İsim ve Sıfat Tevhidi
Mektebe -> Kitablarımız -> İsim ve Sıfat Tevhidi (Ömer Faruk)
Mektebe -> Kitablarımız -> İsim ve Sıfat Tevhidi (Ömer Faruk)
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong><br />
TEVHİDİ<br />
Ömer Faruk
- İÇİNDEKİLER -<br />
Mukaddime 4<br />
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong>’nin Tarifi 6<br />
Tarifte Geçen Kavramların Anlamları 6<br />
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>larda Kaideler 12<br />
1) Allah’ın <strong>İsim</strong>leri Hakkında Kaideler 14<br />
2) Allah’ın <strong>Sıfat</strong>ları Hakkında Kaideler 22<br />
3) Allah’ın <strong>İsim</strong>lerinin <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>larının Delilleri<br />
Hakkında Kaideler 34
بِسْ<br />
ِ ِ<br />
ِ ِ الرَّ حْ نِ الرَّ حِ ي<br />
MUKADDİME<br />
Bilindiği üzere tevhid, Ulûhiyyet tevhidi, Rubûbiyyet<br />
tevhidi <strong>ve</strong> <strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> sıfatlar tevhidi olmak üzere üç kısımdan<br />
oluşur. 1 Birazdan tarifi yapıldığında da görülecektir<br />
ki, aslında Rubûbiyyet tevhidi ile <strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> sıfatlar<br />
tevhidi arasında bir fark yoktur. Bu sebeple ki selef ’ten,<br />
tevhid’i “marifet <strong>ve</strong> ispat tevhidi” -ki bu kısım, Rubûbiyyet<br />
<strong>ve</strong> <strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar tevhidi’nin karşılığındadır- <strong>ve</strong><br />
“talep <strong>ve</strong> kast tevhidi” -ki bu kısım ise Ulûhiyyet tevhidi’nin<br />
karşılığındadır- diye ikiye böldükleri aktarılmıştır.<br />
Ancak, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimleri <strong>ve</strong> sıfatları<br />
hususunda bidat fırkaları tarafından bir takım batıl görüşler<br />
ileri sürülünce, özellikle onların bu mevzudaki<br />
görüşlerini reddetmek amacıyla İslam âlimleri, isim <strong>ve</strong><br />
sıfatlar tevhidini ayrı bir kısım olarak addedip tevhid’i<br />
üç kısma ayırmışlardır. İşte bizler de bu yazıda, Allah<br />
1. Detaylı bilgi için “Gençlerle Tevhid Dersleri’ne müracaat ediniz.<br />
04
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin isim <strong>ve</strong> sıfatları hakkındaki günümüzde<br />
de halen varlığını sürdüren bu batıl görüşlere değinerek,<br />
diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de<br />
Kur’ân, sahih sünnet <strong>ve</strong> salih selefimizin fehmini (anlayışını)<br />
esas alan Ehl-i Sünnet âlimlerimizden öğrendiğimiz<br />
kadarıyla bu görüşlerin hakka aykırı olduğunu<br />
ispatlayıp nasıl bir itikada sahip olunması gerektiğini<br />
açıklamaya <strong>ve</strong> bunun dışında Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
isimleri <strong>ve</strong> sıfatları ile ilgili başka konulardan da bahsetmeye<br />
gayret edeceğiz.<br />
<br />
05
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong>’nin<br />
Tarifi<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin, Kitabında <strong>ve</strong>ya Rasûlü’nün<br />
diliyle kendisini isimlendirdiği <strong>ve</strong> vasıfladığı şeylerde<br />
(yani Kur’ân’da <strong>ve</strong> sahih sünnet’te geçen isimlerinde <strong>ve</strong><br />
sıfatlarında), tahrîf, ta’tîl, temsîl <strong>ve</strong> tekyîf olmaksızın<br />
bir olduğuna, hiçbir ortağının olmadığına inanmaktır.<br />
Tarifte Geçen Kavramların<br />
Anlamları<br />
1) Tahrîf: <strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> sıfat naslarının lafız <strong>ve</strong> manalarını<br />
asıllarından çıkartıp değiştirmektir. Buna göre tahrîf<br />
iki kısma ayrılır:<br />
a) Lafız Tahrîfi: Bunun bir örneği, Cehmiyye ekolüne<br />
mensup bazı kimselerin, “Allah Musayla konuştu”<br />
(Nisâ, 164) âyetini, hareke değişikliği yaparak “Musa Allah’la<br />
konuştu” (yani Allah Musa ile konuşmadı) anlamına<br />
getirmeleridir.<br />
06
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
b) Mana Tahrîfi: Bunun manası; lafzı, asıl/zahir<br />
(ilk olarak anlaşılan) anlamından -ki ileride zahir anlam<br />
üzerinde durulacaktır- başka bir manaya değiştirmektir.<br />
Cehmiyye, Mu’tezile, Eş’arî <strong>ve</strong> Mâturîdîler’in<br />
yaptığı gibi, “(Allah): Ey İblis! Seni iki elimle yarattığıma<br />
secde etmenden alıkoyan şey nedir?...” (Sâd, 75) âyetinde<br />
geçen “iki el” ifadesini nimet <strong>ve</strong>ya kudret diye manalandırmak,<br />
-izah edileceği üzere- mana tahrîfi’nin bir<br />
misalidir.<br />
Kimi ilim ehli, tarifte geçen “tahrîf… olmaksızın”<br />
ifadesi yerine “te’vîl… olmaksızın” ifadesini kullanmışlar<br />
<strong>ve</strong> bununla, sahih <strong>ve</strong> batıl tevil diye iki kısmından<br />
biri olan <strong>ve</strong> mana tahrîfi’nin anlamdaşı olan batıl te’vil’i<br />
kastetmişlerdir. 2<br />
2) Ta’tîl: <strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> sıfatları, tahrîf ederek <strong>ve</strong>ya etmeyerek<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında olumsuz kılmaktır.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isim <strong>ve</strong> sıfatlarında ta’tîl yapanlara<br />
“Muattıla” denir.<br />
2. İbn Useymîn (rahimehullah) “Şerhu’l Akîdeti’l Vâsıtıyye” adlı eserinde,<br />
tahrîf kavramını kullanmanın daha doğru olduğuna dair<br />
dört sebep zikretmiştir.<br />
07
Tahrîf <strong>ve</strong> Ta’tîl arasındaki fark: Aradaki farkı bir<br />
örnek üzerinden açıklayalım; “Rahman arşa istiva etti”<br />
(Tâhâ, 5) âyetini zahir anlamından (yani Allah’ın, arşın<br />
üzerine yükselip orada karar kılması anlamından)<br />
soyutlamak ta’tîl, bunun akabinde âyeti, Cehmiyye,<br />
Mu’tezile, Eş’arî <strong>ve</strong> Mâturîdîler’in yaptığı gibi ‘Allah<br />
arşı istîlâ etti/egemenliği altına aldı’ şeklinde anlamlandırmak<br />
ise tahrîftir. Birisi de bu âyet hakkında;<br />
“E<strong>ve</strong>t, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) arşa istiva etmiştir, ama bunun<br />
ne anlama geldiğini bilmiyorum; bu âyete ne zahir anlamını<br />
<strong>ve</strong>riyorum, ne de “istîlâ etti” vb. zahir anlamına<br />
aykırı bir anlam <strong>ve</strong>riyorum, manasını Allah’a (azze <strong>ve</strong><br />
celle) havale ediyorum” derse, bu kimse zahir bir anlamı<br />
başka bir anlamla değiştirmediğinden ötürü tahrîf<br />
yapmamış olmakla beraber, zahir anlamı Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle) hakkında olumsuz kılması nedeniyle ta’tîl yapmış<br />
olur. 3 Yani ta’tîl tahrîften daha geneldir. Her tahrîf bir<br />
ta’tîl’dir, ama her ta’tîl tahrîf değildir.<br />
3) Temsîl: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatının <strong>ve</strong>ya sıfatlarının<br />
mahluklarınki gibi olduğuna inanmaktır. Örneğin,<br />
Allah’ın işitmesi biz insanların işitmesi gibidir”,<br />
<strong>ve</strong>ya “Allah’ın eli bizim elimiz gibidir” demek gibi. Al-<br />
3. Bu düşünceye sahip olan kimselere Muattıla denmekle birlikte<br />
aynı zamanda “Mufavvida” diye de isimlendirilirler.<br />
08
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
lah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isim <strong>ve</strong> sıfatlarında Temsîl yapanlar<br />
“Müşebbihe” <strong>ve</strong> “Mümessile” diye isimlendirilmiştir. 4<br />
4) Tekyîf: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi herhangi bir mahluka<br />
benzeterek <strong>ve</strong>ya benzetmeyerek onun zatını <strong>ve</strong>ya sıfatlarını<br />
belli bir bir ölçüye koymaktır/nitel endirmektir<br />
(bunların keyfiyetini zikretmektir). Örneğin, “Allah<br />
gecenin son üçte birinde dünya semasına şöyle şöyle iner”<br />
demek gibi. Keza Râfizî Hişam İbnu’l Hakem’in tabileri<br />
olan Hişâmîler’in; “Allah’ın uzunluğu eni gibidir” 5 sözleri<br />
de tekyif ’e <strong>ve</strong>rilecek bir örnektir.<br />
Burada şunu belirtmek gerekir; Bizler Ehl-i Sünnet<br />
olarak isim <strong>ve</strong> sıfatlarda tekyîf yapmayız, ancak bunun<br />
anlamı, mutlak anlamda keyfiyeti olumsuz kılmak değildir.<br />
4. Kimi âlimler, tarifte geçen “temsîl” kelimesinin yerine “teşbîh”<br />
ifadesini kullanmışlardır. Ancak temsîl kavramını kullananlarla<br />
teşbîh kavramını kullananlar aynı anlamları kastetmişlerdir.<br />
Bununla birlikte bu kavramlar arasında şöyle ince bir fark vardır;<br />
Temsîl, Allah’ın bir sıfatıyla mahluk’un bir sıfatı arasında<br />
her yönden benzetme yapmaktır. “Allah’ın eli tamamiyle/her<br />
yönüyle filin eli gibidir” demek gibi. Teşbîh ise, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
ile mahluk’un sıfatları arasında bazı yönlerde benzetme yapmaktır.<br />
(Bkz: ez-Zinâd fî Şerhi Lum’ati’l İ’tikâd, Ali b. Hudayr<br />
el-Hudayr, sy:6)<br />
5. Bkz: Makâlâtu’l İslâmiyyîn, Ebu’l Hasen el-Eş’arî, sy:31.<br />
09
Örneğin, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin arşa istivasının bir<br />
keyfiyeti olduğuna inanırız. Zira herbir şey mutlaka<br />
bir keyfiyyet üzere olur. Ancak Allah (azze <strong>ve</strong> celle), bu<br />
istivanın nasıl olduğunu bize bildirmediği için bunu<br />
bilemeyiz.<br />
Tekyîf ile Temsîl arasındaki fark: Tekyîf temsîlden<br />
daha geneldir. Her temsîl bir tekyîftir. Çünkü Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatını mahluka benzeten biri, otomatikmen<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatını keyfiyetlendirmiş<br />
olur. Ancak her tekyîf temsîl değildir. Zira her tekyîf ’de<br />
mahluka benzetmek yoktur.<br />
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> sıfatlar tevhidi’nin ne anlama geldiğini bildikten<br />
sonra, tevhid’in bu kısmının şu iki asıl üzerine<br />
bina edildiğini söyleyebiliriz:<br />
1) Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi, mahluklara benzemekten,<br />
-başka bir tabirle- noksan sıfatlardan tenzih etmektir.<br />
Örneğin, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi, azâlarının, uzunluğunun,<br />
eninin, derinliğinin, tadının, kokusunun (yani cisimlerden<br />
bir cisim) 6 olmasından tenzih etmek <strong>ve</strong>ya ağla-<br />
6. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin, cisimlerden bir cisim olduğuna; uzunluğunun,<br />
eninin, derinliğinin, tadının <strong>ve</strong>ya kokusunun olduğuna<br />
itikad edenlere “Mücessime” denilmektedir.<br />
10
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
mak, üzülmek, acıkmak, susamak gibi sıfatlarla vasıflamamak.<br />
2) Kendisinde hiçbir eksiklik bulunmayan kâmil/<br />
kemal sıfatları Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında ispat etmek/<br />
olumlu kılmaktır.<br />
Şûrâ sûresinin meşhur 11. âyeti, bu iki asla da delalet<br />
etmektedir:<br />
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَ ْ ءٌ وَهُوَ السَّ مِيعُ الْبَصِ ريُ<br />
“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitendir,<br />
her şeyi bilendir.” 7<br />
<br />
7. İlk cümle ilk maddeye, ikinci cümle de ikinci maddeye delalet<br />
etmektedir.<br />
11
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>larda Kaideler 8<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isim <strong>ve</strong> sıfatları hakkında<br />
üzerlerinde duracağımız kaideler, -birazdan da görüleceği<br />
gibi- ya Kur’ân <strong>ve</strong>ya sünnetin delalet ettiği, ya da<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’e kesinlikle aykırı düşmeyen kaidelerdir.<br />
Ve bu kaideler, Ehl-i Sünnet’in isim <strong>ve</strong> sıfatlar<br />
konusundaki inancını ortaya koyan kaideler olmakla<br />
birlikte aynı zamanda birçoğu, Ehl-i Sünnet inancına<br />
aykırı görüşlere de cevap niteliğindedir.<br />
Bizler bu kaidelerin bir kısmını zikredeceğiz. Ve bu<br />
kaideleri, “Allah’ın <strong>İsim</strong>leri Hakkında Kaideler”, “Allah’ın<br />
<strong>Sıfat</strong>ları Hakkında Kaideler” <strong>ve</strong> “Allah’ın <strong>İsim</strong>lerinin<br />
<strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>larının Delilleri Hakkında Kaideler”<br />
8. Buradan risalenin sonuna kadar ki bölüm, daha çok İbn<br />
Useymîn’in “el-Kavâidu’l Muslâ” isimli eseri <strong>ve</strong> onun şerhleri<br />
olan “el-Mücellâ Şerhu’l Kavâidi’l Muslâ” <strong>ve</strong> “Şerhu’l Kavâidi’l<br />
Muslâ” adlı kitaplardan <strong>ve</strong> yine İbn Useymîn’in “Şerhu’l Akîdeti’l<br />
Vâsitıyye” eserinden <strong>ve</strong> Ali b. Hudayr el-Hudayr’in “ez-<br />
Zinâd fî Şerhi Lum’ati’l İ’tikâd” isimli kitabından istifade edilerek<br />
hazırlanmıştır.<br />
12
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
şeklinde üç başlık altında ele alacağız. Buna geçmeden<br />
önce ilk olarak, “Allah’ın <strong>İsim</strong>leri” <strong>ve</strong> “Allah’ın <strong>Sıfat</strong>ları”<br />
ifadelerinin ne anlama geldiğini açıklayalım:<br />
Allah’ın <strong>İsim</strong>leri: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatına delalet<br />
eden <strong>ve</strong> ona ait kâmil/kemal sıfatları içeren kelimelerdir.<br />
El-Hakîm ismi gibi.<br />
Allah’ın <strong>Sıfat</strong>ları: Allah ile kâim/var olan kemal<br />
özelliklerdir. Hikmet sıfatı gibi.<br />
<br />
13
1) Allah’ın <strong>İsim</strong>leri Hakkında<br />
Kaideler<br />
1. Kaide: Allah’ın bütün isimleri en güzelidir: Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) şöyle buyurmaktadır:<br />
وَلِلَّهِ الْ َسْ مَ ءُ الْحُسْ نَى<br />
“En güzel isimler Allah’ındır…” (A’râf, 180)<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bütün isimleri, kendisinde<br />
hiçbir eksiklik bulunmayan kâmil sıfatları içerdiği için<br />
en güzel isimlerdir. Örneğin, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin “el-<br />
Hayy” (diri olan) ismi, öncesinde yokluğun olmadığı,<br />
sonrasında da yokluğun olmayacağı kâmil bir hayat<br />
sıfatını içermektedir. Yine “el-Alîm” (bilen) ismi, öncesinde<br />
bilmemenin olmadığı, sonrasında da unutmanın<br />
peyda olmayacağı, bütün her şeyi kuşatan bir ilim sıfatını<br />
içermektedir.<br />
14
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
2. Kaide: Allah’ın isimleri hem özel isimdir hem<br />
de sıfattır: Yani Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimleri, Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatına delalet etmesi itibarıyla özel isimdir.<br />
Bu itibarla isimlerin hepsi eş anlamlıdır. İçerdiği<br />
manalara/sıfatlara delalet etmesi itibarıyla ise sıfattır.<br />
Zira bütün isimler kendi özel manalarına/sıfatlarına<br />
delalet eder. Bu itibarla da bütün isimler ayrı anlamdadır.<br />
Örneğin el-Azîz, er-Rahmân <strong>ve</strong> el-Kadîr isimlerinin<br />
hepsi, sadece Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatına delalet<br />
etmesi yönüyle özel isimlerdir <strong>ve</strong> dolayısıyla bu itibarla<br />
hepsinin anlamı aynıdır. Ancak bu isimlerden herbiri<br />
sırasıyla; izzet, rahmet <strong>ve</strong> kudret sıfatlarını içerisinde<br />
barındırmaktadır. Buna göre de bu isimlerin hepsi ayrı<br />
anlamdadır.<br />
Bu kaide, Mu’tezile’nin isim <strong>ve</strong> sıfatlar meselesindeki<br />
görüşünü reddetmektedir. Onlar, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
isimlerini kabul edip sıfatlarını kabul etmezler.<br />
Yani Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimlerinin hiçbir manaya<br />
delalaet etmeyen özel isimler olduğuna inanırlar! Örneğin<br />
derler ki; “Allah Basîr’dir (görendir), ancak görmesi<br />
yoktur. Semî’dir (işitendir), ama işitmesi yoktur.<br />
Rahîm’dir (merhamet edendir), ama rahmeti yoktur!” 9<br />
9. Mu’tezile’yi böyle bir görüşü savunmaya iten sebeplerden biri,<br />
“sıfatın fazla olmasının zatın (ilahların) da fazlalığını gerektir-<br />
15
Ancak onların cumhuru bunu şöyle izah ederler: “Örneğin,<br />
Allah Semî’dir (işitendir), ama işitme sıfatıyla<br />
Semî’ değildir. Basîr’dir (görendir) ama görme sıfatıyla<br />
Basîr değildir. Allah zatıyla Semî’dir, zatıyla Basîr’dir.<br />
Yani Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin işitme <strong>ve</strong> görme sıfatı yoktur,<br />
fakat Allah zatıyla Semî’dir, Basîr’dir.” 10 Bu batıl bir görüştür.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle) şöyle buyurmaktadır:<br />
وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِ يمُ<br />
“…O Ğafûr’dur (bağışlayandır), Rahîm’dir (rahmet<br />
edendir).” (Ahkâf, 8)<br />
diği”ne inanmalarıdır. Mesela onlara göre Allah hakkında dört<br />
sıfat ispat eden biri dört tane ilah ispat etmiş demektir! Çünkü<br />
zâtî (yani hiçbir zaman Allah’tan ayrılmayan, her zaman Allah’da<br />
olan) sıfatlar kadîm’dir/ezelîdir/başlangıcı yoktur. Dolayısıyla<br />
zâtî sıfatları kabul etmek birden çok kadîm’in (yani ilahın)<br />
olduğunu (teaddudu’l kudemâ/kadîmlerin çokluğu) söylemektir<br />
ki bu da şirktir! Onların, bu sapık düşüncelerine gerekçe olarak<br />
ileri sürdükleri bir başka neden de, sıfatları kabul etmenin<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi mahluka benzetmeyi gerekli kıldığına inanmalarıdır.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi mahluka benzetmek ise şirktir.<br />
Yani onlara göre tevhid, sıfatları kabul etmeksizin Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle)’yi zatında birlemektir! Mu’tezile’nin, meşhur beş esasından<br />
biri olan “tevhid” esası ile kastettiği de işte budur.<br />
10. Bkz: el-Milel <strong>ve</strong>’n Nihal, Şehristânî, sy:38-39.<br />
16
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ<br />
Başka bir âyette de şöyle buyurur: “Senin rabbin<br />
Ğafûr’dur, rahmet sahibidir...” (Kehf, 58)<br />
Dikkat edilirse ilk âyette Rahîm ismi Ğafûr isminden<br />
sonra zikredilmiştir. İkinci âyette ise Ğafûr isminden<br />
sonra Rahîm isminin sıfatı olan “rahmet” sahibi<br />
ifadesi gelmiştir. Bu da gösteriyor ki, Rahîm olan Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) rahmet sıfatına sahiptir. 11 Dolayısıyla bizler<br />
Mutezile’nin dediği gibi sıfatları kabul ederek Allah ile<br />
beraber başka kadîmler (yani ilahlar) kabul etmiş olmuyoruz.<br />
Bizler bütün sıfatlarıyla birlikte tek bir ilah<br />
kabul ediyoruz.<br />
3. Kaide: Allah’ın isimleri tevkîfîdir (durdurulmuştur):<br />
Bunun anlamı şudur; Allah (azze <strong>ve</strong> celle), Kitap<br />
<strong>ve</strong> Sünnet’te gelmemiş isimlerle isimlendirilemez. Manasında<br />
bir sorun olmasa bile bu caiz değildir. Kitap<br />
<strong>ve</strong> Sünnet’te gelen isimlerle yetinilir. Örneğin, Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’ye dua ederken; “Yâ Alîm” deriz, ancak “Yâ<br />
Ârif ” (bilen) diyemeyiz. “Ya Hakîm deriz, ancak “Yâ<br />
Mühendis” diyemeyiz. Yine Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi “el-Ev-<br />
11. Buna benzer başka âyetlerde vardır. Örneğin, Mücâdele 21, Zâriyât<br />
58, Fâtır 10. Bu âyetlerin hepsi birbiriyle bağlantılıdır.<br />
17
<strong>ve</strong>l” (başlangıcı olmayan) ismiyle isimlendiririz, ancak<br />
el-Ev<strong>ve</strong>l isminin anlamında “el-Kadîm” diyemeyiz.<br />
Keza Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi es-Semî’ isminin anlamına gelen<br />
Sâmi’ diye isimlendiremeyiz.<br />
Bu kaidenin doğruluğunu gösteren delillerden biri<br />
Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in şu duasıdır:<br />
ال أحيص ثناء عليك أنت كم أثنيت عىل نفسك<br />
“…Sana övgü sayamıyorum. Sen kendini nasıl övmüşsen<br />
öylesin.” (Müslim)<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi isimlendirmek de bir övgü olduğuna<br />
göre bu hadis gösteriyor ki, aklın, Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle)’nin isimleri hakkında bir yeri yoktur. Zira akıl,<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin hangi ismi hakettiğini idrak edemez.<br />
Eğer ki en güzel isimler Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnette geçen<br />
isimler ise, o halde aklın en güzel olarak düşündüğü<br />
isimler en güzel olmayıp “güzel” isimler olacaktır.<br />
Mu’tezile, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimlerinin tevkîfî<br />
olduğunu kabul etmemiştir. Onlara göre eğer Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle), herhangi bir ismin içerdiği anlamla vasıflı<br />
olup bu isim herhangi bir noksanlık da çağırıştırmı-<br />
18
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
yorsa, o halde Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi bu isimle isimlendirmek<br />
caizdir!<br />
4. Kaide: Allah’ın isimleri belli bir sayıyla sınırlı<br />
değildir: Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle dua etmiştir:<br />
أسألك بكل اسم هو لك سميت به نفسك أو أنزلته يف<br />
كتابك أو علمته أحداً من خلقك أو استأثرت به يف علم<br />
الغيب عندك<br />
“Kendisiyle nefsini isimlendirdiğin, <strong>ve</strong>ya kitap (lar)<br />
ında indirdiğin, <strong>ve</strong>ya kullarından herhangi birisine öğrettiğin,<br />
<strong>ve</strong>ya katındaki gayb ilminde tek elinde bulundurduğun<br />
sana ait olan bütün isimlerle senden istiyorum.” 12<br />
Hadiste geçen; “…gayb ilminde tek elinde bulundurduğun…”<br />
ifadesi, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bazı isimlerinin<br />
kullar tarafından bilinmediğini göstermektedir.<br />
Şâyet; “Bu kaide ile Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in;<br />
“Allah’ın 99 ismi vardır. Her kim bu isimleri sayarsa<br />
cennete girer.” 13 hadisini nasıl birleştireceğiz.” denilirse<br />
12. Ahmed, Hâkim, İbn Hibbân.<br />
13. Buhârî, Müslim.<br />
19
una şöyle cevap <strong>ve</strong>rilir: Bu hadis’e yanlış mana <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />
Hadisin doğru manası; “Allah’ın, her kim ki<br />
saydığında cennete gireceği 99 ismi vardır.” şeklindedir.<br />
Hadis’e <strong>ve</strong>rilen bu manayla soruda <strong>ve</strong>rilen manası arasında<br />
fark vardır. Sorudaki mana, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
isimlerinin 99 sayısıyla sınırlı olduğuna delalet etmektedir,<br />
ancak burada <strong>ve</strong>rilen mana da ise 99 sayısıyla sınırlandırma<br />
söz konusu olmayıp, “saydığında kişinin<br />
cennete gireceği 99 ismi vardır” şeklinde bir anlam<br />
vardır. Bunu bir örnekle açıklayalım; Bir kimse; “Benim<br />
100 adet kitabım var. Bunları kursa vakfedeceğim”<br />
dese, bu kimsenin kitaplarının 100 adetle sınırlı olduğu<br />
anlaşılır. Ancak; “Benim kursa vakfedeceğim 100 adet<br />
kitabım var” dese, bu sözünden, onun toplam kitaplarının<br />
sayısının 100 olduğu sonucu çıkarılamaz.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isim <strong>ve</strong> sıfatları hususunda<br />
Mu’tezile’den daha da ileri gidip sıfatlarla birlikte isimleri<br />
de kabul etmeyen Cehmiyye ekolünün aşırıları<br />
şöyle demişlerdir: “Şâyet Allah’ın 99 ismi vardır deseydim<br />
99 ilaha ibadet etmiş olurdum.” 14 Hatta bunların<br />
başı olan Cehm b. Safvan şöyle demiştir: “Ben el-Vâhid<br />
olan, es-Samed olan Allah’a ibadet etmiyorum! Ben<br />
ancak bununla (yani bu isimlerle) kastedilene ibadet<br />
14. Fethu’l Bârî, İbn Hacer, 13/378.<br />
20
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
ediyorum!” 15 16 Bu düşünceleri sebebiyle âlimlerimiz,<br />
Cehmiyye <strong>ve</strong> Müşebbihe hakkında şöyle demişlerdir:<br />
“Cehmiyye yok olana ibadet eder. 17 Müşebbihe puta<br />
ibadet eder. 18 Muvahhidler ise tek olan ilaha ibadet<br />
ederler.”<br />
15. Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s Sünneti <strong>ve</strong>’l Cemâah, Lâlekâî, 2/240.<br />
Onları isim <strong>ve</strong> sıfatları kabul etmemeye <strong>ve</strong> böyle bir sözü söylemeye<br />
iten sebepler, Mutezile’nin ileri sürdüğü gerekçelerin aynısıdır.<br />
16. Sapıklığı son derece aşikâr olan bu görüş sahiplerine; “Ama Allah<br />
kendisi hakkında Semî’, Basîr vs. diyor!” denildiğinde buna<br />
kendilerince şöyle cevap <strong>ve</strong>rmişlerdir: “Bu isimlerle Allah’a işitme<br />
<strong>ve</strong> görmenin nisbet edilmesi, O’nun bu özelliklerle sıfatlanmış<br />
olması sebebiyle değil, O’nun, işiten <strong>ve</strong> gören mahlukları olması<br />
nedeniyledir. Bkz: Mecmûu Fetâvâ <strong>ve</strong> Rasâil, İbn Useymîn,<br />
8/23 (8. Cild, İbn Teymiyye’nin (rahimehullah) “el-Akîdetu’l Vâsitıyye”<br />
risalesinin şerhinden müteşekkildir.)<br />
17. Çünkü isim <strong>ve</strong> sıfatlardan soyutlu bir “varlık” -cansız bir varlık<br />
dahi olsa- bulunmamaktadır. Örneğin, sıradan bir kovanın<br />
uzunluk, genişlik, derinlik gibi sıfatları vardır. Veya bir taşın<br />
sertlik <strong>ve</strong> şekil gibi sıfatları vardır. O halde onlara göre Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin varlığı zihnî olup hâriç’te (zihnin dışında) Allah<br />
diye bir varlık yoktur. Zira dediğimiz gibi hâriç’teki bir varlığın<br />
kesinlikle bir sıfatı vardır.<br />
18. Zira Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi, yarattığı bir varlığa benzeten biri, hakikatte<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye ibadet etmemekte, zihninde tasavvur<br />
edip de Allah diye zanettiği o zihnindeki sûrete (yani puta) ibadet<br />
etmektedir.<br />
21
2) Allah’ın <strong>Sıfat</strong>ları Hakkında<br />
Kaideler<br />
1. Kaide: Allah’ın bütün sıfatları kemal sıfatlar<br />
olup hiçbir eksiklik içermez: İlim, görmek, işitmek,<br />
kudret, v.d. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bütün sıfatları, kendisinde<br />
en ufak bir noksanlığın dahi bulunmadığı kemal<br />
sıfatlardır. O (azze <strong>ve</strong> celle), ölmek, bilmemek, unutmak,<br />
aciz olmak, duymamak, görmemek gibi bütün noksan<br />
sıfatlardan münezzehtir.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bazı sıfatları vardır ki 19 bu sıfatlar,<br />
bazı yerlerde kemal iken bazı yerlerde ise noksandır.<br />
Bu durumda Allah (azze <strong>ve</strong> celle), kemal olduğu<br />
haliyle bu sıfatlarla sıfatlanır, noksanlık içerdiği haliyle<br />
ise bu sıfatlarla sıfatlandırılmaz. Yani ayrıntıya gitmeden<br />
ne mutlak anlamda bu sıfatlarla vasıflanır, ne de<br />
mutlak anlamda bu sıfatlar Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında<br />
olumsuz kılınır. Yapılması gereken ayrıntıya gitmektir.<br />
Tuzak kurmak, aldatmak (bkz: Nisâ, 142) <strong>ve</strong> alay etmek<br />
19. Ki bu sıfatlar -birazdan da tarifi yapılacaktır- fiilî sıfatlardandır.<br />
22
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
(bkz: Bakara, 14-15) sıfatları bu tür sıfatların örneğidir.<br />
Bu sıfatlar kimi zaman yerilen sıfatlar olmakla birlikte<br />
kimi zamanlar ise övülen sıfatlardır. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
Kur’ân’da bu sıfatları, kendisine, Rasûlüne <strong>ve</strong> müminlere<br />
tuzak kurma, onları kandırma <strong>ve</strong> onlarla alay etme<br />
eyleminde bulunan kimselere karşılık <strong>ve</strong>rme bağlamında<br />
zikretmiş, mutlak olarak/kayıtsız bir şekilde<br />
zikretmemiştir. Örneğin Allah (azze <strong>ve</strong> celle) buyurur ki:<br />
وَإِذْ يَ ْكُرُ بِكَ الَّذِ ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ<br />
وَيَ ْكُرُونَ وَيَ ْكُرُ اللَّهُ وَاللَّهُ خَريْ ُ الْمَ كِرِينَ<br />
“Onlar tuzak kurarlarken Allah da bunun karşılığında<br />
kendilerine tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların (onlara<br />
karşılık <strong>ve</strong>renlerin) en hayırlısıdır.” (Enfâl, 30)<br />
Bu eylemler cezayı hak etmiş kimselere karşı yapılırsa,<br />
bu adalet olur, <strong>ve</strong> yine bu, bu eylemleri yapanın,<br />
düşmanına karşı güç yetirebilen biri olduğunu da gösterir<br />
ki bunlar, kemaliyetin göstergesidir. Ancak bu eylemler<br />
cezayı hak etmemiş kimselere karşı yapılırsa bu<br />
zulüm olur ki, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) bundan münezzehtir.<br />
23
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bütün sıfatlarının kemal olması<br />
nedeniyledir ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle), kendisine <strong>ve</strong><br />
Rasûlüne hainlik edenlere karşı hainlik etme sıfatının<br />
olduğunu belirtmemiştir. 20 Zira hainlik/hiyanet, düşmanın<br />
yaptığına karşılık olarak da yapılsa yerilen bir<br />
sıfattır. Yine bu kaidenin bir gereği olarak, “şâyet sana<br />
zulmedersem Allah da bana zulmeder” sözü yanlış bir<br />
sözdür. Zira zulmetmek de hainlik gibi her yönüyle yerilmiş<br />
bir vasıftır. Bunun yerine örneğin; “…Allah da<br />
benden intikam alır” denilmelidir.<br />
2. Kaide: <strong>Sıfat</strong>lar isimlerden daha geniştir: Zira<br />
her bir isim bir sıfatı içerir. El-Basîr (gören) isminin<br />
görme sıfatını içermesi gibi. Ancak Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin,<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’ten öğrendiğimiz sıfatlarının<br />
bütün isimleşmiş halleri Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bir ismi<br />
değildir. Örneğin, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin inme 21 , konuşma<br />
<strong>ve</strong> -kıyamet günü kulları arasında hükmetmesi<br />
için- gelme sıfatları vardır. Ancak Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
, bu sıfatların isimleşmiş halleri olan; -arapçalarını dü-<br />
20. Bkz: Enfâl 71.<br />
21. Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurmuştur:<br />
“Rabbimiz (azze <strong>ve</strong> celle) her gecenin son üçüncü bölümü kaldığı zaman<br />
dünya semasına iner <strong>ve</strong>, “bana kim dua eder ki onun duasını<br />
kabul edeyim. Benden kim bir şey ister ki ona <strong>ve</strong>reyim. Benden<br />
kim af diler ki onu affedeyim” buyurur.” (Buhârî, Müslim)<br />
24
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
şünerek- “inen”, “konuşan” <strong>ve</strong> “gelen” diye isimleri yoktur.<br />
3. Kaide: <strong>Sıfat</strong>lar, “Subûtî” <strong>ve</strong> “Selbî” sıfatlar olmak<br />
üzere ikiye ayrılır:<br />
Subûtî <strong>Sıfat</strong>lar: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin , kitabında <strong>ve</strong><br />
Rasûlü (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in diliyle kendisi için sabit<br />
kıldığı sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi, Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle) hakkında kemal sıfatlardır. Hayat, ilim, arşa istiva,<br />
dünya semasına inme <strong>ve</strong> diğer sıfatlar.<br />
Selbî <strong>Sıfat</strong>lar: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin , kitabında <strong>ve</strong><br />
Rasûlü (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’nin dili üzere kendisinden<br />
nefyettiği/olumsuz kıldığı sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi,<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında noksan sıfatlardır. Uyumak,<br />
uyuklamak, zulmetmek, aciz olmak, unutmak,<br />
ölmek <strong>ve</strong> diğer sıfatlar.<br />
4. Kaide: Subûtî sıfatlar, “Zâtî” <strong>ve</strong> “Fiilî” sıfatlar<br />
olmak üzere ikiye ayrılır:<br />
Zâtî <strong>Sıfat</strong>lar: Dilemeyle alakalı olmayan, hiçbir<br />
zaman Allah’tan (azze <strong>ve</strong> celle) ayrılmayan, her zaman<br />
Allah’da (azze <strong>ve</strong> celle) olan sıfatlardır. İşitmek, görmek,<br />
25
kudret, -hem zat, hem değer, hem de galip gelme bakımından-<br />
en üstte olmak, 22 iki el, iki göz 23 , yüz, ayak 24<br />
sıfatları gibi.<br />
Fiilî <strong>Sıfat</strong>lar: Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin dilemesine bağlı<br />
olup dilediğinde yaptığı, dilediğinde de yapmadığı<br />
sıfatlardır. Örneğin; Arşa istiva etmek 25 , her gecenin<br />
22. Yani üç yönüyle Allah’ın “Uluvv” sıfatı. Birazdan bu sıfata tekrar<br />
değinilecektir.<br />
23. Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) şöyle demiştir: “Nebi (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in yanında Deccal’den söz edildi. Bunun<br />
üzerine Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem): “Şüpesiz Allah size gizli<br />
değildir. (Siz O’nu bilirsiniz). Çünkü Allah tek gözlü değildir”<br />
dedi <strong>ve</strong> eliyle kendi gözüne işaret etti. Devamla: “Deccal’in ise<br />
sağ gözü kördür. Sanki onun gözü, dışarı çıkan bir üzüm tanesi<br />
gibidir” buyurdu.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî)<br />
24. Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurmuştur: “…<br />
Sonra cehenneme, “doldun mu” denilecek, o da, “daha ziyade var<br />
mı?” diyecektir. Bunun akabinde Allah ayağını cehennemin üzerine<br />
koyacak, bu sefer cehennem, “yeter, yeter” diyecektir.” (Buhârî,<br />
Müslim, Tirmizî, Ahmed)<br />
25. A’raf sûresi 54. âyet gibi âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle) önceden arşa istiva etmemiş, gökleri <strong>ve</strong> yeri altı günde yarattıktan<br />
sonra şanına yaraşır bir şekilde (mahluklardan hiçbirinin<br />
istivasına benzemeyen bir istiva ile) istiva etmiştir. Ancak<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle), isitva etmeden önce de her şeyin üstündeydi.<br />
Zira uluvv (üç yönüyle en üstte olmak) sıfatı O’nun (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
zâtî sıfatlarındandır. (Detayı için bkz: Mecmûu’l Fetâvâ, İbn<br />
Teymiyye, 5/522)<br />
26
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
son üçte birinde dünya semasına inmek, konuşmak,<br />
gelmek, sevinmek, gülmek, sevmek, sevmemek, razı<br />
olmak, gazaplanmak v.s. Bu tür sıfatlar hakkında “nev’i<br />
(türü, cinsi) kadîm, âhâdı (fertleri) hâdis” 26 denilir.<br />
Zâtî sıfata örnek olarak <strong>ve</strong>rdiğimiz “-hem zat,<br />
hem değer, hem de galip gelme bakımından en üstte<br />
olmak” sıfatı ile fiilî sıfata örnek olarak <strong>ve</strong>rdiğimiz<br />
“her gecenin son üçte birinde dünya semasına<br />
inmek” <strong>ve</strong> “gelmek” sıfatlarından anlıyoruz ki, Allah<br />
her gece dünya semasına indiği halde bile <strong>ve</strong> kıyamet<br />
günü kulları arasında hükmetmesi için gelmesi halinde<br />
bile yine de zatıyla her şeyin üstündedir. 27<br />
26. Bunun ne anlama geldiğini bir örnek üzerinden açıklayacak<br />
olursak; kelâm (konuşma) sıfatı, her zaman Allah’da (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
olan bir özellik olması itibariyle kadîmdir/başlangıcı yoktur,<br />
yani “zâtî” bir sıfattır, ‘Allah -hâşâ- önceden dilsizdi de sonradan<br />
konuşabildi’ şeklinde olmayıp, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) konuşmaktan<br />
hiçbir zaman aciz olmamıştır. Ancak dilediği kimselerle dilediği<br />
şeyleri dilediği zaman konuşması itibariyle ise hâdistir/önceden<br />
olmayıp sonradan meydana gelmiştir, yani “fiilî” bir sıfattır. Örneğin<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle) Musa (aleyhisselam) ile konuşmadan önce<br />
konuşması yoktu, susmuştu, sonra konuştu.<br />
27. Bu paragrafta söylediklerimiz, Allah’ın (azze <strong>ve</strong> celle) dünya semasına<br />
inme sıfatını kabul etmeyen Eş’arî, Mâturîdî vb.’lerin öne<br />
sürdükleri şu şüphelerine de cevaptır: “Eğer Allah (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
gecenin son üçte birinde iniyorsa, o zaman Allah’ın (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
sürekli inmesi, yani daima dünya semasında olması gerekir.<br />
27
5. Kaide: <strong>Sıfat</strong>lar, temsîl/teşbîh <strong>ve</strong> tekyîf yapılmadan<br />
ispat edilir/olumlu kılınır: Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında<br />
sıfatları ispat ederken temsîl yapmanın batıl olduğunu<br />
gösteren en meşhur âyet Şûrâ sûresinde geçen<br />
şu âyettir:<br />
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11)<br />
Buna benzer başka bir âyette de şöyle buyurulmuştur:<br />
Zira gecenin üçte birlik bölümü dünyada her daim yaşanmaktadır!<br />
O halde Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin her şeyin üstünde olduğunu<br />
nasıl söyleyebiliriz?” Bunun cevabını biraz daha açalım; Şüphesiz<br />
ki Allah’ın (azze <strong>ve</strong> celle) benzeri hiçbir şey yoktur. Kullarda olduğu<br />
gibi bir işi yapması, aynı anda O’nu diğer bir işi yapmaktan<br />
engelleyemez. Nasıl ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle) kainattaki bütün sesleri<br />
-çok <strong>ve</strong> karmakarışık olmasına rağmen- aynı anda işitebiliyor<br />
<strong>ve</strong> dolayısıyla bir sesi işittiği zaman diğer bir sesi işitememesi<br />
söz konusu olmuyorsa <strong>ve</strong>ya aynı anda mahlukatı rızıklandırabiliyorsa<br />
<strong>ve</strong>yahut kıyamet günü aynı anda insanları hesaba çekebilecek<br />
<strong>ve</strong> birini hesaba çekerken diğerini hesaba çekememe<br />
durumu olmayacaksa <strong>ve</strong> bütün her şeyi işittiği zaman aynı anda<br />
her şeyi de görebiliyor <strong>ve</strong> kainatın -örneğin- yağmur yağdırma,<br />
nebat bitirme, rızıklandırma gibi türlü işlerini de yapmaya güç<br />
yetirebiliyorsa, işte aynı şekilde dünya semasına indiği halde<br />
bile yine de O her şeyin üstünde olmaya kâdirdir. Subhânehû <strong>ve</strong><br />
Teâlâ.<br />
28
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ الَ يَخْلُقُ أَفَلَ تَذَكَّرُونَ<br />
“Yaratan yaratmayan gibi olur mu hiç? Hala düşünmüyor<br />
musunuz?” (Nahl, 17)<br />
Temsîl inancına sahip olanlar -ki bu inancın kökü,<br />
geçmiş Râfizîlere dayanır- bir dönem mevcut iken, günümüzde<br />
ise -Allâhu A’lem- savunucusu kalmamıştır.<br />
Şunu da belirtmek gerekir ki, tarihte hiçbir kimse;<br />
“Allah’ın eli benim elim gibidir” <strong>ve</strong> buna benzer sözler<br />
sarfetmemişlerdir. Yani temsîl itikadında olanlar<br />
her yönüyle bir benzetme yapmamış, genel hatlarıyla<br />
benzetme yapmışlardır. 28 Ancak âlimler, sakındırma<br />
amacıyla onların batıl fikirlerinin lâzımını zikrederek<br />
-misalen-; “onlar, Allah’ın yüzü insanın yüzü gibidir<br />
derler” demişlerdir.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatlarını Tekyîf yapmanın<br />
batıl olmasının sebebi, bunun, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında<br />
ilimsizce konuşmak olmasından ileri gelmektedir.<br />
Zira Allah’ın sıfatları, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi <strong>ve</strong>ya<br />
-faraza- O’na benzer bir varlığı görmediğimiz için bize<br />
28. Örneğin Râfizî Hişâm b. Sâlim şöyle demiştir: “Allah insan<br />
sûretindedir. O’nun eli, ayağı, kulağı, burnu vs. vardır.” (Bkz:<br />
Makâlâtu’l İslâmiyyîn, Ebu’l Hasen el-Eş’arî, 1/290)<br />
29
ğayb olan şeylerdendir. Ğaybî şeylerde ise Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle)’nin, peygamberi aracılığıyla bildirdiğinin dışında<br />
bir söz söylenemez. Allah (azze <strong>ve</strong> celle) ise bize sıfatlarından<br />
haber <strong>ve</strong>rmiş, ancak bu sıfatların keyfiyetini<br />
bildirmemiştir. Bu nedenle bizler, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
işitmesinin, görmesinin nasıl olduğunu, inmesinin,<br />
gelmesinin, arşa istiva etmesinin, gazaplanmasının, sevinmesinin<br />
v.s nasıl olduğunu bilemeyiz.<br />
6. Kaide: <strong>İsim</strong>deki benzerlik hakikatteki/mahiyetteki<br />
benzerliği gerektirmez: Bunun böyle olduğu,<br />
mahluklar arasında dahi görülen bir durumdur. Örneğin;<br />
insanın, filin <strong>ve</strong> karıncanın “el” isminde bir sıfatı<br />
var. Burada bir isim benzerliği olsa da, birinin elinin<br />
mahiyeti ile diğerlerinin elinin mahiyeti arasında bir<br />
benzerliğin olmadığı çok aşikârdır. Aynı şekilde insanın<br />
başı, dağın <strong>ve</strong>ya oda’nın başı gibi değildir. Nitekim<br />
dağın <strong>ve</strong> odanın başının kaşı <strong>ve</strong> gözü yoktur <strong>ve</strong>ya odanın<br />
başı diğer başlar gibi en üstte değildir. Yine de<strong>ve</strong>nin<br />
kuv<strong>ve</strong>ti ile sineğin kuv<strong>ve</strong>ti bir değildir… İşte bütün<br />
bu söylediklerimiz arasında benzerliğin olmayışı,<br />
zatlarının farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Zira<br />
sıfatlar zat’a tabi olup zat’a yaraşır bir haldedir. Zat’lar<br />
farklı olunca sıfatlar da farklı olmaktadır. Yani; “zattaki<br />
farklılık sıfattaki farklılığı da gerektirir.”<br />
30
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Eğer bu, mahluklar arasında dahi mevcut bir durum<br />
ise, hiçbir benzeri olmayan yaratanın sıfatlarının<br />
mahiyeti/hakikati ile isim olarak aynı sıfatları bulunduran<br />
mahlukların sıfatlarının mahiyeti/hakikati arasında<br />
bir benzerliğin olmaması evleviyetle geçerlidir.<br />
Nasıl ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin işitmesiyle insanın işitmesi,<br />
<strong>ve</strong>ya Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin ilmiyle insanın ilmi <strong>ve</strong>ya<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin görmesi ya da rahmeti ile insanın<br />
görmesi ya da rahmeti (bütün bunların mahiyeti) arasında<br />
bir benzerlik olmayıp, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu<br />
sıfatlarını kabul etmekten ötürü O’nu (azze <strong>ve</strong> celle), işitme,<br />
bilme… sıfatı olan insana benzetmiş olmuyorsak,<br />
aynı şekilde örneğin; insanın iki eli, iki gözü, istivası<br />
<strong>ve</strong> inmesi ile Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu sıfatları arasında<br />
bir benzerlik olmayıp, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu sıfatlarının<br />
olduğuna inandığımızda O’nu insana benzetmiş<br />
olmayız. 29<br />
Buradan anlaşılıyor ki, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatlarıyla<br />
mahlukun sıfatları arasında mahiyet açısından bir<br />
benzerlik bulunmamaktadır. Ancak benzerliğin olmamasından,<br />
ortaklığın aslını nefyetmek lazım gelmez.<br />
29. Yani Eş’arî <strong>ve</strong> Maturîdî’lerin yaptığı gibi işitme, görme gibi sıfatları<br />
kabul edip de aynı işitme <strong>ve</strong> görme gibi zâtî sıfatlardan olan<br />
iki el, iki göz, yüz gibi sıfatları kabul etmeyerek sıfatlar arasında<br />
muteber bir gerekçe olmamasına rağmen ayırım yapmayız.<br />
31
32<br />
Şöyle ki ortaklık, sıfatların Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye <strong>ve</strong>ya bir<br />
mahluka izafe edilmeden önceki halinde (örneğin ilmin,<br />
elin, gözün, yüzün, inmenin v.s. Allah’ın ilmi…<br />
<strong>ve</strong>ya insanın ilmi… şeklinde değil de mutlak olduğu<br />
halinde) söz konusudur. Ancak bu sıfatlar Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle)’ye ya da mahluka izafe edildiğinde artık ortaklık<br />
kalmaz. Mesela Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin <strong>ve</strong> insan gibi<br />
var olan mahlukların “vucûd” (var olma) sıfatı vardır<br />
<strong>ve</strong> bu sıfatın aslında (yani bu sıfatın, Allah’a <strong>ve</strong> mahluklara<br />
izafesinden önceki anlamında) bir ortaklıkları<br />
bulunmaktadır. Fakat her birinin kendisine has bir varlığı<br />
olması itibariyle Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin <strong>ve</strong> mahlukların<br />
var olması arasında bir benzerlik yoktur. Başka bir<br />
deyimle; herhangi iki farklı varlığın sıfatları arasında<br />
mahiyet bakımından bir farklılık olsa dahi muhakkak<br />
zihinde birleştikleri bir ortak nokta vardır. Buna, “Kadrun<br />
Muşterak” <strong>ve</strong>ya “Mutlakun Kullî” (yani “zihindeki<br />
ortak değer”) denmektedir. Yani sıfatların, Allah’a <strong>ve</strong><br />
mahluka izafe edilmeden önce herkesin zihninde bir<br />
manası vardır. İşte ortaklık, zihnin tasavvur ettiği bu<br />
manadadır. Ancak bu ortak değer zihnin dışına çıkarılıp<br />
da herhangi bir varlığa izafe edildiğinde (yani<br />
hâriç’te, zihnin dışında) artık ortak değer diye bir şey<br />
kalmaz. Zira her sıfat, kendisinde olduğu varlığa göre<br />
değer kazanır. Rahmet <strong>ve</strong> el gibi herhangi bir sıfat Al-
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
lah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edildiğinde, bu sıfatında hiçbir<br />
mahluk Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye ortak değildir (benzemez).<br />
Keza bir insana bu sıfatlar izafe edildiğinde, bu sıfatlarda<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin insana bir ortaklığı söz konusu<br />
değildir. O halde ortaklığın sadece zihinde bir yeri vardır,<br />
hâriç’te ise yoktur. Buna göre benzemeyi her yönüyle<br />
olumsuz kılmak doğru değildir. 30<br />
7. Kaide: Allah’ın sıfatları tevkîfîdir (durdurulmuştur):<br />
“Allah’ın <strong>İsim</strong>leri Hakkında Kaideler” bölümünün<br />
3. kaidesi altında söylediklerimiz burada da<br />
geçerlidir.<br />
<br />
30. Bu anlamda bir benzemenin var olduğunu söylemenin şeri<br />
açıdan hiçbir sakıncası yoktur. Zira şimdi de belirttiğimiz gibi<br />
mutlak haliyle bu sıfatlar Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin <strong>ve</strong>ya bir mahluk’un<br />
sıfatı değildirler.<br />
33
3) Allah’ın <strong>İsim</strong>lerinin <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>larının<br />
Delilleri Hakkında Kaideler<br />
1. Kaide: Allah’a izafe edilen isim <strong>ve</strong> sıfatlar sadece<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet kaynaklıdır: Buna göre Kur’ân<br />
<strong>ve</strong> Sünnet’te Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında sabit olduğu<br />
belirtilen isim <strong>ve</strong> sıfatların ispat edilmesi, olumsuz kılınanların<br />
da olumsuz kılınması gerekir. Ancak Kur’ân<br />
<strong>ve</strong> Sünnet’te, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında ne sabit olduğuna<br />
ne de olumsuz kılındığına dair bir nas olmayan<br />
isim <strong>ve</strong> sıfatlara gelince, burada yapılması gereken şudur:<br />
Bu tür isim <strong>ve</strong> sıfatlar, bir “isim” olarak <strong>ve</strong>ya bir<br />
“sıfat” olarak Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında ispat <strong>ve</strong>ya nefy<br />
edilmez. Lâkin bu tür isim <strong>ve</strong> sıfatlar ile Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle)’nin şanına yakışan doğru bir anlam kastediliyorsa,<br />
bu isim <strong>ve</strong> sıfatları Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bir ismi <strong>ve</strong>ya<br />
bir sıfatı kastıyla kullanmak caiz olmamakla beraber,<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’den haber <strong>ve</strong>rme/bahsetme kastıyla<br />
kullanmakta ise bir sakınca yoktur. Şâyet Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle)’ye layık olmayan bir anlam kastediliyorsa, o halde<br />
ne isim, ne sıfat <strong>ve</strong> ne de haber <strong>ve</strong>rme babından bu tür<br />
34
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
isim <strong>ve</strong> sıfatlar kullanılamaz. Örneğin, Allah’ın “el-Ev<strong>ve</strong>l”<br />
(başlangıcı olmayan) isminin anlamında kullanılan<br />
“kadîm” ismi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimlerinden<br />
değildir. Ancak bu isim ile Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’yi isimlendirmeyi<br />
kastetmeksizin Allah’dan (azze <strong>ve</strong> celle) kadîm<br />
diye haber <strong>ve</strong>rmek/bahsetmek caizdir. 31<br />
Buna bir örnek de “cihet (yön)” kelimesidir. Yönde<br />
olmayı ifade eden “cihet” kelimesi açık bir şekilde<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te geçmediği için, bu kelimeyi Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) hakkında bir “sıfat” olarak kullanamayız.<br />
Fakat bu kelimeyle kastedilen mananın doğru <strong>ve</strong>ya batıl<br />
olmasına göre bu kelime, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında<br />
haber <strong>ve</strong>rme babından ya kullanılır, ya da kullanılmaz.<br />
Şöyle ki, Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında cihet kelimesiyle şu<br />
üç manadan biri anlaşılabilir;<br />
a) Alt yönde olması; Bu manasıyla Allah (azze <strong>ve</strong> celle)<br />
hakkında bu kelimeyi kullanmak batıldır. Zira bu<br />
mana, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin yukarı yönde olduğunu<br />
gösteren delillere -ki birazdan bu deliller zikredilecektir-<br />
aykırı düşmektedir.<br />
31. Mesela, Allah’ın el-Ev<strong>ve</strong>l isminin anlamını izah ederken “Kadîm”<br />
ifadesini kullanmak gibi.<br />
35
) Kendisini mahluklardan bir şeyin (örneğin boşluğun)<br />
kuşattığı, yani bir mekanda olduğu halde üst<br />
yönde olması; Bu anlam da batıldır. Zira Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle), mahluklardan bir şeyin kendisini kuşatmasından<br />
(yani mekandan) münezzehtir.<br />
c) Kendisini mahluklardan bir şeyin kuşatmadığı<br />
(yani bir mekanda olmadığı) halde üst yönde olması;<br />
Bu mana doğrudur, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu anlamıyla<br />
bir cihette olduğundan haber <strong>ve</strong>rilebilir. Şâyet denilirse<br />
ki; “Herhangi bir şeyin her hangi bir yönde olduğunu<br />
söylemek, aynı zamanda o şeyin kesinlikle bir mekanda<br />
olduğunu söylemeyi gerektirir. Allah (azze <strong>ve</strong> celle) ise<br />
mekandan münezzehtir” denilirse, bu itiraza şöyle cevap<br />
<strong>ve</strong>rilir: E<strong>ve</strong>t, bir yönde olan bir şeyi mutlaka bir<br />
şeyler kuşatır. Ama bu, mahlûklar hakkında geçerli<br />
olup Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında geçerli değildir. Zira<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin , üzerine istiva ettiğini söylediği<br />
arş, mahlûkların en son noktasıdır, arştan sonra hiçbir<br />
mahlûk yoktur, boşluk bile yoktur. Dolayısıyla Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) yukarı cihettedir, ancak kendisini hiçbir şey<br />
kuşatmamıştır. Yani Allah (azze <strong>ve</strong> celle) bütün mahlukatın<br />
(âlemin) üstündedir, onlardan ayrıdır.<br />
36
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Allah’ın üst yönde/arşının üzerinde olduğunu<br />
gösteren bazı deliller;<br />
- Kur’ân da Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin arşa istiva ettiğini<br />
belirten yedi âyet vardır. Bu âyetlerin zâhir (zihne ilk<br />
gelen) anlamı; 32 “Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin arşa yükseldiği<br />
<strong>ve</strong> orada yerleştiği”dir. Şöyle ki; Bu yedi âyet’te istiva<br />
kelimesi ”عىل“ <strong>ve</strong> ”إىل“ harf-i cerrleri ile kullanılmıştır.<br />
Bu kelime ”عىل“ harf-i cerri ile kullanıldığında arap luğatında,<br />
“yükselmek <strong>ve</strong> karar kılmak/yerleşmek” manasına<br />
gelir. 33 ”إىل“ harf-i cerri ile kullanıldığında ise,<br />
“yükselmek <strong>ve</strong> tam bir şekilde yönelmek” anlamına gelir.<br />
Harf-i cerrsiz kullanıldığında ise -ki Kur’ân’da isitva<br />
kelimesi bu şekilde kullanılmamıştır- birçok manaya<br />
gelmektedir. Bu manalardan biri de, Eş’arî <strong>ve</strong> Mâturîdîler’in<br />
istiva âyetlerine yüklediği “istîlâ” (-arşı- egemenliği<br />
altına almak) anlamıdır. Dolayısıyla bu âyetlerdeki<br />
“Allah’ın arşa istiva etmesi” ifadesi ile kastedilen, arşının<br />
üzerinde olması’dır.<br />
- Kur’an’da <strong>ve</strong> Sünnet’te geçen Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
“el-A’lâ” <strong>ve</strong> “el-Aliyy” isimleri de, O’nun (azze <strong>ve</strong> celle),<br />
32. Ki Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te geçen bütün isim <strong>ve</strong> sıfatlar zâhir anlamları<br />
üzere anlaşılmalıdır. Birazdan bunun izahı yapılacaktır.<br />
33. Bu manaya geldiğine dair örnek olarak bkz: Mu’minûn 28.<br />
37
mahlukların en son noktası olan arşın üstünde olduğunu<br />
göstermektedir. Şöyle ki; el-Aliyy <strong>ve</strong> el-A’lâ isimlerinin<br />
anlamı, “en üstte olan” demektir. Bu anlam ise, hem<br />
zat (uluvvu’z zât), hem değer (uluvvu’l kadr), hem de<br />
galip gelme (uluvvu’l kahr) bakımından en üstte olma<br />
manalarını içermeye el<strong>ve</strong>rişlidir. Zira bu isimlerin geçtiği<br />
naslarda bu isimlerin, sadece değer <strong>ve</strong>ya sadece galip<br />
gelme <strong>ve</strong>yahut her ikisi bakımından en üstte olan<br />
anlamına has olduğuna dair bir karine yoktur. O halde<br />
bu isimlerin her üç anlamı da kapsadığı, dolayısıyla bu<br />
isimlerin manasının Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatı da dahil<br />
değer <strong>ve</strong> galip gelme bakımından en üstte olan” olduğu<br />
ortaya çıkmaktadır.<br />
يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِ نْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ<br />
- “Onlar (melekler) “üstlerindeki” Rablerinden korkarlar…”<br />
(Nahl, 50)<br />
أَأَمِنْتُمْ مَنْ فِ السَّ مَ ءِ أَنْ يَخْسِ فَ بِكُمُ الْ َرْضَ فَإِذَا هِيَ تَ ُورُ<br />
-“Semâ’da” 34 olanın (Allah’ın) sizi yere batırı<strong>ve</strong>rmeye-<br />
34. “Sema’da” ifadesinden zahiren Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin yedi kat semanın<br />
içinde olduğu anlaşılmaktadır. Allah (azze <strong>ve</strong> celle) elbetteki<br />
kendisini yarattığı şeylerden birinin kuşatmasından münezzehtir.<br />
Dolayısıyla bu ifade şu iki şekilde tefisir edilmiştir ki her biri<br />
38
ف<br />
ف<br />
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
ceğinden emin mi oldunuz. O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.”<br />
(Mülk 16, ayrıca 17)<br />
إِلَيْهِ يَصْ عَ دُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ<br />
- “…Güzel söz “ona (Allah’a) yükselir”…” (Fâtır, 10)<br />
إِذْ قَالَ اللَّهُ يَا عِيسَ إِنِّ مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَ َّ<br />
- “Hani Allah şöyle demişti: “Ey İsa! Seni <strong>ve</strong>fat ettireceğim<br />
<strong>ve</strong> seni “kendime/nezdime yükselteceğim”…” (Âl-i<br />
İmrân, 55)<br />
- قلت يا رسول الله أفل أعتقها ؟ قال ائتني بها فأتيته بها<br />
de sahih tefsirlerdir: 1) Sema’dan kasıt uluvv’dur (yani üst’tür).<br />
Örneğin şu âyette sema kelimesi bu anlamda kullanılmıştır:<br />
“O (Allah) sema’dan (yani üstten) su/yağmur indirdi…’’ (Ra’d, 17)<br />
Çünkü yağmur buluttan yağar. Bulut ise sema ile yer arasındadır.<br />
Bunun delili ise şu âyettir: “…sema ile yer arasında boyun<br />
eğdirilmiş olan (emre hazır bekleyen) bulutlarda, aklını kullanan<br />
bir topluluk için nice âyetler vardır.” (Bakara, 164) Şâyet yağmur<br />
buluttan yağıyor <strong>ve</strong> bulut da sema ile gök arasında ise, o halde<br />
sema buluttan daha üsttedir. Dolayısıyla Ra’d sûresi 17. âyette<br />
sema ile kastedilen üst’tür. 2) Sema ile kastedilen yedi kat semadır,<br />
fakat âyetteki ي ِ harf-i cerri عىل manasındadır. O halde mana,<br />
“Sema’nın üstünde olanın…” şeklinde olur. Nitekim ي ِ harfi cerri’nin<br />
عىل manasında da kullanıdığı, ehlince bilinen bir husutur.<br />
Buna bir örnek olarak bkz: Tâhâ, 71.<br />
39
فقال لها أين الله ؟ قالت يف السمء قال من أنا ؟ قالت<br />
أنت رسول الله قال أعتقها فإنها مؤمنة<br />
Muâviye b. el-Hakem (radiyallahu anhuma) anlatıyor:<br />
“…Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu cariyeyi azad<br />
edeyim mi?.” Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) dedi ki:<br />
“O’nu bana getir.” Cariyeyi getirdim. Rasûlullah (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) o’na dedi ki; “Allah nerededir?.” Cariye; “Semada’dır”<br />
dedi. Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem); “Ben kimim”<br />
diye sordu. Cariye; “Sen Allah’ın Rasûlüsün” deyince<br />
Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem); “Bu cariyeyi azad et. Zira o<br />
mü’mindir.” dedi.” (Müslim)<br />
- Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gecenin son üçte birinde<br />
dünya semasına “inmesi” de onun yukarı cihette olduğunu<br />
gösterir.<br />
- Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in İsra <strong>ve</strong> Mi’râc<br />
gecesinde yedinci kat semaya kadar çıkartılıp sonra<br />
onunda ilerisine yükseltilip Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin O’na<br />
yakınlaşması <strong>ve</strong> vahyetmesi de, O’nun, arşının üzerinde<br />
olduğunun ayrıca bir kanıtıdır. 35<br />
- İnsan fıtratı dahi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gökte oldu-<br />
35. Bkz: Buhârî, hadis no: 7517.<br />
40
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
ğunu kabul eder. Nitekim başımıza bir sıkıntı geldiği<br />
zaman sağa sola dönmeyip ellerimizi <strong>ve</strong> gözlerimizi<br />
yukarı kaldırarak Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye dua ederiz.<br />
Ve daha başka deliller… Öyle ki, İbnu’l Kayyim (rahimehullah)<br />
<strong>ve</strong> daha başka ilim ehli, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
, arşının üzerinde olduğuna dair 3.000’in üzerinde delil<br />
olduğunu söylemişlerdir. 36<br />
Hatta Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in kendilerine<br />
gönderildiği Arap müşrikler dahi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
semada olduğunu ikrar ediyorlardı. İşte bunun<br />
kanıtları:<br />
عن عمران بن حصني قال : « قال النبي صىل الله عليه<br />
وسلم اليب : يا حصني كم تعبد اليوم إلها ؟ قال أىب سبعة،<br />
ستة يف االرض ، وواحدا يف السمء ، قال فأيهم تعد لرغبتك<br />
ورهبتك؟ قال الذى يف السمء<br />
İmrân b. Husayn (radiyallahu anhuma) şöyle demiştir:<br />
Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) babama dedi ki: “Ey Husayn!<br />
36. Bkz: Şerhu Kitâbi Usûli’s Sünne, Abdulazîz b. Abdillah er-Râcihî,<br />
sy: 105 (el-Mektebetu’ş Şâmile programındaki sayfa numarası<br />
<strong>ve</strong>rilmiştir.)<br />
41
Bugün kaç tane ilaha ibadet ediyorsun?” Babam da: “Yedi<br />
(ilaha ibadet ediyorum). Bunlardan altısı yerde, biri<br />
ise (ki bu da Allah’tır) semadadır.” dedi. Nebi (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’de dedi ki: “Arzu ettiğin <strong>ve</strong> başına gelmesinden<br />
korktuğun şeyler hakkında (isteklerinin karşılanması<br />
için) onlardan hangisini (ilah olarak) sayarsın (ona yönelir<br />
<strong>ve</strong> ondan istersin).” Babam da şöyle dedi: “Semada olana…”<br />
37 38<br />
Cahiliyye dönemi şairlerinden Antera b. Şeddad<br />
şöyle söylemiştir: “Ey Ablu! Şâyet Rabbim sema’da eceli<br />
belirlemişse ecelden kaçış yerim neresidir ki!” 39<br />
37. Tirmizî, Ahmed. Tirmizî bu hadis hakkında şöyle demiştir: “Bu<br />
hadis, hasen ğarîb bir hadistir. Bu hadis, bunun dışındaki başka<br />
varyantlarla da İmrân b. Husayn’den rivâyet edilmiştir.” İbnu’l<br />
Kayyim (rahimehullah) “el-Vâbilu’s Sayyib” (sy: 411) adlı kitabında<br />
bu rivâyetin “sahih” olduğunu söylemiştir.<br />
38. Osman b. Saîd ed-Dârimî (rahimehullah) (Vefat; H: 280) şunları<br />
söylemiştir: “Huzâili Husayn o gün küfür içinde iken, yüce olan<br />
Allah’ı, (arşının üzerinde olmadığı görüşünü) İslam’a haksız olarak<br />
mal eden Merîsî <strong>ve</strong> ashabından daha iyi biliyordu. Zira Husayn,<br />
sema’da olan yaratıcı ilah ile mahluk olan yeryüzündeki<br />
ilahların <strong>ve</strong> putların arasını ayırmıştı. Böylelikle Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
sema’da olduğuna dair Müslümanlarla kâfirler arasındaki<br />
kelime/söz ittifak etmiştir.” (Raddu’d Dârimî ale’l Merîsî, sy: 24).<br />
ي ُ عبل أ ي ن من املنية همر ي ب ... إن اكن ر ي ب ي ف الامسء قضاها aslı: .39 Şiirin<br />
42
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Yine cahiliye dönemi şairlerinden Ümeyye b. Ebi’s<br />
Salt ise şöyle demiştir: “Allah’ı övün/yüceltin. O, övülmeye<br />
layıktır, sema’daki rabbimizdir, büyüktür.” 40<br />
Başka bir şiirinde de şöyle demiştir: “Mahlukların<br />
kendisini yüceltmeye güç yetiremedikleri (yani hakkıyla<br />
yüceltemedikleri) kimseyi <strong>ve</strong> arşın üzerinde olanı<br />
her türlü noksanlıktan tenzih ederim. O tektir, birlenmiş<br />
olandır.” 41<br />
Bir başka cahiliyye şairi Evs b. Hârise b. Sa’lebe şöyle<br />
söylemiştir: “Bizim öyle bir Rabbimiz var ki, O, arşının<br />
üzerine yükselmiş <strong>ve</strong> işleyeceğimiz hayır <strong>ve</strong> şerleri<br />
bilendir.” 42<br />
Ayriyeten, bu müşriklerin Rasûlullah (sallallahu aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem)’e, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin yukarı cihette olduğunu<br />
bildiren âyetler hakkında karşı çıktıklarının sabit olmaması<br />
da, onların, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sema’da olduğuna<br />
inandıklarını gösteren başka bir delildir.<br />
Dolayısıyla Allah (azze <strong>ve</strong> celle) arşının üzerinde olup,<br />
مج دوا ف و لملجد أهل ربنا ي ف الامسء أمىس ي كبا aslı: .40 Şiirin<br />
فسبحان من ال يقدر خ اللق قدره... ومن هو فوق العرش فردٌ موحد aslı: .41 Şiirin<br />
أ ت من ال ي خ والش aslı: .42 Şiirin<br />
ي<br />
فإن لنا ر ً ب عال فوق عرشه... عل ً ي ب ا ن<br />
43
sapık Cehmiyye fırkasından bir grubun zannettiği gibi<br />
zatıyla her yerde değildir. 43 Veya Cehmiyye’den kimilerinin<br />
dediği gibi, “Allah ne âlemin içinde, ne dışında,<br />
ne üstünde, ne altında, ne âleme bitişik, ne de âlem’den<br />
ayrı”! denilemez.<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin , arş’ın üzerinde olması ile<br />
alakalı son olarak İbn Rüşd’ün (Vefat; H: 595), büyük<br />
bir felsefeci olmasına rağmen “el-Keşfu an Menâhici’l<br />
Edille” isimli kitabındaki şu sözlerini aktaralım: “Cihet/yön<br />
sıfatına gelince, şeriat ehli (Müslümanlar), işin<br />
başından beri hep bu sıfatı Allah (azze <strong>ve</strong> celle) hakkında<br />
ispat edegelmişlerdir. Tâ ki Mu’tezile bu sıfatı nefyetmiştir.<br />
Bu konuda onlara Ebu’l Meâlî <strong>ve</strong> onun sözüne<br />
tabi olanlar gibi Eş’arîler’in müteahhirleri tabi olmuştur.<br />
Şeriatın (Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet naslarının) hepsinin zahir<br />
anlamları, (Allah hakkında) cihet’i ispat etmeyi gerekli<br />
kılmaktadır. (Daha sonra İbn Rüşd, Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle)’nin yukarı cihette olduğunu bildiren bazı âyetleri<br />
zikrettikten sonra şöyle demiştir:) “…Ve bunun dışında<br />
daha başka âyetler. Bu âyetler ki, şâyet (Eş’arî, Maturîdî<br />
v.b.lerin yaptığı gibi) tevil bu âyetlere musallat edilirse<br />
(yani bu âyetler zahir anlamlarından çıkartılıp tevil<br />
43. Elbette ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle) ilmiyle, işitmesiyle <strong>ve</strong> görmesiyle her<br />
yerdedir.<br />
44
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
edilirse), o zaman şeriatın hepsi de tevil edilmelidir. 44<br />
Şâyet bu âyetler hakkında, “bunlar mütaşâbittandır<br />
(anlamlarını sadece Allah bilir)” denilirse, o zaman şeriatın<br />
hepsi müteşâbih olmalıdır. Zira şeriatların hepsi,<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sema’da olduğunda <strong>ve</strong> meleklerin<br />
vahiyle semadan peygamberlere indiğinde ittifak halindedirler…”<br />
45<br />
2. Kaide: Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te geçen isim <strong>ve</strong> sıfat<br />
nasları, teşbîh <strong>ve</strong> tekyîf yapılmaksızın Allah’a layık<br />
olan/yaraşan zâhir anlamları üzere anlaşılmalıdır:<br />
Zâhir anlamdan maksad, arap dilini bilenlerden selim<br />
(bozulmamış) bir akla (fehme, anlayışa) sahip olan<br />
kimselerin, herhangi bir kelime <strong>ve</strong>ya cümleyi işittikle-<br />
44. Yani bu durumda diğer nasların da tevile müsait olması gerekir.<br />
Nitekim namaz, zekat, oruç, hac gibi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin emirlerini<br />
farklı manalara tevil eden kâfir bâtiniyye fırkası, Allah’ın<br />
(sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) istiva, el, yüz gibi sıfatlarını tevil<br />
edenlerin bu sıfatları tevil etmelerini ileri sürerek, yaptıkları tevillerin<br />
de meşru olacağını savunmuşlardır. Keza ahiret, cennet<br />
<strong>ve</strong> cehennem naslarını başka anlamlara tevil etmiş olan kâfir<br />
felsefeciler de bu tevillerini aynı gerekçeyle meşrulaştırmaya<br />
çalışmışlardır. (Bkz: Medâricu’s Sâlikîn, İbnu’l Kayyim, 3/353,<br />
Îsâru’l Hakk ale’l Halk, İbnu’l Vezîr, sy:136)<br />
45. Sy: 66. Ayrıca İbn Rüşd’ün bu sözlerini İbnu’l Kayyim (rahimehullah)<br />
da “es-Savâiku’l Mursele” isimli eserinde nakletmiştir;<br />
2/404.<br />
45
inde <strong>ve</strong>ya okuduklarında zihinlerine gelen ilk anlamdır.<br />
Malum olduğu üzere Ehl-i Sünnet âlimleri’nin ittifakıyla<br />
sabittir ki; bir söz’de aslolan, o sözün zâhir<br />
anlamının alınmasıdır. Şâyet bu anlamın alınmasını<br />
engelleyen muteber bir karine/delil varsa, o zaman zâhir<br />
anlamın dışına çıkılır ki, bu zâhir anlamın dışındaki<br />
anlamı almaya “sahih te’vîl” denir. Ancak böyle<br />
bir karine olmadan yapılan tevil’e ise “batıl tevîl” denir.<br />
Örneğin Allah (azze <strong>ve</strong> celle): “Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş<br />
şeytandan Allah’a sığın” (Nahl, 98) buyurmaktadır.<br />
Âyetin zahirine göre Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’den,<br />
Kur’ân’ı okuyup bitirdikten sonra “Eûzü billâhi mine’ş<br />
şeytâni’r-racîm” demesi isteniyor. Fakat âyetin zahirini<br />
almamıza engel olan muteber bir delil var ki o da, Nebi<br />
(sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in Kur’ân okumaya başlamadan<br />
önce besmele çektiğinin sabit olmasıdır. Dolayısıyla<br />
âyet, “Kur’an okumayı irade ettiğin/istediğin zaman…”<br />
anlamındadır ki, buna sahih tevîl denir. Ancak, isim <strong>ve</strong><br />
sıfat nasları -sıfatlar hakkındaki kaidelerin 5.’sinde söylenilenler<br />
nedeniyle- teşbîh <strong>ve</strong> tekyîfe gidilmeksizin Allah’a<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) layık olan/yaraşan zâhir anlamları üzere<br />
anlaşılmalıdır. 46 Zira Eş’arîler’den, Maturîdîler’den,<br />
46. “teşbih <strong>ve</strong> tekyife gidilmeksizin” ifadesini söylememizin sebebi,<br />
46
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Mu’tezile’den <strong>ve</strong> Cehmiyye’den her birinin, yaptığı<br />
tevillere neden olarak ileri sürdükleri “zâhir anlamın<br />
alınmasına engel olan deliller”in (gerekçelerin), önceki<br />
maddeler izah edilirken muteber gerekçeler olmadığı<br />
ispatlanmıştı. 47<br />
Şimdi bu kaideyi, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin üç sıfatı üzerinde<br />
tatbik edelim:<br />
1) “El” <strong>Sıfat</strong>ı: Allah (azze <strong>ve</strong> celle) şöyle buyurmaktadır:<br />
قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَنْ تَسْ جُدَ لِمَ خَلَقْتُ بِيَدَيَّ<br />
“ (Allah): Ey iblis! Seni iki elimle yarattığıma secde etmenden<br />
alıkoyan şey nedir?...” (Sâd, 75) 48<br />
Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle demiştir:<br />
aklın, bu nasların zahirinden teşbîh <strong>ve</strong> tekyîf ’e gitmesidir.<br />
47. Özellikle sıfatlar hakkındaki kaidelerin 6.’sına bakınız. Orada<br />
Eş’arîler, Mâturîdîler v.d. tarafından dillendirilen “şâyet bu âyetleri<br />
ya da hadisleri zâhiri üzere anlarsak Allah’ı mahlukata benzetmemiz<br />
gerekecek” gerekçesinin cevabı vardır.<br />
48. Allah’ın (azze <strong>ve</strong> celle) iki eli olduğuna dair buna benzer bir âyet<br />
için bkz: Maide 64.<br />
47
يطوي الله السموات يوم القيامة ثم يأخذهن بيده اليمنى<br />
ثم يقول أنا امللك أين الجبارون ؟ أين املتكربون ؟ ثم<br />
يطوي الرضني ثم يأخذهن -قال ابن العلء بيده الخرى-<br />
ثم يقول أنا امللك أين الجبارون ؟ أين املتكربون ؟.<br />
“Kıyamet günü Allah (azze <strong>ve</strong> celle) gökleri dürer, sonra<br />
o gökleri sağ eliyle alır, sonra der ki: “Melik benim,<br />
nerede Cebbarlar, nerede büyüklük taslayanlar.” Sonra<br />
yerleri dürer, sonra o yerleri -Ebu’l Ulâ şöyle demiştir:<br />
“diğer eliyle”- 49 alır, sonra der ki: “Melik benim, nerede<br />
Cebbarlar, nerede büyüklük taslayanlar.” 50 Başka bir hadisinde<br />
de şöyle demiştir:<br />
كلتا يديه يني<br />
“…Onun iki eli de sağ’dır...” 51<br />
49. Müslim’de geçen riavâyette “diğer eliyle” ifadesinin yerine “bi<br />
şimâlihî (soluyla)” ifadesi geçmektedir.<br />
50. Ebu Davud, Müslim.<br />
51. Müslim, Nesâi, Ahmed. Bu <strong>ve</strong> bir önceki rivâyetten, Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle)’nin iki eli olup bunlardan birisinin “sağ” diye nitelendirildiği<br />
açıkça anlaşılmakla bereber, ilk rivâyette “diğer el” <strong>ve</strong><br />
“sol” ifadelerinin geçmesi, ikinci rivâyette ise her iki elinde “sağ”<br />
olduğunun belirtilmesi, Ehl-i Sünnet arasında ikinci elin nasıl<br />
nitelendirileceği konusunda ihtilafa neden olmuştur. İmam Ahmed,<br />
İbn Huzeyme gibi ilim ehli, bu elin de sağ diye nitelendi-<br />
48
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Bu âyet <strong>ve</strong> hadislerden <strong>ve</strong> daha başka nasların 52 zâhirinden<br />
açıkça anlaşılıyor ki, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin ,<br />
zatına yaraşır bir şekilde, yarattığı hiçbir varlığa benzemeyen<br />
<strong>ve</strong> keyfiyetini bilmediğimiz “iki el”i vardır. Fakat<br />
Eş’arîler, Maturîdîler v.d. ise, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
bu sıfatını kabul etmeyip bu <strong>ve</strong> benzeri nasları nimet<br />
<strong>ve</strong>ya kudret diye tevil ederler. Bu kesinlikle kabul edilemez<br />
bir tevîl’dir. Arapça lugatta her ne kadar da nimet<br />
<strong>ve</strong> kudret manaları “yed (el)” kelimesinin manalarından<br />
olsa da, âyetteki “yedeyye (iki elim)” ifadesi bu manalara<br />
yorulamaz. Zira bu te’vîle göre yukarıda zikettiğimiz<br />
âyetin anlamı ya, “…seni iki nimetimle” <strong>ve</strong>ya “…<br />
nimetimle” olur ki, bu anlamların saçma olduğu gâyet<br />
açıktır. Veya mana, “…iki kudretimle” olur ki, kuv<strong>ve</strong>tin<br />
bir tane olup adetlenmemesi nedeniyle bu mananın<br />
<strong>ve</strong>rilmesi de çok garip kaçmaktadır. Ya da mana; “…<br />
seni kudretimle” şeklinde olur ki bu da, âyette vurgulanmak<br />
istenen anlamı bozacağı için makbul bir tevîl<br />
değildir. Zira burada Allah (azze <strong>ve</strong> celle) İblis’e, Adem’in<br />
rileceği görüşündedirler. Ed-Dârimî, Ebu Ya’lâ, Muhammed b.<br />
Abdil<strong>ve</strong>hhab gibi âlimler ise ikinci elin “sol” diye nitelendirileceğine<br />
kail olmuşlardır. Kimi ilim ehli de, bu elin ne sağ ne de<br />
sol diye vasıflandırılmayıp “diğer el” diye nitelendirileceğini sr.<br />
(Bkz: ez-Zinâd fî Şerhi Lum’ati’l İ’tikâd, Ali b. Hudayr el-Hudayr,<br />
sy: 21,22)<br />
52. Bkz: Muhtasaru’s Savâik, İbnu’l Kayyim, 2/171.<br />
49
(aleyhisselam) kendisinden daha üstün olduğunu, zira sadece<br />
Adem (aleyhisselam)’a has olarak onu iki eliyle yaratığını,<br />
dolayısıyla Adem (aleyhisselam)’ın kendisine olan<br />
üstünlüğü sebebiyle ona secde etmesi gerektiğini ifade<br />
etmiştir. Şâyet anlam “…seni kudretimle” şeklinde<br />
olursa, o zaman Adem (aleyhisselam)’ın İblis’e karşı bir<br />
meziyeti kalmamaktadır. Çünkü Allah (azze <strong>ve</strong> celle) şeytanı<br />
da, köpeği de, domuzu da v.s. kudretiyle yaratmıştır.<br />
Dolayısıyla İblis’e; “Ey Rabbim! Sen beni de onu da<br />
kudretinle yarattın. O halde onun bana olan üstünlüğü<br />
nedir ki ben ona secde edeyim” deme fırsatı doğardı.<br />
Bir İşkâl: Allah (azze <strong>ve</strong> celle) Feth 10. âyetinde kendisine<br />
el sıfatını izafe ederken, yed kelimesini “yedullâhi<br />
(Allah’ın eli)” şeklinde müfred (tekil) bir kalıpta, Yâsîn<br />
71. âyetinde ise “mimmâ amilet eydînâ… (ellerimizin<br />
yaptığı)” şeklinde cemî’ (çoğul) olarak kullanmıştır. Bu<br />
<strong>ve</strong> yukarıdaki nasları nasıl cem edebiliriz?<br />
İlk olarak müfred kalıbında kullanılması üzerinde<br />
duracak olursak şunu söyleriz; Usul ilminde malum bir<br />
kuraldır ki, marifeye mudaf olan müfred -ki bu âyette<br />
Allah’a izafe edilen “yedu” kelimesi böyledir- umûmu<br />
(genelliği) ifade eder. 53 Yani âyetteki “yedullâhi” ifadesi,<br />
53. Marifeye mudaf olan müfred’in umumu ifade ettiğinin bir örne-<br />
50
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle) için ne kadar el sabitse o kadar eli kapsamı<br />
altına almaya el<strong>ve</strong>rişlidir. Bu umûm ise, yukarıda<br />
zikrettiğimiz ‘Allah’ın iki eli olduğunu gösteren deliller’<br />
ile tahsîs edilmiştir/sınırlandırılmış, daraltılmıştır.<br />
Cemî’ kalıpta kullanılmasına gelince, buna birkaç<br />
yönden cevap <strong>ve</strong>rilebilir;<br />
a) Bazı âlimler, cem’in en azının iki olduğunu söylerler.<br />
54 Yani bu görüşe göre âyetteki “ellerimiz” ifadesi<br />
en azından iki’ye delalet etmekte, iki’den daha fazlaya<br />
delalet etmesi ise kesin olmayıp ihtimal dâhilindedir.<br />
Yukarıda zikrettiğimiz deliller iki’den fazla olabileceği<br />
ihitmalini ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla bu<br />
görüş esas alındığı takdirde âyette herhangi bir işkal<br />
bulunmamaktadır. Ancak luğat âlimleri’nin geneli ise,<br />
cem’in en azının üç olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş<br />
esas alınırsa o halde bu işkale şu şekillerde cevap <strong>ve</strong>rilebilir;<br />
b) Burada “ellerimiz” ile kasdedilen, elin tazîmi’dir.<br />
Yoksa Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin iki’den daha fazla elinin olği<br />
olarak bkz: İbrâhîm 34.<br />
54. Tahrîm 4 <strong>ve</strong> Nisâ 11. âyetler, bu görüşü savunanların ileri sürdükleri<br />
delillerdendir.<br />
51
duğu anlamında değildir. Bu tıpkı, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
kendisinden bahsederken “biz”, “dedik ki”, “muhakkak<br />
ki biz” anlamında ifadeler kullanmasına benzer. Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) tek olduğuna göre bu ifadelerle kastedilen<br />
nasıl ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin kendisini ta’zim etmesi ise,<br />
burada da durum böyledir.<br />
c) “ellerimiz”den kasıt, eli olan Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
zatıdır. Yani “mimmâ amilet eydînâ… (ellerimizin yaptığı)”<br />
ifadesi “mimmâ amilnâ (yaptığımız)” anlamındadır.<br />
Şu âyet de buna benzer bir misaldir:<br />
ظَهَرَ الْفَسَ ادُ يفِ الْربَ ِّ وَالْبَحْرِ بِ َا كَسَ بَتْ أَيْدِ ي النَّاسِ<br />
“İnsanların “ellerinin” kazandıkları şeyler sebebiyle<br />
karada <strong>ve</strong> denizde fesad zahir oldu…” (Rûm, 41)<br />
Halbuki insanlar sadece elleriyle değil, ayakları,<br />
dilleri <strong>ve</strong> başka azaları ile de fesad yapar. Dolayısıyla<br />
“insanların ellerinin kazandıkları” ifadesi ile, eli olan<br />
insanların zâtı kastedilir. Yani mana “insanların kazandıkları”<br />
şeklindedir.<br />
Bir Kural: Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te “Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye<br />
izafe edilen” sıfatlarda aslolan, o sıfatın Allah (azze <strong>ve</strong> cel-<br />
52
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
le)’nin bir sıfatı olduğudur. Yani bu tür âyet <strong>ve</strong> hadisler<br />
“sıfat âyetleri” <strong>ve</strong> “sıfat hadisleri” olarak da isimlendirilirler.<br />
Ancak Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edilmemiş olan<br />
sıfatlar hakkında ise durum böyle değildir. Bu sebeple<br />
şu âyet, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatını bildiren âyetlerden<br />
biri değildir:<br />
وَالسَّ مَ ءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ<br />
“Biz sema’yı “kuv<strong>ve</strong>t” ile bina ettik…” (Zâriyât, 47)<br />
Kuv<strong>ve</strong>t olarak tercüme ettiğimiz “eydin” kelimesi<br />
<strong>ve</strong>ya sıfatı, Yâsîn sûresi 71. âyetteki, “eydînâ” ifadesi<br />
gibi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edilmiş olarak gelmediğinden<br />
ötürü “eller” diye değil de, müfessirlerin de belirttiği<br />
üzere -lugattaki başka bir manası olan- “kuv<strong>ve</strong>t”<br />
diye tefsir edilebilmesi mümkün olmuştur. Binaenaleyh<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edilmemiş bu kelimenin<br />
kuv<strong>ve</strong>t diye tefsir edilmesi, “sıfat âyetinin zâhirinden<br />
çıkmak” anlamına gelmez. Çünkü âyet, zahiriyle zaten<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bir sıfatına delalet etmediği için<br />
bir sıfat âyeti değildir, dolayısıyla konumuzla alakalı bir<br />
âyet değildir. 55 Aynı şekilde şu âyet’te bu kabildendir:<br />
55. Elbette ki âyete <strong>ve</strong>rilen kuv<strong>ve</strong>t manası, selim akıl sahibi bir<br />
arab’ın âyetten ilk anlayacağı anlam olduğundan zâhir anlamdır.<br />
Bu söylediğimiz, şimdi zikredilecek olan âyetteki “sâk” ke-<br />
53
يَوْمَ يُكْشَ فُ عَنْ سَ اقٍ وَيُدْعَوْنَ إِىلَ السُّ جُودِ فَلَ يَسْ تَطِ يعُونَ<br />
“O gün (kıyamet günü) sâk’tan (incikten) açılır <strong>ve</strong> secdeye<br />
da<strong>ve</strong>t edilirler, fakat güç yetiremezler.” (Kalem, 42)<br />
Âyetteki “sâk” kelimesi Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe<br />
edilmediği için seleften kimileri bu kelimeyi, arap lugatındaki<br />
bir başka anlamı olan “şiddet” kelimesi ile<br />
açıklamışlardır. Buna göre âyet, “O gün işler zorlaşır<br />
<strong>ve</strong>…” diye manalandırılır. Aynı sebeple âyeti bu şekilde<br />
anlamlandırmak da sıfat âyetinin zahirinden çıkmak<br />
anlamına gelmez. Zira bu âyet zaten sıfat âyetlerinden<br />
değildir. 56<br />
2) “Yüz” <strong>Sıfat</strong>ı: Bu sıfatın ispatına geçmeden ev<strong>ve</strong>l,<br />
bu sıfatı kabul etmeyen Eş’arî, Mâturidî vb.’lerinin de<br />
ikrar ettiği şu hakikate biraz değinmek gerekir; Bir laflimesine<br />
<strong>ve</strong>rilen şiddet anlamı için de geçerlidir, aynı sebeple<br />
“şiddet” anlamı da zâhir anlamdır.<br />
56. Buna rağmen seleften kimileri de “sâk” kelimesini Allah’ın bir<br />
sıfatı olarak yorumlamışlardır. Nitekim Buhârî’de Kitâbu’t Tevhîd<br />
kısmında “Bâbu Kavlillâhi Teâlâ Vucûhun Yevmeizin Nâdira”<br />
bölümünde Ebu Saîd el-Hudrî (radiyallahu anhuma)’nın rivâyet<br />
ettiği bir hadiste (Hadis no: 7001) “sâk” kelimesi Allah’a izafe<br />
edilerek gelmiştir. Bu hadiste de kıyamet gününde Allah’ın sâk’ını<br />
açacağı bildirilmiştir. Buna göre âyet de hadisdeki bu anlamı<br />
ifade etmektedir.<br />
54
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
zın manaya delaletinin üç çeşidi vardır:<br />
a) Mutâbakat delaleti (Delâletü’l Mutâbaka): Bir<br />
lafzın, manasının tümüne delalet etmesidir.<br />
b) Tadammun delaleti (Delâletü’t Tadammun): Bir<br />
lafzın, manasının bazısına delalet etmesidir.<br />
c) İltizâm delaleti (Delâletü’l İltizâm): Bir lafzın,<br />
manasının lazımına/gereğine delalet etmesidir.<br />
Örneğin “Zeyd” lafzının, Zeyd’in hem zâtına/kendisine<br />
hem de sıfatlarına/özelliklerine delalet etmesi<br />
mutâbakat delaleti, sadece Zeyd’in zâtına <strong>ve</strong>ya sadece<br />
sıfatlarına delalet emesi tadammun delaleti, Zeyd’in,<br />
annesinin <strong>ve</strong> babasının olduğuna delaleti de -Zeyd’in<br />
var olmasının sebebi oldukları için- iltizâm delaletidir.<br />
Veya “ev” lafzının, duvarlara, yere, çatıya, kısacası<br />
kapsadığı her bir şeye delalet etmesi mutâbakat delaleti,<br />
sadece duvarlara ya da sadece çatıya delalet etmesi<br />
tadammun delaleti, evi yapan kişiye delalet etmesi ise<br />
-evin illaki bir bina edeni olduğundan- iltizâm delaletidir.<br />
Aynı şekilde isimler hakkındaki kaidelerin 2. sinde<br />
ifade ettiğimiz; Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimlerinin hem<br />
zâtına hem de sıfatlarına delalet etmesi mutâbakat de-<br />
55
laletidir. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin isimlerinin sadece zâtına<br />
<strong>ve</strong>ya sadece sıfatlarına delaleti ise tadammun, başka bir<br />
isme -örneğin “el-Hâlık (yaratıcı)” isminin “el-Hayy<br />
(diri olan)” ismine delalet etmesi gibi, (zira ölü olan<br />
yaratamaz) <strong>ve</strong>ya “el-Hakîm (hikmetli olan)” isminin<br />
el-Alîm (bilen)” ismine delalet etmesi gibi (zira ilim olmadan<br />
hikmetin olması düşünülemez)- delalet etmesi<br />
de iltizâm delaletidir.<br />
Bunu bildikten sonra; Allah (azze <strong>ve</strong> celle) şöyle buyurmaktadır:<br />
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ . وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَ لِ وَالْ ِكْرَامِ<br />
“Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak. Ancak Rabbinin<br />
celal <strong>ve</strong> ikram sahibi yüzü bâki kalacak.” (Rahmân 26-<br />
27) 57 Âyette geçen “yüzü” kelimesiyle kastedilen, müfessirlerin<br />
de belirttiği gibi hiç şüphesiz “Allah’ın zâtı”dır.<br />
Zira kastedilenin sadece yüz olduğu söylenirse, o zaman<br />
bu, yüzü haricinde Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin da yok<br />
olacağı anlamına gelir ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle) böyle bir şeyden<br />
münezzehtir. Ancak bununla beraber âyet, Allah<br />
57. Buna benzer başka bir âyet için bkz: Kasas 88.<br />
56
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin celal (azamet, yücelik) <strong>ve</strong> ikram (mümin<br />
kullarına ihsanda bulunma <strong>ve</strong> kulları tarafından<br />
kendisine itaat edilmek sûretiyle saygınlık atfedilme)<br />
sıfatları ile vasıflanmış bir “yüz” sıfatı olduğuna da delalet<br />
etmektedir. Şöyle ki, âyet, mutabakat delaletiyle<br />
hem Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin celal <strong>ve</strong> ikram ile vasıflı yüz<br />
sıfatına, hem bu yüz’ün baki kalacağına, hem de yeryüzündeki<br />
her şeyin helak olacağına delalet eder. Tadammun<br />
delaletiyle de bu üçünden birine delalet eder. İltizam<br />
delaletiyle ise zâtının baki kalmasına delalet eder.<br />
Zira yüz, zat’tan hiç ayrılmayan zâtî bir sıfattır. Eğer ki<br />
yüz baki ise, bu demektir ki zat’ta bakidir. Buna belağat<br />
ilminde, -ilimle iştiğal edenler arasında çok bilinen bir<br />
tabir şekli olan- “zikru’l cuz’ irâdetu’l kull (yani cüzü/<br />
parçayı zikredip bununla küllü/tümü kastetmek)” denilir.<br />
58 Bu tıpkı; “…Artık yüzünü mescid-i haram’a (kabe-<br />
58. Bu âyetinde Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin böyle bir tabir şeklini kullanmasının<br />
nedeni, yüzünün şerefine <strong>ve</strong> azametine vurgu yapmasıdır.<br />
Ayriyeten şunu da belirtelim ki; bizim bu âyet hakkında<br />
“cüz/parça zikredilip küll kastedilmiştir” dememizden, yüzün<br />
<strong>ve</strong> ona benzer sıfatların Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’den bir parça olduğuna,<br />
yani Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin tıpkı insan gibi bir takım azâlardan/uzuvlardan<br />
mürekkep (oluşmuş) olduğuna inandığımız<br />
anlamı çıkartılmamalıdır. Bu, önceden de belirtildiği gibi sapık<br />
Mücessime grubunun düşüncesidir. Ancak burada anlatmak istediğimiz<br />
daha kolay anlaşılsın diye, belağat ilmindeki bilinen<br />
şekliyle bu ifadeyi kullandık.<br />
57
ye) doğru çevir…” (Bakara, 144) âyetine <strong>ve</strong>, “Yüzler vardır ki<br />
o gün korkulu <strong>ve</strong> zelildir, amel etmişler <strong>ve</strong> yorulmuşlardır.”<br />
(Ğâşiye, 2-3) âyetine benzemektedir. Bu iki âyette de yüz<br />
kelimesiyle, “yüzü olan insanın zâtı” kastedilmektedir.<br />
Zira ilk âyette kabeye doğru çevrilmesi istenen elbette<br />
ki sadece yüz olmayıp, yüzünde dahil olduğu zâtın çevrilmesidir.<br />
İkinci âyette ise yüz, amel edip yorulamayacağına<br />
göre, yüzler kelimesi ile “yüz sahibi insanların<br />
zâtı” murad edilmiştir.<br />
Dolayısıyla bizler, bu âyetteki yüzden kastın Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatı olduğunu söyleyerek, bir sıfat âyetini<br />
zâhir anlamından çıkartmış <strong>ve</strong> bu kaideye aykırı davranmış<br />
olmadık. Zira biz, âyetin zahirinden anlaşılan<br />
“yüz” sıfatını ispat etmekle birlikte iltizam delaletiyle<br />
zâtın murad edildiğini söyledik. Arapça lafızların bu<br />
üç delalet şeklini bilen her bir kimse, bu âyeti okuduğu<br />
zaman aklına gelecek ilk anlam (yani zâhir anlam)<br />
yüz sıfatıyla beraber Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatı olacaktır.<br />
Yani zâhir anlamıyla âyet, sadece yüzün baki kalacağına<br />
delalet etmemektedir. Şâyet yüz sıfatını ispat etmeksizin<br />
zâtın kastedildiğini söyleseydik, o zaman muteber<br />
bir delil olmaksızın âyetin zahirinden çıkmış olurduk.<br />
Dolaysıyla âyetteki “yüz”ün anlamı, “yüz sıfatı ile vasıflanmış<br />
olan Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatı”dır. Yoksa mana,<br />
58
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Eş’arî, Maturîdîler vb.’nin dediği gibi yüzü olmaksızın<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatı değildir. Ya da onlardan kimisinin<br />
dediği gibi yüz ile kastedilen “sevap” değildir.<br />
Yani mana, “Rabbinin celal <strong>ve</strong> ikram sahibi sevabı! bâki<br />
kalacak” şeklinde değildir. Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
şöyle buyurmuştur:<br />
حجابه النور لو كشفه لحرقت سبحات وجهه ما انتهى<br />
إليه برصه من خلقه<br />
“…Onun hicabı/örtüsü nurdur. Şâyet onu açsaydı, yüzünün<br />
59 azameti (<strong>ve</strong>ya nuru, parlaklığı, güzelliği) bakışının<br />
ulaştığı (bütün) mahlukatını yakardı.” 60<br />
Meşhur “Sahîhu İbn Huzeyme” eserinin sahibi<br />
İmam İbn Huzeyme (rahimehullah) (Vefat; H: 311)<br />
“et-Tevhîd” adlı kitabında “Bâbu İsbâti’l Vech” bölümünde<br />
şunları kaydetmiştir: “Bizim <strong>ve</strong> Hicaz, Yemen,<br />
Tehâme <strong>ve</strong> Şam ehlinden olan bütün âlimlerimizin<br />
59. Ebu Ubeyd, ed-Dârimî <strong>ve</strong> İbn Huzeyme gibi kimi âlimler hadisteki<br />
yüzü zat ile tefsir etmeyip sadece yüz olarak açıklamışlardır.<br />
İbnu’l Kayyım gibi kimi ilim ehli ise yukarıda geçen âyette olduğu<br />
gibi burada da kastedilenin yüzüyle birlikte zatı olduğunu<br />
söylemişlerdir. Görüldüğü gibi her iki açıklamaya göre de Allah’ın<br />
yüz sıfatı ispat edilmiş olmaktadır.<br />
60. Müslim.<br />
59
mezhebi/görüşü şudur ki, bizler, yaratıcımızın yüzünü<br />
mahluklardan hiçbirine benzetmeksizin Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle) hakkında onun kendisi için ispat ettiğini ispat<br />
ederiz.” Bundan bir sonraki bölümde de şunları söylemiştir:<br />
“Biz <strong>ve</strong> bütün bölgelerde bulunan âlimlerimiz<br />
şunu diyoruz ki, Ma’budumuz’un (Allah’ın), Kur’ân’ın<br />
da bize bildirdiği gibi “yüzü” vardır. Ve onu celal <strong>ve</strong> ikram<br />
ile vasıflamıştır. Onun baki olduğuna hükmetmiş<br />
<strong>ve</strong> ondan helak’ı nefyetmiştir. Ve deriz ki, Rabbimizin<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) yüzünde öyle bir nur, aydınlık <strong>ve</strong> parlaklık<br />
vardır ki, şâyet hicabını açsaydı yüzünün nuru, parlaklığı<br />
<strong>ve</strong> güzelliği, bakışının ulaştığı her şeyi yakardı.”<br />
Dolayısıyla Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin zatına yaraşır bir<br />
şekilde, yarattığı hiçbir varlığa benzemeyen <strong>ve</strong> keyfiyetini<br />
bilmediğimiz “yüz”ü olduğuna iman ederiz.<br />
Fâide: El sıfatı üzerinde dururken şöyle bir kural<br />
zikretmiştik: “Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edilen sıfatlarda<br />
aslolan, o sıfatın Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bir sıfatı olduğudur.”<br />
Ancak <strong>ve</strong>ch (yüz) kelimesinin <strong>ve</strong>ya sıfatının<br />
geçtiği iki âyet’te bu kelime, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe<br />
edilmiş olarak gelmesine rağmen seleften kimileri tarafından<br />
zâhirine aykırı bir şekilde yorumlanmıştır. Bu<br />
âyetlerden birincisi şudur:<br />
60
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
وَلِلَّهِ الْمَشْ ِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَ تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ<br />
“Doğu da Allah’ındır batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın<br />
yüzü oradadır...” (Bakara, 115)<br />
Mücahid, İmam Şâfiî <strong>ve</strong> İbn Teymiyye (rahimehullah)<br />
gibi âlimler, bu âyetin sıfat âyetlerinden olmadığını, yüz<br />
ile kastedilenin, arap lugatındaki manalarından biri<br />
olan cihet/kıble 61 olduğunu söylemişlerdir. Zira âyet<br />
sefer hali hakkında inmiştir. Yani bir kimse sefer halinde<br />
nafile namaz kılarken yüzü nereye doğru dönük<br />
olursa olsun orası, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin müslümanlar<br />
için razı olduğu kıbledir. Veya bir kimse kıblenin neresi<br />
olduğunu bilmediği için araştırsa <strong>ve</strong> sonra kıble olduğunu<br />
zannettiği yöne doğru namaz kılsa, bu kimsenin<br />
yönelmiş olduğu kıble aslında yanlış da olsa işte orası,<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin müslümanlar için razı olduğu<br />
kıbledir. Dolayısıyla âyetin sefer hali hakkında inmesi,<br />
zâhirinden dönülebileceğine dair bir delil olduğu için,<br />
âyetin bu şekilde te’vîl edilmesi sahih te’vîl kısmına<br />
dahil olmaktadır.Ancak ed-Dârimî, İbn Huzeyme <strong>ve</strong><br />
İbnu’l Kayyim (rahimehullah) gibi kimi âlimler ise, zikri<br />
geçen bu kuralı bu âyette de işleterek âyetin, Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle)’nin yüz sıfatını ispat eden bir sıfat âyeti olduğu-<br />
61. Örneğin bkz: Bakara, 148.<br />
61
nu söylemişlerdir. Yani namazda yüzünüzü hangi yöne<br />
çevirirseniz çevirin, orada Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin yüzü<br />
vardır. Nitekim Nebi (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’den gelen şu<br />
hadis de bu anlamı desteklemektedir: “Sizden biriniz<br />
namazına başladığı zaman o kimse Rabbiyle gizlice konuşmaktadır.<br />
Veya 62 Rabbi onunla kıble arasındadır. O<br />
yüzden sizden biriniz kıblesine doğru tükürmesin…” 63<br />
Bu âyetlerden ikincisinde ise şöyle buyrulmuştur:<br />
وَالَ تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ الَ إِلَهَ إِالَّ هُوَ كُلُّ شَ ْ ءٍ هَالِكٌ إِالَّ<br />
وَجْهَهُ<br />
“Allah ile birlikte başka bir ilah’a dua etme! O’ndan başka<br />
ilah yoktur. O’nun yüzü hariç her şey yok olacaktır…”<br />
(Kasas, 88)<br />
Seleften bazıları, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye izafe edilmiş<br />
“<strong>ve</strong>ch (yüz)” kelimesini, lugattaki anlamlarından biri<br />
62. Burada “<strong>ve</strong>ya” kelimesinin zikredilmesi, hadisi rivâyet edenin<br />
tereddüdünden ötürüdür. Ancak bu hadisin diğer bir rivâyetinde<br />
ise “<strong>ve</strong>ya” kelimesi geçmeyip “<strong>ve</strong>” kelimesi geçmektedir.<br />
63. Buhârî, Kitâbu’s Salât, Bâbu Hakki’l Buzâki bi’l yedi mine’l Mescid.<br />
İbnu’l Kayyim (rahimehullah) “Muhtasaru’s Savâiku’l Mursele”<br />
(2/180) kitabında, âyetin bir sıfat âyeti olduğunu destekleyen<br />
bunun dışında birçok hadis zikretmiştir.<br />
62
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
olan 64 “niyet, kasıt” anlamını baz alarak yalnızca Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin rızasının kastedilerek yapıldığı ameller<br />
olarak tevil etmiş <strong>ve</strong> böylece âyeti sıfat âyetlerinden<br />
saymamışlardır. Zira âyetin ilk <strong>ve</strong> ikinci cümlesi, ibadetin<br />
yalnızca Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’ye sarfedilmesi <strong>ve</strong> ibadete<br />
O’ndan başka hiçbir şeyin ortak kılınmaması gerektiğini<br />
ifade etmektedir. İşte âyeti bu şekilde yorumlayanlar<br />
bu iki cümlenin, âyetteki <strong>ve</strong>ch kelimesini zâhiri üzere<br />
anlamayıp ona böyle bir anlam yüklemenin muteber<br />
bir delili olacağını söylemişlerdir. Yani sadece Allah<br />
için/ihlas üzere yapılan ameller -kişiyi ebedi cennete<br />
ulaştıracağı için- baki kalacak, ancak bunun dışındaki<br />
büyük ya da küçük şirk olan ameller <strong>ve</strong> müşrik olan kişinin<br />
yaptığı ameller ise sahiplerinin yüzüne çarpılarak<br />
boşa çıkartılacaktır. Buna karşın kimi âlimler ise, bu<br />
âyeti Rahman sûresi 26 <strong>ve</strong> 27. âyetteki anlamıyla tefsir<br />
ederek âyetin zâhirinden dönmeyip bu kuralı burada<br />
da işletmişlerdir.<br />
Ancak şunu bir daha belirtelim ki, bu iki âyeti zâhir<br />
anlamı üzere yorumlamayan selef âlimleri, bununla bereber<br />
başka deliller sebebiyle Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin yüz<br />
sıfatını kabul ediyorlardı. Nitekim İbn Huzeyme’nin<br />
64. Örneğin bkz: İnsan, 9.<br />
63
(rahimehullah) az ev<strong>ve</strong>l aktardığımız sözü de bunu açıkça<br />
ortaya koymaktadır.<br />
c) Gelme sıfatı: Allah (azze <strong>ve</strong> celle) şöyle buyurmaktadır:<br />
هَلْ يَنْ ظُ رُ ونَ إِالَّ أَنْ يَأْتِيَهُمُ اللَّهُ يفِ ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَ مِ<br />
وَالْمَلَ ئِكَةُ وَقُضِ َ الْ َمْرُ وَإِىلَ اللَّهِ تُرْجَعُ الْ ُمُورُ<br />
“Onlar (kâfirler) ancak buluttan gölgelerle beraber Allah’ın<br />
<strong>ve</strong> meleklerinin gelmesini bekliyorlar. Ve (kulların)<br />
iş (i) bitirilmiş (hesapları görülmüş) olacaktır (<strong>ve</strong> artık<br />
asilerin tevbe etme imkanı olmayacaktır). 65 Bütün<br />
işler yalnızca Allah’a döndürülür. (Ve sonunda herkes<br />
yaptığının karşılığını görecektir).” (Bakara, 210)<br />
Âyette bahsedilen Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin <strong>ve</strong> meleklerinin<br />
gelmesi, kıyamet gününde Rasûlullah (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’in, arşın altında Allah’a (azze <strong>ve</strong> celle) secde<br />
edip Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin kulları arasında hüküm <strong>ve</strong>rmesi<br />
(onları hesaba çekmesi) için şefaatte bulunması<br />
sonrasında olacak olan bir durumdur. Allah (azze <strong>ve</strong><br />
65. Kimi müfesirler de şöyle mana <strong>ve</strong>rmişlerdir: “…<strong>ve</strong> meleklerinin<br />
gelmesini <strong>ve</strong> işin bitirilmesini bekliyorlar. Bütün işler yalnızca Allah’a<br />
döndürülür”.<br />
64
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
celle) kıyamet gününde kulları arasında hükmetmek<br />
için kendisi <strong>ve</strong> melekleri inecek <strong>ve</strong> inerlerken gökyüzü<br />
(dünya seması) beyaz bulutlar/büyük gölgeler ile<br />
yarılacaktır. 66 Fecr sûresinin 22. âyetinde belirtildiği<br />
gibi melekler saf halinde ineceklerdir. Ve meleklerden<br />
ilk olarak, dünya semasında bulunan melekler inecek,<br />
sonra ikinci, sonra üçüncü… Sonra yedinci semadaki<br />
melekler inecek <strong>ve</strong> insanları kuşatacaklardır. 67<br />
Başka bir âyetinde de şöyle buyurmuştur:<br />
هَلْ يَنْظُرُونَ إِالَّ أَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلَ ئِكَةُ أَوْ يَأْتِ َ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِ َ<br />
بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ<br />
Onlar ancak kendilerine meleklerin (ruhlarını kabzetmek<br />
için) gelmesini <strong>ve</strong>ya (kıyamet günü kullarının arasında<br />
hükmetmesi için) Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı<br />
66. Bkz: Furkân 25. Furkân sûresinin bu âyetinde Allah’ın (azze <strong>ve</strong><br />
celle) gelmesi zikredilmemekle birlikte Bakara, 210 <strong>ve</strong> birazdan<br />
gelecek olan âyet, burada da Allah’ın gelmesinden bahsedildiğini<br />
göstermektedir.<br />
67. Bkz: Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, İbn Kesîr. Meleklerin inişinin nasıl<br />
olacağı ile ilgili bkz: el-Müstedrek, Hâkim, 4/614. İmam Zehebî<br />
(rahimehullah) Müstedrek’te geçen bu rivâyetin senedinin kuv<strong>ve</strong>tli<br />
olduğunu söylemiştir.<br />
65
âyetlerinin (kıyamet alametlerinin) gelmesini bekliyorlar<br />
68 …” (En’âm, 158)<br />
Her iki âyet de kâfirleri tehdid etmekte <strong>ve</strong> kıyamet<br />
gününde Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin kulları arasında hükmetmesi<br />
için kendi şanına yaraşır bir şekilde, mahlukattan<br />
hiçbirisinin gelmesine benzemeksizin <strong>ve</strong> keyfiyetini<br />
bilmediğimiz bir halde geleceğini bildirmektedir. 69<br />
Eş’arî <strong>ve</strong> Mâturîdîler gibi bu sıfatı kabul etmeyenler<br />
ise, zikrettiğimiz bu âyetleri zâhir anlamlarından soyutlamakta<br />
<strong>ve</strong> Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gelmesini, “Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin emrinin gelmesi” şeklinde tevil etmektedirler.<br />
Buna delil olarak da şu âyeti ileri sürerler:<br />
هَلْ يَنْظُرُونَ إِالَّ أَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلَ ئِكَةُ أَوْ يَأْتِ َ أَمْرُ رَبِّكَ<br />
“(Kafirler) ancak kendilerine meleklerin (ruhlarını<br />
kabzetmek için) gelmesini <strong>ve</strong>ya Rabbinin emrinin gelmesini<br />
bekliyorlar…” (Nahl, 33)<br />
68. Yani o kâfirler bu hallerden birinin gelmesini mi bekliyorlar!<br />
69. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu sıfatını bildiren başka bir âyet için bkz:<br />
Fecr 21-22.<br />
66
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Şöyle demektedirler: “Sizin zikrettiğiniz âyetlere<br />
benzeyen bu âyette, “Rabbinin gelmesini” denmemiş,<br />
“Rabbinin emrinin gelmesini” denilmiştir. İşte bu âyet,<br />
sizin zikrettiğiniz âyetlerde geçen “Allah’ın gelmesi”<br />
<strong>ve</strong> “Rabbinin gelmesi” ifadelerini tefsir etmekte <strong>ve</strong> bu<br />
âyetlerde kastedilenin “Allah’ın (<strong>ve</strong>ya) Rabbinin emrinin”<br />
gelmesi olduğuna delalet etmektedir!”<br />
Buna cevap olarak şöyle deriz: “Rabbinin emrinin<br />
gelmesi” ifadesi, “dünyadaki azap” <strong>ve</strong> içinde dehşet<br />
<strong>ve</strong>rici hadiselerin yaşanacağı “kıyamet günü” olarak<br />
müfessirlerce iki şeklide yorumlanmıştır. Gelme sıfatına<br />
ilişkin ilk olarak zikrettiğimiz Bakara, 210. âyet ise,<br />
kıyamet günü içersinde olacak olan hadiselerden bahsetmektedir.<br />
Zira bu âyette geçen, “Ve iş bitirilmiş olacaktır.<br />
Bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.” cümleleri<br />
de bunu göstermekte idi. O halde, şâyet Nahl sûresindeki<br />
âyette Rabbinin emrinin gelmesinden kasıt, dünya<br />
azabı <strong>ve</strong>ya kıyamet gününün gelmesi ise, bu iki anlamdan<br />
hangisi Bakara, âyetinde belirtilmek istenen anlamı<br />
karşılayacaktır! Ayrıca eğer ki Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
gelmesiyle kastedilen onun emri ise, neden Allah (azze<br />
<strong>ve</strong> celle) Nahl sûresindeki âyette ifade ettiği gibi Bakara,<br />
Fecr <strong>ve</strong> En’am sûrelerindeki âyetlerde de “Allah’ın<br />
(<strong>ve</strong>ya) Rabbinin emri” ifadesini kullanmamıştır? Buna<br />
67
engel olan, emrinin gelmesinden ayrı olarak kendisinin<br />
de gelmesinin olacağı değil de nedir? Binaenaleyh<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gelmesi ile bu iki tefsirden biri<br />
olan Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin emrinin gelmesi birbirinden<br />
farklı olup sanıldığı gibi aynı şeyler değildir.<br />
Bir İtiraz <strong>ve</strong> Cevabı: Bizler sıfat naslarının teşbîh<br />
<strong>ve</strong> tekyîf ’ten uzak olarak zâhir anlamları üzere anlaşılması<br />
gerektiğini <strong>ve</strong> bu anlamın dışına asla çıkılamayacağını<br />
söylediğimizde, karşıt görüşteki kimseler kuv<strong>ve</strong>tli<br />
gibi gözüken şöyle bir itirazda bulunmaktadırlar:<br />
“Sizler bu iddianızla çelişmektesiniz. Çünkü sizler bazı<br />
sıfat naslarının zâhirini almıyorsunuz! İşte buna birkaç<br />
örnek:<br />
a) “Ehl-i Kitaptan küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından<br />
çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız.<br />
Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını<br />
sanmışlardı. Ama “Allah, onlara beklemedikleri yerden<br />
geldi.” O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem<br />
kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı.<br />
Ey akıl sahipleri! İbret alın.” (Haşr, 2) Burada Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin gelmesinden kasıt, sizin de kabul ettiğiniz<br />
gibi O’nun (azze <strong>ve</strong> celle) azabıdır.<br />
68
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
b) “Onlardan öncekilere de (peygamberlere) hile yapmışlardı.<br />
Sonunda “Allah da onların binalarına temellerinden<br />
geldi” de böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü.<br />
Bu azap onlara, farkedemedikleri bir yerden gelmişti.”<br />
(Nahl, 26) Bu âyette de Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gelmesiyle<br />
kastedilen, tıpkı bir önceki âyet gibi azabının gelmesidir.<br />
Yani mana: “Allah da onların binalarını temellerinden<br />
tahrip etti.” şeklindedir.<br />
c) “…Onlar Allah’ı unuttular. “Allah da onları unuttu!”<br />
Doğrusu münafıklar fâsıkların ta kendileridir.” (Tevbe,<br />
67) Yani onları terk etti, önemsemedi anlamındadır.<br />
d) “Muhakkak ki sana bey’at edenler ancak Allah’a<br />
bey’at etmektedirler. “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”<br />
Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş<br />
olur. Kim de Allah ile olan ahdine <strong>ve</strong>fa gösterirse Allah<br />
ona büyük bir mükâfat <strong>ve</strong>recektir.” (Feth, 10) Burada Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin elinin Müslümanların ellerinin üzerinde<br />
olması, müfessirlerin de belirttiği <strong>ve</strong> sizin de ikrar<br />
ettiğiniz üzere zâhirinden anlaşılan anlam olmayıp,<br />
bey’at işinin sağlama alınmasıdır. Yani kimsenin bey’atını<br />
bozmaması istenmektedir.<br />
69
e) “…Yere gireni <strong>ve</strong> ondan çıkanı, gökten ineni <strong>ve</strong> oraya<br />
yükseleni bilir. “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.”<br />
Allah yaptıklarınızı görür.” (Hadîd, 4) Buradaki beraberliğin<br />
zat beraberliği olmadığı açıktır.<br />
Ve daha bunun gibi başka örnekler… 70<br />
Cevap: Bizler zâhir anlamla ne kastedildiğini açıklarken<br />
şöyle demiştik: “Arap dilini bilenlerden selim<br />
bir akla sahip olan kimselerin herhangi bir kelime <strong>ve</strong>ya<br />
cümle işittiklerinde <strong>ve</strong>ya okuduklarında zihinlerine<br />
gelen ilk anlamdır.” Buna göre zâhir’in iki kısmı vardır:<br />
1) Lafzın/kelimenin zahiri إفرادي) :(ظاهر Yani cümle<br />
içersindeki tek bir lafızdan/kelimeden anlaşılan zâhir.<br />
Örneğin; “Rahman arşa istiva etti” (Tâhâ, 5) âyetindeki<br />
“alâ” harf-i عىل “istevâ” lafzından/kelimesinden اسْ تَوَى<br />
cerri ile kullanıldığındaki malum anlamının anlaşılması<br />
gibi. Veya “Allah’ın kendilerine gazap ettiği…” (Mücâdele,<br />
14) âyetindeki غضب “ğadibe” lafzından Allah (azze <strong>ve</strong><br />
celle)’nin , zatına yaraşır bir şeklilde kendi dışındaki varlıklardan<br />
hiçbirine benzemeyen <strong>ve</strong> keyfiyetini bilmediğimiz<br />
“gazap” sıfatının olduğunun anlaşılması gibi.<br />
70. Bkz: Mülk, 1; Kâf, 16; Hakka, 45; Zumer 56.<br />
70
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
2) Cümlenin zahiri تركيبي) :(ظاهر Siyak, sibak <strong>ve</strong> karinelerden<br />
(kısacası cümlenin tamamından) anlaşılan<br />
zahir.<br />
Zâhir’in bu şeklide ikiye ayrılması, arap dili de<br />
dahil bütün dillerde çok maruf olan bir husustur. Örneğin;<br />
“Arkadaşımın benden istediği şeyi unuttum”<br />
cümlesindeki “unuttum” lafzı, yaygın anlamı olan “zihindeki<br />
bilginin kaybolması” anlamına gelmektedir<br />
ki, bu anlam cümle içersindeki “unuttum” lafzından<br />
anlaşılmaktadır. Yine, kendisine “Abdullah ile görüşüyor<br />
musun” diye bir soru yöneltilen kimse bu soruya<br />
“Abdullah’ı unuttum gitti” diye cevap <strong>ve</strong>rse, soru soran<br />
kişinin zihnine gelecek olan ilk anlam hiç şüphesiz ki,<br />
Abdullah adındaki kişinin onun zihninden silindiği<br />
değil, Abdullah’ı terk ettiği, onu umursamadığı olacaktır.<br />
Ve daha bunun gibi nice örnek… Dolayısıyla bir<br />
lafzı bütün hallerde aynı anlam üzere anlamak yanlış<br />
olup o lafız, cümledeki yerine göre yaygın anlamının<br />
dışında başka bir anlamı da ifade edebilir. İşte böyle bir<br />
itirazda bulunulmasının nedeni, zâhir anlamı sadece<br />
lafzın/kelimenin zâhiri ile sınırlandırmaktan kaynaklanmaktadır.<br />
Halbuki bu zikredilen naslardan anlaşılan<br />
zâhir anlama ters gibi gözüken manalar, aslında zâhir<br />
anlamın ta kendisidir, ancak bu manalar zâhirin ikinci<br />
71
kısmı olarak saydığımız “cümlenin zahiri”nden anlaşılan<br />
anlamlardır.<br />
Elbette ki bu nasların, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin gelme<br />
<strong>ve</strong> el sıfatlarına delalet etmemesi, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin<br />
bu sıfatlarının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü başka<br />
naslarda O’nun (azze <strong>ve</strong> celle) bu sıfatlarının olduğu belirtilmiştir.<br />
<strong>Sıfat</strong>ları Tefvîd Etmek Selefin Görüşü müdür?<br />
Birçok ilim ehli, el, istiva, inmek, gelmek, ayak gibi<br />
görünürde teşbih’i andıran Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatlarını<br />
tefvîd etmenin selefin düşüncesi olduğunu iddia<br />
etmişlerdir. Bu iddiaya göre selef, Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te<br />
geçen Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu tür sıfatlarına hiçbir<br />
şekilde (ne zâhir ne de başka) bir anlam yüklememiş,<br />
nasıl ki sıfatların keyfiyeti bilinmiyor <strong>ve</strong> Allah’a (azze <strong>ve</strong><br />
celle) havale ediliyor ise, aynı şekilde selef manalarını<br />
da Allah’a (azze <strong>ve</strong> celle) havale etmiştir. Dolayısıyla selefe<br />
göre Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu türden sıfatları, -bir görüşe<br />
göre- “elif lâm mîm, gâf, hâ mîm” gibi Kur’ân da<br />
geçen “mukattaa harfleri” gibi manaları sadece Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) tarafından bilinir. Yani selefe göre bu tür sıfatların<br />
hem keyfiyeti hem de anlamları müteşabihtir/<br />
yalnızca Allah (azze <strong>ve</strong> celle) tarafından bilinir! 71<br />
71. Yani bu tür sıfatlar mütaşabih’in iki kısmından biri olan “el-Mü-<br />
72
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
Bu, Eş’arîler’in <strong>ve</strong> Mâturîdîler’in selefe nisbet ettikleri<br />
batıl bir iddiadır. Ve onların; “selef ’in yolu eslemdir/daha<br />
sağlıklı <strong>ve</strong> ihtiyatlıdır. Halef ’in (seleften<br />
sonra gelenlerin) yolu ise daha ilimli <strong>ve</strong> daha hikmetlidir.”<br />
sözlerindeki ‘selef ’in yolu’ ile kastettikleri de budur.<br />
Bu iddiaya göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />
Allah’ın sıfatlarından (yani dinin en büyük aslı olan;<br />
“Allah’ı kemal sıfatları ile bilmek” aslından) bahseden<br />
birçok âyeti <strong>ve</strong> hadislerini ashabına aktarırken, bu söylediklerinden<br />
ne kendisi anlamış, ne de bunları işiten<br />
<strong>ve</strong> rivâyet eden sahabesi anlamıştır! Başka bir tabirle<br />
bu iddia, bize Kur’ân’ı indirip onun manalarını düşünmek<br />
ile mükellef kılan 72 Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin , dinin en<br />
büyük aslını, hayvanların anlaşılamaz sesleri <strong>ve</strong>yahut<br />
yabancı bir dilde konuşan insanların anlayamadığımız<br />
sözleri mesabesinde bizlere anlattığını söylemekle eş<br />
değerdedir.<br />
Doğrusu, selefin bu türden sıfatlara zahir anlamlarını<br />
yüklediği, keyfiyetini ise Allah’a (azze <strong>ve</strong> celle) havale<br />
teşâbihu’l Hakîkî” (manası yalnızca Allah tarafından bilinen<br />
naslar) kısmındandır. Diğer bir kısım ise “el-Müteşâbihu’l İdâfî”<br />
dir ki bu da, manasını ancak nassı sağlıklı bir şekilde tahlil etmiş<br />
olan kimselerin anladığı, herkesin anlayamadığı naslardır. (Bkz:<br />
el-Muvâfakât, eş-Şâtıbî, 3/315)<br />
72. Örneğin bkz: Nisâ, 82; Muhammed, 24; Sâd, 29.<br />
73
ettiğidir. Onlar, istiva, inme, yüz, el, ayak gibi Allah’a<br />
(azze <strong>ve</strong> celle) izafe edilen sıfatların anlamlarını biliyor <strong>ve</strong><br />
bu sıfatların her birine aynı gözle bakmayıp bunların<br />
birbirinden farklı anlamlar içerdiğine inanıyorlardı.<br />
Yani selefe göre müteşabih olan, sıfatların anlamları olmayıp<br />
keyfiyetleri idi. İşte bunun birkaç yönden ispatı:<br />
-عن عبد الله قال : « جاء حرب من اليهود إىل رسول الله<br />
صىل الله عليه وسلم فقال : أبلغك أن الله تعاىل يضع<br />
السموات يوم القيامة عىل أصبع والرض عىل أصبع<br />
والجبال عىل أصبع والشجر عىل أصبع واملاء والرثى<br />
عىل أصبع وسائر الخلق عىل أصبع ثم يهزهن ويقول<br />
أنا امللك قال : فضحك رسول الله صىل الله عليه وسلم<br />
بدت نواجذه تصديقا لقول الحرب ثم قرأ : )وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ<br />
حَقَّ قَدْرِهِ وَالْ َرْضُ جَمِيعًا قَبْضَ تُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّ مَ وَاتُ<br />
مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُ بْحَانَهُ وَتَعَاىلَ عَمَّ يُشْ ِكُونَ (.<br />
Abdullah İbn Mes’ûd (radiyallahu anhuma) şöyle anlatmıştır:<br />
“Yahudilerden bir haham Rasûlullah (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’e geldi <strong>ve</strong> dedi ki: “Sana, Allah’ın kıyamet<br />
gününde gökleri bir parmağı, 73 yeri bir parmağı, dağ-<br />
73. Demek ki Allah’ın (azze <strong>ve</strong> celle) kendi zatına yaraşır “parmak” sıfatı<br />
da vardır.<br />
74
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
ları bir parmağı, ağaçları bir parmağı, suları <strong>ve</strong> ıslak<br />
toprakları bir parmağı <strong>ve</strong> diğer mahlukları da bir parmağı<br />
üzerine koyacağını (bunları parmakları üzerinde<br />
tutacağını), sonra onları sarsıp: “Melik benim.” diyeceğini<br />
sana bildiriyorum (ne dersin).” Bunun üzerine<br />
Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) hahamın söylediklerini<br />
tasdik ederek (<strong>ve</strong> -bir rivâyete göre- hoşlanarak) azı<br />
dişleri görünecek şekilde güldü. Sonra şu âyeti okudu;<br />
“Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü<br />
bütün yeryüzü O’nun kabzasında (avucunda)dır. Gökler<br />
onun sağ eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak<br />
koşmalarından münezzehtir.” (Zumer, 67) 74<br />
قال أيب رحمه الله جعل يحيى يشري بأصابعه وأران أيب<br />
كيف جعل يشري بأصبعه يضع أصبعا اصبعا حتى أىت عىل<br />
آخرها<br />
74. Kitâbu’s Sünne, Ebu Bekr Amr b. Ebî Âsım eş-Şeybânî (rahimehullah)<br />
(Vefat; H: 287) 1/289. Ebu Bekr eş-Şeybânî (rahimehullah) bu<br />
rivâyeti aktardıktan sonra isnâdının Buhârî <strong>ve</strong> Müslim’in şartı<br />
üzerine sahih olduğunu <strong>ve</strong> onların da bunu rivâyet ettiklerini<br />
belirtmiştir. Ve daha sonra bu rivâyetin başka yollardan gelen<br />
farklı lafızlarının hangi kaynaklarda geçtiğini söylemiş <strong>ve</strong> rivâyetin<br />
başka lafızlarından bir kaçını zikretmiştir. Aynı şekilde bu<br />
rivâyet, farklı lafızlarıyla İbn Batta’nın “el-İbâne”sinde (7/280)<br />
geçmektedir.<br />
75
Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle demiştir:<br />
“Babam (rahimehullah) şöyle dedi: “Yahya (b. Saîd bu<br />
hadisi rivâyet ederken) parmaklarıyla işaret etmeye<br />
başladı.” Babam bana Yahya’nın parmaklarıyla nasıl<br />
işaret ettiğini gösterdi, (şöyle ki) parmaklarını teker<br />
teker son parmağına gelene kadar kadar yumdu.” 75<br />
Görüldüğü gibi bu iki selef imamı’nın hadisi parmaklarıyla<br />
somutlaştırarak anlatmaları, sıfatların manalarının<br />
bilinen manalar olduğunu, müteşâbih olmadığını<br />
göstermektedir. Zira manası bilinmeyen bir<br />
şeyin somut bir şekilde anlatılması mümkün değildir.<br />
- عن عبيد الله بن مقسم أنه سمع عبد الله بن عمر<br />
يقول : رأيت رسول الله صىل الله عليه و سلم عىل املنرب<br />
وهو يقول : ( يأخذ الجبار سمواته وأرضه بيديه ) وقبض<br />
رسول الله صىل الله عليه و سلم يده وجعل يقبضها<br />
ويبسطها ثم قال : ( فيقول : أنا الرحمن أنا امللك أين<br />
الجبارون أين املتكربون ) وتايل رسول الله صىل الله عليه<br />
75. es-Sünne, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, 1/264. Bu kitabın<br />
tahkîkini yapan Doktor Muhammed Saîd Sâlim el-Kahtânî, bu<br />
rivâyetin isnâdının “sahîh” olduğunu söylemiştir. Rivâyetin geçtiği<br />
kaynak olarak ayrıca bkz: Fethu’l Bârî, İbn Hacer, 10/167.<br />
76
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
و سلم عن يينه وعن شمله حتى نظرت إىل املنرب يتحرك<br />
من أسفل شء منه حتى أقول أساقط هو برسول الله صىل<br />
الله عليه و سلم<br />
Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) şöyle demiştir:<br />
“Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’i minberin üzerinde<br />
şöyle derken gördüm: “Cebbar olan Allah (azze <strong>ve</strong> celle) (sahibi<br />
olduğu) göklerini <strong>ve</strong> yerini iki eliyle alacak.” Bu sırada<br />
Rasûlullah elini yumdu <strong>ve</strong> elini yumup açmaya başladı.<br />
Sonra şöyle dedi: “Ve Allah der ki: Rahman benim,<br />
Melik benim, nerede Cebbarlar! Nerede büyüklük taslayanlar!”<br />
Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) sağına <strong>ve</strong> soluna<br />
eğiliyordu. Öyle ki minbere baktım, en alt tarafından<br />
hareket ediyordu/sallanıyordu, öyle ki ben (kendi kendime):<br />
“Acaba minber Rasûlullah (sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
ile birlikte düşecek mi?” diyordum.” 76 Nebi (sallallahu<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem)’nin kıyamet günü olacak bu hadiseyi elini<br />
yumup açarak canlandırması, sıfatların manalarının<br />
malum olduğunu göstermektedir. 77<br />
76. el-Mu’cemu’l Kebîr; Taberânî, Nesâi, Müslim.<br />
77. Ayrıca bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki, Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatları<br />
somut bir şekilde tefsir edilebilir. Ve bu hadislerin teşbîh’ten<br />
uzak bir şekilde anlaşılması gerektiğini ayriyeten söylemeye gerek<br />
yoktur.<br />
77
- İmam Mâlik (rahimehullah)’ın yanına bir adam gelmiş<br />
<strong>ve</strong> “Allah (azze <strong>ve</strong> celle); “Rahman arşa istiva etti” diyor.<br />
Nasıl isitva etti?” diye sormuş. Bu soru karşısında<br />
İmam dehşete düşmüş <strong>ve</strong> bir süre sonra şu meşhur sözünü<br />
söylemiştir: “İstiva ma’lûm’dur. Keyfiyeti meçhuldür.<br />
Buna iman etmek vaciptir. Bu konu hakkında soru<br />
sormak bidattir.” 78 İmam Mâlik’in’ın <strong>ve</strong>rdiği bu cevabın<br />
bir benzerini, onun hocası Rabîa’nın (rahimehullah) <strong>ve</strong><br />
ondan da önce mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’nin<br />
de (radiyallahu anha) söylediği rivâyet edilmiştir.<br />
Burada İmam Mâlik’in “İstiva ma’lum’dur” sözünden<br />
kasıt, “isitva’nın manası ma’lumdur” demektir ki<br />
bu da, -önceden de açıkladığımız üzere- arşın üzerine<br />
yükselmek <strong>ve</strong> orada yerleşmektir. Yoksa bu sözün manası,<br />
selefin sıfatlar hakkındaki görüşünün tefvîd yapmak<br />
olduğunu iddia edenlerin dediği gibi, “yani Allah<br />
(azze <strong>ve</strong> celle)’nin kendisine izafe ettiği istiva sıfatı Kur’ân<br />
da geçtiği için malum’dur!” şeklinde değildir. Nitekim<br />
selefin bu konudaki düşüncesini en iyi bilenlerden Osman<br />
b. Saîd ed-Dârimî (rahimehullah) <strong>ve</strong> İbn Abdi’l Berr<br />
78. İmam’ın sözünün devamı şöyledir: “Seni ancak kötü biri olarak<br />
görüyorum. Bu adamı yanımdan çıkarın!”.<br />
78
<strong>İsim</strong> <strong>ve</strong> <strong>Sıfat</strong>lar <strong>Tevhidi</strong><br />
(rahimehullah)’ın şimdi gelecek olan sözleri de, İmam Mâlik’in<br />
bu sözünü bu şeklide yorumlamanın mümkün<br />
olamayacağını ortaya koymaktadır.<br />
- Osman b. Saîd ed-Dârimî (rahimehullah) (Vefat; H:<br />
2180 -yani selef âlimlerinden!-) şöyle demiştir: “Senin,<br />
“bu sıfatları tekyif etmek, <strong>ve</strong> mahlukatta bulunan şeylere<br />
benzetmek hatadır” sözüne gelince, biz buna hata<br />
demiyoruz, (daha da ileri giderek) bizim indimizde bu<br />
küfürdür (diyoruz)… Ancak biz, bu sıfatları teşbîh <strong>ve</strong><br />
tekyîf etmemekle beraber (sizin yaptığınız gibi) bu sıfatları<br />
kabul etmemezlik yapmıyor, yalanlamıyor <strong>ve</strong><br />
sapık bir tevil ile (zâhir anlamlarını) iptal etmiyoruz.”<br />
79 Selefe nispet edilen “manayı bilmeyip Allah’a<br />
havale etme inancı” ise, bu sıfatları kabul etmeyip zâhir<br />
anlamlarını iptal etmenin ta kendisidir.<br />
Sonuç olarak selefe göre Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te geçen<br />
Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin sıfatlarının anlamları malum olup,<br />
müteşâbih olan sıfatların keyfiyetleridir. İbn Abdi’l<br />
Berr (rahimehullah) (Vefat; H: 463) şöyle demiştir: “Ehl-i<br />
Sünnet, Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet’te gelen bütün sıfatların ka-<br />
79. Raddu’d Dârimî ale’l Merîsî, sy: 22,23.<br />
79
ul edilmesi, bu sıfatlara iman edilmesi <strong>ve</strong> bu sıfatları<br />
mecaz anlamlarına (zâhir anlamlarının dışındaki anlamlara)<br />
değil, hakîkî (zahir) anlamlarına yorulması<br />
noktasında icma etmişlerdir.”80<br />
80. Et-Temhîd, 7/145. Allah (azze <strong>ve</strong> celle)’nin bu tür sıfatlarını tefvîd<br />
etmenin selefin düşüncesi olduğunu iddia edenler elbette ki bu<br />
iddialarının doğruluğuna dair seleften nakledilen bir takım sözleri<br />
ileri sürmektedirler. Ancak bu sözler iyi tahkik edildiğinde<br />
bu sözlerin, selefin tefvîd görüşünü benimsediklerini kanıtlayan<br />
sözler olamayacağı biiznillah görülecektir. Bu meseleyi tahkik<br />
etmiş olan ilim ehlinin yazılı <strong>ve</strong>ya sözlü beyanlarına dileyen<br />
müracaat edebilir.<br />
80