunması kötü

bir şey mi?” diyebilir. Buna derim ki: Evet! Benim düşünceme kalıplar

ve kanunlar getiren, Allah’a iman etmemiş, Rasûl’e tabii olmamış,

antik Yunanistan’ın ve umumen Batı âleminin hayat felsefesinin temelini

oluşturmuş olan müşrik bir Yunan olduğu zaman... Evet! O

zaman bu yanlış ve kötü bir şeydir. Özellikle ben bu kanunlarla Rabbimi,

O’nun emirlerini ve nehiylerini ve umumen kulluğumu tarif

edecek, doğru veya yanlış olarak yargılayacak ve neticeler çıkaracaksam...

Evet! O zaman bu, yanlış ve kötü bir şeydir.


34

Tarık Ebu Abdullah

Belki bazıları “Evet doğru, Mantık kanuni bir kıyas sistemidir ve

düşüncenin doğruluğunu veya yanlışlığını sadece belirlediği kanunların

doğru icra edilmesine göre kabul eder. Lakin İslam uleması da

Aristo Mantıkı’nın bu kusurunu görmüşlerdir ve dolayısıyla oluşturulan

tasdiklerin alakalı ilmin asıllarına arz edilmesi gerektiğini

ve o asıllara mutabakatı kadar doğru olacağını söylemişlerdir.” diyeceklerdir.

Buna cevaben derim ki: Doğru, lakin birincisi bu manada

Mantık’ın ıslah edilmesine ancak Ebu Hamid el-Gazzali (rahimehullah)’tan

sonra başlanılmıştır ki el-Gazzali (rahimehullah)’ın vefatı

hicri 505’dedir. Aristoteles’in Organon’undan 47 sonra özellikle “İslam

mantıkçılarının” dayandığı esasi kitap olan İsagoci 48 ilk Abdullah bin

el-Mukaffa (Vefat H: 142) tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir.

Daha sonra Ebu Osman ed-Dimeşki (Vefat H: 302’den sonra) de tercüme

etmiştir. Ebu Osman ed-Dimeşki’nin İsagoci tercümesini sonra

Esiru’d-Din el-Ebheri (Vefat H: 663) ihtisar etmiştir ve bu haliyle

de İslam uleması arasında meşhur olmuştur. Aristo’nun Organon’una

gelince, ilk Arapça’ya tercüme edenler Abdullah bin el-Mukaffa

ve oğlu Muhammed’dir. Dolayısıyla, gördüğün gibi, 300 seneden

fazla bir zaman Mantık kendi ecnebi kalıpları dâhilinde kalmıştır.

Ve ikincisi, bunun hiçbir önemi yoktur çünkü problem; ilahi kelamı,

Kuran’ı ve Sünneti Allah tarafından konuşulmuş ve vaz edilmiş

bir dile ve oluşturduğu kültüre mebni olan düşünce sistemiyle değil,

müşrik Yunan’ın diline, fehimine ve kültürüne mebni olan bir

düşünce sistemiyle anlamaya çalışmaktadır. Allah (celle ve âlâ) tarafından

konuşulmuş ve vaz edilmiş bir dile ve oluşturduğu kültüre

mebni olan düşünce sistemi hangisidir, diye soracak olursan derim

ki: O düşünce sistemi sahabenin fehimidir. Sahabenin fehimini hiçbir

yabancı düşünce bulandırmamıştır. Niye sahabe arasında itikadi

47 Aristoteles (vefatı MÖ.384) Organon adı altında yazdığı altı kitapta Mantık konularını

incelemiştir. Altı kitap şunlardan ibarettir: Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler,

İkinci Analitikler, Topikler ve Sofistik Deliller. Aristo bu kitaplarda kavramlar,

hükümler, akılyürütmeler ve çeşitli ispat şekilleri üzerinde durmaktadır. Sonra, yine

Aristo’ya ait olan Retorika ve Poetika kitaplarını da Organon’a ekleyerek sekiz kitaba

çıkarmışlardır. Helenistçiler ve İbn-i Sina İsagoci’yi de Organon’a giriş olarak ekleyerek

dokuz kitaba çıkarmışlardır.

48 Mantık ilminin vazgeçilmez mukaddime kitabı İsagoci’nin müellifi m.305’de vefat eden

Yeni Platoncu felesefeci ve Aristoteles’in Organon’da tesis ettiği düşünce yasalarını

geliştiren Yunan Porphyrios (Porfirios)’dur.


Tekfirin Hakikati 35

ihtilaflar zuhur etmedi? Niye sahabe Allah (azze ve celle)’nin sıfatlarını

tartışmadı? Niye sahabe kulların fiillerini yaratan Allah mıdır kendisi

midir, tartışmadı? Niye sahabe amel imandan mıdır, değil midir,

tartışmadı? Niye sahabe Allah’ın iradesini tartışmadı? Niye sahabe

kaderi tartışmadı? Niye sahabe zati ve ihtiyarı sıfatları ayırmadı?

Niye sahabe Kur’an’ın mahlûk oluşunu tartışmadı? Niye sahabe iman

mefhumunu ve tevhidi tartışmadı?

Çünkü sahabenin telakki masdarı birdi: Kur’an ve Sünnet. Kur’an

ve Sünnet dışında hiçbir kaynağa iltifat etmediler. Bütün hakkı, bütün

doğruları ve bütün hidayeti sadece Kur’an ve Sünnette bildiler ve

aradılar. Bunun için onların fehimi müstakimdi. Onların tasdiklerine

cevher, araz, kadim, hadis, hakikat, mecaz vs. gibi kıstaslar yön

vermiyordu… Arap lügatinin kalıpları ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve

sellem)’den gördükleri ve duydukları yön veriyordu.

Bunun için bozuk bir düşünce sistemi vesilesiyle edilmiş bozuk

tasdikleri, aynı bozuk sistemle edilmiş bozuk asıllara arz edilmesinde

hiçbir fayda yoktur.

İmam Malik bin Enes (rahimehullah)’ın (Vefat H: 179) dediği gibi,

“Bu ümmetin ilkleri neyle ıslah oldularsa sonuncuları da ancak onunla ıslah

olacaklardır. İlklerin zamanında din olmayan bugün de din değildir.”

Bunun için tek hak fırka olan Hadis Ehli fırkasının tasavvur ve

tasdik ve istidlal esasları şunlardır:

Birinci esas: Arab lügatı.

İkinci esas: Sahabenin fehimi ve fetvaları.

Üçüncü esas: İlahi hitabın tabiatı teabbud olması.

Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının beyan kaideleri bu esaslara

mebnidir; Yunan Aristoteles’in Mantıkı’na değil.


36

Tarık Ebu Abdullah

Denilse ki “Mantık bir kıyas sistemidir ve eş-Şafii, Malik ve Ahmed

gibi Hadis Ehli’nin imamları da kıyasla şer’î hükme varmayı

kabul etmişlerdir.” Derim ki: Evet! Ama kıyas kalıplarını ve kanunlarını

Aristoteles’ten almamışlardır. Muhakkak Allah (celle ve âlâ) aklı,

malûm olmayanları malûm olanlara benzeterek malûm olmayanlara

ulaşma kabiliyeti ile yaratmıştır. Lakin aklın bu kabiliyetine sınırlar,

ölçüler ve kaideler getirmiştir. Aklı, anlamakta aciz olacağı yerlerde

kıyas yapmaktan men etmiştir. Allah (azze ve celle) bizim için razı olduğu

kıyas sistemini Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle ve sahabenin

tatbikiyle bize bildirmiştir. Ben aslen aklın kıyas yapmasını

inkâr etmiyorum ama Kur’an, Sünnet ve sahabenin fehiminden gayri

bir düşünce sistemiyle kıyas yapmayı inkâr ediyorum.

Ayrıca şunu da söylemek gerekir: Muhtelif ve karşılıklı meşruiyetini

ve muteberliğini tartışan düşünce sistemlerinin bazı muayyen

hususlarda aynı oranda hakka isabet etmeleri mümkündür. Zira

haktır, hakikattir dolayısıyla vardır. Var olan bir şeyin mütenakız

görüşler tarafından ispat edilmesi garip bir şey değildir. Mesela şeriat

da zinayı, hırsızlığı ve haksız yere adam öldürmeyi yasaklar; beşeri

kanunlar da yasaklar. Her ne kadar iki kanun sistemi karşılıklı

meşruiyetini ve muteberliğini tartışsa da bu hususlarda aynı oranda

hakka isabet etmişlerdir; çünkü hakikatte bu eylemler insan ve

topluluk için zararlı ve meni zaruri olan davranışlardır. Lakin aynı

oranda muayyen bir hususta hakka isabet etmiş olmaları iki sistemi

de meşru ve muteber kılmaz. Bilakis tek meşru ve muteber sistem İslam

şeriatıdır. Buna benzer, Mantık yasalarıyla yapılmış bazı tarifler

veya istidlaller isabetli olabilir. Lakin bu tarif ve istidlallerin isabetli

olmaları selefî 49 düşünce yasalarına uyumlu düştüklerinden dolayıdır.

Bununla beraber, Mantık’ı bir düşünce sistemi derleyicisi olarak

doğrulamaz ve meşrulaştırmaz.

Velhasıl: Hak ehli olan Hadis Ehli fırkasının telakki masdarı

Kur’an ve Sünnettir. Bu masdardan hüküm istihrac etmek için edindikleri

kaidelerin (beyan kaideleri) esasları

49 Burada Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya Hadis Ehli de diyebilirdik ama maksudu en açık

ve net ifade ettiği için selefi tabirini tercih ettim.


Tekfirin Hakikati 37

Bir: Fesahat devri Arabın lügati ve

İki: Sahabe (radıyallahu anhum ecmain)’in fehimi ve fetvaları ve

Üç: Hitabın tabiatı teabbud olmasıdır.

* * *


- üçüncü mukaddime -

İstihsan Hakkında


40

Tarık Ebu Abdullah

İstihsan, İslam ulemasının kabulünde ihtilaf ettikleri şer’î delillerdendir.

Bu delil ile alakalı usulî ihtilaflara ve bilahire fıkhi tatbikiyle

alakalı tartışmalara girmek istemiyorum. Bu, konumuzun çok

fazla dışına çıkar. Ama yine de Hak ehli olan Hadis Ehli mezhebiyle

diğer mezhepler arasında menhecî en mümeyyez fark olduğundan

ötürü ciddi ihtisar ve çok basit bir dille konumuza bir asıl olabilecek

kadar izah etmek istiyorum. Çünkü yukarıda söylediğim gibi, bizim

tasavvurumuzu ve akabinde varacağımız hükmü belirleyecek olan

Allah (azze ve celle)’nin Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e indirdiği dinin

beyan kaideleri olmak zorundadır; ecnebi ithal kaideler değil. Tevfik

sadece Allah’tandır.

ْ سْ‏ تِ‏ حْ‏ سَ‏ ان

(istahsene) fiilinin masdarıdır اِ‏ سْ‏ تَ‏ حْ‏ سَ‏ نَ‏ (istihsan) lügatte إ ال

ve güzel, uygun, doğru bulmak, saymak manalarına gelir. Istılahta

ise istihsanın tarifinde pek ihtilaf edilmiştir. İstihsanı şer’î delil olarak

kabul eden âlimlerin tariflerini “İstihsan, delillerin tearuz halinde

daha güçlü olan delilin alınmasıdır” tarifinde toplamak mümkündür.

İstihsanı şer’î delil olarak kabul etmeyenler “İstihsan, müctehidin

aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan)

hükme varmasıdır” diye tarif etmişlerdir. Bununla beraber bütün

imamların bir şekliyle istihsan delilini kullandıklarından ötürü

iki kesimin arasındaki ihtilafın hakiki değil lafzî olduğu söylenilmiştir.

Yani istihsanı delil olarak kabul etmemiş ve kötülemiş olan âlimler

ve istihsanı delil olarak kabul ve tatbik etmiş olan âlimler makbul

istihsanın hakikatinde ittifak etmişlerdir lakin farklı isimlerle adlandırmışlardır.

Dolayısıyla, zahiren bir ihtilaf varmış gibi görünse de

hakikaten yoktur, demişlerdir. Bunun için genelde usûl uleması istihsan

delilini ikiye ayırarak, ittifaken kabul edilen istihsan ve ittifaken

kabul edilmeyen istihsan olarak taksim etmişledir. İttifaken

makbul olan istihsanı “Bir delilin başka bir delile tercih edilmesi”


Tekfirin Hakikati 41

veya “Delillerin tearuz halinde daha güçlü olan delili almak” olarak

tarif etseler de hakikaten istihsanı “Has bir delilin varlığı sebebiyle

bir meselede benzeri olan bir meselenin hükmüne varmamak” olarak

tarif etmişlerdir. İttifaken makbul olmayan istihsanı ise “Müctehidin

aklıyla (yani hevası ve herhangi bir muteber şer’î delile dayanmadan)

hükme varmasıdır” olarak tarif etmişlerdir.

Lakin işin hakikati şu ki Hadis Ehli imamlar ve Rey Ehli mezheplerin

arasındaki istihsan tartışması lafzî değil, hakikidir. İmam

eş-Şafii, İmam Malik, İmam Yahya bin Said ve İmam Ahmed rahimehumullah

gibi Hadis Ehli imamların, Usûl âlimlerinin kabul etmedikleri

istihsan türünü batıl görmeleri açıktır; lakin doğru olan

şu ki kabul ettikleri istihsan türünü de batıl görmüşlerdir. Çünkü

mezhepler indinde makbul olan istihsan, illeti tahsis ederek kıyasa

muhalif hükme varmaktır veya muhalif nassları kıyaslayarak istihsan

konusunu tahsis etmektir. Ama kıyas şer’î bir delildir. Kur’an ve

Sünnete mebnidir. Dolayısıyla şer’î delil olan kıyasın mebni olduğu

illeti tahsis edecek olan da şer’î delil olmak zorundadır. Ama istihsan

ehlinin istihsan tatbiklerine bakıldığında muhassisin (tahsis edenin)

şer’î delil olmadığı görülmektedir. Bunun için İmam eş-Şafii (rahimehullah)

“İstihsan ile hükmetmek telezzüzdür” ve “Kim istihsanla hükmederse

teşri etmiştir” demiştir. Ve İmam Ahmed (rahimehullah) “Ebu Hanife’nin

arkadaşları kıyasa muhalif bir şey söylediklerinde “Kıyası bırakıp bunu

istihsan ediyoruz” derler. Böylece hak olduğunu iddia ettiklerini (kıyası) istihsan

ile terk ederler. Ben ise gelen her hadisi uygularım. Ona kıyas yapmam”

demiştir. 50 Çünkü tahsisi gerektiren şer’î delilin olmamasına rağmen,

illeti tahsis ederek şer’an vacip olan kıyasın hilafına hükme varmışlardır

veya iki nassın birini diğerine kıyaslayarak ve istihsan konusunu

istisna ederek nassın birini işlevsiz ve diğerine zıt kılmışlardır.

Benim burada gayem istihsan delilini tafsili tartışmak değildir elbette.

Lakin Hadis Ehli imamların usûlcülerin taksimatına göre hem

ittifaken kabul edilmeyen istihsan türünü hem de sözde ittifaken

50 Camiu’l-Meseili l’ibni Teymiyye, 2.cilt/166,167.sayfa. (Daru Alemi’l-Fevaid, birinci

baskı h.1422)


42

Tarık Ebu Abdullah

kabul edilen istihsan türünü reddetmiş olmalarını dile getirmektir. 51

Ve aslında bundan ziyade konumuza bir asıl olduğu anlaşılması için

niye reddetmiş olmalarını izah etmektir. Çünkü istihsan her hâlde

delilsiz hüküm beyan etmektir. İster varılan hüküm tamamıyla nefis

ve hevaya mesnet olmuş olsun ister sahih illetin gerektirdiği vacip kıyasa

delilsiz illet tahsisi sebebiyle muhalefet edilmiş olsun, her hâlde

varılan hüküm şer’î delilden gayrısına mebni olmuştur. Bunun için

merduttur. Çünkü şer’î hüküm muhakkak Kur’an ve(ya) Sünnete

mesned olmak zorundadır.

Bundan ötürü şer’î hüküm şu asıllara (külli kaidelere) mutabık

olmak zorundadır. Aksi takdirde nefsî ve hevaî olur.

Bir:

İslam Dini’nin esasi kanunlarından biri, hükmün Allah (celle ve

âlâ)’ya mahsus olmasıdır. O, hükmünü Rasûlü Muhammed (sallallahu

aleyhi ve sellem)’e vahyetmiştir. Semadan tenzil olmuş vahiy Kur’an ve

Sünnettir. Dolayısıyla her hüküm bu iki kaynağa mesnet olma zorundadır.

Değilse Kur’an ve Sünnet dışında bir kaynağa müsnettir. Ya

insanın haricinde başka mahlûkata müsnettir veya insanın dâhilinde

aklına ve hevasına müsnettir. Bu da istihsandır.

İki:

Esasi hüküm kaidelerden birisi de hükmün zahire göre oluşudur.

Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınlar için Allah (subhanehu ve teâlâ)

şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek

size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını

daha iyi bilir.” Yani Allah (celle ve âlâ) onların hakikaten mü’min

olduklarını sizden daha iyi bilir.Ama “Eğer siz onların mü’min kadınlar

olduğunu öğrenirseniz” yani sizler onların zahirlerinden

yani açığa vurduklarından mü’min olduklarını anlarsanız “onları

kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir ve onlar

51 Bu hususta tafsîlî bilgi edinmek isteyenlere, asırlarca mefkut olan ve yakın tarihte Allah

celle ve âlâ’nın lütfu ve keremiyle bulunmuş olan İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın

telif ettiği “Kaidatun fi’l-İstihsan” risalesini okumayı önemle tavsiye ederim.


Tekfirin Hakikati 43

da bunlara helal değildir.” 52 Dolayısıyla Allah (azze ve celle) şer’î emir

ve hükmü “onları kâfirlere geri döndürmeyin.Bunlar onlara helal

değildir ve onlar da bunlara helal değildir” diyerekhicret eden kadınların

izhar ettiklerine bağlamıştır.

Ve münafıklar… Allah (subhanehu ve teâlâ) münafıklar için şöyle buyuruyor:

“Münafıklar sana geldikleri vakit “Şahitlik ederiz ki sen

muhakkak Allah’ın Rasûlüsün” derler. Senin mutlaka Kendisinin

Rasûlü olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına

şahitlik eder. Onlar yeminlerini kalkan yaptılar…” 53 yani

öldürülmeye karşı kalkan yaptılar. Çünkü münafıklar hakikatte kâfirdir

ve dolayısıyla canları ve malları müslümanlara helaldir lakin

İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı canlarını ve mallarını müslümanlardan

korumuşlardır. Allah (celle ve âlâ) münafıkların hakikaten kâfir

olduklarını elbette biliyordu, hatta hakikatte kâfir olduklarını beyan

etti, hatta isimlerini Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bildirdi

ama buna rağmen küfrü değil de İslam’ı izhar ettiklerinden dolayı

zahiren İslam hükmünü aldılar. Çünkü Allah (subhanehu ve teâlâ)

dünyada hükümlerin zahirine göre olmasını emretmiştir. İmam

eş-Şafii (rahimehullah) şöyle der: “Allah (azze ve celle) kullarına iki hükümle

hükmetmiştir: Biri Kendisiyle kulları arasında olan hüküm ve diğeri

dünyada kulların kendi aralarında olan hüküm. Kendisi ve kulları arasındaki

hükümde alenen yaptıklarıyla mükâfatlandırdığı ve cezalandırdığı gibi

gizledikleriyle de mükâfatlandırır ve cezalandırır. Bu hususta haklarında

hüccetin kaim olması için onlara gizlediklerini de açığa vurduklarını da

bildiğini bildirmiştir ve “O şüphesiz gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir”

54 ve “O gözlerin hain bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de”

demiştir. (Ve ikincisi) Kulları sadece (azze ve celle)’nin istediği kadar bilmeleri

mümkündür. Gizli olanları kullarından örtmüştür. Onların arasına onlara

Allah’ın hükümlerini ikame eden Rasûllerini göndermiştir. Rasûllerine ve

kullarına dünya hükümlerini izhar ettiklerine göre olacağını beyan etmiştir.

Kullarından küfür ehli olanların kanlarını mübah kılmıştır ve “müşrikleri

bulduğunuz yerde öldürün” demiştir ama İslam’ı izhar ettikleri zaman

52 El-Mümtehine Sûresi 10.ayet

53 El-Münafikun Sûresi 1. ve 2.ayet

54 Taha Sûresi 7.ayet


44

Tarık Ebu Abdullah

haram kılmıştır ve “hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah’ın oluncaya

kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere

karşıdır” ve “Hata dışında bir mü’min, diğer bir mü’mini öldüremez”

ve “Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî

olarak kalacağı cehennemdir” demiştir. Müşrikler imanı izhar etmediler

ve bunun için Allah (azze ve celle) kanlarını mübah ve onlarla savaşmayı emir

ve farz kılmıştır ama sonra münafıklar imanı izhar ettiler ve Allah (azze ve

celle) Nebi’sine onlara karşı savaşmaya izin vermemiştir. Hâlbuki açığa vurdukları

gizlediklerinin hilafına olduğunu Nebi’sine haber vermiştir ve onlar

için “onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslam’a girdikten

sonra yine kâfirlik ettiler” ve “dönüp de yanlarına geldiğinizde

kendilerinden yüz çeviresiniz diye Allah’a yemin edecekler. Siz de

onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar gerçekten murdar kimselerdir.

Yaptıklarının cezası olarak nihayet varacakları yer cehennemdir”

demiştir. Ama imanı izhar ettiklerinden dolayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve

sellem) onlarla savaşmamıştır ve Müslümanlarla evlenmekten ve onlara varis

olmaktan men etmemiştir.” 55

Üç:

Ve yukarıda geçtiği gibi beyan kaidelerinin esaslarından biri, hitabın

tabiatının teabbud olmasıdır. Yani biz kulluk için yaratıldık ve

başıboş bırakılmadık. Allah (subhanehu ve teâlâ) ile aramızdaki ilişkinin

temelini bu oluşturmaktadır. “İnsan سُ‏ ً دى (sude) bırakılacağını mı

َ ى“‏gibi sanır?” Ve İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği

emir ve nehiyle muhatap olmayandır. Yani insan kendisini ilahi emir

ve nehiylerden soyutlanmış olarak bırakılacağını mı zanneder? Bilakis,

insan her hâlde ve her zamanda Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın emir

ve nehiyleri ile muhataptır. Hayatımızın hiçbir lahzasında Allah (subhanehu

ve teâlâ)’nın beyan ettiği emirler ve nehiyler üzerimizden kalkmaz.

Beyanının delaleti sarih ve vazıh olmadığı hâllerde de yine Allah

(subhanehu ve teâlâ)’nın o hâldeki emir ve nehiylerini bulmakla (ictihad

etmekle) mükellefiz. Mevzuda nassın olmayışı veya bizzat mevzuyla

alakalı nassın olmayışı veya var olan nassların delalet ihtimalleri

olması vs. gibi hâller Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın o mevzudaki emir

(es-sude)” السُّ‏ د

55 El-Umm, Kitabu İbtali’l-İstihsan. 9.cüz/82.sayfa. (Daru’l-Vefa, birinci baskı h.1422)


Tekfirin Hakikati 45

veya nehyine itaat etme emrini üzerimizden asla kaldırmaz. Bunun

için İmam eş-Şafii (rahimehullah) “(Bu alametlerle yönü tayin etmekte) ictihad

ederek Allah celle seneuhu insanlara yüzlerini Mescidu’l Haram’a doğru

çevirmelerini emretmiştir. Yoksa, Mescidu’l Haram’ı gözle göremedikleri

zaman istediğiniz yere doğru namaz kılın, dememiştir. Böylece (ictihad

ederek) celle seneuhu’nun emirlerini terk edenler değil, itaat etmek için çaba

sarf edenler olmuşlardır” der. Her hâlde Allah (azze ve celle)’nin ve O’nun

emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hükmünü aramak ve hükmün

durduğu yerde durmak bizim kulluğumuzdur. Bu suretin dışına

çıkıldığında kulluğun dışına çıkılmış olur. Hâlbuki bizi Allah (celle

ve âlâ) sadece kulluk için yaratmıştır: “Ben cinleri ve insanları sadece

Bana kulluk etsinler diye yarattım.”

Bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine kimlerin

münafık oldukları semadan bildirilmesine rağmen onları öldürmemiştir.

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır.

Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), adilin hilafına

şahitlik etmesine rağmen namaz kılanın vs. öldürülmesine mani olmuştur.

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 56

Ve bunun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), eşi tarafından

zina etmekle suçlanan ve inkâr eden ama akabinde zina ettiğine dair

delaletin zuhur etmesine rağmen yine de o kişiyi zina cezasıyla yargılamamıştır.

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 57

56 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde,

İmam Ahmed’in Musned’inde ve başkalarında rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdullah

bin Adiyy el-Ensari (radıyallahu anhu) şöyle diyor: “Bir adam geldi ve Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem) ile gizli bir şeyler konuştu. Biz onların konuştuklarını anlamadık.

Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sesli konuşmaya başlayınca anladık ki

bu adam Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e münafıklardan bir adamın öldürülmesi

hakkında danışıyormuş. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: “O, Allah’tan

başka ilah olmadığının şahitliğini yapmıyor mu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin onun

şahitliği yok (geçersiz)!” Dedi ki: “O, namaz kılmıyormu?” Dedi ki: “Elbette! Lakin

onun namazı yok (geçersiz)!” Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İşte

bunlar Allah-u Teâlâ’nın beni men ettikleridir!””

57 Burada işaret ettiğim kıssa İmam Malik’in Muvatta’sında, İmam eş-Şafii’nin Musned’inde

ve el-Beyhaki’nin Marifetu’s-Sunen’inde rivayet ettikleri şu hadisedir: Hişam bin

Urve (radıyallahu anhu) diyor ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e el-Aclaniyyu

denilen adam geldi. Kızılca, uzun boylu ve zayıf bir yaratılışta olan birisiydi. Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’e “Şerik bin Sehma için ne dersin? O fulana (kendi zevcesini


46

Tarık Ebu Abdullah

Ve bunun için Ömer (radıyallahu anhu) üç tane adil şahitlik etmesine

rağmen, emredilmiş olan dört adil şahitlik etmediği için bırak zina

cezasının icra edilmesini, üç şahitlik eden adillere iftira cezası uygulamıştır.

Çünkü kuldur, itaat için yaratılmıştır. 58

Bunun misallerini çoğaltabilirim ama anlayan için bu kadarı kâfi.

Bilâhare, Nâsiru’s-Sunne İmam eş-Şafii (rahimehullah)’ın dediği gibi

derim ki: “Bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında hiç kimsenin

istidlalsiz konuşmasının caiz olmadığına delildir… Hiç kimseye güzel ve

doğru bulduğu ile (istihsan ile) konuşmak caiz değildir ki şüphesiz istihsan

ile konuşmak evvelinde misali olmayan bir şeyi ihdas etmektir.” 59

* * *

kast ediyor) yaklaştı ve o şimdi hamiledir. Hâlbuki ben ona şu kadar zamandan beri

elimi sürmedim” dedi. Şerik bin Sehma, el-Aclaniyyu’nun amcasının oğlu ve iri yapılı,

sert mizaçlı, simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir adamdı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)

Şerik’i çağırdı; o iddia edileni inkâr etti. Sonra kadını çağırdı; o da inkâr etti. Sonra

eşiyle lanetleştiler. Kadın hamileydi. Sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle

buyurdu: “Kadını takip edin! Eğer doğurduğu çocuk simsiyah gözlü ve kalçaları iri

olursa muhakkak eşi onun hakkında doğru konuşmuştur. Ama doğurduğu çocuk vehira

(bir kertenkeletürü) gibi kızılca olursa muhakkak yalan konuşmuştur.” Sonra kadın

simsiyah gözlü ve iri kalçalı bir çocuk doğurdu. Akabinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve sellem) şöyle buyurdu: “Onun durumu açık ve net oldu! Allah’ın hükmü olmasaydı

(onlar için başka bir hükmüm olacaktı)” ”

58 Burada işaret ettiğim kıssa el-Hâkim’in Mustedrek’inde ve ihtisar ile İmam Buhari’nin

Sahih’inde ve başkalarının rivayet ettikleri şu hadisedir: Abdulaziz bin Ebu Bekre’nin

anlattığına göre, Ebu Bekre (radıyallahu anhu) Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu

zina etti suçlamasıyla o zaman halife olan Ömer (radıyallahu anhu)’ya şikâyet etmiştir.

Ömer (radıyallahu anhu) da suçlamanın tahkiki için Muğire bin Şu’be (radıyallahu anhu)’yu

ve Ebu Bekre (radıyallahu anhu)’yu şahitleriyle beraber Medine’ye çağırdı. İki

taraf Emiru’l-Mü’minin Ömer (radıyallahu anhu)’nun huzuruna vardıklarında Ebu

Bekre (radıyallahu anhu)’ya “Delillerini getir Ey Eba Bekra” dedi. Ebu Bekra (radıyallahu

anhu) “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i surette zinayı gördüm” dedi. Sonra kardeşi Ebu

Abdullah (radıyallahu anhu) aynı şahitliği getirdi ve “Şahitlik ederim ki apaçık ve kat’i

surette zinayı gördüm” dedi. Sonra Şibl bin Ma’bed (radıyallahu anhu) öne çıktı ve ona

da sorulduğunda aynı şahitliği getirdi. Sonra Ziyad (radıyallahu anhu) öne çıktı. Ömer

(radıyallahu anhu) ona “Ne gördün?” diye sordu. Ziyad (radıyallahu anhu) “İkisini bir

çarşaf altında gördüm. Sesler de işittim. Ama bundan başkasını bilmiyorum” deyince,

Ömer (radıyallahu anhu) Muğire (radıyallahu anhu)’nun kurtulmasına çok sevindi ve tekbir

getirdi. Ziyad (radıyallahu anhu)’nun dışında diğer üç şahide 80 sopa vurdurdu.

59 Er-Risale, 50. Sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-Arabi baskısı h.1425)


- birinci kısım -

(Fasıl)

Bir Şeyin Hakikati Nedir?


48

Tarık Ebu Abdullah

Burada hakikat olarak isimlendirdiğimi bir şeyin tanımı, tarifi

veya hudutları olarak da adlandırabiliriz. Özellikle had veya tarif

olarak ulemanın sözlerinde çokça rastlayabiliriz. “Falan şeyin tarifi,

falan şeyin hudutları” dediklerini çokça görebilirsin. Hakikat tabirini

tercih etmemin sebebi, tarifte hudutları (mana sınırları) belirlenecek

olan şeyde söz konusu olanlar, o şeyin asılları ve gerçekleri olduğunu

ve o şeyin mahiyetini ve varlığını oluşturduğunu daha güzel vurguladığındandır.

Ebu’l-Meali el-Cuveyni (rahimehullah) (Vefat H: 478) “Bir şeyin haddi

ve hakikati onu başkalarından temyiz eden hususiyetleridir” der 60 . Usûl

âlimlerinin çoğu bir şeyin haddini lafzî, resmî ve hakiki olarak üç

kısma ayırırlar. Bir şeyin hakikati nedir sorusundaki amacı Ebu Hamid

el-Gazali (rahimehullah) (Vefat H: 505) şöyle açıklıyor: “ مَ‏ ا (ma (Ne?

Nedir?) sigasıyla üç şey istenilebilir:

Bir: Bir lafzın açıklanması. Mesela عُ‏ َ قار (ukar) kelimesini bilmeyen kimsenin

“Ukar nedir?” sormasına, eğer soran kişi محخَ‏ ‏ْر (hamr) kelimesini biliyorsa

buna “Ukar, hamrdır” diye cevap vermesi gibi.

İki: Sorulan şeyi diğer şeylerden temyiz eden, tayin edilmiş, cami’ ve mani’

61 olan bir lafzın istenmesi. Nasıl olursa olsun, ister sorulan şeyin zatının

arazlarından (ilineksel vasıflar) veya zatının hakikatinden uzak lazımlar

(ayrılmaz vasıflar) olsun, isterse zatının hakikatinden ibaret olsun, fark etmez.

Zati vasıf ile arazi vasıf ara sındaki fark aşağıda gelecek. Mesela “Hamr

nedir?” diye sorana “Hamr, köpükle beraber atılan, sonra mayalan mış

hâle dönüşen ve testide saklanan sıvıdır” denilmesi böyledir. Burada gaye,

60 Et-Telhisu fi Usuli’l-Fıkh, 3.sayfa. (Daru’l-Beşeiri’l-İslamiyye baskısı h.1417)

61 Mantık âlimleri bir şeyin tarifinin جَ‏ امِ‏ عٌ‏ مَ‏ انِعٌ‏ (camiun ve maniun) olmasını şart koşarlar.

Bunun manası yapılan tarifin tarif edilecek olan şeyin tüm efradına şamil olması

(cami’) ve aynı zamanda dâhil olmayanı da ihrac etmesidir (mani’).


Tekfirin Hakikati 49

hamrın hakikatine değinmeksizin hamrın genel hatlarıyla kendisine denk

düşecek olan arazi ve lazımi vasıflarını hamrı dışarda bırakmayacak ve

hamr olmaya nı dâhil etmeyecek şekilde toplamaktır.

Üçüncüsü: Bir şeyin mahiyetinin ve zatının hakikatinin talep edilmesi.

Mesela “Hamr nedir?” diye sorana “Hamr, üzümden sıkılarak elde edilen

sarhoş edici içkidir” denilmesi böyledir. Bu söz hamrın hakikatini ortaya

çıkarır. Sonra da kuşkusuz bu sözü temyiz işlemi takip eder.

İşte had ismi yaygın olarak bu üç hususta müştereken kullanılmaktadır.

Biz bunlardan her biri için ayrı birer isim oluşturalım ve birinciye lafzî tanım

diyelim. Çünkü soran kişi, sadece sözcüğün açıklanmasını istemektedir.

İkinciye resmî (biçimsel) tanım diyelim. Çünkü bu, şeyin hakikatini kavramaya

arzu duymaksızın şeyin biçimsel bilgisini istemektir. Üçüncüsünü de

hakiki ta nım olarak isimlendirelim. Çünkü soran bununla şeyin hakikatini

kavramayı istemektedir. Bu üçüncü tür tanımın şartı, yapılan tanımın şeyin

tüm zati sıfatlarına şamil olmasıdır. Mesela, canlının tanımı sorulduğunda,

“Canlı, duyarlı cisimdir” denirse zati bir niteliği söylenmiş olur. Fakat

bu nitelik cami’ ve mani’ olması hu susunda yeterli olmakla birlikte yine de

eksiktir. Aksine bu cevaba “iradeyle hareket eden” kaydının da eklenmesi gerekir.

Çünkü akıl ancak bu iki temel özelliği toplayarak canlının hakikatinin

özü nü idrak edebilir. Bir şeyi diğer şeyler den ayırabilecek biçimsel bir tanım

yapmak isteyen kişi ise canlının tanı mında cisim yerine duyarlı demekle yetinebilir.”

62

Bir şeyin tarifini doğru yapmanın, onun zati vasıflarını ve gerçeklerini

doğru belirlemenin ve sınırlarını doğru koymanın çok büyük

bir önemi vardır; çünkü söz konusu şey yapılan tarife göre tanınacak

ve uygulanacaktır. Ve bunun devamında şeyin zıddı da ancak doğru

tarif neticesinde doğru tanımlanabilecektir.

Âllame Şeyh Abdullatif bin Abdurrahman bin Hasan rahimehumullah

(Vefat H: 1292) şöyle diyor: “Bil ki, kim herhangi bir şeyin hakikatini

tasavvur edebilirse ve mahiyetini ona özel vasıflarıyla bilirse, zorunlu

olarak onu bozanı ve zıddı olanı da bilir. Kapalılık ancak iki hakikatten

62 El-Mustasfe, 1.cüz/48.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, ilk baskı h.1417)


ي

ُ

َ

50

Tarık Ebu Abdullah

birisinin anlaşılamamasından veya ikisinin mahiyetlerinin bilinmemesinden

meydana gelir. Fakat durum bu olmazsa ve ikisi de (şeyin ve zıddının

hakikati) tamamıyla tasavvur edilirse, birinin diğeri için ne kapalılığı ve

ne de anlaşılmazlığı ve karışıklığı söz konusu olmaz. Ümmetin nicesi -ismin-

sınır ve hakikatlerinde bilgisizliklerinden dolayı helak olmuştur. Nicesi

de bundan dolayı hataya, şüpheye ve anlaşmazlıklara düşmüştür. Bunun

örneği İslam ve şirktir. İkisi birbirine zıttır, bir araya gelmezler ve ikisi de

aynı anda kalkmaz. İslam ve şirkin veya ikisinden birinin hakikatlerindeki

cehalet insanlardan birçoğunu şirke ve salihlere ibadet etmeye düşürmüştür.

Bunun sebebi hakikatlerin ve mefhumların bilinmemesidir.” 63

Ve ümmetin hidayet imamlarından biri olan İmam İbn-i Teymiyye

(rahimehullah) (Vefat H: 728) ismin haddini belirlemekteki öneme

şöyle dikkat çekiyor: “Bil ki, tekfir ve tefsik meseleleri isim ve ahkâm

meselelerindendir. İsim ve ahkâm meseleleri ahiret diyarında müjdenin ve

tehdidin taalluk ettiği ve dünyada dostluk ve düşmanlığın, öldürmenin, ismetin

(korunmanın) ve buna benzer başkasının taalluk ettiği meselelerdir.

Muhakkak ki Allah (subhanehu ve teâlâ) cenneti mü’minlere vacip ve kâfirlere

haram kılmıştır. Bu, her zaman ve mekânda geçerli olan külli hükümlerdendir.”

64

Fasıl

Tekfir’in lügavi hakikati. (Arabın kelamında tekfir kelimesinin

kullanım şekilleri)

(keffera, aynu’l-fiil şeddeli) mazi sülasi كَ‏ َّ ف رَ‏ (tekfir) kelimesi ت ْ فِ‏

mezid fiilin masdarıdır. ً ‏,‏keffera‏)كَف yukeffiru, tekfiran).

‏ْفِا

‏َك ي

‏ِّرُ‏ ت

‏َف

‏َّرَ‏ يُك

‏ْعِ‏ يل

‏َعَّل يُفَعِّل تَف

‏َك

babında ً ت

‏َرَ‏ vezninde gelmiştir. Mücerredi ف

(kefe- كَف

ra)’dır. Aynu’l-fiilin cinsinden bir harf ekleyerek bu hâle gelmiştir.

Arabın sülasi mücerred fiili bu vezinde çekmesinin sebebi ta’diyet

(fiilin mef ’ule geçiş yapması) içindir. Bu babta gelen müteaddi fiilden

şu manalar türeyebilmektedir:

ْ ‏َف عِ‏ يل

63 Minhacu’t-Tesis, 11.sayfa. (Daru’l-Hidaye baskısı)

64 Mecmuu’l-Feteva 12.cüz/468.sayfa. (Daru’l-Vefa, ikinci baskı h.1426)


ً

ً

ي

َ

ضْ‏

Tekfirin Hakikati 51

Fiilin, failin veya mef ’ulün çokça olması (Teksir). Failin bir yöne

teveccüh etmesi (Teveccüh). Mef ’ulün fiilin aslına nispet edilmesi

(Nispet). Kısaltma (İhtisar). Failin mef ’ulden fiilin aslını gidermesi

(Selbiyet). Ve bundan başka manalar. Fakat Arap فَعَّ‏ َ ل (aynu’l-fiil şeddeli)

vezninde gelen fiilleri az da olsa, فَعَ‏ َ ل (aynu’l-fiil şeddesiz) veznin

manasında da kullanmıştır.

Sülasi mücerred كَ‏ َ ف رَ‏ (kefera) fiili; aslen bir şeyi setretmek, üstünü

örtmek, kapatmak, gizlemek gibi manalara gelir.

za- (feaale, aynu’l-fiil şeddeli) vezninde geldiği فَعَّ‏ َ ل (kefera) كَ‏ فَ‏ رَ‏

man, lügatte kullanımları başlıca şunlardır:

ْ -Örtmek, gizlemek, gidermek:

فِ‏

el-Ez- Yemininin kefaretini verdi. Et-Tehzib sahibi ‏.كف رَع نْ‏ heri (rahimehullah) (Vefat H: 370) şöyle der: “Kefarete kefaret denilmiştir

çünkü günahları örter.”

فِ‏

ه Zırhını elbiseyle örttü, gizledi. Yani zırhı üzerine ‏.كف elbise giydi.

‏َك ي ا

ِ ينِ‏ هِ‏ ت

‏َك ي ا

َ ث وْ‏ بٍ‏ ت

َّ رَ‏ دِ‏ رْع ُ بِ‏

Ebu Mansur el-Ezheri (rahimehullah) silah kuşanana da kâfir denildiğini

söyler. Çünkü silah onu örtmüştür. Bunun için kişi silahını

‏.‏denilirتَ‏ İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma)’nın َ كف

hadisi bu manaya muhtemeldir:

َّ رَ‏ الرَّ‏ جُ‏ ُ ل بِسِ‏ لَحِ‏ هِ‏ kuşandığında

ُ ْ رِق

bir- “Benden sonra dönüp ‏.لَ‏

birinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!” 65 Yani silahlarınızı

kuşanmış, birbirinizle savaşmaya hazır olanlar olmayın. El-Hattabi

َّ

ارٌ‏ (rahimehullah) ve başkaları bu hadiste

(mütekeffirun) manasında olduğunu söylerler.

مُ‏ تَ‏ كَ‏ فِّ‏ رُ‏ ون (küffar) kelimesinin كُ‏ ف

تَ‏ ‏ْجِ‏ عُ‏ وا بَعْ‏ دِ‏ ى كُ‏ ف ‏َّارً‏ ا ِ يَ‏ بُ‏ بَعْ‏ ضُ‏ ك

‏َابَ‏ بَعْ‏ ض

آتِ‏ ه:‏geçiyor Ve ayette şöyle

bağışlar.

ُ سَ‏ يِّ‏

. Onun kötülüklerini örter, yani يُ‏ كَ‏ َّ ف َ رْع ْ نه

65 Sahih-u Müslim, 234.hadis, Sahihu’l-Buhari, 4051.hadis


ً

ب

ب

جَ‏ جَ‏

ِ

َ

َ

52

Tarık Ebu Abdullah

-Boynu öne doğru eğmek, eğilmek:

ف الصَّ‏ لَةِ‏ geçiyor: Ebu Ma’şer hadisinde şöyle

ِ ي

ي َ

َ نَ‏

namazda tekfiri kerih görürdü.” 66 Yani kıyamda çok eğilmeyi kerih görürdü.

Arap tazim etmek için boynunu rükû mahalline yakın öne

eğmeye tekfir demiştir.

-İtaat etme manasında boyun eğmek:

‏َنَّهُ‏

ك ,O“ ‏.أ

‏ْفِ‏

‏َّك

يَكْرَ‏ هُ‏ الت

Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anhu) hadisi buna misaldir:

نَ‏ ْ نُ‏

‏َإِ‏ نَّ‏ َ ‏ا

‏َّقِ‏ هللاَ‏ فِ‏ َ ينا ف

ج ‏ْتَ‏ اع ج ‏ْنَ‏ ا

َ ف َ ُ ق ُ ول : ات

ْ ْ اع وَ‏ ْ وَ‏

‏ُك ِّ رُ‏ الل ‏ِّسَ‏ ان

‏َإِ‏ ن أَ‏ ع َ اءَ‏ ُ ك ‏َّهَ‏ ا ت

ْ نُ‏ ا‏ آدَ‏ مَ‏ ف

ْ ن اسْ‏ ت َ مْ‏ َ ت اسْ‏ ت َ مْ‏ َ نا وَ‏ إِن

‏َإِ‏

بِ‏ كَ‏ ، ف

‏َت

َ ف

َ ق

َّ ال ْ ض

َ ق

‏َصْ‏ بَ‏ حَ‏

إِذَ‏ ا أ

“Sabah olduğu zaman bütün organlar dili tekfir ederek (yani

ona boyun eğerek ve itaatlerini ikrar ederek) şöyle derler: “Bizim

için Allah’tan kork, zira biz seninle ayaktayız. Sen doğru olursan

bizde doğru oluruz, sen eğilirsen biz de eğiliriz.” 67

sava- Yani Kays’ın ‏.وَ‏ إذَ‏ ا ِ س عْ‏ ت

Cerir’in 68 sözü de bu manaya misaldir:

َ ف ْ فِ‏

َ ها ... ف

şını duyduktan sonra, artık silahı bırakın ve boyun eğin ve itaat edin.

َ رْ‏ بِ‏ قَيْسٍ‏ بَ‏ عْ‏ د

‏َك

‏ِّرُ‏ وا ت

‏َحَ‏ وَ‏ ك

َ ‏َض عُ‏ وا السِّ‏ ل

ي ا

-İmanın zıddı olan küfrü bir kişiye nispet etmek:

Onu tekfir etti. Yani imanın zıddı olan küfrü ona nispet كَ‏ ف ْ فِ‏ ً .

etti.

‏َك

ي ا َّ رَ‏ هُ‏ ت

66 Hadisi İbnu’l-Esir (rahimehullah) “en-Nihayatu fi Garibi’l-Hadisi ve’l-Eser”inde kaf ile fe

babında zikretmiştir.

67 Sunenu’t-Tirmizi, 2588.hadis ve şöyle diyor: Hammad bin Zeyd’ten başkasından bu hadisi

bilmiyoruz. Başkaları da ondan ref etmeden rivayet etmişlerdir.

68 Cerir bin Atiyye bin el-Hatefe et-Temimi el-Basri (rahimehullah). Üç büyük İslam şairlerinden

biridir. Diğer ikisi el-Ferezdek ve el-Ahtal’dır. Cerir asrının en gözde ve en fasih

İslam şairiydi. Hicri 110’da vefat etmiştir.


Tekfirin Hakikati 53

Fasıl

Tekfir’in şer’î hakikati. (Şari’nin hitabında tekfir kelimesinin

kullanım şekilleri)

Şari’nin hitabında tekfir kelimesi şu iki manada gelmiştir:

Bir. Günahların tekfiri. Yani masiyetlere terettüp eden günahların

giderilmesi ve dolayısıyla bağışlanılması. Genel itibariyle namaz,

abdest ve büyük günahlardan kaçınmak gibi salih ameller Allah

(celle ve âlâ)’nın meşiyetiyle günahlara kefaret olur. Öldürmek, yemin

bozmak, zihar yapmak, ramazan orucunu cima ile bozmak ve hac

haramlarını işlemek hariç; bunlar için Allah (azze ve celle) mahdut bir

kefaret belirlemiştir.

İki. İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine

verilen küfür hükmü. Selef indinde tekfir mutlak ve muayyendir.

Mutlak tekfir Kur’an ve Sünnete göre mükeffer 69 olan söz, fiil veya

itikada küfür hükmünü ıtlak etmektir. Kim şöyle derse kâfir olur,

kim şöyle yaparsa kâfir olur veya kim şöyle itikad ederse kâfir olur,

demek gibi. Muayyen tekfir ise mutlak küfür hükmünü failine inzal

etmektir. Bu da durumdan duruma farklıdır. Mesela dinin aslında

veya fer’inde olabilir veya hafi veya zahir meselede olabilir. Duruma

göre maniler işler ve şartlar aranır veya işlemez ve aranmaz. Veya

bazıları işler ve bazıları işlemez. Muayyen tekfir hususu ayrıntıları

çok olan bir meseledir. Her kişiden kişiye farklıdır. Küfre girmiş olan

kişinin daima küfür hükmünü de alması gerekmez. Bu meselelere

burada girmeyeceğim. Risalenin girişinde söylediğim gibi tekfir

mevzusu fıkhî mahiyetiyle bu risalenin gayesi değildir. Benim âcizane

bu risalede söylemek istediğim sadece şudur: Tekfir lügatte ve

şeriatta hüküm ifade eder.

69 Küfre nisbetini sağlayan


54

Tarık Ebu Abdullah

Fasıl

Hüküm Nedir?

ٌ ْ

(hukmun) sülasi mücerred َ َ حُ‏ ك

mastarıdır. (hakeme) fiilinin حَ‏ ك

El-Ezheri (rahimehullah) hüküm, adil yargıdır, der. Lügatte hükmetmek,

men etmektir. Bunun için yargıya hüküm denilmiştir. Çünkü kadı

hükmüyle hükmü dışında kalanları men etmiştir. İbn-u Munzir (rahimehullah)

(Vefat H: 711) şöyle der: “Arap, men ettim ve reddettim manasın-

َّ ْ ُ ت da

َ ْ ت

َ ْ ت

(hakemtu ve ahkemtu ve hakkemtu) der. Bunun حَ‏ ك

için insanlar arasında hükmedene hâkim denilmiştir; çünkü zalimi zulmetmekten

engeller.” 70 Hüküm kelimesinin lügat manasından şu ortaya

çıkıyor: Allah (celle ve âlâ) mesela bir şeyi vacip kılmış ise bunun manası

aynı zamanda vacip kıldığının hilafını da men etmiş olmasıdır.

ُ وَ‏ حَ‏ ك

ُ وَ‏ َ أ حْ‏ ك

Istılahta hükmün manası bir şeye bir şeyi ispat ederek veya nefyederek

izafe etmektir. Yani bir şeye bir şeyi izafe etmek veya nefyetmek

o şey hakkında hüküm vermek olur. Mesela “Zeyd” demek

hüküm olmaz fakat “Zeyd kalktı” demek hükümdür çünkü Zeyd için

kalkmış olduğunu ispat etmiş olur. Nefiy de böyledir. “Zeyd kalkmadı”

demek, Zeyd hakkında hükmetmektir çünkü kalkma eylemi

kendisine nefyedilerek izafe edilmiştir. “İçki” demek hüküm değildir

fakat “İçki haramdır” demek hükümdür. Çünkü içki için haramlığı

ispat etmiştir. Veya “İçki helal değildir” demek içki hakkında hüküm

vermektir çünkü içkiye cevazı nefyederek izafe etmiştir.

Bu manada, hüküm şu dört halin dışına çıkmaz:

Hüküm ya şer’îdir ya örfidir ya aklidir veyahut lügavidir. Mesela:

Limon tansiyonu düşürür demek örfî, adetsel hükümdür. Bu hüküm

tecrübe ve tekrar ile sabittir. Şer’î bir delil ile değil. Çoğu durumlarda

bu doğrudur; lakin her zaman değil.

70 Lisanu’l-Arab, حمك maddesi. (Dar-u Sadır ilk baskı)


ٌ

َ نَ‏

Tekfirin Hakikati 55

Bir ikinin yarısıdır demek, akli hükümdür. Bu aklen sabittir. İnsanlar

bu hükümde ihtilaf etmez çünkü doğruluğu bütün insanlar

indinde aklen sabittir. Bilakis bu hükme muhalefet edenler inkâr

edilir.

faildir” (Zeyd kalktı) cümlesinde “Zeyd merfudur; çünkü قَامَ‏ َ ز يْد

demek,lügavi hükümdür. Zeyd kelimesi vucuben ref edilir ve ref alameti

olarak zammeyi alır. Zeydi nasp edip fethayla harekelemek caiz

değildir.

“Yalan söylemek caiz değildir” demek, şer’î hükümdür çünkü yalan

söylemenin haramlığı şer’an sabittir. Şer’î hükmü usûl ulemasının

ekseri şöyle tarif eder: “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’ (ahiri

‏(ع bakı mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabıdır.” Usûlcülerin

ekserine göre hüküm bizzat hitabın kendisidir. Mesela, َ

“Namazı kılın” hükümdür, ِّ

hü- “Zinaya yaklaşmayın” ل

kümdür, derler. Fukaha ise “Şer’î hüküm Allah’ın talep, tahyir ve vaz’

bakı mından mükelleflerin fiillerine ilişkin olan hitabın delalet ettiğidir”

diye tarif ederler ve geçen misallerde “Namazı kılın” emrinden namazın

vacip hükmünü ve “Zinaya yaklaşmayın” nehyinden zinanın

haramlığını çıkarırlar.

‏َة

أَقِ‏ يمُ‏ وا الصَّ‏ ل

‏ْرَ‏ بُوا الز

تَق

El-mühim, şer’î hüküm Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabıdır

veya hitabın delalet ettiğidir. Hitabı mutekaddim ulema “Gayesi,

anlama kabiliyetine sahip olana bir şeyi anlatmak olan kelamdır” diye tarif

etmişlerdir. 71 Şu hâlde Allah (azze ve celle)’nin mükelleflere hitabı olarak

tarif ettiğimiz şer’î hüküm en basit tarifiyle Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın

akıl sahiplerine onlardan murad ettiğini anlatmasıdır. Bu anlatım ya

lafız ve mana olarak indirdiği ile tahakkuk etmiştir… Bu Kur’an ve

kudsi hadistir. Veya mana olarak indirdiği ve Rasûlü (sallallahu aleyhi

ve sellem)’in kendi sözleriyle ifade ettiği ile tahakkuk etmiştir… Bu da

Nebevi sünnettir.

71 El-Bahru’l-Muhitu fi Usuli’l-Fıkh, 1.cüz/98.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı

h.1421)


56

Tarık Ebu Abdullah

Ayrıca varid ilahi anlatım ya vürud (senet) ve delalet (mana) yönüyle

sabittir. Delaleti sarih ayet ve mütevatir sünnet böyledir. Veya

da vürud ve delalet yönüyle nazar, istihrac ve istinbata muhtaçtır.

Delaleti muhtemel ayet ve delaleti muhtemel mütevatir sünnet ve tevatür

altı sünnet böyledir. İkincisi, yani vürud ve delalet cihetinden

istinbata muhtaç olan hitap, Allah (celle ve âlâ)’nın müctehid ulemayı

ilahi hükmü istihrac ve istinbat etmekle mükellef kıldığı hitabıdır.

Bazı istinbatlarında ulema icma etmiştir ama ekserinde ise icma etmemişlerdir

ve istinbat ettikleri hükümler kabul ve redde açık ictihad

kabilinden olmuştur.

Kısaca şer’î hüküm, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın mükelleflere hitabı

yani mükelleflere neyi murad ettiğini haber vermesidir, dedik.

Allah (azze ve celle) mükelleflere hitap ederek bir şeyi ilzami (bağlayıcı

olarak) talep ettiğini veya ilzami terki talep ettiğini veya ğayri ilzami

(bağlayıcı olmayarak) talep ettiğini veya ğayri ilzami terki talep

ettiğini veya amel ve terk arasında muhayyer bıraktığını haber veriyor.

Bu beş isteğine usûlde teklifî hükümler denilir. İcap, tahrim,

nedep, kerahet ve ibahet. Bir de bu hükümlerle bir şekilde ilişkiye

soktuğu hükümler vardır. Bunlara da vazai hükümler denilir. Bunlar;

sebep, illet, şart ve manidirler ve bu dördün tabileri sıhhat, fesat,

azimet, ruhsat, eda, kaza ve iadedir. Teklifî hükümler Allah (subhanehu

ve teâlâ)’nın bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istediğini veya

ikisi arasında muhayyer bıraktığını ifade eder ve vazai hükümlerde

bu isteğine sebebi, illeti, şartı veya maniyi ifade eder. İster teklifî hükümler

olsun ister vazai hükümler olsun, her iki kısım da Allah (celle

ve âlâ)’nın muradından haber verir. İşte iyi anlaşılması gereken ve bu

risalenin yazılmasına gaye olan önemli birinci husus budur: Hüküm

vermek Allah (azze ve celle)’nin iradesinden haber vermektir. Yani kişi

şu vaciptir dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu yapmamızı

bağlayıcı olarak istiyor. Yaptığımız takdirde bizi mükâfatlandıracaktır,

yapmadığımız takdirde ise bizi bundan ötürü cezalandıracaktır.”

demektedir. Şu haramdır dediği zaman, “Allah (celle ve âlâ) bizim şunu

terk etmemizi bağlayıcı olarak istiyor. Terk edersek bizi mükâfatlandıracaktır,

terk etmeyip işlersek bizi cezalandıracaktır.” demektedir.

Başka bir tabirle, şer’î bir hükümden konuşan âlemlerin Rabbi ve


Tekfirin Hakikati 57

cennet ve cehennemin sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın adına konuşmaktadır.

Eğer Rabbinin murad ettiğini haber verdiğinden kâni ise rahat

olabilir. Fakat değilse yani başkasını taklit ediyor veya hatta aklından,

kendi anlayışından ve ilmî ehliyetten yoksun konuşuyorsa, o

zaman tek hüküm sahibi Allah (celle ve âlâ)’nın ona şöyle demesinden

korksun: “Yalan söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram

kılmadım”. Seleften birçoğu şöyle demiştir: “Sizden birisi Allah bunu

helal kıldı, şunu haram kıldı demekten çekinsin. Zira Allah da ona “Yalan

söyledin. Ben bunu helal kılmadım, şunu da haram kılmadım”der.” 72

Muhakkak ki Allah (azze ve celle) insanlara anlayamayacakları bir

dilde hitap etmedi. Kuşkusuz hitabının bir kısmı açık ve nettir; selim

akıl sahibi her kişi tarafından doğru anlaşılabilirdir. Dinin aslına

taalluk eden konuları beyan eden ayetler böyledir. Fakat bir kısmı

da vardır ki onlar imtihan vesilesidir. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle

buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah’ın Rasûlü’nün huzurunda öne

geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin

ve birbirinize bağırdığınız gibi ona sözle bağırıp söylemeyin;

yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider.” 73 “Hakkında

bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların

hepsi ondan sorumludur.” 74 “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline

sorun.” 75 “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna

helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş

olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler”

Ve bu manadaki diğer ayetler. Hüküm koymak sadece ve

sadece Allah (celle ve âlâ)’ya aittir. Yaratmakta O’nun şeriki olmadığı

gibi emretmekte de O’nun şeriki yoktur. “İyi bilin ki yaratma da emretme

de yalnız O’nundur” 76 “Hüküm ancak Allah’ındır. O, hakkı

72 Bk. İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/175.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)

73 El-Hucurat Sûresi 1. ve 2. ayetler

74 El-İsra Sûresi 36.ayet

75 El-Enbiya Sûresi 7. ve en-Nahl Sûresi 43.ayet

76 El-Araf Sûresi 54.ayet


58

Tarık Ebu Abdullah

haber verir” 77 “Hüküm ancak Allah’ındır. O, Kendisinden başkasına

ibadet etmemenizi emretmiştir” 78 “Hüküm ancak Allah’ındır” 79 .

Hüküm koymakta hiç kimsenin payı yoktur. Ne meleğin ne Rasûlün

ve ne de âlimin. Dolayısıyla beşerin işi hüküm koymak değil, ilahi

hükümden haber vermektir. Yukarıda geçtiği gibi hükümlerden bir

kısım var ki delaleti sarihtir. Fakat bir kısım var ki o muhtemeldir

ve ictihada dayanır. “Oysa bunu Rasûlüne veya içlerinden emir

sahiplerine götürmüş olsalardı, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp

çıkarabilenler, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi.” 80 Hitabın

ekseri de bu kısımdandır. Bazısının delaletinde ulema ittifak etmiştir

ama çoğunda ihtilaf etmiştir. Bunun için birileri “Hüküm Allah

(subhanehu ve teâlâ)’nın hitabıdır, yani muhatabına (mükellefe) meramını

kelam ile aktarmasıdır, dolayısıyla kelamı anlamak meramını

anlamak için kâfidir. Allah Kur’an’ı bizim onu anlayabilmemiz için

tertemiz ve apaçık bir Arapçayla indirmiştir. Ben Kur’an’ı okurum

ve anlarım ve zahirinden anladığım gibi amel ederim. Benim mükellef

olduğum budur” deseler 81 derim ki: Bu iş sizin anladığınız gibi

değildir. Allah (subhanehu ve teâlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in

kullandıkları muayyen lafızlar ile neyi murad ettiklerini anlayabilmek

için kullandıkları kelimelerin lügatteki manalarını ve binalarını

(mana inşalarını) ve bu kelimelerin terkip içine girdiği zaman neyi

ifade ettiğini bilmek gerekir. Fakat bu kâfi değildir, zira Şari’ kelimeleri

lügat manalarından şer’î manalara nakletmiştir ve meramını

muhataplara aktarmak için belirli üsluplar kullanmıştır. Ayrıca Şari’

77 El-Enam Sûresi 57.ayet

78 Yusuf Sûresi 40.ayet

79 Yusuf Sûresi 67.ayet

80 En-Nisa Sûresi 83.ayet

81 Burada misal getirdiğim Arapça’yı bilen kişi fakat vakıaya baktığımızda aslen Kur’an’ı

anlamayanlar; çünkü Arapça bilmiyorlar, böyle konuşuyorlar. Allah (subhanehu ve teâlâ)

Kur’an’ı Türkçe indirmemiştir. Türkçe meal ancak Kur’an’ın mana yönüyle Türkçe’ye

aktarılması olabilir. Manayı aktarmakta da aktaranın manayı ne kadar doğru anladığına

bağlıdır. Her bir meal işin hakikatinde bir yorumdur. Tercümanın yorumudur. Binaenaleyh,

doğru bir Kur’an meali için tercümanın sadece Arapça bilmesi kâfi değil,

istinbat ilimlerine de haiz olması zorunludur. Muhakkak meal sahibi ekser ayetlerde

muhtelif muhtemel manalar arasında bir manayı tercih etme durumundadır. Tercih

ictihaddır. Dolayısıyla Türkçe meallerden hüküm çıkaranlar bilsinler ki Allah (azze ve

celle)’ye iftira etmeleri yüksek bir ihtimaldir, yaptıkları kesinlikle caiz değildir ve ne

kadar “ayet açıktır, herkes böyle anlar” deseler de sadece asıl itibariyle başkasının (meal

sahibinin) anlayışını ilimsiz ve delilsiz taklit etmektedirler.


ِ

َ

ي

ي

Tekfirin Hakikati 59

kullandığı bazı kelimeleri bir kabilenin örfünde kullanılan manasıyla

da kullanmıştır. Böyle bir hâlde kelimeyi hangi manada kullanacağız?

Lügat manasında (ekser Arap kabilelerin kullandığı mana) mı

yoksa örfi manasında mı? Ve böyle bir hâlde nüzul sebebi ayetin delaletini

tahsis edici olur mu veya olmaz mı? Ve ilahi muradı istihrac

etmekte başka çok önemli bir unsur da şudur: Kıraat farklılıkları.

Sonra, istinbatın meşhur asılları aam-has, mutlak-mukayyet ve nasih-mensuh

gibi meseleler. İlahi hitabın delalet ettiğini anlayabilmek

için bu konularda mutkin olmak muhakkak gereklidir. Şer’î hüküm

mücerred anlayış, görüş ve istihsandan çıkmaz. Neyi kast ettiğimi

birkaç misal vesilesiyle izah edeyim:

Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

ْ َ رَ‏ افِ‏ قِ‏

ال

َ

ُ ْ إِل

‏َيْدِ‏ يَك

ُ ْ وَ‏ أ

َ ك

ْ ن‏

‏ُوا وُ‏ جُ‏ وه

يُّ‏ َ ا الَّذِ‏ نَ‏ آمَ‏ نُ‏ وا إِذ تُ‏ ْ إِل الصَّ‏ َ ل ةِ‏ ف ْ ‏َاغ سِ‏ ل

َ

ُ ْ إِل

‏َك

ُ ْ وَ‏ أ ‏َرْجُ‏ ل

وَ‏ امْ‏ سَ‏ حُ‏ ‏ُءُ‏ وسِ‏ ك

قُ‏ ْ

ي‏ َ أَ‏ َ ا

َ عْ‏ بَ‏

الْك

وا ‏ِب

“Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve

dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin. Her iki

topuğunuza kadar ayaklarınızı da.” 82

Bu ayete sıradan bir gözle baktığımızda çok kapalı, anlaşılması

zor bir ifade yoktur. Bu ayette ilahi muradın ne olduğunu anlamak

çok da zor değil gibi görünüyor. Bazı çevrelerde sıkça duyabildiğimiz

bir hüküm bu ayet için geçerli gibi görünüyor: “Bu açık bir meseledir”.

Durum böyle mi bakalım.

قُْ‏ تُْ‏ Bir.

(kumtum) faili muttasıl zamir olan قُْ‏

mazi fiildir. إذَ‏ ا (İza) şart manasında istikbal zarfıdır. إذَ‏ ا قُْ‏ تُْ‏ “kalkacağınız

zaman” manasına gelir. Bu ifadeden şu manaları çıkarmak

mümkündür:

تُْ‏ kumtum) (iza إِ‏ ذَ‏ ا‏

a) قَامَ‏ (kame) fiilini ifradi hakikatiyle alırsak manası aşağıdan yukarıya

doğru ayağa kalkmaktır. Dolayısıyla şartın cevabı olan ayette

82 El-Maide Sûresi 6.ayet


َ

َ

60

Tarık Ebu Abdullah

zikredilen azaların yıkanma veya mesh edilme emri, şart var olduğunda

söz konusu olur. Şu hâlde, mesela namazı ayakta değil oturduğu

yerde kılan bu emirle muhatap olmaz. Bunu bildiğim kadarıyla

kimse söylememiştir ama yukarıdaki sözden anlaşılabilecek ihtimallerden

biri olduğu için zikrettim. Fakat ayete “uykudan kalkıp namaza

duracağınız zaman abdest alın” şeklinde mana vermiş olanlar olmuştur.

Mesela Zeyd bin Eslem ve es-Suddi rahimehumullah’tan bu

mana nakledilmiştir.

‏َامَ‏ (b

َ

(ila’s-salati) terkibi içinde alırsak ki إل

doğru olan budur, o zaman mana “namaza durmayı azmettiğiniz zaman”

olur. Yani ayetin manası “namaz kılmak istediğiniz zaman abdest

alın” olur. Çünkü قَامَ‏ إل (kame ila) Arapça’da bir şeye başlamaya,

girişmeye ıtlak edilir.

الصَّ‏ لَةِ‏ (kame) fiilini ق

ْ َ ةِ‏ c)

قُ‏

(iza kumtum ila’s-salati) ibaresinin zahirinden إِذَا

anlaşılan her namaz için abdestin vacip oluşudur. Çünkü cevap olan

mezkûr azaların yıkanması ve mesh edilmesi namaza durma şartına

bağlanılmıştır. Her ne zaman şart var olursa cevabı gerekli olur. Cevapta

fe harfiyle bağlanılmış olan اِ‏ غْ‏ سِ‏ لُ‏ وا (iğsilu) emir fiilidir. Emir de

vucub ifade eder. Bu manada her namaz için ayrı abdest almak vacip

olur. İster şahıs önceden abdestli olsun ister abdestsiz olsun. Ayrıca

bir abdest ile iki ve fazla namaz da kılmak caiz olmaz. Bu mana Ali

(radıyallahu anhu) ve İkrime (rahimehullah)’tan nakledilmiştir.

تُ‏ ْ إِل الصَّ‏ ل

Veyahut burada emirin manası icap değil mendupluktur. Bu hâlde

ayetin manası “her namaz için abdest almak menduptur” olur.

Usul âlimleri arasında emir sigasının aslen ne ifade ettiği ihtilaflıdır.

Bir kesime göre emir aslen vucubu ifade eder ve ancak karine

ile mendupluğa veya ibahete hamledilir. Racih olan budur. Bir

kesime göre emir aslen mendupluğu ifade eder ve ancak karine ile

vucuba hamledilir. Bir kesime göre de aslen ne vucubu ne de mendupluğu

ifade eder, ancak karine ile ikisinden birine hamledilir. Bu,

emir sigasının delalet ettiği şer’î hüküm açısından manalandırma


Tekfirin Hakikati 61

farklılıklarıdır. Aşağıda inşai kelam olma hasebiyle mana ihtimallerinden

de bahsedeceğim inşallah.

‏-‏keliالصَّ‏ لَة

Cumhur ise ayetin manasını “abdestsiz olup namaza durmak istediğiniz

zaman abdest vaciptir” veya “abdestli iseniz menduptur”

şeklinde takdir etmişlerdir ve ayetin bu şekilde manalandırılmasına

başka harici deliller göstermişlerdir.

İki. الصَّ‏ َ لة (es-salet)’in lügatte manası duadır. Şu hâlde ُ

mesini lügavi hakikatiyle alır ve ayete mana verirsek manası, dua

edeceğiniz zaman abdest alın olacaktır. Ayetin şer’î delaleti, dua etmek

için abdest almak vaciptir olacaktır. Elbette bu söz batıldır. ُ

kelimesini şer’î nasslarda mutlak olarak lügavi hakikatiyle zındıklardan

başkası almıyor. Bu yorumlarıyla dinin beş esaslarından birini

inkâr ediyorlar. Hak olan, Şari’nin الصَّ‏ ُ لَة kelimesini şer’î bir hakikate

nakletmiş ُ olmasıdır. Yani Allah (celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve

sellem) الصَّ‏ ل kelimesinin hudutlarını belirlemişlerdir. Buna göre ُ

Şari’nin tayin ettiği söz ve fiillerden oluşan, tekbir ile başlayan ve selam

ile biten bir ibadettir.

الصَّ‏ لَة

الصَّ‏ لَة

‏َة

Arapça’da kelimenin üç hakikati vardır: Lügavi, örfi ve şer’î hakikati.

Kelimenin lügavi hakikati, fesahat devri Arapların o kelimeyi

kullandıkları manaları ve binalarıdır. Örfi hakikat, kelimenin bir kabile

veya belde halkından lügavi hakikati dâhilinde veya haricinde

özel kullanımıdır. Şer’î hakikat ise, kelimenin Şari’ tarafından kullanım

hâlidir. Bir kelimede üç hakikat veya ikisi birleştiği zaman ve

bu hakikatlerden biri şer’î ise, İslam ulemasının ittifaklarıyla şer’î

hakikat mukaddemdir. Kelimenin lügavi veya örfi hakikatine iltifat

edilmez; ancak bunu gerektiren bir karine varsa müstesna. Bundan

sonra kelimenin örfi mi lügavi hakikati mi mukaddemdir? Bu husus

cumhur ulema ile Hanefi uleması arasında ihtilaflıdır. Cumhura

göre örfi hakikat mukaddem iken Hanefilere göre lügavi hakikat

mukaddemdir. Bu ihtilaf burası yeri olmayan birçok şer’î hükümlere

yansımıştır.


62

Tarık Ebu Abdullah

Üç. فَ‏ اغْ‏ سِ‏ لُ‏ وا (fağsilu) ف rabıtasıyla gelmiş emir fiilidir. Ayetin buradan

sonraki kısmı şartın cevabıdır. Yukarıda emir sigasının usûlde

şer’î delaleti hususunda ihtilaftan bahsettim. Kelam olma hasebiyle

emir inşadır. Arapça’da kelam iki kısma ayrılır: İnşa ve haber. İnşai

kelam olarak emir, itaati iktiza eden (gerektiren) buyruğu veya ricayı

veya duayı ifade eder. Yüksek mertebede birisinin aşağı mertebede

birisine emirle hitap etmesi itaati iktiza eder. Müsavi mertebelerde

olan birilerinin birbirilerine emirle hitap etmeleri ricayı ifade eder.

Aşağı mertebede olanın yüksek mertebede birisine emirle hitap etmesi

duayı ifade eder.

َ ُ ‏ْك Dört.

çoğuludur ve yüz manasındadır. واجَ‏ هَ‏ (vêcehe) fiili karşı karşıya oldu,

karşılaştı, görüştü gibi manalara gelir. وَ‏ جْ‏ ه (yüz) de buradan gelmedir;

çünkü iki kişinin karşılaştığında görüştükleri yüzleridir. Pekâlâ,

vechin haddi nedir? Ağız, burun ve göz veche dâhil midir? Değil midir?

Dâhildir diyenlere göre bu ayet aynı zamanda mazmaza (ağıza

su verip çalkalamak), istinşak (buruna su çekmek) ve istinsarın (suyu

burundan dışarı sümkürmek) vacip oluşuna da delildir. İmamlardan

Ahmed ve İshak rahimehumallah’tan bu görüş nakledilmiştir. Ekser

ulema burun ve ağzın iç kısımlarını yüzden görmemişlerdir ve bunun

için bu ayetteki emre dâhil kabul etmemişlerdir. Gözlere gelince

ulemanın ittifakıyla yıkanması vacip değildir fakat nakledildiğine

göre İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma) gözlerinin iç kısımlarını da yıkarmış.

Ayrıca sakal da insanın yüzleştiği bölgeye dâhildir. Şu hâlde ayetin

zahirinden sakalı yıkamanın vacipliği de çıkıyor. Said bin Cubeyr,

İshak ve bazı Maliki uleması rahimehumullah’tan bu görüş nakledilmiştir.

(vech)’in وَ‏ جْ‏ ه (vucuh) وُ‏ جُ‏ وهٌ‏ yüzlerinizi. ‏(‏vucuhekum‏)وُ‏ جُ‏ وه

(eydiyekum ile’l merafık) ellerinizi dirseklere أَيْدِ‏ يَك

kadar. Bu ayette إل harf-i cerrini ve mecrurunu iki manada yorumlamak

mümkündür. Musahabe (beraber manasında) ve intiha (zaman

veya mekân itibariyle gayenin son bulması) manasında. İlkine göre

ayetin manası ellerinizle beraber dirseklerinizi de yıkayın olur. Fakat

burada إل intiha içindir denilirse ki racih olan budur, o zaman ayetin

manası ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın olur. Bu durumda da

‏َى ال ‏ْمَ‏ رَ‏ افِقِ‏ Beş.

ُ مْ‏ إِل


ي

َ

Tekfirin Hakikati 63

iki mana caiz olur. Birincisi, dirsekler yıkama emrine dâhildir ve

ikincisi, dâhil değildir. İmam Malik (rahimehullah)’tan gelen bir rivayete

göre dirsekler yıkama emrine dâhil değildir. Fakat eksere göre dâhildir

çünkü إل den önce gelen sonra gelenin cinsindendir. Bu durumda

da إل kendisinden sonra gelenin, önce gelene dâhil olduğunu ifade

eder.

Altı. امْ‏ سَ‏ حُ‏ وا (imsehu). Emir fiilidir. Manası “mesh edin”dir. Fakat

lügatte mesh eylemi meshin neyle yapıldığını ifade etmez. Ayette

emir ْ ُ

başında ب (be) harf-i cerri olmasaydı kuru elle de başın mesh edilmesi

caiz olduğunu ifade ederdi. Lakin ب (be) harfi meshin suyla

olmasını iktiza ediyor.

(ruusekum)’un رُ‏ ءُ‏ وسَ‏ ُ ‏ْك şeklinde gelmiş olsaydı, yani وَ‏ امْ‏ سَ‏ حُ‏ وارُءُ‏ وسَ‏ ك

بُِ‏ ءُ‏ وسِ‏ ك

Yedi. ْ ُ (bi ruusikum). İbn-u Hişam (rahimehullah) Muğni’l-Lebib’inde

ب (be) harf-i cerri için on dört mana zikreder. Bunlardan bu

ayet için muhtemel olanlar şunlardır: ب (be) harfi ilsak için gelmiştir

veya teb’iz için gelmiştir veya da zaiddir. İlkine göre ayetin manası

“başınız ile” yani “başınızı su ile mesh edin” olur. İkincisine göre “başınızın

bir kısmını mesh edin” olur ve üçüncüsüne göre ب harfi mananın

te’kidi için gelmiş olur. Birinci ve üçüncü ihtimaller arasında

aslen fark yoktur lakin ayeti ikinci ihtimale göre yorumlayanlar meshte

vacip olan miktarın başın bazısı olduğuna başka delillerle beraber

bu ayeti delil gösterirler.

ْ ن‏ Sekiz.

ُ ْ إِل ‏َعْبَ‏ ِ

ُ ْ ila’l-ka’beyn). (ve erculekum وَ‏ أ

üzere okumak (erculekum, lam harfi fethalı) kıraat imamlarından

Nafi’, İbn-u Amir, el-Kesei ve Hafs rivayetinde Asim’in kıraatleridir.

Kıraat imamlarından İbn-u Kesir, Ebu Amr, Hamza ve Şu’be rivayetinde

Asim ْ ُ

okumuşlar- (erculikum, lam harfi kesreli) mecrur أرْجُ‏ لِك

dır. Bu kıraat farkı şu manalara ihtimal veriyor: أرجلمك nasp halindeyse

(yani erculekum ise) amili اغْ‏ سِ‏ لُ‏ وا fiilidir ve ayetin manası “ve ayaklarınızı

da yıkayın” olur. أرجلمك cer halindeyse en yakın mecrura matuftur

o da ب ile mecrur olmuş رُ‏ ءُ‏ وسِ‏ ُ ‏ْك (ruusikum)dur. Bu hâlde ayetin

manası “başlarınızı mesh edin ve ayaklarınızı da mesh edin” olur. İki

nasp أرْجُ‏ لَك

‏َك

‏َرْجُ‏ ل

الْك


ي

ي

64

Tarık Ebu Abdullah

muhtelif manaya göre ayetin şer’î delaleti ya ayakların yıkanmasının

vacipliği veya mesh edilmesinin vacipliği olur. 83

َ ْ ن Dokuz.

bahsetti- (ile’l-ka’beyn). Yukarıda dirsekler için إِل

ğim durum burada da geçerlidir. إل ile geçişten dolayı ka’beyn’in yıkama

emrine dâhil olup olmadığı muhtemeldir. Bu bir mesele ve iki,

tesniyesidir. ile mecrur olmuş إل (ka’b)’ın كعْ‏ ب ka’beyn) (el الْك ْ ن‏

Pekâlâ, ب ın‏’كعْ‏ haddi nedir? Lügatçilerin cumhuruna göre ka’beyn,

ayağın iki yan tarafında dışarıya doğru yükselen iki kemiktir. Bazılarına

göre ise ka’b ayağın yüzündedir.

الْك عْ‏ بَ‏ َ

َ عْ‏ بَ‏

ف On. Ayette yıkanması veya mesh edilmesi emredilen azalar

harfiyle başlamıştır ve و harfiyle birbirine atfedilmiştir. Bu abdest

azaları arasında tertibin (azaların ayette zikredildiği sırasıyla yıkanması

veya mesh edilmesinin) ve muvalatın (azaların fasılasız ve ardarda

yıkanması, mesh edilmesi) varlığına muhtemeldir. Bunun için

bazılarına göre bu ayet tertibin ve muvalatın vacipliğini ifade eder.

ف harfi aslen tertibi iktiza etmediğinden ve و görüşe, Başkaları da bu

harfi de burada takibi ifade eden atıf harfi değil, cevabı şarta bağlayan

rabıta olduğundan itiraz etmişlerdir.

Evet! Sıradan gözle baktığında manası açık ve net gibi görünen bu

ayet için sana en azından on ihtimal getirdim. Bu ihtimallerin hepsi

lügat kaynaklıdır. Kur’an apaçık ve saf bir Arapçayla indirilmiştir.

Arapça’yı bilmek ilahi muradı anlamak için kâfidir, diyen bana bu

ayette Allah (azze ve celle)’nin bize ne demek istediğini kesinleştirsin

bakalım. Mevcut mana ihtimalleri içinde Allah (celle ve âlâ)’nın hangi

manayı kast ettiğini bize beyan etsin. Bunun tek bir yolu olur… Allah

(azze ve celle)’nin neyi murad ettiğini bu iddia sahibine vahyetmesi.

Bunu iddia etmesi de muhal olduğuna göre, Allah (celle ve âlâ)’nın

mezkûr ihtimaller içinde neyi nasıl kast ettiğini kesinlik ve katiyet ile

bilmediğini itiraf etme mecburiyetindedir. Mevcut mana ihtimalleri

83 Manen mutevatir hadislerin varlığı ayetin cer ile kıraati mestlere meshin cevazına delalet

ettiğini ifade ediyor. Bunun için Ehl-i Sünnetin icmasıyla vacip olan, ayakların yıkanmasıdır.


ب ي

Tekfirin Hakikati 65

arasında tercih edebilir ama bunun için Arapça’yı bilmek yetmez, istinbat

ehli olmak şarttır.

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

وَ‏ إِذا حَ‏ لَلتُ‏ ْ فَاصْ‏ طاد ُ وا

“Ve ihramdan çıktığınız zaman avlanın.” 84

ْ

Önceki ayette إذا (iza) ve ف (fe) harfiyle alakalı ihtimaller burada

da geçerlidir. Bunları tekrarlamayacağım. حل َّ (halle) fiilinin muhtelif

mana hakikatlerine de girmeyeceğim. Sadece şu kadarını misal vermek

istiyorum: Şartın cevabı emir fiili olarak gelmiştir. Şu hâlde ayetin

zahirine göre, ihramlı için ihramdan çıktıktan sonra hemen avlanmak

vaciptir. Daha önce de geçtiği gibi fukaha indinde racih görüşe

göre emir vucubu ifade eder. Ancak bir karine emrin mendupluğa

veya ibahete hamledilmesini gerektirirse bu durum hariç. Fakat

burada ulemanın icmasıyla اصْ‏ ُ طَادوا (istadu) emri ibahet ifade ediyor.

Yani ayetin manası icmaen “ve ihramdan çıktığınız zaman isterseniz

avlanın”dır. Emrin ibahete hamledilmesini gerektiren karine ise ihramlıya

avlanmanın haram olmasıdır. Önce haram olan bir şeyin

sonra emredilmesi, o haramın kalktığını ve asıl haline döndüğünü

yani mubah olduğunu ifade eder.

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

‏َن نَ‏ زِّل

ْ ‏َوَ‏ ارِ‏ يُّون َ عِ‏ يسَ‏ ْ نَ‏ ا‏ مَ‏ رْ‏ يَ‏ َ هَ‏ ل ‏َسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ رَ‏ بُّ‏ ك

‏َّق تُ‏ ْ مُ‏ ْ ؤ مِ‏ نِ‏ ي نَ‏

السَّ‏ مَ‏ اءِ‏ قَال

ْ ي َ أ ْ يُ‏ َ َ عل ‏َيْ‏ َ نا مَ‏ َ ائِد ةً‏ مِ‏ نَ‏

َّ َ ْ إِن ُ ك ْ ن‏

َ ات ُ واالل

‏َال َ ال َ

إِذْ‏ ق

“Hani Havariler, “Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin göktenbize bir

sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O, “İman etmiş kimseler iseniz

Allah’tan korkun” demişti.” 85

84 El-Maide Sûresi 2.ayet

85 El-Maide Sûresi 112.ayet


َ

َ

َ

ن ‏ُت

ْ

66

Tarık Ebu Abdullah

(el-isti- الإ سْ‏ تِ‏ طَاع

(hel) هَ‏ ل

هَ‏ ل يَسْ‏ ت

Ayetin zahirine göre Havariler Allah (celle ve âlâ)’nın sofra indirebi-

َ ُ ةÇünkü lecek kudrette olup olmadığını sormuşlardır.

taa) lügatte, takat ve bir şeye kudret sahibi olmak demektir. ْ

‏َطِ‏ يعُ‏ istifham harfi de ya evet veya hayır cevabını ister. Şu hâlde

hel‏)رَ‏ yestatiu Rabbuke) kıraatinde ayetin manası “Senin Rabbin بُّ‏ ك

gökten sofra indirmeye güç yetirir mi, kudreti var mıdır?” olur ve İsa

(aleyhissalatu vesselam) tarafından evet veya hayır ile cevaplanma ihtimali

olan hakiki bir soru olur ki bu da Allah (celle ve âlâ)’nın kudretinde şek

olur.

Ayetin diğer mana ihtimalleri şöyledir:

Birincisi: Bu Arapça’da, aşağıda olanın kendisinden yüksek bir

mertebede olandan bir şeyi talep ettiğinde veya bir ihtiyacını arz ettiğinde

kullanılan bir üslûptur. Bu şekilde sormasının sebebi, soranın

sorulanın kudretinden şüphe ettiğinden dolayı değil, bilakis sorulanın

kudretinden emin olduğundan ve sorulana karşı edebi ve

ihtiramından dolayıdır. Bu aynı Yahya el-Maziniy’in naklettiği ha-

ْ ِ ي يَ‏ diste bir adamın Abdullah bin Zeyd (radıyallahu anhu)’ya

ِ

َّ أ

Bana‏“كَيْف Rasûlullah’ın nasıl abdest aldığını gösterebilir َ نَ‏

misin?” sorusuna benziyor.

أتَسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ أن

manasındadır. (yutiu) يُطِ‏ يعُ‏ ‏(‏yestatîu‏)يَسْ‏ burada ت َ طِ‏ يعُ‏

ك

رَسُ‏ ول هللا يَتَوَض

manasında- يُطِ‏ يعُ‏ burada يَسْ‏ ت

İkincisi:

Es-Suddi (rahimehullah) şöyle der: Ayetin manası “Rabbinden sorsan

َ طِ‏ يعُ‏ isteklerini kabul eder mi?”dir. Çünkü

dır. Bu aynı Arabın اسْ‏ تَ‏ جَ‏ ابَ‏ (istecebe)’yi أجَ‏ ابَ‏ (ecêbe)manasında kullanması

gibidir. Bunun gibi اسْ‏ َ ت َ ط َ اع (istetâa) أطَ‏ َ اع (etâa) manasındadır,

yani isteği kabul etti, icabet etti manasındadır.

Üçüncüsü: َ Ayeti Ali, İbn-i Abbas, Aişe ve Muaz bin Cebel (radıyallahu

anhum) هَ‏ ل (hel testetiu Rabbeke) şeklinde okumuşlardır.

Said bin Cubeyr, Mucahid ve kıraat imamlarından el-Kesei rahimehumullah

da böyle okumuşlardır. Bu kıraatte اسْ‏ َ ت َ ط َ اع fiilinin faili İsa

aleyhissalatu vesellem’dır ve رَ‏ بَّ‏ كَ‏ (Rabbeke) mef ’uliyet üzere mensuptur.

Yani soran İsa (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir ve sorulan Allah (azze

ve celle)’dir. Bu hâlde ayetin manası “Sen Rabbinin gökten bize sofra

ْ تَسْ‏ َ ت طِ‏ يعُ‏ رَ‏ بَّ‏ ك


ف

ف

ي

ي

َ

Tekfirin Hakikati 67

indirmesini sorabilir misin?” olur. Bunun için Aişe (radıyallahu anha)“-

Havariler Allah’ın gökten sofra indirebileceğinde şüphe etmemişlerdir lakin

“sen Rabbinden sorabilir misin” demişlerdir” der.

Evet! Ayetin muhtelif mana ihtimalleri muhtelif hükümler doğuruyor.

İlk ihtimal ile mana verenlere göre bu ayet akidede cehaletin

özür olduğuna delildir. Diğer ihtimallerle mana verenlere göre ise

ayetin aslen cehalet mevzusuyla alakası yoktur. Usûlen ayetin manası

son olarak zikrettiğim ihtimale hamledilmesi gerekir. Çünkü ayetlerin

değişik sahih kıraatleri, Arapça gibi fasih ve beliğ olan bir dilin de

çaresiz ve aciz kaldığı, kâmil olan ilahi hitabın mana alanını toparlamaktadır.

Bu manada sahih kıraat farklılıkları müteşabih ayetlerin

beyanı için muhkem ayetlerin üstlendiği görevi üstleniyorlar ve bir

kıraatte ihtimalli olan manayı tasrih edebiliyorlar. Allah-u âlem.

Başka bir misal: Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

َ

ٌُّ ي

َ ْ لِكُ‏ ون

َ خَّ‏ رَ‏ الش مْ‏ سَ‏ َّ وَ‏ ال َ ‏ْق مَ‏ رَ‏ ك جْ‏ رِ‏ ي لِ‏ أَجَ‏ لٍ‏

يُولِ‏ ج ُ اللَّيْ‏ ل ِ ي ال‏ ‏َارِ‏ نَّ‏ وَ‏ يُولِ‏ ج نَّ‏ ‏َارَ‏ ِ ي اللَّيْ‏ لِ‏ وَ‏ س

َّ ُ رَ‏ بُّ‏ ك ُ ‏ْك وَ‏ ال نَ‏ تَد َ مِ‏ نْ‏ ُ د ونِهِ‏ مَ‏ ا َ مِ‏ نْ‏ قِ‏ ط

مُ‏ سَ‏ مًّ‏ ذَ‏ لِك

ُ ْ وَ‏ يَوْ‏ مَ‏ الْقِ‏ يَ‏ امَ‏ ةِ‏ يَكْ‏ فُ‏ رُ‏ ونَ‏

‏َك

‏َد يَسْ‏ مَ‏ عُ‏ وا د َ اءَ‏ ك ‏َوْ‏ ِ س عُ‏ وا مَ‏ ا اسْ‏ تَ‏ جَ‏ ابُ‏ وا ل

إِنْ‏ ت

‏ْل

َ يُنَ‏ بِّئ َ مِ‏ ث

ُ ْ وَ‏ ل

شِ‏ ْ بِ‏ كِ‏ ك

‏ْمِ‏ ي ٍ

ُ خ َ بِ‏ ي ٍ

ْ ُ عون

ُ ك

‏َّذِ‏

ُ ال‏

ْ ُ ل

َ ُ ال

ُ ْ ل

ُ ْ وَ‏ ل

ُ ع

َ

ُ ُ الل

َ

ُ ْ ل

ُ وه

“Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir. Güneşi

ve ayı emre amade kılmıştır, her biri belirlenmiş bir süreye kadar

akıp gitmektedir. İşte bunları yaratan Allah sizin Rabbinizdir.

Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka dua/ibadet ettikleriniz ise bir

çekirdeğin incecik zarına bile malik değildirler. Onlara dua etseniz

duanızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet

gününde ise, sizin şirk koşmanızı inkâr edeceklerdir (teberri edeceklerdir).

Her şeyden haberdarolan Allah gibi sana kimse haber

veremez.” 86

ْ ع

86 Fatır Sûresi 13. ve 14.ayetler


ي

ي

ي

ْ

68

Tarık Ebu Abdullah

‏ُرُ‏ ون

dua/iba- kıyamet günü kendilerine وَ‏ يَوْ‏ مَ‏ الْقِ‏ يَ‏ امَ‏ ةِ‏ يَك

Bu ayette Allah (celle ve âlâ) rububiyetini ispat ediyor ve uluhiyetine

delil getiriyor: “İşte bunları yaratan sizin Rabbiniz Allah’tır. Mülk

yalnız O’nundur.” Sonra, O’ndan başka ibadet edilenlerin dünya ve

ahirette acizliğini haber verdikten sonra kıyamet günü de kendilerinin

Allah (azze ve celle)’ye ortak koşulmalarını müşriklere inkâr edeceklerini

beyan ediyor. Konumuza misal getirmek istediğim yeri ise

الَّذِ‏ ن‏ ettikleriniz”. “O’ndan başka dua/ibadet الَّذِ‏ ْ ُ عون ُ ونِهِ‏ şudur:

mevsuledir ve umum ifade eder. Manası “O’ndan başka her neye

veya her kime dua/ibadet ederseniz”dir. Bu ifade Allah (azze ve celle)’den

başka dua/ibadet edilen her şeyi ve herkesi kapsar. Cansız putlar,

cinler, melekler, Nebiler, salihler… Canlı, cansız, diri veya ölü Allah’tan

başka dua/ibadet edilen her şeyi. Devamındaْ إِن ْ ع yani

ُ

“Onlara dua/ibadet etseniz” diyor. Muttasıl nasp zamiri ْ ُ

(hum) en ه

yakın isme dönüyor, o da الَّذِ‏ ن‏ dir. Ve sonra bu Allah’tan başka ibadet

edilenlerin ْ ُ

ْ ف َ بِ‏

det edenlerin şirk koşmalarını inkâr edeceklerinden haberdar ediyor.

Allah (subhanehu ve teâlâ) yapılan dua/ibadetleri ْ ُ

(şirkikum)

diyerek şirk olarak isimlendiriyor. Müfred شِ‏ ْ ‏ك (şirk) lafzına muttasıl

kefu’l-muhatabı ‏(ك)‏ cemaat mimiyle ‏(م)‏ izafet ediyor. Müfrede izafet

umum ifade eder. Şu hâlde ْ ُ

(şirkikum) lafzı şirkin her türünü

kapsar. Büyük şirki de küçük şirki de. Kur’an’da asıl olan lafızların en

âlâ manasına hamledilmesidir. Şu hâlde ayetin manası “ibadet türünden

bir duayla Allah’tan başka herhangi birisine yönelirse büyük

şirk ile müşrik olur”dur. İster doğrudan Allah’tan başkasına yönelsin

ister vesile kılarak olsun, her iki hâlde de ayetin zahirine göre müşrik

olur. Fakat ْ ُ

lafzının ifade ettiği umumu başka harici delillerle

tahsis edersek ayetin manası, doğrudan Allah’tan başkasına ibadet

türünde bir duayla yönelirse o müşriktir fakat aslen duayı Allah (celle

ve âlâ)’ya yönlendiriyor lakin duasının icabeti için diri veya ölü birilerini

vesile kılıyorsa müşrik değildir, olur. Bu hâlde ayette geçen şirk

lafzını küçük şirke hamletmiş ve failini İslam dairesinden çıkarmamış

oluruz. Ayetin zahirini bu şekilde tevile açan muhassisler 87 bir,

şirk lafzının hakikati ve iki, büyük şirk ve küçük şirkin arasındaki

farka delalet eden diğer nasslar olabilir.

‏ُوه

تَد

نَ‏ تَد

شِ‏ ْ كِ‏ ك

شِ‏ ْ كِ‏ ك

َ مِ‏ ن د

شِ‏ ْ كِ‏ ك

شِ‏ ْ كِ‏ ك

87 Tahsis edenler


شَ‏

ي

ي

ثُ‏

Tekfirin Hakikati 69

El-mühim, son derece önemli, dinin aslına taalluk eden bu meselede,

aynı ayetten iki manayı da çıkarmak mümkündür. Hangisi Allah

(azze ve celle)’nin murad ettiğidir? Sadece Arapça bilmek ve Kur’an

okumak ilahi muradı ortaya koymak için yeterli gelmeyecektir. Mevzuda

varid olan diğer nassları ve bu nassların delaletlerini, mensuh

olup olmadıklarını ve selefin bu nassları nasıl anladıklarını bilmek

gerekli olacaktır.

Birinci önemli hususun daha iyi anlaşılması için getirdiğim bu

misallerden 88 sonra ikinci önemli hususa gelelim:

Hüküm vermek verilen hükmü mahkûmun aleyh 89 hakkında

kesinleştirmek manasına gelir. Çünkü lügatte َ َ

(ahkeme şey’en ihkamen ve hukmen) bir şeyi kesin bildi ve sapasağlam

yaptı manalarına gelir. Allah (celle ve âlâ)’nın şu kavlinde olduğu

gibi:

ُ ْ ن حَ‏ كِ‏ ي ٍ َ خ بِ‏ ي ٍ

أحْ‏ ك

ْ ءً‏ إحْ‏ اكما وَ‏ حُ‏ كْ‏ ً ً

‏َد

الر كِ‏ تَ‏ ابٌ‏ أ ‏ُحْ‏ كِ‏ َ ت ْ َ آ‏ ُ تُه َّ فُصِّ‏ ل ْ ‏َت مِ‏ نْ‏ ل

“Elif, Lam, Ra. Bu, ayetleri sağlamlaştırılmış, kesinleştirilmiş,

sonra da Hâkim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış

bir Kitaptır.” 90

Bu manada, bir şeye bir şey, müspet veya menfi izafet edildiğinde

o şey hakkında hüküm verilmiş olur ve verilen hüküm de o şey için

َ ٌ يْد (Zeyd kalktı) veya ق َ ٌ يْد kesinleştirilmiş olur. Mesela

kalkmadı) denildiğinde Zeyd hakkında kalkma eyleminin varlığı

veya yokluğu kesinleştirilmiş olur. Lügatte yani insanlar arasındaki

kullanım böyledir. Yani insanlar kendi aralarında konuşurken farkında

olmasalar da bir şeye bir diğerini ispat ederek veya nefyederek

(Zeyd مَ‏ ا قَامَ‏ ز

‏َامَ‏ ز

88 Konuya dört misal getirdim. İlk ikisi ibadet alanından ve son ikisi itikad alanındandır.

Zira her iki alanda da ilahi muradı taşıyan lafızlar sarih ve kat’i olabileceği gibi ihtimalli

ve akabinde ictihada açık da olabilir. Dini asıl ve füru olarak ikiye taksim edip,

ilkine alelıtlak tekfir, tefsik ve tebdi’ terettüp eder; fakat ikincisine alelıtlak ta’zibi hiçbir

hüküm terettüp etmez demek, bid’at fırkaların usûlüdür. Ehl-i Sünnetin usûlünde ta’zibi

hükümlerin varlığı ve yokluğu dinin aslında ve fer’inde mümkündür.

89 Kendisine hüküm verilen.

90 Hud Sûresi 1.ayet


70

Tarık Ebu Abdullah

izafet ettiklerinde bunun kesinlikle böyle olduğunu kast ediyorlar.

Yukarıda verdiğim misalde olduğu gibi. “Zeyd kalktı” diyen şahsın

Zeyd’in kalktığı hususunda şüphesi yoktur. Şüphesi olsaydı “Zeyd

kalktı” değil “Zeyd belki kalktı” veya “Zeyd kalkmış olabilir” gibi bir

tabir kullanırdı.

Bu anlaşıldıysa, ikinci önemli husus olarak saydığım meseleye gelelim:

İnsanlar kendi aralarındaki bu kullanımı Allah (celle ve âlâ)’nın

hitabına aktarıyorlar ve O’nun hükümlerinden bahsederken aynı

kullanım içinde değerlendiriyorlar. Bunun için dinde sadece siyah ve

beyazı kabul ediyorlar. Farkında olmasalar da kendi görüşlerini Allah

(azze ve celle)’nin meselede koyduğu hüküm olduğunu zannediyorlar 91

ve bunun için herkese karşı savunuyorlar. Hatta kıt anlayışları sebebiyle

Allah’ın hükmünü inkâr ettiğini zannederek muhaliflerini tekfir,

tefsik 92 ve tebdi’ 93 ediyorlar. Hâlbuki hakkında konuştukları şer’î

bir hükümdür. Yani Allah (azze ve celle)’nin hitabıdır, kişinin hitabı değil;

senin, benim değil, Allah’ın hitabıdır. O’nun neyi kast ettiğini sen

ben değil ancak Kendisi (celle ve âlâ) kesinleştirebilir. Ve bunu hitabının

bir kısmında yapmıştır ve bir kısmında yapmamıştır ki kalpleri eğri

olanlar belli olsun: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri

muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir.

Kalplerinde eğrilik olanlar fitne aramak ve onu tevil etmek için

ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini

ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona inandık.

Hepsi Rabbimiz tarafındandır” derler.” 94 Şu hâlde şer’î bir mevzuda

konuşan kişi semadan inmiş burhanını gösterebilmelidir. Kendi anlayışına

göre bir şeye helal veya haram demesi kendisinden başkasını

bağlamaz ve kendisinin de lehine değil ancak aleyhine olur.

Fıkıh ehli ise, Allah (celle ve âlâ)’nın muradını kesinleştirmekteki acziyetlerini

itiraf ederler ve ancak ilahi muradı zannedebileceklerini 95

91 Burada zannediyorlar fiili halkın kullanımı üzeredir, bilmenin alt kısımlarından olan

zan değil.

92 Kişiye fasık hükmünü vermek.

93 Kişiye bid’atçı hükmünü vermek.

94 Al-i İmran Sûresi 7.ayet

95 Burada zannedebilecekleri fiili ıstılahi manadadır.


Tekfirin Hakikati 71

bilirler. Bunun için de hüküm koymakta son derece ihtiyatlı olurlar

ve muhtemel muhalif görüşlere de müsamaha gösterirler. Bunun için

Medine ehlinin imamı Malik bin Enes (rahimehullah) verdiği bir fetva-

نَ‏ ْ نُ‏ ي نَ‏ dan sonra

ْ ن َ نظ َّ َ ظن

“Biz yalnızca bir zanda bulunup إِ‏

zannediyoruz. Biz, kesin bir bilgi elde etmiş değiliz” 96 demiştir. 97

ُ نُّ‏ إِ‏ ل

ًّ ا وَ‏ مَ‏ ا

ب ُ سْ‏ َ ت يْ‏ قِ‏ نِ‏

Buraya kadar şer’î hükmün hakikatini açmaya ve izah etmeye çalıştım.

Tevfik Allah’tandır. Bundan sonra risalenin konusu olan tekfir

hükmüne gireceğim inşaAllah. Buraya kadar söylediklerim konumuza

bir temhid olarak anlaşılmalı. Burada yine şunu tekrarlamakta

fayda olacaktır: Bu risalenin gayesi tekfir mevzusunu fıkhi mahiyetiyle

incelemek değildir. Bu risalenin gayesi, tekfirin hakikatini incelemektir

ve böylece Allah’ın izni ve keremiyle fıkhi mahiyetinin daha

iyi anlaşılmasına yardımcı olmayı sağlamaktır. Yer yer alışılagelmişin

dışında yaptığım farklı değerlendirmeler veya taksimatlar bu maksat

doğrultusunda değerlendirilmeli. Muvaffak kılan sadece Allah’tır.

* * *

96 El-Casiye Sûresi 32.ayet

97 Konunun bütünlüğünü korumak için burada şunu eklemek gerekir: Bu hükmün beyanı

zanna dayandığı mevzularda böyledir fakat kat’i olan mevzularda hüküm beyan etmek

Allah (azze ve celle)’nin Kendisinin tasrih ettiği hükmü nakletmekten ibaret olur.


- ikinci kısım -

(Fasıl)

“Tekfir Şer’î Hükümdür.”

Ne Demek?


74

Tarık Ebu Abdullah

Daha önce tekfirin şer’î kavram olarak iki manaya geldiğini söylemiştim.

Fakat mutlak olarak tekfirden bahsedildiği zaman kast

edilen; İslam’ın aslını bozan söz, fiil veya itikad sebebiyle sahibine

verilen küfür hükmüdür. “Verilen küfür hükmü” ibaresinin manası,

Kitap ve Sünnetin mükeffer 98 olduğuna delalet eden söz, fiil veya

itikad sahibininin dünya ve ahirette ahkâm terettüp etmesini iktiza

edecek şekilde Kufru’l-Ekber’e nispet edilmesidir. Bu nispet ya mutlak

olur veya muayyen olur. Mutlak olduğu zaman hüküm ispat edilmiş

olur lakin ispat edilmiş olan hükmün faili için geçerli olup olmayışı

belirlenmiş olmaz. Muayyen olduğu zaman ispat edilmiş olan

hüküm faili için de ispat edilmiş olur ve fail taalluk eden ahkâmı

alır. Mesela, hırsızlığın hükmü sağ elin bilekten kesilmesidir. Fakat

hırsızlık eden muayyen kişinin elinin kesilip kesilmeyeceği, kadının

meseleyi tahkik edip şartların oluşmuş veya oluşmamış, engellerin

de kalkmış veya kalkmamış olduğunu kararlaştırması sonrasındadır.

Bunun gibi, bir sözün veya fiilin veya itikadın İslam milletinden çıkaracak

küfür olduğunu ispat etmek mutlak tekfir hükmüdür. Fakat

söz veya fiil veya itikadın küfür olması zorunlu olarak sahibinin de

kâfir olmasını iktiza etmez. Ancak ehil kişi şartların oluşmuş olduğunu

ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise küfür hükmünü

sahibi için de ispat eder. Bunun akabinde tekfir edilmiş olan

şahıs İslam dairesinden çıkmış olur ve İslam’ın ona kazandırdığı can

ve mal emniyetini kaybeder. Yukarıda ehil kişi şartların oluşmuş olduğuna

ve engellerin kalkmış olduğuna kanaat getirmiş ise dedim;

çünkü ulema tekfir hükmünü iktiza eden veya men eden şartlar ve

manilerin açılımlarında ve sınırlarında ihtilaf etmişlerdir. Tabii bu

tekfirin zanna 99 dayandığı hususlarda böyledir. Zanna dayanmayıp

98 Küfür nispetini gerektiren.

99 Burada ıstılah manasıyla kullanılmıştır.


Tekfirin Hakikati 75

kat’i olan tekfirde aslen şartlar ve manilerin tahkiki (tahkiku’l-menat)

aranmaz. Bunu aşağıda Allah (celle ve âlâ)’nın izniyle açacağım.

Birinci kısımda şer’î hükmün Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın iradesinden

haber vermek olduğunu söylemiştim. Tekfir de şer’î bir hüküm

olduğuna göre tekfir etmek, mutlak veya muayyen olsun, Allah (azze

ve celle)’nin söz konusu söze, fiile veya itikada ve sahibine küfür hükmünü

vermiş olduğunu haber vermek olur. Böyle bir hükmü Allah

(azze ve celle)’ye izafet edebilmek için kuşkusuz mesnedi Allah (subhanehu

ve teâlâ)’nın vahyi olması lazımdır. Bu manada İmam eş-Şafii (rahimehullah)

şöyle demiştir: “Kesinlikle hiç kimseye şu helaldir şu haramdır demek

caiz değildir. İlmî cihetten olması müstesna. İlmî cihet ise Kitabın veya Sünnetin

veya icmanın veya kıyasın verdiği haberdir.” 100

Bu büyük imamın sözüne göre hükmün kaynağı iki yola münhasırdır:

Birinci yol nasstır yani Kur’an, Sünnet ve kat’i icmadır. Ve

ikinci yol da kıyastır yani fer’in asıla illette birliklerinden dolayı ilhak

edilmesidir. Bu yol saf ictihaddır. Birinci yol ise asıl itibariyle değil

ama tatbik itibariyle ictihada açıktır. Ve Âllame eş-Şevkani (rahimehullah)

(Vefat H: 1250) şöyle diyor: “Bil ki, Müslüman bir kişinin İslam

Dini’nden çıkıp küfre girmiş olmasına hükmetmek, Allah’a ve ahirete iman

etmiş bir Müslümanın ancak gündüz güneşinden daha aydın bir burhan ile

yaklaşacağı bir meseledir.” 101 Ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah) şöyle

diyor: “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini tekfir etmek kebairdendir.” 102

Bu büyük âlimin sözüne dikkat et! “Allah ve Rasûlü’nün tekfir etmediğini”

diyor, demek ki bir kişi bir kişiyi tekfir edecek olursa bu hükmün

Allah (azze ve celle)’ye ait olduğuna, O’nun katında sabit olduğuna

kanaat getirmesi lazım. Bu, aklıyla ve hevasıyla değil, ancak burhan

ile olacak bir iştir. Aksi takdirde Allah (celle ve âlâ)’ya karşı bilmediği

bir şey söylemiş olur. Hatta belki yalan uydurmuş olur. Ve bu muhakkak

“kebairdendir”. Bunun için İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)

şöyle diyor: “Küfür şer’î hükümdür ve şeriatın sahibinden alınır. Akıl ile

bir sözün doğruluğunu ve yanlışlığını bilmek mümkündür. Ama akla göre

100 Er-Risale, 1.cüz/39.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)

101 Es-Seylu’l-Cerar, 978.sayfa. (Dar-u İbn-i Hazm, ilk baskı)

102 İ’lamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/405.sayfa. (Daru’l-Cil baskısı m.1973)


76

Tarık Ebu Abdullah

doğru olan her şeyin şeriatta bilinmesi vacip olmadığı gibi, akla göre yanlış

olan her şeyin de şeriatta küfür olması gerekmez.” 103

Evet! Aklın, görüşün ve istihsanın tekfir hükmünde bir nasibi

yoktur. O, Allah (azze ve celle)’nin hakkıdır ve bunun için ancak O’nun

vahyine mesnet olabilir. Bunun için Yemen imamı İbnu’l-Vezir

el-Mürteza (rahimehullah) (vafatı h.840) şöyle diyor: “Muhakkak ki tekfir

katıksız semaidir(naklidir), aklın ona dâhil olacağı yer yoktur.” 104

Fasıl

Tekfir iki kısımdır:

Kat’i tekfir ve Nazari tekfir. 105

Tekfir hükmü Allah (azze ve celle)’nin bir söze veya fiile veya itikada

ve sahibine küfür hükmünü verme yönünde iradesinden haber vermek

olduğuna göre, tekfir hükmünü iki kısma ayırabiliriz:

Birinci kısım: Allah (azze ve celle)’nin bu yönde iradesini açık ve sarih,

birden fazla ihtimale açık olmayan şekilde beyan ettiği ve O’na

nispeti kesin olan hüküm.

Ve ikinci kısım: Açık ve sarih beyan etmediği, birden fazla ihtimallere

açık olan veya O’na nispeti kesin olmayan, nazara ve istidlale

muhtaç olan hüküm.

Başka bir tabirle bu taksimata binaen tekfiri şu iki kısma ayırabiliriz:

Kat’i tekfir ve nazari tekfir.

Kat’i tekfir hükmü, kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü,

zanni ilme dayanandır. Kat’i ve zanni kavramlarını ulema muhtelif

tarif etmişlerdir. Nitekim bunlar beşer tarafından vazedilmiş

103 Deru Tearuzi’l-Akli ve’n-Nakl, 140 (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1417)

104 El-Avasim ve’l-Kavasim, 178 (Muessessetu’r-Risale, içinci baskı h.1415)

105 Bu taksimat tekfirin şer’î hüküm olması cihetinden usûli bir taksimattır, fıkhi değil.

Daha önce de ifade ettiğim gibi bu risale tekfiri fıkhi mahiyetiyle konu etmemektedir.

Fakat tekfiri fıkhi mahiyetiyle daha iyi anlayabilmek için usûli bir tahlildir.


Tekfirin Hakikati 77

manaları temsil eden terimlerdir ve tenevvüye 106 açıktır. Bu kavramlar

tevkifi 107 değil tevfiki (ictihadi)’dir. Dolayısıyla ulema ıstılahlardaki

farklılıklara itiraz etmemişlerdir. Bu bağlamda haberin ne şartlarda

ilim ifade ettiğini ve ne tür ilim ifade ettiğine ilişkin muhtelif

görüşleri de vardır. Benim burada kat’i ilim ve zanni ilim olarak kast

ettiğim en basit ifadeyle şudur: Kat’i ilim vürud (senet) ve delalet

(mana) cihetiyle kat’i olandır ve zanni ilim vürud (senet) ve delalet

(mana) cihetiyle zanni olandır.

İlmin bu taksimatını ulemanın sözlerinde bulmamız mümkündür.

Mesela:

İmam eş-Şafii (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle diyor: “İlim ikidir: Yaygın

olan ve herkesin bildiği ilim;bu, aklını kaybetmiş olan müstesna, baliğ

olanın cahil olması mümkün olmayan ilimdir. Beş vakit namaz gibi ve

Allah’ın insanlara Ramazan ayında oruç tutmayı emretmiş olması gibi ve

gücü yettiği hâlde hac etmesi gibi ve mallarının zekâtını vermesi gibi ve

zinayı, katli, hırsızlığı, içkiyi ve buna benzer şeyleri haram kılmış olması

gibi. Allah-u Teâlâ kullarını bu gibi şeyleri bilmekle ve canlarından ve mallarından

vermekle mükellef kıldığı gibi haram kıldığı şeylerden ellerini çekmekle

de mükellef kılmıştır. Bu bilgiler Allah’ın kitabında kelimesiyle yazılı

olan ve İslam ehlinin genelinde malum olan, avamın avamdan naklettiği,

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hikâye ettikleri bilgiler sınıfındandır.

Bu bilgileri aktarmayı inkâr etmedikleri gibi, üzerlerine vacip olduklarını

da inkâr etmezler. Ayrıca bu ilim, bildirilmesinde hata olması mümkün olmayan

ve tevile açık olmayan ilimdir. Ayrıca bu tür ilimde tartışma da caiz

olmaz.” Devamında kendisine “Ve ikincisi nedir?” diye sorulduğunda

(İmam eş-Şafii (rahimehullah) şöyle diyor: “Kulların ara sıra işledikleri farzların

teferruatı, hüküm vs. olup yaygın olmayan, hakkında Kitaptan nass

bulunmayan ve ekserisinde sünnetten de nass bulunmayan, hakkında sünnetten

bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil de ancak hususen

bilinen bir haber olandır. Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek

olandır.” 108 İmam eş-Şafii (rahimehullah) ilmin bu tarifinde bizim

106 Çeşitliliğe.

107 Şeriatın belirlediği.

108 Er-Risale, sayfa 357,358,359. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)


78

Tarık Ebu Abdullah

taksimatımıza işaret ediyor ve kat’i ilmi “Bu bilgiler Allah’ın kitabında

kelimesiyle yazılı olan” diyerek senet cihetiyle kat’i olduğunu ve “Bildirilmesinde

hata olması mümkün olmayan ve tevile açık olmayan ilimdir”diyerek

de delalet cihetinden kat’i olduğunu ifade ediyor. Zanni ilmin

de “Kitaptan nass bulunmayan ve ekserinde sünnetten de nass bulunmayan.

Hakkında sünnetten bir şey var olsa da bu umumen bilinen bir haber değil

de ancak hususen bilinen bir haber olur” diyerek senet cihetinden zanni

olduğunu ve “Ayrıca tevile açık ve kıyas yoluyla ulaşılabilecek olandır” diyerek

de delalet yönüyle zanni olduğunu ifade ediyor.

Ve Hanefi ulemasının büyüklerinden fakih ve usûlcü âlim Ebu

Bekr el-Cassas (rahimehullah)’ın (Vefat H: 370) sözleri de yaptığımız

taksimatı açık ifade ediyor. O (rahimehullah) hükümleri ikiye ayırarak

şöyle diyor: “Biri Allah-u Teâlâ’nın hakkında kat’i delil var ettiği ve ilme

ulaştırandır. Öyle ki bunu bırakan isabet etmemiş olur, bilakis Allah’ın hükmünü

terk etmiş hata sahibi olur. İkincisi, yolu ictihad ve zannı galip olan ve

matlub ilme ulaştıran kat’i delilin bulunmadığıdır.” 109

Ve müceddit İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle diyor:

“Doğru olan şu ki, meseleler iki kısma ayrılır: Katiyet ile isabet etmiş olduğu

meseleler ve hakka isabet etti mi, hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz

meseleler. Bu, delillerin ve araştırana hükmün beyan olması hasebindedir.”

110 İmamımız (rahimehullah) “Doğru olan şu ki” dediğinde konudaki

mevcut ihtilafa işaret ediyor lakin sahih olan meselelerin ve bu meselelerin

dayandıkları delillerin ve meselelerden çıkan hükümlerin “İki

kısma ayrılmasıdır”“Katiyet ile isabet etmiş olduğu meseleler” yani hakka

isabetin kat’i olduğu meseleler ki bu ancak sübutu ve delaleti kat’i

olan delillere dayanmasıyla mümkün olur ve “Hakka isabet etti mi,

hata mı ettiğini kesin bilmediğimiz meseleler”;çünkü delilleri ya delaleti

muhtemel olanlardır veya senetleri hakkında ihtilaflar vardır.

Ve İmam İbn-i Kayyim (rahimehullah) mevzuyu daha anlaşılır bir şekilde

şöyle açıklıyor: “Kur’an ve Sünnet’in lafızları üç kısımdır: Sadece bir

109 El-Fusulu fi’l-Usul, 1.cüz, sayfa 161,162. (Vizaratu’l-Evkafi ve’ş-Şuuni’l-İslamiyye. Devletu’l-Kuveyt.

İlk baskı, h.1405)

110 El-Musvedde, sayfa 504. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi baskısı)


ي

Tekfirin Hakikati 79

mana ihtimali olan nasslar, zahir manası dışında mercuh 111 mana ihtimalleri

olan lafızlar ve açıklanmaya muhtaç olan lafızlar. Bunlar açıklanmazlarsa

muhtemel manalara açık olurlar.” İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah)

bahsi “Kur’an ve Sünnet’in lafızları”yla tahdid ediyor çünkü cumhur

ulemada şer’î deliller semaidir. Ve bunlar “Üç kısımdır”: Birinci kısım

“Sadece bir mana ihtimali olan nasslar”. Bunlar bizzat yakin ifade eder,

yani hiç kimse bu delilin sübutunda veya delalet ettiği manada tereddüt

etmez. Bu delilin hiç kimse için bir kapalılığı veya başka ihtimali

yoktur. Bu delillere bina edilen hükümler kat’idir. İkinci kısım “Zahir

manası dışında mercuh mana ihtimalleri olan lafızlar” yani bu deliller

hem sübut cihetinden ve hem de delalet cihetinden ihtimallere açık

olan, tereddüdü kabul eden, lakin mercuh ihtimallerin varlığıyla

beraber racih bir ihtimalin zahir olduğu delillerdir. Üçüncü kısım

“Açıklanmaya muhtaç olan lafızlar” yani iki cihetten de muhtemel olan

ve ihtimallerin müsavi olup tercihi zahir olmayan deliller. Bu deliller

birinci ve ikinci tür delillerin doğrultusunda değerlendirilmeleri

gerekir.

Ulemanın ilmi, kat’i ve zanni olarak ikiye ayırmaları Kur’an’nın

da şahitlik ettiği haktır. Zira Allah (azze ve celle) şöyle buyuruyor:

‏ِب َ ااتٌ‏

‏َش َ

‏ْكِ‏ َ تابِ‏ وَ‏ أ َ ‏ُخ رُ‏ مُ‏ ت

َ َ ٌ ات ه ُ نَّ‏ أ ‏ُمُّ‏ ال

ُ ْ ك

‏ْكِ‏ َ تابَ‏ مِ‏ ن ْ ُ ه آ‏ َ تٌ‏ م

‏َّذِ‏ ي أنْ‏ زَل َ ال

هُ‏ وَ‏ ال

َ َ َ عل ‏َيْ‏ ك

“Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir.

Bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı ise müteşabihtir.” 112

İmadu’d-din Hafız İbn-i Kesir (rahimehullah) ayetin tefsirinde şöyle

diyor: “Allah-u Teâlâ Kur’an’da “Bir kısım ayetler(in) muhkem (olduğunu).

Bunlar kitabın anası (olduğunu)” haber veriyor. Yani açıklanmış,

delaleti apaçık, hiçbir kimse için anlaşılmazlığı ve kapalılığı yoktur. Ve

“Diğer bir kısmı ise müteşabihtir” bunlar insanların çoğu veya bazıları

için anlaşılmazdırlar, yani delalet yönüyle muhkem ayetlere uygun olma

111 İki ihtimal arasında racih olmayan.

112 Al-i İmran Sûresi 7.ayet


80

Tarık Ebu Abdullah

ihtimali de var, Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın ayette muradı yönüyle değil ama

lafız ve terkip itibariyle başka bir şeye delalet etme ihtimali de var.” 113

Bundan sonra, “Kat’i ilim, senet ve delalet cihetiyle kat’i olandır

ve zanni ilim, senet ve delalet cihetiyle zanni olandır” cümlesini

açıklamaya geçmeden evvel kısa da olsa bir hususa değinmek konumuzun

daha iyi anlaşılması için önemlidir. Bu husus şudur: İlmin

kat’iyeti veya zanniyeti başlı başına İslam uleması arasında çok tartışılmış

bir meseledir.

İttifak ettikleri şudur: Mütevatir nakil ilim ifade eder, ameli icap

ettirir ve inkârı küfürdür.

Mevcut ihtilafı ise ihtisar ile şöyle toparlayabiliriz:

Bir. Ekser ulemaya göre şer’î deliller ancak semai (nakli)’dir ve

iki kısma ayrılır: Kat’i deliller, bunlar kat’i ilim ve yakin ifade eder ve

zanni deliller, bunlar zanni ilim ifade ederler. Buna göre kat’i delile

dayanan hükümler kat’i olur ve zanni (muhtemel) delile dayanan hükümler

de zahir veya racih hükümler olur fakat kendisine hüccet olarak

ulaşmış olanın üzerine amelin vucubiyeti açısından kat’i olur. 114

Bu kısım âlimlerden bazıları da şer’î delillerden çıkan ahkâmın umumen

kat’iyet ifade ettiğini söyler; ister hükmün dayandığı delil kat’i

olsun ister zanni olsun 115 . Ulemadan başkalarına göre ise şer’î deliller

umumen kat’iyet ifade eder. Bu âlimlere göre şeriatta zanni deliller

yoktur. Bunun manası şudur: Bir delil kat’i ilim ifade etmiyorsa delil

değildir. 116 Ve Fahruddin er-Razi (Vefat H: 606) ve onun yolunu izleyenlere

göre semai delillerde asıl olan ancak zannı galip derecesine

çıkabilmeleridir çünkü er-Razi’ye göre nakli delillerin kat’iyetini düşüren

çok ihtimaller vardır. Ancak bu ihtimallerin kalkmasıyla nakli

delil kat’iyet kazanır. Bu ihtimalleri “Mahsul”ünde saymıştır. Böyle

113 Tefsiru’l-Kurani’l-Azim, 2.cüz, sayfa 7. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi’, ikinci

baskı h.1420)

114 Yukarıda sözlerini aktardığım âlimler bu kısma misaldir.

115 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 1.cüz, sayfa 95-97. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421)

116 Bu, genelde kıyas karşıtı zahiri mezhebine mensup ulemanın ve bazı Mutezile görüşlü

âlimlerin görüşüdür.


Tekfirin Hakikati 81

bir şart getirerek baştan nakli delillerin kat’i ilim vasıflarını düşürmüştür

ve zanniyattan kılmıştır. Bununla da kalmamıştır ve ikinci

bir külli kaide olarak nakli delil ile akli delilin çatıştığı hallerde akli

delilin nakli delile takdim edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Çünkü

akıl naklin fehmi için asıldır. Asıl ise ihtilaf halinde fer’i olana mukaddemdir,

demiştir. Bu iki külli kaideyle er-Razi bir, genel itibariyle

nakli delillerin yakini olmadığını, zanni olduğunu iddia etmiştir 117

ve iki, aklı asıl kılarak naklin önüne geçirmiştir. Böylece dinin aslını

da fer’ini de akla açmıştır; nakli delillerin dokunulmazlığını kaldırmış

ve dinin esaslarını yıkmıştır. Hatta İmam İbn-i Kayyım (rahimehullah)

Fahruddin er-Razi’nin yaptığını tağut olarak isimlendirir ve

şöyle der: “İslam fırkalarında İbnu’l Hatib’ten 118 önce onun gibi bu tağutu

ortaya çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi

bilinmez.” 119 Maalesef mütekellim mezhebine 120 mensup başka usul

âlimleri de er-Razi’yi bu görüşünde desteklemişlerdir, hatta “Mahsul”ü

cumhurun fıkıh usûlünde esasi kitap olmuştur. Muhakkak bir,

iki çürük elma sebebiyle elma sepetini atmak akılsızlık olur fakat

özellikle bu hususa dikkat edilmeli; çünkü bu usûlü inhirafın nereye

çıktığı aşikârdır. 121

117 El-Mahsul’unda şöyle diyor: “Bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi (nakli) delillerin yakin

ifade etmesine bir yol yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber

gelirse hariç. İster bu karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş

olsun…” (1.cüz, sayfa 575,576) ve başka bir yerde “…lakin biz şunu açık ifade ettik: Lafzi

(yani nakli) deliller nerde olursa olsun yalnız zan ifade eder…” (3.cüz, sayfa 303,304.

Camiatu’l-İmam Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400)

118 Fahruddin er-Razi’nin lakabıdır.

119 Es-Savaiku’l-Mursele, 2.cüz, sayfa 640. (Daru’l Asime, üçüncü baskı h.1418)

120 Buradaki kasıt mütekellim fırkası değil, fıkıh usûlünde cumhurun mezhebidir.

121 Muhakkak Fahru’r Razi’nin ortaya attığı görüşü ulema farklı değerlendirmiştir. Hepsi

İmam İbn-i Teymiyye ve İmam İbn-i Kayyım (rahimehumallah) kadar sert tepki vermemişlerdir.

Çoğu er-Razi’nin sözlerini, daha doğrusu sözleriyle kast ettiğini farklı

yorumlamışlardır. El-Mahsul’ünde saydığı, kendi tabiriyle lafzi delillerin kat’iyetini

düşüren ihtimallere insaf ile baktığımızda, çoğu lafzın medlulünde olan ihtimaller olduğunu

görüyoruz. Binaenaleyh er-Razi’nin kast ettiği “lafızdaki mana ihtimallerinden

dolayı bizzat lafzın kendisinden delaletini kesinleştirmek mümkün değildir ancak harici

karineler (başka nasslar veya sahabe sözü gibi) ile semai delillerin medlulü kat’iyet

ifade eder” ise, o zaman bu söz kısmen doğru olabilir. Fakat kast ettiği “mutlak olarak

semai delillerin delaletini kat’i surette tayin etmek mümkün değildir” ise, o zaman bu

şüphesiz batıldır. Bunu söylemeyi gerekli buldum çünkü er-Razi’nin bazı sözleri ihtimallidir.

Mesela “…bil ki, insaf olan şu ki bu lafzi delillerin yakin ifade etmesine bir yol

yoktur. Ancak yakin ifade etmesini sağlayan karineler ile beraber gelirse hariç. İster bu

karineler müşahede edilmiş olsun veya bize tevatüren nakledilmiş olsun…” sözü gibi.

Ayrıca lafzi (nakli) delillerin sübut açısından kat’iyet ifade edebileceğini de inkâr etm-


82

Tarık Ebu Abdullah

İki. Dinin aslında hükümler yalnız kat’i delillerle sabit olur. Bunda

ihtilaf yoktur. Fakat kat’i delil nedir? Yukarıda buna ilişkin muhtelif

görüşleri saydım. Bununla irtibatlı ittifak edilmiş başka bir husus,

kat’i delilin ilim ifade ettiğidir. Dinin aslı yalnız ilimle sabit olur, zan

ile değil. Bunda ihtilaf yok fakat ihtilaf ilmin tarifinde vaki olmuştur.

Ekser fukahaya göre bir haberin ilim ifade etmesi için mütevatir

olması şarttır. Mütevatiri de “Âdeten yalan söylemek üzere anlaşması

mümkün olmayan sayıda bir ravi topluluğun naklettiği haber”

olarak tarif etmişlerdir. Mütevatir haberin tarifinde fakihler ve hadisçiler

arasında bir ihtilaf yoktur. 122 Fakat naklin tevatürü için ravi

adedin kaç kişiye ulaşması gerektiği noktasında ve habere kat’iyeti

kazandıran yalnız adedin mi olduğu yoksa genel itibariyle karineler

mi olduğu noktasında her iki kesim ulema arasında ihtilaf mevcuttur.

Bu ihtilaf da tevatür şartlarını tamamlamamış haberin ilim ifade

edip etmemesine yansımıştır. Zira bir haberin ilim ifade etmesi için

kat’i olması gerekir, kat’i olması için de mütevatir olması gerekir. Dolayısıyla

ekser fukaha tevatür vasfına haiz olmayan haberi yani ehad

haberi ilim ifadesinden men etmiştir ve zanniyattan kılmıştır. 123 Laiyor.

Fakat Mahsul’ünde saydığı dokuz ve başka bir yerde on ihtimalin içinde getirdiği

naklin akla ters düşmesi ihtimaline gelince bunun batıllığında hiçbir şüphe yoktur. Hatta

tek başına sadece bu ihtimalin sıhhatini kabul etsek, çoğu nakli delillerin kat’iyetini

nefyetmiş oluruz. Tabii şunu da burada belirtmemiz gerekir: Er-Razi nakli delillerin

kat’iyetini takriben imkânsız bir hâle sokmasıyla beraber tamamen de işlevsiz kılmıyor.

Ancak zannı galip derecesine çıkabilir diyor. Zannı galip ile amelin vacipliği ise icma

ile sabittir. El-mühim, er-Razi’nin neyi kast ettiği ihtimalli olmasıyla beraber, neye yol

açtığı ortadadır. Vakıada dinin aslını ve fer’ini atıl kılanlar bu görüşten besleniyorlar

ve bu görüşün ispat ettiği bir ilaha ibadet ediyorlar. Dolayısıyla Âllame Şemsu’d-din

İbn-i Kayyım (rahimehullah)’ın tespiti ne de yerinde olmuş: “Onun gibi bu tağutu ortaya

çıkarmış, iyice yerleştirmiş, varlığını genişletmiş ve güçlendirmiş birisi bilinmez”.

Allah-u Â’lem.

122 Fakat usûl âlimlerinin cumhuru mütevatiri “Sözlerinden ilim hâsıl olacak sayıda bir

topluluğun haberidir.” olarak tarif etmişlerdir. Bk. el-Mahsul, 4.cüz/323.sayfa. (Camiatu’l-İmam

Muhammed bin Suud el-İslamiyye, ilk baskı h.1400) Usûlcülerin mütevatir

haberi tariflerinden usûlcülere göre tevatürle ilmin zaruri ilişkisi açık ortaya çıkıyor.

123 Ehad haberin tarifinde de ulema ihtilaf etmişlerdir. Ehad haberin tarifinde ittifak ettikleri

husus, mütevatir haberin şartlarına haiz olmamasıdır. Hadis ulemasının ekseri

ehad haberi garip, aziz ve meşhur olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Bazıları bir

dördüncü kısım olarak mustefız (ahiri ض ile) haberi eklemişlerdir. Âlimlerin çoğuna

göre bu üç veya dört kısım ehad haberdendir. Bazıları ise mustefız haberi ehad ile

mütevatir haber arasında kabul etmişlerdir. Kimisi de meşhur ve mustefız haberi mütevatir

haberden saymıştır. Bu ihtilafın hasebinde haberin kat’iyeti noktasında da ihtilaf

etmişlerdir. Meşhur ve mustefız haberi mütevatire ilhak edenler, kat’iyetini ve ilim ifade

ettiğini de savunmuşlardır. Katmayanlar kabul etmemişlerdir. Müstefızı ehad ile

mütevatir haber arasında görenlerden kimisi kat’iyetini savunmuştur kimisi zannı galip

ifade eder ve başkaları da yakine yakındır demişlerdir.


Tekfirin Hakikati 83

kin hadis imamları ve Hadis Ehli fukahası sahih ehad haberlerin de

ilim ifade ettiğini savunmuşlardır ve dinin aslında sahih ehad haberle

delil getirmişlerdir. Şüphesiz doğru olan da budur; çünkü tevatür,

haberin senediyle alakalıdır, haberin şeriat sahibine sahih nispetiyle

değil. Haberin sıhhati yönünden ilim ise adil ve zapt ehli ravinin

mislinden şeriat sahibine muttasıl senetle ve illetlerden ve şazlardan

ari rivayetiyle vacip olur. Ehad haberin kat’iyetini tevatür yanında

başka karineler de sağlayabilir. Mütevatir olması bir haberin kat’iyeti

için en güçlü karine olabilir lakin buna münhasır olduğunu söylemek

için delil gereklidir. 124

Üç. Konumuzda ulema arasında üçüncü bir ihtilaf mevzusu da

şudur: Kat’i haber ilim ifade eder lakin ifade ettiği ilim zaruri midir

nazari midir? Cumhura göre kat’i haber zaruri ilim ifade eder. Zaruri

ilim, insanların reddedemedikleri zorunlu bilgidir; bizzat duygu

organlarıyla müşahede edilen gibi yakinen sabit olur. Araştırmaya

da muhtaç değildir, bunun için de sübutunda şek ve şüphe yoktur.

Ayrıca bu ilmin zorunluluğunda büyük ve küçük, araştırmaya ehil

olan ve olmayan eşittir. Nazari veya başka bir ismiyle müktesep ilim

ise araştırmaya ve delillendirmeye muhtaç olan ilimdir. Dolayısıyla

da kabul ve redde açıktır.

İşin doğrusu, burada üç maddede toplamaya çalıştığım mevzumuzla

alakalı ihtilafların her birinin çok ayrıntıları vardır. Bu kısa

risale bu ayrıntıların ve sonuçların kuşkusuz yeri değildir. O zaman

biri “Niye bu ihtilafları getirdin ki, hem meselenin teferruatına girmiyorsun

hem de bir sonuca bağlamıyorsun, sadece kafa karıştırıyorsun”

diyebilir. Cevap olarak derim ki:

Birincisi, gayem bizzat bu ihtilaflar ve bu ihtilafları çözmek değildir.

Bu ayrı ve kendi başına bir konudur. Bu ihtilaflara sadece konumuzun

daha iyi anlaşılması için hacet duyulduğu kadar zikretmek

istiyorum. Çünkü bizim konumuz hüküm konusudur. Yani, kişi

124 Hatta İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) bir haberin yalnız tevatür şartıyla ilim ifade

ettiğini söyleyenlerin ilklerden öncülerinin olmadığını ve bu konuda kelam ehlini

izleyen muteahhirun ulemasından sadece bir azınlık olduklarını söyler. Bk. Mecmuu’l-Fetava,

13.cilt/357.sayfa. (Daru’l-Vefa, 3.baskı h.1426)


84

Tarık Ebu Abdullah

hüküm vereceği zaman bütün bu ihtilaflara da dikkat etme durumundadır.

Bunun için muhakkak bu ihtilafları bilip, içlerinde racih

olanı ayırt edebilecek ilmî ve ahlakî bir olgunlukta olması gerekir.

Muayyene hüküm vermek amelîdir, tatbikîdir, tahkikîdir. Evet, her

ne kadar ahkâmı kat’i ve nazari olarak taksim etsek ve akabinde haberin

kat’iyeti ilmen de zaruriyetini iktiza eder desek de haberin kat’i

olması için varid olan tevatür şartı ihtilaflıdır. Bunun yanında ehad

haberin ilim ifade etmesi ihtilaflıdır. Muhaddisler ve Hadis Ehli fukahası

sahih ehad haberin ilim ifade ettiğini kabul ederken, ekser

fukaha ehad haberi zanniyattan kabul eder. İlklerine göre sahih ehad

haber dinin aslında delil ve hüccet iken, ikincilere göre hüccet değildir.

Çünkü dinin aslı zanni haber ile sabit olmaz. Şu hâlde bazı

âlimler için kat’i ilim ifade eden, yani onun için inkârı ve muhalefeti

caiz olmayan ehad haber, diğer bir kısım âlimler için böyle olmayabilir.

125 Bu ihtimal ilmin tevatür yoluyla kat’iyet ifade ettiği alanda da

değerlendirilmeli, 126 tabi katiyeti icma mahalli olan meseleler hariç.

İkincisi, Bundan sonra gelen konunun doğru anlaşılması için bu

ihtilaflara muhtasar da olsa girmeyi gerekli buldum. Çünkü Allah

(celle ve âlâ) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in tayin etmedikleri ve cezmetmedikleri

alanda, muhakkak beşerin koyduğu sınırlar olacaktır.

Beşer sınır çizmeden, tayin etmeden, belirlemeden anlayamaz. Bu

muhakkak bir zarurettir. Bunun için kâmil ve mubin dinimizde ehli

için ictihad memduhdur. Fakat bu sınırlar semadan tayin edilmemiştir,

tevkifî değildir, ictihadidir. Dolayısıyla bu ictihadi sınırların kuşattığı

alanlar sadece siyah veya beyaz değildir. Siyah ve beyazın arasında

muhakkak başka renkler de olacaktır. İctihadın olduğu yerde

muhakkak ihtilaf da olacaktır. Çünkü nazar ehlinin bir şeyi tasavvur

125 Olmayabilir derken, keyfine göre kabul eder veya kabul etmez kast etmiyorum. İslam

ulemasını böyle bir davranıştan uzak görmek dini fehmedebilmenin ön şartlarındandır.

İslam ulemasının masum ve hatadan beri olmamakla beraber, ihtilafları muhakkak

naklen veya aklen makbul delillere dayanmaktadır. Tabii bu her ihtilafın ve her görüşün

makbul olduğunu ve her görüş sahibinin isabet ettiğini iktiza etmez. Lakin meselelerde

tahkikin derinliğini ve ciddiyetini zorunlu olarak gerektirir. Ve hassaten ihtilaf iman

ve küfür hükmüne ilişkin olduğu zaman bu daha da önemli oluyor. Zira bu alandaki

ihtilafların sadece azı safsataya ve zındıklığa dayanıyor. Ekseri ise usuli farklılıklara ve

bunların fere nakline ve tatbikatına dayanıyor.

126 Özellikle lafzi tevatürün varlığı nadir olup ekser tevatür ehad haberlere dayanan manen

tevatür olduğuna dikkat edersek.


Tekfirin Hakikati 85

etmesinde farklılıklar muhakkaktır. Tasavvura göre de hükme varacaktır.

Ancak nassın bulunduğu yerde ictihad caiz olmaz çünkü

nazara mahal yoktur. Bunun için ihtilafın kabulü elbette kayıtsız,

şartsız değildir. Bilakis İslam dininin kat’i asıllarından birinde veya

dinde zarureten bilinmesi gereken bir meselede ictihad edenin ictihadı

kendisinden elbette kabul edilmez ve durumuna göre hüküm

alır. İcmanın oluştuğu hafi bir meselede (kapalı, araştırmaya muhtaç

mesele) ictihad eden ve varid icmaya muhalefet edenin ictihadına

müsamaha edilmez fakat tekfirine de gidilmez; çünkü ancak nazar

ve istidlal ile dinde bilinmesi mümkün olan bir mesele (hafi mesele),

icma edilmiş ve muhalefet edenlerin ihtilafları muteber olmasa da

dinde zarureten bilinmesi gereken bir mesele olmaz. Ama ictihad ettiği

ihtilaf edilmiş olan hafi bir meseleyse şu üç halin dışına çıkamaz:

Bir: İctihadı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın usûlüne uygundur. Böylesi

ictihadında ya isabet etmiştir veya hata etmiştir. Her iki hâlde

sevap sahibidir.

İki: İctihadı bid’at ehlinin asıllarından birisine dayanmaktadır.

Böylesi ictihad ettiğinden dolayı değil, ictihadı bid’atçıların bid’atından

olduğu için bid’atçı olur ve görüşü reddedilir.

Ve üç: İctihadı küfre dayanmaktadır. Böylesi de kâfirdir.

Muhtasar ifadeyle, muhtelif dini görüşlere böyle yaklaşılması gerekir.

Bu kısa temhitten sonra “Tekfir, kat’i tekfir ve nazari tekfirdir.

Kat’i tekfir hükmü kat’i ilme dayanan ve nazari tekfir hükmü zanni

ilme dayanandır.” cümlesini Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın yardımıyla

açalım.

Önce bazı kavramlar:

İlim: İlmin tarifinde usûlcüler çok ihtilaf etmişlerdir. Hatta kimisi

ilmin haddini belirlemeyi doğru görmemişlerdir. Ebu’l-Hattab

el-Kalvazani (rahimehullah)’ın (Vefat H: 510) dediği gibi doğru bir


86

Tarık Ebu Abdullah

tarifin cami’ ve mani’ olmasını gerekli görerek ilmin en isabetli tarifi

“Eşyayı olduğu hâl üzere tanımak” tarifi olacaktır. 127 İlim de iki kısımdır:

Zaruri ilim ve nazari ilim. Zaruri ilim, marifetin nazar ve istidlalsiz

hâsıl olanıdır. Mesela, duygu organlarından biriyle bilmek

gibi. Eşeğin anırmasını duyan bunun eşeğin sesi olduğuna araştırma

ihtiyacı duymadığı gibi. Veya bir koku aldığında kokunun güzel veya

çirkin olduğunu bildiği gibi. Bu marifet, duygu organların eşyayı

mücerred idrak etmeleriyle hâsıl olur, araştırmaya ihtiyaç duymazlar.

Nazari ilim ise, eşyayı tanıyabilmek için araştırmaya ve istidlale

muhtaç olanıdır.

İlmin zıddı cehalettir. Cehalet iki kısımdır: Basit (yalın) ve mürekkep

(bileşik, karışık) cehalet. İlki, hiç bilmemektir. Mesela, İslam

tarihinde Bedr Savaşı diye bir savaşın vuku bulduğunu bilmemek

gibi. İkincisi, bilgi sahibi olmakla beraber yanlış bilmektir. Mesela,

Bedr Savaşı’nın hicretten sonra üçüncü senede vuku bulduğunu bilmek

gibi.

Zan: Zan iki çeşittir. İlki, Allah (azze ve celle)’nin kitabında ve Rasûlü

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in diliyle yerdiği zandır. Mesela, Allah (celle ve

âlâ)’nın şu kavlinde olduğu gibi: “Hâlbuki onların buna dair bilgileri

yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz, hak adına

hiçbir şey ifade etmez.” 128 Bu zannın dayanakları heva ve şehvettir

ve menkule ve makule karşı büyüklenmek ve muhalefet etmektir.

Halk arasında zannın mana kullanımı genelde budur. Fukaha arasında

zannın mana kullanımı ise farklıdır. Fukahanın ıstılahında zan,

birinin diğerine göre daha açık olmasıyla beraber iki ihtimalin var

olmasıdır. Racih olan ihtimal, zandır. Bu, zannın ikinci çeşididir. Bu

manada zannın dayanağı şer’î delillere ve karinelere sahih nazardır.

Ulemanın şer’î bir hükmü zannetmesi bu manadadır. Yani muhtemel

hükümler arasında zahir olanı tercih etmesidir.

127 Ebu’l-Hattab (rahimehullah)’ın tercih ettiği tarif “Malumu olduğu hâl üzere tanımak”tır.

Fakat bu tarifte devr (tarif edileni tarif olunanla tanımlamak) olduğu için “Eşyayı olduğu

hâl üzere tanımak” daha isabetlidir; çünkü mantık âlimlerine göre tarifte devr

batıldır. İlmin tarifi ve muhtelif görüşler için bk. Et-Temhidu fi usuli’l-fıkh, 1.cilt, sayfa

35-41. (Camiatu Ummu’l-Kura, Kulliyetu’ş-Şeriati ve’d-Diraseti’l-İslamiyye baskısı)

128 En-Necm Sûresi 28.ayet


Tekfirin Hakikati 87

Şek ve vehim: Şek, iki ihtimalin müsavi olmasıdır. Birinin diğerine

tercih edilecek bir yönünün olmamasıdır. Vehim ise, iki ihtimalin

içinde mercuh 129 olandır.

Kat’i ilim: Sübutunda ve delaletinde ihtimal veya şek bulunmayan,

delil ile yakinen var olan bilgidir.

Zanni ilim:Sübutunda ve delaletinde ihtimal bulunan, delil ile

var olan, zahir veya racih bilgidir.

Ulemanın bir haberin kat’i ilim ifade etmesinden kastettikleri,

haber verilenin kesin bir surette, şüphesiz ve tereddütsüz haber sahibine

ait olmasıdır. Zanni ilim ifade etmesinden kastettikleri ise, yakinen

değil fakat zannı galip ile haberin haber sahibine ait olmasıdır.

İlmin senedi itibariyle kat’i olması:Bu durum, delilin senedi itibariyle

mütevatir olduğu zaman ulemanın ittifakıyla söz konusudur.

Senet cihetinden ihtilafsız mütevatir olan delil, Kur’an ve lafzi mütevatir

sünnettir. Fakat mütevatir altı sünnet, yani ehad haberin senet

cihetinden kat’iyet ifade etmesi ihtilaflıdır. Ebu’l-Huseyn el-Basri,

el-Baci ve el-Balkini gibi mütekellim usûlcülerine göre ehad haber

mutlak olarak kat’iyet ifade etmez. İbn-i Hazm (rahimehullah)’a göre,

haberin senet yönüyle kat’iyet ifade etmesi için haberin bir adil ravi

tarafından Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muttasıl senetle rivayet

edilmesi kâfidir. 130 Ekser ulemanın sözlerinden çıkan görüş ise şudur:

Ameli icap eden ehad haber karineler eşliğinde sübut ve delalet

cihetinden kat’iyet ifade edebilir. Ehad haberin kat’i ilim ifade etmesini

sağlayan karineler; ümmetin haberi kabul ile karşılaması, onunla

amel etmesi veya ravilerin adaletinde icma edilmiş olması veya

haberin manası Kur’an’a dönmesi gibi karineler olabilir. Genel itibariyle

bu karineler ehad haberde muhtemel olan hata, unutma, vehim

veya yalan gibi şüpheleri gideren ve böylece ehad habere senet veya

delalet itibariyle kat’iyet kazandıran karinelerdir. Ulemanın çoğu

ehad haberin karineler eşliğinde kat’iyet ifade edebileceğini kabul

129 Racih olmayan.

130 Bk. El-İhkamu fi Usuli’l-Ahkâm, 1.cüz/114.sayfa. (Daru’l-Hadis, ilk baskı h.1404)


ُ

ٌ

ْ

88

Tarık Ebu Abdullah

etmişlerdir. 131 Bununla beraber karineler hakkında ihtilaf etmişlerdir

veya bazıları karinelerin tahakkukunu uzak ihtimal görmüştür. Velhasıl,

ulemanın ekserine göre ehad haber sübut cihetinden karineler

eşliğinde kat’i ilim ifade edebilir.

İlmin delaleti itibariyle kat’i olması: Lafızlar medlulünün 132 vuzuhu

133 yönünden iki kısımdır: Medlulü kat’iyet derecesine varacak

şekilde vazıh olan lafızlar ve böyle olmayan lafızlar. Cumhur ulema

ilkine nass ve ikincisine zahir demiştir. Nass olan lafız, delalet ettiği

manadan başka mana ihtimali taşımayan sarih olan lafızdır. Zahir

olan lafız, racih olan mana delaletinden başka mana ihtimalleri de

içeren muhtemel lafızdır. 134 Delilin nass 135 mertebesinde olması ona

delalet cihetinden kat’iyet kazandırır. Çünkü nass olan lafzın medlulü

apaçık ortaya çıkmıştır. Başka mana ihtimalleri barındırmadığı

için delaletinde şüphe söz konusu değildir. Ebu Bekr el-Bakillani (rahimehullah)

(Vefat H: 403) nass için şu ayetleri misal getirmiştir:

“Zina- 136 لَ‏ ت ِّ نَ‏ Rasûlüdür” Muhammed‏“م Allah’ın

ya yaklaşmayın”

Kendinizi‏“لَ‏ 137

وا öldürmeyin” 138

ُ ْ َ خ ْ شيَة َ قٍ‏

Evlatlarınızı‏“أَوْلد َ

fakirlik korkusuyla öldürmeyin” 139 “ve

وََ‏ ل تَ‏ ق تُ‏ لُ‏ ْ

‏ْرَ‏ بُوا الز

‏َق

‏َن ‏ْفُسَ‏ كُ‏

‏ُوا أ

‏ُل

‏ْت

تَق

ُ ‏َمَّ‏ د رَسُ‏ ول هللاِ‏

‏َك

َ إِمْ‏ ل

131 Bk. Nuzhetu’n-Nazar, ibni Hacer el-Askalani, sayfa 60 ve 76-78. (Matbaatu-Sefir, ilk

baskı h.1422). Mecmuu’l-Fetava, ibni Teymiyye, 18.cilt/40.sayfa. (Daru’l-Vefa, üçüncü

baskı h. 1426). El-Udde, Kadı Ebu Yala, 3.cüz/900.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad,

ikinci baskı h.1410). Mukaddimetu-ibni Salah, Ebu Amr ibni Salah, sayfa 28. (Daru’l-Fikr

baskısı h.1406). El-Burhan, el-Cuveyni, 1.cilt/373,374. (Daru’l-Ensar, ikinci

baskı h.1400). El-Bahru’l-Muhit, ez-Zerkeşi, 1.cüz/ 377.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye

baskısı h.1421)

132 Delilin delalet ettiği.

133 Mana açıklığı.

134 Hanefi uleması lafız ve medlulü arasındaki ilişkiyi farklı taksim etmişlerdir. Bu taksimata

göre lafız zahir (işitildiğinde manası hemen anlaşılan, açıkça bir manaya delalet

eden ve tevil ve tahsise muhtemel lafız), nass (manası zahir lafızdan daha açık ve tevil

ve tahsise muhtemel lafız), müfesser ( manası nass olan lafızdan daha açıktır ve tevil ve

tahsis ihtimali yoktur) veya muhkemdir (manası müfesser lafızdan daha açıktır ve tevil,

tahsis ve neshi kabul etmeyen lafız)

135 Kur’an ve Sünnet metnine de ıstılahta nass denilir. Fakat bu bahiste kastedilen bu

değildir.

136 El-Fetih Sûresi 29.ayet

137 El-Isra Sûresi 32.ayet

138 En-Nisa Sûresi 29.ayet

139 El-Isra Sûresi 31.ayet


Tekfirin Hakikati 89

buna benzer muradında işkâl ve ihtimal olmayan açık nasslar” demiştir. 140

Bu misallerde zikredilen delillerin nass olmaları mücerred lafızdan

kaynaklanıyor. Bununla beraber ekser ulemaya göre mana vuzuhu

cihetinden nass olmayan lafızlar da harici kat’i karineler ile kat’iyet

ifade edebilir. Bu daha önce geçti.

Ayrıca lafızlar taaddüt 141 ve tevahhüte 142 delaleti bakımından da

iki kısımdır: Âm lafızlar 143 ve has lafızlar 144 . Hususa delalet eden lafızlar

ittifaken kat’iyet ifade eder. 145 Lakin umuma delalet eden lafızlar

kat’iyet ifade eder mi etmez mi bu ihtilaf konusudur. Cumhur

ulemaya ve Hanefilerden bazılarına göre âm lafızlar aslen kat’iyet

ifade etmez 146 ; ancak karinelerin kat’iyeti iktiza etmeleri veya etmemeleri

hariç. Bu durumda âm lafız kat’i surette her efradına şamil

midir değil midir karinelere göre tayin edilir. 147 Hanefi ulemasının

cumhuruna göre ise âm lafızlar aslen kat’iyet ifade eder. 148149

140 Et-Takribu ve’l-İrşad, 1.cilt/340,341.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ikinci baskı h.1418)

141 Çokluk.

142 Teklik.

143 Tek bir mana için konulan, bütün fertlerini bir anda kapsayan ve kapsadığı fertlere

sınırlı olmayan kelimeler.

144 Tek bir mana için konulan ve kapsadığı fert veya fert lere sınırlı olan kelimeler.

145 Bu has lafzın âm lafza mukabilinde söz konusudur; fakat lafız bir yönden âm ve bir

yönden has ise, lafzın delaleti has yönüyle kat’i olur. Fakat lafzın âm yönü kat’iyet ifade

eder mi etmez mi bu ulema arasında ihtilaflıdır. Mesela “Müslümanlara ikram et”

denildiğinde, muradın Müslümanlar olmayanlara ikram edilmemesi olduğu kat’iyen

vazıhtır. Bu yönüyle Müslümanlar lafzı Âdemoğullarından bir cins için hastır. Lakin

Müslümanlar cinsi, içinde umumen her bir müslüman ferdin maksut olduğu kat’i

midir? İşte bu ihtilaf konusudur.

146 Yani lafzın şamil olduğu her bir fert kat’iyet ile dâhil olmaz ama idhali zahir veya racih

olabilir.

147 Mesela “O her şeyi bilendir” veya “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır” gibi ayetlerde

âm lafzın efradın her birine delalet ettiği kat’iyen bilinir. Ama “Onlar öyle kimselerdir

ki, insanlar kendilerine “insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O hâlde onlardan

korkun” dediler ve bu onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir”

dediler.” ayetinde âm olan insanlar lafzının fert fert bütün insanlara delalet etmediği

kesindir. Zira insanlardan bazısı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile beraber idi.

Bazıları da ordu hazırlandığını haber verdiler. Bazıları da orduyu hazırladılar. Şu hâlde

insanlar lafzından umumen her ferdin kastedilmediği luzumen vazıh olmuştur.

148 Yani mücerred âm lafzın delaleti, kabul ettiği tüm efrada kat’iyen şamildir.

149 Bk. El-Bahru’l-Muhit, 2.cüz/197-204.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1421).

Usulu’s-Serahsi, 1.cüz/132-139.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h. 1414)


90

Tarık Ebu Abdullah

Ve üçüncü olarak, lafızlar medlulünün lafızda geçtiği hâl üzere

anlaşılması ve lafızda geçmediği hâl üzere anlaşılması bakımından

yine iki kısma ayrılır. 150 Bu durumda mefhumun delaleti kat’i midir?

Mefhumu’l-Muvafeka 151 kat’iyet ifade edebilir 152 ama Mefhumu’l-Muhalefe’nin

153 delaleti ancak zan ve racih olabilir.

İlmin senedi itibariyle zanni olması: Mütevatir olmayan veya

karineler eşliğinde kat’iyet mertebesine ulaşmayan ehad haber vürud

cihetinden zannidir. Ayrıntılar yukarıda geçti.

İlmin delaleti itibariyle zanni olması: Lafzın manası veya medlulü

muhtemel 154 ise delil delalet cihetinden zanni olur.

150 Bir kelimenin lafızda zikri geçtiği ve ifade edildiği şekil üzere bir hükme delalet etmesine

mentuk denilir. Lafızda zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir hükme delalet edene

de mefhum denilir. Cumhur ulemaya göre mefhum iki kısımdır: Mefhumu’l-Muvafaka

ve Mefhumu’l-Muhalefe. Hanefi uleması lafzın manaya delalet şekillerini şöyle taksim

ederler: Delaletu’l-İbare (lafzın, nassın gelişindeki asli maksat olan veya ona tabi olarak

kastedilen hükme delalet etmesidir), Delaletu’l-İşare (lafzın nassın gelişinde asli veya

tebe'i olarak kastedilmeyen fakat asıl maksat olan mananın gerekli kıldığı, bununla

birlikte sözün doğruluğu ve şer’î yönden sağlıklı anlaşılması kendisine bağlı olmayan

hükme delaletidir), Delaletu’n-Nas (lafzın nassda belirtilen duruma ait hükmün, tahkik

ve ictihadda bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil unsuruna dayanarak anlaşılabilen

illetteki müştereklik sebebiyle, nassda belirtilmeyen durum hakkında da sabit

olduğunu göstermesidir) ve Delaletu’l-İktiza (lafzın doğru veya şer’î yönden sağlıklı

anlaşılması kendisine bağlı olan meskûtun anh (İbarede yer almayan) bir manaya

delalet etmesidir). Cumhur indinde mantuk olanı Hanefilerin Delaletu’l-İbare, İşare

ve İktiza karşılıyor. Cumhurun Mefhumu’l-Muvafakayı Hanefilerde Delaletu’n-Nas

karşılıyor. Mefhumu’l-Muhalefe Hanefiler indinde delil olarak makbul değildir.

151 Lafzın, tahkik ve ictihada ihtiyaç duyulmaksızın mücerred dil unsuruna dayanarak

illette müşterek olması sebebiyle mantukun (lafızda geçen durumun) hükmünü

meskûtun anh (lafızda geçmeyen durum) için de sabit olduğuna delalet etmesidir.

152 Mesela “Anne ve babaya iyi davranın! Eğer onlardan biri veya ikisi ihtiyarlığa ererse

sakın onlara “öf ” (bile) deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle” ayetin

mantukundan anne ve babaya öf demenin ve azarlamanın haramlığı kat’iyen vazıh

oluyor. Aynı zamanda dövmenin veya sövmenin evlasıyla haram olduğuna da kat’iyen

delalet ediyor. Zira salt öf demek ve azarlamak haram ise, daha şiddetli eziyet olan

dövmek ve sövmek evlasıyla haram olmalı. Veya İbn-i Ömer (radıyallahu anhu)ma

yoluyla rivayet edilen sahih hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman topraklarına

Kur’an ile gitmeyi nehyediyor. İmam Ahmed ve başkalarının tahriclerinde

“Onu ele geçirme korkusundan ötürü” ilavesi vardır. Yanı Kur’an ile düşman topraklarına

nehyin sebebi kâfirlerin onu ele geçirme ihtimali var olduğundandır. Şu hâlde

Kur’an’ı ele geçirmeleri ihtimalinden ötürü nehiy varid olmuşsa, o zaman Kur’an’ı kâfire

rehin bırakmak evlasıyla haram olur.

153 Lafzın, mantukun hükmünün, hükümde ehemmiyet arz eden kayıtlardan birisini taşımadığından

ötürü meskûtun anh hakkında geçerli olmadığına delalet etmesidir.

154 Cumhura göre lafzın manası zahir ise veya Hanefilere göre lafzın manası zahir veya

nass ise zanni olur. Veya cumhura göre lafzın delalet ettiği hüküm Mefhumu’l-Muhalefe

ise delalet cihetinden zanni olur.


Tekfirin Hakikati 91

Geçen sayfalarda açmaya çalıştığım konuyu şöyle hulasa edebiliriz:

Kat’i tekfir senet yönüyle ve aynı zamanda delalet yönüyle kat’i

ilme dayanan tekfirdir. Bunun manası; kat’i tekfirin mesnedi mütevatir

nass olmak zorundadır. Bu tahdid ile ehad haber –kat’iyet sağlayan

karineler ile beraber gelse de- kat’i tekfire mesnet olamaz. Aynı

zamanda haber mütevatir olsa, mesela Kur’an veya mütevatir sünnet

gibi, lakin delilin mana veya hüküm delaleti sarih olmayıp ihtimalli

ise kat’i tekfire mesnet olamaz. Çünkü şer’î bir hükmü Allah (azze ve

celle)’ye veya Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kat’i surette

nispet etmek ancak kat’i nass ile caiz olur. Bilakis bu durumda hükmü

Allah (celle ve âlâ) veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e nispet etmek

zorunludur, zira iradeleri kat’iyen vuzuh bulmuştur. Kat’i nass ile sabit

olan hükmü şeriat sahibine nispet etmemek, açık beyan olmuş

iradesini inkâr etmek olur. Bunun için kat’i nass ile sabit olan tekfir

hükmünü Allah (azze ve celle)’ye nispet etmek ve ispat etmek O’nun

kelamına imandan ve iktizadan neşet eder. Zira bu tür tekfir ilahi

iradeyi tasdik edip ona boyun eğmektir. Bu ise imanın ta kendisidir.

Şu hâlde bu tür tekfir 155 muhakkak imanın sıhhat şartlarındandır.

Bu tekfiri gerçekleştirmeyen Allah (celle ve âlâ)’nın kelamını ve kelamından

kat’iyet ile vuzuh olmuş olan iradesini yalanlamış olur. Bu

da şüphesiz tekfirden imtina edeninin küfrüdür. Bunun için bu tür

tekfirde kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur kaidesi işler. Çünkü esasında

kat’iyet ile sabit olan tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Çünkü bu tekfir

aslında sadece Allah (subhanehu ve teâlâ)’nın sarih hükmünü nakletmekten

ibarettir. İctihas ederek ilahi muradı fehmetmeye çalışmaktan

ve ilahi hükümden haber vermekten değil.

Dolayısıyla kat’i ilme dayanan tekfir, söz sahibine (Allah (celle ve

âlâ)’ya) isnadı ve delaleti açısından ihtimal taşımadığı için, kesin ilahi

iradenin beyanıdır ve bunun için tahakkuku zorunludur.

155 Kat’i tekfir.


92

Tarık Ebu Abdullah

Ayrıca bu tür tekfirde Tahkiku’l-Menata 156 ihtiyaç da yoktur çünkü

Tahkiku’l-Menat’ın gayesi maznun 157 ihtimalleri gidermektir. Fakat

bu durumda ihtimal yoktur. Küfrü kat’idir. Bunun için bu tür

kâfiri tekfir etmeyen kâfir olur. Çünkü esasında kat’iyet ile sabit olan

tekfirin tekzibi veya şekki vardır. Yani gaybı bilen, kalplerin hâlini

gören Allah (azze ve celle)’nin o kalp sahibinden verdiği haberi tasdik

etmemesi veya verdiği haberin doğruluğunda şüphe etmesi vardır.

Dinin kat’iyetini inkâr edenin hüccet ikamesiz tekfirinde icma vardır.

Sadece şu zamandaki Cehm bin Safvan ve Cad bin Dirhem gibilerinin

halefleri buna itiraz eder. Ama Ehl-i Sünnet’in bu hususta

ihtilafı yoktur. Bunun için İbn-u Ebi’l-İzz (rahimehullah) (Vefat H: 792)

Ebu Cafer et-Tahavi (rahimehullah)’ın “Kıble ehlinden kimseyi günahından

ötürü tekfir etmeyiz” sözünü açarken şöyle diyor: “Bir kişi

zahir ve mütevatir vacipleri veya zahir ve mütevatir haramları veya buna

benzerini 158 açıktan inkâr ederse tevbeye çağırılır. 159 Eğer tevbe etmezse kâfir,

mürted olarak öldürülür. Bunda müslümanlar arasında ihtilaf yoktur.” 160

Fakat bunun dışında kalan tekfir zanni ilme dayanır ve dolayısıyla

nazaridir. Yani tekfire mesnet olan delil vurud cihetinden kat’i fakat

delalet cihetinden zanni olabilir veya vurud cihetinden zanni ama

delalet cihetinden kat’i olabilir. Veya iki cihetten de zanni olabilir.

Üç durumda da ilahi iradeden kat’i surette haber vermek mümkün

olmaz ve dolayısıyla ancak ilahi hükmü zannetmek 161 mümkün olur.

Zan ise ictihaddır, tahkik ve istidlal neticesinde tekfirin lüzumunu

veya lüzumsuzluğunu tercih etmektir. Tercih de tasavvura döner. Ta-

156 Başka bir deyimle tekfir hükmünü vakıaya (şahsa ve hâline) indirgeyebilmek için şartların

oluşmuş olduğunu ve manilerin kalkmış olduğunu araştırmak.

157 Zannedilen.

158 Tevhid ve vela gibi dinin diğer tevatür ile sabit olan hususlar.

159 Yani riddetinden ötürü tevbeye çağırılır. Eski ulema tevbeye çağırma ifadesini riddet

hükmünün sübutundan sonrası için kullanırdı. Daha sonra bazı âlimler tevbeye çağırmayı

hüccet ikamesi manasında kullanmaya başlamışlardır. Bu hususa dikkat edilmeli.

160 Şerhu’l-Akidetu’t-Tahaviyye, 316.sayfa. (el-Mektebu’l-İslami, dördüncü baskı h.1391)

161 Yani bu durumda ilahi irade kesin surette vazıh olmuştur demek mümkün değildir.

Ancak müctehid, bana bu meselede tekfir hükmü zahir olmuştur veya tekfir racihtir,

diyebilir.


Tekfirin Hakikati 93

savvur ise zatidir. Bunun için nazari tekfir meselelerinde ulemanın

ihtilaf ettiğini görebilirsin. Bu bir, bizzat delilden kaynaklanabilir

veya ekser hâllerde olduğu gibi Tahkiku’l-Menat’tan kaynaklanır.

Muhakkak ki nazari tekfirde ferdin üzerine tekfirin şartları oluşmuş

mu ve manileri kalkmış mıdır, araştırılması lazımdır. Zira hem delilin

ihtimalli olmasından ve hem de delilin muayyen şahıs hakkında

geçerli olması muhtemel olduğundan tahkik ve ihtimallerin giderilmesi

zorunludur. Lakin buna her müftünün aynı derecede muktedir

olmadığı aşikârdır. Ya delile vakıf olmadığından veya delile vakıf

olup delili farklı anladığından veya delili tevile zorunlu gördüğünden

veya delilin sübutunu kabul etmediğinden veya sübutunda emin

olmadığından veya mensuh gördüğünden veya delili hüccet olarak

kabul etse de muayyen kişi için şartların oluşmadığını veya manilerin

kalkmadığını gördüğünden ve bundan başka durumlar. Nazari

tekfirde mevcut ihtimaller onu ictihada konu eder. Ve ictihada konu

olduğundan dolayı nazari tekfir fıkıhtır. Zira fıkıh, şer’î hükümleri

ictihad yoluyla bilmektir.

* * *


Fasıl

İlahi Hükmü Zannetmek

Kime Caizdir?


96

Tarık Ebu Abdullah

Nazari tekfir ancak ilahi hükmü zannetmektir, dedik. İlahi hükmü

zannetmek ilmi ve ahlaki bir ehliyeti zorunlu kılar. Ehliyetsiz

kişinin ilahi hükmü zannetmesi caiz değildir ve muahezeye tabidir.

Caiz değildir çünkü zan şartlarına haiz değildir. Ve muahezeye tabidir,

isabet etmiş olsa da; çünkü aslen kendisine caiz olmayan bir

iş yapmıştır ve ilahi emre muhalif olmuştur. “Eğer bilmiyorsanız,

zikir ehline sorun.” 162 Ehliyetsiz zan ilme değil ancak heva ve nefse

dayanmaktadır ve bu yüzden kınanmış ve kötülenmiştir. “Onlar ancak

zanna ve nefislerin hevasına uyarlar.” 163 Bu hâlde beyan ettiği

hüküm Allah (azze ve celle)’nin hükmü değil, heva ve nefsinin koyduğu

hüküm olur.

Zan (ictihad) şartlarını şöyle hulasa edebiliriz: 164

Müslüman olmak. Müşrik, kâfir ve mürtedin haberi makbul değildir.

Baliğ olmak. Buluğa girmemiş çocuğun haberine hüküm terettüp

etmez; çünkü çocuktan kalem kaldırılmıştır.

Akıl sahibi olmak. Çünkü akıl teklif şartlarındandır. Fakat müctehidde

aranan akıl sadece deliliğin zıddı olan akıl değil, bilakis fıkhi

bir akıl seviyesine sahip olmasıdır. Bunun için güzel anlayışa, ince

bir idrake, zihni bir berraklığa ve keskinliğe ve basiret ve kalp gözünün

işlerliğine ve açıklığına sahip olmalıdır.

162 El-Enbiya Sûresi 7.ayet ve en-Nahl Sûresi 43.ayet

163 En-Necm Sûresi 23.ayet

164 Tafsili için bkz:El-İhkam, el-Amidi, 4.cüz/227,228.sayfa. (Daru’l-Kitabi’l-Arabi, birinci

baskı h.1404). El-İctihad, el-Cuveyni, 124-127.sayfa. (Daru’l-Kalem, birinci baskı

h.1408). El-Udde, Ebu Ya’la, 5.cüz/1594,1595.sayfa. (Suudi Arabistan, Riyad, ikinci baskı

h.1410). Ravzatu’n-Nazir, İbn-u Kudame, 352-354.sayfa. (Camiatu’l-İmami Muhammed

bin Suud, ikinci baskı h.1399). Edebu’l-Mufti ve’l-Mustefti, İbnu’s-Salâh, 21-29.sayfa.

(Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem –Âlemu’l-Kutub, birinci baskı h.1407)


Tekfirin Hakikati 97

Adalet sahibi olmak.Yani şahsın dinen müstakim olması. Bunun

manası, farzları ve onlara bağlı olan nafileleri terk etmemesi ve büyük

günahlardan sakınması ve küçük günahlarda ısrar etmemesidir.

Buna ilaveten iyi hâl sahibi olmasıdır. Yani ahlaki, edebî ve örfi güzellikleri

muhafaza eden ve bunun zıddından sakınan olmasıdır.

Arap lisanını bilmek.Arap kelamında kelimelerin ve ifade üsluplarının

ne manaya geldiğini bilmek zorundadır. Bunun için sarf,

nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerinde mutkin olma durumundadır.

Zira Kur’an ve Sünnet nassları en yüksek belağat ve beyan seviyesine

sahiptirler. Arapça’nın ifade ve tabirdeki üsluplarını, belaği

ve beyani esrarını ihata etmeden, kelime ve ibarelerin ne ifade ettiğini

iyice bilmeden şer’î nassların anlaşılması ve neye delalet ettiklerini

idrak etmek mümkün değildir.

Kur’an ve Kur’an ilimlerini bilmek. Umumen ayetlerin tümünü

fakat hususen ahkâm ayetlerini bilmesi gerekir. Tefsir, nüzul sebepleri,

nasih ve mensuh ve kıraat ilimleri gibi dallarına da vakıf olması

zaruridir.

Hadis ve hadis ilimlerini bilmek.En azından ahkâm hadislerini

bilmeli. Ayrıca hadislerin derecelerini, sahihini, zayıfını, hüccet

olanı hüccet olmayanından ayırabilecek dirayet ilmine sahip olmalı.

Nasih ve mensuhu bilmeli ve hadis ravilerinin hâllerine ve hadis

imamlarının hadis ve ricali için söylediklerine vakıf olmalı.

Ulemanın icma ve ihtilaflarını bilmek. Ve bunun akabinde muhtelif

görüşlerden doğruya veya racihe gidebilecek ilmî kudrete sahip

olmak.

Fıkıh usûlü bilmek. Çünkü hüküm çıkarmak için delillere vakıf

olmak kâfi gelmez, delillerden istifade yollarına da vakıf olması

gerekir. Şer’î lafızların mana ve hüküm delaletleri, delillerin kuvvet

nispetleri, dereceleri ve tercih kaideleri gibi usûli meselelerde itkan

sahibi olması gerektiği gibi şeriatın maksatlarına, hükümlerin illetlerine

ve insanların örf ve âdetlerine ilişkin de ince ve geniş bir fehime

sahip olmak zorundadır.


98

Tarık Ebu Abdullah

Yukarıda ciddi ihtisar ile saydığım şartlara haiz olmayan kişiye

şer’î hüküm beyan etmek 165 caiz değildir. Tekfir hükmü elbette buna

dâhildir. Zira tekfir şer’î bir hükümdür. Nazari tekfirde şer’î hüküm

vermek ancak yukarıda zikri geçen şartlara haiz olan kişi için caizdir.

Kat’i tekfir ilahi haberin nakledilmesinden ibaret olduğu için şartlara

haiz olsun veya olmasın her müslümanın üzerine vaciptir. Ancak

tekfir kat’i tekfir cinsinden olsa da yine de tefferuata ve tahkike tabi

olduğu için zikri geçen şartlara haiz olmayan müslümanlar şartlara

haiz olanlara tabi olmaları gerekir.

Geçen iki fasıla ilişkin önemli bir husus:

Şer’î hitabı ve ilahi muradı anlamak ve tatbik etme cihetinden

müslümanlar iki kısımdır: Müctehid olanlar ve olmayanlar. Müctehid

olmayanlar da yine iki kısımdır: Halk ve ilim talebeleri.

Müctehid olanlar yani ictihad şartlarına haiz olanlar, hem lügaten

hem de ilmen semavi hitabı anlamaya muktedir olduklarından ötürü

şer’î ahkâmı kat’i olanı nakletme suretiyle, zanni olanı da tahkik,

tetkik, istinbat ve ictihad ederek beyan etmekle mükelleftirler. Beyan

ettikleri şer’î ahkâmın ferdî ve ictimai tatbikinden mükellef olanlar

da ilk sırada yine müctehid âlimlerdir.

İlim talebelerine gelince, belirli oranda alet ve şer’î ilimlere vakıf

olduğundan delilleri ve delaletlerini temyiz edebilecek bir durumda

olabilir. Lügat ve istinbat ilimlerine vakıf olduğu derecede ilahi hitabı

anlamakta nasibi olacaktır. Mertebesine göre ictihad vasfına yakın

olan ilim talebeleri lügavi, ilmî ve ahlaki istidadına göre dini beyan

etme mes’uliyetinde müctehid ulemaya ilhak edilir veya taklide daha

yakın olanlar, sormak ve tabi olmakla mükellef olan halka ilhak edilir.

Ne müctehid ve ne de ilim talebesi olmayanlar halktırlar. Sarf,

nahiv, beyan ve meani gibi lügat ilimlerine vakıf olmadıklarından,

165 Taklit etmek, tabi olmak veya nakletmek demiyorum. Bu konumuz değil. Bizim konumuz

hüküm çıkarmaktır. Burada zikri geçen şartlara haiz olmayana hüküm çıkartmak

caiz değildir.


Tekfirin Hakikati 99

delilleri ve delaletlerini, bunlardan istifade yollarını bilmediklerinden

ve racihi mercuhtan temyiz edemediklerinden ötürü şer’î ahkâmı

beyan etmekle mükellef değildirler; bilakis ictihad mahalli olan

şer’î ahkâmı beyan etmeleri 166 caiz değildir. Halkın mükellefiyeti bilmediklerini

ulemaya sormak ve tabi olmaktır. Ancak dinde kat’iyen

açıklanmış olan asli ve fer’i meseleleri ulemaya sormadan ikrar ve

icra etmeleri gereklidir, zira Allah (azze ve celle) ve Rasûlü (sallallahu aleyhi

ve sellem)’in halkın anlayabilecekleri vuzuhta beyan ettiklerini ulemaya

sormak istirşat 167 için değil ancak istişhat 168 için olur. Çünkü daha

önce de geçtiği gibi, Şari’nin kat’iyet ile beyan ettiği meseleleri, ister

dinin aslına taalluk eden meseleler olsun ister şer’î ahkâmdan olsun,

açık ve seçik tek bir mana ifade eden lafızlarla beyan etmiştir. Dolayısıyla

ilahi muradın sadece bu ve başkası olmayacağı kesin bir surette

belirmiştir. “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur”, ”Ey kavmim!

Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur”, “O, sizin

için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur

indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı.

Öyleyse bile bile Allah’a eşler koşmayın”, “Yoksa onların birtakım

ortakları mı var ki Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine

teşri’ ettiler (şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı,

elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir

azap vardır”, “Doğrusu Allah Kendisine şirk koşulmasını mağfiret

etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar”, “Ey iman edenler,

Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin

dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır.

Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hidayet etmez”, “İman

edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar ise tağut yolunda

savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın”, “Hiç şüphesiz Allah

katında tek din İslam’dır” gibi ayetlerden veya “Namazı kılın,

zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz

için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha

büyük bir ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfi-

166 Hüküm beyan etmekle kastettiğim, hüküm çıkarmaktır. Yoksa taklit veya tabi olarak

hüküm aktarmak değil.

167 Doğru olanı göstermelerini istemek.

168 Şahit manasında delil göstermek.


100

Tarık Ebu Abdullah

ret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir”,

“Zinaya yaklaşmayın”, “Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram

kılmıştır… Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız,

faizden arta kalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a

ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin” ve “De ki: “Rabbim ancak

hayâsızlıkları, onların açık olanı ve gizli olanını, bununla beraber

günahı, haksız isyanı, Allah’a hakkında asla bir delil indirmediği

herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz

şeyler söylemenizi haram kılmıştır” gibi ayetlerden halk Allah (celle

ve âlâ)’nın neyi murad ettiğini anlayabilmek için ulemaya sorma ihtiyacını

duymaz. Ancak tafsilatında kapalı kalan hususları muhakkak

ulemaya sorması gerekecektir.

Bu durumu İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle izah ediyor:

“Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları da vardır ki onları Kur’an’ın

indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir. Bu, Kur’an’ın i’rabını vermek ve

müşterek olmayan özel isimlerin müsemmalarını bilmek ve özel sıfatlarla

nitelenen hususları bilmekt ir. Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz

olmaz. Mesela bir kişi “Onlara yeryüzünde ifsad (bozgunculuk)

yapmayın” denildiği zaman onlar, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.”ayetini

dinlediği zaman ifsadın (bozgunculuk yapmanın) terkedilmesi

gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması gereken

faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allah-u Teâlâ’nın neleri ifsad etmek

olarak kabul ettiğini ve neleri de ıslah olarak saydığı nı bilemez. Bunun için

dil bilenin (Arapça’yı bilenin) Kur’an tefsirinden özel müsemmaları onlardan

ayrılmayan ve müşterek olmayan isimleriyle ve özel sıfatlarıyla nitelenmiş

olanları bilebilir. 169 Fakat gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler olduklarını

bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (azze ve celle) Nebi’si (sallallahu

aleyhi ve sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi

mümkün olur. Ayrıca ba zı manalar da vardır ki onları Allah Kendisinde

saklı tutmuştur.” 170

İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın sözlerinden anlaşılıyor ki Arapça

bilen kimse ayetlerde özel müsemması ve ona ait olan özel ismiyle

169 Yani manası muhtemel olmayanları bilebilir.

170 Camiu’l-Beyani fi Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)


Tekfirin Hakikati 101

beyan edilmiş veya özel sıfatlarıyla nitelenmiş olanları mücerred dil

bilgisiyle anlayabilir. Lakin isme taalluk eden ahkâmı ve varid tafsilatı

mücerred lügat bilgisiyle anlayabilmesi mümkün değildir. Bilakis

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem’in ve onun varisleri olan

İslam ulemasının izahatına muhtaçtır. İmam et-Taberi (rahimehullah)’ın

sözlerini Abdullah İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın şu sözleri tasdik

etmektedir: “Tefsir dört türdür: Bir kısmını Araplar sözlerinden anlar.

Bir kısmının tefsirini bilmemekten dolayı hiç kimse mazur sayılmaz. Bir

kısmının tefsirini ancak âlimler bilir ve bir kısmının tefsirini de Allah’tan

başka kimse bilmez.” 171 Ve sonra İmam Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah)

şöyle diyor: “Tefsirin bir türü de vardır ki onu bilmemekte hiçbir kimse

mazur görül mez” sözünden kastettiği (yani İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)

Kur’an’ın manalarını anlama yollarından birini beyan etmek değil, tefsirden

bazısını bilmemek hiç kimse için özür olmayacağını haber vermektir.”

Evet, hitabı anlamaya muktedir ve lisan sahibi olan herkesin anlama,

ikrar ve tatbik etme zorunda olduğu ve cehaleti özür olmayacağı

ve terk edildiği takdirdecezaya tabi olacağı hususlar Şari’nin delaleti

ihtimalli olmayan, sarih olan kelam ile beyan ettiği dinin aslına ve

fer’ine taalluk eden kat’i meselelerdir.

Âllame Bedruddin ez-Zerkeşi (rahimehullah) (Vefat H: 794) İbn-i

Abbas (radıyallahu anhuma)’nın yaptığı taksimatın ikinci ve üçüncü kısmı

için şöyle diyor: “İkincisi, kimsenin bilmemekle mazur olmadığı tefsirdir.

Bu şer’î ahkâm ve tevhidin delillerini içeren nasslardan manaları kolayca

anlaşılabilenlerdir. Sadece tek bir manayı açık ve net ifade eden bir

lafızdan, bunun Allah’ın muradı olduğu anlaşılır. Tefsirin bu kısmında

hükümle alakalı ihtilaf yoktur ve yorumu da karışık değildir. Nitekim herkes

“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin manasını ve

O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar ل (la)’nın

lügatte nefiy için ve إل (illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu üslubun hasr

manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz kılın ve

zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş olanın

gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir. Her ne kadar إفْعَ‏ ْ ل (if ’al) sigası

171 Ebu Cafer et-Taberi (rahimehullah) kendi senediyle tahric etmiştir. Camiu’l-Beyani fi

Tevili’l-Kur’an, 1.cüz/75.sayfa. (Muessesetu’r-Risale, ilk baskı h.1420)


102

Tarık Ebu Abdullah

vucuben veya nedeben tercihi gerekli kıldığını bilmese de. Dolayısıyla bu

kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez

çünkü herkes için zarureten malumdur… Ve dördüncüsü: Ulemanın ictihadına

konu olan tefsir. Buna tevil ismi ıtlak edilir. Tevil, lafzı döndüğü

manaya hamletmektir. Şu hâlde müfessir nakledendir ve müevvil istinbat

edendir. Yani hükümleri istinbat eder ve mücmeli açıklar ve umumu tahsis

eder. İki ve ikiden fazla mana ihtimaliolan lafızlarda ictihad etmek sadece

ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda vacip olan şahitlere ve delillere itimat

ekmektir, görüşe itimat etmeleri caiz değildir.” 172

Âllame ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinden de anlıyoruz ki, tek

bir manaya delalet eden lafızlarla beyan edilmiş olan, dinin aslını ve

fer’ini konu eden nassların iktiza ettiği mana hakikatlerini bilmemek

anlama kudretine sahip olan kimse için caiz değildir. Zira bu nassların

mana hakikatleri muhtemel değildir ve açıkça Şari’nin muradını

tasrih ediyor. Fakat halkın mananın teferruatını veya mana inşasının

efradını bilmemesi caizdir. Çünkü bunu bilmek ehline döner.

Bunun gibi, Allah (celle ve âlâ)’nın veya Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi

ve sellem)’in tasrih ettikleri tekfiri ikrar etmesi ve tatbik etmesi halkın

üzerine vaciptir, bu tür tekfirde cahil olmaları, ikrar etmemeleri ve

uygulamamaları özür olarak kabul edilmez.

Bu artık açık belli oldu. Fakat halktan talep edilen tekfirin sıfatı

nedir? Çünkü halk aslen şer’î hüküm beyan etmekle mükellef değildir.

Halk dinin aslında ve fer’inde kat’iyet ile beyan edilmiş olan

hususları icmalen ikrar ve tatbik etmekle mükelleftir. Fakat tekfir

şer’î hükümdür, icmali değil; tafsili bilgiyi zorunlu kılar, delillerin kısımlarını

ve derecelerini bilmeyi ve hükmün illetlerini bilip vakıaya

indirgemeyi gerekli kılar. Halkın buna muktedir olmadığı açıktır. Şu

hâlde halktan istenilen tekfirin sıfatı nedir? 173

172 El-Burhanu fi Ulumi’l-Kur’an, 2.cüz/165,166.sayfa. (Dar-u İhya-i Kutubi’l-Arabiyye, ilk

baskı h.1376)

173 Konunun kilit sorusu budur. Kanaatimce ulemanın umumen sözlerinde halka gerekli

gördükleri tekfir burada sıfatı verilecek olandır. Sadece bazı özel vakıalarda halkı küfür

nisbetiyle yükümlü görmüşlerdir. İleride Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’tan

nakil getirirken bu hususa değineceğim inşallah.


Tekfirin Hakikati 103

El-Cevap:

Yukarıda geçen İmam İbn-i Cerir ve Âllame ez-Zerkeşi rahimehumallah’ın

sözlerinden şunu mülahaza edebiliriz: Halkın mükellef

olduğu, ister dinin aslına taalluk etsin ister fer’ine taalluk etsin, hitabın

manasını idrak etmek ve akabinde mana idrakin iktiza ettiği

amelleri ikame etmektir. Tabii ki bu tek bir manaya delalet eden lafızlarla

beyan edilmiş nasslar için geçerlidir. Çünkü mana ihtimalleri

içeren nasslarda mana tercihleri yapmak aslen sadece tercih ehli

ulema için caizdir.

Lakin lafızlara terettüp eden şer’î ahkâma gelince, bunun beyanı

ile halk asla mükellef değildir. Çünkü halkta ictihad vasfı yoktur. Bunun

için et-Taberi (rahimehullah) “Kur’an ayetlerinin manalarından bazıları

da vardır ki onları Kur’an’ın indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir”

diyor ve “Bu hususlarda Arap dilini bilen kimse bilgisiz olmaz. Mesela

bir kişi,“Onlara yeryüzünde ifsat yapmayın” denildiği zaman onlar

“Biz ancak ıslah edicileriz” derler”ayetini dinlediği zaman ifsadın

terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu ve ıslah etmenin ise yapılması

gereken faydalı bir şey olduğunu anlar” diyor, yani kastedilen mananın

ve iktiza ettiği amelin bu olduğunu anlar. Lakin ifsadın ve ıslahın

mana teferruatını ve “Gerekli olan ahkâmın ve sıfatların neler ol duklarını

bilemez. Çünkü bunları bilmeyi Allah (celle ve âlâ) Nebi’si (sallallahu aleyhi ve

sellem) için has kılmıştır ve ancak onun beyan etmesiyle bilinmesi mümkün

olur.” Yani lafızlara terettüp eden şer’î ahkâmı ancak Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve alihi ve sellem)’e indirilmiş olan şeriatı bilenin bilmesi mümkündür.

Bunlar da topyekûn ümmet değildir, bilakis Nebi (sallallahu

aleyhi ve alihi ve sellem)’in varisleri olan İslam ulemasıdır. Bunun aynısını

ez-Zerkeşi (rahimehullah)’ın sözlerinde de bulabiliriz. O şöyle diyor:

“Nitekim herkes “Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur” ayetinden tevhidin

manasını ve O’nun ulûhiyetinde şeriki olmadığını idrak eder. Her ne kadar

(illa)’nın ispat için kullanıldığını ve bu إل (la)’nın lügatte nefiy için ve ل

üslubun hasr manasını iktiza ettiğini bilmese de. Ve herkes zarureten “Namaz

kılın ve zekât verin” ayetinin ve benzeri ayetlerin muktezası emredilmiş

olanın gerçekleştirilmesi için talep edildiğini bilir”, yani ayetlerin

açık lafızlarından mana ve mana muktezalarını anlar, “Dolayısıyla bu


104

Tarık Ebu Abdullah

kısımdan olan tefsirde kimse lafızların manalarını bilmediğini iddia edemez;

çünkü herkes için zarureten malumdur” der. Lakin bu lafızlara hangi

şer’î hükümlerin terettüp ettiğini bilemez. Bunun için “Her ne kadar

إفْعَ‏ ْ ل (if ’al) sigası vucuben veya nedeben 174 tercihi gerekli kıldığını bilmese

de” diyor.

Ama zanni ilme dayanan hükümlere gelince (konumuzda nazari

tekfir) ez-Zerkeşi (rahimehullah) “İki ve ikiden fazla mana ihtimali olan

lafızlarda ictihad etmek sadece ulemaya caizdir. Ulemaya da bu konuda

vacip olan şahitlere ve delillere itimat etmektir, görüşe itimat etmeleri caiz

değildir” diyor. Yani nazari tekfir gibi mana veya hüküm delaletleriyle

veya senet cihetinden ihtimalli olan delillere mesnet olan hükümleri

istihrac etmek sadece müctehid ulemanın işidir.

Binaenaleyh derim ki: Halk nazari tekfir ile asla mükellef değildir.

Halkın mükellef olduğu kat’i tekfirdir. Kat’i tekfirde en azından

mükellef olduğu suret ise inkâr etmesidir. Zira inkâr tekfirin manasıdır.

İnkâr ettiği takdirde kendisinden talep edilen tekfirin manasını

getirmiştir ve imanın sıhhatini korumuş olur. Lakin şer’an sabit olan

küfür ismini nispet etmediği için isyandadır.

Ümmetin iki büyük âlimi olan Ebu Cafer et-Taberi (Vefat H:

310) ve Bedruddin ez-Zerkeşi (Vefat H: 794) rahimehumallah’ın

sözlerinden mülahaza ettiğimiz bu kıstası hicri 12. ve 13. asırda şirke

ve küfre karşı tehvid mücadelesinin iki büyük âlimi olan Âllame

Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab (şehadeti

h.1233) rahimehumullah’ın ve Âllame Ebu Abdurrahman Abdullah

Eba Butayn (rahimehullah)’ın (Vefat H: 1282) sözlerinde lafzen bulmamız

mümkündür:

Âllame Süleyman bin Abdillah bin Muhammed bin Abdilvehhab

rahimehumullah şöyle diyor:

“Tevhid kelimesinin manası yücedir, onun manası tüm manalardan

daha yücedir. Onun hulasası, Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri

174 Daha önce geçtiği gibi vucub ve nedeb şer’î ahkâmdan, teklifi hükümlerdendir.


ب

شَ‏ فَ‏

فَ‏

ب ي

Tekfirin Hakikati 105

olmak ve kalp ve ibadet ile Allah’a yönelmektir. İşte bu el-kufru bi’t-tağut’un

ve Allah’a imanın manasıdır.” 175

Dikkat et! Âllame Süleyman bin Abdillah (rahimehullah) tağutu tekfirin

manasını neyle açıklıyor? Lafzıyla şöyle diyor: ِّ ُ ْ

tağu- O‏“مَ‏ Allah’tan başkasına ibadet etmekten beri olmaktır.” Yani ا سِ‏ وَ‏ ى هللا

tun (Allah’tan başka ibadet edilenin) tekfirini beri olmakla (tekfirin

manası) manalandırıyor.

هُ‏ وَ‏ ال بَ‏ َ اءَ‏ ُ ة مِ‏ نْ‏ عِ‏ بَ‏ َ اد ةِ‏ ك

Meseleyi daha net Âllame Eba Butayn (rahimehullah)’ın şu sözleri

izah ediyor:

“Bir kişi, kabirlerde ve başka yerlerde işlenen, ölülere ve gaybta olanlara

dua etmek, ihtiyaçlarının karşılanmasını istemek, sıkıntılarını gidermek,

takarrub için adak adamak ve kurban kesmek gibi şirk olan eylemler

için“bunlar şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim

bunları güzel gösterir ve bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha

şerlidir” derse, böyle birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir

etmenin ve Allah’tan başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır. Ve eğer

bu tür eylemlerin yalnız Allah’a mahsus olan ve yalnız O’nun hakkı olan

ibadetlerden olduğunu itiraf ederse ve bu tür eylemlerin O’ndan başkası için,

ne mukarrab bir melek ve ne de gönderilmiş bir Nebi için, -bırak başkalarına-

caiz olmadığını itiraf ederse, işte bu Allah’a imanın ve O’ndan başka

ibadet edileni tekfir etmenin hakikatidir. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle

buyuruyor: “Kim la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni

inkâr ederse, onun malı ve kanı haramdır. Hesabı ise Allah-u

Teâlâ’ya kalmıştır.”” 176

Bak! Âllame Eba Butayn (rahimehullah) tağutu tekfir etmenin manasını

nasıl inkâr ile açıklıyor. Lafzen şöyle diyor:

ِ إ سْ‏ َ ل مِ‏ هِ‏

ُ َ

ُ ْ ك

َ َ ذا

َ ا إليْ‏ هِ‏

‏ْك

ُ وتِ‏ وال

ٌّ مِ‏ نَ‏ الفَ‏ اعِ‏ لِ‏ ،

َ ا يُعْ‏ بَ‏ د

َ َ يَّن ُ ه َ ودع

ِ ‏لطَّاغ

ْ

ُ ف رِ‏

مَ‏ نْ‏

ُّ ق ومَ‏ نْ‏ ز

ْ ُ حِ‏

َ أنْك رَ‏ ه ُ ه وَ‏ ال

لِ‏ أ نَّ‏ ه َ ا مَ‏ عْ‏ نَ‏ الْك

ُ مِ‏ نْ‏ د ُ ونِ‏ هللا.‏

ُ وَ‏

‏ِب

ْ

ُ ف رِ‏

َ ذ

175 Teysiru’l-Azizi’l-Hamid, 112.sayfa (Mektebetu’r-Riyadi’l-Hadise baskısı)

176 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


106

Tarık Ebu Abdullah

“Kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları güzel gösterir ve

bunların davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle birisinin

İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan başka

ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”

Ve sonra şöyle devam ediyor:

“Tevhidi ve İslam’ın rükünlerini bilmek herkese farz kılınmıştır. Bu

konuda taklid caiz değildir. Fakat delilleri bilmeyen halktan birisi Rabb

Subhane’nin vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine,

ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme ve bu meşhetlerde işlenen

şirklerin batıl ve sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanırsa,

böylesi müslümandır. Delillerini getiremese de; çünkü Müslümanların umumuna

delil öğretilse de genelde manasını anlamazlar.” 177

Bak! Allah beni ve seni hakka irşad etsin! Âllame Eba Butayn (rahimehullah)

halka tevhid ve İslam’ın rükünlerini bilmenin farz olduğunu

söylemesiyle beraber halk için imanın icmali manası olan “Rabb Subhane’nin

vahdaniyetine, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in risaletine,

ölümden sonra dirilişe, cennete ve cehenneme… şüphesiz bir itikat ile inanmasını”

nasıl kâfi görüyor. Ve halk için ancak, delillerden istihrac yoluyla

elde edilen haramlık gibi şer’î hükmü değil de “şirklerin batıl ve

sapıklık olduğuna kesin ve şüphesiz bir itikad ile inanmayı” gerekli görüyor.“Çünkü

Müslümanların umumuna delil öğretilse de genelde manasını

anlamazlar.” Çünkü o delilin mütekellimi (yani Allah (celle ve âlâ) kelamı

en yüksek belağat, fesahat ve beyan seviyesinde konuşmuştur.

Belağat ise istinbat ilimlerindendir. Halk ise istinbat ehli değildir.

Ve başka bir yerde (rahimehullah) şöyle diyor:

“La ilahe illallah, bir tek olan Allah için ibadeti ispat etmek ve O’nun

dışında ibadet edilenlerden beri olmaktır. Bu, Allah’tan başka ibadet edilenleri

tekfir etmenin manasıdır. Çünkü Allah’tan başka ibadet edilenleri tekfir

etmenin manası, ondan beri olmak ve onun batıl olduğuna itikad etmektir.

Bu “O halde kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopmayan

177 Ed-Dureru’s-Seniyye, 10.cüz/408,409.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)


ف

ي ب

ب

َّ

ب

َّ

Tekfirin Hakikati 107

sapasağlam bir kulpa yapışmıştır” ayetinde el-Kufru bi’t-Tağut’un

manasıdır.” 178

Pekâlâ, beri olmanın sıfatı nedir?

Bu sorunun cevabı Allah (azze ve celle)’nin şu ayetindedir. Allah (subhanehu

ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

ُ ْ وَ‏ مِ‏ ‏َّا

‏ُوا َ لِق وْ‏ مِ‏ ِ مْ‏ إِ‏ ُ ‏َآءُ‏ مِ‏ نْ‏ ك

‏َال

ٌ َ وَ‏ الَّذِ‏ نَ‏ مَ‏ عَ‏ هُ‏ إِذ

‏ُسْ‏ وَ‏ ة حَ‏ سَ‏ ن ِ ي إِ‏ ي

ُ ْ أ

‏َك

قَد ْ ‏َت ل

ُ ْ وَ‏ بَ‏ َ دا بَ‏ يْ‏ ن َ ‏َنا وَ‏ بَ‏ يْن ‏ْعَ‏ َ داوَ‏ ُ ة وَ‏ ال ‏ْبَ‏ غ َ اءُ‏ أ ‏َبَ‏ ً دا حَ‏ ‏َّت‏

تَعْ‏ بُ‏ د َ مِ‏ نْ‏ ُ د ونِ‏ ِ الل كَ‏ ف نَ‏ بِ‏ ك

ْ تُؤ مِ‏ ن ِ وَ‏ حْ‏ د

نَّ‏

ْ ض

ْ ق

ُ ُ ال

َ ك

ُ وا ِ ‏لل َ هُ‏

ْ ‏َاهِ‏

َ ٌ ة

َ رْ‏

ْ َ كن

ُ ون

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten

uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Muhakkak

bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz.

Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle

sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi…”

179

(Sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır) yani Muhammed

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in ümmeti için uyulması gereken

güzel, Allah katında makbul ve mahmud bir örnek yardır. 180

Örnek (İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda)’dır. İbrahim (aleyhissalatu

vesselam) ile beraber olanların kim olduğu ihtilaflıdır. İmam İbn-i

Cerir (rahimehullah)’ın kendi senediyle gelen rivayette İbn-u Zeyd (rahimehullah)

onunla beraber olanların Nebiler olduğunu demiştir. 181 Bu

görüşte olanlar, kastolunanlar İbrahim (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in

asrında olan veya onun asrına yakın olan veya umumen Nebilerdir,

derler. 182 İmam İbn-i Kesir (rahimehullah) ve başkaları onunla beraber

olanların onunla beraber iman etmiş ve ona tabi olanlar olduğunu

söylerler. 183

178 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/312,313.sayfa. (yayın evi yok, altıncı baskı h.1417)

179 El-Mumtehine Sûresi 4.ayet

180 Bk.Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)

181 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)

182 El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)

183 Bk. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 8.cüz/87.sayfa. (Dar-u Tayyibetin li’n-Neşri ve’t-Tevzi,


108

Tarık Ebu Abdullah

(Hani onlar kavimlerine demişlerdi) kavli ilklerin görüşüne

göre, her bir Nebi’nin içinde bulunduğu kâfir kavminden ayette beyan

edildiği sıfatlar üzere teberri ettiğine delil olur. Bu da söz konusu

beraatın umumi İslam Dini’nin değişmez asıllarından, Nebiler aleyhimussalatu

vesselam’ın ortak daveti olduğuna delil olur. Ayete ikincilerin

görüşüne göre mana verirsek “onlar” İbrahim (sallallahu aleyhi ve

sellem) ve ona tabi olan müslüman halk 184 olur.

(Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden

beriyiz). Allah katında güzel bulunmuş ve son İslam ümmetine

de örnek gösterilmiş ve uyulması emredilmiş olan söz budur.

Konumuz olan da budur. Çünkü halkın tekfiri, manası olan inkârdır,

dedik. Daha şümullü bir tabir ile beraattır, dedik. Âllame Eba Butayn

(rahimehullah)’ın sözü yukarıda geçti. Orada “çünkü Allah’tan başka ibadet

edilenleri tekfir etmenin manası, ondan beri olmak ve batıl olduğuna itikat

etmektir” diyor. Açıklanması gereken tek husus olarak bu beraatın sıfatı

kaldı. İşte ayetin bundan sonraki kısmı İbrahim (aleyhissalatu vesselam)

’ın ve onunla beraber olanların kâfir kavimlerinden ve Allah’tan başka

ibadet ettiklerinden nasıl teberri ettiklerini açıklıyor. Asrımızın

müctehid âlimlerinden Muhammed et-Tahir İbn-u Âşûr (rahimehullah)

(Vefat H: 1393) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” cümlesi ve bu cümleye

matuf gelenler “muhakkak bizler beriyiz” cümlesinin açıklamasıdır.” 185

Ve son asrın müctehid âlimlerinden Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah)

(Vefat H: 1270) şöyle diyor: “”Sizi inkâr ettik” ve sonrasında gelenler“muhakkak

bizler beriyiz”(kavlin)in açıklamasıdır.” 186

Evet! Ayetin bundan sonraki kısmı Allah’tan başka ibadet edilenin

(yani tağutu) tekfir etmenin manası olan beri olmanın ne sıfatlar

üzere olması gerektiğini beyan ediyor:

ikinci baskı h.1420). El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub

baskısı h.1423)

184 İbrahim (aleyhissalatu vesselam) ile beraber olanların daha önce yaptığım üçlü taksimattan

teşekkül edip etmediğine bakmakta fayda yoktur, zira şeriat sahibinin varlığı ile

beraber kimseye ictihad etmek caiz değildir. Şu hâlde müctehid veya müctehidlerin

varlığını farz etsek de Rasûlün varlığı ile beraber ictihad etmesi caiz olmaz. Dolayısıyla

müctehidler var olsa da halk mertebesinde olurlar.

185 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)

186 Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)


Tekfirin Hakikati 109

Birinci sıfat: ْ ُ

ettik”. Sizi‏“كَ‏ inkâr َ ف رْ‏ نَ‏ بِ‏ ك

İmam İbn-i Cerir (rahimehullah) şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavlinin

manası şudur: Sizin Allah’ı inkâr etmenizi ve O’na nankörlük etmenizi

inkâr ettik ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizin hak olduğunu yalanladık

ve reddettik.” 187

Şemsuddin Ebu Abdullah el-Kurtubi (rahimehullah) (Vefat H: 671)

şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik) kavli hakkında şöyle denildi: Yani fiillerinizi

yalanladık ve reddettik ve sizin hak üzere olduğunuzu inkâr ettik.” 188

Kadı Ebu Muhammed İbn-u Atiyye (rahimehullah) (Vefat H: 542)

şöyle diyor: “(Sizi inkâr ettik), yani sizi sözlerinizde yalanladık ve hiçbir

şeyinde size inanmıyoruz.” 189

Şihabuddin el-Alûsi (rahimehullah) şöyle diyor: “Burada söz konusu

inkâr kabulün yokluğuna mecaz veya kinâyedir. Sanki şöyle dediler:

“Biz size ve sizin ilahlarınıza itimat etmiyoruz. Ve bize göre siz hiçbir şey

değilsiniz.” 190

Şu hâlde beri olmanın ilk sıfatı kâfirlerin ve ibadet ettiklerinin

doğru olmadığını, batıl olduğunu itikad etmek ve kâfirlerin söylediği

ve yaptığı işleri kabul etmemek, yalanlayıp reddetmektir.

ُ ْ ال ُ sıfat: İkinci ve üçüncü

“Bizimle sizin aranızda بَد

düşmanlık ve buğz baş göstermiştir.”

‏َك ‏ْعَ‏ َ د اوَ‏ ة

‏َا وبَيْن

‏َن

َ ا بَيْ‏ ن

Muhammed et-Tâhir bin Âşûr (rahimehullah) ayet-i kerimede zikredilen

bu iki sıfat için şöyle diyor: “Aramızda kapalısı, gizlisi olmayan

apaçık bir düşmanlık zuhur etmiştir. Yani sadece kalpte olan bir düşmanlık

değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh olan bir düşmanlık. Buna benzer

kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç getirebildikleri en azı budur…

Dil ile değiştirmek. Zira sayıları az ve zayıf olmaları sebebiyle kavimlerin

187 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)

188 El-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, 18.cüz/56.sayfa. (Dar-u Alemi’l-Kutub baskısı h.1423)

189 El-Muharraru’l-Veciz, 5.cüz/295.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ilk baskı h.1422)

190 Ruhu’l-Meani, 14.cüz/264.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı h.1415)


110

Tarık Ebu Abdullah

durumunu elleriyle değiştirmeye güçleri yetmez. Adavet kötülük ve saldırganlık

ile muameledir. Buğz nefsin nefreti ve hoşlanmamasıdır. Ayrı geldiklerinde

biri diğerinin yerini tutabilir fakat burada beraber gelmelerinin

gayesi iki hâlin de nefislerinde hâsıl olmasını sağlamak içindir. Düşmanlık

ile muamele hâli ve nefret ve kerâhiyet hâli.” 191

edin- Yalnızca‏“أبَ‏ Allah’a iman ً دا حَ‏

َ هُ‏ sıfat: Dördüncü

ceye kadar, ebediyen”

تَّ‏ ت ْ ‏ُؤ مِ‏ ن ُ وا بِ‏ هللِ‏ وَ‏ حْ‏ د

İmam İbn-i Cerir et-Taberi (rahimehullah) şöyle diyor: ”Sizler yalnız

Allah’a iman edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen

baş göstermiştir. Aramızda kesinlikle sulh ve yumuşama olmayacaktır.”

Ve şöyle der: “Yalnız Allah’ı doğrulayıncaya ve O’nu birleyinceye ve yalnız

O’na ibadet edinceye kadar bizim ve sizin aranızda adavet ve buğz ebediyen

baş göstermiştir.” 192

İmam eş-Şevkâni (rahimehullah) şöyle diyor: “(Yalnız Allah’a iman

edinceye kadar) ve şirkinizi terk edinceye kadar. Ancak böyle yaparsanız

düşmanlık dostluğa ve buğz muhabbete dönüşür.” 193

El hulasa:

İlahi kelâm küfür ve ehlinden teberri etmeyi nasıl nitelendirdiğini

gördün. Ve İslam ulemasının ayette geçen nitelikleri nasıl açıkladıklarını

da gördün. Şu hâlde yukarıda sorduğumuz soruya şöyle

cevap verebiliriz: Beri olmanın sıfatı küfür ehlinin, ibadetlerinin ve

ibadet ettiklerinin batıl olduğuna itikad etmek,onları inkâr edip reddetmektir.

Bu red sadece kalbi buğz olarak değil, bilakis kavlen ve

muktedir ise amelen, aleni düşmanlık olarak zuhur etmesi lazımdır.

Kalpte var olan buğzun bedende zuhur etmesini ancak kudretsizlik,

harici bir mani veya isteksizlik engelleyebilir. Kudretsizlik veya

harici bir mani söz konusuysa aleni düşmanlık göstermediğinden

191 Et-Tahriru ve’t-Tenvir, 28.cüz/129.sayfa. (Muessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, ilk baskı h.1420)

192 Camiu’l-Beyan, 23.cüz/317.sayfa. (Muessesetu’r-Risale ilk baskı h.1420)

193 Fethu’l-Kadir, 7.cüz/203.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile)


Tekfirin Hakikati 111

dolayı mazur olabilir. Lakin sebebi isteksizlik ise, o hâlde hardal tanesi

kadar iman kalmamıştır.

Son olarak da, düşmanlık olarak zuhur eden inkâr sürekli olması

lazımdır. İnkâr ve düşmanlığın kabule ve dostluğa, buğzun da muhabbete

dönüşmesi ancak küfürlerini ve küfür amellerini terk ederlerse

söz konusudur.

Binaenaleyh, halktan kim bu sıfatlara haiz ise ona İslam hükmünü

veririz. 194 Çünkü tekfirin manasını gerçekleştirmiştir. Âllame

Eba Butayn (rahimehullah)’ın dediği gibi, “… Şirk olan eylemler için, bunlar

şirktir ve sapıklıktır, kim bunları inkâr ederse haktadır ve kim bunları

güzel gösterir ve davetçiliğini yaparsa işleyenden daha şerlidir, derse böyle

birisinin İslam’ına hükmedilir. Çünkü bu, tağutu tekfir etmenin ve Allah’tan

başka ibadet edileni tekfir etmenin manasıdır.”

Açık bir şekilde görebildiğin gibi Eba Butayn (rahimehullah) kişinin

İslam’ına hükmetmek için saydığı şirklerin haram olduğunu cezmetmesini

ve işleyenin, hatta davetçiliğini yapanın tekfir etmesini şart

koşmuyor. Çünkü haramlık ve tekfir şer’î hükümlerdir. Bunların tayiniyle

ise halk muhatap değildir.

“Pekâlâ, şeyhin sözlerinde izharı şart dediğin adavet ve buğz

nerededir?” denilse, derim ki: Adavetin izharını kuşkusuz kudretin

yokluğu veya harici manilerin varlığı engelleyebilir. Bunun için

şahsın zahiren İslam’ına hükmetmek için asgari var olması gerekeni

zikretmiştir, fazlasını değil; bu da sözdür. Bunun için “İşleyenden daha

şerlidir,derse” demiştir.

Bir fayda:

Birisi, “Yukarıda Âllame Süleyman bin Abdillah ve Âllame Eba

Butayn rahimehumallah’ın sözlerini naklederken el-Kufru bi’t-Tağut

tabirini bazen inkâr ve bazen tekfir ile tercüme ettin. Kastın tekfir ise

194 Yani şer’an muteber bir sebepten dolayı, falan İslam’a müntesip tağut kâfirdir, demese

de ben onu tekfir edemem; çünkü şöyle şöyle dese de saydığım sıfatlara haiz ise İslam

hükmünü veririz.


َ

ٌ

ٌ

112

Tarık Ebu Abdullah

(keffe- كَ‏ ف

o zaman ك َ ف رَ‏ بِ‏ َ (kefera bi)’yi أ ْ ك َ ف رَ‏ َ (ekfera) veya كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) 195 gibi tuttuğundan

mıdır? Zira tekfir كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) sulasi mezidin masdarıdır.

Şayet böyle diyorsan o zaman neye göre bazı yerlerde inkâr ile tercüme

ettin?” diye sorsa, derim ki:

(keffera) ile aynı değildir. Lâzım fiilin harf-i cer كَ‏ ّ ف رَ‏ bi) (kefera َ كف

ile veya sulasi mücerred ise َ أ (ef ’ale) veya فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babından

tasrif edilmesiyle ta’diyet kazanması, fiilleri bu bablar arasında keyfe

göre nakletmenin cevazını çıkarmaz. Tasrif babları ve babların mana

binaları sonradan istikra ile tespit edilmiştir. Fesahat devri Araplar

fiilleri bu bablara göre kullanmış değil, sonra gelenler fesahat devri

Arapların fiilleri ne şekil ve ne mana üzere kullandıklarını tespit ederek

bu bablara taksim etmişlerdir. Bunun için daima fiilin tasrifinde

ve mana binasında asıl olan fesahat devri Arabın kullanımıdır. Sonrakilerin

bablara sokarak evveller arasında kullanılmayan mana yüklenimleri

değil. Mesela kişi şöyle dese: “Sulasi lâzım fiilin müteaddi

(geçişli) olması üç şekildedir: Ya harf-i cer ile mef ’ule geçiş yapar

veya َ أف (ef ’ale) babından çekilir veyahut فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babından çekilir.

Şu hâlde ك َ ف رَ‏ بِ‏ َ (kefera bi) fiilinde كَ‏ َ ف رَ‏ fiili ب harf-i cerriyle müteaddi

olmuştur ve fiilin َ أف (ef ’ale) veya فَعَّ‏ َ ل (fa’ale) babında aldığı mana

‏َرَ‏ bi) (kefera َ ك َ ف رَ‏ بِ‏ binalarını alır. Bunun için

َّ رَ‏ (ekfera) veya أك

ra) manasındadır, yani küfre nispet etmek manasındadır.”

‏ْف

‏َف ‏ْعَ‏ ل

‏ْعَ‏ ل

‏ْعَ‏ ل

َ رَ‏ بِ‏

Buna cevap olarak şöyle derim: Kelimelerin manaları tasrif bablarından

değil Lisanu’l-Arap ve benzeri muteber mu’cemlerden bakılır.

Mu’cemler fesahat devri Arapların söz konusu kelimeleri nasıl ve

ne manalarda kullandıklarını toplamışlardır. Lügat âlimleri ancak

hicri dördüncü asır öncesi mensur veya menzum mana kullanımlar

hakkındaki nakilleri delil olarak kabul ederler. Dördüncü asırdan

babının mana inşası ta’diyet içindir, yani fiilin eseri mef ’ule geçiş yapması, onun أَف 195

üzerinde tahakkuk etmesi içindir. Bu babın masdarı إك َ ف ً ارا ْ (ikfaren)’dır. كَ‏ َ ف رَ‏ fiilin bu babta

َ أ ْ كف ْ َ ف ً ارا çekilişi

َ

(ekfera ikfaren) olur. أكْف َ يْد ‏ْرا (ekfera Zeydun Amra)’nın manası

Zeyd Amr’da küfrün varlığına hükmetti olur. فَعَّ‏ َ ل babının mana inşaları birden fazladır.

Bunlardan biri nispet veya isnattır, yani fiilin eserin mef ’ule isnat veya nispet edilmesidir.

Masdarı ً ت (tef ’îlen)’dir. ك َ ف رَ‏ َ fiilin bu babta çekilişi ً كَ‏ ف ْ فِ‏ (keffera tekfîren)

َ

olur. كَف َ يْد ‏ْرا (keffera Zeydun Amra)’nın manası Zeyd Amr’ı küfre nispet etti, onu

tekfir etti olur. Görüldüğü gibi كَ‏ َ ف رَ‏ (kefera) fiilin iki babta çekilişi aynı manadadır.

‏َك ي ا

َّ رَ‏ ت

‏َرَ‏ ز

ع

َ رَ‏ إك

ْ ‏َف عِ‏ يل

‏َّرَ‏ ز

ع

‏ْعَ‏ ل


ِ

ِ

ْ

ب

ِ

َّ

ب

ب

Tekfirin Hakikati 113

sonraya varan mana nakilleri delil değildir. Bundan 1400 küsur yıl

önce inmiş ve tamamlanmış fakat kıyamete kadar hükmeden bir şeriata

lisan olmuş bir dilde sonradan kelimelere ve özellikle dînî kelimelere

öncekilerin yüklemedikleri manalar yüklemek elbette caiz

‏َرَ‏ kefera‏)ك َ bi) fiili َ ف رَ‏ بِ‏ değildir. Fesahat devri Arapların alelıtlak

(ek- أكْف

fera) veya كَ‏ َّ ف رَ‏ (keffera) manasındadır dediklerini veya bu manada

kullandıklarını kim nakletmiş?

Âcizane kanaatim كَ‏ َ ف رَ‏ بِ‏ fiilin karinelere göre inkâr manasında

veya küfre nispet manasında gelebileceğidir. Bunun için kimi yerde

inkâr manasına gelir ve kimi yerde tekfir manasına gelir. Bir misal ile

mevzuyu açmaya çalışayım inşallah. Allah (subhanehu ve teâlâ) şöyle buyuruyor:

َ َ ا

انْفِ‏ صَ‏ امَ‏ ل

َ

ل

فَ‏ َ نْ‏ يَك

ُ وتِ‏ وَ‏ يُؤ

َ مْ‏ سَ‏

َ دِ‏ اسْ‏ ت

ك ِ لْعُ‏ رْ‏ وَ‏ ةِ‏ ال

‏َق ْ

ِ ‏لطَّاغ ْ مِ‏ نْ‏ ِ ‏ِلل فَق َ ‏ْوُ‏ ث

ْ ُ ف رْ‏

Bu ayette يَكْ‏ ُ ف رُ‏ (yekfuru) fiil-i muzarisi ب (be) harfini almış ve sonra

tağut kelimesi mef ’uliyet üzere mahallen nasb edilmiş. Mef ’ulün

fiil ile ilişkisinde fiil iki hâl üzere olabilir. Ya bizzat müteaddidir veya

lâzımdır. Lâzım ise mef ’ul ile arasında bir rabıtaya muhtaçtır. Bu rabıta

harf-i cer olur. Fiil ile mef ’ul arasında rabıta görevi gören bu cer

harfleri doğrudan fiil-fail-mef ’ul ilişkisinden meydana gelen manaya

tesir ederler. Bunun için cer harflerine mana harfleri denilir. Mana

harfleri çoktur, harf-i cerler de bunlardandır. Bu ayette يَكْ‏ ُ ف رُ‏ fiili ile

mef ’ul olan tağut kelimesi arasında harf-iب ceri vardır. Cemaluddin

İbn-u Hişam (rahimehullah) (Vefat H: ب(‏‎761‎ harfi için 14 mana zikreder.

196 İlsak (yapıştırmak, tutturmak, yakınlaştırmak) 197 , ta’diyet (geçişli

yapma) 198 , istiane 199 , sebebiyet 200 , musahabe (eşlik etme,

196 Bk. Muğni’l-Lebib, 137-144.sayfa. (Daru’l-Fikr, altıncı baskı m.1985)

ب ُ زَ‏ يْدٍ‏ 197 Mesela

198 Mesela ذَ‏ ه ب َ بَ‏ زَ‏ يْدٍ‏ (Zeyd’i götürdü)

199 Mesela ِ ْ ن ُ ت ز Zeyd’i‏)طَعَ‏ mızrak ile yaraladım)

kendi- Gerçekten‏)إنَّكُ‏ siz buzağıyı ilah edinmekle kendi ْ ْ ‏تُ‏

nize zulüm ettiniz)

ب رْ‏ تُ‏ زَ‏ يْدٍ‏ (Zeyd’i tuttum) veya أمْ‏ سَ‏ كْ‏ ت

geçtim) (Zeyd’in yanından مَ‏ رَ‏

َ يْدا بِ‏ لرُ‏ مْ‏

‏ْعِ‏ جْ‏ ل 200 Mesela

ظَ‏ لَ‏ ْ أنْفُ‏ سَ‏ كُ‏ بِ‏ خ ‏تِّ‏ اذِ‏ كُ‏ ال


ي

ئ

َ

ِ

ج

آ

ي

ِ

نَ‏ ْ

ِ

114

Tarık Ebu Abdullah

beraberlik) 201 , zarfiyet 202 , bedel 203 , mukabele 204 , mucaveze 205 , istila 206 ,

tebiz 207 , kasem 208 , gaye 209 ve tevkid. Tevkid mana delaletinde ب harf-i

cerri zaiddir. Ya faile ya mef ’ule ya müptedaya ya menfi habere ya

menfi hâle veya نَفس ْ ve ْ ن e‏’عَ‏ ek olur. İbn-u Hişam (rahimehullah)’ın zikrettiği

14 mananın 13’ü ta’diyet ve istianeye dönüyor ve biri müstakildir,

o da te’kid manasıdır. Daha doğrusu te’kid manasının teferruatından

(biraz önce saydığım altı hâl) iki mana müstakildir, diğer

dördü ise yine ta’diyet veya istianeye dönüyor. Müstakil olan bu iki

‏َإذا د mana müptedaya ve menfi habere ek gelmesidir. Mesela

ُ ف

َ يْد َ ِ ا‏ve

Konumuz olan ayete dönersek يَك ُ ف رُ‏ ْ fiili ve الطَّاغوت ُ mef ’ulü arasında

gelen ب harfinin ifade ettiği mana özetle ya ta’diyet ya istiane veya

tevkid 210 olacaktır. İstiane manası olumsuz olduğu açıktır. Kaldı ayetteki

ب harfi ta’diyet veya te’kid ifade etmesi. Âcizane kanaatime göre

ب iki manayı ifade etmesi de mümkündür. Tağut kelimesini cer eden

harfi zaid gelmiş ve manayı te’kid etmek için gelmiş olabilir, mesela

زَ‏ يْ‏ َ خ رَ‏ جْ‏ ت

بِ‏

gibi. مَ‏ ا ز

ٌ بِ‏ ق

َ ة

ْ ع َ الن ْ خهل

ِ

ayet-iوهُ‏ kerimesinde olduğu gibi veya amelin eseri ِّ زي إليكِ‏ ِ ‏ز

mef ’ul üzerine tahakkuk etmesi için ta’diyet için de gelmiş olabilir.

ب ج

Bu kanaate varmış olmamın sebebi şudur: Fiil, fail, mef ’ul ihtiva

eden kelam, yani fiil cümlesi, bir isnad terkibidir. Yani bu cümlenin

öğeleri birbirine mesnettir. Fiil ve fail ve mef ’ulün doğrudan

in) Denildi‏)قِ‏ ki: Ey Nuh! Bizden bir selametle يل

202 Mesela نَصَ‏ ْ رٍ‏ (Allah size Bedir’de yardım etmişti)

203 Mesela وَ‏ لَ‏ ت ْ ‏تَ‏ َ نً‏ ا ق ً ‏َلِيل (Benim ayetlerimi az bir pahaya karşın satmayın)

‏َيْمكُ‏ 204 Mesela

َ ل

Selam‏)ادْ‏ size! İşleyegeldiklerinizin karşılığı olmak ُ خل َ ن َ بِ‏

üzere girin cennete)

ي أيْدِ‏ ِ م 205 Mesela

koşar) (Nurları önlerinde ve sağlarında يَسْ‏ عَ‏ نُورُ‏ ْ هُ‏ بَ‏

206 Mesela وإذَ‏ ا مَ‏ رُّ‏ وا ب ُ ون (Yanlarından geçtiklerinde de birbirlerine kaş göz işareti

‏َمٍ‏ مِ‏ َّ نا 201 Mesela

ْ ط بِسَ‏ ل

َ َ ي‏ ن ‏ُوحُ‏ ْ اه بِ‏

َ كُ‏ هللا بِ‏ بَ‏ د

ت‏ ‏ثَ‏

‏َش ُ وا بِ‏ ي‏ ي

‏ُون سَ‏ ل ‏َمٌ‏ ع

‏َّة َ ا كُ‏ ْ نْتُ‏ تَعْ‏ مَ‏ ل

‏ُوا ا ‏ْل

َ ‏يْ‏ ا نِ‏

ِ مْ‏ و أ بِ‏

ِ مْ‏ يَتَ‏ َ غامَ‏ ز

yaparlardı)

َ يْ‏ نا َ يَشْ‏ بُ‏ ِ ب ا عِ‏ بَ‏ ُ اد هللا 207 Mesela

ُ هلل العَ‏ ظِ‏ ي‏ 208 Mesela

بِ‏

ي نِ‏ مِ‏ نَ‏ السِّ‏ جْ‏ ن 209 Mesela

ْ أحْ‏ سَ‏ نَ‏ ي إذْ‏ ْ أخ رَجَ‏

bu- (Beni zindandan çıkardığında bana da iyilikte قَد

lundu)

pınardır) (Allah’ın kulların kendisinden içtikleri ع

ederim) (Azim olan Allah’a kasem أقْمسَ‏

210 Tevkid veya te’kid, ikisi de caizdir. Yani pekiştirme.

ب


Tekfirin Hakikati 115

birbiriyle ilişkisi vardır. Bu üç unsurun birbirinden kopuk olmaları

mümkün değildir. Fiilin muhakkak faili olacak ve failin işlediği fiilin

muhakkak üzerinde vuku bulacağı bir mef ’ul olacaktır. Fiil ister muteaddi

ister lazım olsun. Muteaddi ise doğrudan mef ’ulü nasb edecek,

yani üzerinde amel edecektir. Lazım ise ya mef ’ulü faili olacak

veya harf-i cer ile fail dışında bir mef ’ule geçiş yapacaktır. Şu hâlde

fiil muhakkak bir mef ’ul üzerinde vuku bulmak zorundadır.Fiilin

mef ’ul üzerinde vuku bulmasının sıfatı ise fail ile doğrudan ilişkilidir

çünkü vuku bulan eylemin sahibidir. Onun vasıflarıyla eylemin

vasıfları eşittir. Bunun için Kufeli nahiv âlimleri mef ’ulü nasb eden

amilin fiil ile failin beraber olduğunu söylemişlerdir. Hatta bazıları

âmilin yalnız fail olduğunu söylemişlerdir. Ebu’l-Berekat el-Enberi

(rahimehullah) (Vefat H: 577) şöyle diyor: “Basralı nahiv âlimleri failin de

mef ’ulün de âmilinin fiil olduğunu söylemişlerdir. Ama Kufeli nahiv âlimleri

görüşlerine şöyle diyerek delil getirmişlerdir: Mef ’ulü nasb eden fiil ve faildir

dedik; çünkü mef ’ulün varlığı ancak fiil ve failin varlığından sonra mümkündür.

Ya lafzen veya takdiren. Sadece fiil ve fail bir şey iseler hariç.”Sonra

el-Enberi (rahimehullah) Kufelilerin delillerini zikrediyor ve Basralıların

görüşü üzere reddediyor. 211

El-muhim, konu Kufeli ve Basralı nahiv âlimlerin âmile ilişkin ihtilafları

değildir; lakin önemli olan şu ki failin manası ancak mef ’ule

isnad ile tamamlanır. Mef ’ul olmadan failden bahsetmek manasızdır.

Maktul olmadığı zaman katilden bahsetmek manasız olduğu

gibi. Fail ve mef ’ul birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki unsurdur.

Faili ve mef ’ulü tahdid eden de oluşan eylemin eseridir.

(yekfu- يَكْ‏ ف

Şu hâlde mef ’ul üzerinde vuku bulan sadece fiil değil bilakis fiil-fail

bütünlüğünden ve mef ’ul ilişkisinden teşekkül eden eserdir.

Binaenaleyh, mef ’ule ister doğrudan ister dolaylı geçiş yapan her fiilin

vasfı failiyle mahduddur ve bu hâliyle mef ’ul üzerinde vaki olur.

ُ رُ‏ harf-i ceri ta’diyet içindir dersek ب Şu hâlde ayetteki

ru) fiili failine göre ve üzerinde vuku bulacağı mef ’ule الطَّاغوت ُ (tağut)’a

göre mana alacaktır.

211 Bk. El-İnsaf, 1.cüz/78-81.sayfa. (Daru’l-Fikr baskısı)


ِ ب

شَ‏

ي ي

ب

116

Tarık Ebu Abdullah

Bunu ayrıca destekleyen harf-i cerlerin mana harfi olmalarıdır.

Bu harfler bizzat kendi başına mana ifade etmezler, bilakis manada

isim ve fiile tabidirler. Bunun için mesela ب harfi bizzat mana ifade

etmez, bilakis beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule mana eserinde tabi-

ْ ُ ت ْ ء (Zeyd’in yanından geçtim) ve مَ‏ رَ‏ رْ‏ تُ‏ زَ‏ يْد Misal, dir.

ْ ُ ت ِ ‏هلل şeyi bir şeye yapıştırdım) ve

cümlelerinin üçünde de ب harfiyle geçiş yapıldı fakat her bir cümlede

ب harfi farklı bir mana ifade etti. Beraber geldiği fiil, fail ve mef ’ule

göre.

(bir ألْصَ‏ ق ْ ءً‏ بِسشَ‏

istedim) Allah’tan‏)اسْ‏ yardım تَ‏ عَ‏ ن

Yukarıda geçenlere binaen derim ki: Bu ayette el-Kufru bi’t-Tağut’un

manası inkârdır. Ayetin Türkçe meali de şöyledir: “O hâlde

kim tağutu inkâr edip Allah’a iman ederse muhakkak ki kopmayan

sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” Bunu gerektiren karine nedir

diye sorulsa, derim ki: Ayetteki umum ifadesidir. Çünkü şart ismi

(men) umum ifade eder. Yani bu hitaba müctehid de dâhildir, ilim

talebesi de ve halk da dâhildir. Matlub fiilin failleri ümmetin umumudur.

Halktan aranan fiil ise tekfirin manasıdır. O da inkârdır. Şu

hâlde ayete umumu itibariyle inkâr manasını yüklemek gerekir. Fakat

ayetin muhatap aldığı failin değişmesiyle matlub fiilin vasfı da

değişebilir. Elbette görüşe göre (istihsana göre) değil, bilakis bunu

iktiza eden delile göre. Buna göre muhatap hususen müctehid veya

‏ُرُ‏ بِ ictihad mertebesine yakın ilim talebesiyse, o zaman ayetteki

(yekfuru bi) ifadesini tekfir ile manalandırmak mümkün olabilir.

Çünkü bunlar ayetin iktiza ettiği şer’î hükmü beyan etmekle ve hükmü

-ya fetva mahiyetinde veya kadı ise hüküm mahiyetinde- vaki

olduğu şahsa inzal etmekle mükelleftirler.

“Şu hâlde şartın cevabı “muhakkak ki kopmayan sapasağlam

bir kulpa yapışmıştır” gereğince müctehid için şer’î hüküm mahiyetinde

tağutu 212 tekfir etmek imanın sıhhati için şart mıdır?” diye

مَ‏ نْ‏

يَكْف

212 Burada mevzuya konu olan tağut, tağut cinsi ve asli kâfir olan veya kendini açıkça İslam’dan

başka bir dine nispet eden veya açıkça kendine ibadete çağıran İslam’a müntesip

tağuttur. Bunun dışında kalan tağutlar ictihad mahallidir ve binaenaleyh, haklarında

hüküm de ictihada açıktır.

Mef ’ulün fiilin manasına müteessir olmasından kastettiğim de budur. Mef ’ulün mahiyetine

göre fiilin sıfatı değişecektir. Konumuzda, tağutun mahiyetine göre onu inkârın sıfatı


Tekfirin Hakikati 117

sorulsa, derim ki: Muhakkak ki evet. Tağut cinsinin ve kat’iyet ile

tağut olanın inkârı (halk için) veya tekfiri (ulema için) imanın sıhhat

şartlarından olduğu bu ayet ile kat’iyen sabittir.

“Halk için yeterli gördüğün inkâr sıfatını ulema için niye yeterli

görmedin?” diye sorulsa, derim ki: Çünkü ulema dini açıklamak,

hakkı ispat edip batılı izale etmek ve dinde hüküm beyan etmekle

mükelleftir, halk ise değil. “Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden

“Onu muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz”

diye kesin söz almıştı. Fakat onlar bunu kulak ardı

ettiler ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne

kötüdür” ve “Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetleri ve hidayeti,

insanlara Kitap’ta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler

var ya, işte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edenler lanet

eder. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna.

Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul

edenim, çok rahmet edenim. Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak

ölenler var ya, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti

onların üzerinedir.”ayetlerinin muhatapları ilk sırada âlimlerdir. Allah-u

âlem.

Yukarıda geçenlerde bir çelişkinin olduğu zannedilmesin. “Hem

fiillerin manaları kıyasi değil simaidir diyorsun, kelime manaları tasrif

babları ve mana binalarından değil, fesahat devri Arapların mana

kullanımlarından alınır diyorsun; aynı zamanda reddettiğinle delil

getiriyorsun” denilmesin. Arap, kişiyi küfre nispet etmek için veya

kişinin küfrüne hükmetmek için كَ‏ َ ف رَ‏ fiilin ب harfiyle geçişli hâlini

kullanmamıştır. Ben buna Arabın kelamında rastlayamadım. Bu manayı

ifade etmek için كَ‏ َ ف رَ‏ fiilini ekser hâlde hemze ile veya ayn harfini

‏َرَ‏ بِ‏ şeddeli kullanmıştır. 213 Bunun için alelıtlak

tekfir manasındadır كَ‏ ف

değişecektir. Yukarıda saydığım tağutların tekfiri şarttır. Kişi halktan ise tekfirin manası

(inkâr) şarttır. Müctehid ise şer’î hüküm mahiyetinde tekfir şarttır. İslam’a müntesip

lakin hâli kapalı, İslam’ını gerektiren amelleri de var, küfrünü gerektiren amelleri de

var, hakkında ulema ihtilaf etmiş, tağut olarak tekfir edenler de var, İslam vasfını ispat

edenler de var. Bu tür tağutların tekfiri ictihad mahallidir.

213 Bk.El-Mufredatu fi Ğaribi’l-Kur’an, sayfa 716. (Daru’l-İlm, ed-Daru’ş-Şamiyye baskısı

h.1412). Lisanu’l-Arab, 5.cüz/144.sayfa. (Daru Sadir, ilk baskı). El-Kamusu’l-Muhit,

606.sayfa. (el-Mektebetu’ş-Şamile). Es-Sihah-u fi’l-Luğa, 2/119.sayfa. (el-Mektebe-


118

Tarık Ebu Abdullah

demek veya umumen değil de hususen bu ayette tekfir manasındadır

demek yanlıştır. Hem şer’î ve hem de lügavi bir bid’attır.

Lakin ilahi kelamın en yüksek beyan mertebesinde olduğunu

dikkate alarak ve daha önce izah ettiğim fiil, fail ve mef ’ul ilişkisini

göz önünde bulundurarak, iktiza eden karineler gereğince ve fail ve

mef ’ulün tesiriyle fiilin mana daralmaları veya genişlemeleri muhakkak

olacaktır. Bu durum acem olan fakat Müslüman olmaları sebebiyle

dini lisanları Arapça olan tüm milletler için bir müşküledir.

Arapça fiillerin kök harfleri itibariyle ve ayrıca aldıkları mezid harfleri

itibariyle ve ayrıca girdikleri terkibi hakikati itibariyle ve ayrıca

fasih örfi kullanımları itibariyle oluşturdukları mana zenginliğini

Türkçe veya başka diller karşılamakta aciz, aciz ve aciz kalıyorlar. Sulasi

mücerred كَ‏ َ ف رَ‏ (ke-fe-ra) fiilinin fasih mana kullanımlarına ve malum

harf eklemeleriyle oluşan mezid babların mana binalarına ve

değişik Arap lügatlerindeki mana ifadelerine ve harf-i cer alarak

mef ’ul üzerinde vaki olarak meydana gelen mana oluşumlarına Lisa-

َ رَ‏ nu’l-Arap gibi mu’cemlerden bir bak. Göreceksin ki bizim

inkâr etti manasını verdiğimiz fiilin manasını izah etmek için İbn-u

Manzur (rahimehullah) yedi sayfa doldurmuştur. Bunun için daha önce

de dediğim gibi, Kur’an meali tercüme değil, tevildir. Kur’an ayetlerinin

tercümesinden bahsetmek ulemanın ittifakıyla mümkün değildir

çünkü tercüme bir sözün anlamını başka bir dile dengi bir tabirle

aktarmaktır. Kur’an’ın manası hangi dile dengi bir tabirle aktarılabilir

ki? Bunun için bu çalışmalara tercüme değil meal denilir. Meal

kelimesi tevil kelimesiyle aynı kökten gelmedir. Yani mana ihtimallerinden

birine döndürmektir. Çünkü meal sahibinin yaptığı Kur’an’ın

Arapça’yı en yüksek belagat seviyesinde kullandığı mana zenginliği

içinde muhtemel manalarından birisini tercih ederek buna yormaktır.

Bunun için umumen fakat özellikle Kur’an için, şu Arapça kelime

Türkçe’de şudur, demek aslen doğru değildir. Kelamda siyaka göre

kelimelerin mana değişiklikleri muhakkak söz konusu olur.

eşittir كَ‏ ف

tu’ş-Şamile). El-Muhkem-u ve’l-Muhitu’l-Azam, 7.cüz/4.sayfa. (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye

baskısı, m.2000)


Tekfirin Hakikati 119

Velhasıl,önceki sayfalarda sözü uzatmamın tek sebebi şu sözü ispat

etmek içindir: Halk şer’î hüküm olan tekfir ile mükellef değildir.

Halkın mükellef olduğu tekfirin manasıdır. 214 Yukarıda sunduğum

nakli ve akli deliller bunun böyle olmasını gerektiriyor. Ayrıca dini

hikmet de bunu gerekli kılıyor.

Zira halkı şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ile mükellef kılmak,

halkı…

…kudreti üstünde bir şeyle mükellef kılmak olur. Elbette ictihad

her insanın güç yetirebileceği bir iş değildir. Muhakkak ictihad kabiliyetinin

bir vehbî ve bir de kesbî yönü vardır. Zira bu iş, sahibine

şer’î delilleri anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme imkânı

veren özel bir muhakeme gücünü gerektirir. Bu melekeyi ise Allah

(celle ve âlâ) herkese değil, sadece bazı kullarına nasip etmiştir. Kesbî

yönüne gelince, ictihad mertebesine ulaşabilmek için kişi uzun yıllar

lugavi ve şer’î ilimler tahsil etmek zorundadır. Herkesin bunu yapabilmesi

muhakkak imkânsızdır. Herkesi tekfir ile yükümlü tutmak

insanı elinde olmayan kişisel bir istidadı ve elinde olsa da çoğunluk

için imkânsız ilimsel bir istidadı zorunlu kılmak olur. Bu ise şüphesiz

güç yetirilemeyecek bir teklifte bulunmak olur ki bu caiz değildir.

“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.”

…altından kalkamayacakları bir sorumluluk yüklemek olur.

Çünkü hüküm beyan etmek ilahi iradeden haber vermektir. Başka

bir ifadeyle Allah adına konuşmaktır. Bu elbette büyük bir mes’uliyettir

ve ahlaki ve ilmî ehliyet gerekli kılar. Bilgisizce konuşmak her

şey hakkında bir cerimedir fakat Allah (celle ve âlâ) hakkında bilgisiz

konuşmak, bu daha da büyük bir cerimedir. Bunun için Allah (azze ve

celle) nehyederek “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak,

göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.” buyuruyor.

…ictihada zorlayarak zulmetmek olur. Hâlbuki halkın görevi ictihad

etmek değil, zikir ehline sormaktır. “Eğer bilmiyorsanız zikir

ehline sorun.”

214 55.sayfaya da bak.


120

Tarık Ebu Abdullah

Şu hâlde önceki fasılları şu cümleyle hatmedebiliriz: Halka düşen

tekfirin manasını, yani inkârı gerçekleştirmektir.

Fasıl

İmanın sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır

Yukarıda zikri geçenlerden artık şu sonucu çıkarabiliriz: İmanın

sıhhat şartı tekfir değil, inkârdır. Zira tekfir şer’î bir hükümdür.

Hüküm beyan etmenin ise yukarıda geçen tafsilatı vardır. Kur’an ve

Sünnet’in varid olması kâfi geleni var ve böyle olmayanı var. Lafzen

ve sarih beyan edilmiş olanı var ve nazar ve istidlale muhtaç olanı

var. İlkinde selim akıl ve fesahat kâfiyken, ikincisinde istinbat ehliyeti

şarttır. Durum böyleyken nasıl olur da herhangi bir kişinin imanın

sıhhati için tekfir etmesini şart koşarız. Müctehid olmak farz-u ayn

mıdır? Bunu kim söylemiş? Farz-u ayn olan tekfir var kuşkusuz. Bu

yukarıda geçti. Fakat mutlak surette farz-u ayn olan tekfirin manasıdır,

o da inkârdır. İmanın sıhhati için kişide aranan vasıf inkârdır.

Daha önce teberri etmenin tekfirin manası olduğu cihette bazı

âlimlerin sözlerini aktarmıştım. İmanın sıhhati için ise tekfirin manasını

inkâr ile tahdid etmenin sebebi ve delili nedir, diye sorulursa

şöyle derim: Teberri etmek inkâr ile beraber kalbî buğzu ve sürekli

olan zahiri düşmanlığı içerir. Bu hâl üzere olmak Müslümana ilahi

bir tavsiyedir çünkü örnek olarak gösterilmiştir. Sanki “İbrahim (sallallahu

aleyhi ve sellem) ve onunla beraber olanlar böyle yaptılar, siz de

böyle yapın” denilmiştir. Örnek olmak ise mutlaktır. Asli unsurları

da ihtiva eder, fer’i olanları da. Küfre ve ehline karşı tam manasıyla,

kâmil ve Allah (azze ve celle)’nin rızasına uygun bir tavır muhakkak

böyle olandır. Müceddid İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın

bu ayete mesnet ederek tağutu inkârın sıfatına ilişkin söylediği

söz de bu minvaldedir. 215

Lakin hakiki İslam’ın sıhhati için kalben buğz etmek, batıl olduğuna

itikad etmek ve yalanlayıp reddetmek kâfidir. İşte bu da

215 Bu husus şüphelere cevap faslında gelecek.


Tekfirin Hakikati 121

inkârdır. Bunun delili İmam Müslim, İmam Ahmed ve başkalarının

Tarık bin Şihab (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettikleri hadistir:

“Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle

değiştir sin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Ona da

gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zayıfı da budur.” 216

Bundan sonrasında ise iman kalmamıştır. İmam Müslim (rahimehullah)’ın

Abdullah İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhu) yoluyla tahric ettiği

hadiste Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Benden

önce Allah’ın bir ümmete gönderdiği hiç bir Nebi’si yoktur ki o

Nebi’nin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tabi olan, emrine

uyan ashabı olmasın. Sonra onların ardından, yapmadıklarını

söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan nesiller gelir. İşte kim

bunlara karşı eliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim onlara karşı diliyle

cihad ederse o da mü’mindir. Kim onlara karşı kalbiyle cihad

ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal

danesi de yoktur.” 217

Bu hadisler münkere kalben buğz etmenin batıni imanın (hakiki

İslam’ın) varlığı için kâfi geldiğine delildir. Zahiri İslam hükmü için

ise muktedir ise ve harici mani yok ise en azından buğz ile beraber

dil ile reddetmesi gerekir. Zira bu zahiri imanın (hükmi İslam’ın)

en alt seviyesidir. Bu da inkârdır. Bunun için umumen İslam’ın sıhhati

için şart olan inkârdır. İşte bunun için Eba Butayn (rahimehullah)

“işleyenden daha şerlidir,derse” diyerek ve İbn-u Âşûr (rahimehullah) “yani

sadece kalpte olan bir düşmanlık değil, bilakis söz ve kalp ile aleni ve vazıh

olan bir düşmanlık. Buna benzer kişilerin münkeri değiştirme emrinde güç

getirebildikleri en azı budur… dil ile değiştirmek” diyerek söz ile inkârı

kâfi görmüşlerdir.

216 Sahih-u Müslim, 186.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı). Musned-u

Ahmed bin Hanbel, 11480.hadis. (Âlemu’l-Kutub, ilk baskı h.1419)

217 Sahih-u Müslim, 188.hadis. (Daru’l-Cil ve Daru’l-Efeki’l-Cedide baskısı)


ي

122

Tarık Ebu Abdullah

Fasıl

İnkârın vasfı

َ ر

bil- (enkera) sulasi mezidin masdarıdır. Lügatte أنْك

memek, nefyetmek ve kötü, çirkin olanı değiştirmek ve nehyetmek

manalarına gelir. 218 Fukahanın ıstılahında inkâr, münkeri gidermek

ُ 219 ‏جُود gelir. ve cuhud manalarına

(cuhud) reddetmek, tekzip etmek,

terk etmek gibi manalara gelir.

‏ْاك

َ رَ‏ (inkâr) الإ ن

Yukarıda geçen Tarık bin Şihab ve İbn-i Mes’ud (radıyallahu anhuma)

hadislerinde Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) inkârı üç mertebeye

taksim etmiştir: 220

- Kalp ile inkâr

- Dil ile inkâr

- El ile inkâr

İlk mertebe imanın varlığı için şarttır. İkincisi İslam’ın vacibi için

şarttır. Üçüncüsü İslam’ın kemal şartıdır. Yani münkeri izale emrine

en kâmil icabet onu eliyle değiştirmektir. Ama diliyle değiştiren

emre icabet etmiştir. Kalbiyle buğz eden ise ancak dil ile redde gücü

yetmediğinden ötürü susmuştur ve dolayısıyla imanını korumuştur.

Her üç hâlde de şahıs Şari’nin istediğini yerine getirmiş olur. Bunun

için de kudreti ölçüsünde işlediğini kendisinden kabul eder. El

ile değiştirmeye muktedir olan el ile inkâra mükelleftir. Dil ile değiştirmeye

muktedir olan dil ile inkâra mükelleftir. El veya dil ile

218 Bk. Lisanu’l-Arap, 5.cüz/232.sayfa. (Dar-u Sadır baskısı)

219 Bk. El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, 7.cüz/57.sayfa. (Daru’s-Selasil, üçüncü

baskı)

220 (Sizden her kim bir kötülük görürse onu değiştirsin) hadisinde dikkat edilirse Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrettiği fiildir ( َ ِّ ْ ‏ه onuفَل değiştirsin). Bu fiil müteaddidir.

Fail haricinde bir mef ’ul üzerinde vaki olur. Münkeri el ile değiştirmede bu

aşikârdır. Dil ile de böyle; fakat kalp ile buğzetmek kalbin amelidir ve etkisi faile

münhasırdır. Bununla beraber Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mertebeyi de

“değiştirme” dâhilinde görmüş ve kabul etmiştir. Çünkü kalben inkârın tesiri dünyada

hissedilmese de melei’l-â’lâ’da muhakkak müteessirdir.

‏ْيُ‏ غ


Tekfirin Hakikati 123

değiştirmeye muktedir olmayan kalp ile inkâra mükelleftir. Şu hâlde

kalp ile inkâr asıl olandır. Zira birincisi, şer’an matlub olanın (el, dil

ve kalp ile inkârın) en az şer’an makbul olanla (kalp ile inkâr ile) cevabıdır

ve ikincisi, bedensel ameller (el ve dil ile inkâr) kalpten neş’et

eder. Şu hâlde el ile inkârın da dil ile inkârın da vaki olması ancak

kalp ile inkârın varlığı neticesindedir. Bu da kalp ile inkârı el ve dil ile

inkâra asıl yapar. Şu hâlde kalp ile inkâr, mevzumuzda asıl olandır.

Kalbin hareketi veya hâli itibariyle kalbin inkârını iki kısımda değerlendirmeliyiz:

İlki; kalbin sakin, mutmain, rahat ve kesin olduğu ve ikincisi; kalbin

tedirgin, rahatsız ve tereddüt ve şüphe içinde olduğu hâl. Kalbin

ilk hâli kendisine kesin ve ihtimalsiz bilgi verildiğinde hâsıl olur.

İkincisi de kalbe ihtimalli ve tartışmalı bilgi verildiğinde hâsıl olur.

Buna binaen kalbin inkârını da tekfirin kat’i veya nazari olmasına

göre taksim edebiliriz. Kat’i tekfir de söz konusu küfrü kalp tereddüt

etmeden, kat’iyet ile batıl oluşuna itikad ederek inkâr eder. Nazari

tekfir ise aslen ihtimallere dayandığı için kalbin mutmain olması ancak

zannı galip derecesinde mümkün olur. Kalp açısından bu zannın

hâsıl olması da ancak iki hâlde var olur:

Bir: İctihad ile

İki: Taklid ile.

Binaenaleyh, halktan bir müslüman tekfiri kat’i olan bir kişinin

veya cemaatin veya hareketin veya teşkilatın veya hükümetin veya

düşüncenin veya benzerinin batıl olduğuna veya batıl üzere olduğuna

kalben itikad eder, doğru olduğunu yalanlar ve onu diliyle

reddederse tekfirin manasını ve üzerine vacip olanı yerine getirmiş

olur. Fakat tekfiri kat’i olan şahsın, ideolojinin veya teşkilatın batıl

olduğunda şüphe ederse ve kat’i surette yalanlamaz ve reddetmez ise

İslam’ının sıhhati için şart olan inkârı getirmemiş olur ve bunun için

de imanı batıl olur.


124

Tarık Ebu Abdullah

Şeyh Salih bin Fevzan el-Fevzan istiğase meselesinden bahsederken,

şirki inkâr etmekte ve şirke giden yolları kapatmakta hiçbir

surette gevşeklik gösterilmemesi gerektiğini söyledikten sonra şöyle

diyor: “Şüphesiz ki bu şirkin ve bu sapıklığın ümmette baş göstermesi ancak

insanların akide mevzularında gevşekliklerinden ve âlimlerin şirkin tehlikesini

açıklama hususunda sustuklarından ve şirk sebeplerinden kaçındırmadıklarından

ötürü olmuştur. İnsanların şirk işlediklerini ve kabirlere ibadet

ettiklerini görmüşlerdir ve onları nehyetmemişlerdir. Hüsn-ü zan yapar

ve vacip olan inkârı yerine getirmemişlerdir, lakin kendi içlerinden inkâr

etmişlerdir, dersek durum böyledir. Ama bunu caiz görmüşlerse bu şirktir ve

küfürdür. Zira bundan razı olan faili gibi olur.” 221

Şeyhin bu sözünden açık anlıyoruz ki insanın kendi nefsinde,

açığa vurmadan ettiği inkâr mutlak vacibin yerine gelmesi için kâfi

değilse de imanın sıhhati için kâfidir. Fakat caiz görmesi -ki bu inkârın

yokluğuna delalet eder- şirk ve küfürdür.

Lakin bazı durumlarda dil ile reddin yokluğu tekfir kat’i de olsa

mazur görülebilir.

Bir: İkrah. Zira ikrah kalbin iradesinin bedende zuhur etmesini

engeller. İkrah hâli olmasa kalbin inkârı muhakkak bedende tezahür

edecekti; fakat harici bir etken onun zuhur etmesini engellemiştir.

Hatta ikrah hâlinde küfrü izhar etmek dahi mazur görülmüştür.

İki: Takiyye. Müslüman acizliğinden dolayı kâfirler arasında kalmaya

mecbur kalmışsa kâfirler tarafından gelecek muhtemel bir zararı

def etmek için dil ile inkârdan sukût edebilir. Bu müslümanın dil

veya el ile inkârını engellemiş olan, hicretten ve nefsini korumaktan

aciz olmasından başka bir sebep değildir. Hicret edebilse veya imanını

izhar edebilecek kudrete sahip olsa dil ve hatta el ile reddederdi.

Üç: Daha büyük bir mefsedetin endişesi. İki mefsedet arasında

hafif olanı tercih etmek, muhakkak bu kâmil dinin umdelerindendir

ve derin fehimin semeresindendir. Genelde bu bahis daha çok nazari

221 İanetu’l-Mustefid, 203.sayfa. (Muessessetu’r-Risale, üçüncü baskı h.1423)


Tekfirin Hakikati 125

tekfir mevzularında geçerlidir fakat kat’i tekfirde de söz konusu olabilir.

Dört: Zannına göre inkârın faydasız olması. Zira Allah (azze ve

celle) “O hâlde, eğer öğüt fayda verirse öğüt ver” 222 buyuruyor. Bu

durum da bir önceki gibidir. Genelde nazari tekfire konu olur fakat

kat’i tekfirde de varid olabilir. 223

El hulasa, el ile inkâr tekmilattan ve dil ile inkâr vacibattandır,

imanın aslı kalpte inkârdır dersek o zaman, sözlerinde, amellerinde

ve hâlinde aksi zuhur etmediği sürece müslümanda asıl olan kalbinde

şirk ve küfre karşı inkârın varlığıdır, dememiz gerekir ki doğru

olan da budur. Yani tanımadığımız ve zahiren müslüman olan her

kişinin, tekfiri kat’i olan kâfirleri inkâr ettiğini kabul etmemiz gerekir.

Çünkü müslümana karşı hüsn-ü zan vaciptir. İnkârı vacip olan

bir şeyi diliyle reddetmediyse eğer, onu bundan engelleyen yukarıda

geçen özürlerden biri vardır muhakkak deriz. Zira zahiren sahip olduğu

imanı kudret hâlinde küfrü dil ile reddetmesini sağlardı.

Fakat şuna dikkat et! Tekfir kat’i olan hususlarda durum böyledir,

çünkü bu tür küfürlerde kalp inkârda tereddüttü kabul etmez. Bilakis

kat’iyet ile batıl oluşuna itikad eder. Bu durum da inkârı iktiza eder.

Lakin sözünde, amelinde veya hâlinde kalben tereddüt içinde olduğu

veya kalben inkâr etmediği zuhur ederse İslam’ın sıhhati için şart

olan inkârın yokluğu vazıh olmuştur ve bununla beraber de küfrü.

Nazari tekfir konularına gelince, bunlar aslen ictihada dayanır ve

dolayısıyla kabul ve redde açıktır. Bir kişinin İslam’ında nazari tekfir,

İslam’ın varlığı ve yokluğu için kıstas değildir.

222 El-A’la Sûresi 9.ayet

223 Bu dört maddenin hangi muayyen hâllerde varid olabileceğini misallendirmek istemedim;

çünkü bu her bir maddenin özünde var olan ihtilaflara değinmeyi gerektirecekti

ve bu risaleyi çok fazla uzatacaktı. Ve ikincisi risalenin gayesini- tekfir konusunu fıkhi

mahiyetiyle işlememeyi- korumak istedim.


ب ي

َ

126

Tarık Ebu Abdullah

Fasıl

Muayyen tekfir fıkhi bir meseledir, itikadi değil

Bir kişiyi küfre nispet etmek, yani tekfir etmek şer’î bir hükümdür.

Şu vaciptir veya şu haramdır demek ile falan Müslümandır veya

kâfirdir demek arasında fark yoktur. Şer’î ahkâmda kat’i hükümler

var olduğu gibi zanni hükümler de vardır. İlki dinde zarureten bilinmesi

gereken 224 ve ictihada açık olmayan hükümlerdir ve ikincisi

cehaletin mazeret olduğu 225 ve ictihada açık olan hükümlerdir. Tekfir

hükmü de böyledir. İctihada açık olanı var ve olmayanı var. Bunlar

yukarıda geçti. Tekfir hükmünü muayyene inzal etmeye gelince

(muayyen tekfir), ictihaddır. Zira tahkiku’l-menata dayanır. Yani

muayyen şahsın mutlak hükme uygun olup olmadığını araştırmaya

dayanır. Bu hususta nazar ehli arasında muhakkak ihtilaflar vuku

bulacaktır. Bunun için şahısların ve fırkaların tekfirleri konusunda

ulemanın çokça ihtilaf ettiğini görebilirsin. Tabii bu ihtilaflar nazari

tekfir bahsinde caizdir. Kat’i tekfir bahsinde ise hükümde ihtilaf caiz

değildir. 226 Fakat hükmü muayyene inzal etmekte hükmün mesned

olduğu delilden kaynaklananbir ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela:

َّ ُ ف َ ه

ُ ْ َ الل

َ ْ ك

hük- (Kim Allah’ın indirdiğiyle وَ‏ مَ‏ نْ‏ ْ ل

metmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir) ayeti vürud cihetinden

kat’idir çünkü sahih kıraatlerdendir. Delalet cihetinden de kat’idir

çünkü mana ve hüküm delaleti sarihtir. Allah celle va âlâ’nın indirdiğiyle

hükmetmeyen kâfirdir. Ayetin delalet ettiği hüküm kat’idir.

Fakat hükmün muayyene inzali nazaridir. Nasıl? Çünkü ayetin

son kısmın başında gelen نْ‏ ‏(‏men‏)مَ‏ mevsuledir ve ya ayetin daha

önceki kısmına dönüyor ve “şu hâlde insanlardan korkmayın, Benden

korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın” sözleriyle

anlatılan zümreyi tanımlıyor veyahut istinafıdır ve icmalen

ِ ا نْ‏ أَ‏ زَل

‏ُولئِ‏ ك

‏َأ

ُ ُ الْاكفِ‏ رُ‏ ونَ‏

224 Müslüman olan veya böyle olduğunu iddia eden ve Müslümanlar arasında yaşayan veya

Müslümanlara ulaşma imkânına sahip olan için bu konularda cehalet özür değildir.

225 Cehalet mazeret olur; eğer yeni İslam’a girmiş veya Müslümanlardan uzak yaşıyor ve

Müslümanlara ulaşma imkânı yoksa.

226 Mesela küfrü Kur’an veya sahih Sünnet’te lafzen beyan edilmiş olan Ebu Leheb ve

Firavun gibi.


ي

ي

ي

Tekfirin Hakikati 127

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen cinsi murad ediyor. Bu cihetten

ayetin mana delaleti zannidir. İki manaya da ayet elverişlidir. Bunun

için ulema ayetin delalet ettiği hüküm Yahudilere has mıdır veya

bize de şamil midir konusunda ve eğer bize de şamil ise hüküm her

muayyeni kapsar mı, kapsamaz mı hususunda ihtilaf etmiştir. Bid’at

fırkalarının asıllarına ve açılımlarına 227 başvurmadığı sürece Ehl-i

Sünnet uleması birbirilerini bu husustaki ihtilaflarından ötürü kötülememişlerdir.

يَ‏ Fakat َ

َّ َ ه

‏َّذِ‏ َ ال َّ الل

َّ َ ُ ve ل َ ْ د َ كف

‏َّذِ‏ َ ال َّ الل

َ ْ د َ كف

gibiثَلث ayetler hükümde kat’idir ve hükmün muayyene inzali de

kat’idir. “Andolsun ki “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır.”

228 “Andolsun ki “Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir”

diyenler kâfir olmuşlardır.” 229 Zira الَّذِ‏ نَ‏ (ellezine) ism-i mevsuledir,

230 umum ifade eder ve şamil olduğu her ferdi hükme dâhil

eder. Ancak hükmü tahsis eden bir delil varsa başka. Binaenaleyh,

her kim- ferden ferden- Allah üçün üçüncüsüdür derse, yani itikad

ederse veya Allah Meryem oğlu Mesih’tir derse kâfir olmuştur. Böylesinin

tekfirinde tevakkuf etmek ilahi kelamı tekzip etmek olur. Bu

hususta ihtilaf caiz değildir ve müsamaha edilmez.

‏َق

ل

‏ُوا إِ‏ ن

َ رَ‏ ال ي نَ‏ ق

‏َق ثَ‏ لِث

‏ُوا إِ‏ ن

َ رَ‏ ال ي نَ‏ ق

ب نُ‏ ا‏ مَ‏ رْ‏

ْ َ سِ‏ يحُ‏ ْ

ُ وَ‏ ال

‏َةٍ‏

Velhasıl, diğer ictihadi meselelerde olduğu gibi bu bahiste şer’an

muteber bir ihtilaf olduğu sürece muhalif görüşe müsamahayla yaklaşmak

asıldır. Zamanımızda Ehl-i Sünnet âlimleri arasında yaygın

olan muhtelif görüşlerin bu minvalde değerlendirilmesi gerekir.

Ehl-i Sünnet içinde muayyen tekfir hükmü için şartların oluşması

227 Özellikle zamanımızda bu meselede bazıları tarafından getirilen en çirkin bid’atlerden

birisi, Allah’ın indirdikleri hükümleri vazai hükümlerle tebdil edenlerin tekfiri için getirdikleri

istihlal şartıdır. Bu şartın Kufe’de türemiş olan mürcie fırkasından başka selefi

yoktur.

228 El-Maide Sûresi 73.ayet

229 El-Maide Sûresi 72.ayet

الَّذِ‏ نَ‏ ism-i mevsuledir, ikinci misal getirdiğim ayette de مَ‏ نْ‏ 230 İlk misal getirdiğim ayette

ism-i mevsuledir. İkisi de umum ifade eder lakin مَ‏ نْ‏ istifham ve şart ismi olarak da gelebilir.

Bu iki hâlde kesin umum ifade eder. Fakat مَ‏ نْ‏ mevsule geldiği zaman bağlantılı

geldiği ana cümleyle sınırlı olabilir veya olmayabilir de. İki durum da caizdir. Bunun

için ulema arasında yukarıda geçen ihtilaf varid olmuştur. İhtilafın var olmasıyla beraber

eksere göre ayetin delaleti son İslam ümmetine de şamildir. Ama الَّذِ‏ نَ‏ mevsulesi

umum ifade eder ve zikredilen sıfatlara haiz olan her ferde şamildir.


128

Tarık Ebu Abdullah

ve manilerin kalkması ulema arasında ihtilaf edilmemiş bir meseledir.

İhtilaf sadece şartların ve manilerin teferruatında ve vakıaya

indirgenmesinde söz konusudur: Cehalet, tevil, hata, ikrah ve taklidin

sınırları ve muayyen vakıalarda işleyip, işlememeleri. Çünkü

muayyen tekfir amelî bir hükümdür. Menatların tahkikidir. Mutlak

şer’î hükmün vakıaya indirgenmesidir. Fer’i şer’î delillerin muayyen

vakıalara uygulanmasıdır.

Bir mesele:

Birçok kişinin tekfir bahsinde ihtilaf olarak gösterdikleri ve lakin

tekfir hükmüyle aslen bir ilgisi olmayan bir mevzu, şirku’l-ekber’de

cehaletin mazeret olup olmamasıdır. Evet, bu meselenin aslen tekfir

konusuyla bir alakası yoktur; çünkü tekfir fıkıhtır lakin şirku’l-ekber’de

cehalet mevzusu itikadi bir meseledir. 231 Şirku’l-ekber’de cehaleti

özür görmeyen Ehl-i Sünnet uleması risalet öncesi de şirk sıfatının

sabit olacağını savunurlar fakat küfür nispetini ancak risalet sonrasında

caiz görürler. Yani tekfir hükmü için şirku’l-ekber’de cehaleti

mazeret kabul eden Ehl-i Sünnet âlimlerinin getirdikleri şartların

oluşması ve manilerin kalkması umdesini bu âlimlerde işletirler.

Tekfir hükmünün vaki olmasında ve muayyene inzal edilmesinde iki

görüşü savunan Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ihtilaf göremezsin.

Var olan ihtilafın hakikati ise Allah (celle ve âlâ)’ya teslim olmuş olan

bir kişinin aynı zamanda Allah (celle ve âlâ)’ya ortak koşabilmesinin

mümkün olup olmamasıdır. İlkler bunun mümkün olmadığını, bir

insanın ya sadece Allah (azze ve celle)’ye teslim olmuş muvahhid veya

O’nunla başkasını eşitlemiş müşrik olacağını savunurlarken, ikinciler

bunun mümkün olacağını ve yalnız Allah (celle ve âlâ)’ya teslim

olmuş muvahhidin aynı zamanda bilmeden Allah (celle ve âlâ)’yı bir

başkasıyla eşit tutabileceğini savunurlar. Her iki tarafında getirdikleri

deliller var ve işin hakikatinde aralarında ciddi bir ihtilaf da yoktur;

çünkü şirku’l-ekber’de cehaleti özür gören Ehl-i Sünnet âlimleri

232 birincisi, ilme ulaşma imkânını cehaletin özür olup olmayışında

231 Eskiler itikad bahsini de fıkıhtan saymışlardır fakat müteahhir ulemanın ıstılahında

fıkıh ameli hükümlere hastır. Dolayısıyla akide mevzularını bu babta işlemezler.

232 Mürcie mezhebinden etkilenmiş ve hatta Cehmiyye’nin delil getirdiği gibi delil getirenlerde

durum farklı tabii.


Tekfirin Hakikati 129

kıstas getirmişlerdir ve ikincisi, şirki sahibine karşı inkâr etmeyi ve

failine karşı hücceti ikame etmeyi acilen vacip görmüşlerdir. Her iki

görüşü savunan âlimler şirk failini tevbeye çağırmayı vacip görmüşlerdir.

Tevbe etmediği hâlde kâfir olacağında iki taraf da hemfikirdir.

Bu tartışmaya burada girmek istemiyorum, konumuzda değil. Sadece

çok yaygın ve Müslümanlar arasında ciddi ihtilaflara sebebiyet

veren bu yanlış anlayışa dikkat çekmek istedim. Muhakkak zamanımızda

her iki tarafta konuşan bazı ilim talebelerinin konuya ilişkin

fehim ve kasıtlarında yanlışlıkları vardır. Her ihtilafta olduğu gibi bu

ihtilaf da Kitap ve Sünnet’e ve selef-i Salihin’in fehimine çevrilmesi

gerekir. Bu konu aslında Ehl-i Sünnet içerisinde ihtilaf mevzusu

değildir lakin azgın nefis muti kalbin önüne geçtiğinde her mevzu

marekeye dönüşür. Bunun için tekrar diyorum: Şirku’l-ekber’de cehaletin

mazeret olup olmamasına ilişkin ihtilafın tekfir hükmüyle

alakası yoktur. Tekfir hükmünün fıkıhdan bir bahis olması açısından

iki görüş 233 arasında ihtilaf yoktur.

* * *

233 Tabii söz konusu olan Ehl-i Sünnet âlimleridir, yoksa bu meseleyi Mürcie, Mutezile

veya Harici mezhebinin asıl ve kaidelerine göre işleyenler değil.


Fasıl

Bazı Şüphelere Cevap


132

Tarık Ebu Abdullah

Denilse ki: “Hatip kıssasında Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun

Mekke müşriklerine yazdığı ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve alihi ve sellem)’in Mekke’ye karşı savaş hazırlıkları içinde olduğunu

haber veren mektup ortaya çıktığında Ömer (radıyallahu anhu) hemen

onu tekfir etti. Tekfir ettiğinin delili onun boynunu vurması için izin

istemesidir. Fakat Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu bu davranışından

ötürü azarlamadı. Bu da küfrü zahir olmuş olanın tekfiri

halktan da olsa caiz olduğunu gösterir.”

Bu şüpheye şöyle cevap verilir:

Birincisi, bu kıssa sizin lehinize değil aleyhinize delildir. Çünkü

bu kıssa tekfirde ne kadar ihtiyatlı olunması gerektiğini ispat eden örneklerden

birisidir. Zira zahiren küfür olan bir fiilin zorunlu olarak

failine inzal edilmesi gerekmediğine delildir. Bilakis küfür hükmünü

failinden engelleyen bir mani varid olabilir. Dolayısıyla muhtemel

olan hâllerde failin hâli muhakkak incelenmesi gerekir. Bu kıssa da

olduğu gibi. Hatip bin Ebi Beltea (radıyallahu anhu)’nun yaptığı muhakkak

zahiren küfürdür. Bunun için Hatip (radıyallahu anhu) gönderdiği

mektubu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda gördüğünde

ilk dediği “Allah’a yemin ederim ki ben İs lam’dan sonra kâfir olmadım”

olmuştur. Ve muhakkak hâli bu sözünü destekliyordu, zira

kendisi Müslümanların yanında şirk ve müşriklere karşı savaşanlardandı.

Bedir gazvesine katılmış ve imanında ve Allah ve Rasûlü

ve İslam ve ehli için muhabbetinde daha önce şüphe varid olmamış

değerli sahabelerdendir. Ayrıca yaptığı işle Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve alihi ve sellem)’e ve Müslümanlara zarar vermeyi de amaçlamamıştır.

Bilakis zararın varid olmayacağına kanaat getirmiştir. Bunun için

İmam Ahmed (rahimehullah)’ın rivayetinde “ama ben bunu Rasûlullah’ı

aldatmak için veya nifaktan yapmadım. Ben kuşkusuz biliyorum ki Allah,

Rasûlü’nü muzaffer kılacak ve onun için emrini tamamlayacaktır.” demiştir.


Tekfirin Hakikati 133

Ayrıca saldırının ayrıntılarını ve benzeri sırları da ifşa etmemiştir.

Ancak tevil etmiş ve Mekke’de geride bıraktığı ve zayıf konumda

olan ailesini bu şekilde koruyabileceğini zannetmiştir. Nitekim Mekke

kâfirlerine yazdığı mektupta İslam’dan sonra küfre girdiğini hiçbir

hâlde ifade etmiyor. Meğazi sahipleri Hatip (radıyallahu anhu)’nun

yazdığı mektubun metnini şöyle naklederler: “…ve bundan sonra. Ey

Kureyşliler! Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size gece gibi karanlık ve sel

gibi silip süpüren bir orduyla geliyor. Allah’a yemin ederim ki, tek başına da

gelse Allah onu destekler ve vaadini yerine getirir. Siz kendi halinize bakın.

Vesselam.” 234 Kuşkusuz bu ifade casusluktan ziyade tehdittir.

El-mühim, her ne kadar Hatip (radıyallahu anhu)’nun yaptığı zahiren

küfür gibi görünse de hem hâli ve hem de gönderdiği mektubun içeriği

onun sözünde doğru olduğunu destekliyor. Binaenaleyh, zahiri

küfür fiili faili için de geçerli midir, muhakkak araştırılması gerekir.

Tabii Hatip (radıyallahu anhu) misalinde buna gerek yok çünkü Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) onu sözünde tasdik ediyor. Fakat

bu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için özel bir durumdur. Ondan

başka her kişi böyle bir ihtimalli durumda failin kastını ve tevilinin

geçerliliğini araştırmak zorunda olur. Bu durumda bu kıssa sizin dediğinizi

değil, bizim dediğimizi destekliyor.

İkincisi, Ömer (radıyallahu anhu)’nun tepkisine gelince (“bırak boynunu

vurayım”) çıkardığı şer’î bir hüküm değil, zahiren gördüğü ihanete

fevri ve hamasi bir tepkidir. Bunun için Ömer (radıyallahu anhu)

“Ey Allah’ın Rasûlü! Şüphesiz ki o Allah’a ve Rasûlü’ne ve mü’minlere ihanet

etti. Bırak boynunu vurayım” diyor. 235 İmam Buhari (rahimehullah)’ın rivayetinde

“Şüphesiz ki o ikiyüzlülük yaptı. Bırak boynunu vurayım” diyor.

Üçüncüsü, Ömer (radıyallahu anhu)’nun ister bu kıssa da olsun ister

Abdullah bin Zi’l-Huveysira kıssasında olsun ister İbn-u Sayyad kıssasında

olsun, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in huzurunda

şer’î hüküm çıkarıp infazını kesinleştirmesi ihtimali bile olmayan bir

durumdur. Ömer (radıyallahu anhu)’nun “bırak boynunu vurayım” sözü

234 Bk. Fethu’l-Bari İbn-,u Hacer, 7.cüz/520.sayfa. (Daru’l-Marife baskısı)

235 İmam Ahmed tahric etmiştir.


134

Tarık Ebu Abdullah

ancak ona zahir olan hâlde muhabbeti gereğince gerekli zannettiğini

talep etmesi olarak anlaşılması mümkündür.

Dördüncüsü, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ömer (radıyallahu anhu)’yu

azarlamamıştır; çünkü Ömer (radıyallahu anhu)’ya yapmış olduğu

ameli yaptıran Allah’ı ve Rasûlü’nü ve mü’minleri sevmesidir. Onun

muhabbeti ve samimiyeti onun bu tepkiyi vermesini sağlamıştır.

Kuşkusuz sevgi ve samimiyet azarı hak eden değerler değildir. Fakat

salih ve sahih amel için yalnız muhabbet kâfi değildir. İlim de zaruridir.

İlim noktasında da Ömer (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’e muhalefeti söz konusu olmayıp itaati kesin olduğundan

azarlamaya ihtiyaç yoktur. Bunun için de Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in isteğine müspet icap etmemesi ve akabinde isteğinde

ısrar etmesi varid olmamıştır.

İkinci şüphe

Denilse ki: “Bir kişinin İslam’ının sahih olması için inkâr kâfi değil,

tekfir şarttır. “Tağutu tekfir eden ve Allah’a iman eden…” ayeti

buna delildir. Ayrıca söylediğimizi destekleyen ulema sözü de vardır.

İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) ve onun yolunu

izleyen davet imamları tağutu tekfirde getirdikleri beş şartın içinde

tağut ehlini tekfir etme şartını da getirmişlerdir.”

Bu şüpheye cevap olarak derim ki:

Bir. Zikrettiğin ayetin doğru mealinin “tağutu tekfir eden” değil

“tağutu inkâr eden” olduğunu ve iddiana delil olmadığını yukarıda

açıkladım.

İki. Sözünle müctehid ulemayı kast ediyorsan… Doğrudur. Nazari

bir mesele olmaması şartıyla tabii. Ancak nazari bir meselede kendisi

indinde falan için küfür hükmü şer’an sabit olmuşsa, artık falanı tekfir

etmesi hakiki ve zahiri İslam’ı için sıhhat şartı olur. Fakat halk için

tekfir aslen bir yükümlülük değildir. Çünkü tekfir şer’î hükümdür.

Yani Allah’ın hakkıdır. Hadler gibi. Recmetmek, el kesmek, dövmek,

hapsetmek gibi hükümlerin halk tarafından çıkarılması caiz midir?


Tekfirin Hakikati 135

Değildir. Çünkü bunlar Allah’ın hakkıdır. Sadece Allah’tan naklen

caiz olur. Halkın ise Allah (celle ve âlâ)’dan nakilde ehliyeti tam değildir.

Allah (azze ve celle)’den nakletmeye ehil olanlar ulemadır. Bunun için

şeriatta hüküm makamı hakiki veya takdiri kadıya 236 verilmiştir.

Üç. Fakat kast ettiğin halk ise, o hâlde İslam’dan kastettiğin kişinin

hakiki İslam’ı mıdır, zahiri İslam’ı mıdır diye sormak lazım. Kastım

hakiki İslam’ı yani imanıdır dersen derim ki, en zayıfı olsa imanın

sıhhati için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buğzu yeterli görmüştür.

Her iki hâlde sıhhati için tekfiri şart koşman yanlıştır. Kastım zahir

İslam’dır dersen ki böyle olmak zorunda, çünkü tekfir dil ve el ile

yapılan bir eylemdir, o zaman derim ki, bahsettiğin güç sahibiyse

ve muteber özrü de yoksa kısmen doğrudur. Çünkü özürsüz dil ile

inkârın terki zahir İslam’ın vacip kısmını bozar. Sadece şartları oluşmuş

özel hâllerde tekfirin (kâfirlik nispetin) yokluğu halktan birisi

olanın da hakiki İslam’ına zarar verebilir. Bu aşağıda gelecek inşallah.

Dört. İddiana şahit getirdiğin ulema sözüne gelince, bu mevzuyu

biraz açalım:

-Birincisi, ulema sözü delil değildir, delile muhtaçtır.

-İkincisi, bir âlimin sözüyle istidlalde bulunmak için o âlimin

usûlde mezhebini, usûlden istifade mizacını ve menhecini ve sahipse

-ki ekserde durum budur- kullandığı özel ıstılahını bilmek lazımdır.

Aksi hâlde o âlimin demediğini ve kastetmediğini ona nispet etmiş

olursun.

-Üçüncüsü, ulemanın sözünde de müteşabih olanı var ve muhkem

olanı var. Müteşabih olan söz birden fazla manaya muhtemel

olandır ve muhkem olan söz tek manaya delalet edendir. Ulemanın

müteşabih sözleriyle neyi kast ettiklerini anlayabilmek için muhkem

sözüne sunulması gerekir ve bunun doğrultusunda alınması gerekir.

Bu durum Allah (celle ve âlâ)’nın kelamı ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve

236 Hakiki kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olduğu yerde şer’î idare tarafından

atanmış kadılardır ve takdiri kadıyla kastettiğim, İslam şeriatının hâkim olmadığı ve

Müslümanların ihtilaflarını arzettikleri ilim ehlidir.


136

Tarık Ebu Abdullah

sellem)’in sözleri için söz konusuysa, ulemanın sözleri için evlasıyla

gerekli olur. “Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler

muhkemdir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir…”

ayeti Kur’an’da ihtimalli ve ihtimalsiz ayetler olduğunu,

fakat anası ihtimalsiz ayetler olduğunu ve müteşabih ayetlerin muhkem

ayetler gereğince alınması gerektiğini beyan ediyor. Aynı durum

Nebevi söz için de geçerlidir. Ebu Hatim er-Razi (rahimehullah) şöyle

diyor: ”Eğer bir hadisi 60 yönden yazmasak onu akledemezdik.” İbn-u

Dakiki’l-İyd (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin rivayet yolları toplanırsa,

biriyle diğerine delil getirilirse ve cem edilmesi mümkün olanlar cem edilirse

murad belli olur.” Ve İmam Ahmed (rahimehullah) şöyle diyor: “Hadisin

rivayet yollarını toplamazsan onu anlayamazsın. Hadis hadisi açıklar.”

Masum olan kelam için bu durum söz konusuysa masum olmayan,

her dediğinde ilahi nazar altında olmayan, yanlış veya muradın

beyan olması için yetersiz konuştuğunda semadan müdahale edilmeyen,

kelimeleri yanlış kullanabilen veya kendine özel mana yüklenimleri

(ıstılahı) olan ulema sözü için bu hayli hayli geçerlidir.

İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın iman, şirk ve

küfür meselelerinde sahip olduğu usûle ve kullandığı ıstılaha gelince,

bunu bu risaleye konu etmek risaleyi çok fazla uzatır ve asıl konudan

uzaklaştırır. Bu mevzu için ayrı bir çalışma zorunludur. Fakat burada

şüpheyi izah edebilecek oranda ama ciddi ihtisar ile tekfirde usûlü

için şöyle diyebilirim: İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)

şirk ve küfür isimlerinde ayırım yapar. Şirk ismi şirku’l-ekber’den

olan ve hakkında icma edilmiş bir fiil veya söz veya itikad ile faili

için sabit olur. Bunun için bilirkişi olması şart değildir. Cahil de olsa

müşrik olur. Zira dini isim ilmin ulaşmasıyla değil rükün sıfatların

mevcut olmasıyla sabit olur. Müşrik kişi için ceza hukuku hariç bera

ahkâmı uygulanır. Fakat kâfir ismi ancak ilmin kendisine ulaşmasından,

küfür hükmü için şartların oluşmasından ve manilerin kalkmasından

sonra hakkında sabit olur. Kâfir ismine terettüp eden ceza

ahkâmı da ancak bu merhaleden sonra hakkında sabit olur. Kendisini

İslam’a nispet eden ve İslam şiarları, Kur’an ve Sünnet metinleri

ve ilimleri yaygın olan ve bununla beraber bu metinleri sahih surette


Tekfirin Hakikati 137

açıklayabilecek rabbani ulemanın yokluğundan veya var lakin sayısı

yok kadar azlığından veya idare tarafından halka ulaşması engellenmesinden

ve benzeri sebeplerden ötürü icma edilmiş şirku’l-ekber

türünden şirkler de halkın arasında yaygın olan toplulukları fetret

ehli topluluklar olarak görmüştür ve hüccet ikamesinin tecdidini gerekli

görmüştür. Ciddi ihtisar ile İmam Muhammed bin Abdilvehhab

(rahimehullah)’ın tekfirde usûlü budur.

O zaman iddia sahibinin görüşüne şahit getirdiği sözde kast edilen

nedir? İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahmetullahi teâlâ aleyh)

şöyle diyor: “Tağutu inkârın sıfatı şudur: Allah’tan başkasına ibadetin

batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen ve ehlini

tekfir etmen ve ehline düşmanlık etmendir.” 237 Konumuz olan şu ifadedir:

“ve ehlini tekfir etmen”.

Aslında iddia sahibi için çok daha verimli bir sözü var. Onu bilseydi

bu sözü getirmezdi. İmam Muhammed (rahimehullah) şöyle diyor:

“İslam Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir: Birincisi,yalnız şeriki olmayan Allah’a

ibadeti emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak ve bunu

terk edeni tekfir etmektir. Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirkten

korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak

ve şirk işleyeni tekfir etmektir.” 238 İddia sahibi bu sözü duyar duymaz

“İnsanın aleyhine olan bir sözü getirmesi akıl işi değildir. İmamın bu

sözü bizim davamızı tam manasıyla tasdik ediyor.” diyecektir.

Ama biz imamımız olan Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın

bu sözünden korkmuyoruz çünkü iddia sahibinin anladığı gibi

olmadığını biliyoruz.

“Pekâlâ, bu sözün manasını kendisinden mi sordunuz?” diye sorulsa

elbette hayır derim. Lakin ondan ve onun talebelerinden okumuş,

onun usûlüne ve görüşlerine herkesten daha çok vakıf olan ve

onun davasını üstlenmiş ve çizgisinden ayrılmamış olan âlimlerin

açık sözlerinden öğrendik derim. Nasıl mı?

237 Ed-Durer’us-Seniyye, 1.cüz/161.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)

238 Ed-Durer’us-Seniyye, 2.cüz/22.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


138

Tarık Ebu Abdullah

İster iddia sahibinin getirdiği söz olsun ister benim ona verdiğim

söz olsun, ikisi de İmam’ın (rahimehullah)’ın kullandığı mutlak ifadelerdir.

İslam’ın sıhhati için şart olanı (asli olanı) da kapsıyor, vacip olanı

da kapsıyor ve kemalinden olanı da kapsıyor. “Allah’tan başkasına

ibadetin batıl olduğuna itikad etmen ve onu terk etmen ve ona buğzetmen”

ve“yalnız şeriki olmayan Allah’a ibadeti emretmek, bunun için dost olmak”

muhakkak insanın İslam’ı için şart olanlardır. Bunları getirmeyen

bir kişi hakikaten Müslüman değildir. Fakat İmam’ın “ve ehlini tekfir

etmen ve ehline düşmanlık etmendir” ve “insanları Allah’a ibadet etmekte

şirkten uyarmak”“bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve

şirk işleyeni tekfir etmektir” sözleri İslam’ın vecibelerinden, lazımlarından

ve kemalindendir.

“Bu senin yorumun” denilirse derim ki, hayır bu İmam Muhammed

bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın torunu, Necidli tevhid davasının

ikinci müceddidi ve imamı, hatta Necid ulemasının tenkitçileri bile

ilmî ehliyetini ve olgunluğunu ikrar ettikleri ve itibar ettikleri, meşhur

Kitabu’t-Tevhid şerhi Fethu’l-Mecid’in sahibi Âllame Abdurrahman

bin Hasan (rahimehullah)’tır. O, dedesinin yukarıda geçen sözünü

şerh etmiştir. İsteyenler “Ed-Dureru’s-Seniyye fi Ecvibeti’n-Necdiyye”

adlı kitabın 2.cüzünde 202.den 211.sayfaya kadar uzanan şerhini

mütalaa etsinler ve İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın

kullandığı kelimeleri dikkat ile okusunlar. Görecekler ki yukarıdaki

fasıllarda açıklamaya çalıştığımın aynısını söylemektedir. Burada sadece

konumuz için önemli olan bazı yerleri aktaracağım.

İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah) (Vefat H: 1285) dedesi

(rahimehullah)’ın yukarıda geçen sözünü getirdikten sonra şöyle

diyor: “İşte bu tevhidin rükünleri, muktezası, farzları ve lazımları vardır. 239

Hakiki İslam 240 ancak bunların ilmen ve amelen kaim olmasıyla tam ve

kâmil hâsıl olur.” Sonra tevhidin nakızlarından bahsediyor ve onu batıl

kılan 241 en önemlilerini sayıyor. İlk saydığı ibadette Allah (azze ve

239 Yani bahsi geçen mutlak tevhid.

240 İmamın bu sözünden anlaşılıyor ki bahsettiği hakiki İslam’dır, hükmi İslam değil. Başka

bir tabirle imamın sözünde tarif edilen zahiri İslam değil, batıni İslam’dır.

241 Yani sayacağı nakızlar tevhidi iptal ediyor. Bu şu demektir: Bu nakızlar tevhidin aslını

bozuyorlar ve bunun için akabinde bu nakızları işleyen tevhid milletinden çıkar.


Tekfirin Hakikati 139

celle)’ye eş koşmak, ikinci olarak saydığı Allah’a eş koşana sadrını açmak

242 ve üçüncü önemli nakız olarak saydığı müşrike dost olmak,

ona destek olmak, ona el veya dil veya mal ile yardımcı olmak ve ona

243 244

dayanmaktır.

Ve yukarıda bahsettiğim şerhte (rahimehullah) şöyle diyor: “… şirkten

ve ehlinden uzaklaşmak ve teberri etmek vaciptir. 245 Bunu Allah (azze ve celle)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyulacak

güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine “Muhakkak

bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden beriyiz.

Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin

aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir” demişlerdi.”

kavliyle tasrih etmiştir. İbn-i Cerir’in dediği gibi, onunla beraber olanlar

Rasûllerdir. Bu ayet şeyhimiz (rahimehullah)’ın söylediği her şeyi kapsamaktadır.

Tevhide teşvik, şirkin nefyi, tevhid ehline dost olmayı ve tevhidi terk

edeni tekfir etmeyi 246 … Şirk koşanın hâli hakkında Allah-u Teâlâ şöyle

demiştir: “Yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşar. De ki: “Küfrünle

biraz eğlenedur! Muhakkak sen cehennemliklerdensin.” 247 İşte,

ibadette ortak olan eşler edinmesi sebebiyle Allah-u Teâlâ onu tekfir etmiştir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. O hâlde kişi ancak şirki nefyetmekle, ondan

teberri etmekle ve şirk işleyeni tekfir etmekle muvahhid olur. 248 … Sonra

242 Yani kişinin şirk koşanı ve eylemini yalanlamaması ve buğz etmemesi.

243 Yani onu ve şirkini reddetmemesi. Gördüğün gibi İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)

da hakiki İslam’ın aslını bozanın şirk ve şirk ve küfrü inkârın yokluğudur, diyor.

Ama iddia sahibinin yaptığı gibi şer’î tekfir hükmünü hakiki İslam’ın mutlak nakızlarından

saymıyor. Evet, şartları oluşmuşsa şer’î tekfir hükmünün yokluğu da şahsın zahiri ve hakiki

İslam’ını aslından bozabilir. Fakat bu ancak bazı muayyen durumlarda söz konusu olur.

İmam Abdurrahman (rahimehullah)’ın biraz sonra aktaracağım sözleri buna misaldir. Ama

dikkat et! Bu durumun iddia sahibinin söylediğiyle alakası yoktur. Çünkü iddia sahibi şer’î

tekfirin varlığını mutlak olarak İslam’ın sıhhati için şart koşuyor.

244 Ed-Dureru’s-Seniyye, ihtisar ederek 11.cüz/300-302.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı

h.1417)

245 Bu konuyla alakalı fasılda geçtiği gibi zahiri İslam’ın sıhhati için şirk ve ehlinden teberri

etmek vaciptir. Bu da inkâr, buğz, yalanlama ve dil ile red ile gerçekleşir. Ancak ilişkin

fasılda saydığım özürler sebebiyle dil ile reddin yokluğu mazeret olabilir. Ama hakiki

İslam’ın sıhhati için zahiri adavet şart değildir. Alakalı fasıla müracaat et.

246 242 nolu dipnota bak

247 Ez-Zumer Sûresi 8.ayet

248 Yani kâmil muvahhid olur. Bu mana takdiri zorunludur; çünkü İmam burada değişik

mertebeleri toplamıştır. Şirkin nefyi dinin aslındandır ve teberri etmek muktezası ve

vacibidir. İbadetinde edindiği ortakları Allah’a eş koşanların tekfirini de kat’iyetten


140

Tarık Ebu Abdullah

(rahimehullah) 249 şöyle diyor: Ve ikincisi, insanları Allah’a ibadet etmekte şirkten

uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık yapmak ve şirk

işleyeni tekfir etmektir. Tevhid makamı ancak bununla tamamlanır 250 . Bu

Rasûllerin dinidir. Onlar kavimlerini şirkten korkutarak uyarmışlardır… Ve

(rahimehullah) şöyle diyor: “Bunun için düşmanlık yapmak.” Allah-u Teâlâ’nın

buyurduğu gibi“Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları

yakalayın, onları alıkoyun, onların bütün geçit yerlerini tutun” 251 bu

konuda ayetler çoktur. Ve “hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle

Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” 252 ayeti gibi. Fitne şirktir.

Sayılmayacak kadar çok ayetlerde Allah-u Teâlâ şirk ehlini küfür ile nitelemiştir.

Bunun için muhakkak tekfir de edilmeliler. 253 Bu la ilahe illallah’ın,

ihlas kelimesinin muktezasıdır. 254 Bunun için manası 255 ancak ibadetinde

Allah’a eş koşanın tekfiriyle tamamlanır. 256 Sahih hadiste şöyle geçiyor: “Kim

la ilahe illallah der ve Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse,

işte onun malı ve kanı haram kılınmıştır. Hesabı ise Allah’a aittir.”

“Allah’tan başka ibadet edileni inkâr ederse” sözü nefyin te’kidi içindir ve

ancak bununla kanı ve malı masum olur. Ama şüphe eder veya tereddüt

ederse kanı ve malı masum değildir. İşte bu hususlar tevhidin tamamıdır 257 .

Çünkü la ilahe illallah hadislerde ağır kayıtlarla belirlenmiştir. İlim, ihlas,

sıdk, yakin ve şekkin yokluğu. Kişi ancak bunların hepsinin bir arada

addetmiştir çünkü Allah (azze ve celle) tekfir etmiştir. Fakat burada tekfirden kasıt, ya

tekfirin manasıdır veya ehlinden verilmiş şer’î tekfire tabi olmaktır. Bunu destekleyen

İmam’ın sözü aşağıda gelecek inşallah. 242 nolu dipnota bak.

249 Kast ettiği dedesidir.

250 Yani ancak sayılanlarla tevhid tam ve kâmil olur. Fakat daha önce dediğim gibi bir şeyin

kâmili ve tamı asli unsurlarını da kapsar, fer’i unsurlarını da kapsar. Aslın düşmesiyle

şey de yok olur. Fakat vacibin düşmesiyle asıl yok olmaz. Binaenaleyh, şey de yok olmaz.

Tekâmülattan olanın düşmesiyle ise ne asıl yok olur ve ne de vacip olan. Şu hâlde

İmam Muhammed (rahimehullah)’ın bu sözlerinde tarif ettiği tevhidin tamıdır, kâmilidir.

Aslen var olması için şartları değil.

251 Et-Tevbe Sûresi 5.ayet

252 El-Enfal Sûresi 39.ayet

253 242 nolu dipnota bak.

254 İmanın mutlak sıhhat şartı değildir. Ancak muteber şer’î tekfir hükmünden sonra imanın

gerektirdiği olabilir.

255 La ilahe illallah kelimesinin manası.

256 Yani bahsettiği tekfir alelıtlak imanın tamamındandır, aslından değil.

257 Şeyh (rahimehullah)’ın kullandığı ifadelere dikkat et! Onun ve dedesinin saydığı şeylerin

toplamıyla tevhid tam olur. Fakat tamın nefyi zorunlu olarak küllün yokluğunu gerektirmez.

Kemalin veya lazımın yokluğu tamın mutlak varlığını kaldırır ama aslına zarar

vermez.


Tekfirin Hakikati 141

olmasıyla muvahhid 258 olur. Ve itikad etmesi, kabul etmesi, sevmesi, bunun

için düşman ve dost olması. 259 İşte şeyhimizin zikrettiğinin toplumuyla bu

hâsıl oluyor. Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Buna 260 muhalefet edenler

birkaç türdür 261 … İnsanlardan bazıları bir tek Allah’a ibadet ederler ve şirki

inkâr etmezler ve ehline düşmanlık etmezler.” Ben derim: Şu malumdur

ki şirki inkâr etmeyen tevhidi tanımamıştır ve yerine getirmemiştir. 262 Zira

şunu artık bildin: Tevhid ancak şirkin nefyi ve ayette zikredildiği hâl üzere

tağutu inkâr ile hâsıl olur. 263 Sonra (rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları

müşriklere düşmanlık eder ama tekfir etmez.” Bu tür de la ilahe illallah’ın

delalet ettiğini yerine getirmemiştir. Bu kelimenin delaleti şirkin nefyi ve iktizası

olan failini tekfir etmektir. İcma ile beyandan sonra. 264 Bu İhlas Sûre-

258 Şeyh (rahimehullah)’ın saydığı kayıtların varlığıyla kişi hakiki muvahhid olur fakat zahiren

kişinin muvahhid olarak bilinmesi zahiren şirk koşmamasına bağlıdır. Bununla

beraber batinen şirk sahibiyse hakikaten müşriktir.

259 Dost ve düşmanlık muhakkak kişinin dinini açığa çıkaran bir unsurdur. Fakat bunu

mutlak görmek yanlış olur, zira kişide ikrah, takiyye veya muteber tevil durumu varid

olabilir. Bunun için, kim bizle beraberse dostumuzdur ve Müslümandır. Ve kim bizle

beraber değilse düşmanımızdır ve kâfirdir, demek muhakkak yanlıştır.

260 Yani dinin aslı ve temeli olan iki emre.

261 Evet! İnsanlar tek tip değildir. Sıfatlarına ve hâllerine göre taalluk eden hükümler

değişir. Bu çok önemli bir husustur. İnsanlarda değişmez olan asıl farklılıktır. Buna binaen

insanlara taalluk eden hükümler de farklılık gösterecektir. Ancak bazı insanlar

belirli konularda ittifak etmişler ve o konu üzere bir topluluk oluşturmuşlarsa o zaman

o konuya taalluk eden hüküm o topluluğa da taalluk eder. Hüküm kat’iyse topluluğun

hükmü de kat’i olur. İhtilaflıysa topluluğun hükmü de ihtilaflı olur.

262 Dikkat et! Bak Şeyh (rahimehullah) tevhidin nefyini nasıl şirki inkâr etmenin yokluğuna

bağladı.

263 Burada şeyh (rahimehullah) tevhidin aslından bahsediyor.

264 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu ifadesinden yukarıdan beri gerekli

gördüğü tekfirle kastettiği beyandan sonra, yani hüccet ikamesinden sonra kaim olan

şer’î hüküm mahiyetinde tekfir olduğunu anlıyoruz. Hüccet ikamesi, yani burada faile

şirkini ve şirkin haramlığını beyan etmek icma ile sabittir diyor. Hüccet ikamesinden

önce tekfir eden icmaen Ehl-i Sünnet’e muhalif olur. Tabii ki icmaen sabittir derken,

halkın icmasıyla değil, ulemanın icmasıyla kastediyor. Zira halk din işlerinde ulemaya

tabiidir. Halkın icma ettiğini farz etsek bile halkın icması muteber değildir çünkü

ictihad ehli değildir. Şer’an muteber olan ictihad ehli ulemanın icmasıdır. El-mühim,

elbette burada Şeyh (rahimehullah) halka usûlsüz bir tekfiri gerekli görmüyor, bilakis

ulemanın tekfirde icma ettiğinden ötürü halka tekfirde ulemanın icmasına tabi olmayı

gerekli görüyor. Zira Şeyh’in dedesinin bu sözlerini şerh ettiği zaman artık tevhid

davası ilk İslam Devleti’nde meyve vermiş fakat Mısırlı Osmanlı orduları tarafından

yıkılmış ve sonra da ikinci devlette tekrar canlanmış ve iktidar olmuştur. Bu zaman

süreci içinde bölgede ciddi ve çok kapsamlı davet çalışması yapılmış ve hüccet bölgenin

dört bir yanına ulaştırılmıştır. Tevhidin açık ve net ikame edilmiş ve şer’î ahkâmın

kayıtsız ve şartsız iktidar olmuş olmasına rağmen tevhid ve şeriata muhalif olanları

davetin uleması icmaen tekfir etmiştir. Ulemanın söz konusu muhaliflere şer’an küfür

hükmünü vermeleriyle halka da bu küfür nispetini gerekli görmüşlerdir. Lakin tehvid

davası açık ve net olmadan ve heryere ulaşmadan ne tekfir etmişlerdir ve ne de halka


142

Tarık Ebu Abdullah

si ve “Kul ya eyyuhe’l-kafirun” sûresinin içerdiğidir. Mumtehine Sûresi’nin

“Sizi inkâr ettik” ayeti de böyledir. Ve her kim Kur’an’ın inkâr ettiğini inkâr

etmezse Rasûlün getirdiği tevhide ve gereklilerine muhalif olmuştur 265 … Ve

(rahimehullah) şöyle diyor: “Ve bazıları- bu en tehlikelitürüdür- tevhid üzere

amel ediyor ama kadrini bilmiyor ve tevhidi terk edene buğz etmiyor ve tekfir

de etmiyor.” (rahimehullah) “Bu en tehlikeli türdür” demiştir çünkü yaptığının

kadrini bilmiyor ve tevhidinin sıhhatini sağlayacak ağır ama zorunlu kayıtları

yerine getirmiyor. Zira tevhidin şirkin nefyini ve ondan teberri etmeyi

ve ehline düşman olmayı ve onlara hücceti ikame etmekle beraber tekfir etmeyi

iktiza ettiğini öğrendin 266 … Vuku bulmuş bir mesele kaldı. O da Şeyhu’l-İslam

İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’ın bazı zikrettiği sebeplerden ötürü

başlangıçta muayyen tekfirde durmuş olduğunu ifade eden sözüdür. Bu sebepler

onun hüccet ikamesinden önce tekfirde durmasını gerektirmiştir. 267

(rahimehullah) 268 şöyle diyor: “Biz şunları zorunlu olarak biliyoruz: Nebi (sallallahu

aleyhi ve sellem) hiç kimse için ölülerden birine, ne Nebilere ne salihlere

ve ne de başkalarına, ne istiğase adı altında ve ne de başka bir adla dua

etmeyi teşri etmemiştir. Ve bunun gibi ümmetine ölü için veya ölüye doğru

secde etmeyi de teşri etmemiştir. Ve buna benzer diğer şeyler. Aksine biz

biliyoruz ki o (sallallahu aleyhi ve sellem) bütün bu işlerden nehyetmiştir. Ve biliyoruz

ki bu işler Allah ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haram kıldığı

şirktendir. Lakin sonrakilerin çoğunda cehaletin galip gelmesi ve risaletin

eserlerine ilişkin ilmin azlığı sebebiyle bu tür şeyler sebebiyle muhalif oldukları

hususlarda Rasûlün getirdiklerini beyan edinceye kadar tekfirleri mümkün

değildir 269 .” Burada İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)ın sözü bitiyor.

tekfiri gerekli görmüşlerdir. Ancak mutlak manada tekfirin, ihlas kelimesinin tamamı,

lazımı ve muktezası olduğunu söylemişlerdir. Bunu Şeyh Abdurrahman (rahimehullah)’ın

bu yazının sonunda dedesi hakkında söyledikleri sözleri ispat ediyor. Orada

şöyle diyor: “Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz Muhammed bin Abdilvehhab

(rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini

işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır” derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle

ve nefret ettirmeden şirkin nefyini alıştırmak için böyle yapardı”

265 Zira bu dinde kat’iyen sabittir. Ve dinin kat’iyetine muhalefet icmaen küfürdür.

266 Hüccet ikamesiyle beraber tekfir şer’î tekfir hükmüdür.

267 Yani tekfir etmemiştir.

268 Kastettiği İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah)’dır.

269 Buna dikkat et! İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) hüccetin halk indinde var olmasına

rağmen cehaletin galip gelmesinden ve hücceti ulaştırabilecek ilim ehlinin olmayışından

dolayı tekfiri mümkün görmemiştir.


Tekfirin Hakikati 143

Ben derim ki: 270 (rahimehullah) küfrü ıtlak etmeyi -özellikle muayyen şahsaengelleyen

ve tekfirde durmasını gerekli kılan sebepleri zikretmiştir. Beyan

edilmesi ve ısrar edilmesi hariç. 271 Bundan dolayı o tek başına bir ümmet

oldu. Çünkü âlimlerden bazıları onu insanları ibadette şirk işlemekten nehyettiği

için tekfir ettiler. Ve bu yüzden onlara dediğinin misliyle muamele

etmesi mümkün olmadı. Aynısı davetin başlangıç zamanlarında Şeyhimiz

Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın başına da gelmiştir. Onların

Zeyd bin Hattab’a dua ettiklerini işittiğinde “Allah, Zeyd’den daha hayırlıdır”

derdi. Maslahatı gözeterek, yumuşak sözle ve nefret ettirmeden şirkin nefyini

alıştırmak için böyle yapardı. 272 Allah Subhanehu en iyi bilir.” 273 İmam

Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın sözleri burada bitiyor.

Âllame Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın bu açıklamalarından

sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın tağutu

tekfirin sıfatında saydığı ehlini tekfir etmek İslam’ın sıhhat şartı

değil, lazımı olduğunu artık anladın. Şer’î tekfir hükmünün halk

üzerinde de lazım olması için ulema indinde icmaen sabit olması

gerektiğini ve ulemanın halkı tekfirle yükümlü tutması gerektiğini

de anladın. Ancak bu durumda halktan birisinin küfrü icma ila sabit

olmuş 274 bir kâfiri tekfir etmemesi (o muayyen şahsı küfre nispet etmemesi)

hâlinde İslam’ının lazımlarından birisini yerine getirmemiş

olur ve durumuna göre hüküm alır. 275 Ama aslen halktan birisinin

270 İmam Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah).

271 Yani muayyene veya muayyen hükmünde topluluğa hüccet ikame edilmiş ve beyan

edilmişse tekfir mümkündür. Pekâlâ, hüccet ikamesi nedir? Ciddi ihtisar ile ifade edecek

olursak kat’i ve zahir meselelerde şer’î delilin ulaştırılması ve nazari ve hafi meselelerde

ilim ehli tarafından şüphenin izalesidir.

272 Yani İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah) tevhid davetinin başlangıç

zamanlarında tevhid muhaliflerini şer’î hüküm mahiyetinde tekfir etmezdi. Çünkü

Nebevi davette asıl olan yumuşaklık ve sevdirmektir, sertlik ve nefret ettirmek değil.

Ayrıca henüz şartlar oluşmamıştı ve maniler de kalkmamıştı. Ancak uzun ve şefkatli

bir davet çalışmasından sonra tüm itirazlara cevap verilmiş ve şüpheler giderilmişti ve

halen tevhide ve şeriata muhalefet edenler üzerinde hüccet kaim olmuştu ve bununla

beraber de küfürleri.

273 Ed-Dureru’s-Seniyye, 2.cüz/202- 211.sayfalardan iktibas. (Yayınevi yok, altıncı baskı

h.1417)

274 Bu tekfir hükmü kat’i icmaya dayanırsa küfür nispeti kat’i olur ve nispet etmeyenin

imanı aslından bozulur. Ancak ben –nasslarda zikredilenler hariç- tekfiri kat’i icmayla

sabit olan fert veya topluluklar bilmiyorum. Fakat sukuti icmayla tekfirleri sabit olan

çok fert ve topluluklar var.

275 İcmanın kat’i olması için batıdan doğuya kadar var olan asrın bütün ictihad ehli ul-


144

Tarık Ebu Abdullah

İslam’ının sahih olması için müşrikleri muayyen tekfir etmesini şart

koşmak İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözüyle

murad ettiği değildir.

eması söz konusu muayyen meselede seraheten, yani sözle beyan ederek veya amel

ederek veya bazıları sözle beyan ederek ve bazıları amel ederek ittifak etmiş olmaları

gerekir. Ayrıca Kur’an’dan veya Sünnet’ten bir nassa mesned olması gerekir. Bu şartlar

altında var olmuş olan icma kat’iyet ifade eder ve inkârı küfür olur. Bunun varlığı mümkün

müdür değil midir? Bu sorunun cevabı sahabe (radıyallahu anhu)m’dan sonrası için

bugüne kadar ulema arasında tartışılır. Bu icmanın tahkiki ve sübutu kendi başına bir

sıkıntıdır. Fakat dinde zorunlu bilinmesi gereken meseleler hakkında kat’i icma sabit

olmuştur. Şu hâlde gerçekleşmesi muhakkak mümkündür. Lakin bir bölgedeki müctehidlerin

istisnasız falanın veya falanların tekfirinde icma ettiklerine farz etsek yine de

ıcma kat’i olmaz çünkü bölge dışındaki müctehidlerin ittifak etmeleri muhtemeldir.

Bölgede oluşmuş icmanın diğer müctehidler tarafından kabulü de mümkündür, inkârı

da mümkündür. Diğer müctehidlerin inkârı malum olmazsa hâsıl olan icmaya sükûti

veya zanni icma denilir. Lakin inkâr edildiği meşhur olmasa bile ulema sukuti icmanın

icma olarak muteber olabilmesi için üzerinden belirli bir vaktin geçmesini şart koşarlar.

Bu vakti bazı âlimler icma etmiş ve muasir sükût etmiş müctehidlerin vefat etmeleriyle

takdir etmişler. Önemli olan sükûti icmanın intişar edebilmesi ve her müctehide

ulaşabilecek kadar bir vaktin geçmesidir. Böyle bir vaktin geçmesinden sonra muteber

icma ve hüccet olur. Fakat hüccet gücü nasstan ve kat’i icmadan sonra gelir. Ama

aynı asırda veya bütün dünya müctehidlerine ulaşması mümkün olan bir vaktin içinde

bölge müctehidlerinin ittifak ettikleri hususa muhalif olan müctehid veya müctehidler

malum olursa aslen icma hâsıl olmaz.

İcma konusu ayrıntıları ve ihtilafları çok olan bir konudur, bunun için bundan fazlasına

girmek istemiyorum ama doğru anlaşılması için sözümün biraz daha açılmaya

muhtaç olduğunu düşünüyorum. Necidli davet imamları rahimehumullahu ecmain

kendi zamanlarında ve bölgelerinde tevhid ve şeriat muhaliflerin tekfirini (kâfirlik nispetini)

halk için vacip görüyorlardı. Mücerred tekfir etmeyenleri hem tevhidin vacibini

hem de şer’an vacip olanı terk edenler olarak kâmil tevhidini bozmuş ama aslını korumuş

asiler olarak görüyorlardı. Tekfir etmemekle beraber muhalifleri destekleyenleri

de tekfir ediyorlardı. Bunun başlıca dayanakları şunlardı: Bir: Tevhid ve şeriat muhaliflerinin

kat’i nassla müşrik olmaları. İki: Bu durumda hâsıl olan tekfirin kat’i olması.

Üç: Bu hususta kendi aralarında icmanın var olması. Dört: Muteber tüm özürlerini

giderecek kifayette davet çalışması yapılmış olması ve hüccetin bölge itibariyle kaim

olmuş olması. Beş: Tevhid ve şeriat emirliğinin ikame edilmiş ve faaliyette olması. Altı:

Bu emirliği kasteden ordunun müşrik mürted bir ordu olması. Yedi: Dolayısıyla Mısırlı

Osmanlı ordusunu destekleyenler Müslümanlara zarar vermek üzere kâfirle birleşmiş

olmaları.

Bu ve belki başka sebeplerden ötürü necid davet imamları Mısırlı Osmanlı ordusunu

ve askerlerini ve destekçilerini tekfir etmeyi halka vacip görüyorlardı. Bu hüküm

kendi aralarında şüphesiz muttefekunaleyh’di, lakin bu hükümlerine muhalif olan

müctehidler de vardı. Dolayısıyla şüphesiz icma varid olmamıştır. Kendi aralarındaki

ittifak kat’i icma olmaz ve sukuti icma da olmaz. Dolayısıyla halka vacip gördükleri

tekfir icmaya mesned değil, bölgedeki taklit mercileri, şer’î emirlik ve kadılık makamı

kendilerinde olmasına mesned idi. Allah-u Âlem. Fakat yerli müşriklere veya Mısırlı

Osmanlı ordusuna devlete ve ahalisine karşı destek verenleri tekfir etmeyenleri İslam

milletinden ihrac ediyorlardı, zira bu dinde kat’i olan vela ve bera’nın ihlalidir. Allah-u

âlem.


Tekfirin Hakikati 145

Ve yine Necidli davet imamlarından bir başkası, İmam Muhammed

bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın sözlerini getirdikten sonra yaptığı

açıklaması dediğimi destekliyor. O Âllame, tevhid davasının meşhurlarından

ve imamlarından, Necidli tevhid davasının ikinci İmamı

Abdurrahman bin Hasan (rahimehullah)’ın en gözde talebelerinden

Hamed bin Atik (rahimehullah)’tır (Vefat H: 1301). Âllame Hamed bin

Atik (rahimehullah), Abdullah bin Huseyn adlı kişiye yazdığı mektupta

onun bazı bölge halklarının namazdan ve camiden engellememeleriyle

dinlerini izhar etmiş olmaları şüphesini şiddetle reddediyor

ve sonra İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın İslam

Dini’nin aslı ve temeli iki emirdir, sözünü getiriyor ve şöyle diyor:

“Necid davasının imamının dediği gibi: Birinci emir sadece şeriki olmayan

Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun için dost olmak

ve bunu terk edeni tekfir etmektir. Ve ikinci emir Allah’a ibadette yapılan

şirkten korkutarak uyarmak, bu hususta katı olmak, bunun için düşmanlık

yapmak ve bu şirki işleyeni tekfir etmektir.” İşte dini izhar etmek budur ey

Abdullah bin Huseyn.” 276

Dini izhar etmek doğrudan kudret ile bağlantılıdır. Yani “Sadece

şeriki olmayan Allah’a ibadet etmeyi emretmek, buna teşvik etmek, bunun

için dostluk kurmak ve bunu terk edeni tekfir etmek” buna muktedir olan

için gerekli olur; fakat bir kişinin hakiki İslam’ına ancak bu hususların

varlığıyla hükmederiz demek, Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve

sellem)’in getirdiklerine muhalefet olur. Zira o (sallallahu aleyhi ve alihi ve

sellem) kişide buğzun varlığını imanın en zayıfı da olsa iman olarak

kabul etmiştir. Buğz ise kalbin amelidir. Bu buğzun lazımı zahiren

dil ile inkâr etmesidir muhakkak. Ve gücü yetiyorsa el ile izale etmesidir.

Ama tekfir etmeyi imanın sıhhati için şart koşmak, eğer tekfirden

kastedilen şer’î hüküm mahiyetinde tekfir ise -ki iddia sahibi

bunu kastediyor- o zaman bu kişinin şahsa küfür hükmünü vermeyi

ve ya kişiden küfrü dil veya eliyle izale etmeyi veya da kişiyi izale

etmeyi şart koşmak olur ki bu el ile münkeri izaleyi imanın sıhhati

için şart koşmak olur. Bu da gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve sellem)’in şart koşmadığını şart koşmak olur.

276 Ed-Dureru’s-Seniyye, 12.cüz/472.sayfa. (Yayınevi yok, altıncı baskı h.1417)


146

Tarık Ebu Abdullah

Velhasıl, Âllame Hamed bin Atik (rahimehullah)’ın sözünden de anladın

ki, İmam Muhammed bin Abdilvehhab (rahimehullah)’ın saydığı

sıfatlar tevhidin tamamıdır, aslı değil.

Şu yanlış anlaşılmasın. Ben demiyorum ki kimse kâfiri tekfir etmesin,

eliyle küfrünü ve kendisini izale etmesin. Allah kalplere bakar.

Buğz etmeniz kâfidir. Bırakın onların dini onların olsun, sizin

dininiz de sizin olsun. Allah korusun, hayır! Bunu demiş olsaydım

onların kanlarını kastetmiş olmazdım.

Lakin bir kişinin İslam’ına hükmetmek için Şari’nin şart koşmadığı

bir şeyi şart koşmaya itiraz ediyorum. Muhakkak ki tevhidini

aslıyla, lazımlarıyla ve tamamlayıcı unsurlarıyla toplayan en faziletli,

Allah katında en değerli olandır. Fakat bu ümmette nefsine zulüm

edenler de var. Tevhidin lazımlarını ve tamamlayıcı unsurlarını terk

ediyor ama tevhidin aslını bozacak bir nakızı yok. Böyle bir kişinin

tevhidini tamamen yok sayarsan haksızlık etmiş olmazmısın? Belki

terkinden ötürü Rabbi onu cezalandıracak belki de bizim bilmediğimiz

sebeplerden ötürü affedecek ama her hâlde ebedi cehennem

ehlinden olmayacaktır. Zira Rabbine eş koşmamıştır. Pekâlâ, sen onu

ebedi cehennemlik yaptığında önce kendi nefsine ve sonra nefsine

karşı zalim olan kardeşine zulmetmiş olmaz mısın? Aranızdaki fark

ne olacak? Şeriat sahibinin daraltmadığı alanları sen daraltırsan,

bir gün sende o dar alanda yer bulamayacağından emin olabilirsin.

Bu ümmette sabikunlar da vardır, muktesitler de vardır, zalimun

li nefsihi olanlar da vardır. Üç kısım da İslam ümmetindendir. Bu

ümmetin tamamını sadece sabikunlardan olma şartıyla kabul edeceksen

sağlıklı tasavvur, idrak ve icra yeteneğini yitirmişsin derim

ve ey Müslüman, seni senden iyi bilen Rabbinin sözüne kulak ver

derim: “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize verdik. Onlardan

kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de

Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir. İşte bu büyük lütfun ta

kendisidir.” 277

277 Fatir Sûresi 32.ayet


Tekfirin Hakikati 147

El-hulasa, iddia sahibinin şer’î hüküm mahiyetinde tekfiri zahiri

veya hakiki İslam için şart getirmesi ne delil gösterdiği ayetle ve ne

de şahit olarak getirdiği âlim sözüyle ispat edilecek bir dava değildir.

Zira şart, şeyin varlığı için haricinde zorunlu olandır. Fakat şer’î

tekfir hükmü umumen ictihad ehli ulema için zorunludur. Halk için

değil. Şu hâlde bilumum ümmet için tekfiri şart göstermek rüştten

sapmadır. Ümmetin bilumum münkeri tağyir mevzusunda hakiki

İslam’ı için zatında zorunlu olan (rükün) kalp ile inkârdır ve zahiri

İslam’ı için muktezası olan dil ile inkârdır. Ancak hususi hâllerde

ictihad ehli ulema tarafından icmaen verilmiş tekfir hükmünün infazı

halka vacip olabilir. Zira ictihad ehli ulemanın 278 icma etmesiyle

tekfir şer’an sabit olmuştur. 279 Bu hususi durumda halktan birisinin

ulemanın tekfirini kat’iyen vacip 280 gördüğü şahsı tekfir etmekten

imtina etmesi muhakkak onun dininin aslına zarar verecektir. Fakat

bu durumun ayrıntıları 281 bu risalenin konusu değildir.

Üçüncü şüphe

Denilse ki: “Her mevzuda tekfir sadece ilim ehline aittir. Avamın

umumen tekfirde nasibi yoktur.”

Derim ki: Bu sözde alelıtlak doğru değildir. Çünkü dinde kat’i

olan şeyler vardır ve nazari olanlar vardır. Kat’i olanlarda alelıtlak

her Müslüman âlimdir. Zira şeriat sahibi kat’i mevzuları istinbate

278 Şu zamanda hakkın garipliği ne kadar artmış ki adeta her sözde şunu kastediyorum,

şunu kastetmiyorum demen gerekiyor. Aslında kendi özünde ispata ve izaha ihtiyaç

duymayan sözler vardır. Mesela ictihad ehli ulema sözü böyledir. Elbette ictihad ehli bir

âlim birincisi müslüman olacak ve ikincisi müctehid mertebesinde olacak. Müslüman

değilse veya müslüman lakin talebeyse kendi aralarındaki ittifakları icma olmaz veya

var olan icmayı bozmaz. Mesela şu zamanda İslam halkı arasında- Arap veya Türk veya

başkası- meşhur olmuş birçok müftüler var. Kimisi Müslüman değil, hatta bunların

arasında zındıklar var. Kimisi her konuda muteber değil çünkü bulunduğu makam

fetvalarına yön veriyor. Kimisinden istifta caiz değil çünkü fıskı veya bid’atı zahir. Ve

kimisi âlim değil, bilakis bir iki yıllık ilim talebesi. Elbette ne böylelerinin icması olur

ne de böyleleri icma bozar. Fakat ulema ilmin en önemli dallarından cerh ve ta’dil ilmini

terk edince zındık mehdi olur, sapık efendi hazretleri olur, devletçi selefi olur ve talebe

Şeyhu’l-İslam olur.

279 Bu icmanın mesnedi ya sarih (kat’i) icma veya sükûti (zanni) icma olabilir. Her iki

hâlde de icma hüccettir ve şer’î hükme delil olur.

280 Bu durumda icma kat’i olmak zorundadır.

281 Kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir mevzusu.


148

Tarık Ebu Abdullah

mahal bırakmadan apaçık beyan etmiştir. Lakin nazari mevzular

istinbat ehline mahsustur. Bunun için Muhyiddin Ebu Zekeriyya

en-Nevevi (rahimehullah) (Vefat H: 676) şöyle demiştir: “Emir ve nehiyler

konusunda ancak âlim olan emreder ve nehyeder. Bu da duruma göre

değişir. Eğer namaz, oruç, zina, içki ve benzerleri zahir vaciplerden ve

meşhur haramlardan ise, bunlarda her müslüman âlimdir. Ama dakik ve

ictihada taalluk eden fiil ve sözlerden ise, bunlara avamın dâhil olma durumu

da yoktur inkâr etme durumu da yoktur. Bilakis bu mevzular âlimlere

mahsustur.” 282283 Tekfir de böyledir. Allah (azze ve celle)’nin tasrih ettiği

vardır. Bu türe kat’i tekfir dedik ve muhtemel olanı vardır; buna da

nazari tekfir dedik. Her iki hâlde de şerî’ hüküm olması hasebiyle

ulemaya mahsustur dedik. Fakat manası itibariyle Allah (azze ve celle)’nin

tasrih ettiği kâfiri tekfir etmekle halk da mükelleftir. Bu manada

halktan tekfiri umumen nefyeden imanın sıhhat şartlarından

olan inkârı ve muktezasını da nefyetmiş olur ki bu Ehl-i Sünnet’in

akidesi değildir. Bu mevzu yukarıda yeterince işlendiği için burada

bu kadarıyla yetiniyorum. 284

282 Adeta aynı sözlerle Şeyh Ali bin Hudayr (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) takriben

800 yıl sonra muayyen tekfir mevzusunda fetva vermiştir. Kendisine “muayyen

tekfir kime caizdir? Sıradan bir kişi kendisinden açık ve sarih küfür sadır olanı tekfir

edebilir mi? Özellikle bu kişi tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmişse. Yoksa,

hayır yapma! Bırak, bunu kadı veya müftü veya metbu âlim yapsın mı denilmesi

gerekir?” diye sorulduğunda şöyle cevap veriyor: “Senin dediğin gibi, sıradan insan

tekfir ahkâmını ve muteber manilerini idrak etmiş ise tekfir edebilir. Nebi (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in zamanından hâli hazıra kadar bu böyle yapılmıştır. Ama bunlar hakkında

marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz değildir. Zira hadiste "Bir adam

kardeşine hitaben“Ey kâfir dediği zaman, ikisinden biri bu sıfatla dönmüş olur" buyurmuştur.

Tekfir kadı’nın veya müftünün veya metbu âlimin hususiyetlerinden değildir.

Bu yanlıştır.”

Şeyhimiz Ali bin Hudayr’ın (Rabbim onu korusun ve esaretten kurtarsın) bu fetvası bu

risalenin içeriğine zahiren muhalif görünse de hakikatte değildir. Çünkü Şeyh’in itiraz

ettiği bilumum tekfir bahsini ulemaya hasretmektir. Şeyh’in ispat ettiği ise muayyen

kat’i tekfirin kişi ıstılahta âlim olmasa da caiz olacağıdır, eğer tekfir ahkâmını ve muteber

manilerini idrak etmişse. İdrak ise bir şeyi en özel sıfatlarıyla ilmen kuşatmaktır.

Ve daha sonra “ama bunlar hakkında marifet sahibi olmayana tekfire yaklaşmak caiz

değildir” diyor. Marifet ise bir şeyi başkasından temyiz edecek zati hususiyetleriyle

(rükünleriyle) bilmektir. Yani her ne kadar burada sıradan insan dese de tarif ettiği

sıradan insan değildir, bilakis en azından ilerlemiş seviyede ilim talebesidir. Böyle

olmayana Şeyh, bırak tekfir fetvasını vermeyi tekfirin yanına bile yaklaşmasın, diyor.

Ayrıca sorulan küfrün türü de açık ve sarih olan küfürdür, ictihada mahal olan küfür

değil.

283 El-Minhac-u Şerh-u Sahih-i Müslim, 1.cüz/131.sayfa. (Dar-u İhyai’t-Turasi’l-Arabi,

ikinci baskı h.1392)

284 Şeyh Ali bin Hudayr (hafizahullah) için belki bazıları “Zaten tekfircilerin şeyhidir. O


Tekfirin Hakikati 149

Fasıl

Tekfir etmemekte şer’î hükümdür

Şahsı küfre nispet etmek (tekfir) nasıl şer’î hüküm ise şahsı İslam’a

nispet etmemek de şer’î hükümdür. Ancak şu var ki Şari’ şahsın

İslam’ına hükmedilmesini kolaylaştırmış ama küfrüne hükmedilmesini

zorlaştırmıştır. Meçhul kişinin ben Müslümanım veya bu manada

bir ifadeyi İslam’ına hükmetmek için yeterli görmüşken, İslam’ı

sabit olan kişinin küfrüne hükmetmek için hâlinin araştırılmasını

ve küfür hükmünü ondan def edecek manilerin değerlendirilmesini;

ancak küfür hükmünü engelleyecek mani olmadığı halde küfür hükmünü

vermeyi uygun bulmuş. Bununla beraber şahsın ne ona ve ne

buna nispetsiz olmasını da muhal kılmıştır.“Sizi yaratan O dur, öyle

iken içinizden kiminiz kâfir ve kiminiz de mü’mindir.” 285

Bu konuda aslın istishabı ancak dinini ifade etmeye bedensel

veya varlıksal sebeplerden ötürü muktedir olmayan için söz konusu

olabilir. Dillenmemiş çocuk gibi veya hafızasını kaybetmiş, bilinmeyen

yetişken gibi. İlkine İslam hükmü verilir çünkü aslen İslam fıtratı

üzeredir. İkincisine de tebeiyye yoluyla hüküm verilir. Fakat bunun

dışında kendi dinini kavlen veya amelen ifade edebilecek kişide ne

İslam asıl olandır ve ne de küfür. Kavlen veya amelen neyi izhar ediyorsa

onun hükmünü alır. İslam’ı izhar ediyorsa İslam hükmünü alır,

küfrü izhar ediyorsa küfür hükmünü alır. İslam ve küfrü 286 beraber

caiz görmeyecek de kim görecek?” gibi sözler sarf edebilir. Bunun için tağut Suud Devleti’nde

görev almış ve tekfircilikle itham edilmeyen, aksine Suud idaresinde ve idareye

iyi gözle bakan çevrelerde makbul olan Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’in konuyla

alakalı cevabını da buraya ekledim. Şeyh Salih bin Abdilaziz ali’ş-Şeyh’e “Birileri hiç

kimseyi tekfir etmiyor. Tekfiri yalnız âlimlere ve kadılara sınırlı kılıyorlar” denildiğinde

şöyle diyor: “Yani hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelerde, evet. Lakin dinde zorunlu

olarak bilinmesi gerekenler, mesela birisi, müslümanlardan birisine içki helaldır,

dese onu tekfir eder. Çünkü bu mesele istidlale ihtiyaç duymaz. Bu (içkinin haramlığı)

dinde zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Ama hafi meselelere, yani nadir meselelere

veya hüccet ikamesine ihtiyaç duyulan meselelere gelince, şüphenin izalesi gerekli

olduğundan muhakkak şüpheyi kaldıracak veya hükmedecek âlim zorunludur.” (Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye,

Salih bin Abdulaziz ali’ş-şeyh, sorular kısmı, 10.soru (Kaynak:

el-Mektebetu’ş-Şamile))

285 Et-Teğabun Sûresi 2.ayet

286 Bazıları bu sözümden kendi hevalarına göre bir şeyler çıkarmamaları için diyorum ki,

burada kasıt; sarih, bivah, ihtimalsiz, kastın tahkikine mahal olmayan küfür.


150

Tarık Ebu Abdullah

izhar ediyorsa küfür hükmünü alır, zira iki zıt aynı zamanda bir arada

olamazlar. Hem İslam ve hem de küfrü izhar eden, Kitabın bir kısmına

iman eden ve bir kısmını inkâr eden gibidir. Hevasına uygun

olan kısmı tatbik ediyor ve hevasının hilafına olanı terk ediyor. Muhakkak

bu davranış küfürdür. “Yoksa siz, Kitabın bir kısmına iman

edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların

dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başkası değildir.

Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.

Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. İşte bunlar ahireti verip dünya

hayatını satın alanlardır. Bundan dolayı azapları hafifletilmez

ve kendilerine yardım edilmez.” 287

Ama bazı kişiler meşru tekfiri mutlak bir cinayet olarak ve alelıtlak

tekfir etmemeyi ilim, irfan ve fazilet, hayır olmazsa sonu hidayetten

men ve hüsran olan en lüzumlu bir ibadet olarak iddia ediyorlar.

Bunların eskilerden Cehm bin Safvan, el-Cad bin Dirhem gibilerinden

başka hangi öncüleri vardır?

Bu taifenin rüştten ve müstakim yoldan sapmaları anlaşılabilirken,

tevhid savaşçıları olan ve münkeri izale etmek ve marufu emretmek

fiilini bilfiil gerçekleştiren cihad ehli arasında da bu görüşün

uzantılarının varlığı anlaşılır gibi değil. Hâlbuki tekfirin manası

(yani inkâr) tevhidin iki rüknü olan nefiy ve ispatın ilki değil midir?

Tekfirin manası (inkâr) dinin aslından değil midir? Ve şer’î hüküm

olarak uyguladığımız tekfir İslam ceza hukukundan değil midir? İslam’ın

emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-munker aslının tenfizi değil midir?

Ve cihad fi sebilillah’ın gayesi tevhidin ikamesi, nefyin ve ispatın

tatbiki ve münkeri ve münker sahibinin izalesi değil midir? Cihadın

dayandığı şer’î hükümlerden birisi tekfir değil midir? Evet denilecek

olursa ki zorunlu cevap budur, o hâlde ameli mebni olduğu

hükmü zedelemek akıl işi değildir. Gaye cihad sahasında az da olsa

var olan tekfirde aşırılığa karşı irşaddır denilirse derim ki; hayhay,

pek de isabetli olur. Fakat tekfiri bilumum silmek değil irşat, ifsattır.

Tekfirin sahih akidedeki mühim yerinden hiç bahsetmeden, ayırım

ve tafsilata girmeden sadece alelıtlak tekfirden men etmenin sebebi

287 El-Bakara Sûresi 85 ve 86. ayetler


Tekfirin Hakikati 151

ancak tekfir bahsinde suu’l-fehim veya suu’l-kast veya ikisi bir arada

olabilir. Tekfirden mutlak men eden bir baksın bakalım Allah (celle ve

âlâ)’nın kelamından ve Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in

sünnetinden ve Ehl-i Sünnet ulemasından bu batıl davasına destekçi

bulabilecek mi? Yoksa ona ve onun görüşüne sahip çıkanlar sadece

Mürcie Eş’ari, Maturidi veya Sufi bid’atların eski ve yeni öncüleri

veya bu bid’atlardan etkilenmiş olanlar mı olacak? Eskilerden sadece

Cad bin Dirhem ve Cehm bin Safvan gibi selefin kötülediği kişilerin

ve yenilerden de Ali bin Halebi veya Rabi el-Madhali gibi tağutların

Müslümanlara karşı bekçiliğini yapan kişilerin insana imam olması

müslüman için ve hususen bir mücahid için yeterli bir hüsrandır.

Ehl-i Sünnet ulemasından kim tekfiri mutlak nefyetmiş ve nehyetmiş

ve yermiş? Sahih tekfir akidesini kaldırmak demek doğrudan

vela ve bera akidesini kaldırmak demek. Dostluk Müslüman için vaciptir,

kâfire haramdır. Kâfire düşman olmak vaciptir, Müslümana

haramdır. Pekâlâ, Müslümanı kâfirden ayırt edemezsen kime dost

olacaksın, kime düşman olacaksın? Kimin canı için kendi canını

feda edeceksin ve kimin canını kastedeceksin?

“Biz mutlak olarak tekfire karşı değiliz, Ehl-i Sünnet ulemasının

tayin ettiği kaidelere göre tekfiri biz de savunuyoruz; lakin biz Ehl-i

Sünnetin usulünden uzak, Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında

olmayan, cahil-cühelaya bırakılmış, fesadı ıslahından çok olan tekfiri

reddediyoruz.” derlerse derim ki: Bunu biz de reddediyoruz. Fakat

o zaman neden sadece nefyediyorsunuz ve ispat etmiyorsunuz? Ehl-i

Sünnet’in menheci bu mudur? Ehl-i Sünnet’in menheci, batılı nefyetmek

ve aynı zamanda hakkı ispat etmek, münkeri nehyetmek ve

bununla beraber marufu emretmek değil midir? Elbette. Fakat batılı

nefyedip hakkı ispat etmemek ve münkeri nehyedip marufu emretmemek

veya hakkı ispat edip batılı nefyetmemek ve marufu emredip

münkeri nehyetmemek bid’at fırkalarının menhecidir. Şu hâlde, eğer

Ehl-i Sünnet iseniz, tekfirin batıl türünü nefyederken hak olan türünü

de ispat etmeniz gerekmez mi?


152

Tarık Ebu Abdullah

İşte biz tekfirin hak olduğunu, İslam’dan olduğunu ispat ediyoruz.

Fakat mutlak değil. Tekfiri müctehid ulema için ispat ediyoruz ve

halkı tekfirden umumen nehyediyoruz. Bununla beraber muayyen

tekfirin ictihad olduğunu ispat ediyoruz ve ictihadın caiz olmadığı

akide bahsinden olduğunu nefyediyoruz.

İnkârın halk için vacip olduğunu ispat ediyoruz ve şer’î hüküm

olarak tekfiri halk için nefyediyoruz.

Tekfirin ictihad olması hasebiyle ulemanın mutlak ve muayyen

hükümlerde ihtilaf edeceğini ispat ediyoruz ve muayyen tekfir bahsinin

dinin ihtilaf kabul etmeyen kat’i meselelerden olduğunu nefyediyoruz.

Sabit tekfir hükmünü alelıtlak ispat ediyoruz ve bu mutlak hükmün

her muayyen için de geçerli olduğunu nefyediyoruz.

Kat’i tekfire mevzu olan konularda tekfirin imandan olduğunu

ispat ediyoruz ve nazari tekfirin kişinin İslam’ında kıstas olduğunu

nefyediyoruz.

Tekfir mevzusunun sadece selefin menheci üzere ve selefe marufta

tabi olan Ehl-i Sünnet ulemasının nazarı altında alınması gerektiğini

ispat ediyoruz ve Mürcie, Eş’ari, Mutezile, Harici ve Rafizi bid’at

fırkalarının menhecinde tekfiri bilumum nefyediyoruz.

Risaleye son vermeden evvel:

Tekfiri kat’i ve zanni olarak taksim etmem yeni bir tekfir cinsini

ihdas etmek değildir. Mevzu bahis olan maddenin fehme takribini

sağlamak için bu isimler ile iki kısma taksim ettim. Buna lügavi ve

şer’î tekfir de diyebilirdik. Yani lügavi hakikatiyle tekfir ve şer’î hakikatiyle

tekfir diyebilirdik. Nitekim tekfirin lügavi manalarından biri

ve bizim konumuz olan da budur… Kişiyi küfre nispet etmektir.

Müspet veya menfi nispette bulunmanın hüküm olduğunu yukarıda

izah ettim. Müslüman, müşrik, mü’min ve kâfir gibi isimler dinî


Tekfirin Hakikati 153

isimlerdir ve sadece dinin sahibinden, yani Allah celle celeluhu ve

O’nun emriyle Rasûlü (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’den alınır.

Binaenaleyh, bir kişiyi küfre nispet etmek ancak iki hâl üzere

olur:

Bir: İlahi hükmü nakletmek suretiyle küfre nispet etmek.

İki: İlahi hükümden haber vermek suretiyle küfre nispet etmek.

Birincisi, nasslarda kat’i surette sabit olan tekfiri nakletmekten

ibarettir. Bunun için her Müslüman, ister âlim olsun ister cahil olsun

bu tekfiri getirme mecburiyetindedir. Hatta bu tür tekfiri terk

etmesi halinde dinden çıkar, zira kat’i surette sabit olan ilmi inkâr

etmiş olur. Başka bir deyimle Şari’yi yalanlamış olur. Bunun için bu

tür tekfir dinin aslındandır diyebiliriz. Tekfirin nasslarda kat’i surette

beyan edilmiş olması ya ismen geçmesidir veya hükme illet olan

vasıfların seraheten beyan edilmiş olmasıyla olur. Mesela Firavun,

Ebu Leheb ve münafıklar gibi ismen veya Yahudi ve Hristiyanlar gibi

vasfen beyan edilmiş olanlar. Veya teşri yapanlar, Allah’ın inzal ettiği

hükümlerle hükmetmeyenler, tağut yolunda savaşanlar veya Allah,

Rasûlü ve ayetleriyle alay edenler gibi vasfen beyan edilmiş olanlar.

İkincisinde ise, nasslar kat’i olmadığından ötürü kat’i bir küfür

nispeti mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür tekfirde istinbat ehli ilahi

hükmü zannetme durumundadır. Kendisinde varid şer’î delillere

binaen en azından zannı galiple kanaat etmiş olduğu ilahi hükümden

haber verir. Tabii vardığı bu hükümde isabet etmiş de olabilir, hata

etmiş de olabilir. Dolayısıyla bu tür tekfir ikinci şahsa lazım gelmez

ve dinin aslının varlığında veya yokluğunda müessir değildir. Ayrıca

ictihad konusu olduğu için halka açık değildir. Bu tür tekfirde halkın

mükellef olduğu, varlığında, yokluğunda ve tafsilatında menhec

ehli, müstakim ilim ehline tabii olmaktır. Mesela namazın, zekâtın,

orucun ve haccın terki, müslümanı kasten öldürmek, Müslümanın

casusluk yapması veya laik sistemlerde oy kullanmak, askere gitmek

ve çocuğunu laik sistemin okullarında okutmak gibi muasır meseleler

gibi.


154

Tarık Ebu Abdullah

Şöyle denilebilir: “Bu kitapta şöyle bir tenakuz gördük: Hem halkı

nasslarda kat’i surette tekfiri sabit olmuş olanları tekfir etmekle yükümlü

tuttun hem de halkı umumen tekfirden men ettin ve ilim ehli

için tahsis ettin. Bu çelişkili değil midir?”

Buna cevaben derim ki: Evet! Allah (azze ve celle)’nin seraheten tekfir

ettiklerini tekfir etmek elbette her müslümanın üzerine vaciptir.

Zira bu semavi haberin tasdik edilmesidir. Semavi haberi tasdik etmeyen,

kıble ehlinin ittifakıyla İslam’dan çıkar. Bunda gulatu Mürcie

fırkası hariç hiçbir fırka ihtilaf etmez. Lakin bu şahsı şer’î hakikatiyle

tekfir etmek yine de hüküm verme ehliyetine sahip olanlara mahsustur.

Zira şer’î tekfir hükmüne cezai hükümler terettüp eder. Her

ne kadar o şahsı nass kat’i surette tekfir etmiş olsa da ve her müslümanın

o şahsı bu manada tekfir etmesi vacip olsa da, hatta tekfir

etmediği takdirde dinden çıksa da, bir mani onun cezalandırılmasını

engelleyebilir.

Mesela Yahudinin veya Hristiyanın tekfir edilmesi kat’idir. Yahudi

veya Hristiyanı tekfir etmeyen dinden çıkar. Çünkü Yahudi ve

Hristiyanları tekfir etmeyen Allah (celle ve âlâ)’yı yalanlamış olur. Lakin

her Yahudi ve Hristiyanın canı ve malı helal midir? Aslen evet!

Lakin aslı kaldıran maniler varid olabilir ve Yahudi ve Hristiyanın

canı ve malı haram olabilir. Mesela zimmî olabilir veya kendisine bir

Müslüman tarafından eman verilmiş olabilir veya sulh yapılmış olabilir

veya meşru emir şer’an muteber ve genel bir maslahattan ötürü

mahdud bir zaman için Yahudi ve Hristiyanları hedef almaktan men

etmiş olabilir. Bu ve buna benzer başka sebeplerden ötürü Yahudi

veya Hristiyanın tekfiri vacip olmasıyla beraber canını ve malını kastetmek

müslümana caiz olmaz.

Veya kanun vaz edenin küfrü kat’idir ve ondan teberri etmek her

Müslüman için zorunludur; lakin küfür hükmünün şer’î mahiyetiyle

ferde inzal edilmesinda maniler varif olabilir. Mesela kıble ehli Mürcie

itikad mezheplerinden birine müntesip olması sebebiyle veya

bazı din ve ilim adamlarının şüphelerine veya fetvalarına uyması sebebiyle

kanun vaz edeni, ondan teberri etmesiyle beraber tesmiyede


ب ي ِ

َ

Tekfirin Hakikati 155

tağut olarak veya kâfir olarak isimlendirmeyebilir. Böylesinin şer’an

tekfiri fetva ehline mevkuftur, zira teberri etmesiyle aslen tekfirin

manasını gerçekleştirmiştir ama küfür nispeti kat’i olmasına rağmen

kâfir ismini vermeyerek lâfzen küfür nispetinde bulunmamıştır. Lâfzen

kâfir veya tağut dememesi muhakkak şer’î emrin bir ihlalidir

lakin şer’an tekfir edilmesini gerektiren bir ihlal midir, işte bunu hüküm

beyan etmeye ehil olan istinbat ehli araştırması gerekir.

Veya Allah (celle ve âlâ)’nın indirdikleriyle hükmetmeyenler kat’i

surette kâfirdirler. Onların ilahi kelamda küfre nispetleri kat’idir. Al-

ُ ُ ال َ buyuruyor: lah celle celeluhu şöyle

َّ ُ ف َ ه

ُ ْ َ الل

َ ْ ك

ْ

“Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta

kendileridir.” Lakin birincisi, ayetin şamil oldukları failler ihtimallidir.

Bunun zikri yukarıda geçti. Ve ikincisi, küfür hükmünü ilzam

eden fiilin mana delaleti ihtimallidir. Çünkü hükmetme fiilin nefyedilmesi

iki hâle de muhtemeldir. Ya fiilin aslen yani külliyen nefyedilmesine

veya kemalin nefyedilmesi, yani cüziyyen nefyedilmesine

muhtemeldir. Yani “kim hükmetmezse” denilirken, kim hiçbir zaman

ve surette hükmetmezse manasına geldiği gibi, kim bir kere

veya bazen hükmetmezse manasına da gelebilir. Bunun için ayetin

tatbikinde İslam uleması ihtilaf etmiştir. Kimisi ayetin hükmüne sadece

tamamıyla şeriat dışı hükümlerle hükmedenleri dâhil ederken,

kimisi şeriat altında da olsa Allah’ın indirdiği hükümle hükmetmeyenleri

ayetin hükmüne dâhil ederler. Ekser ulema ayeti ilk manaya

göre alır. Buna binaen ulemanın ve dolayısıyla ümmetin ekseri Allah

(azze ve celle)’nin hükümlerini tamamıyla terk edenleri tekfir eder ama

umumen şeriata tabi ve şeriatı uygulayan fakat bir iki meselede kendisine

helal kabul etmemiş ama nefsine uymuş ve Allah (azze ve celle)’nin

indirdiği hükümden başkasıyla hükmedeni tekfir etmez. Bundan

ötürü halktan birisi Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyeni

yukarıda izah edildiği surette inkâr etmesiyle ayetin ilzam ettiği

kat’i küfür nispetinin hakikatini gerçekleştirmiştir. Lakin varid ihtilaf

sebebiyle lâfzen küfür nispetini ya yapar veya yapmaz. Kişi bu

hususta ihtilaf mevzularında tercih ehli olan ulemaya tabi olması

gerekecektir.

ل وَ‏ مَ‏ نْ‏

َ ا نْ‏ أَ‏ زَل

‏َئِ‏ ك

‏ُول

‏َأ

َ ‏ْاك فِ‏ رُ‏ ون


ي

ف

ي

َ

شَ‏ شُ‏

ن

ي

156

Tarık Ebu Abdullah

Veya tağutun yolunda savaşanın tekfiri kat’idir. Allah (subhanehu ve

teâlâ) şöyle buyuruyor: وَ‏ الَّذِ‏ َ اتِل َ ُ وتِ‏ “Kâfirler de tağut

yolunda savaşırlar.” Lakin tağut yolunda savaşan fırkaya iştirak

etmek zorunlu olarak savaşa iştirakı iktiza etmez. Buna göre savaşmak

haricinde eylemlerde küfür nispetinin ferde inzal edilmesinde

maniler varid olabilir. Bunların varlığını, geçerliliğini ve tafsilatını

fetva ehli âlimler belirler.

‏ُون ِ ي سَ‏ بِ‏ يلِ‏ الطَّاغ

نَ‏ كَ‏ َ ف رُ‏ وا يُق

Veya Allah (celle ve âlâ)’nın rububiyetinden ve O’na mahsus olan

hüküm koyma yetkisini O’ndan başkası veya O’nunla beraber başkası

için de ispat ederse kat’i surette müşrik olur. Allah (celle ve âlâ) şöyle

buyuruyor: ُ َّ

‏َُمْ‏ َ َ كءُ‏ ِّ ْ

onların, “Yoksa أَمْ‏ ل

Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları

mı vardır?” Lakin demokratik seçim sistemlerine dayalı oy

kullanma eylemi bu ayetin hüküm delaletine dâhil midir ve eğer dâhil

ise mücerred oy kullanma eylemi ile Allah’tan başkası için hüküm

koyma yetkisini ispat etmek arasında rabıta ilzami midir değil midir?

Başka bir ifadeyle oy kullanmakta kasıt müessir midir değil midir?

Bu hususları beyan edecek olan ilim ehlidir. Dolayısıyla oy kullanmayı

inkâr eden, yani oy kullanmaktan ictinab eden ve oy kullananlardan

teberri eden Müslüman, ayetin ilzam ettiği kat’i şirk nispetinin

hakikatini gerçekleştirmiştir. İstisnasız her oy kullananı şirk

veya küfre nispet etmesi ise ictihadi bir meseledir. Bunu da ictihad

ehlinden sorma mecburiyetindedir.

‏َُمْ‏ مِ‏ نَ‏ الد ِ مَا ل

‏َعُوا ل

بِهِ‏ الل ‏َأْذَنْ‏

Eğer “Biz senin dediklerinde Nebevi ve ashabın sünnetine bir

muhalefet gördük. Zira senin şer’î tekfir ile tabir ettiğin ve ulemaya

mahsus kıldığın cezalandırma hukukunu Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve

sellem)’in zamanında halktan bazıları icra etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) onları bundan dolayı azarlamamıştır. Eğer durum

senin dediğin gibi olsaydı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapanları

muhakkak azarlardı ve men ederdi.” denilse derim ki:

Bu şüphenin cevabı birkaç cihetten olur:


Tekfirin Hakikati 157

Birinci cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in itiraz etmediği

vakıalar hepsi asli kâfir olan zimmî, köle ve benzerinde vaki olmuştur.

Bunun için küfre nispetleri asıl ve sabit olandır. Ancak aşağıda

geleceği gibi cezayı hükümsüz infaz etmelerini Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) mevzu olan duruma mahsus olarak onlardan kabul etmiştir.

Mesela İmam Ebu Davud, en-Nesei, ed-Darakutni rahimehumullah

ve başkalarının İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’dan tahric ettikleri

hadis. İbn-i Abbas (radıyallahu anhuma)’nın haber verdiğine göre Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem) zamanında efendisinden çocuk sahibi

olan bir cariye vardı. Efendisi âmâ bir adamdı. O kimsenin o

cariyeden iki oğlu da olmuştu. O kadın Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve

sellem)’in aleyhinde çok konuşur ve ona söverdi. Âmâ olan efendisi

bu yaptığından onu engellemeye çalışırdı fakat kadın dinlemezdi.

Yasaklamasına ve paylamasına rağmen devam ederdi. Yine o âmâ

kişi bir gece Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bahsedince o kadın

ileri geri söylenmeye başladı. (Âmâ adam şöyle der): “Bende dayanamayıp

kalktım, hançeri alıp karnına sapladım, üzerine yüklendim

ve onu öldürdüm.” Sabahleyin bu ölüm haberini Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’e ilettiler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları topladı

ve şöyle buyurdu: “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin.Yoksa

onun aleyhine bir hakkım olacaktır.” Âmâ çekinerek,

insanları aşarak Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına geldi ve

şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! O cariyenin sahibi benim, bana iyi

davranan biriydi hatta ondan iki tane de inci gibi oğlum var. Fakat o

senin aleyhinde çok konuşur ve sana söverdi; yasakladım fakat dinlemedi,

payladım fakat vazgeçmedi. Dün akşam senden bahsettim

ve yine senin aleyhinde kötü konuşmaya başladı. Dayanamadım ve

hançerimi alıp karnına sapladım ve ölünceye kadar da ona yüklendim

ve öldürdüm.” Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)“-

Dikkat edin ve şahit olun, o kadının kanı hederdir.”buyurdu. 288

288 Sunen-u Ebi Davud, 4363.hadis, Sunenu’n-Nesei, 4070.hadis, Sunenu’d-Darakutni,

3195.hadis


158

Tarık Ebu Abdullah

Hadisi şerh eden Ebu Süleyman el-Hattabi (rahimehullah)’ın “Bu,

Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövenin öldürüleceğini açıklamaktadır. Çünkü

o Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sövmesiyle dinden irtidat etmiştir” sözüne

İmam İbn-i Teymiyye (rahimehullah) şöyle itiraz ediyor: “Bu, onun

kadını Müslüman gördüğünü gösteriyor. Ama hadiste buna delil yoktur. Bilakis

zahir olan o kadının kâfir olmasıdır.”

Veya İmam Ebu Bekr İbn-u Ebi Şeybe (rahimehullah) eş-Şabi (rahimehullah)’tan

tahric ettiği hadiste şöyle haber vermiştir: “Müslüman âmâ

bir adam vardı. Yahudi bir kadının yanında barınırdı. Yahudi kadın

onu yedirir, içirir ve ona iyilikte bulunurdu ama Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) hakkında konuşarak ona eziyet ederdi. Bir akşam yine

onu onun (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hakkında konuştuğunu işitince

âmâ kadını boğarak öldürdü. Olayı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e

sundular. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları bunun için topladı.

Adam kalktı ve kadının ona Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirerek

ve söverek eziyet ettiğini ve bunun için öldürdüğünü haber verdi.

Bunun üzerine Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) Yahudi kadının kanını heder

kıldı.” 289

İkinci cihet: Ama İslam’dan irtidat etmiş olanlar için Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem) istitabeyi emretmiştir. Çünkü asıl ve sabit olan

müslüman olmalarıdır. Bunun için küfre nispet edilmeleri için dinden

çıkaracak sebebin haklarında sabit olduğu tahkik edilmesi lazımdır.

İstitabe şu üç merhaleden oluşmaktadır:

Birincisi, cezayı icab eden amelin tespit edilmesi.

İkincisi, suçlunun tevbeye çağrılması.

Üçüncüsü, şer’an sabit olmuş cezanın infaz edilmesi.

İmam Ebu’l-Kasım et-Taberani (rahimehullah) Muaz bin Cebel (radıyallahu

anhu)’dan şöyle tahric etmiştir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)

289 Musannefu- İbn-i Ebi Şeybe, 37432.hadis


Tekfirin Hakikati 159

onu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle demiştir: “İslam’dan irtidat

eden erkeği İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini kabul

et. Eğer tevbe etmezse kafasını vur. Ve eğer bir kadın İslam’dan irtidat

ederse onu İslam’a çağır. Eğer tevbe ederse ondan tevbesini

kabul et. Eğer etmezse kafasını vur.” 290 Hafız İbn-i Hacer (rahimehullah),

senedi hasen demiştir.

Ve İmam ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah Cabir (radıyallahu

anhu)’dan rivayet ettiklerine göre Ummu Ruman veya Ummu

Mervan adında bir kadın irtidat etmiştir ve Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve alihi ve sellem) onun İslam’a çağrılmasını, tevbe ettiği takdirde kabul

edilmesini, aksi takdirde öldürülmesini emretmiştir. Hafız İbn-i Hacer

(rahimehullah), iki rivayet yolu için de senedi zayıftır, demiştir. Yine

ed-Darakutni ve el-Beyhaki rahimehumallah’ın rivayet ettiklerine

göre Ebu Bekir (radıyallahu anhu) İslam’dan sonra kâfir olan bir kadını

tevbeye çağırdığını ve tevbe etmediğinden dolayı öldürdüğünü

tahric etmişlerdir. Ve el-Beyhaki (rahimehullah) Aişe (radıyallahu anha)’dan

rivayet ettiğine göre, Uhud günü bir kadın irtidat etmiş ve Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem) onun tevbeye çağrılmasını, tevbe etmediği

takdirde öldürülmesini emretmiştir. Ve Ebu’ş-Şeyh (rahimehullah) Cabir

(radıyallahu anhu)’nun irtidat eden bir adamı dört defa tevbeye çağırdığını

tahric etmiştir. 291

Üçüncü cihet: Külli olarak sabit olan bir şeye (asıl) bazı mahsus

hâllerde cüzlerin (fer’) muhalefet etmeleri aslı asıl olmaktan çıkarmaz

ve bozmaz. Bilakis aslın bekasıyla beraber fer’i hâller kendine

mahsus alanda işlerler.

Asıl olan asli kâfirin öldürülmeden evvel İslam’a davet edilmesi ve

mürtedin öldürülmeden evvel tevbeye çağrılmasıdır. Allah (azze ve celle)’yi,

Rasûllerini aleyhimussalatu vesselam, din ve din ehlini sebbetmek,

küçümsemek ve incitmek gibi azgınlıklarda veya büyücülerin,

sihirbazların veya zındıkların tevbesiz öldürülmeleri bu sapkınlıklara

mahsustur. Bu tür sapkınlıklarda Şari’nin tevbeyi cezanın infazına

290 El-Mucemu’l-Kebir, 16517.hadis

291 Bkz. Neylu’l-Evtar, 1603.sayfa. (Daru’l-Marife, birinci baskı h.1423)


160

Tarık Ebu Abdullah

mani kılmaması, aslen küfrü gerektiren nakızlardan bir nakızı irtikâp

edenin istitabe edilmesi aslını bozmaz.

Ayrıca asıl olan yukarıda zikri geçen üç merhale dâhilinde istitabenin

kadıya veya fetva makamına mahsus olmasıdır. Yoksa halk

arasında haksız ithamlar ve akabinde haksız cezalandırmalar vaki

olur. İsteyen isteyeni zannettiği bir suçtan dolayı cezalandırır. Bunun

akabinde kin, öfke, kargaşalar ortamı meydana gelir.

Bunun için Cundub bin Kab (radıyallahu anhu) Irak emiri Velid bin

Ukbe (radıyallahu anhu)’nun izni olmadan sihirbazı öldürdüğünde, Velid

(radıyallahu anhu) onu hapsetmiştir ve hakkında Halife Osman (radıyallahu

anhu)’ya yazmıştır. Osman (radıyallahu anhu) da ona, Cundub

(radıyallahu anhu)’yu te’dip edip sonra bırakmasını emretmiştir. Çünkü

her ne kadar sihirbazlık racih görüşe göre ölüm cezasını icab etse de

bu hususta mes’ul olan kişinin iznini almadan öldürdüğü için mes’ul

kişiye mahsus olana bir tür saldırı ve otoritesini zedelemek vaki olmuştur.

Bu olayı İmam el-Buhari (rahimehullah) “Tarihu’l-Kebir”inde

ve başkaları nakletmiştir.

Dördüncü cihet: Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in azarlamaması

aslen cevaz verdiğine delil olmaz. Azarı hak etmiş olmasıyla

beraber azarlamayı engelleyen bir mani var olabilir. Yukarıda

zikrettiğim kıssalar buna misaldir. İster âmâ cariye sahibi olsun ister

Yahudi kadını öldüren âmâ Müslüman olsun, Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) aslında yaptıklarını yargılamak için insanları topluyor

ve “Allah için şu işi yapan adam kendini göstersin. Yoksa (çağrıma

icabet etmediği ve itaat etmediği için) onun aleyhine bir hakkım

olacaktır.”buyuruyor. Bunun akabinde çekinerek Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in huzuruna varıyorlar ve öldürmelerinin tek sebebi

öldürdüklerinin Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i çekiştirip ona

küfretmeleri olduğunu söylediklerinde “Dikkat edin ve şahit olun,

o kadının kanı hederdir”, yani bu durumda haksız yere değil haklı

olarak öldürülmüşlerdir. Buna binaen öldüren için de bir cezalandırma

vaki olmayacağını haber veriyor.


Tekfirin Hakikati 161

Gördüğün gibi Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), hakkında

kötü konuşmalarından ve ona küfretmelerinden ötürü öldürmüş

olmalarını öldürenleri azarlamaya veya cezalandırmaya mani kabul

etmiştir. Ama burada önemli bir hususa dikkat etmek lazımdır. Öldürenin

doğru konuştuğunu nereden bileceğiz? Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’in adamı mazeretinde tasdik etmesini, konuştuğunun

doğruluğunu kendisine vahyedilmiş olmasıyla izah edebiliriz. Ama

ondan (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sonrakiler için nasıl ispat edeceğiz?

Eğer herkese Allah’a, Rasûlü’ne, din ve din ehline küfredeni şer’î

ispatını getirmeden öldürmek caizdir desek, bunu bahane ederek

erkek kadınını, kadın erkeğini, düşman düşmanını ve muhalif muhalifini

öldürecektir. Dolayısıyla bu tür vakıaları iki cihetten değerlendirmek

lazımdır: Bir, şer’an matlup olması açısından ve iki, vaki

olmuş olması açısından. Adam cariyesini veya diğeri Yahudi kadını

öldürmüştür. Kimse onlara bunu emretmemiştir. Bunu şahsi bir

sebepten dolayı da yapmamışlardır. Hatta iki olayda da öldürenler

öldürülenlerin kendilerine ihsanını itiraf ediyorlar ama Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’i incittiklerinden dolayı yapmışlardır. Bu sebebi

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hak bir mazeret olarak kabul

ediyor ve onları yaptıklarından ötürü kötülemiyor ama övmüyorda.

Hâlbuki aynı cariyenin veya Yahudi kadının yaptığı gibi onu inciten

ve ona küfreden ve bunun için öldürülmelerini talep ettiği başkaları

var. Mesela Yahudi Kab bin Eşref gibi. Onun için Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) “Kim Kab bin Eşref ’in hakkından gelecek? O Allah ve

Rasûlü’ne eza etmiştir!” dediğinde Muhammed bin Mesleme (radıyallahu

anhu) “Ben, ey Allah’ın Rasûlü! Onu öldürmemi ister misin?”

deyince Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Evet!” dedi. Sonra Muhammed

bin Mesleme (radıyallahu anhu) gitti ve onu öldürdü. Hadisi

İmam el-Buhari ve İmam Müslim “Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.

Veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Abdullah bin Atik ve

birkaç başka ensarı (radıyallahu anhum)’u Yahudi Ebu Rafi’yi öldürmek

için göndermiş olması gibi. Abdullah bin Atik (radıyallahu anhu) Ebu

Rafi’yi öldürdükten sonra merdivenden düşerek ayağını kırmıştır.

Medine’ye varip olanları Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e anlattıktan

sonra ona “ayağını uzat!” demiştir. Sonra Abdullah bin Atik


162

Tarık Ebu Abdullah

(radıyallahu anhu) şöyle devam ediyor: “Ben de ayağımı uzattım. Rasûlullah

ayağımı eliyle sıvazladı. Sanki ayağımdan hiç ağrı duymamışa

döndüm.” Kıssayı İmam el-Buhari ve İmam Müslim rahimehumallah

“Sahih”lerinde tahric etmişlerdir.

İlkler (âmâ adamlar) azarlanmadıkları gibi methedilmediler de

çünkü amellerinde bir ihlal var. Ama ikincilerin (Muhammed bin

Mesleme ve Abdullah bin Atik (radıyallahu anhuma) methedilmişlerdir

çünkü yaptıkları iş şer’an da matlup idi. Bunun için övülmeyi hak

ettiler.

Beşinci cihet: Bu durum fetva ehliyetine sahip olmayanın fetva

vermesine benzer. Bu da asıl itibariyle caiz değildir. İmam Ebu Ömer

İbn-i Abdilberr (rahimehullah) (Vefat H: 463) şöyle der: “Ulema, avamın

âlimleri taklid etmesi gerektiği hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Âlimlerin

ittifakıyla Allah-u Teâlâ’nın “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun” kavlinden

murad edilen avamdır. Ve nasıl ki âmânın kıbleyi tayin etmekte zorluk

çektiğinde kıbleyi tayin edebilecek birisini taklid etmesi gerekliyse, neyle

ve nasıl kulluk edeceğini bilemeyen ve anlayamayanın da âlimi taklid etmesi

gerekli olduğunda icma etmişlerdir. Ayrıca avamın fetva vermesinin caiz olmamasında

da ihtilaf etmemişlerdir. Bunun sebebi –Allah-u Âlem- helal ve

haram beyan etmekte ve ilim hakkındaki cahillikleridir.” 292

Ve İmam Ebu Davud (rahimehullah) hasen bir hadiste Ebu Hureyre

(radıyallahu anhu)’dan Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu

tahric etmiştir: “Bir kimseye ilimsiz olarak fetva verilirse

bu fetvanın günahı onu veren kimsenin üzerine olur.” 293

Ve İmam Ebu Abdullah İbn-i Kayyim (rahimehullah) şöyle der: “Kim

insanlara fetva vermeye ehil olmamasına rağmen fetva verirse günahkâr ve

âsidir.” 294

Ancak dinin aslından olan veya dinde apaçık olan mevzularda

şer’î hükme ikdam etmesi mazeretli kabul edilebilir. Ve yukarıda

292 Cami’u Beyani’l-İlmi ve Fazlihi, 989.sayfa. (Dar-u İbnu’l-Cevzi baskısı)

293 Sunen-u Ebi Davud, 3657.hadis

294 İlamu’l-Muvakkiin, 4.cüz/458.sayfa. (Daru’l-Hadis baskısı, h.1425)


Tekfirin Hakikati 163

geçtiği gibi müctehid seviyesine yükselmemiş ilim talebesi için de

söz konusu olabilir.

Ebu İshak eş-Şatibi (rahimehullah) şöyle diyor: “Şer’î hükümlerle mükellef

olanlar şu üç durumdan birisindedir:

Birincisi: Müctehid olması…

İkincisi: İlimden tamamıyla yoksun olan mukallid olması. Böylesine

muhakkak ona önderlik edecek bir önder, ona hükmedecek bir hâkim ve tabi

olacağı bir âlim lazım gelir…

Üçüncüsü: Müctehid seviyesine ulaşmamış olmasıyla beraber delili ve

durumunu anlayabilen ve hükmün dayanaklarını incelerken muteber tercihlerde

bulunabilecek bir fehme sahip olan bir konumda olması. Böylesinin

tercihine ve görüşüne ya itibar edilir veya edilmez. İtibar edersek bu cihette

müctehid gibi olmuştur… Ama eğer itibar etmezsek o zaman avam derecesine

döner…” 295

Ama eğer sahabe (radıyallahu anhum)’dan gelen, Ali (radıyallahu anhu)’nun

kendisine rab ve ilah diye itikad edenleri yaktırması gibi veya

Muhacir bin Ebi Umeyye (radıyallahu anhu)’nun Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem)’e küfreden şarkıcı kadının elini kestirdiğini ve dişlerini

söktürdüğü gibi veya mü’minlerin annesi Hafsa (radıyallahu anha)’nın

kendisine büyü yapan cariyesini öldürtmesi gibi veya İbn-i Ömer (radıyallahu

anhuma)’nın kölesinin elini kestiğini ve zina ettiğinden dolayı

sopa vurduğu gibi veya mü’minlerin annesi Aişe (radıyallahu anha)’nın

kölesinin elini kestiği gibi veya Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in

kızı Fatima (radıyallahu anha)’nın zina eden cariyesine had uyguladığı

gibi bazı eserlerle delil getirecek olursan derim ki: Bu eserlerin hepsi

bizim tartıştığımız konunun dışındadır. Zira birincisi, söz ettiğin kişiler

bizzat fetva ehliyetine sahip olan kişilerdir veya böyle olmasalar

da fetva ehlinden sormuş olmaları muhtemeldir. Ali, İbn-i Ömer ve

Aişe (radıyallahu anhum) bu ümmetin en büyük müctehid imamlarındandır.

Hafsa (radıyallahu anha) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi

295 El-İtisam, 3.cilt/441,442.sayfa. (Mektebetu’-Tevhid baskısı)


164

Tarık Ebu Abdullah

ve Ömer (radıyallahu anhu)’nun kızıdır. Fatima (radıyallahu anha) ise Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’in habibesidir. Muhacir bin Ebi Umeyye

(radıyallahu anhu), Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşi Ummu Seleme

(radıyallahu anha)’nın kardeşi Velid’tir. Muhacir ismini ona Rasûlullah

(sallallahu aleyhi ve sellem) vermiştir. Hâdise vuku bulduğunda Ebu Bekir

(radıyallahu anhu) tarafından Yemame’ye gönderilmiş valiydi. Yaptığını

Ebu Bekir (radıyallahu anhu)’ya yazdığında Ebu Bekir (radıyallahu anhu) ona

cevap olarak “Eğer yaptığınla benim önüme geçmeseydin, ben sana

o kadını öldürmeyi emredecektim.” yazmıştır.

Ve ikincisi, efendinin köle üzerinde had cezalarını uygulaması

bahsimiz dışında bir konudur. Bu mevzuda da yukarıda geçtiği gibi

aslen sabit olan külli kaide (had cezalarının kadı makamından icra

edilmesi) mahsus bir alan için Şari tarafından mübah kılınmıştır. O

da efendinin köle üzerinde had cezalarını infaz etmesidir. Ama bu

bizim tartıştığımız konuyla alakalı değildir.

Hatime

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki senin tekfir ettiğin

Müslüman Allah indinde kâfir olmaz, Müslüman dediğin kâfir de

Müslüman olmaz. Bil ki sen, ananın çocuğundan kaçtığı, babanın

oğlundan kaçtığı, kadının kocasından kaçtığı, Allah’tan başka dostun

olmadığı o günde tek başına Rabbinin huzuruna getirileceksin.

Beraberinde sadece niyetin ve amellerin olacak. O gün Rabbini sana

şefkatli, merhametli ve bağışlayıcı bulursan ne mutlu sana. Ama sana

gazaplanmış, seni görmek istemeyen ve merhametinden uzaklaştıran

bir Rabbine kavuşursan vay haline.

Sakın ha unutma! Dünya imtihan diyarıdır. Fanidir. Ahirete intikal

muhakkaktır. Oradan dönüş yoktur. Dünyada ne yaptın, yaptın.

İyisiyle kötüsüyle. Her an seninle beraber olan kâtiplerin doldurduğu

amel defterin ortaya dökecek bütün yaptıklarını kuşkusuz. Dünyada

suluk ettiğin yol müstakim idiyse “İşte alın, okuyun kitabımı.

Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum” diyenlerden

olursun. “Artık o, hoşnut bir yaşayış içindedir. Yüksek bir cennette.

Devşirilecek meyveler yakındır. Geçmiş günlerde peşinen


Tekfirin Hakikati 165

işledikleriniz sebebi ile afiyetle yiyin, için” denilerden olursun.

Ama dünyada nefsine, heva ve şehvetine uyduysan, müstakim yolu

terk ettiysen “Keşke kitabım verilmeseydi ve keşke hesabımın ne

olduğunu bilmeseydim” diyenlerden olursun. Allah (celle ve âlâ) beni

ve seni kötü akıbetten korusun. O’nun merhametine nail olanlardan

kılsın.

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Bil ki seni senden hoşnut

olan Rabbine götürecek tek yol dinindir. Dinini sev, say, kolla ve güzelleştir.

Dininin en yüksek gayesi daima kulluğunu yalnız Allah (celle

ve âlâ)’ya sunman olsun. Rabbine itaat et ki tevhidin müstakim olsun.

Amacın daima insanları mahlûka kulluktan kurtarıp Halik’e kulluğa

kazandırman olsun. Dinini, Rabbini insanlara sevdirme ve insanları

Rabbine sevdirme vesilesi edin. Dinin Müslümanların, miskinlerin,

mazlumların ve çaresizlerin sığınabileceği merhamet ve şefkat

kanatların olsun. Ama Rabbine asi olanlara, azgınlara, zalimlere ve

mücrimlere karşı dinin şiddetli ama adil, tavizsiz ama insaflı bir kılıç

gibi keskin olsun. Bunun için hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet’ten ayrılma.

Bil ki, Kur’an ve Sünnet’ten ayrılmamanın tek yolu, sahabeyi

ve sahabeye marufta tabi olmuş olanları izlemektir. Ehl-i Sünnet ulemasını

baban gibi, hatta babandan fazla say ve sev. Sakın ağzın onlara

karşı azgın olmasın. Dikkat et! Âlimlerin eti zehirlidir. Ama onları

masum da bilme. Her beşerin sözü kabul ve redde açıktır. Sadece

Allah’ın Rasûlü Muhammed (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem)’in sözü değil.

Ve bil ki, şu zaman Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “İslam garip

başladı ve tekrar garip olacak. Ne mutlu o garipler için” diyerek

haber verdiği zamandır. Kur’an ve Sünnet’i anlamakta ve yaşamakta

kendine selefi imam edinirsen bil ki, gurbetin kaçınılmazdır. Ne

mutlu sana! İnsanlar “Kimlerdir onlar, ya Rasûlallah?” diye sorduklarında

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) garipleri şöyle tarif etmiştir:

“Onlar, insanlar bozarken düzeltenlerdir.” 296 Evet, değerli kardeşim.

İnsanların işi gücü bozmak, ifsat etmek iken Rasûlullah (sallallahu aleyhi

ve sellem)’in övdüğü gariplerin derdi düzeltmektir, ıslah etmektir. Senin

yolun bu olsun!

296 İmam Muslim, Ahmed, Tirmizi ve başkaları tahriç etmişlerdir.


166

Tarık Ebu Abdullah

Bil ki, cehenneme çağıranların sayısı çokça fazladır. Dikkat et! Bir

kısmı müstakim yolun bazı köşelerini tutmuş ve buradan hak yolun

yolcularına davetlerini işittirmeye çalışıyorlar. Bunun için bid’at

ehlini terk et. Onlarla oturup kalkma. “Kişi dostunun dini üzeredir.

Şu hâlde, biriniz kimi dost edindiğine baksın.” 297 buyuruyor.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Risaleti ancak âlemlere rahmet olan

ve kıyamete kadar kılıçla gönderilmiş olan Nebi’nin ve onun dostlarının

yolunu yol edinmişlerle dost ol ki onlar (Nebi ve dostları) ve

onların dostları da seni dost edinsinler. Bunun için Rabbine iltica et.

Seni hidayet etsin ve dostlarını sana dost kılsın. Allah (celle ve âlâ)’nın

dinine kalbinle, dilinle ve elinle sahip çık ki O da sana yardım etsin

ve ayaklarını sabit kılsın:“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a yardım

ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Münkere ve ehline bilumum

ve küfre ve ehline bil husus buğz et, onları ve küfürlerini yalanla ve

reddet. Dilinle inkâr et. Gücün yetiyorsa elinle inkâr et. Bil ki imanın

gerektirdiği ve arzuladığı ve Rabbinin emrettiği budur. Kâfire karşı

küfrünü haykırmak senin yaratılış gayenin ta kendisidir. “De ki: Ey

kâfirler! İbadet etmem o ibadet ettiklerinize. Siz de ibadet edenlerden

değilsiniz benim ibadet ettiğime. Hem ben ibadet etmem

sizin ibadet ettiklerinize. Hem de siz ibadet eden değilsiniz benim

ibadet ettiğime. Size dininiz ve bana dinim.” Kimsenin kınamasından

korkma. Bil ki sesin ne kadar gür çıkıyorsa ve elin ne kadar ağır

iniyorsa Rabbin katında değerin de o kadar olacaktır. “Muhammed

Allah’ın Rasûlüdür. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı

şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken

secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde

secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.

İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış,

gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş

bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah

böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.

Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat

etmiştir.”

297 İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları tahriç etmiştir.


Tekfirin Hakikati 167

Değerli ve aziz Müslüman kardeşim! Müslüman kardeşini sev,

ona merhamet ve şefkat et. Teslim olduğu Rabbi ve tabi olduğu Nebi

hürmetine ona karşı bağışlayıcı ve affedici ol. Kardeşin için zilletin,

Rabbin katında izzetin olduğunu bil! Onun kanı, malı ve iffeti sana

haram kılınmıştır. Bunlara elini uzatman elini ateşe uzatmandır. Sakın

ha seni bu hususta bid’atçiler saptırmasın! Yoksa sana haram olanı

helal görürsün ve kaybedenlerden olursun. Özellikle bir kişinin

kanının, malının ve iffetinin helal kılınması senin işin olmasın. Eğer

ahirette seni neyin beklediğini bilsen, inan bana, bu işe karışmak istemezsin.

Bırak, şer’î hükümleri beyan etmekle mükellef olanlar bu

işi yapsın. Senin işin zikir ehline sormak ve tabi olmak olsun. Allah

için, sana söylüyorum sevgili din kardeşim, tekfir çok çetin bir iştir.

İki yüzü bilenmiş keskin kılıç gibidir. Yüzleştiğin kâfir ise onun kafasını

keser ama değilse senin kafan gider. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve

sellem) “Kim bir mü’mini haksız yere kâfirlikle suçlarsa, işte bu onu

öldürmek gibidir.” 298 buyuruyor. Bir mü’mini kasten öldürmenin cezası

ebedi cehennemdir. Allah (azze ve celle) “Kim bir mü’mini kasten

öldürürse cezası, içinde ebedi olarak kalacağı cehennemdir. Allah

ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”

buyuruyor. Ayetin tevili var, lakin bak sevgili kardeşim, Rabbim

bana ve sana merhamet etsin, mü’mini kasten öldürmek Allah katında

ne kadar büyük bir cerimedir. Pekâlâ, tekfir hükmü çıkarmaya

ehil olmayan birisinin kardeşini haksız yere tekfir etmesi ne kadar

muhtemeldir? Şu yazdığım risaleyi okudun. Allah için söyle ne kadarını

anladın? Sana getirdiğim lügavi ve usûli mevzuların ve ihtilafların

kaçını biliyordun? … Ne kadar muhtemeldir? Ben sana cevap

vereyim: Yüzde yüz muhtemeldir.

Bunun için değerli kardeşim, önce kendime sonra sana nasihatim,

şer’î hüküm olarak tekfir çok çetin bir iştir. İlmî ve ahlaki ehliyet

ister. Çünkü mes’uliyeti çok büyüktür. Bir insanın kanını, malını ve

ırzını helal kılmak basit bir şey midir? Allah için! Ama bu insanın

Allah katında hükmünün böyle olduğundan mutmain isen durum

farklıdır. Biz kâfirlerin kanını akıtmayı Allah’a yaklaştıran en büyük

gayelerden biliriz. Fakat Müslüman kanı… kardeş kanıdır.

298 İmam Buhari ve başkaları tahric etmiştir.


168

Tarık Ebu Abdullah

“Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Müslüman müslümanın

karde şidir. Ona zulmetmez. Onu yardımsız bırakmaz. Onu tahkir

etmez. (Üç defa kalbine işaret ederek) Takva şuradadır. Kişiye kötülük

namına müslüman kardeşini tahkir etmesi kâfidir. Müslümanın

her şeyi; kanı, malı ve ırzı müslümana haramdır.” 299

Bunun için aziz din kardeşim, bil ki bu iş burada bitmez. Hayır

muhakkak ahirete intikal edecek. Bu işlere ilimsiz girmişsen ve

kardeşine haksızlık etmişsen hakiki Hak sahibinin senden hesap

sormasından korkmalısın. “Sen falan kulumu kâfirlikle suçladın,

canını, malını ve ırzını helal gördün, hâlbuki o Benim katımda Müslümandı”

denilirse nasıl cevap vereceksin? “Ey Rabbim, ben cehaletimi

itiraf ettim, falan kişiyi Kur’an ve Sünnet’le konuşur buldum,

zikir ehlinden gördüm, ilmine ve hilmine itibar ettim ve sözüne tabi

oldum” diyebilirsen kurtulmaya ümit edebilirsin; fakat “ben böyle

zannettim, böyle bildim” diyeceksen verdiğin cevabın kabul edilmeyeceğinden

korkmalısın. Kendi bildiğinin tek doğru olup, senin

bildiğinin dışında her şeyin yanlış olduğu görüşüne sakın kapılma.

Bu senin için bir felaket olur. Allah (subhanehu ve teâlâ)’dan sana hakkı

göstermesini niyaz et ve ilim ehliyle beraberlikte ısrarlı ol. Senin bu

ısrarın, tabi olduğun ilim sahiplerinde bir noksan varsa da sana hakkı

bulmaya ve hak ehliyle beraber olmayı sağlayacaktır, inşaAllah.

Ama ilim ehlinden ayrılır ve kendi başına yürümeye çalışırsan misalin,

zifiri karanlık olan bir mağarada ışıksız yolunu bulmaya çalışan

adamın misali olur. O zaman sağdan soldan gelen her hışırtıyı yırtıcı

hayvan zannedersin, ayağının girdiği her deliği uçurum görürsün,

ışık zannettiğin her pırıltıyı kurtuluş bilirsin.

Önce cehaletini itiraf etmelisin ki ilim edinebilesin. Bunun için

iki kişi ilim edinemez derler; kibirli olan ve çok utangaç olan. Her şey

sadece senin bildiğin gibi değildir. Sana çok basit bir örnek vereyim:

Müslüman halkın muazzam ekseriyeti Kur’an’ı sadece kendi bölgelerinde

ve kendi ellerinde bulunduğu şekil üzere bilirler. Kur’an Allah’ın

kelamıdır. Bir harfi, bir sesi değişmez derler. Hatta bunun için

tartışırlar ve belki dövüşürler ama bildiklerinden kesinlikle taviz

299 İmam Müslim, Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud ve başkaları tahric etmiştir.


ي

ن

ي

Tekfirin Hakikati 169

yev- (maliki ‏”مَ‏ لِكِ‏ يَوْ‏ مِ‏ الد

vermezler. Çünkü zanlarına göre ancak bu doğrudur ve doğru olabilir.

“Ne yani birden fazla Kur’an mı var?” derler. Türkiyeli Müslü-

مَ‏ الِكِ‏ يَوْ‏ مِ‏ “ Sûresi’nin manlar ve dünyada Müslümanların çoğu Fatiha

(maaliki yevmid’din) ayetinin maaliki kelimesini mim harfini ِّ ‏”الد‏

ِّ ن‏ “ ayeti asli med ile okurlar. Birisinin bu

mid’din) maliki kelimesinin mim harfi asli medsiz okuduğunu duysalar

“Bak, Kur’an’ı yanlış okuyor” derler. Hatta belki düzeltmeye

çalışırlar. Okuyan, biz böyle okuyoruz, bu da sahih kıraatlerdendir,

dese onların “Yok böyle bir şey. Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Siz

yeni bir din mi getirmeye çalışıyorsunuz?” diyeceklerini duyacaksın.

Hâlbuki bu itirazcılar bugün Müslüman halkın içinde okunmakta

olan sahih kıraatlerden sadece birisini biliyorlar fakat her şeyi bildiklerini

zannediyorlar. Karşı tarafı yanlış okumakla hatta fazlası, yeni

din getirmek, fitne vs. şeylerle suçluyorlar.

Kendileri için ise yanlış olma ihtimalini dahi vermiyorlar. Kendilerinden

eminler. Fakat bu emin olmaları neye dayanıyor? İlme dayanmadığı

kesin. İlme dayansaydı yukarıda geçen ayeti halk içinde

okunan kıraatlerden Nafi kıraatinin iki ravisi Verş ve Kalun ve Ebu

Amr kıraatin iki ravisi ed-Duri ve es-Susi asli medsiz okuduklarını

bilirlerdi. Bırak bunu, dayandıkları ilim olsaydı en azından kendi

okudukları kıraatin Asim kıraatinin Hafs rivayeti olduğunu bilirlerdi.

Hayır, kendilerinden emin oluşları sadece kibirlerindendir. Her

şeyi bildiklerini zannetmelerinden ama hakikatte çok az bilmelerindendir.

Bunun için sana söylüyorum aziz kardeşim, yolun bu kibirli

cahillerin yolu olursa hakkı bulamazsın. Ama kalbini hakka açarsan,

görüşe taassup değil, selefin fehimiyle Kur’an ve Sünnet olursa menhecin

ve Rabbine daima iltica edersen seni hidayet etmesi için, itaat

edersen Rabbine küfür ve ehlini inkâr ederek, İslam ve ehlini de severek,

bulacaksın muhakkak hakkı ve ehlini, bunda hiç şüphe yok.

Çünkü Rabbin sana şöyle vaat ediyor: “Ama bizim uğrumuzda

cihad edenleri elbette kendi yollarımıza hidayet edeceğiz. Hiç şüphe

yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”


170

Tarık Ebu Abdullah

Allah (celle ve âlâ) beni de seni de rızasına hidayet etsin ve şeytanın

tuzaklarından himaye etsin. Allah’a hamd olsun ve salât ve selam Allah’ın

Rasûlü ve Halili Muahmmed’e ve ehli beytine ve ashabına olsun.

“Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı

yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak

bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere

yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün

yetmeyeceği yükü de yükleme! Bizi bağışla, bizi mağfiret et, bize

rahmet et! Sensin bizim Mevlamız. Bizi kâfir kavimlere karşı destekle.”

Rabbinin mağfiretine, merhametine ve rızasına muhtaç kulu.

Tarık Ebu Abdullah

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!